ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibadeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emir etti.
Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğu
Medeniyetler
Sual: Medeni ve medeniyet nedir? CEVAP
Güzel ahlak sahibi olan ve zamanının fen bilgilerinde yükselmiş olan Müslümana medeni denir. Fende ilerlemiş, fakat ahlaksız olan medeni olamaz. Fende geri ve ahlakı bozuk olana vahşi denir. Medeniyet, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ile, sanat ve güzel ahlak ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlak ile birlikte olmasına medeniyet denir.
Medeni bir insan, her şeyden önce, güzel ahlaklı, dürüst ve çalışkandır. Fen ve sanatı insanların hizmetinde kullanır. Din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü, özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Gerekirse, iş saatinden fazla çalışmaktan hiç çekinmez. Böyle çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Yaşlansa bile, kolay kolay işinden ayrılmaz. Âmirlerine itaat eder. Dininin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbadetlerini asla terk etmez. Evladının imanlı, ahlaklı yetişmesine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Vaadine sadık olur. Din ve dünya vazifelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi geciktirmek, yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Görülüyor ki, gerçek Müslüman ilerici; dinsiz olan ise gericidir.
İki çeşit medeniyet görülmüştür
Tarihte iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilahi dinlere inananların ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsızların uygarlığıdır. Eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıkları, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarını göstermektedir. Onların ilah kabul ettikleri putların bazı insanlara, bilhassa krallara (Firavun, Promethe, Afrodit gibi) hulul ettikleri, yani vücutlarına girip yerleştiği, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini dini, ekonomik ve beşeri bakımdan sömürür ve onlara zulmederlerdi. Atina’daki hipodromlarda insanları çıplak olarak spor müsabakalarına sokmak, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’da köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve aç bırakılmış aslanlara parçalattırmak vahşeti, zevkleri idi.
Batı’nın ortaya koyduğu uygarlık, Hristiyan olan milletlerin eski inanç, örf ve âdetleri ile karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i İsa’dan sonra bozulmaya başlayan Hristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve krallarının müdahaleleriyle daha çok bozulmuştur. Böylece Orta Çağ Avrupa’sı, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları etrafında binbir çeşit hurafe ile doldurulmuş kafalar, adalet ve merhametten mahrum kalbler ve cehaletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz ve yarı vahşi insanlarla doldu. Hastalıklar çaresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünürler tehlikeli, kadınlar her türlü hakaret ve zilletin hedefi idi.
İslam medeniyeti
Müslümanların İspanya’yı fethederek burada bir İslam medeniyeti kurmaları ve Haçlı Seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye, İslam âlimlerinin fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik aletleri yapmaya başladılar.
Bu arada İslam âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmi, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslamiyet’in üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevk etti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre yeniden yazarak ve yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara Rönesans, Hristiyanlık dininde yaptıkları değişikliklere de reform adını verdiler.
Böylece Avrupa’da gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru haline gelen bir kilise, ruhi açlıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile maddi refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme başladı. Fransızların övündükleri Versailles sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı.
Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmi ve teknolojik seviyelerine ve ihtilallerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Hristiyanlığın, bir fantezi ve teselli kaynağı olarak kabul ettikleri teslis denilen üç tanrı inancı bir süs eşyası olarak taşıdıkları haçlar ile her türlü eğlencelerinin sembolü haline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak her gün süratle artan ahlaki çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyetler içinde her bakımdan mükemmel olanı İslam medeniyetidir. İslam âlimleri, medeniyeti; beldelerin imar edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da ruhen, maddeten, fikren ve ahlaken yükselmesi şeklinde tarif etmişlerdir. Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saadettir. Tarihte olduğu gibi, bugün de dinimizi iyi öğrenip, ona uymaya çalışırsak, maddi ve manevi sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır.
Batı’yı taklit etmek
Batı’nın bâtıl inanışlarını, moda ve ahlaksızlıklarını taklit etmek, medeniyet değil, milletin bünyesinde tahribat yapmaktır.
İslam dini, Müslümanların tembel, miskin oturmalarına izin vermez. Müslümanların her türlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emreder. Ziraat, ticaret, doktorluk, kimya ve harp sanayiinde herkesten ileride olmalarını emreder. Müslümanlar, başka milletlerdeki her çeşit fen vasıtalarını araştırır, öğrenir ve yapar. Fakat onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklit etmez.
Tarihi bir mektup
Osmanlı devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef,hatıralarında, Sultan II. Mahmud zamanında 1821 de Rum isyanının planlayıcısı, Patrik Gregoryus’un Rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektubu açıklamıştır. Mektup şöyledir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkansızdır. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, idarecilerine [devlet adamlarına, komutanlarına, büyüklerine] olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidir ve kendilerini müspet yolda yönetecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkan ve gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık duyguları geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlak güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde önce itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini metanetlerini zayıflatmak gerekir. Bunun en kısa yolu, milli gelenek ve dinlerine uymayan yabancı fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, sadece harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hatta, sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceği için, dikkatli olmalıdır. Yapılacak iş, Türklere hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır.)
Bu mektuptaki (Türklerin maneviyat ve dinlerinin yıkılması için, onları yabancı âdetlere alıştırmak ve onlara hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı tamamlamaktır) ifadesi çok ibret vericidir. Bu hedeflere ise, Batı’nın inanç, moda ve ahlaksızlıklarını taklide alıştırmakla ulaşılır. O halde oyuna gelmemelidir.
Batı ve vahşet
İslamiyet’i bir vahşet olarak tanıtan Hristiyanların yaptıkları vahşetler çoktur. Din namına yapılan Engizisyon zulümleri, Sent Bartelemi faciası ve buna benzer toplu öldürmeler, Hristiyanların, mezhepleri farklı olan dindaşlarına ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir. Müslüman idareciler arasında hiçbiri, hiçbir zaman Hristiyanların yaptıkları gibi, zulümler yapmamıştır. İslamiyet’te hiçbir mahluka zulüm yapmak caiz değildir. Müslüman din adamları zulme mani olmuştur.
İngiliz ilim adamı Lord Davenport, Hazret-i Muhammed ve Kur’an-ı kerim adındaki kitabında diyor ki:
(Ahlak üzerinde son derece titizliğidir ki, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muharebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, daima af ile karşılamışlardır.
Juryo diyor ki:
Müslümanların Hristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların Müslümanlara reva gördüğü muamele, asla birbirine benzetilemez. Mesela 1572 yılı Sent Bartelemi yortu günü, IX. Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emri ile Paris ve civarında 60 bin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyet’in, bir zulüm dini olduğu zannından kurtarmak gerekir. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların gayrimüslimlere karşı davranışları, çok yumuşak olmuştur.
Chatfeld diyor ki:
(Müslümanlar, Hristiyanlara karşı, Batılıların Müslümanlara karşı uyguladıkları gaddar muameleyi uygulasalardı, bugün Doğu’da tek Hristiyan kalmazdı.)
İslamiyet, başka dinlerin hurafe ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, akli ve fikri asaletin sembolü olmuş bir dindir.
İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibadeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emir etti. Sosyal adaletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hacet bırakmadan dünyaya kolayca yayıldı. [İslam cihadı da bu demektir.]
İlim davasına Müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemiştir denilebilir. Muhammed aleyhisselamın pek çok hadisleri, samimi bir ilim teşvikçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslamiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Muhammed aleyhisselam, daima ilim öğrenmeyi ve yaymayı emretmiş, Eshabı da, bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyatın koruyucuları, Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Osmanlılar zamanındaki Müslümanlar olmuştur.)
Buraya kadar bazı parçalarını yazdığımız Davenport’un İngilizce kitabı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmiştir.
Arapların Müslüman oluşu
İslamiyet’ten önce Arabistan çölünde oturanlar, yarı vahşi bedevilerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İlkel bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne Büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları halde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hilekârlıkları Araplara bulaşmadı.
İşte böyle aciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara rehberlik eden Muhammed aleyhisselamın getirdiği İslam dini sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, harikulâde [olağanüstü] bir gayret ile 30 yıl içinde, şarkta Türkistan, Hindistan; batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir.
İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şey keşfetmişlerdir.
İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı.
O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, Avrupa’nın manevi inkişafı ismindeki eserinde şöyle demektedir: (O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, önce onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler İslam’a karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.)
30 yıl içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, herhangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimizin mucizesidir.
Fende ileri olmak
Sual: Fende ilerlemek medeniyette de ilerlemek sayılır mı? CEVAP
Medeniyet, sadece fende ilerlemek değildir, fen vâsıtalarını insanların hayrına kullanmaktır. Eğer insanların zararına kullanılıyorsa, ona medeniyet değil vahşet denir. Güçlü bir ülke, atom bombası yapıp diğer ülkeleri yok ederse, bu medeniyet olmaz.
İslâmiyet gelmeden önce
Sual: İslâmiyet gelmeden önce bugünkü Ortadoğu’nun, Arap yarımadasının durumu nasıl idi?
Cevap: Bu konuda Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ kitabında diyor ki:
“İsa aleyhisselam göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra Romalılar Kudüs’e hücum ettiler. Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs’ü yağma ettiler, yakıp yıktılar. Tevratları ve başka kitapların hepsini yaktılar. Mescid-i aksâyı yerle bir ettiler. Yahudiler bundan sonra bir daha toplanamadı. Bir devlet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor ve hakir yaşadılar. İsa aleyhisselamın, otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine oniki kişi inandı. Bunlara Havâriyyûn denir. Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, Havariler dağılıp, bu yeni dini yaymaya çalıştılar. Sonra, İncil diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar İsa aleyhisselamı anlatan tarih kitapları idi. Asıl İncil ele geçmemiştir. Her yer küfür ve şirk içinde idi. İsa aleyhisselamın dini üçyüz sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen kimselere işkence ediliyordu. Roma İmparatoru Kostantin üçyüzon senesinde, bu dine izin verdi. Kendi de Hristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma’dan İstanbul’a taşındı. Fakat bu dinin esasları bozulmuş, unutulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu. Miladın 395. senesinde, Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma’daki papaya tabi olanlara Katolik, İstanbul’daki patrike tabi olanlara Ortodoks denildi. Kiliselere resimler, heykeller kondu. Başka milletler de küfür ve şirk içinde idi. Romalılar, bütün Avrupa’yı, Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı aldılar. Fen ve sanatta ileri iseler de, ahlakları bozuktu. Keyfe, can yakmaya dalmışlardı. Aldıkları memleketlere fena ahlaklarını yerleştirdiler.
Romalılar Arabistan yarım adasına saldırmadılar. Ancak Araplar cahil kalmıştı. Kimi Hristiyan, kimi Yahudi, çoğu putperest olmuştu. Hazret-i İbrahim ve hazret-i İsmail’den kalma adetlere bağlı olanlar da vardı. Mekke’dekilerin çoğu, putlara tapıyordu. Bütün dünya da, zulmet ve dalalet içinde idi. Araplar fende geri iseler de, edebiyata çok ehemmiyet veriyorlardı. İçlerinde, kuvvetli hatipler ve şairleri vardı. Şiir söylemekle iftihar eder, övünürlerdi. Arap lisanının kemale gelmesi, Allah tarafından bir kitap indirileceğine bir işaret idi
.
Peygamber efendimiz ve medeniyet
Sual: Peygamberimizi gayrimüslimlerden övenler de var mıdır? CEVAP
Evet. Resulullah efendimiz günümüzde de bütün dünya milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, tarihçi ve askeri şahsiyetlerin ilgisini çekmekte, bunların her biri Onu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler.
Müslüman olmayanlar, Resulullah efendimizin sadece idareciliği, dehası, askeri, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak Onu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri olağanüstü ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, Ona peygamber gözüyle bakmadıkları için, Onu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
İslâmiyetin ilerlemedeki gücü Sual: Bazı kimseler, İslâmiyetin ilerlemeye, fendeki yeni buluşlara kapalı hatta mani olduğunu söylüyorlar. Gerçekten İslâmiyet, bunların dedikleri gibi midir?
Cevap: İslâmiyetten evvel Arabistan bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşi bedevilerdi ve putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İptidai, basit bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi korkunç adetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar, Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları halde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hilekarlıkları Araplara bulaşmadı. Bunlar mert olarak kaldılar.
İşte böyle aciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara mürşitlik, rehberlik eden Muhammed aleyhisselamın getirdiği Kur'ân-ı kerim sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, olağanüstü bir gayret ile 30 sene içinde, doğuda Türkistan ve Hindistan, batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslâm devleti meydana getirmiştir. İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şeyleri keşfetmişlerdir. İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı. O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, Avrupa’nın manevi inkişafı ismindeki eserinde şöyle demektedir:
“O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hıristiyan dininin başaramadığını, İslâm dini başardı. İspanyaya gelen Araplar, evvela onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar, bahçeler yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan tarihçiler, İslâma karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.”
Tarihe dünyanın en büyük askeri dehalarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransız İmparatoru Napoléon şöyle diyor: “Allah’ın varlığını ve birliğini, Musa [aleyhisselam] kendi milletine, İsa [aleyhisselam] Romalılara, fakat Muhammed [aleyhisselam] bütün eski dünyaya bildirdi. Arabistan tamamiyle putperest olmuştu. İsa [aleyhisselam]’dan altı asır sonra Muhammed [aleyhisselam] kendisinden evvel gelmiş olan İbrahim, İsmail, Musa ve İsa’nın [aleyhimüsselam] Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakiki İsa dinini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Ruhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı inançları yaymaya çalışıyor, doğunun barış ve huzurunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed [aleyhisselam] onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, Onun ne babası ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
Dünyanın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle diyor ki: “Muhammed [aleyhisselam] gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Muhammed [aleyhisselam] gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar her taraf birdenbire semaya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zat sanki bir şimşekti. Onun etrafındaki bütün insanlar, Ondan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider Mahatma Gandhi, İslam dinini ve Kur’an-ı kerimi inceledikten sonra şunları söylemiştir: “İslam dini yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dini saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslamiyet’i benim gibi seveceklerdir. Ben, İslam dininin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslamiyet’in süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sadeliği, mantıki olması ve Peygamberinin büyük tevazuu [alçak gönüllülüğü], sözünü daima tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden İslam dini birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.”
Dünyaca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı Lamartine ise, Türkiye Tarihi adlı eserinde şöyle diyor: “Hazret-i Muhammed [aleyhisselam] bir yalancı peygamber miydi? Onun eserlerini ve tarihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir manevi ilhamın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devam eden bir “fikir” yani İslamiyet yalan olamaz. Bunun çok samimi ve çok inandırıcı olması gerekir. Onun hayatı, uğraşmaları, memleketinin hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları halde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşerileri arasında türlü hadiseler çıkartmak ve kendini adeta kurban yerine koymak gibi hallere tahammül etmesi, Medine’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan güveni, en büyük felaket zamanında bile duyduğu insanüstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, dini tebliğ etme azmi, sonsuz ibadeti, Allah ile mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devam eden şân ve şerefi, zaferleri Onun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imana sahip bulunduğunu gösterir.
Filozof, hatip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni iman esasları koyan ve yirmi büyük dünya imparatorluğu ile bir büyük İslam devleti kuran kişi: İşte Muhammed [sallallahü aleyhi ve sellem] budur! İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün; acaba Ondan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”
Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888 [h. 1305] senesinde, yayınlanmış olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısından bir bölümü şöyle: “Muhammed [aleyhisselam], gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zat idi. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir Müslümanın bile hatırını gözetmiştir. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasihat ve izah ile hâl etmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zaman içinde, yarı vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları hâline getirmiştir.)”
Başka bir batılının itirafı
Bayan Carly Fiorina, dünyanın en büyük şirketlerinden HP'nin yönetim kurulu başkanı. Bu şirket, Microsoft gibi, Linux gibi dünya devlerinden biri olup esas iştigal alanı Bilişim Teknolojileri. Bayan Fiorina Temmuz 1999'dan beri bu şirkette. Bundan önce 20 yıl ABD'nin telefon şirketi AT&T 'de üst düzey görevlerde bulunmuş ve AT&T ile ilgili bir firmada başkan olarak çalışmış. Stanford Üniversitesi'nin "Ortaçağ tarihi ve felsefesi" bölümünü bitirmişve çeşitli dallarda master yapmış.
Minneapolis, Minnesota'da 26 Eylül 2001 "Teknoloji, piyasalar ve hayat tarzımız: Gelecekte neler olacak?" konulu bir konferansa, Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edildi. Konuşmasının son dakikalarında tarihten örnekler vererek değerlendirmeler yapıp şöyle dedi:
"Konuşmamı tarihten bir örnek ile bitirmek istiyorum:
Bir zamanlar tarihte öyle bir medeniyet vardı ki, o dönemin en büyük medeniyeti idi. Bu medeniyet birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, kuzey iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı.
Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada çok konuşulan bir dil haline gelmiş ve farklı kıtalardan insanlar arasında köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki farklı milletlerden olan askerler, dünyanın belki de hiçbir zaman görmediği bir barış sundu, tebaasına ve dünyaya. Bu medeniyetin tacirleri, Latin Amerika'dan Çin'e ve arada kalan bütün ülkelere ulaşmışlardı.
Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel algoritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi. Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, binlerce romantik ve sihirli hikâyeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üstüne şiirler yazmışlardı.
Öteki medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sansür uygularken, bu medeniyet devamlı yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü devamlı canlı tutmuştu.
Günümüz Batı medeniyeti de bu özelliklerin bir çoğuna sahip, fakat benim sözünü ettiğim medeniyet, 800'den 1600 yılına kadar uzanan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman'lar gibi hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir.
Bu medeniyetin bize sunduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin sayesinde vardır. Sufî yazar Mevlana gibi yazarlardan çok şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlardan tolerans göstermeyi ve liderliği öğrendik.
Bu medeniyetten dersler çıkarmalıyız. Bu medeniyetin sunduğu liderlik mirasa değil, yeniliklere dayanmış, Hristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilik gibi farklı farklı din ve kültürler mozaiğini esas almıştı. Zaten bu şekilde de 800 yıl ayakta kaldı.
Şu anki gibi kritik zamanlarda, biz de tarihteki bu medeniyetten ders almalı ve onun gibi sosyal yapı ve liderler yetiştirmeliyiz. Özetle, bu konuya, liderlik mevzuundaki tartışmaya ve fikir teatisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. "
Amerikan astronomi mütehassısı Michael H. Hart, Âdem aleyhisselamdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer tetkik ederek, bunların içinden yalnız 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak, Muhammed aleyhisselamı göstermektedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahiy edildiğine inandığı, muazzam eser Kur’an-ı kerimden gelmektedir) demiştir.
Amerika Chicago Üniversitesi profesörlerinden meşhur ruhiyat mütehassısı yahudi Jules Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda yayınlanan Time mecmuasının hususi nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, tarihte şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tetkik etmekte, bunların hayatlarını tahlil etmekte ve (Bunların en büyüğü Muhammed aleyhisselamdır) demekte ve şu neticeye varmaktadır: (Muhammed aleyhisselamdan sonra, Musa aleyhisselam gelir. İsa [aleyhisselam] ve Buda lider olmaya layık kimseler değildi.) Halbuki kendisi, yahudi olduğu için, Musa aleyhisselamı Muhammed aleyhisselama tercih etmesi beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakikatten ayrılmamıştır.
30 sene içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın resulünün, yani Muhammed aleyhisselamın bir mucizesidir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki: (Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise, her zamanda, her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.)
.
Medeniyetlerin Kuruluşunda Hicret
Prof. Dr. Ayhan Tekineş
AddThis Sharing Buttons
Fizik ötesinin nakşının, mekâna, zamana ve insana işlenmesi sonucunda medeniyet ortaya çıkar. Bir bakıma insanların fizik ötesine ait mânâ ve idealleri hayatlarına ve fizikî çevreleri üzerindeki tasarruflarına yansıtmalarıdır medeniyet. Medeniyetlerin kuruluşu ile peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilişi arasında yakın bir alâka vardır. Zira fizik ötesi ile yeryüzü arasındaki münasebeti temin edenler ve bize hakikati bildirenler peygamberlerdir. Nitekim çürümüş medeniyetlerin yıkılış anlarında peygamberlerin getirdiği muştularla geçmişte yepyeni medeniyetler kurulmuştur.
Medeniyet, bir mefkûrenin tezahürüdür. İnsanoğlunun, inancı, ahlâk telâkkisi ve dünya görüşü çerçevesinde ortaya koyduğu maddî ve mânevî eserlerin ve kurumların bütünü medeniyeti meydana getirir. Medeniyet üç ana eksen üzerinde yükselir. Birinci eksen bilgi ve düşünce, ikincisi duygu ve amel, üçüncüsü ise bu ikisine dayanılarak üretilen dünya görüşü ve değerlerdir.
Medeniyetin özü, iman ve mistik coşkudur. Her medeniyet yeni bir aşk ve iman hamlesiyle ortaya çıkmış, gelişmiş ve olgunlaşmıştır. İnsanların bir inanç, ahlâk ve düşünce etrafında toplanmasını temin eden, onları harekete geçiren ve her daim fizik ötesi ile irtibatını sağlayan bu iman ve aşktır. Medeniyetler, tarih içindeki yürüyüşünü fizik ötesi ile bağının gücü ölçüsünde sürdürürler.
İman ve aşkın davranışlara aksetmesi ile birlikte medeniyet anlayışı kuvvetlenir ve hayatiyetini devam ettirir. Canlılığını yitiren, yeni değerler üretemeyen, aksiyon iştiyakını kaybetmiş medeniyetler zamanla durgunlaşır. Durgunlaşmış medeniyetler ise ölüme mahkûmdur. Bu medeniyetlerin, başka medeniyetlerin istilâsından kurtulup geleceğe yürümeleri ve kendi kimliklerini korumaları mümkün değildir.
Medeniyet, başlangıç değil bir sonuçtur. Vahiyle bildirilen hakikatler, tarih içinde yol boyunca bir medeniyet inşa ederler. Nil nehrinin akış güzergahında akışa göre biçimlenip gelişen medeniyetler gibi vahiy ırmağının çağıldadığı mekanlarda ve tarihte de vahiy medeniyeti zuhur eder.
Hak dostları medeniyet kurma gayesiyle yola çıkmamışlardır; onların yürüdüğü yollarda bıraktıkları izlerdir medeniyet. Onların bildirdiği hakikatlerden beslenen insanların eşya ve hâdiselere vurdukları nakıştır medeniyet.
Hicret
Medeniyeti kuran iman ve aşkı toplumlara ilk aşılayanlar peygamberler, farklı beldelere ve zaman dilimlerine taşıyanlar ise onların izinden giden muhacirlerdir. Muhacir, ulvî bir niyetle beldesini terk edip iman, ahlâk ve aksiyonunu farklı beldelere taşıyan kişidir. Hicret, Arap dilinde çölü terk edip şehre yerleşen bedevilerin göçünü ifade eder. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.) ile birlikte O'nun mübarek beldesi Medine'ye göçüp yerleşen insanlara Muhacir denilmiş; hicret de ulvî maksatlarla yapılan mukaddes göçlerin adı olmuştur.
Medine, hicret ile büyümüş medeniyetin merkezi olmuştur. Medeniyet kelimesi ile aynı kökten gelen Medîne, mülkiyet ile münasebetinin yanında ikamet etme mânâsı da taşır. Allah Resûlü'nün (s.a.s.) hicretiyle, adı Yesrib olan belde, inananların ikamet ettiği bereketli şehir, kutsal şehir anlamı kazanarak Medîne adıyla anılır olmuştur. Medînetu'n-Nebî'ye nispet edilen kişilere medenî denilmesi de modern bir kavram olan medeniyet ile Medîne arasındaki münasebete tarihten gönderilmiş bir işaret gibidir.
Medine hicret ile kurulmuş; orada kurulan medeniyet başka Medineler kurmak için hicret ile uzak diyarlara taşınmıştır. İslâm dünyasının değişik beldelerinde Medine adını taşıyan onlarca şehir kurulmuştur. Bunlardan birisi de Medinetu's-Selâm (Barış Şehri) diye anılan Bağdat; bir diğeri de Bağdat yakınlarındaki Medâin'dir (şehirler).
Her büyük dava hicret ile başarıya ulaşmıştır. Bu sebeple "Hicret etmedik büyük bir dava adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazife ve ideal adamı yok gibidir." denilmiştir. Allah Resûlü de "yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için" hicret etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), nebilerin, velilerin ortak kaderi olan mukaddes göç zamanı gelince şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme'den ayrılmış ve İslâm medeniyetinin ana yurdu Medine'ye yürümüştür. "Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O Muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab'lerine dayanıp güvenirler." (Nahl sûresi, 16/41-42) âyetinde bildirildiği gibi Allah için hicret edenleri O, medeniyetlerini inşa edecekleri "güzel bir yere" yerleştirmiştir. Hicret ile nimet arasındaki alâkayı Cenab-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede; "Allah yolunda hicret edenleri, sonra da Allah için öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir. Elbette en hayırlı nimet veren Allah'tır." (Hac sûresi, 22/58) şeklinde haber vermiştir.
Hicret edip gittikleri beldelerde vefat edenler ve şehit olanlar, âhiret yurdunda cennet nimetini kazanmış, bu dünyada bıraktıkları izlerle de yeni bir medeniyet inşâ etmişlerdir. Cenab-ı Hak, bir âyet-i kerîmede Muhacirlerin durumunu; "İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nâil olanlar!" (Tevbe sûresi, 9/20) şeklinde beyan eder. Bir hakikatin değişik rükün ve yönlerinden ibâret olan; iman, göç ve cihad üçlüsünün, bu âyette olduğu gibi Kutlu Beyan'da ekseriya peşi peşine zikredilmesi, hicretin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en parlak delilidir.
Her göç, hicret değildir
Medeniyetlerin inşâsında nefisle mücâhede ve hicret iki önemli esas ve merhaledir. Nefsiyle yaptığı mücâhede ile insan kendini yeniden inşâ yolunda mesafe alırken hicret ile de medeniyetin inşâsı yoluna adım atmış olmaktadır. Ancak iç dünyasını imar edebilenler, dış dünyayı da hakkıyla imar etmişlerdir. Kendini aşabilenler başkalarına rehberlik edebilmişlerdir.
Nefsini aşamamış insanların hicret edebilmeleri de mümkün değildir. Hicret ile nefis terbiyesi arasındaki bu yakın alâkayı Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek mücahid, Allah'a taatte öz nefsiyle mücâhede eden; hakiki muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir." (İbn Hibbân, 7/178) hadîsiyle açıklamıştır. Hicret kelimesinin mânâlarından biri olan terk etme, gerçek muhacirin temel özelliğidir. Günahları, dünya sevgisini, nefsî istekleri hattâ vatanı terk etmeden muhacir olunamaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek muhacir, Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." (Buhârî, İman 4) buyurmuşlardır.
Hicret, Allah ve O'nun Resûlü için yapılmalı; hicrette ilâ-yı Kelimetullah gaye edinilmelidir. Her göç, hicret değildir. Kimi dünyalık kazanmak, kimi de evlenmek için terk-i diyar eyler. Bunların hicret sevabına nail olmaları düşünülemez. Hicreti Allah'a ve Resûlü'ne olandır gerçek muhacir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.), bir hadîslerinde: "Hicret iki özellik taşır: Birisi, günahları terk etmek; diğeri Allah ve Resûlü'ne hicret etmektir. Hicret, tövbe kabul olunduğu sürece sona ermez. Tövbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür." (Ahmed b. Hanbel, 1/192) buyurmuşlardır.
Hayatın inanç esaslarına göre tanziminde hicretin önemli bir yeri vardır. Hicret, kişiye hayat boyunca aksiyon ve canlılık kazandıracak bir ilk muharrik gibidir. Onunla yeni bir dünyaya uyananlar, hayatlarının her anında hicretin yönlendirici ve belirleyici esintilerini hissedeceklerdir. "Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lâhzasında, göçe sebep teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır."
İlim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyeti, nefsiyle yaptığı mücadeleyi kazanmış fertlerin hicretleri ile kurulur. Hicret düşüncesine kilitlenmiş fertler, dönüp arkalarına bakmamış ve gittikleri beldeleri öz vatanları gibi benimsemişlerdir. Hicreti külfet görenler değil, hicreti nimet sayanlardır gerçek muhacirler.
Hicret medeniyeti
Toplumlar çeşitli münasebetleri neticesinde birbirlerinden karşılıklı olarak etkilenirler. Bir toplumun kendi değerlerini muhafaza edebilmesi farklı kültürlere cevap verebilecek bir ideal ve düşünceye sahip olmasına bağlıdır. Kendi değerlerine aşkla bağlı topluluklar, fikirlerini başkalarına ulaştırmak için her türlü zahmete katlanmayı göze alabilirler.
Göç, sürekli değildir. Aslında her göç, bir arayıştır. Aradığı ilim ve bilgiyi bulan topluluklar zaman içinde farklı toplumlarla girdikleri münasebetlerde aşılanarak bir medeniyet tesis ederler. Göç, insanlar hakikate/bilgiye ulaşıncaya kadar devam eder; yerleşik hayatla birlikte derme çatma bilgiler ilim ve sanat disiplinleri şeklinde temayüz eder, daha sonra ticaret, fetih ve başka milletleri istilâ gibi yollarla farklı kültürlerle münasebete girer. Bu ilişki neticesinde aldığı yeni bilgi ve değerlerle aşılanan toplumlar, kendi kâinat, insan ve hayat telâkkilerinin ürünlerini ortaya koymaya başlarlar.
Peygamber Efendimiz, bi'setten sonra sürekli hicret edip, İslâm'ı tebliğ edebileceği insanlar aramıştır. Allah Resûlü (s.a.s.), hac ve panayırlara katılmak maksadıyla Mekke'ye gelip Mekke civarında konaklayanlara uğramış, "Kureyş, Rabbimin (azze ve celle) kelamını tebliğ etmemi engelledi. Beni kavminin yanına götürecek bir kişi yok mu?" diyerek, hicret edeceği bir belde ya da kabile aramıştır. (Heysemî, 6/35) O'nun maksadı bir kişi dahi olsa insanların kalblerine girmek onları şirkten ve puta tapıcılıktan uzaklaştırmaktı. Taif'e bu maksatla gitmiş, orada kendisine içecek ikram eden Rukayka adlı bir kadına "Onların putuna tapma, ona dönerek dua edip namaz kılma." diyerek, İslâm'ı tebliğ etmiştir. Kadının "Böyle yaparsam beni öldürmelerinden korkuyorum." demesi üzerine "Sana bunu söylerlerse, ‘Rabbime ve bu putun Rabbine' de; dua ettiğinde de sırtını ona dönerek dua et" buyurarak, müşrik kavmi içinde imanını nasıl koruyacağını öğretmiştir. Taifliler, Müslüman olduktan sonra Rukayka'nın çocukları Allah Resûlü'nün huzuruna gelmişler; Resûl-i Ekrem Efendimiz Taif hicretinin meyvelerinden birisi olan Rukayka'nın durumunu çocuklarına sormuş; onlar "Senin bıraktığın hâl üzere öldü." deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "O hâlde anneniz Müslümandır." buyurarak, farklı din mensupları arasında imanı muhafazanın ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir. (Heysemî, 6/35)
İnanmış insanlar, hicret ile kendi inanç ve değerlerini başka beldelere taşımışlar; muhtaç olanlara ulaştırmışlardır. İlk Müslümanlar önce Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan, inançlarındaki yakınlık ve adaletli bir hükümdarın olması sebebiyle özellikle tercih edilmişti. Mekkelilerin şikâyeti üzerine Habeşistan Kralı Necâşî, Müslümanları huzuruna çağırmış, yanına giren Müslümanlar, alışılagelenin hilâfına Necaşi'ye secde etmemişlerdi. Bunun sebebi sorulunca Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.), "Allah bize bir Peygamber gönderdi. O, bize Allah'tan başka hiç kimseye secde etmemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti." diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi ilk Muhacirler, hem kendi değerlerini korumuşlar hem de farklılıklarını, inançlarını başkalarına anlatabilmek için bir vesile bilmişlerdir. Necaşi, onlara Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem hakkındaki düşüncelerini sorunca Meryem sûresinin baş kısmından okuyarak, cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Necaşi, "Ben O'nun Allah'ın Resûlü ve İsâ'nın müjdelediği peygamber olduğuna şehadet ederim." diyerek, Peygamber Efendimiz'e iman etmiştir. (Heysemî, 6/30-31) Müslümanlar kısa bir zaman diliminde hem Peygamberlerini tanıtmışlar, hem O'nun davetinin esaslarını bildirmişler, hem de kutsal kitaplarından bir bölüm okuyarak mesajlarını en kısa yoldan muhataplarına ulaştırmışlardır.
Mekke'den Yesrib'e ilk hicret eden Muhacirler, beraberlerinde Medine'ye inanç, bilgi ve kültürlerini de taşımışlardır. Mus'ab b. Umeyr (r.a.), Medine'ye ilk hicret eden sahabîlerdendir. Medine'ye gelince İslâm'ı tebliğ etmiş ve Müslümanlara Kur'ân öğretmiştir. Birçok Sahabî onun vesilesiyle İslâm'la tanışmış ve bazı sûreleri ezberleyip öğrenmiştir. Mekkeli Müslümanların Medine'ye gelip yerleşmeleri ile birlikte Ensar, onlardan ticareti öğrenmiştir. Zaman zaman Mekkeliler ile Medineliler arasında örf ve âdet farklılıkları yaşanmışsa da güzel alışkanlıklar karşılıklı öğrenilmiş ve benimsenmiştir. Ticaret erbabı olan Mekkeliler ile zîrâatçı olan Medinelilerin kaynaşmasından ilk İslâm toplumu meydana gelmiştir.
Ashab-ı Kiram, Efendimiz'in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra muhacir olarak farklı beldelere gidip yerleşmiş; talebelerine Kur'ân ve Sünnet'i öğreterek İslâm'ın o bölgelere yerleşmesine vesile olmuştur. Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya kadar birçok beldede sahabî kabirlerinin mevcudiyeti, hattâ bu kabirlerin bulundukları bölgelerdeki insanların zihinlerinde dinî açıdan taşıdığı önem, onların kabirleri ile bile halen çağrılarını ve hizmetlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Meselâ İstanbul'da Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin (v. 49/669) ve Semerkant'da Şah-ı Zinde lakabıyla anılan Kusem b. Abbas'ın (r.a.) (v. 57/677) kabirlerinin, bulundukları toplumun hayatında önemli bir yeri vardır. Kusem b. Abbas, Hz. Ali Efendimiz'in şehit edilmesinden sonra Semarkant'a gitmiş ve uzun süre o bölgede kalarak Allah Resûlü'nün (s.a.s.) feyiz ve bereketini o bölgeye taşımıştır. (İbnu'l-Esîr, 4/392)
Fetihler ve diplomatik münasebetler hicret için bir vesile bilinmiştir. Hicret düşüncesi Müslümanları sürekli yeni imkânlar aramaya ve farklı milletlerin arasına girmenin yollarını araştırmaya sevk etmiştir. Mukaddes göçler, her zaman evrensel medeniyet havuzlarının ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. MS. 756 yılında Abbasi Halifesi Ebû Cafer el-Mansûr'un askerleri, bir ayaklanmada Çinlilere yardım etmişler, buna karşılık Çinliler dört bin kadar Müslüman askerin Çin'e yerleşmesine izin vermişlerdir. Çin'e yerleşip, yerli halkla evlenen Müslümanlar, zamanla çoğalmışlar; kıtlık zamanlarında Çinlilerin yetim kızlarını alıp büyütmüşler ve evlendirmişlerdir. Böylece Çin'de İslâm, hicret ile yayılmıştır. Keza Yuan hanedanı döneminde Çin'e büyük bir Müslüman göçü olmuş; âlimler, sanatkârlar ve tacirler gelip Çin'e yerleşmişlerdir. Bu ilk Müslüman muhacirlerin astronomi ve takvim konusundaki bilgileri ve zanaatlarındaki başarıları onların Çinliler tarafından saygı ifade eden Hui-hui şeklinde anılmalarına sebep olmuştur. Bu hanedan döneminde önemli devlet görevlerinin birçoğunda Müslümanların bulunduğu kaydedilmektedir. (Ebulfazl, s. 312-313) Çin'e yerleşen Müslümanlar İslâmî kimliklerini kaybetmemişler; ama Çinlilerin dil ve kültürlerini benimsemişlerdir. Camilerinde, giyim ve kuşamlarında Çin mimarisinin tesirini görmek mümkünse de dinlerini muhafaza etmeleri onlara yeni bir terkip imkânı sunmuş, en eski Müslüman cemaatlerinden birisi olan Çin Müslümanları, varlıklarını ve medeniyetlerini bugün hâlâ devam ettirmektedirler.
Hicret düşüncesi, hem kalblerin ve beldelerin fetih duygusunu coşturmuş hem de ilimlerin fethinin kapılarını aralamıştır. İlim yolunda yapılan göçler ve yolculukların İslâm dünyasının uzak diyarları arasında kültürel birliğin sağlanmasına önemli katkıları olmuştur. Ayrıca bu yolculuklar ve göçlerle, farklı beldelerdeki ilmî birikimin derlenmesi mümkün olmuştur. İlim tahsili maksadıyla ashâb-ı kiram döneminden itibaren uzun yolculuklar yapılmıştır. Hatta birçok âlim tek bir hadisi öğrenmek için uzun yolculuklara çıkmışlardır. Hayatı boyunca birçok beldeye yolculuk yapmış tabiîn âlimlerinden Şa'bî (v. 103/721) "Bir kimse, hikmetli bir tek söz için Şam'ın bir ucundan Yemen'in öbür ucuna kadar gitse bile bu yolculuğu boşuna yaptığını düşünmem." demiştir. (İbn Abdilberr, 1/94,95)
Hicretin boyutlarından birisi de ticaret maksadıyla yapılan seyahatlerdir. Nitekim Allah Resûlü Efendimiz: "Ümmetimin seyahati cihaddır." (Ebû Dâvud, Cihâd 6) buyurmuştur. Müslümanlar ticaretteki dürüstlükleri ile Endonezya'ya, Malay Adalarına ve Güney Çin Denizi'ne ulaşmışlar. Gittikleri beldelerde dürüstlükleri ve bilgileriyle yerli halkların Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Her gittikleri yerde okullar açmışlar; bu okullarda yalnızca belirli bir grubu değil bütün çocukları okutmuşlardır. Meselâ Habeşistan'daki durumu anlatan bir Batılı yazar, Hıristiyanların yalnızca papaz olacak çocuklarını okuttuklarını Müslümanların ise bütün çocukları okuttuklarını nakletmektedir. (Ebulfazl, s. 321) Nerede bir Müslüman topluluk varsa orada muhakkak bir okulun olduğu görülmektedir. Hattâ Müslümanlar azınlıkta oldukları bölgelerde bile daha ilk yüzyıllardan itibaren eğitime önem vermişlerdir. Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz, fethedilen Kuzey Afrika'ya İsmail b. Abdullah'ı vali olarak atamış, yanında da on seçkin âlimi eğitim için görevlendirmiştir. Afrika'da İslâm'ın yayılmasında göçler ve eğitimin önemli bir yeri vardır. Müslümanların gittikleri yerlerde yaptıkları ilk iş, çocuklar ve yerli halk için okullar kurmak olmuştur. (Ebulfazl, s. 322, 323) Böylece her gittikleri yere inanç ve kültürlerini taşımışlar; medeniyetlerini tesis etmişlerdir.
Hâsılı, insanlık tarihindeki önemli safhaların birçoğunun arkasında inanç, duygu ve düşünce ile beslenerek gerçekleştirilen mukaddes göçler vardır. Bilgi, inanç, sanat ve ahlâkî değerlerin farklı iklimlere taşınıp evrensel değerler hâline gelmesinde hicretin önemli bir yeri vardır. Bugünü değil yarını düşünenler, hicretle kanatlanmış; içteki duygu ve düşüncelerini hicretle aksiyona dönüştürmüştür. Hicret düşüncesi ile dünyanın dört bir yanına gidip yerleşen muhacirler, tarihte olduğu gibi günümüz dünyasında da yeni bir medeniyetin doğuşuna vesile olacaklardır.
Hicrete derinlik ve mânevî boyut kazandıran niyetteki samimiyettir. Her göç hicret değildir. Nefsiyle yaptığı mücahedeyi tamamlamış insanların göçleri, gerçek ruh hicretleridir. İnançlarını yaşayan, davasının mümessili olan şahsiyetler, gittikleri beldeleri âdeta kendi ruhlarıyla aşılamışlardır. Onların açtığı yollar yüzyıllar geçse de aşınmamış, açtıkları kapılar kapanmamıştır.
Toplumlar, hicret ile kendi fikir ve düşüncelerini başkalarına aktarma imkânı bulmuşlardır. Medeniyetlerini başka beldelere hicret ile taşımış, hicret ile diğer toplulukları kendi medeniyet havzalarında eritmişlerdir. Hattâ yıkılmış bazı medeniyetler, kimi zaman hicret ile farklı bir beldede yeniden dirilmişler kimi zaman da yeni bir medeniyet filizi vermişlerdir.
Göçebeler ile yerleşik hayattakiler arasındaki münasebette etkileyen ve büyük medeniyet dönüşümlerini gerçekleştirenler hep göçebe kavimler olmuşlardır. Bu göçebe kavimler, hedefsiz ve belli bir mefkûreden mahrum olduklarında fethettikleri toplumlar tarafından eritilmiş ve tüketilmişlerdir. Öte yandan bir dava ve mefkûreye bağlı olarak gerçekleştirilen göçler, büyük medeniyetlerin tesisine vesile olmuştur. Bu sebeple "öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep muhacir kavimler olmuştur." denilmiştir.
Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
atekines@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
1. Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul 1988.
2. Ebulfazl İzzeti, İslâm'ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. Cahit Koytak, İstanbul 1984.
3. Fethullah Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, İzmir 2008
4. Kendi Dünyamıza Doğru, İzmir 2008
5. Heysemî, Nureddin, Mecma'u'z-zevâid, Beyrut 1982.
6. İbn Abdilberr, Câmi'u beyâni'l-ilm ve fadlihi, Beyrut 1978.
7. İbnu'l-Esîr, Usdu'l-gâbe, Kahire ty.
8. İsmail Lütfi Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul 2004.
9. Sezai Karakoç, Düşünceler I Kavramlar, İstanbul 1995.
10. İsmail Ünal, Amerika'da Bir Ay, İstanbul 2001
[Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanlığı – 15 Mayıs 2009 Cuma günü Sâat 14.00-16.00 – Kıbrıs – Gâzî Magosa?da Verilecek Olan Konferans]
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Uzaktan yakından teşrîf eden Kıymetli Dinleyiciler,
İstikbâlimizin Ümîdi Sevgili Gençler!
Konferansımıza başlamadan önce, 2 vecîbenin îfâsını lüzûmlu görüyorum:
Birincisi,bir teşekkürün yerine getirilmesi:
Bu mübârek Cuma günü?nde ve kudsî Mevlid Kandili?nde, YAVRU VATAN KIBRIS?ımızda, siz değerli dinleyicilerle bir arada bulunmamızı sağladıkları için, Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkan ve Üyelerine, bu organizasyonda emeği geçen bütün kardeşlerimize, konferans için gerekli izinleri veren, salonu tahsis eden yetkililere, şahsım adına, ayrıca bu seyâhatte bana refâkat eden değerli eğitimci dostumAyhan Özbek ve kıymetli komşum İş adamı İhsan Çerkeşli adınaen kalbî şükrânlarımızı sunuyoruz.
İkincisi, bir tebrîkte bulunmak istiyoruz:
Hicretten 53 sene önce, Rebî”ül-evvel ayının 12. gecesinde, Pazartesi günü sabaha karşı (bu sene 30 Mart 2007 Cumayı Cumartesiye bağlıyan bu gece), Mekke-i mükerreme”de, çok önemli, hem de dünyâ çapında mühim bir hâdise meydâna geldi.
Bu Mevlid-i Nebevî?nin, yavru vatan Kıbrıs?ımıza, azîz vatanımız Türkiye?ye, bütün Türk âlemine ve tüm İslâm âlemine nice hayırlar getirmesini, yine yüce Rabbimizden dileriz.
Önemine binâen, konuşmamızın hemen başında belirtelim ki:
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki sâhip oldukları millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, gelecek nesillere aktardıkları oranda varlıklarını sürdürürler.
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bakınız bunu isbât için hemen önemli bir nakil yapalım: İngilizlerin Osmanlıdaki câsûsu Hempher?in hâtırâtının 45. sayfasında şu i?tirâf yapılmaktadır:
?800 yıllık Endülüs?ü şarâba alıştırarak, aralarına fitne sokarak, dînî ve millî inançlarından kopararak yıktık. Osmanlıyı ve diğer İslâm ülkelerini de aynı metotla yıkacağız!..?
MİLLETLERİ MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLER AYAKTA TUTAR
(15. 07. 2005 Cuma Yeni Dönem 5. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Senelerce önce, ?Türkiye Yeşilay Cemiyeti? eski başkanı, Em. Alb. merhûm Salâhaddîn Kaptanağası, ülkemizde alkol, sigara ve uyuşturucu yüzünden, yılda en az 350 kişinin [ şimdi bu sayının kaça çıktığını tesbit için yeni istatistiklere ihtiyaç var] hayatını kaybettiğine işaret ederek, “Kanunlar işletilmeli, Anayasa”nın kesin hükümleri gereği, Milli Eğitim başta olmak üzere, ülkemizin neresinde eğitim veren kurum ve kuruluş varsa, hepsi uyuşturucuyla mücâdele konusunda kendisini görevli saymalı? demişti.
Yine eski Diyânet İşleri Başkanı Mehmed Nuri Yılmaz da, uyuşturucu madde bağımlılığının, okulların çevresinde tezgâh kuran teşkîlâtlar, örgütler aracılığıyla gençlerimize yöneldiğini ifâde etmişti. Hattâ Mehmet Nuri Yılmaz, anarşi âfetinin kökünü kazımaya uğraşan milletimizin, toplumumuzun yakasının, bu defa bir başka yıkıcıya kaptırılmaktan korunması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Yılmaz, gazetelerde de yer alan o konuşmasında: ?Anarşi yolu ile maksatlarına ulaşamıyacağını anlayan bazı kirli eller, namluyu bu defa başka yönlere çevirme yolunu tutmuşlardır. Geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, uyuşturucu maddelere ve alkole alıştırarak, onları rûhen ve bedenen çökertmek için, kirli eller tarafından çalışmalar yapılmaktadır” demişti.
Peki, iki ayrı müessesenin eski başkanlarının sözleri, şimdi nereden hatırınıza geldi diyebilirsiniz. Yakın zamanda, 30.06.2005 tarihinde, bir İnternet sitesinde, ?Uyuşturucu kâbûsu dünyayı sardı? başlığıyla bir haber çıkmıştı. Merkezi Stockholm?de bulunan ?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?nun yayınladığı yıllık ?uyuşturucu raporu?, ?küresel yasadışı uyuşturucu ticaret hacmi?ni gözler önüne seriyordu.
Stockholm kaynaklı bu ?Rapor?da, uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edildi ve gelirin, ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğu belirtildi.
?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?, ilk kez dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarının hacmine ilişkin bir tahmin açıkladı. Bu raporda, gerçekten korkunç rakamlar var.
Şöyle ki, adı geçen ?Büro?nun hazırladığı raporda; 2003?te küresel uyuşturucu ticaretinde, 321 milyar dolar hâsılât yapıldığı belirtildi. Söz konusu rakamın, dünya gayr-i sâfî hâsılasının yüzde 0.9?una eşit ya da ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğuna dikkat çekildi.
Uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edilen raporda, küresel uyuşturucu pazarından elde edilen hâsılâtın, 214 milyar dolarlık bölümünün sokak satışlarından geldiği bildirildi.
Raporda, kuzey Amerika?nın yüzde 44 ile en büyük uyuşturucu alıcısı olduğu, bunu yüzde 33 ile Avrupa?nın izlediği ifâde edildi. Afrika?nın ise yüzde 4 ile en son sırada yer aldığı kaydedildi.
2003 ve 2004 rakamlarının değerlendirildiği BM raporunda, dünyada 200 milyon kişinin, yılda en az bir kere uyuşturucu kullandığı belirtildi.
Rapor ayrıca uyuşturucu kullananların sayısının 2004?te, bir yıl önceye göre 15 milyon arttığını da ortaya koydu.
Bu istatistiki bilgileri kısaca özetledikten sonra ifâde edelim ki, herkesçe bilindiği gibi, Peygamberler tarihini incelediğimizde, hepsinin gayelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydana getirmekolduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da “iyi insan”, orijinal ismiyle söylemek gerekirse “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Adem”den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 ?ülü”l-azim? peygamber, 313 ?resûl?, 124 binden ziyâde ?nebî?nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100”ü küçük 4”ü büyük kitap olmak üzere, bu peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedi saâdete kavuşmalarıdır.
Burada hemen büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî”nin bir sözünü hatırlıyoruz. Buyuruyor ki: “İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir, herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır.”
Bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkil etmek için uğraşmışlardır.
Makalemizin sonunda belirtelim ki, son peygamber olan Hazret-i Muhammed”in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı ümmet” meydâna getirmesi, onların da 50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs”ten Çin”e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLERE SÂHİP ÇIKMAK LÂZIM
(16. 07. 2005 Cumartesi Yeni Dönem 6. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bu itibârla geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî ve sivil kuruluşlar ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
Nitekim Yüce Allah, dinî ve ahlâkî prensiplere sâhip çıkarak, kimlik ve şahsiyetimizi korumamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu (dîn), benim dosdoğru yolumdur; artık ona uyun. Başka yollara uymayın; yoksa o yollar, sizi parça parça edip, doğru yoldan (Allah?ın yolundan) ayırır. İşte bunları, sakınasınız diye Allah size emreder.” (En”âm, 6 / 153)
Sevgili Peygamberimiz de (aleyhisselâm), bizleri ahlâkî çöküntüye sebep olabilecek, birlik ve beraberliğimizi bozacak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemekten sakındırmıştır.
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette, oranda varlıklarını sürdürürler.
Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine güzel dînimizin prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, manevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.
Özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü gençlerin dînî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.
Bugün, toplumumuzda, bazı eğlencelerde, aklı ve sağlığı tehdit eden içki içmek, uyuşturucu kullanmak, âile bütçesini sarsan kumar ve isrâf boyutundaki harcamalar, âdet hâline gelmiştir. Bunları dînî ve millî değerlerimizle bağdaştırmak aslâ mümkün değildir. Ayrıca millî ve manevî değerlerimize ters düşen bu tür eğlence ve âdetler, kültürel tahrîbâta da yol açmakta, bizleri millî kimliğimizden de uzaklaştırmaktadır.
Bunun için kültürel mirâsımızdan, dinî anlayış ve heyecânımızdan kaynaklanan değerlerimizi yaşatmaya gayret etmeli, bu değerlerimizi genç kuşaklara aktarmaya çalışmalıyız. Dînî ve millî değerlerimizle çelişen başka kültürlerin örf ve âdetlerini de körü körüne taklit ve özentiden kaçınmalıyız.
Bu vesîleyle belirtelim ki, 01 Temmuz 2005 tarihinde, bazı gazete ve İnternet sitelerinde yer alan bir haber, akl-ı selîm sâhibi insanları şok etmiştir:
?İspanya eşcinsel evliliklerini onaylayan üçüncü ülke olmuştur.?
İspanya”da da, bu konudaki tartışmaların dinmediği anlaşılıyor. Maalesef El Pais gazetesi, insan fıtratına aykırı bu iş için, “bu cesur yasa, İspanya”yı eşcinsel haklarını savunmanın ön saflarına koyuyor” ifadelerine yer veriyor.
Yine gazete, adıgeçen kepâzelik için, “Eşcinsellerin evliliği, heteroseksüel evliliklerin önemini azaltmıyor, geleneksel aileye de saldırmıyor. Sadece ayrımcılığa uğrayan bir gruba haklarını sunuyor. Bu demokratik zaferle, tüm toplum gurur duymalı” iddiâsında bulunmaktadır.
Almanya”dan Die Tageszeitung gazetesi de, mezkûr karar hakkında, ?Vatikan, modernliğin getirdiklerini durdurmaya çalışıyor, ama artık başaramıyor? diye yazmıştır.
Fakat Polonya gibi bazı ülkelerde, eşcinsellere hâlâ korkuyla yaklaşıldığını belirten gazete, “Avrupa Birliği”nin üyesi olmak isteyenler modern toplum anlayışını benimsemeli” şeklinde indî bir iddiâda da bulunmuştur.
Ama İspanya?da bile, El Pais”in yukarıdaki bozuk görüşlerine katılmıyan, işin tehlikelerine işâret eden bazı basın organları da var. Meselâ, başyazısına “Gereksiz bir yasanın tehlikeleri” diye manşet atan ABC, yukarıdaki akla ve beşer fıtratına uymayan görüşlere katılmıyor ve yasanın alelacele geçirildiğini söyleyip“evlilik kurumuna vurulan bir darbe” olduğunu belirtiyor.
Gerek erkek, gerek bayan, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
( 26 Ağustos 2005 ? 21 Recebü?l-ferd 1426 Cuma )
Ahmed Doğrusözlü
Bugün, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?nin bir yıldönümü.
Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ve Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, bu muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
Bunları ifâde ettikten sonra, harp hakkında kısa bir bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.Hattâ Diojen, heyet başkanına:
?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e:
?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
Sultan Alparslan, bu muhârebede, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cuma namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece tâcîz ederek onları yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- Cumâ günü (26 Ağustos) askerlerini toplayan Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultan, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldi.
NETÎCE:
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Diojen, onca cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE – 1
(26.05.2006 ? 28 Rebîu?l-âhır 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
İstanbul Fâtihi Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs, nâşının İstanbul?a getirilmesi 22 Mayıs, İstanbul?u fethi de 29 Mayıs?ta olmuştur. Bu bakımdan Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. (Eski ta?bîrlerle revâ ve sezâdır.)
Sultân Fâtih?in vefâtı 3 Mayısta olduğu için, bu ayın başından itibâren makaleler yazılabilirdi; ama bir çağın kapanıp diğer bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen ve dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan?İstanbul?un Fethi? târihine denk getirmek için, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.
Osmanlı padişahlarının yedincisi, II. Murad Hân?ın oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1431”de Edirne”de doğdu. Daha 21-22 yaşında iken, İstanbul”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son veren bu büyük hükümdar, Arnavutluk”u, Bosna ve Hersek”i de almış, Yunanistan”ın fethini tamamlamış ve Balkanları idâresi altında birleştirmiş, Trabzon-Rum Pontus Devleti”ne de son vermiştir.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip ve târihin en büyük hükümdârlarından olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, maalesef zehirlenmiş, vatanından sonra en çok sevdiği kahramân ordusunun başında, askerleriyle berâber iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir.Onun vefâtı ile Hıristiyanlık dünyası bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.Cenâzesi İstanbul?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdârdır. Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Hocazâde, Molla Gürânî, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı. Astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi. Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı.
Fâtih, medreseleri bizzat teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarayda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
AKŞEMSEDDİN?İN FETİH MÜJDESİ
Bilindiği gibi, İstanbul”un fethi, 6 Nisan –29 Mayıs 1453 tarihleri arasında 53 gün süren muhâsaradan sonra gerçekleşmiştir.
?Menâkıb-ı Akşemseddin? isimli kitapta anlatıldığına göre:
İstanbul?un fethinin zorlandığı bir günde Sultân Mehmed Hân, vezîri Veliyyüddîn oğlu Ali Paşa?yı Akşemseddin?e gönderdi.
?Kale feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümîdi var mıdır?? dedi.
Şeyh cevap verip; ?Muhammed ümmetinden bu kadar Müslümanlar ve gâzîler bir kâfir kalesine hücum edeler, inşâallah feth olunur? dedi.
Padişah, bu kadar işâretle yetinmedi. Adı geçen Vezîri yine gönderdi: ?Vaktini de ta?yîn eylesin!?
Molla Akşemseddîn murâkabeye daldı. Mübârek yüzü güldü:
?Bu yılın Rebîu?l-evvel ayının 20. günü, seher vaktinde, ihlâs ve gayretle filân taraftan yürüsünler. O gün feth ola, Konstantîniyye?nin içi ezân sesiyle dola!?
Bundan sonra, o gün o sâat oldu. İslâm askerine yürüyüş emir buyuruldu. Asker hisâra hücûm eyledi. Sultân Mehmed, Şeyh?i davet eyledi. Meğer Şeyh, talebesine tenbîh etmişti ki, ?Benim yanıma kimse girmesin!?
Padişah, Şeyh gelmeyince kalktı, onun çadırına geldi. Çadırın kapısını aralayıp baktı ve gördü ki, Şeyh namaza durup, secdeye varmış. Sarığı, başından düşmüş. Saçını sakalını ve yüzünü toprağa bulamış. Gözünden yaşlar akar. Sofra kadar yer yaş olmuş, duâ eyler.
Şeyh?in bu hâlini ve inleyişini görüp döndü, makâmına geldi. Kaleye baktı. Gördü ki; İslâm askerinin önünde, ak abalar giyinmiş bir grup hisâra hücûm ederler. Hemen o sâat kale feth oldu.
Hadîs-i şerîfle müjdelenen Konstantîniyye fethi tamâm olduktan sonra, Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn?i arattı, ama bir müddet bulunamadı. O günden sonra, Edirnekapı yakınında bir vîrânede, ibâdet eder hâlde buldular. O zamandan beri o mahalleye ?Ak Şemseddin Mahallesi? diye ad koydular.?
İstanbul fethinin çok önemli bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle özetliyebiliriz:
1- Bizans”ın çöküşü ile ?Ortaçağ? kapanıp ?Yeniçağ? açıldı. Bu; ilmin, tekniğin, sanatın ve îmânın eseriydi.
2- Fetihten sonra Tuna”nın güneyi ile Fırat-Toros hattının batısındaki sâha Osmanlılara katıldı.
3- Boğdan, Sırbistan, Mora, Amasra, Çandarlı Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Akkoyunlu Beyliği, Kırım Hanlığı Osmanlılara ilhâk edildi.
4- Venedik?in deniz üstünlüğü bitti.
5- Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya, câmi hâline getirildi.
6- Dünyânın her tarafından ilim adamları akın akın İstanbul?a geldi. İstanbul bir ilim ve san?at merkezi oldu.
7- Hıristiyan halk, hattâ Papazlar bile İstanbul?da lâtin şapkası yerine, Türk sarığı görmeyi tercîh ettiklerini söylediler.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE ? 2
(27.05.2006 ? 29 Rebîu?l-âhır 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahramân ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbul?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitaplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasıfları vardır.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Donanmayı, Beşiktaş?tan Haliç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Haliç?te, Kasımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kasımpaşa-Ayvansaray arasında 5.5 m eninde köprü teşkil ettirmesi, onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Fâtih Sultan Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşman hatlarına girerek göstermiştir. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhurdur.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Rahatlıkla söylenebilir ki, Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını bizzat kendisi yaptı.
Dün de bir nebze temâs ettiğimiz?İSTANBUL?UN FETHİ? hâdisesi üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde duralım:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben şehri alırım, ya şehir beni! ? cevâbını verdi.
Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan surlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri ve göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, öğleden sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, Topkapı”dan şehre girdi. 29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda İstanbul düştü.
Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı. İstanbul?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi.
Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı. İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı. Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sadece üzüntülerini bildirdi.
SULTÂN MUHAMMED ALPARSLAN?IN ZAFERİ
(26.08.2006 ? 02 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk-İslâm târihinde çok önemli zaferler vardır. Bu makalemizde, bugün bir sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almak istiyoruz.
26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?, Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, mezkûr muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ
Şimdi Malazgirt harbi hakkında kısa bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabûl etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
RomenDiojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Bizzât ben, ordunun başında bulunarak bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Irâk-ı Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiğiİbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Romen Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın hey?eti, müslümânlardan sulh teklîfigötürmesine ve bütün iyi niyetlerine rağmen, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.
Hattâ Romen Diojen, heyet başkanına: ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e: ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Romen Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
SULTAN ALPARSLAN?IN ALDIĞI MADDÎ VE MA?NEVÎ TEDBÎRLER
Malazgirt Meydan Muhârebesi?nde çok büyük bir zafer elde eden Sultân Alparslan, bu meydân muhârebesinde, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cum?a namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar?ın kandırarak kendi saflarına kattıkları Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece onları tâcîz ederek yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan Gâzî, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Muhammed Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultân, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldiler.
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Romen Diojen, onca cengâverliğine rağmen, Sultân Alparslan?ın kahramân ordusu karşısında hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
TARİH BOYUNCA KURULMUŞ OLAN BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(01.09.2006 ? 08 Şa?bân 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bundan önceki makalemizde, Müslüman Türklere Anadolu?nun kapılarını açan ve Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almış; bu Selçuklu-Bizans Savaşından sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusunun, Türklerin eline geçtiğini ifâde etmiştik.
Gerçekten Malazgirt Zaferi Türk, İslâm ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ma?lûm olduğu üzere Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta, ?büyük bir İslâm tehlikesinden bahsetmiş ve bu tehlikeyi kesin olarak ortadan kaldıracağını? belirtmiştir. Ama bilindiği gibi o da, tarih boyunca onun gibi düşünen başkaları da bu emellerine nâil olamadılar.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Günümüzde de bu en son İlâhî dîn, hiçbir misyoner teşkîlâtı olmadığı, propagandası için devlet hazîneleri sarf edilmediği hâlde, başka dînden olan birçok insan tarafından benimsenmekte ve Müslümanların sayıları günden güne artmaktadır. Bilhassa Afrika?da bir çığ gibi büyüyen İslâmiyet, Amerika, Avrupa, Çin, Japonya… gibi dünyânın her tarafındaki devletlerde de hızla yayılmaktadır. Günümüzde yeryüzünde, yaklaşık 26 milyon km2 toprak üzerinde, bir milyardan fazla (tahminlere göre 1,5 milyar civârında) Müslüman yaşamaktadır.
Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, şimdi târihe bir göz atalım:
DÖRT HALÎFE DEVRİ
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed?in (aleyhisselâm) 632 (H.11) târihinde vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm arasından sıra ile;Hazret-i Ebû Bekir (632?634 / H.11-13), Hazret-i Ömer (634-644 / H.13-23), Hazret-i Osmân(644-656 / H.23-35), Hazret-i Ali (656-661 / H.35-40) halîfe seçildiler.
Böylece ?Dört Halîfe devri? başladı. Bu devir otuz yıl kadardır. Bunlar, Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından, kendilerine ?Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler? denir. Dört Halîfe Devri (632-661 / H.11-40), İslâmî fazîletlerin yaşandığı ?Altın Çağ? olarak kabuledilir.
Bu devirde İslâm orduları Kuzey Afrika, Kıbrıs, Sûriye, Anadolu, Irâk, Îrân içlerine seferlere çıktılar. Buralarda pekçok ülke ve şehir fethederek, İslâmiyeti insanlara ulaştırdılar. Muhârebelerden alınan ganîmetler ile İslâm memleketleri i?mâr edildi, Müslümanlar, hattâ onların idâresi altında bulunan bütün insanlar râhat ve huzûr içerisinde yaşadılar.
EMEVÎLER
İslâm târihinde Dört Halîfe?yi Emevî halîfeleri tâkib etti. Bu arada tabîî ki Hazret-i Hasan Efendimizin 6 ay kadar süren kısa bir halîfelik dönemi de vardır. Dört Halîfe Devrinden sonra İslâm devletinin başına, halîfe (devlet başkanı) olarak, Peygamberimizin kayınbirader ve kâtiplerinden Hazret-i Muâviye seçildi. Onun Ümeyyeoğullarına mensûbiyetinden dolayı devlet, ?Emevîler? adı ile anıldı. Böylece İslâm târihinde Emevîler devri başlamış oldu.
Emevîler Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika?dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler. Emevîler, İslâm dînini İspanya?dan Avrupa?ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Şam?daki Emevî halîfeleri 661(H.41)?den 750(H.132)?ye ve İspanya?daki Endülüs Emevî Sultânlığı da 756(H.138)?dan 1492 (H. 898) târihine kadar devâm etti. Şam?daki Emevî Halîfeliğini Abbâsîler devri tâkib etti.
ABBÂSÎLER
Emevîler?den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs?ın soyundan olan Ebü?l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H.132?de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm?dan Bağdât?a nakledildi.
İslâm dîni, doğuda Büyük Okyanus?tan, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, kuzeyde Rusya içlerinden, güneyde Hind Okyanusu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu
Abbâsîler [750-1517 / H.132-923] devrinde, hicrî ikinci asırdan îtibâren Abbâsî halîfeleri adına hutbe okutan emîrlikler ve devletler kuruldu.
Irak?taki Abbâsî hilâfeti, 750(H.132)?den 1256(H.656)?ya ve Mısır?daki Abbâsî hilâfeti ise 1257(H.656)?den 1517(H.923)?ye kadar devâm etti.
Abbâsîlerden sonra halîfelik, Osmânlı sultânlarına geçti.
OSMANLI DEVLETİ
En uzun ömürlü Türk-İslâm devletidir. Bu devlet, Mısır?daki son Abbâsî halîfesinin,1517(H.923)?de,Osmânlı Sultânı Yavuz Sultân Selîm Hân?a hilâfeti bırakmasından sonra, dünyâdaki bütün Müslümanların başı olmuştur. 1281(H.680)?den beri Kayı Aşîreti Reîsi olan Osmân Gâzî tarafından 1299(H.699)?da Söğüt kasabasında kuruldu.
İlk başşehirleri Yenişehir?di. Daha sonraları da 1326(H.726)?da Bursa, 1364(H.767)?te Edirne, 1453(H.857)?te ise İstanbul başşehir yapıldı. İslâm dîni ile idâre edildi.
Osmânlı Sultânları, 1517(H.923)?de Yavuz Sultân Selîm Hân?ın Mısır?ı fethetmesiyle, halîfeliğin de kendisine verilmesi üzerine bütün Müslümanların da halîfesi oldular. 1908(H.1326)?de halîfelerin salâhiyetleri sınırlandı. Osmanlı Devletinin 1922(H.1340)?de yıkılmasından sonra, 1924(H.1342)?te hilâfete de son verilerek, İslâm halîfeliği yeryüzünden kaldırıldı.
Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa?da Viyana?ya kadar olan yerlerde, Asya?da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu ülkeleri, Afrika?da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san?at eserleri inşâ edildi.
TARİHTEKİ BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(02.09.2006 ? 09 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makalemizde zikrettiğimiz gibi,İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Önce Anadolu?da, sonra yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde, daha sonra da dünyanın diğer ülkelerinde kurulan İslâm devletlerinden birer nebze [sadece isimlerinden, kuruluş ve yıkılış tarihlerinden] bahsedelim.
İnsanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle Anadolu?da, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz.O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın.
İSTANBUL”UN FETHİNE DÂİR – 1
(01.06.2007 – 15 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir çoşku ile kutlandı. İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz. Ama biz bugün önce, Türkiye?de, ?Eyyûb Sultân? denilmekle meşhûr olan, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Eyyûb Ensârî?den bahsedelim.
İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi ?Ebû Eyyûb?dur. Medîneli Müslümanlardan olduğu için ?Ensârî? nisbesiyle meşhur olmuştur. Babasının adı Zeyd, annesinin ismi Hind binti Rebîa?dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde İstanbul?da şehîd oldu. Peygamber Efendimizin ?mihmândârı?; yâni Resûlullah, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, deve bunun kapısında [bunun evinin yakınında bulunan bir arsada] çöktüğü için, Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay onu evinde misâfir eden sahâbîdir.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Mekke?den Medîne?ye hicret buyurduğu sırada, Medîne?nin ileri gelen kimselerinden bâzıları, devesi Kusvâ?nın yularından tutup; ?Yâ Resûlallah! Bize buyurun…? diyerek istirhâmda bulundular.
Peygamber Efendimiz onlara; ?Devemin yularını bırakınız. O memûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum? buyurdular. Kusvâ da gide gide bugünkü ?Mescid-i Nebevî?nin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinden inmediler. Hayvan tekrâr ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere tekrâr gelip çöktü ve bir daha kalkmadı.
Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ?nın üzerinden inip; ?İnşâallah menzilimiz burasıdır? ve ?Burası kimindir??buyurunca; ?Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl?indir? diye cevap verdiler.
Peygamberimiz; ?Akrabâmızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?? buyurdular. Zîrâ Resûlullah Efendimizin dedesi Abdülmuttalib?in annesi, Neccâroğullarındandı. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri sevinçle; ?Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı? diyerek Resûlullahı evine buyur etti.
Peygamber Efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin evini teşrif edince, önce alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler; ama sonradan ısrâr üzerine yukarı kata çıktılar. Böylece Peygamberimizi, Mescid-i Nebî ve meşrûtaları inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasib oldu.
Peygamber Efendimiz, Mekke?den Medîne?ye hicret etmeden önce bi?setin, yâni Peygamberliğin bildirilmesinin onbirinci senesinde müslüman oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslüman olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde de bir kızı vardı.
Ebû Eyyûb-i Ensârî; Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde), Resûlullah Efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebede ?sancakdârlık? hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kedisine ?Sancaktâr-ı Resûlullah? ünvânı verildi.
Hâlid bin Zeyd Hazretleri, Cemel ve Sıffîn vak?alarında, Hazret-i Ali?nin yanında bulundu. Onun kumandanları arasında yer aldı. Suriye ve Filistin muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs?ın fethinde bulundu. Gâyet şecâatli ve pek kahramandı. Bir muhârebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.
Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), ihtiyâr olduğu hâlde, Hazret-i Muâviye?nin, 670 (H.50) senesinde İstanbul?un fethi için teşkil ettiği orduya da katıldı. Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki bu ordu ile İstanbul?u almaya geldi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber Efendimizin; ?Kostantiniyye?de kalenin yanında bir recül-i sâlih [sâlih bir insan] defnolunacaktır? hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve ?Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin? diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslim ederek şehid oldu.
O gün Müslümanlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah Efendimizin mübârek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârî?yi defnettiler.
Aradan sekiz asır geçmiş, Hazret-i Hâlid bin Zeyd?in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, Müslümanlar tarafından defâlarca kuşatılmıştı. Muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed?e nasib olmuştu. Fetihten sonra Fâtih?in ricâsı ile, Hâcı Bayrâm-ı Velînin yetiştirdiği Evliyâdan, hocası Akşemseddîn tarafından Ebû Eyyûb-i Ensârî?nin kabri, kerâmetle keşfedilerek tesbit edildi.
Sultan Fâtih, Akşemseddîn Hazretlerinin kerâmetine hayrân kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, bir de yanına câmii şerîf binâ ettirdi. Burası bütün Müslümanların ziyâretgâhı hâline geldi. Osmanlı Pâdişâhları, bu türbeye saygı gösterirlerdi. Yeni Hükümdarlar bu türbe ve câmi önünde kılınç kuşanırlardı.
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne?de dünyâya gelen Fâtih Sultan Mehmed, İkinci Murâd Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu olup Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihidir.
Hazret-i Peygamberin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn de, onun İstanbul?u fethedeceğini müjdelemişti.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul?un fethi ile meşguldü.
Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, vezîri Çandarlı Halil Paşa?yı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhtan özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telâşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul?un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Küçük yaşta, tahsîline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtâz âlimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegân?dı. Meşhûr dîn ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn Hazretleri, şehzâdenin her şeyi ile bizzât ilgilendi. Başka hocaları da vardır.
12 yaşına gelince, devlet idâresini öğrenmesi için, Edirne?den Manisa?ya vâlî olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde, Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan ve durumun vehâmetini takdîr eden İkinci Murâd, İstanbul Boğazı?ndan Avrupa?ya geçerek Edirne?ye geldi. Derhâl idâreyi ele alarak Varna?ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu?daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. Ama 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murâd?ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandân olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd?in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne?de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisârının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisârın yapımında 1.000 taşçı ustası, 5.000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezîrler sırtlarında taş taşıyarak hisârın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını, işçi ücretleri dâhil, vezîrler üzerine aldılar. Rumeli Hisârı?nın inşâsı esnâsında, Bizans İmparatoru elçi göndererek, ?kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını? bildirdi.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; ?Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisâr yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın? diyerek niyetini az çok ortaya koydu.
Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisârı ile İstanbul?un Karadeniz?den ikmâl yolu tam kontrol altına alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibâtı kesilmiş oluyordu. İstanbul?un muhâsarasına kadar da her geçen gemi; yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisini) altın olarak vermeye mecbûr bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu, karşı konulamaz ve dayanılamaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında donanmayı Beşiktaş?tan kara yolu ile Haliç?e indiren teknik bir dehâya, çeşitli muhâsara makinalarına ve seyyâr kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere, boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre enindeki bir köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde ?yağla makina soğutmasını?, havan topunun balistik hesâplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silâhı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan?ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle, genç Pâdişâh?a İstanbul seferinin meşrûluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu.
[İnşâallah öbür hafta da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 1
(08.06.2007 – 22 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayı sayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır.
Şimdi bu fethi özet olarak ele alalım:
İkinci Mehmed (Fâtih), 23 Mart 1453?te ordusuyla Edirne?den hareket etti. İstanbul kuşatması 6 Nisan?da başladı. 18 Nisan?da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisan?da sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; ?Ya ben şehri alırım, ya şehir beni? cevâbını verdi.29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda nihâyet İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
FETHİ MÜTEÂKIP YAPILAN BAZI İŞLER
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Sainte-Sophie (Ayasofya), müslümanların fetihlerden sonraki âdetleri vechile, fethin bir sembolü olmak üzere, câmiye çevrildi. Fâtih, bu ma?bedin kıyâmete kadar câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet etti ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Tabîî ki bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder. Fâtih isteseydi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi.
Fetihten önce Cenevizliler, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fakat İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerlerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sâdece üzüntülerini bildirdi ve hattâ Galata?da oturan bu Cenevizliler için bir fermân çıkarttı; ?Evvelden olduğu gibi herkes san?at, ticâret ve ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır? şeklindeki bu emriyle, ölüm bekleyen insanları sevindirdi.
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, ?Türklerin Avrupa?da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa?nın kolay fethini? bu müsâmahalı, hoşgörülü davranışa bağlarlar ve ?Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi? şeklinde yazarlar.
21 yaşında İstanbul?u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa?ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul?u kurtarmak için, papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardım va?dinde bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen, İstanbul?u korumak için Avrupa?dan az bir gönüllüden başka kimse gelmedi. İstanbul?daki papazlar ve halk da ?dinlerini korumak için, İstanbul?da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini? belirttiler.
İstanbul?un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne?ye dönen Fâtih Sultan Mehmed Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirmek istedi. Çünkü devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans?ın düşmesini, Avrupa?nın hoş karşılamayacağı tabîî idi.
İSTANBUL FETHİNDEN SONRAKİ BAZI SEFERLER
İstanbul seferinden sonra, 1453?te Cenevizlilerden Enez?i aldı. 1454?te, Kırım?a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı. Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad?ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455?te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi.
1458?de Mora?ya ilk seferini yaptı. 1459?daki Sırbistan Seferi sonunda, Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460?ta çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgâsı, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461?de Ceneviz?den Amasra?yı fethetti. Baharda Sinop?a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi. Oradan Trabzon?a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu. Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi, Trabzon ve Rize gibi Anadolu?nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini halletti.
Fâtih, 1462?de Yayçe?nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463?te Bosna?ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466?da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67?de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.
[İnşâallah yarın da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 2
(09.06.2007 – 23 Cemâzi”l-evvel 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde ele aldığımız, İstanbul fethini takip eden ve ardı arkası kesilmeyen seferlerde Fâtih, kendisine çok büyük hedefler tesbit etmiş, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihan-şümûl hâkimiyet fikrini benimsemişti.Bunun için Tuna?nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz?i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de, kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya?yı fethetmek istiyordu.
Bu plân, artık dünyâca da bilinmeye başlamıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye?nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun yıllar sürecek olan savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifâka karşı koymasını bildi. Düşmânlarını bâzen teker-teker, bâzen ikişer-üçer, bâzen beşer-onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihân İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmânlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik?in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans?ı yıkıp Venedik?i sindirmiş oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar, 1463?te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhûriyeti Osmanlılara savaş i?lân etti. Macaristan da Venedik?in yanında savaşa girdi. Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmânı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi. Venedik?in Batı Ege?deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat?a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472?de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek, işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473?te Üsküdar?dan hareket etti. 11 Ağustos?ta Erzincan yakınlarında Otlukbeli?nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih?in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına ve Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa?yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476?da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478?de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480?de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya?ya gönderdi. Temmuz 1480?de Otranto?yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cuma günü, kapıkulu askerleriyle Üsküdar?a geçti. Pâdişah, Üsküdar?a geçtiğinde, hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih?in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler, bu dönme Paşa?ya, Fâtih?in zehirlenmesi karşılığında büyük bir servet va?d etmişler, maalesef Yâkub Paşa da nefsine mağlûb olarak, veliyy-i ni?metine karşı bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti.
Fâtih?in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan?ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, askerler tarafından parçalanarak öldürüldü.
Fâtih?in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti. Ama ölüm haberi Roma?ya ulaşınca, İtalya?da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.
Fâtih?in nâşı İstanbul?a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul?da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti.
Londra?da, National Gallery?de, Fâtih Sultan Mehmed?in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery?de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini?nin İstanbul?a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah?ı gördüğü de belli değildir.
30 Mart 1431?de doğan, 3 Mayıs 1481?de de vefât eden 7. Osmânlı pâdişâhı Fâtih?in, birinci defa tahta cülûsu 1444 senesinde, II. cülûsu ise 18 Şubat 1451?de olup Osmanlı tahtında 31 sene kaldığı kaynaklarda yazılıdır.
Fâtih Câmii?nin bahçesindeki türbesinde bulunan Fâtih Sultân Mehmed Hân?a rahmetler diliyoruz; nûr içinde yatsın.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 1
(29.06.2007 – 14 Cemâzi”l-âhır 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir sevinç ve coşku ile kutlanmıştı. Biz bu konuyu, ancak 01-02 Haziran 2007 tarihlerinde [?İstanbul”un Fethine Dâir-1-2?] başlıklı ve 08-09 Haziran 2007 tarihlerinde de [?Fâtih Sultân Mehmed Hakkında-1-2?] başlıklı Cuma-Cumartesi makalelerimizde ele alabilmiştik.
01 Haziran tarihli makâlemizde, [?İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz?] deyip ilk dört makâlede, ?Eyyûb Sultân?, ?Fâtih? ve ?Fetih?ten birer nebze bahsetmeye çalışmıştık.
15-16 ve 22-23 Haziran târihli makâlelerimizde de, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden bahsetmiştik.
08 Haziran tarihli makâlemizin başında, [Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur?meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayısayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır] cümlelerine yer vermiştik.
Geçen hafta Cumartesi günkü (23 Haziran 2007 tarihli) makâlemizde ise:
[“Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, ânîden atının hâzırlanmasını istedi. Atı hâzırlanınca, binip sür?atle Semerkant”tan dışarı çıktı?..
Ubeydullah-ı Ahrâr, daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. “Türk Sultânı (Fâtih Sultân) Muhammed Hân, kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu] cümlelerine yer vermiştik.
Onun için, bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?Fâtih Sultân Muhammed Hân?dan biraz daha bahsetmek istiyoruz.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır.
Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihi olan Fâtih Sultân Mehmed?in, yukarıda mezkûr hadîs-i şerîfteki müjdeye lâyık kumandân olduğu âşikârdır.
Belki dünyânın en güzel şehri olan İstanbul?umuzu, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih hakkında Şark?ta ve Garp?ta çok şeyler söylenmiş, o, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiştir. Şimdi, onunla ilgili bazı özet bilgiler sunmak istiyoruz:
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos?un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa?nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları bir araya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa?dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkîlâtçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tâm bir intizâm içinde yürütmek için lüzûm ve ihtiyâç gördükçe, İslâmın esâslarına uygun kânûnlar ve fermânlar yayınladı. Tanzîmât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânûnu olarak mer?iyyette kalan Fâtih Kânûnnâmesi çok mühim bir eserdir.Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânûnnâmeyi, Nişâncı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultân Süleymân devrinde hazırlanan kânûnnâmede de bu eser esâs alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel teşkîlât ve müesseseleri, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabîatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu.
Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu.Maârif sistemini kânûnla tanzîm ederek ?Ulemâ? sınıfına büyük değer verdi ve idârenin temelini meydâna getiren diyânet ve hukûk kurumlarını teşkîlâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esâs aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul?a topladı ve onların talebe yetiştirmeleri için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ meşhûr âlim Molla Câmî bile İstanbul?a gelmekteyken, Pâdişâh?ın ölüm haberi üzerine yoldan geri döndü.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 2
(30.06.2007 – 15 Cemâzi”l-âhır 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Büyük cihângîr Fâtihhakkında, günümüze kadar yüzlerce, hattâ binlerce kitap yazılmıştır denilse mübâlağa olmaz. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan Fâtih?in sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
İyi bir komutan ve devlet reîsi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi.Şiirde, devrin üstâdları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, san?atsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu.
Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuûruyle geliştirmesini bilen Fâtih,çevresinde devrin üstâd şâirlerini topladı.?Avnî? mahlâsıyla, edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdîr edilen iki mısrâlık basît şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşîş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve kâmil bir kişidir.
Arapça, Farsça ve Türkçe?nin yanında Latince ve Rumca?nın bütün inceliklerine vâkıftı. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkip etmiş, ama Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa?dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, ?Tîmûr Hân devri medeniyeti?denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmânlılarda tahakkuk etti.
Fâtih Sultân Mehmed, soğuk kanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, önlerine geçip düşmân hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok müslümanın şehîd edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa?sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü.
Fâtih, vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul?a girdiği vakit, ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenâplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: ?Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren, artık ne hayâtınız, ne de hürriyetiniz husûsunda, gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!?
Fâtih, gayr-i müslim tebeasının dîn ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul?un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esîrlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha, o devir dünyâsının hayâlinden bile geçiremediği bir olgunluk eseriydi.
Bizanslılar, surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Ama Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya?yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni olmuş ve ?Size, malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim? diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı.
Otuz senelik saltanatı devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, yaz-kış demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün teferruâtını hâzırlardı.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini, en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı.
Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur. Böyle hareket etmeyi, muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde, İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.
?ÇANAKKALE ZAFERİ?NİN MA?NEVÎ YÖNÜ-1
(21 Mart 2008 – 13 Rebîu”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Aslında bu yazıyı, ?Çanakkale Zaferi?nin 93. yıldönümü olan 18 Mart 2008 günü yazmamız lâzımdı; ama bizim makalelerimiz Cuma ve Cumartesi günleri neşredildiği için, bazen böyle târih uyuşmazlığı oluyor. Nitekim ?Mevlid Kandili?nin sene-i devriyesi de 19 Mart Çarşamba günü idi, ama biz ?Mevlid-i Nebevî?ye dâir yazılarımızı da 14-15 Mart Cuma-Cumartesi günleri yazabilmiştik.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, güzel yurdumuzun hemen her yöresindeki her evden bir şehîdin bulunduğu [benim de bir dedem ile 2 amcam şehîd ve bir amcam da gâzîdir], Osmânlı Devleti?nin, son bir gayretle yazdığı şanlı destânın, ?Çanakkale Zaferi?nin ma?nevî yönlerinden bahsetmeye çalışacağız.
Evvelâ şunu belirtelim ki, ?Çanakkale Savaşı?, dünyâ târihinin en kanlı ve Türkiye Târihinin de en büyük zaferlerinden biridir. İngiltere ve Fransa?nın Akdeniz donanmaları, Çanakkale Boğazı?nı cebren geçerek İstanbul?a erişmek istediler. Denizden geçemeyen düşman kuvvetleri, 25 Nisan günü Gelibolu Yarımadası?na asker çıkartarak ünlü Çanakkale Savaşı başladı.
[Türkiye Gazetesi Başyazarı Yılmaz Öztuna beyin de, 18-19 Mart 2007 tarihli makâlelerinde belirttiği gibi, Çanakkale Savaşı Komutanı, ?18 Mart Kahramanı? diye anılan, ama şimdiki törenlerde adı bile geçmiyenCevad Çobanlı Paşa (1870-1938) idi; kendisi bir mareşalın oğludur ve 1919?da da Genelkurmay Başkanı idi.]
Düşman kuvvetleri, 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gittiler. Çanakkale Zaferi, İngilizler?e 205.000, Fransızlar?a 47.000 askere mal oldu; biz de 250.000 şehit verdik.
Gerek ?Mukaddes İslâm? târihinde, gerekse şanlı ?Türk Milleti?nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok ?ZAFER? vardır.
Bilindiği gibi ?ZAFER?: ?Savaşta kazanılan başarı; düşmanın bozguna uğratılması? demektir. Yarın inşâallah misâl olarak bazı zaferleri zikredeceğiz.
Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, müslümânların ?ölürsem şehîd, kalırsam gâzî?düstûruyla hareket etmeleridir.
Müslümânları, asırlar boyu, harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzû, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Dünyânın fânîliğine, âhirette Cennetin ve nîmetlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân eden müslümânlar, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydânlarında kahramânca dövüşen ve düşmândan yılmayan müslümân askerler, şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir.
Bütün kâmil müslümânların samîmî bir şekilde arzû ettiği şehîdlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. [Makâlemizin hacmi müsâid olmadığından, burada sâdece 2 âyet-i kerîme meâli verebileceğiz.]
Allahü teâlâ, Kur?ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
?Allah katında öldürülenleri, sakın ölüler sanma! Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah?ın kendilerine verdiği ihsândan (şehîdlik rütbesinden) dolayı neş?eli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehîdlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında şunu müjdelemek isterler: ?Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.? (Âl-i İmrân sûresi, 169-170)
?Kim Allah ve Peygambere itâat ederse, işte onlar Allah?ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve sâlihlerle [iyi kimselerle, velîlerle] berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.? (Nisâ sûresi, 69) [Şehîdlerle ilgili olan Bakara sûresinin 154, Âl-i İmrân sûresinin 157-158,Hacc sûresinin 58. âyetlerine de bakınız.]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurmuşlardır ki:
?Allahü teâlâ, şehîdin, kul borcundan başka bütün günâhlarını affeder.?
?Allah yolunda şehîd olmayı gönülden isteyen kimse, şehîd olmasa dahî şehîdlik sevâbına nâil olur.?
ÇANAKKALE ZAFERİNİN MANEVÎ YÖNÜ-2
(22 Mart 2008 – 14 Rebîu”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osman Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı.
Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkardı.
Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, [1361-1389 yılları arasında], devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşîretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti:
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim
Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Gerçekten de bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedân mensûplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da, ?Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vak?alarından biridir? demektedir.
TÜRK MİLLETİNİN BAZI ZAFERLERİ
Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir neticesi vardır:Meselâ [751 Temmuz?unda Çinlilere karşı kazanılan] ?Talas Zaferi?, Türklerin müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071?de Bizanslılara karşı kazanılan] ?Malazgirt Zaferi?, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922?de Yunanlılara karşı kazanılan] ?30 Ağustos Zaferi? de, Türkiye?nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır.
Türklerin kazandığı en önemli zaferlerden bazıları şunlardır:
Miryakefalon Zaferi, 17 Eylül 1176?da Bizanslılara,
Hattin Zaferi, 3 Temmuz 1187?de Haçlılara,
Ayn-ı Câlût Zaferi, 3 Eylül 1260?ta Moğollara,
Koyunhisâr Zaferi, 27 Temmuz 1301?de Bizanslılara,
Sırpsındığı Zaferi, 1363 yılında Haçlı ittifâkına,
Çirmen Zaferi, 26 Eylül 1371?de Balkan ittifâkına,
Birinci Kosova Zaferi, 9 Ağustos 1386?da Haçlı ittifâkına,
Niğbolu Zaferi, 25 Eylül 1396?da Haçlı ittifâkına,
Varna Zaferi, 10 Kasım 1444?te müttefik Haçlılara,
İstanbul?un Fethi, 29 Mayıs 1453?te Bizanslılara,
Otlukbeli Zaferi, 11 Ağustos 1473?te Akkoyunlulara,
Çaldıran Zaferi, 23 Ağustos 1514?te Safevîlere,
Mercidâbık Zaferi, 24 Ağustos 1516?da Memlûklere,
Ridâniye Zaferi, 22 Ocak 1517?de Memlûklere,
Mohaç Zaferi, 29 Ağustos 1526?da Macarlara,
Preveze Deniz Zaferi, 27 Eylül 1538?de müttefik Haçlı donanmasına,
Cerbe Zaferi, 14 Mayıs 1560?ta müttefik Haçlı donanmasına,
Haçova Zaferi, 26 Ekim 1596?da Haçlı kuvvetlerine,
Vadiüs-Seyl Zaferi, 4 Ağustos 1578?de Portekizlilere,
Çıldır Zaferi, 9 Ağustos 1578?de Safevîlere,
Koyunadaları Zaferi, 18 Şubat 1695?te Venediklilere karşı kazanıldı.
Bugünkü ana konumuzu teşkîl eden Çanakkale Zaferi, 18 Mart 1915?te müttefik İ?tilâf Devletlerine karşı kazanıldı.
Sakarya Meydan Muhârebesi de, 13 Eylül 1921?de Yunanlılara karşı kazanıldı.
[Bunları daha fazla çoğaltmıyalım; çünkü bizim için, yüzlercesi arasından seçerek zikrettiğimiz bu misâller, konuyu yeteri kadar anlatmaya kâfîdir.]
Bunları ifâde ettikten sonra şimdi de burada, üzülerek belirtelim ki, asîl milletimizin yükselmesini ve güzel memleketimizin ve ebed-müddet devletimizin ilerlemesini istemeyen düşmân güçler, maalesef bilhâssa çocuklarımızın ve gençlerimizin, millî ve manevî değerlerden mahrûm, mâzîsine, târîhine, kültürel değerlerine yabancı, hattâ düşmân olarak yetişmelerini arzû etmekte ve bu husûsta büyük gayretler göstermektedirler.
Şu mısralar, bizlere ne güzel mesajlar vermektedir:
?Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!?
?Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.?
?Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehîd oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyâları alsan da bu Cennet vatanı!..?
BÂBÜR ŞÂH KİMDİR?
(18 Nisan 2008 – 12 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
[Geçen haftaki 2 makâlemizde, birazcık Hindistân?dan bahsetmiştik. Siz bu yazımızı ve yarınki makâlemizi okurken, biz inşâallah Hindistân?da olacağız. Bu bakımdan, Nisan ayı sonuna kadar yazacağımız makâlelerimizde, -dolaylı da olsa- yine Hindistân?dan bahsetmek istiyoruz.]
14 Şubat 1483?te Fergana?da doğan, asıl adı ?Zahîreddîn Muhammed? olan [doğduğu zaman, bu ismi kendisine zâhirî ve bâtınî ilimler hazînesi, büyük mutasavvıf Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vermiştir] veTîmûr Hân?ın soyundan gelen [beşinci batından torunu] Bâbür Şâh; Hindistân?da kurulmuş bulunan en büyük İslâm Devleti ?Gürgâniye Devleti?nin kurucusudur. [1526?da kurduğu devlet, 1858 senesinde İngilizlerin işgâline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür.]
Fergana hükümdârı olan babası Ömer Şeyh Mirzâ?nın [o da Sultân Ebû Saîd?in oğludur], 1493?te ölümü üzerine Fergana hükûmetine vâris oldu. 11 sene Özbek ve Tatar Melikleri ile savaş edip, nihâyet oralara hâkimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi.
1504?te Kâbil?i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne?yi aldı ve kısa zamanda Afganistân?ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekim?inde Semerkand İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent?i, Buhârâ?yı aldı; böylece bütün Maverâünnehr?e hâkim oldu.
Bâbür Şâh, 1519?da Hindistân?a girdi. Pencâb?a düzenlediği beş sefer sonunda, bütün kuzey Hindistân?ı fethetti. 1526?da [ya?nî Osmânlılar?ın Mohaç Zaferi?nden birkaç ay önce], Pânipüt Meydân Muhârebesi?nde,Sultân İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 asker ve 1.000 fîlden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle, Bâbürlüler (Gürgâniye) Devleti?ni kesin olarak kurmuş oldu (1526). Böylece Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı, Lûdîlerden Bâbür?e geçti.
Bu başarıdan sonra Delhî, Agra ve Hânpûr?u alan Bâbür Şâh, Agra?yı başşehir yaptı. 1527?de Hindûlar üzerine yürümek için Agra?dan çıktı. Hindûlar, aralarında ittifâk kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fîlle yeni Hindistân fâtihinin üzerine yürümeye başladılar.
Çok kritik ve târihî bir ândı. Bâbür?ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hindûların eline düşmesi, netîce itibâriyle Müslümân-Türk hâkimiyetinin Hint kıt?asından atılması demekti. Bâbür, sâdece 13.500 kişilik, ama pek seçkin bir Türkistân atlı birliği ile düşmân üzerine yürüdü. Yanında Osmânlı Türkleri?nden Mustafâ Rûmî?nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu. Hindûlarda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silâhlar ve Türk atlısının üstün savaş kâbiliyeti, Bâbür?e bu savaşı kazandırdı. Biyana civârında geçen bu ?Kanva Meydân Muhârebesi?nde, düşmân tamâmen imhâ edildi. Bu zafer, birkaç sâat içerisinde düşmânı yok edenBâbür Şâh için, Pânipüt Meydân Muhârebesi?nden daha büyük bir zaferdi.
Bâbür, bu muhârebeden sonra ?Gâzî? ünvânını almıştır; ölümünden sonra ise ?Cihân Fâtihi? diye anılmıştır. Meşhûr Zeynüddîn Hâfî?nin torunu Şeyh Zeyn Hâfî?nin kaleme aldığı ?Zafernâme?, bütün İslâm memleketlerinin hükümdârlarına gönderildi.Ard arda yapılan fetihlerle, Bâbür İmparatorluğu?nun sınırları çok genişledi.
Bâbür Şâh, memleketin imârı için gayret gösterdi. Hindistân ve Afganistân?da birçok yollar, kervânsarâylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri ma?mûr hâle getirdi.
Âlim, edîp bir zât olan Bâbür Şâh, hayâtını da kendisi yazdı. ?Tüzük-i Bâbürî (Bâbürnâme)? adını verdiği bu kitâbı, Ekber Şâh zamanında Çağatay Dili?nden Farsça?ya, sonra İngilizceye tercüme edilerek neşredildi.
Bâbür Şâh, Türkçe?den başka pek mükemmel sûrette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu.
Türkçe pek değerli bir ?Arûz Risâlesi? yazdı; şiirlerini ?Dîvân?ında topladı. Orijinal yazı stili, ?Hatt-ı Bâbürî? adıyla meşhûr oldu. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin Hanefî fıkhı üzere yazdığı, Farsça ?Risâle-i Vâlidiyye?sini Türkçe nazma çevirdi. Yine kendisi, Hanefî mezhebine âit fıkıh bilgilerini içine alan ?Mübeyyen?adlı bir eser yazdı.
Bâbür Şâh, 25 Aralık 1530?da Agra?da öldü ve vasiyeti üzerine, çok sevdiği Kâbil?e götürülüp, orada gömüldü.Kabri üzerine, Şâh Cihân tarafından 1646?da muhteşem bir türbe yaptırılmıştır.
BÂBÜR İMPARATORLUĞU HAKKINDA
(19 Nisan 2008 – 13 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü Afganistân, Özbekistân ve özellikle Hindistân toprakları üzerinde kurulan Türk-İslâm devletlerindenBâbür İmparatorluğu, dünkü makâlemizde de bahsettiğimiz gibi, 1526 yılında, Tîmûr Hân?ın beşinci batından torunu olan Bâbür [1483-1530] tarafından kurulmuştur. [Kuruluşundan itibâren, İngilizler tarafından yıkılışına kadar 17 şâh gelip geçmiştir. Bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyoruz.]
1- Fergana?da dünyaya gelen Bâbür, 1494?te babası Ömer Şeyh Mirza?nın ölümü üzerine Fergana hükümdârı oldu. Bâbür, dünkü makâlemizde bahsettiğimiz muhtelif seferlerden sonra Kuzey Hindistân?ı da fethetti.
21 Mayıs 1526?da Pânipüt Meydân Muhârebesinde İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 kişilik büyük ordusunu yok edince, Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı Bâbür?e geçmiş oldu.
1527?de de, bu zaferden daha büyük bir zaferle, yine 100.000 kişilik bir orduya sâhip Hindûları parlak bir zaferle tamâmen imhâ edince, Bâbür İmparatorluğu çok güçlü bir devlet oldu.
2- Agra?da 25 Aralık 1530 yılında vefât eden Bâbür Şâh?ın yerine, 1508?de Kâbil?de dünyâya gelen 22 yaşındaki büyük oğlu Hümâyûn Mirzâ [Nasîreddin Hümâyûn Şâh] geçti.
22 Haziran 1555?te Sûrîlerle yapılan Maçivara Meydân Savaşının kazanılması, Hind kapılarının tamâmen açılmasını sağladı. Bu zafer, Bâbür Devleti?nin ikinci kuruluş tarihi olarak kabûl edilmektedir.
Hümâyûn, 28 Ocak 1556?da vefât etti; Delhî?de defnedildi. Hanımı Hamîde Bânû, onun için, bugün bile san?at yönünden herkesin ilgisini çeken muazzam bir türbe yaptırdı.
3- Hümâyûn?dan sonra devlet idâresi, oğlu Celâleddin Ekber?in eline geçti. Ekber zamanında Bâbür İmparatorluğu sayılı dünyâ devletleri arasına girdi. Ama Ekber Şâh, ?Dîn-i İlâhî? adı ile derleme bir dîn kurmaya çalıştı. Bu dîn sâyesinde bütün tebeası üzerinde manevî ve rûhânî hükümdârlığını tesîs etmek arzûsundaydı. Ancak Mecûsî, Brehmen ve Hıristiyânlara hürriyet tanırken, Müslümânlara zulüm ve işkence ediyordu. [O zamanın büyük dîn âlimlerinden ve Hindistân?ın Serhend şehrinde yaşamış olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri Mektûbât adlı eserinde, Ekber?in İslâm düşmânlığını uzunca anlatmaktadır.]
4- Ekber,1603 yılında dizanteriden öldü. Ölümünden önce tayîn ettiği oğlu Selîm, ?Muhammed Cihângîr? adıyla tahta geçti. 35 yaşında olan Cihângîr, saltanat değişikliğinden faydalanarak başkaldıranların Delhî?ye bağlanması için çalıştı.
Onun en büyük icrââtı ve hizmeti, babasının İslâm alimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırmasıdır. Ayrıca, ağır ve ezici cezâlara da son verdi.
5- Cihângîr, Ekim 1627?de Keşmîr?den Lahor?a giderken yolda vefât etti. Cihângîr?in yerine oğlu Şâh Cihân, ?Şehâbeddîn? ünvânı ile tahta geçti. Devrinde, İrân, Osmânlı ve Avrupa devletleri ile münâsebetler kuruldu.
6- Şâh Cihân 1652?de hastalanınca, oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib adındaki oğlu, kardeşlerine hâkim olduktan sonra, babasını da tahtından indirerek Temmuz 1658?de Agra?da sultânlığını ilân etti.
Gürgâniye Devleti, 6. şâh olan Evrengzib Âlemgîr zamanında, eski haşmetli devirlerini yaşadı. Evrengzib, dînine bağlı olup, âlimleri severdi.
“Ebü?l-Muzaffer”, “Muhyiddîn Evrengzib”, “Padişâh” ve “Gâzî” ünvânlarına sâhib olan Evrengzib, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma?sûm Fârûkî ve onun oğlu Muhammed Seyfüddîn Fârûkî hazretlerinden feyz aldı. 50 sene adâletle hüküm sürdü.
Hanefî mezhebine göre yazılan ?Fetâvâ-i Hindiyye? adındaki çok kıymetli fetvâ kitâbını, Şeyh Nizâm Muînüddin-i Nakşibendî başkanlığındaki bir hey?ete o hâzırlattı.
Evrengzib, dış siyâsete de önem verdi. Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi. Basra ve Arabistân?la mektûplaşmalar oldu. Mekke şerîfine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu. Bu devrede Osmanlı-Gürgâniye münâsebetleri de ileri safhada idi. Padişâh İkinci Süleymân?ın Hindistân elçiliği ile vazîfelendirdiği Ahmed Ağa, 1690 yılında büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu?nun temsîlcisi olarak kabûl edildi.
Mart 1707 yılında vefât eden Evrengzib?den sonra Gürgâniye Devleti parlaklığını kaybetti. [İnşâallah başka bir fırsatta, kalan 11 şâhtan da bahsederiz.]
GAZNELİ MAHMÛD VE GAZNELİLER
(02 Mayıs 2008 – 26 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Gazne?de 962-1187 (H. 351-583) yılları arasında hüküm süren Türk-İslâm devleti olan ?Gazneli Devleti?nin kurucuları, Sâmânoğulları Devleti?nin hizmetindeyken, orduda en küçük dereceden başlayarak ?Hâssa Ordusu Kumandânlığı?na ve ?Hâcibü?l-huccâb?lığa kadar yükselen Alp Tigin ile onun yardımcısı ve dâmâdı olan Sebüktekin?dir.
Alp Tigin, Sâmânoğulları?ndan Abdülmelik?in hükümdârlığı esnâsında fiilen idâreyi eline aldı (961). Abdülmelik?in ölümü üzerine, çocuk yaştaki kardeşi Mansûr hükümdâr oldu ise de, Alp Tigin, bunun iktidâra getirilmesini istemedi. Bu sebepten Belh şehrine çekildi ve burada Sâmânîler tarafından üzerine gönderilen orduyu yenerek Gazne?ye gitti (962).
Gazne?deki yerli hânedânlığı devirerek müstakil bir devlet kurdu. Ölümü hakkında kesin bir târih yoksa da, bazıları 963?de öldüğünü kabûl ederler. Vefâtından sonra, yerine, yardımcısı ve dâmâdı olan Sebük Tegin[Sebüktekin] geçti. Bunun oğlu meşhûr Mahmûd Sebüktekin [Gazneli Mahmûd] zamanında, Gazne Devleti en parlak devrini yaşamıştır.
GAZNELİ MAHMÛD
2 Kasım 971 (H. 361) târihinde doğan ve otuz üç sene adâlet ve muvaffakiyetle saltanat süren Gazneli Mahmûd; Gazneliler Devleti?nin en büyük hükümdârı, Hindistân Fâtihi ve büyük İslâm kahramânıdır. [1030?da Gazne?de vefât etti. Gazne?deki türbesi pek mükemmel ve müzeyyendir. Yerine oğlu Celâlüd-devle Muhammed geçti.]
Sultân Gazneli Mahmûd, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biridir. O, daha gençlik yıllarında, babasının yanında savaşlara katıldığı için, ömrünün kırk beş senesini savaş meydânlarında geçirdi. Babası Gazneliler Devleti?nin kurucularından Sebük Tegin [Sebüktekin], annesi ise Zâbulistân bölgesinden asîl bir âilenin kızıdır.
Gazneli Mahmûd,dîne, medeniyete pek büyük hizmetler yaptı. Parlak bir devir açtı. Ebü?l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, onun zamânında yaşamış en büyük İslâm âlimlerinden biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin yetiştirilmesine büyük gayret sarf eden Gazneli Mahmûd, bid?at ehline karşı sert, hak mezhep ve ehline karşı pek yumuşaktı.
Gazneli Mahmûd, daha gençlik yıllarında devlet idâresinde görev almaya başladı ve babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesâret ve zekâsıyla kendini gösterdi. Babası Sebük Tegin[Sebüktekin]?in vefâtı üzerine, Sultân Mahmûd hemen Gazne?ye giderek, küçük bir engeli kaldırdıktan sonra saltanatını i?lân etti (997).
Sâmânîlerin elinde kalmış olan Buhârâ, Horasân, Herât, Belh, Bust ve Kâbil?i zaptetti. İrân ve Irâk taraflarında hüküm süren Şîî Büveyhîler (932-1062) ile önce savaş ve sonra sulh ederek saltanatını tanıttırdı.
Şâfiî âlimi Ebû Hâmid İsfehânî?yi, Bağdâd?daki Abbâsî Halîfesi?ne gönderdi. Halîfe el-Kâdir (991-1030), Gazneli Mahmûd?un elçisini memnûniyetle karşıladı. Yeni hükümdâra saltanat alâmetlerinden hil?at, tâc ve bayrakla birlikte, sâhib olduğu ülkelerin ?Ahd?ini gönderip, ?Yemînü?d-Devle?, ?Veliyyü Emîri?l-Mü?minîn? ve ?Emîrü?l-Mille? lakablarını verdi.
Sultân, gönderilenleri kabûlden sonra, İslâm dînini yaymak ve İslâm düşmânlarıyla mücâdele etmek için, her yıl Hindistân?a sefer yapmayı vâdetti.Bundan sonra başşehir Gazne?de büyük bir merâsimle hil?at ve tâc giyen Mahmûd, Abbâsî Halîfesi El-Kâdir adına hutbe okuttu.
Sultân Mahmûd, sırasıyla Horasân ile bugünkü Afganistân ve Belûcistân denilen ülkeleri tamâmen hükmü altına aldı. Mâverâünnehr Hânı İlik Hân ve sonra Kâdir Hân?la savaşarak, Ceyhûn?un ötesine ve Hârezm?e kadar sınırlarını genişletti. Şîî Büveyhîlerden İrân ve Irâk taraflarında Rey, İsfehân, Kazvîn, Sâve, Zencân, Ebher şehir ve kalelerini alıp, sapık akımlara kapılanları şiddetle cezâlandırdı. Râfizîliği ve felsefî ideolojilere âit kitapları imhâ ettirip, yıkıcı faaliyetlere katılanları sıkıca tâkîb ettirdi.
Gazneli Mahmûd, böylece ülkesinin kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemîne ve verdiği söze sâdık kalarak Hint seferlerine başlamaya karâr verdi.Eylül 1.000 târihinde, ilk Hind Seferine çıkan Sultân Mahmûd, bu târihten 1027 yılına kadar Hindistan?a onyedi büyük sefer düzenledi.
GAZNELİ MAHMÛD?UN HİNDİSTÂN SEFERLERİ
(03 Mayıs 2008 – 27 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biri olan Sultân Gazneli Mahmûd?un, Hindistân?a 17 sefer yaptığını yazdık.
1. seferine, Eylül 1.000 târihinde çıkan Sultân Mahmûd, Kâbil?in doğusunda Lamgan bölgesinde Hintlilerin elinde bulunan birkaç kaleyi zabtederek geri döndü.
Sultân Mahmûd?un 2. Hind Seferi, Vayhand Racası Caypal?e karşı oldu. 27 Kasım 1.001 târihinde Peşâver yakınlarında yapılan savaşı Gazneli ordusu kazandı. Caypal on beş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandânlarıyla esîr düştü. Sultân Mahmûd?un eline bu zaferden sonra muazzam bir ganîmet geçti.
1.004 yılında Bhatiya bölgesi Racası Beci Ray üzerine yürüdü. Bu seferde Bhatiya Racalığının bütün bölgelerini ele geçirdi. Bölgede mescitler ve minberler inşâ ettiren Sultân, İslâmiyetin esaslarını öğretmeleri için âlimler de tâyin etti.
Sultân Gazneli Mahmûd,4. seferini Multan üzerine yaptı. Multan Hâkimi Ebü?l-Feth Dâvûd, Karmatî bozuk inanışına sâhib olup, Ehl-i sünnet düşmanıydı. Gazne ordusunun üzerine geldiğini haber alan Ebü?l-Feth, şehri terk ederek İndus Nehri üzerindeki bir adaya kaçtı. Multan?ı zabteden Sultân, buradaki Karmatîleri cezâlandırdı. 1008 yılında Multan?ın yeni vâlisi Suhpal?ın Müslümanlığı terk ederek Moğol dînine dönmesi üzerine, Sultân Mahmûd çetin kış şartlarına rağmen 5. Hint Seferine çıktı. Multan önünde yapılan savaşı kazanarak, Suhpal?ı tutuklatıp Multan ve çevresinin idâresini komutanlarından Tegin Hazin?e bırakarak Gazne?ye döndü.
Aynı yıl, Kuzeybatı Hindistân ve Pencâb bölgesi racalarının, İslâmiyetin yayılmasını önlemek üzere faâliyete girişmeleri üzerine, tekrâr harekete geçen Sultân Mahmûd, müttefik kuvvetlere karşı Vayhand şehri ovasında yapılan muhârebeyi ağır kayıplar vererek kazandı. Ancak bu savaş ile Kuzey Hindistân racalarının kuvvetleri ezilmiş ve Pencâb yolu Müslümân-Türk orduları için güvenli bir hâle getirilmiş oldu.
Sultân Gazneli Mahmûd, Ekim 1009 târihinde büyük bir ticâret merkezi olan Narayyanpur?u zabtetti. 1010 târihinde çıktığı seferde Multan?ı bütünüyle fethetti. Müslümânlara eziyet eden Karmatîlere ağır bir darbe daha indirildi. 1014 târihinde çıkılan 9. Hint Seferinde Nandana Kalesinin fethinden sonra Keşmîr üzerine yüründü. Keşmîr kuvvetleri iki defa bozguna uğratıldı. Bu zaferin Hindistân?daki yankıları pek büyük oldu ve İslâmiyet en uzak yerlere kadar yayıldı.
Sultân Gazneli Mahmûd, 10. seferini, Hintlilerce mukaddes bilinen pekçok tapınak ve putun bulunduğu Thanesar şehrine yaptı. Hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre giren Sultân, bütün putları kırdırdı. ?Çakrasvami? adındaki en meşhur putu Gazne?ye götürerek halka gösterdi. Bu zafer, Hindûların Müslümânları tanımalarına sebeb oldu. Bunun netîcesinde pekçok kimse İslâmiyetle şereflendi. 1015 yılında Keşmîr yolu üzerinde Lokhot Kalesini kuşattı ise de şiddetli kış yüzünden bir netîce elde edemeyerek geri döndü.
Hint dünyâsı, Sultân Mahmûd?dan o derece yılmıştı ki, herhangi bir yere sefere çıksa, şöhreti ondan önce varıyor ve şehirler korkudan teslîm oluyordu.
12. seferini zengin ve bayındır bir ülke olan Kanave?a karşı yaptı. Sirsava Kalesini zaptetti. Baran (Bulendşehr) Kalesi önüne geldiğinde Raca Hardat, Sultânı karşılayarak Müslümân olduğunu bildirdi ve şehri teslîm etti. Onunla birlikte 10.000 taraftarı da İslâmiyeti kabûl etti. Mahmûd Han, sefere devâmla Cumne ile Ganj nehirleri arasındaki bütün şehirleri aldı. 20 Aralık 1018?de de asıl hedefi olan Kanave?i fethetti. Bu seferden tahmînen üç milyon dirhem para, altmış bin esîr ve beş yüz fil ganîmet ile dönüldü.
1020 yılında Kalincar, 1021?de Keşmir ve 1022?de tekrar Kalincar racaları üzerine seferler düzenleyen Sultân, bunları itâat altına aldı. 16. ve en meşhûr seferini, Somnat üzerine yaptı. Bu şehirde bulunan kutsal bir tapınaktaki put, her yıl, yüzbinlerce Hindû tarafından ziyâret edilir ve en kıymetli mücevherlerle süslenirdi. Sultân Mahmûd bunu işitince, bu sapık inançla birlikte, o putu da yıkmaya karâr verdi. Bu sâyede, Hintliler arasında İslâm dîninin yayılması da çabuklaşmış olacaktı. 18 Ekim 1025 târihinde otuzbin atlı ve yüzlerce gönüllüden meydana gelen orduyla harekete geçen Sultân, 8 Ocak?ta Somnat?ı zabtetti. Tapınağa girdikten sonra müezzine, tapınağın üzerine çıkarak ezân okumasını emretti. Tapınaktaki putların tamâmını kırdırdı. Rivâyete göre tapınaktaki ganîmetten Sultân?ın payına düşen beşte bir malın değeri yirmi milyon dînâr idi.
17. seferinde ise Karmatî olan Mansûra hâkimi Hafîf?i cezâlandırdı.
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-1
(30 Mayıs 2008 – 25 Cemâzi”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs?ta,nâşının İstanbûl?a getirilmesi22 Mayıs?ta, ?İstanbûl?un Fethi?de 29 Mayıs?ta olmuştur.
Aslında bu ayın başından itibâren, onunla ilgili makaleler yazılabilirdi; ama dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıçkabul edilen ?İstanbûl?un Fethi?hâdisesi, 29 Mayıs?ta olduğu için, fetih târihine denk getirmek maksadıyla, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.İnşâallah bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?İstanbûl?un fethi? ve ?Fâtih?i hakkında mütevâzı birkaç cümle yazmaya çalışacağız.
İstanbûl?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi. Türk târihi, sayılamıyacak kadar çok kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbûl?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasfı vardır; inşâallah 2 makâlemizde birazcık bunlardan bahsetmek istiyoruz.
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne”de doğan, Osmanlı padişahlarının yedincisi ve İstanbûl?un fâtihi, II. Murad Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olanFâtih Sultan Mehmed Hân, daha 21 yaşında iken, İstanbûl”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son vermiş,târihin en büyük hükümdârlarından biridir.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbûl?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek idealiyle yanıp tutuşan Sultân Mehmed, bu büyük mes?elenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişâh, hep İstanbûl?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük âlim ve velî Akşemseddîn, onun İstanbûl?u fethedeceğini kendisine müjdelemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbûl?un fethi ile meşgûldü.
Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm); ?Kostantîniyye (İstanbûl) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih ve ordusu kavuşmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Donanmayı, Beşiktâş?tan Halîç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Halîç?te, Kâsımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kâsımpaşa-Ayvansarây arasında 5,5 m. eninde köprü teşkîl ettirmesi, yine onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda, Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan sûrlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri-göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, İstanbûl düştü.Bundan önceki, asırlar boyu devâm eden 28 kuşatmada İstanbûl?u almak nasîp olmamıştı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, Salı günü öğleden sonra Topkapı”dan şehre girdi. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
Fetihten sonra, bütün Ortodoks Hıristiyânların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı.
İstanbûl?un düşmesinden sonra, sûrlarda Ceneviz kumandân ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fâtih Sultân Mehmed, bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı; sâdece Ceneviz vâlîsi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi.
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya (Sainte-Sophie),fethin bir sembolü olarak câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? olarak kalmasını yazılı vasiyet etti ve Allah için vakfeyledi.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir. Cenâzesi İstanbûl?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir. [Onun vefâtı ile Hıristiyânlık dünyâsı bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.]
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-2
(31 Mayıs 2008 – 26 Cemâzi”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze temâs ettiğimiz?İstanbûl?un Fethi? hâdisesi ve ?Fâtih?i üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde durmak istiyoruz:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Fetih, dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdâr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân,Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini de çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı ve astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi.
Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı; sarayda dîvânı olan ilk pâdişâhtır. Fâtih, medreseleri bizzât teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarâyda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Molla Yegân, Molla Akşemseddîn, Molla Akbıyık, Hocazâde, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbûl adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Halîç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine, genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben bu şehri alırım, ya bu şehir beni ?cevâbını verdi.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkîk eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur.
Fâtih Sultân Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşmân hatlarına girerek göstermiştir. İstanbûl Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Râhatlıkla söylenebilir ki, Osmânlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa da gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmânı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydân muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesâplarını bizzât kendisi yaptı.
Cenâb-ı Hak, ona rahmet eylesin ve Cennet?te en yüksek makâmlar ihsân buyursun.
ABDÜLKERÎM SATUK BUĞRA HÂN VE KARAHÂNLILAR
(06 Haziran 2008 – 02 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizde, Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan bahsetmeye çalışacağız. Çünkü o, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
[840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla,Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Hân tarafından kurulan veTürkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran Karahânlılar Devleti [840-1212]; ilk Müslümân-Türk devletidir.]
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Hân [v. 955 (h. 344)], güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle olmuştur. Babası, ?Karahânlı? hükümdâr âilesinden Bezir Hân idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadîr Hân?ın himâyesinde büyüdü.
Satuk Buğra, henüz on iki yaşlarında iken, Mâverâünnehir ve Horasân bölgesine hâkim olan Müslümân Sâmânlı Devleti şehzâdeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nâsır bin Ahmed, Oğulcak Kadîr Hân?ın ülkesine sığındı. O, buna iyi muâmele edip Artuç nâhiyesinin [veya kasabasının] idâresini verdi. Bu Artuç nâhiyesi [veya kasabası], Nâsır bin Ahmed”in gayretleri ve gelip-giden müslümân tâcirler sâyesinde önemli bir ticâret merkezi oldu. ?Satuk Buğra?da, Artuç”un ziyâretçileri arasındaydı. Karahânlılara sığınan Nâsır bin Ahmed [veya Ebû Nâsır] adlı Sâmânî şehzâdesiyle tanışıpondan [yahut da diğer müslümân dîn adamlarından] İslâmiyeti öğrenerek müslümân olmakla şereflendi ve ?Abdülkerîm? adını aldı.
Yirmi beş yaşına gelince, müslümân olduğunu açıklayıp iktidârda olanamcası ile mücâdeleye başladı. Onunla ?Fergana Savaşı?nıyaptı. İlk olarak ?Atbaşı Kalesi?ni zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla,Kaşgar üzerine yürüyüp orayı fethetti. Amcası Oğulcak Kadîr Hân?ı da öldürdü. Ülkede hâkimiyeti sağlayıp birliği temîn etti. Türk ülkelerinde İslâmiyeti hızla yaydı. Ebü”l-Hasan Muhammed gibi İslâm âlimleri, Satuk Buğra Hân?a işlerinde yol gösterip hayra teşvîk ettiler.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabîlelerinin yerleşmiş bulunduğuTürkistân şehirlerini birer birer ele geçirdi.
Bu sırada Karahânlılar Devleti?nin doğu kısmına hâkim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Hân, Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?a karşı savaş açtı. Satuk Buğra Hân da, müslümânların yardım ve desteğiyle, onunla ?Balasagun Savaşı?nı yaptı ve gâlib geldi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, işte bundan sonra Satuk Buğra Hân, güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle oldu.
955 (h. 344) senesinde, Kaşgar civârında bulunan Artuç kasabasında vefât edip oraya defnedildi. Kendisinden sonra, Mûsâ Tunga adında bir oğlu, ondan sonra da Baytaş Süleymân Arslan hükümdârlık yaptı. [Başka oğulları ve kızları olduğu da rivâyet edilmiştir.]
Biyografisini, olabildiğince özetlemeye çalıştığımız Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslâm âlimi gelip İslâmiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar.
KARAHÂNLILAR
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan, özetle bu kadar bahsettikten sonra, şimdi de bir nebze, Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devleti olan Karahânlılar Devleti[840-1212]?nden bahsedelim.
Yukarıda da belirtttiğimiz gibi, 840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında kurulan Karahânlılar Devleti?nin ilk kurucusu Bilge Kül Kadîr Hân, Mâverâünnehir?i almak isteyen Sâmânîler Devleti ile mücâdele etmiştir.
Karahânlıların başlangıç dönemi, ilmî yönden pek açık değildir. Kadîr Hân?dan sonra iki oğlundan Bazır Arslan Hân, Balasagun?da Büyük Kağan olarak, kardeşi Oğulçak Kadir Hân ise, Ortak Kağan olarak Taraz?da devleti idâre ettiler. Oğulçak Kadîr Hân, Sâmânî Hükümdârı İsmâîl bin Ahmed ile devâmlı mücâdele etti.Sâmânîler, 883 senesinde Taraz?da devleti ele geçirince, Oğulçak Kaşgar?ı merkez yapıp, Sâmânî hâkimiyetindeki bölgelere akınlara başladı.
Bu akınlar sırasında Oğulçak Kadîr Hân?ın yeğeni Satuk da, amcası Oğulçak?a karşı taht mücâdelesine girişti.Onuncu asrın başlarında, müslümânlardan aldığı yardımlarla da taht mücâdelesini kazanan Satuk Buğra Hân, Karahânlı hükümdârı olarak İslâmiyeti kabûl ettiğini i?lân etti.
KARAHÂNLILAR DEVLETİ HAKKINDA
(07 Haziran 2008 – 03 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde de ifâde ettiğimiz gibi, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadîr Hân tarafından kurulan ve devrin İslâm kaynaklarında ?El-Hâkâniye?, ?El-Hâniye?, ?Âl-i Afrasiyâb?; başka eserlerde de, ?Alp-İlig Hânlar?, ?Arslan-Buğra Hânlar? ünvânlarıyla anılan ?Karahânlılar? Devleti; 840-1212 târihleri arasında Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devletidir.
?Karahânlılar?, Karluk, Çiğil, Yağma ve diğer Türk boylarından meydana gelmektedir. Karahânlılar tâbiri, batılı şarkiyâtçılar tarafından, bu sülâlenin ?Kara? ünvânını çok kullanmaları sebebiyle verilmiştir. ?Kara?, Türkçede,?kuzey yönü?nü işâret etmesinin yanında, ?büyüklük? ve ?yükseklik? de ifâde eder.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan i?tibâren sekiz (8) sultân gelip geçtikten sonra, ilki Muhammed Aynüddevle (tahta geçişi 1041), sonuncusu Osman (tahta geçişi 1204) olan yirmibir (21) aded Batı Karahânlı Kağanı hüküm sürmüştür. Bunlar, 1211?de Harezmşâhların hâkimiyeti?ne girmişlerdir.
İlki Süleymân (tahta geçişi 1032), sonuncusu Üçüncü Muhammed (tahta geçişi 1211) olan 11 (onbir) aded de Doğu Karahânlı Kağanı vardır. Bunlar da 1211?de Noymanların işgâline uğramışlardır.
Ma?lûm olduğu üzere, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes?in torunları olan Türkler, hükümdârlarının müslümân olmasından sonra, fıtratlarındaki temizlikle, seve seve ve büyük topluluklar hâlinde, en son ve en mütekâmil dîn olan İslâmiyeti topluca kabûl etmişlerdir.
Sekizinci asırda müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunduğu Türklerin 10. asırda topluca İslâmiyeti kabûlü, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından pek önemlidir.
Müslümân olunca, Abdülkerîm adını alan meşhûr Karahanlı Sultânı Satuk Buğra Hân, doğudaki amcasına karşı mücâdelesinde, müslümân gönüllülerden de faydalandı. Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, 995 senesinde vefât edince Artuç?a defnedildi. Yerine oğlu Mûsâ hükümdâr oldu. Onun çok kısa sürdüğü anlaşılan saltanatından sonra hükümdâr olan Baytaş Arslan Hân, doğu kağanı Arslan Hân?ı mağlûb ederek sülâlenin bu kolunu ortadan kaldırdı ve bütün Karahânlıları birleştirdi.
Büyük evliyâ Ebü?l-Hasan Muhammed?in yardımı ile ülkenin doğusundakiler de müslümân oldular. Baytaş Arslan Hân, Karahânlı ülkesinde İslâmiyetin yayılması faaliyetlerini tamamlayınca, komşu Türk boylarını hak dîne dâveti, kendisine gâye edindi.
Baytaş?tan sonra oğlu Ebü?l-Hasan Alî hükümdâr oldu. Bu dönemde devletin batı kısmını, kardeşi Buğra Hân Hârûn idâre ediyordu. Buğra Hân Hârûn, 990 senesinde İsbicâb?ı zaptedip, 992 senesinde Sâmânîlerin merkezi Buhârâ?ya girdi. Böylece Horasân ve Mâverâünnehir, Karahânlıların eline geçti. ?Şihâbü?d-devle? ve ?Zahîrü?d-da?vâ? gibi İslâmî ünvânlar kullanan Buğra Hân Hârûn, Kaşgar?a dönerken 996 yılında vefât etti. Yerine Ahmed bin Alî geçti. MüslümânlarınHalîfesi tarafından tanınan ilk Karahânlı hükümdârı bu Ahmed Hân?dır.
KARAHÂNLILAR ZAMÂNINDA KÜLTÜR VE MEDENİYET
?Hâkânî Türkleri? adını taşıyan ve Türk an?anesine göre kurulan ?Karahânlı Devleti?, 10. asırda İslâmiyeti kabûlüyle, ilk İslâmî-Türk eserleri meydana getirdiler. Karahânlı hükümdârlarının ilme hayranlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer medeniyet ve kültür beşiği hâline geldi.
Doğu Karahânlılar devrinde Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib, ?Kutadgu Bilig?; Kaşgarlı Mahmûd, ?Dîvânü Lugâti?t-Türk?; İmâm Ebü?l-Fütûh Abdülğafûr, ?Târih-i Kaşgâr? adı ile, Türk dili, edebiyâtı, kültürü ve târihi için çok mühim eserler yazdılar.
Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukukçu ve âlimleri yetişti. Bunlardan bâzıları şunlardır: Burhâneddîn Merğînânî, Şemsül-Eimme Serahsî, Şemsül-Eimme Hulvânî, Ebû Zeyd Debbûsî, Fahrül-İslâm Pezdevî, Sadrüş-şehîd, Melikül-Ulemâ Kâsânî [Kâşânî], Ömer Nesefî, Sirâcüddîn Ûşî.
?Şâh-i Türkistan? denilen Ahmed Yesevî hazretleri, İslâm dîninin göçebe Türkler arasında yayılmasına hizmet etmiş olup bugün bile, Rusya, Bulgaristan, Çin ve İrân?daki Türklerin Türklüklerini ve İslâmlıklarını muhâfaza etmelerinde tesîri vardır.
Türk hat sanatı Karahânlılar ile başlamıştır. Kûfî, sülüs, celî gibi yazı türleriyle Kur?ân-ı kerîm ve hadîs kitapları i?tinâ ile yazılıp saklanmıştır.
SULTÂN ALPARSLAN VE IV. ROMANOS DİOGENES
(20 Haziran 2008 – 16 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
20 Ocak 1029?da doğan, iyi bir tahsîl görüp sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandânlığı ile ün salanSultânAlparslan; Selçûklu Devleti hükümdârlarından ve Türk milletinin en büyük kahramânlarından biridir.Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasân vâlîsi Çağrı Bey?in oğludur.Babasının ölümünden sonra Horasân vâlîsi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063?te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine Selçûklu tahtına Alparslan?ın ağabeyi Süleymân getirildi, fakat Türk beyleri buna i?tirâzda bulundular ve Alparslan?ı hükümdâr tanıdılar.
Alparslan, 27 Nisan 1064?te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezîrliğini yapan ve ağabeyi Süleymân?ın tahta çıkmasını isteyen Amîdül-mülk Kündirî?yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak târihe adı geçen Nizâmül-mülk?ü vezîr ta?yîn etti. Başına buyruk beylerle mücâdeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altında toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devletini derleyip toparladı ve kuvvetlendirdi.
1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu?nun üzerine yürüdü. Gürcistân?ı zaptetti. İsyân eden kardeşi Kavurd?u itâate zorladı. 1065?te Amuderyâ ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdârla anlaştı. Alparslan?ın beyleri, Anadolu?da akınlar yapıp sayısız zaferler kazandılar.
SULTÂN ALPARSLAN?IN İSLÂM DÎNİNE HİZMETİ
Sultân Alparslan, saltanatı müddetince İslâm dînine hizmet etti. İslâmiyet?i içten yıkmaya çalışan gizli düşmânlara ve bâtınî hareketlere karşı çok hassâstı. Hattâ bir defasında; ?Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü teâlânın izniyle silâh kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bid?at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, hâlis Türkleri azîz kıldı? demiştir.
Alparslan, büyük târihî zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maâşlar tahsîs etmek, i?mâr ve sulama te?sîsleri vücûda getirmek sûretiyle de hizmetler yaptı. İmâm-ı A?zam?ın türbesi, Hârezm Câmii ve Şadyah kalesi gibi pek çok eseri inşâ ettirdi. Zamanında, İmâmül-Haremeyn Cüveynî, İmâm-ı Gazâlî, Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Abdülkerîm Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir.
BİZANS İMPARATORU ROMANOS DİYOJENES
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve Kapadokyalı soylu bir âileye mensûp olan IV. Romanos Diogenes(Romen Diojen); Kostantinous Diogenes?in oğludur. Romen Diojen, iyi bir cengâverdi; fakat hânedân mensûbu değildi. Onun askerlik bilgisi, tecrübe ve cesâreti, İmparator Onuncu Kostantinous?un 1067?de ölümüyle dul kalan Bizans İmparatoriçesi Eudoxie[Eudokia]?nin dikkatini çektiğinden, İmparatoriçe kendisiyle evlenme talebinde bulunan diğer adayları ve teklîflerini reddederek, 1068?de Diojen?i tercîh etti.İmparatoriçe ile evlenerek, 1 Ocak 1068?de Bizans tahtına çıkan Romen Diojen, 1068-1071 târihleri arasında Bizans imparatoru oldu.
Hânedân dışından bir şahsın Bizans İmparatorluğuna getirilmesi üzerine asîller, iktidâra karşı cephe aldılar. Ülke içindeki muhâlefeti tasfiye etmekle meşgûl olan Diojen, zekâ ve tecrübesine inandığı şahısları devlet kadrolarında vazîfelendirip, Bizans?ın doğu hudûdundaki hâdiseleri de dikkatle takîb ettirdi.
Selçûklu Devletinin gittikçe kuvvetlenmesi, Bizans İmparatorluğu?nu telâşlandırdı. Romen Diojen,İmparator olur olmaz, Franklardan, Uzlardan ve Makedonyalılardan topladığı orduyla Selçûklulara karşı seferlere başladı. Kayseri, Sivas, Divriği, Toroslar ve Haleb yoluyla güneye indi. Menbic?i aldıktan sonra, İstanbul?a döndü.
1070?te Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu. Palu?ya geldiğinde, Malatya?da bıraktığı ordusunun, Türkler tarafından perîşân edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbûr kaldı.
Muhtelif ırklardan meydâna gelen kalabalık bir ordunun başında Türkleri Anadolu?dan sürmek ve arkasından İran?a yürüyerek Sultân Alparslan?ın merkezini zaptetmek için 13 Mart 1071?de tekrâr yola çıktı.
Ancak bilindiği gibi, 26 Ağustos?ta Malazgirt Savaşını kaybetti. Bütün hazîneleri ile birlikte Sultân Alparslan?a esîr düştü.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ VE BAZI NETÎCELERİ
(21 Haziran 2008 – 17 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bu makâlemizin hemen başında önce şunu ifâde edelim ki, Selçûklu Türkleri, Malazgirt Meydan Muhârebesinden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertib ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespît edildi.
Büyük Selçûklu Devleti Sultânı Alparslan?n 40.000 kişilik kuvveti ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in 200.000 kişilik kuvveti arasında, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda meydâna gelenMalazgirt Meydân Muhârebesi; Türklere Anadolu?yu kazandıran, son derece önemli Selçûklu-Bizans Savaşıdır.
Bu muhârebe, dînî, millî, siyâsî, askerî netîceleri bakımından Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Malazgirt Zaferinden sonra, on beş yıl içinde bütün Anadolu Türkler tarafından ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok mühim bir dönüm noktası oldu.
Şimdi birazcık, târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri olan Malazgirt Meydân Muhârebesinin öncesinde ve sonrasında meydâna gelen bazı hâdiselerden bahsetmeye çalışalım:
1070 yılında Alparslan, Horasân ve Irâk ordularının başında Âzerbaycân?a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslîm oldu. Diyârbekir”den el-Cezîre?ye girdi, Urfa?yı kuşattı. Mısır?da birbirleriyle mücâdele eden Fâtımî komutanları, Alparslan?ı Mısır?ı almaya teşvîk ediyorlardı. 1071 yılında Selçûklu ordusu Halep?te toplandı.
Tabîî ki Selçûklu Türklerinin Anadolu?ya akınları, Bizans Devletini telâşlandırdı. Akıncıların bu gazâlarında, Anadolu ahâlîsine terör ve tahrîbâttan ziyâde adâletle muâmelesi, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal ve ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçûklu idâresini gönülden tercîh etmelerine yol açtı.
Alparslan?ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes, son bir hamle yapmayı düşündü. Âzerbaycân?a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu?dan atmaya karar verdi. Rumeli?de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türkleri?ni de ordusuna kattı. 13 Mart 1071?de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul?dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi va?d etti.
Diyojenes ve ordusu, yol boyunca katliâm yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt?e ulaştı. Haleb?i teslîm aldığı sırada, Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferi?nden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekâtını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyârbekir ve Bitlîs?e ulaştı.
Alparslan, ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat?a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat?ta oldu; Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan İmparator, Malazgirt Kalesine hücûm edip, içerde yaşayan kadın-çocuk-ihtiyar kim varsa hepsini öldürdü.
Malazgirt?e doğru devâmlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt?in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat?a gönderilen kuvvetlerin de gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.
26 Ağustos Cuma günü, askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı; ?Yâ Rabbî! Seni kendime vekîl yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbî! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü; ?Ey askerlerim! Eğer şehîd olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece akıllıca bir harp taktiği planlamıştı. Hilâl şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydânında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilâlin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perîşân oldu. İmparator esîr edildi. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, huzûruna getirilen imparatoru, hiç ümîd etmediği şekilde affetti. [Fâtih Sultân Mehmed Hân da İstanbul fethinden sonra, bütün Bizanslılara karşı aynı âlîcenâplığı göstermişti.]
SELÇÛKLU DEVLETİ HAKKINDA KISA BİR ÖZET
(01.08.2008 ? 29 Recebü?l-ferd 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, Sultân Alparslan ve Malazgirt Meydân Muhârebesini ele almıştık.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde ise,bir nebze ?Selçûklu Devleti? üzerinde durmak istiyoruz. [İnşâallah 22-23 Ağustos târihlerinde de, 26 Ağustosa çok yaklaşılacağı için, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesi?konusunu işlemeyi düşünüyoruz.]
Selçûklular; Çin?den Batı Anadoluya kadar bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sâhilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicâz ve Yemen?den Rusya içlerine kadar yayılan hâkimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsîlcisidirler.
Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerinden olan Selçûklu Devletini,?Oğuzlar?ın ?Üçoklar? kolunun, ?Kınık Boyu?na mensûp olan Selçûklular kurmuşlardır. Onuncu asrın sonu ile onbirinci asrın başlarında İslâmiyeti kabul eden Selçûklular, i?tikâtta ?Mâtürîdî?, amelde ?Hanefî? olup, ?Ehl-i Sünnet Mezhebi?ndeydiler.
Devlete adını veren Selçûk Bey,Aral Gölüyle Hazar Denizi arasına hâkim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandânlarından Dukak Subaşı?nın oğludur. Dukak ölünce, onyedi-onsekiz yaşlarındaki Selçûk Bey ?Subaşı? oldu. Genç yaşına rağmen, yüksek mevkı?lere ulaşan Selçûk Beyin devâmlı artan bir i?tibâra sâhip olması, Yabgu ve hanımını telâşlandırdı. Onu başlarından atmak için çâre aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçûk Bey, kabîlesiyle birlikte oradan ayrıldı. [Güney yoluyla muhtemelen 985?lerde Seyhûn Nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bu bölge ve şehir, İslâm ülkelerine geçişte hudûd durumundaydı.]
Selçûk Beyin idâresindeki Türkler, kısa zamanda İslâmiyeti kabûl ettiler. Bu durum Yabgu ile aralarını iyice açtı. ?Müslümanlar gayr-i müslimlere harâç vermez? diyen Selçûk Bey, Yabgu?nun harâç memûrlarını kovdu ve istiklâlini i?lân etti. Gayr-i müslim Türkler arasında cihâd faaliyetlerine girişti.
Selçûk Beyin istiklâlini i?lân edip, Yabgu?ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücâdeleye girişmesi, çevrede tanınıp, i?tibâr kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgu?suna karşı olan Türkler, onun etrâfında toplandılar.Müslümânlardan da destek alan Selçûk Bey, müslümân olmayan Türkler üzerine yaptığı gazâlarla şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Mâverâünnehir?de üstünlük sağlamaya çalışan müslümân devletlerden biri olanSâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultânı, Selçûk Beye, devletinin sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına mukâbil, Buhârâ yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçûk Bey; Mîkâil, Arslan, İsrâîl, Yûsuf ve Mûsâ adındaki oğullarıyla Büyük Selçûklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak yüz yaşlarında vefât etti. Selçûk Beyin büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mîkâîl, babasının sağlığında ölmüştü.
İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. ?Yabgu? ünvânını alarak, ?Selçûklular? da denilmeye başlayan âilesini teşkîlâtlandırdı.
Karahânlıların, Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend?den kaçan Sâmânî şehzâdelerinden İsmâîl Muntasır?ın Arslan Yabgu?ya sığınması, Karahânlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçûklular, Karahânlılar karşısında başarılı muhârebeler yaptılar.
Selçûkluların güçlenmesi, bölgenin hâkimi olan Karahânlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. 1025?te Karahânlı-Gazneli işbirliğiyle Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistân?daki Kâlencer Kalesine hapsedildi.
Bu hâdiseden sonra Selçûklularla Gazneliler arasında açık bir mücâdele başladı. Onun esâreti yıllarında Selçûklular, ortak hükümdâr sistemiyle idâre edildi. Mûsâ?yı ?Yabgu?luğa, Yûsuf?un oğlu İbrâhim?i de ?Yınal?lığa getirdiler. Mîkâîl?in oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler, amcalarının hâkimiyetini tanımakla berâber, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mâhir süvârîlerden meydâna gelen Selçûklular, kalabalık hayvân sürüleri ve atları için bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu gâyeyle, zaman zaman komşuları Karahânlılar ve Gaznelilerin sınırlarını aşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular.
Onların bu hâlini kendileri için tehlikeli gören Karahânlılar, Selçûklu âilesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi; hattâ Yûsuf Bey öldürüldü. Mûsâ Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahânlı kuvvetlerini yenerek, Yûsuf Beyin intikâmını aldılar. Siyâsî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçûklular bir hayli zâyiâta uğratıldılar.
[İnşâallah yarın bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.]
SELÇUKLU DEVLETİ HAKKINDA BİRKAÇ KELİME DAHA
(02.08.2008 ? 30 Recebü?l-ferd 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze, Selçûklu Devletinin kuruluşundan, Karahânlılar ve Gaznelilerle mücâdelesinden bahsetmiştik.
Çağrı Bey, dağılan Selçûklulardan üç bin kişilik bir süvârî kuvvetiyle, Gazneli mukâvemet mevkı?lerini aşarak Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından kuzeyde Tiflis?e kadar uzanan bölgede keşif hareketi yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini mağlûp ederek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle gerekli siyâsî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Bol ganîmetle geri döndü.
Çağrı Bey, keşif hareketi netîcesinde, bölgenin Selçûkluların yerleşmesine müsâit olduğunu tespit ederek Tuğrul Beye rapor verdi. Tuğrul Bey, ortalığın yatışması için çöle çekilmişti.
Selçûkluların esîr yabguları Arslan, 1032 senesinde Hindistân?da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde vefât edince, Gaznelilerle münâsebet daha da bozuldu.
Mûsâ Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçûklu ve Türkmen kuvvetleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere âit olan Horasân?a, ânî bir taarruzla girerek; Merv, Nîşâbûr ve Serahs havâlîsini ele geçirdiler.
Gazne Sultânı Mes?ûd, Selçûkluları tanımak mecbûriyetinde kaldı. Mûsâ Yabgu?ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin vâlîliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir müddet devâm etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçûklu mücâdelesi, daha da şiddetlendi. Selçûklular, hafîf süvârî kuvvetleriyle, Gaznelilerin fîllerle takviye edilmiş ağır techîzâtlı, çoğu piyâdeden meydâna gelen ordusuna, gerilla harpleriyle çok kayıp verdirdiler. 1038 senesinde Serahs civârında yapılan muhârebede, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı.
Gazneli Sultan Mes?ûd büyük bir devlet adamı, cesâretli bir kumandân olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nîşâbûr?u Selçûklulara terk edip, kesin netîce alınacak büyük muhârebeyi devâmlı geciktirdi.
Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrâhîm Yınal, 1038?de Nîşâbûr?u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nîşâbûr?a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey ?es-Sultânü?l-Muazzam=Muazzam sultân?, Çağrı Bey de ?Melikü?l-mülûk=Melikler Meliki? ünvânını aldılar. Büyük Selçûklu Devletinin kuruluş ve istiklâlini i?lân ettiler. Selçûklu-Gazneli mücâdelesi, 23 Mayıs 1040?ta yapılan Dandanakan Meydan Muhârebesi ve Selçûkluların üstünlüğü ele almasıyla netîcelendi.
Dandanakan?ın muzaffer başkumandânı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yâni büyük ziyâfette üstün idârecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdîr ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçûklu Sultânı i?lân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda fethedilecek yerlerle, idâreciler tespit edildi.
Ceyhûn ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistân havâlîsi Mûsâ Yabgu?ya, Nîşâbûr?dan i?tibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yâkûtî ile İbrâhîm Yınal, batı cephesinde vazîfe aldılar. Hânedândan Arslan Yabgu?nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan?a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirmân havâlîsine ta?yîn olundular.
Vazîfe taksîminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehir, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirmân ve civârı, Hürmüz Emîrliği hattâ Arabistân Yarımadasında Ummân ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamâmen zaptedildi.
Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvîn, Dihistân, İsfehân, Nihâvend, Rey ve Şehrezûr?u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046?da Gence, 1048?de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havâlisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgâlindeki Bağdat hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultân Tuğrul, Büveyhîlerin işgâlindeki halîfelik merkezi olan Bağdât?ı kurtarmak için, Abbâsî Halîfesi el-Kâim bi-Emrillah?ın da?vetiyle, 17 Ocak 1055?te Bağdât?a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümânların büyük hüsn-i kabûlüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdârlığını yıkarak Abbâsî halîfeliğini yeniden ihyâ etti. İslâm âleminin takdîrini kazanıp, büyük iltifâtlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fâtımî saldırılarını bertaraf etti.
Halîfelik makâmına ve Bağdât şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058?de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan hâlife, onu, doğunun ve batının hükümdârı i?lân etti.Selçûklu sultânının, halîfe tarafından ?Dünyâ hâkânı? i?lân edilmesi,Türklere büyük i?tibâr kazandırdığı gibi, alplik rûhunu okşayarak İslâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrîkler sebebiyle isyân eden üvey kardeşi İbrâhim Yınal?ı cezâlandırdı.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
(22.08.2008 ? 20 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, ?Sultân Alparslan ve IV. Romanos Diogenes?, ?Malazgirt Meydân Muhârebesi ve Bazı Netîceleri? konularını kısa kısa ele almıştık.
26 Ağustos?ta Malazgirt Meydân Muhârebesinin bir sene-i devriyesini daha idrâk edeceğimiz için, bugün ve yarınki makâlelerimizde, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesinin Önemi? ve ?Malazgirt Meydân Muhârebesinden Alınacak Dersler? konularını işlemek istiyoruz.
Fâtimî Devletinin İslâm ülkeleri ve Abbâsî Halîfeliği için tehlike arz etmesi üzerine, 1071 yılında Mısır Seferine çıkan Selçûklu SultânıAlparslan, Sûriye?de bulunuyordu.
Türklerin Sûriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Sivas?a gelen Diojen, bu bölgedeki Ermeni Prensleri ile ahâlîsini toptan öldürttü. Ermenilerin mallarını askerlerine yağma ettirdi.
ROMEN DİOJEN?İN BÜYÜK KİBRİ
Hâzırladığı güçlü ordusuna güvenen ve çok kibirlenen Diojen, Bizanslılara büyük zaferle dönmeyi va?dediyordu. Hareketinden önce verdiği nutukta da azmini şöyle belirtiyordu: ?Doğu hudûdumuzda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. İşte ben muazzam ordumun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
Büyük Selçûklu Sultânı Alparslan, muhârebe azmiyle ordugâh kurarken, düşmânla döğüşeceğini, önceden Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesi el-Kâim(1031-1075)?e bildirip duâ talep etti. Halîfe, Sultân Alparslan?a,İbnü?l-Mahlebân isimli âlimi, bütün câmilerdeki imâmlara da, cumâ hutbesinde Alparslan ve ordusunun muzaffer olması için okunacak birer hutbe metni gönderdi.
SultânAlparslan, savaş başlamadan evvel, bütün müslümânların her savaştan önce yaptıkları gibi, sulh teklîfi için,Halîfe?nin gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında sulh teklîfi yapınca hafîfe alınıp, hakârete uğradı. Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.Diojen bir de, hey?et başkanına alay yollu; ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi?? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, kibirli Diojen?e; ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek hakettiği cevâbı verdi.
ROMEN DİOJEN?İN HEDEFİ
Diojen, Türklerin Anadolu?ya bir daha akın yapamamalarını sağlamak için, Îrân?ın içlerine ilerleyip, Türkleri doğuya sürmek, hattâ başşehirlerini zaptetmek istiyordu. İmparator, yalnız Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmıyacak, bütün İslâm ülkelerini de alacaktı. Horasân, Rey, Irâk-ı Acem ve Arap, Sûriye vâlîliklerini komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ va?detmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da aklına koymuştu.
Diojen, Sivas?tan hareket etmeden önce generalleri ile harp meclisi kurdu. Bu harp meclisinde muhârebenin plân ve hedefi ta?yîn edilecekti. Harp meclisinde generallerden, ta?kîb edilmesini lüzûmlu gördükleri teklîflerin ortaya konmasını istedi.
Sivas?taki harb meclisinde, yapılacak harekâtın plân ve hedefi hakkında, iki ana teklîf ortaya çıktı. Bunlardan birincisini bugün zikredelim; ikincisini de inşâallah yarın ele alalım:
Bizans ordusunun en bilgili ve tecrübeli komutanlarından Rumeli ordusu kumandanı General Nikefor Bryennes ile iyi bir stratejist ve tecrübeli bir komutan olan Türk asıllı general Magistors Tarkhal(Jozeph Tarhchaniotes)?dan geldi. Bu iki general, hudût boylarındaki tecrübelerine dayanarak, müslümân Türklere karşı çok ihtiyâtlı olarak harekâta girişmeyi tavsiye edip, ordunun Erzurum?a kadar ilerleyerek, burada Türk ordusunu muhârebeye zorlayacak ve kışkırtacak bir tertîbin alınmasını, bu sûretle muhârebenin kendi toprakları içinde yapılarak lojistik desteğin kolaylaştırılmasını ve Türklerin istifâdesine yarayacak her türlü maddî imkânın tahrîb edilmesini teklîf ettiler.
İki tecrübeli generalin, harp plânıyla ilgili olarak Diojen?e yaptıkları teklîfe karşılık,İmparator?a hoş görünmek isteyenikinci teklîf sâhibi muhâlif generaller, hedefin daha derin olmasını ve ordunun vakit kaybetmeden Erzurum?a varıp, Îrân?a yönelmesini ve Türk ordusu ile nerede rastlanırsa orada, daha ziyâde Türk ülkeleri içinde harp edilerek yok edilmesini teklîf edip, birincileri korkaklıkla ithâm ettiler. Bu son teklîf, esâsen Bizans İmparatoru?nun kendi kafasındaki plâna da uygun düştüğünden, hemen ordunun doğuya hareket etmesini emretti.
SULTÂN ALPARSLAN?IN TEVÂZUU
Selçûklu Sultânı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
Sultan Alparslan, muhârebe gecesi, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve nârâlar ile bütün gece ta?cîz ederek yorgun bir hâle düşürdü. Selçûklular, geceleyin Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçûklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
Dünkü makâlemizde belirttiğimiz gibi, Diyojen?in büyük kibrine karşılık, 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Alparslan atından inip büyük bir tevâzuyla secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
Sonra askerlerine dönerek; ?Burada, Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur, emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler. Sultan, beyâzlar giydi. Atının kuyruğunu bağlayıp, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti: ?Askerlerim! Şehît olursam, bu beyâz elbisem kefenim olsun. Eğer şehâdet şerbetini içersem, o zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Eğer zaferi biz kazanırsak, artık istikbâl bizimdir.? [Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler toptan coşup, şevke geldiler.]
SELÇÛKLU ORDUSUNUN HARP TERTÎBİ
Cumâ namazından sonra başlayan muhârebede, Sultan Alparslan kumandasındaki kırk bin kişilik Selçûklu ordusu, fevkalâde güzel bir muhârebe taktiği uyguladı. Türk ordusu, bozkır çevirme hareketiyle, hilâl şeklinde yayıldı. Düşmân ordusunun 1/5?i kadar olan Selçûklu ordusu, yarım hilâl şeklinde tertîbât aldı. Hafîf süvârî kıt?aları, kanatlara yerleştirildi.Muhârebenin başlamasından iki sâat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, millî bir his ile Bizanslılardan ayrılıp müslümân Selçûklu Sultânı?na tâbi oldular.
Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muhârebe meydânını terketti. Bu hâdiseler, Bizanslılarda mânevî bozguna yol açtı.
Türkleri tamâmen imhâ etmek arzûsuyla gelen Bizans ordusunun Türklerin ok, gürz ve kılıç darbeleriyle yerlere serildikleri, bunlardan kurtulanların da, akşam teslîm olmaya can attıkları görüldü. Bütün cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamayan mağrûr Bizans İmparatoru Diojen, bütün mâiyeti ile berâber, kendisi de yaralı hâlde esîr edildi.
Malazgirt meydanındaki mücâdeleden yenik çıkan İmparator, Sultân?ın huzûruna getirildiğinde, utancından başını kaldıramıyordu. Sultân Alparslan, onu nezâketle kabûl edip oturttu ve gönlünü aldı.
Aralarındaki konuşmada Diojen, muhârebe öncesinde, muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını i?tirâf etti. Sultân Alparslan; ?Eğer zafer sizin olsaydı, bana ne yapardınız?? diye sordu. Diojen onu öldürteceğini açıklayamadı; ?kamçılardım? cevâbını verdi.
Alparslan; ?Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?? diye sordu. ?Ya öldürtürsünüz, yâhut İslâm memleketlerinde bir esîr gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Belki de… Fakat onu mümkün görmüyorum, ama… Belki de, affedersiniz!? dedi.
Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı, daha da küçük düşürmek istemedi. Bizans İmparatorunu affetti. Ağır şartlarla antlaşma imzâladı. [Fakat Romen Diojen, memleketine dönüşünde Bizanslılar tarafından, Türklerden görmediği hakâretlere uğrayıp öldürüldü. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail de, Diojen?in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.]
Kazanılan büyük zaferden dolayı Abbâsî Halifesi, Sultân?a tebrîk ve teşekkür mektûpları gönderdi. Birçok İslâm şâiri, Alparslan?ı metheden kasîdeler yazdılar.
Sultân Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, Selçûklu şehzâdelerini Anadolu?yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu?ya hâkim oldular. Şehirler kurulup geliştirilerek kültür, san?at, sosyal müesseseler tesîs edildi. Kıymetli mi?mârî eserlerle bu yerleşim merkezleri süslendi.
SELÇUKLU DEVLETİNE DÂİR
(29.08.2008 ? 27 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Ağustos ayı başında yazdığımız 2 makalemizde, Selçuklu Devletinin kuruluşundan bahsetmiştik. Fakat araya Şa?bân ayı ve Berât gecesiyle ilgili makâleler girince konuya devâm edememiştik. Geçen hafta Malazgirt meydân muhârebesinden bahsedince, bu hafta tekrâr Selçûklular konusunu ele almak istedik.
Büyük Selçûklu sultânı Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhûn?dan Fırât?a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idâresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.
Gaznelilere karşı yapılan Dandanakan Meydân Muhârebesinin muzaffer kumandânı Çağrı Bey, 1060?tayetmiş yaşlarında, kardeşi Selçûklu sultânı Tuğrul Bey ise, 1063?te yetmiş yaşında vefât etti.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan Selçûklu sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının vezîri Amîdül-mülk?ü görevden alarak, yerine Nizâmül-mülk?ü tâyin etti. Sultân Alparslan, tahta geçmek iddiâsında bulunan diğer rakîplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itâati altına aldı. Doğu Anadolu?nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani Kalesini 1064?te fethederek, 16 Ağustos 1064?te Kars?a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bi-Emrillah, Alparslan?a, ?fetihler babası?, yâni çok fetheden mânâsına gelen ?Ebü?l-Feth? lakabını verdi. Sultân, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itâat altına alındı.
Alparslan, 1067 senesinde Kirmân melîki olan kardeşi Kavurd?un isyânıyla karşılaştı. Bu isyânı kısa sürede bastırdı. Öncelikle müslümanlar arasında birliğin temînini arzû eden Sultân Alparslan, Bahreyn taraflarında ve Önasya?da fütûhâtta bulundu. Bunun üzerine Mekke şerîfi, Alparslan?a itâatini arz ederek, hutbeyi Abbâsî halîfesi ve Sultân Alparslan adına okumaya başladı.
Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu?da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071?deki Malazgirt Muhârebesine kadar devâm etti. Malazgirt Zaferiyle Selçûklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, o tahttan indirildiği için tatbîk edilemedi. Sultân Alparslan, antlaşmanın silâh zoruyla tatbîkını kumandân ve beylerine emrederek, bütün Anadolu?nun fethini istedi. Selçûklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya?dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu?daki Bizans hudûduna gönderildi. Selçûkluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sâhillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu iskân edildi. Anadolu?nun Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı.
Sultân Alparslan, çıktığı Mâverâünnehir Seferinde, esîr alınan bir kale kumandânı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük Sultânlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adâletiyle temâyüz etmişti.
Sultân Alparslan vefât ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar?dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneydeYemen?e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan?ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Selçûklu Sultânı oldu. Sultânlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez?de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd?un ölümüyle devlet içinde âsâyişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçûklu hudûduna hücûm eden Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbûr etti.
Doğu sınırlarını garantiye alan Sultân Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve bâtınî akımlara karşı sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye Medreselerini kuran Tûs?lu Nizâmül-mülk Hasan?dan vezîrliğe devâm etmesini istedi. Bu sâyede Selçûklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etti. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
Sultân Alparslandan sonra tahta geçen Melikşâh, çok halîm-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesnâ bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün Îrân?ı, Arabistân?ı, Sûriye ve Filistîn?i idâresi altına aldı. Anadolu?nun fethi üzerinde hassâsiyetle durup, babasının vazîfelendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleymân Şâh ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansûr, Dolat gibi komutanlarla fütûhatı sürdürdü. Selçûklu kumandânları, Bizans?ın Türklere karşı kurduğu ?Ölmezler? adlı askerî birlikleri mağlûp ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074?te Sapanca çevresinde mağlûp ederek, 100.000?den fazla Türk?ü, İzmit?ten Üsküdâr?a kadar olan sâhaya yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleymân Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşgûldü. Fırât?ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa?ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya?da; Gümüştigin de Nizip, Âmid ve Urfa civârında Bizans kuvvetlerini mağlûp ettiler.
Artuk Bey, Sultân Melikşâh?ın emriyle Doğu harekâtını idâre etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havâlisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gâzi geçerek, Amasya ve civârını Karadeniz?e kadar aldı. Mengücük Gâzî, Şarkî Karahisâr, Erzincân ve Divriği havâlîsini; Ebü?l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzey-batı ve Batı harekâtını Süleymân Şâh idâre edip, Bizanslılarla mücâdele ve onların âsî kumandânlarıyla ittifâk yaptı. Bizanslılar, Balkanlar?daki iktidâr mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçûklulardan yardım istediler. Yardım talepleri Selçûkluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleymân Şâh, İznik?e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçûkluları Devletinin merkezi yaptı. Selçûklular, Anadolu?da sâhil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova?dan Üsküdâr?a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin?e elçilik hey?eti göndererek, Selçûkluların doğudan tazyîk edilmesini istediler. Ancak mürâcaatları netîcesiz kaldı.
Diyârbekir bölgesinin fethi için Selçûklu seferleri, Fahrüd-devle Cüheyr?in İsfehân?a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle berâber Diyârbekir?e doğru yola çıktı.
Fahrüd-devle?nin kumandânlığındaki birlikler, çevredeki Mârdîn, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdiler. Diyârbekir, Fahrüd-devle?nin oğlu Zaîmüd-devle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085?te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Mûsul?un fethine memûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteâkip Mûsul?a gelen Melikşâh, büyük bir merâsimle karşılandı. Mûsul emîrliğine Şerefüd-devle?yi ta?yîn etti.
Sultan Alparslan zamânından beri Sûriye ve daha güneye yürüyen meşhur Selçûklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamânında da sürdürdü. Uzun süre muhâsara ettiği Dimaşk?ı 1076 Martında Selçûklu topraklarına kattı. Dimaşk?ın alınmasından sonra, Cumâ hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultân Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçûklu Devletinin ?Fâtımî Devletinin ortadan kaldırılması? politikasına uygun olarak, Mısır?a doğru sefere devâm etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Sûriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine Melikşâh?ın kardeşi Tâcüd-devle Tutuş getirildi.
Sultân Melikşâh, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleymân Şâhın mücâdelesi üzerine 1086?da İsfehân?dan hareket ederek Sûriye?de âsâyîşi yeniden tesîs etti. Haleb vâlîliğini Aksungur?a, Urfa?yı Bozan?a, Antakya?yı da Yağısıyan?a verdi.
1087 senesinde Sultân Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz?e ulaştı. Böylece Uzak-doğudan Orta-doğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd?ı ziyâret etti. Halife Muktedî tarafından kendisine iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087?de ?Dünyâ hükümdârı? i?lân edildi.
Selçûkluların İslâma ve insanlığa hizmeti sâyesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmânlarını hızlı bir faâliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandânlar sûikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçûkluların meşhûr vezîri Nizâmül-mülk, Hasan Sabbâh?ın fedâîlerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultân Melikşâh Bağdâd?da zehirlenerek şehîd edildiler.
[Makâlemizin hacmi bu kadar olduğu için, konuyu burada bitiriyoruz.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimiŞeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyettede, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerekçeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2-Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ;“? Biz kendimize bir oğul bulduk”diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında,Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimiŞeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyettede, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerekçeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2-Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ;“? Biz kendimize bir oğul bulduk”diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında,Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 1
(27.03.2009 – 01 Rebîul-âhir 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Önce şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyesine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler. Osmânlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişâmlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, yirmi milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurduve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi.
Ma?lûm olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin ?Asr-ı Saâdet?i ve ?Hulefâ-i Râşidîn?devirlerinden sonra, Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslüman-TürkDevleti olan?Osmânlı Devleti?, XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hanedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Bilindiği gibi, Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkîl etmiştir.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet?i, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
Eski Devlet Arşivleri Genel Müdürü merhûm Prof. Dr. İsmet Miroğlu, bir makâlesinde, Osmânlı Devleti hakkında, yabancılardan bazı nakiller yapmaktadır:
F. Babinger şöyle der:?Pâdişâhın imparatorluğunda, herkes kendi hâlinde bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.?
F. Grenart fikirlerini şöyle ifâde eder:?Fethedilen memleketlerdeki Osmânlı idâresinin, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçemeyiz. Türkler, bu memleketlerin ahâlîsini dillerinde, dînlerinde hattâ bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamâmen serbest bırakıyorlardı??
F. Downey kanâatini şöyle özetler:?Birçok Hıristiyân, adâleti ağır ve karârsız olan Hıristiyân ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmânlı ülkesine gelip sığınıyordu.?
Leopold von Ranke de şöyle der:?XVI. asırda dünyâya hâkim olan dînlerden hangisinin siyâset bakımından en kuvvetlisi olduğu sorulduğunda, İslâm dînine üstünlük tanımakta tereddüt etmeyiz. Bu dîn, Türk fetihleri sâyesinde, XV. yüzyılda, o zamâna kadar temâsı olmayan yerlerde, Avrupa?nın göbeğinde etrâfa yayılmış bulunuyordu.?
Oskar Kolling?in şu görüşleri de kayda değer:?Bu eski hakîkati, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu?nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler, bize yeniden hâtırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hudûdunda, aynı hâdisât tekerrür etti. Fakat böyle bir mukâyese yapıldığı zaman, 16. asır Türk idârecilerinin, zavallı halkın hukûkunu korumak husûsundaki gayretleri önünde eğilmek arzûsunu duyarız.?
Yine aynı müellif şöyle der:?Bu vesîkalardan anlaşılıyor ki, Türk yöneticileri en buhrânlı zamânlarda bile, düşmânlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatâsına aslâ düşmek istememişlerdir. Avrupa?da sulh zamânında bile engizisyon mahkemeleri ve i?dâm sehpâları faâliyette bulunuyordu. Bilhâssa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca, halk, bütün malı ile beraber zulüm âleti hâline geldi. Bunlar, hiçbir vicdân azâbına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Kısacası Türk hükümdârları, gerçekten halkın hayâtı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesîka sûretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.?
Batılıların, Osmânlıları medheden buna benzer pekçok sözleri vardır.
OSMÂNLI DEVLETİNE VE SULTÂNLARINA DİL UZATANLAR
Ama böyle olmasına rağmen, son zamanlarda, bazı gazete ve televizyonlarda, şânlı Osmânlı Devleti?ne veşerefli ecdâdımız Osmânlılara, edepsizce ve hayâsızca dil uzatılmaktadır. Aslında, İslâmî kültürden uzak kalmış, Batı kültürüyle yetişmiş bulunan bu insanlardan tabîî ki başka bir şey beklemek mümkün değildir.
Hâlbuki, bu güzel memleketi, cânlarını fedâ ederek fetheden ve bizlere mîrâs bırakan o şerefli atalarımızdır. Bırakın ilim, irfân, idrâk, iz?ân sâhibi olmayı, sâdece insan olanlar bile, ?bir fincân acı kahvenin 40 yıl hâtırı?nı sayarlar.
[Yarın inşâallah bu önemli konuya devâm edelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 2
(28.03.2009-02 Rebiul-âhır1430 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türklerin ve müslümânların târihteki en büyük ve en uzun ömürlü devletine, bir asra yaklaşan bir zamândan beri, maalesef, sistemli bir şekilde ve haksız yere ağır ithâm ve iftirâlar yapılmaktadır.
Ecdâdımıza dil uzatan kişilere cevap mâhiyetinde, Türk basınında bazı yazılar yazılmaktadır. Biz de, hâdiseye kendi zâviyemizden bakarak, o şerefli ecdâdın torunları olarak,onlara hakâret edenkişileriniftirâlarına, bazı cevaplar vereceğiz. Sultânların kendileri de onlara ayrıca âhirette cevap vereceklerdir herhâlde.
Bazıları, Fâtih Sultân Mehmet, Yavuz Sultân Selîm ve Kânûnî Sultân Süleymân gibi dünyâ çapındaki sultânlar dışındaki pâdişâhlara, bazıları ise toptan bütün Osmânlı sultânlarına hakâret etmektedirler.Bir insanın, ecdâdı olan Osmânlı Sultânları hakkında, hakâret-âmiz cümleler söyliyebilmesi için, edep, terbiye, utanma duygusunu kaybetmiş, ayrıca târihten hiç haberi olmıyan zır câhil bir kişi olması lâzım.
Bazılarınca, Osmânlıların Türk halkını ezdiği iddiâ edilmektedir.Târihî hakîkatler, ancak bu kadar ters yüz edilebilir. Onlar, sâdece kendi halkının değil, müslim veyâ gayr-i müslim bütün mağdûr ve mazlûm insanların yanlarında olmuşlar, dünyâdaki bütün insanların haklarını bile savunmuş kimselerdir.
Yine bazılarınca, Osmânlı târihinin, medeniyete doğru-dürüst bir katkı sağlamadığı iddiâ edilmektedir.Hâlbuki, Osmânlılar, çok yüksek kültür ve medeniyet kurmuşlardır.
Ecdâdımıza dil uzatanlara, bu konuda birçok kitap tavsiye edebiliriz, ama lüzûm görmüyoruz; çünkü insâf ehli olmayan, hâdiselere adâletle, bî-taraf olarak bakamıyan kişilere, ne kadar delîl getirseniz, onlar kendi bâtıl fikirlerine uymıyan hak sözleri kabûl etmezler.
Hâlbuki târih, arşive dayanır. Bu sâhadaki vesîkalar yeni yeni elden geçirilirken, yapılan asılsız ithâmların elbette kıymetlerinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve istifâde etmek için gayret sarfetmektedirler. Arşivlerimiz, bunun için, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır.
Osmânlı Devleti?nden önce de Türk devletleri vardı, sonra da bir Türk devleti vardır; Türk devletinin sürekliliği esâstır. Devletleri idâre eden hânedânlar, âileler değişmekte, fakat devletler devâm etmektedir.
Dost-düşmân herkesin kabûl ettiği bir husûstur ki, Osmânlı Devleti, İslâmiyet?in emrettiği şekilde, farklı dîn ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir âhenk te?sîs etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık göstermiştir.
Endonezya?dan İspanya?ya, Kırım?dan Yemen?e kadar bütün müslümân milletlerin hâmîliğini yapan Osmânlılar, aynı zamânda, dâimâ mazlûmların yanlarında yer almışlar, feth ettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyân köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kimse kalmaz, kimi-kimsesi olmayan dul kadınlara o gün aş çıkar, giyecek ve barınak te?min edilirdi. Bu sebeple, atalarımız Osmânlı Türk?ünü, hıristiyân âlemi, dâima kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
?DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMÂNİYE?NİN KURULUŞU VE YÜKSELİŞİ
Ma?lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
Osmânlı Devleti ve sultânlarının da?vâları, kendi ta?bîrleri ile ?Nizâm-ı âlem? üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osmân Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95.000 kilometrekareye çıkardı. Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında devletini beş misli daha büyüterek 500.000 kilometrekareye yükseltti. Artık ?Aşîret?ten ?Beylik?e geçen ?Osmanlı Devleti?, ?İmparatorluk?a hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti: ?Bir aşîretten, Cihângîrâne bir devlet çıkarmak.? İlk on Osmânlı pâdişâhı, târihçilerce, dâhîlerden sayılmaktadır.
[İnşâallah, öbür hafta da, bu dâhî sultânlara temâs etmek istiyoruz.]
DÎNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN BÜYÜK ZARARLARI (07 Aralık 2007 – 27 Zil-ka”de 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizin hemen başında, dînler ve medeniyetler arası muhârebelerin büyük zararlarından bahsetmeden önce şunu ifâde etmek istiyorum:
Maalesef şu bir vâkıadır ki, tarih boyunca, hep îmânsızlar îmânlılara saldırmışlardır. Bu çarpışma, önceden harp vâsıtalarıyla, döğüşerek olduğu gibi, şimdi de neşir yoluyla, propaganda ile yapılmaktadır.
Tarihteki ?Saint Barthelmy Katliâmı? ve ?Haçlı Seferleri?, başlıkta zikrettiğimiz dinler arası mahârebelere; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
SAİNT BARTHELMY KATLİÂMI
Şimdi öncebirazcık ?Saint Barthelmy Katliâmı?ndan bahsedelim:
Bu katliâmda, ozamankiParis nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi öldürüldü. Şöyle ki,Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. [Bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sûreti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.]
Bu plana göre:
24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, mukaddes kabûl ettikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortalarında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asîlzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü bu manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
HAÇLI SEFERLERİ
Şimdi gelelim haçlı seferlerine:
Hemen belirtelim ki, îmânsızlar, târih boyunca, İslâmiyeti hem dışarıdan, hem de içeriden, çok çeşitli metotlarla yıkmaya çalışmışlardır. Kitaplı ve kitapsız kâfirlerin, plânlı olarak hazırladıkları uydurma kitapları, radyo, televizyon neşriyâtı ve sinema filmleri, maalesef insanların îmânları ve fikirleri üzerinde çok büyük tahrîbât yapmıştır.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan ?Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır. Asırlarca devâm eden 8 adetsavaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce müslüman kılıçtan geçirilip, hunharca öldürüldü, şehîd edildi; İslâm Devletleri?nin ma?mûr yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve her şey yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar [yarım asırdan fazla bir müddet], belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar; ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
BİRİNCİ VE İKİNCİ DÜNYÂ SAVAŞLARI
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altına alınan asker sayısı 42.700.000?dir. Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyona yakın insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl (1939-1945 yılları arasında) çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince, hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?,Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir.Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-1
(03 Mart 2006 ? 03 Safer el-Hayr 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bildiğiniz gibi, bir müddetten beri ısrarlı bir şekilde, Müslümanların en mukaddes değerlerine hakâret edilerek tahrîk edildiklerini görüyoruz.
Halbuki ma?lûmdur ki, iki araba çarpıştığında, her ikisinde de büyük hasarlar meydâna gelir.
Kezâ iki testi çarpışınca ikisi de kırılabilir; faraza biri biraz sağlam olsa ve kırılmasa bile, yine de biraz zarar görür.
Başlatılan yangın, bazan kontrol altına alınamıyabilir.
Meydana getirilen sel de, bazen kontroldan çıkabilir.
Isrârlı bir şekilde Müslümanların üzerine gelindiğine dâir misâller o kadar çok ki, saymakla bitmez. Bu yapılanları ma?kûl karşılamak mümkün değil.
Birkaç misâl verelim:
1-?Şeytân Âyetleri? adıyla bir kitap yazarak, Müslümanların mukaddes kitâbı ?Kur?ân-ı Kerîm?e hakâret ettiler.
2- Hatırlanacağı üzere, geçen sene, ABD”de yayımlanan ?Newsweek? dergisindeki bir haberde, Guantanamo”daki ABD askerlerinin Kur?ân-ı Kerîm?i, tuvalete attıkları iddiası yer almıştı. Bunun üzerine, Afganistan ve Endonezya”da baş gösteren protesto gösterileri ve çatışmalarda 16 kişi ölmüştü. Dergi, daha sonra özür dilemişti.
3- 19 Mayıs 2005 tarihinde ?habervitrini.com? isimli İnternet Sitesi?nde yer alan, ayrıca CNN TÜRK?te neşredilen bir habere göre:
ABD”de ?amazon.com? isimli İnternet Sitesi üzerinden, bir ?Mushaf-ı şerîf? satın alan Azzâ Basaruddîn adlı ABD”li Müslüman bir kadın, ?Kitâb?ın kapağı içinde ””Tüm Müslümanlara Ölüm”” yazısıyla karşılaştı.
Bunun üzerine, ABD”deki Müslüman Dernekleri, olayla ilgili olarak ?amazon.com?un, kamuoyu önünde, tüm Müslümanlardan özür dilemesini istemiş; olayı araştıran ve doğrulayan şirket, mezkûr kadının parasını iâde edip yeni bir Kur?ân ve hediye çeki göndermiş, kendisinden özür dilemiş, ayrıca kitapların paketlenmesi ve dağıtımından sorumlu kuruluşla ilgili de soruşturma başlatmıştı.
4- Meşhûr 11 Eylül hâdiselerinden sonra, Amerika Cumhurbaşkanı ?Haçlı Seferleri?nden bahsetti.
5- 17 Ağustos 2005?te bir Danimarka Radyosu (Radio Holger), Müslümanlara karşı şiddet kampanyası başlattı. [Hattâ bundan dolayı, Radyo?nun yayın lisansı, 3 aylığına elinden alındı; ama buna rağmen, Radyo yetkilileri, yayınlarını İnternet?ten sürdüreceklerini açıkladılar.]
6-30 Eylül 2005?te yine Danimarka?nın çok satan bir gazetesi (Jyllands-Posten), yoğun tepkilere sebep olan 12 çirkin karikatürü yayınladı.
7-01 Şubat 2006 tarihinde, muhafazakar Die Welt (Almanya), France Soir (Fransa), Volkskrank (Hollanda), Blick (İsviçre), La Stampa ve Corriere della Sera (İtalya) ve bazı İspanya gazeteleri, söz konusu karikatürleri tekrâr yayınladılar.
Bu gazetelerde, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, birçok mukaddes değerimize saldırdılar. Meselâ karikatürlere bakıldığında, Peygamberimizden başka, Kelime-i Tevhîd, Kur?ân-ı Kerîm, İslâm harfleri, sakal, sarık, tesettür ve benzerleriyle de alay edildiği görülecektir.
Bu durum karşısında, maalesef ilgili ülkelerin resmî yetkililerince, herhangi bir tedbir alınmadı ve Müslümanlardan da özür dilenmedi.
Artık bardağı taşıran bu olaylardan dolayı, bütün İslâm âleminde, karikatüristler, karikatürleri yayınlıyan gazetelerin sorumluları ve onların ülkelerinin yetkililerine karşı yoğun protestolar başladı, hattâ maalesef bazı yerlerde şiddet olayları da meydana geldi.
8- Ayrıca bu seviyesiz, bayağı karikatürleri tişörtlere de bastılar.
9- İtalya?da bir bakan, ?Papa?ya mürâcaat ederek tekrâr ?Haçlı Seferleri? başlatmasını istedi.
?NetGazete.com? adlı İnternet sitesinde, 08.02.2006 tarihinde çıkan bir habere göre:
Kuzey Birliği Partisi”nden İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, Papa 16. Benedict”i yeni bir “Haçlı Seferi” başlatmaya çağırdı.
Karikatür krizi ve Trabzon”da bir İtalyan rahibin öldürülmesini, “Durum çok vahim” şeklinde değerlendiren Bakan Calderoli, “Papa, 5. Pio ve 11. Innocenzo gibi mücadele etmeli” diyerek Haçlı Seferlerini başlatan papaları Benedict”e emsâl gösterdi.
Calderoli, “Durum çok vahim. Bugün bütün İtalyan vatandaşları, zavallı rahip gibi öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya. Müslüman halkta müthiş bir nefret var. Tedbîr almanın zamanı geldi. Bunu sadece güç kullanarak engelleyebiliriz” diye konuştu.
10-17 Şubat 2006 tarihinde gazetelerde çıkan haberlere göre, yineİtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, katıldığı TG1 haberlerinde, çirkin karikatürlerin basılı olduğu tişörtle televizyona çıktı.
Calderoli, ülkesinde bulunan Müslümanlara hakâret etti ve Berlusconi?ye de bir çağrıda bulundu: ?Hıristiyanlık değerlerine sahip çık, Hıristiyanlığı yaymaya çalış. İslam?ın yayılmasına izin verme? dedi.
Bu misâlleri çoğaltabiliriz.
Makalemizin sonunda ifâde edelim ki, biz, onların mukaddes değerlerine hakâret etmiyoruz. Onlar da bizim mukaddesâtımıza dil uzatmamalıdırlar. Müslümanları tahrîk ve provoke için uğraşmamalıdırlar. İnsanlık, medenîlik, insan haklarına saygı, hukûkî normlar da bunu gerektirmektedir.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-2
(04 Mart 2006 ? 04 Safer el-Hayr 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Papalığın teşvîkıyle, Hıristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı tertip ettikleri ve 1096-1270 yılları arasında devâm eden ?Haçlı Seferleri?ne, günümüzde bir Cumhurbaşkanı ile bir Bakan bazı atıflarda bulundular. Bu konu çok önemli olduğu için, üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.
Tarihteki ?Haçlı Seferleri? ve ?Saint Barthelmy Katliâmı?, dinler arası; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır.
Asırlarca devâm eden 8 adetsavaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce Müslüman kılıçtan geçirilip,hunharca öldürüldü; İslâm Devletleri?nin yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir.. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar, belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar. Ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
Şimdi gelelim ?Saint Barthelmy Katliamı?na:
Bu katliâmda, o zamanki Paris nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi katledildi. Şöyle ki,Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. Bu plana göre:24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, en mukaddes bildikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortasında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asilzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
Târihî konularda uzman, radyo ve televizyon programcısı, yazar, Em. Alb. İsmail Yağcı?nın da belirttiği gibi (15 Şubat 2006 tarihli Türkiye Gazetesi) bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sureti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altın alınan asker sayısı 42.700.000?dir.Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyon insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır. Harplerde ele geçenlerle kayıpları iyi mukâyese etmelidir.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince (1939-1945), hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?, Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur
MEDENİYET NEDİR? .Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation. Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir. Medîne, “şehir” demektir. Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.
İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.
Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “glatyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.
İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaşuyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.
Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleriVersay (Versailles) Sarayında bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.
Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân,îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.
İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”
İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahüteâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ınöğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.
Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi,asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’daGürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri,İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.
Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçokilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi,mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.
İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar,İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirettehuzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmîcebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.
Bugün de dînimizi iyi öğrenip, onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medineyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır. Yüce milletimizin bu konudaki târihî mirasından doğan tâlihi, hiçbir millette yoktur. * MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
Yeni Bir İslam Medeniyeti Tasavvuru İçin Ehl-i Sünnet Öğretilerini Yeniden Okumak
1. Durum Tespiti: Birçok alanda yeni krizlerle karşı karşıya olan insanlığı huzura kavuşturabilecek yeni bir medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor.
Dini ve metafizik değerlerden arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar üzerine kurulu Batı medeniyet anlayışının sosyo-politik alanda küreselleşmesiyle insan insanın kurdu haline geldi: Kitle katliamları yapılmaya; bireysel anlamda bencillik, hazcılık, faydacılık ve sefahat öncelenmeye başlandı.
2. Çözüm Önerisi:Hz. Muhammed sav gönderilen İslam, kapsayıcılık açısından önceki şeriatlerin hepsini içerir. İslâm, bu bağlamda, ahlaki ve sosyal bir düstur anlamında sadece bir din va’z etmekle kalmadı, aynı zamanda dünyanın bir kesiminin zihniyetlerini de değiştirdi. Kısa sürede kendine özgü ve özgün bir medeniyet oluşturdu. Bu nedenle Sasani, Grek/Bizans ve Çin-Hind medeniyetleri ile hesaplaşması ve kısa sürede kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet kurgusu oluşturmasının temelleri incelenmelidir. Geçmişte bunu yapmış olmak, yeniden yapılabilirliğinin de teminatıdır.
3. Yöntem: Yüzyıllarca farklı dil, ırk ve dini tasavvurlarla sahip insanlara esenlik ve barışı sağlayan İslam dini ve medeniyeti şimdilerde niçin yitik konumunda ve yeniden diriltmek için neler yapabiliriz? Yitik medeniyetimizin kuruluş kodlarını Atayurt ve Anayurt bağlamında yeniden keşfetmek ve güncel soru/n/lara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim ve felsefesi tasavvuru oluşturmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmak gerekir. Bu bağlamda Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” isimli projeyle Atayurt ve Anayurt irtibatının kültürel kodlarını araştırıyoruz. Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadi yapıyla oluşan resmi İslam tasavvurunu, halka ulaştıran içselleştirilmesini sağlayan Hoca Ahmet Yesevi’nin yol ve yöntemini yeniden okumayı öneriyoruz.
4. Önemi:Horasan erenleri de denilen Yesevi’nin talebeleri elinin emeği, gözünün nuru ile geçinen ve Atayurt’tan (İç Asya) kalkıp, Ön Asya (Anadolu) yürüyen, buraların yurtlandırılıp vatan kılınmasında öncülük yapmış alperenlerden oluşur. Bunların dilinde şiddet, öfke, kavga yoktur. Bunlarda tebliğ söz ile değil hal iledir. Eğer biz bu dili yeniden üretebilirsek, dünyaya yayılan İslam korkusu (Fobia)nın geçersizliğini de göstermiş olacağız.
I. İslam bilgi-bilim-felsefe ve medeniyet tasavvuru
Geçmişte diğer medeniyetlerle yüzleşip, kendimize ait özgün ve özgül bir medeniyet kurmuş olmamız, yeniden yapılabilirliğinin de teminatıdır. Yüzyıllarca farklı dil, ırk ve dini tasavvurlarla sahip insanlara esenlik ve barışı sağlayan İslam dini ve medeniyeti şimdilerde niçin yitik konumunda ve yeniden diriltmek için neler yapabiliriz? Madem insanın amacı dünyada mutluluğu (tahsilu’s-saada) elde etmektir; Yüce Mevla, Hz. Âdem’den itibaren insanlara dünyada refah, ahirette felahı sağlayacak ilkeleri, farklı zaman ve mekânlarda, farklı dillerde farklı uygulayıcılara (nebi/rasul) göndermiştir. Bu da ilk olarak Tanrı-Evren-İnsan ilişkilerinin nasıl olduğunun tabii/pozitif/ideal (b)ilimlerle açıklanmasını, sonra bu evrenin niçin yaratıldığı sorusuyla ilgili olarak ilahiyat ve medeni ilimler (fıkıh, kelam) ile cevabını aranmasından geçer. Diğer bir ifadeyle yitik medeniyetimizin kuruluş kodlarını yeniden keşfetmek ve güncel soru/n/lara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim ve felsefesi tasavvuru oluşturmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmak gerekir. Eğer yeni bir medeniyet anlayışı kurgulamak ve hayata geçirmek istiyorsak, öncelikle 17-19.yüzyıllara hâkim olan pozitivist "bilgi güçtür, güç de bilgidir" anlayışın tutarlılığını tahlil etmek gerekiyor ki, bu yazının amacının dışındadır.
Hz. Muhammed (as) indirilen mesajın kısa sürede kendine özgü ve özgün bir medeniyet teşekkülüyle hasıl olan yüksek kültürü biçimlendirmede oldukça etkin ve büyük ölçüde özerk entelektüel bir faaliyetin klasik kaynaklar bağlamında yeniden okunması gerekir.
Bu bağlamda İslam düşünce geleneğinin teşekkülünde önemli rol oynayan Kindi’nin Fi Aksam el-Ulum; felsefe tarihinde Aristoteles’ten sonraki “İkinci Muallim” sıfatını kazanan Ebu Nasr el-Farabi’nin İlimlerin Sayımı Hakkında Kitap isimli risaleleri nasıl yeni bir yöntem geliştireceğimize dair ipuçları verebilir. Daha sonraki alimlerde aynı yöntemle yani öncelikle Tanrı-evren ve insan münasebetlerini nasıl kurgulanacağına dair beşeri/ şeri ilim ve pozitif bilimlerin mahiyetini ve tasnifi yaparak çalışmalarına başlardı.
Gerek klasik kelam, gerekse felsefe kitaplarında ilk konunun bilgi ve bilginin elde edilmesi ve tasnifi, duyular, akıl ve haber-i mütevatir’in neliği konularıyla başlaması, İslam’ın kendine özgü bir “episteme”si, bir “paradigma”sı olduğunun göstergesidir. Müslüman filozoflar burhan yöntemini önceleyerek, cedel/diyalektik yöntemin farklı görüş/epistemeyi red, tekfir veya ötekileştirmeden kaçınırlar. Böylece reddedilen öğreti için “gerekli bir öteki” konumunu pekiştirme riskinden uzak durulur. Burhan yöntemi, zaruri olarak akli ve yakini bilgiye götürür.
Burada bir “episteme”nin diğeri üzerine mutlaklığı veya reddi, dışlanması değil, paradigmalar arası rekabeti öngören bir düşünce pazarı kurulmasını istediği için yanlışlıklara, aksaklıklara dikkat edilir ama Hak’tan yansımaları barındıran hususlarda ötekileştirilmez. Hatta Muhammedi yol ve yöntem, öncekilerin yöntemleri (şer’u men kablana) bağlamında Hz. Adem’den itibaren temel ilkelerin farklı zaman ve mekanlarda pratiğe aktarılma tarzlarını inceler, nasıl bilimsel modeller geliştirdiklerini bakar ve medeniyet(ler) kurulma süreçlerine dikkat eder. Dönemindeki kadim medeniyetler yüzleşmeden kasıt budur: Çünkü insanların; ne yaptığı, ne düşündüğü ve nasıl düşündüğü arasındaki farklara dikkat ederek, içinde yetiştiğimiz kültürün unsurlarının kavramsal bir tahlile tabii tutulması, bilişsel unsurlarının tahlili, bilgi-bilim ve değer ilişkisinin tespitinde büyük önem arz etmektedir.
Bu çerçevede, sosyo-politik bir canlı olarak insan, modern bilgi ve bilim anlayışında "modern" olanın ne olduğunu, bilimsel keşiflerin ve bulguların değerlerinde ne gibi değişiklikler ortaya çıkardığını araştırmaya başlamıştır. İslam dünyasında oryantalist sömürü sonrasında önemli oranda gerileme yaşanan bilgi, bilim ve felsefe alanında yeniden bir diriliş için S.Nakip el-Attas, İsmail Raci Faruki, Batılı tasavvurları ciddi bir eleştiriye tabii tutarak “Bilginin İslamileştirilmesi” üzerinde çalışmaya başladılar. Bu projede yaşanılan aksaklıklara da dikkat ederek bir İslam bilim tasavvuru geliştirilmesi üzerinde duran S.Hüseyin Nasr ve gelenekselci akım paradigması oluşmaya başladı. Batılı moderniteye ciddi eleştiriler yönelten Fazlur Rahman farklı çözüm önerilerini gündeme getirdi.
II. Yeni Bir İslam Medeniyeti Tasavvuru İçin Atayurt ve Anayurt Birikimini Okumak
11 Eylül 2001 aslında yeni yüzyıl başlangıç tarihidir. Küresel güçler, enerji üretim ve arz merkezlerine, demokrasi insan hakları vb gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya başladı. Irak’tan başlayarak (bir zamanlar ipek yolunun güney hattı olan) Afganistan ve Pakistan bölgesine kadar alanda “sürekli bir istikrarsızlık” durumu oluşturuldu. Arap Baharı adıyla başlayan operasyonlarla Ortadoğu bir kangölüne dönüştü. Önceden “Medeniyetler Arası Savaş” ve “Tarihin Sonu” tezleriyle İslam dünyasına yönelik müdahalelerin alt yapını oluşturmakta kullanıldı.Şimdi Müslümanlar Şii-Selefi ayrımı adı altında bir medeniyet içi çatışmaya süreklenmek üzere. Bu çatışma halinin dışında kalabilmenin yolu Türkiyeli Müslümanlar için Atayurt ve Anayurt birikimini yani Hanefi fıkhı ve özgür iradenin simgesi olan Maturidi akaidini yeniden okumakla mümkün olabilir. Ehli Sünnet’in önemli akımının hal dili olan Ahmet Yesevi ile gönüllere hitap etmesini güncellememiz gerekir.
Bunun felsefi boyutunu ise Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinde yaptığı gibi, Tanrı-Evren ve İnsan ilişkisini açıkladığı gibi bir sunumla yeni bir medeniyet tasavvuru oluşturabiliriz. “Batı felsefesi Platon’a düşünelen dipnotlar” denilir, biz de Muallim-i Sani Farabi’in Tanrı’nın evreni niçin yarattığını, insanın varoluş anlamını ilahiyat bağlamında müzakere etmeye başlayabiliriz. Ardından bu tasavvurun nasıl hayata geçirileceğiyle medeni ilimler (siyaset/fıkıh ve kelam) ilgilenir. Farabi’in ve diğer Müslüman filozofların ahlak ilmini siyaset ilmi ile birlikte “medeni ilimler” kısmına dâhil etmesi, günümüz siyasal sorunlarına dair etik problemlere çözüm önerileri üretmede etkili olabilir. Atayurt ve Anayurt merkezli yeni bir medeniyet tasavvurunun müspet/doğa bilimleri bölümünü ise Biruni merkezli bir yöntem ile yeniden üretilebilir.
“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” diye özelleştirdiğimiz bu medeniyet tasavvuru oluşturma projemizin yerli/milli güncel şahsiyetleri olarak Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu ve Erol Güngür gibi alimlerimizin yöntemlerini inceliyoruz. Özellikle Nurettin Topcu’un Batı materyalist ve pozitivist öğretisinin etkinliğini Bergson’un sezgi felsefesi ve Blondel’in aksiyon felsefesinden hareketle temellendirmesini önemsiyoruz. Topcu’nun Abdülaziz Bekkine ile de dini/milli/yerli kurguyu yaptığını düşündüğümüz zaman bu medeniyet tasavvurunun hal dili olan Yesevi yöntem de güncellenmiş olacaktır.
SONUÇ: Dini-ahlaki ilkelerin temel hedefi; insanlara huzurlu, mutlu, (maddi ve manevi-sosyal açıdan) müreffeh bir ortam sağlamayı hedefler. Döneminde kısa sürede kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturup hayata geçiren Hz. Muhammed (sav) yol ve yöntemini “yaşayan sünnet” haline getirmesi, sonra bunu yitirmemiz, yeniden bul(a)mayacağımız anlamına gelmez. İslam dünyasının içinde yaşadığı sosyo-ekonomik tarihini iyi incelediğimiz zaman Hanefi fıkhı, Maturidi Akaidi, Ahmet Yesevi’nin hal diliyle manevi/tinsel ilimlerle Evrenin ve insanın niçin yaratıldığı; Biruni gibi alimlerin yöntemleriyle de pozitif ilimlerle evrenin dilinin mahiyetini, Farabi gibi alimlerin yaptığı gibi erdemli/medeni bir yönetimin (ahlak/fıkıh/kelam) tarzını yeniden ortaya koyabilecek yeni bir medeniyet tasavvuru oluşturabiliriz. Böylece dünyada mutluluğun elde edilmesi mümkün olacaktır, bunu elde edebilen birisi, ahrette saadetu’l-kusva’ya zaten erişecektir.
XXXXXXXXXXXXX
Osmanlı Devleti’nde Vakıflar
Osmanlı Devleti’nde Vakıflar
(M. Kemal ve avenesinin neden Vakıfları tarumar ettiklerini merak edenlerin, bu yazıyı mutlaka okumalarını tavsiye ederiz)
Osmanlı Vakıf seneti
***
Vakıf müessesesi, asırlarca Islam devletlerinde büyük önem kazanmış, sosyal ve iktisadi hayat üzerinde derin tesirler bırakmış dini-hukuki bir müessesedir. Bütün Türk-Islam devletlerinde adeta bir yarış halinde gelişen vakıflar, bilhassa Osmanlı Devleti’nde tekamülünün zirvesine ulaşmış ve Islam hukukunun en zengin ve etkili müesseselerinden biri, hatta birincisi haline gelmiştir.[1] Zira dini ve sosyal hizmetlerin görülmesinin yanısıra, fethedilen ülkelerde Türk kültürünün yerleştirilmesi, ordunun teçhiz edilmesi, donanmaya yardım, öğrenci yurtları tesisi, Orta Asya’daki Türklerle münasebet sağlanması gibi hususlarda da önemli bir yer kazanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin daha kuruluşundan itibaren başlayan ve devletin siyasi ve mali kudretinin artmasiyle orantılı olarak gelişen vakıflar iki kısımda ele alınabilir.[2]
Bunlardan birincisi “aynıyla intifa olunan”, yani bizzat kendisinden yararlanılan vakıflardır. Bu tür vakıflara “müessesat-ı hayriyye” adı verilmekteydi. Bu gurup içerisine camiler, mescidler, medreseler, mektepler, imaretler, kervansaraylar, zaviyeler, hastahaneler, kütüphaneler, sebiller ve mezarlıklar girmektedir.
Ikinci kısım ise “aynıyla intifa olunmayan”, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden bina, arazi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır ki, bunlara Osmanlılarda “asl-ı vakf” ismi verilmiştir. Birbirini tamamlayan bu iki tür vakfın bilhassa Osmanlılarda büyük bir gelişme içine girdiği görülür. Nitekim 1540 senelerinde yalnız Anadolu Eyaleti’nde bu şekilde vakıf yoluyla 45 imaret, 342 cami, 1055 mescid, 110 medrese, 626 zaviye ve hankah, 154 muallimhane, bir kalenderhane, bir mevlevihane, 2 darulhuffaz, 75 büyük han ve kervansaray işletilmekte, 121 müderris, 3756 hatib, imam ve müezzin ile 3299 şeyh, şeyhzade, kayyum, talebe veya mütevelliye maaş verilmekte idi.[3]
Yine Kastamonu, Alanya, Teke, Hamid ve Karahisar-ı Sahip sancaklarından meydana gelen Anadolu Eyaleti’nde 1530-1540 seneleri arasında toplam 79.784.960 akça olan gelirin % 17’si, yani 13.641.684 akçası vakıfların geliri olarak görülmektedir.[4] Bulgaristan’da ise 3339 Türk vakfı bulunduğu ve bunlardan 2356’sinin cami ve mescid, 142’sinin medrese, 273’ünün mektep, 174’ünün tekke ve zaviye, 42’sinin imaret, 24’ünün köprü, 16’sinin kervansaray, diğerlerinin de hamam, türbe, çeşme, sebil, kütüphane gibi hayır eserleri olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır.[5] 18. asırda ise bugünkü Türkiye sınırları içinde, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nden tesbit edilebildiğine göe 6000 vakıf bulunmaktaydı.[6]
Türk-Islam kültürünün gelişmesinde çok önemli olan vakıflar, bunun yanısıra hayat şartları bakımından insanlar arasında büyük ölçüde sosyal adaletin sağlanması ve farklılıkların kaldırılması açısından da mühim bir role sahiptir. Ayrıca bugün belediyelerin görevleri arasında bulunan hizmetler, vakıflarca gerçekleştirilmiştir. Bunların başında şehirlerin su ihtiyacının karşılanması gelmektedir. Bunun için su bendleri, su kuyuları, çeşme ve sebiller vs. yaptırılmıştır. Yine, sokakların aydınlatılması, temizlenmesi ve şehirlerin güzelleştirilmesini gaye edinen vakıflar bulunduğu gibi, yol, köprü, konak yerleri tesisi için de vakıflar kurulmuştur. Bilhassa Osmanlı Devleti’nin sosyal refah düzeyini en iyi biçimde bize gösteren imaret sistemi, vakıf müesseselerinin en dikkate değer olanıdır. Zira bunlar, çevrelerinde yer alan külliyelerle, Türklerin imar hususunda olduğu kadar, ilim, sanat, sosyal yardım ve dini müesseseler yapmaktaki maharetlerini ve üstünlüklerini bütün dünyaya göstermiştir.[7] Bu tesislerde vakıf hizmetlerine, mektep ve medrese talebelerine, tekke ve zaviye dervişlerine, fakirlere, yolculara vs. ye, vaziyete göre üç öğüne kadar yemek verilirdi. Yalnız yirmi imaretin bulunduğu Istanbul’da günde sayıları binlerle ifade edilen pekçok kişinin yemek yediği göz önüne alınırsa, ehemmiyetleri hakkında bir fikir sahibi olunabilir.
Müslüman olsun, müslüman olmasın bütün insanlığa tahsis edilmiş hastahanelerde (bîmarhane, darüşşifa) ise, bedeni ve ruhi hastalıkların tedavisi yapılmaktaydı. Yine fakir, vergilerini ödeyemeyecek kişiler için kurulmuş “Avarız Vakıfları” da Osmanlı sosyal hayatının güzel bir nümunesidir. Dolayısiyle vakıflar, beledî ve sosyal hizmetlerin halka en iyi şekilde götürüldüğü, köy ve kasabaların kurulması ve fethedilen yerlerde kültürümüzün benimsenmesinde oynadığı rol bakımından vazgeçilmez bir müessesedir.[8]
**********
KAYNAKLAR:
[1] Islam dünyasında vakıf müessesesinin önemi hakkında bakınız; Fuat Köprülü, Vakıf müessesesinin hukuki mahiyeti ve tarihi tekamülü, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, cild 2, sayfa 1 – 32.
Ayrıca bakınız; Şakir Berki, Imparatorluk ve Cumhuriyet Vakıf Hukukunda Vakıf Şartları, Vakıflar Dergisi, cild 10, sayfa 73 – 77.
[3] Ö. L Barkan – E. H. Ayverdi, 953 (1546) tarihli Istanbul Vakıfları Tahrir Defteri, Istanbul 1970, sayfa 17.
Ayrıca bakınız; Ö. L. Barkan, Edirne ve Civarındaki Bazı Imaret Tesislerinin Yıllık Muhasebe Bilançoları, Belgeler, sayı 2, Ankara 1969, sayfa 236, 237.
[4] Ö. L. Barkan, Edirne ve Civarındaki Bazı Imaret Tesislerinin Yıllık Muhasebe Bilançoları, Belgeler, sayı 2, Ankara 1969, sayfa 236.
[5] Bahaeddin Yediyıldız, Türk Kültür Sistemi içinde Vakfın yeri, Türk Kültürü, sayı 281, Ankara 1986, sayfa 539.
[7] Yusuf Halaçoğlu, 14. – 17 Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara 1991, sayfa 143, 144.
[8] O. L. Barkan, Osmanlı Imparatorluğu’nda Bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak Vakıflar ve temlikler, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, cild 2, sayfa 354 ve devamı.
**********
İslam Toplumunda Vakıf Kültürünün Doğuşu
Prof.Dr. Beşir Gözübenli
2
Giriş
İslâm kültürüyle özdeşleşmiş bir kavram olan vakıf, yüce insani değerlerin ürünü olarak geliştirilip, geçmişten günümüze, orijinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden hayatiyetini sürdüren müstesna kurumlardan biridir.
Bu kurum, insanlardaki, özellikle İslâm'ın onlara kazandırdığı, dünyevî hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapma, yardımlaşma, her türlü hayır işleme istekleri ve her alandaki güzel davranma duygularının tecessüm etmiş şeklidir. Bir başka ifadeyle, çok yüce duygularla geliştirilmiş müstesna bir kurum olan vakıf, erdemli insanların ulvî, nezih duygu ve düşüncelerinin pratik hayata yansıyan bir ürünüdür.
Vakıf kurumunun hem teorik yönden gelişmesinde ve hem de toplumda benimsenip, revaç bularak yaygınlaşmasında, Müslümanların büyük katkıları sebebiyle, bu kurum, köken itibariyle İslâm kültürünün bir ürünü gibi değerlendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, vakıf kurumu, İslâm kültürüyle âdeta özdeşleşmiş bir kurumdur.
İslâm'dan önce de semavî dinlerin etkileriyle, çeşitli kültürlerde fazlaca yaygın olmasa da vakfı andıran kurumların bulunduğu bilinmektedir. Zira, İslâm'dan önceki semavî dinlerde de, insanlardaki yardımlaşma duyguları başta olmak üzere, tüm canlılara faydalı olma istek ve duygularının gelişmesine yönelik esaslar mevcuttu. Ancak bugünkü anlamdaki vakıf, (özellikle hukuki statüsü ve bu hukuki statünün sonucu olarak ulaşılan hizmet yelpazesinin zenginliği açısından), hemen hemen bütünüyle İslâm kültürünün ürünüdür. Vakıf kurumunun gelişmesine Müslüman bilim adamlarının yaptıkları emsalsiz katkıları, Batılı sosyal bilimciler de tereddütsüz kabul etmektedir.
İnsanların hayır ve güzelliklerde yarışma adına nasıl bir seviyeye ulaştıklarının veya ulaşabileceklerinin, ne ölçüde nezih ve ulvî duygularla bezenebileceklerinin net bir şekilde görülebilmesi için, vakıf kurumunun İslâm kültüründeki gelişme seyri orijinal bir örnektir. Özellikle, vakıfların 16. asır Osmanlı coğrafyasında icra ettiği fonksiyonlar dikkatlice incelendiğinde, Kur'ân referanslı yüce değerlerle bezenmiş insanların, günümüz sosyal siyasetçilerince hayranlıkla araştırılan son derece orijinal hizmet yöntemleri geliştirdikleri, toplumun farklı kesimlerinde çoğu kere hiç fark edilmemiş, ya da yeterince önemi kavranmamış nice hizmet alanları keşfettikleri görülecektir.
Esasen vakıf, Müslüman'ın hayat tarzının şekillenmesindeki temel değerler ile, bu değerlerin hayata geçirilmesi adına oluşan sosyal normların, dünya görüşünün pratiğe dökülmesi kapsamında, hem kamu sektöründen, hem de özel sektörden farklı bir anlayışla ve nevi şahsına münhasır bir statüde geliştirilmiş kurumdur.
Vakıf kurumunun gördüğü fonksiyonları, vakıf malların hukuki statüsünü, vakıfların yönetiminden sorumlu konumda bulunan kimselerin riâyet ve itina göstermek zorunda oldukları hukukî ve ahlâkî esasları ana hatlarıyla ele alacağımız araştırmamızın birinci bölümünü teşkil eden bu çalışmada, öncelikle vakfa hayat veren (sosyal) değerlerin kaynakları üzerinde durulacaktır. Ancak, vakıf kurumuna hayat veren bu değerlerin özellikle Kur'ânî boyutunun daha iyi ortaya konulabilmesi için, vahyin başlangıcındaki sosyal çevre (özellikle iktisadi ticari hayat) ile, yine bu çerçevede, Kur'ân'ın ilk muhataplarının o günkü sahip oldukları sosyal değerler hakkında bazı bilgiler verilmesi yararlı olacaktır.
İslâm'dan Önceki Yıllarda Hicaz Bölgesinde Sosyal Hayata Kısa Bir Bakış
Peygamberimiz'in (s.a.s.) doğup büyüdüğü Mekke şehri ve civarı, asırlardan beri yoğun ticarî faaliyetlere sahne olan, birçok mahallî ve uluslar arası ticaret fuarlarıyla şöhret bulmuş bir yerdi. Halkın temel geçim kaynağı ticaret idi. Arazi yapısının da ziraata pek elverişli olmaması sebebiyle, çiftçilik kültürü fazlaca gelişmemişti. Ayrıca Mekke şehri, Hz. İbrahim (a.s.) döneminden beri, (iktisadî açıdan) inanç turizmi diye nitelendirilebilecek, ticarî hayatı yakından ilgilendiren hareketliliklere de sahne olmaktaydı. Medine ve civarında ise, halkın temel geçim kaynağı ziraat olup, burada ticaret ikinci planda kalmıştı.
Modern kitle iletişim hizmetlerinin bulunmadığı, ulaşım ve haberleşmenin çöl şartlarında geleneksel ilkel usullerle yapıldığı bir dönemde, birbiri ardınca fuarların açıldığı Mekke ve çevresinde yerli yabancı (neredeyse) herkesin ana gündemini ticari faaliyetlerin oluşturması ve dünya hayatını âdeta ticariiktisadi faaliyet olarak görmesi garip karşılanmamalıdır.
Böyle bir sosyal çevrede pratikte ekonomik yönü bulunmayan davranış kalıpları ve değer yargılarının önemini kaybetmeye başlaması da beklenen bir durumdur. Toplum, semavî dinlerin mesajlarındaki insanî değerlerin tesirinden ve yönlendiriciliğinden uzaklaştıkça insanlardaki mal kazanma hırsının gemlenmesi ve sosyal hayatta acımasız davranışların engellenmesi, daha da zorlaşır. İnsanî değerlerle bezenmemiş fertlerin, tüm kabiliyetlerini dünyalık mal kazanmak için ticarî hayatta her şeye rağmen başarılı olmaya yönlendirmesi ve hayatlarının acımasızca mal kazanma yarışından ibaret hale gelmesi tabiî bir durumdur.
Sosyal bir vakıa olarak, o dönemde tüm toplumlarda mevcut olan kölelik kurumu da, insani değerlerin yozlaşması, insanlık dışı davranışların normal görülmesi konusunda önemli ölçüde etkili oluyordu. Zira, kölelere karşı davranışları insani değerler çerçevesinde düzenleyen müeyyideler bulunmayınca, toplumda yaygın olarak insanlık dışı davranışlara maruz kalan kölelerin durumu, o toplumda, özellikle yeni yetişen neslin değer yargılarının, kölelere karşı sergilenen bu kötü (insanlık dışı) davranışların normal görülebileceği yönünde şekillenmesine etken oluyordu.
Kölelerin insanlık dışı diye nitelendirilebilecek hayat şartlarının, toplumda tabiî görülmesi, sırf maddi çıkar elde edebilmek için, hür insanların bile sıkıntıya girmelerine sebep olacak davranışların da normal görülmesine zemin hazırlıyordu. Böyle bir sosyal çevrede, bazıları aşırı derecede zengin olurken, bazılarının açlıktan ölecek seviyede sefaletle yüz yüze kalmaları, hatta sırf kazanç sağlamak için, sahipleri tarafından fuhşa zorlanan cariyelerin hali bile, kamu vicdanını fazlaca zorlamıyordu.
Bu olumsuz tablolar sadece Hicaz bölgesine has değildi. O günkü Roma, Sasani ve daha başkaları gibi, farklı kültürlere sahip toplumlar da, aynı, hattâ daha da kötü durumdaydı. Konuyla ilgili bir fikir vermesi açısından, Roma toplumunda kölelere reva görülen insanlık dışı davranışlar bir yana, borcunu ödeyemeyen hür insanların bile zincire vurulması ve alacaklıları tarafından nice insanlık dışı davranışlara maruz bırakılmaları, dahası, bütün bu muamelelerin hukuken meşru görülmesinin hatırlanması yeterli olacaktır.
Borçlulara yapılan muamele, onlara kötü davranmakla da kalmıyordu. Alacaklıların, vadesinde ödenemeyen borçlara tefecilik boyutunda faiz eklemeleri normal bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Hattâ, eklenen faizlerden dolayı, borçlunun tüm mal varlığını kaybetmesi, zaman zaman yakınlarını bile rehin olarak alacaklılara bırakmak zorunda kalması, ya da eklenen faizlerden dolayı ödeyemediği borçlarının karşılığı olarak köle pazarlarında satılması, sık rastlanan vakalardandı. Bu şekilde, üzerine faiz binmiş borç yüzünden sıkıntıya düşen insanların büyük çoğunluğunun, bu borçları temel (zaruri) ihtiyaçlarını karşılamak için aldıkları ve bu tür olayların yaygınlığı nazara alındığında, toplumdaki değer yargılarının durumu hakkında daha net bir fikir sahibi olabiliriz.
Evet, sözünü ettiğimiz muamele ve davranışların, İslâm öncesi toplumlarda normal görülmesi, bundan da öte, o toplumlardaki değer yargılarının bunlara göre oluşması, meselenin asıl vahim tarafını teşkil ediyordu. Zira, bir toplumda kötülüğün vaki olmasından ziyade, kötülüğün kötülük olarak değerlendirilmemesi esas tehlikedir.
Kur'ân, ilk inen âyetlerinden itibaren, o günkü insanlarda ve toplumlarda artık hastalık halini almış bulunan kötülükleri giderme üzerinde yoğunlaşmış ve ferdlerin yüce insanî değerlerle bezenip, bütün değer yargılarının da bu yönde şekillenmesine öncelik vermiştir.
Vakıf Kurumunun Hayat Kaynağı Olan Değerlerin Benimsenme Süreci
Kur'ân, önce Allah ve Âhiret inancını kalblerde yerleştirme ve namazı mü'minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirme üzerinde durmuş, ayrıca, toplumdaki ahlâkî problemlere dikkat çekmiş ve bir yandan ferdleri ahlâkî zaaflardan arındırırken, bir yandan da onları en yüce insanî değerlerle bezeme ve böyle ferdlerden oluşan bir fazilet toplumu meydana getirme yoluna gitmiştir. Bunun ise, belli bir zamana vâbeste olduğu açıktır.
Bu zaman içinde, ilk inen âyetlerde sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya ters tutum ve davranışlar nazara verilir ve bunlar, zihinlerde ve kalblerde etki bırakacak şekilde kınanırken, hangi din ve milletten olursa olsun açların doyurulması, aç ve açıkta kalan herkese (yetimler, köleler, esirler vs.) yardım elinin uzatılması ise, örnek davranışlar olarak öne çıkarılıyordu. Bu hususlar, farklı âyetlerde farklı üsluplarla ve zaman zaman kıssalar eşliğinde vurgulanıyor, tabir yerindeyse, farklı frekanslardan uyarılar yapılarak, her bir karakter ve haleti ruhiyeye hitap ediliyordu. Meselâ, zor durumda olan kimselere yardım etmeme yollarını araştıran mal (bahçe) sahiplerinin karşılaştıkları felâketlere dair ibretli olaylar naklediliyor; âcilen yardıma muhtaç kimselere yardım eli uzatmama; açları ve fakirleri doyurmama, yetime ikramda bulunmama ve hastalık halini almış mal sevgisi yeriliyor, bu sıfatlara sahip olanlar farklı âyetlerde farklı ifadelerle kınanarak, söz konusu davranışlardan kurtulmaları gerektiği doğrudan veya dolaylı olarak hatırlatılıyordu.
Toplumda muhtaç durumda olanlara yardım duygularının filizlenip gelişebilmesi için, bazı âyetlerde ise, Cennet'i kazandıracak örnek davranış şekilleri anlatılıp, insanlar Cennet'e heveslendiriliyordu. Bu çerçevede Cennet ehliyle ilgili anlatımlarda, onların Kur'ânî değerlerle bezenmiş hasletlerine özellikle dikkat çekiliyordu. Nitekim, onların sosyal yardımlaşma noktasında yetim, miskin ve esiri (hiçbir ayrım gözetmeksizin) doyurma şeklindeki davranışlarından bahsederken, kendilerinin ileri seviyedeki ihtiyaçlarına rağmen, bunu, hem de sadece Allah rızası için yaptıkları, doyurdukları kimselerden de bir karşılık, hattâ bir teşekkür bile beklemedikleri nakledilerek, bu kabil davranışlar örnek gösterilip, insanlar böyle davranışlara özendiriliyordu. (İnsan, 76/89)
Söz konusu âyetlerde özellikle iki husus ayrıca bir öneme sahiptir. Birincisi, bu insanların yetim, miskin ve esiri doyururken, kendilerinin şiddetle ihtiyacı olduğu gıda maddelerinden ikram edip, mevcut az bir gıdayı paylaşmak; ikincisi ise, esirlere karşı sergilenen insani davranışın boyutu. İnsanlık, kişinin kendisinin şiddetle ihtiyacı olduğu az bir gıda maddesini elindeki esirle paylaşması anlayışına ne zaman ulaşabilecek, Kur'ân'da Müslümanların hayat tarzlarını belirleyen değerler arasında sayılan bu değerin, insan haklarının uluslararası boyutunu ilgilendiren gaye değerler arasına gireceği zamanı görecek midir?
Bu konudaki âyetlerin pratik hayata aksettirilmesi sadedinde, Peygamberimizin (s.a.s.), Müslüman'ın sorumluluğu altındaki (işçi, köle, esir gibi) kimseleri, kişinin kendi kardeşi gibi nitelendirip, bu anlayışın gereği olarak, onlara, kendi hayat standartları seviyesinde (yediğinden yedirmesi, giydiğinden giydirmesi...gibi davranışlarla) imkânlar sağlamasının Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair hadisleri (Buharî, Itk, 15) ile, bu konulardaki bizzat örnek davranışları da, batıda sanayi devriminden çok sonra büyük mücadeleler sonucunda oluşan sosyal devlet anlayışının gereği olarak, çalışma barışını (işçinin korunmasını) sağlamak üzere geliştirilen iş hukuku açısından, önemle vurgulanması gereken hususlar arasındadır. Özellikle, konuyla ilgili âyetler paralelinde, Peygamberimizin (s.a.s.) bu konudaki örnek davranış ve uygulamaları, günümüzde insanın sosyal ve ekonomik hakları açısından ütopya gibi değerlendirilebilecek yüce insani değerlerin, tarihin belli bir kesitinde pratik hayata aktarılıp, pozitif hukukta yer aldığı ve uygulandığını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Burada sadece bir kısmını zikrettiğimiz, sosyal hayatın tanzimini sağlayacak değerlerin kaynağını teşkil eden âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) ortaya koyduğu örnek davranışlar, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, toplumda kimsenin açlık ve sefaletle yüz yüze kalmaması anlayışının, İslâm toplumunun karakteristik özelliklerinden birisi olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca konuyla ilgili âyetlerde, toplumdaki yardıma muhtaç kimselere yapılması gereken yardımların, varlıklı kimselerin bu insanlara bir lütfu olarak değil, bunların hakkı olarak tanımlanması da, bu alanlarla ilgilenen sosyal bilimcilerce önemle dikkate alınması gereken bir husustur. (İsra, 17/26; Zariyat, 51/19; Mearic, 70/2425)
Kur'ânı Kerim'de, sıklıkla tekrarlanan rızkı verenin ve dağıtanın Allah olduğu vurgusu (Bakara, 2/212; En'am, 6/151; Nur, 24/38, vs.); dünya hayatının geçici oluşu ve insanın öbür dünya için hazırlık yapması gerektiği, bunun için de kişinin gerek ferdî, gerekse sosyal hayatında dosdoğru ve tertemiz yaşamasının temel şart olduğu; kesinlikle helâl ve temiz kazanca yönelmek gerektiği (Bakara, 2/168; Nisa, 4/29; Maide, 5/88); öbür dünyadaki hesap esnasında durumu iç açıcı olmayan kimselerin, karşılaşacakları sıkıntılardan kurtulabilmeleri için, dünya dolusu her şeyi bir kat fazlasıyla feda etseler de bir işe yaramayacağı (Âli İmran, 3/91; Maide, 5/36; Yunus, 10/54) vb. konulardaki bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı olarak hüküm bildiren âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) her konudaki örnek davranışları, müminlerin Allah'ın mesajındaki sosyal değerleri benimseyip hazmetmeleri ve hayatlarına temel ilke yapmaları sürecinde, önemli etkiler uyandırıyordu. Ayrıca, gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatın düzenlenmesinde esas olan dinî değerler kapsamında, mü'minlerin dürüst, samimi ve güvenilir olmaları, ahde ve akde vefaya hassasiyet göstermeleri (Maide, 5/1; İsra, 17/34), konuşurken gereksiz yere yemin ederek Allah'ın adını dünyalık işlere âlet etmemeleri, dolayısıyla bu kapsamda, dinî değerlerin ticarî hayatta çıkar vesilesi olarak kullanılması gibi samimiyetsiz davranışlardan kaçınmalarına dair âyetler (Nahl, 16/91; Bakara, 2/224) ile, bu ve benzeri konulardaki Peygamberimizin (s.a.s.) örnek davranışları, mü'minleri, yüce insanî değerlerle bezeyerek, onları önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak duruma getirmişti.
Burada önemle vurgulanması gereken bir husus da, İslâm Dini'nin hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili getirdiği değerlerin, sistematik bir bütünlük arz etmesidir. Bu değerler ile, bunlara dayandırılan esaslar, kendi aralarında bir âhenk ve bütünlük içerisinde, birbirini destekleyici fonksiyonlar icra etmektedir. Meselâ, helâl ve temiz kazanca yönelme, ticarî hayatta ölçü ve tartıya riâyet, kul hakkından kaçınılması gibi evrensel ölçüdeki değerlerin toplumda yerleşebilmesi için, Kur'ânı Kerim, bunlarla ilgili doğrudan emirler vermenin yanında, önceki kavimlere dair kıssaları naklederken, bu hususlara riâyet etmeyenlerin karşılaştıkları veya karşılaşacakları acıklı durumları dikkatlere sunmakta ve mü'minleri hassasiyetle uyarmaktadır (En'am, 6/152; A'raf, 7/85; Hud, 11/8485; İsra, 17/35, vs.). Ayrıca, kul hakkının af kapsamında bulunmadığı hususunun, Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmesi (Tirmizi, Cenaiz,1078, 1079; İbn Mace, 2413) yanında, Peygamberimizin (s.a.s.) imkânı olduğu hâlde borcunu ödemeyenlerin (Buharî, Havale, 3; Müslim, Feraiz, 1619) ve devlet malından bir şeyler aşıranların (Muvatta, Cihad, 13; Ebu Davud, Cihad, 133) cenaze namazlarını kılmaması, müminler arasında derin etkiler uyandırıyordu.1 Bu ve benzeri uygulamalar, hukuk normlarının yanında dinî ve ahlâkî normların, sosyal kontrol mekanizması olarak o toplumda ne ölçüde etkili olduğu konusunda bir fikir vermektedir. Kur'ân'ın ve Peygamberimizin sünnetinin, hayatın her alanında 20 yılı aşkın bir süre toplumu mükemmele yönlendirdiği düşünüldüğünde, neticede o toplumun geldiği merhâle, daha isabetli olarak tahmin edilebilir.
Artık mü'minler, insandaki teşebbüs kabiliyetlerini ve insani değerleri dumura uğratıp öldüren ve yaygın olarak bulunması hâlinde, öncelikle bu işlere bulaşanlar başta olmak üzere, tüm toplumun insanî değerler açısından ölümü demek olan durumlarla karşılaşmasına sebebiyet veren kumar, rüşvet, faiz gibi gayrı meşru kazançlar ile, her türlü haksız kazanç yollarını kesinlikle terk etmeleri gerektiğini, sadece karşılıklı rızaya dayanan meşru ticaret yollarıyla kazanç sağlamaya yönelebileceklerini, konuyla ilgili açık hüküm bildiren âyetlerden (Bakara, 2/188, 275280; Nisa, 4/29; Maide, 5/9091) ve Peygamberimizin sözlerinden öğrenmişlerdi.
Kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına bulaşanlar hakkındaki bazı âyet ve hadislerde yer alan ağır ve tehdit edici ifadeler (şeytan çarpmış gibi haşrolma vb.), o günkü toplumun bu tür kazançları tiksintiyle karşılayabilecek bir seviyeye geldiğinin göstergesi olsa gerektir. Ayrıca, bu âyet ve hadisler, dünya ve ahiret dengesini iyi kurabilen, yüce insani değerlerle bezenmiş kâmil bir mümin olabilmek için kişinin, kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına tevessül etmek bir tarafa, bu tür kazançlardan tiksinti duyup, iğrenecek bir ruhi olgunluğa ulaşmasının gerektiğini de göstermektedir.
Allah'ın mesajındaki sosyal değerlerin müminlerce benimsenip hayata hayat yapılması sürecinde sağlanan başarıyı göstermesi açısından, faiz (riba) yasağı somut bir örnektir.
Konuyla ilgili âyet ve hadisler dikkatlice incelendiğinde, insanın sırf dünyalık kazanç hırsıyla, ihtiyaç içinde kıvranan kimselere verdiği kredileri nemalandırma isteğinin, zecri tedbirlerle kaldırılması yerine, toplumun belli bir süreç içerisinde Allah'ın mesajındaki yüce insani değerlerle bezenmesi sonucu bu ve benzeri davranışların kamu vicdanında tiksinti uyandıracak şekilde karşılanıp, dolayısıyla da, o toplumda tutunamayacağı için, kendiliğinden kalkmasının hedeflendiği anlaşılıyor. Bunun gerçekleşmesi için de, toplumun, İslâm'ın getirdiği değerleri gereği gibi benimsemesi gerekiyordu. İşte faiz yasağıyla ilgili âyetlerin, bu terbiye sürecinin en sonlarında gelmesi, faizciliğin o günkü toplumda çok boyutlu ve de yaygın bir sosyal problem olmasıyla da doğrudan irtibatlı olsa gerektir.
Bu sürecin ilk adımını ya da genel anlamdaki alt yapısını, zorda kalan veya ihtiyacı olanlara dünyevi bir karşılık beklemeksizin, sırf Allah rızası için yardım etmenin Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair, yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz âyetler ve Peygamberimizin (s) örnek davranışları oluşturmaktadır. Doğrudan faiz (riba) konusuyla ilgili ise, Kur'ân'da Mekke döneminde nazil olan Rum sûresindeki (39) bir âyettir. Bu âyette, malını artırmak için yapılan faizli işlemler sonucu sağlanan artışın Allah katında artmayacağı, sırf Allah rızasını gözeterek zekat verenlerin ise, sevabının katlanarak artacağı ifade edilmektedir. Görülüyor ki, henüz Mekke döneminde, faizciliğin kötü bir şey olduğu, bundan uzak kalınıp, zaruri ihtiyaçları için borç isteyenlere zekat vermek gerektiği konusunda müminler yönlendirilmektedir.
Nisa sûresindeki (161) âyette ise, Yahudilerin faiz yemeleri ve benzeri gayrı meşru işlemlere başvurmaları gibi zulüm sayılan davranışlar sebebiyle cezalandırıldıkları ifade edilerek, Müslümanların faizi terk etmeleri dolaylı olarak öğütlenmektedir.
Ali İmran sûresi (130) ve Bakara sûresinde (275 280) ise, maliticari hayatla ilgili esaslar açıklanırken, faizin yasaklandığı ve borçlanmalarda hangi şeylerin faiz (riba) kapsamına girdiği, eskiden verilmiş faizler ve devam eden borçların durumuna açıklık getirilmektedir. Ancak Bakara sûresinde, faiz yasağı konusunda son derece önemli bir terbiye safhası dikkat çekmektedir. Bu çerçevede faiz yasağının kapsamı ve gayrı meşru olduğuna dair âyetlerde konuyla ilgili nihai esaslar açıklanırken (eski ve yeni borçlar vs.), toplumun artık faiz yasağını içine sindirebilecek bir seviyeye getirildiği anlaşılıyor. Zira sırf dünyalık mal kazanmak uğruna, ihtiyaç içinde kıvranan insanların karşılaşabilecekleri sıkıntılı durumları hiç dikkate almayan, hattâ birileri sıkıntıya düşse de, daha yüksek oranda faizli borç versem diye beklenti içine giren tüccarların bulunduğu bir toplumda faizin bir daha tutunamayacağı bir sosyal zemin oluşması beklenerek, epeyce uzun sayılabilecek bir terbiye ve eğitim sürecinden sonra bu âyetler gelmiştir.
Faiz âyetlerinin zaman olarak en son gelen âyetlerden olması bir tarafa, Bakara sûresindeki bu âyetlerin yerlerinin belirlenmesi de, bu sürecin bir sonucu olsa gerektir. Zira, diğer sûrelerdeki sırf Allah rızası için yapılan (zekat, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb.) harcamalarla ilgili âyetlere ek olarak, Bakara sûresinde de, başından itibaren bu konularda çok sayıda âyet bulunmakla birlikte, faiz yasağı konusundaki âyetlerden önce, yine aynı konularla ilgili peşi peşine 14 âyetin (yaklaşık üç sayfa) yer alması (Bakara, 2/261274), bu değerlerin tam olarak benimsenip hazmedilmesi adına çok önemli bir zihni hazırlık süreci olarak dikkat çekmektedir
Bu âyetlerde öncelikle, Allah yolunda mallarını infak edenlerin sevaplarının, verilen malın yüzlerce katı kadar olacağı belirtiliyor. Sonra ise, Allah yolunda mal harcayanların dikkat etmeleri gereken davranışlarla ilgili (nezaket ve nezahet konularında), Müslümanlar eğitiliyor. Burada malını sadaka olarak veren kimselerin, Allah rızası dışında başka beklentilerinin olmaması gerektiği, aksi taktirde sadakanın sevabı olmayıp boşa gideceği, farklı açılardan, farklı kültür ve seciyelere sahip insanların dikkatini çekebilecek şekilde, bazı inceliklere de yer verilerek, uzun uzun anlatılıyor. Bu çerçevede, hiçbir şekilde sadakayı başa kakmamak gerektiği, gösterişten kesinlikle uzak kalınmasına dikkat edilmesi, gerçek ihtiyaç sahiplerinin tespit edilerek, yapılan harcamanın yerine ulaşmasına özen gösterilmesi, sadakaların açıktan verilebileceği gibi gizlice de verilebileceği, ancak gizli verilmesinin daha hayırlı olduğu net ifadelerle açıklanıyor. Bütün bunlardan sonra, mallarını gece veya gündüz, açıktan veya gizlice verenlerin Allah katında karşılıklarını görecekleri tekrar vurgulanıyor.
Konuyla ilgili âyetlerde, sadaka verirken insanların hiçbir şeklide rencide edilmemesi, yardım edilenleri küçük düşürücü her türlü söz ve davranıştan kesinlikle ve hassasiyetle uzak kalınması hususunda, müminler sıkça uyarılıyor. Özellikle bu husustaki nezaket ve nezahet esaslarının dayandığı değerler ve bu değerlere göre şekillenmesi gereken davranış standartları, böyle bir süreçten geçilmeden, o günkü toplumlarda hayat bulamazdı. Toplumun bu değerleri hazmetmeleri için zaruri olan bu süreç başarıyla tamamlanmıştı. Yani bu safhada mü'minler, faiz gibi bir illetten insanlığı kurtarabilmek için, kesin ve nihai hükümleri hakkıyla hazmedebilecek durumda idiler. Zira artık, değil ki muhtaç kimselere verilen kredilerden faiz almak, onlara karşılıksız yardım yapabilecek ruh zenginliği kazanmışlardı. İşte, bu safhada konuyla ilgili gelen âyetlerde, faizin öbür dünyada ağır ve aşağılayıcı bir cezası olduğu ifade edilip, derhâl ve kesinlikle terk edilmesi emredilerek, müminler dünyevi kazanç için, tek alternatif olarak helal kazanca, öbür dünyayı ilgilendiren kazanç yönüyle ise, sadakaya yönlendiriliyorlardı.
Esasen Kur'ân'da, Mekke döneminden itibaren müminler faizin alternatifi olarak, zaten devamlı şekilde sadakaya (zekât dahil) yönlendiriliyorlardı. Konuyla ilgili Medine'de inen âyetlerde ise (Bakara, 2/275280; Âli İmran, 3/130), faizin yasak olduğu, faiz eklenerek geri almak üzere önceden verilen borçlar geri alınırken faizinin bırakılıp, sadece anaparanın alınacağı net bir şekilde belirtildikten sonra, şayet borçlu mali darlık içinde bulunuyorsa (ilk etapta ana parayı da ödeyemeyecekse), anaparayı ödeyebilmesi için, ona kolay gelebilecek bir ödeme planı tanınması öngörülmektedir. Âyetin devamında ise, ihtiyaç içinde olduğu için faizli kredi alan ve içinde bulunduğu mali kriz sebebiyle anaparayı bile ödemekte güçlük çeken bu insanlara, anaparanın bile bağışlanmasının (tasadduk) daha hayırlı olacağı bildirilip, insanların yaptıkları iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı tekrar vurgulanmaktadır. (Bakara, 2/280)
Bu âyetler geldiğinde, daha önceden riba almak üzere kredi verenlerin tamamı ribayı bırakmışlar, bir kısmı sadece anaparayı belli bir ödeme planı çerçevesinde geri alırken, bir kısmı anaparayı da borçluya bağışlamıştır.
Görülüyor ki bu insanlar, borç verirken, borçlunun kanını emercesine bir tavırla riba alacağı beklentisinde iken, Kur'ân'ın terbiyesi sonrası, değil riba almak, anaparayı bile sadaka olarak darda kalan borçluya bağışlayabilecek seviyede insani değerlere sahip olmuşlar ve bu değerleri gereği gibi benimseyip hazmetmişlerdi.
Bu insanların İslâm'dan önceki hâlleriyle, Müslüman olduktan sonraki hâllerinin kıyaslanamayacak ölçüde farklılık arz ettiğini görüyoruz. Bu dönem, insana sırf insan olduğu için değer verme anlayışının tarihin hiçbir döneminde ulaşılamayacak ölçüde özümsenip, hazmedildiği bir zaman dilimi idi. Mekke döneminde nazil olup, aç ve açıkta kalanlara yardıma çağıran âyetler, muhataplar tarafından tam anlamıyla idrak edilip, hayat tarzları bu yönde şekillenmişti.
Hangi din ve milletten olursa olsun, hiç bir ayrım yapılmaksızın, kölelere gayri insani davranışlar sona ermiş, önceden sıkıntı içinde yaşayan kölelerin tamamına yakını, sırf kazanılan bu sosyal değerlerin motive ettiği insanların mali destekleriyle azad edilmişti. Mevcut statüsü devam eden kölelerle ilgili olarak da, "köleleriniz sizin kardeşlerinizdir..." (Buharî, Itk, 15) anlayışı, temel bir düstur olarak toplum tarafından benimsenmişti. Neticede, kölelik kurumu tümüyle kaldırılmamakla birlikte, çok kısa bir süre içerisinde kendiliğinden kalkacak hukuki ve ahlâki esaslar getirilmişti. Ancak, sonraki dönemlerde kölelik milletlerarası seviyede devam ettiği ve İslâm'ın bu konuda getirdiği düsturlar âlemşümul çapta hayata geçirilemediği için, kölelik kurumu kalkmamakla birlikte, İslâm toplumlarında kölelere insanlık dışı davranışlar büyük ölçüde son bulmuştur.
Hangi dinden olursa olsun, toplumdaki miskin, fakir, yolda kalanlar başta olmak üzere, sosyal güvenliğe muhtaç herkese, sırf insan olmaları hasebiyle, ekonomik ve sosyal haklar verilmesi anlayışı, Müslümanların dünya hayatını düzenleyen temel sosyal düsturlar arasına girmiştir.
Burada önemle vurgulanacak bir husus da şudur: Batı kültüründe insanlara tanınan sosyal ve ekonomik haklar, menşei ve özü itibariyle, insana sırf insan olması hasebiyle değer vermekten kaynaklanmış değildir. Sosyal güvenlik hakları başta olmak üzere, Batı'da işçi sınıfına tanınan ekonomik hakların saiki ve menşei, açlık ve sefaletle yüz yüze olan insanların taşkınlık ve tahriplerini önlemekti. Yani, işin özünü yine zenginlerin ekonomik üstünlük ve çıkarlarının korunması teşkil ediyordu. Bu bakımdan, insan haklarıyla ilgili teorilerdeki, "insanın sırf insan olması hasebiyle sahip olduğu hak ve hürriyetler" kaydının, ne kadar gerçekçi olduğunun bir daha düşünülmesinin gereği ortadadır.
Zekâtın Dışındaki Sadaka ve Harcamalar
Zekâtın farzıyeti kesinlik kazanıp, mü'minler mallarının çeşidine göre, belirli oranlarda zekâtı gönül rahatlığıyla verebilecek seviyeye getirildiklerinde, zekâtla birlikte diğer sadaka, infak ve Allah'a karzı hasen vermek gibi emir ve tavsiyeleri ihtiva eden âyetler de nâzil olmaya devam etmiştir. Bu âyetler, bir bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde, farz olan zekâtın, şartları uygun Müslümanların asgari ödemek zorunda oldukları mükellefiyet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Medine döneminde nazil olan âyetlerin bazılarında (Bakara, 2/77; Müzzemmil, 73/20), (tek âyet içinde) hem zekât mükellefiyeti ve hem de diğer sadakaları vermek, kâmil mü'minlerin vasıfları arasında zikredilmektedir.
Esasen, Kur'ânı Kerim'deki sadaka, zekât, infak, Allah'a karzı hasen vermek vb. sırf Allah'ın rızasını sağlamak için yapılan harcamalara dair teşvikler yanında, ideal seviyede mü'minlerin vasıflarına ulaşabilmek için, sıradan malları değil, insanın hoşuna giden değerli malları Allah yolunda harcayabilecek duruma gelmeyi ifade eden âyetler de, konumuzla ilgili olarak dikkate alınması gereken âyetlerdir. (Bakara, 2/245; Âli İmran, 3/92; Maide, 5/12, vs.) Bu âyetler Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde kendi aralarında sınıflandırılarak dikkatlice incelendiğinde, İslâm'ın değerler sisteminde, farz olan zekatın dışında, farklı kategorilerde ve derecelerde, farklı fonksiyonlar icra eden ve dolayısıyla da farklı dini hükümlere sahip sadaka (ve infak) çeşitlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Konuyla ilgili mezkûr âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) uygulamaları ve tavsiyelerindeki temel değerleri iyi kavrayıp, hayat felsefesi hâline getiren mü'minler, bu değerleri pratik hayata aksettirme konusunda, önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak konumlara geldiler. Nitekim, Ceyşu'lUsre'nin (Tebük Savaşı) techizi konusunda, neredeyse tüm sahabinin, özellikle de Hz. Osman'ın (r.a.) tavrı, akıllara durgunluk verebilecek boyuttadır. Zira, Ceyşu'lUsre teçhiz edilirken, karşılığını Allah'ın Cennet'te kat kat katlayarak vereceği açıklandığında, sahabiler arasında, adeta bir yarış başlamıştı. Çünkü sahabiler, Allah yolunda mal vermeyi, Allah'ın öbür dünyada karşılığını kat kat katlayarak vermeyi taahhüt ettiği, "Allah'a karzı hasen vermek" olarak görüyorlardı. (İbn Arabî, 1:230231) Bu, aynı zamanda, "hayırda yarışmak" (Bakara, 2/148; Âli İmran, 3/114) âyetinin bir pratiği idi.
Aynı şekilde, Mescidi Nebevi'nin genişletilmesi ihtiyacını Peygamberimiz (s.a.s.) dile getirdiğinde, sahabilerin tavrı yine aynı paraleldedir. Nitekim, Mescidi Nebevi, Müslümanlara dar gelmeye başladığında, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Kim filan oğullarına ait (bitişikte bulunan) arsayı, Cennet'teki karşılığı mukabilinde alıp, Mescid'i genişletir?" buyurduğunda, Hz. Osman bu araziyi yüklü bir bedelle satın alıp, Mescid'in genişletilmesine tahsis etmiştir. (Buharî, Vesâyâ, 33; Tirmizî, 3704)
Medine'deki Rume kuyusunun satın alınmasıyla ilgili örnek de, yine aynı anlayışı teyit etmektedir. Kaynaklarda bu konuda yer alan bilgilere göre, Peygamberimiz (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiğinde, bu şehirde üstün vasıflı içme suyu kaynağı olarak sadece Rume kuyusu bulunmaktaydı. Bir rivâyete göre, bu su kaynağı, Gifar oğullarından bir Yahudi'ye ait bir pınar olup, sahipleri bu suyu kaplarla para mukabili kırbası bir dirhem fiyatla satıyorlardı. Kuyunun suyu ise çok fazla değildi. Hz. Peygamber (s.a.s.), üstün vasıflı bir su olan bu kaynağın sahibinden satın alınıp, suyunun çoğalması için yeniden kazdırılıp, ücretsiz olarak içilmesinin sağlanmasını istiyordu. Bunun üzerine, "Kim Rume kuyusunu satın alıp yeniden ıslah ederek insanların hizmetine sunarsa, onun için bu işin karşılığında Cennet vardır." buyurmuştu. (Aynî, 14/72; Miras, 8/237241) Bunun üzerine, Hz. Osman (r.a.), 35.000 dinar (bir rivâyette ise 25.000 dirhem) vererek, bu su kaynağını sahibinden alıp, tüm insanların yararına sunmuştu. (a.y.)
Kısaca, mü'minlerin tavırlarından, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb. konular başta olmak üzere, özellikle çeşitli sıkıntıları aşmak için Allah yolunda harcama yapmaya teşvik eden âyet ve hadisler karşısında da, karşılığını öbür dünyada almak üzere Allah'a borç vermenin tadını tatmış olmanın hazzı içerisinde bir yarış havası yaşadıkları anlaşılıyor.
Gerek burada zikredilen örnekler, gerekse bunların dışındaki, Peygamberimizin (s.a.s.) pek çok hadisleri ve örnek davranışları ile, bu yöndeki sahabi uygulamaları, konumuzla ilgili yeterli bir fikir vermektedir.
Vakıf Kavramının Doğuşu
Zekâtın nasıl, hangi mallarda, ne ölçüde verileceği belli olduğu için, mü'minler zekâtlarını verirken, bunu en iyi nasıl değerlendireceklerine dair Peygamberimize (s.a.s.) fazlaca bir şey sormuyorlardı. Ancak, zekâtın dışındaki sadaka ve infakların en iyi nasıl değerlendirileceği konusunda, Peygamberimizden (s.a.s.) örnek modeller, tabir caizse, mali olarak öbür dünyaya yapılacak yatırımların en kârlısının hangisi olduğunu ve nasıl yapılacağını öğrenmek istiyorlardı. İktisadi faaliyetlerde en garantili ve yüksek kazanç sağlayacak alternatiflerin araştırılmasında olduğu gibi, sahabiler de, âhirete yapılacak yatırımlar konusunda, en verimli yolları araştırmaya başlamışlardı. Meselâ, Hz. Ömer (r.a.), Hayber arazisinden kendisine düşen ganimet malını görünce, o zamana kadar o ölçüde değerli bir mala sahip olmadığını ifade ile, Kur'ân'ın sevdiğimiz malları infak etmedikçe ideal bir mümin olunamayacağı ifadesini dikkate alarak, bu malını Allah yolunda infak etmek ister ve bunun için en verimli infak şeklini Hz. Peygamberden (s.a.s.) sorar. Peygamberimiz (s.a.s.), gönül rahatlığı içinde tasadduk etmek gerektiğinin ötesinde, bir de tasadduk modeli tavsiye buyurur. Hz. Ömer'e (r.a.) yapılan bu tavsiye, İslâm vakıf hukukuna temel teşkil eden hukuki esasları havidir.
Peygamberimizin tavsiyesi, bahçenin (malın) aslı ile meyvesinin (menfaatlerinin) farklı kategoriye konularak tasadduk edilmesi noktasında idi. Yani, malın aslının (aynının) özel mülkiyete konu olamayacak bir hukuki konumda tutulması, meyvesinin (menfaatlerinin) ise tasadduk edilmesi tavsiye ediliyordu (Habbisi'lasla ve sebbili'ssemerete) (Şafiî, 4/54). Hâdiseyle ilgili diğer rivayetlerde, malın aslı ile ilgili hukuki statü izah edilmekte, onun aslının alınmaz, satılmaz, hibe edilmez ve miras bırakılmaz bir şekilde tasadduk edilmesi tavsiye buyurulmaktadır. (Buharî, Vesâyâ, 28; Hamidullah, 9698)
Bu tasadduk şekliyle, gayrı menkul bir mal sadaka olarak verilirken, malın devamlı şekilde menfaat verecek bir hukuki statüye kavuşturulması hedeflenmektedir. Örneğimizde, söz konusu bahçe dünya durdukça bahçe olarak kalacak, dolayısıyla meyvesi de, sadaka olarak insanların hizmetine sunulmaya devam edecek, tabir yerinde ise, suyu kesilmeyen hayır çeşmesi konumuna getirilecektir.
Peygamberimizin (s.a.s.) hadislerinde bu anlamda kullanılan "habs" kelimesi, zamanla yerini yine aynı anlamı ifade eden "vakf" terimine bırakmıştır. İlk dönemlerde, her iki kavram da kullanılmakla birlikte, zamanla vakıf kelimesi şöhret buldu ve yaygınlaştı. Müslümanların zihninde vakıf anlayışının (kaynağı kurumayan hayır çeşmesi) netleşmesinde ve Müslümanları bu konuda motive etmesinde, Peygamberimizin (s.a.s.), "İnsanoğlu öldüğünde, üç durum hariç ameli (sevap kaynağı) kesilir: sadakai cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlat" hadisi (Müslim, 1631; Tirmizî, 1367) özel bir fonksiyon icra etmiştir.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakıf kurma konusundaki teşvikleri ve örnek davranışı, sahabiler üzerinde çok büyük etkiler uyandırmıştı. Hattâ kaynaklarda yer alan bilgilere göre, sahabinin mali durumu müsait olanlarının hemen hemen tamamı, kendisinden sonra geride vakıf bırakmaya özel gayret göstermişlerdi. Sonraki dönemlerde de vakfa karşı bu ilgi artarak devam etmiştir.
Sonraki dönemlerde, vakfın Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmasının pek çok sebepleri arasından iki temel sebep özellikle dikkat çekmektedir.
Birincisi, vakfın, Kur'ânı Kerim'deki hayır ve iyilik yapmakla ilgili âyetlerin ruhuna uygun bir müessese oluşudur. Zira Kur'ânı Kerim'de, pek çok âyetteki tavsiye edilen yardımlaşma esasları incelendiğinde, yardım alanların rencide edilmemeleri gerektiğinin önemle vurgulandığı görülmektedir. Kur'ânı Kerim'de yardım edenlerden sâdır olabilecek tavır ve davranışlarla, yardım edilen kimselerin onurlarının incinmemesine özen gösterilmesi öğütlenmekte ve bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda bazı davranış modelleri de ortaya konmaktadır.
İşte vakıf müessesesi, yardımların, bizzat yardım eden insanın elinden değil, bir tüzel kişilik aracılığıyla muhtaç kimselere ulaştırıldığı bir kurum olması dolayısıyla, insan haysiyetine ve de Kur'ân'daki yardımlaşma ruhuna uygun görülmüş ve bundan dolayı Müslüman toplumlarda benimsenmiştir.
Vakfın Müslüman toplumlarca benimsenmesinin ikinci önemli sebebi ise, vakıf malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışıdır.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakfa esas teşkil eden tavsiyelerinde, malın özel mülkiyete konu olamayacak şekilde tasadduk edilmesi belirtilmektedir. Müslüman âlimler, hadislerdeki bu ve benzeri tavsiyeleri dikkate alarak, vakfın dokunulmazlığını ve aynı zamanda da devamlılığını sağlamak üzere, vakfedilen malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışını formüle etmişlerdir. Müslüman âlimlerce geliştirilen bu anlayış sonucu, vakıf mallar özel bir statü kazanmıştır. Vakıf malın bu özel statüsü, vakıf mallardan sorumlu olan yetkililere ve bu mallardan faydalanacak kimselere, bazı ek sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumluluklardan başlıcaları, vakfiye şartına uygun davranmak; vakfın gayesine uygun olarak hizmetlerin devam etmesi için gerekenleri yapmak; her ne sûretle olursa olsun, vakfın zararına olabilecek işlemlerden ve davranışlardan uzak durmak şeklindedir.
Vakıf malının bu özel statüsü gereği, toplum, vakıf malına ayrı bir değer vermiş ve hassasiyet göstermiştir. Hatta bu hassasiyet, vakıf malın özel mallardan daha öncelikli olarak korunup kollanması anlayışının yerleşmesini sağlamıştır.
Vakıf, toplumda kendine has manevi bir ağırlığa sahip olduğu ve özel mülkiyete konu olamaması sebebiyle, istismar endişesinden de uzak olduğu için, herkes tarafından güvenle bakılan bir müessesedir. Bu yönüyle de, insanlar üzerinde, vakfın özelliklerini taşımayan diğer kurumların sahip olamadığı ve de
olamayacağı etkilere sahiptir.
Esasen vakıf kültürümüzde oluşan anlayışa göre, kişi vakıf malını kendi özel malından daha iyi korumak zorundadır. Bu anlayışa göre, vakıf malı, vakfın yetkililerinin (mütevelli nazır) elinde emanettir veya emanet hükmündedir. Yetim malı ve devlet malında olduğu gibi, vakfın idarecileri, hiçbir şekilde vakıf malının zararına olabilecek bir işlem yapamazlar. Aksi takdirde, emanete hıyanet etmiş sayılırlar ve vakıf malında sebebiyet verdikleri zararları da tazmin etmeleri gerekir. (Akgündüz, 224 vd.)
Bu anlayışa paralel olarak, Türk toplum yapısında, vakıf malını, yetim malını ve devlet malını haksız yere yiyen kimselerin, dünyada da âhirette de iflah olamayacağı anlayışı yerleşmiştir. Devlet malı başta olmak üzere, yetim malı ve vakıf malı konusundaki bu anlayış, Türk toplumunda yüzyılların birikimiyle oluşan en güçlü ve etkili oto kontrol mekanizmalarından birisidir.
Esasen, vakıf hakkında bu yüce anlayışın yerleşmesinde, vakıf mallarında toplumun her kesiminin hakkı olduğu telakkisinin yanı sıra, vakıf kültürümüzdeki vakfiyelerde, (vakfın kuruluş şartlarına riayet etmeyenlere karşı) yer alan bedduaların da özel psikolojik etkisi göz ardı edilemez. Bu vakfiyelerin bir kısmı, aynı zamanda son derece orijinal edebi eserler olarak, edebiyat kültürümüzde de önemli bir yere sahiptir. Toplumsal değerlerimizin özümsenip yerleşmesinde ve gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılmasında, atalarımızın bizlere miras bıraktığı tarihi eserlerimiz üzerindeki bazı motif ve kitabelerin de, önemli paya sahip olduğunun gözden uzak tutulmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Toplumun bu konudaki değer yargılarına göre, haiz olduğu manevi ağırlığı yanında, müsadere ve yağmalamaya karşı da bir nevi dokunulmazlığa sahip olduğu için, her devirde insanların vakfa duydukları güven artarak devam edegelmektedir.
Vakıf kurumu, bu ve benzeri sebeplerle Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmış ve İslâm tarihinde ilk dönemlerden itibaren, vakıf kurma konusunda Müslümanlar arsında âdeta bir yarış başlamıştı.
Sonraki dönemlerde, insanlar, kendilerinden asırlarca önce kurulan vakıfların kuruluş gayesi doğrultusunda dimdik ayakta durarak hizmet verdiğini görüp, sahip olduğu manevi ağırlığıyla, her türlü istismar endişesinden uzak, hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olması düşünülemeyen bir masuniyet edası içinde, ebedi olarak da hizmet vereceğini düşünerek, bu kuruma daha da fazla güven duymuşlardır. Bu güven duygusu da, onlarda ulvî dinîmillî gayelerle hizmet etme yarışındaki duygu ve arzularını güçlendirerek mevcut vakıflara, birçokları öncekilerden farklı sahada olmak üzere yenilerinin eklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Hadis Kaynakları Dışındaki Kaynaklar
1) Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988. 2) Aynî, Bedreddin, Umdetü'l-Kârî, Beyrut- (ts). 3)Hamidullah, Muhammad, el-Vesaiku's-Siyasiyye, Beyrut 1985. 4) İbn Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, Beyrut 1987. 5) Miras, Kâmil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1974. 6) Şafiî, İmam Muhammed ibn İdris, el-Ümm.
1-7 Aralık vakıflar haftası olarak ayrılmıştır. Daha önceki 365 gün ve gece hizmet gören vakıfları anma günleridir. Bizde bir şeyi unutturulmak isteniyorsa, belirli gün veya hafta ayırıp bazı kurum ve kuruluşlara havale ediliveriyor. Bazı günlere sıkıştırılıyor, işte gün ayırdık, hafta ayırdık yetmiyor mu ? deniliyor. Bugüne kadar sahip çıkmadığımız “Benimdir” demediğimiz her şey elimizden avucumuzdan çıkıp gitmiştir. Geçmişin tarihi mirasına […]
Dünya kurulalıdan bu yana gelmiş geçmiş her milletin inancından, milli kültüründen, hayat ve dünya görüşünden doğan milli bir ahlakı olmuştur. Şimdiye kadar tarihe sermaye olan milletler ahlaki bozuklukları nedeniyle yok olmuş, bugün varlığını devam ettiren milletler de ahlaklarının sağlamlığı sebebiyle ayakta kalmışlardır. Türkler, tarihin akışı içerisinde sağlam inanç ve kültür kaynaklarından oluşan güzel ahlaklarıyla, tarih boyunca yaşama imkanı bulmuşlar, devletleri […]
Müslüman olmadan önce Türkler, çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunlardan Şamanizm, Türklerin ilk dini olmuştur. Şamanizm, tek tanrı inancının hakim olduğu bir dindir. Türklerin kendi dinlerini kabul etmesini çok isteyen diğer dinlerin temsilcileri, çok uğraştıkları halde kendi dinlerini Türklere kabul ettirememişlerdi. Bir defasında diğer dinlerin temsilcilerini dinledikten sonra Mengü Han : “Biz sadece bir tek Tanrının varlığına, Onun sayesinde yaşadığımıza ve […]
Cihan hakimiyeti ideali, bir ırkın veya bir milletin dünyaya hakim olma ve bütün insanları kendi dünya görüşü ve kendi sosyal yapısından doğan kültür ve idealleri ile yönetme esasına dayanır. Bu esasa göre, bütün insanlık tek bir millet olacak ve bu milleti cihan tahtına oturmuş bir devlet idare edecektir. Cihan hakimiyeti idealinin dünya tarihinde canlı örneklerini Komünizmde, Yahudilik’te ve Türklerin ideallerinde […]
Türkler, tarih boyunca uzun ömürlü devletler kurmuş, kıt’alara hükmetmiş ve bir çok millet idare etmiştir. İnsanlara adaletle idare etme görevinin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, inandığı idealleri her gittiği yere götürmüş ve zulmü kaldırarak adaleti hakim kılmıştır. Böylece onların özlediği huzuru ve güveni sağlayarak gönlünü kazanmışlardır. Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle der : “Atalarım Türk ülkesini öylesine sıkı tuttular, […]
İslam, Cahiliye devri adetlerini ve insanların başına korkunç felaketler giren her türlü davranışı yasaklayarak insanlar için huzur ve mutluluk olmuştur. İslam; insana olduğu kadar onun hak ve hürriyetlerine de büyük önem vermiş ve insanlık şerefi için temek kaynak olmuştur. İnsanlara karşı sert muamele, gasp, tecavüz ve zulüm gibi her türlü insanlık dışı davranışı kesinlikle yasaklanmıştır. Dinlerinin emri ile Müslümanlar, kafirlerin […]
Adalet, hak sahibine hakkını vermek, haksızlıktan kaçınmak, haksızlığı düzeltmek ve ölçülü hareket etmek anlamlarına gelir. Adaletin zıddı, zulüm ve insafsızlıktır. Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam manasıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çarpışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir. XX. Yüzyılın insanı sömüren kapitalizmin ve Komünizmin aç gözlülüğüne karşılık, adil […]
Tarihte İslam’ın ve Türk hakimiyetinin dışında insan, yerini ve değerini hiçbir zaman bulamamış, çoğu zaman değişik vasıflı hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan, gerçek değerini İslamla ve Türk kültürü içinde bulmuştur. Çünkü, İslam’ın insanı ele alışı ve Türklerin bakışı diğer toplumlardan çok farklıdır. İslam inancı ve Türk düşüncesine göre insan, basit ve anlamsız bir varlık değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. İnsan Allah’ın […]
1- Matematik İlmi : Matematiğin temellerini atıp geliştiren Türk-İslam alimleridir. Cebir, geometri ilimleri bugünkü durumunu Müslüman alimlerin buluşlarına borçludur. 9. asırda yaşamış İbn üt-Türk-ül Ceyli matematikle ilgili dört mühim eser yazmıştır ki, kendisine ilminden dolayı “Ebul Fazl” ünvanı verilmiştir. Matematik ilminin meşhur mucitlerinden biri de Büyük türk bilgini Harizmi’dir. Avrupaya cebir İlmi Harizmi’nin koyduğu isimle geçmiştir. Avrupa Rönesansı matematikçileri Harizmi’yi […]
Bugün Avrupa’yı ölçü alarak yerimizi, durumuzu tayin eden ve Avrupa ülkelerinden “şu kadar bin sene gerideyiz” diyerek kehanette bulunanlar, Müslüman Türk’ün geçmişini ve geleceğini ortaçağ karanlıkları içinde görmeye çalışırlar. Ortaçağ karanlığı Türklerin ve Müslümanların üzerine değil, Avrupa’nın üzerine çökmüş ve yalnız Avrupa’yı karartmıştır. “Ortaçağ” demekle İslam’ı ve Türklerin hayatını kastedenler, ilme karşı Engizisyon mahkemeleri kuran, düşünmeyi yasaklayan, ilim adamlarını cezalandıran […]
Milletimiz, sanatı seven ve onu hayatının bir parçası kabul eden, tarih boyunca icat ve keşifler yaparak yücelmiş bir millettir. Yeryüzünde hiçbir millet bugünkü Türk’ün sahip olduğu mirasa sahip değildir. Dünyanın en zengin kültür mirasına ve sanat hazinesine sahip olan milletimiz hiçbir konuda şan şöhret arzusu, isim yapma sevdası ve para hırsı ile hareket etmemiştir. Türkleri harekete geçiren nedenler Türklerin idealleri, […]
Bugüne kadar tarih Türklerden ve İslamiyet’ten çok şey öğrenmiştir. Türk İslam medeniyetinin insanlık alemine sunduğu öyle eserler vardır ki, her biri dünya medeniyetinin hareket noktası ve süsü olmuştur. Medeniyetin özelliği, bütün insanlar için yararlı olmasıdır. Bunun için Türk-İslam bilginleri hayatları boyunca ellerinden geleni yapmış, insanlığa yeni dünya görüşü ve hayat anlayışı kazandırmışlardır. Bu bakımdan tarihin seyri içerisinde Türk-İslam medeniyetinin, dünya […]
Tarihte insanlığın ihtiyacı ve medeniyetin icabı olan şeylerin icat ve keşfinde en büyük hissesi bulunan millet, doğuştan mahir ve sanatkar olan Türk Milletidir. Bu güne kadar dünyanın dört bir bucağını Türk’ ün hünerli elleri süslemiş, vahşi yaşayış ve İlker devirler Türk’ ün istidat ve kabiliyeti ile kapanmıştır. Türkler fışkıran zekaları ile sanat heyecanı duymuş, el emeği, alın teri karşılığında Türk […]
1- İslamiyet’ten Önceki Durum : İslamiyet gelmeden önce insanlık, gayesinden ayrılmış, başta Arap toplumu olmak üzere bütün insanlık, her alanda bozulmuştu. Kuvvetli zayıfı eziyor, analarından hür olarak dünyaya gelen insanlar köle diye adlandırılarak Allah’ ın verdiği bütün hakları elinden alınıyordu. Allah’ın haram kıldığı cana kıyılıyor, bilhassa kız çocukları diri diri insafsızca toprağa gömülüyordu. Toplum evlat, ana baba katilleri ile […]
Tarihi gelişimi içinde insanlık medeniyetin nimetlerinden istifade ederek bugünkü medeniyet seviyesine ulaşıncaya kadar çok sıkıntılı anlar yaşamış, gün geçtikçe hayatında, kullandığı eşyalarda tekamül göstererek medeniyetler kurmuştur. Dünya medeniyetinin kuruluşunda Türklerin rolü büyük olmuştur. Yani dünya medeniyetinin temelini Türkler atmıştır. Türk medeniyeti, en eski bir medeniyet olarak Ortaasya’ da doğmuş, göçlerle dünyanın diğer ülkelerine, göç eden Türklerle beraber yayılmıştır. Gittikçe gelişen […]
1-7 Aralık vakıflar haftası olarak ayrılmıştır. Daha önceki 365 gün ve gece hizmet gören vakıfları anma günleridir.
Bizde bir şeyi unutturulmak isteniyorsa, belirli gün veya hafta ayırıp bazı kurum ve kuruluşlara havale ediliveriyor. Bazı günlere sıkıştırılıyor, işte gün ayırdık, hafta ayırdık yetmiyor mu ? deniliyor.
Bugüne kadar sahip çıkmadığımız “Benimdir” demediğimiz her şey elimizden avucumuzdan çıkıp gitmiştir.
Geçmişin tarihi mirasına sahip çıkmadık. Bunun içindir ki, sebil toplumu idik, rezil toplum haline geldik. Dayanışma ve yardımı öngören kültürümüz, geleneklerimiz, en önemlisi de fakire yardımı farz kılan, insani görev olarak emreden dinimiz unutuldu, unutturuldu.
Atalarımızı fedakar yapan, harekete geçiren neydi ? Tek sebep dinimizdi, inançları idi. İnsanın gönül hoşnutluğu ve ilahi rıza idi.
Kur’an şöyle buyuruyordu :
“Siz hayıra ne harcarsanız Allah onun yerine başkasını verir.” (Sebe Suresi :39)
“Sakınanlar ve arınmak isteyenler, verdiğimiz maldan Allah yolunda harcarlar” (Bakara :3)
“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Siz hayır işlerinde yarışın” (Bakara :148)
“İnsanların öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerini ve mallarını feda ederler” (Bakara : 207)
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkı ile bilir” (Al-i İmran : 92)
“Bu konuda bu ayetler sadece birkaç örnektir.
Allah Resulü de şöyle buyurmuştur :
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır”
“Komşusu açken tok yatan gerçek mü’min değildir”
“Fakirlik küfür olayazdı” buyurarak inananları hayra çağırmış, teşvik etmiş ve fakirliğin giderilmediği takdirde ne büyük tehlike oluşturacağını ifade etmiştir.
Bu gibi Cenab-ı Allah’ın ve Resulünün emir ve teşvikleri Müslüman dedelerimizi gece rahat yataklarında yatırmamış gündüz de boş durdurmamıştır.
Vahdettin : “ Kuş tüyü yatakta yatmadım, gece gündüz çalıştım. Zira koltukla teneşir arasındaki kısa mesafeyi hiç hatırımdan çıkarmadım” demiştir.
Bizans elçisi Halife Ömer’i arıyordu. Onu fakir bir kadının yapılmakta olan evine kerpiç taşırken buldu. Her tarafı çamur, toz topraktı.
-Nasıl olurda Halife bir kadının evine kerpiç taşır ? diyerek hayretini gizleyememişti. Aldığı cevap :
-Biz fakirlere, muhtaçlara yardım ederiz” oldu.
Yabancılardan bir grup gelmiş, Hz. Peygamberi arıyordu. Orada bulunanlara baktılar, fark edemediler, sordular
-“ Efendiniz kim ? “
Oturan Müslümanlara ikram dağıtmakta olan Allah Resulü bu sorunun muhatabıydı, cevap verdi :
– “Efendi, hizmet edendir “
Yavuz Sultan Selim Cuma günü herkes gibi hasırın üzerine okunan hutbeyi dinliyordu. İmam, kendisi için :
– Hakim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) deyince Yavuz Sultan Selim yerinden fırlayarak :
-Hadim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) diyerek düzeltmişti.
Allah Resulüne göre ve Allah Resulüne gönül verenlere göre hizmet etmeyen efendi olamazdı. Evet Müslüman hizmet edendir. Hizmet edilen değil, Müslüman lokomotiftir, vagon değil. Çünkü Allah’ın rızası Allah’ın kullarına hizmettedir.
Allah Resulünün ve Ona gönül verenlerin insan anlayışını bir olayla anlatmak istiyorum :
Ebu Hureyre’nin (ra) rivayetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz’ e (SAV) gelerek ;
-Ey Allah’ın Resulü ! Ben açım dedi
Resulüllah Efendimiz hanımına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat Mü’minlerin Annesi :
“ – Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok” dedi.
Peygamber (SAV) ashabına dönerek :
“ – Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister ? “ diye sordu.
Ensardan biri :
“ – Ben misafir ederim, Ya Rasülallah!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına :
“ – Evde yiyecek bir şey var mı ? diye sordu. Hanımı :
“ – Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahabi
“ – Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahabi Peygamber’in (SAV) yanına gitti. Onu gören Sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu :
“ – Bu gece misifirinize yaptıklarınızdan Allah Teala ziyadesiyle memnun oldu” (Buhari, Menakıbu’l Ensar, 10)
İslam’ın iyi anlaşılıp yaşandığı dönemlerde hep bu anlayış vardı. Çünkü fakirin düşünülmediği bir yerde Allah’ın rızası yoktur. İslam, bütün canlıların sigortasıdır. İslam’da yardım sadece insana şamil değildir. Hayvanlara, bitkilere kadar uzanmıştır.
Halife Ömer (ra), Konaklayan kervana gece zarar gelmesin diye etrafında gözcülük yaparken, bir çocuğun ağlamasını işitti. O tarafa varıp, Kadına :
– “Sustur, çocuk ağlamasın” dedi.
Biraz sonra çocuk gene ağladı. Bu defa :
– “Çocuğunu niye ağlatıyorsun, acımıyor musun ?” deyince Kadın :
“Sütüm yetmiyor, çocuğum aç” demişti.
Hz. Ömer, ihtiyaç sahibi emzikli kadınlara maaş bağladı. İslam tarihinde kendini sorumlu hisseden herkes refahı ve mutluluğu için çalışmıştır. Hizmetten hizmete koşmuştur.
Avrupa’da ruh hastaları, içine şeytan girmiş diye yakılırken, zincire vurulurken Müslümanlar tedavi merkezleri açmış, şefkatle muamele etmiş, onları müzikle, hikaye ve masal anlatmakla oylamışlardır. Yani her insana değer vermişlerdir. Böylece insanın problemlerini aşmışlar, hayvanların problemlerini de çözmüşler ve bitkilere kadar uzanmışlardır. Bunun içindir ki, atalarımız insanlığa götürdükleri hizmetlerle, hayvanlara olan farklı davranışları ile bütün dünyanın takdirini toplamışlardır.
a) Vakıf Nedir ?
Vakıf, kişinin menkul veya gayri menkul bir değeri olan malını kendi isteği ile hiçbir beklentisi olmaksızın hayır ve yardım gayesi ile Allah rızası için bağışlamasıdır.
Vakıf, insanı kurtarma konusunda çaresiz kalan diğer sistemlere karşı İslam’ın getirdiği bir çaredir.
Vakıf, İslam’a müslümana yakışan asil ve soylu bir iştir. İnsanlığın toplumun sigortasıdır. Başkalarına yardım etme ve faydalı olma fikrine dayanır. Dil, din, ırk gözetmesizin ihtiyaç sahibine uzanan yardım elidir.
Vakıf, insanlık tarihinin yüz akıdır. Müslümanlar bununla ne kadar iftihar etseler azdır. Faydalı olma duygusu ile gelişen vakıf, bilhassa Türk-İslam tarihinde insan anlayışının sembolü olmuştur. Müslüman Türk dünyasının iyilik, güzellik, şefkat abideleri ve içtimai yardım müesseseleri olarak asırlarca insanlığa hatta diğer canlılara da hizmet etmiştir.
b) Vakfın Başlangıcı ? :
Tarihe baktığımı zaman İslam’dan önce Türklerde sosyal güvenlik faaliyetlerinin olduğunu görürüz. Mesela; Uygur Türklerinde vakıf kuruluşlarına benzer yardım kurumlarının olduğu bilinen bir gerçektir.
Destanlardan, kitabelerden anladığımıza göre Türk beyleri hep sade bir hayat yaşamışlardır. Mal biriktirme sevdasına kapılmamışlardır. Halka zaman zaman mallarını yağmalatmışlardır. Orhun Kitabelerinde açların doyurulması, çıplakların giydirilmesiyle övünülmüştür.
Oğuz Türklerinde ölenin mallarının fakirlere dağıtılma, hayvanlarının kesilip halka ziyafetler çekilme adeti vardır.
Türk tarihinde hep yardım etme ve faydalı olma fikri hakim olmuştur. Servetler zevk aracı yapılmamıştır.
Batı’da ise 19. yüzyıldan itibaren sosyal sigorta faaliyetleri görülmeye başlanmış, ilk defa da 1883 yılında Almanya’da sigorta işlemleri başlamıştır.
İslam tarihinde ise vakıf ilk İbrahim Peygamber zamanında görülür. İbrahim Peygamber Kabe’yi, insanlara vakfetmiştir. Daha sonra insanlığa son peygamber olarak gelen Hz. Muhammed zamanında canlı bir biçimde göze çarpar.
Hz. Peygamber Medine’deki yedi hurma bahçesinin hasılatını fakirlere, Fedek hurmalığını İslam Dininin müdafaası için Hayber hurmalığını üçe ayırıp birini ailesine ve muhacirlere, ikisini Müslümanlara vakfetmiştir.
Hz. Peygamber ilmi gelişmeler için Suffa açmıştır. Yatılı bölge okulu durumunda olan bu Suffa’da kalanların her ihtiyacını karşılamıştır. Hatta onlarla yemiş içmiştir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde : “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır” buyurmuştur.
Bir gün susuzluktan ölmek üzere olan köpeği sulayıp ölümden kurtaran kimseyi Peygamber, cennetle müjdelemiştir.
Bir hadislerinde de Kıyametin kopma sırasında elindeki fidanı dikecek kadar fırsatı olana onu mutlaka dikmesini ve yaş ağacın kesilmemesini tavsiye etmiştir.
Hz. Ömer (ra) yeni doğan çocuklara, kimsesizlere, şehit ailelerine ödenek ayırmıştır.
Peygamberin örnek olması ve tavsiye etmesi, Sahabe, Tabiin devrinde hayır ve faydalı olma anlayışının yaşatılması, daha sonraki devirlerde vakfın devamını sağlamıştır.
Vakıflar, Allah’ın emirleri ve Peygamberin teşvikinden doğmuştur. Geçmişteki uygulamalara bakarsak tamamen Allah rızası kazanma ve faydalı olma arzusuna dayanır. Hayır eserlerinin çoğunda “Rızaenlillah” yazılıdır. Yaptıranın adı yoktur. Amel defterinin kapanmasını istemeyen, ölümsüzlüğü malda değil, ruhta arayan iman sahiplerinin hayır işi olarak günümüze kadar gelmiştir.
c) İnsan Anlayışımız :
Türk kültüründe insana hiçbir milletin kültüründe verilmeyen önem verilmiştir. Türk tarihinde insan, seçkin bir varlık olarak ele alınmıştır. Kutsal bir varlık olarak insana gereken önem verilmiştir.
Diğer kültürlerde dil, din ve ırk ayrımı yapılarak, insan aşağılanırken, Türk kültüründe insan hep saygı gören bir varlık olarak muamele görmüştür. Daima korunmaya, yüceltilmeye çalışılmıştır. İnsanın kendini alçaltmaması sağlanırken başkaları tarafından da alçaltılmaması için tedbirler alınmıştır. Mesela, kötüler, kötülüğe yönelenler, başkalarını kötülüğe teşvik etmeye yeltenenler, şiddetle cezalandırılmıştır. Böylece insanın alçalmasına imkanlar ölçüsünde müsaade edilmemiştir.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah devrinde yoksulları, ilim adamlarını ve sakatları korumak için devlet bütçesine bugünün parası ile 360 milyon lira ödenek konmuştu. Harbiye Nazırı Tacül Mülk bir gün sultana :
– Bu ödenek ordu bütçesine eklense idi, Bizans suralarını açmak mümkün olurdu.” Demişti de, sultan Melikşah şu cevabı vermişti :
-İnsanların korunması Bizans surlarını açmaktan daha önemlidir.”
Halbuki İstanbul’un fethi, her sultanın her padişahın vazgeçilmez arzusu olmuştur. Feth eden komutan ve askerleri övülmüştü. Ama insan sevgisi daha ağır basıyordu.
Selçuklular zamanında insanın korunması ve doyurulması, Bizans surlarının aşılmasından daha önemli görülmüştür. Fakirlerin listesi yapılmıştır, servet sahibi kimseler servetini insan yararına harcamışlardır.
Osmanlılar zamanında aşevleri, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, musluklar, sebilleri sarınçlar, odalar, şifa yurtları hep insanın yüz akı eserler olarak hizmet vermiştir.
Yetimlere, dullara, ihtiyarlara ve sakatlara maaş bağlanmış, zayıf himaye görmüş, ayrım gözetilmeden zekat, sadaka ve hayır dağıtılmış, zenginler borcunu ödeyemeyen fakirlerin borcunu ödemiş, borç yüzünden hapse girenler kurtarılmış, sakatlar, hastalar, düşkün kimseler, sürekli yardım görmüştür. Evlenme çağındaki yoksul kızlara çeyiz hazırlanmış, evlerde hizmetçilik yapan kızların kırdığı tabakların, bardakların ücreti ödenmiş, hastaların tedavi giderleri karşılanmış ve çalışamadığı süre içinde maaş bağlanmıştır. Ağaçların bakımı, dikimi, kuşların hayvanların, mezarlıkların bakımı ihmal edilmeden sürdürülmüştür. Yani hayır hasenat insana, hayvana, ağaca, ölüye, diriye şamil olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı toplumunda aç yoktur, dilenci yoktur, hırsız yoktur. Günlerce para harcamadan, emniyet içinde gece-gündüz ülkenin bir ucundan öbür ucuna yolculuk yapılabilmiştir. Bu olayı bizzat yaşayan yabancı seyyahlar yazmıştır.
Burada iki ayrı toplumun uygulamasını sunmak istiyorum. Bunlardan birincisi, Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetinden bir bölüm :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abduaciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.”
“Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlar ki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
İkincisi de : Yıl 1982 Nisan ayı. Daha evvelki anlaşmalara göre İsrail, Sina çölünü Mısır’a terk ederken yapmış olduğu yer altı ve yerüstü yapıların hepsini yakmış, yıkmış ve imha etmiştir. “Ben çöl aldım, çöl teslim ederim” demiştir.
Kıtalardan, çöllerden çekilen atalarımızı insanlık, hiçbir şeye zarar vermeden çekildiğini seyretmiştir. Bugün bazı ülkelerin Osmanlı özlemi boşuna değildir.
d) Yardımın Önemi :
Cenab-ı Allah Kur’an’da :
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz, Her ne sarf ederseniz şüphesiz Allah onu bilir. “(Al-i İmran Suresi : 92)
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun; öğütlerini dinleyin, emirlerine itaat edin, hayır için harcayın. Nefisleriniz için hayır yapın. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa işte onlar azaptan kurtulanlardır.” (Teğabün suresi : 16)
Buyurarak varlık sahiplerine insanı koruma ve kollama görevini vermiştir.
Hayır severlik, Türk İslam düşüncesinin gereğidir. “Sen çalış, ben yiyeyim”, “Biri leğen tutuyor, diğeri kusuyor” sözlerinin müşahhas örneğine dayanışmacı Türk kültür hayatında rastlamak mümkün değildir. Çünkü İslam’ın telkin ettiği hayat anlayışı, kendi hayatını istediği şekilde yaşamak, zenginin malını dilediği gibi saçıp savurmak şeklinde değildir. Kimse malını “mal benim değil mi” düşüncesiyle israf etme hakkına sahip kılınmamıştır.
İslam’da kuvvetliler yaşar, zayıflar yok olur düşüncesi yoktur. Aksine insanların ihtiyacını gidermek, malla yapılan ibadet sayılmıştır.
İnancımıza göre insana yardım etmekle zengin, malın şükrünü eda etmiş olacaktır. Zira mal bir emanettir. Belirli bir zaman içinde insanları sınamak için verilmiştir.
Varlık sahibi insan, mal benim deyip israf edemez, dilediğince harcama yapamaz. Zenginin malında fakirin hakkı vardır. İnancımıza göre tek başına huzur aramak, malı cimrilik edip başkalarına faydalandırmamak İslam’ın ruhuna terstir. İslam Dini inananları kardeş ilan etmiştir. Peygamberimiz “İnsanlara merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur.
Ayrıca inancımızda çıkar karşılığı yardım olmaz. Karşılık bekleyerek yapılan iyilik, iyilik değildir. İşe yaramaz bir şeyin başkalarına verilmesi de hayır olmaz. Bir şeyler isteyip el açana “hayır” diyemeyip vermek zorunda kalındıysa, bu yardım değildir. Gerçek yardım, istetmeden ihtiyacın tam olarak giderilmesidir. Gösteriş için yapılan yardımların karşılığı Allah’tan beklenemez. İstemeyenler aranıp bulunacaktır.
Türk – İslam geleneğinde sadaka ve zekatın dışında (Karzı hasen) karşılıksız yardım vardır. Ev yapana, düğün edene, sünnet yapana, okuyana, askere, iş kurana yardım yapılır. Kurban eti üç parçaya bölünür. Ölen için fakir fukara yedirilir içirilir. Ölen için hayır yapılır. Allah rızası için açılan hiçbir el geri çevrilmez. Çünkü islamda faydalandırmak esastır. Yakın zamana kadar inancımızın süsü sadaka taşlarını başka bir dinde başka bir toplumda görmek, göstermek mümkün değildir. Hatta hayal etmek bile düşünülemez. Koyan el bilinmez, alan el belli değildir.
Yusuf Has Hacip : “Eğer uzun ömürlü olmak istersen cömert ol, yabancıya ikram et, yedir, içir, iyi muamele et.” demiştir.
Cimrilik dinimizde kınanmış ve yasaklanmıştır. Şeytan insanı fakir düşmekle korkutarak cimrileştirir. Mescit kuşu Salebe’yi ve daha nicelerini mal fitnesi ve cimrilik helak etmiştir.
Peygamberimiz ilk Cuma hutbesinde : “Yarım hurma ile de olsa cehennemden kendini korumaya gücü yeten hemen o hayrı işlesin” demiştir.
İslam, vaat etmemiştir. Çözüm getirmiştir. Müslümanı cömertliği ölçüsünde Müslüman saymıştır. Bencillik ve egoizm yerine paylaşmayı emretmiştir. Ensarla Muhacirlerin arasındaki kardeşlik ve dayanışma örnek teşkil eder.
Çevreci geçinenlerin kulakları çınlasın… Bugün bazılarının sevdiği gibi insan lafla sevilmez. Lafla peynir gemisi yürümez.
e) İnsanın Korunması Fitnenin Önlenmesi Esastır :
Vakıfta gaye, İnsan şahsiyetinin, insan haysiyetinin korunmasıdır, geliştirilmesidir.
Manevi hayatımızda insan kutsaldır. İnsana ait ne varsa her şey kutsaldır. İnsan için yapılan fedakarlıklar ibadet sayılırken, insana yönelik zulüm, sövmek, insanı hakir görmek, ardından dedikodu etmek, iftira atmak, insanı öldürmek yasaklanmıştır.
Peygamberimizin naklettiğine göre Kıyamet günü Allah şöyle buyuracak :
-Ey insanoğlu, hastalandım beni ziyaret etmedin
Kul diyecek ki :
-Seni nasıl ziyaret edebilirdim ?
Şanı yüce Allah buyuracak :
-Bilmiyor muydun ki, falan kulum hastalanmıştı da ziyaretine gitmedin. Eğer onu ziyaret etseydin beni ziyaret etmiş olacaktın.
Yine Allah buyuracak :
-Ey Ademoğlu, acıktım da beni doyurmadın
Kul derki :
Ay Allah’ım seni nasıl doyurabilirdim ? Sen alemlerin Rabbisin.
Allah buyurur :
Bilmiyor musun ki, falan kulum senden yiyecek bir şeyler istemişti de vermemiştin. Eğer yoksulu doyurmuş olsaydın şimdi benim rızamı onun yanında bulacaktın.
Allah tekrar buyurur :
Ey Ademoğlu, senden su istemiştim, bana su vermedin ?
Kul derki :
Sen varlık aleminin Rabbisin sana nasıl su verebilirdim ?
Allah buyurur :
– Falan kulum senden su istemişti de ona su vermemiştin. Eğer ona su vermiş olsaydın, şimdi onu yanında bulacaktın.
Yunus Emre : “Yaratılanı severin yaratandan ötürü” derken, Halife Ömer, fakirin yiyeceğini sırtında taşımıştır. Melikşah, zulüm gördüğünü iddia eden birini yakasına yapışmasını istemiştir. Alparslan ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamıştır. Osmanlı devlet adamları tebdil kıyafet gezip ihtiyaç sahiplerini tespit etmişleri varsa zulüm onu önlemişlerdir : “Allah’ın kullarına zahmet çektirmek olmaz” demişlerdir. İnsanlığın yararına daha çok eser bırakabilmek için yarış etmişlerdir. Miras bırakma yarışı yapmamışlardır.
Allah iyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. İyiliği emretmeyi, kötülüğü yasaklamayı, müslümana görev vermiştir. İnsandan insanı sorumlu tutmuştur. Gerektiğinde elle, dille, kalple kötülüğe karşı çıkmayı imanın gereği saymıştır.
Varlık sahipleri görevlerini yapmazsa, insan alçalır. Ülke genelinde dilencilik, hırsızlık artar. Zina çoğalır. Gayri meşruluk meşrulaşır. Faizciye, tefeciye gün doğar. Zulüm artar, insani duygular körelir. İnsan katılaşır; şefkat, merhamet ve fedakarlık duyguları unutulur. Herkes kendi hayatını yaşar, kendi derdine düşer.
f) Vakıf Ruhuna Muhtacız :
Yardım, dayanışma, ikram etme gibi duyguların iyice zayıfladığı, insanın insanı değil, insanın kendini düşündüğü günümüzde vakıf ruhuna muhtacız. Başkalarının derdini kendi derdimiz saydıracak inanca muhtacız…
Ata yadigarı eserlerin geçmişte verdiği hizmete muhtacız… Sebile muhtacız… Hayrat hasenata muhtacız… İnfak etmeye de muhtacız…
Batı kültürünün etkisi ile sebil toplumundan rezil toplum haline geldik. Yardım etmeyen, cömert davranmayan kınanırken, şimdi bencil toplum haline geldik. Hayır hasenata garip bakılıyor. Hanlar, kervansaraylar, eğlence yerleri, kumarhaneler olmuştur. Eski kiliseleri tamir edelim derken vakıf eserlerimiz kaybolup gitmiştir. Atalarımız yapmış, biz devam ettirememişiz.
Daha dün sebil edilen servetler bugün çarçur ediliyor. İnsanın huzur ve mutluluğu için boş lafı, insandan daha çok sevilen kedileri, köpekleri bırakıp önce insanı sevmeliyiz. Bunu yapacağımız fedakarlıklarla ispatlamalıyız.
Her şey insan içindir, insanın mutluluğu için bir vasıtadır. Herhalde insan, çevre ve çevredekilerden daha az değerli değildir.
İslam “önce insan” der. Her şey insandan geçer. İstenirse toplum hayatımızı, sevgi ve dayanışma ile cennete çevirebiliriz.
Toplumdaki zenginle fakir arasındaki uçurumu giderip kini, nefreti sevgiye saygıya dönüştürebiliriz.
Vakıf ruhu, bizim toplumumuzda mevcut. İstenirse ve önü açılırsa, vakıf hizmetleri devam edecektir. İnsanımıza hedef gösterilmediği gibi zaman zaman önü kesilmiş, vakıf hizmeti görmek suç sayılmış, hayır anlayışı cezalandırılmıştır.
Bugün kendi imkanları ile ve hayır seven insanımızın desteği ile insana hizmet etmeye çalışan, canla başla çalılan sınırlar ötesinde, okyanuslar ötesinde hizmet veren kardeşlerimiz vardır. Allah yardımcıları olsun, Rabbim hizmetlerini daim etsin.
g) Vakıfların İfa Ettiği Görevler :
Vakıf düşüncesi, asırlarca İslam toplumunu ayakta tutan dinamiklerden biridir. Allah, iyiliği yardımlaşmayı insana faydalı olmayı emreder.
Vakıf ruhunda insan sevgisi vardır. Temelinde hayır duygusu yatan vakıflar, varlık sahiplerine yük yüklemiştir, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılama sorumluluğu vermiştir. Hatta devletin ulaşamadığı yerlere ve kişilere vakıflar ulaşmış, devletin yapamadığını vakıflar yapmıştır.
Vakıflarımız gördüğü vazifelerde, kadın-erkek, Müslim-gayri Müslim arasında, ırklar, mezhepler, tarikatlar, ibadet eden etmeyenler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. Kim olursa olsun hayır hizmetlerinden herkes eşit ölçüde yararlanmıştır. Böylece vakıflarımız ve verdikleri hizmetler sosyal barışı sağlamış, insanları birbirine yaklaştırmıştır. Kötülüklere karşıda, koruyucu aşı gibi olmuştur.
Ecdadımızın bu şekilde yapmaya sevk eden güç, inançları gelenekleri ve ilahi rıza idi. İnancımızda hayır, iyilik yapmak, zekat, sadaka vermek, karşılıksız vermek dini vecibedir. Şefkat ve merhametleri yalnız insanlara şamil olmayıp hayvanlara ve bitkilere de şamildi. Zira onları da Allah yaratmış ve onlarında merhamete şefkate ihtiyacı vardı. Hayvanlara eziyet günahtı, “Yaş kesen baş kesmiş olurdu.”
Hayvanlara fazla yük yükletilmez. Kuşçulardan kuş satın alınarak azad edilir. Kuşların yuvaları bozulmaz. Özellikle kuş evleri yapılır. Sakat, hasta hayvanlar korunurdu. Kediler, köpekler için bile şifa evleri açılmıştı.
Bu görevlerin yapılabilmesi için vakıf kurulurdu. Ödemişte halen kurulu olan vakıf faaliyet halindedir. “Hacı Bayramlar” adı ile faaliyet gösteren vakıf sakat leyleklere bakıyor” (Zaman 12.20.1992)
Ayrıca Gurebahane-i Laklakan adı ile Bursa’da da bir vakıf kurulmuştur.
Osmanlıda, Selçukluda sokakta gezen kedi köpek yoktur, her kasap durumuna göre belirli sayıda kedi-köpek beslemek zorundadır.
Hayrı bizzat yapamayanlarda hayra vesile olurlardı. Çünkü peygamberimiz : “Bir iyiliğe sebep olan o iyiliği bizzat işlemiş gibi olur” buyurmuştur.
Müslüman-Türk Toplumunda Vakıflar Şu Gayelerle Kurulmuştur :
1- Dini ihtiyaçlar için Vakıflar :
Kur’an, tefsir, fıkıh, hadis gibi İslami ilimlerin öğrenimini temin için
Cumalarda ve Ramazan aylarında devamlı vaaz edilmesini sağlamak için,
Ramazan günleri akşam namazından önce camide iftar için hurma zeytin temini,
Ölmüş kimsesiz, fakir Müslümanların cenazelerinin kaldırılması ve onlar için Kur’an, mevlid okutulması,
Cami, Mescid ve Kur’an kursu yaptırmak için,
Kabristanların bakımı ve tamiri için kurulan vakıflar.
2- Sosyal Yardımlar için Vakıflar :
İmaret, hastane, eczane, sebil, kervansaray, kütüphane, medrese ve odaların giderlerini karşılamak için,
Yolların tamiri, köprü yapımı ve su getirtilmesi için,
Fakir çocukların sünnet ettirilmesi, evlenme çağına gelenlerin evlendirilmesi, borcunu ödeyemeyenlerin borçlarının ödenmesi için,
Hastaların bakımı ve tedavilerinin sağlanması,
Esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması için kurulan vakıflar.
3- Vatanın savunulması, ordunun bakım ve donatımı, kale yapımı gayesi ile kurulan vakıflar.
4- Hayvan ve ağaçların korunması için kurulan vakıflar:
Ağaçların dikilmesi, budanması ve sulanması için,
Meraların sulanması, korunması için
Kuşlara yem temini için
Hasta hayvanların tedavisi için kurulan vakıflar.
Vakıf Hizmetleri genel olarak şu şekilde idi :
– Sünnet ettirilemeyen fakir çocukların sünnet ettirilmesi ve evlenme çağına gelen yoksul, kimsesiz gençlerin evlenme masraflarını karşılayan vakıfların da olduğunu söylersek, vakfın ne derece yaygın hale geldiği daha kolay anlaşılacaktır sanırız.
– Rumeli Kazaskeri Esad Efendi, 1845’te iki vakıf kurmuştu : Biri evlenme çağındaki fakirlere çeyiz temin ediyor, diğeri de kenar mahallelerdeki sokakların tamiri ve bakımı için giderleri kaşılıyordu.
– Çanak, çömlek, testi, bardak… gibi şeyleri karıp da ustalarından veya efendilerinden dayak yemekten korkarak ağlayan çırak ve hizmetçilerin zararını telafi için vakıf.
– Sokağa atılmış, sahipsiz kedilere ciğer temin eden vakıf
– Sivas’ta kışın kardan ve buzdan dolayı yiyecek bulamayan kuşlar için yem vakfı
– Kütüphane araştırması yapanlara kalem ve kağıt temin eden vakıf.
– Bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesi
– Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğünlerin yapılması
– Çalışamayacak kadar yaşlanan ya da sakatlanan kişilere yardım için fonlar kurulması
– Borçları yüzünden hapsedilenlerin borçlarının ödenmesi
– Hamallar için “dinlek” taşları yapılması
– Alış-veriş edenlerin aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantarlar konulması
– Et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirler alınması
– Kış aylarında kuşların beslenmesi
– İlkbaharda gelen leylekler için yuvalar hazırlanması, kırılan ayaklarını tedavi edecek imkanın sağlanması
– Islah edilmiş koyunluklar kurulması
– Yaşlı hayvanlar için otlaklar ayrılması
– Yollarda ve mezarlıklardaki ağaçların bakımı
– Çalışamayan yaşlılar ve sakatların bakımı
– Sadaka Taşları
– İhtiyaç sahiplerine akşam karanlığında yemek götürülmesini temin eden vakıflar.
Vakıf eseri bırakmadan ölen bir büyüğümüz olmamıştı. Şu anda yürüdüğümüz yollar, içtiğimiz sular, geçtiğimiz köprüleri istifade ettiğimiz her şey onların eseridir. Onların hepsine minnettarız, hepsinden Allah razı olsun. Sadaka-i cariyeleri kıyamete kadar devam etsin.
Hoca Sadedin Efendi’nin Tacü’t Teravih adlı eserindeki kayda göre, Orhan Gazi, Bursa’da yaptırdığı Cami yanında yoksullar ve bilginler için gerekli tabhane, ribat ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca öğrencilerin kalacağı odalar yapılmış, kurulan vakıftan öğretmen, öğrenci ve yoksullara, imarette çalışanlara maaş bağlanmıştır.
Melikşah, yoksulların, sakatların listesini tutturdu. Gayri Müslimlerin fakir olanları da bu listeye dahil edilir, onlar da yardımdan mahrum edilmezdi.
Alparslan, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlar, yoksulları korurdu. Ramazan aylarında yoksullara maaştan ayrı bir de sadaka dağıtırdı. Bu yardımlar yapılırken ayrıcalık yapılmaz. Kimsesiz çalışamayan sakatlar, aş evlerinde karınlarını doyururdu.
Osmanlı Padişahları da aynı geleneği devam ettirdiler. İnsan yararına eser bırakmadan ölen Osmanlı devlet adamı olmadı. Tebdili kıyafet edip halkın arasına girerler, dertlerini dinlerler ve şikayet konusu olan aksaklıkları giderirlerdi.
Üçüncü Selim bir gün tebdil gezmiş, saraya dönünce sadrazama şunları yazmıştır :
“Bugün tebdil gezerken halkın fırınlarda toplandığını gördüm. Biri : “yiyecek ekmek bulamıyoruz” diyordu. Vicdanım titredi. Derecesiz müteessir oldum. Bunun çaresini tez elden bakasın. Milletime, ibadet ehline zahmet çektirmek bize layık değildir. Ben ve sen onlar sayesinde hükümran oluruz. Bizim nimetimiz onlardır.”
Dünya üzerinde pek çok devlet adamı ve saltanat ailesi gelip geçmiştir. Fakat içlerinden hiç birisi Osmanlılar gibi bazı özel hasletlere sahip değildirler. İşte ilk Osmanlı padişahlarının adetleri :
Osman Gazi : Her üç günde bir aş pişirtir, yoksulları toplayıp yedirirdi. Çıplakları getirtip, sırtlarına elbise giydirirdi. Dul hatunlara dahi, sadaka vermekten hiç vazgeçmezdi.
Orhan Gazi : Bir imaret yaptırdı. Yoksullar gelip, istedikleri an “aş” yediler. Tek dileği o yoksulların duasını almaktı. Ulemayı toplamak için de okul yaptırdı. Toplanıp ilim okudular ve okuttular. Çok sevdiği dervişler için de, ibadet ve ikamet edecekleri yerler yaptı. Nitekim “Geyikli Baba” Cami ve zaviyesi bunlardandır.
Muradı Hüdavendigar : Orhan Gazi’nin oğlu Hünkar’ın huyu ve adeti : Babası gibi O da çeşitli imaretler, medreseler ve camiler yaptırdı. Çok sevdiği Dervişlere, O dahi zaviyeler yapıverdi. Yenişehirdeki Postumpuş gibi… Hüdavendigar Gazi hangi şehirde olsa, Cuma günü namazdan sonra, yoksullara sadaka olarak para dağıtırdı.
Yıldırım Beyazıd Han : O da babası ve dedesinin yaptığı imaretlerden ziyadesini yaptı. Cami ve Mescidleri dahi, ziyadesiyle yaptırdı. Onlardan fazla olarak bir de (Ebu İshak) zaviyesi yaptırdı. Yıldırım Gazi dahi, her mübarek Cuma günü bulunduğu şehirde sadaka verirdi.
Çelebi Sultan Mehmed Han : Yoksullar için Bursa’da, bir büyük imaret yaptırdı. Bir de büyük medrese yaptırdı. Her yıl Mekke ve Medine fukarasına, çok mal gönderirdi. Kendi memleketinde, Medine yoksulları için birçok mülkleri vakfetmişti. Bulunduğu şehirlerde Cuma sadakasını da vermeyi ihmal etmezdi.
İkinci Murad Han Gazi : Bursa’dan sonra Edirne ve başka şehirlerde dahi, yoksullar için imaret ve Ulema için Medrese gönderirdi. Ankara bölgesinde, Balıkhisarı adlı büyük bir Subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl 10.000 altını, kendi mübarek elleriyle Seyyidlere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da, ölünceye kadar kesmedi.
“ Kanuni devrinde Vezir-i Azam Damad İbrahim Paşa yeni fethedilmiş Mısır’ı teşkilatlandırmak için Kahire’ye teftişe gitmişti. Şehirdeki bütün sakat, dul, kimsesiz, yetim ve fakirlerin listesini yaptırıp her birine maaş dağıttı; bu arada 1000’e yakın yetim, fakir çocuğa maaş bağlandı” ( Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
1777’de elsiz ayaksız bir çocuğu olan bir İstanbulluya günde 10 akçe maaş tahsis edilmişti. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
Haseki hastanesi İstanbul’un en eski sağlık vakfıdır. Halen İstanbul belediyesi tarafından işletilmekte olan hastane Kanuni Sultan Süleyman eşi Hürrem Haseki Sultan tarafından yaptırılmıştır.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey savaşa gitmediği zamanlar kendi yaptırdığı imarette yoksullara yemeği bizzat dağıtırdı.
Evliya Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alakalı vermiş şu malumat ne kadar güzeldir.
“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellallar gibi :
<< – Ey Ümmet-i Muhammed ! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır ? >> diye nidada bulunalar. Misafirler hep birden :
<< – Tamamdır. Allah Teala, hayır sahibine rahmet eyleye >> dediklerinde kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak ve :
<< -Gafil gitmeyin ! Dikkat edin, Yolunuzu kaybetmeyin ! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin ! Yürüyün, Allah kolay getire !… diye dua ve nasihat ile uğurlayalar.”
Bir mü’minin ruhi derinliğini gösteren Es’ad Efendi’nin şu vakfiyesi de, ne kadar ilginçtir.
“Kıymetli ve hayırsever devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan acizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedarik edile ! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına !”
Batılı seyyah Hunke’nin Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassasiyetinin gönülleri saran ne kadar bariz bir misalidir :
“Babacığım ! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel ! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel beraber yiyelim !
Hastanelerde fakirlere ilaç ücretsizdi. Sadece duvarda : “İhtiyacı olmadan ilaç alanın Allah derdini artırsın” uyarısı yeterli idi. Kimse ihtiyacı olmadan ilaç almazdı
II. Beyazıd devri müelliflerinden Kantakasin klasik eserinde o devir için şöyle der : “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri cami ve hastane yaptırmaktan geri durmazlar ve başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar yaptırırlar. Yollar, köprüleri imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri bizim senyörlerimizden daha çok hayır sahibidirler. Son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk karşısında yemek yemeyen bir adamla –adam Hıristiyan ve Yahudi bile olsa- yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
g) En Önemli sosyal Müesseseler :
Sosyal müesseseler, bir milletin sosyal yapısının, kültür sisteminin ifade şekilleri ve konuşan dilleridir.
Türk tarihinde topluma öncülük etmesi bakımından en büyük sosyal müesseseler padişahlar tarafından yapılmış, bunu diğer devlet adamları takip etmiştir. Bunun sonucu olarak Selçuklu ve Osmanlı topraklarının her yanı sosyal müesseselerle donatılmıştır.
Şimdi diğer toplumlarda hayal bile edilemezken Türk toplumunda bütün canlılığı ile görev yapan sosyal müesseselerden kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
1- İMARETLER :
İlk İmaret, 1336’da Orhan Gazi tarafından İznik’te kuruldu. Aşık Paşazade tarihinde : “Osman Gazi, ayda bir defa taam (yemek) pişirtip fakirlere yedirirdi. Yoksulları giydirirdi. Dul kadınlara verirdi. Orhan Gazi İmaret yaptı. Kim fakirler geleler her gün taam yiyeler. Onun oğlu Gazi Hüdavendigar da imaret yaptı. Her Cuma sadakalar verirdi. Onun oğlu Beyazıt Han da imaretler yaptı ve Cumaları sadakalar verirdi.” denilmektedir. Orhan Gazi, yoksullara yemek dağıtmayı çok sevdiği için imaretin açılışında ilk yemek yemeye gelelere kendi eliyle yemek dağıtmıştır.
Kayıtlara göre İstanbul’un fethinden önce İznik’ te 7, Bursa’da 28 tane imaret vardı. İstanbul’un fethinden sonra ilk imaret Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldı. Vakıf şartlarına göre imarette sabah akşam her gün iki defa yemek pişirilir ve 320 okka koyun eti kullanılırdı. Bu imarette günde binden fazla insan yemek yerdi. I. Murad’ın İznik’te yaptırdığı imaretten ise bir günde iki bin kişi yemek yiyordu. 1586’da Süleymaniye imaretinin bütçesi bugünkü para ile 238 milyon lira idi.
Seyyah Du Loir imaretlerden söz ederken şöyle der : “Bütün Türkiye’de “imaret” denilen misafirhaneler vardır. Bunlarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nisbetinde yardım edilir. İhtiyaçlarını söylemekten sıkılan fakirlerin sıkıntılarını misli görülmemiş bir alaka ve gizlilikle tahkik edip giderirler.”
“Bazı imaretlerde yabancı diyarlardan gelen misafirlere varışlarında 100, ayrılışlarında 300, Anadolulu fakirlere de 10 dirhem harçlık veriliyordu.” (Prof. Dr. O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi C.1, S.183)
Merhamet ve cömertliğin en büyük meziyet sayıldığı Türk topraklarında kurulan imaretlerde yoksullar ve misafirler arasında ayrım gözetilmeden herkes yemiş, içmiş ve her türlü ihtiyacı karşılanmıştır.
2- HANLAR – KERVANSARAYLAR – ODALAR :
Mutlu dönemlerimizden kalma sosyal müesseseler arasında yer alan hanla, kervansaraylar ve odalar, toplumumuzun sahipsiz, dağınıklıktan uzak medeni bir toplum olduğunu gösteren delillerdir.
Bu müesseseler tam bir teşkilat halinde yakın zamana kadar huzur kaynağı olmuştur. Konak, ikmal ve emniyet yerleri olarak her türlü ihtiyacın karşılandığı bu hayır müesseselerinde yerli, yabancı kim olursa olsun üç gün ücretsiz yer, içer, yatar, kalkar, hayvanların bakımı dahil bütün ihtiyaçları giderilerek misafir edilirdi. Zengin, fakir, Müslüman, Hıristiyan ayrımı gözetilmezdi. Büyük titizlikle herkesin emniyeti sağlanırdı. Akşam olunca kapılar kapatılır, herkes yatar, sabah olunca da herkes uyandırılır, eşyalar kontrol edildikten sonra kapılar tekrar açılırdı.
“Muhteşem kervansarayların Müslüman- Hıristiyan ve zengin-fakir farkı gözetmeden yaprıkları yüksek hayır ve insanlık hizmetleri hayranlık verecek mahiyette olup tarihte emsalleri yoktur. Bu yüksek medeniyet tesislerinde yolcuların ve ticaret kafilelerinin her türlü ihtiyacı meccanen görülürken insan ve hayvanların tedavisi için tabip ve baytarlar bulunuyor; yolcuların temizlenmesi için hamam, namaz kılması için mescid, fakirlere ayakkabı, hayvanların nallanması hep vakıf hesabınca sağlanıyordu. Yolcuların ekmek, et, yağ ve pirinçle yapılan yemekler, hastanın muayyen günlerinde verilen tatlıları vakfiye şartlarına göre idi.” (A.g.e. : C.2, S.183)
Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Osmanlıların sosyal hizmetlerinden bahsederken yol üzerlerindeki konaklama yerleri olan kervansarayları şöyle anlatır :
“Akşama dek kervansarayın kapıları açık dururdu. Gün karardıkta kapılar kapanır, kapıcılar kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldikçe kapıları açarlar yolcuları içeri alırlar. Vakıftan hayvanlarına yem, kendilerine yiyecek çıkarırlardı. Ama içeriden dışarıya kimseyi çıkarmazlardı. Sabah olup kapılar açılmazdan önce bir görevli :
Ey Ahali ! Maldan, candan bir eksikliği olan var mı ? diye bağırır. Yolcular :
Allah hayır sahibine hayatta ise selamet, ölmüş ise rahmet eylesin, bir eksiğimiz yok derlerse, kapılar açılırdı. Kervansaray görevlisi son olarak :
Öyle ise buyurun ! Allah gidenlere selamet, kalanlara rahat versin. Ey yolcu kardeşim ! Yolunda durma, herkes ile yoldaş olma, yüzüne güleni dost sanma, Haydi Allah yardımcın, erenler yoldaşın olsun ! diyerek yolcuları uğurlardı.”
Bir Fransız yazarı, misafirhanelerin durumunu kısaca şöyle ifade eder : “Anadolu’nun en ücra köşelerinde gezmiş, hanlarda yatıp kalkmış olanlara sorun. Bir defa kim olursa olsun misafir oldu mu gerekli iyi muameleyi görür” (Fransız Akademisi üyesi Claude Farrare, Türklerin Manevi Gücü, Sayfa :16)
Giderleri devlet ve vakıflar tarafından karşılanan hanların ve kervansarayların yanında yolcuları barındıran odalar da vardı. Bunlar yolcuların ve hayvanların ihtiyaçlarını karşılayan bir konaklama yeri olarak vazife görürdü. Yolcu hangi saatte gelirse gelsin kapıyı açık, ışığı yakar yakmaz sıcak yemeği hazır bulurdu.
Başka toplumlarda bir benzerini görmemizin mümkün olmadığı bu odaların bir bölümü de hoş sohbetlerin yapıldığı, insanların kucaklaşıp dertleştiği ve meselelerin müzakere edilip tarihi kararların alındığı yerlerdi.
3- HASTANELER :
Türk toplumunda insan sağlığına büyük önem verildiği için sağlık merkezlerinin kuruluşu ve çalıştırılması da titizlikle yürütülmüştür. Bunlardan bir kaçını örnek verecek olursak :
1217’de sivas’ta Darüşşifa (Şifa Evi) kurulmuştur. Burada hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından, yetmeyen kısmı devlet tarafından karşılanırdı. Darüşşifaya gelemeyip de evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir, hastalar iyi oluncaya ve çalışmaya başlayıncaya kadar da ellerine harçlık verilirdi.
1399’da Yıldırım Beyazit Bursa’da, II. Murat Edirne’de Zamanında büyük hizmetler görmüş olan hastaneler yaptırmışlardır. Edirne’deki hastane daha ziyade cüzamlı hastalar içindi.
II. Beyazid’in Edirne’de yaptırdığı külliyenin en önemli bölümlerinden biri Darüşşifa idi. Göz hastalıklarına ait kliniği, akıl ve ruh hastalarına ait bölümü dünya çapında şöhret kazanmıştır. İki asır büyük hizmetler gören bu hastanede ünlü doktorlar görev yapmıştı. Bazı hastaneler müzikle tedavi edilirken bazıları da telkinle tedavi edilirdi. Hastalar için tam perhiz uygulanır ve en güzel yemekler çıkarılırdı. Eczanesinde ise fakirlere ücretsiz ilaç ve verilirdi. Padişahın fakir olmadığı halde ilaç alanların gerçekten fakir düşmesi için ettiği beddua eczanenin duvarına asılı olduğu için bu bedduadan korkulur, hiçbir yolsuzluk olmazdı.
İtalyan Ruh Hekimi Mongeri Pere, Türklerde insana verilen önemi ve bu uğurda yapılan hizmetleri övgüyle bahsederken derki :
“Bir memlekette insanlık, devletin halka gösterdiği ilgi ve hayır müesseselerinin bolluğu ile ölçülürse, İstanbul, Avrupa’dan üç asır önce bu insani hareketin öncüsü olmuştur. Zira fakir ve aciz evleri, dinlenme yerleri, deli şifa evleri takdire değer bir bilgiyle yapılmıştır.” (Ord. Prof. Rasim Adasal Psikozlar.37)
Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesi akıllara durgunluk verecek nitelikte olup bugün bile önemini kaybetmediği gibi ihtiyacını duyduğumuz bir şekildedir. Vasiyetnamenin bir bölümü aynen şöyledir :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abdü aciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlarki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
“Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler, Ancak yemek yemeye veya olmaya bizatihi kendüleri gelmeyü yemekleri güneşin loş bir karanlığında kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” ( Prof. Dr. Naci Bor)
İşte vasiyet böyle. Sanırız bu konuda fazla söz söylemeye lüzum yok.
4 – SEBİLLER :
Sebiller, hastalıksız Türk toplumunun canlılığına can katan, anlamı büyük hayır kurumlarından biridir.
Umuma ait yerlerde, bilhassa yol üzerlerinde devlet adamları ve zenginlerin yaptırdığı sabit sebillerin yanında bir vakıftan maaş alan veya sevap kazanma amacı ile sırtında su dağıtan sebilciler vardı. Bunlar ilahiler söyleyerek her susayana soğutulmuş su dağıtırlardı.
Ayrıca sebillerde bayram, Cuma ve kandil günlerinde halka parasız şerbet dağıtılırdı. Anayollar üzerinde hayrat olarak ayran dağıtanlara da çokça rastlanırdı. Türkiye’ye gelen bir Fransız seyyahı böyle bir şeyi hayatında ilk defa gördüğü için hafızası almamış, yolda ayran dağıtan köylünün deli olup olmadığını sormuştur.
Seyyah Du Loir, Seyahatnamesinde sebillerden söz ederken : “Bazı Türkler yol üzerlerinde hayrat olarak çeşmeler yaptırırlar. Şehir içerisinde de sebiller yaptırmışlardır. Herkes buralardan parasız su içebilir. Sebilhanelerde maaşlı çalışan memurlar vardır. Görevleri su isteyenlere su vermektir” der. (İ Hami Danişmend Eski Türk Ahlak ve Seciyesi : 90)
Türk toplumunda bugün bile su indirme büyük hayır işlerinden sayılır. Köyleri birbirine bağlayan yollar üzerinde yaptırılan musluklar, kışın temizlenerek doldurulan yazın hayvanların ve insanların su içtikleri sarnıçlar, mağaza ve dükkanların önüne konulan soğutucular hep sebil geleneğinin devamıdır.
5 – CAMİLER – MEDRESELER – KÜTÜPHANELER :
Her mahallede kerpiç evlerin arasında yükselen muhteşem camiler ve camilerin, görevlilerin masraflarını karşılamak için yaptırılan dükkanlar, ilmi ihtiyacı karşılamak için devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler, cami ve medreselerin yanında kurulan kütüphaneler, kütüphanelerin idaresi ve kitapların korunması için kurulan vakıflar, Türk toplumunun sağlıklı bünyesinden doğan sosyal müesseselerdir.
Sınıfta Kaldık !.. :
Bugün insanlık, bilhassa Avrupa, Amerika sınıfta kalmıştır.
– Leş yiyicinin önünde ölmek üzere olan çocuğun resmini çekip, ödül almak için yardım etmeyi düşünmeyip stüdyoya koşan Medeni Avrupalı (!) geçenlerde çıldırarak ölmüştür.
– Bugün Afrikada 60 Milyon insan açlık sınırında ölümle pençeleşmektedir. Milyonlarca insan açlıktan ölüyor. Avrupa, Amerika bütçelerinin yarısını insanlığı yok eden silah yapımına harcıyor. Masum çocuklar, günahsız kadınlar, eli ayağı tutmayan ihtiyarlar ölüyor, kimin umurunda ? Sınıfta kaldık !…
– Zenginimiz lokantada içip içip tabakların üstünde tepiniyor, ceket yakıyor, kırdığı tabak başına para ödüyor, ceketi yakan garsona yakma ücreti ödüyor. Böylece zenginliğini ispata çalışıyor… Sınıfta kaldık !..
Esnafımız : “Acıma acınacak hale gelirsin”, “Merhametten maraz doğar” sözlerini çerçeveletip duvarına asmış, ihtiyaç sahiplerini görmüyor, onlardan rahatsız oluyor.
İnsanımız çok kazanma çok miras bırakma sevdasında. Gelsin de nereden gelirse gelsin. Helal, haram fark etmiyor. Sınıfta Kaldık…
– Gıdasızlıktan, ilaç alamamaktan ölenler var,
– Kışı odunsuz, kömürsüz geçirenler var.
Her taraf dilenci dolu.
Gasp, hırsızlık, dolandırıcılık almış başını gidiyor
Osmanlıdan sonra dram yaşanıyor. Koyan elin, alan elin belli olmadığı sadaka taşlarının ancak adını biliyoruz. O da birkaç kişi.
– Yollarda su, şerbet akıtan sebil toplumundan rezil toplum haline getirildik. Daha önce bütün canlılara yeten millet kendine yetemez hale gelmiştir. Yani Aziz millettik, zelil millet haline geldik… Sınıfta Kaldık…
Sakarya depreminde vakıflarımız harekete geçti çadırlar kuruldu, yardımlar başlatıldı. “Hayır, kapatın çadırları, durdurun yardımları” dendi. İnsanımız çamurdan, açlıktan ve çadırdan kurtulamadı. Misyonerlerin tuzağına düştü. Üç bin kadar insan Hıristiyan oldu. İmanını koruyamadı, ahlakını koruyamadı.
Buna sebep neydi ? Vakıfların yardım etmesi istenmedi. Sınıfta kaldık !…
İşin acı tarafı ecdadımız, dedelerimiz yaptı biz devam ettiremedik. Hatta onların yaptığı binaları bile koruyamadık. Kilise, havra restore ettik, tarihi binalarımız çürüdü, yıkıldı yandı gitti onları koruyamadık. Sınıfta Kaldık…
İşin kötüsü, köpek sevdik, maymun sevdik, kuş, balık ve yılan sevdik ama insan sevemedik. Birkaç ailenin gelirini evimize soktuğumuz hayvana harcadık, kapımızı çalan ihtiyaç sahibini kovduk. Sınıfta Kaldık…
Toplum olarak geçmişteki vakıfların verdiği hizmete muhtacız. Yalnız biz değil insanlık muhtaç, hayvanlar muhtaç, bitkiler muhtaç…
Son zamanlarda vakıf eserlerini bile yağmaladık. Allah’tan korkmadık. Ayakta tutmamız gerekirken harap olup gitmesine seyirci kaldık. Sınıfta Kaldık…
Atalarımız : “Üç Vav’ dan sakının” derlerdi.
Vallahi’den,
Vakıf malından,
Vasiyetin yerine getirilmemesinden,
Süleyman peygamber, kuşları çağırmış ama bir kuş gelmemiş, Süleyman (as) kızmış. Kuş da ona demiş ki :
“Bak vakıf malından bir parça alırım, malının üstüne atarım, seni yakarım.”
Büyüklerimiz vakıf malının tozundan bile kaçarlardı. Biz hak gözetmedik, hukuk gözetmedik. Sınıfta Kaldık !…
Bize düşen nedir ?
Ecdat yadigarı vakıf eserlerinin korunması,
Vakıf hizmetlerinin devam ettirilmesi
Vakıf hizmetlerinin devamı için yeni vakıf eserlerinin kurulmasıdır
En güzel sadaka-i cariye vakfetmek ve vakıf hizmeti görmektir.
.
Türk Ahlak ve Seciyesi
Dünya kurulalıdan bu yana gelmiş geçmiş her milletin inancından, milli kültüründen, hayat ve dünya görüşünden doğan milli bir ahlakı olmuştur. Şimdiye kadar tarihe sermaye olan milletler ahlaki bozuklukları nedeniyle yok olmuş, bugün varlığını devam ettiren milletler de ahlaklarının sağlamlığı sebebiyle ayakta kalmışlardır.
Türkler, tarihin akışı içerisinde sağlam inanç ve kültür kaynaklarından oluşan güzel ahlaklarıyla, tarih boyunca yaşama imkanı bulmuşlar, devletleri yıkıldığı halde ahlakları yıkılmadığı için kısa zamanda teşkilatlanarak yıkılan devletlerinin yerine bir yenisini kurmuşlardır.
Ahlakının sağlamlığı sayesinde milletimiz hiçbir devirde sefalete, yoksulluğa sürüklenmemiş, manevi medeniyetten sonra maddi medeniyet ve istikrarlı, huzurlu bir toplum düzeni kurmuştur. Böylece Türk Milleti, tarihin mezarlığına gömülen milletler gibi yok olma şanssızlığı gibi bir acı felakete uğramamıştır. Varlığını sürdürürken insanlık yönünden Türk medeni hayatı, yaşayan milletlere örnek teşkil etmiştir.
Türklere sempati ve hayranlık duyan milletler, Türklerin ortaya koyduğu akıllara durgunluk veren insani ve ahlaki üstünlüklerini tılsımlara, tabiat üstü kuvvetlere bağlarken, bazı milletler de Türklere karşı duydukları kin ve nefretin sonucu, Türklerin barbar ve kaba insanlar oldukları konusunda düzme iftiralarda bulunmuşlardır. Fakat Türkler, üstün vasıfları ve yaşayışlarıyla kanlı fetihler yapan barbar, hunhar bir millet olmadığını her zaman her yerde ispatlamış ve dini husumetin aleyhlerinde oluşturduğu her iftirayı asılsız bırakmışlardır.
Yapılacak sathi bir tetkik bile Türk Milletinin insanlıktan yoksun, iptidai bir millet olduğu yolunda uydurulmuş iftiraların asılsızlığını ortaya koymaya yetecektir. Bu konuda Türkleri tanıdıktan sonra söylediklerinden pişmanlık duyanların itirafları, Türk düşmanı oldukları halde yabancıların Türkler hakkındaki hayranlık ifadeleri, beklemedikleri halde bizzat şahit olduktan sonra anlattıkları olaylar ve bütün bunları içine alan sayısız eserler ortadadır.
Şimdi bu eserlerden ve Türkler hakkında söylenmiş yabancılara ait sözlerin birkaçını nakletmekle yetinelim :
Türkler namuslu, insanlardır. Bunun böyle olduğu birçok yabancı dost ve düşman tarafından açıkça ifade edilmiş, yabancı kaynaklarda Türkler namuslu insanlar olarak belgelenmiştir. T.H.Gatuier : “Türkler saffet ve sadelikle tanınırlar. Namuskarlıkları herkesin malumudur. Türk’ün sözü dünyanın en sağlam senet ve imzaları kadar muteberdir.” Derken Arap Mütefekkiri Cahiz de : “Türkler pek namuslu insanlardır. Ne harpte, ne sulhta hile yapmazlar, fırsattan istifadeye tenezzül etmezler, özleri ve sözleri doğrudur” demiştir. İngiliz Müellifi Th.Thornton ise Türklerin namuskarlığını şu sözlerle ifade etmiştir : “Namuskarlık Türk tüccarının belirgin özelliğidir. Hilekarlıklarına hiçbir tedbirin fayda vermediği Yahudi’den, Rum’dan, Ermeni’den Türk’ü ayırt eden bu özelliktir. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumluğu ve geleneklerin sadeliği çok ilgi çekicidir. Hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda tamamıyla meçhuldür”
Patrik Süryani Mikail meşhur Vakaayi’namesinde şöyle der : “Türklerin meziyetleri vardır. Hilekarlıkla, sahtekarlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihanetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zina ender bir şeydir.” (1)
Baltacı Mehmet Paşa Prut seferinde meşhur seyyah A.de La Matraye’nin yazdığı seyahatnamenin 258 nci sayfasında : “Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de takriben ondört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı haydudun kazıklandığını işittim. Onlarda bu Rum cinsindendi, diye yazılıdır.” (2)
On sekizince yüzyıl başlarında Osmanlı ülkesini dolaşan yazar A de La Montraye, “Asya ve Afrika” adlı eserinde eski Türk seciye ve ahlakını belgeleyen açıklamalarda bulunur. Haşmetli dönemlerimizde ülkemizi dolaşan her Avrupalı gibi o da hayran kalmış, gördüklerini eserinde anlatmıştır. Aşağıda yazarın hatıralarından bir parça sunuyoruz :
“Türklerin namuskarlığını teslim etmek suretiyle kendim için vazife bildiğim hakkın yerine getirilmesinde bir an bile tereddüt edemem. Bir çok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır. Çeşitli dükkanlardan öte beri satın alırken para vermek için boynumdan çıkardığım kesemi veya vakti anlamak için çıkardığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını kaldırıp yanlış verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır. Çünkü bu gibi durumlarda dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta dalgınlığım neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem unuttuğum şeyi iade etmek için kaldığım Beyoğlu’na kadar gönderip bir çok defalar beni aramışlardır.” (3)
Aynı yazar devamla :
“Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk Kur’an’ın hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. İçtimai nizamın Osmanlılar arasında kurmuş olduğu münasebetlerin hepsine temiz yüreklilikle hüsnü niyetin hakim olduğu anlaşılmaktadır. Vatandaşları birbirine karşı taahhüt altında bulundurmak ve bunların hükümlerini icra ettirebilmek için başka memleketlerde olduğu gibi her zaman tahriri ve sikalara ihtiyaç yoktur.”
“Osmanlı Türklerinin methü sena edilebilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti kötüye kullanmak ile insanların safdilliliğinden istifadeye kalkışmaktan veya istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Bu konuda Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler. Zira her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından kötü sayarlar ve meşru bir surette kazanılmış bir servetin ne bu dünyada, ne de öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar.” (4)
Türk tarihi baştan sona ahlaki faziletlerle doludur. Türk tarihinin başlangıcından itibaren asalet, Türklerin ruhu olmuş ve bu ruh Türk topraklarında gerçekleşen saadetin kaynağını teşkil etmiştir. Türklerin ahlaklarının üstünlükleri karşısında aşırı Türk düşmanlıklarına rağmen yazar ve düşünürler, kendilerini mest eden gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Bunlardan Türk ve İslam düşmanlığı ile tanınan Fransız yazarı Guer : “Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğunun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak surette ispat etmektedir ki Türkler hiçbir zaman görülmemiş derecede medenidirler” demekten kendini alıkoyamamıştır.
Alman elçisi Bucbecq de : “Bu muazzam kalabalık içinde imrenilecek diğer bir husus da nizam ve sessizliktir. Aralarında hiçbir bağrışma, gürültü ve uğultu olmaz. Halbuki bizde birkaç kişi bir araya geldi mi gürültüden durulmaz” demiştir.
Türkleri iyi tanıyan Fernand Grenard da Türklerdeki asayiş ve nizamı şu sözlerle ifade eder : “Hükümete düşen vazife sadece asayiş ve nizamı temin etmekten ibarettir. Bu vazifeyi de yabancı müşahitlerin takdirini çekecek şekilde icra eder. Sokakta silah taşımak yasaktır. Kavga olmaz, anlaşmazlıklar seyrektir. II. Henri’nin sefiri olan M.D’aramon’un sekreteri Jean Chesneau şöyle yazıyor : “İnzibat öyle düzenli, sükunet öyle büyük ki, gözüyle görmeyenin buna inanmasına hemen hemen imkan yoktur… Geceleri şehri muhafaza etmek için elinde fener ve baston taşıyan bir kişi, tek başına dolaşır. Ve Paris’te yanında okçularıyla dolaşan nöbetçi kumandanından daha fazla korku verir.” (5)
A.L.Castellan 1811 yılında yayınladığı eserinde Türklerin dürüstlüğünü şöyle dile getirmiştir.
“Dostlarımızdan biri, içinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordu. Tophane iskelesine çıkarken torba yırtılır, paralar dökülüp rıhtımın üzerine dağılır ve hatta bazıları yuvarlanır. Halk hemen üşüşür, herkes bulabildiği kadar toplar. Torbanın sahibi olanları büyük bir endişe ile izler; fakat her taraftan gelip paraları deniz kıyısındaki torbaya koyduklarını görünce içi rahatlar. Hatta kayıkçılar suya dalıp denize düşenleri de çıkarırlar. Avrupa’lı dostumuz bütün bunlara karşı cömertlik göstermek isterse de kimse bahşiş almaya yanaşmaz. Zaten o kalabalığa bahşiş yetişmez. İşte bunun üzerine hamalın biri torbayı yüklenip dostumuzun evine götürür. Zavallı adam büyük bir merak içinde parasını hemen saymış, bin kuruşun tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kalmış. Gözlerine inanamamış ve parayı bir kere daha saymış, tek bir kuruşun bile eksik olmadığını hayretler içinde görmüş.
Halkın en yoksul tabakasında incelikle zarafetin bu derecesi acaba yalnız Türklere mi münhasırdır ? Her halde şurası gerçek ki, bu durum hiç değilse büyük bir hakkaniyetle hüsn-ü niyet şuurunun Türk Milleti’ne şeref veren bir ifadesi demektir.” (6)
“Batılı seyyahlardan A.de La Montraye şöyle demektedir : Din ayrılığından Müslümanlarla Hıristiyanlar birbirlerinden nefret ederler. Fakat bu nefret Türkiye’de hiçbir kötülüğe sebep olmaz. Çünkü Türkler kendi dinlerinden olmayan hiç kimseyi inanç ve imanından ötürü rahatsız etmezler. Eğer dini kin denilen şey bizde aynı şekilde kalsa veyahut atılgan şekiller almasaydı, Avrupa milletleri kendilerini daha mutlu sayabilirlerdi.” (7)
“Fransız Generallerinden Conte de Bonneval diyor ki : “Haksızlık, faizcilik, stokçuluk, ihtikar, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında bilinmez. Bu memlekette yaşayan Hıristiyanlar özellikle Rumlar öyle değillerdir. Sık sık çarpıldıkları cezalara rağmen ahlaksızlıklar içerisinde yaşarlar.” (8)
“İngiltere’nin İstanbul elçilerinden James Forter de Türk köylüsünün saf ve temiz ahlakının bozanların Rumlar olduğunu şöyle açıklıyordu : “Türklerle Rumların karışık yaşadığı köylerde Rumların, Türklerin ahlakını bozduklarını, Türklerin sahtekarlığı Rumlardan öğrendiklerini, Türk aileler arasında fitne fesat tohumlarının Rumlar tarafından ekildiğini, Türkler arasındaki davalara Rumların sebep olduklarını, kadıların Rumlar tarafından rüşvete alıştırıldığını, kadının himayesini sağladıktan sonra haksızlıklarına alet ederek Rumları zengin edecek ortamı hazırladıklarını…”(9) kaydederek Türkler arasında görülen bazı kötü davranışların Rumlar tarafından sokulduğunu belirtir.
Fransız seyyahı Du Loir da diyor ki : “Rumlar da aynı memlekette dünyaya geldikleri halde mizaç itibarıyla Türklerden o kadar farklıdırlar ki, atalarının kötü huylarına, yani hile, düzenbazlık ve benlik, gurularına mirasçı olmuşlardır. Tam tersine Türkler son derece samimi ve alçak gönüllü insanlardır.” (10)
Türkler beraber yaşadıkları azınlıklar arasında güzel ahlakları ile tanınmışlardır. M.de Thvenot, Osmanlı ülkesinde yaptığı bir seyahatten sonra kaleme aldığı seyahat notlarında şöyle der :
“Türkler arasında faiz ve karaborsa büyük bir günah sayıldığı için bu türlü işlere pek rastlanmaz. Çok dindar, gayet şefkatli ve insaniyetlidirler. Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler İslamiyet’i bütün kainata baştan başa yaymak isterler. Eğer bir Hıristiyan’a karşı hürmet ve sevgi duyacak olurlarsa Müslüman olmasını rica ederler.”
“Türkler çok hürmet besledikleri padişahlarına sadıktırlar, gözleri kapalı olarak itaat ederler. Padişahına ihanet edip Hıristiyanlarla işbirliği eden Türk’e rastlanmaz.”
“Birbirleriyle vuruşup dövüşme bilmezler ve şehirlerde kılıç taşımazlar; hatta askerler bile hançer taşımakla yetinirler. Türkler arasında birbirine meydan okuyan azdır. Memleketlerinde düello bilinmez. Bunun sebebi de Hz. Muhammed’in iki büyük ihtilaf kaynağı olan içki ve kumarı yasak eden hakimane siyasetidir. Onun için temiz ahlaklı Türkler hiç şarap içmezler. Gerek içki içenler; gerek afyon ve esrarla kendinden geçenler saygı görmezler.”
“Oyunlara gelince birçok oyun oynarlar, ama bunlar karşılıksızdır. Bundan dolayı da dövüşmezler. Eğer aralarında kavga çıkacak olursa; o sırada ilk önlerine çıkan kimse hemen aralarını bulur. Veya şikayetçi taraf arkadaşını hakim huzuruna davet edip şahitler getirir. Öteki taraf mahkemeye gitmekten kaçınmaz. Çünkü kaçındığı takdirde suçunu itiraf etmiş olur. Hakimin huzurunda her iki taraf da delillerini arz eder. Haksız çıkan mahkum olur ve eğer hak etmişse çok defa sopa cezası yer.” (11)
“XVIII asırda İngiltere’nin İstanbul Sefiri bulunan Sir James Porter bakınız ne diyor :
“Türkiye’de yol kesmek vak’alarıyla ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık, yankesicilik vak’aları adeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun yollarda evler de emindir.”
“Türkler hırsızlığı, ister insanlığa yakışmaz menfur bir hareket, bir şerefsizlik ve alçaklık saydıklarından, ister kanunlardan korktuklarından yapmamış olsunlar, şurası muhakkaktır ki Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak’aları son derece nadirdir.”
“Bu kadar geniş bir İmparatorluğun bir ucundan öbür ucuna bir çok yollardan gidilebildiği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık yapmak da, adam öldürmekte mümkün olduğu halde, kimse bu fırsatlardan faydalanmayı düşünmemektedir.” (12)
“İstanbul’da birkaç sene kalıp tetkiklerde bulunduktan sonra intibalarını Paris’te neşreden tarihçi A. Ubicini de o devrin Türkiye’sindeki emniyet ve huzuru şöyle anlatır :
“Bu muazzam taht şehrinde dükkancı namaz vakitlerinde dükkanını açık bırakıp gider ve geceleri de evlerin kapıları basit bir mandalla kapatılır. Böyle olduğu halde senede üç dört hırsızlık vak’ası bile olmaz.”
“Halbuki ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ve Beyoğlu’nda hırsızlık ve cinayet vak’aları duyulmayan gün yoktur.” (13)
“Türk ahlakının temel unsurlarından biri de doğruluk ve dürüstlük anlayışıdır. Bu anlayış Türklerin tarih boyunca mümeyyiz vasfı olmuş, hiçbir dönemde doğruluktan ayrılmamışlardır.
Orhan Gazi’nin kardeşi Ali, bilgin ve erdemli bir sadrazamdı. Onun sadrazamlığı sırasında bir köylü olan Ahmet Ağa, Mehmet Ağa’ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlasını sürerken bir küp altın buldu. Kendi kendine düşündü.
-Allah var, Ben Ahmet Ağa’dan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Altınlar benim için haramdır. Altınları götürüp sahibine vermeyi kararlaştırdı.
Ahmet Ağa, altınları kabul etmedi. Durum kadıya ve sadrazama intikal etti. Altınlar devlet hazinesine alındı. Bu durum karşısında Ali Paşa :
-Ben, bu kadar ahlak ve erdemli insanlara vezirlik edemem, onların erdemi, benimkinden üstündür, diyerek sadrazamlıktan ayrılmıştır.
İbret dolu diğer bir olay olay da şudur : Yavuz Sultan Selimin Mısır seferi pek çok masraflara sebep olmuştu. Hele askerin gönlünü hoş etmek için dağıtılan para hazineyi güç duruma sokmuş, hatta tüccardan borç alınmıştı.
Tüccar, hükümetten parasını alamadan ölmüş, geride iki çocuğu mirasçı bırakmıştı. Devrin maliye bakanı bu durumdan devletin faydalanması için padişaha bir yazı sundu. Alacaklının öldüğünü, pek çok mal bıraktığını, çocuklarının ise bu paraya ihtiyacının olmadığını bildirdi.
Yavuz Selim bu haksızlığa razı olmamıştı. Kağıdın kenarına şu satırları yazdı : “Ölüye rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, bu kağıdı yazana da lanet.” (14)
Jon Davenport, Türk tüccarının doğruluk anlayışını şu sözlerle anlatır :
“Türk’ün dükkanı önünde durarak bir şeyin fiyatını sorsanız size 50 veya 100 kuruş der. Şayet buranın adetlerine aşina değilseniz ve pazarlığa başlarsanız, onun size vereceği cevap pazarlığı kabul etmemek ve çubuğunu tüttürmeye başlamaktır. Ne kadar ısrar ederseniz ediniz, Türk bir para indirmez. Hıristiyanlarla Yahudiler bambaşkadır. 100 kuruştan 80’e, 60-40 hatta daha aşağı inerler. Bir kaide olarak Ermeni’ye istediği paranın yarısını, Rum’a üçte birini Yahudi’ye dörtte birini veriniz. Fakat Müslümanlarla alış-veriş ettiniz mi istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz.” (15)
Türk dostu Fransız asıllı Pierre Loti, bir Rum kızının kendisine şu satırları yazdığını söyler :
“Hıristiyan dünyası dinle ilgili konularda Türkleri örnek almalıdır. Çünkü onlar bizden daha fazla din kurallarına uymaktadırlar. Biz Hıristiyanlara, çalmak, hile ve düzen kurmak dinimizce yasaklanmıştır. Buna rağmen, hırsızlığı da hile ve düzeni de pekala yapıyoruz. Halbuki Türkler asla… Mesela, bir yaşlı Türk size bir kilo elma tarttığı zaman, tartıda aldatmış olmak korkusuyla fazladan bir elma daha verir. Bunu hangi Avrupalı yapar ? Aksine tarttığı şeyi daha da ağırlaştırmak için parmağını o tarafa kaydırır.” (16)
Aşık paşazade Tarihinde nakledilen bir olayla devlet adamlarının halka zulmettiği ve askerine haram yedirmediği şöyle anlatılır :
“Murat Han Gazi’nin (Sultan II. Murat) huyu ve adeti o idi ki; Bursa’da yoksullar için imaret ve ulema için medrese yaptırdı. Edirne’de ve başka şehirlerde de yaptırdı. Her yıl Kudüs, Halillürrahman, Mekke ve Medine yoksullarına 3500 filöri (O zamana ait bir para birimi) gönderirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılık köyleri Mekke yoksullarına vekfetmişti. Bulunduğu şehirlerde her yıl 1000 filöriyi kendi elliyle Seyyid’lere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da ölünceye kadar kesmedi.”
“Acem ülkesinden bir hakim geldi. Fazlullah derlerdi. Sultan Murat Gazi’ye yaklaşarak sonunda vezir oldu. Beytullah’a (Kabe’ye) gönderilen para yine her yıl gönderiliyordu. Padişah dedi ki :
-Fazlullah ! parayı yine Halilürrahman’a, Kudüs’e, Mekke ve Medine’ye gönder ki Molla yeğen (zamanın büyük alimlerinden) hacca niyet etmiş, parayı o alsın. Medine yollarına versin ki, onlar, hacılar oraya varıncaya kadar beklemektedirler.
Hazinede para bulunmadı. Halil Paşa’dan ödünç aldılar. Padişah :
-Halil ! sakın rüşvet parası verme !” dedi Halil Paşa :
-Devletli Sultanım ! Babamdan miras kalan paradır,” dedi.
Fazlullah gördü ki padişahın helal mala ihtiyacı olur, dedi ki :
-Sultanım ! Bu memleketim halkında çok mal vardır. Padişahlara adettir ki o maldan bir sebeple padişahın hazinesine getireler. “Padişah sordu :
-Bu dediğin mal ne gibi yerlerden hasıl olur ?”
Fazullah dedi ki :
-Bu memleket halkının çoğu zekat vermez. O halde bütün memleketinden bu halkın zekatlarını zorla almak gerektir. Bu sebeple çok mal toplanır.”
Padişah ona şöyle cevap verdi :
Bre hey ebleh köftehor !. Bu ne sözdür ki söylersin ? Zekat ve sadaka yoksullarındır. Ben zekat yemeye mi layıkım ki, Müslümanlardan zorla zekat alayım ve yiyeyim ? Benim memleketimde üç helal lokma vardır. Benim elimdedir. Bu üç helal lokma başka ülke padişahlarında yoktur. Birisi gümüş madenleri, biri kafirlerden alınan haraç, biri de gazalardan alınan ganimet maldır. Bu benim tanrı yardımı gören askerim, bu helal lokma ile yaşar. Bunlara bu zorla alınan lokma anca haram olur. Askerime haramı yedirip haram kabul etmem.”
O zaman Fazlullah’ı azletti. Bir cevapla hakaret edip yanından uzaklaştırdı.”
Ecdadımızın doğruluk ve namuskarlıkları hakkında İsveç’in İstanbul sefiri Mouradgea d’Ohsson şunları yazar :
“Müslüman Türk meşru yollar dışında hiçbir kazanç temin etmemekle mükelleftir. Haksız kazanılmış bir maldan faydalanmaya kalkışmak Allah’ın nazarında caniyane ve menfur bir hareket sayılır. Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’an’ın en kuvvetli ahkamına dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. Türklerin medh-ü sena edilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti su-i-istimal ile insanların sade-dilliliğinden istifadeye kalkışmaktan vicdan azabı duymalarıdır. Her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından yasak sayarlar. Doğru yoldan kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar. (17)
Ecdadımızın ahlakının bu kadar güzel, seciyesinin üstün oluşunun nedeni, manevi değerlerin baş tacı yapılmasından, dini inanç ve bağlılıklarının tam olmasındandı. Dinlerinin emri karşısında Türkler, diğer milletlerin felaketine sebep olan kötülüklerden uzak kalmışlar, ahlaksızlık ve namusluluklarına leke sürecek fenalıklardan nefret etmişlerdir.
Türkler, üstün ahlaklı olmalarını dinlerine borçludurlar, Türk yaşama tarzı, insanın eğitiminden sonra Kur’an’ın emirleri ve Peygamberin tavsiyelerine bağlı idi. Çökme dönemine gelinceye kadar dillerinden “Haram” “Helal” sözleri hiç düşmezdi. İnançlarına göre fert olarak bir insanın kötülük ve kötülerden uzaklaşıp iyi bir insan olması yetmez. Bu yolla ahlaksızlıklardan kurtulmak büyük bir iş değildir. Esas olan ahlaksızlıklardan uzak kalıp iyi ahlak sahibi olduktan sonra kazanılan iyi ahlakı diğer insanlara aktarmaktır. Türkler arasında ahlaklı insan denilince yalnız ahlaklı olan insan değil, güzel ahlakı yayan ve kötülüklerin karşısında olan insan kast edilirdi. İşte bu sebeple Türk ahlakı devamlı ve umumi idi.
Türklerin inançları tam, ahlakları sağlam olduğu için saadet devirlerinde herhangi bir kötülük gönüllerde değil vatan sathında yer bulamıyordu. Alparslan : “Biz temiz Müslümanlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken Türklerin azizliğini inançlarının yüceliğine bağlamıştır.
Bir Batılı yazar da : “Umumiyetle Türkleri övme hususunda medeni ve dini kaidelere bağlılıklarını; bu bağlılığın nefislerine hakim olmalarını sağladığını rahatça söyleyebiliriz” der. (18) A. Brayer ahlaklılıklarını ve nedenini şöyle anlatır :
“Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta meçhuldür. Zira Kur’an’ın şiddetle men ettiği temayüllerden biri de bunlardır. Bu konuda Kur’an der ki : “Sakın yeryüzünde azametle yürüme. Kibir ve gururlu olandan Allah nefret eder. Hareketlerinde mütevazi ol, yavaş sesle konuş…”
Türkleri yi tanıyan bir yazarda bu konuda şunları yazmıştır :
“Türkler, esasları Kur’an-ı Kerim’de çok bariz şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk, hususunda aynı derecede övülmeye layıktır. Kendi aralarındaki içtimai düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hakim olduğu görülür. Mesela Türkiye’de başka yerde olduğu gibi birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz : Onlar verdikleri sözün kölesidir. Onların birini aldatması, emniyeti suistimal etmesi yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez.”
“İçtimai düzeni ve vatandaşlar arasındaki fazileti muhafaza etmeye yarayan bu inançlar Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleri ile ilgilidir : “Kimseyi aldatmayın; ölçüde hata etmeyin, dikkatle tartın, sözlerinizde, yeminlerinizde” gerçekten ayrılmayın. Hatta sonuç kendinize karşı bile olsa… Konuşmalarınızda ve alışverişinizde hileden sakının, başkalarının malını haksız olarak gasp edenler barsaklarını yakacak bir ateşle besliyorlar demektir.” (19)
Türklerin faziletlerini anlatmak için kitaplar yazan Arap Mütefekkiri el Cahiz : “Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile-i Şer’iyye ile başkalarının malını helal saymazlar…” (20)
Allah korkusu, ahlak anlayışı başta devlet adamları olmak üzere herkesin bağlı olduğu hususlardı.
Selahaddin-i Eyyubi hayatının sonunda oğlu Melik Efdal’i çağırarak şu vasiyeti yapmıştır :
“Oğlum, sana her iyiliğin kaynağı olan Allah korkusu ile doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın buyurduklarını yerine getirmekte kusur etme ki kurtuluş ondadır. Kanı gözyaşı bil, kimsenin kanıyla elini kirletme. Çünkü kan hiçbir zaman uyumaz. Halkının güvenliği ve mutluluğu için daima gözün açık bulunsun. Durumlarını araştırmaya çalış ki, bütün halk Allah’ın emanetidir. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarına iyi davranmaya çalış. Aklından çıkmasın ki, benim bu kadar kuvvete ve yüksekliğe erişmem hep davranışlarımın iyiliğiyledir. Hepimizin bir gün öleceğini düşün de kimse için sürekli kin tutma. Herkesin hakkına riayet et. Çünkü Allah Rahman ve rahimdir. Allah’a karşı işlenen hatalar bir tevbe ile bağışlanabilir, fakat kulların hakları, sahipleri razı edilmedikçe affedilmez.”
Yavuz Sultan Selim’e hayatının son anında Hasan Can :
-Padişahım, Allah ile olunacak zamandır.” Deyince Sultan Selim şu cevabı vererek dünyaya gözlerini kapamıştı :
-Ya bizi bunca zamandır kiminle bilirdin ?”
Kanuni Sultan Süleyman bir sefer dönüşünde, bir köylü atının dizginlerini tutar ve padişaha :
-Beni kime şikayet edersin ? Köylü ciddi bir tavırla :
-Şeriate, Allah’a der.
Bu cevap karşısında padişahın göz pınarları yaşla dolar ve askerine geri dönmesi için emir verir.
Türk ahlakının sağlamlığını ve üstünlüğünü sağlayan hususlardan biri de kötülüklerin kınanması ve ahlaksızlıkların cezalandırılması idi. Bunun sonucu olarak Türkler, ahlakın güzel örneklerini vermişlerdir.
Milli kültürlerinin ortaya koyduğu, dinlerinin telkin ettiği ahlaki emirler, içinde yaşadıkları toplumda kötülük örnekleri görmemeleri ve Türklerin iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak konusunda hassas olmaları, Türklerin kötülük yapmamaları hususunda birinci derecede amil olmuştur.
Her türlü kötü davranışlara karşı daime toplumun nefreti büyük olmuştur. Böylece en basit kötülükler bile Türk toplum hayatında yer bulamamıştır. Her vesileyle insan şahsiyetini alçaltan davranışlar şiddetle kınanmış, insanın korunması ve toplumun sağlığı göz önünde tutulmuştur. Yalan, zina, içki, kumar, hırsızlık, kötü duygu ve düşünceler insan saadetini gölgeleyen insanlık dışı davranışlar olarak belirlenmiştir.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde bu konuda şöyle der :
“Şarap içe, fesada karışma uzak dur, zina yapma, fısk ve fücur ile kara yüzlü olma.”
“Bu iki hareketten mübarek saadet kaçar, bunlar insana fakirlik yolunu açar.”
“İçki insanı bin türlü günaha teşvik eder; saadet zinadan kaçar ve zaninin yüzüne tükürür.”
“Kötü arkadaşa yaklaşma, sana zarar getirir; kötülük yılandır, dikkat et seni sokar.”
Güzel ahlak, Türk toplum hayatında önemli yer işgal etmiş ve toplum ruhunun bozulmaması için ihtimam gösterilmiştir.
Türkler’de namus ve şeref her devirde hayattan üstün tutulmuştur. Bugüne kadar namusu, kirletilmiş, tecavüze uğramış bir Avrupalı kadının kendi canına kıydığı görülmemiştir. Halbuki Türkler tarih boyunca namusları için yaşamış ve namusları için ölmüşlerdir.
Milli mücadeleye katılmış bir gaziden dinlemiştim : Yunan işgalinde Sultaniye köyüne baskın yapan Yunan askerleri içip içip Türk kadınları ile alem yapma isteğine hiçbir kadın cevap vermemiş, onların iğrenç arzularına alet olmamıştır. Emine adlı genç bir kadın kendisini sürükleyen iki Yunan askerini av tüfeği ile vurup ekmek bıçağı ile de intihar etmiştir. Yunan komutanı hafifliği ile tanınan bir kadını çağırmış, bunun üzerine kadın bir tencerede sarımsak kaynatıp üzerine döktükten sonra gitmiş ve kovulmasını sağladıktan sonra da Allah’a şükretmiştir.
Türkler Batı insanını sefalete iten davranışlara çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar iltifat etmemişlerdir. Mesela dans konusunda İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Porter şöyle der :
“Türkler dansı kendileri için insanlık şeref ve haysiyetini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidai taraflarına hitap eden basit bir maharet telakki ederler. Dans etmek için ya deli yahut sarhoş olmak gerektiğine inanırlar.”
Türkler, ahlaksızlık yapmadıkları ve ahlaksız olmadıkları gibi başkalarının yaptığı ahlaksızlara da lakayt kalmazlardı. Çünkü her türlü kötülüğü insan tabiatına yakışmayan bayağı bir hareket sayarlardı. İnsanlık ve ahlak dışı davranışlardan herkes tiksinti duyar, bir kötülük görüldüğü zaman toptan karşı çıkılırdı.
Türk toplumu ahlaksızlıklar, kavgalar, gürültüler ve huzursuzluklarla dolu bir toplum olarak değil, faziletli insanların oluşturduğu bir toplum olarak tanınmıştır. Ahlaksız kimselerin toplumda itibarı ve yeri olmamıştır. Kutadgu Bilig adlı eserinde Yusuf Has Hacib, bu durumu şöyle ifade etmiştir.
“Ahlakı haris, kendisi iğrenç, yaratılışı acul, utanmaz, hiddetli, öfkeli, adi, sarhoş ve gaddar insanlar padişah hizmetine yaramazlar.”
Türk seciye ve ahlakını bozacak davranışlardan şiddetle kaçınan Türkler, kötülere ve kötülüklere karşı sert ve ağır cezalar koymuşlar, bu cezaları adilane bir şekilde uygulamışlardır.
Türklerin ahlaksızlıklara karşı takındıkları tavır ve uyguladıkları cezalar suçların işlenmemesinde önemi büyük olmuştur.
Türklerin diğer toplumlardan farklı olarak uyguladıkları bu cezalar, hem maddi hem de manevi olurdu. Manevi cezalar genellikle kınama, ilgiyi kesme ve tecrit şeklinde olurdu. Maddi cezalar ise işlenen suçun çeşidine göre dayak, hapis, para cezası, mallarının müsaderesi, meslekten men ve ölüm cezası gibi cezalardı.
Türk tarihinde işlenen bazı suçlara karşı verilen cezalar şu şekilde olurdu : Hırsızlık yapmanın cezası ağırdı. Eğer hırsızlık büyük olursa cezası da ölüm olurdu. “Haydutluk edenlerin başları kesilir, hırsız çocukların kesilen başları babalarının boynuna takılır, baba kafayı ömrünün sonuna kadar boynunda taşırdı.” (21)
“Hunların çok sıkı kanunları vardı. Kan gütmek adeti yoktu. Biri herhangi birisini öldürür ise katil de idam olunurdu. Küçük cezalar kırbaçla dövülerek yerine getirilirdi. Büyük hırsızlık vesair işlerde idam cezası tatbik olunurdu. Hırsızın ailesi aynı derecede mes’ul idi. Hapis cezası ancak on gün kadar sürerdi. Bütün Hun ülkesinde mahpuslara pek az tesadüf olunmakta idi.” (22) Bu ağır cezalar devam ettiği sürece Türk ülkesinde suçlar da pek nadir olarak görülmüştür. Ne zaman ki cezalar hafiflemiş ve suçları cezalandırma mevkiinde olan kimseler tarafından suçlar işlenmeye başlamış işte o zaman suçlar ve suçlular artmıştır.
Mesela Rüstem Paşa, Osmanlı tarihinde ilk rüşvet alan veziri azamdır. Tarihler onun “Vaz-ı irtişa” “Mucid-i Bünyan-ı rüşvet” olduğunu yazmaktadır. Bundandır ki, Rüstem Paşa çok büyük servet sahibi olmuştur.
Rüstem Paşa hakkında şu değerlendirme gayet yerindedir : “Kanuni’nin temsil ettiği azamet devrinde kadın nüfuzuyla rüşvet mikrobunun devlet bünyesine girmesi, Rüstem Paşa’nın vezareti ile olmuştur. Damat Rüstem Paşa işte bu ili fenalığın ilk mümessilidir.” (23)
Zina suçuna gelince : Zina etmenin cezası da ölümdü. Zina yapan erkek evli ise kendi kılıcı ile öldürülür, ikisi de bekar olup evlenirlerse cezadan kurtulurlardı. Eğer evlenmezlerse o zaman ikisi de öldürülürlerdi.
Milli varlığı, insani meziyetleri öldüren ve körelten zina, Türk tarihinin başından itibaren tepki ile karşılanmıştır. Çünkü namus Türklerde en çok önem verilen değerlerin başında geliyordu. Zina edenler yabancı olsalar bile ağır bir şekilde cezalandırılırlardı. Türk sınırları dahilinde zina yapan Çinli Prenses Göktürk kağanı tarafından halkın gözleri önünde kılıçla öldürülmüştür. Çünkü Göktürk töresinde ırza tecavüzün cezası idamdır.
Oğuz destanında zina yapanların gözlerine mil çekildiğinden bahsedilir.
“Türkler arasında zina en büyük cürüm sayılır ve zina eden her iki suçlu da ölüm cezasına çarptırılırdı.” (24) “Uygurlarda zina yapan kimseye üç yüz değnek cezası ile birlikte maddi ceza da verilirdi. Eğer kadın dul ise, üç yüz değnekten sonra erkek onu nikahlamaya mecburdu.” (25)
Göktürklerde “Fuhuş meçhuldür. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdır. Genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmediği takdirde ceza aynıdır. Hırsızlık yapan çaldığının on mislini öder, ödeyemezse hürriyetini kaybederdi.” (26) Türk töresinde bu tür cezaların sonucu olmalı ki “Vamvery’ye göre eski Türkçe’ de alüfte, piç (veledi zina) sözlerine rastlanmazdı” (27)
Görülüyor ki, Türk tarihinde suçlar cezasız kalmamış, herkes kötülüklerden mes’ul tutulmuştur. Türk ahlakının yüceliğini sağlayan disiplin ağır cezalarla sağlanmış ve bu disiplin sayesinde Türkler varlıklarını sürdürüp ayakta kalabilmişlerdir.
Meslek ve ticaret hayatına gelince, Türk ticaret hayatında ahlaksızlıklar hemen hemen yok gibiydi. Eksik tartıp pahalıya satanlar falakaya yatırılırdı. Hırsızın çaldığı malın boynuna takılıp sokaklarda gezdirildiği gibi hile yapanlarında boyunlarına tahta gülle takılıp teşhir edilirdi.
Esnaf ve zanaatkarlar arasında cahil kimse yoktu. Kötü niyetli insan azdı. İhtiraslarla ruhlar kirletilmiyordu. Esnaf teşkilatı sayesinde bütün faaliyetler tanzim edilir, devlet kuvvetlerinin müdahalesi olmadan esnaf kendi kendini idare edip denetliyordu. Böylece en küçük bir mesleki suistimal, yolsuzluk ve ahlaka aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu. Din ve ahlak kurallarına aykırı davrananlar ağır cezalarla cezalandırılıyordu. Yolsuzluk, hile, hilekar gibi davranışlar karşısında esnafa ve zanaatkara suçunun durumuna göre şu cezalar veriliyordu :
Geçici bir süre, işinden men etmek
Sanatından uzaklaştırma.
Dayak cezası
Para cezası
Yolsuz cezası (Medeni münasebetleri kesme)
İkaz ve nasihat
Malların müsaderesi (28)
Türk ticaret ahlakını bozmak için gayri Müslimlerin bilhassa Yahudi asıllı kişilerin büyük gayretleri olmuştur. Bunların gayeleri Müslüman esnafı iflas ettirmek ve Türk ahlakını bozmak idi. Bu konuyla ilgili iki misal vermekle yetineceğiz.
Hristo isimli gayri Müslim bir bakkal sattığı malları şeriat yoluyla gösterilen fiyat haddi üzerinden vermeyip emre aykırı şekilde yüksek fiyatla satıyor ve eksik tartıyordu. Bütün ikazlara rağmen durumunu düzeltmemişti. En son okka başına fiyat haddi 16 para olan zeytin yağını 18 paraya sattığı tesbit edildi. Ceza olarak Hristo dükkanının önünde asılmış ve diğer gayri Müslimlere ibret olsun diye cesedi birkaç gün bekletilmiştir. (29)
17. asırda Yahudi Yafes oğlu Salamon, eline geçirdiği bir hüccet sayesinde gümüş işletmeciliği sanatına başladı. Sanatında hile yaptığı için Müslüman esnaf Salamon’u aralarından kovup dükkanını kapattı. Salamon sarayla temastan sonra Bursa kadısından aldığı izinle dükkanını yeniden açtı. Yine som altın ve halis gümüş işletmeciliğine hile karıştırarak rekabete başladı.
Bu durum karşısında Müslüman esnaf mahkemeye baş vurup Salamon’un hilelerini ispat ederek Salamon’un dükkanının kapatılmasını ve kendisinin de sanatından men edilmesini sağladı. (30)
İşlenen suçlara karşı gösterilen tepkilerle Türk ahlakı çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar yozlaştırılmadan korundu. Ancak Türk’ün üstünlüğünü ve manevi gücünü kırmak, ahlakını dejenere etmek ve yıkmak için çalışan gayri Müslimlerin gayreti, suçlulara verilen cezaların hafifletilmesiyle suçlar arttı. Bu halin devamı ile de huzurlu, haşmetli dönemler geride bırakılarak çöküş dönemine girildi.
BUHRANLARIMIZIN KAYNAĞI BATI :
Türkler ahlakları zayıf, idealleri sakat olduğu için bugünkü duruma düşmüş değillerdir. Türklerin çöküşünü hazırlayan ve zorlayan sebep, Türklerin kendi ahlaklarını bırakarak çöken Batı’nın kokuşmuş ahlakına yönelmeleridir. Türklerdeki çöküş emareleri iki asır önce çöken Batı’ya yönelmekle başlamıştır. İslam inancının Türk ahlak ve töresine bağlılığın zayıflamasıyla eski dinamizm ve huzur da zayıflamıştır. Tanzimat’la beraber çöken Batı’nın kokuşmuş ahlak ve düşüncesine yönelen azınlığın Müslüman Türk ile Hıristiyan Batı’yı kaynaştırma arzuları, Batı’nın gayri insani sistemlerinden doğan huzursuzlukları, uzlaşmayan bir tehlike olarak bünyemize sokmuş ve Müslüman Türk’ün ahlak yapısını bozmuştur.
Halbuki Türk ahlak ve seciyesi hiçbir zaman Batı’nın ahlakı ile uyuşamaz ve uzlaşamazdı. Çünkü Türk ahlakı Batı ahlakından insani yönden mukayese edilemeyecek kadar üstündü. Batı’nın ahlakı ise baştan buhranlı doğmuştu. Batı en buhranlı anlarını yaşarken Türkler güven dolu, huzurlu bir hayat yaşıyorlar ve inanç, samimiyet, mes’uliyet, fedakarlık duygularıyla insanlığın zirvesine ulaşmışlardı.
Batılıların kendi diliyle ifade ettiği gibi : “Türkler hiçbir zaman, Avrupa sosyetelerinde ve ailelerinde görülen laubaliliğe ve ahlaksızlığa düşmemişlerdir.” (31)
“Türklerin dinlerine bugünkünden daha sıkı bağlı oldukları devirlerde Osmanlı İmparatorluğuna gelmiş ve dolaşmış bulunan Avrupalı seyyahlar, yazıp bıraktıkları seyahatnamelerde, kendi vatandaşlarına umumiyetle şöyle tavsiyelerde bulunmuşlardır :
“Türkiyeye giderseniz sakın Hıristiyan esnaftan alış-veriş etmeyin ve Hıristiyanların işlettikleri hanlarda kalmayın. Çünkü ırzınız, namusunuz, malınız tehlikeye düşer. Müslüman esnaf sizi mister, mösyö, sinyor diye kolunuzdan, eteğinizden çekmez. Dükkanında oturur, gittiğiniz takdirde size misafir muamelesi eder. Kahve ikram eder, pazarlık etmez, aldatmaz da “ demektedirler. İşte Elizabeth Graven, İşte Madame Montegu, İşte Busbesq.
O Busbesq ki, muhteşem Süleyman devrinde Avusturya elçisi olarak memleketimize gelmiş ve Türklerden pek çok zamandır dayak yemekte olan bir milletin çocuğu bulunduğu için bizi hiç sevmemiştir; ve bunu da kitabında şöyle açıkca söyler. Fakat gene de zaman zaman : “Maalesef Müslümanlar bizden çok ahlaklı, çok merhametli, çok sabırlı ve bilhassa çok teşkilatçı… Onları bu cinsten vasıflara sahip gördükçe öfkemden çıldırıyorum. Başımıza daha neler gelecek onu düşünüyorum” demekteydi. (32)
Batı dünyası ahlaksızlıklar üzerine kurulmuştur. Geleceği bakımından da çöküşü kesindir.
Türkler ahlaki ve insani değerlere sahipken Batı, insan yaşayışına uygun düşmeyen ahlaksızlıklar içinde yüzmüştür.
Mesela tarihte Romalılarda, Yunanlılarda ve Roma-Yunan düşüncesine sahip bütün Batı ülkelerinde kötü insanlar saygı görmüş, namuslu insanlar hürmet ve itibardan mahrum kalmıştır. Zina, hırsızlık suç sayılmamış, fuhuş ve hırsızlık tanrıları icat edilerek halk zorla ahlaksızlığa sevk edilmiştir.
Dinleri insan yapısına uygun prensipler ortaya koymadığı için utanç verici vahşet tabloları çizilmiştir. Papazların evlenmesi yasaklanmış, fakat papazların yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Manastırlar, kiliseler fuhuş yuvası olmuştur. Papazlar kan dökmenin günah olduğunu ilan edip bakirelik hakkının kendilerine ait kılmışlardır. Defalarca kilisede erkekle erkeğin nikahını dünya evine sokmuşlardır.
Heliogabal hayatı boyunca kadın elbisesi giymiş ve kadın olabilmek için zamanın doktorlarına servet vaad etmiştir. İktisaden zamanın en kuvvetli imparatorluğu olan Roma, ahlak buhranından yıkılmıştır.
Niğbolu meydan muharebesinde mağlup olan haçlı ordularının arasında bir sürü fahişe görülmüştür.
Evlilik esaret kabul edildiği için kadınlar evlenmeden istediği erkekle serbestçe ilgi kurabilirdi. Buna hiçbir yasak yoktu. Evlenmeden bir kız başkası ile yatar, kısır olmadığını isbat için çocuk sahibi olabilirdi. Bir erkek karısını başkalarına sunabilir ve ondan çocuk sahibi olmasını isteyebilirdi. Veya karısını satabilir, kiraya verebilirdi. Kadınların birden fazla kocası olduğu çokça görülürdü. Kendini korumayan kadını kimse koruyamazdı. Bazı erkekler evlerinden ayrılırken karılarına “iffet kemeri” denilen kilitli bir demir çember takar ve anahtarını yanına almak zorunda kalırdı.
Hırsızlık yasak değildi; hırsızlık tanrıları vardı. Ana-babalar evlatlarının iyi hırsız olabilmeleri için hırsızlık tanrılarına yalvarırdı. Hırsızlık geçim kaynağı olduğundan, hırsızlık yapmayan delikanlıya kolay kolay kız verilmezdi. Bir erkeğin geçimini çalışarak meşru yoldan sağlaması güçsüzlüğünün ve korkaklığının ifadesi sayıldığından ayıptı. Yunan mitolojilerinde bir çok hırsızlık hikayeleri anlatılmış ve hırsızlık övülmüştür.
Batı’da doğruluğun ve namuskarlığın yeri yoktur. Kimse namustan, şereften söz edemez. Batı tarihi namuskarlığın iflasıyla doludur. Din adamları papazlar bile Hıristiyan hükümdarlarına : “Kafirlere verilen sözün asla muteber olmadığını İncil namına beyan edip Müslümanlarla yapılan bütün anlaşmaları bozmuşlardır.
“1444 Temmuzunun 12. günü Szegedin’de Macar Kralı ile Osmanlı Padişahı arasında sulh akdolunmuştu. Muahede iki taraftan yeminle teyit olunmuş Vladislas İncil üzerine, Sultan Murat da Kur’an üzerine yemin etmişlerdi. On yıl müddetle akdolunan muahedenin tarihi üzerinden henüz on gün geçmişti ki Papanın elçisi Kardinal Julien Cesarini kralla meclisin azasına, mukaddes teslis Celil-üs-şan Meryem-i Betül aziz (saint) Etienne ve Ladislas namlarına olarak yeniden ettirdiği yeminle muahedeyi iptal etmişti. Kardinal Julien sözü tutmakta mecburiyet olmadığını iddia etti.” (33)
Bugün her vesileyle insan sevgisini dillerinden düşürmeyen sözde hümanist Batı, insan eti yiyecek kadar yamyamdır. Eflak Voyvodasının eline esir düşen Müslüman Türkler şişe geçirilip kızartılarak yenmişlerdir. Haçlı ordularına katılan askerler Türk kanı içmiş ve çocukları suda haşlayarak yemişlerdir. Son senelerdeki bazı uçak kazalarında sağ kalanlar evvela ölüleri daha sonra da birbirini yemişlerdir. Daha sonra bunu gururla anlatırken bunun sadece bir organ nakli olduğunu belirtmişlerdir. Geçen sene “5’i rahip 6 kişi öldürdükleri adamın etini yemişlerdir.” (34)
Batı’nın dünü ile bu günü aynıdır hatta geçmişin büyüyen bunalımları içinde kıvranmaktadır. Her yönü ile hataları yüzünden yıkılan milletleri unutturacak feci bir manzara arz etmektedir. Fuhuş almış yürümüş, evlilik dışı ilişkiler rekor seviyeye ulaşmıştır. Bugün ortalama Batı ülkelerinde %50’nin üstünde genç kız bakire değildir. Evli olmayan anneler büyük saygı görür. Küçük yaşta ve orta dereceli okullarda uygulanmakta olan seks eğitimi gençleri küçük yaşlardan itibaren fahişeliğe itmektedir. Hatta öz kardeşiyle ilişki kuran, öz babalarından hamile kalan genç kızların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İngiltere’de 1977 Aralık ayında evlilik dışı yaşayanlara normal bir aileye tanınan bazı haklar tanınarak ahlaksızlık temyiz mahkemesince meşrulaştırılmıştır. (35)
“Prof. Melvin Zelnik ve Prof. John Kanter tarafından John Hopkins Üniversitesince yapılan bir inceleme, Amerikalı genç kızlar arasında evlilik öncesi cinsel faaliyetlerin son beş yılda %30 oranında arttığını ortaya çıkarmıştır. (36)
İngiltere’de genç kızlar okula gitmemek için hamile kalmaktadırlar. Bu ülkede henüz reşit olmayan annelerin üçte ikisi gayri meşru çocuklar dünyaya getirmektedirler. İngiltere’de bırakın Londra’yı taşrada bile 16 yaşından küçük genç kızların arasında bakire olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Son olarak İngiliz Parlamentosunda iki üyenin sevici olduğu İngiliz gazetelerinin manşetlerine geçmiştir. Üstelik bu iki sevici parlamenter bunu övünerek açıklamışlardır. İşçi Partisi üyesi bu iki hanım millet vekili bir bayan arkadaşıyla yaşayabilmek için geçen sene kocalarından boşandıklarını ifade ettikten sonra sevici olduklarını ve bununla da gurur duyduklarını söylemişlerdir. (37)
20 milyonun üstünde homoseksüelin bulunduğu Amerika da 1971 Haziran ayında 10.000 homoseksüel New-York’un en kalabalık caddelerinde hürriyet ve hak isteğiyle yürümüşlerdir.
Londra’da bir parkta başka bir adamla uygunsuz vaziyette yakalanan ve seks hayatını anlatan bir “Best-Seller” yayınladıktan sonra kiliseden uzaklaştırılan homoseksüel keşiş, Hıristiyanlık ile homoseksüelliğin birbiriyle bağdaştığını iddia etmiştir. Keşiş Antonio Reig; en önemli görevi umut vermek olan kilisenin homoseksüellere yardım etmediğini belirterek bu yüzden bir kitap kaleme aldığını belirtmiştir.(38)
İşte kurtuluşu uyuşturucu madde alışkanlığında, sekste, şeytana tapmakta, ölümde arayan çöken Batı’nın dramı… Bize kurtarıcı olarak gösterilen Batı…
NETİCE :
Milletler, hayatlarını anlamlı kılan milli ve manevi değerlerinin üstünlükleriyle benliklerini korur varlıklarını devam ettirirler. Değerleri kaybolan milletlerin yaşama garantisi yoktur. İşte Roma, Yunan, Bizans ve aynı yolun yolcusu Batı.
Eğer Türk Milleti olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak kendimizi, yıkılan Roma ve Yunan medeniyetinin enkazı olan Batı’ya teslim etmekten vazgeçmeliyiz. “Batı” kelimesini büyülü bir kelime olmaktan çıkarmalı ve Batının kesin çöküşünü görmeliyiz. Bilmeliyiz ki Batıda doğup gelişen her türlü akım bizim için zararlıdır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı çeşitli sapıklıklar ve ruhi dengesizlikler içerisinde kıvranmaktadır. Batı’ya kurtarıcı olarak sarıldığımız günden itibaren milletimiz Batı’nın kıskacına düşerken aynı zamanda ızdırabın içine sürüklenmiştir.
İnsanlığın yanlış değerlendirildiği Batı düşüncesi içinde ahlak ve insanlık kaybolmuştur. Medeni ülkeler olarak örnek verilip, sürekli propagandası yapılan Batı ülkeleri, insanlık ve ahlak açısından tam bir safahat ve çıkmazın içindedir. İntihar vak’aları, cinsi sapıklıklar, homoseksüellik, insanı köleleştiren seks ve uyuşturucu madde alışkanlığı, şeytana tapma gibi sapıklıklar son hadde ulaşmış, Batı’yı tehdit eder duruma gelmiştir. Bir çok ilim adamı Batı’nın çöküşünü haber verirken Batı insanı, iğrenç yaşayıştan, sonu gelmeyen çılgınlıklardan, kendilerini tatmin etmeyen Batı düşüncesinden bıkmış, huzur ve kurtuluş aramaktadır.
İki asırdan bu yana milletçe büyük bir tahriple karşı karşıyayız. Eğer dışarıdan kaynaklanan bu tahrip karşısında kendimize gelip, milletimizin özünden koparılmasına müsaade etmezsek pek yakında aydınımız başta olmak üzere kendi insanımızla beraber arayış içinde olan Batı insanı da kurtulmuş olacaktır. İnsani ve medeni olmayan Batı düşüncesinin yerini, huzur kaynağı olan Türk-İslam kültür ve medeniyeti alacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- İsmail Hami Danişmen, Garp Menbalarına göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı S.7
2- Danişmend, Age.S.9
3- Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi S.224
4- Gürkan, Age. S.225
5- Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü,S.122-123 (1000 Temel Eser)
6- Danişmend,Age,S
7- Age,S.86
8- Aeg.S.14
9- Aeg.S61
10- Aeg.S.75
11- Gürkan,Age.S.174-175
12- Samiha Ayverdi, Misyonerlik karşısında Türkiye,S.74-75
13- Ayverdi,Age.S.75
14- Dr. Selahaddin Tansel, 100 Tarih 100 Fıkra
15- Jon Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, Tercüme : Ömer Rıza Doğrul,S225
16- Pieerre Loti, Can Çekişen Türkiye,S.71 (1001 Temel Eser)
17- Danişmend, Age.S.18-19
18- D’ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, S.263 (1001 T.E.)
19- D’ohsson, Age, S.189-190
20- El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,S.77, Çev Ramazan Şeşen.
21- Bahaeddin Öğel, İslamdan Önce Türk Kültür Tarihi,S.209
22- H .N.Orkun, türk Tarihi,C.1,S.67
23- İ H.Danişmend, Kronoloji, II.S.249
24- Prof Osman Turhan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1,C.131
25- Turan, Age,C.1,S.132
26- Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi:C.1,S.166
27- Prof. Dr. Lazslo Rosanyı, Tarihte Türklük,S.58
28- Abdullah Yaman, İlim Kültür ve Sanatta GERÇEK Mec.Nisan 1974, Sayı:6,S.39-40
29- Tarih-i Sami, Vukuat-ı Zaptiye,S.208
30- Dr. Osman Şevki Uludağ,Belleten,C.1,S.758’den özet olarak
31- D’Ohsson,Age.S.213
32- Ayverdi, Age.S.52
33- Prof. Dr. Ahmet Reşit Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku,S.105
34- Bayrak Gazetesi, 9 Eylül 1977
35- B.Anadolu Gazetesi, 2.12.1977
36- Bayrak Gazetesi, 11.4.1977
37- Bayrak Gazetesi, 7.5.1978
38- Bayrak Gazetesi, 22.1.1978
.
Türklerin Dini
Müslüman olmadan önce Türkler, çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunlardan Şamanizm, Türklerin ilk dini olmuştur.
Şamanizm, tek tanrı inancının hakim olduğu bir dindir. Türklerin kendi dinlerini kabul etmesini çok isteyen diğer dinlerin temsilcileri, çok uğraştıkları halde kendi dinlerini Türklere kabul ettirememişlerdi. Bir defasında diğer dinlerin temsilcilerini dinledikten sonra Mengü Han : “Biz sadece bir tek Tanrının varlığına, Onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz” demiş kendi dinlerinin daha ileri seviyede olduğunu, bu yüzden din değiştirmeye niyetleri olmadığını belirtmiştir.
Türklerde Tek Tansı inancının yanında, Tanrının her şeyin yaratıcısı, hayır ve şerrin tayin edicisi olduğuna inanılırdı. Dünya hayatının geçiciliği, ölümün yok olmak demek olmadığı ve ebediliğe geçiş olduğu esastı.
Türklerin bir bölümü tarafından inanılan diğer bir din de Budizm dini idi. 572 tarihinde Göktürk Kağanı Tabo Kağan zamanında bazı Türklerin Budizm’i din olarak kabul ettiklerini kaynaklardan öğreniyoruz. Fakat Budizm, halk tarafından rağbet görmemiş, ancak bazı devlet adamları tarafından benimsenmişti. Bunun için Budizm, Türklerin resmi dini olmamıştı. Daha sonra 840 tarihinde Uygur Türkleri tarafından resmi din olarak kabul edildi.
Budizm’in en belirgin özellikleri şunlardır : Budizm her şeyden önce hareketli bir din değildir. Bir yaratıcı ve ahret inancı olmadığı için dinde ayin ve ibadet de yoktu. Her şeyin boş ve geçici olduğunu kabul eden pasif bir dindir. Züht hayatı ile arzuları söndürmek ve yok etmek esasına dayanır. Hayat, ızdırap vericidir; doğmak da ölmek de ızdıraptır. Avlanmak et yemek, savaşmak gibi Türklerin yaşayışına ve karakterine uymayan bazı yasaklar ihtiva etmekteydi.
Budizm’den sonra Türklerin kabul ettikleri diğer bir de Maniheizm dini olmuştur. Uygur Kağanı Bugu Kağan zamanında Mani rahiplerinin gayretleriyle Maniheizm dini Türklerin bir bölümü arasında yayılmıştır.
Bu dinlerin hiç biri Türk’ün idealine, dünya görüşüne ve yaşayışına uymadığı için Türkler arasında hiçbir zaman toptan kabul görmemiş, milli din olma özelliğini taşımadıkları için de milli din olarak benimsenmemiştir.
Tarih boyunca hareketli, teşkilatçı ve savaşçı millet olan Türkler, İslam dinine gelinceye kadar hiçbir dini dinamik hayatlarına ve mizaçlarına uygun bulmamışlardır. Vezir Tonyukuk, Türkler arasında Buda dinini yaymak isteyen Bilge Kağan’a bu dinin insana miskinlik verdiğini, Türklerin yaşayışlarına ve ideallerine yabancı olduğunu söylemiş ve fikrinden vazgeçirmiştir.
Karakterleri icabı İslam’dan başka hiçbir dine iltifat etmeyen Türkler adeta İslam için yaratılmış ve İslam’ı kabul etmeye hazır olarak beklemişlerdir.
a) Türklerin Müslüman Olmaları :
İslam’dan başka bir din, Türklerin ruh yapısına uygun olmadığı için Türkler Müslümanları görüp, İslam’ı tanıdıktan sonra toptan Müslüman oldular. Türkler Müslüman olduktan sonra İslam Dini’ni hayatlarının ve ideallerinin tek sembolü olarak kabul ettiler. İslam prensipleri ile Türk inanç ve düşüncesinin tam bir uygunluk göstermesiyle Türkler, daha önceki hayatlarının ve dinlerinin Müslüman olduktan sonra asla özlemini duymadılar. Çünkü Türkler, ahlakları, sosyal yapıları ve düşünce tarzları ile İslam’a hazırdılar. Komşuları domuz eti yerken Türkler yemiyordu. İslam’ın büyük günah saydığı zina, Türkler arasında cezası ölüm olan büyük bir suç telakki ediliyordu. Diğer taraftan İslam Dini’nin emrettiği ahlak ilkeleri ise Türk toplumunun başta gelen özelliği idi. Yani Türklerin İslam’a ters düşen bir yönü yoktu. Bu sebeple Türkler İslam Dinini her bakımdan kolayca benimsemişlerdir.
Türklerin Müslüman olmalarını kolaylaştıran diğer sebepler de şu hususlar olmuştur :
Daha önce Türklerin Tek Tanrıya inanmış olmalarının İslam’ın tek Allah inancı ile gösterdiği benzerlik, Türklerin Müslüman olmalarında başlıca neden olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türkler Müslüman oluncaya kadar tek Tanrı inancına sahip olarak yaşamışlardır. Bu inanç Türk düşüncesinin temelini teşkil ediyordu. Türklere göre her şeyi yaratan ve her şeyin sahibi tek kutsal varlık Tanrı idi. Mengü Han, çeşitli dinlerin temsilcilerini büyük bir dikkatle dinleyip onlara :
“Biz yalnız tek bir tanrının varlığına, O’nun sayesinde yaşadığımıza ve O’nun emri ile öldüğümüze inanıyoruz” demesi Türk inancının ifadesi idi.
Türklerin inancına göre Tanrı, şekli bilinmeyen, ezeli, ebedi ve güçlü bir varlıktı. Destanlarda, kitabelerde tanrının şekli hakkında hiçbir ifade yoktu. O hiçbir şeye benzemez, ancak kendine benzerdi.
Dede Korkut’ta “Ölümsüz mabut” diye geçen, ezeli ve ebedi olduğu bildirilen Tanrı hakkında şöyle deniliyordu :
“Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin
Aziz Tanrı sen anadan doğmadın
Sen babadan olmadın, kimsenin rızkını yemedin
Kimseye güç etmedin, bütün yerlerde birsin
Sen daim ve baki olan Tanrısın.”
Göktürk kitabelerinde de Tanrının gücünün her şeyin üstünde olduğu belirtilmiş ve “Tanrı lütfettiği, güç, kuvvet verdiği için…” denilmişti.
Türklerde ten Tanrı inancı ile beraber dünya hayatının geçici, ölüm ötesi hayatın ebedi olduğuna inanılırdı. Ölümden sonra mezar bekleme yeri olarak kabul edilirdi. Bunun için ölen bir kimse, kıymetli eşyaları ile beraber gömülür ve mezarda cenaze, istirahat için oturan insan gibi oturtulurdu.
Bundan başka İslam Dini, Puta tapmayı yasaklıyor ve insanın hiçbir şekilde alçalmasına müsaade etmiyordu. İnsan onuruna saygıya dayanan akli, mantıki bir dindi. Bu ve İslam Dini’nin milli değerlere bağlılığı, cihadı emretmesi, vatan sevgisini imandan sayması, vatanına töresine bağlı ve esareti zillet sayan Türklerin milli karakterlerine uygun olan İslam’ı kabul etmelerini sağlamıştır.
Bu konuda kolaylık sağlayan diğer bir hususta, bazı kaynaklara göre İslam Peygamberinin Türkleri övmesi ve Abbasiler başta olmak üzere Müslümanların Türklere hayranlık duyup son derece iyi davranmaları, Türkleri temiz insanlar olarak görüp güvenmeleri, hatta devlet kademelerinde önemli görevler vermiş olmalarıdır.
Türklerin Müslüman olmalarında herhangi bir şekilde zorlanmış olmaları söz konusu değildir. “Eşeği Müslüman olsa da Ömer Müslüman olmaz” diyen Hz. Ömer, nasıl Müslümanların sağlam inancı ve Kur’anın büyüleyici etkisi ile Müslüman olmuş ise, Türkler de İslam’ın yüceliği karşısında Müslüman olmuşlardır. Türklerin kılıç zoru ile Müslüman olduğu iddiası yalandır. Çünkü Türkler o zaman da güçlü idi. Zillete düşmüş ve hakir olmuş bir millet değildi. Bu yüzden İslam’ı zorlama ile değil, kendi irade ve istekleriyle kabul etmişlerdir.
Türklerin Müslüman olmalarıyla, Allah Türkleri İslam’la şereflendirmiş İslam’ı da gerçekten onu yaşayacak, hizmet edece, yayacak Türklerle muzaffer kılmıştır.
b) İslamsız Türk Düşünülemez :
İslamiyet, Türklerin hayatında en köklü müessesesi olmuştur. Türkün karakteri ile İslam’ın prensipleri arasındaki uygunluk, Türklerin çok çabuk olgunlaşmasına sebep olmuş aynı zamanda İslam’ın köklü tedbirleri sayesinde Türkler bozulup yok olmaktan kurtulmuşlardır.
Demek oluyor ki, Türkler, İslam’ı kabul etmekle varlıklarını ve geleceklerini garanti altına almışlardır. Böyle İslamiyet Türklerin milli ve manevi varlığının teminatı olmuştur.
Öyleyse Türklük mü ? Müslümanlık mı ? tartışmasına lüzum yoktur. Nasıl insanın canlılığı bedenle ruhun birliğinden ibaretse, Türklükle İslamiyet de böyledir. Bunun için Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten ayıramayız. Şu anda İslam’ı anlayan, yaşayan ve temsil eden tek millet Müslüman Türk Milletidir. İslam Dini de X. Asırdan beri Türkler için en büyük kuvvet kaynağı olmuş ve Türkler İslam’la benliğini bulmuşlardır. Türk’ün milli değerleri İslam’la yüceltilmiş ve İslam’la yaşatılabilmiştir. Türk tarihinde Türk Milliyetçiliğinin gelişmesi İslam sayesinde olmuştur. İslam prensiplerinin sınırlayıp sağladığı tertemiz bir hayatla da milli ideallerin gerçekleşmesine imkan hazırlanmıştır.
Türklerin islamı kabul etmeleri, Türk tarihinin dönüm noktası olmuştur. İslam’ı kabul etmeyen Türkler, benliklerini tamamen kaybedip yabancı din ve kültürlerin tesiriyle yok olup giderken Müslüman olan Türkler ise İslam’ın diriltici prensipleriyle Türklüklerini ve Milli benliklerini korumuş, küçük bir cemaat halinde yaşamaktan kurtulup dünyanın en büyük , en huzurlu ve en uzun ömürlü imparatorluklarını kurmuşlardır.
Türklerin Müslüman olmakla gösterilebilecek hiçbir kayıpları olmamıştır. Musa peygamberden bu yana gittikleri her yerden kovuldukları, yaptıkları bütün savaşlarda yenildikleri halde milli dinleri olan Yahudilik sayesinde bugüne kadar İsrail nasıl yok olmamışsa, Türkler de varlıklarını İslam sayesinde koruyup devam ettirmişlerdir.
Türkler için İslam’ı kabul etmek, Türk tarihinin en mesut ve en önemli hadisesi olmuştur. İslam imanı ve disiplini Türklere bambaşka bir ruh vermiştir. İslam’la beraber gönüllere sükun, insanımıza huruz gelmiştir. Ahlak ve iman hayatı başlamıştır.
c) Türklerin İslam’a Hizmetleri:
Türkler, hak din olan İslam’ı kabul ettikten sonra tamamıyla onu benimsemişler, İslam’ın fedakar koruyucusu ve kahraman mücahidi olmuşlardır. İman ettikten sonra aldıkları kutsi vazifenin heyecanı ile Türkler, Allah’ın adını cihana yaymak, yeryüzündeki her türlü fitne ve fesadı yok etmek için yerlerinde bir an bile durmamış, rahat yataklarında yatmamışlardır.
Denilebilir ki Türkler İslamiyet’ten, İslamiyet de Türklerden kuvvet almıştır. Müslüman olmakla Türkler :
Milli birliklerini korumuşlardır
İslamiyet Türkleri canlı ve diri tutmuştur.
Türklerin hayat tarzları ve dünya görüşleri değişmiştir.
Türklerin idealleri değişmiştir. Allah’ın rızası ve insanların gönül hoşnutluğunu kazanmak için yaşamaya başlamışlardır.
Türkler İslam’ın prensipleri ile İmparatorluklar kurmuşlardır. Böylece hem millet hem de devlet gücü ile İslam’a büyük ölçüde hizmetlerde bulunmuşlardır.İslam’ın bayrağı Arapların yorgun ellerinden Türklerin ellerine geçmiş ve Türkler tarafından yükseltilmiştir. Asırlarca Türkler İslam’ın kılıcı ve bayraktarı olmuşlardır.
Her alanda Türklerin İslam’a olan bağlılıkları ve hizmetlerinin sonucu “Müslüman” tabiri artık yalnız Türkler için kullanılmaya başlandı.
İslam’ı korumak ve yaymak için her şeyden önce en iyi şekilde ona uymak ve prensiplerini yaşamak lazımdı. İşte Türkler bunu ihmal etmediler. Türkler, İslam’ın her emrine titizlikle uydular. İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’a en büyük saygıyı gösterdiler. İnançları uğruna Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Kurdukları adil idare ve İslam’ın insana verdiği değer ölçüleriyle gösterdikleri muamele, bu sebeple Türklere kurtarıcı olarak kucaklarını açan insanlar İslam’a ısınmışlar ve Müslüman olmuşlardır.
İslam Dini Arap yarımadasında doğmuştur ama, Allah’ın adını yeryüzüne yaymayı görev bilen Türkler tarafından dünyaya yayılmıştır. Bugün İslam’ı yayma bahtiyarlığına erişen Türklere karşı Müslüman ülkelerinin gösterdiği sevgi ve muhabbetin sebebi, kendilerinin yapamadığını Müslüman Türklerin yapmış olmasındandır. Bir başka sebep de İslam ve Müslüman düşmanı olan Hıristiyan Batı’nın saldırıları karşısında Türklerin yıkılmaz bir kale oluşudur.
Ayrıca Abbasiler zamanında iç isyanların ve mezhep kavgalarının bastırılmasında, Haçlı saldırılarının püskürtülmesinde Türklerin büyük rolü olmuştur.
Türk hükümdarı Gazneli Mahmud, İslam Dinini yaymak için Hindistan’a on yedi büyük sefer yapmış, bu seferlerin sonunda ele geçirilen yerlerde İslam Dininin yayılmasını sağlamıştır. Daha sonra Hindistan’da kurulan Türk hakimiyeti ile de bugün yüz milyonu aşkın insanın Müslüman olması gerçekleştirilmiştir.
Alparslan’ın Bizanslılarla yaptığı savaşları kazanması, Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış, böylece Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sağlanmıştır. Daha sonraki yıllarda Osmanlılar zamanında Viyana kapılarına kadar Türklerin eline geçmesi, İslam Dininin Avrupa’ya yayılmasını ve bütün dünyanın İslam’ı tanımasını gerçekleştirmiştir.
İslam’ın kılıcı Türklerin eline geçtikten sonra İslam’ın bayrağı fedakar Türklerin elinde yükselmiştir. Mezhebimizin kurucusu İmam-ı Azam Hazretleri, Hac esnasında Allah’a niyazda bulunurken : “Ey Allah’ım benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise bana yardım et; Çünkü ben senin rızan için Resulünün Şeraitini takrir ettim” demesi üzerine hatiften bir ses : “Sen doğru söyledin Kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur” cevabını vermiştir.
Zira Türklerin Müslüman olduktan sonra yaptığı her şey, Allah’ın rızası ve Allah’ın adının bütün dünyaya yayılması idealine dayanıyordu. Buna bir örnek verecek olursak :
Trabzon seferi esnasında çekilen zahmetleri gören Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun, Fatih Sultan Mehmed’e :
-Oğul Trabzon için bu kadar zahmet değer mi ? Bunca zahmet nedendir ?
Deyince Fatih :
-Ana bu zahmet yalnız Trabzon için değildir. Biz İslam’ın kılıcını elimizde tutuyoruz. Eğer biz bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur. Biz bu zahmet karşılığında gazi ünvanını hak ederiz; eğer bugün veya yarın bu gayeye erişemeden ölürsek, Allah’ın ve Peygamberinin katında yüzümüze nasıl bakılır ? “ cevabını vermiştir.
Büyük Selçuklu İmparatoru Melik Şah, tahta çıktığı zaman ülke içinde İslam birliğini sağlamak, fitneleri yatıştırmak için kardeşiyle savaşa mecbur kalmıştı. Buna mecbur kaldığı için Veziri Nizam’ül-Mülk ile beraber camide durumun düzelmesi ve Cenab-ı Allah’ın kendisini affetmesi için dua etti. Vezirinin gönülden dua ettiğini görünce, ona niçin ve nasıl dua ettiğini sordu. Veziri Nizam’ül-Mülk :
-Cenab-ı Hak’tan yalnız şunu diledim : Mücadeleyi siz kazanın ve milletin başında siz kalın…” diye dua ettim. Cevabını alan Melik Şah, ben ise şöyle dua ettim :
-Yarabbi, iki kardeş dövüşüyoruz. İçimizden hangimiz milletin başına geçmeye layıksa ve ikimizden hangimiz millet ve ümmet için, din ve devlet için daha hayırlı olacaksa zaferi ona ihsan et.” Dedim diyerek bir asalet örneği vermiştir.
Yavuz Sultan Selim, son anlarını yaşıyordu. Hekimi Hasan Can’a sordu :
-Ya bunca zamandır sen beni kiminle sanıyordun ? Şimdiye kadar Allah’a teveccühümüzde bir kusur mu sezdin ?
Bu inanç ve bağlılıkla Türkler, Türklüğü ve Müslümanlığı ortadan kaldırmak için girişilen her türlü saldırının ve bilhassa Haçlı sürülerinin karşısına dikilmiş sel gibi Müslüman Türk kanı akıtarak düşmanlarını ağır yenilgilere uğratmış, İslam’a karşı girişilen her türlü saldırının karşısına dikilmiştir. Bu gerçeği 1972 Temmuzunda Cezayir’de toplanan İslam Kongresinde Suudi Arabistan temsilcisi şu sözlerle ifade etmiştir :
“Eğer Türkler olmasaydı, mukaddes topraklar Haçlıların ayakları altında kalacaktı. Bu nasıl unutulur ? “
Türklerin İslam’a yaptıkları hizmetlerin geçmişte olup bugün durduğu söylenemez. Açıkça diyebiliriz ki, bugün İslam’ı en iyi anlayan, İslam’ın prensiplerini en iyi şekilde uygulayan ve Allah yolunda cihadı ter etmeyen tek millet, Türklerdir. Hal böyleyken İslam ülkeleri arasında “Türklerin İslam’ı terk ettikleri ve dinsiz oldukları “propagandası, Müslümanları parçalamak ve İslam ülkelerini Türklere düşman etmek isteyenlerin oyunudur.
Kore’ye giden Türk mücahitleri, koyu Budist olan Kore’liler arasında Müslümanlık ve Türkoloji gibi iki büyük iz bırakmışlardır. O zamana kadar bir tek Müslüman’ın bulunmadığı Kore’de bugün bütün dünyada olduğu gibi İslamiyet büyük bir hızla yayılmaktadır.
Bizim Anadolu Gazetesinin (24.10.1969) verdiği bir haber de bu gerçeği ortaya koyuyordu. Haber aynen şöyle idi :
“Bir hafta kadar yurdumuzda incelemelerde bulunan 15 kişilik Güney Kore Ticaret heyetinin üyesi, İslam Federasyonu başkanı H.Sabri Suh Jung-Kıl, Türk tugayının Kore’ye gelmesinden ve kahramanca savaşmasından sonra Kore’de İslam’ın hızla yayılmaya başladığını söylemiş ve tarihte olduğu gibi İslamiyet halen Türklerin öncülüğü ile yayılmaktadır” demiştir. Ayrıca Kore’de bulunan 5000 Müslüman’ın 1951 yılından sonra Müslüman olduğunu belirtmiştir.
Türk Milleti, asırlarca İslam’ın hizmetkarı olmuş, bilhassa Batı alemi misli görülmemiş bir bataklıkta yaşarken Türkler bütün insanlığa mutlu ve canlı bir hayat mesajı sunmuşlardır. Hala bütün İslam alemi Haçlı seferlerinin muhatabı olan Türklere geçmişin şükranını duyar. Türklere tarihte oynadığı rolün özlemi içinde İslam’ın temsilcisi ve İslam ülkelerinin lideri gözü ile bakar. Çünkü bugün bile İslam’ı en güzel anlayıp yaşamaya çalışan bir millet varsa o da Müslüman Türk Milletidir.
Türkler, dünya görüşü İslam’a en uygun ve dinlerini ihmal etmeyen bir millettir. Allah’ın adını duyup “Celle Celalühü” demeyen, Peygamberin adını anıp da salavat getirmeyen Türk’ e az rastlanır. Bir Müslüman Türk, Allah’ın adını boş yere ağzına almaz. Dini konularda laubalilik göstermez. Peygamberin sünnetlerini titizlikle yerine getirir. Türkler Kur’an-ı belden aşağı tutmaz. Kur’an bulunan yerde yatmaz. Hatta ayaklarını uzatıp oturmaz. Kur’an-ı abdestsiz eline almaz.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Fethinden döndüğü 25 Temmuz 1518 tarihinden Halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihine kadar 405 yıl, 7 ay, 9 gün bir saniye ara verilmeden Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde aralıksız okunmuştur.
Şu anda Peygamber Efendimizin ve O’nun cennetle müjdelenen Ashabının emanetleri, Sancak-ı Şerif, Yüce peygamberimizin mehdine mazhar olmuş aziz Milletimizin sahip olduğu Anadolu topraklarındadır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
Netice:
Türklerin X. Asırdan beri milli dinleri İslam Dini olmuştur. Türkler İslam dininden başka bir dine iltifat etmemişlerdir.
Türklerin İslam’ı kabul etmeleri, Türk ve İslam tarihinin bir dönüm noktası olmuştur. Aktif bir din olan İslam Dini sayesinde Türkler, dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurmuşlardır. İslamdan aldıkları güçle İslam’a hizmet etmişler, Cihad emri ile İslam’ı koruyup yaymışlardır.
Türkler asırlarca İslam ülkelerinin itimadını kazanıp, onların liderliğini yapmışlardır. Bugün de itimada layık, liderlik vasfına sahiptirler.
.
Türk Cihan Hakimiyeti İdeali
Cihan hakimiyeti ideali, bir ırkın veya bir milletin dünyaya hakim olma ve bütün insanları kendi dünya görüşü ve kendi sosyal yapısından doğan kültür ve idealleri ile yönetme esasına dayanır. Bu esasa göre, bütün insanlık tek bir millet olacak ve bu milleti cihan tahtına oturmuş bir devlet idare edecektir.
Cihan hakimiyeti idealinin dünya tarihinde canlı örneklerini Komünizmde, Yahudilik’te ve Türklerin ideallerinde görüyoruz. Hissi davranmama kaydı ile açıkça ifade etmek gerekirse, cihan hakimiyeti tahtına talip olanlar arasında cihan tahtına layık olan tek millet, Türk Milletidir. Cihan hakimiyeti idealinin en insani ve en ideal olanı da Türk cihan hakimiyeti idealidir.
Bugün dünyaya yayılmak ve dünyaya hakim olmak politikası güden Komünizmin ideali hiç de insani değildir. Geçmişi ve bugünü göz atılacak olursa kan, zulüm ve sadizmin korkunç örnekleriyle doludur. Yalanları olsun, vaatleri olsun hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Girdiği her yere zorla girmiş ve cehennem sahneleri sergilemiştir. Bugüne kadarki uygulamalar, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı, insana ve insanın değerlerine iltifat etmeyen sömürge ve sömürü esasına dayanan bir görüş arz eder.
Cihan tahtına oturma hayali ile bugüne kadar varlığını sürdüren Yahudilikte de cihan hakimiyeti komünizm’de olduğu gibi insanlığın mutluluğu ve huzuru üzerine değil, Yahudi olmayan insanların yoklu ve köleliliği üzerine kurulacaktır.
Bu konuda Yahudilere ümit kaynağı olan Tevrat’ın Yahudilerin ideallerini besleyen emirlerinden birkaçını ibret için zikredelim :
“Ayak tabanınızın bastığı yer sizin olacak.” (Tevrat/Tesniye)
“Ve o gün, yerin o bir ucuna kadar Rabbinin öldürdüğü adamlarla dolacak, onlar için dövünülmeyecek ve onlar toplanıp gömülmeyecekler, toprağın yüzünde gübre olacaklar.” (Tevrat/Yeramya)
“Sana kulluk etmeyen hakim ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak.” (Tevret/İşaya)
“Çünkü Rabbin bütün milletlere öfkesi var, onların boğazlamaya verdi ve öldürülmüş olanları dışarı atılacaklar ve leşlerinin bütün kokusu çıkacak ve kanları ile dağlar eriyecek ve gökler tomar gibi dürülecek ve bütün onların ordusu asmadan yaprak dökülür gibi dökülecekler.” (Tevrat/İşaya)
“Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” (Tevrat/İşaya)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yukarıdaki verdiğimiz örneklerde görülüyor ki, Yahudilik ve Yahudiler, Yahudi olmayanlar için hiç de iyi niyetli değillerdir. Yahudi cihan hakimiyeti idealine göre bütün insanlar ya öldürülecek yada Yahudilerin hizmetçisi ve kölesi olacaklardır. Ancak böylece Yahudi cihan hakimiyeti gerçekleşecektir.
a) Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler tarih sahnesine güçlü bir devlet ve millet olarak cihan hakimiyeti ideali ile beraber çıkmış, tarih boyunca bu ideallerini gerçekleştirmek için çalışmışlardır. İlk çağlardan beri cihan hakimiyeti, milli ideal haline geldiği için nereye gittilerse orada evvela devlet ve sonra hakimiyet kurmuşlardır.
Türkler, diğer milletlerin idaresini ellerine alırken hiçbir zaman emperyalist bir zihniyet gütmemişlerdir. Kan dökme, yağmalamak gibi insanlık dışı cinayet ve vahşet örnekleri sergilememişlerdir. Her yerde hak, adalet, eşitlik ve müsamaha esasına dayanan, herkesin gönlünü fetheden insani idare uygulamışlardır. Çünkü Türklerin amacı, cihan tahtına oturarak insanları kul köle edinmek değildir. Türklerin amacı her zaman insanlığın mutluluğu için insanlar arasından zulmü kaldırmak ve yeryüzünde iyiliği, hak ve adaleti hakim kılmak olmuştur.
b) İslam’dan Önce Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türk cihan hakimiyeti ideali Türklerle beraber ortaya çıkmıştır. Bu ideale göre cihan tahtının tek sahibi Türkler olmalıdır. Türklerden başka hiçbir millet cihan tahtına layık değildir. Türk inancına göre dünyada tek bir hükümdar olmalıdır. Diğer milletler hükümdarlığa layık olmadıkları için Türk idaresinde yaşamalıdır.
İlk çağlarda bile, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyanın Türkler tarafından Türk töresine göre idare edilmesi gerektiğine inanılırdı. Gene Türklerin inancına göre, Türklere cihanı idare etme görevi Tanrı tarafından verilmiştir. Buna sadece Türkler değil, Türklerle beraber diğer milletler de inanıyorlardı.
Kaynaklara göre, Tanrı Türkleri özel bir amaçla yaratmıştı. Bu inancı Mehmet Emin Yurdakul şöyle ifade etmiştir :
“Ey milletim, sen bundan tam beş bin yıl evvel
Altaylarda yaşarken,
Tanrım sana dedi ki; “Ey Türk ırkı, bu yerden
Güneşlere süzülen kartal gibi, uç yüksel !..
Senin her bir kuvveti ram edici ellerin
Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak ;
Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısır’ın her yerin
Er isteyen tahtları kollarını açacak…”
Bu inanç Orhun abidelerinde de şu sözlerle ifade edilmiştir :
“Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım Bumin Han, İstemi Han oturarak Türk Milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş…”
Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye Babam Kağan’ı, Anam Hatun’u yükseltmiş olan Tanrı, il veren tanrı, Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye… Türk kavmi batmasın diye, feda olmasın diye üstteki tanrı derimiş…”
Türk hükümdarları da dünyayı idare etmek için Tanrı tarafından gönderilmiştir. Türk hükümdarları, kendilerinin Tanrı tarafından gönderildiklerine ve Tanrının buyruğu ile hükümdar olup tahta çıktıklarına inanırlardı. Bunun için Türklerde tahta çıkmanın kutsal bir anlamı vardı. Türk hükümdarları kendilerini Tanrının dünyayı idare etmek için tahta çıkardığına inanır, yüklendikleri vazifenin de kutsal olduğunu kabul ederlerdi. Ve Tanrının buyruğunu kusursuz yerine getirmeye çalışırlardı.
Gene Türklerin inancına göre, başka milletlerin Türk hakimiyetini kabul etmeleri de Tanrı buyruğu sayılır, Türk hakimiyetini kabul etmeyenler Tanrıya isyan etmiş olduğundan cezalandırılırdı. Hatta Avrupalılar bile Atila’nın Tanrı tarafından kendilerini cezalandırmak için gönderildiğine inanıyor ve Atila’ya “Tanrının kırbacı” diyorlardı.
Türklerde “Kağan” kelimesi, bütün dünyanın hükümdarı anlamında kullanılırdı. Türk kağanları da kendilerinin bütün insanlığın hamisi ve babası olduklarına inanırlardı. Bunun için yedirirler, içirirler, büyük ziyafetler vererek mallarını yağmalatırlar ve halka baba gibi davranırlardı. Yani kendilerinin tanrı tarafından tahta oturtulmasından sonra tek sorumlu kişi olduklarını kabul ederlerdi.
Türkler hakanlarına “Acun Beyi” ünvanını verdikleri Alp Er Tunga’dan sonra hep “Dünya hakimi” adını vermişlerdir. Mesela Mete Han kendisinin tanrı tarafından tahta çıkarıldığına inanıyor ve kendini dünyanın hakanı olarak kabul ediyordu. Bunun için gönderdiği mektuplarda : “Tanrının tahta çıkardığı Hun Milletinin büyük Tan-yu’su” ifadesini kullanırdı. Kaşgarlı Mahmud’a gönderdiği mektupta : “Göklerin sahibi, yeryüzü ülkelerinin hakimiyetini bize verdi.” diye yazmıştır.
Oğuz Han Destanına göre Türkler, yeryüzünü bir tek devlet, Oğuz Kağanı da bu devletin hükümdarı kabul ediyorlardı. Oğuz Han tahta çıkınca : “Ben bütün dünyanın kağanıyım, bundan böyle herkes bana itaat edecektir” dedikten sonra oğullarına ve beylerine dönerek : “Güneş tuğumuz, bayrağımız olsun; gökte çadırımız” demiştir. Daha sonra babasının yerine tahta geçen Oğuz Kağan bütün milletlere elçiler göndererek : “Ben artık bütün dünyanın kağanıyım” diyor ve bütün dünyanın hakanı olduğunu ilan ediyordu.
Göktürkler de, Türk devletinin dünya imparatorluğu olduğuna inanıyor, Türk hakanın oturduğu yeri de dünyanın merkezi kabul ediyorlardı. Göktürk hükümdarlarından Tardu Han, Bizans imparatoruna yazdığı mektupta : “Yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Bizans imparatoruna…” diye başlamıştır. Diğer Göktürk hükümdarları da Çin imparatorlarına gönderdikleri mektuplarda : “Tanrı tarafından gönderilmiş, yeryüzünün kağanı” ifadesini kullanırken Çin İmparatorları da gönderdikleri cevaplarda “Kutsal kağan” ifadesini kullanmışlardır.
Bu gelenek Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları zamanında da devam etmiştir. Padişahlar için “Cihan padişahı” denmiş, “Allah’ın gölgesi”, “Allah’ın vekili” gibi ünvanlar verilmiştir.
Alparslan : “Biz temiz Müslümanlarız, sapıklık nedir bilmeyiz. Bunun için Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken üstün ve seçkin bir miller olduğunu ifade etmiştir.
Türk geleneğine göre Halife, Sultan Tuğrul Bey’e kılıç kuşatırken ona : “Doğunun ve batının padişahı, dinin direği “demiş kılıçı beline takmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, devlet adamlarına gönderdiği mektularda : “Hak Teala’nın taç giydiren sultanlar sultanı Sultan Süleyman Han…” diye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed de : “Yeryüzü tek millet, İstanbul da merkez olmalıdır” demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Türk cihan hakimiyeti ideali, Türklerle beraber doğmuş, Türkler Müslüman olduktan sonra da bütün canlılığı ile yaşamış, İslam dininin cihad emri ile daha da kuvvet kazanarak devam etmiştir.
Buna sebep de cihangirlik vasfının Türklere yakışır olması, Türklerin doğuştan asker, emir vermek ve idare etmekte pek mahir olmalarındandır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifade ettiği gibi : “Türklerin en büyük vasfı, bir toplumun başına geçmekteki istidatlarıdır. Doğuştan hükümdar ve komutan olmak, emir vermek ve toplumları idare etmek için yaratılmışlardır.” (Türkiye Tarihi Cilt:2, Sayfa 37)
İbni Hassul, Türklerin idare etmekteki kabiliyetlerinin doğuştan olduğunu ve Allah’ın Türklere bir ihsanı olduğunu belirterek şöyle der : “Türkler emir vermek ve başkalarını idare etmek için yaratılmışlardır.”
Yusuf Has Hacib de, Kutadgu, Bilig adlı eserinde :
“Körü-berse imdi bu Türk beğleri
Ajun beğlerinde bular yeğleri”
Diyerek Türk beğlerinin dünya beğleri arasında en iyileri olduğunu ifade etmiştir.
Kaşgarlı Mahmud ise : “Dünya milletlerinin idaresi Türklerin eline verildi. Tükrkler tanrı tarafından bütün milletlere üstün kılındı. Allah’ın devlet güneşini Türklerin üzerine doğdurduğunu gördüm. Allah onların mülklerini gökyüzüne çıkardı ve onlara “Türk” adını vererek dünyaya hakim kıldı. Onları hükümdar edip halkın dizginlerini onların eline verdi. Türkler de kendilerine sığınanları aziz ettiler.” Dedikten sonra Divan-ı Lügat it-Türk adlı eserinde de Türkler hakkında şu hadisleri nakleder :
“Türk dilini öğreniniz. Çünkü onların hakimiyeti uzun sürecektir.”
“Benim doğuda “Türk” adını verdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman O kavmin üzerine onları salarım.”
c) Müslüman Olduktan Sonra Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler Müslüman olduktan sonra da cihan hakimiyeti ideali ile yaşamışlardır. Hatta bu ideal, İslam Dininin cihad emri ile daha da canlılık kazanmıştır. Türkler Müslüman olur olmaz, Müslümanların liderliğine talip olmuşlar, İslam’ın bayrağını ellerine alarak onu yüceltmişler ve üç kıtada şerefle dalgalandırmışlardır.
Türklerin cihan hakimiyetine memur edildiklerine inanan İslam ülkeleri de Türklerin liderliğini kabul etmiş, bazıları idarelerini Türklere teslim etmiştir. Diğer taraftan İslam ülkelerini temsil için halifelik, Peygamber Efendimizin kutsal emanetleri ve Kabe’nin anahtarı Türklere teslim edilmiştir.
Selçuklu ve daha sonra da Osmanlı sultanları “Cihan Padişahı”, başka bir ifadeyle “Doğu ve Batının hakimi” sayılıyordu. Bu bakımdan Türklerin yaptığı savaşlarda Türkleri kurtarıcı ve hamileri olarak gören azınlıklar, Türkleri lider kabul eden İslam ülkeleri, Türklerin galibiyet ve hakimiyeti için dua ediyorlardı. Mesela; Malazgirt meydan muharebesinden önce bütün İslam ülkelerinde Müslüman Türklerin zaferi için dua etmişler, Cuma hutbelerinde niyazda bulunmuşlardır.
Türklerin liderliği konusunda İslam ülkelerinin düşüncesi değişmemiştir. 1980 Aralık Ayında Ürdün’ün Ankara Büyük Elçisi Faysal El Hamud, Türkiyeyi İslam ülkelerinin lideri görmek istediklerini belirterek özetle şöyle demiştir : “Türklerin liderliği yeni bir şey olmayacaktır. Türkler tarihten gelen bu sorumluluklarını devam ettirmelilerdir.
“Arap aleminin gözü Türkiye üzerine çevrilmiştir. Türkiye’nin büyük insan gücü, bilgi birikimi ve teknolojik deneyleri vardır. Arapların lehine atılan bu son adımdan sonra, bunların mutlaka Arap toplumlarına yansıyacağına inanıyoruz. Ayrıca bu durum Türklerin orta doğudaki ekonomik etkinliğini de arttıracaktır…” (Bayrak Dergisi, 22 Aralık 1980)
Türklerin cihan hakimiyeti inancı, kılıçlarını çekip ülkeler fethetmek, fethettikleri ülkelerin insanlarına emir vermek ve kuru bir cihangirlik arzusundan kaynaklanmıyordu. Türklerin arzusu, bütün insanlığa gönderilmiş olan son din İslam’ı yaymak “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar savaşınız” buyuran Allah’ın buyruğunu yerine getirmek, “Allah yolunda ayağı tozlananlara cehennem ateşi haram kılınmıştır” diyen peygamberin müjdesine nail olmak ve yeryüzünde adaleti hakim kılarak insanları kılıçlarının gölgesinde rahat ve huzur içinde yaşatmaktı.
Selçuklu Sultanı Sancar bu durumu açıkça şöyle ifade etmiştir : “Biz daima gaza ve cihad ederiz. Zulmün ve adaletsizliğin önüne set çekeriz. Allah dünyayı bizim tasarrufumuza vermiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır.”
Türklerin düşüncesine göre cihan kendilerine emanet edilmişti. Bunun için ülkeleri zorla fethedip, insanlarını öldürmezlerdi. Kötü davranarak insana saygısızlık edemezlerdi. Zira insana iyi muamele ve saygı Allah’ın emri idi.
Tarih boyunca Türklerin savaşı, savaştıkları ülkelerin insanlarıyla olmamış, halka zulmeden idarecilere, uygulanan adaletsizliğe ve insan yaratılışına uygun düşmeyen sistemlere karşı olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, Almanya seferine çıkmadan Ferdinant’a bir mektup göndermiş ve özetle şöyle demiştir : “Hayli zamandır erlik davası edip, merdi meydanım dersin. Birkaç kere üzerinize vardım ortalarda görülmediniz. Avretinden, askerinden utanmaz mısın ? Beç sahasına gel de Allah’ın takdiri ne ise yerini bulsun. Saltanatı paylaşalım. Paylaşalım da reaya ve fukara da asude bir hayata kavuşsun.”
Savaşlardan sonra Türkler, girdikleri yerlere kan selleri içinde değil, “Aman diyene kılıç kalkmaz” düşüncesiyle girdikleri için yerli halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Zaferden zafere koşarken her gittikleri yere insanlık götürmeyi hem dini hem de insani görev bilmişlerdir..
Dünyanın en huzurlu ve en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran Osman Gazi hayatının sonunda oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinin bir bölümünde şöyle demişti : “Adil ve merhametli ol. Bütün insanları eşit olarak muamele ve himaye et. Allah’ın adını yeryüzüne yay. Eğer bu vasiyetime uymazsan ahrette iki elim yakanda olacaktır.”
Bu vasiyete yalnız Orhan değil, bütün osmanoğulları uymuş, bunun için rahat yataklarında yatmayıp gaza ve cihad yaparak ömürlerini geçirmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed; “Dünyada bir tek din, bir tek devlet, bir tek padişah olmalı ve İstanbul da cihan payitahtı olmalıdır” demişti. Bu nedenledir ki, Osmanlı padişahlarının gayreti ile imparatorluk yıkılıncaya kadar Türk devleti bütün Müslümanların ve mazlumların merkezi olma hüviyetini korumuştur.
“Cihan hakimi” ünvanına hak kazanan padişahların ideali, hep cihan hakimiyetini gerçekleştirme yolunda olmuştur. Hayatları boyunca bunun için çalışmışlar, buna inanmışlar ve bu uğurda cihad ve gaza yapmışlardır. Mesela; Yavuz Sultan Selim, cihan hakimiyeti için sabahlara kadar düşünür, çoğu zaman dünya haritasının üzerinde uyur kalırdı. Mısır seferinden önce Peygamberimizin : “kalkıp gelsin, kutsal toprakların hizmeti ona verilmiştir” daveti üzerine Mısır seferine karar vermişti.
Türk padişahları, cihan hakimiyeti idealini gerçekleştirmek için yaptıkları savaşlardan önce “Ya Rabbi bu ordu senin ordundur, onu koru ve düşmanlarına karşı muzaffer kıl” diye dua etmişlerdir.
Osmanlı imparatorluğu kurulduğu sırada Eskişehir-Bilecik-Kütahya arasında 2000 km karelik küçük bir toprağa sahipti. 350 yıl sonra ise bu toprakların büyüklüğü yirmi bin katına ulaşmıştır. Ve Osmanlı, üç kıtaya, yedi denize hakimiyet kuran cihan imparatorluğu haline gelmiştir.
Vaktiyle Osmanlı devleti ile Avrupa devletleri arasında hudut tesbiti için bir komisyon kurulur. Avrupa devletleri murahhasları, Osmanlı devletinin hudutlarını gösterir bir harita isterler. Türk temsilcileri :
-Yoktur, derler, Bu cevap Avrupa murahhaslarının canını sıkar ;
-Tembellik etmişsiniz, diye söylenirler, Bizimkiler de :
-Ne münasebet diye atılırlar. Biz bu ülkeleri arşınla almadık, kılıçla aldık, efendiler derler.
Bütün bunlar, Türklerin tarih boyunca kendilerini cihan devleti kurmaya memur saydıklarını gösterir. Tarih incelendiği zaman görülecektir ki, Türk Milleti, İslam’a hazırlık devirlerinde bu ideale bağlı olduğu gibi; Müslüman olduktan sonra da bu ideali yaşatmışlardır. Bu idealle hakimiyet kurmuşlar, kurdukları hakimiyetler sırasında ayrı din, dil ve ırka bağlı olan insanların kendi toplum sistemleri içersinde yaşamasına imkan verilmiştir. Eğer, Türklerin insanlığa sunduğu idare şekli, adil, insani olmasaydı, biç bu kadar yaşayabilir miydi ? Mesela, “Üzerinde güneş batmaya İmparatorluk” denen İngiliz İmparatorluğu ancak insani ve adil olmadığı için 19. asrın başından 20. asrın ikinci yarısına kadar ayakta kalabilmiştir.
Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temellerin insani olması, Türk cihan hakimiyeti idealinin asırlar boyu yaşamasını sağlamış ve Müslüman Türklerin başarılarının sırları olmuştur.
d) Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin Dayandığı Temeller :
Türk Cihan hakimiyeti idealini kısaca insani ve İslami temeller olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz :
1) İnsani Temeller :
Türk kültürüne ve İslam inancına göre insan, Yüce Allah’ın yaratıp yükselttiği kutsal bir varlıktır. Bu kutsal varlık olan insan, Allah tarafından Türklere emanet edilmiştir. Bunun için Türkler hep insanların huzuru ve mutluluğu için çalışmışlardır, İnsana hizmeti kutsal görev saymışlardır. Hangi dinden, hangi milletten olursa olsun insanı hor görmemişler, zulüm ve kötü muamele ile insanı alçaltmamışlardır. İnsanlık anlayışları ve insana verdikleri değerle insanı yüceltmişlerdir.
Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig adlı eserinde, Türklerin insana verdikleri değeri şöyle ifade etmiştir :
“Tanrının kullarına faydalı ol. Ancak insanlara faydalı olan kimselere insan denilir.”
Tarih boyunca Türkler insanlara adalet ve merhametle muamele etmişlerdir. Ordunun ve milletin başına geçen idareciler, insanlara iyi davranılması için kesin emirler vermişlerdir. Mesela Oğuz Han, kazandığı zaferlerin sonunda yerli halka : “Oğullarım şehri yağladılar mı ? Halka zulmettiler mi ? diye sorar “Hayır” cevabını alınca da Allah’a şükrederdi. Türk töresinde yağmalamanın ve zulmetmenin cezası ölümdü. Tarih boyunca kimseye zulmedilmediği için yabancılar kendi idarecilerinin zulmünden bıkıp, kendi arzularıyla Türk idaresini tercih etmişlerdir. Türkler de kendilerine sığınan insanları Tanrı emaneti kabul etmiş ve insanca yaşamaları için büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardır.
Türkler savaşırken köleci devlet anlayışı ve emperyalist zihniyetle savaşmamışlardır. Fethettikleri ülke halkına huzur, refah, adalet götürmüşlerdir. Halkı her konuda serbest bıraktıkları halde memleketini terk edip giden olmamış, Türk idaresi altında yaşamayı tercih etmişlerdir Hatta Türkleri kurtarıcı kabul ettikleri için kendi idarecilerine karşı Türklerle omuz omuza savaşmışlardır.
Ayrıca Türkler tarihin hiçbir devrinde istilacı ve barbar bir millet olmamışlardır. Türk tarihi tetkik edilecek olursa, bugün dünya insanlarının kardeşliğini savundukları halde insanlara kan kusturan yüzlerini kızartacak zulüm örnekleriyle dolu olduğu görülecektir.
Bugün hümanist geçinen Avrupa’nın savaşları hep saldırı, sömürü, istila ve imha arzusundan doğan savaşlar olmuştur. Dünyaya yayılma politikası güden Komünist Rusya, emperyalist emellerini ne derse desin sosyalizm maskesi ile gizleyemez. Şu anda sömürdüğü ülkelerin insanlarının dramı cehennem tablosu arz etmektedir. İnsanların tek ümidi ise bir gün bu acıklı durumdan kurtulmak olmuştur.
Türk tarihinin muhteşem zaferleri ve fetihleri asla emperyalist arzularla gerçekleşmiş zafer ve fetihler olmamıştır. Türkler her gittiği ülkeye medeniyet taşımış, fethettikleri ülkeleri her yönü ile imar etmişlerdir. İnsanları bunaltan Ortaçağı kapatarak yeni çağlar açmışlardır. İnsan tabiatına uymayan sistemlerden ve kendi idarecilerinin zulmünden bıkanlar defalarca Türkleri kurtarıcı olarak davet etmişler, Türkleri kendi topraklarında sevgi gösterileriyle karşılamışlardır.
Emperyalist olmadıkları gibi emperyalist saldırılara karşı mazlum insanları savunan Türkler, her yerde herkese adaletle davranmışlardır. Çünkü Türklerin inancına göre kutsal yaratık olan insanın huzurunu sağlama ve cihana düzen vereme görevi Yüce Allah’ın kendilerine verdiği görevdi.
Oğuz Destanında Oğuz Han: “Adem topraktan yaratılmıştı ve sonunda toprak oldu. Biz de hepimiz toprak olacağız. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun bunu unutmamalı ve iyilk yapmalı, kötülük değil.” Derken Yusuf Has Hacib de : “Kendi menfaatini düşünme, halkın menfaatini düşün, yükü kendin taşı halka yükleme” diyerek Türklerin insanlık düşüncesini dile getirmiştir.
Türklerin savaşları, etrafa korku vermek, güçlerini düşmanlarını yenmekle ispatlamak ve gururlarını tatmin etmek için yapılmamıştır. Türklerin bütün gayeleri, haksızlığın, zorbalığın yok edilerek, yeryüzünde adil bir düzen kurulmasıydı.
Türklerin fetih arzuları gerçekleştikçe zulümden kurtulan insanlar, Tanrının kendilerini koruması ve zalim idarecilerini cezalandırması için Türkleri gönderdiğine inanıyor ve Türklere bağlanıyorlardı.
Bu durumun sonucunu Kaşgarlı Mahmut şöyle ifade etmiştir :
“Türkler ile beraber olan kavimler aziz oldular. Türkler tarafından her arzularına eriştirildiler… Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular.”
Türklerin bilhassa Osmanlıların ülkeleri zorla fethettikleri, gittikleri yerlerde insanları öldürdükleri, böylece emperyalist bir düzen kurdukları iddiaları mesnetsiz birer yalandır. Bu tür iddialar düşman propagandasından başka bir şey değildir.
Türkler başka ülkeleri hiçbir zaman sömürge olarak görmemişlerdir.. Bunun için Türk idaresi altında yaşayan milletler kendi idarecilerinden görmediklerini görmüşlerdir. Türk hakimiyeti boyunca memnun kaldıkları bir hayat yaşamışlar, Türklerden sonra her zaman Türk idaresinin özlemini duymuşlardır.
Türklerin en belirgin özelliği, zayıfları himaye etmeleri ve zalimleri cezalandırmaları idi. Ayrı dinden, ayrı milletten olmalarına rağmen yabancı halka baba gibi davranmışlardır. Hatta gönderdikleri bir mektup üzerine düşmanlarının bile yardımına koşmuşlardır.
Fransız kralı II. Henri, Charle-Ounitle harbe başlayınca Kanuni Sultan Süleyman’a bir mektup yazmış ve şöyle demişti :
“Şimdiki halde Fransa’nın hiçbir şeyi kalmamıştır. Padişah-ı Alem-penah Hazretleri’nden başka hiçbir yerde de ümit yoktur. Nitekim bundan önce de bir çok defalar Padişah-ı Alem-Penah Hazretlerinin yardımı görülmüştür. Eğer biraz para ve mal yardımı yapılırsa, Fransa bundan ebediyete kadar minnettar kalacak ve Türk cömertliği bir kere daha cihana nam verecektir. Bu yardım, Padişah-ı Cihan Hazretleri için lâ şey mesabesindedir.” (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,Cilt6, Sayfa:64)
Asırlarca Türk adaletinin gölgesinde barınan insanlar, insanlıklarından hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Eğer bugün bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi Türkler, emperyalist ve imha politikası uygulamış olsalardı, altı asırlık bir hakimiyet sonunda Türklerin hakim oldukları yerlerde bir tek Hıristiyan ve Türkleşmeyen bir millet kalır mıydı ?
Tarih okunsun. Orhan Gazi İznik’i alınca halka adaletle muamele etti. Bunun üzerine halkın : “Ne olurdu daha evvel Tükler bize bey olsaydı” dediğini tarihler kaydeder.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra kendisini kurtuluş sevinci ve çiçek demetleriyle karşılayan halka beklediklerinden daha iyi davranmıştı. İstanbul’u Türklerden tekrar geri almak isteyen Haçlı orduları hazırlanırken gizlice bu hazırlığı bildirmek ve durumu anlatmak için gelen casuslara Hıristiyan alimlerden biri : “Eğer İstanbul’u almak için tekrar savaş ederseniz, bizi karşınızda bulursunuz” cevabını vermiştir.
2) Dini Temeller :
İslam’dan önce de kendilerini Allah’ın cihan hakimiyetine memur ettiğine inanan Türkler, Müslüman olduktan sonra İslam’dan aldıkları güçle dünya üstünde dünya kurmuşlar, hakimiyetlerini genişleterek bugünkü topraklarımızdan tam ondokuz misli fazla topraklara hükümran olmuşlardır.
Müslüman Türklerin cihan tahtına sahip olma yolunda takip ettikleri politika, hiçbir zaman kuru toprak kavgası ile topraklarını genişletmek politikası olmamıştır. Müslüman Türklerin gayeleri, ilahi rızayı kazanmak, yeryüzünde küfür ve fitneyi yok ederek “İlay-ı Kelimetullah” Allah’ın adını yer yüzüne yaymak, zalimlerin korkulu rüyası ve mazlumların kurtarıcısı olmak ilkesine dayanır.
Zira İslam Dini, cihadı farz kılmıştır. Bunun için Türkler, Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için verdikleri tarihi karardan sonra İslam’ın cihad farizasını yerine getirebilmek için Allah yolunda durmadan at koşturmuşlardır. Hiçbir Selçuklu ve Osmanlı Padişahı rahat yatağında ruhunu teslim etmemişlerdir. Hepsi de mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdir. Her sıkıntı karşısında Allah’ın azabından daha çetin, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu düşünerek hiçbir zahmet ve fedakarlıktan çekinmemişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’deki Cenab-ı Allah’ın :
“Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Suresi, ayet :190)
“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve bütün din Allah’ın oluncaya kadar inanmayanlarla harbedin. Eğer vazgeçerlerse onları bırakın…” (Enfal Suresi, ayet : 39) emirleri gereğince, Türkler, insafı, adaleti ve merhameti elden bırakmadan küfür ve kötülüklerle sırf Allah rızası için savaşmışlardır.
Bu konuda Türk-İslam tarihinden vereceğimiz şu misaller, Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temel ve yönelik olduğu hedefi açık olarak ortaya koyacaktır sanırım.
Tuğrul Bey ordusu ile Hemedan’a giderken büyük alim Baba Tahir ile Baba Cafere rastlar. Tuğrul Bey derhal atından inip ikisinin de elini öper. Baba Tahir :
– Ey Sultan, Allah’ın kullarına ne yapmak istiyorsun ? diye sorar.
Tuğrul Bey şöyle cevap verir :
– Allah ne emretmişse.
Baba Tahir, Kur’an’dan “Allah muhakkak adaletle davranmayı ve ihsanda bulunmayı emreder” anlamındaki ayeti okur. Ve bu emri yap” der.
Gözleri yaşaran Tuğrul Bey :
-Öyle yapacağım.
Deyince, Baba Tahir, Sultanın elinden tutar. Abdest aldığı ibriğin kapağını parmağına takar ve :
-Bunun gibi dünya ülkelerini eline verdim. Adaletli ol.” Der.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi, Hayatının sonunda görev ve sorumluluklarını oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyet eder :
-“Baka Orhan !… Bizim kavgamız kuru bir cihangirlik kavgası değildir. Gaza ve cihada devam ediniz. İslam’ın kuvvetlenmesine çalışınız. Livay-ı Şerifi yüksek tutunuz.”
“Ruhumu ferahlandıran sen kederlenme, dünyadan üzgün ve gözü açık ayrılmıyorum. Sözlerimi iyi dinle ve unutma.”
“Adil ol, merhametli ol. Bütün halkı eşit olarak himaye et. İslam Dini yaymaya çalış, taptığımız Allah’tır, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Haksızlık edersen ahrette iki elim yakanda olacaktır. Daima haklıların yanında ol. Bu soy daha yüzyıllarca devam edecek ve askerimiz dünyayı dize getirecek cesarettedir. Yeni bir devlet kurduk, onu yüceltmek, yaşatmak sizin elinizdedir. Bu da kalplerinizdeki iman gücüne bağlıdır. Kitabı elden bırakma. Daima Allah’a şükredip, devamlı bu nurlu yoldan yürü.”
Gaza ve cihadlarıyla “Fatih” ünvanını alan Sultan Mehmed, Uzun Hasan’a hücuma hazırlandığı sırada Uzun Hasan Fatih’e bir elçi heyeti gönderdi. Aralarında Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da vardı.
Fatih’in “ana” diye hitap ettiği Sara Hatunla beraber yola çıkılmıştı. Fatih’in ve ordusunun Trabzon’a ulaşabilmek için yolda çekilen zahmetleri gören Sara Hatun, Fatih’ e :
-Evlat, Trabzon nedir ki, bu kadar zahmet niye ? deyince Fatih :
-Ana, Trabzon’a gidişten maksat, kale fethedip servet kazanmak değildir. Maksadımız buraları Müslümanlara vatan yapmaktır. Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmak içindir. Bunun için bu sıkıntıların daha fazlasını çeksek yeridir.” Demiştir.
e) İdealin Zayıflaması :
İki asır öncesine kadar Türkler, dini, milli ve insani idealleri ile dünyanın yarısında Türk bayrağını dalgalandırmıştı. Bu durumu şair M.C. Kuntay “Kimdir” adlı şiirinde şöyle ifade etmiştir :
“Maziye sor, ecdadımı söyler sana kimdi ;
Bir bitmez ufuktum, küre vaktiyle benimdi.”
Nihayet Tanzimat’la beraber Batı kopyacılığı ile benliğinden ve ideallerinden koparılan Türk milletinin inanç ve idealleri de imparatorluğun zayıflamasıyla beraber zayıfladı. Düşman, bu durumu fırsat bilerek Türk Milletini can çekişen hasta ilan edip, mirasını paylaşmak için maddi ve manevi yönden saldırıya geçti. Çar I. Nikola, İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymura : “Kollarımızın arasında hasta bir adam var. Mirasını şimdiden paylaşalım sonra ölürse birbirimize düşeriz.” demişti.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasından sonra, daha evvel Türk hakimiyeti altında insanca yaşayan ülke insanları acımasızca sömürgeleştirildi. Sinsi oyunlarla Türklerle Türklerin, Müslüman’la Müslüman’ın arası açıldı. Hatta Anadolu topraklarının dışında gözümüzün olmadığı ilan ettirilerek burnumuzun dibindeki adalar dahil, yüce bir ideal uğruna şehit kanlarıyla sulanan topraklar terk ettirildi.
En büyük yıkım ve gevşeme ise dini inançların zayıflatılmasıyla olmuştur. İşin en acı tarafı da yarı aydınımızın öç alma arzusunda olan düşmanın oyununa gelmesi ve Türk Milletini Hıristiyan Batı’ya uydu durumuna getirme çabalarının dini ve milleti ideallerin zayıflamasına sebep olmuş olmasıdır. Bu zayıflama ise insanımızın değişmesini ve ideallerinin yozlaşmasını kolaylamıştır.
Bu durumda bazı yarı aydın ve yönetici kesimin zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmemesi, hatta zevk ve eğlencelerini kısıtladığı için Ramazan ayının gelişi ile beliren düşüklük gösterilerinin sergilenmesi, pasifize olmayı ve zaafları kökleştirmiştir.
Bütün bunlara rağmen şunu açıkça itiraf edelim ki, bütün gevşemeler ve zaaflar, beliren yok oluş emareleri, milletimizin tarihi kararlarını ve yüce ideallerini tamamen yok edememiştir.
f) Netice :
İnanıyoruz ki, milletimiz gelecekte yine cihangir olmaya layık bir millettir.
Türk Milleti tarihte bütün maddi güçleri hükümsüz bırakan inanç ve idealleriyle düşmanlarını yenerek insaf ve merhamet kanatlarının altında barındırmışlardır. Bu durum, Türk inanç ve düşüncesinin olgunluğunun delilidir. Bu bakımdan kehanette bulunmuyoruz ama iddia ediyoruz ki, Türk Milleti, kurtuluşu kendinde aradığı ve kendi ideallerine sahip çıktığı gün tekrar cihan tahtına da sahip olacaktır. Büyük alimi İsmail Hakkı Bursalı’nın dediği gibi : “Dünyada ahir tasarruf Türk’ündür.”
Bugün kurtarıcı rolü oynayan sistemlerin mutlak sonu gelecek, kurtuluş arayan insanların acıları Türk hakimiyeti ile son bulacaktır. Zaman buna gebedir.
Bugünkü içine zorla itildiği haline bakılıp, geleceğin cihangir milleti yanlış ve kasıtlı kararlarla ne Batının uydusu, ne de Komünist ülkelerin sömürgesi yapılamaz. Eğer kurtuluş aranıyorsa, Türk Milleti kendine dönmek, geçmişte kendini büyük kılan değerlerine sarılmak mecburiyetindedir.
Kesin olarak bilinmelidir ki, milletimiz bugün hakir olmuşsa, buna sebep Türk ve Müslüman olması değildir. Türk Milletini hakir gören ve geri kalışını Türk olmasında arayanlara Abdulhak Hamit şu cevabı vermiştir :
“Sen Türk adını anıyorken biraz eğil,
Türk’ün sebep sukutuna Türk olması değil !..”
Milletimiz bugünkü durumuna millet düşmanlarının ihaneti ve taklitçilik sevdası ile öz benliğinden koparılması neticesinde gelmiştir. Dönüm noktasında bulunduğumuz şu anda artık gerçekler iyi görülmeli, dost-düşman iyi tanınmalı bize hiçbir fayda sağlamayacak yıkıcı, bölücü sevdalardan vazgeçilmelidir.
Milletimizin düşüncesi, insani idealleri sağlamdır. Bu düşünce ve ideale sahip çıkacak olursak ecdadımızın ulaştığı cihangirlik mertebesine ulaşmamız için hiçbir engel yoktur. Yeter ki kurtuluşu kendimizde arayalım. Kurtuluşu kendimizde aradığımız gün Allah’ın devletimizi daim, milletimizi ebedi ve yolunda mücadele verenleri muzaffer kılacağına inancımız tamdır.
Allah devletimize, aziz milletimize zeval vermesin. Yeni nesli cihan tahtına layık kılsın.
.
Türk İdaresini Tercih
Türkler, tarih boyunca uzun ömürlü devletler kurmuş, kıt’alara hükmetmiş ve bir çok millet idare etmiştir.
İnsanlara adaletle idare etme görevinin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, inandığı idealleri her gittiği yere götürmüş ve zulmü kaldırarak adaleti hakim kılmıştır. Böylece onların özlediği huzuru ve güveni sağlayarak gönlünü kazanmışlardır.
Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle der : “Atalarım Türk ülkesini öylesine sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle idare ettiler ki, Türk Milleti bahtiyar oldu. Atalarıma tabi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadıkları hayatı unutmadılar.
Türklerin idare anlayışları ve davranış şekilleri, diğer milletler üzerinde asırlarca Türk hakimiyetinin devamını sağlamıştır. Türk askerleri savaş bittikten sonra çiğnenen ekinlerin, bozulan bağ bahçenin ve telef olan malların bedelini ödemiş, savaş esnasında mecbur kalıp koparıp yedikleri meyvelerin parasını ağaçlara bağlamışlardır. Savaş sonunda alınan esirlere yapılan iyi muamele, onlara kendi yakınlarını ve memleketlerini unutturmuştur. Sulhta, ve harpte yağma, ırza geçme, çocuklara ve kadınlara zulüm gibi İslam’a ve insanlığa zıt hiçbir davranışta bulunulmamıştır. Bugün Cezayir’in Osmanlı İmparatorluğuna ilhakının bayram olarak kutlanmasındaki tılsım, Tunus’un tarihinden bahsederken Osmanlı hakimiyetini saadet devri olarak görmesinin sebebi budur.
Türkler emperyalist gayelerle değil, kurtarıcı olarak ülkeleri fethetmiş ve yerli halkı adaletle muamele etmiştir. Ülkeleri fethederken gösterdiği müsamaha her zaman kılıçlardan etkili olmuş, yalnız kafirlerin zulmünden bıkan Müslüman halk değil, kendi idarecilerinin zulmünden ezilen Hıristiyan halk tarafından da Türkler, kurtarıcı olarak beklenmiştir. Hatta bir çok zamanlar kendi ordularını ve memleketlerini terk ederek kurtarıcı, gözü ile baktıkları Türklerin safına geçmişlerdir.
Verdikleri her sözde duran, zulmetmeyip merhametle davranan, mal, can, ırz ve namus emniyeti sağlayan Müslüman Türkleri gören Hıristiyanlar, kendi dindaşlarının zulmüne karşı kalelerinin kapılarını Müslüman Türklere açmış ve Türk idaresini tercih etmişlerdir. Zulme, işkenceye doymayan idarecilerinden tiksinti duyup, Türklerin başarısı için dua edip Türk himayesinde insanca yaşamayı arzulamışlardır. Türkler hangi dinden olursa olsun insanların insanlık hak ve hürriyetlerini yok etmemiş, hak ve hürriyetleri yok edilenler Türklere sığınmıştır.
Hıristiyan idaresi altında zulüm ve baskıdan başka bir şey görmeyen “Orta Doğulu Yahudiler, kendilerini Hıristiyanlardan kurtaran Müslümanları kurtarıcı olarak karşıladılar. Her şeyden önce Müslümanların idaresinde daha fazla hürriyete sahiptiler. Kudüs’te istedikleri şekilde ibadet edebiliyor, İslam idaresi altında, Asya’da, Mısır’da ve İspanya’da büyük bir refaha kavuşabiliyorlardı. Halbuki Hıristiyan idaresi altındayken bu refahı akıllarından bile geçiremezlerdi.” (1)
“Türklerin asayiş getirdiğini ve büyük bir imparatorluğun tebaaya temin edeceği her türlü refah ve saadetten nasip alacaklarını bilen halk, İranlı olsun, Arap olsun, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, Selçuklu hakimiyetini dört gözle bekler olmuştu.” (2)
Alpaslan Anadolu’yu fethetmeden yerli halkın gönlünü fethetmişti.Bunun için Hıristiyan ahali, Müslüman Türklere kucağını açıyor ve “Tanrı Türklere yardım etsin, düşmanlarını hor ve hakir etsin. Türk bayrağı daima üstümüzde dalgalandırsın” diye dua ediyordu.
Orhan Gazi Bursa’yı aldıktan sonra meydanlarda büyük kazanlarla yemekler pişirtmiş, yemekleri halka bizzat kendi eliyle dağıtmış ve adli makamlara emir vererek Müslüman-hıristiyan ayrımı gözetmemelerini emrettiği için yerli halk üzerinde kolaylıkla Türk hakimiyetini kurmuştur.
Hıristiyanlar ise Gırnata’yı aldıktan sonra İspanya’da bulunan yüz binlerce Yahudi’nin Hıristiyan olması için zorlamıştır, Hıristiyan olmayacak olurlarsa İspanya’yı terk edeceklerini bildirmişlerdir. Yahudiler Hıristiyan olmayınca mallarına el konarak Portekiz’e kovulmuşlar, Portekiz kralı da 1496-1497’de Hıristiyan olmaları için baskı yapınca 200.000 civarında Yahudi, insanca yaşayabileceklerine inandıkları için Türk topraklarına göç etmişlerdir. Fakat Portekizliler Hıristiyan yapacaklarına inandığı küçük çocukları ana ve babaları ile bırakmayıp alıkoymuşlar, sonra da bu çocukları gerçekten Hıristiyan olmadılar diye zulmetmiş ve birçoklarını da öldürmüşlerdir.
I. Murad zamanında Balkanlar Latin kilisesine bağlanma yerine vicdan hürriyeti tanıyan Türk idaresinde kalmayı tercih etmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet, Rumeli’de fetihlere devam ederek Sırbistan sınırına gelmişti. Ortodoks olan Sırp Kralı Brankoviç, Katolik olan Macarlar ile Müslüman Türkler arasında kaldı. Biri Fatih’e, diğeri Macar kralı Hunyad’a iki elçi heyeti gönderip “Sırbistan idarenize terk edilirse Sırp milletinin mezhepleri hakkında ne gibi müsaade de bulunacaksınız ?” diye sordu. Hunyad : “Sırbistandaki Ortodoks kiliselerini yıkıp Katolik kiliseleri yaptıracağım” dedi. Fatih ise : “Her caminin yanı başında bir Ortodoks kilisesi yapılmasına, burada herkesin kendi dinine göre ibadet etmesine müsaade ederim” diye cevap verdi.
1570’de Kıbrısın fethi sırasında Rumlar ve Ortodoks mezhebine bağlı yerli halk, tam bir bağımsızlık ve hürriyet tanıdığı için Türk ordusunu kurtarıcı olarak karşılamıştır. Zira Venedikliler, halka hayvan muamelesi yapıyor ve vicdan hürriyetini tanımıyorlardı.
“XVI.ncı asırda papalığın tahakkümü ve zulmü karşısında din hürriyetine kavuşmak isteyen Almanya Protestanları adil Osmanlı idaresinin imdada yetişmesini arzu ediyorlardı.” (3)
“İlk haçlı seferinde Rainaud’un kumandasındaki askerler Selçuklu Sultanı ile karşılaşınca Rainaud ve askerleri haçlı orduları Saflarından ayrılarak Türkler arasına girip Müslüman olmuşlardır.
Gazneli Mahmut, Hindistan’a birçok şey götürmüş, İslam’ı, Türklüğü ve kendini kabul ettirerek Türk hakimiyetini tam 332 yıl sürdürürken, Türklerden sonra gelen İngilizlerin siyasetine karşı halk isyan etmek zorunda kalmıştır.
Türk tarihindeki fetihlerin, akıl almaz büyümenin nedenleri araştırıldığı zaman fethedilen ülke halkının Türk idaresini arzuladığı ve kendi idarecilerinin dejenere olmuş siyasetinden bıkmış ve zulmünden usanmış olduğu görüşmektedir. Bu nedenle kendi idarecilerine boyun eğmek yerine Türklerin adil idaresini tercih etmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans idaresinin insanlık dışı uygulamasından iyice usanmış olan Hıristiyan halk : “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığını tercih ederiz” diyorlardı.
“Barbaros Toulonda kaldığı müddetçe şehre Türk bayrağı çekildi. Şehir ve civarı, o yılki verdiği Türk memurlarına ödediler. Şehirde beş vakit ezan okundu. Bu hadisenin hatırasına Toulon Belediye Sarayına üzerine bir Fransız şairinin bir kıtasının yazıldığı bir tablo asıldı. Bu kıtanın son iki mısrası şöyledir : “Bu gördüğünüz hepimizin imdadına gelmiş olan Barbaros ve ordusudur !” (5)
1854’te Türk ordusu mağlup ettiği Rus ordusunu kovalayarak Eflak’ı ele geçirdi. Daha sonra da Bükreşe girdi. Rus istilasının ne demek olduğunu dokuz aylık zulüm devrinde görmüş olan Romenler, kilisede şükran ayini yaptılar. Bir roman heyeti Türk komutanını ziyaret etti. Daha önce kendilerine velinimetlik yapmış, adil Türklerin avdetinden duydukları minnet ve şükranı belirttiler. Bu sırada orada bulunan İngiliz ordusunun müşahidi Albay L. Tuthaym, bu olayı şöyle anlatır.
“Romenlerin sevinç göz yaşları samimi ve gönüldendi. Halk bana Ruslardan çektiklerini anlattı. Bir ihtiyar Romen ise şöyle dedi :
-Bizim felaketimiz Türklerin gidişiyle başlayacak. Tanrı Türkleri başımızdan eksik etmesin.” Ben bir milletin sevinç gözyaşları dökmesini o gün Bükreş’te gördüm.
Can, mal, namus emniyeti ve inanç hürriyetini Türk idaresinde gören ayrı dinlerin, ayrı milletlerin Türkleri kendilerini idare etmeleri için bizzat davet etmişler ve “geliniz, ülkemizi alınız, insanca yaşayalım” diyerek mektuplar göndermişlerdir. Zevk ve sefasına düşkün, kendi halkına zulmeden ve kendi halkının malını yağmalayan idarecilerinin, derebeylerinin, despot şövalyelerinin gürültüsünden baskı ve insanlık dışı davranışlarından bıkan halk, Türklere savaştan önce teslim olmuşlardır.
1382’de Yanya Despotu Thomas tarafından Türkler Arnavutluğa davet edilmişlerdir. Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşanın 1383’teki Arnavutluk seferi, Arnavut beylerinin daveti üzerine yapılmıştır.
1388 tarihinde Mora Despotu Katolik Latinlerin zulmüne karşılık Türkleri memleketine davet etmiştir.
1395’te Yunanistan’ın Salona Piskoposu bir ruhani heyetle kilise namına Yıldırım Beyazıt’ten memleketlerinin Türk idaresine alınmasını rica etmiştir.
1458’de Fatih tarafından Atina dükalığının alınması, zulümden bıkan halkın kendilerini insanca yaşatacağına inandıkları Fatih’ e iki defa murahhaslar göndermesinden sonra olmuştur.
Atalarımızın idaresi hakkında Lehliler : “Türk atları Vistül’den su içmeyince bize adalet yoktur.” demişlerdir.
İç ve dış düşmanların sürdürdüğü ihanetler sonunda Türk askerleri geri çekilmek zorunda kalınca Polonya halkı askerlerimizin atlarının ayaklarını öperek : “Adil Türkler ne olur bizi bırakıp gitmeyin “ diyerek çığlıklar atmışlardır. Bazıları da : “Burayı fethetmeyi, Allah Müslüman Türklere tekrar nasip etsin” diye dua etmişlerdir.
İkinci dünya savaşının son günleri yaklaşırken 1944’te Roman Diktatörü General Antonesku, Ankara’ya gizli bir haber göndererek :
“Türk orduları Romanya’yı işgal etsin. Bükreş’te hakiki fatihler gibi karşılanacaklardır. Ruslar topraklarımıza girerlerse bir daha çıkmazlar. Başta Türkiye olmak üzere bütün dünyanın başına dert olurlar” diye yazmıştır.
1971 Aralık’ta İsrail’in işgal ettiği topraklarda perişan bir hale düşen Araplar, bir Türk gazetecisine : “Keşke Osmanlı hakimiyetinde yaşasaydık” demiştir.
9-1-1974 tarihinde Uganda devlet başkanı : “Türkler, sıcak, imanlı ve kuvvetli kucaklarını yıllar yılı ezilen, hor görülen siyah Müslümanlara açmalıdır” şeklinde konuşmuştur.
Eritre’li Müslümanların yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu belirten Eritre sözcüsü Osman Salih, İstanbul’da yapılan Yedinci İslam Ülkeleri Konferansı sırasında BAYRAK Gaztesine verdiği özel demeçte aynen şöyle demiştir :
“Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altında 300 yıl mutlu bir hayat yaşadık. Eritreliler, Osmanlı idaresinde kendilerini hiçbir zaman esaret veya koloni idaresi altında hissetmemişlerdir. 1952’de çekilen İtalyanlar ise tam bir sömürge idaresi kurmuşlardır.”
Türkler tarihin hiçbir döneminde emperyalist bir gaye taşımamıştır. Fethedilen veya Türk idaresini tercih eden ülkelerde Türkler, bugün Batının uyguladığı sömürü düzenine benzer bir düzen kurmamışlardır. Bu sebepten Türk idaresi her zaman beklenen bir idare olmuştur. Bugün Batı siyasetinin oyununa gelen İslam Ülkeleri ve hak ve hürriyetleri kısıtlayan beynelmilel Komünizmin zulmü altında inleyen milletler Türk hakimiyetinin özlemini çekmiştir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, İslam Medeniyeti,S.56 (1001 Temel Eser)
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.2,S.34
3-Prof. Osman Turan, Türk cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkuresi,C.1,S.11
4-C.L.J. de Guignes, Historie Generale des Huns Tures des Mogols,S.15
5-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.6,S.28
.
İslam’da ve Türk Töresinde Müsamaha
İslam, Cahiliye devri adetlerini ve insanların başına korkunç felaketler giren her türlü davranışı yasaklayarak insanlar için huzur ve mutluluk olmuştur.
İslam; insana olduğu kadar onun hak ve hürriyetlerine de büyük önem vermiş ve insanlık şerefi için temek kaynak olmuştur. İnsanlara karşı sert muamele, gasp, tecavüz ve zulüm gibi her türlü insanlık dışı davranışı kesinlikle yasaklanmıştır. Dinlerinin emri ile Müslümanlar, kafirlerin İslam’a girmelerini çok arzu ettikleri halde asla zor kullanmamışlardır. “Dinde zorlama yoktur” ayeti ile “Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz, müjdeletiniz nefret ettirmeyiniz” hadisine uyarak mütecaviz bir tutum izlememişlerdir. Dört kitabı, bütün dinlerin peygamberlerini kabul ve tasdik etmişler analarından hür olarak doğan insanları köleler edinmemişlerdir. İnsanlara hür yaşama, hür inanma ve hareket etme hakkını tanımışlardır.
İslam kılıç dini değildir. Kur’an-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmuştur: “Sizinle dövüşenlerle Allah yolunda siz de dövüşün, fakat tecavüz etmeyin. Allah tecavüz edenleri sevmez.” (1)
İslam Peygamberi, Halid Bin Velid’i harp için değil, İslam’ı anlatmak için bir kabileye göndermişti. Halid Bin Velid ve arkadaşının kılıç kullandığını duyan İslam Peygamberi, kıbleye dönerek : “Ya Rabbi ! Halid’in yaptığından beriyim ! “sözünü üç defa tekrar etmiş, daha sonra olay mahalline Hz. Ali’yi göndererek yalnız insanların değil öldürülen hayvanların da diyetini vermiştir.
Hz. Ömer (ra) Kudüs’ün fethinden sonra verdiği beratta, kiliseleri mesken ittihaz edilemeyeceğini, içinde bulunan eşyaların hiçbir şekilde tahrip ve müsadere olunamayacağını, dini hususlarda cebir ve tazyik gösterilmeyeceğini, canların, malların her türlü taarruzdan emin olacağını belirtmiştir.
İslam, şiddet dini değil, şefkat ve merhamet dinidir. Allah’ın yarattıklarına şefkat, merhamet ve adaletle muamele edilmesini emretmiştir. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz; insanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez; Allah’ın yarattıklarına şefkatle muamele ediniz.”
Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber nöbetleşe binen Hz. Ömer (ra), Müslümanları, Yahudileri öldüren ve yakan haçlılar gibi davranmayıp Hıristiyanlara beklemedikleri anlayış ve hoşgörü ile davranmıştır. Hatta Hıristiyanlara gösterdiği anlayış ve hoşgörüden cesaret alan Kudüs Patriği O’nu namaz kılmaz üzere Sen Konstantin Kilisesine götürmüş, fakat Hz. Ömer, burada namaz kılmayı kabul etmemiştir. Patrik, bu davranışın sebebini sorduğunda Hz. Ömer’in verdiği cevap :
-Eğer ben bu kilisede namaz kılarsam, belki ilerde Müslümanlar burayı camiye çevirebilirler” şeklinde olmuş ve Patrik’i şaşırtmıştır.
İslam’da af ve insan hayatının korunması esastır. İslam Peygamberi, kendisini zehirlemek isteyen Beni Nadir kabilesinden bir Yahudi kadını, Amcası Hz. Hamza’yı öldürüp şehit vücuduna saldıranı, fetihten sonra kendisine ve Müslümanlara zulmeden Mekke’lileri hep bağışlamıştır. Onlara karşı kin güdüp düşmanlık göstermemiştir. Harp meydanında dolaşırken Peygamberimiz, bir kadın cesedi görmüştür. Bunun üzerine durmuş ve : “Bu kadın öldürülmemeli idi” diyerek derhal Halid bin Velid’e haber göndererek, kadınları ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir.
Bir hadislerinde de : “Bir milletle savaşıp onları yenersiniz, onlar da kendi hayatları ve çocuklarının hayatlarının emniyeti için size belli bir teminat vermeyi kabul ederlerse, sakın tespit edilen miktardan bir kuruş fazlasını almayın çünkü haramdır.” buyurmuşlardır.
Halife Hz. Ömer’de ordu ve kumandanlara verdiği emirde şunları söylemiştir : “Kimseye zulmetmeyiniz; Allah zalimleri sevmez, Savaşta korkak olmayınız, kuvvetinizi gaddarlık suretiyle kullanmayınız, zafere ulaşınca haddi aşmayınız, insaf ve adaletten ayrılmayınız, ihtiyarları, çocukları ve kadınlar öldürmeyiniz.”
İslam’ın kesin ve açık emirleri karşısında Müslümanlar adaleti ve insanlığı asla elden bırakmamışlarıdır. Ebu Ubeyde, Ürdün’e geldiğinde Hıristiyanlar : “Siz bize zulmetmiyorsunuz. Bugüne kadar Rumlardan çok zulüm gördük. Sizi daha çok seviyoruz” diyerek Müslümanların idaresinden memnun olduklarını belirtmişlerdir.
Halid Bin Velid, (Hasta,kadın,.çocuk ve din adamlarının dışında) Hire halkı ile anlaşma yapınca onlara : “Eğer sizi himaye edersek, cizye almak hakkımızdır. Himaye edemezsek aldığımız vergiyi hak etmiş olmayız” demiştir. Hz. Ömer (ra) da Herakliyus’un Müslümanlara karşı kurduğu orduya karşı çıktığı için, Müslümanlara vergi verdikleri için himaye olunan Suriyeli Hıristiyanlara : “Biz sizden aldığımız verdi karşılığında sizin ırzınızı, malınızı, canınızı koruyacaktık. Bu durumda sizi korumayacağız. Onun için aldığımız verdileri iade ediyoruz” demiş, ne alındıysa noksansız geri vermiştir. Böyle bir davranış karşısında Hıristiyanlar, kendi dindaşlarına karşı Müslümanların başarısı için dua etmişler ve yardımda bulunmuşlardır.
a) Türklerde Müsamaha :
Türk töresinde ahlaka, hoşgörü ve müsamahaya geniş yer verilmiştir. Bunun için Türkler tarih boyunca ahlaki, insani değerlerin koruyucusu ve uygulayıcısı olmuşlardır. Her şeyi insanın yararına ve insanın haklarını korumaya yönelik düzenlemişlerdir. İnsanın benliğini yitirmeden hayatını sürdürmesi için çalışmışlardır.
Kim olursa olsun insanlara vakar ve haysiyetlerine yakışır ölçüler içinde, insan haysiyetine uygun davranmışlardır. Fethettikleri ülkelerin insanına ve Türk adaletine sığınanlara nazik muamelede bulunmuşlar, insanlara cebir ve şiddetle değil, hakanların bile uymak zorunda olduğu Türk töresi ile ayrı milletlerin, ayrı dinlerin insanlarını sulh ve sükun içinde adaletle idare etmişlerdir. O kadar müsamahalı davranmışlardır ki, bu durum yabancı milletlerin uzun müddet Türklere bağlı kalmasını sağladığı gibi “Kemliğe kemlikle muamele edilmez” diyen Türkler, insanlık dışı davranışlarda bulunan düşmanlarını utandırmıştır.
Türk töresine göre alınan esirlerin öldürülmesi yasaktır. Esire yemek veren kim olursa olsun o yemekten evvela kendisi yiyecektir. Esire ve malına asla zarar verilmeyecektir. Hor görülüp adi işlerde kullanılmayacaktır. Kötü muameleye maruz kalan efendisi aleyhinde dava açabilecektir. Her türlü mabede hürmet edilecektir.
Türkler, ellerinde kılıç mağlup milletleri kılıçlarının ucu ile zor kullanarak onlara ait hiçbir şeyi Türkleştirme hareketine girişmedikleri gibi , imha amacı da gütmemişlerdir. Düşmanlarına beklemedikleri şekilde anlayış ve insanlık göstermişler mecbur olmadıkları iltifatlarda bulunmuşlardır. Kendi idarecilerinin vermedikleri hakları onlara vermişler, gelenekleri, inançları yok edilmemiş, geniş bir din ve vicdan hürriyeti tanınmıştır.
J.J.Rousseau, emile adlı eserinde Türk müsamahakarlığını şöyle ifade etmiştir : “Türkler dinleri icabı kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakar ve misafirperverdirler.”
Türkler yıkıcı, zorbacı, istilacı olsaydı, Türklerin hakimiyet kurdukları yerde diğer dinlere mensup az insan kalırdı. Haçlılar gibi kitle halinde kılıçtan geçirme, sağ kalanları ise zorla vaftiz edip Hıristiyan yapmak gibi cinayet ve vahşete yönelmemişlerdir. Türk hakimiyeti altında dinlerini, örf ve adetlerini aynan korumuşlardır. Türkler aşağıdaki misallerde olduğu gibi insan haklarına saygı göstermenin, din ve vicdan hürriyetine değer vermenin açık örneklerini göstermişlerdir.
13 Aralık 1084’de Süleyman Şah, General Plaretos’u yenip Antakya’ya girince şehirde umumi af ilan etmiş, esirleri serbest bırakmış ve hemen Cuma namazı kılmak zorunda kaldıkları kilisenin karşılığı olarak iki kilise yapabileceklerini bildirerek ibadetlerine engel olmadığı halkın minnet ve şükranını kazanmıştır.
Selçuklu devrinin başından beri, Türk hakimiyetinde cami, kilise havra yan yana bulunuyordu. “Hıristiyan azınlıklar Selçuklu devleti hudutları içinde Müslümanlarla her ne kadar aynı haklara sahip olmamışlarsa da hiçbir zaman Bizans’ta olduğu gibi dinsiz avına tabi tutulmamışlardır. İdareleri altındaki Rum ve Ermenilerin hiçbir dini inancına karışmayan Türkler, büyük bir tolerans göstermişlerdir.” (2)
Tarihçi Yedeon : “Ortodoks Hıristiyanların himaye edilmesi, rahat yüzü görmesi ancak sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ile başlar” demiştir. Gerçekten harp sonunda İstanbul’u alan Fatih, diğer millerlerde adet olduğu gibi katliam yapmamış, yerli halkı dilinde, dininde serbest bırakmış, mülkiyet haklarına dokunmamıştır. Bundan başka sürüp giden Katoliklerin Ortodokslara karşı baskısını kaldırmıştır.
Kanuni lütuf ve yardımları ile Rum halkını üstün hayat seviyesine ulaştırmış, oğlu II. Selim ise, bugün masum yavrular dahil Türkleri katlederek insanlık ve minnettarlıklarının derecelerini gösteren Rumları, fethettiği Kıbrıs’a yerleştirip her türlü hak ve hürriyeti onlara vermeyi insanlık görevi bilmiştir. Bugün Rumların iddia ettiği gibi Türkler kötü niyetli insanlar olsaydı, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta bir tek Rum kalmazdı.
Malazgirt’te esir ettiği İmparatorlarının hayatını bağışlayan Alpaslan’dan bu yana Rumlar, Türklerden şefkati yardım ve himaye görmüşlerdir. Son Kıbrıs harekatı sırasında Rum esirlerine Adana ve Mersinde yapılan muameleyi gören yabancı gazeteci radyo ve televizyon muhabirleri, Kızılhaç temsilcileri Rumların iddialarından dolayı başlarını önlerine eğmişler ve Türkler hakkında daha evvelki yazdıklarından dolayı pişmanlık ifadesinde bulunmuşlardır. Aynı kişiler daha sonra Kıbrıs Rum kesiminde toplu katliamların sonunda açılan çukurlarda Türk cesetleri çıkarılırken bozulmuş, Türk komutanın :
– Ne o iğrendiniz mi ? sorusuna şu cevabı vermişlerdir :
– Evet, ama ölülerinizden değil, insanlık ve medeniyet adına işlenen şu vahşetten !..
Türkler, kendilerine yapılan her türlü zulüm ve vahşeti unutarak Türk’ün haysiyetine yakışır bir şekilde davranmışlardır. “ Avrupa Katolik kilisesinin yanında diğer kiliselerin kurulması olayları, kan gövdeyi götürme pahasına olurken, Türkler dini bakımdan büyük bir müsamaha gösteriyorlardı. Osmanlı devletinin kuruluşundan beri onunda idaresine giren halk, dilediği gibi din törenleri yapabilirdi. Bu serbestlik Avrupalıları o kadar kıskandırmıştır ki, reformun babası olan Lüter, Almanya üzerinde Türk idaresinin kurulmasını bile istemiştir.” (3)
Yavuz Sultan Selim, din ayrılığını kaldırmak amacı ile Anadolu’da yaşayan Hıristiyan halka İslam’ı kabul ettirmeyi düşünmüştü. Bu düşüncesini Şeyhülislam Molla Ali Cemali’ye açtı. Şeyhülislam, bu davranışın İslam’a uygun düşmeyeceğini belirterek :
Hayır, olmaz. Dinde zorlama yoktur” cevabını vermiştir.
1715’te Girit Adasının fethinden sonra Türkler, yerli halkı işlerinde, dini ayin ve ibadetlerinde tamamen serbest bırakmışlardır. “Adanın fatihleri olan Türkler, yerli ahalinin cemaat işlerine karışmayarak, onları dini merasimlerini ifade ve ruhani müesseselerini idarede tamamen serbest bıraktılar. Dini bakımdan böyle mutlak bir hürriyete sahip olan Girit reayası, aynı zamanda hertürlü tetkik ve teftişten vareste kalarak, mektepleri ile adet ve göreneklerinin tanzim ve idaresi hususları da kendilerine bırakıldı. Anadilleri her türlü müdahaleden masun kaldı.” (4)
Türkler, insanla değil, zulüm ve adaletsizlikle savaştıkları için insana zarar vermemeyi özellikle dikkat etmişler, insana karşı kan dökme ihtirası gütmemişlerdir. İnsana kutsal emanet olarak değer vermişlerdir. Bu yüzden insana karşı saldırgan olmamışlar, insanlara verdikleri sözü Allah’a verilen söz kabul etmişler ve insanlarla yaptıkları hiçbir anlaşmayı bozmamışlardır. İnsanlık ve ahlak dışı muamele söz konusu olmadığı için yerli halktan birçoğu Türk uyruğuna kendi isteği ile geçmiştir. Anadolu’nun fethi sırasında Bizans’ın zulmü altında Rum ve Ermeni azınlıklar, Türklere kucak açmışlardır. Türklerin girdiği yerlerden göç etme müsaadesi verildiği halde, Türk idaresine meftun olan halkın pek azı, şahsi nedenlerle göç etmiştir.
“Bursa’nın zabtını müteakip halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet edilmesi, İznik’in tesliminde de gösterildi. Şehir ve kaleyi teslim alan Orhan Bey, halktan arzu edenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Hatta bu müsaade daha ileri giderek İznik halkının kendi tebaasından olmak ve yalnız cizye vermek şartıyla adet ve ananelerini muhafaza edebileceklerini ilan etti. İznik muhafızı olan Rum Beyi deniz yoluyla İstanbul’a gittiyse de halktan çoğu gitmedi. Harp sahasına yakın olduğu için muvakkat bir müddet beylik merkezi İznik’e naklolundu.” (5)
İstanbul’un fethinden sonra “Haşmetle şehre giren ve doğru Ayasofya’ya giden genç hükümdarı, burada toplanmış olan halk ve papazlar karşılarında gördükleri vakit ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah onlara sükut etmelerini söyledikten sonra Patrik’e : “Ayağa kalk ! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” Dedi” (6)
Ayasofya’ya giren Türk ordusu “Her sınıf ve cins insanın sımsıkı buraya dolmuş olduğunu gördü. Ortaçağların bütün müstevli orduları böyle bir topluluğu zaferlerinin mahsulü telakki eder ve affetmekten başka onlar hakkında her şeyi reva görürdü. Fakat yine ortaçağların bu muzaffer ordusu kendilerine iki aya yakın bir zaman her türlü düşmanlığı gösteren bu insan yığınına karşı, insanlığın üstünde bir merhamet ve şefkat hissi duydular ve yirminci yüzyılın bu anında dahi en medeni millerlerde bile görmeye hasret kaldığımız bir asaletle bu aciz insan kütlesine kılıçlarını çekmek lüzumunu duymadılar. İnsanlık tarihi bu zamana kadar hemen hemen böyle bir şey kaydetmemişti. Bu suretle Bizans!ın bütünü affedilmiş oluyordu. Böyle olunca şehirde umumi bir katl yapılmamıştır. Çünkü Osmanlılar zaferlerini, Timurvari, suçsuz insanları öldürmek suretiyle kirletmek istemiyorlardı. “ (7)
Türk örf, adet ve ananesinin bir gereği olaran insanlığa sunulan müsamahakar davranışlar, her türlü kötülüğü, adaletsizliği yasaklayan İslam’ın emri olduğu ve Türklerin de ona göre hareket ettikleri unutulmamalıdır. Tarihin adını deliye çıkardığı Sultan İbrahim, kardeşi dördüncü Murad ölünce kendisini tahta oturtmak isteyen Sadrazama : “Dur Lala” deyince orada bulunanların hepsi şaşırmıştı. Genç adam tahta oturmadan ellerini kaldırarak şu duayı etti :
-“Ya Rab… Sana hamd ederim ki, benim gibi zayıf kuluna bu makamı layık gördün. Bu makamda cihana hükmeden bir kudrete sahip olacağım. Ya Rab… ben bu kudreti kötüye kullanır, kullarını zulüm altında inletirsem, masum insanların üstünde bir kabus olursam, o zaman sen kahredici azamet ve kudretinle beni yok et. Masum insanları benim zulüm ve işkencemden kurtar…”
Ve sonra “Bismillah” deyip tahta çıkıp oturdu.
İşte Türk tarihinde zulüm ve adaletsizlikten bu inanç ve sorumluluk duygusu sayesinde uzak kalınmıştır. Bugün Ayasofya’nın kapalı, Patrikhanenin açık olması, azınlıklar içinde en rahat yaşayanların Türkiye’deki azınlıkların oluşu ve Kıbrıs harekatı sırasında katil insanlara gösterilen insanlık geleneksel Türk müsamahasının her şeye rağmen sürdüğünün delilleridir.
Kıbrıs’ta toplu katliamlar yapan Rumlar, Türkler gelince yaptıklarının karşılığını beklerken türk’ün geleneksel müsamahası ile karşılaşmışlar ve masum insanlara yaptıkları vahşi hareketlerden utanç duyduklarını ifade etmişlerdir.
Diğer bir olay da Beşparmak Dağlarında bir komanda erimiz, bir Rum askerini ayağından vurarak esir alıyor. Rum askeri az bildiği Türkçe ile “Mehmet bana su verir misin ?” diyor. Mehmetçik, matarasını çıkarıp uzatıyor. Rum askeri gülünce, Mehmetçik neden güldüğünü soruyor, cevap olarak :
– Eğer ben seni esir almış olsaydım ve sen benden su istemiş olsaydın, sana su vermez, tabancamı çıkarır ağzından vururdum” diyor.
b) Tek Taraflı Sürdürülen Müsamaha :
Hiçbir millet ve Türklerin himayesinde yaşayan azınlıkların hiçbiri Türkler tarafından zulüm görmemiştir. Her zaman adil, müsamahakar Türklerin ihsanı ile karşılaşmışlardır.
Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, Türklerin müsamahası tek taraflı olarak devam etmiş, iyi muamele ettiği kimselerin her fırsatta hainlik ve nankörlükleri ile karşılık görmüştür. Denilebilir ki Türkler, haddinden fazla adil ve müsamahakar olmalarının kurbanı olmuştur.
Dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Ermeniler rahat nefes alamazken uygulanan politika sonunda bir çoklarının Ermeni oldukları unutturulmuşken, bugün Türklere barbar diyenlerin başında Ermeniler gelir. Kendilerini mazlum ve masum insanlar olarak göstererek, zalimken mazlum rolü oynayarak saldırgan dille Türkiye aleyhinde geniş bir kampanya açmışlardır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Türk intikam anıtları dikmişler, küçük hesaplar uğruna bazı kişileri de kendi gayeleri uğruna kullanmaktadırlar.
“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten bir müddet sonra Ermenilerin Bursa’daki Ruhani reisleri Ovakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikhanesi yanında bir de Ermeni Patrikhanesi tesisine müsaade etti. Rum patriğine verdiği hak ve imtiyazları aynen Ermeni patrikliğine de lutfetti.” (8) Tarih boyunca ayrım gözetilmeden Türk halkı ile aynı haklara sahip olarak yaşadıkları halde, hayali Ermeni katliamları hikayeleri uydurarak iğrenç hareketlere başvurmaktadırlar.
Ermenilerin “Kızıl Sultan” dedikleri Abdulhamid zamanında Ermeniler, İngiliz ve Rus silahları ile Osmanlı Bankasına saldırıp, masum Müslüman-Türk halkını şehit ettiler. Bankayı kuşatan Ermenilerle Türk askerleri arasında çatışma oldu. Birçok insan şehit oldu.
Avrupa basını ve siyaseti bütün açıklığı ile aleyhimize döndü. Türklerin Ermenileri öldürdükleri söyleniyor ve sefirler Abdulhamid’e gelerek “Türk katliamını (!) protesto etmişti. Abdulhamid :
– Ermeniler, tebayı şahanem olan Müslüman halka bu silahlarla saldırmışlardır. Bunların fabrikası memalik-i şahanemde yoktur.” Deyip Ermenilere verilen silahları gösterir. Daha sonra da :
– Teb’am bu sopalarla nefsini müdafaa etmişlerdir. Bunlar ise bizim ormanlarımızdan tedarik edilir” diyerek sopaları gösterir. Sefirlerin söyleyecekleri bir şey kalmadığından hürmetle selamlayıp çıkıp giderler.
Eti, kemiği Türk sofrasında meydana gelen Ermeniler, işgal kuvvetlerini sevinçle karşılamış onlarla birlik olup yediği sofraya ihanet etmiştir. Kendilerinden yardım değil, sadece ihanet etmemeleri istendiğinde “bizim Türklere ödeyecek hiçbir minnet borcumuz yoktur” deyip Yunanla, İngiliz’le, Fransız’la birleşip katliama, ırz namus tecavüzüne, mal yağmasına girişmişlerdir.
Maraş’a tayin edilen Fransız valisi şerefine Ermeniler ziyafet vermişlerdi. Ziyafette Fransız subayı, bir Ermeni kızını dansa davet etti. Ermeni kızı :
– Türk bayrağının dalgalandığı bir yerde sizinle dans edemem dedi. Ve Maraş kalesindeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Ancak Türk bayrağı indirilip Fransız bayrağı çekilince dans teklifini kabul etti.
Bu sebepsiz kin, karşılıksız intikam duygusu hala kasıtlı olarak sürdürülmektedir. Ocak 1972de Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i görev başında şehit eden 77 yaşındaki Mıgırdıç Yanıkyan, mahkemede verdiği ifadede “İki kötüyü temizledim. İntikam aldım” demiş, Türklere karşı açılacak yeni bir savaşın öncüsü olacağından söz etmiştir.
İşgal kuvvetlerinin himayesi altında Türklere karşı yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Ermenilerin her hareketine göz yumulmuş, hatta Türklerle evlenip Müslüman olan Ermeni kadınları tekrar zorla Hıristiyan olmaya zorlanmıştır. “Burası artık Türklerin değildir” denilerek Türklerin bütün hakları ellerinden alınmış, Müslüman ölüler Hıristiyan usulü ile gömülmüş, Müslüman çocukları zorla vaftiz edilmiş, vaftiz edilmeyi reddedenler ise derhal öldürülmüşler veya yerlerinden yurtlarından sürülüp çıkarılmışlardır.
Diğer Hıristiyan milletlerin Ermenilerden kalır tarafı yoktu. “İzmir’in işgal edildiği gün, “Ey Türkler, ay yıldızı artık gökte göremeyeceksiniz” diye bağıran Yahudiler de görülmüştür. Ayrıca Durdoğlu adındaki Yahudi, İzmir’in işgalinden sonra yüksek rütbeli Yunan subaylarına bir ziyafet vermiş ve işgalin ne mesud bir hadise olduğunu söylemiştir.” (9) “Gerek işgal günleri, gerek sonraları katliamlar yapıyorlar yağmalarında ve Türk ırzına tasallutlarında büyük canavarlıklar gösteriyorlardı. Tecavüze uğramamış hane, yağma edilmemiş dükkan ve ev kalmıyordu. Palikaryalar, sokakta Türklerin feslerini alıp ayak altında çiğniyor, Müslümanların Allah’ına küfür ediyor, Kur’an yapraklarını abdesthanelere asıyor, kadınların çarşaflarını çıkarıp zorla “Zito Vezizelos ! “ (yaşasın Venizelos) diye bağırtıyor, her türlü hakaretler yapıp eğleniyorlardı.” (10)
Harp icabı, düşmanlık gereği davranmaktan da öte vahşetler ve cinayetler işleyen bu insanlar (!)dan başka türlü bir davranış beklenemezdi. Yaptıkları her şeyi ancak kendilerine yakışır biçimde yapmışlardı.
Son olarak Müslümanların ve Hıristiyanların insanlık anlayışını ortaya koyması bakımından tarihi iki hadiseyi nakletmekle yetineceğiz :
“İspanya kralı “Müslümanları ne yapalım, onlarla beraber yaşamamızda bir sakınca var mıdır ?” diye papazlara sormuştu. Papazların cevabı şu oldu :
– Biz Hıristiyan’ız, onlar ise Müslüman’dır. Onlar bizim felaketimize sevinirler, Müslümanların felaketine üzülürler, Müslümanların galibiyeti için dua ederler. Biz Muhammedilere düşmanız. Bu düşmanlık asla aramızdan kalkmaz. Bizim aramızda Mesih kullarından başkası olmamalıdır. Müslümanlar toplanıp günde beş vakit namaz kılarlar, bu ise bize çok dokunuyor. Onların bizim aramızda durması hatadır. Onlardan kim Hıristiyan olursa ne güzeldir. Hıristiyan olmayanı ateşte yakarım dersin ve dönmeyeni yakarsın.”
Demeleri üzerine Kral, bir emir çıkararak ne kadar kız, oğlan Müslüman çocuğu varsa kiliselere taksim edilerek İncil öğretilmesini, büyüklerden de Hıristiyan olmayanların yakılacağını bildirdi.
Kralın bu fermanını öğrenen Müslüman halk : “Biz oğlumuzu, kızımızı vermeyiz. Müslüman olarak birimiz kalıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, kalanımız gazi olur” (11) diyerek boyun eğmediler. Fakat daha sonra kilise-kral işbirliği sonunda İspanya’da bir tek Müslüman kalmadı.
Fransız tarihçisi Albert Malet’in ifadesiyle :
“Türkler 17. asra kadar, iki yüz sene Avrupa için devamlı bir tehlike oldular. Macaristan’ı fethettiler, Viyana’ya kadar ilerlediler, orayı da kuşattılar. Bununla beraber, Türkler yendikleri milletlere dinlerini, kanunlarını, adetlerini ve dinlerini kabul ettirmek için zorlamadılar. Onları kendi bünyelerinde eritmeyi ve hepsini tek millet haline getirmeyi denediler. Yalnız hükümetleri yıkmakla ve vergi almakla kaldılar. Onların kiliselerini, okullarını, dillerini, yaşayışlarını ve kanunlarını olduğu gibi bıraktılar.” (12)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- Bakara suresi, Ayet :190
2- F.K.Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.129 (1001 Temel Eser)
3- Doçent A.M. Mansel, DoçC.Baysun,Prof.E.Z.Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi,S.84
4- Prof. Cemal Tukin, İslam Ansiklopedisi, IV.794
5- Ord. Porf. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,C.1,S.121
6- Dr. Selahattin Tansel Osmanlı Kaynaklarına göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyetleri, S.103, İst.1971
7- Age.S.101-102
8- Ermeni Mezalimi,S.29-30 , Veysel Eroğlu
9- Tansel, Mondrostan Mudanyaya, C.1,S.193-194
10- Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi,C.1.S.193-194
11- Barbaros Hayrettin Paşa Hatıraları,C.2,S.96-97 (1001 Temel Eser)
12- Kadir Can Kaflı, Türkiyenin Kaderi, s.46
.
Türk İslam Tarihinde Adalet Anlayışı
Adalet, hak sahibine hakkını vermek, haksızlıktan kaçınmak, haksızlığı düzeltmek ve ölçülü hareket etmek anlamlarına gelir. Adaletin zıddı, zulüm ve insafsızlıktır.
Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam manasıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çarpışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir.
XX. Yüzyılın insanı sömüren kapitalizmin ve Komünizmin aç gözlülüğüne karşılık, adil Türk idaresi tarih boyunca mazlum insanların arzuları olmuş ve Türkler, kurtarıcı olarak beklenmiştir. Çünkü Türkler hiçbir konuda emperyalist bir zihniyet taşımamış, kılıçlarını çekip zulüm ve baskı ile insanlık şeref ve haysiyetini lekelememişlerdir. Girdikleri yerleri harabeye çevirmemişler, fethettikleri ülkelerin kültür kaynaklarını kurutmamışlardır. Aksine adalet anlayışları ile zayıfları ve mazlum insanları kendi zalim idarecilerinin zulmünden kurtarmışlar, adaletle onları korumuşlardır.
Türkler’ in siyaseti, adaletsizlik değil, adaleti yaymak, zulmü yok etmek idealine dayanır. Bunun için Türklerin en çok sevdikleri şey adalet olmuştur. Asla adalet ve insafı elden bırakmamışlardır. Bugün Yunanlılaştırılmaya, Ruslaştırılmaya ve Çinlileştirilmeye çalışılan esir Türklerin ızdırap verici manzaraları gibi vahşet ve zulmün benzerine Türk tarihinde rastlanamaz.
Türkler hakkında ileri sürülen yersiz isnat ve iftiraların tarih tetkik edilirse asılsız ve mesnetsiz oldukları kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bu konuda William Pih, şöyle der: “Türkler hiçbir adaletsizlik yapmamışlardır. Fakat hep bunun kurbanı olmuşlardır.”
Tarih şahittir ki, Türkler bütün insanlara karşı daima merhametli davranmışlar ve ihsanda bulunmuşlardır. Türklerin merhameti ve ihsanı, yalnız kendi ırk ve dindaşlarına değil, diğer bütün milletlere ve dinlere mensup insanlara da şamil olmuştur. Türklerde zulüm yoktur, cebir yoktur. Hakimiyetleri altında yaşayan insanları dil,din,örf ve adetleri, can, mal, ırz ve namus emniyetleri ile beraber korudukları bir hakikattir. Türkler iktidarlarının uzandığı yerlerde harabelerin arasından geçip, şan ve şöhrete ulaşan bir millet olmamışlardır.
Daha evvel Türklere insanlık dışı davranışlarda bulunan düşmanlarını bile yendikten sonra halkı tutsak saymamışlar, şehri yağmalamamışlar, onlara Türklüğe yakışır şekilde davranmışlardır. Türk’lere zulmeden barbar insanlara asalet dersi vermişlerdir.
Burada karşılıklı bir-iki olayı karşılaştırmakta fayda vardır :
Haçlılar Kudüs’ü alınca 70.000 müslümanı kılıçtan geçirmişken bir sene sonra Kudüs’ü alan Selahaddin-i Eyyubi bir tek Hıristiyanın burnunu bile kanatmamıştır. Müslümanlar arasında İsa (AS) dan saygı ile bahsedilirken, İncil’e iman, iman esaslarından sayılırken Hıristiyanların İslam Dinine, İslam Peygamberine dolayısıyla Müslümanlara duydukları kin ve nefret, onları kudurtacak hale getirmiştir.
II. Murat’ın Selanik seferi sırasında Hıristiyanlardan hiçbiri hayatları karşılığında dinlerini değiştirmeye zorlanmadı. Kiliseleri kapatılmadı. Dini inançlarına ve hürriyetlerine dokunulmadı. Türk-İslam siyasetinin gereği olarak zulme kalkışılmadı.
II. Sultan Selim tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs’ın fethinden sonra gönderilen hattı hümayunda Türk-İslam siyasetinin icabı olarak şöyle denilmiştir.
“Kıbrıs Beylerbeyine, Kadısına ve Defterdarına Hüküm ki :
Kıbrıs adası, aslanca dövüşen ordularım tarafından yeni alınmış bir diyar olduğundan yerli ve fakir halka, harp icabı maddi ve manevi zarara uğramış olup bu yüzden ızdırap çekmektedir. Onlara adaletle, şefkatle muamele ediniz. Rahatlık içinde yaşasın, iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Az zamanda kalkınarak refah ve saadete ermeleri için mahkemelerde, vergi alınmasında, velhasıl her türlü devlet işinde koruyunuz. Onlar bize koruyucu Allah’ın bir emanetidir. Devletin şanına onları korumak ve himaye etmek yaraşır. Her biri ırzından, canından, malından emin olarak gönül rahatlığı içinde yaşasın, iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Benim adaletim bunu icap ettirir. Bu emrimin yerine getirilmesi için her biriniz uyanık ve dikkatli olunuz. Aksini duyarsam, beyan oluna özrünüz kabul olmak ihtimali yoktur, ona göre gaflet etmeyesiniz.”
A.de Lamartine (1001 Temel Eser ) Sona Doğru adlı eserinde Batının gösterdiği vahşet örneklerinden birini naklederken der ki : “Uyvar önlerine gelen Lorraine Dükü 19 Ağustos 1685 günü yapılan bir saldırıdan sonra kaleyi düşürdü. Türklerin kalenin burçlarına diktikleri beyaz teslim bayrağını görmemezlikten gelen almanlar, Türk erkeklerini kılıçtan geçirdiler. Kadınları çocukları Hıristiyan ordusunun kumandanlarına sattılar. Paşanın kesik başını ise Viyana kapısına astılar.”
Türkler, diğer milletler gibi zalim olmamışlardır. Eğer ülkeleri fethettikten sonra himayeleri altına adlıkları insanlara gaddar davransalardı, asırlarca süren hakimiyetlerini devam ettiremezlerdi.
Halide Edip Adıvar, 23 Mayıs 1919’da Sultan Ahmet’te yapılan mitingde “Türklere zalim diyenler öyle günah işliyorlar ki, tarihin karşısında onların günahlarını bütün denizlerin bitmez tükenmez suları bile yıkayamayacaktır” demiş. Türklere yapılan isnat ve iftiraları reddederek, misliyle istilacı ve emperyalist milletlere iade etmiştir.
Türkler, insanlık anlayışlarının gereği olarak insana büyük değer vermişi ona hizmet etmeyi kutsal görev bilmiştir. İnsanlığın idaresinin Türklere verildiğine inandıkları için insan zavallı, aciz ve horlanan varlık durumuna düşürülmemiştir. “İnsan”, “adalet”, “Müsamaha” Türk düşüncesinde kutsal kavram olmuş, zulüm ve haksızlığa asla yer verilmemiştir. Ayrıca Türk kültüründe köleci devlet anlayışı yoktur. Türk devlet adamları saltanat sürüp insanları ezmemişlerdir. Savaşların sonunda mağlup milletler öldürülmemiş, malları yağmalanmamış ve onların üzerinde zalim bir baskı rejimi kurulmamıştır. Oğuz Han, mağlup ettiği milletlere “Askerlerim mallarınızı yağmaladılar mı, size baskı yaptılar mı ?” diye sorar, “Hayır” cevabını alınca da Allah’a şükrederdi. Ondan sonra da merhametle, adaletle davranırdı. Türk töresine göre yağmacılığın ve zulmün cezası çok ağırdı. Askerlerden herhangi biri yağmacılık yapacak olsa derhal idam edilirdi.
Melik Şah için tarihçi Mathieu: “Kalbi Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Fethettiği ülkelerin halkına baba gibi davranırdı. Bu yüzden Rumlar ve Ermeniler Onun idaresine kendi rızaları ile girdiler” der.
Türk idaresi, kılıç kuvveti ve zulüm üzerine kurulmadığından Alpaslan, Bizans halkı tarafından kurtarıcı olarak karşılanmıştır. I. Murad zamanında Balkan milletleri, Latin kilisesine bağlanma yerine, adil Türk idaresini tercih etmişlerdir. II. Murat, bir ferman yayınlayarak: “Tebaamdan Müslüman olanları camide, Hıristiyan olanları kilisede, Musevileri de havrada görmek isterim” derken din ve vicdan konusunda Türk düşüncesini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Türkler, zulme ve adaletsizliğe karşı her zaman keskin kılıç olmuşlardır. Kaşgarlı Mahmut: “Türkler ile beraber olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudu” der. Bu doğrudur. Türkler en güçlü oldukları devirlerde bile kimseye kötü davranmamışlar, hatta kendilerine karşı ettikleri yemini bozanlara karşı bile verdikleri sözde durmuşlardır. Fethettikleri yerleri adaletle fethetmişler, beyleri tarafından zulümle incitilmiş halk, Türkleri kurtarıcı olarak karşılayıp adil idarelerine sığınmışlardır.
Türk atları Vistül’den su içmeyince bize adalet yoktur” diyen Lehliler gibi birçok ülke insanı Türk adaletinin özlemini duymuştur. Çünkü Türk idaresi altında herkes mutlu yaşamış, kendi idarecilerinin ve dindaşlarının zulmünden bıkanlar için Türk idaresi sığınak olmuştur.
“Adil”, “Müsamahakar”, “Sözüne sadık”, “Merhametli” gibi sözlerle kendisinden bahsedilen Türklerin şefkat ve insanlık hissini inkara imkan yoktur. Türk adaleti sayesinde herkes sulh sükun içinde yaşamıştır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, sürüye çoban, hazineye bekçi gerekmemiş, kurtla kuzu aynı yerden su içmiştir.
Türkler, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun haksızlığa uğrayan herkese açık divanlar kurmuş, halka zulmettiği sabit görülen Ferhat Paşa, padişahın damadı olduğu halde idam edilmiştir. Kanuni’ye : “Padişahım bizim işlerimizi adalet üzerine görmen senin vazifendir. Bu kutsal görevi yerine getirmezsen seni Allah’a şikayet ederim” diyen köylü azarlanmadığı gibi atını bir Hıristiyan’ın ekin tarlasında doyuran yeniçeri ağası en ağır ceza ile cezalandırılıyordu. I. Murat, Konya’yı muhasara etmiş ve kimsenin malına canına ilişilmemesini emretmişti. Fakat birkaç asker yağma yapınca sultan Murat’ın emri ile idam edilmiştir.
II.Murat, hazineyi zenginleştirme teklifinde bulunan vezirine nasıl zenginleştireceğini sorar. Vezir, halktan bazılarının fazlasıyla zengin olduğunu ve bunların parlarının bir miktarının alınabileceğini söyleyince Padişah, fena halde hiddetlenmiş, vezirin vazifesinden alındığını bildirirken yanındakilere :
-Bizim askerimiz gazi askerdir. Bir padişah haram yer ve askerine haram yedirirse, asker harami olur” der.
Yer yüzünde Türkler kadar adalet ve hakkaniyet gösteren bir başka millet gösterilemez. Adaletin muhteşem tablolarını çizen Türklerin bu ayrıcalığının nedeni karakter yapılarının sağlamlığı ve İslam’a bağlılıkları ile izah edilebilir.
Türkler, Kur’an’a ve İslam Peygamberine sonsuz bağlılık göstermişlerdir. Emredilen adalet ilkelerini kusursuz yerine getirmişler, sosyal adaletsizlikten ve zulümden uzak, Müslüman Türk olarak yaşamışlardır.
İslam ayrıcalığı ve imtiyazlı sınıfı ortadan kaldırmış, eşitliği ve adaleti getirmişti. Bu konuda birkaç dini emri zikretmekle yetineceğiz :
Mahzun kabilesinden Fatıma adlı bir kadın hırsızlık etmişti. Soylu bir kadın olduğu için ona verilen ceza Kureyşlilerin ağrına gitti. Affı için Hz. Peygambere Üsame’yi aracı olarak gönderdiler. Hz. Peygamber, iltiması kabul etmedi. Üsame’nin isteğini reddetti. Ve dedi ki : “Sizden evvelkiler soylu biri çaldığı zaman onu affettiler, zayıf biri çaldığı zaman onu cezalandırdılar. Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’in kızı Fatıma da çalsa muhakkak elini keserim.”
Bir hadislerinde de adaletin önemini şöyle belirtmiştir :
“Bir saat adaletle hükmetmek, 60 sene nafile ibadetten hayırlıdır.”
Kur’an-ı Kerim’de adaletle ilgili birkaç ayette şöyledir :
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Taşkınlıklardan, kötülüklerden, zulüm ve azgınlıktan nehyeder. Size öyle öğütler verir ki, iyice dinleyip, anlayıp tutasınız.” (Nahl Suresi :90)
“Hükmettiğin zaman onların arasında adaletle hükmet. Allah, adaletle hükmedenleri sever.” () Maide Suresi : 42 )
“Ey iman edenler, verdiğiniz ahitleri yerine getiriniz.” (Maide S.1)
“İnsaf ve adalet dairesinde hükmet, çünkü Allah doğruları ve insaf edenleri sever.”(Maide S.45)
“Görülüyor ki, Türklerin adalet anlayışı, inançlarının gereği olmuştur, Ayetler ve hadislerin ışığı altında Türk-İslam tarihi adalet örnekleri ile dolmuş, Türk idaresi altında yaşayan herkes mutluluk ve emniyet içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.
İnsanlara mutluluk kaynağı olan adalet örneklerinden birkaçını burada zikretmek yerinde olacaktır :
Büyük Selçuklu İmparatoru Melik Şah’ın karşısına bir köylü çıkar ve: “Memurların zulmünden yandık yıkıldık” diye şikayet eder. Melik Şah atından inip köylüye :
-Yakama yapış, beni sarayıma kadar götür” der.
Köylü olmaz dediyse de Padişah ısrar etti. Köylü yakasından tuta tuta saraya getirdi.
Nizamülmülk hayretle padişaha :
-Sultanım bu ne ? Bunu niçin yaptırdınız ? “ diye sorunca Allah’ın huzuruna bu şekilde götürme hakkına sahiptir. Orada verecek cevabım olmayacağından cezamı burada çekiyorum.”
Gazneli Mahmud’un huzuruna Müslüman olmayan biri gelerek ağlar ve :
-Sultanım, güçlü kuvvetli biri evime girip beni dışarı attı. Evde eşim var, adaletinize sığınıyorum, der.
Sultan, yanına birkaç adam alarak mazlumun evine gider. Karalıkta ışık yaktırmayıp, kılıcı ile zorbayı öldürür. Işığı yaktırıp adamın kim olduğunu görünce de Allah’a şükreder. Ev sahibi bütün bunların sebebini sorunca da şu cevabı verir :
-Korkum şu idi. Benim nüfuzumdan biri olabilirdi. Işığı yaktırmadım, belki onu öldürmeye elim varmaz diye. Onu görünce de tanımadığım biri olduğu için Allah’a şükrettim.”
Osman Gazi Cuma günleri halkın şikayetlerine bakardı. Bir Cuma günü Germiyanlı bir Türk ile Bilecik Rum tekfuruna bağlı bir Rum arasındaki anlaşmazlıktan doğan davaya bakmış, neticede Rum’u haklı görerek onun lehine karar vermişti. Osman Gazi’nin Hıristiyan-Müslüman farkı gözetmeden adalet dağıtması, adaleti her şeyden üstün tutması başarılarının sırlarında biri idi. Bu üstün adalet anlayışı altı asır devam edecekti.
Osman Gazi ölürken oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyet etti :
“Allah’ın buyruğundan gayri iş, işlemeyesin, bilmediğini din alimlerinden sorup öğrenesin. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenlere adaletle muamele edip hoşnut tutasın. Asla zalim olma. Alemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şad et. Askerine ve malına gururlanıp şeriat ehlinden uzaklaşma. Bizim yolumuz Allah yolu, maksadımız ise Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.”
Emir Sultan Bursa kadısıdır. Bursa halkından biri, diğerini mahkemeye verir ve dava konusu olayı bizzat gören Yıldırım Beyazıt’ ı da şahit gösterir. Mahkeme günü padişah ismi ile “Murat oğlu Beyazıt…” diye çağrılır.
Emir Sultan Buhari, şahidi aşağıdan yukarı süzdükten sonra der ki :
İçki içmeyi akışkanlık haline getirmiş olan birinin muhakemesi ve şuuru yerinde olmadığından dinen şahitliği kabul edilmez. Eğer başka şahidiniz varsa onu dinleyelim.
“Adalet mülkün temelidir” sözünün anlamını çok iyi bilen Yıldırım Beyazıt, adaletin önünde başını önüne eğerek çıkıp gider.
İstanbul’un fethinden sonra mahkumları serbest bırakan Fatih’in huzuruna hapisten çıkmak istemeyen iki papaz getirilir. Bizans düzeni olmayan bir yerde hapisten çıkmamaya yemin eden papazlara Fatih :
-Memleketi geziniz, Eğer bir haksızlık görürseniz o zaman yalnızlığa çekilip, hayata küsünüz” der.
Dolaşmaya başlayan papazlar, Bursa’da bir davaya tanık olurlar, Bir Müslüman, bir Yahudi’den at satın alır. At hastalıklı çıkınca Müslüman, Bursa kadısına gider. Fakat kadı makamında bulunmadığı için hayvan ölür. Durumu öğrenen kadı :
İlk geldiğinizde yerimde bulunsaydım, atı sahibine iade eder, paranızı verdirirdim. Suç bende, o halde atın bedelini ben ödüyorum” der.
Papazlar daha sonra İznik’e gelir. Burada başka bir olaya şahit olurlar :
İki Müslüman arasında tarla alışverişi olmuş, tarlayı alan, tarlada bir miktar altın bulmuştur. Altını vermek ister. Daha evvelki sahibi “Ben tarlamı her şeyi ile sattım, alamam” der. Mesele kadıya kalmıştır. Altınları ikiye taksim eder.
Şahit oldukları olayların etkisiyle şaşkına dönen papazlar, Fatih’in huzuruna döner. Yanıldıklarını ve Hıristiyanların herhangi bir haksızlığa uğrayacaklarına inanmadıklarını ifade ederler.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Ayasofya’ya giderken bir Rum karşısına çıkıp. Kermiyenzade Ali Şirinoğlu tarafından dövüldüğünü söyleyip şikayetçi olur. Fatih, derhal muhakeme edilmesini ister. Neticede Ali Şirinoğlu suçlu görülür ve cezalandırılır. Rum tekrar Fatih’e gelir, teşekkür eder ve : Sende bu adalet ve kadılar varken bütün dünyayı fethedersin.” der.
Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camiini yaptırıyordu. Rum ustası İpsilanti, sütunları fazla kesmişti. Bu duruma fena halde kızan Fatih, Rumun elini kestirdi. Rum usta, davacı oldu. İstanbul Kadısı, Sarı Hızır Efendi idi. Davacı ve davalıyı ismen çağırdı. Fatih bir yere oturmak isteyince kadının şu ihtarı ile karşılaştı.
-Oturma beğüm ! Hasmınla omuz omuza dur !
İkisini de dikkatle dinleyen kadı, Fatih’in elinin kesilmesine karar verdi. İbsilanti, kısastan vaz geçerek tazminat ödemesini istedi. Kadının kararı ile Fatih, hayatta olduğu müddetçe İbsilanti’ye günde on akçe ödeyecekti. Fatih kendiliğinden tazminatı yürmi akçeye çıkardı. Önemli miktarda mal bağışladı. Kadı Sarı Hızır Efendinin huzuruna dönerek, ona :
-Ben Padişahım diye iltimas edip, adaleti yerine getirmeseydin (kılıcını göstererek) başını bununla uçuracaktım” deyince Kadı :
-Sen de padişahım diye karşıma çıkıp, adaletin kutsallığını ihlal etseydin (minderinin altından çıkardığı hançeri göstererek) vallahi bende bunu kalbine saplayacaktım” diye karşılık verir.
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken bir tüccardan borç para almıştı. Dönüşte tüccarın öldüğü anlaşıldı. Tüccarın iki küçük varisi kalmıştı. Defterdar, borç alınan paranın hazineye aktarılmasını teklifinde bulununca Yavuz Sultan Selim şu karşılığı verdi :
Kanuni Sultan Süleyman’a bir ihtiyar kadın gelerek, evinin soyulduğunu söyleyip şikayette bulundu. Padişah sordu :
-Evin soyulduğu sırada sen evinde değil miydin ?
Kadın cevap verdi :
-Evimdeydim. Fakat derin uykuya dalmışım. “Padişah :
-Etrafta hırsızların olduğunu bildiğin halde neden o kadar derin uykuya daldın?” deyince kadın :
“Ben derin uykuya daldığım zaman, sizin başımızda uyanık olduğunuzu düşünmüştüm” şeklinde cevap vermişti. Kanuni, bu cevap karşısında irkilmiş ve yanındakilere zararın ödenmesini emretmiştir.
Netice olarak, Türk adaletinin örnekleri yazmakla bitmez. Mesele şu ki Türkler dinlerinin emri ve Allah korkusunun sağladığı adaletle insanları idare etmişlerdir, millete zahmet çektirmemiş ve yabancıya zulmetmemişlerdir. Hep İlahi adaletin tecelli edeceğine inandıklarından, adalet ve doğruluktan asla ayrılmamışlardır.
.
Türk İslam Tarihinde Eşitlik ve İnsanlık Anlayışı
Tarihte İslam’ın ve Türk hakimiyetinin dışında insan, yerini ve değerini hiçbir zaman bulamamış, çoğu zaman değişik vasıflı hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan, gerçek değerini İslamla ve Türk kültürü içinde bulmuştur. Çünkü, İslam’ın insanı ele alışı ve Türklerin bakışı diğer toplumlardan çok farklıdır.
İslam inancı ve Türk düşüncesine göre insan, basit ve anlamsız bir varlık değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. İnsan Allah’ın kuludur. Yusuf Has Hacip, Kudatgu Bilig adlı eserinde : “Allah insanı yarattı; seçerek yüceltti; ona fazilet verdi; bilgi, akıl ve anlayış verdi” diyerek insanın yüce bir varlık olduğunu belirtmiştir. Bunun için İslam’da ve Türklerde insana son derece önem verilmiştir. İnsana saygısızlığı, Allah’a karşı yapılan büyük saygısızlık olarak kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman insanı hayvan soyundan kabul edip alçaltmadıkları gibi, insanı yüceltirken de asla tanrılaştırmamışlardır. Kendileri insanların önünde eğilmedikleri gibi, diğer insanları kul köle edinip kendi önlerinde eğilmelerine de müsaade etmemişlerdir.
İslam’ın ilk devrinde Habeşistan’a göç etmek zorunda bırakılan Müslümanlara papaz, Habeşistan İmparatorunun huzurunda diz çöküp selamlamalarını söyleyince, insanları tanrılaştırmak ve putlara tapmaktan kurtulan Müslümanların başkanı Cafer (ra) : “Biz Müslümanlar, ancak, Allah’ın huzurunda diz çökeriz. İnsanın önünde, eğilmeyiz” cevabını vermiştir. Türk hükümdarı İşpara Han, Çin hükümdarının önünde, Cem Sultan sürgün olduğu halde papanın önünde bütün ısrar ve zorlamalara rağmen eğilerek selam vermeyi reddetmiştir. Çünkü Türk-İslam geleneğine göre kula kulluk yoktur. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, önünde diz çöküp yerlere kapanan papa ve Hıristiyan halka, ayağa kalkmalarını söyleyip insan önünde alçalmalarına rıza göstermemiştir.
Türkler, insanlara duydukları saygının gereği yabancılara kendi insanından farklı bir muamele yapmamışlardır, kendi halkına uyguladıkları adaleti başkalarında da aynen uygulamışlardır. Böylece yabancılar Türk idaresinde yaşamak istemişler, Türk himayesine sığınanlar memnun kalmışlar, hatta esaret bile kendilerine ağır gelmemiştir.
Beş yıl kadar Türkiye’de kalan İsveç Kralı Demirbaş Şarl, kız kardeşine yazdığı mektupta Türk’ün insanlık anlayışını şu sözlerle dile getirmiştir :
“Poltava’da esir oluyorum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ Nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, akamda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş !… Su beni boğmak; düşman beni parçalamak; güneş beni eritmek istiyordu. Gene kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptı, beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindan da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim, şefkatin, alicenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenab, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı !..”
a) Eşitlik Geleneği :
Türkler, insanları herkesin uymak zorunda olduğu İslam prensipleri ve Türk töresi ile idare etmişlerdir. Bu idarenin himayesinde tarihin hiçbir devrinde imtiyazlı bir sınıf olmamıştır. Herkesin eşitliği prensibi ile hangi cinsten, hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun insanların güvenliği ve eşitliği sağlanmıştır.
Bugünün insanı hak, adalet ve eşitlik namına neye sahipse hepsini İslam sayesinde elde etmiştir. İslam insanlar arasında eşitliği, insanlar arasında kardeşliği emreder. Bu eşitlik ve kardeşlik emri kuru laftan ibaret değildir. İslama göre “insanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidirler” İnsan olarak kimsenin üstünlüğü yoktur. Üstünlük imanda ve takvadadır. Kul olarak herkesin sorumlu tutulması zengin, fakir, kadın, erkek ayrımının gözetilmemesi, bir işçi ile devlet başkanının omuz omuza Allah’ın huzurunda secdeye varması kısa da olsa İslam’ın eşitlik konusundaki geleneğini ifade eder.
İslam, Müslüman olmasıyla kölelikten hürriyetine kavuşan Bilal ile Ebu Cehil’in aynı safta durmasını ve aynı haklara sahip olmasını istediği için Ebu Cehil Müslüman olmamıştır. “Daha evvel köle olanla ben bir mi olacağım” demiştir.
Bir gün Müslüman olmak isteyen bir zat Peygamber Efendimize ziyarete gelmiştir. Huzuruna girince titremeye başladı. Bu durumu gören Peygamberimiz :
-Korkma ben hükümdar değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” demiştir.
Halka “Ben sizden biriyim, hiç birinizle sorumluluk derecesinden başka bir farklılığım yoktur” diyen Hz. Ömer (ra) zamanında Gassan Hükümdarı Cebele Müslüman olmuştu. Güzel giyimi ve etrafında hizmetçileri ile beraber Kabe’yi tavaf ederken biri eteğine basınca Cebele fena halde sinirlenmiş ve bir tokat atmıştı. Adam durumu Hz. Ömer’e şikayet etti. Hz. Ömer (ra) Cebele’ye davacıdan özür dilemesini veya davacının da ona tokat atacağını bildirince Cebele, kendisinin hükümdar, davacının ise haltan biri olduğunu, kendisinin onunla bir tutulamayacağını söyledi. Hz. Ömer, İslam hukukunun insanlar arasında fark gözetmediğini belirtince Cebele ertesi güne kadar karar için müsaade istedi ve o gece Bizans’a kaçtı.
b) Kadın – Erkek Eşitliği :
Tarihçi Hammer : “Tarihin hiçbir sayfasında kadının hukukuna İslamiyet kadar riayet eden bir din yoktur” demiştir. İslamiyet gelmeden önce kadın horlanan bir varlıktı. Kendisinden şeytandan kaçar gibi kaçılır, diri diri toprağa gömülür, mal gibi alınıp satılır, her türlü hak ve hürriyetlerden mahrum, zevk ve eğlence gözü ile bakılan bir varlıktı.
Diğer milletlerde de durum bundan farklı değildir. Kadın daima ikinci sınıf bir vatandaş, hiçbir zaman hakka sahip olmayan, dosta sunulabilen, satılabilen maldan farksız bir insandı. Hayatı erkeğinin hayatına bağlı idi. Kanunlar, gelenekler kadının bütün haklarını elinden almış, erkeğin sahip olduğu haklardan hiçbirine sahip değildi.
Yakın zamana kadar “kadınların ruhu var mıdır, yok mudur ? “ konusunu birbiri ile tartışan Hıristiyan din adamları kadınların seciyelerinin zayıf, ahlaklarının fena olduğunu, hiçbir kötünün kadından daha kötü olmadığını, kadınların erkeklerin nefsine şeytanı sokan kötülüklerin kaynağı olduğu konusunda birleşmişlerdir.
İnsanlar arasında sınıf farkı gözetmeyen İslamiyet, kadını da erkek gibi, insan kabul ederek kadına yapılan hakareti kınamış ve kadını evinin sultanı yapmıştır.
Bu konuda İslam’ın birkaç emrini izaha lüzum görmeden nakledelim :
“Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, pek öfkelenerek yüzü kararır. Verilen müjdenin tesiriyle insanlardan gizlenir. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak yaşatsın mı, yoksa toprağa mı gömsün ? Ne kötü düşünüyor, ne kötü hükmediyorlar?” (Nahl Suresi : 58-59)
“Erkek olsun kadın olsun kimsenin amelini boşa çıkarmayız” (Ali İmran S.195)
“Erkeklerin kazançlarından hisseleri olduğu gibi kadınların da kazançlarından hisseleri vardır. (Nisa suresi : 31)
“İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.” (Hadis)
“Cennet anaların ayakları altındadır.” (Hadis)
“Sakın kızlardan ikrah etmeyiniz. Kötü muamele etmek konusunda Allah’tan korkunuz.” (Hadis)
“Veda hutbesinde de : “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim… Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır.”
İslam’ın emri gereğince Türkler, kadına gereken saygıyı göstermişler, aile içerisinde kadının yeri ve kadına verilen önem diğer milletlerde görülmeyen bir seviyeye ulaşmıştır. Batıda olduğu gibi evlilik onun değerini düşürmemiş aksine kadının şeref ve haysiyetini korumuş, kendisinden her zaman saygıyla bahsedilmiştir.
c) İmtiyazlı Sınıf :
Türk İslam tarihinde imtiyazlı sınıf yoktur. Herkes eşittir. İnsanlar arasında ayrıcalık, irsi hak tanınamaz. Başka toplumlarda olduğu gibi idareciler sınıfı, asiller sınıfı, din adamları sınıfı gibi sınıflar yoktur. Asiller için, zenginler için ayrı mezarlar yapılmamıştır. Çünkü diğer toplumların yapısında merhamet nedir bilinmez. İnsanlık onlara göre değildir. Şimdiye kadar insanla ya imha etmek yada esir etmek için savaşmışlardır.
Batı düzeni feodal bir düzendir. Devlet idaresi, köleci devlet anlayışı esasına dayanır. İnsanlar arasında eşitlik gözetilmemiştir. Bazı sınıfların doğuştan kazanılan imtiyazları vardı. Bu imtiyaz hayatları boyunca devam ettiği gibi çocuklarına da geçerdi.
Türk tarihine baktığımız zaman asilzadelik mevcut değildir. Toplum sınıfsızdır, halk eşitlik ilkesine bağlı olarak idare olunur. Türk töresinde Mete Han zamanında bile esir, efendisi hakkında dava açma hakkına sahip olmuştur.
Türk devlet adamları imtiyazlı bir sınıf değildir. Onlar da bir insandır. Halk tarafından tanrılaştırılmadıkları gibi, onlar da kendilerini tanrı ilan etmemişlerdir. İnsanları köleleştirip onların üzerinde saltanat sürmemişlerdir. Devlet adamı sadece resmi sıfatı ile üstündür. Bu sıfat da irsi değil, başarının karşılığı elde edilir.
Devlet, belli zümrelerin saltanat aleti değildir. Hakim olanlar ise kişiler değil yasalardır. Padişahlar imtiyazlı kişiler kabul edilip yasaların uygulamasının dışında tutulamaz. Türk devlet adamları başka milletlerin kralları ve imparatorları gibi mutlak yetkilere sahip değildir. Uymak zorunda oldukları prensipler, fikirlerini almak zorunda olduğu kişiler vardır. Diktatörlük söz konusu değildir.
Yıldırım gibi bir padişaha “yaptırdığın cami çok güzel, ama dört köşesinde dört meyhane eksik” deyip ayyaşlığını yüzüne vuran, mahkemede şahitliğini reddeden Emir Buhari vardı.
Molla Ali Cemali, Yavuz Sultan Selim’in huzuruna her girişinde “Allah zalimleri sevmez” hadisini okurda öyle girerdi.
1470 yılında Fatih sultan Mehmet tarafından yaptırılan Fatih Medresesi tamamlanınca Fatih, kendi eliyle tayin ettiği hocalardan kendisine bir oda isteyince hocalar kendisine şu cevabı verdi :
– Sultanımız, her ne kadar burayı siz yaptırdıysanız, biz burada size bir oda veremeyiz. Verebilmemiz için ya hoca, ya da talebe olmanı gerekir.”
Bunun üzerine Fatih, imtihana girdi, kazandı ve böylece bir oda sahibi oldu.
Türk devlet adamları kendi menfaatlerini düşünen, zevk, ve eğlencesine bakan halkın üstünde bir üst sınıf değildir. Halka karşı büyük sorumlulukları vardır. İmtiyaz tanımaksızın herkesin hakkını korumak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve halkın acı ve tatlı günlerini beraber yaşamakla görevlidir. Devlet yönetimi eşitlik ilkesine dayalı olarak yürütülür. Kanuni Sultan Süleyman’ın “Kanunnamesi” mutlak eşitlik ilkesine dayanmaktaydı. Kanunname, insanlar arasında sınıf ayrıcalığı gözetmeksizin eşit olarak yargılanmayı temek kural kabul etmişti. Fatih Sultan Mehmet, Rum ustasıyla adil Türk mahkemesinde yargılanmış ve suçlu bulunmuştu.
Netice olarak her bakımdan Türk toplumu bir bütünlük arz eder. Sınıf ve ayrıcalıklara asla yer verilmemiştir.
d) Köle Sınıfı :
Kölelik, aslına bakılırsa insanlık tarihi kadar eskidir. Fakat Roma ve Yunan medeniyetlerinin geliştirdiği bir sınıf olarak kalıntı halinde daha sonraki tarihlerde devam etmiştir.
Roma’da halk : 1- Asiller, 2- Avam, 3- Rahipler, 4- Köleler olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştı. İmtiyazlı sınıfların hakimiyeti fazla idi. Her türlü hakkın sahibi oldukları gibi köle sınıfına da sahipti. Kölelik resmen kanunla kabul edilmişti. Kölenin eşyadan farkı yoktu. Efendisi tarafından hayvana yapılan muameleye eş muamele görürdü. Efendisi köleyi isterse döver, isterse öldürür, isterse de esir pazarlarında bir mal gibi satabilirdi.
“Roma İmparatorluğunda kölelere davranışın özelliği, katılık ve vicdansızlıktı. Köleler gündüzleri derebeyliklerde çalıştırılırlar, akşam olunca da zincire vurularak geceyi geçirmeleri için mağaralara tıkılırlardı. Başlarında daime, güçlü, azgın ve kötü yürekli muhafızlar bulunurdu. Onlara verilen cezalar ise kırbaçlamak ile çarmıha gerilmek arasında değişirdi. Bundan başka köleler, vahşi hayvanlarla boğuşturulmak suretiyle, yahut arenalarda kesif halk kalabalığı önünde yırtıcı aslanlar ile dövüştürülerek hür adamların eğlenceleri için de kullanılırdı.” (1)
Yunanlıların ataları Dorlar, bugünkü Yunanistan’a geldiğinde Yunanistan’da (asiller,işçiler ve köleler olmak üzere) üç sınıf halk vardı. Asiller, imtiyazlı bir sınıf olarak toprak sahibi olmuş, işçiler ve köleler ise bu topraklarda efendileri için çalışmışlardı.
Aristo ve Eflatun, köle sınıfını kabul etmişler ve toplum için kölelerin varlığını zaruri görmüşlerdir. Eflatun, köle sahiplerini savunurken, Aristo da bir kısım insanların emir vermek, bir kısmının da emir verilmek için yaratıldığını, kölelerin ise boyun eğmek için yaratılmış, hür insanların işlerini gören ehli hayvan, canlı alet olduklarını söylemiştir. Eflatun ve Aristo’nun çocukları borçlu olan insanlardan borcunu ödemeyenleri ve savaşlarda esir aldıkları kimseleri köleler edinmiş, onların tanınması için kulaklarını kesip alınlarına damgalar vurmuşlardır.
984’te Beranger’in elçisi Luitpard, Bizans İmparatoruna esirler takdim etmişti. İtat etmeyen veya kendilerine reva görülen zulüm neticesi bu esirlerin çoğunun azaları eksikti. Hatta aralarında hadımlar da vardı. Çünkü o gün için bu tür köleler muteberdi.
Anlayışa göre, kölenin işlediği hata sonunda bazı organlarını keserek öldürmekten vazgeçmek, köleye yapılabilen en büyük lütuf sayılırdı.
Bu durum daha sonra Yunan ve Roma kültüründen etkilenen toplumlarda da asillerin, devlet adamlarının ve güçlülerin kanunu olarak hüküm sürmüştür. “17. yüzyılda Rusya’da Köylü efendisinin mutlak esiriydi. Efendisi bir köylüyü öldürdüğü zaman, para cezası bile vermezdi. Çünkü toprağa bağlı köle durumunda olan köylünün, fiilen toprağa bağlı hayvandan farkı yoktu. Çarın otoritesi mutlaktı…” (2)
Avrupa’da ise köleler servet olarak telakki edilir, kurulan esir pazarlarında mal gibi alınıp satılırdı. İnsan sayılmaz, hiçbir insanlık hak ve hürriyetlerinden istifade edemezdi.
Türk ve diğer İslam ülkelerinin insana bakışından utanan Avrupa, kanunla insan ticaretinin ve köleliğin önüne geçmeye çalışmıştır. İngiltere 1807’de köle ticaretini, 1838’de de köleliği yasaklayan kanun çıkardı. Fransa’da ise kölelik 1849’da, Amerika’da da 1865’de resmen kaldırıldı. “Köle” adını taşıyan insan kalmadı ama, kölelere yapılan muamele Batı insanının sadist ruhundan sökülüp atılamadı. Bir insanın köle olması için adının illa köle olması gerekmez.
e) İslam Köleliğe Karşıdır :
İslam’da ne despot vardır, ne de köle. Allah’ın kulu insan vardır. Kölelik, İslam’ın icadı değil, eski medeniyetlerin kökleşmiş kalıntısıdır. İslamiyet geldiği zaman insanların bir kısmı efendi, bir kısmı da köle idi. Bu ayrılığı kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için köklü tedbirler getirildi. İlk olarak bazı Müslümanların ve Müslüman olmaları beklenen birçoklarının köleleri olduğu için kesin bir dille yasaklanmamış, efendi ile köleyi aynı haklara sahip kılmış, ikisini beraber aynı sofraya oturtmuş, Allah katında kul olarak insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu ilan etmiştir.
Peygamberimiz : “Elinizin altındakiler sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size emanet etmiştir. Bunun için onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklemeyiniz. Onlara bir iş buyurursanız yardımcı olunuz” buyurarak insanın insana zulmetmesini yasaklamıştır.
Köleyi dövmeyi, öldürmeyi de yasaklamıştır. “Kölesine kötü muamele de bulunan cennete giremez”, Kölesini öldüreni öldürünüz, kölesini hapsedeni hapsediniz, kölesini hadımlaştıranı hadımlaştırınız”, “Kimse kimseye kölem demesin” buyuran İslam Peygamberi köle sınıfı diye bir sınıf kabul etmediğini belirtmiş ve köle geleneğini cahiliye adeti olarak nitelendirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de : “Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşuya, yolculara, kölelerinize, iyilik edin” (Nisan Suresi : 36) Emri ile Müslümanlar kimseye kötülük etmeyeceklerdir.” Kendileri için sevdiğini başkaları için de sevmedikçe gerçek Müslüman olamayacaklardır.”
Hz. Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur : “Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa veya onu dövse, onun kefareti köleyi azat etmesidir.”
Peygamberimiz bir gün kölesini döven birine :” Köleni azat etmelisin” demiştir. Ebu Mesud der ki: “Kendime ait kölemi dövüyordum. Arkamdan bir ses duydum, Baktım ki, Resulullah (SAV) şöyle diyordu: “Allah’ın senin üzerindeki kudreti, senin bu köle üzerinde olan kudretinden daha fazladır.”
İslam tarihinde esirlere ve kölelere her zaman iyi davranılmıştır. Esirler başka milletlerde olduğu gibi köleleştirilmemiş, hoş tutulmuş, evlere misafir dağıtılır gibi dağıtılmıştır. Bedir savaşının esirleri on Müslüman’a okuma-yazma öğretmesi şartı ile serbest bırakılmıştır. “Analarından hür doğan insanları köleler edinmeyiniz” diyen Hz. Ömer (ra) Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber binmiş, sıra hizmetçide olduğu için şehre o halde girmiştir.
İnsanlık tarihi ile beraber başlayan köleliğin kaldırılması için İslam ne lazımsa yapmıştır. Müslüman olduktan sonra hürriyetlerine kavuşan insanları ordunun başına komutan, Medine’ye Vali yaparak yüceltmiştir. Köle azat etmek büyük ibadet sayılmış, günahlara kefaret için köle azat etmek şart koşulmuştur. Peygamberimiz köle azat etmeyi teşvik etmekle yetinmemiş, bizzat para ile köle satın alıp azat etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de (Tevbe:60) köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için harcanmak üzere her sene bütçeden tahsisat ayırma emredilmiştir. Zekatın bir kısmı köle azat etmek için kullanılacaktır. İşte bu emirler karşısında Müslümanlardan servet harcayanlar olmuştur.
İslam Dininin eşitlik emri en mükemmel tatbiki şeklini Türklerin sosyal hayatında bulmuştur. Türk tarihinde asilzadelik gibi, kölelik gibi doğuştan imtiyazlı veya insani haklarını kaybetmiş sosyal sınıf yoktur. İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetilmez. Makam vardır, mevki vardır, rütbe vardır, ama bunların hepsinin üstünde sorumluluk duygusu ve adalet ve eşitlik anlayışına dayanan töre vardır
.
Türk İslam Medeniyetinin Temellerini Atıp Geliştirdiği İlim Dalları
1- Matematik İlmi :
Matematiğin temellerini atıp geliştiren Türk-İslam alimleridir. Cebir, geometri ilimleri bugünkü durumunu Müslüman alimlerin buluşlarına borçludur.
9. asırda yaşamış İbn üt-Türk-ül Ceyli matematikle ilgili dört mühim eser yazmıştır ki, kendisine ilminden dolayı “Ebul Fazl” ünvanı verilmiştir.
Matematik ilminin meşhur mucitlerinden biri de Büyük türk bilgini Harizmi’dir. Avrupaya cebir İlmi Harizmi’nin koyduğu isimle geçmiştir. Avrupa Rönesansı matematikçileri Harizmi’yi “Ukelay-ı Seb’a” dan yani yeryüzünde en akıllı insandan biri saymıştır.
Harizmi 9. asırda sinüs ve kosinüs cetvellerini düzenledi. Trigonometri’yi buldu. Logaritmayı icat etti. El-Cebr ü vel’Mukabele adlı eseri matematikçiler için kaynak teşkil etti.
Cebir adını Müslümanlara borçludur. Bu ilim, İslam aleminde büyük bir gelişme gösterdi. Bu sahanın büyük ismi belki de ortaçağın en büyük matematik bilgini olan ve El-Harizmi diye anılan Muhammed İbni Musa’dır” (1)
“IX. Yüzyılın ilk yarısında, yani Halife Memunun zamanında Doğunun matematikte en önemli devri, Muhammed bin Musa el Harezmi ile açılır. Bu zat, adından da anlaşılacağı üzere Harezm bölgesinde doğmuştu. Suret-ül-arz adıyla bir coğrafya yazan bu zatın Hint-Arap sayılarını ve sayı yazma usulünü önce doğu ve sonra da Avrupalılar arasında yayan ve ancak Latince tercümesi ortada bulunan aritmetik kitabı ve cebiri yeniden dirilten “Hesab-ül Cebir vel-Mukabele”si Matematikte devir açacak derecede önemli eserlerdir. Hatta bugün bütün Avrupa dillerinde mevcut olan “algorithme” yahut “algorisme” kelimesi Elharezmi’nin isminden bozularak yapılmıştır.” (2)
“Muhammed İbni Ahmet 976’da yazdığı “İlimlerin Anahtarı” adlı eserinde onlu sayılar kusursuz olarak kullanılırken sırayı bozmamak için yanlarına küçük daire koymanın doğru olacağını ileri sürdü. Bu küçük daireyi “boş” anlamına “sıfır-sıfır” dendi. Batı dillerinde rakam anlamındaki “chiffre” sözü buradan gelir. Diğer taraftan Latin ilim adamları “sıfır”a “Zephyrum” dediler. İtalyanlarda bunu kısaltarak “Zero” yaptı.” (3)
“Bugün kullandığımız “Pi” adedinin mucidi Müslümanlardır. Gıyaseddin Cemşid Risale tül-Muhittiyye adlı eserde bunu ölçü olarak veriyor ve ölçü şudur : 3,141,592,635,589,743. Bugün elektronik makinalara yaptırılan hesaplarla bunun arasında en küçük bir ayrılık bulunamıyor.” (4)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, İslam Medeniyeti,S.98 (1001 Temel Eser)
2-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din,S.108-109
3-Will Durant, İslam Medeniyeti, S.97-98
4-Halid Sezgin, İnsan ve Medeniyet, S.73
2- Fizik-Kimya İlmi :
Fizik ilminin kurucusu olan Müslümanlar bu konuda da büyük simalar yetiştirmişlerdir. Bundanlar ibni Heysem, fizik ilminin babası sayılır. Molekül nazariyesini ortaya atan, kırılma kanununu keşfeden ve Batılı ilim adamlarına hocalık yapan bir dahidir.
Kepler, ışığın kırılma konusunda sahip olduğu bilgiyi İbni Heysem’den öğrenmiştir. “Muhammed ibni Heysem ışığın şeffaf cisimlerden geçerken kırılma olayı ile ilgili çalışmalar yaptı. Büyütücü mercekleri keşfetmeye çok yaklaştı. Roger Baconi Witelo ve diğer Avrupalı ilim adamları ancak üç asır sonra mikroskop ve teleskopu keşfederken El-Heysem’in eserlerine çalışmalarına istinat etmişlerdir.” (1)
“Robert Grosteste (Ölm.1235), XIII. Yüzyılda ilk defa fizik deneyleri ile ilgilenmiş ve mercekler üzerinde düşünmeye başlamıştır ki, bu iş için kaynağı İbnül-Heysam’ın (365-1039) Kitab-ül Mezazır adlı meşhur eseridir.” (2) R.Grosteste’nin öğrencisi olan Roger Bacon, olayların bilinmesi, ilimlerin öğrenilmesi için Müslümanların eserlerinin ve dillerinin bilinmesi gerektiğini söylediği için Oxford Üniversitesinin karışmasına sebep olmuş ve halk sokaklarda “Bacon Müslüman oldu” diye bağırmış, kilise tarafından aforoz edilmesine sebep olmuştur.
Roger Bacon, ışığın yansıma kanunu, kırılma olayı, küresel aynaların işleyişi üzerinde durdu. Ona bazı şeylerin bulucusu gözü ile bakıldı. Oysa Roger Bacon’un bilgileri İslam aleminden alınmış ve öğrenilmiş bilgilerdi.
Descartes, ışığın hızının sonsuz olduğunu iddia etmişti. İbni Sina ışık konusunda, ışığın gözle duyulması ışık kaynağından bir takım ufacık cisimlerin kopup göze çarpmasıyla meydana geliyorsa, ışığın hızının sonsuz olamayacağını söylemiştir.(3)
Roger Bacon’un faydalandığı diğer bilgin de El-Hazini’dir. El-Hazini, cisimlerin özgül ağırlıkları hakkında faydalı bilgiler verdiği gibi suyun cisimleri özgül ağırlıkları hakkında ağırlığının daha fazla olduğu teorisini ilk defa olarak ileri sürmüştür ki, bu teori sonradan Roger Bacon tarafından genişletilmiştir.(4)
Bu konuda kendisinden gururla bahsedebileceğimiz büyük bilginlerin biri de Biruni’dir. Biruni (973-1051) bilhassa trigonometri ve tecrübi fizik alanındaki çalışmalarıyla batı rönesansı, ilmi ve teknik gelişimlerin temelinde yatan en büyük şahsiyettir.
Birüni, 23 katı, 6 sıvı maddenin özgül ağırlıklarını kendisinin icat ettiği ve “konik alet” adını verdiği bir alet yardımı ile ölçmeye başarmıştır. Ve herhangi bir cismin özgül ağırlığının taşırdığı suyun hacmine tekabül ettiğini ifade etmiştir. Artezyen kuyularının çalışmalarını inceleyen ve ne şekilde çalıştığını açıklayan da Biruni’dir.
“Biruni, yalnız İslam aleminin değil, bütün dünyanın ortaçağda yetişmiş en büyük ilim simalardan biridir. Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi, Kronoloji, Metroloji (ölçüler bahsin) de pek büyük ihtisas ve maharet göstermiştir.
Biruni’nin sıcak su ile soğuk su arasındaki ağırlık farkını 0,041677 olarak tesbite muvaffak olduğunu söylersek, kendisinin ne kadar mahir bir tecrübeci olduğunu ifade etmiş oluruz. Altının, zümrüdün, izafi sıkletlerini Biruni daha o zamanlar tayin etmiştir.” (5)
Diğer ilim dalları gibi kimya ilminin de kurucuları Müslümanlardır. Kimyevi eczacılık Müslümanların icadıdır. Kimya sanayinde Müslüman bilginlerin başardıkları, boyacılık, dericilik keşfettikleri asit sülfirik, alkol, asit, nitrik, amonyak, nitrat, civa… hatırlanacak olursa İslam bilginlerinin kimya ilmine ne derece büyük hizmetlerde bulundukları meydana çıkacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will durant, The Age of Faith
2-A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Sa. 48
3-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, Sa. 112-504
4-Adıvar, Age. Sa. 120
5-İslam Ansiklopedisi, C.2, BİRUNİ
3- Coğrafya İlmi :
Harezmi, Kaşgarlı Mahmut, Piri Reis, Evliya Çelebi, Katip Çelebi coğrafya sahasında isim yapmış Müslüman Türk alimleridir.
Harezmi, Süret-ül Arz adlı eseri ile, Ali bin Abdurrahman Acaibül Mahlukat-ı ile, XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut, Divan-i Lugat-it Türl adlı eserinin sonuna ilave ettiği Türk cihan haritası ile, Piri Reis çizdiği iki dünya haritası ile coğrafya ilminin temellerini atmış, haritacılığın gelişmesine en büyük katkıyı yapmışlardır. Bugün en güzel harita yapma sisteminin Türklerde ve Türkiye’de oluşu, Türklerin coğrafya ilminde ne derece ileri gittiklerini gösterir.
Bugüne kadar Türkler tarafından çizilmiş haritalar bütün dünya otoritelerinin dikkatini çekecek kadar doğruluk ve mükemmelliktedir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
a) Dünya hakkındaki görüşler :
Kopernik’in güneşin merkez olup dünyanın ve gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü, dünyanın yuvarlaklığını söyleyen ilk insan olduğu doğru değildir. Olsa olsa ancak Batı için doğru olabilir.
Galile (1564-1642) XVII. Yüzyılda “dünya dönüyor” dediği için kilise tarafından cezalandırılınca “Zannederim ki, bu dünyada cehlin ilme karşı duyduğu kin ve nefretten daha feci bir kin ve nefret yoktur” demesi Avrupa’nın ne durumda olduğunu ifade eden en güzel delildir.
“İslam bilginlerinden Biruni (973-1051) dünyanın yuvarlaklığını hiç tereddüt etmeden kabul ederek, her şeyi arzın merkezine çeken yer çekim kuvvetini tespit etti. Dünyanın hergün kendi mihveri ve her yıl güneş etrafında döndüğünü ispatladı. Bundan altı asır sonra Galile dünyanın döndüğünü söylemiştir.” (1)
İslam dünyasında ilim ve hür düşüncenin geliştiği çağlarda Hıristiyan Batı cehaletin karanlığı ve tassubu içindeydi. 16. yüzyılda yaşayan Kopernik, Müslüman Türk alimlerinin eserlerinden ve fikirlerinden istifade ederek elde ettiği bilgileri kilisenin taassubundan korkarak ölünceye kadar sır olarak saklamıştır. Yazdığı eserin ölümünden sonra yayınlanmasını istemiştir. Ölümünden sonra yayınlanan kitabı 18. yüzyıla kadar kilisenin yasakladığı kitaplardan biri oldu.
Biruni, dünyanın büyük şehirleri için yapılmış enlem-boylam levhalarını neşretmiş, dünyanın yuvarlaklığını, hem kendi hem de güneş etrafında döndüğünü kopernik ve diğer batılı bilginlerden asırlar önce açıklamıştır. Bu fikri ortaya attığı zaman bazı kimselerin “Dünya dönüyorsa kayaların, ağaçların fırlaması gerekmez mi ? ” sorularını yerçekimi kuvveti ile cevap vermiş ve yerçekimini ispatlamıştır.
Biruni, Gazneli Mahmud’a güneşin aylarca batmadığı bir bölgeyi görmüş olduğunu söyleyip darıltmıştı. Razi, bu hadiseyi izah ederek Sultanı ikna etti.
Bugüne kadar okullarımızda gençlere okuttuğumuz tarih kitaplarında şöyle deniliyordu : “Kopernik (1473-1543) dünyanın yuvarlaklığını ispat etmiş, güneş sistemi hakkında teoriyi ileri sürüp bu husustaki ortaçağ zihniyetini yıkmıştır.”
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
b) Dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi :
Bugün hala İslam’dan habersiz olan bazı kimselerin İslam inancına göre dünyanın düz kabul edildiği ve öküzün üzerinde durduğu sözleri ancak bilgisizliğin eseridir.
Dünyanın yuvarlaklığını İslam ve İslam bilginleri ortaya koymuştur. Öküzün üzerinde durduğuna gelince : İslam tarihinde şöyle bir olay olmuştur. Bir gün bir zat Peygamber Efendimize gelerek :
Şu anda dünya nerededir, diye sormuş ve şu cevabı almıştır :
Öküzün üzerindedir.
Buradaki öküz boğa burcudur. Burçlar, gökyüzünde sabit oniki takım yıldızdır. Dünyamız hareket ederken her ay bunlardan geçer. Bu soru Peygamberimize sorulduğu zaman dünyamızın boğa burcunun üzerinde olduğu hesaplanmıştır. Peygamberimizin ulu-orta söz söylemesi düşünülemez. Çünkü Peygamberimiz diğer konularda olduğu gibi bu konuda da bilgisiz değildi.
Peygamberimizin oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk bu olayı İbrahim’in ölümü ile izaha çalışıyordu. Peygamberimiz onlara şu cevabı verdi :
– Güneş ile ay Allah’ın büyüklüğüne delalet eden alametlerden iki alamettir. Onlar ne bir kimsenin ölümü, ne de yaşaması ile tutulurlar.”
Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur :
“Güneş kendi mihveri etrafında belirli bir vakit için hareket eder. Ayın da hareketine menziller (Miktarlar) takdir ettik, Ne güneşin aya yetişip çatması mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi (güneş,ay,yıldızlar) bir felekte yüzerler, devirlerini tamamlarlar.” (2)
“Biz yeri bir beşik, dağları birer kazık yapmadık mı ?” (3)
“Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın.Halbuki onlar bulutlar gibi geçer giderler.” (4)
Bilgileri Kur’an’a ve Hadislere dayanan İslam bilginleri, Avrupa’dan asırlarca önce dünyanın yuvarlak olduğunu, hem kendi hem güneş etrafında döndüğünü ispat etmişlerdir. Mesela bunlardan Gazali (Ölm.1111) : “Ay tutulması, dünyanın ay ile güneş arasına girmesinden ileri gelir. Çünkü ay ışığını güneşten alır. Dünya yuvarlaktır. Gök her taraftan onu kuşatmıştır. Eğer ay, dünyanın gölgesine düşerse güneşin ışığını alamaz. Güneş tutulması da ayın, güneşe bakanla güneş arasına girmesinden ibarettir.” (5)
Muhyid’din-l Arabi de : “Allah dünyayı küre halinde yarattı. Dünya küre şeklindedir. Ve ekseni etrafında dönmektedir. Bu dönüşünde gece gündüz meydana gelir.” (6)
İslamiyet’ten önce Türklerde dünyanın döndüğüne inanılırdı. “Eski Türk mitolojisine göre dünya dönüyordu. Dünyanın bu dönüşü, hem kendi hem de kutup yıldızı ekseninde meydana geliyordu.” (7) Bu inanç Türklerin Müslüman olmasından sonra kuvvetlendi ve gelişti. Dünyanın çevresini bugünkü ölçülere en yakın (24 Mil) olarak bulanlar Şakiroğulları adında üç Müslüman Türktür.
Dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü Avrupalılar Müslümanlardan öğrendi. Kristof Kolomb, Galile dünya hakkındaki bilgilerine Müslüman Türklere borçludur. “Müslümanların dünyanın yuvarlaklığına dair Coğrafi bilgileri Avrupa’ya intikal etmesi idi Colomb Hindistan’a garptan dolaşarak varmayı düşünemez ve Amerika’yı keşfedemezdi.” (8)
Avrupa’da taassup devam ederken Osmanlı Türklerinde ilmin zirveye tırmandığını görüyoruz. “Murat III. Zamanında Mahmut bin Ali Sipahi-Zade’nin (ölm.1588) Evzab-ül Mesalik ilk Marifet –il Memalik adıyla önce Arapça sonra Sadrazam Mehmet Paşanın emriyle Türkçe yazdığı eser dikkate değer, Önsözde yeryüzünün küre biçiminde olduğunu anlatır, sonraki bölümlerde denizler, gözler, ırmaklar, dağlar ve şehirlerden bahseder. Küre biçiminde olan dünyanın önce suyla kaplıyken, sonradan ancak yüksek yerlerin suyun dışında kalarak karaları meydana getirdiğini yazar.” (9)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, Historie de La civilisation L’age de la Foi,C.1,S.313
2-Yasin Suresi : 38-39-40
3-Nebe suresi : 6-7
4-Neml Suresi : 88
5-Gazali, Tehafutu’l Futuhat
6-Muhyid-din’l Arabi, Futuhat
7-Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.2.S.186-191
8-Prof. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C.2,S.199
9-A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, S.83-84
4- Astronomi İlmi :
İslam’da ve İslam aleminde astronomi :
Astronomi çalışmalarını Kopernik, Galile gibi Batı alimleri ile başlatmak doğru değildir. İslam ülkelerinde astronomi çalışmaları İslam Peygamberi ile başlar.
İnsanlara yol gösterici olarak inen Kur’an-ı Kerim, insanoğlunun bilmediği konularda yeni yeni bilgilerle inmiştir. Bu konuda birkaç ayeti delil olarak gösterelim :
“Yıldızlarla insanlar yollarını doğrulturlar.” (Nahl Suresi : 16)
“Andolsun biz gökte burçlar yapmış ona ibretle bakanlar için donatmışızdır.” (Hicr Suresi:16)
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde düşünenler için deliller vardır.” (Al-i İmran Suresi :190)
“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı, nasıl bina etmişiz !” (Kaf Suresi : 6)
“O (Allah) karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileri ile yollarınızı doğrultmanız için, sizin menfaatinize yıldızlar yaratandır. Biz ayetlerimizi düşünen ve bilen kimseler için gerçekten apaçık bildirdik. “(En’am Suresi : 97)
Kendilerine bu ayetler inen Müslümanlar, gök cisimleri ve gök cisimlerinin hareketleri ile ilgilenmiş, oruç, namaz, hacc vakitlerini tayin etmişlerdir.
İslam aleminde 8. yüzyılda ilmi bir hüviyete bürünen 9. yüzyılda iyice hızlanmış ve araştırma merkezleri kurulmuştur. Cündi Şapur’da kurulan rasathanede gözlemler yapılmış, elde edilen bilgileri kapsayan eserler neşredilmiştir. Halife Memun zamanında (813-833) Bağdat’ta Şemmasiye ve Şam’da Kassasiyun rasathaneleri yaptırılmış, bu rasathanelerde Yahya bin Mansur, Harezmi gibi alimler gözlemler yapmışlardır. Harezmi, gezegenleri yerlerini ve dolanım sürelerini gösteren cetveller hazırlamıştır.
Battani’nin Fırat Nehri kenarında özel bir rasathanesi vardı. Burada asrolop, gnomon, yatay ve düşey güneş saati, küre, paralaktik cetveller ve duvar kadranı gibi aletler vardı. Harezmi tarafından güneş tutulması ile ilgili hesaplar yapılmış, yıldızların haritaları çizilerek, hareketleri gösterilmiştir.
“Halife Memun, güneş lekelerini incelemek üzere astronomlardan bir heyet kurdu. Dünyanın yuvarlaklığından emin olan bu alimler, güneşin vaziyetini tesbit etmek suretiyle bir arz derecesini ölçtüler. Bunların ölçüsü vaziyetini tesbit etmek suretiyle bir arz derecesini ölçtüler. Bunların ölçüsü 56 2/3 mil çıktı. Bugünkü hesabımızdan ancak yarım mil fazla idi. Bu astronomlar tamamıyla ilmi esaslara göre hareket ediyorlardı. Tecrübe ile sabit olmayan hiçbir şey kabul edilmezdi. Fergani’nin yazdığı (Miladi 860) Astronomi kitabı Avrupa’da yediyüz yıl esas kabul edilmiştir.” (1)
El-Kindi (ölm.873) hayatı boyunca kendini tabii ilimlerle astronomi çalışmalarına verdi. Bu konuda önemli neticeler elde etti.
10. yüzyılda yeniden büyük rasathaneler devri başladı. Şeref-ül Devle, Bağdat’ta sarayının bahçesinde yaptırdığı rasathane devrin en hassas aletlerle donatılmıştı.
El-biruni (973-1048) gezegenlerin hareketleri üzerinde durdu. Gecenin ve gündüzün meydana gelişi, uzayıp kısalmaları ve dünyanın hem kendi etrafında hem de güneş etrafında döndüğünü açıkladı. Biruni’den beş asır sonra Batı’da Kopernik aynı şeyleri tekrar ettiği halde kendini kabul ettiremiyor ve susmayı tercih ediyordu.
Türk tarihinde astronominin tarihi çok eskidir. “Eski Türkler göğe çok önem vermişlerdi. Çünkü oların gökleri Çin ve Hindistan’da olduğu gibi bulutlu değildir. Gece ve gündüz parlak bir gök Türklerin kalplerini ve gözlerini kendine çekiyordu. Çünkü eski Türkler zamanlarını, yollarını ve hatta iklim şartlarının değişip değişmeyeceğini gökteki yıldızlara bakarak öğrenirlerdi. Bunun için de geniş ve iyi gelişmiş bir yıldız bilgisine sahip olmaları gerekiyordu.” (2)
“Uygurlarda yüzyılların tecrübesi ile tababet de teessüs etmiş olup bu mevzua dair yazılmış olan eserler de elde edilmiştir. Daha sonra hey’ete dair yazılmış olan eserler de elde edilmiştir. Daha sonra hey’ete dair bir eser de vardır ki 1308 yılında vücuda getirilmiş olup yıldızların harekatından bahseder. Bu eserin vermiş olduğu malumat Berlin Rasathanesi
tarafından tetkik edilmiş ve hepsinin de doğru olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca 1202’de yazılmış bir eserde yıldızların güneşe göre harekatını tespit etmektedir.” (3)
Tarih boyunca Türk kültürünün bir parçası olarak devam eden astronomi ilmi Selçuklular zamanında da devam etmiş ve yeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. 11. yüzyılın en mühim rasathanesi, Selçuk Sultanı Melikşah tarafından İsfahan’ da kurulmuş olan Melikşah Rasathanesidir. Vezir Nizm-ül Mülk medreseyi bir yüksek tahsil müessesesi olarak açtıktan sonra en değerli ilim adamlarını burada topladı.
12. ve 13. yüzyıllar da rasathanecilik bakımından önemli bir dönem olmuştur. Nasır el Tusi tarafından Meraga Rasathanesi en hassas aletlerle donatıldı. Buradan gök cimleri incelendi. Önemli bilgiler elde edildi ve eserler yazıldı.
Astronomi ilmi Fatih Sultan Mehmet zamanında zirveye ulaştı. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra burayı ilim ve sanat merkezi haline getirdi. Üniversite olarak vazife gören medreselerde astronomi derslerine büyük önem verildi. Büyük alimler yetişti.
Uluğ Bey’den ve Kadızade’den ders almış, onların teveccühüne ve sevgisine mazhar olmuş Ali Kuşçu, o devrin en büyük astronomi alimidir. İlme düşkün olan Fatih tarafından Ayasofya Medresesine hoca tayin edilmiştir. Burada astronomi alanında çok verimli çalışmaları olmuştur. Fatihin daveti üzerine “İstanbul’ a vardığında zamanın en meşhur bilginlerinden Hoca Zade ve başkaları tarafından Üsküdar’da karşılanmış ve kadırga içinde Hoca Zade ile gitgel dalgaları üzerine bir tartışmaya girişmiştir.” (4)
“Bizde ilim olarak astronomi, tarihimizin çok güçlü bir devrinin çok yönlü bir padişahı olan Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra doğu aleminin şöhretli bir astronomu olan Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi ile başlar.
Ali Kuşçu, Timurlengin torunu Uluğ Bey’in 1420 yılında Semerkand’da kurduğu rasathanenin ikinci müdürü ve aslen Bursalı olan Kadı Zade’nin öğrencisi idi. Uluğ bey 1449 yılında oğlu tarafından öldürüldükten sonra zamanının en büyük ve şöhretli rasathanesi olan bu rasathane dağılmış ve Azerbaycan’a geçen Ali Kuşçu da İran Şahı tarafından elçi olarak İstanbul’a gönderilmiştir. Zamanın Padişahı olan Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu’ya büyük itibar göstermiş, Ali Kuşçu, Padişahın İstanbul’da kalması teklifini kabul etmiş ve Fatih Sultan Mehmet de kendisini Ayasofya Medresesine müderris tayin etmiştir. Böylece bizde de ilmi astronominin ilk temelleri atılmıştır.” (5)
Astronomi ilmine büyük katkılarda bulunan diğer Türk büyüğü de Uluğ bey’dir. Uluğ Bey, “Ruh, zeka bakımından sayan-ı dikkat bir insandı; usta bir şair, alim bir din adamı, yüksek bir matematikçiydi. Etrafında parlak alimler, edebiyatçılar ve sanatkarlar vardı. Uzun Müddet naib olarak bulunduğu Semerkandı muhteşem abidelerle süsledi, bir rasathane kurdu. Buraya kapanıp “Astronomik Cetveller”i üzerinde çalışmayı çok severdi; bu cetveller, doğrulukları bakımından daha öncekilerden çok üstündü.” (6)
“Uluğ Bey’in ilmi çalışmalarını gösteren en kudretli tarafı, matematik ve bilhassa astronomiye ait değerli faaliyetleridir. Uluğ Bey, biri Semerkandda diğeri Buhara’da olmak üzere iki büyük medrese yaptırdı. Semerkand’daki medresenin idaresini, Hocası Bursalı Kadı Zade’ye verdi. Uluğ Bey’in bu medreseye tayin ettiği müderrislerin hemen hepsi astronomi ve matematik ilimlerinde devrinin en büyük alimleri idi.
Semerkand medresesi, sadece İslami ilimlerin okutulmasını değil, müsbet ilimlerin de öğrenilmesini vazife edinmiş bir ilim müessesi idi. Bu medresenin büyük kapısının üzerindeki kemer, sema ve yıldızları içine alan kabartma tezyinatı ile gökyüzünü tasvie ediyordu. Şüphe yokki, bu tezyinar Uluğ Bey tarafından medresede müsbet ilimlerin okutulacağına bir işaret olmak üzere yaptırılmıştı.” (7)
Müslüman Türklerde astronomi diğer ilimler gibi bu derece ilerlemişken Hıristiyan Batı başını kaldırıp gök yüzüne bakamıyordu. Astronomi ilmi Batı’ya Müslüman Türklerin uğurlu elleri ile girmiş ve Batı’da ilmi mirasımız olmuştur. Haçlı orduları Sevil şehrini zaptedince daha evvel orada Müslümanlar tarafından yapılan, en hassas aletlerle donatılan rasathanenin ne işe yaradığını tahmin bile edememişlerdi. Çünkü Batı, yıldızları ancak fal için kullanıyor ve işlerini ona göre tayin ediyorlardı.
Günümüzde bile astronominin ülkemizde çok ileri bir durumda olduğu söylenebilir. Bugün Kandilli ve Ege Üniversitesi Rasathaneleri bütün uygulama ihtiyacımıza cevap vermekte ve milletler arası astronomi sahasında milletimizin göğsünü kabartmaktadır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will durant, Historie de la civilisation L’age le Foi, S.310
2-Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.1, Sa.12
3-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1,Sa.165
4-A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Sa.41
5-Prof. Dr. Nüzhet Gökdoğan, Bilim ve Teknik Mecmuası, Sayı : 72, Sa.2
6-Fernand Grenard, Babur,Sa.10 (1000 Temel Eser)
7-Türk Kültürü Dergisi, Sayı:3 Sa.43-44
5- Tıp İlmi :
Tarih boyunca Türklerde ve İslamiyette insana büyük değer verilmiştir. Türkler’de ve İslam’da hiçbir zaman insan horlanmamış ve insana asla aşağı bir varlık gözü ile bakılmamıştır.
İslamiyet, insan sağlığının ve sıhhatinin korunmasını esas almış, insanın sağlığını ve sıhhatini korumasını, insana başta gelen görev olarak yüklemiştir. Böylece, hayati bir ilim olan tıp ilmi, Müslümanlar arasında gelişmiş ve Müslümanların uğurlu elleri ile insanlığa miras bırakılmıştır.
Yakın zamana kadar Batı :
19. asrn başlarına kadar Batı’da akıl ve Ruh hastaları, şeytanla işbirliği yapmış, lanetlenmiş, insanlık dışı yaratıklar olarak kabul edilmiştir. Hastaların taşa tutulup öldürülme, ölünceye kadar zincire vurulma veya diri diri yakılmak suretiyle vücutlarına giren şeytanın çıkarılma yoluna gidilmiştir.
Diğer hastalıklara tutulanlar da, lanetlenmiş kişiler olarak kabul ediliyor ve işkencelerle karşılık görüyordu. Hastalıklar, bazı sihirli kuvvetlere bağlanıyor, hastalıklar, kötü ruhların ve yıldızların eseri olarak açıklanıyordu.
Kilisenin inancına göre insanı tanrı yaratmıştı, ona insan dokunamazdı. Bunun için insan vücuduna dokunmak yasaklanmıştı. Bilgi vasıtalarına başvurmak, hastalıklar için tedbir almak, ilaç kullanmak tanrıya isyan etmek olarak ilan edilmişti. İlim adamları insan yapısı ve hastalıklar konusunda yazmaktan ve araştırmaktan men edilmiş, bu yasağa uymayanlar ağır cezalarla cezalandırılmıştır.
Gizli gizli hastalıkları tedavi etmeye çalışanların ücretlerini hastanın varisleri ödemek zorunda kalıyordu. Çünkü konulan yasaklar, tıbbın gelişmesini önlemiş, hastalıkların yayılmasına yol açmış olduğundan, en basit hastalıklar bile korku ve dehşet saçmaktaydı.
“Kont Dedo öyle yağ bağlamıştı ki, bunun müthiş sıkıntısını çekiyordu. Doktoru ona karnını yarıp fazla yağları çıkarma tavsiyesinde bulundu. Bu ameliyat tabii Kont’un ölümüne sebep oldu. 1190” (1)
“Galvin, Cenevre’de Aragon’lu Michel Servetur adındaki ilahiyatçı bir hekimi hafif ateş üzerinde pişire pişire yaktırmıştı. Harvey’den önce ciğerlerde kan dolaşımını keşfeden bu zavallı hekimin tek günahı Hıristiyanlık akidelerinde Galvin’in düşündüğü gibi düşünmekten ibaretti.” (2)
“Tarihte ençok kan döken kurumlarından olan Katolik kilisesi, “kilise kan dökmekten nefret eder” düsturuna uyarak ölülerin teşhirini önleyen gülümç bir sebep daha ortaya attı. Hatta yukarıda zikrettiğimiz 1281 yılı ruhani meclisi, yine bu sebeple keşişlere cerrahi ameliyat yapmayı yasaklamıştı.” (3)
1416 yılında doktor olma arzusu ile Viyana Üniversitesine gelen bir cerrah, arzusunun yüzsüz bir hareket sayılması sebebiyle geri çevrilmişti.
“13. yüzyıl başlarında papa III. Honorius, hekimliği hakir gördüğü için rahipler sınıfının doktorluk yapmasını yasak etmişti.”
“Würzburg’fa 1298 yılında toplanan ruhaniler meclisi, din adamlarına sadece cerrahlık yapmak değil, cerrahi ameliyatlarda hazır bulunmayı da yasak etmişti. Bu yüzden cerrahlık uzun zaman ayıp sayıldı.”
“Bugünde bazı doktorların kullandıkları bir usül hakkında, 1300 yıllarında Montpellier’ de tıp hocalığı yapan Arnoldus Villanovanus’un şu sözlerine rastlıyoruz : “İdrarda bir şey bulamadığınız takdirde karaciğer obstruction’u olduğunu söylersiniz. Hasta tutarda baş ağrılarından şikayet ederse, karaciğer bozuk da ondan dersiniz. Amma “obstruction” kelimesini kullanmayı sakın ihmal etmeyiniz. Çünkü hastalar bunun ne demek olduğunu anlamazlar. Manasını hastaların bilmedikleri kelimeleri kullanmanız mühimdir.” (4)
İslam Aleminin Durumu :
18. yüzyıl Avrupa’sında hastalar tedavi değil, işkence, merhamet değil lanet görürken, hastaların bedenine mikrop değil, şeytan veya kötü ruhların girdiği kabul edilip, hastalıkların yıldızların eseri olduğu zannedilirken, hastalıklar karşısında acz gösterilip kendiliğinden geçmesi beklenirken 7. yüzyılda insanlığa kurtarıcı olarak gönderilen İslam Peygamberi, hastalıkların nedenini ve tedavi şekillerini açıklamış, bununla da yetinmeyerek şu sağlık kurallarını ortaya koymuştur :
“Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Allah hiçbir dert vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun.”
“İhtiyarlık müstesna Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, ilâcını da yaratmamış olsun.”
“Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere girmeyiniz ve bulunduğunuz yerde veba zuhur ederse o yerden çıkmayınız.”
“Tozlardan topraklardan kaçınınız onlardan hastalık illeti ârız olur”
“Sağlam deveyi hasta olan devenin yanına sokmayınız”
“Beden ilmi, din ilminden üstündür”
“Dünyada iki nimet vardır, sıhhat ve huzur, halbuki insanların çoğu bunlara dikkat etmez.”
“Yemeklerinizi çok sıcak yemeyiniz, yemeğe üflemeyiniz.”
Bunlar gibi daha birçok sözle sağlıklı kalmanın yollarını öğütlemiş, hastalıklardan korunma yollarını göstermiş ve her derdin devası olduğunu, eli-kolu bağlı yatmayıp devanın aranmasını emretmiştir.
Peygamberimizin kendisi de ateşli hastalıklarda derin kuyular kazdırmış soğuk su tulumları kullanmış, zehirlenmelerde mideyi boşaltmak için kusturmuş, veremlilerin dağlara çıkıp süt içmelerini söylemiş, sıtma hastalığının önüne geçebilmek için bataklıkları hurma fidanı diktirerek kurutma yoluna gitmiş, her evde lağım çukurları kazılmasını emretmiştir. Ayrıca kan alma ve dağlama usüllerini uygulamış ve hasta hayvanları bile tedaviye çalışıp, uyuz develere katran sürdürmüştür. Kendisine hastayım diye gelenleri çeşitli otlardan ilaç elde eden ve hastalara uygulayan, Haris bin Kelede’ye göndermiştir.
Hepsinden önemlisi; abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, gusletmek gibi emirler, içki, zina gibi yasaklarla gelmiştir.
İslam Peygamberinin getirdiği prensipler dahilinde hareket eden ve O’na bağlı olarak yaşayan Müslümanlar ilk hastaneleri, eczaneleri, dispanserleri kurdular. Hastalıkları ve ilaçları keşfettiler.
“Tarihte ilk dispanserleri, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunun kurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin yazarları da yine Müslümanlar olmuştur. Müslüman hekimleri, banyonun şiddetle taraftarıydılar. Bilhassa nöbetlerde ve buhar banyosu şeklinde bu usule başvuruyorlardı. Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslam hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur.” (5)
Müslümanlar eczaneleri, dispanserleri kurduktan sonra ameliyatlar yapmışlar, tıp ilmine ölmez eserler ve isimler bırakmışlardır.
Horasan’ın Rey şehrinde doğan büyük Türk bilgini Ebu Bekir Razi (850-932) çiçek ve kızamık aşıları üzerinde çalışmalar yaptı, kaytan aşısını buldu. Kalp sektelerinde kan alma yoluna gitti, ateşli hastalıklarda soğuksu kullandı ve idrar yollarındaki taşları ameliyatla aldı veya ilaçlarla parçalama yoluna gitti. “Çiçek ve kızamık hastalıklarını ilk tetkik eden odur. Razi’nin bu keşifleri tıp aleminin şaheserleri sayılır. Bu keşifler, 19. asra kadar tesirlerini yaşattı. Razi bütün Avrupa Üniversitelerinde İbn-i Sina ile müvazi olarak okutulurdu.” (6)
“Hiç şüphesiz ki Razi, ortaçağda Batı ve Doğunun büyük bir Klinik hocasıydı. Kendisinin en önemli eseri, Kimyayı tıpta uygulaması ve tıpta Galenos’un başladığı gözlem esasını bir kat daha kuvvetlendirmiş olmasıdır. Özellikle çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki incelemeleri, Doğu tıp eserleri arasında zamanı için bir şaheserdir. En büyük eseri Elhavi adıyla yazdığı ve Latinceye Continens diye tercüme olunan büyük tıp ansiklopedisidir.” (7)
Tıp denince akla gelen en büyük isim İbn-i Sina’dır İbni Sina (980-1037) Batı’da Avicenna adı ile tanınır ve doktorların sultanı olarak bilinir. “İbni Sina, 16 yaşına vardığı zaman tıp ilmini tamamıyla öğrenmiş bulunuyordu. Bir çok yaşlı tabipler onun yanına geliyor ve onunla birlikte çalışıyorlardı. İbni Sina hastaları da ziyarete başlayarak klinik işlerinde de ihtisas sahibi oldu. 18 yaşına vardığı zaman büyük ve meşhur eseri olan Kanun’u yazdı. Sonra felsefenin dört doktrinine göre Şifa adlı eserini yazdı” (8)
Batının “Avicenna” adını takarak Latinleştirmek istediği İbni Sina’nın Kanun ve Şifa adlı eserleri 12. yüzyıldan 18. asrın ortalarına kadar Batıda temel ders kitabı olarak okutulmuştur. Bir batılı yazar Kanun kitabı için : “Hiçbir tıbbi eser bu kadar okunmamıştır” diyerek eserin mükemmelliğini ifade etmiştir.”
“İbni Sina’nın tıpta hem doğuda hem batıda çok önem kazanmış ve yıllarca ders kitabı yerini tutmuş olan Kanun’u 12. asırda Latinceye çevrilince, o zamana kadar batıda yazılan eserler ve söylenen sözlerin hepsi itibardan düşmüş, aralıksız altı asrı aşkın bir zaman Batı’da esas ders kitabı olarak okunmuştur. Razi’nin ve İbni Sina’nın resimleri Paris Tıp Fakültesinin holünde asılmış Batı üniversitelerine hakim olan eserleri defalarca tercüme ve tab edilerek tedrisatta esas ittihaz edilmiştir.
İbni Sina, eserlerinde 800 ilacın adından, nasıl yapıldığından ve hangi hastalıklarda kullanıldığından bahseder. 16 yaşında. Tıp diplomasını alan İbni Sina, 17 yaşında emir Nuh bin Mansuru tedavi etmiştir. Ruh hastalıkları üzerinde durmuş, delilere şefkat ve merhametle muamele edilmesini tavsiye etmiştir.
İlk şeker hastalıkları üzerinde duran, hastaların idrarındaki şekeri keşfeden ve idrardaki şeker tahlilini yapan, ameliyatlardan önce şuruba afyon karıştırarak hastaya içiren, ceninin ana rahminden iç adalelerin tazyiki ile çıktığını ilk ifade eden, kanın gıdaya taşıdığını ve kanın fonksiyonunu ilk keşfeden İbni Sina’dır.
“Aristo, kanın kalpten çıktığını gördü, fakat kanın kalbe döndüğünü göremedi. İbni Sina küçük ve büyük deveranları vezihen sezip meydana çıkardı. Aristo ve Galien, kanı ruhun makarı telakki ettiler. İbni Sina ise, doğru olarak kanın gıdaya taşıyan bir mayi olduğunu keşfetti.” (10)
Bundan başka İbni sina, cerahatsız yara tedavi usulünü ortaya koydu. İçme suları üzerinde durdu. İyi su olmayınca kaynatma ile tasfiye etme yoluna gitti. Civa ile tedavi usulünü o buldu. Ağrıları hafifletmek için şuruba afyon, ban otu, Hindistan cevizi karıştırarak ameliyatlar yaptı.
Avrupa 14. asırda hastane mefhumunu idrak edebilmişken, İslam aleminde 10. asırda yalnız Kurtuba’da elli hastane mevcuttu. “Avrupa’da akıl hastalarının XIX. Yüzyıla kadar hasta değil, şeytanla işbirliği yapmış insanlar olarak muamele gördüklerini, hatta diri diri ateşte yakıldıklarını kaydetmek icap ed er.” (11)
Müslüman Türklerde ise lanet değil, merhamet, eziyet değil şefkat görmüş ve akıl hastaları için ayrı hastaneler kurulmuştur. Darüşşifa denilen bu yerlerde çeşitli yollarla tedavi ve hayatlarının sonuna kadar insanca muamele görmüşlerdir.
İngiliz doktoru John Heward 1788’de darüşşifalara hayran kalmıştır. Dr. Kraft Ebing, 1897’de yazdığı eserinde : “Batı akıl hastalarını tedavi etmeyi Türklerden öğrenmiştir” diyerek İslam tıbbının ne derece gelişmiş ve Batı üzerinde etkili olduğunu belirtmiştir.
Atalarımız “az ye, az uyu, az konuş” atasözünü, asırlarca Avrupa’ya ilham kaynağı olan İslam tıbbının özünden çıkarmışlardır. Büyük İslam alimleri : “Çok uyuyan gözden, çok yiyen karından, faydasız sözden sana sığınırım Allah’ım” diye dua etmişlerdir. Sümrtebni Cündüp (ra), çok yemek yiyen ve sonra da kusan oğluna: “Eğer bu hal üzere ölmüş olsaydın vallahi namazını kılmazdım” demesi düşündüren bir husustur.
İmam-ı Şafi Hz.lerinin : “İlm-i tıbbın yok olması, ilmin üçte birinin elden çıkmasıdır” demesi de İslam’ın tıbba verdiği önemi belirtir.
İslam’ı ruhlarına sindiren ve hayatlarında uygulayan atalarımız da “Hekimsiz, hakimsiz yerde durulmaz” diyerek insan sağlığına büyük bir önem vermişlerdir. Seyyah İbni Batuta : “Suriye’de bereket, Anadolu’da sağlık gördüm” demiştir.
Dünyada ilk tıp eğitimi modern manada Selçuklular zamanında 1205 tarihinde Kılıçaslan oğlu Keyhüsrev tarafından kurulan tıp okulunda başlar. Bundan sonra 1217’de sivas’ta Darüşşifa kurulmuş, hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından karşılanmıştır. Kayıtlara göre evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir ve hasta iyi oluncaya kadar eline harçlık verilirdi.
1339’da Bursa’da Yıldırım Darüşşifa’sı kurulmuştur.
İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’u bir ilim ve kültür merkezi haline getiren Fatih Sultan Mehmet tarafından 8 fakülteyi içine alan “Sahn-ı Semen” denilen devrin en büyük ilim ve kültür müessesesi olan Sahn-ı Semenden biri tıp fakültesi idi. Burada hem öğrenim hem de tedavi yapılırdı.
Fatih Hastanesinden Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde şöyle söz eder :
“Fatih Hastanesi : 70 oda, 80 kubbe ve 200 memuru vardır. Dersiam hekim başı vardır. Gidip gelenden biri hasta olsa hastaneye götürülüp ona bakarlar, uygun ilaçlarla tedavi ederler. İpek, altın işlemeli, bürümcük gecelikleri vardı. Günde iki defa türlü türlü güzel yemekler verilir. Evkafı öylesine sağlamdır ki, vakıfnamesinde “Eğer mutlaka keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmazsa, bülbül, serçe ve güvercin pişip hastalara bol bol verilsin” diye yazılıdır. Hastalara, divanelere deliliklerinin geçmesi için müzikçiler ve okuyucular tayin edilmiştir.” (12)
Devamla Evliye Çelebi diğer hastanelerden de şöyle bahseder :
“Süleyman Han Hastanesi : Bu şifa yurdu öyle bir deva ocağıdır ki, Allah’ın emriyle hasta üç günde şifa bulur. Çok üstad cerrahları vardır. Bu sığınılacak yeri anlatmakla dil aciz kalır.” (12)
“Sultan Ahmed Han Hastanesi : Bunun da evkafı sağlamdır. Yoksulların ve divanelerin çoğunu şifa yurduna getirirler. Zira bunun da havası güzel ve memurları sevimli ve iyi adamlardır ki, hastalara daima can ve gönülden hizmet ederler.” (12)
14 Mart 1827’de türk Tıbbıyesini kuran Mahmut II Tıbbiyenin açılış fermanında şöyle der :
“Çocuklar bu yüce binaları tıp okulu olmak üzere hazırlatarak adına Mekteb-i Tıbbıye-i Aliyei Şahane dedim. Burada insan sağlığına hizmet gibi aziz bir iş görüleceğinden bu okulu bütün öteki okullardan üstün tuttum” (13)
“Türkiye’de ordunun veteriner hekim ihtiyacının karşılamak amacı ile 1842 tarihinde İstanbul’da ilk veteriner okulu açılmıştır.” (14)
Tıp tarihinde ilk diploma merasimi 20 Eylül 1843 tarihinde Galatasaray Tıbbıyesinde yapılmıştır. Devrin padişahı Sultan Abdülmecid merasimde bulunmak ve imtihanları dinlemek üzere gelmiş, talebelerin oturmalarını söylemiştir. ( O zamanlar Osmanlı padişahının huzurunda Kırım hanlarının dışında kimse oturmazdı.) İlk imtihana Salih efendi girmiş, besmele çekerek sualleri cevaplandırmış ve tıp tarihinin bir numaralı diplomasını almaya hak kazanmıştır. Kendisine bu başarısından dolayı “Muallimlik” bugünkü deyimle Profesörlük ünvanı verilmiş, tıp ilmine bu ünvanla hizmet etmiştir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Türk tıbbı ileri seviyededir. Milletimize milyonlara mal olan tahsilden sonra yabancı ülkelere giden, yeni buluşları ile tıp ilmine katkılarda bulunan doktorlarımız, başka ülkelerde “tedavisi imkansız” denildiği halde, memleketimizde tedavi edilip, şükran ifadesinde bulunan hastalar bunun delilidir.
Türkiyenin tıp dalında sağladığı başarılar hala dünya sağlık teşkilatı tarafından takdirle karşılanmaktadır. 1972 senesinde Türkiye, tüberküloz sahası tatbikatı eğitim merkezi sahası olarak seçilmiş, çeşitli ülkelere mensup 14 yabancı doktor Türkiye’de verem savaş eğitimi görmek üzere gelmiş ve 20 gün eğitim görmüşlerdir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- AhmetGürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenleştirmesi, S.69
2- A.Adnan Adıvar, Tarih boyunca İlim ve Din, S.147
3- Adıvar, Age.S.154
4- Gürkan, Age.S.68-69
5- Will Durant, İslam Medeniyeti, S.105, (1001 Temel Eser)
6- Gürkan, Age. S.235
7- Adıvar, Age.S.109
8- Abül Feraç Tarihi,C.1S.294-295,Ter.Ömer Rıza Doğrul
9- Adıvar,Age. S.112
10- Gürkan, Age. S.236
11- Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, S.308
12- Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler,C.1S.98 (1000 Temel Eser)
13- Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, C.2, S.224
14-Prof. Dr. Nihal Erk,Bilim ve Teknik Mec.Sayı:72,S.36
AŞI – MİKROP – KARANTİNA :
1822’de dünyaya gözlerini açan Louis Pasteur, aşıyı bulan, temizlik kurallarını ortaya koyan modern tıbbın öncüsü, bakteriyoloji ilminin temellerini atan büyük alim, mikrobun kaşifi… İşte yeni nesil Pasteur’ü böyle bilir.
İslam aleminde 7. yüzyıldan itibaren aşı bilinen bir husustur. Bir doktorumuz yazdığı eserinde şöyle diyor.
“160 Hicri senesinde ölen ve 500 kadar telif eseri olan Tavas’lı Musa İbn-i Abu Hayyam’ın El-Halis isimli kitabında, göz hastalıklarında, boğaz anjinlerinde Resulullah’ın su tavsiyesi yazılıdır.
“Mantarları alınır, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf hasıl olur. demir bir şiş alınız, kızdırınız, soğuduktan sonra üç defa küfe sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz ve küfü boğaza tala ediniz.” (1)
Razi (850-932) çiçek ve kızamık hastalıkları üzerinde durmuş bu konuda kitap yazmıştır.
Müslümanlar çiçek ve kızamık hastalıklarına erken keşfettikleri aşı ile karşı koymuş öldürücü ve korku salan hastalıklar olmaktan çıkarmışlardır. “Penisilin ve asper gelius’un küf maddesini, yük eşeklerinin koşum takımlarıyla mantarlardan elde ediyorlar, bunları işleyerek iltihabı yaralarda kullanıyorlardı. Boğaz iltihabında ise, küflü ekmeğin yeşilimsi tozunu hastanın boğazına kuvvetle üflüyorlardı. Mikro organizmanın iltihapları durdurucu tesirlerinin Müslümanlar tarafından bu derece erken öğrenilmesinin hayranıyız.” (2)
Hastalıklar Avrupa’da ölüm ve dehşet saçarken Türklerde keşfedilen aşı sayesinde kolaylıkla önlenebiliyordu. Bu konuda memleketimizde uzun müddet kalmış olan Lady Montagu şöyle diyor :
“Bizde pek çok yaygın ve zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Bir çok koca karının san’atları sırf bu ameliyatı yapmaktır. “devamla bu aşıların ceviz kabukları içinde saklandıklarını yazıyor.” (3)
Türkiye’de durum bu iken bugün medeni sayılan ülkelerde aşı bilinmediği gibi hastalıklara karşı ilaçla tedaviye karşı çıkılıyordu. “Amerika’da aşı aleyhtarlığı otuz yıl kadar şiddetle devam etmiştir. Önce 1721 yılında Bostan şehrinde Dr. Boylston isminde bir zat, ilk aşı ameliyesini kendi oğluna uygulamışsa da, şehrin büyükleri bu ameliyeyi bir daha tekrar etmekten doktoru men ettikleri gibi, bunun bir insanı zehirlemekten farkı olmadığını, bu sebeple doktorun adam öldürmeye teşebbüsten sanık olarak muhakeme edilmesi lazım geldiğini iddiaya kadar vardılar. Hatta Boylston’un hayatı uzun zaman tehlikede kaldı. Geceleri evinden çıkamaz hale geldi. (4)
Netice olarak Tıp tarihinde aşıyı bulma ve kullanma şerefi Müslümanlara aittir. Müslümanların yaptığı keşifler, Avrupa tıbbına ilham kaynağı olmuştur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
1-Dr. Münir Derman, Allah Dostu Der ki, S.78
2-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi, S.202
3-Lady Montagu, 1 Nisan 1717, Edirne tarihli Mektubundan
4-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, S.276-277
MİKROP :
18. yüzyıl Avrupasında yıldızlar, şeytanlar ve kötü ruhlar hastalıkların sebebi olarak görülüyor ve hastalıklarla mücadele edilmediği gibi, hastalıkların nedenleri de araştırılmıyordu. Böylece en basit hastalıklar bile salgın hale geliyor ve ölüm saçıyordu.
İslam aleminde ise asırlar önce hastalıklar üzerinde durulmuş, hastalıkların nedenleri ve tedavi şekilleri araştırılmıştır. Çünkü İslam Dini, insanların kendi elleri ile kendilerini tehlikeye atmamalarını, her derdin bir dermanı olduğunu bildirmiş ve insanların tedavi olunmalarını emretmiş, her konuda olduğu gibi hastalıklar konusunda da açıkça değil işaretler yolu ile bilgiler verilmiştir.
Hastalıklardan ve hastalıkların nedenlerinden açıkça bahsedilemezdi. Çünkü İslamiyet her devre hitap etme özelliğine sahiptir. Eğer açıkça bahsedilseydi, İslam’ın hükümleri her devirde geçerliliğini koruyamazdı. Bedeviye hitap ettiği gibi medeniye de hitap eden İslam, bazı konularda açık hükümler ortaya koymuş olsaydı, İslam’la ilk karşılaşan insanların kafaları, akılları almayacak, tenkitler olacak ve İslam’ı kabul etmeyeceklerdi. Daha sonra da demode olacaktı. Bundan başka çalışmaya, gayrete, akla ve ilme iş kalmayacaktı.
Diyelim ki, mikrop konusunda İslam, VII. Yüzyılda bir avuç pis suda binlerce canlı mikrop vardır. Hastalıkların sebepleri bunlardır demiş olsaydı. Araplar bakıp göremeyecek ve bunu anlamayacak, dolayısıyla İslam’ı kabul etmeyecekti. Bunun için İslam bazı konuları açıklıkla değil, işaretle hükümler ortaya konmuştur.
İslam Peygamberi :
“Tozlardan, pisliklerden sakınınız. Zira onlardan Nemse denilen illet arız olur.”
“Vebadan aslandan kaçar gibi kaçınınız.”
“Hiçbir hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur. “buyurarak hastalıkların kendi kendine değil Nemse denilen illet yolu ile meydana geldiğini veba mikrobunun aslana benzediğini ifade etmiştir.
622 tarihinde Mekke’den Medine’ye göç eden İslam Peygamberi, Medine’de sıtma hastalığının yaygın olduğunu görmüş ve bataklıkların hastalığın nedeni olduğunu söyleyip, 30 bin hurma fidanı diktirerek bataklıkları kurutmuştur. Daha sonra mikropların barındığı ve yayılmasına sebep olduğu pisliğe karşı çıkmış, temiz olmayı, temizliğe dikkat etmeyi emretmiştir.
X. asırda yaşamış büyük Türk bilgini İbni sina, 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Batı’da ders kitabı olarak kabul edilmiş, Batı tıbbına ilham kaynağı olan “Kanun” adlı eserinde hastalıklar ve tedavi şekilleri üzerinde durmuş ve ilaçların elde edilişinden bahsetmiştir. Sağlıklı su elde edebilmek için suyun kaynatılmasını tavsiye etmiştir. En önemli husus da hastalıkları meydana getiren mikroplardan bahsetmiş ve : “ Hastalıkları yapan bir kurttur. Ne yazık ki onu görecek elimizde mevcut bir aletimiz yoktur. Temizlik bu gibi kurtlardan ileri gelen hastalıkların önünü alır” demiştir.
Bu konuda kayda değer bir kişi de Fatih gibi bir eser yetiştiren Akşemseddin’dir. Akşemseddin Maddet-ül-Hayat adlı eserinde hastalıklar ve sebepleri üzerinde durmuş, mikroplardan bahsetmiş, mikropları tarif etmiştir. Hatta mikropların kuluçka sürelerini de açıklamıştır. Yalnız “mikrop” adını kullanmamıştır. “Küçük canlı varlıklar” deyimini kullanmıştır.
“Akşemseddin, bilhassa bulaşıcı hastalıklar üzerinde durmuştu. Çünkü o devirde salgınlar büyük tahribat yapmaktaydı. Nihayet araştırmaların sonunda vardığı neticeyi “Maddet-ül-Hayat” adlı eserinde şöyle ifade etmiştir : “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatadır. Hastalık insandan insana bulaşma yolu ile geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur.”
İşte böylece bu büyük Türk hekimi beş yüz yıl evvel mikrop teorisini ortaya koymuştur. Pastör aynı neticeye “hem de teknik araçların yardımcılığıyla- ancak dört yüz yıl sonra ulaşabilmiştir. Buna rağmen teori ona mal edilmiştir.” (1)
İslam Peygamberinden, İbni Sina’dan ve Akşemseddin’den sonra Pastör mikrobun kaşifi sayılamaz. Bu konuda ona verebileceğimiz bir şeref payesi yoktur. Çünkü Pastör’ün bulduğu şey mikrobun kendisi değil, “Mikrop” kelimesidir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, S.244
e) KARANTİNA :
Karantina son yüzyılın icadı değildir. Türk tarihinde ve İslam tarihinde çok eskiden bilinen ve uygulanan korunma şekli idi.
Ortaasya Türklerinde salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için hasta en yakınlarından bile ayrı tutulur ve karantina altına alınırdı. Bu iş için “Kamların hastalık ve ölüm zamanlarında vazifeleri çok ehemmiyet kazanırdı. Bir kimse hasta olunca ona evinin yakınında bir çadır kurlur, çadır üzerine işaretler konularak başkalarının yaklaşmamaları belirtilirdi.” (1)
İslam tarihinde de karantinanın İslam Peygamberi ile başladığını görüyoruz. İslam Peygamberinin :
“Cüzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçınız” buyurarak salgın ve bulaşıcı hastalıklara tutulanlardan uzak durulmasını ermemiş olması, Müslümanların salgın hastalıklara karşı tedbirli olmalarını sağlamıştır.
Diğer bi hadislerinde de :
“Bir yerde veba olduğunu işitirseniz sakın oraya girmeyiniz. Sizin bulunduğunuz yerde veba zuhur ederse oradan da çıkmayınız.” Buyurarak korunma ve tedbirin nasıl olacağını ifade etmiştir.
“Sakın hasta olan deveyi sağlam olan devenin yanına sokmayınız” buyuran İslam Peygamberi hastalıkların hastalardan yakınlık yolu ile geçtiğini, hasta olmamak için hastalara yaklaşılmaması gerektiğini belirtmiştir.
Hz. Ömer (ra) Şam’a gittiğinde, Şam’da veba salgını bulunduğunu işitir işitmez derhal geri dönmüştür. Hatta Ebu Ubeyde :
– Ya Ömer, Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun ? Deyince Hz. Ömer şu cevabı vermiştir.
– Evet, Allah’ın kazasından yine Allah’ın kaderine kaçıyorum ve iltica ediyorum.
İslam’da alınyazısı ne yapalım, yazılmışsa olur düşüncesi değil, tedbir almak ve korunmak esastır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1, S.56
f) TEMİZLİK :
Temizlik, sağlık ve sıhhat için ilk şarttır. Sağlık ve sıhhat ise hayat için en gerekli şeydir. Kanuni Sultan Süleyman :
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Derken sıhhatin insan için önemini belirtmiştir.
İnsanlığa ve medeniyete ayak uydurmakta geciken Avrupa, daha düne kadar yıkanmayı bilmiyor, temizliği dine aykırı buluyordu. En önemlisi tuvalet yoktu.
Batı yıkanmayı haçlı seferlerinden dönen muharip askerlerin dönüşlerine kadar reddediyordu. Ne kendileri yıkanır, nede elbiselerini yıkarlardı. Giyilen elbise, eskiyip giyilmez hale gelinceye kadar sırttan çıkarılmazdı. Haçlı saldırıları sırasında Türklere esir düşen askerlerin kokularına Türkler tahammül edemedikleri için onları yıkanmaya mecbur tutmuşlardı.
Hıristiyanlığın Kutsal kitabı İncil’de : “Yıkanmamış ellerle yemek insanı kirletmez” (1) denilmektedir.
“Tanrının emirlerine itaat ederek yaşamaya önem veren Hıristiyan sofular, ortaçağın ilk devirlerinde yıkanmazlardı. Azizelerden Elisabeth yıkanma zevkinden öylesine kaçınıyordu ki, kokmaya başlamış, etrafındakiler bu kokuya dayanamaz hale gelince onu yıkanmaya zorlamışlardı. Kadıncağız su ile temasa gelir gelmez fırlayıp kaçtı. İşlediği günahtan dolayı tevbe ve istiğfara başladı.” (2)
“Rahipler beden temizliğini ruh temizliğine aykırı sayıyor ve vücutlarını yıkamaktan çekiniyorlardı. Onların nazarında insanların en müttekisi temizlikten en uzak olan, necaset ve kötülüklere en çok giren kimseydi. Rahip Ethines der ki : “Rahip Antoni ömrü boyunca ayaklarını yıkama günahını irtikab etmemiştir. Rahip Abraham’ın yüzüne veya ayağına elli sene su değmemiştir. “İskenderiye Rahibi bir müddet sonra pişman olarak der ki : “Yazıklar olsun ! Bir zamanlar yüzün yıkanmasını haram addederdik. Şimdi ise haramlara giriyoruz.” (3)
“XVI. Yüzyılın en ünlü heykelcisi Michalengelo’ya babası bir mektubunda şöyle yazıyordu : “Yıkanmaktan sakın. Her tülü hastalık sudan gelir. Gerekirse adam tut, kirlerini kazıt ama, sakın yıkanma ! “
XVII.XVIII. yüzyıl Fransasında insanlar yalnız doğup vaftiz edildikleri zaman suya girerlerdi. Kadınlar, erkekler ağır kokular sürerek kir kokularını örtmeye çalışırlardı.” (4)
“18. yüzyılın sonlarında Versailles’i basan ihtilalciler Kraliçe Marie Antoinette’in banyosunu görünce, Kraliçeye “Bu lüzumsuz ve kimsenin kullanmadığı lüksten dolayı lanet etmiş ve çok şaşırmışlar, banyoya girerek eğlenmişlerdir.” (5)
XVIII. yüzyılın alimlerinden J.J. Ruso saatlerce lazımlık üzerinde oturma adetindeydi. Bu halde edebi münakaşalar yaptığı ve misafirlerini lazımlık üzerinde karşıladığı olurdu. Bu durum o günün Fransa’sında ayıp sayılmazdı.
“J.J. Rousseau saatlerce lazımlıka otururdu. Orlean Dükü etrafında hizmetkarları, lazımlığa kurulmuş Noailles Dükünü o vaziyette kabul etmişti.” (6)
“İnsan, sokaklarda ancak ortadan yürürse başına bir şey dökülmesinden masum kalırdı. Her an bir pencere açılır, “Gare Leau” ihtarını işitmemiş olmak bedbahtlığına uğrayan şahıs bir oturak, yahut kirli bir kova muhteviyatını başından aşağı giyerdi.” (7)
Sokakları kirleten, herkesi rahatsız eden pis kokular karşısında yetkililer Paris’te halkın evlerde lağım çukurları açılmasını, lazımlıkları pencerelerden sokaklara dökmemesi kararını aldılar. Fakat bu karara uyan olmadı. Halk eski alışkanlıklarından kurtulamıyor, lazımlıkları sokaklara döküyordu. “1780’de halkın protestosu üzerine polis, oturak vesair kapların pencerelerden sokağa dökülmesini yasak etti.” (8)
“Türkler haklı olarak temizliğimiz konusunda bizi tenkit ediyorlar. İspanya’da (hiçbir erkek ve kadın ömründe iki defadan fazla yıkanmamıştır” (9)
Avrupa’da olduğu gibi Türklerde de durum aynı değildir. Türkler temizliği çok seven bir millettir. Tarih boyunca kendisi temiz, elbisesi temiz, oturduğu yer temiz olarak yaşamışlardır. Türklerde “aslan yatağından belli olur” atasözü meşhurdur.
Türklerin hayatında temizlik hayat anlayışları ve dinleri icabı mühim yer işgal ederdi. “Avrupa’nın ancak XVIII. Yüzyılda yıkanmaya alışmasına karşılık Bizanslı Priscos’un da dikkatini çektiği gibi V. Yüzyılda Attila’nın ordugahında hamamlar mevcuttu.” (10)
“Türkler öteden beri temiz bir millettir. İslamlığın temizliğe ait hükümlerini de büyük titizlikle benimsediler. İstanbul’u aldıktan sonra binlerce hamam yaptılar. Her evde hamam bulunduğu gibi, Mesela XVII. Yüzyılda yalnız İstanbul’da 168 çarşı hamamı vardı. Türk hamamları XVIII. Yüzyıldan beri Batı’ya örnek olmuş, onlara yıkanmayı, temizliği öğretmiştir.” (11)
“Yıkanma kültürünün, Batı’ya nazaran Doğu’da daha eski olduğunu unutmamalıdır. Türk kültürünün bu hususta da Batıya tesir yaptığına hayret edilmemelidir.” (12)
“Türklerin yaşama tarzlarında çok temiz oldukları, temizlik ve ibadet hususunda çok titiz davrandıkları bir gerçektir. Yıkanırken kullandıkları suyun vücutlarının kirlerini temizlediği gibi günahlarını da alıp götürdüğüne inanırlar.” (13)
1554-1562 yıllarında Türkiye’de Avusturya Sefiri olarak vazife gören Ogier Ghiselin De Busbecg, bir dostuna yazdığı 1 Haziran 1560 tarihli mektubunda şöyle demiştir. :
“Türkler vücut temizliğine çok dikkat ederler. Kirli, pis olanlardan tiksinirler, vücut pisliği onların nazarında ruhun pisliğinden daha fenadır. Bundan dolayı sık sık yıkanırlar. Türkler temizliği çok severler. Kire tahammül edemezler. Sofradan kalkar kalkmaz ellerini ağızlarını yıkarlar.”
D’Ohsson da Türklerden şöyle bahseder :
“Yemeklerin başında ve sonunda dinin emrettiği şekilde kısa bir dua okunur. Sofraya hiçbir zaman eller yıkanmadan oturulmaz. Sofradan kalkınca da sakal ve bıyık mutlaka sabun köpüğü ile temizlenir.” (14)
“Türkiye’de hiçbir kimse evde yere tükürmediği gibi, sokakta da tükürmez. Bu iş için mendil kullanır; evlerde ise bir sehpaya yahut koridorlarda bir köşeye konan fayans veya porselen hokkalar bu işi görür.(15)
1655 tarihinde İstanbul’a gelen Jean de Thevenot : “Türkler çok yaşıyorlar, az hastalanıyorlar. Zannediyorum ki, bu muhteşem sıhhatinin sebebi Türklerin yıkanmayı, temizliği çok sevmeleridir. Türkler sık sık yıkanırlar ve mutedil yer içerler. Hem miktarı hem de çeşidi az yemek yerler, ekseri de asla şarap içmezler. Beden hareketlerine de ehemmiyet verirler.”
“Türkler çok yıkanıyorlar, bundan ötürüdür ki, hem temiz hem de sıhhatlidirler. Şehirlerde birçok hamamlar var. Hatta en sefil ve bakımsız bir kasabada bile hiç olmazsa bir hamam bulunur.” (16) Dedikten sonra Türk hamamlarını tasvir etmekte ve buralarda hırsızlık denilen şeyin hiç görülmediğinden söz etmekte, “Edep yerlerinin görünmesi Türklerde en büyük ahlaksızlık sayılır” demektedir.
Yakın zamana kadar yıkanma, temizlik gibi insan sağlığı için gerekli olan hususların bilinmediği Avrupa’da mendil de bilinmiyordu.
“XVIII. yüzyılda bile mendil kullanmak, kibarlar arasında lüzumlu sayılmıyordu. Mareşal Turenne’in (1611-1675) hazır bulunduğu bir mecliste yüksek rütbeli bir asilzade olan Hauterive De L’Aubespine yemek esnasında bir parmağıyla burun deliğini kapayarak öbür delikteki sümüğü ok hızıyla şömineye püskürtüverdi. Bir tabanca sesine benzeyen infilak karşısında Ravigny, hazırunun pek hoşuna giden bu cümleleri kullandı. “Azizim yaralanmadınız ya.” (17)
“Avrupa’ya en geç ve en güç girebilen şey olan mendildir. Fransız Mondandon, Alman Von le Coq, Rus Bartold vesaire gibi alimler burun mendilinin Avrupa’ya ancak XVI. Asırda Venedik yolu ile intikal edebildiğine müttefiktirler. Orta asya Türklerinin mendil kullandıkları Türkistan fresklerinden başka Kaşgarlı Mahmud’un kaydı ile ve XI. Asırda Anadolu’ya yerleşip bugünkü Türkiye devletini kuran Oğuz Türklerinin de mendilsiz olmadıkları selçuknamelerle sabit olduğu halde, bu kadar basit ve zaruri bir şeyin Anadolu’dan Avrupa’ya tam beş asırda, yani İstanbul’un fethinden bir asır kadar sonra geçebilmiş olması pek şaşılmayacak bir şey olmasa gerek ! “ (18)
Mendil Türkler tarafından çok önce kullanılmış ve Avrupa mendil kullanmayı Türklerden öğrenmiştir. “Kaşgarlı Mahmud’un belirttiği üzere Türkler burun temizlemek için cepte ipek bir kumaş parçası (mendil) taşıyor ve buna”Ulatu” adını veriyorlardı. Nitekim Kaşgarlı Türklerin ütü yapmayı bildiklerini ve bizzat bu kelimeyi kullandıklarını söyler. Avrupalılar mendil kullanmayı XV. asırda Türklerden öğrenmişlerdi.” (19)
Türklerin dini İslam, temizlik dinidir. İslam Dini her şeyden önce insan sağlığının ve sıhhatinin korunmasını esas almıştır. İslam’ın en güzel kurallarından biri temizliktir. Hatta temizlik, dinimizce imanın yarısı sayılmıştır. Çünkü Allah nimetlerinin en güzeli olan sıhhati kulunda görmek ister. İnsanın her türlü sorumluluğunu yerine getirebilmesi için sıhhatli olması şarttır. Bunun için İslam, geleceğin insanının bile muhtaç olduğu kurallar koymuştur. Mesela; namaz kılmak, kur’an okumak, camiye girmek için abdest almak, taharet, etek ve koltuk altı tıraşı olmak, yemeklerden evvel ve sonra elleri, ağzı yıkamak, gusletmek, sünnet olmak, misvak kullanmak gibi Allah’ın emirleri ve Peygamberin öğütleri bu kurallardan bazılarıdır.
Bu konuda Allah’ın bazı buyrukları şunlardır :
“Allah temizleri ve temizlenenleri sever.” (Tevbe : 108)
“Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.” (Bakara : 222)
“Muhakkak ki O Kur’an çok şerefli bir Kur’andır. Onu tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez.” (Vakıa : 77-79)
“Ey iman edenler, namaza kalktığını zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alınız.” (Maide : 6)
“Giydiğin elbiseni her çeşit pislikten temiz tut.” (Müddessir : 4)
İslam Peygamberinin bazı öğütleri de :
“Size gelmesi ihtimali olan tehlikelere karşı koruyucu tedbirler alınız”
“Temizlik imandandır”
“Temizliğe devam ediniz ömrünüz uzun olsun.”
“Suyun kasesi bin altına olsa da yıkanma imkanınız varsa her gün yıkanınız.”
“Yemeğin bereketi evvel ve sonra elleri, ağzı yıkamaktadır.”
“Hoşlanmadığım üç şey vardır : Cimrilik, Tembellik ve pislik.”
“Evlerinizin önünü ve çevrenizi temiz tutunuz.”
“Eğer ümmetime güçlük olmasaydı her namaz vaktinde misvak (diş fırçası kullanmayı emrederdim.”
“Sararmış diş ve kokmuş ağızla yanıma gelmeyiniz.”
“Misvak kullanmaya devam ediniz, onda on haslet vardır:
Ağzı temizler,
Rabbi razı eder,
Melekleri ferahlandırır,
Gözü canlandırır,
Dişleri temizleyip beyazlatır,
Diş etlerini kuvvetlendirir,
Diş aralarında akalan artıkları temizler,
Yemeği hazmettirir,
Balgamı keser,
Meleklerin hazır olmalarına sebep olur, namazın ecrini artırır ve şeytan o kimseden uzaklaşır.”
“Sünnet olunuz, çocuklarınızı sünnet ettiriniz.”
İman kadar sağlık konularına da önem veren İslam Dini, Müslümanların bu kurallara uymasını ve erkeklerin sağlıkları için sünnet olmalarını emretmiştir.
Tıp otoritelerinin bugün sağlık tedbiri olarak nitelendirdiği İslam’ın sünnet olma emri sağlık ve temizlik sembolüdür. 12 Temmuz 1972 tarihinde Prof. W. Kiessling : “Kanseri önlemek için bütün Alman çocuklarını Müslümanlar gibi sünnet ettirmeliyiz” demiştir. İşte İslam’ın bazı kişilerce çocuklara acı vermek olarak değerlendirilen bir emrinin on dört asır sonra Batılı bir profesör tarafından sitayişkar ifadesi…
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- İncil, Matta, Bab:15/20
2- Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, S.69
3- Abul Hasan Ali NEdevi, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, S.135, Tercüme: İ.Düzen, M.Topuz
4- Hayat Ansiklopedisi, “Hamam” Maddesi
5- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C.11,S.274
6- Gürkan, Age.71
7- Age.S.70
8- Age.S.71
9- Manuel Serrano Y.Sanz,Türkiye’nin Dört Yılı, S.175, (1000Temel Eser)
10- Doç. Dr. İbrahim Kafesoğlu, türk yurdu Dergisi
11- Hayat Ansiklopedisi, “Hamam” Maddesi
12- Prof. Gaze Feher, Türk Kültürünün Avrupaya Tesiri,S.317
13- Rıcaut (İngiliz Elçilik Katibi), Türklerin siyasi Düsturları,S.317
14- D’Ohsson, 18 Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler,S.32, (1001 Temel Eser)
15- Age.S.64-65
16- İstanbul ve Türkiye,S.28-29, Çev.Reşad Ekrem Koçu
17- Gürkan,Age.S.67
18- İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, S.99
19- Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1,S.113
.
Müslüman Türklerde İlim
Bugün Avrupa’yı ölçü alarak yerimizi, durumuzu tayin eden ve Avrupa ülkelerinden “şu kadar bin sene gerideyiz” diyerek kehanette bulunanlar, Müslüman Türk’ün geçmişini ve geleceğini ortaçağ karanlıkları içinde görmeye çalışırlar.
Ortaçağ karanlığı Türklerin ve Müslümanların üzerine değil, Avrupa’nın üzerine çökmüş ve yalnız Avrupa’yı karartmıştır. “Ortaçağ” demekle İslam’ı ve Türklerin hayatını kastedenler, ilme karşı Engizisyon mahkemeleri kuran, düşünmeyi yasaklayan, ilim adamlarını cezalandıran Müslüman Türklerin değil Hıristiyan Batı olduğunu bilmelidirler.
Haçlı ordularına mensup Batılı askerler, Müslümanların kurdukları kütüphaneleri ve medreseleri acımadan yakmışlar ve bunu yaparken büyük bir zevk duymuşlardır. 1492’de Gırnata alındıktan sonra bütün kitaplar yakıldı. Çıkan alevler, yükselen dumanlar görenleri dehşete düşürdü. Kitaplar “hain” denilerek ateşe atılıyor ve keyifle yanışı seyrediliyordu. 1500’de başpiskoposun 5000 kitabı kendi eliyle yaktığı rivayetler arasındadır. İmparator Theodose İskenderiye kütüphanesini ve bütün mabetleri yaktırdı. Rivayete göre kütüphanede 300.000 eser kül haline gelmişti.
a) İSLAM VE İLİM :
İslam Peygamberine ilk inen emir “Oku” oldu. Kur’an, ilmi gündüzün aydınlığına, cehaleti de gecenin karanlığına, bilgini, gözleri gören insana, cahili de gözleri görmeyen köre benzeterek ilmi esas almış, ilmi övmüş, cehaleti yermiştir.
Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de :
“Deki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” (Zümer:9)
“Kör ile gören, karanlıkla aydınlık bir olmaz” (Fatır : 19-20)
Buyurarak yer yüzünden cahilliğin kalkmasını, insanların okumasını, öğrenmesini ve hakikati kavramasını emretti.
Mekke’den Medineye göç eden peygamberlerimizin ilk işi Medine Mescidini ve yanında “Suffa” denilen yerleri yapmak oldu. Suffada aile, geçim gibi problemleri olmayan bekar kimseler kalır, orada yerler içerler ve orada kalırlardı. Sayıları yetmişin altına hiç düşmeyen bu talebeler her konuda bilgi sahibi olarak yetiştirilir. İslam’ı ve ilmi yaymak için başka bölgelere talep üzerine veya lüzum görülen yerlere öğretmen olarak peygamber tarafından gönderilirlerdi. Görevleri, gittikleri yerlerin problemlerini çözmek idi.
Eğtim ve öğretim konusunda bu Suffalar kafi gelmeyince muhtelif yerlerde hazırlık okulları açıldı. Bu çalışmaları da yeterli görmeyen Peygamberimiz savaşlarda esir alınan okur-yazarların serbest kalmaları için on Müslümana okuma yazma öğretmesini şart koştu.
Hicretin ikinci yılı İslam Peygamberi tarafından Medine’de Darul-Kurra (Okuyucular yurdu) açıldı. Muaz bin Cebel açılan okullara müfettiş olarak atandı. Daha sonra Muaz, Yemen’e vali olarak gönderilirken orada eğitim ve öğretimle yakından ilgilenmesi için İslam Peygamberi tarafından kendisine yazılı emir verildi.
Müslümanlar tarafından açılan bütün camiler sadece ibadet için değil, (ilim öğrenmek de ibadet sayıldığı için) aynı zamanda eğitim-öğretim kurumları olarak vazife görmüştür. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında devam eden medreseler İslam Peygamberi tarafından kurulan eğitim kurumlarının devamı sayılır.
İslam Peygamberi kendisinden sonraki Müslümanlara :
“İlim müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa almalıdır”
“İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.”
“Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.”
“Dünyayı isteyen ilim öğrensin, ahreti isteyen ilim öğrensin. Hem dünyayı hem ahreti isteyen ilim öğrensin.”
Görülüyor ki İslamiyet, ilmin karşısına çıkmamış bilakis ilmin doğmasına, gelişmesine ve yayılmasına sebep olmuştur.
b) TÜRKLER İLME BÜYÜK ÖNEM VERMİŞLERDİR :
Dünyada Türkler kadar ilme saygı duyan bir millet gösterilemez. Türkler bütün ilimlerin öğrenilmesini dinlerinin icabı saymış, insanlığa ışık tutacak büyük alimler yetiştirmiştir. İbn-i Rüştler, İbn-i Sina’lar, İmam-ı Gazaliler, Farabiler… bütün dünyanın takdirine mazhar olmuş Müslüman Türk alimleridir.
Türk tarihinde kültür hayatına büyük önem verilmiş, devlet ve millet, devleti asırlarca ayakta tutacak, milleti mutlu edecek ellere teslim edilmiştir. Selçuklu vezirleri ilmi hüviyetleri ile tanınmış kişilerdi. Divan üyeleri, vezirler ve devlet kademesinde görev alacak kimseler alimler arasından seçilirdi. Devletin politikası, ulemanın ilmi görüşlerine dayanıyordu. Alimler devlete, devlet alimlere sahip çıkmış, her yerde ilim yuvası açmak, kütüphane kurmak adet haline gelmişti.
Osmanlılarda Selçuklulardan devralınan miras devam ettirilmiştir. Alimler vergiden muaf tutulmuş, ilim yuvaları insan unsurunu yetiştiren yerler halinde çalışmış, eser yazan ve tercüme edenlere eserin ağırlığı kadar altın verilmiştir.
Alimler devlet adamlarının yanında yer almış, bir yandan halkla diyaloğu gerçekleştirirken diğer yandan da hatalarından dolayı devlet adamlarını ikaz etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey’in ilk veziri büyük alim Alaaddin Paşa’dır. Daha sonraki vezirler de alimler arasından seçilmiştir. Bu alimler her zaman padişahın yanında bulunur ve müşavir olarak vazife görürlerdi. Padişah da onlara karşı bir kusur işlemez, onların önünde saygıyla eğilirdi.
c) TÜRKLERDE İLME VE İLİM ADAMINA SAYGI :
Türklerde ilerlemenin ve huzurlu yaşamanın teşvikçisi olan ilim, hiçbir devirde ihmal edilmediği gibi ilim adamlarına da asla sırt çevrilmemiştir. İlim adamları her zaman büyük küçük her türk tarafından saygı gören insanlar olarak insanlığa hizmet etmişlerdir.
Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinde “Bilmediğin bir işe başlama. Bilmediğini alimlerden sor.“diyerek ilim ve ilim adamlarının terk edilmemesini emretmiştir.
Türklere Anadolu’nun kağılarını açan “Malazgirt fatihi Alparslan, bazı kaynakların iddia ettiği gibi, kültürsüz bir hükümdar değildir. Ayrıca büyük bir bilgin olan ve bir çok eserler veren Nizam-ül Mülk gibi bir vezire sahipti. 600.000 esere sahip olan Bağdat medresesi bu kültürlü vezir tarafından kurulmuş, Melik Şah da yine onun tarafından sıkı bir eğitimden geçmiştir. İmam-ı Gazali, Ömer Hayam gibi düşünür ve şairler o devirde yaşamıştır. Bütün Selçuk ülkelerinde kurulan İslam yüksek okullarında din derslerinin yanı sıra hukuk gibi sosyal, matematik, astronomi ve tıp gibi de fen dersleri okutulurdu. Sonunda Anadolu da bu ilim kervanına katıldı. (F.K. Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde : S.122)
İstanbul’un Fatihi büyük Türk padişahının İstanbul’daki ilk işi de ilmi ele almak ve ilim yuvalarını yaptırmak oldu. Fatih Camiinin yanında “Sahn-ı Semen” denilen sekiz medrese yaptırdı. Kaynaklara göre Fatih, Sahn-ı Semen’de ilmi çalışmaları izleyebilmek için bir oda istedi. Medreseye tayin ettiği hocalar : “Bunları siz yaptırdınız ama size bir oda veremeyiz. Çünkü talebe değilsiniz” dediler. Fatih imtihan edildi. İmtihanı kazandıktan sonra hayatı boyunca ilmi araştırma ve çalışmaları o odada takip etti. Fatih’in hatırası için bu oda içindeki minderi ve rahlesi ile beraber 1923 yılına kadar değiştirilmeden muhafaza edilmiştir.
Sultan Melikşah devrinde yoksulları, ilim adamlarını ve sanatkarları korumak için bugünkü Türk parası ile 360 milyon TL.sı konmuştu. Bu ödeneği fazla gören Harbiye Nazırı Tacül mülk, Sultan Melikşah’a :
– Bu para ordu bütçesine eklense Bizans surlarını açmak mümkün olur” demişti. Sultan Melikşah :
– Yoksulların ve ilim adamlarının korunması, Bizans surlarını açmaktan daha önemlidir” cevabını verdi.
Fatih’in babası Molla Gürani’yi hoca olarak tayin ettikten sonra eline bir değnek vermiş ve Manisa’da bulunan oğlu şehzade Mehmed’in yanına göndermişti. Değneği gören şehzade sordu :
– Bu değnek ne içindir ?
– Bunu devletlü baban verdi. Taki derse muhalefet edersen seni bununla cezalandıracağım.
Şehzade ilk önce şaka zannetti. Bir gün derse iyi hazırlanmadığı için dayağı yedi. Bunun için Şehzade babasına şikayette bulundu. Padişah II. Murad, Molla Gürani ile anlaştı. Bir gün Şehzade Mehmedin yanında babasına da değnek kaldırınca II. Murat, Şehzade Mehmed’e dönerek :
– Oğlum çalışmaktan başka çare yok, bak hocan beni de dövecek, demişti.
Bundan sonra Şehzade saygıda kusur etmedi. Yanına geldiğinde her defasında ayağa kalktı.
Fatih’in kendisini yetiştiren diğer hocası Akşemseddin’ e karşı gösterdiği saygı da dillere destandır. İstanbul’un fethi sırasında Fatih hocasının arkasında yürümüş Bizans halkı Akşemseddin’i padişah zannetmişti.
Kanuni, Süleymaniye Camiini yaptırırken temel taşını “Bu işe benden daha layıktır” diyerek büyük alim Ebüssuud Efendi’ye koydurtmuştur. Cami bitince de anahtarını teslim ederken Mimar Sinan’a “Bu camiyi sen yaptın, kapılarını ibadete açmak senin hakkındır” diyerek Camiyi ibadete Mimar Sinan’a açtırmıştır.
Emir Sultan, Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hundi Hatunla evlenmek istemiş ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa’ya aracılık yapmasını rica etmiştir. Çandarlı Ali Paşa :
– Sen fakir bir dervişsin. Soyunu ve haddini neden bilmezsin ? diyerek isteğini reddetmiş ve hakarette bulunmuştu. Hadise Yıldırım’ın kulağına gelmiş ve Veziri çağırarak :
– Lala, Şarkın en büyük bilginine ziyade ayıp etmişsin. Biz de asalete önem veririz. Ancak ilmin de aliminde bir asaleti olsa gerektir. Biz ilim sahibi bilgini kendimize damat edinmeyi münasip buluruz, demiş ve kızını Emir sultan’a vermiştir.
Bursa’da Molla Fenari mahkemede Yıldırımın şahitliğini kabul etmemiştir. Yıldırım ise bu duruma itiraz etmemiştir.
Zenbilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim’le konuşurken daima “Allah zalimleri sevmez” diyerek söze başlardı.
Yavuz Sultan Selim, İbni Kemal’i çok sever, onun sohbetlerinden ziyade hoşlanırdı. Birgün atları ile yolda giderken; İbni Kemal’in atının ayağından sıçrayan bir çamur Yavuzun elbisesini kirletmişti. Yavuz’un asabiliğini bilen İbni Kemal telaşlandı. Yavuz :
– Üzülme hocam, ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için bir ziynettir.” Dedikten sonra yanındakilere dönerek ölünce bu çamurlu elbisenin sandukası üzerine örtülmesini vasiyet etti.
Görülüyorki, bugün bazılarının iddia ettiği gibi Türk padişahları zalim, cahil, insanlar değildir. Bilakis ilmi, alimi seven, saygı duyan, ilim adamlarını yanlarından ayırmayan, ilim yuvaları kurarak ilmin gelişmesi için çalışan kimselerdi.
.
Türk İslam Medeniyetinde İcatlar Keşifler
Milletimiz, sanatı seven ve onu hayatının bir parçası kabul eden, tarih boyunca icat ve keşifler yaparak yücelmiş bir millettir.
Yeryüzünde hiçbir millet bugünkü Türk’ün sahip olduğu mirasa sahip değildir. Dünyanın en zengin kültür mirasına ve sanat hazinesine sahip olan milletimiz hiçbir konuda şan şöhret arzusu, isim yapma sevdası ve para hırsı ile hareket etmemiştir. Türkleri harekete geçiren nedenler Türklerin idealleri, Hakk’ın rızası ve halkın gönül hoşnutluğu olmuştur. Çünkü Türkler, insanlara faydalı olmayı, insanların ihtiyaçlarını gidermeyi dini ve insani görev bilmişlerdir.
Diğer milletlerde icatlar ve keşifler konusunda ilmi araştırmalara müsaade edilmezken, ilim adamları düşüncelerinden dolayı suçlu bulunurken, Türklerin dini ve dünya görüşü düşünmeyi, araştırmayı emrediyor ve “Hayırlınız insanlara faydalı olanınızdır” (Hadis) “Sizden kim Allah ve Resulüne itaat eder, iyi amel ve hareketlerde bulunursa mükafatı iki kere veririz. Hem biz ona çok şerefli bir rızık da hazırlarız.” (Ahzab Suresi:31) Buyrularak Müslümanların eser bırakması istenmiştir.
Tarihte bir şeyin ortaya konuşu, ya bir ihtiyacın veya yüksek bir gayenin eseri olmuştur. İhtiyaç veya gaye insanların kabiliyeti ile birleşmeyince ortaya konan eser uzun ömürlü olmamıştır. Türk tarihinin icat ve keşiflerle dolu oluşu, ihtiyacın yanında kuvvetli bir kabiliyetin, ince duygu ve zevkin gaye ile birleşmiş olması ile izah edilebilir.
Fakat Tanzimat’tan sonra yabancılaşmanın getirdiği dejenerasyonla, her fikrin altına yabancı bir isim, her icat ve keşfin sonuna yabancı adlar koyma alışkanlığı başlamıştır. Böylece aslan payını aslan olmayan almış, daha evvel bulunan, bilinen şeylere yeni sahipler bulunmuştur.
Eğer bir şey daha evvel keşfedilmişse, daha sonraki tarihler de kişiler tarafından icat edilmiş sayılmaz. Bugün Batıya mal edilen icat ve keşiflerin çoğu nereden nasıl alındığı ve bulunduğu belli olmayan icat ve keşiflerdir. Bir çok Batılı da bir nehri görmek, dağa çıkmak, adayı görmek gibi basit buluşlarla büyük mucit veya kâşif sayılmışlardır.
Hani Nasreddin Hoca’ya sormuşlar :
Bir şey icat ettin mi ?
Evet ettim, ama beğenmedim demiş.
Nedir o ? diye sormuşlar.
Karla ekmek yemek, cevabını vermiş.
İşte Batının icat ve keşifleri de bu tür beğenilmeyen ve ihtiyaca cevap verecek nitelikte olmayan cinstendir.
Geçmişin inkarı içinde bulunduğumuz bu gün, gerçekten münevver Türk aydınlarına zengin kültür mirasımızı, milli kabiliyetimizi, dünyaya tanıtmak sorumluluğu beklemektedir. Her şeyin elden çıkmış gibi görünmesi bizi yıldırmamalıdır. Çünkü tarihte aşılması güç engelleri metanetle aşmış, tezgahlanan oyunları bozmuş bir millet olduğumuz unutulmamalıdır. Eğer bize ait olan mirasa sahip çıkıp dünyaya haykırırsak yeniden kendimizi kabul ettirebileceğimize inanıyoruz.
Şimdi Türk’ün insanlık alemine sunduğu bazı icat ve keşiflerden bahsetmek yerinde olacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
A) ELBİSENİN İCADI :
Tarihte hayvanları ilk ehlileştiren, evvela derilerinden sonra da yünlerinden elbise yapanlar Türklerdir. Elbise yapmayı ve giymeyi diğer milletler Türklerden öğrenmişlerdir.
Dokumacılık, dericilik, keçecilik sanatların mucidi Türklerdir. “Hayvanların yünlerini kadınlar bükerek dokurlar, elbiselerini bundan yaparlardı. Bundan başka kilim dokurlardı.” (1) Hatta keçeden çizmeye benzer ayakkabı bile yapmışlardı. “Kaya resimlerinden anlaşıldığına göre Türkler deri veya keçe çizme giyiyorlardı”. (2)
M.S. I. Yüzyılda yaşamış olan Çin müverrihi Pan-ku, Türklerin pantolon giydiklerinden, üzerlerin de uzunca bir kaput aldıklarından, bunun üzerine de kemer taktıklarından bahseder. Çin seyyahı Hüan-Dzang, Tung-Yapgu Kağan (619-630) zamanında Türklerin ipek elbise giydiğinden, insanca yaşadıklarından, misafirperver olduklarından, Çin ve diğer toplumların iddia ettikleri gibi barbar olmadıklarından bahsetmiştir.
Çinliler pantolon giymesini Türklerden öğrenmişlerdir. “Çin’ e pantolonu ilk defa Ortaasya Türkleri sokmuşlardır.” (3) “Çinliler, Türklerden pantolonu iktibas etmişlerdir. Çünkü Çin kıyafeti ile ata binmek çok zordu. Bu suretle pantolon Avrupa dahil zamanımıza kadar dünyanın her köşesine yayılmıştır. Türklerden aynı yıllarda at eyerleme sistemi de iktibas edilmiştir ki, sonradan bu husus Avrupalılar tarafından da Türklerden öğrenilmiştir.” (4)
Dokumacılık ve elbise yapımı Uygur Türk’leri zamanında en mükemmel şekilde devam etmiştir. “Uygurlar zamanında dokumacılık meşhurdu. Çin dahil Asya’nın her yerine Uygur kumaşları ihraç edilirdi.” (5)
“Romalıların iç çamaşırın ne olduğunu bilmediği devirde Türkler yün gömlek giyiyorlardı. Romalılar güzel giyinen ilk insan olarak Türkleri gördüler. Haçlı derebeyleri zarafet, incelik ve terbiyede asil rakiplerine benzemeye çalışıyorlardı.(6)
Türkler bu fıtri sanatlarını Müslüman olduktan sonra da devam ettirdiler. Çünkü Müslümanların kendisinden aldıkları ilhamla hayatlarını düzenledikleri Kur’an-ı Kerim şöyle diyordu: “Davarları da sizin yararınıza Allah yaratmıştır. Onlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.” (7)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
B) TUZUN İCADI :
Bugün yemeklerimize tad veren tuz, ilk defa Türkler tarafından bulunmuş ve Türkler tarafından kullanılmıştır.
Ebul Gazi Bahadır Han’ a göre Yafes’in oğlu Türk’ün büyük Tütek ava çıkar. Avda bir geyik vurur. Onu pişirip yerken bir parça et yere düşer. Onu alıp yiyince çok hoş bir tadın olduğunu fark eder. Araştırmaları sonunda orada tuz olduğunu keşfeder. Böylece tuz elde edilmiş ve yemeklerde kullanma adeti başlamıştır. (8)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
C) ÇADIRIN İCADI :
İnsan yaşayışına en uygun şekilde inşa edilen çadırlar, sonrada evler ilk defa Türkler tarafından yapılmıştır. Böylece insanlar taş ve ağaç kovuklarında yaşamaktan kurtarılmıştır.
Ebul Gazi Bahadır Han’a göre ilk çadır evi, Yafes’in oğlu Türk yapmıştır.(9) Diğer “Türk menkıbelerine göre de ilk çadırı yapan Türk Handır” (10)
Türkler çadırı mağaralardan daha sıhhi buldukları ve göç ettikleri yerlere kolaylıkla taşınabildiği için tercih etmişlerdi. Daha sonra ise yerleşim bölgelerinde temel üzerine oturmuş, içine güneş ışığı alan ve ağaçtan ve kerpiçten yapılmış evlerin yapımına geçilmiştir.
“İlk Türklerin meskeni çadır idi. Çadırlar son derece sanatkarane yapılardı. İçi de Türk kadınlarının dokuduğu halılarla döşenirdi.” (11) Çadırların içi gibi dışı da süslenirdi.
Türklerin çadır hayatı yaşayan kimseler olduğunu söylemek, ilk Türkleri küçültmek anlamına gelmez. Türklerin çadır hayatına geçtiği zaman diğer milletlerin mağara ve ağaç kovuklarında yaşadığını unutmamak lazımdır. Diğer bir husus da; çadır hayvanları ehlileştirerek meydana getirdikleri sürüleri doyurmak için yaz-kış otlak otlak dolaşan Türklerin göçebe hayatının bir gereği idi.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
D) TAKVİMİN İCADI :
Zamanın tayinini, olayların tesbitine yarayan takvimi bulan ve kullanan Türklerdir.
Türklerin kullandığı takvim, on iki hayvanlı Türk takvimi idi. Bu takvimi Türkler, İslam’ı kabul edinceye kadar kulandırlar. On iki hayvanlı Türk takviminin başlangıcı Zeki Veli Togan’a göre M.Ö. 2000 yıllarına kadar dayanır.
Türklerde çocuklar hangi hayvan yılında doğmuşlarsa o hayvanın adı unutulmaz, bir yere kaydedilir ve doğum yılı böylece bilinirdi.
Orhun Abidelerindeki olayların tarihleri ile beraber kaydedilmiş olması Türklerin o zamanlarda tarih ve takvim kullandıklarının delilidir.
Bahaeddin Ögel’e göre : “Türklerde dört unsur, üçerden 12 bölüm meydana getiriyordu. Bu 12 bölümde, bir takvimve zaman biriminden başka bir şey değildi.” (12)
Türkler, Müslüman olduktan sonra da takdirle karşılanan çalışmalar yapmışlardır. Çünkü Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor ve yol gösteriyordu.
“Güneşi ziyalı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (ayın hareketlerine çeşitli) menziller tayin eden O’dur. Allah bunları (boş yere değil) sabit bir gerçek (bir faide) olarak yaratmıştır. O, düşünen bir toplum için ayetlerini böylece birer birer açıklar.” (13)
“(Ey Muhammed) Sana yeni doğan ayları sorarlar. Deki: O, insanların menfaati için, bir de hacc için vakit ölçüleridir.” (14)
Romülüs takviminde bir yıl 304 gün, 10 ay olarak tesbit edilmişken, Batlamyus bir seneyi 260 gün olarak hesaplarken, El Battani ise bir seneyi 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 47 saniye olarak hesaplamıştır.
Bu konuda sözü fazla uzatmaya lüzum yok “Ömer Hayyam’ın taksim reformu Gregoryen takvimini fersah fersah geçer.” (15)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
E) GEMİNİN İCADI :
Nuh (AS) ın kavmi O’nun nasihatlerini dinlemedi,azdı. Allah Nuh (AS)a bir gemi yapmasını emretti. İnananlar o gemi ile kurtuldular. İnanmayanlar ise suda boğularak helak oldu. Böylece Nuh (AS) tarihte ilk gemiyi yapmış oluyordu.
Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah şöyle buyurur :
“Bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (16)
Bu olaydan sonra sal, kayıkla işe başlayıp gemiyi daha sonra da deniz altını yapanlar Türkler olmuştur. Homere : “ Bir tahta parçasının üzerine binip de enginlere açılabilmek için insanda tunç kadar sağlam yürek olmalıdır.” Demiştir. İşte Türkler tunç kadar sağlam yüreğe sahipti. Sallar yaparak nehirleri geçen, kayıklar yapıp su gezintileri yapan ilk insanlar Türkler olmuşlardı.
“Oğuz Han’ın bir beyi, İtil, yani Volga Nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz Han’ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek düşmanı mağlup etmişlerdi.” (17)
Deniz altının icadı konusunda kaynaklara baktığımız zaman şu yalancı isimleri görürüz: “1776’ da David Bushnell, New-York Limanında “Kaplumbağa” adını verdiği denizaltı ile dalışlar yaptı.” “1819’da Coessin Kardeşleri denizlatı yapıp suya daldı. “1870’de İngiliz asıllı Symons, denizaltı denemeleri yaptı” denilirken, 1719da dünyada ilk defa denizaltı denemesi yapan, İstanbulluları ve Padişah III. Ahmed’i hayrette bırakan büyük Türk mimarı İbrahim ağa’nın adından bile söz edilmez.
1719 yılında Sultan III. Ahmed, oğullarını sünnet ettirmişti. İki hafta süren, eğlence ile devam eden sünnet merasimleri sırasında herkesi şaşırtan bir olay meydana geldi. Deniz altından Mimar İbrahim Ağa’nın yaptığı timsaha benzeyen deniz altı göründü. Etraftaki kayıklar süratle kaçıştı. Timsah tekrar daldı ve bir saat sonra tekrar su üstüne çıktı. Timsah ağzını açtı, içinden çalgıcılar ve oyuncular çıktı. İbrahim Ağa da eğlenceye böylece katılmıştı.
İlk defa pusulayı yapanlarda, engin denizlerde gemilerini yüzdüren Müslümanlardır. Kur’an’da şöyle buyrulur :
“O (Allah) karanın ve denizin karanlıkları içinde kendiler ile yollarınızı doğrultmanız için, sizin yararınıza yıldızları yaratandır. Ayetlerimizi bilir kimseler için gerçekten açıkça bildirdik.” (18)
Müslümanlar pusulanın tanıtılmasında da Batı’ya hocalık yapmışlardır.
Bir batılının itirafına göre :
“Amalfili Flavio Gioja, bizde pusulanın mucidi olarak tanınır. Halbuki bu aleti, Flavio Gioja ilk önce Müslümanlardan öğrenmişti… Roger Bacon’ın Haçlı seferlerinde bir muharip olan hocası Maricourt’lu Petrus, miknatıs ve pusulaya ait bilgileri doğrudan doğruya Müslümanlardan alarak, haçlı seferlerinden dönüşünde Fransa’ya getirir ve onları 1269’ da “Epistola de Magnete” sinin içinde Batı’ya sunar. Elli yıl sonra 1320’de Amalfi’li İtalyan (Flavio Gioja) sözde ilk defa pusulayı keşfetmiş görünür…” (19)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
F) UÇAĞIN İCADI :
“Amerika’lı Wright Kardeşler 1903’te bir uçak yapıp uçmayı başarmışlardır.” Bu söz bize öğretilmek istenen bilgiler arasında yer alır. Halbuki tarihe göz attığımız zaman insanoğlunun göklerde uçma arzusunu gerçekleştirenlerin Türkler olduğunu görürüz.
IV. Murat zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi, kanat takıp İstanbul yakasından Anadolu yakasına boğazı uçarak geçmek suretiyle dünyada ilk uçak denemesini gerçekleştirmiştir. Bu hareket, uçak yapımı için başlangıç noktası olarak kabul edilir.
Evliya çelebi seyahatnamesinde : “Hezarfen Ahmet Çelebi, ibtida Okmeydanının minberi üzerine rüzgarın şiddetinden kartal kanatlarıyla sekiz-dokuz kerede havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu, sultan Murat Han Sarayburnunda Sinan paşa Köşkünden temaşa ederken Galata Kulesinin ta zirve-i âlâsından Lodos rüzgarı ile uçarak Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir” der.
Tarihte ilk defa füze-roket denemesini yapan, barutu keşfedip ateşli silahlarda kullananlarda Türkler olmuştur. İstanbul’un kuşatılmasında kullanılan topların hesap ve planını bizzat Fatih sultan Mehmet yapmış, Mısır seferinde içi yivli topları ilk defa Yavuz Sultan Selim kullanmıştır. Halbuki Avrupa’ da ancak 1868’de Almanların kullandığı bilinmektedir.
Tarihte ilk defa roketi düşünen ve roketle havaya yükselen Lagari Hasan Çelebi’dir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde :
“Lagari Hasan Çelebi, Murat Han’ın “Kaya Sultan” adlı talihli kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu lagari Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fisek yaptı. Sarayburnunda hünkar huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fitili ateşlediler. Lagari : “Padişahım! Seni Tanrıya ısmarladım. İsa Peygamberle konuşmaya gidiyorum. “diyerek Tanrının ve Peygamberin adını anıp göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. Yukarı çıkıp da büyük fişeğin barutu kalmayıp yere doğru inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa köşkü önüne denize indi…” (20)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
G) MAKİNENİN İCADI :
Descartes(1596-1650), Pascal (1623-1662), Leibniz (1646-1716) gibi Batılı ilim adamları makine üzerinde düşünüp hayaller kurarlarken, otomatik makinelerin yapımı 17. yüzyılda gerçekleştirilebilirken, Türklerde otomatik makineler asırlar önce, 1205 tarihinde büyük Türk bilgini Eb-ül-iz tarafından yapılmıştır.
“1205 tarihinde Türk bilgili Eb-ül-iz makimeyi yapmıştı. Bu bir adama benziyordu. Elinde tuttuğu testi içindeki suyu bir kaba boşaltıyor ve bu kabın içinde bulunan bir şamandıra ile otomatik makine ile adamın eli kolu harekete geçer geçmez tepedeki kuş da hareket ediyor ve ötüyordu.
Dr. Toygar Akman, bu konuda şunları yazmaktadır :
“Diyarbakır’ da yayınlanan “Kara Amid” adlı Derginin 1969 yalına ait 2. cildinin 5. sayısını incelerken “8 Asır Evvel Türk sarayları Makineleşmiştir.” Başlıklı bir yazı gözüme çarptı. Sayfaları karıştırdıkça Cizreli Eb-Ül-İz adında bir Türk bilgininin, bundan aşağı yukarı sekiz yüzyıl önce, Diyarbakır’ da hükümranlık yapan Artuk Türkleri Eb-Ül-İz’in yapmış olduğu otomatik makineleri saraylarında kullanmışlardı.” (21)
Dr. Akman, ilginç açıklamalarından sonra Eb-Ül-İz’in bu konudaki kitabının Ayasofya Kütüphanesindeki nüshasının içinden 66 sayfanın çalınmış olduğunu yazıyor.
İbrahim Hakkı Konyalı da :
“Eb-Ül-İz, otomatik makinelerini Hükümdar Mahmud’ un abdest alırken başkalarının su dökmesinden hoşlanmadığı için kendisine bu makineleri yaptığını ve hükümdarın bu makinelerin döktüğü su ile abdest aldığını kaydederek, Hükümdar Mahmud’un Eb-Ül-İz’e : Dünyada eşine rastlanmayan bir şey yaptın, emeğin boşuna gitmeyecektir” dediğini yazmaktadır. (22)
Burada yer veremediğimiz bugünkü medeniyetin doğuşuna, insanlığın hayatının tekamülüne vesile olan, bugün basit gibi görünse de ilk ve başlangıç olması bakımından büyük önem taşıyan nice nice icat ve keşifler aziz milletimizin dehasından, idealinden doğmuştur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,c.1c.140
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,c.1,s.159
3-Prof. Dr. George Montandan.
4-Yılmaz Öztuna,a.e.g. c.12, s.258
5-Öztuna,a.g.e. c.1, s.188
6-Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü, s.9
7-Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi : 5
8-Ebul Gazi Bahadır Han, Türklerin soy Kütüğü, s.24
9-Ebul Gazi Bahadır Han, Türklerin, Şecere-i Terakime, s.24
10-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.179
11-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, c.1s.140
12-Bahaeddin Ögel, Türk mitolojisi,c.1, s.102
13-Kur’an- Kerim, Yunus Suresi : 5
14- Kur’an- Kerim, Bakara Suresi :189
15- Prof. Dr. M.Hamidullah, İslam’a Giriş, s.159
16- Kur’an-ı Kerim, Hud Suresi : 37
17- Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.1, S.77
18- Kur’an- Kerim, En’am Suresi, 97
19- Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi, s.49
20- Evliya Çelebi, Seyahatnamesinden Seçmeler, c.1, s.118 (1000 Temel Eser)
21- Bilim Ve Teknik Mecmuası, Sayı:77
22- Kara Amid (Tarih,Turizm,Edebiyat) Dergisi,Sayı:5, Yıl:1969
H) ARABA VE TEKERLEĞİN İCADI :
Bugünkü medeniyetin belkemiği araba, tekerlek ve dönen çarklar Türkler tarafından icat edilmişlerdir.
Kendi yükünün hamalı iken arabayı icat eden, tekerleği düşünen insanın dehası, XX. Yüzyılın en modern uçağını yapan insanınkinden üstündür. Çünkü başlangıç olmadan son olmaz. Bugünün imkanlarına uçak az bile.
Türkler insanlık hizmetine sundukları “arabayı kullanmaya, arabalarla seyahat etmeye ta İskitler devrinde başlamışlardır.” Ziya Gökalp
“Arabanın ilk yurdu Asya’dır. Hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin icadı ilkin bu topraklarda gelişmiş, araba da bu iki olaya bağlı olarak meydana gelmiştir. Çin kaynaklarına göre M.Ö. 2000 yılından çok önce Asya Türkleri arabayı biliyordu.” (1)
“VI. Yüzyıla ait Çin kaynakları Uygurların hayatını şöyle anlatıyordu; Uygurlar sayı bakımından çok değillerdi. Fakat disiplinleri ile cezaları çok şiddetli ve kendileri de çok cesur idiler. Yüksek tekerlekli arabaları vardı. Göçlerde ve harplerde bu arabalarına çok güveniyorlardı.” (2)
“Arabayı icadeden Türklerdir.” (3) “Hunlar araba kullanmakta idiler. M.Ö.119 yılında Çinler Şan-yü’yü muhasara ettikleri vakit hakan, altı katırlı bir araba üzerinde muhasarayı yararak kurtulmuştu. M.Ö. 8 inci yılda Çin hükümdarı Şan-yü’ den bir yer istediği vakit Şan-yü bu arazideki dağlarda yetişen ağaçlardan çadır ve araba yapmak için istifade ettiklerini söyleyerek bu talebi reddetmişti.” (4)
Çin kaynaklarına göre M.Ö. 1450 yıllarında Çine sokulan arabanın bugün hala varlığını devam ettiren “kağnı” adı ile yapılışı Kankılı Bey tarafından düşünülmüştür. “Kağnı arabasını Türkler icat etmişlerdir.” (5) “Bir savaş sonunda Kankılı Bey’e düşen ganimeti götürebilmek için bir kağnı yapar. Kendine düşeni ona yükler ve yola çıkar. Geride kalanlar : “kanga? Kanga? (Nereye? Nereye?) derler. Oğuz Kağan onu icat eden beye Kanguluğ adını verir.” (6)
Ebül Gazi Bahadır Han’ a göre Oğuz Han, Tatar halkı ile savaşmış ve Tatar ordusunu yenince, Oğuz Hanın askerine o kadar çok ganimet düşmüştürki, bunu götürmeye imkan yoktur. Oğuz Han’ın adamlarından iyi akıllı biri araba yapıp hissesine düşen malları yükleyip gitmiştir. Araba giderken “Kank” diye ses çıkardığı için onu yapan askere “Kanklı” adını vermişlerdir. (7) Kankılı Bey’in yaptığı bu araba o günden bu güne kadar “kağnı” adı ile varlığını devam ettirmiştir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Meydan Larousse, Araba Maddesi
2-Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişma Çağları,C.1-sh.85,1000 T.E.
3-Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi C.1,sh.44
4-H. Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1,sh.68,1946 – Ankara
5-Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.1,sh.74-75
6-Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler,sh.228
7-Ebül Gazi Bahadır Han, Türklerin Soy Kütüğü,sh.30,1001 Temel Eser
İ) KAĞIT VE MATBAANIN İCADI :
Kağıt ve matbaa, insanlık tarihinin en önemli icad ve keşiflerindendir. Biz matbaanın XV. Yüzyılda Gutenberg tarafından icat edildiğini sanırız. İlim ve kültürün insanlık alemine yayılışında en büyük rolü oynayan matbaa, Gutenberg tarafından icad edilmemiştir.” Denilince de her şeyin icadını başkalarına mal eden zihniyet, kağıt ve matbaanın Çinlilerce bilindiğini ve kullanıldığını iddia etmektedir.
Medeni bir millet olan Türk’ün tarihine ve Türk’lerden bahseden kaynaklara göz atılınca, “kağıt”, matbaa”, “harf”, “yazmak” gibi kelimelerin kullanıldığı görülmektedir. Bu demek oluyor ki, kağıt ve matbaa gibi insalık fikriyatını değiştiren iki mühim icat, insanlık alemine Türkler tarafından hediye edilen nimetlerden iki tanesidir. Bunun için Türk’lere ne kadar teşekkür edilse azdır.
Matbaayı bulma ve icat etme şerefi, Gutenberg’e ait değildir. Gutenberg’in bulduğu matbaa değildir. Onun yaptığı tek şey, daha çabuk aşınan tahtadan harflerin yerine madeni harfler kullanmak olmuştur.
Gutenberg’in durumu, bir doktorun dişi çekip yerine madeni diş taktıktan sonra “ben adam yarattım” demesi kadar gülünçtür.
Gerçek, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin kendini kolay kolay saçmalığa terk edemez. Gutenberg, her şey gibi tekamül edecek olan matbaaya sadece basit bir katkıda bulunmaktan ileri gidememiştir. Bu bakımdan “matbaanın mucidi Gutenberg veya Coster olmayıp onlar ancak geliştiricilerdir.” (1)
“Türklerin matbaaya hizmetleri çok, hem de pek çok eskidir. Bu hususta toplu bir malumat verebilmek için size İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Helmuth Bosserti’in ikinci Türk Tarih Kongresine tevdi ettiği “Tab San’atının Keşfi” adlı tezinin başlangıcını buraya aynen naklediyorum :
“Matbaanın keşfi adeta Amerika’nın keşfine benzer. Amerika’yı Kolomb’un keşfettiğini herkes bilir. Fakat Kolomb’un bir kıt’ayı bulmasından asırlarca evvel Norveçlilerin ve Şarki Asya’lıların şimali Amerikaya geldikleri çok daha az kimseler tarafından malumdur. Tıpkı bunun gibi bir çok kimseler Gutenberg’in matbaanın ilk verimlerini 1450 tarihine doğru beşeriyete armağan ettiği zehabındadırlar.” (2)
Gutenberg’ten önce matbaa yok muydu ? Bilinmiyor muydu ? XV. Asırda Gutenberg’in dehası ile mi meydana çıktı ? Evet, Avrupa’da matbaa bilinmiyordu. Avrupa matbaayı 1455’te Gutenberg’in madeni harflerle, Mainz kasabasında İncil’i bastıktan sonra tanımıştır.
Halbuki tarihi kaynaklar tetkik edilince görülecektir ki, “Baskı yolu ile ilk kitap meydana getirmek usulü Uygur Türk’lerinde vardı. Bugüne kadar gelen Uygurca malzemenin mühim bir kısmı blok-basma denilen bir şekilde vücuda getirilmiştir… Avrupa’da ise, modern baskı tekniğinin başlangıcı olan müteharrik harflerle kitap basma işi, yani matbaanın icadı XV. asrın ortalarındadır. Almanya’nın Mainz şehrinde Johann Gutenberg tarafından 1440 yıllarında madeni harfler dökülerek ilk baskı denemelerine girişilmiş ve 1450-1455 yılları arasında da ilk kitap basılmıştır. Kağıt yapma tekniğinin doğudan batıya gelmesi gibi, baskı tekniğinin de Avrupa’ya Almanya içlerine kadar giren Altınordu kuvvetlerinin beraberlerinde basılı kitap getirmeleriyle geldiği fikri vardır.” (3)
İstanbul’ da ilk matbaanın 1727 tarihinde kurulmuş olması, Türk’lerin matbaayı bilmediğini ve bunu Avrupa’dan öğrendiğini ortaya koymaz. Medeni bir topluluk olan Uygur Türklerinde basım işi ve matbaa Avrupa’dan çok daha önce biliniyordu. “Yazma eserler, kağıt üzerine el ile yazılmış olduğu gibi bütün bir sahife klişe halinde hazırlanarak basılmış eserlerde vardır. Demek oluyor ki, Uygur Türkleri matbaayı Avrupa’dan çok evvel biliyorlardı. Daha sonra, ayrıca ağaçlardan ayrı ayrı harfler de kullanarak bunlarla kitap tab etmeyi tecrübe etmişlerdir. Yapılan araştırmalar neticesinde bu harfler de bulunmuştur.” (4) Bundan başka “Uygurlar, kağıttan peçete ve tuvalet kağıdı yapıyorlardı. Avrupa’dan asırlarca önce kağıdı tanıyan Uygurlar 751’de kağıt yapmasını Araplara da öğretmişlerdir. Semerkand’dan kağıt sanayi, bütün İslam dünyasına yayılmıştır. XI. Asırda Sicilya ve İspanya Müslümanları yoluyla kağıt Avrupa’ya da girmiştir. Uygurlar matbaa da kullanmışlardır…” (5)
Kağıt ve matbaa gibi iki büyük keşif de bir çok şeyler gibi ne Çinlilere ne de Avrupa’lılara aittir. İkisi de ihtilafsız Türk’lere aittir. Çinlilere ait olduğu sanılan tabı san’atının keşfi şerefi doğrudan doğruya Türklere aittir.” (6)
F.Kartır : “Matbaa Türk’lerin icadıdır” derken, Paris İslam Enstitüsü Profesörü Risler de : “Kumaşların üzerine tahta kalıplarla desen basma usulünü haçlılar Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Bu bilginin Avrupa’da matbaacılığın teşekkülüne amil olduğu muhakkaktır” demiştir.”
Avrupa’da taassubun hüküm sürdüğü, cehaletin karabulutlar gibi ufukları kararttığı devirlerden asırlarca önce Orhun Abidelerini dikmişler, basım işi ile uğraşmışlar, kütüphaneleri kitaplarla doldurmuşlar ve bugün bile Avrupa’nın sıtayişle bahsettiği kültür merkezleri kurmuşlardır. “Renkli duvar resimleri ile süslü salonlarla ilk olarak Uygur ülkesinde renkli duvar resimleri ile süslü salonlarla ilk olarak Uygur ülkesinde gerçek çehresini kazanan minyatür tezyinatlı eserlerle güzel ve hususi surette ciltlenmiş kitaplar dolu kütüphanelerle donatılmış Kara Hoço, Bişbalık, Bezeklik, Toyok, Murtluk, Yarkent gibi Uygur şehirlerinde çeşitli münasebetleri tanzim eden resmi müesseseler, noterler, gümrükçüler ve türlü mahkemeler faaliyet halinde idi.
Bunları tesbit eden Uygurca yazılmış 130 kadar sandık vesika Avrupa müzelerinde tetkike açık tutulmaktadır. Yine eski Uygur kültür merkezlerinde ele geçen başka bir malzeme var ki, bundan matbaanın aslında bir Türk eseri olduğu anlaşılmıştır. Biz ve bütün medeni dünya Avrupa kültürünün cihana yayılmasında başlıca rol oynayan matbaanın XV. yüzyılda Gutenberg tarafından ortaya konulduğunu sanırız. Halbuki matbaanın ibtidai şekli Uygurlar tarafından tesis edilmiştir. Basım san’atı tarihi ile uğraşan bilgin Carter’ın tesbit ettiğine göre en eski matbaa harfleri Uygur dilindedir. Ve Türkçedir. Matbaanın daha önce Çinlilerce malum bulunduğu yolundaki fikiler doğru değildir. Çünkü silabik karakter taşıyan Çincenin o zamanlarda matbaaya tatbik edilmeyeceği ilgililerce açıklanmıştır. Buna karşılık 14 harften ibaret Uygur Türk alfabesi ile basım tekniğine giriş çok kolay olmuştur. Turfan, İdikut şehirlerinin bulunduğu tarım bölgesindeki araştırmalarda meydana çıkan sert ağaçtan mamül müteharrik hafler, Uygurlar’da matbaanın varlığını ortaya koymuş ve bu kazılardan sonradır ki, basım san’atının Avrupa’ya Uygurlardan intikal ettiği nokta-i nazarı kuvvetlenmiştir.
Esasen Türk’lerde yazı, Batı Türklerinin dilince mevcut “bitiğ” (harf,kitap) ve “ir” (yazmak) kelimelerinin de gösterdiği gibi çok eskiden de vardı. Daha o zamanlarda çeşitli Türk boyları arasında taammüm ettiği anlaşılan Türk yazısının en muhtelem abideleri, bilindiği gibi 726-732-735 yıllarından kalma Orhun Kitabeleridir…”(7)
Matbaa ile beraber Avrupa’dan çok önce “Türk’ler Uygur hanedanı devrinde kağıt kullanmışlardır.” (8) Çünkü kaynak eserlerdeki kayıtlara göre “Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp basılıyordu. Bu Çin kağıdından farklıdır. Uygurların kendi kağıt imalatları olduğu bir gerçektir.” (9) Uygur Türkleri tarafından bilinen kağıt, Avrupa’ya Makro Polo tarafından tanıtılmıştır. Bu da İslam medeniyetinin İspanya’da kurmuş olduğu kağıt imalathanelerinden sonra olmuştur. Samih Nafiz Tansu : “Matbaa ve kağıtçılığın Avrupa’da inkişafı, İslam medeniyetinin İspanya’daki kağıt imalathaneleri ile sıkı bir şekilde münaseveti vardır. Avrupa’nın karanlığını, cehaletin sislerini dağıtan Endülüs’deki İslam medeniyeti, şüphe yok ki, matbaa ve kağıt fikrine hizmet etmiştir. Velhasıl şatoların, sarayların duvarlarına tevcih edilen bu kağıt tomarlarından mürekkep gülleler, hakikatlerinden daha müessir olmuş, feodaliteyi ve onunla beraber orta çağı yıkmıştır.” (10) diyerek kağıt ve matbaanın Avrupa’ya Müslümanlar tarafından kurtuluş devası olarak sunulduğunu belirtmiştir.
Avrupa, Müslümanlar tarafından kağıt ve matbaanın Avrupa’ya sokulması ile yavaş yavaş uyanmaya başlamıştır. Avrupa’nın uyanışında ve Rönesans’ın gerçekleşmesinde “İslamiyet’in Avrupa’ya getirdiği en hayırlı nimetlerden biri de kağıt olduğunda hiç şüphe yoktur.” (11) “Kağıdı Müslümanlar icat etmişlerdir. Eğer İslam, kitap, barut, pusula gibi mirasları elinin altında bulundurmasaydı bizim Rönesans’ın nasıl bir şey olacağını göz önüne getirmeliyiz… Tarihten Müslümanları silerseniz, ilmi Rönesans’ımız yüzyıllarca geri kalmış olur.” (12)
Matbaa, Batı’nın değil, Türk-İslam medeniyetinin meyvelerinden biridir. Bir çok hususlarda olduğu gibi bu hususta da Batı’ ya ve J.Gutenberg’e verilebilecek en ufak bir şeref payesi yoktur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Prof. Dr. Laszlo Rosanyı, Tarihte Türklük Sh.112,1971 Ankara
2-Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı Sh.10,C.1, 1939 İst.
3-Doç. Dr. Ali F. Karamanlıoğlu, Türk Kültürü Dergisi,Sayı:100,Sh.63.
4-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,C.1 Sh.164,1946 Ankara.
5-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, Cilt 12, Sh.262
6-Selim nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı C.1,Sh.16,1939 İst.
7-Doç. Dr. İbrahim Kafesoğlu-Türk Yurdu Dergisi
8-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi C.1 Sh.158
9-Oktay Aslanapa, Türk Sanatı C.1 Sh.9
10-Samih Nafiz Tansu, Tarihte Yeni ve Yakın Zamanlar, Sh.181-182
11-Prof. Jacgues Risler, La civilisation arabe,Sh.170
12-Prof. E.F. Gauiter Mouers en coutumes des Musulman,Sh.249-250,Paris1955
J) SAATİN İCADI :
Bu konuda kaynaklara baktığımız zaman çeşitli isimler ve çeşitli tarihler görürüz. “İlk dişli saat 14. asırda Milano’ da yapıldı.” “1540’da ilk saat Almanya’da yapıldı.” “1650’de Christion Huygens, rakkaslı saati yaptı.” “Kusursuz işleyen ilk saat, 1728’de Jon Harrison tarafından yapıldı.”… Bunlar ansiklopedik bilgilerdir. Bakınız bir saat için ne kadar çok adam kaşif olmuş…
Her şeyi başkalarına mal etme akışkanlığı burada da kendisi göstermektedir. Halbuki Avrupa’dan asırlar önce Müslümanlar saati biliyor ve kullanıyorlardı. Mesela; “Harun Reşid’in gönderdiği duvar saati Charlemagne’ı hayran bırakmıştı.” (1) “Harun Reşid tarafından Charlemagne’a hediye edilen duvar saati bakır ve deriden yapılmıştı… Zamanı metal süvariler vasıtasıyla bildirirdi. Bunlar her saat başında bir kapıyı açarak saat sayısı kadar bilyayı bir simbalin üzerine düşürüyor sonra çekilerek kapıyı kapatıyorlardı.” (2)
Bugün bile insanları hayrette bırakan saatler ve bu saatleri yapan Müslümanlardan kaynak eserlerde hayranlıkla bahsedilmektedir. “Keskin zekalı Müslümanlar, bilhassa çeşitli ve güneşin saatlerinin icadına da itina gösterdiler. Kürevi trigonometri ve güneşin gök yüzünde bulunduğu yer nazarı itibara alınarak, hesaplanan cetvellerin de yardımı ile , günün zamanlarını böylece daha doğru okumaya muvaffak oldular. Onların bu sahadaki en orijinal icadı, silindir şeklinde taşınabilen bir güneş saati idi. Böylece bir güneş saati Reichenau’da kendisine ulaşan Hermannus Contractus, eserinde onun ustaca yapısını etraflıca açıklamıştı. Bu ilk güneş saati idi. Böyle bir güneş saatinin örnekleri, bir müddet sonra Batı’da daha sık ortaya çıkarlar.
Güneş saatlerine şekil vermede bilhassa bu saatlerin su, civa,yanan mum veya ağırlıkların yardımıyla çalışmalarında; “İslam oyuncakçılığı” kesif bir faaliyet sahası kazanmıştı. Müslüman alet yapıcıları bu arada zil vasıtasıyla her tarafa öğle zamanını hatırlatan çalar güneş saatlerini, bir madeni kupanın içine her saat başı, küreler düşüren su saatlerini; Zodyaklar sayesinde gezegenleri izleyen veya ayın yarım geçişini mütevali parıldamalarla belirten devran aynaları buldular.
Halife Harun Reşid’in elçilerinden Abdullah isimli bir Müslüman 807 yılında Aachen’de Kayzer Büyük Karl’a, Müslümanların harikülade aletlerinden birini sunar. Kayzer’in tarihçisi Einhard kaleme aldığı Salnamesinde : Saatin pirinçten yapıldığını hayrete sayan bir hünerle monte edildiğini” bildirir ve devamla : “Bu su saati on iki saatin geçişini hesaplıyor ve saat başlarında olmak üzere on iki kürecik düşürüyordu. Her bir kürecik alttaki zile çarpınca etrafa ses aksediyordu. Açılan kapılardan aşağı düşen kürecikler, bir saatlik zamanın tamamlanması ile dışarı fırlıyorlardı. Bu sıçrayanların sonunda 12 kapıda teker teker kapanıyordu.” Der (3)
Saati Avrupalılardan asırlar önce Müslümanların icat ettiği muhakkaktır. 1205 tarihinde Türk bilgini Eb-Ül-İz’in Gazneli Mahmut için yazdığı eserinde saatten uzun uzun bahsetmesi, (4) bu iddiayı kuvvetlendiren diğer bir delildir.
Büyük bir kabiliyet ve dehanın mahsulü olan bu icadı da diğerleri gibi ucuza satmışız.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Fernand Grenard, Asyanın yükselişi ve Düşüşü Sh.212,1000 Temel Eser
2-Will Durant, İslam Medeniyeti Sh.37, 1001 Temel Eser
3-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam güneşi,Ter.Servet Sezgin Sh.116-177
4-Bakınız, Tarih – turizm – Edebiyat Dergisi, sayı : 5-1969
K) TÜRKLERDE HAYVANCILIK VE TARIM :
Tarihte vahşi hayvanların ehlileştirilmesi ve bozkırlarda ziraatın yapılması da Türklere nasip olmuş en büyük inkılaptır.
İnsanlık, vahşi hayvanlara karşı yaşama kavgası ve ölüm kalım mücadelesi verirken Türkler, vahşi hayvanları ehlileştiriyor, onların her şeyinden istifade etmenin yollarını araştırıyordu.
Hayvanların ehlileştirilmesi ve toprağın ekilerek mahsulün yetiştirilmesi, basit bir iş gibi görünse de o devirler için büyük bir tarihi başarı sayılır. Çünkü hayvanların derisinden, yününden, kemiğinden ve gücünden istifade, insani hayatın doğmasına sebep olmuştur.
İnsanlık alemine ışık tutan, hayatına renk ve şekil veren, tekamül kapılarını açarak yeryüzündeki medeniyeti ortaya koyan, hayvanları ehlileştirdiği gibi insanları da medeni ve insani hayata alıştıran Türklerdir. Bunun için Türkler medeniyetin doğuşunda ve bugünkü seviyesine gelişinde müessir bir rol oynamışlardır.
Toprağın ekilip biçilmesi, bunun için aletlerin yapılması ve hayvanların ehlileştirilmesi konusunda kaynaklar şu bilgileri vermektedir :
Orta Asya’nın bozkırlarında ilk devlet teşkilatını kuran, toprağa bağlanan, toprağı süren topraktan ürün elde eden Türkler, sebze, hububat ve meyve elde etmeyi de başarmışlardı. “Çinlilerin rivayetine göre Türkler eskiden beri buğday, arpa, pirinç, darı, mısır ekerlerdi. Asma, elma, dut fidanları yetiştirirlerdi. Araziyi sulamak için pek çok arklar açmışlardı.” (1)
Davut peygamberin elinde hamur gibi şekil verdiği demire hakim olan Türkler, demiri iyi işlerlerdi; demirden kürek, kazma, demir saban gibi ziraat aletleri yapmışlardı. Kaynaklar Orta Asya’daki Türklerde ziraatin ileri olduğunu, her türlü hububatın yetiştirildiğini, bahçeleri tarlaları sulamak için kanallar açtıklarını haber vermektedir. Hatta Uygurlar zamanında kanal suları ile elde edilen mahsulün su değirmenlerinde öğütüldüğü bilinmektedir.
“Asya, değirmenleri biliyordu. Yel değirmenlerini de icat etti.” (2) Mesudi de X. Asırda Türklerin icat ettikleri yel değirmenlerini yakından gördüğünden bahseder.
Ortaasyada en çorak yerler bile açılan kanallar vasıtasıyla sulanarak verimli hale getirilmiş ve muntazam ziraat yapılmıştır. Bugün bile toprak altından çıkan arklar, kanallar ve su boruları insanları hayrette bırakacak kadar ileri teknikte yapılmıştır. Uygurların, Göktürklerin açtığı kanallar bugün bozulmadan durmaktadır. Bunlardan büyük bir hesap işine dayanan ve iki vadiyi birleştiren Tötö Kanalı, 1935 senesinde Rus arkeologlarını hayrette bırakmıştır. Aynı vadiyi sulamak için kanal yapma ihtiyacını duyan arkeologlar yeni bir kanal yapmaktan vazgeçip Tötö kanalını kullanmayı tercih etmişlerdir.
“Orta Asya’ da gittikçe artan kuraklık karşısında ziraatı devam ettirebilmek mecburiyeti, Türkleri ekip biçmeyi kolaylaştıracak bir takım aletler icat etmeye, kanallar açmak suretiyle ırmak ve göllerden istifade etmeye sevk etmiştir.”(3)
Kemerler üzerindeki arklar, vadiden vadiye uzanan kanallar, su boruları kazılar sonunda çıkan ziraat aletleri yanında “Bend tesislerinin ilk nüvelerini araştırmacılar, kanallar, havuzlar halinde Orta Asya’da Türk medeniyetinin göbeğinde bulmuşlardır. Buradan şekil ve mahiyet değiştirerek göç istikametinde Avrupa’ya kadar yayılmıştır. Evvela İran’a sonra sıra ile Mezopotamya, Suriye, Mısır, İspanya ve Avrupa’ya ulaşmıştır.” (4)
“Medeniyetin beşiği Orta Asya’dır. Tarihi tetkikler ve arkeolojik araştırmalar neticesinde medeniyetin doğmasına sebep olan ilk eserler orada bulunmuştur. Bu arada sulama tesislerine ait eserlere de tesadüf edilmiştir. Ziraatın ve sanayinin temeli orada atılınca, su tesislerinin ilk temellerini de orada bulmak tabii idi.” (5)
Ziraatte ve Türklerin hayatlarında hayvanların önemi büyüktü. Çünkü hayvanları vahşilikten ehlileştirerek, insanlığın hizmetine sunan Türklerdi. Diğer milletler hayvanlardan istifade etmesini Türklerden öğrenmişlerdi. “Avrupa araba koşumunu, binicilik tekniğini Türklerden öğrendi.” (6) “Hayvanlardan istifade ederek süvari kuvvetleri teşkil etmeyi, at üzerinde harp etmeyi Bütün Asya kavimlerine Türkler öğrettiler.” (7)
Medeniyetin her alanında emeği ve eseri olan ecdadımızla ne kadar iftihar etsek azdır. İftihar etmek de en tabii hakkımızdır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
1-Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s.337
2-Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü, s.212
3-Şemsettin Günaltay, Tarih, C.1,s.34
4-Vefik Altuğ, Tarihi Su Tesisleri,s.51
5-V.Altuğ, age. S.22
6-Fernand Grenard, A.g.e. S.9
7-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1 S.64
K) AMERİKANIN KEŞFİ :
Amerika kıt’asının keşfinin ilk Christophe Colomb’un 1492’de yaptığını daha sonra da Amariko Vespuçi’nin 1507’ de ikinci defa keşfedip “Amerika” adını verdiğini bilmekteyiz ki, bize öğretilen bilgi budur.
Keşif Nasıl oldu ?
“Christophe Colomb, seyahate başlamadan önce dinin itirazına uğradı. Colomb Arapça eserlerden veya (İngilizlere göre) Roger Bacon’dan aldığı düşünceyle dünyanın yuvarlak olduğunu, onun içinde batıya gidilirse Hindistan’a varılacağını iddia ediyor ve kendisine böyle bir seyahati sağlayacak bir büyük makam arıyordu. Tekliflerini Cenova, Portekiz, İngiltere bile reddetti. Zavallı Colomb, Portekiz’den kızının elinden tutarak, dilene dilene İspanya’ya geldi. İddiasını orada Salamonca Üniversitesi Meclisine havale etti. Meclis tarafından bu iddia, bütün azizlerin eserleri, Tevrat ve İncil’le reddolundu. Fakat 1491 yılında Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella, Endülüs Araplarına karşı kazandıkları zaferin sadakası olarak Colomb’un dileğini kabul ettiler.” (1)
Colomb, Venedikli gemicilerle yola çıktı. Yolda korkunç dalgalar ve Cehennem ağızlarının bulunduğu inancı, gemicileri korkuttu. Bu korku isyana sebep oldu. Colomb çok güç durumda kaldı. Dönmek üzere olan gemicileri ikna etmek zorunda idi. Gemicilere aynı istikamette gidiliği takdirde yeni bir kıt’a ile karşılaşacaklarını ve bunu Müslümanlardan öğrendiğini, Müslümanların yalan söylemeyeceklerini anlatıp isyanı bastırmaya muvaffak oldu. Yola devam edip, ilk kendisinin bulduğunu zannettiği Amerika kıt’asına ulaştı.
Colomb’un Amerikaya varmasından önce kıt’a bomboş değildir. Yani Colomb, bu kıtayı ilk bulan ve ulaşan insan değildir. Şarki Asyalılar buraya çok önceden gelmiş ve yerleşmişlerdi. Bunun için Colomb’un büyük (!) keşfini gölgelemek için ortaya atılmış bir iddia değildir.
“Christophe Colomb ve halefleri zamanında İlk Avrupalılar oralarda zenci ahaliyi de bulmuşlardır.” (2)
“Colomb’un kıt’ayı bulmasından asırlarca evvel Norveçlilerin ve Şarki Asyalıların Şimali Amerika’ya geldikleri çok daha az kimseler tarafından bilinmektedir.” (3)
Bu durumda Colomb ve Ameriko Vespuçi, Amerika kıt’asının kaşifi kabul edilemezler. Çünkü Colomb’u kıt’aya ilk ayak basan insan olarak kabul edemeyiz, ondan evvel Amerika kıt’ası bilinmeyen bir yer değildi. Orada yaşayan insanlar vardı. Vespuçi’ye ait olan şey ise “Amerika” ismini koymuş olmasıdır.
Cevap bekleyen sorular :
– Batı’nın dünyanın yuvarlaklığını kabul etmediği, asırlar sonra bile dünyanın yuvarlaklığını kabul edenleri Engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkum ettiği halde Colomb cesaretini kimden ve nereden almıştı ?
– İlim ve din adamlarını karşısına almışken Colomb, fikrinde neden bu kadar ısrar ediyor ve yeni bir kıt’aya varacağından emin görünüyordu ?
– Durup dururken Colomb’da bu seyahat merakını uyandıran neydi ?
– Yolda isyan çıktığı zaman Colomb, kendi toplumunun kesin olarak habersiz olduğu dünyanın yuvarlaklığı ve kıt’anın varlığından nasıl o kadar emin olabiliyordu ?
Colomb, kendinden değil, Müslümanların ilminden emindi.
Amerika kıt’ası, Colomb’dan evvel Müslümanlarca biliniyordu :
Yedinci yüzyılda Müslümanlara inen Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerimde : “Yer yüzünde birbirine komşu kıt’alar vardır” (4) buyrulmuştur.
İbni Haldun (1333-1378) “Mukaddime” adlı eserinde mevsimlerin meydana gelişini izah etmiş, dünyayı yedi iklim bölgesine ayırmış ve Amerika kıt’asından bahsetmiştir.
Piri Reis, Amerika kıt’asından bahseden ilk coğrafyacıdır. Çizdiği haritalar yakın zamana kadar çizilen haritalarla kıyas kabul etmeyecek kadar üstündür.
Piri Reis’in ceylan derisi üzerine çizdiği haritada Batı Avrupa, Afrika ve Doğu Amerika sahilleri açıkca gösterilmiştir. Bu harita Müzeler müdürü H. Ethem Eldem tarafından 9 Aralık 1929 tarihinde Topkapı Sarayında bulunmuştur. Bu haritanın bulunuşu, dünyada derin yankılar uyandırmıştır. Bu harita hakkında Mehmet Önder 13 Ocak 1975 tarihli Tercüman Gazetesinde şu açıklamayı yapmıştır :
“Bilim dünyasında Piri Reis’in Amerika haritası olarak bilinen ve bugün Topkapı Sarayı Müzesinde saklanan iki haritadan büyüğü 90 santim boyunda 65 santim enindedir. Yumuşak bir ceylan derisi üzerine renkli kalemlerle çizilen ve açıklamaları yapılan büyük harita, üzerindeki bilgilerden anlaşıldığına göre, 1513 yılının Mart ve Nisan aylarında Gelibolu’da bizzat Piri Reis eliyle çizilmiştir.
Bu harita hakkında bir yazarımızda şöyle der :
“Piri Reisin coğrafya sahasındaki ilk eseri, Gelibolu’da telif ederek Yavuz Selim’ e hediye ettiği dünya haritasıdır. Bu haritanın tamamı maalesef kaybolmuştur. Elimizde, Avrupa ve Afrika’nın kısmen bazı kısımlarını içine alan parçası bulunmaktadır. Harita, deri parşömen üzerine renkli olarak çizilmiştir. Piri Reis gerek kitabında, gerekse haritalarında, ilmi zihniyetin icaplarına göre hareket etmiştir.” (5)
“Piri Reis’ in Çizdiği harita kopya olamaz :
Piri Reis, çizdiği dünya haritasından bahsederken şöyle demektedir :
“Bundan evvel bir harita yaptım, onda bir çok yerleri göstermeyip böylece Hint ve Çin denizlerini gösterdim ki, yeni yapılan haritalarda Batı’da kimse onu bilememiştir. Ben hepsini kaydedip makamı cennet olası rahmetli Sultan Süleyman Han Hazzerleri’nin kapısına takdim ettiğimde makbule geçmişti.” (6)
Zamanımız tarihçilerinden Yılmaz Öztuna da :
“Piri Reis XVI asrın ilk yıllarında Amerikadan bahsetmiş, hatta iki büyük Amerika haritası çizmiştir. Arzın yuvarlak olduğunu Türk bilginleri arasında ilk defa açıkca ileri süren Piri Reis’in Amerika haritaları, aynı yıllarda Avrupa’ da çizilen yeni dünya haritalarından çok daha doğrudur. Bütün Batılı bilginler, bu noktada birleşmişlerdir.” Der. (7)
“Antartika kıt’asındaki Palmer Yarımadası 1820’de keşfedilmiş kabul edilirken Türk amirali Piri Reis tarafından 1513’te çizilen dünya haritasında bu yarımada gösterilmektedir.
Güney Amerika Nehirlerinin membaları 16. yüzyılın sonunda keşfedilmiş sayılırken, çok daha önce Piri Reis’in yayınladığı haritada apaçık gösterilmiştir.” (8)
Bu naklettiğimiz bilgilerden de anlaşılıyorki, Colomb, Amerika kıt’asına gitmiştir, ama keşfetme şerefi ona ait değildir. Bu konuda Müslüman Türklerin yaptığı çalışmalar ve hizmetler unutulmamalıdır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-A.Adnan Adıvar. Tarih Boyunca İlim ve Din, S.148-149
2-Prof. Dr. M.Hamidullah, İslam’a Giriş, S.173
3-Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, C.1,S.10
4-Kur’an-ı Kerim, Rad Suresi : 4
5-Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, 1959 İst.
6-Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, S.28
7-Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, S.210
8-New-York Post Gazetesinden naklen, 3 Eylül 1973, Tercüman Gazetesi.
.
Türk İslam Medeniyetinin Tesirleri
Bugüne kadar tarih Türklerden ve İslamiyet’ten çok şey öğrenmiştir. Türk İslam medeniyetinin insanlık alemine sunduğu öyle eserler vardır ki, her biri dünya medeniyetinin hareket noktası ve süsü olmuştur.
Medeniyetin özelliği, bütün insanlar için yararlı olmasıdır. Bunun için Türk-İslam bilginleri hayatları boyunca ellerinden geleni yapmış, insanlığa yeni dünya görüşü ve hayat anlayışı kazandırmışlardır.
Bu bakımdan tarihin seyri içerisinde Türk-İslam medeniyetinin, dünya medeniyetinin oluşmasındaki önemini bilmeden geçmişimizi hakir görüp, aşağılık duygusuna kapılmamız ve başka milletlere hayranlık duymamız doğru değildir.
İslam’dan Önce Türk Medeniyetinin Tesirleri :
Tarihte ilk medeniyetin ışığını yakan Türklerdir. Türkler ilk çağlarda ileri bir medeniyet oluşturarak, kendileri ile beraber diğer milletleri de medenileştirmişler, her fırsatta medeni bir millet olduklarını ispat etmekten geri kalmamışlardır.
“Eski Türk kültürü yalnız insanlığın ulaştığı bir medeniyet örneği olarak kalmamaktadır. Onun daha da mühim olan tarafı, bugün cihanşümul bir mahiyet arz eden Batı medeniyetinin doğuşunda birinci derecede amil oluşudur” (1)
Türklerin yalnız Batı medeniyetinde değil, dünya medeniyetinde hatıralarını yaşatan değerli kalıntılar mevcuttur. Çinliler masa, sandalye yapmasını, hayvanlardan istifade etmesini, askeri teşkilatın kurulmasını, savaş aletlerinin yapımını ve kullanılmasını, yemeklerini pişirip yemeyi, giyinmesini Türklerden öğrenmişlerdir. Hatta Çin prensleri Göktürkler gibi giyiniyor ve saçlarını onlar gibi tarıyorlardı.
Fernand Grenard şöyle der : “Romalılar güzel giyinen ilk insan olarak Türkleri gördüler. Haçlı derebeyleri zerafet, incelik ve terbiyede asil rakiplerine benzemeye çalışıyorlardı. Avrupa ve Romalıların bilmediği iç çamaşırları, at koşumları, askerliğe dair birçok hususlar, Hunlardan iktibas edilmiştir. Batı Romanın son imparatoru olan Romulus’ un adına Batı İmparatorluğunu idare eden babası Oreste, Attila’nın eski bir subayı idi. Ve askeri terbiyesini Türklerden almıştı. İtalya’ya hakim olan meşhur Odaacre da Attila’nın nazırlarından birinin oğluydu.(2)
Bozkır medeniyetinin en eski bir medeniyet örneği olduğunu ve diğer medeniyetlerin doğuşunda büyük etkiler yaptığı inkar edilmez bir gerçektir. Avrupa daha yeniye kadar müthiş bir barbarlık içinde yaşamıştır. Sırf bu yüzden kendi barbarlığını görememiştir. Gene Fernand Grenard: “ Avrupalı olduğumuz için Asyalının yaptığı ve yapmaya çalıştığını küçük görüyoruz. Müslümanların medeniyeti, barbar Avrupa’nın terbiye edilmesinde en hakim rolü oynamıştır. Biz pratik sahadaki kıymetli keşifleri Müslümanlara borçluyuz” der
Akif’in de belirtiği gibi :
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz !
Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin,
Nur olup, fışkırmışız ta sinesinden zulmetin.”
Türk-İslam Medeniyetinin Tesirleri :
Dünya nizamı olarak gönderilen İslamiyet, insanlığı kurtarma hamlesi içinde gönüllere şifa olmuştur. Medeniyeti kurma yolunda Müslümanların attığı adımlar insanlığın yüzünü güldürmüştür.
İslam’ın emri ile Müslümanlar, şahsi çıkar anlayışı ve yalnız kendi dünyalarına menfaat temini için yaşayan insanlar olmamıştır. Bu sayede dünya, fedakar Müslümanların gayretleri ile aydınlanmıştır.
Avrupa karanlıklar içerisinde cehaletle kucak kucağa yaşarken İslam alemi medeni bir hayat yaşamaktaydı. İslam aleminin çehresini değiştiren İslamiyet, Müslümanların eliyle Avrupa’nın da çehresini değiştirmiştir. Avrupa kendi kısır mantığı içerisinde yaşarken onu derin uykusundan İslam medeniyeti uyarmıştır. İslam medeniyetinin birçok alanda yapmış olduğu olumlu tesirler, Avrupalının hayatına canlılık katmıştır. Bu bakımdan Avrupa medeniyeti varlığını İslam medeniyetine borçludur.
Charles Seignebos : “Şarklılarla temas ile garplılar medenileştiler. Batının Müslümanlara borçlu olduğu şeylerin hesabı çoktur.” Demiştir. Dr. Sigrid Hunke de şöyle demiştir : “Batı aydınlanmasını ancak İslam medeniyetinden saçılan ışıklara borçludur.” (3) Bugünkü Avrupa medeniyetinin temeli Müslümanlardan öğrendikleri bilgiler üzerine kurulmuştur. Çünkü daha yeniye kadar “Avrupa büyük devletlerinin hepsi, her bakımdan Asya’nın Müslüman Türk İmparatorluklarından geri ve zayıftı.” (4)
Avrupalıların Müslümanlarla temaslarından bu yana İslamiyet, Avrupa’nın fikir hayatına köklü tesirlerde bulunmuştur. Üç kıtaya hakim olan atalarımızın hakimiyeti, kılıç kuvvetine dayanan bir hakimiyet değil, ilim, adalet ve medeni üstünlüğe dayanan bir hakimiyettir. Bugüne kadar mucit, kaşif diye tanıtılan batılı isimler, İslam medeniyetini Hıristiyan Avrupaya nakleden ilim elçilerinden başka bir şey değildir. Batı’ da “Tecrubi aratırmanın mucitleri Roger Bacon veya Bacovon Verulam, Leonardo da Vinci veya Galile değillerdir. (5) “Roger Bacon düşüncesi ve fikirlerinden dolayı 13. asırda hapse mahkum olmuş ve 15 sene kadar hapiste yatmıştır. Müslümanların eserlerini okuyup onlara verdiği önem, gösterdiği hayranlık karşısında ölünce “Müslüman öldü” diyerek aforoz edilmiştir.” (6)
“Güneşin doğduğu ülkelerden gelen yüksek İslam kültürünün binlerce mil Batı’ya yayıldığını ve önüne çıkan her ülkeye onu yıkmak yerine gelişmiş medeniyetinin damgasını vurduğu unutulmamalıdır.” (7) Uzun süren haçlı seferlerinin neticesinde Avrupalılar, Müslüman Türk’ün alicenaplığını gördü. Türk İslam medeniyeti karşısında hayran kalarak geniş ölçüde istifade etti. Bunun için “Avrupa medeniyetinin doğuşunda ilk amil olması şerefi Hıristiyan Garb’a değil, Müslüman şarka aittir.” (8)
İslam alimlerinin Avrupanın düşünce hayatı üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Mesela,14-15. yüzyıllarda Avrupa’da Aristotales’in kaldırılarak ibn-i Rüşd’ün eserleri okutulmuş, Sicilya Kralı II.Fredrik İslam filozofu İbn-i Rüş’ün çocuklarını sarayına davet ederek onlardan biyoloji okumuştur. 17. asırda Louvain Üniversitesi tıp tedrisatının esasını Razi ve İbni Sinanın eserleri teşkil ediyordu. Tam 6 asır Batının üniversitelerinde İbni Sinanın eserleri ders kitabı olarak okutulmuştu.
Türk İslam medeniyetinin en belirgin özelliği, son derece etkileyici ve yapıcı oluşudur. Türkler Hindistan ve Pakistan’da hakimiyet kurup, medeniyet bırakmışlardır. Eğer Türkler girdikleri yerlede bugünkü Avrupa devletleri gibi davranmış olsaydı, oralarda kendilerine ait hiçbirşey kalmazdı. Nitekim İngilizler kovuluncaya kadar Hind Yarımadasında kalmış, giderlerken yok ettikleri milli kıymetlerinin yerine zorla kendi dillerini bırakabilmişlerdir. Bir Gazneli Mahmud’ un yaptığını yapamamışlardır. Hindular, ölülerini su kenarlarında bilhassa Ganj Nehrinin kenarında yakarlarken, dul kalan kadınları da kocasının cesedine bağlayarak diri diri yakarlardı. Bu vahşi adeti Türk kahramanı Gazneli Mahmud yasaklamış ve onlara medeni bir hayat öğretmiştir.
Müslüman Türklerin tesiriyle el bize hayranken bizim ele hayran olmamıza kadar devam etmiştir. Avrupa’ da bir kahvenin içilmeye başlanması bile 1669’ da Türk elçisi Müteferrika Ağa’nın eliyle olmuştur. Müteferrika Ağa’nın Fransa’ya gelişi bütün Fransızların gururunu okşamıştı. Türk elçisinin kahve içmesini gören aristokratlar onu taklide başladılar. Onun diplomatik misyonu dolayısıyle ona hediye vermekte bütün Fransızlar birbirleri ile yarış ederek Türk kıyafet ve adetlerini benimsemişlerdi.
“Sultan Süleymanın saltanatı devrinde İngiltere Kralı olan VIII Henri İngiliz adliye sistemini Türk sistemince doğrultmak ve düzeltmek için Türk mahkemeleri hakkında tatbikat icrasına memur olarak Türkiye’ye bir heyet göndermekle Osmanlılar hükümdarını şereflendirmiştir.” (9)
1896’ da Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlındaki bir heyet tarafından hazırlanan ve Osmanlı İmparatorluğunun temek mevzuatından biri olan “Mecelle” Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından bu yana yarım asır daha varlığını İsrail gibi bir ülkede sürdürmüştür. Ancak 1972 yılında Adalet bakanlığı sözcüsü Uzi sivan : “Mecelle çok mükemmel bir hukuk eseri…” demiştir. Bugünkü anlayış karşısında Mecelle’nin varlığını 1972 senesine kadar İsrail gibi bir ülkede koruyabilmesi izahı güç bir husustur. Fakat şu kadarını belirtelim ki, İslam hukuku canlı ve tatminkar bir hukuktur. İlahi vahye dayanır. Beşeri acz içinde geçerliliğini kaybeden bir hükmü yoktur. Ayrıca İslam başlı başına bir hukuktur. Onda şu veya bu hukukun tesiri söz konusu olamaz.
“Kanun Romalılar için halk iradesinin ifadesidir, İslam hukukunda ise Allah’ın iradesidir. Roma hukukunun karakteristik özellikleri arasında öyle formaliteler vardır ki, Post Gaius’ ün İnstituones Juris Civilis kitabının mukaddimesinde (s.34-35) Onlardan usandırıcı ve yorucu formaliteler diye bahseder.”
“Roma hukuku denilen hukuk da sırf Romalıların değildir. Aynı yazar Post’ a göre Romanın kanunu, şark ile temasa girmedikçe, az gelişmiş, iptidai şartlar içinde kalmaktan kurtulamadı ve Şimal Afrika’nın, Suriye’nin ve Küçük Asya’nın mühim ölçüde tesirinde kaldı. İslam zuhur ettiği zaman Roma hukuku Romanın şark vilayetlerinden kaybolmuştu, yerini mahalli adetlere, rahiplerin, katiplerin hakemliğine terk etmişti.” (10)
Netice olarak, tarihteki üstünlüğümüze rağmen Tanzimat’tan sonra bir bunalım içine itildiğimiz muhakkak. Bugün topyekün Batı’nın kendini inkar edip Müslüman-Türk’ün medeni vasfını itirafını bekleyemeyiz. Bugüne kadar uyguladığımız yanlış kültür politikası ise yabancı emellere hizmet etmiş, bizi Batı’ya hayran durumuna düşürmüştür. Bu hayranlık içinde “Garptaki cereyanlara kapılarak yaptığımız ve ilerlemeyi hedef alan çalışmalarımızın neticesiz kalmasının sebebi, Garp medeniyetini doğuran esas sebeplere vâkıf olamayacak kadar yanılmış bulunmamızdır.” (11)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-İbrahim Kafesoğlu, türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s.78
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.1, S.254
3-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi,S.133
4-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, C.3.S.233
5-Dr. Sigrid Hunke,a.g.e. S.122
6-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, S.141
7-Friedrich-Karl Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.12
8-Prof. Osman Turhan, türkiyede Manevi Buhran Din ve Laiklik, S.46
9-Prof. Dr. Ahmet Reşit Turnagil,İslamiyet ve Milletler Hukuku, S.17
10-Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Fıkhı ve Roma Hukuku,S.20-21
11-Said Halim Paşa, Buhranlarımız, S.90 (1001 Temel Eser)
.
Türklerde Sanat ve Medeniyet
Tarihte insanlığın ihtiyacı ve medeniyetin icabı olan şeylerin icat ve keşfinde en büyük hissesi bulunan millet, doğuştan mahir ve sanatkar olan Türk Milletidir. Bu güne kadar dünyanın dört bir bucağını Türk’ ün hünerli elleri süslemiş, vahşi yaşayış ve İlker devirler Türk’ ün istidat ve kabiliyeti ile kapanmıştır.
Türkler fışkıran zekaları ile sanat heyecanı duymuş, el emeği, alın teri karşılığında Türk zevkine uygun eserler ortaya koymuşlardır. Bunların her bireri Türk’ ün sanat gücünü ve kabiliyetini ortaya koyan muhteşem eserlerdir. Madde ve manayı bir araya getirerek ortaya konulan bu eserler, göz alıcı ihtişamı ile hala bütün insanlığın dikkatini çekmekte ve hayranlığına sebep olmaktadır.
Bugün milli gururumuzu okşayan Türk sanatının, Türk Kültürünün ürünlerini ve Türklerin ezeli meziyetlerini, tarihi faziletlerini, yerli olsun, yabancı olsun aklı başında kimse inkar edemez. İnkar etse de asırlara renk ve şekil veren eserleri yok edemez.
Şairin dediği gibi :
“Şu sebiller, imaretler,
Mermer kervan saraylar, yollar bizim işlerimiz
Şu kubbeli memleketler
Medreseler, camiler hepsi bizim eserimiz.”
a) İlk Türklerde Sanat ve Medeniyet :
Tarihi kaynaklar incelendiği zaman Türk sanat ve kültür hayatı çok erken çağlarda gelişmiş ve başka milletlere de örnek olmuştur.
“Türk Kültürünün bozkır ikliminde orijinal bir sanat tipi yarattığı herkesçe malumdur.”(1) Türkler tarih sahnesine medeni bir millet olarak çıkmış ve medeni bir millet olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Çin kaynaklarının verdiği bilgiye göre ilk çağlarda bile Türkler sanat hususunda büyük kabiliyetlerini ortaya koymuşlardır.
“Türkler, sanat hususundaki en büyük kabiliyetlerini madencilikte göstermişlerdir. Bakır, kalay, tunç gibi demir de ilk defa Ortaasya’ da Türkler tarafından keşfedilmiş, sonra da buradan bütün dünyaya yayılmıştır. Altay Dağlarının pek çok yerinde keşfolunan çok eski zamanlarda işlenmiş maden ocakları, eritme fırınları, Türklerin madenleri kendileri çıkarıp kendilerinin işlediklerini göstermektedir. Bugüne kadar elde edilen buluntular, Türklerin madenleri topraktan çıkarmayı, eritmeyi, işlenebilecek hale getirmeyi bildikleri gibi onlardan her nevi alet ve eşya yapmak kabiliyetine vakıf olduklarını da göstermektedir. Madencilik sanatının bütün şekil ve usullerine aşina olan Türkler, bilhassa silah yapmak, ok, yay imal etmek hususunda büyük ilerlemeler göstermişlerdir.” (2)
Türklerde harp sanatı çok ileri idi. Ağır taşlar atan mancınıklar, ok atan yaylar, madenden yaptıkları kılıç, mızrak ve zırhlar Türklerin düşmana üstünlüklerini sağlıyordu. Zırhları yalnız kendileri için yapmıyor, ehlileştirerek bindikleri atlara da giydiriyorlardı.
Türkler demirci idi. Şamanlık dini, demiri kutsal sayıyordu. Bunun için Türkler yemin etmek istedikleri zaman demirden yapılmış silah ve aletler üzerine yemin ediyorlardı. Demirciliği milli sanat haline getiren Türkler, demirden sadece silah değil, ziraat aletleri de yapıyorlardı.
M.Ö. 2000-1000 yılları arasında Türkler, Altaylarda demirden, tunçtan altından kılıçlar, bıçaklar, yüzük, küpe gibi ziynet eşyaları yapıyorlardı. Çünkü Türkler madenlere ilk defa herkesten önce hakim olmuşlardı. Attila öldüğü zaman cenazesi altın tabuta konmuş, daha sonra gümüş tabuta ondan sonra da demir tabuta konularak gömülmüştür.
Türklerin madenleri işleyen usta elleri, sanatkar kabiliyetleri ile meydana getirdikleri alet ve silahlar, Türklerin en büyük geçim kaynağı idi. Bir tarihçimizin ifade ettiği gibi : “Göktürklerin ataları da demirci idi. Onlar en iyi çelikleri işlerler ve Ortaasya İmparatorluklarına bunları silah olarak satardı.”(3)
Türklerin hayvan kemiklerinden iğneler, topraktan çeşitli mutfak eşyaları, altın, bakır, gümüş ve tunç gibi madenlerden ev eşyaları, ziynet eşyaları, ve çeşitli harp aletleri yaptıkları, kazıların sonunda meydana çıkmakta, tarihi kaynaklarda ifade edilmektedir.
Tarihte ilk defa demirden saban yapıp bozkırları eken, elde ettiği ürünü, yaptıkları su ve yel değirmenlerinde öğüten Türkler olmuştur. Hayvanları ehlileştirerek bozkırlarda sürüler meydana getiren, onların derisinden, yününden, kemiğinden sanat eserleri meydana getiren Türkler, asırlar önce kendilerini bütün dünyaya tanıtmış oluyorlardı. “Asya bozkırlarında muazzam sürüler besliyen Türklerin en eski kültürleri kemik eşya yapmakla başlamıştır. İlk Türkler hayvanların kemiklerinden her çeşit eşya ve bilhassa silah yapmakta idiler.” (4)
Türk medeni hayatının eserleri, her bakımdan bilgi, ruh ve ince zevk numuneleridir. Arkeoloji araştırmalarının sonunda meydana çıkarılan Türklerin en eski çağlarda toprağı pişirerek yaptıkları testiler, çanaklar, çömlekleri sürahiler, küpler ve madeni eşyalar, şekilde güzelliğinin yanında üzerine yapılan nakışlarla bugün bile hayranlık uyandırmaktadır.
b) Türk Sanat ve Medeniyetinin Tesirleri :
Tür zekasının ortaya koyduğu, hünerli ellerin meydana getirdiği eserler her devirde başka milletlerin ilgisini çekmiş ve hayatlarına renk, şekil vermiştir.
Çok erken çağlarda gelişen Türk medeni hayatı, diğer milletlerin hayatına etki yapmakta gecikmediği gibi etkisi de kısa devreli olmamıştır. Uzun asırlar boyu devam eden Türk tesirinin izlerini bulmak, eserlerini seyretmek her yerde mümkündür.
“Hun’lar pek erken çağlardan beri göçebe sanatının, Çin Han devri sanatını besleyen unsurları Çin’ e sokmuştur. Böylece Hun’lar, tarihi kültür aracılığı yapan Türk ırkından olan kavimler dizisini açmışlardır.”(5)
Türk’ün sanat ve kabiliyeti Roma ve Çin sanatının kaynağını teşkil etmiş, bir çok konularda Türkleri taklit etmeye mecbur kalmışlardır.
George Motandon: “Çinlilerin ve Romalıların giyinmekten yiyip içmeye kadar her şeyi Türklerden öğrendikleri doğrudur. Ayrıca Çin’lilerin ve Roma’lıların Hun kemerlerini en büyük ganimet sayması, el sanatlarına hayran kalmaları, Türk’lerin kendilerine üstün oluşunun ifadesinden başka bir şey değildir.”
“Göktürk’ler çağında açılmış sulama kanallarından bir çoğunun izleri, zamanımız arkeologları tarafından bulunmuştur. Bunlardan Tötö Kanalı’nın 10km olduğu görülmektedir. Bu kanal, Rus arkeologlarının tetkiklerine göre, işlenmesi son derece güç kayalık bir arazide açılmış, iki vadi birleştirilmişti. Yüksek matematik bilgiye dayanan bir su tevzi şebekesi bu kanala bağlanmıştı. 1935’ te bu bölgeyi sulamak isteyen Rus’lar, aynen Göktürk kanalını yenileştirmişler, daha iyi bir şekil olmadığı kanaatine varmışlardır. Rus arkeologlarına göre bu bölgede Türk’ler tarafından M.Ö. I. Asırdan beri çeşitli bitki ve hububatın ziraatı yapılmıştır.” (6)
c) Türk’ün Sanat Kabiliyeti Ölmemiştir :
Bütün menfi propaganda ve inkar edilen tarihe rağmen Türk’ün tesiri silinip, eserleri yok edilememiştir Bugün dillere destan olan ve bütün dünyanın gözünü kamaştıran Taç Mahal, dünyanın her tarafından toplanan sanatkarlar arasından seçilen Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet İsa Efendi’nin eseridir. Müsteşrik M.Brown’ un “Dünyada Onun kadar çok eser bırakan bir sanatkar yoktur” dediği, muhteşem eserleri ile hala ayakta duran mimar Sinan, dünyanın örnek aldığı bir mimardır. Devri ve eserleri düşünülecek olursa, O’nun eserlerine hayal gücü ile bile ulaşılamadığı görülür. Bugün bile Türk’ün ruhunu, ince zevkini ve kabiliyetini yansıtan eserleri gerçekten örnek alınacak kadar mükemmeldir. II. Bayezid’ den III.Murad’ a kadar beş padişah devrinde 98 Yıl yaşamış olan Mimar Sinan cihan tarihinde eşi görülmeyen bir mimardır.
Daha dün yapılan demir ve betonun ayakta tuttuğu yapılar fırtına ve depremlere karşı koyamayıp yerle bir olurken asırlardan beri ayakta duran sanat eserlerimiz her tülü takdirin üzerindedir.
Tarih boyunca Türk’ün sanat gücünü ve bu gücün ortaya koyduğu eserleri yabancı bir sanatın kopyası olarak kabul etmek mümkün değildir. İlk çağlarda olduğu gibi son zamanlarda da eserlerimizde Roma, Yunan; İran taklidini aramak beyhudedir.
Türk sanat eserleri, kuru yapılar veya resim gibi sadece süslü eserler değildir. Madde ve mananın birleşerek yükseltilen eserlerdir.
1974 Ekim ayında Yunanlıların Türklere uyguladığı zulme karşı çıkıp “Türklerin yok edilmesini müsaade etmeyeceğiz” diyerek haykırdığı için Türk gazetecisi Selahaddin Galip, Yunan mahkemelerinde Türk olma suçundan yargılanırken, salonu dolduran Türkleri “bina yıkılacak” gerekçesi ile salondan atmak isteyen yunan hakimine Türk gazetecisi :
– Merak etmeyin Osmanlı yapısıdır yıkılmaz” diyerek endişenin yersiz olduğunu hissi olarak değil, gerçeğin ifadesi olarak haykırmıştır.
Bugün hala yaşayan örgü, işleme ve süsleme gibi alın teri, göz nuru ile ortaya konan eserlerimizin şu anda başka milletlerde aynen tatbiki mümkün değildir. Süsleme sanatında önemli yer işgal eden çiniciliğimiz dünyaca meşhurdur.
Son zamanlarda oluşturulan dışa hayranlık duygusunun milli sanatımızı körelttiği bir gerçektir. Fakat tekrar ele alınırsa milli sanatımızın eski parlaklığında canlandırılması mümkündür. Çünkü bugün yapılan bir çok yerli malının üzerine yabancı markaların konulması, Avrupa’nın en ünlü satış yerlerinde T.M. damgası ile satılan mallarımızın bulunması henüz milli sanatımızın ölmediğinin delilleridir.
New-York’tan alınıp yurda dönünce yabancı kutudan “T.M.” “Paşabahçe” malları çıkaranlar, Fransız kumaşı, İngiliz Kostümü diye takım takım alıp terziye “aman” derken “T.M.” “Sümerbank” yazıları ile irkilenlerin sayısı az değildir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1 – İbrahim Kafesoğlu – Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,s.89
2 – Şemseddin Günaltay – Tarih,c.1,s,35,1939,İst.
3 – Bahaeddin Öğel, Türk mitolojisi,c.1,s.38
4 – Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi : C.1,S.17,1946,Ank.
5 – Prof.Dr.Lazslo Rasonyı,Tarihte Türklük:s.41,1971,Ank.
6 –Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi : C.1,S.156-157.
.
Türk İslam Medeniyeti
1- İslamiyet’ten Önceki Durum :
İslamiyet gelmeden önce insanlık, gayesinden ayrılmış, başta Arap toplumu olmak üzere bütün insanlık, her alanda bozulmuştu. Kuvvetli zayıfı eziyor, analarından hür olarak dünyaya gelen insanlar köle diye adlandırılarak Allah’ ın verdiği bütün hakları elinden alınıyordu. Allah’ın haram kıldığı cana kıyılıyor, bilhassa kız çocukları diri diri insafsızca toprağa gömülüyordu. Toplum evlat, ana baba katilleri ile dolmuştu.
Bizzat insanlar tarafından her türlü ahlaksızlığı, haksızlığı meşru sayan bir düzen kurulmuştu; Faizcilik, tefecilik, kumar, içki, zina almış yürümüş, herkes kadından ve paradan başka bir şey düşünemiyordu. İnsanlar Allah’ı unutarak kula kul, maddeye esir olmuşlardı.
Her taraf koyu bir cehalet içerisindeydi; insanlar tanrılarını kendi elleri ile yapıyor ona tapınıyor, isteği olmayınca da kırıp atıyordu. Bütün hayat falcılık ve büyücülükle düzenleniyor, hayat denilince, ölümle doğum arasına sıkıştırılmış manası akla geliyor ve o kısmı yaşanıyordu.
Diğer milletlerin durumları da Arap yarımadasında yaşayan insanlardan pek farklı değildi. Yer yüzünde her şeyin anlamını kaybetmesi ile beraber, insan da değerini yitirmiş, madde cansızlığında ruhsuzlaşıp alçalmıştı.
b) İslamiyet’le Durum Değişiyor :
Bütün kötülüklerin kol gezdiği, manasızlıkların hakim olduğu böyle bir ortamda insanlık bir kurtuluş ve kurtarıcı bekliyordu. Bu sırada insanlığın kurtuluşu için dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslam Dini, kurtarıcı olarak da insanlığın Efendisi Hz. Muhammed (SAV.) gönderildi.
İslam’la insanlığın şeref ve haysiyetini kırıcı bütün davranışlar yasaklandı. Haram, Helal, günah sevap ölçüleri ile faydalı olan her şey emredildi. İnsanın yapmaması icap ed en şeyler haram kılındı. Böylece yeryüzünde gayesiz ve sahipsiz dolaşan insan, yeni bir disiplin ve hayat görüşü kazandı. Hayat, dar manasından çıkarılarak ebedileştirildi. İnsanlık, kendine hükmeden zararı ve faydası dokunmayan putlardan kurtarılıp, bütün ümitsizlikler, karamsarlıklar gönüllerden silinerek yerine ideal ve iman geldi.
Tabiat olaylarına tapmaktan, batıl inançlarla hayatını düzenlemekten kurtarılan insanlık, hakikat ve düşünce hayatına yükseltildi. Hak, adalet, eşitlik prensipleri ile insanlık layık olduğu mevkiye yükseldi. Hayat, sevgi, saygı esasına dayandırıldı. İnsanların bir tarağın dişleri gibi eşit oldukları ilan edilip üstünlük fikri, ahlak ve takva yönü ile olduğu benimsendi. Herkese Allah’ın nimetlerinden eşit olarak istifade etme hakkı tanındı.
Çalışmak, ibadet sayıldı, tembellik, miskinlik kınandı. Kötülükler yasaklanmakla kalmadı. İyilikler de teşvik edildi. Bununla da kalınmayıp, sorumsuzluk ve başıboşluk yerine sorumluluk duygusu esas kılındı; insanın kendisini kurtarması, yalnız kendinin iyi olması yeterli görülmeyip insana iyiliği emretme, kötülükten sakındırma görevi verildi.
c) İslam ve Medeniyet :
İslam’ın medeniyetle sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü insanlık tarihinde İslam Dini kadar insanlar üzerinde etkili olan bir nizam, bir sistem olmamıştır.
İslamiyet, “Nasıl olsa ölüp gitmeyecek miyim” felsefesini yıkarak, telkin ettiği ebedilik fikri ve kazandırdığı imanla hayatı ölümsüzleştirmiş, insanı yalnız kendi hayatı için değil, başkaları için de yaşamasını öğretmiştir. Huzuru, şahsi çıkarlar ve ferdi hayatta değil toplum huzurunda aranmasını emretmiştir. İslam’ a göre insan, başkalarının sevincine de kederine de ortak olacaktır. Biyolojik varlık olarak hayatının sadece zevk ve eğlence yönünü yaşamayacaktır. Son nefesinde bile gelecek nesiller için ağaç dikme imkanı varsa o ağacı mutlaka dikecektir.
İslami ölçülere göre :
“Komşusu açken tok yatan olgun Müslüman değildir.”
“İnsanların en hayırlısı başkalarına faydalı olandır”
“Kendisi için istediğini başkaları için de istemedikçe kişi iman etmiş olamaz.”
“İnsanların hayırlısı, dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını terk etmiyendir.”
İdeal ve disiplin olmayan hayatta, insanların düşünülmediği bir toplumda medeniyetten söz edilemez. Aletleri yapan, fabrikaları kuran insandır. Medeniyet, insan unsurunun eseridir. Ahlaklı ve olgun insan yetiştirmeden medeniyet kurulamaz. Kurulsa da ayakta duramaz. İşte yunan, işte Roma medeniyeti… Taş yığınları, kuru yapıların enkazı…
Medeniyet ölçüsü, nüfus kalabalığı, şehirlerin büyüklüğü ve fabrikaların bolluğu değildir. O medeniyeti kuran insanların idealleri ve ahlaklarıdır. İslamiyet, insanlara verdiği hayat görüşü, kazandırdığı insani ve ahlaki davranışlarla, daha önce aynı insanların kurduğu Cahiliye Devrini kapatarak insanların problemlerini hallettikten sonra, hayvanların bile huzur içinde yaşadığı bir medeniyet kurmuştur.
d) İslam ve Medeniyeti Ve Müslümanlar :
İslam’ın getirdiği prensipler, bütün insanlık alemi için yeni ufuklar açmıştır. Kısa zamanda yayılan İslamiyet, Müslüman olan toplumları kısa zamanda medeni bir toplum haline getirmiş, ortaçağ taassubunu yıkmayı başarmıştır.
Tarihte kurulmuş, bugün yalnız adlarından bahsedebildiğimiz medeniyetler, İslam medeniyeti ile sona ermiştir. Bugünkü medeniyetlerin ise temelini İslam medeniyeti teşkil etmiş ve yeni medeniyetler İslam medeniyetinden doğmuştur.
İslam’ a gönül veren Müslümanlar, başlangıçta zamanın büyük denilen imparatorluklarını dize getirmiş, dünyanın başlıca ülkelerine hakim olmuşlardır. Kısa zamanda devlet haline gelerek yıktıkları imparatorlukların yerine dünyanın en uzun ömürlü imparatorluklarını, tarihten sildikleri medeniyetlerin yerine dünyaya ışık tutacak İslam medeniyetini kurmuşlardır.
Yeryüzünde İslam’ ı en güzel şekilde kafasına sindiren, hayatında uygulayan millet, Müslüman Türk Milleti olmuştur. Yabancı kaynakların Türkler’ den bahsederken sadece “Müslümanlar” demesi, Türklerin İslami en güzel temsil etmelerinden ve İslam’ın yayılışında en çok hizmetleri olmasından dolayıdır. Türkler başlangıçtan beri medeni bir hayat yaşamışlardır. Fakat Müslüman olmaları ile daha da güçlendiler; rahat yataklarında yatmayıp, Allah’ ın adını, Allah’ın emri olan hak ve adaleti yeryüzüne yaymayı ve insanlığı İslam’la kurtarmayı kendilerine görev saymışlardır.
İnsanlığın zulüm ve cehaletten kurtarılmasında Müslüman Türklerin başarısı büyük olmuştur. Batı’ da insani hayatın başlatılma şerefi Müslüman Türklere aittir. Çünkü, Batı Müslüman Türklerle karşılaştıktan sonra uyanmaya başlamıştır.
Asr-ı saadetten sonra kurulan Selçuklu ve Osmanlı medeniyeti, bütün dünyanın örnek aldığı insanlık, ahlak ve fazilet medeniyeti olmuş, havyaların bile sağlığı, rahatı için vakıflar kurulmuştu. Denilebilir ki, hiçbir medeniyet, Türk-İslam medeniyetinin yapmış olduğu hamleyi yapmamıştır. Bu bakımdan takdire şayan, kusursuz ve ölümsüz bir medeniyettir.
Bugünkü Avrupa medeniyetinin kaynağı Türk-İslam medeniyetidir. Avrupa tam bir gaflet ve cehalet içindeyken, Müslüman Türkler medeni bir hayat yaşıyorlar ve medeniyetin bütün nimetlerinden istifade ediyorlardı.
Fernand Grenard, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü adlı eserinin 36. sayfasında : “İslam medeniyeti, barbar Avrupa’nın terbiye edilmesinde en hakim rolü oynamıştır” der.
Netice olarak : Batı, Müslüman Türklerden aldığı hızla ilerlerken son zamanlarda asırlardan beri süregelen medeni hayatımız aynı canlılıkla devam ettirilememiş ve suç benliğimizden söküp attığımız İslam’ a yüklenmeye çalışılmıştır. İslam’daki geriliğimiz ve kültür kaynaklarımızın kurutulması bizi dirilttiğimiz Batı’ ya yöneltmiştir. Bu durum, geçmişin medeni hayatının kaynaklarına dönülünceye kadar devam edecektir.
İslam’dan Önce Türk Medeniyeti
Tarihi gelişimi içinde insanlık medeniyetin nimetlerinden istifade ederek bugünkü medeniyet seviyesine ulaşıncaya kadar çok sıkıntılı anlar yaşamış, gün geçtikçe hayatında, kullandığı eşyalarda tekamül göstererek medeniyetler kurmuştur.
Dünya medeniyetinin kuruluşunda Türklerin rolü büyük olmuştur. Yani dünya medeniyetinin temelini Türkler atmıştır. Türk medeniyeti, en eski bir medeniyet olarak Ortaasya’ da doğmuş, göçlerle dünyanın diğer ülkelerine, göç eden Türklerle beraber yayılmıştır. Gittikçe gelişen ve fasılasız olarak devam eden Ortaasya doğumlu Türk medeniyeti, maddi ve manevi tesirlerini, günümüz Türkleri üzerinde kendine has özellikleri ile devam ettirmektedir.
Türkler, tarihte diğer milletler gibi başka milletlerin omuzlarında varlıklarını devam ettirmemişler, bilakis kendileri ile beraber diğer milletleri de ibtidai yaşayıştan kurtararak dünya medeniyetinin kuruluşunda büyük rol oynamışlardır. Denilebilir ki, bozkır medeniyeti bugünkü dünya medeniyetinin başladığı hareket noktası olmuştur.
Türkler, tarih sahnesine çıktıktan sonra medeniyetsiz, barbar bir hayat yaşamamışlardır. Ortaasya’ da Türklerin görülmemiş derecede medeni ve insani bir hayat yaşadıkları yabancı kaynakların bile itiraftan kendini alamadığı bir gerçektir. Çünkü Türklerin büyük bir mazileri vardır. Bunun için Türk medeniyetinin başlangıcı da çok eskilere dayanır. Türk medeniyetini inkar etmek veya kısır bir medeniyet olarak göstermek doğru değildir. Bu, gündüzün aydınlığında odanın kalın perdelerini çekip içerdekilere dışarısının da karanlık olduğunu telkin etmek gibi bir şey olur.
Türklerin insanlık alemine sundukları medeniyet, diğer medeniyetlerden çok farklı bir medeniyettir. Türk medeniyeti başlangıçtan itibaren kendi gücü ile inkişaf etmiş müstakil bir medeniyettir.
Türk medeniyetinin sağlam temellere oturmuş olması, milli kültür seviyesinin yüksekliği, sağlam karakter kudretinin oluşu, törenin, ahlakın, siyasi kudretin sağlamlığı, ileriye bakma ve uzun ömürlü olma idealinin bulunması, dilin ve yazının mevcudiyeti gibi medeniyeti gerçekleştiren vasıflara Türklerin başka milletlerden daha erken bir zamanda sahip olmamalarındandır.
a) Türk Medeniyeti Köklü bir Medeniyettir :
Dünya medeniyetinin kurucuları arasında en büyük hissesi bulunan Türk Milleti, tarihte göçebe ve geri kalmış bir millet olarak gösterilemez.
Türkler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar zamanında büyük bir medeniyet kurmuşlardı. Başka milletlerde erişilemeyen devlet, töre, disiplinli ordu, ideal ve ahlak dolu hayat, sanat ve edebiyat Türk toplumunun gerçekleştirdiği hususlardı. Bu bakımdan Türkler, tarih uydurmak, ecdadına medenilik yakıştırmak zorunda değildir.
Türk medeniyeti, Roma, yunan medeniyetleri gibi aldatıcı ve derme çatma bir medeniyet değildir. Yapısı sağlam, her şeyi ile milli bir medeniyettir. Tarihte kendi kültürüne dayalı siyasi ve medeni varlığını tarihe kaydettirirken Türkler, bir ışık gibi parlayıp sönen medeniyet kurmamışlardır. Ayrıca Türkler, başka milletler gibi medenileştikçe ahlaki çöküş, içtimai bozukluklar içerisine düşüp alçalmamışlardır. Çünkü Türklerin kurduğu medeniyet, ruhsuz, manasız kuru madde medeniyeti değil, madde ve mananın birleştiği insani ve ahlaki bir medeniyettir.
Tarih boyunca Türkler, kılıcını kana bulamaktan uzak kalmış, kıtalara hükmederken, milletlere hakim olurken, insanları korumayı, nizam, intizam ve adaleti yaymayı amaç edinmişlerdir. Romalı’nın, Yunanlı’nın zevk aldığı zulümden, vahşi eğlencelerden zevk almamıştır. İnsanları maddeye esir, kula kul etmemiş, insana gereken önemi vermiştir.
Türk tarihini bilme bahtiyarlığına erenler, Türk medeniyetini inkara yeltenmeyeceği gibi her türlü taassuptan uzak kalacakları muhakkaktır. Bunun için bugünkü Türk aydınına düşen görev, Türk tarihine karşı gösterilen taassuba karşı durmak, Türk’ün tarihi gerçeklerini eğri ağızların sözüne bırakıp, sürüp gelen köhne zihniyetin elinden kurtarmaktır.
b) İnsanlık Türklerden Çok Şey Öğrenmiştir :
Türklerin medeniyeti, insanlık üzerinde olumlu etkiler yapmıştır. Bu bakımdan çölün kuraklığında ve tarihin karanlıklarında kaybolup gitmemiştir. Türk medeniyeti, tarih boyunca insanlığa hizmet etmeyi kendilerine görev saymış bir milletin medeniyetidir. Ne yazık ki, bu güne kadar ne tam anlamı ile sahip çıkılmış, nede tam bir değerlendirmesi yapılmıştır. Şairin dediği gibi :
“Bir ömür gömdük o üç bu’du serap ellere biz ;
İşledik çöllere bülbül ve gül efsaneleri.
Tilkiler, diktiğimiz bağlara sahip çıktı ;
Kargalar topladı hep döktüğümüz taneleri.“
Türk milleti, dünya medeniyet tarihine yeni ufuklar açmıştır. “Töre” adı verdikleri hukuk nizamını kurmuşlar, aile müessesesini kutsallaştırmışlar, toprağı ekmiş, hayvanları ehlileştirmişler ve kendilerine has sanat kabiliyeti ile insanlığın muhtaç olduğu şeyleri onların hizmetine sunmuşlardır.
İlk şehircilik ve toprağa bağlı yerleşik hayat tipi Türklerde görülür. M.Ö.36 yıllarında Çin kaynakları Hun İmparatoru Ci-Ci’ nin yaptırmış olduğu belediye nizamları, inzibat teşkilatı, resmi katiplerle kurulan nizam ve intizamın yanında temizliğin önemli yeri vardı. Yabancıların hayranlıkla bahsettiği hamamlar mevcuttu.
Göktürk İmparatoru İstemi’yi ziyaret eden Bizans elçisi Zemarkos, altın eşyalarla süslü İmparator çadırına girince kendi ifadesi ile şaşırıp kalmıştır.
El sanatlarının yanda dokumacılık, savaş aletleri yapımı da çok ileri gitmişti. Mumyacılık Orta asya’ da Türkler tarafından bilinen şeydi. Kırıklar mumya ile sarılırdı.
Türklerin Ortaasya’da a masada yemek yiyip, sandalyede oturdukları, tekerleği icat edip yük taşıdıkları, akarsular üzerinden ulaşımı gerçekleştirdikleri bilinen bir gerçeklerdir.
Türkler ilk çağlardan beri yemekleri pişirerek yerlerdi. Çinli’ler Türklerden bahsederken “Avlarını ve yemeklerini pişirerek yiyenler” diye bahsederdi. “Çin kaynakları Hun’ların eti pişirerek bir nevi çorba yaptıklarını yazmaktadır. Bundan başka Türkler sütlü yemekler de yaparlardı. Ayrıca Hunların hububat ambarları da vardı.” (1)
“Finlerle, Macarların ataları olan Batı Sibiryalılar kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla övünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Orta asya Türklerine “yemeklerini pişirenler” derler ve kendilerini onlardan ayırırlardı.(2)
Türkler Ortaasya’da hayvanları ehlileştirmişler ve onlardan sürüler meydana getirmişlerdi. Hayvanların etinden, sütünden, derisinden, kemiğinden, yününden istifade etmeyi herkesten önce başarmışlardı.
“Muazzam hayvan sürüleri besleyen Türkler kendileri için en hayati olan otlağa sahip olmak gayesi ile daime mücadele etmişler, cesur, muharip ve becerikli olanların etrafındakiler tabii bir surette çoğalmış, neticede teşkilat yapmakta, devlet kurmakta son derece mahir ve muharip bir millet meydana çıkmıştır.”(3)
“Uygurlar “maden kömürü” kullanmasını biliyorlardı. Çinli elçi şöyle diyordu : “Ağzından alev ve dumanlar çıkan dağın eteklerinde siyah taşlar ve kumlar bulunurdu. Uygurlar bu siyah taşları alarak ocaklarında yakarlardı. “Bu önemli belge de bize gösteriyor ki Uygurlar, maden kömürü yakmasını biliyorlardı.”(4)
Netice olarak, Türkler kendilerini insanlığın hizmetine adamış bir millet olup, Tarihçi Hammer’in dediği gibi : “Tarih Türklerden çok şey öğrenmiştir. Bu güne kadar Türklerin insanlığa ve medeniyete yaptıkları hizmetler medeniyetin süsüdür.”
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,C.1,s69,1946,Ank.
2- Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi,C.1,s.52-53
3- Hüseyin Namık, Orkun Türk Tarihi, C.1,s.15
4- Bahaeddin Ögel,Türk Kültürünün Gelişme Çağları,C.1,s.132
Bizim dünyamızın muasır ülkeler seviyesine ulaşamaması ve bir türlü beklenen rönesansı gerçekleştirememesi, ülkenin coğrafî konumundan, imkânların eksikliğinden, insanımızın kabiliyetsizliğinden değil; yenilenme esprisinin kavranamayışından, düşünce eksikliğinden, ilim aşkının, hakikat aşkının yerini, şablonculuğun almasından kaynaklanmaktadır.
Tarihteki büyük değişimlerin birçoğu İlâhî vahiy ile şekillenmiştir. Vahiy, insanın elinden tutup yol göstermiş ve yeni bir hamle gücü aşılamıştır. Vahiyle bağların koparıldığı zaman dilimlerinde ise ya kaba kuvvet hükmetmiş veya insanoğlu aklın gölgesinde yol almaya çalışmıştır. Akıl, hakikati tek yönlü olarak kavradığından felsefenin hâkim olduğu çağlar, insanoğluna saadet getirmemiştir. Vahiy bir kutupta akıl bir kutupta gibi görünse de, gerçekte insan benliği İlâhî olanla çatışmaya çalışmıştır yüz yıllar boyunca. Yeryüzü ile gökyüzü arasındadır rekabet. İnsanın dünyevî arzularını gaye hâline getirmesi ve âhireti unutması ve bilerek, isteyerek dünyevî olanı tercih etmesidir gerçek problem.
İnsanlık tarihinde aklın, vahyin gölgesine sığındığı altın çağlar yaşandığı gibi, aklın tek başına hakikati bulmak için büyük gayret sarf ettiği, cidarlarını zorladığı dönemler de olmuştur. Antik Yunan ve Rönesans dönemleri insanlık tarihinde akıl ve felsefenin hükmettiği zaman dilimleri olarak yerini almıştır. Hür düşüncenin önünün açılması, bilgi ve sanatın değer kazanmasıyla bu dönemlerde tek yönlü de olsa önemli atılımlar yaşanmıştır. Ancak metafiziği ihmal etmiş ve ruh ufkundan yoksun bu atılımlar, insanlık için mutluluk yerine acı ve keder getirmiştir.
Geçmişte vahyin aydınlığında yaşanmış altın çağlar da olmuştur. Bu altın çağların en parlaklarından birisi de İslâm’ın ilk üç asrında yaşanmıştır. Batılı bazı yazarların “İslâm Rönesans’ı” diye andıkları bu dönemle Batı Rönesans’ı arasında karşılaştırmalar yapılabilir. Ancak gelecekte –Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile- inşâ edilmesi düşünülen İslâm Rönesans’ı ile Batı Rönesans’ının karşılaştırılması aynı hataların tekrarlanmaması ve farkların açık bir şekilde ortaya konulması açısından kanaatimizce daha önemlidir. Bu makalede muhterem Fethullah Gülen’in ümit ettiği gelecekteki İslâm Rönesans’ına ilişkin görüşleri Batı Rönesans’ı ile karşılaştırılarak ele alınacaktır.
Rönesans Antik Yunan, akıl ve felsefe ile Roma ise kuvvet ve zorbalık ile temayüz etmiştir. Her ikisinin ortak noktası ise insanı, kuvveti, zevk ve sefahati merkeze almalarıdır. Onların ruhu 1330 ile 1630 yüzyılları arasında Avrupa’da âdeta yeniden canlanmış ve daha sonrakilerin Rönesans diye adlandırdıkları bir hareket başlamıştır. Rönesans, yeniden doğuş anlamındadır. Kelimenin çağrıştırdığı mânâdan da anlaşılacağı üzere bu hareketle geçmişte yaşanmış parlak bir dönemin yeniden doğuşu ve yeni bir kültürün ortaya çıkarılması hedeflenmiştir.
Modern Batı’nın temellerinin atıldığı Rönesans ile Avrupa orta çağı arasındaki en önemli fark, her iki dönemin insan telâkkilerindedir. Rönesans ile birlikte insan merkezcilik yani hümanist düşünce güçlenmiş; insanın ilâhî olanla bağı koparılarak yalnızca dünya hayatındaki mutluluğu ön plâna çıkarılmıştır. Bunun neticesinde irade ve aksiyon önem kazanmıştır. Modern Avrupa kültürünün temeli olan bu insan tipinin yeniden doğuşu, Rönesans’ın en karakteristik yanlarından birisidir. Hattâ bazı tarihçiler, Rönesans’ı bir dönem olarak değil bir zihniyet değişimi ve yeni bir insan ve toplumun doğuşu olarak değerlendirmişlerdir. Onlara göre Rönesans’la birlikte burjuva sınıfı ortaya çıkmış, bir mânâda yeni bir insan ve toplum doğmuştur.
Yine bu dönemin özelliklerinden birisi de Batı’da hesaplama ruhunun gelişmesi; kâinatı ölçme ve kontrol etme arzusunun güçlenmesidir. Bunun neticesinde, gözlem ve deneycilik ön plâna çıkmış, akılcılık ve eleştiri düşüncesi gelişmiştir. Müslümanların kullanıp geliştirdiği sayı sistemi ve matematik alınmış, Müslüman ilim adamlarının deney ve gözleme dayalı araştırma metotları benimsenmiştir. Daha önceden Batı’ya intikal etmiş olan pusula, usturlâp ve saat gibi mekanik âletlerin geliştirilmesi neticesinde astronomi, denizcilik ve mekanik alanında yeni keşiflerin önü açılmıştır.
Şehirlerin kalabalıklaşıp ticaretin büyümesi, hesaba duyulan ihtiyacı artırmış; Müslümanlardan öğrenilen sayı sistemi ile muhasebe kayıtlarının daha kolay tutulması ticareti kolaylaştırmıştır. Bütün bunların sonucunda sayma ve hesaplama önem kazanmıştır. Halk için yazılmış matematik ve hesap kitaplarının basılıp çoğaltılmasıyla birlikte de bu yeni temayüller halkın düşünce biçimini değiştirmiştir.
Rönesans döneminde bilgi önem kazanmış, matbaanın bulunması ile birlikte de bilginin geniş kitlelere yayılması mümkün olmuştur. Bunlara bağlı olarak dil ve edebiyatta farklılıklar ortaya çıkmış; dil ile gerçeklik arasındaki ilişki sorgulanmaya başlanmıştır. Reform hareketleri sonucunda İncil Almancaya tercüme edilmiş, böylece mahallî diller önem kazanmış, bilgi kilisenin ve din adamlarının tekelinden çıkmıştır. Kâğıt ve matbaanın yaygınlaşması ve Lâtince dışındaki dillerin önem kazanması ile birlikte çeşitli dillerde eserler yayımlanmaya başlamış, okuma-yazma yaygınlaşmış ve bilgi halka mâl olmuştur.
Rönesans düşüncesi, sanat eserlerinde yenilenme ve bazı sanat eserlerinin taklitlerinin yapılması ve çoğaltılması ile birlikte önce İtalya’daki şehir devletlerinde başlamış, daha sonra hızla bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Rönesans düşüncesinin başlangıçta resim, heykel ve mimarî gibi sanat eserlerinde ortaya çıkması bu düşüncenin temelde madde eksenli olduğunun bir göstergesidir. Maddî refahın temini ve eşyaya şekil verme düşüncesine bağlı geliştiği için Rönesans akımı, fizik âlemi, tabiatı, şehirleri ve insanı hep maddî yönleri itibarıyla ele almıştır. Rönesans’ı bilim alanında gerçekleşen büyük dönüşüm ve endüstri devrimi izlemiştir. Böylece Batı dünyasının temelleri hep madde eksenli olarak gelişmiştir. Modern Batı’nın hayat felsefesinde refah ana gaye olmuş; iktisadî kalkınmayı temin için her yol denenmiş; bu uğurda başka ülkeler sömürge hâline getirilmiştir. Zenginliğin artması ile birlikte ilim düşüncesi inkişaf etmiş, teknik ilerleme temin edilerek, modernizmin hâkimiyeti perçinlenmiştir.
İslâm’ın Altın Çağları Allah Teâlâ, insanlara dünya ve ukbâ mutluluğunu kazanmaları için peygamberler göndermiştir. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ile birlikte dünya tarihinde hem maddî hem de mânevî alanda büyük değişimler ve yenilenmeler yaşanmıştır. İslâm’ın gelişi ile birlikte insanlık tarihinde o âna kadar gerçekleşen gelişme ikiye katlanmıştır. Saadet Asrı diye adlandırılan bu dönemde, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm ile kâinatın, insanın ve hayatın hakikatini açıklamış; insanlara eşya ve hâdiseleri gerçek anlamlarıyla anlayıp yorumlama yollarını göstermiştir. İnsan, hem bedeni hem de ruhu ile bir bütün olarak muhatap alınarak fıtrata uygun bir medeniyet inşasının yolları açılmıştır. Kur’ân’ın yazılması, cem edilmesi, çoğaltılması ve öğretilmesi esnasında birçok sahabi yazıyı, kitap mefhumunu ve yazılı metinlerin nasıl çoğaltılacağını ve yorumlanacağını öğrenmiştir. İlim, toplumun belirli bir kesimi ile sınırlı kalmamış, toplum âdeta yeni indirilen âyet ve sûreleri öğrenmek için seferber olmuştur.
Müslümanlar fetih hareketleri ile birlikte çevreye açılınca ilim zihniyetlerini, kurdukları şehirlere yansıtmışlardır. Şehirlere hem ibadet hem de ilim merkezi olacak mescitler inşâ etmişlerdir. Yeni kurulan Kûfe gibi İslâm şehirlerindeki camilerin her bir köşesinde hattâ her bir direğin dibinde ilim halkaları kurulmuş; toplumun her kesiminin derslere katılıp istifadesi hedeflenmiştir. İnsanlara ilim ve öğrenme aşkı aşılanmış; her fert ilmî faaliyetlere iştirak etmiştir. Böylece kabiliyetler inkişaf etmiş, ilim talebinde içtimaî bir heyecan yakalanmıştır. Devlet başkanlarının da büyük bir aşkla katıldıkları bu ilim faaliyetleri toplumun nazarında o kadar itibar kazanmıştır ki ünlü Abbasi Halifesi Harun er-Reşid evine gelip el-Muvattâ adlı kitabını kendisine okuması için İmam Mâlik Hazretleri’ne (ö. 179/795) ricada bulunduğunda İmam Mâlik, “İlim ayağa gitmez, ilmin yanına gidilir.” diyerek sultanın isteğini kabul etmemiştir.
Müslümanlar farklı kültür coğrafyalarından öğrendikleri bilgileri kısa zamanda özümseyip, benimsemişlerdir. Lakin hiçbir teknik âleti ve kültür mirasını olduğu gibi kabul etmemişlerdir. Batılı bir araştırmacı Müslüman ilim adamlarının öğrenme aşkını, “Onlar, hayrete şâyân bir tarafsızlıkla ve hiçbir otoritenin cazibesine kapılmadan veya ondan çekinmeden, elde ettikleri yabancı bilgilerin neticelerini derhâl kontrole başlayıp hatalarını düzelttikten sonra bunların üzerine yeni inşaata koyuldular.” sözleriyle dile getirmiştir. Meselâ hicrî 156 yılında Bağdat’a gelen Hintli bir matematikçiden Hint sayılarını ve astronomisini öğrenen Müslümanlar, matematiği ve astronomiyi hızla geliştirmişlerdir. Namaz vakitlerinin düzenlenmesi, ayların tespiti, kıble yönünün araştırılması zarureti, vergi miktarlarını ve miras paylarını doğru ve pratik hesaplama arzusu Müslümanların kısa zamanda astronomi ve matematikte ilerlemelerini temin etmiş; saat, pusula ve usturlap gibi günlük hayatlarında kullanabilecekleri aletlerin keşfini ve geliştirilmesini hızlandırmıştır.
İlk üç asırda İslâm dünyasında bilginin derlenmesi ve sistemli hâle getirilmesi yolunda atılan adımlar neticesinde hicrî ikinci ve üçüncü yüzyıldan itibaren farklı ilim branşları inkişaf etmiştir. Fıkıh, hadîs, tefsir, tasavvuf ve kelâm gibi İslâmî ilimlerin farklı dallarındaki temel eserlerin en önemlileri 3. ve 4. yüzyıllarda kaleme alınmıştır. Hattâ 3. ve 5. yüzyıllar arasında telif edilen matematik, kimya, tıp, astronomi ve kültür tarihine yönelik eserler daha sonraki yüzyıllarda Doğulu ve Batılı ilim adamlarına yüzyıllar boyunca ışık tutmuştur.
Bizim Dünyamıza Doğru Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, gelecekte gerçekleşeceğini umut ettiği altın çağı, Ruhumuzun Heykelini Dikerken ve Kendi Dünyamıza Doğru adlı kitapları başta olmak üzere diğer eserlerinde anlatmış ve gelecekteki bu aydınlık dönemi “Bizim Rönesansımız” şeklinde nitelendirmiştir. Bu ifade ile o, muhtemelen tarihî seyri içinde farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış değişim ve yeniden yapılanma dönemlerinin karşılaştırılması zaruretine ve gelecekteki altın çağların bize ait renk ve desenleri taşıyan farklı bir dönem olacağına işaret etmiştir. “Geçmişte hep çağının çok çok önünde yürümüş bizim dünyamız, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağları harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesans’ı gerçekleştirebilir.” diyerek, hicrî ilk üç asırdaki altın dönemlerden sonra bizim ikinci Rönesans’ımızın da ileride gerçekleşeceğine olan itimadını dile getirmiştir. Ancak bu kolay bir hedef değildir. Zîrâ o, dünya çapında bir yenilenmeyi hedefleyen en kapsamlı bir ulu Rönesans’ı ümit etmektedir. Böyle bir hedefin gerçekleşmesi için köklü ve büyük değişimler gerekmektedir. İslâm’ın ruh ve mânâsını duyarak, varlığın yeniden yorumlanması ve tasavvufun engin lâhûtî ikliminden hareketle evrensel metafiziğe ulaşılması; İslâmî muhâsebe ve murâkabeden insana değerler üstü değer kazandıran teyakkuz ve temkin derinliğinin kazanılması ile ancak bu Rönesans gerçekleşecektir. Hocaefendi’nin üzerinde durduğu hususları ana başlıklarıyla şöyle sınıflandırmak mümkündür:
1- Kendi Kaynaklarımızdan Beslenme Kendi kaynaklarımızdan beslenme kimliğimizi koruma adına son derece önemli olduğu gibi velûdiyeti sürdürme adına da önemlidir. Melez düşüncelerin doğurganlığını sürdürmesi mümkün değildir. Hocaefendi için referans ve beslenme kaynaklarına sadakat âdeta gaye-i hayaldir. “Kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi, bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim.” sözleriyle, bu hissiyatını dile getirmiştir. Kendi kaynaklarımızın yeni bir medeniyet inşâı adına yeterli olduğuna yürekten inanır; “Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve iman sistemimizin içinde vardır; elverir ki o kaynağı ve o ruhu ilk zenginliğiyle kavrayabilelim.” sözleriyle bu inancını dile getirir. Kendi kaynaklarımızdan nasıl besleneceğimizi de “Biz de kendi mazi, kendi mânâ köklerimize sığınarak, örneklerimizi zamanın bulandıramadığı lâhûtîliğin enginliklerinden almalıyız” sözleriyle dile getirir ve idealindeki kahramanı “kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasını bilen” sözüyle resmeder. Batı, Rönesans döneminde İslâm dünyasından ve diğer kültür havzalarından birçok şey almıştır, ama esasta dayandığı iki ana temel Roma ve antik Yunan medeniyetleridir. Farklı kültürlerden aldığı her bilgiyi bu iki potanın içine atıp eritip tanınmaz hâle getirmiş ve kendine göre yeni bir şekil vermiştir. Yeni tekevvünün tarihî tecrübe üzerinde serpilip gelişeceğini, “Tarihimizin bidâyetinden günümüze kadar gelen evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn çizgisi ve ruhâniyetleri üzerinde serpilip gelişeceğini ümit ettiğimiz gayretlerimiz, ikinci bir Rönesans hareketinin başlangıcı olacaktır.” sözleriyle dile getirir. İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ının kudsî kaynaklarımız, tarihin altın dilimlerindeki örnek şahsiyetler, kendi ilim disiplinlerimiz ve şiir ve edebiyat gibi kendi kültürel birikimimiz üzerinde yükseleceğini, “Bu yeni tekevvün, bizim kendi târihî değerlerimizden, kendi medeniyet, kendi kültürümüzden ve kendi romantizmimizden doğacaktır.” şeklinde ifade eder. Ancak o, tarihin basit bir tekrarını değil, tarihî tecrübenin yeniden üretilmesi gerektiğini vurgular. “Tarihe mirasçı olmak demek, geçmişin bilinen-bilinmeyen, büyük-küçük bütün birikimine, bu birikimi nemâlandırmaya, yeni terkipler meydana getirmeye, sonra da bütün bunları gerçek mal sahibi olan gelecek nesillere intikal ettirmeye vâris olmak demektir.” sözleriyle, tarihî birikimin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini dile getirir.
2- Evrensel Metafizik Batı Rönesans’ı ile bizim Rönesans’ımız arasındaki en temel farklardan birisi de metafizik düşüncedir. Batı düşüncesi ruhu ihmal etmiş, fizik ötesini yok saymıştır. Her şeyi bir şeye bağlayan ve eşya ve hâdiselere bütüncül bakmayı temin eden metafizik buud eksik kaldığında kâinatı ve hayatı anlamlandırmak mümkün değildir. Metafizik düşünce, bize her şeyi kuşatıcı bir bakış açısı ve yeni terkipler yapma imkânı sunacaktır. Bu sebeple o, tarihî birikimimizi ve geçmişteki örnek şahsiyetlerin “zamanları ve mekânları saran aşk u şevkini, çağımızın usûl, üslûp ve metodlarıyla harman yaparak, Kur’ân’ın devirleri aşan ve eskimeyen ruhuna, dolayısıyla da evrensel bir metafiziğe ulaşmak” gerektiğini vurgular.
Metafizik düşüncenin temel özelliği ilhama açık olmaktır. Yalnızca akıl ve mantık değil aynı zamanda vahiy ve ilham yeni metafiziğin temelleri olacaktır. İnsan, kâinat ve topyekün hâdiseler gerçek sahiplerinin referansı çerçevesinde değerlendirilmeli ve varlığın mâverâsı iyi okunmalıdır. Bir yandan varlık analitik bir mülâhaza ile ele alınmalı öte yandan varlık ötesi gerçekler tutarlı bir şekilde değerlendirilmelidir. Kur’ân, kâinat ve insanın benlik sırları kavranmadan hakikati bir bütün olarak anlamak ve evrensel bir metafiziğe ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple varlığı tam kavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce, hem ilmî araştırma çifte usûlunün kabul edilmesi gerekmektedir. Kalb ve kafa arasındaki tıkanıklıkların açılması ile birlikte insan enfüsünde ilham ve düşünce koridorları meydana gelebilecektir.
3- İlim ve Araştırma Aşkı Hocaefendi; İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ının “Akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek”le mümkün olduğunu gençlerimizin “ilimle, fikirle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayıp mutlaka kendi yenilenmemizi (Rönesans) tahakkuk ettirmeliyiz.” şeklinde ifade eder. Varlığın özüne ulaşmak, oradan fizik ötesine bir pencere açmak ilimlerin nihaî gayesidir. İmanın insana kazandırdıklarını anlatırken inanan insanı, “Varlığı ve varlığın perde arkasını elli bin defa kurcalar; elli bin defa eşya ve hâdiseleri imbikten geçirir; her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarını araştırır.” sözleriyle tasvir eder.
İlimlerin gelişmesi insanlardaki araştırma aşkının inkişafına bağlıdır. Toplumun her kesiminin ilme yönelmesi yeni yetişecek gençleri ilim ve araştırma hususunda şevklendirecektir. Günümüzde ulu dirilişin gerçekleşmesi gönüllerin aşkla coşup şevkle köpürmesine bağlıdır. “Zira aşk olmadan, neticesi itibarıyla kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir.” Toplumun topyekün ilme yönelmesi ilim ve araştırma aşkını körükleyeceği gibi ruhlarda uyandırılacak heyecanlar da insanımızın şevkini artıracaktır. Zîrâ aksiyon ve hareket önce ruhta başlar. İnsan ruhundaki ilâhî aşk, hareketin sınırsız ve sırlı güç kaynağıdır. Bu sebeple Hocaefendi, “İlk hareket, ruhun hareketidir.” demiştir. Ruh dünyasında başlayan hareket ve aksiyon düşüncenin derinleşmesini, hayata yansımasını temin ettiği gibi kişinin yeniden kendine dönüp tefekkürde derinleşmesini sağlar. Böylece kişi, kısır döngü ve taklitten kurtulup kendi düşünce ufuklarımız istikametinde aktif hâle gelir. Düşünce ve aksiyon insanı “Hareketten düşünceye, düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahat kullanmasını bilen bir hamle insanıdır.” İnsanın yaratılış gayesidir hareket. Bu sebeple bütün insanî kemalât hareket ve aksiyona bağlanmıştır.
4- Hür Düşünce ve Eleştiri Modern ilimler yeniden gözden geçirilmelidir. Zîrâ modern ilimler birçoğu itibarıyla tıkanmış ve kendini yenileme imkânını kaybetmiştir. Hür düşünce, sürekli araştırma ve doğurgan eleştirilerle ilimler yeni baştan ele alınmalıdır. Ancak bu zor vazife için her şeyden önce hakikat aşkıyla yanan ve hür düşünebilen insanlara ihtiyaç vardır. Hocaefendi: “Pek çok yanlarıyla çürümüş ve demode olmuş bugünkü skolâstik düşünce sistemlerinden ruhumuzu kurtarmak için en azından Descartes gibi ‘hür olmayan düşünce düşünce sayılmaz’ diyebilmeliydik.” sözleriyle, hür düşünce ve eleştirinin vazgeçilmezliğini ortaya koyar ve “Hür olabilme, hürriyeti duyabilme insan iradesinin önemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirli kapısıdır.” der.
Allah’ın halifesi olma unvanıyla eşyaya müdahale edecek cins kafalar, çelik iradeli ve hür düşünceli insanlar, ilimleri İslâmî düşünce menşûrundan geçirerek yeniden temsil ve ifade etmelidir. Zîrâ kâinatı yaratan Allah Celle Celâluhu, kâinatın ve hayatın sırlarını Kur’ân ile açıklamıştır. “Bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var.” ifadesi, işte bu münasebeti ortaya koymakta ve tefekkür metodunu göstermektedir.
Hocaefendi’nin üzerinde durduğu ancak fazla açmadığı hususlardan birisi de “riyazî düşünce”dir. Riyazî düşünce, kâinatta var olan nizam ve ölçüyü keşfedecek sistemli ve mantıklı düşünebilme, aşırılıklardan sakınma ve fantezi arayışı içinde olmama şeklinde anlaşılabilir. Riyazî düşüncenin bir yanı da düşünceyi mücerret ifade edebilme ve olaylar arasında bağlantı kurabilme kabiliyetidir. İlim ve fennin gelişmesi açısından bu düşünce metoduna ihtiyaç bulunduğu gibi aynı zamanda insanı ve hayatı doğru yorumlayabilme açısından da riyazî, yani matematiğe dayalı düşünceye ihtiyaç vardır. Zîrâ “Matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. O, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hattâ düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizle buluşturur.”
Hâsılı, dünya tarihindeki bütün büyük dönüşümler insandaki değişimle başlamıştır. Zihin ve gönül dünyasının değişimi ile birlikte insanın hayata ve kâinata bakışı da değişmiştir. İnsan çevresini kendi düşünceleri ve inancı ekseninde kurabilmek için, içinde yaşadığı kültür ortamını dönüştürmelidir. Çevre kültürlerden ya da geçmişten kendisine intikal eden bilgi birikimini süzgeçten geçirmeli, sonra da kendi dokusuna uygun bilgileri aktif bir şekilde özümseyip dönüştürebilmelidir. Bilginin özümsenip, sahiplenilebilmesi ise, düşünce sistemimize adapte edilmesine ve tevhid eksenli yorumlanmasına bağlıdır. Her şeyin menşeini Cenâb-ı Hakk’a bağlayıp, varlığı yaratılış gayesine uygun idrak edip yorumlama ile birlikte bilginin mahiyeti değişecek; eşya yeni bir buud kazanıp âdeta canlanacak ve anlamlı hâle gelecektir. İlim düşüncesi ve fikir hürriyeti toplumun her kesimine ulaştırılmalıdır. Geçmişte ferdî dehaların üzerinde yükselen ilimler, bugün tek tek insanların çalışmaları ile ilerletilemeyecek seviyede genişlemiş ve karmaşıklaşmıştır. Topluluk şuuru ile herkesin işin bir tarafından tutması ile ancak ciddi ve ufuk açıcı araştırmalar gerçekleştirilebilir. Ayrıca toplumun ilme yönelmesi ve değer vermesi, kabiliyetli insanların himmetlerini ilmî araştırmalara yönlendirmesine vesile olacaktır. “Gerçek, sahih ve kalıcı vilâdetler” ilim ve araştırma aşkının toplumun her kesimine yerleşmesi ile mümkün olabilir. Sürekli metafizik gerilim içinde, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak, doğurgan tartışmaların önü açılmalı ve gelecekteki Rönesans’ımızı kuracak temel esaslar üretilmelidir. Geleceğin aydınlık günlerine doğru yürürken hayatın bazı alanlarında gerçekleşen kısmî başarılarla yetinmek doğru değildir. Her şeyin yeniden gözden geçirilip, yeni kalıplara dökülüp ilimlerin önü açılmalıdır. Temel klâsik ilimlerimiz dahi en azından yeni terkiplerle sunularak, insanlar her alanda yenilik ruhuyla coşturulmalıdır. Elde edilen başarılarla yetinmeden hep daha ilerisi ve kalıcı olanın peşinde olmak Rönesans düşüncemizin temel dinamiği olmalıdır. Hocaefendi’nin sözleriyle ifade edecek olursak; “Cenâb-ı Hak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin. Tâ ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz.”
* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi
atekines@yeniumit.com.tr
Kaynaklar Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmi’u’s-sahîh, İstanbul 1315. M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir 2005. ----------, Çağ ve Nesil Serisi. İbn Asâkir, Keşfu’l-mugattâ fî fadli’l-Muvattâ, Kahire 1954. Peter Burke, Avrupa’da Rönesans, çev. Uygar Abacı, İstanbul 2003. Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Tezkiretu’l-huffâz, Haydarâbâd 1956. Züheyr b. Harb, Kitâbu’l-İlm, nşr. Salih Tuğ, İstanbul 1984.
.
.
BATILI GÖZÜYLE İSLAM VE MEDENİYETİ
Dr. Kenan Dildar
AddThis Sharing Buttons
7
Bugünkü batı medeniyeti sadece kendi kültür birikiminin neticesi olmayıp, bilhassa ilim ve teknoloji sahasındaki gelişmelere temel teşkil eden düşünce itibariyle İslâm medeniyetinin büyük nisbette tesiri altında kalmıştır. Bu duruma bazı İnsaflı batılı bilim adamları da işaret etmektedirler. Meselâ, R. V. Bodley şöyle der: "Rönesansı İslâmiyete borçluyuz."
Charles Seignebos ise "Şarklılarla temas ile garplılar medenileştiler. Bu medenileşmenin suret-i vukuu, tamamen malum değilse de, bizim (garplıların) Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur" demektedir.
John Davenport "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerim" isimli eserinde şöyle der: "Müslümanlar arasında, fen ve san'at 600 senelik bir müddet yükseliş hayatı geçirmiş olduğu devrede, bizim Hristiyanlarımız arasında en kaba barbarlık olduktan başka edebiyat dahi sönük yaşıyordu".
Gustave Le Bon diyor ki: "Avrupa'nın bütünüyle karanlık bir vahşet devri yaşadığı sıralarda İslâmın hâkim olduğu iki büyük şehirde, Bağdat ve Kurtuba'da yeryüzünü parlak ışıklarıyla aydınlatan iki medeniyet sürüyordu."
Maurice Bucaille de "Kitab-ı Mukaddes, Kur'ân" (Bucaille, 175) isimli eserinde şu satırlara yer verir: "Müslümanların yükseliş çağı olan Miladî 8. ve 12. asırlar arasında, bizim hristiyan ülkelerde bilimsel gelişmeye kısıtlamalar uygulanırken, İslâm üniversitelerinde dikkati çekecek kadar bilimsel araştırmalar ve buluşlar gerçekleştiriliyordu. O dönemde kültürün görülmemiş ve yeni imkânlarının bulunduğu yer, İslâm dünyasıdır. Kurtuba'da Halife'nin kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva ediyordu."
G. Rivoire ise bu hususta "Kuzey Afrika ve Endülüs medeniyeti zirveye tırmanırken bencil ve karamsar bir kısım kilise, hastalığı İlâhî bir ceza olarak kabul ettiklerinden fizikî rahatsızlığı ortadan kaldırmayı hedef alan tıp ilmine karşı takındıkları tavır gibi" demektedir.
H. G. Vells (Keskioğlu, 63-64) "Kısa Dünya Tarihi" eserinin 162. sayfasında: "Müslümanların her fethettikleri ülkede bilim gelişti. Sekizinci yüzyılda, müslüman olmuş bütün ülkelerde öğretim ve eğitim teşkilatı mevcuttu. Dokuzuncu yüzyıl İspanya'dakİ Kurtuba mektebindeki bilginler, Kahire, Bağdat, Buhara ve Semerkand'daki bilginlerle muhabere ediyorlardı. Aristo'nun ve İskenderiye medresesinin saçtığı, fakat pek uzun bir zaman kısır kalmış olan tohumlar şimdi filizleniyor, meyvelerini vermeye başlıyordu. Matematik, tıp ve fizik bilimleri alanlarında büyük ilerlemeler oldu. Biçimsiz Roma rakamlarının yerini bugün hâlâ kullandığımız Arap rakamları aldı. Sıfır işareti ilk defa icad edilip kullanılmağa başlandı. İslâm düşüncesi, Fransa'nın İtalya'nın ve bütün Hristiyan âleminin ortaçağ felsefesine yeni bir hayat kazandırmıştır."
Fransız Rosenthal ise İslamiyetin İlime nasıl iyi bir zemin oluşturduğunu şöyle açıklıyor: "İslâm'da olduğu ölçüde hiçbir inanç sisteminde din—ilim kaynaşması ayrılmaz bir şekilde gerçekleşmemiştir."
Aldo Micli "La Science arabe" isimli eserde "Endülüste birçok hristiyan öğrenci okumakta idi. Doğudan mühim kitaplar getirtiliyordu. İslâm ilim ve felsefesi 9-11. yüzyıllar arasında olgunlaştı ve 12. yüzyıldan başlayarak Sicilya ve Endülüs yolundan batıya geçmeye başladı. Böylece batıda büyük bir tercüme devri açıldı " cümlelerine rastlıyoruz.
Philip K. Hitti ise "İslâm Tarihi" (Hitti, 3/919) isimli eserinde batının İslâm medeniyetinden etkilenişini şu şekilde açıklıyordu: "Gerçekten de bu bilgi akımı, onikinci asırda o kadar kuvvetli ve canlı bir hale dönüşmüştü ki, Endülüs üzerinden Avrupa'ya taşmaya başlamıştır."
Corci Zeydan "İslâm Medeniyeti" İsimli eserinde görüşlerini şu şekilde açıklar: "Eski medeniyet, İslâm Tarihi ile biter, halihazır medeniyet ondan meydana gelir." Yine aynı yazar İslâmiyetin medeniyet teşkili için ne kadar müsait bir zemin oluşturduğunu şu cümlelerle açıklar: "Yunanlılar, İranlılar devlet teşkilinden hayli asırlar sonra âlem-i medeniyete isbat-ı vücud edebilmişlerdi. Halbuki müslümanlar devlet teşkil ettikten yalnız bir asır sonra medeniyetlerini, faaliyet-i akliyelerini âleme göstermişlerdir. İkinci ve üçüncü asırlarda ise, İslâm Düşüncesi bütün cihanı istilâ etmiş idi."
Sigrid Hunke de (Hunke, 18) "İslâm Güneşi" unvanlı kitabında takdirlerini şu şekilde sergiliyor: "İşte bu çağda müslümanların Batı ile 750 yıl kadar devam eden yakın komşulukları esnasında, dünyanın kültür nakleden bir camiası olduğunu, Yunanlılara nazaran beşer kültürünü en az iki misli geliştirip Batı'ya birçok mevzularda doğrudan doğruya tesir ettiklerini kim söyleyebilmekte, bundan kim bahsedebilmektedir?" Yine aynı yazar (Hunke, 125) "Rönesansımızın üstadları, onun için Yunanlılar değil, bilakis müslümanlar oldular" Sİgrid Hunke batının doğudan etkilenişini şu cümlelerle belirtiyor: "Yasaklara ve resmi husumete rağmen Batı, teknik, sağlık, hijyen ve devlet organizasyonu bakımından İslâm medeniyetinin umumi kültür varlıklarına yakınlık peyda etti. Yavaş yavaş onun zihnî mirasını eline geçirdi. Bu sayede asırlarca süren bir uyuklama ve uyuşukluk devresinden kurtularak, nihayet kendi kanaatleriyle emsalsiz bir yükselişe doğru harekete başladı. Tabiatiyle Batı, İslâm medeniyetinden yalnız ilim sahalarında değil, bu arada hayatın bütün sahalarında ve san'atta da yaşayışını daha zengin, daha güzel, daha sıhhî daha mes'ut yapan sayısız küçük fakat mühim ilhamlar aldı." (Hunke, 461)
Cl. Sanchez Albornoz "Espagne et L'İslâm" isimli eserinde şunları söylemektedir: "Tabiatiyle artık bugün ortaçağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa'dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısında müslüman İspanya'nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır. Arapların İspanya'daki faaliyetleri hakkında incelemeler yapan büyük üstadlar Mağrib — İspanyol kültürünün genişliği, derinliği, parlaklığı konularında bize yeni ufuklar açıyorlar. Bu kültürün felsefe, bilgi, edebiyat, hülasa Hristiyan Avrupa kültürünün bütün kollarının gelişmesinde büyük bir tesiri olduğunu gösteriyorlar. Onlar bu tesirlerden ortaçağ düşüncesinin şâhikaları sayılan Saint Thomas ve Dante'nin bile kurtulamadığını ifade ediyorlar. Hiç şüphe yok, Pirenelerin iki tarafında veya Akdeniz sahillerinde pek çok kimseler, bu önemli tesiri kabul etmekten bir çeşit tiksinti ile çekiniyorlar. Bugün elde bulunan deliller, bu iddiaları kabule bizi mecbur bırakıyor ve hemen hergün bunlara yeni vasika ve delillerin eklenmesi mümkün oluyor. Rönesans hareketinin doğmasından asırlarca evvel, Kurtuba'da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk menbaları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır."
R.Sediltot ile ayni ismi taşıyan Sedillot: "Histoiregenerale des Ara bes" isimli kitabında batının nankörlüğünü şöyle anlatır: "Müslümanları ve onların bütün Ortaçağ boyunca yeni medeniyet üzerine icra ettikleri tesiri unutulmaya mahkum etmekte herhalde hususi bir kasd olsa gerektir."
Batının nankörlüğü Prof. E.F. Gautier'in "Moeurs et coutumes des Musulmans" isimli eserinde şu şekilde anlatılıyor: "Rönesansın ilk kekeleme anları öyle bir devre tesadüf etti ki, barbarlıktan uyanmakta olan Avrupa, İslâm medeniyetine bitkin bir hürmetle bakmaktaydı: Taklidine imkân olmayan bu örnek karşısında cesaretini kaybeden Garb'ın kolları sarkıyor. Herhalde biz bugün de tamamiyle aksine bir ifrata düşüyoruz. Irkî dalaletlere dayanan bu sersemce nankörlüğümüzden dolayı kendi kendimizi ne kadar ayıplasak yeridir." Yine aynı eserin 282. sahifesinde: "Bizim rönesansımız İslâm medeniyetinin hatırasını çabuk unuttu; halbuki ona karşı çok büyük minnetleri vardır."
Humbolt "Cosmos" isimli eserde: "Müslümanlara bugünkü anlamında telakki etmeğe alışık olduğumuz ilimlerin gerçek kurucuları gözüyle bakılmalıdır. Onlar, eskilerin hemen hiç bilmedikleri fennî ve İlmî tecrübelerde bulunarak çalışmak seviyesine ulaşmışlardır" demektedir. (A. Rıza, 141-42)
Auguste Comte (A Rıza 142) da bunu teyid eder: "Müsbet ilimleri Avrupa'ya sokan müslümanlardır" der ve ilave eder: "Fethettikleri ülkelerde, ilmî araştırma eğitimi yapacak mektepler kurar kurmaz, umumi bir şevk, üstün seviyedeki seçkin aydınları, bu yeni ışığa doğru sevketti. Müsbet ilimlerin ehemmiyeti daha başlangıçta papalık tarafından dahi hissedildi ki, ruhbanın birçok kıymetli ileri gelenleri ve bu arada iki papa bile eğitimlerini tamamlamak için Kurtuba'ya gidip İslâm müderrislerinden ilmî müşâhede ve araştırma usulleri eğitimi gördüler."
Diğer taraftan Draper şunları yazar: "Müslümanlar ilmi geliştirip yazarken, hatta yeni ilimler geliştirirken, Avrupa bugünkü Güney Afrika zencilerinin olduğu kadar medeniydi. Müslümanların felsefede, matematik ve astronomide, kimya ve tıbda elde ettikleri, askerî başarıları ile sağladıklarından daha büyük ve daha devamlıydı." (A. Rıza, 142)
Dr. Gustave Le Bon da eserinde şu satırlara yer verir:"Müslümanların ilmî çalışmaları ve buluşları incelendiğinde, hiçbir milletin, bu derece kısa bir zamanda bu kadar fazla sayıda keşifte bulunmadığı ve verimli olmadığı görülür." İslâmın müsbet ilim metodu, tecrübe ve müşâhede etmektir. Kitaplarda okumak ve üstadların nazariyelerini tekrarlamak ise Ortaçağ Avrupa'sının metodu olmuştur. Aradaki fark fevkalâde esaslıdır." (A. Rıza, 142)
Meşhur Fransız matematikçisi Montucla "Histoire des Mathematiques" isimli kitabında hayranlığını şu şekilde anlatır:"Müslümanlar uzun zaman ilmin yegâne sahipleriydi, 11. Yüzyılın karanlıklarını dağıtmaya gelen ilk ışıkları onlara borçluyuz. Bu dönem içinde matematikde şöhret kazanabilmiş herkes ilimlerini Müslümanlardan elde etmişlerdir." (A, Rıza, 170)
Viardod da "La Civillisation des Arabes" ünvanlı kitabında Müslümanların medeniyete temel teşkil ettiğini şu cümlelerle anlatır: "Dante, Petrarque ve Boccace, Rönesans'ın bu babaları, Provence aydınlarını üstadları sayıyorlardı. Provence aydınları da Arapların müridleri olduklarına göre, edebiyatın olduğu kadar ilmin de yolunu Avrupa'ya açan Araplar olmuştur." (A. Rıza, 179)
Lecky "Rasyonalist Felsefe Tarihi" adlı kitabında: "Avrupa'nın entellektüel anlamda uyanışı ve canlanışı ancak eğitimin manastırlardan üniversitelere, Muhammedi bilimin ve sanayideki bağımsızlığın kilise saltanatını parçalamasından sonra başlayabilmiştir" demektedir.
John Davenport ise "Kur'ân ve Mesajı" isimli eserinde şöyle der: "Bilim ve kültür dâvasına Müslümanların gösterdiği saygıdan daha derin bir saygı gösteren millet gelmemiştir. Bir İslâm şairi: "Bir bilgin gördüğüm zaman onu karşılar ve ona değer veririm" der. Hz. Peygamberin birçok hadisi bilim ve kültüre en içten saygı ile doludur. "Bilginlerin mürekkebi şehidlerin kanı gibidir." "Kalem ve mürekkeb -yani eser- bırakanlara cennet kapıları açıktır." "Dünya dört şeye dayanır: Bilginlerin bilgisi, büyüklerin adaleti, iyi insanların ibadeti, yiğitlerin cesareti." Fakat daha önemlisi, müslümanların dünya zenginliğini önemsiz bir şey tanımaları, buna karşılık bilimi en değerli şey saymalarıdır." "Müslümanlar arasında bilim ve sanatlar 600 yıl boyunca parlak bir hayat sürerken bizim aramızda en kaba bir barbarlık egemendi. Edebiyat da en sönük günlerini yaşıyordu."
Mosheim ise şöyle demektedir: "X. yüzyıldan başlayarak Avrupa'ya yayılan, hikmet, astronomi, felsefe ve matematik gibi bilimlerin Arap okullarından alındığı, özellikle Endülüs müslümanlarının Avrupa felsefesinin üstadı oldukları muhakkaktır."
KAYNAKLAR
1) Abdülaziz bin Abdullah: İslâmın Getirdikleri. Bir yay.lst.983,s.88
2) Ahmed Rıza: Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası. Üçdal yay. İst. 1982, S:141,' 142, 170, 172, 179.
3) Ateşmen, M: İslâm. Yaylacık matb. İst. 1973, S:35, 112, 131, 136.
4) Aydın, M: Bilgi, Bilim ve İslâm, İsav yay. İst. 1987, s:65
5) Bammat H: İslâmın Çehresi. Fatih matb. İst. 1975 s: 103.
6) Bammat, H:Garp Medeniyetinin Kuruluşunda Müslümanların Rolü, Bahar yay. İst. 1966 s: 20.
7) Bucaile, M: Kitab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim, Silm Matb. İzmir, 1981 s:175. Danişmend, İ. H: İslâm Medeniyeti, Yağmur yay. İst. 1983 s: 18 - 20.
9) Durant, W: İslâm Medeniyeti, Tercüman 1001 temel eser. İst. s: 84
10)Gürkan, A: İslâm Kültürünün Garbı Medenlleştirmesi. Akçağ yay. İst. 1969 s:252, 256.
11)Hltti, P.K: Ulâm Tarihi. Boğaziçi yay. İst. 1980. 3/919
12)Hunke, S: İslâm Güneşi. Bedir Yay. İst. 1975 s: 18, 124, 461.
13)Keskioğlu, O: Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri. Diyanet yay. Ank. s.63.
14)ülken, H.Z: İslâm Felsefesi, Selçuk yay. s: 304.
15)Zeydan, C: İslâm Medeniyeti Tarihi. Fatih yay. İst. 1976 1/3, 21.
16)Seyyid Ali Eşref, Hasan Bilgrami: İslâmi Üniversite Kavramı. Risale yay. İstanbul 1988 s: 43.
17)Davenport, J: Kur'ân ve Mesajı. Kültür Basım yay. birliği, İstanbul, 1988 S: 34-36.
.
İslâm Şehirciliğine Nostaljik Bir Bakış
Dr. Veysel Nargül
AddThis Sharing Buttons
112
Bizdeki bu, gökleri ve yeri, bir arada ruhlara duyurma şehircilik, bina ve peyzaj zevkiydi ki, Piyer Loti gibi kimselerde, cennet bahçeleri kadar âsûde çınarlarımızın dibinde bir uzun uykuya yatma arzusu uyarmıştı.
İlk İslâm Şehirleri ve İslâm Şehirlerinin Karakteristikleri
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) doğup büyüdüğü, peygamberlikle vazifelendirildiği, insanlığı İslâm’ın hakikatlerine çağırdığı şehir olan Mekke, şehir kültürünün derinden hissedildiği tarihî ve stratejik bir konumdaydı. Bu sebeple Mekke, Kur’ân’da “ilk ev”, “şehirlerin anası”, “emin şehir” olarak nitelendirilmiştir. Bu açıdan Mekke şehirlerin, Kâbe ise mabetlerin anası olmuş ve yeryüzünün ilk şehir anlayışı, ilk mabed ile birlikte başlamıştır. İslâm’ın kutsal şehri Mekke’yi mânâlı kılan Kâbe’dir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy süreci Mekke’de başlamış ve yüce hakikatler orada insanların zihin, kalb ve ritüellerine egemen olmuştur.
Medine ise, İslâm vahyinin ikinci döneminin yaşandığı, kıyamete kadar insanlık dünyasına ışık tutacak şekliyle sonlandığı bir peygamber şehridir. Hicret’ten sonra tesis edilen “Peygamber Mescidi” ile Medine, gerçek bir şehir hüviyeti kazanmış, medeniyetle entegre olmuştur. Hicret’ten önce Yesrip bir şehir hüviyetine sahip olmayıp tarla ve bahçelerin bulunduğu küçük bir yerleşim birimi iken, Hicret sonrasında Mescid-i Nebevî’nin inşasıyla birlikte şehir bu merkezin etrafında oluşumunu sürdürmüştür. Bu bakımdan Yesrib’in İslâmlaşmasıyla Medineleşmesi birbiriyle paralel devam etmiştir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’deki bu uygulaması esas alınarak sonradan kurulan Kûfe, Basra, Füstat gibi şehirlerde, şehir plânında önce cami yeri tespit edilmiş ve yerleşim cami merkeze alınarak gerçekleştirilmiştir.
İslâm şehirleri, evrensel özelliklerini büyük nispette koruyarak günümüze kadar gelmiş ve Müslümanların din, kültür ve medeniyet bakımından dünyaya açılan penceresi konumunda olmuştur. Bu şehirlerde daima din, inanç ve çok kültürlülük hâkim olmuştur. İslâm şehirlerini diğer kültür ve medeniyet şehirlerinden ayıran belirleyici bazı özellikler vardır. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Kahire, İstanbul gibi şehirler, birbirlerinden farklı özellikleri olmakla beraber İslâm şehirlerinin ortak özelliklerini bünyelerinde taşımaktadır.
Elbette hiçbir şehir bütün özellik ve güzellikleriyle diğer şehirlere tam olarak benzemez. Her birinin coğrafya, iklim, kültür ve tarih mirasından tevarüs ettiği farklı özellikleri vardır. Her medeniyetin kurduğu şehirlerde, ayırt edici özellik olarak, kendini gösteren ana semboller bulunur. İslâm şehirleri, özellikle camileriyle öne çıkmakla birlikte siyasî, ekonomik, eğitim, hukuk vb. alanlarda insanların fizikî ve mânevî ihtiyaçlarına cevap veren pek çok boyutuyla da kendisini belirginleştirmektedir. Kültür ve medeniyetin hâkim olduğu İslâm şehirleri, ferdî ve içtimâî iletişimin İslâm’ın ruhuna en uygun sevgi, saygı, hoşgörü, nezaket ve medenî kuralların hâkim oluşuyla farklılığını hissettirmektedir. Kuruldukları dönemden günümüze kadar bu özellikleri istikrarlı bir şekilde devam etmiş, evrensel özellik ve estetik görünümleriyle şehirlilik ve medenilik vasfını kaybetmeden koruyabilmiştir.
İşte bu durum İslâm’ın içselleştirilen evrensel öğretilerinin şehre verdiği tarihî dinamizmdir. Bu sayede şehirler mânâ kazanmış ve sakinlerini o ölümsüz ilkeleriyle âdeta bir eğitim müessesi gibi eğiterek medenî hâle getirmiştir. Şehre ve sakinlerine ruh veren, onları medenî yapan güç, İslâm’dır, İslâm’ın evrensel kaideleridir. Bu mânâda dinin dışlandığı bir şehirden ve medeniyetten söz edilemez.
Her şehrin bir kalbi vardır. Medine’de Mescid-i Nebevî, ondan sonra kurulan şehirlerde de ulu camiiler, içinde bulundukları şehrin kalbi olmuştur. Müslümanların şehirlerinin tamamında ulu cami vardır ve şehir bu camilerin etrafında şekillenmiştir. Yerleşim bölgeleri, ticarî alanlar gibi özgün mekanlar, camii sonrasında içtimâî önemine göre camiinin etrafında yer almıştır.
Barış yurdu olarak bilinen Bağdat’ın bir şehir olarak kuruluşu da çok özgündür. Dünyanın gözbebeği bir şehir olan Bağdat, kurulduğu günden beri bilim, sanat ve edebiyatta tarih boyunca anılan bir şehir olmuştur.
Şehirler içerisinde haklı bir üne sahip olan Nişabur’da, Nizamiye Medresesi dâhil önemli yüksek okullar bulunur.
Sultan Sencer zamanında dünyanın çok anılan şehirlerinden biri olan Merv de, şehircilik bakımından özgündür. Anlatıldığına göre, şehrin giriş kısımlarında büyük çiçek bahçeleri oluşturulmuş, sabah rüzgârının estiği bölgelere güller dikilmiş ve bu rüzgâr estiğinde de şehrin içerisine gül kokusu yayılırmış. Öğle vaktine doğru nergis bahçelerinden nergis kokusu, akşamüzeri ikindi rüzgârının estiği yerlerde de lâle kokusu, şehrin sakinlerine lahuti bir hava veriyormuş. Bu şehir medeniyeti açısından oldukça yüksek bir düzeydir. Fıskiyeleriyle, bahçeleriyle, botanikleriyle hakikaten insanların huzur içinde yaşadığı cennetvari bir şehir olan Merv, İslâm ilim geleneğinin de en önemli merkezlerindendir.
Osmanlı şehirciliğinde şehrin merkezinde cami yer alır. İkinci halka olarak dükkânların toplu olarak yer aldığı çarşılar bulunur. Son kuşakta ise meskenlerin bulunduğu bir şehir modeli mevcuttur. Merkez, daima dinin ve mukaddesatın en ideal mânâda yaşandığı yerlerdir. Merkezin, ilk bakışta din dışı gibi görünen ama din ile sıkı sıkıya irtibatlı olan ticarete ve sivil hayata dalga dalga yayıldığı değişmez odak olduğu görülür. Daha da ayrıntıya girilecek olursa Osmanlı şehri, İslâm ahlâkının ve aynı zamanda teknik ve idari becerilerin mekâna yansımış biçimidir. Kendisine ait kültür dokusuyla renklendirilmiş örneklerdir.
Şehre Kimlik Kazandıran Unsurlar
Şehir, bulunduğu yerin insanlarının ürettikleri ile değer kazanır. Geleneğimizde şehre mensubiyet kişiliğin ve kimliğin bir parçasıdır. Bu kişilik ve kimliğin oluşmasında insan unsurunun çok önemli bir yeri vardır. Ankaravî denildiğinde Ankaralı, Bursevî Bursalı, Davudu Kayserî denildiğinde Kayseri akla gelir. Dolayısıyla insan ile şehir arasında sıkı bir münasebet vardır. İnsanlar şehre mensubiyetiyle tanınır ve şehre kimlik kazandırır.
Mimarî yapılar ve mabetler de şehre karakter kazandırır. Taç Mahal, Elhamra gibi üstün sanat tasarımıyla inşa edilen tarihî eserler, bulundukları şehrin şöhretini geleceğe taşımaktadır. Süleymaniye ve Sultan Ahmet camileri gibi mimarî özellikli eserlerde, o medeniyetin bütün medeniyet birikimlerini görmek mümkündür. Çünkü mimari eserlerin gerisinde, o eserleri meydana getiren ruh vardır. Mimarî eser, aynı zamanda o eserleri üreten zihniyetin ve değerlerin tabiat ve metafizik algısını yansıtır. Meselâ Müslüman şehirlerindeki camilerin hepsi aydın ve ferahtır. Sanat harikası ulu camiler, İslâm estetiğinin değerini yansıtır. Şehre rengini veren bu mimarî eserlerde hem şehrin hem de medeniyetin karakteristiği görülür. O bakımdan minarelerden okunan ezanlar, o burçlarda dalgalanan ay-yıldızlı bayraklar ve minarelerin âlemleri, bu toprakların ötelere uzanan simgeleridir.
Kaybolan Değerlerle Yüzleşen Şehirler
Günümüzde sağlıklı bir şehirleşmenin yaşanamadığı mega kentlerde, birtakım problemlerle karşı karşıya gelinmiştir. Geleneksel değerlerin ve bağların yitirildiği şehirlerde yaşamanın entelektüel, sosyo-kültürel gereklerine sahip olmadıkları için bir uyum sorunu yaşanmaktadır. Bugün birçok şehir, geçmişte sahip olduğu özelliklerini yitirmiştir. Şehirde kaybolan değerler, dinî, kültürel ve sosyal zenginlikler şehirleri yeniden değerlendirmeyi, mevcut sorunları tespit ve çözüm önerileri geliştirmeyi kaçınılmaz hâle getirmiştir. Kaybolan değerleri, fizikî donanımları ve sakinleri ile şehri yeniden inşa etmek gerekiyor. Şehir ve insan birbirinin varlık sebebidir. İnsan şehrin ruhu, şehir de o ruhun cisimleşmiş hâlidir. İnsan, maddî ve mânevî bütün nitelikleriyle kendisiyle özdeş özelliklerini kaybederse, buna bağlı olarak şehir de şehir olma özelliğinden yoksun kalır.
Şehirler, şehir olma özelliğini kaybetmeye başladıktan sonra insan şehirle, şehir de insanla bir mücadeleye başlamıştır. Günümüzde şehir, kaybettiği insanını yani ruhunu aramaya başlamıştır. Ruhundan soyutlanmış şehir, birçok insanı hayal kırıklığına uğratmıştır.
İnsan şehirde öncelikle kendisini sonra da şehri inşa etmelidir. Kendini bilgi, birikim, duygu ve düşünce boyutuyla inşa edemeyenlerin, fizikî ve mânevî çevrelerini inşa etmeleri düşünülemez. İnsanın içinde yaşadığı şehrin imkânlarını gerektiği gibi kullanması, şehirli olmanın erdemlerine ulaşması, fert olarak şehir kültürünü içselleştirmesi, sanata, bilime, kültüre katkıda bulunması, tarihi ile bütünleşmesi, ahlâkî birtakım özelliklere sahip olması, kişiyi gerçek anlamda şehirli bir fert hâline getirecektir.
Şehrin sorunlarını çözmek, kültürünü, çevresini inşa etmek için İslâm’ın ilkelerinin belirleyici bir önemi vardır. İslâm’ın değerleriyle bezenmiş ve şekillenmiş tarihî şehir tecrübesi, bizlere bu konuda çok önemli bir örnektir. Tarihî tecrübeler dikkate alınarak ortaya konacak çözüm önerileri, bugünün şehir problemlerine kalıcı çözümler getirmenin en etkili yöntemi olacaktır.
Nasıl Bir Şehir?
İslâm, insana ferdî sorumluluklar yüklediği gibi sosyal sorumluluklar da yüklemiştir. İslâm’ın idealize ettiği toplum hayatı, büyük ölçüde şehir hayatını gerekli kılmaktadır. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında bunu görmek mümkündür. Hicret’ten önce zulüm ve anarşinin kol gezdiği Yesrib’i sevgi, şefkat, merhamet ve yardımlaşma temeline dayalı ortak bir ruh ve düşünce dünyasında birleştiren ve bu şehri “Medine-i Münevvere/Aydınlık Şehir’ yapan anlayış iyi anlaşılmalı ve özümsenmelidir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’nin çok kültürlü, çok inançlı hayatını tanzim ederken, bir taraftan akraba ve komşu haklarını gözetmiş, diğer taraftan farklı inanç gruplarını ötekileştirmeden herkesi aynı şehrin ve bir tek toplumun dokusunu oluşturan unsurlar olarak kucaklamıştır.
Köyden kente göç ile gecekondulaşma, çarpık kentleşme, çevre problemleri, kapkaç gibi ciddi sorunlar yaşadığımız günümüzde, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehre dâir uygulamaları, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bu kapsamda Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehrin tenhalaşmasını, bir yerde nüfus yoğunlaşırken, diğer bölgelerde nüfusun azalmasını, dolayısıyla şehrin bir noktaya yığılmasını teşvik etmemesi konusu, evrensel bir şehircilik ilkesi açısından dikkate alınabilir. Bununla beraber Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) içtimâî ve medenî hayatın kaçınılmaz bir gereği olan nezaket ve saygı kuralları üzerinde çok ciddi durması da günümüz şehirciğinde fertler arası diyalogun sağlıklı bir zeminde yürümesi konusunda günümüze ışık tutan önemli bir ilkedir. İslâm’ın şehrin imarından ayrı düşünülemeyecek çevre düzenlemelerine ve yeşili korumanın önemine verdiği önemi anlamak için Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’nin etrafında oluşturduğu koruluk alanını hatırlamamız yeterli olacaktır.
Mekânın değeri, içinde bulunanlara göredir. İnsanlar, gelenek ve değer yargılarına göre yaşadıkları mekânları şekillendirir. Tarihe altın harflerle geçen medeniyetlerin, medeniyet seviyelerini günümüze kadar gelen ölümsüz eserleriyle tanırız. İstanbul’daki yalı ve konaklar, Ankara kale içindeki bahçeli evler, Safranbolu’nun kendine özgü sevimli konakları, Diyarbakır, Antep ve Maraş’ta taş işçiliğinin mükemmel örneklerinin sergilendiği ihtişamlı yapıların hepsinde, o devrin insanlarının zarafetini, letafetini, dünyaya ve eşyaya bakışını görürüz.
Günümüz mimarisi ve yerleşim alanları ile geçmişi kıyasladığımızda tarihî yapılarda ortak noktaların bulunduğu görülür. Gelir durumuna bağlı olarak bazı farklılıklar olsa da, hemen her evde ayrıntı gibi görünen fakat önemli şeyler vardır. Gömme dolaplarında ebeveyn odalarındaki banyolara benzer banyolar görülür. Bazılarında yüklük, gardırop mevcuttur. Evlerin tefrişinde, işlevselliğin önplânda olduğu görülür. Mahremiyete uygun inşa edilmiş evlerin pencereleri çoğunlukla baklava dilimli kepenklerle dışarıdan içerinin görülmesine imkân vermeyecek fakat dışarıyı seyretmeye müsait bir şekil ve konumda dizayn edilmiştir. Hemen her evin ufak ya da büyük bir avlusu bulunur. Günümüz şehirlerinde genellikle beton duvarlar arasında sıkışmış durumdayız.
Hayat kalitemizi içinde yaşadığımız mekânlar belirlediğine göre, hayatımızı sürdürdüğümüz evlerimiz, psikolojik ve sosyolojik gelişimimiz için de çok büyük bir önem arz etmektedir. Haklı bir övgüyle bahsettiğimiz Avrupa şehirlerin en önemli özelliği, tabiatla iç içe olması, yerleşim alanlarında kişi başına düşen yeşil alan hesaplaması yapılması, belli mesafeler gözetilerek uygun yerlere park ve bahçeler yapılmasıdır.
İslâm, fert ve toplum hayatında şehir plânlamasına büyük bir değer atfetmektedir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) estetik anlayışına göre çevrenin düzensiz ve kirli olması mümkün değildir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), oğlu İbrahim’in kabri hazırlanırken: “Kabrin içinde bir çukur görüyorum.” buyurunca kabirci, Ey Allah’ın Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “O ne fayda verir ne zarar.” şeklinde karşılık vermiştir. Peygamberimiz eliyle kabri düzeltirken şunları ifade etmiştir: “Onun ölüye zarar vermeyeceği doğrudur. Fakat dirinin gözüne zarar verir/dokunur. Kul bir iş yapınca Allah onu en mükemmel yapmasını ister.” İşte bu perspektif, Müslümanların sahip olması gereken estetik anlayış ve zevkin oluşmasına zemin teşkil eden bir bakış açısı olarak kabul edilebilir.
Bu mânâda Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehir plânlaması konusunda da somut önerileri olmuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’de yapılacak evlerin aralarında mesafeleri, yolların genişliğini bizzat kendisi belirlemiştir. Buna göre yolların çeşitli yerlerden gelen develerin rahat geçebileceği bir genişlikte bırakılmasını, normal genişliğin en az yedi zira (yaklaşık 5.5 metre) olmasını talep etmiştir. Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bu uygulaması yolların, insanların ve taşıtların çok rahat gelip geçeceği genişlikte olması şeklinde yorumlanmalıdır.
Yine bu çerçevede Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara mutlu yaşama ile ilgili tavsiyelerde bulunurken daima başkalarının mutluluğuna zarar vermemeyi gözetmiştir. Bir Müslümanların yaşadığı evlerin geniş, yüksek ve avlulu olmasını tavsiye etmiştir. Bu hususlara dikkat edilerek yapılan evler, ev sahibinin rahat bir psikolojide yaşamasını sağlarken, yakın komşulara zarar verilmesini de önlemektedir. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), rüzgârını kesmemesi bakımından evinin damının komşunun evinin damından yüksek tutulmamasına dikkat çekmiştir ve bunu komşu hakları kapsamında değerlendirmiştir.
İslâm tarihinde modern ve sağlıklı şehirleşmeye dair canlı misâller vardır. Basra şehrinin mevkii ve plânı bizzat Hz. Ömer tarafından tespit edilmiş ve on mil mesafedeki Dicle nehrinden şehre kanal açılmıştır.
Kûfe’nin inşası ve şehir plânı hususunda da Hz. Ömer açık talimat vermiş, buna göre ana caddeler kırk, ikinci caddeler otuz, üçüncü caddeler yirmi, tali yollar yedi kol boyu genişliğinde düzenlenmiştir. Kırk bin kişinin namaz kılabildiği caminin etrafında geniş ve boş alanlar bırakılmıştır.
İslâm mimarisinde sade ve yalın inşaat malzemelerine bağlı kalınmış ve enerji kaynağı olarak ışık ve rüzgâr gibi temiz ve ucuz doğal enerji çeşitleri kullanılmıştır. Cami ve ev avluları içinde kirlenmemiş tabiatın sükûnetini, ahengini ve huzurunu yeniden oluşturarak şehirler inşa edilmiştir. İslâm şehirlerinin kalbinde ibadet için düzenlenen mekânlar, eğitim, zanaat ve ticaret işleri için düzenlenen alanlar, özel hayat ve kültürel faaliyet için oluşturulan alanlarla da hep iç içe olmuştur.
İslâm medeniyetinde insanla tabiat arasındaki dengenin korunmasına -ister küçük bir köyde isterse büyük bir şehirde- maksimum düzeyde özen gösterilmiştir. Müslümanların elinden çıkmış ev, cami, cadde, pazar ve şehir hayatının bütün diğer unsurları, tabiî faktörlerden maksimum ölçüde yararlanma esasına dayanıyordu. Evleri serinletmek için kullanılan rüzgâr kuleleri, yaz aylarında serinlemek için yapılan serin bodrumlar, hazırlanan yeraltı sarnıçları bunun ifadesidir. Günümüzde de rüzgâr ve güneş enerjisi gibi atığı olmayan tabii enerji kaynaklarından çokça istifade edilerek çevre kirliliği problemini azaltacak alternatifler geliştirilebilir.
Sonuç
İnsanoğlu tarihte kısa zaman aralıklarıyla devam edebilmiş erdemli şehirlerde yaşama mutluluğuna ve ayrıcalığına sahip olmuştur. Tarihin en erdemli şehirleri peygamberlerin Allah’ın (celle celâluhu) vahyine mazhar oldukları, o ulvî duyguları yaşadıkları kutsal mekânlardır. Mekke, bütün şehirlerin anası ve insanlar için ilk ev olma özelliği taşımaktadır. Kudüs, Davut ve Süleyman peygamberlerin krallıklarına mekân olmuştur. Medine ise İslâm’ın din olarak en mükemmel temsil edildiği bir mekânda tezahür ettiği muhteşem bir şehirdir. Bu üç şehrin de kurucu değerleri İlâhî ve ahlâkî sembollerdir. Ancak bütün şehirlerin, İlâhî ve ahlâkî değerler üzerine bina edildiğini söyleme imkânı yoktur. Aktiviteler olumlu alanlara yönlendirilemediğinde şehir, kötülük ve felaketin potansiyeli hâline de gelebilmektedir. Şehir bu tehlikeye her zaman açıktır. Bu tür tehlikelerin hâkim olduğu modern şehirler, tehlikenin ağına yakın veya ağın içinde olan insanlar için açık bir hapishane, orada yaşayan insanlar da müebbet hapis cezasına çarptırılmış bahtsız ve mutsuz mahkûmlar gibi yaşarlar. Bu özellikleri nedeniyle şehirler güven ve emniyetten uzaktır.
Hâlbuki dinlerde ve kadîm geleneklerde, hayat ve yaşama sanatı da kutsaldır. Bir şehrin yönetimi ülkenin ve ailenin yönetiminden, kısaca mânevî ve ahlâkî değerlerden ayrı düşünülemez. İnsan, kendi öz varlığındaki hakikatleri keşfedip, varlığı ile âlem arasındaki ilişkinin mahiyetini öğrenemedikçe, kendini ve çevresini düzenleme ve yönetme bilgisine de sahip olamaz. Şu hâlde şehrin kurtuluşu insanın kurtuluşuyla yakından ilgilidir. Mademki insanın bozulması kâinatın bozulmasına sebep olmaktadır. Bu durumda insanın kurtuluşu, varlığın sosyal ve tabi çevresinin, yani şehrinin de kurtuluşuna yardım edecektir. Bu mânâda her şey insanda başlamakta ve yine insanda bitmektedir.
İnsanlar var oldukça şehirler de var olacaktır. Çünkü şehirler, insanlığın kendisini en mütekâmil hâle getirebileceği önemli mekânlardan biridir. Şehir, ahlâk ve düzen gerektirir. İnsanın her yönüyle daha iyi bir noktaya erişme arzusunun tatmin edilebileceği yerlerden biri olan şehir, insan fıtratının ait olduğu asli dünyadan kopmayı da zarurî kılar. Bu durum şehirli insanın varlığını her an hissettiği bir gerilimdir. İşte bu gerilim, şehirde yaşamayı cazip kılmaktadır. Fakat şehirlerin bu gerilime dayanıklı hale getirilmesi gerekir.
Aksi hâlde şehir, kendisine yüklenen misyonu yerine getiremeyeceğinden sahip olduğu ahlâkî erdemlerden uzaklaşır. Neticede bundan şehirde yaşayan insanlar zarar görür. Şehirleşmenin bir neticesi olarak, içtimâî yalnızlık, izolasyon ve güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, kentleşmenin ortaya koyduğu yabancılaşmaya sebep olmaktadır. Şehirleşme, ferdi kendi yalnızlığı içine çekmekte, arkadaş ve tanıdıklarıyla olan içten bağlılığını, akrabalık dayanışmasını azaltmaktadır. İçtimâî diyalogları asgari düzeye inen fert, güçsüz ve dayanıksız hâle gelmektedir. Böyle bir süreç, şüphesiz özellikle köyden şehre gelen insanların sağlam bir zeminde olmadıklarını göstermektedir. Görülüyor ki şehirleşme, bünyesinde fizikî olduğu kadar sosyal problemler de üretmektedir. Bugün özellikle kendisi ile çevresi arasındaki dengenin iyi kurulamaması, insanın kendi ruhî ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan mekânda olmasının bir sonucudur.
Şehirde yaşayan insanlar genellikle başkalarıyla alâkasız ve yalnızdır. Onların bir bölümü fizikî olarak, çoğunluğu ise iç yalnızlığının sıkıntıları içerisinde yaşamaktadır. Onlar birçok insanla iletişim hâlinde olmalarına karşılık, bu münasebetler tatmin edicilikten uzaktır. Şehirlerde yaşayan insanlar, birçok arkadaşa sahip olduklarını düşünürler. Fakat arkadaş kelimesinin mânâsı değişmiştir. Geçmişin arkadaşlıkları ile mukayese edildiğinde yeni arkadaşlıkların çoğu önemsiz bir alâka şeklindedir.
Gerçekten yüz binlerce hattâ milyonlarca insanın yaşadığı şehirlerde insanlar, kalabalıklar içinde yalnızlıkları yaşamakta ve çoğu zaman üstesinden gelemedikleri problemler karşısında sessiz çığlıklarını kimseye duyuramamaktadır.
Netice itibariyle şehirlerdeki mevcut problemlerin tespiti, teşhisi ve bunlara çözüm üretmek için fertlere, ailelere, okullara, resmî veya özel iş alanlarındaki her seviyeden insana görevler düşmektedir. Dahası, her kademeden kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütüne de mevcut şartların iyileştirilmesi, daha dinamik hâle getirilmesi için birçok plân ve projenin hayata geçirilmesi noktasında çok önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. İnsanların fizikî ve ruhî ihtiyaçlarını maksimum düzeyde karşılayan, insanı yabancılaştırmayan ve toplumun saygın bir üyesi olduğu hissini daima canlı tutan, onu hiçbir şekilde dışlamayan daha yaşanabilir bir şehir plânlaması ve şehir yönetim anlayışı benimsenmeli ve gereği imkânlar ölçüsünde yapılmalıdır
İslâm Medeniyetinde Hastahaneler
Sabri Çap
AddThis Sharing Buttons
1
İslâm'ın umûmi mânâda ilme verdiği ehemmiyetin bir neticesi olarak tıp ilmi de hızlı bir şekilde gelişmiş, henüz hicrî 1-2. asırlarda İslâm dünyasının önemli ilim dallarından birisi haline gelmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in "Allah yaratmış olduğu bütün hastalıklar için şifa da yaratmıştır."1 hadîsi muvacehesinde Müslümanlar bütün hastalıklar için, çareler aramışlardır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in tıpla ilgili birçok tavsiyeleri bir araya toplanmış, "et-Tıbbü'n-Nebevî" İsmiyle çeşitli kitaplar yazılmış ve hadîs kitaplarının bölümlerinden birini "Kitabü't-Tıb" oluşturmuştur.
Tıp ilmine gerekli ehemmiyeti veren Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in, basit mânâda da olsa, ilk tedavi merkezlerini kurduğunu söyleyebiliriz. Zira, bazı seferlerinde Resûlullah (s.a.s)'in, savaş esnasında yaralananların tedavisi için cephe gerisinde bir çadır tahsis ettiği, Rufeyde el-Eslemi, Ümeyme bint Kays, Ümmü Atıyye el-Ensâriyye, Ümmü Sinan el-Eslemiyye, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen ve Nüseybe el-Mâziniyye (radiyallahü anhünne) gibi sahabiyyelerin savaşlarda hemşirelik, hastabakıcılık, hekimlik yaptıkları bilinmektedir.2
İşte Resûlullah Efendimiz (s.a.s)'in bütün hastalıkların şifasının bulunduğuna dair müjdesi müvacehesinde Müslümanlar daha ilk devirlerden itibaren tıbba ve tıbbî müesseselerin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Biz bu yazımızda İslâm medeniyetinde hastahanelerin durumunu anlatmaya çalışacağız.
İslâm'ın, "İnsanların en hayırlısı insanlar için en faydalı olandır." düsturu fehvasınca İslâm dünyasında birçok sosyal yardım müesseseleri ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de hastahanelerdir. İslâm tarihinde, temeli vakıflara dayanan hasta haneler "Dârü'ş-Şifa, Dârü's-Sıhha, Dârü'l-Âfiye, Bimâristan, Bimarhâne Mâristan, Dâru't-Tıb, Şifâiyye" gibi isimlerle anılırlar. İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi Peygamber Efendimiz (s.a.s) devrine kadar götürmek mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastahanenin hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam'da Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir. Bununla beraber İslâm hastahanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim Harun er-Reşid'in, yapılan her caminin yanında bir hastahanenin açılması için emir verdiği rivâyetler arasındadır.3
Will Durant, Abbâsî devrindeki sağlık hizmetleri ve hastahaneler hakkında bize şu bilgileri vermektedir: "O devirde İslâm dünyasında 34 hastahane vardı. Bildiğimiz en eski hastâhane Bağdat'ta Hârun er-Reşid tarafından kurulmuştu. X. yy'da beş hastahane daha açıldı. 918 yılına ait bir kaynakta Bağdat hastahaneleri Müdürü'nden bahis vardır. İslâm âleminin en büyük hastahanesi ise 706'da Şam'da kurulmuştur. 978 yılında bu hastahanede çalışanların sayısı 24 idi. Tıp öğretimi daha çok hastahanelerde yapılıyordu. İmtihandan geçmeyen ve devlet tarafından verilen diplomaya sahip olmayan kimse asla hekimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşanlar da devletin kontrolü altındaydılar. Hekim-vezir Ali b. İsa 931 yılında tedavi için şehirden şehire dolaşmak maksadıyla, özel bir doktorlar birliği kurmuştu. 931 yılında Bağdat'ta 860 diplomalı hekim vardı."4
Abbasiler döneminde gelişen hastahaneler daha sonra hemen hemen her tarafta vakıf olarak ortaya çıktılar. Selçuklular zamanında da gelişmesini devam ettiren bu hastahanelerden; Şam, Bağdat, Musul ve Mardin'de inşa edilenleri pek meşhurdur.
"Hastahaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları XII. yy'dan itibaren hastahane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına Dâru'ş-şifa, Dâru's-sıhha, Bimâristan, Mâristan gibi isimler vermişlerdir.
Selçuklu hastahaneleri başlangıçtan itibaren tıp öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tıp fakülteleri gibi çalışmışlardır. Meselâ, Kayseri'de Gevher Nesibe tarafından 602/1205'de, Sivas'ta İzzeddin Keykâvus tarafından 614/1217'de yaptırılan hastahaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpâre binalar olarak hizmet görmüşlerdir."5
Selçuklular döneminde Anadolu'da yapılan önemli Dâru'ş-şifalar şunlardır:
Kayseri'de Gevher Nesibe (1206), Sivas'ta İzzeddin Keykavus Şifahânesi (1217), Divriği'de Turan Melik Darü'ş-Şifası (1228), Konya Darü'ş-Şifası (1219-1236), Çankırı'da Atabey Cemâleddin Ferruh Darü'ş-Şifası (1235).6
"İktisadî ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arzeden Selçuklu Devleti'nde tababet o derece ehemmiyet kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabada mevcut hastahanelerde tedavi meccânî olup, her birinin büyük vakıfları vardır."7
"Selçuklular, sağlık hizmetlerini yürütmek için sadece hastahane yapmayı yeterli görmemişler, nerede sıcak ve şifalı bir su kaynağı bulmuşlarsa orayı derhal imar ederek bu sulardan istifadeyi düşünmüşlerdir.8
Osmanlılar'da da sosyal yardım müesseseleri arasında sağlık müesseseleri oldukça boldur. Osmanlılar'da ilk hastahanenin ise, devletin kuruluş yıllarında Sultan Orhan tarafından Bursa'da açıldığı bilinmektedir. Böylece devletin tıpla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çıkmış olmaktadır. Bununla beraber Osmanlılar'ın, tam teşkilatlı diyebileceğimiz ilk hastahanesi Bursa'da 801 (M.1399) tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından şehrin doğusunda, Uludağ'ın eteğinde kurulmuştur. 1400 senesi Mayıs'ında, Bursa kadısı Molla Fenârî Mehmed b. Hamza tarafından vakfiyesi tertip edilmiş olan bu hastahanede vazife görmek üzere, Sultan Bayezid, Memlûk hükümdârı Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabip göndermesini rica etmiş, o da Şemseddin Sağîr isminde bir tabip yollamıştır.9
Ayrıca Osmanlılar'da medreselerin bünyesinde açılan Dârü't-Tıp'lar, tıp tahsili yaptırmakla beraber, devrinin en gelişmiş hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı.10
Osmanlılar'da kurulan önemli hastahaneler olarak Bursa'da Yıldırım Bayezid (1339), İstanbul'da Fatih (1470), Edirne'de Bayezid (1488), İstanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa'da Sultan III. Murad (1591), İstanbul'da Sultan Ahmed (1671) hastahaneleri zikredilebilir.11
Alman Seyyahı Fugger, 1589'da İstanbul'da 100 hastahane olduğunu belirtiyor. Y. Öztuna bu rakamı mübalağalı bulursa da bu rakam İstanbul'da çok sayıda hastahane bulunduğunu göstermektedir. IV. Murat zamanında (1623-1640) İstanbul'da 9 hastahane ve 19 imaret bulunduğu ise, resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır.12
HASTAHANELERDEKİ DURUM
Hemen her büyük vakıfta, bir Bimarhâne veya Dâru'ş-şifa denilen hastahaneler bulunurdu. Osmanlılarda hastahanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlı medrese hastahaneleri de çok zengin akarlara sahipti ve hiçbiri devletçe yaptırılmamıştı. Hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Haseki, Gurâbâ, Şişli Etfal hastahaneleri, bu vakıf hastahanelerin günümüzde de hizmet vermeye devam eden örnekleridir.13
"Dâru'ş-şifaya müracaat eden fakir hastalar zamanlarının en hâzık ve tecrübeli doktorları, göz hastalıkları mütehassısları ve cerrahları tarafından muayene ve tedavi edilmekte ve ilaçların en pahalı ve iyilerinden faydalanabilmektedirler. Hastahaneye yatırılanlar da orada her türlü ihtimamı görmekte, çamaşırları ve kendileri yıkanmakta, türlü devalar, şerbetler ve kuvvet ilaçları ile hastalara şifa imkânları sağlanmaya çalışılmaktadır. Ölenler için teçhiz ve tekfin masrafları da, bu hastalara gösterilen ihtimamların son bir alâmetidir. Hastalıkları zamanında daha fazla yardıma ihtiyacı olan yoksul kişiler için ümit ve teselli kaynağı bir sığınak vazifesini gören Dârü'ş-şifaların, gerçek bir hayır ve şefkat müessesesi olarak vazifelerini gördüklerine şüphe yoktur."14
"İslâm âlemi, hastahanelerinin kalitesi ve techizatı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. 1160'ta Nureddin'in, Şam'da kurmuş olduğu hastahane üç asır boyunca bedava hasta tedavi etti. Ve ilaç dağıttı. Bu hastahanenin bacasının tam 270 yıl hiç sönmeden tüttüğü söylenir. Kahire'de 1285'te yapılan hastahane bütün Orta Çağ'ın en büyük hastahanesiydi. Hastahane, büyük ve şadırvanlarla serinletilmiş bir avlunun etrafına yapılan dört binadan meydana geliyordu. Çeşitli hastalıklar için ayrı ayrı bölümler olduğu gibi, nekahet devresini geçirenler için de ayrı bir kısım vardı, hastahanenin lâboratuvarları, perhiz mutfakları, banyoları, kütüphanesi, mescidi, konferans salonu vardı. Burada genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir, esir-hür farkı gözetilmeksizin herkes tedavi edilirdi, hastahaneden taburcu edilen herkese hemen işe başlamaması için, ayrıca para da verilirdi. Uykusuzluktan ızdırap çeken hastalara musiki dinletilir, özel şahıslar bunlara hikâyeler anlatırdı. İslâm'ın, bütün büyük şehirlerinde ruh hastaları için özel yerler vardı."15
"Halife ve sultanlar, vücuda getirdikleri hayır müesseselerini hükümdar saraylarına has mobilyalarla tefriş etmişlerdi. Devletin en yüksek memuriyetlerindeki uyuma ve ikâmete mahsus odaları süsleyen bütün konfor halka tamamen açık bulunan hastahane tesislerinin hasta odalarıyla yatak ve banyolarına naklolunmuştu."16
"Yalnız halife ve sultanlar değil, hususî servet sahipleriyle meşhur astronom Sabit b. Kurra'nın oğlu Sinan b. Sabit, torunu Sabit b. Sinan gibi doktorlar, köylere kadar uzanan seyyar sağlık istasyonlarının yanında umumî hastahanelerden başka hapishane hastahaneleri de vücuda getirdiler. Vezir İbn Furât, memurlarının parasız muâyene ve tedavileri için 923 yılında Bağdat'ta bir poliklinik tesis etti."17
Hastahanelerin büyük bir kısmı vakıf hastahanesi olduğundan, hastahanelerde nelere dikkat edileceği ve hastalara nasıl davranılacağı da bizzat vâkıf tarafından tayin edildiğinden bu prensiplere muhalefet mümkün değildi. Bir vakıf hastahanesindeki durumu göstermesi bakımından Mısır Kölemenleri hükümdarlarından Sultan Kalavun'un kurup vakfettiği hasta-hanenin vakfiyesini kaydetmek istiyoruz: "Ben bu hastahaneyi Müslümanların, kadın-erkek hastalarının tedavi edilmesi için inşa ettim. Gerek servet sahibi zenginlerden, gerek muhtaç ve fakirlerden Kahire'de ve etrafında oturan veya oraya dışarıdan gelenlerden cinsleri, hastalıkları ve dertleri ne olursa olsun, genç-ihtiyar herkes orada tedavi olabilir. Kadın-erkek bütün hastalar, tedavileri bitip iyileşinceye kadar orada kalırlar. Orada tedavi için hazırlanan her şey ücretsiz sarfolunur. Yerli ve yabancı ayrı tutulmaz, hiçbirine ayrı muamele edilmez. Mütevelli bu vakfın gelirinden hastahanenin ihtiyaçlarını karşılar, hastahane için gerekli olan karyola, yatak, yorgan gibi ihtiyaçları temin eder. Her hastaya, haline uygun olan ve hastalığın gerektirdiği karyola ve yaygılarını hazırlar. Onlardan her birinin tedavisi ile ilgilenir onlara son derece hayırhah davranır..."18
Hastahanelerdeki konforu göstermesi açısından S. Hunke'un zikrettiği ve ortopedik tedavi gören bir hastanın babasına yazdığı bir mektup da kayda değer. İşte mektubun bazı bölümleri: "Babacığım; benden para getirmenin lâzım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel... Başhekim bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi, çarşaflar bembeyaz. Her odada akar su var. Soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor..."19
Hastahanelere alınan doktorların durumuna da son derece dikkat edildiği, ehil olmayanların ve hastalara şefkatle yaklaşmayacak olanların hastahanelere alınmadığı görülmektedir. Hekimlerin dikkat edeceği hususlar da açıkça belirtilmekteydi.
Haseki Sultan'a ait, 958/1551 tarihli bir vakfiyede; Dârü'ş-şifa'nın idaresinin, hekimin hastahanede hastalarla olan münasebetlerinin ve mesleğiyle ilgili meselelerin nasıl olması gerektiği hususunda ilgili şu şartlar zikredilmektedir: "Vâkife Hazretleri şart etmiştir ki, iki nefer hâzık, riâyet ve inâyete lâyık, fetanet ve kiyasetle maruf, hazâkat ve ferâsetle mevsuf, tıp ve hikmet kanunlarını bilen, onların bilumum meselelerini tafsilatı ile ihata eden, mizac ahvâlinin hususiyetlerini anlayan, ilaç tertip etmekte mahir olan, şurup ve macunların ahvâlinde tecrübeli, onların, hastaların ahvaline mülayim veya mübayin olanlarına vâkıf, iş görme ve birçok tecrübelerle ilimlerini tekid etmiş ve türlü ahvâl ve atvâl müşâhedesiyle mâriflerini ilerletmiş, ilim tahsilinde ve tatbikatta zamanlar geçirmiş, onları tamamlama hususunda vakitler harcamış kimse doktor olup, bunlardan her biri serin kalpli, kerîm ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, iyi iş yapar, ince kalpli, uysal, akraba ve ecânib hakkında hayır diler, nasihatte tatlı dilli, hoş sözlü, güler yüzlü, makbul huylu olmalıdır. Hastalardan her birine candan dost gibi, re'fet ile nazar eder, onları asık surat ile karşılamaz, onlara az da olsa vahşet ve nefret uyandıracak söz söylemez. Zira sözde bulunan sert bir kelime, bazen hastaya en büyük dertten daha ağır gelir. Belki hastalara en latif ibarelerle söz söyler, onlara en güzel şekilde hitap eder, sual ve cevapta en şefkatli yolu tutar. Zira sarf olunan nice sözler vardır ki, onlar hastanın nezdinde cennet kevserinden, zülâl ve selsebilden daha tatlıdır. Hastalara şefkatlidir. Hastanın tatlı söze ihtiyacı daha çoktur. Hastalara şefkat ve riâyet kanatlarını indirir, döşer... Onların üzerine inâyet ve himaye kemerlerini gerer... Bu iki tabipten biri bu yazılan şartlara riâyet eder ve bu kaideleri olduğu gibi muhafaza eyler, sene ve ayların ve günlerin her birinde bu şartlardan bir tanesini bile ihmal ve ihlal etmeden bunlara tamamıyla riâyet etmek mecburidir. Her kim ki bu sayılanlardan birini ihlâl eder, üzerine aldığı vazifelerden birini ihmal ederse, vazife mukabili almış olduğu şey ona haram olur. Âhirette de azab ve gazaba düçâr olur..."20
Hastahanelerde fazla miktarda hasta yığılmaları görülmediği gibi, doktor başına düşen hasta sayısı da oldukça azdır. "II. Bayezid'in 23 Mayıs 1484'de, tahta geçmesinin 3. yıl dönümünde bizzat temellerini attığı muazzam Edirne Sultan Bayezid Külliyesi'nde 167 görevli çalışmakta, hastahane 50 kişilik olduğu halde hekim ve hizmetkâr olarak 21 personeli bulunmaktadır ki, bu durum bugünkü modern hastahaneleri bile kıskandıracak bir durumdur."21
Yine batılı seyyah Menavinus, İstanbul'da Bayezid Külliyesi'nin, akıl hastalarına mahsus bölümünde birbirinden tecrid edilmiş 40 akıl hastasına 150 hasta bakıcının hizmet verdiğini nakletmektedir.22
1539'da Manisa'da Kânûnî'nin annesi Vâlide Hafsa Sultan tarafından inşa edilen Manisa Dârû'ş-şifası'nın 20 hastalık kapasitesi bulunmakta, büyük ölçüde ayakta da hasta tedavi edilen bu hastahanede, 5 hekim (bir başhekim, bir operatör, bir akıl hastalıkları mütehassısı, 2 göz hekimi), 4 eczacı ve buna göre personel bulunmaktadır.23
İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği görülmektedir. "İslâm dünyasında hastahaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı. Yâkubî ile Mes'ûdî, eserlerinde Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının tedavisine tahsis edildiklerini belirtirler. Mes'ûdî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hızkıl Akıl hastahanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir. Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastahanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece delilerin tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastahane olmak şerefine daha layıktır. Çünkü bu müessese, batıda ancak XV. asırda ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastahanelerle mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir."24
Akıl hastalarının tedavisi hususunda Evliya Çelebi bir misal olarak şu bilgileri verir. "Yapılışından birbuçuk asır sonra Edirne'de II. Bayezid tarafından tesis edilmiş bulunan vakıf hastahanenin akıl ve ruh hastalarına mahsus bimârhane kısmını gezen Evliya Çelebi burada çiçek yetiştirilerek, onların güzelliği ve kokusuyla hastaların tedavi edildiğinden, bu maksatla bilhassa lâle, sümbül, reyhan, karanfil, nesrin, yasemin, deveboynu çiçeklerinin kullanıldığından, ayrıca musiki ile tedavide de bilhassa nevâ, rast, dügâh, segâh, çârgâh, sûznak, zengûle, bûselik makamlarının çok iyi netice verdiğinden ve haftanın iki günü hastahaneye bağlı eczaneden her isteyene bedava ilaç dağıtıldığından bahsetmektedir."25
Ayrıca pek çok hastahanenin tabhâneleri vardı, hastahanelerden taburcu edilen zayıf hastalar bir müddet buralarda misafir edilir, daha sonra evlerine gönderilirdi. 26 Sağlık hizmetlerinin hemen hemen tamamını yürüten vakıfların, ayrıca gezici sağlık ekipleri oluşturduklarını, hastahaneye gidemeyen hastalar için evlere ücretsiz doktor gönderdiklerini de görmekteyiz. Zira Kütahya'da Germiyanoğlu Yâkup Çelebi'ye ait bir vakfiyede şu şartlar zikredilmektedir: "Ve dahi anda kim ki hasta olan olursa ona hekim götüreler, ilaçettireler ve hekim hakkın vereler ve anda ölen olursa kefen ala, ahsen kılalar."27
İster zengin, ister fakir olsun, tıbbî tedavileri karşılığı hastalardan bir dirhem bile masraf alınmadığı, yatma, iaşe ve ilaçların tamamen bedava olduğu, ayrıca fakir olan hastalara taburcu edilirken kendilerine bir kat elbise ile bir aylık iaşe masraflarını karşılayabilecek miktarda para verildiği malumumuzdur. 28 hastahanelerin pek çoğu vakıflara bağlı oldukları için, daha sonra gelen hükümdarlarca statüleri değiştirilmemiş, böylece uzun müddet daha sağlık hizmetlerini rahatça yerine getirme imkânı bulmuşlardır.29
BATIYLA MUKAYESE
Burada kaydedeceğimiz ifadeler size biraz nostalji gibi gelebilir veya 'züğürt tesellisi' kabul edebilirsiniz. Doğrusu ben de aynı kanaatteyim. Lakin şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim: Dün, böyle medeniyetler kurabilen bir neslin torunlarına, günün teknolojik imkânları içinde daha güzellerini kurmak yakışır; bu aynı zamanda bir borçtur. Bu alıntılardan kastımız, dünü zikrederek avunma değil, aksine himmetleri gayrete getirmedir.
"Müslüman hastahanelerine benzer şekilde, yalnız hastalarla onların bakım ve tedavilerine mahsus müstakil hastahane binaları, batıda ancak haçlı seferlerini takiben kuruldu."30 Akıl hastalarına İslâmî tarzda itina gösterilmesi istikametinde ilk mütereddit adımı ise, 1751'de İngiltere attı. 18. asrın sonlarında Fransa'da Doktor Pinel, yaptığı mücadeleler sonunda zincirlere bağlı delilerin hapishanelerden azad edilip, doktorların ellerine tevdi olunmalarını sağladı.31
"Bilindiği gibi İslâm tıbbı, VIII. asırdan XVII. asra kadar Avrupa tıbbına hâkim olmuştur. Avrupa tıbbının çok geliştiği XVII. asırda bile Türk hastahanelerini Avrupa seyyahları çok beğenmekte ve hayranlıkla anlatmaktadırlar. Zira kendi ülkelerindeki hastahaneler henüz o derecede mükemmel değildi. XVII. asırda Osmanlı, hâlâ Avrupa'ya ilaç ihraç etmektedir. Ve XVII. asra kadar Avrupa üniversitelerinde Arapça'dan çevrilmiş tıp kitapları okutuluyordu...
1596'da Dresden'de yapılan hastahane için, Bursa'da Yıldırım Dâru'ş-şifası'nın plânı esas alınmıştı. Türk kaplıcaları, mimarisi, mûsikîsi, kıyâfetleri, silahları taklit edilirken ve Türklerden aşı öğrenilirken, hastahaneler de örnek alınıyordu.
Türk hastahanelerini Avrupa'dakilerden ayıran çok mühim bir özellik, Türk hastahanelerinde din farkının gözetilmemesidir. Hiçbiri dinî müessese değildir. Avrupa'dakiler hepsi dinîdir ve çoğunda aynı mezhepten olmayanların tedavisi de mümkün değildir...
Diğer bir ayrılık, Avrupa hastahanelerinde hekim bulunmaması idi. İlk hekim Strasburg hastahanesi'ne 1500 yılında tayin edilmiştir. Türk hastahanelerinde ise, daima çeşitli branşlarda birkaç hekim bulunuyordu. Leipzig'de ilk hastahane doktoru 1517'de, Paris'te ise 1536'da görülür...
Diğer bir fark, Avrupa'da hastahanelerin tıbbiyelerle ilgisinin olmaması, tıp okullarının tatbikat hastahanelerinin bulunmaması idi. Selçuklular devrinde olsun, Osmanlılar devrinde olsun, hastahanelerin çoğu, tıp medreselerinin tatbikat hastahaneleri idi. XVI. asırda Verona'da İbn Sina'nın eserlerini okutan bir profesörün, bir hastahane-de ilk defa klinik dersi vermesi, sansasyon olarak telâkki edildi. Tıp talebesi, hastahanede hasta göremiyordu. Türkiye'de ise tıp müderrisi, talebesi ile medreseye bağlı hastahanede çalışıyor ve hastaları talebesine gösteriyordu."
Evet, tarihimiz eğitimde, sağlıkta, sanatta, mimaride, edebiyatta ve topyekûn sosyal müesseselerde eşsiz hazinelere sahip. Yitirdiğimiz bu hazinelerimize tekrar sahip olabilirsek, yeniden bütün cihana medeniyet muallimliği yapabileceğiz.
Dipnotlar
1- Buharî, Tıb,1.
2- Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/84-85; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n-Nebevi, s. 30,31 (Önsöz) Kahire, 1982.
3- Arsian Terzioğlu, Orta Çağ İslâm-Türk hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten, (1970), XXXIV/128,133 (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar. İst. 1985. s. 135'den naklen)
4-Will Durant, İslâm Medeniyeti, s. 106.
5- A. Süheyl Ünver, Selçuklu Tababeti, s.47-48 (Osman Çetin Anadolu'da İslâmiyetin yayılışı, s.210 İst. 1990'dan naklen)
6- Bkz. Mehmet Şeker, İslâm'da Sosyal Yardımlaşma Müesseseleri, s. 132. Ank. 1987.
7- Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 52 (İ. Erol Kozak, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf. s. 19'dan naklen)
8- Osman Çetin, Anadolu'da İslâmiyetin Yayılışı, s. 210,211.
9-1. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 1/544, Ank. 1972.
10- Mehmet Şeker, a.g.e, s. 132. 11- Bkz. Mehmet Şeker, a.g.e. s. 132.
12- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, X1/193.
13- İ. Erol Kozak, a.g.e. s. 23. 14- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/180.
15- Will Durant, a.g.e. s.248.
16- Sigrid Hunke, Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, s. 156 İstanbul 1972
17- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 157.
18- Yusuf el-Kardavi, Fukârâlık ve İsliâm, Terc. Avni İlhan, s. 195-197, İzmir, 1976. 19- Sigrid Hunke, a.g.e., s. 154-155.
20- Haseki Sultan Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 2142 No'lu Vakfiye Defteri, 16-45 (M. Şeker a.g.e. s. 133-135'den naklen)
27- Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 32/617 Nolu Vakfiye Defteri, s. (160-162 (M. Şeker, a.g.e. s. 132,133'den naklen)
28- Sigrit Hunke, a.g.e., s. 157-158.
29- Bkz. Z. Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 214.
30- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 152. 31-a.g.e. s. 179.
32- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/194.
.
Millî Kültürümüzün Bir Yansıması: Vakıflar
Selim Sencer
AddThis Sharing Buttons
Türk-İslâm kültürü, asırlarca İslâm dünyasına bunun da ötesinde insanlığa birçok değer bırakmış ve bırakmaya da devam etmektedir. Bu değerler etrafında, fertler benliklerinden sıyrılarak insanlığa katkıda bulunma iştiyakıyla gayret etmiş, toplum yararına dev eserler ve müesseseler vücûda getirmişlerdir. Bu kurumların sağlıklı bir şekilde hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için, onlara "vakıf" kavramı etrafında hukukî bir kimlik kazandırılmıştır. Vakıf kelimesinin sözlük mânâsı, "hapsetme", "hareketten alıkoyma"dır. Terim mânâsı ise bir malı alınıp satılmaktan ebediyen alıkoyarak Allah yoluna sarfetme, Allah'ın kullarının yararına tasadduk etmektir. Vakfeden kimseye de "vâkıf" denir.1Yardımlaşma ve dayanışma anlayışı, geçmişten günümüze milletimizin içtimâî bünyesinin vazgeçilmez bir unsurudur.2 Bu anlayış, liderlerden başlamak üzere toplumun bütün katmanlarına sirâyet etmiştir. Zîrâ, Türklerin ilk yazılı kaynağı Göktürk Kitabeleri'nde hakanlar, kendilerini ifade ederken, mesûliyet şuuruyla açları doyurduklarını, yoksulları giydirdiklerini ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşıladıklarını anlatmaktadırlar.3Türk-İslâm dünyasında kurumsal mânâda Selçuklularla başlayıp Osmanlı ile zirveye çıkan vakıf hizmetlerinin temelinde Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet olduğu da muhakkaktır.4 Bunu vakıfların tüzüğü hükmündeki vakfiyelerde5 açıkça müşâhede etmekteyiz. Vakfiyelerinde vâkıflar, eserlerini oluşturma gerekçelerinden bahsederken şu âyetlere atıfta bulunmaktadırlar: "O gün ki ne mal fayda verir ne de evlâtlar." (Şuara, 26/88), "Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler." (Bakara, 2/3) "Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz." (Bakara, 2/110), "Yerin üstünde olan herkes fânidir." (Rahman, 55/26), "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katında olan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96) ve "Allah'ın mescitlerini yalnızca Allah'a ve ahiret gününe iman edenler imar edebilir." (Tevbe, 9/8).Ayrıca, vâkıfların Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadîslerini kendilerine referans aldıkları görülmektedir: "Kim Allah için bir mescit inşâ ederse, Allah da onun için Cennet'te bir ev inşâ eder." (Müslim, Mesâcid, 24; Buhârî, Salât, 65) "İnsan öldüğü zaman şu üç şey hâriç ameli kesilir: Bunlar; sadaka-i câriye, insanların faydasına olan ilmî eser, dua eden sâlih bir evlât ." (Müslim, Vasiyet, 14; Ebû Dâvut, Vesâyâ, 14). "Dünya ahiretin tarlasıdır." (Keşfü'l-Hafa, c.I, s.368).Bunlarla birlikte vakfiyelerde vâkıfların, daha birçok âyeti ve hadîsi kendilerine rehber edinerek bu eserleri inşâ ettikleri görülmektedir.Vakıflar, milletimizin seciyesinin ve hayırseverliğinin bir terennümüdür. Bu hakîkat, Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye verdiği öğütte "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın."6 cümlesinde veciz bir şekilde ifâdesini bulmuştur. Sadece devlet erkânı ve zenginler değil, çok az mala sahip olanlar bile çağın şartlarına ve gereklerine göre çeşitli mâhiyette vakıflar vücûda getirmişlerdir. Vakıflar; eğitim, sağlık, bayındırlık, savunma, sosyal ve daha pek çok alanda hizmetlerde bulunmuşlardır.Şimdi birkaç örnekten hareketle konuyu açıklamaya çalışalım. Peygamberimiz'in Medine Mescidi bünyesinde oluşturduğu eğitimi kendilerine model alan ecdadımız, yaptıkları câminin yanına mutlaka bir medrese inşâ etmişler7 veya cami içerisinde bu eğitimin devam etmesini sağlamışlardır. Medreseleri bugünkü mânâda bir yerleşke şeklinde yaparak, öğrencilerin kalacakları yerleri, uygulama alanlarını, temizlik ihtiyaçlarını giderebilecekleri hamamları eğitim yuvalarının etrafında inşâ etmişlerdir.8 Söz konusu kurumlarda, insanı merkeze alan hizmet anlayışının ayırt edici alâmetlerinden birisi de, buralarda görev alacak kişilerin şahsiyet özelliklerine hâssaten dikkat edilmiş olmasıdır. Nitekim, muallimlerin büyük bir titizlik içerisinde devrin ehil kimselerinden seçilme şartı vakfiyelerde belirtilmektedir. Bu da, bize, bugün yeni yeni telâffuz edilen "Toplam Kalite Yönetimi"nin ecdâdımız tarafından o günlerde uygulandığını göstermektedir.Öte yandan Osmanlı'nın yükseliş döneminde medreselerde, dînî ilimlerin yanında fennî ilimler de okutulmuştur. Sahn-ı Semân9 ve Süleymaniye10 medreseleri bunun en güzel örneklerindendir. Eğitime büyük önem veren Osmanlılar, bunun vazgeçilmez bir unsuru olarak da büyük kütüphaneler inşâ etmişlerdir."Hayırda yarışınız." (Mâide, 5/48) âyetini kendine kılavuz yapan bu millet, faydalı eser binâ etme arzusuyla âdetâ birbiriyle yarışmış; halka hizmet etmeyi Hakk'a hizmet kabul etmiştir. Vâkıflar, eğitim müesseselerinin yanında birçok imâret,11 şifahâne,12 sebil,13 çeşme yaptırmış ve vakfetmişlerdir. Hasbîliklerinin ve hizmetlerinin karşılığını da sadece Allah'tan beklemişler, muhtaçlara yardımı, onların en tabiî hakkı kabul edip vermişlerdir. 2. Mahmud'un 1. Abdülhamid için yaptırdığı Eminönü-Bahçekapı'daki Hamidiye imâretinin kapısı üzerinde Kur'ân-ı Kerîm'de ebrârın ağzından aktarılan "Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz." (İnsan, 76/9) sözü bu civânmertliğin göstergesidir."Allah rızası için yaptığınız maddî yardımlarınızı açıkça verirseniz ne güzel! Ama bu hayırlarınızı saklı tutar ve muhtaçlara ulaştırırsanız, bu sizin için daha hayırlı olur ve Allah bu sebeple bir kısım günahlarınızı affeder. Allah, yaptığınız bütün şeylerden haberdardır." (Bakara, 2/271) âyetinden ilham alınarak hayata geçirilen sadaka taşları ise bu toplum fertleri arasındaki yardımlaşmanın ne kadar nazik, zarif ve asilce yapıldığını bizlere göstermektedir.. Herkes tarafından bilinen yerlere konulan taşlara zenginler parayı bırakır, ihtiyaç sahipleri de gece veya hiç kimsenin görmediği bir anda giderek, buradan ihtiyacı kadarını alır, fazlasına tenezzül etmez; durumu düzeldikten sonra da aldığını veya daha fazlasını kendisi gibi ihtiyaç sahiplerine, zor zamanlarında kullanması için bırakırdı.Geçmişte vakıflar, bugün belediyelerin ve daha pek çok kurumun yapamadıkları veya yapmadıkları vazifeleri îfa ederek çok büyük bir boşluğu doldurmaktaydı. Zikri geçen kurumların en güzel örneklerinden birisi Hacı Safvet Bey'in 12 Temmuz 1916'da şehit ailelerinin korunmasına yönelik tesis ettiği "dullar evi"dir. Müessesenin kuruluşunda ihmal edilmeyen ilginç nokta, annelerin şefkatinden mahrum kalmamaları düşünülen şehit çocuklarının da burada kalmasının sağlanması ve eğitimlerinin sürdürülebilmesi için de sorumlu müdîre hanımın görevlendirilmiş olmasıdır.14Ecdâdımız, bir yeri fethettiği zaman, savaş sebebiyle orada oluşan hasarı hemen gidermiş, bununla da yetinmeyerek halk için gerekli olan bütün müesseseleri, zaman geçirmeden, kurduğu vakıflar aracığıyla vücûda getirmiştir. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli nokta imâr faaliyetlerinin tümünde, herhangi bir ırk, dil, din ayrımı yapılmamış olmasıdır. Osmanlı'nın altı asır boyunca üç kıtada kalması ve fethedilen yerin halkı tarafından sevinçle karşılanmasının ve kabul görmesinin en büyük sebeplerinden biri de bu olsa gerektir. Gün gelmiş Osmanlı, Balkanlardan ve Ortadoğu'nun yönetiminden çekilmiş; ama geride dev hizmet müesseselerini bırakmıştır. Yani şeklen oraları bırakmasına rağmen, eserleri ve ruhuyla hâlâ oralarda yaşamaya devam etmektedir. Balkanlarda ve Ortadoğu'daki Osmanlı eserlerinin varlığı bu gerçeğin en açık kanıtıdır.Eski Yugoslavya'da, İslâm Birliği Başkanlığı istatistiklerine göre; iç savaştan önce 6.941 adet eski eserden, 2.060 cami, 740 mescit, 1.210 mektep-medresenin faaliyet gösterdiği tespit edilmiştir. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür ve Tescil Dairesi Başkanlığı Arşivi'nde kabaca yapılan bir tasnife göre Bulgaristan'da 407, Romanya'da 260, Yunanistan'da 854, Bosna'da 162 civarında Osmanlı zamanında kurulan vakıf bulunmaktadır. Tabi ki bu sayı diğer arşiv ve kütüphânelerdeki vakfiye ve belgelerde dikkate alındığında artacaktır.Vakıflar, asırlar boyunca Türk-İslâm medeniyetinin inşâ edici bir parçası olarak yaptıkları hizmet ve gördüğü fonksiyonlarla muhtemel sosyal patlamalara engel olmuş, paylaşma kültürü neticesinde zengin fakir uçurumunun oluşumunu engellemiş, böylece sosyal adaleti ve barışı gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan gelirlerin halkın yararına tekrar sunumu ile ekonominin gelişimine katkıda bulunmuştur. Mevcut vakıf eserlerin devamı için vakfedenlerin dükkân, han, bedesten yaptırmaları ve gelir getirici başka unsurların fabrika gibi küçük işletmelerin işlerliğinin devamını sağlamaları, devlet bütçesi adına mâlî bir disiplin oluşturmuştur.Milletimiz, geçmişte olduğu gibi idealize ettiği ahlâkî değerler istikâmetinde bugün de, Anadolu topraklarından dünyanın dört bir tarafına yayılan emsâli görülmemiş bir yardım kervanı başlatmıştır. Bir nevi Anadolu'da kök salan ve beslenen iyilik ağacı cihânın her köşesine dal budak salmış, meyve vermiştir. Başkalarının rahat ve huzur içerisinde yaşaması adına âdetâ kendini unutan fedâkâr Anadolu insanının yardım elinin Tsunami felâketiyle Endonezya'ya ve Malezya'ya, açlıkla mücadele eden Afrika ülkelerine, savaşla her şeylerini kaybeden Bosna-Hersek, Kosova, Nahcıvan, Filistin ve Lübnan halkına, iftar çadırlarıyla da Balkanlara, hattâ Moskova'ya, New York'a kadar ulaştığı görülmektedir. Pakistan depreminde, Devlet Başkanı Pervez Müşerrerif'in ifadeleriyle devletin yetişemediği en ücrâ yerlere kendilerinden önce digerkâm Anadolu insanı ulaşmıştır. Hele bir ilkokul talebesinin kendisi için hediye alınan bileziği Pakistan'daki kardeşlerine göndermesi Türk milletinin âlîcenaplığının taçlandırılmasıydı. Nitekim o ülkenin devlet başkanı da bu çocuğumuzu devlet madalyası ile mükâfatlandırmıştı.Komşularımızı ve okyanusları aşan bu yardımlarla sağlam dostluklar kuran bizler, Yahya Kemal'in ifadeleriyle kökü mâzide olan âtiyiz. Bu meyânda geçmişte sahip olduğumuz değerlere yeniden sahip çıkmalı, onları çağın şartlarına göre bir kere daha şekillendirmeli ve bugün insanlığın en fazla ihtiyaç duyduğu alanlara cevap verebilecek, toplumumuza ve bunun da ötesinde, dünya insanlığına hayat üfleyecek, iksir olacak müesseseleri kurmalıyız ve yaşatmalıyız.* Araştırmacı-Yazar selim.sencer@yeniumit.com.trDipnotlar 1. Ömer Hilmi Efendi, İthâfu'l Ahlâf Fî Ahkâmi'l-Evkâf, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara (tarihsiz), s.13; Bahaeddin Yediyıldız, XVIII. Yüzyılda Türkiye'de Vakıf Müessesesi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2003, s. 8-9; Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikâtında Vakıf Müessesesi, OSAV Yayını, İstanbul 1996 (II.Baskı); s. 77-78 2. Türkler'deki yardımlaşma anlayışı hakkında bkz. Prof. Dr. A. Caferoğlu, İçtimai Muâvenet, Vakıflar Dergisi, sayı: II, Ankara 1942, s. 185-193; Halim Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri, Vakıflar Dergisi, Sayı:I, Ankara 1938, s. 103-129 3. Mustafa Gökmen, Eski Türk Kitabeleri, İstanbul 1981 (II.Baskı), s. 21,35. 4. Vakıf kurumunun ortaya çıkışıyla ilgili farklı nazariyeler ileri sürülmektedir: Bkz. Fuad Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Akçağ, Ankara 2005 (II. Baskı), s. 299-314 5. Vakfiye, vakıfların hüküm ve kâidelerini ihtivâ eden resmî belgedir. Ömer Hilmi Efendi, a.g.e., s. 15 6. Ahmet Şimşirgil, Kayı, Tarih Düşünce Kitapları, İstanbul 2004 (I.Baskı), s. 10 7. Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1983 (I.Baskı), s. 7 (1-26 arası detaylı bilgi) 8. Bununla ilgili örnek olarak bkz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara 1962, s. 13 v.d.; İbrahim Ateş," Eğitim Hizmetleri Açısından Vakıflar", I. Vakıf Haftası, Ankara 1984, s. 37-41. 9. Fatih Sultan Mehmet tarafından Fatih Camisi etrafına yaptırılan sekiz aded olan yüksek ihtisas medreselerine denir. Fahri Unan, Kuruluşunda Günümüze Fâtih Külliyesi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2003, s. 61-68; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, Nesil Yayınları, (II. Baskı) İstanbul Ağustos 2003, s. 45-99. 10. Süheyl Ünver, Süleymaniye Tıp Medresesi'nin başlangıcından XIX. yy. ikinci yarısına kadar geçirdiği merhaleleri, tarîhî vesikalara dayanarak anlatmaktadır. Süheyl Ünver, "Süleymaniye Külliyesinde Dâruşşifa, Tıp Medresesi ve Dârulakâkîre Dâir", Vakıflar Dergisi, Sayı:2, Ankara 1942, s. 195-207; Kemal Edip Kürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyâtı, Ankara 1962, s. 10, 40-42. 11. Medrese talebeleriyle, fakirler için yemek pişirilerek ücretsiz dağıtıldığı yerlere denir. Bugünkü "aşevleri" anlamında kullanılmakla birlikte; geçmişte imâretler, aşevlerinden daha farklı niteliklere sahipti. Bkz. M. Zeki Pakalın, a.g.e., Cilt:II, s. 61. 12. Geçmişte hastaneler, "Bîmâristân", "Dâruşşifa", "Dârussıhha", "Dârulafiye", "Dârurrahha" ve "Mâristan" olarak adlandırılmaktaydılar. Ancak, Osmanlılar'da daha çok hastaneye "Daruşşifa", "Bîmârhâne", "Şifahâne" veya "Tımarhâne" denilmekteydi. Arslan Terzioğlu, "Bîmâristân", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:6, İstanbul 1992, s.163-177 13. Sebil tabiri, hayır yapmak maksadıyla su dağıtılan, etrafı demir parmaklıklarla çevrili genelde kubbeli yapılar için kullanılır. Bunlara "sebilhâne"de denilir. Su görevliler eliyle dağıtılmaktaydı. Yazın suların soğutulması için dağlardan kar ve buz getirilmekteydi. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü, MEB Yayını, c.III, İstanbul 1983, s.135-136 14. İbrahim Ateş, "Bursa'da İnegöllüoğlu Saffet Bey'in Yaptırdığı Dullar Evi", XII. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1995, s. 25-33.Vakıf Düşüncesi Vakıf; geliri, fakir-fukaraya veya dinî bir müessesenin ikamesine, ihyasına vs. matuf olmak üzere kişinin, şahsî malını mülkiyetinden çıkarmasıdır. Kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu mânâdaki vakfın, Devr-i Risalet'te meydana geldiği ve Seyyidina Hz. Ömer'in de bu düşüncenin bânisi olduğu kabul edilmektedir.Emevi, Abbasi ve daha sonraki gelen İslâm devletleri döneminde vakıf anlayışı, doruk noktaya ulaşmıştır. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise, bu mânâda bir vakıf anlayışının güdükleşmiş olmakla beraber vakıf hizmetleri farklı bir çizgide devam etmiştir. Şöyle ki her seviyede talebe okutmak, onların iaşe ve ibatesini sağlamaktan tutun, göçmen kuşları korumaya kadar uzanan çizgide birçok vakıf kurulmuştur. Bu yönüyle Osmanlı Devleti, değişik kültürlerin ortak devleti olduğu gibi, aynı zamanda bir vakıf kültürü devletidir de.Günümüz Türkiye'sindeki yaygın vakıf anlayışına gelince; bu düşünce âbâ ü ecdad'dan tevarüs edilen şeyleri yeniden bir kez daha ihya etmeye yöneliktir. Ne var ki, bu bir dönemde inkıtaya uğradı, vakıflarla inşa edilip desteklenen müesseseler satışa sunulup, zaman zaman amacının dışında istihdam edildi. Muvakkaten öyle bir inkıta dönemi yaşanmasına rağmen, milletimizin ruh ve mânâ köküne yerleşmiş olan bu duygunun yeniden hayat bulması ve ülke sathına yayılması şâyân-ı dikkattir. Açılan yüzlerce imam-hatip, Kur'ân kursu, camiler ve bu müesseseleri besleyecek vâridât kaynakları bu düşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunların yanı sıra çağını idrak etmişliğin bir ürünü olarak karşımızda duran okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır. Bunlar ruh ve mânâ köküne bağlı, ülkesini hemen her sahada temsil edebilecek seviyede insanların yetiştirilmesi gayesine matuf olarak kurulmuştur. Kuruluş gayesine uygun olarak da hizmet etmektedirler. Bu açıdan böylesi müesseseleri, "Bu milleti tekrar nasıl ikame eder, yeniden nasıl ihtişamını kazandırıp misyonunu eda ettiririz ve geleceğimizi, aydınlık gençliğin, nesillerin omuzlarında nasıl bayraklaşmasını sağlarız?." düşüncelerinin bir arayış ve ürünü olarak görebiliriz. Onun için de bütün insanların bu kervana katılımını sağlamamız ve böylece insanımızın eğitim-kültür seviyesini yükseltme adına gerekli müesseselere omuz verenlerin çoğalmasını temin etmemiz, bizlerin üzerine düşen bir vecibe ve vazifedir.M. Fethullah GÜLEN Fasıldan Fasıla - 3 s. 194
XXXX
Risal - i Nur'da İslam Medeniyeti
Muhammed Ruşdi Ubeyd
AddThis Sharing Buttons
Bediüzzaman, Batı medeniyetine yeni bir anlayışla yaklaşmıştır. Bu medeniyette mehâsin-i kesire nin var olduğunu kabul ederken, Batı nın bu güzelliklerin yegane kaynağı olduğu iddialarını reddetmiş, onun kaydettiği ilmî ve teknolojik gelişmenin başka yan unsurlardan mücerred kalmadığını, onda bütün âlemin katkısının da bulunduğunu, dolayısıyla bu güzelliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu söylemiştir.1
Medeniyet binasının dört önemli direği
Bu medeniyetin binâsında rolü olan en belirgin dört amil şunlardır;
1. Birincisi zaman âmili ki, telâhuk-u efkâr ve terâküm-ü efkârı (fikirlerin birbirini katılımı ve desteklemesi) ortaya çıkarmıştır.
2. İkincisi insan unsuru ki, insanların aralarında telâhuk-u efkâr oluşturmalarını sağlamıştır.
3. Üçüncüsü îmâni unsurdur ki, (Arnold Tonybee bunu ârûhî kıvılcım olarak tabir etmiştir) bu, Bediüzzaman ın dilinde semâvî şerâyi ve hususî şer i Ahmedî , yani vahye dayalı İslâm dan ve O nun şeriatından kaynaklanan bir unsurdur.
4. Dördüncüsü insânî ve onun ihtiyaçları unsurdur ki, bunun için Bediüzzaman ın kullandığı tabir, hâcât-ı fıtriyye-i beşeriyye (beşerin fıtrî ihtiyaçları)dır.
Batı medeniyetinin bütün insanlığın ürünü oluşu, bazı insaflı Batılı düşünürlerce de kabul edilmektedir. Bunlardan birisi olan Roger Garaudy, bu konuda ele aldığı bir çok yazısında, Batı medeniyetine katkıda bulunan unsurlar arasında İslâm medeniyetini zikreder. Garaudy, şöyle der: İslâm âleminin bize kazandırdıkları sadece bazı deney yolları ve müthiş sayıdaki keşiflerin öncülüğü değildir. Bunların ötesinde bize, tabiata ve aynı zamanda insanlığa hâkim olma penceresini aralayan deney yolları ile hikmet, yâni eşyadaki gâyeleri teemmül etmek, ilmin sınırlarını ve esaslarını, bulunan tekniklerin hudutlarını idrâk etmek arasında bağ kurabilme özelliğini kazandırmıştır. 2
Bediüzzaman ın medeniyetin teşekkülü konusuna bakışıyla, Cezayirli Malik b. Nebî nin bakışı büyük paralellik arzeder. Bu düşünür, medeniyetin üç unsurdan meydana geldiğini söyler: insan, toprak ve zaman. Malik b. Nebî, ilâve olarak, üç unsuru birleştiren dinî düşünce den bahseder.3 Fakat o, Bediüzzaman dan farklı olarak, özellikle toprak konusunda yoğunlaşır.
Temelleri ve neticeleriyle modern medeniyet
Bediüzzaman, modern medeniyetin kurucusu ve temsilcisi Avrupa yı ikiye ayırır: Birisi, Îsevilik dîn-i hakîkisinden aldığı feyz ile beşerin içtimaî hayatına yararlı sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri tâkip eden Avrupa; diğeri, materyalist ve tabiatperest felsefenin zulmetiyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik ve güzellik zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden ikinci bozuk Avrupa.
Said Nursî düşüncesinde ikinci Avrupa reddedilmiştir. Çünkü, sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve Îsevî dîninden uzaklaşmıştır. Bir Müslüman ın bu Avrupa yı taklid etmesi, kültürünü, düşünce yapısını kabul etmesi düşünülemez. Zira bu Avrupa insanlığa en büyük kötülükleri getirmiştir. Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehasıyla rûh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye etmiştir. Bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insa-nı a lây- ılliyyînden esfel-i safiline atar; en bedbaht bir hayvan derecesine indirir. 4
Bediüzzaman, medeniyet-i hâzıranın bu süflî yönünü ele alırken, temele, teşebbüh-ü bi l-vâcib i, yani Allah ı hayatımızdan çıkarıp, O nun yerine insanın kendisini, kendi nefsini koymasını ve bunun kemâl-i insâniyet için en erişilmez gâye olarak takdimini koyar. O na göre, eski Yunan dan tevarüs edilen bu anlayış, Batı insanının teâzumuna, tekebbürüne, ulûhiyet taslamasına, müfritâne enâniyetine sebep olmuş, neticede sadece Allah için yapılan ubûdiyyet-i hâlisa yolu tıkanmıştır. İslâmiyet ise, insanları, kibir içinde Allah a ibadetten kaçınmaktan, hevalarına pereştiş edip nefse tapmaktan, zanlarını ilâhlaştırıp, akıllarına taabbüdden kurtararak, hürriyetin zirvesine ulaştıracak bir ubûdiyete çağırmaktadır.
Said Nursî nin mezkûr medeniyet-i hâzıranın fikrî ve terbiyevî temellerini tenkidi, İslâmî düşünce ve terbiye yapısını içine alan çok ince bir anlayış üzerine kuruludur ve Batı medeniyetiyle ilgili derinlemesine yaptığı tahlillere dayanır. O na göre Batı medeniyeti, dinden uzaklaşmakla insan nefsini ve bu nefsin arzularını her şeyin, her türlü değerin, maddî ve mânevî her esâsın mi yârı kabul etmiştir. Onun insanlar arasında gördüğü ve oturtmaya çalıştığı münasebet menfaat ve ırkçılık temeline dayanır. Fazilet yerine hasis bir menfaati hedef alır. Hayattaki kanunu, yardımlaşma yerine kavgadır. En büyük eseri, hevâ ve hevesleri tahrik edip, insanları hevesât ve arzuları tatmin peşinde koşturmak ve sefâhate sürüklemektir. İktisat alanında tekelciliğin, dış siyasette ise sömürgeciliğin zuhuruna sebep olurken, dâhilî siyasette makyavelist düşünce tarzını benimser. Ma rifet-i ilmiyyede dinsizliği, akîdede ilhâd fikrini teşvik eder.
Bütün bunlara ilaveten, Batı toplumunda yaygın bir şekilde kendini gösteren ahlâki anarşi ve içtimaî parçalanmaları da, Batı medeniyetinin eserleri arasında sayabiliriz. Garaudy nin dediği gibi, 16. yüzyıl kalkınma hareketinin temelinde Allah a başkaldırma vardır. Kaynağında, Bediüzzaman ın ifadeleriyle, şu dahilî mantık ve temel anlayış yatar: İnsan, kendisine ulûhiyet verdiği akıl kuvvetiyle her bir unsura rab ve seyyid olabilir. Garaudy, tesbitlerinin sonunda şöyle der: Tarihi seyir içerisinde, 16. yüzyılda İtalya da başlayan kalkınmaya yönelik hareketlenmelerden 5 asır sonra, yirminci yüzyılın sonlarına doğru bütün beşeriyeti tehdit eden ve her türlü alanı içine alan bir iflasla karşı karşıyayız. Ve artık bu kalkınmanın temelindeki prensipleri ve kendi ellerimizle îcad ettiğimiz medeniyetin esaslarını, tekrar köklü bir şekilde gözden geçirmemiz zarûri hale gelmiştir.
Batı medeniyetinin esasları üzerinde bizi tekrar düşünmeye dâvet eden Garaudy den çok zaman önce Bediüzzaman, insanın dünyevî varlığını, fikir ve değer yapısının teşekkülünde yegâne ölçü olarak kabul eden Batı felsefesinin temellerini tartışmıştı. O, her yönüyle kâsır, bildikleri sınırlı, âcilen eline geçen maslahatlara îtibar eden insan aklının, eşyanın ve efkârın sıhhati ve isabetliliği konusunda hakim-i âdil olarak kabul edilmesini reddetmiştir. İnsan, irâdeten ve ihtiyâren en çok imkâna sahip bir varlık olmasına rağmen, tek başına, her şeyden müstağnî bir şekilde yaşayamaz. Sahibi bulunduğu iktidar ve kabiliyetleri, gücünü kullanmada, tabiata müdahalede, kâinattaki kendi aleyhine olan şartlara karşı koyup, onların izalesinde insana belli bir imkân vermekle birlikte, bu imkânat adına sahip olduğu her şey, zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem a gibi bir şuur, çabuk söner bir şu le gibi bir hayat, çabuk geçer bir dakika gibi bir ömür dür.5 Ne zaman ki bu insan, Allah a ubudiyetten ve O nun hidâyet yolundan uzak olarak varolmaya çalışır, düşünce ve hayatını bu şekilde tanzim ederse, kendini derhal azıcık ilminin sınırlarında, bütün gayretlerine ve bütün vesileleri denemesine rağmen kaderin sarsılmaz surları, gaybın aşılmaz duvarları önünde bulur. Musîbete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbaptan başka derdine derman beklemez. Bu duruma düşen nev-i beşerin gündüzü geceye inkılâb etmiş demektir. O, sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye alışabilmek için, yalancı, muvakkat lambalardan medet umuyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehane gülmesine, o ışıklar, müstehziyane gülüp eğleniyorlar.
Modern dünya ve modern insana mukabil Kur an talebesi
Said Nursî, modern medeniyetin kurbanı olan insanı ve dünyasını çok canlı tasvirlerle tanıtır. Onun nazarında, her bir canlı zâlimlerin hücûmuna mâruz, miskin birer musibetzededir. Dünya bir mâtemhâne-i umûmiye, dünyadaki sadâlar, ölüm ve ayrılık elemlerinden gelen vâveylâlardır. Medeniyet dâvâ edenlerin demokrasi ve insan haklarının dokunulmazlığı iddialarına rağmen, modern insan, bilhassa belli bir gücü bulunduran ferd, zahiren bir firavundur; fakat en hasis şeye ibâdet eden ve menfaatine gördüğü her şeyi, kendine rab telakki eden bir fir avûn-u zelildir. Aynı zamanda mütemerrid, yani inatçı ve bükülmezdir; fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır. Fakat kalbinde bir dayanak noktası bulamadığı için, zâtında gayet âciz, kendini beğenmiş bir cebbârdır. Bütün gayreti, nefsanî arzularını tatmin tatmîn ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi şahsî menfaatini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmez. Her şeyi nefsine feda eder.
Buna mukabil Bediüzzaman, Kur ân insanının vasıflarını şöyle anlatır; Kur ân ın hâlis ve tam şâkirdi ise bir kuldur; fakat yaratılmışın en büyüğüne karşı bile kulluğa tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük bir menfaati kulluğuna gaye yapmaz aziz bir kuldur. Hem halim selimdir; fakat Fâtır-ı Zülcelâl inden başkası karşısında, O nun izni ve emri olmadan eğilmeğe tenezzül etmez, himmeti yüce bir halîm selimdir. Hem fakirdir; fakat Mâlik-i Kerîm inin kendisine, varlığına ve bilhassa geleceği adına yığdığı mükâfat ile, kimseye el açmaz bir fakirdir. Hem zayıftır; fakat kudreti nihâyetsiz olan Seyyidinin kuvvetine dayandığı için, belki herkesten daha kuvvetli bir zayıftır.6
Bediüzzaman ın çağrısı ve arzusu, bugünkü Avrupa nın İbrahimî temellere dayalı İslâmiyet e dönmesi, teslis, haç, Hz. İsâ nın çarmıha gerilmesi, aforoz ve başta Hz. Peygamber olmak üzere bir çok peygamberin inkarı gibi kirlerden, bid atlerden arınmasıdır. Bilindiği gibi, Hz. Îsa ya indirilen İncil kısa bir süre içinde Hıristiyan din adamları elinde tahrîfe uğramış, ortaya birbirinden farklı ve bu dinin esasından kaynaklanmayan bir çok hurafeleri ihtivâ eden yüzlerce İncil çıkmıştır. Asırlar sonra, Bizans imparatoru Konstantin in çağrısıyla M.S. 325 yılında İznik te toplanan konsülde bunların içinden 4 tanesi resmî (kanonik) inciller olarak kabul ve diğerleri reddedilmiş, hattâ evlerde bulundurulmaları bile yasaklanmış, bulunduranlar takibata uğramıştır. Bediüzzaman ın dâveti, dîn-i İlâhînin birliği ve bunda tefrikaya düşül-memesine dâir olan emr-i Rabbâninin yer aldığı Kur ânî bakış açısından kaynaklanan sâdıkane bir dâvettir.
.xxxxxxxxxx
MEDENİYET
Şehirlilik, şehire has yaşam tarzını ifade eden bir kavram. Arapça, şehir anlamındaki "medine" kelimesinden türetilmiştir. Tanzimatçılar tarafından batıdaki "civilisation (sivilizasyon)" tabirini karşılayan bir kelime olarak Türkçeye sokulmuştur.
Medeniyet kavramının bir çok tanımı yapılmış olup, bunların herbiri, birbirinden farklıdır. Bu tanımlardan bazıları kültürü de medeniyet kavramı içinde ele alır. Ancak kültür, bir milletin yaşamasını kolaylaştıracak olan bilgi birikimi; medeniyet de, bu kültürün maddî alanda ortaya çıkışıdır. Yani medeniyet, bir anlamda maddî kültürdür. Toplumların, gayelerine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandıkları sosyal, hukuk ve ticarî kurallar da medeniyetin bir parçasıdır.
Tarih boyunca yeryüzünde varlık göstermiş bir çok medeniyet mevcuttur. İç gerçekleri göz önüne alındığında, bu medeniyetleri esas olarak iki grupda değerlendirmek mümkündür. Birisi, hayatlarını vahyin ışığında düzenleyen toplumların vücuda getirdiği medeniyet; diğeri de, müşrik ve putperest toplumların medeniyeti.
Eski Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri tarihteki putperest medeniyetlerden bazılarıdır. Bu toplumlarda, yaşayan ve ölmüş bazı kişiler ilâhlaştırılarak putları yapılır ve onlara tapınılırdı. İnsanları birbirine öldürterek veya aç arslanların önüne atarak seyretmek Romalıların en büyük zevklerinden biri idi. Bu toplumların ürettikleri medeniyetlere bakıldığında, sadece hipodrumlar, piramitler ve putlara tapınılan puthanelerin kalıntıları görülebilmektedir. Bu toplumların kültürleri, insanın insana tahakkümü ve ilâhlık taslaması temel düşüncesinden kaynaklandığı için bu medeniyetlerin geniş halk kitlelerine yansıyan tarafı, ezilip horlanmaktan başka hiç bir şey değildir.
Yapılan tanımlamalar çerçevesinde değerlendirildiğinde; insanların insanlıklarını yok eden putperest hâkimiyetlerin ürettikleri maddi varlıklara da medeniyet denilebilir. Ancak medeni; yet kavramının içerdiği gerçek anlam tevhid'in yani İslâm'ın kendisidir. Cahil, müşrik sistemlerin medeniyet adına ortaya koydukları şey, insanî, fıtratının gerektirdiği yere oturtmak için bir vasıta değil, onun Allah Teâlâ'ya dönük bu fıtrî özelliklerini yok edip, köleleştirmek için kullandıkları bir araçtır.
Medeniyet kavramı, Batı dillerinden Türkçeye aktarırken kastedilen şey, Batı idi. Yani Batılının gözünde medeniyet Avrupa'dadır; bunun dışında kalan toplumlarsa birer barbarlar topluluğudur. Bu anlamda bakıldığında, medeniyet kavramının da diğer bir çok kavramda olduğu gibi, kültür emperyalizminin yüklediği anlamlar olduğu görülür.
Batı medeniyeti kaynağı ve hizmet ettiği idealler bakımından tarihteki diğer putperest toplulukların bir devamı niteliğindedir.
Hrıstiyanlık ortaçağ Avrupasına ilâhî bir din olmaktan çok, puthaneye çevrilmiş kiliseler ile girdi. Hrıstiyanlık dönemi Batı tarihi, kilisenin halka karşı zulümleriyle doludur. Dolayısıyla, böyle bir zihniyetin vücûda getirdiği bir medeniyete gerçek anlamda medeniyet denilmesi imkânsızdır. Zira medeniyetin ölçüsü insana verdiği değer ve ona götürdüğü hizmettir.
Rönesans sonrası batı, kiliseyi saf dışı bırakarak, bir geriye dönüş hareketini başlattı. Batı, temelleri Antik Yunan ve Roma kalıntıları üzerine yükseltilen bir putperest medeniyettir. Yunan ve Roma'da olduğu gibi, kendi dışındaki toplulukları barbarlar olarak nitelemektedirler. İslâm coğrafyasında Batı hayranları vasıtasıyla bu düşünceyi İslâm topraklarında yaymaya çalışmışlardır. Böyle düşünen insan, aşağılık kompleksine kapılacak ve sözde, medenî olmak için kendi öz değerlerini terkedecek ve emperyalizm için zorluk çekmeden sömürülebilecek bir hale gelecektir. Ayrıca sömürgeleştirdikleri toplumlara yaptıkları zulümleri gizlemek için de dünya kamuoyunda; bu medeniyet dışı insanları medenileştirmek için buralara gidildiği ifade edilerek gerçekler saptırılmıştır.
Halbu ki avrupa medeniyetinin ilim ve fennini alıp ahlaksızlığı terk etmek gerekirken, bazen tam aksi durumlar olabilmiş ve bu yanlışa da medeniyet denilebilmiştir. Buna bazı islam alimleri mimsiz medeniyet demişlerdir.
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür.
İslâm, Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir din olduğu için, öteki beşeri, putperest dinlerde olduğu gibi insana baskı ve zulmün sonucu olan bir maddî yansıma sözkonusu değildir.
İslâm medeniyetinin temeli, Kur'an ve Resulullah'ın sünnetidir. Asr-ı Saadet, zirveye ulaşmış bir medeniyet örneğidir. Daha sonra gelen müslümanlar, hayatlarını bu örnek üzerine bina ederek, bu medeniyeti yeryüzünün uzak köşelerine taşıdılar. Müslümanlar, ulaştıkları her yere ilim, ahlâk, fazilet, insan onuruna yakışır davranış ve hizmet kurumlarını birlikte götürdüler. İnsanlık zulmün karanlığında onuru yok edilmiş bir halde inlerken, önlerine çıkan İslâm nuruna tabi olmayı bir kurtuluş olarak gördüler. Kimse iman etmeye zorlanmadı. Kendi dininde. kalmak isteyenler, İslâm hâkimiyetini tanımak şartıyla topluma ait her çeşit imkandan müslümanlar gibi istifade ettiler.
İslâm medeniyetinin maddî yansımalarından birisi olan İspanya'daki Endülüs Emevileri zamanında Avrupa, hayatı ve ona ait hakikatları müslümanlardan öğrendi. Diğer İslâm devletleri, insanını refaha ulaştırmak için gerekli bütün maddî ve manevî gereksinimleri karşılayacak olan ve medeniyetin temel göstergeleri durumunda bulunan şaheserleri sonraki nesillere miras bıraktı.
Emperyalistlerin İslâm coğrafyasını işgal edişi, İslâm medeniyetinin sürekliliğini belirli ölçülerde engelledi. Parçaladıkları islâm coğrafyasında kurdukları kukla yönetimler, halkın, İslâmı ve kendi medeniyet varlıklarını öğrenmesini engellemek için ellerinden geleni yaptı. Gerçekleri tersyüz ederek, öğretim kurumlarında okutulan ders programlarıyla yeni nesilleri kendi geçmişleri ile olan bağlarından koparmaya çalıştılar. Sanki müslümanlar ilim, kültür ve medeniyet sahasında hiç bir şey üretmemişler gibi ne varsa unutturmaya çalıştılar. Ancak, tarihin derinliklerine kök salmış ve insanlık için tek kurtuluş yolu olduğunu ispatlamış bir kültür ve medeniyetin yok edilmesi mümkün değildi: Emperyalist baskıların en yoğun olduğu bir dönemde olmasına rağmen, bugün dünyanın her yerinde müslümanlar, medeniyetlerinin kaynağı olan dinlerini tekrar yaşayarak ve örnek olarak insanlığa vahiy medeniyetinin yollarını açmak için büyük bir gayret içindedirler.
Ömer TELLİOĞLU
.
Medeniyet Nedir?
Soran : kullardanbirisi
Tarih: 24.03.2017 - 01:32 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bize uygarlık kelimesini terakki (teknolojik ilerleme) ve medeniyet kelimesini bir halkın insan haklarına riâyet etmesi olarak anlatmışlardı. Bu ne kadar doğrudur?
- Bir de medeniyet ve uygarlık kelimelerinin ingilizcede bir tane karşılığı var o da: "civilization" ve uygarlık kelimesini eski kitaplarda bulamadım. Osmanlılar onun yerine ne kullanmışlar?
- Medeniyetin tanımını insan haklarına riâyet olarak kabul edecek olursak en medeni zaman ve yerler(devirler) tarihte Peygamberlerin ve O'nların Ashabı'nın Devirleri olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Şâyet öyleyse; Peygamberlerin Ümmetleri arası Medeniyet farkı var mıdır?
- Yâni "Medeniyet" teknolojinin gelişmesi gibi gelişir mi?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Medeniyet, Arapça’da “şehir” anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan medîne isminden Osmanlı Türkçesi’nde türetilen medeniyyet kelimesinin, kök itibariyle “yönetmek” (es-siyâse) ve “mâlik olmak” anlamları da bulunan deyn (dîn) masdarıyla ilişkili olduğu da ileri sürülmüştür.
Medenî (medeniyye) ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” manasına gelmektedir. (Lisânü’l-Arab, “mdn”, “dyn” md.leri)
Medine’de nâzil olmuş sûreler de “Medenî” adını alır.
Daha sonra medîne kelimesinden temeddün masdarı türetilerek “şehirli veya medenî hayat yaşamak” anlamında kullanılmıştır.
Medenî ve medeniyyenin terim olarak kullanılması büyük ölçüde tercüme faaliyetleri dönemine rastlar.
Bu çalışmalar esnasında Grekçe’de “şehir ve şehir devleti” manasındaki polis kelimesi medîne, “devlet ve yönetim” anlamına gelen, aynı zamanda Eflâtun’un diyaloglarından birinin adı olan politeia kelimesi “es-siyâsetü’l-medeniyye” tabiriyle ifade edilmiştir.
Bu bağlamda medenî terimi hem sosyal hem siyasal olma niteliğini ifade etmektedir. Nitekim İslâm düşünce literatüründe sık sık tekrarlanan insanın tabiatı itibariyle medenî olduğu (medeniyyün bi’t-tab‘) tanımlaması Aristo’ya ait “siyasal canlı”yı (zoonpolitikon) karşılamaktadır.
Bu sebeple insan türünü bir sosyopolitik canlı olarak inceleyen yahut sosyopolitik varlık alanını araştıran felsefî disiplin “el-ilmü’l-medenî, ilmü’s-siyâse, ilmü’s-siyâseti’l-medeniyye” olarak anılır.
Sonraları sosyopolitik durum veya yapıyı ifade etmek üzere umrân kelimesi İslâmî terminolojiye girmiş, hem bedevîlik hem medenîlik (hadarîlik, hadâre) durumunu ifade edecek şekilde kullanılmıştır.
Batı dillerinde “medeniyet” karşılığı olan civilisation da Latince’de “şehirli” anlamına gelen civilis kelimesinden türetilmiştir.
“Civilisation” teriminin modern Batı düşüncesi içinde kazandığı anlamları karşılamak üzere son devir Osmanlı Türkçesi’nde medeniyyet kelimesi kullanılmış, modern Arapça’da ise daha ziyade hadâre yaygınlık kazanmıştır.
“Belli yasalara uyarak şehirde yaşayan halk” manasındaki uygurdan türetilen uygarlık kelimesi de günümüz Türkçe’sinde medeniyet karşılığı olarak belli bir yaygınlığa sahiptir.
Medeniyet teriminin düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları ifade ediyor olmasıdır. Bununla birlikte kelime çeşitli zihniyet dünyalarında farklı şekilde kavranmış ve tanımlanmıştır.
Klasik İslâm felsefesinde medine, medenî, medeniyye ve es-siyâsetü’l-medeniyye tabirleri arasındaki kavramsal ilişkiyi temel bir felsefî disiplin çerçevesinde kuran düşünür Fârâbî’dir.
Filozofun hareket noktası insanın tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü çerçevesinde gidermesi ve kendi türüne özgü yetkinliklere ulaşması için toplumsal bir hayat (ictimâ‘) oluşturma zorunluluğudur.
Şehir (medine), millet (ümmet) ve milletler topluluğu (ma‘mûre) tarzında örgütlenen toplumlar insana has yetkinliklerin gerçekleşmesini temin edecek yeterliliktedir. Şehirler birleşip milleti, milletler birleşip milletler topluluğunu teşkil eder. Köy, mahalle, sokak ve aile şeklindeki topluluklar, insan türü için gerekli iyilik ve yetkinliklerin kazanılacağı bir ortam hazırlayamaz ve ancak medinenin temel dokusunu oluşturma bakımından anlam taşır.
İş birliği ve iş bölümünü sağlamak üzere bir toplum meydana getiren insanlar kendilerince tanımladıkları bir mutluluğa ulaşmayı amaç edinirler. Gerçek anlamdaki mutluluğu amaçlayan toplumların sosyopolitik hayatı hangi ölçekte olursa olsun erdemli olarak anılmalıdır; çünkü erdem mutluluğa gerçek anlamını veren değerdir. (el-Medînetü’l-fâżıla, s. 116-117)
Fârâbî’nin siyaset felsefesinde medine, söz konusu yetkinlik ve iyiliklerin gerçekleştiği en küçük organik toplumsal yapı olarak ele alınırken bu toplumu oluşturan fertlerin sahip olduğu dünya görüşü, mutluluk ve erdem fikri medinenin değerler sistemini meydana getirir. Bu değerler sistemi metafizikten kozmolojiye, kozmolojiden ahlâk ve siyasete uzanan görüş ve uygulamaların yönlendirici ilkesini oluşturur.
Aynı bağlamda Fârâbî dikkatini özellikle medinenin kurucu başkanı (er-reîsü’l-evvel) üzerinde yoğunlaştırmaktadır.
Eğer bir şehrin ahalisi tarafından benimsenen ve kuşaklar boyu izlenen dünya görüşü vahiy alan bir kurucu başkan tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir (el-medînetü’l-fâzıla) adını alacaktır. Aynı durum millet ve milletler topluluğu için de geçerlidir.
Böyle olmayan şehirlerin benimsediği mutluluk ve iyilik tasavvurları onları bilgi ve ahlâkın erdeminden uzaklaştırmış olduğundan topyekün erdemli şehrin zıtları olarak adlandırılmalıdır. (el-Medînetü’l-fâżıla, s. 125, 127, 131 vd.)
Bu yaklaşımıyla filozof sosyopolitik (medenî) hayatı açık bir biçimde değer yüklü kabul etmekte ve ayırıcı ölçütü erdem olarak belirlemektedir. Bilgiyi merkeze alan aklî erdemlerle doğru davranışı esas alan ahlâkî erdemler, bir teori-pratik bütünlüğü içinde gerçek mutluluğa ulaştıracak değerler sistemini oluşturur. Medenî hayatın şartlarını konu edinen sosyopolitik bilim (el-ilmü’l-medenî) bu sebeple dinî hayat hakkındaki ilimler olan kelâm ve fıkhı da içermektedir. (İhsaü’l-ulûm, s. 130-138)
İbn Sînâ da insanî ihtiyaçların giderilmesi fikrinden hareketle toplumsal bir hayatın zorunluluğu üzerinde durmakta, ancak topluluk halinde yaşamakla şehirler kurup medenî bir hayata ulaşmanın şartları arasında ayırıma gitmektedir.
Filozofa göre bu şartları yerine getiremeyip yalnızca bir topluluk oluşturan insan grupları insanî yetkinlikleri kazanmada başarılı olamayacaktır. Medenî bir hayatın gerçekleşmesi için sosyal ilişkilerin iş birliği zemininde yürütülmesi kadar adalet ilkesine göre sürdürülmesi de gereklidir. Bu ilkenin hayata geçirilmesi, herkesin adaleti kendi çıkarına göre yorumladığı ve bu yüzden kargaşanın hüküm sürdüğü bir durumda söz konusu olamayacağından adaleti herkes için sağlayacak kuralların konması zorunludur.
Filozofa göre bu kuralları koyacak olan kişi vahiy alan bir nebî olmalıdır. Bu fikrin metafizik temeli, Allah’ın “mümkin iyilik düzeni” hakkındaki bilgisi ve bu bilginin gereği olan inayetidir. [eş-Şifâ el-İlâhiyyât (2), s. 441-443]
Ahlâk filozofu İbn Miskeveyh, insanın tabiatı itibariyle topluluk halinde yaşamaya eğilimli bir varlık olduğunu vurgularken ahlâkî erdemlerin ancak medenî bir hayat içinde işlerlik kazanabileceğini belirtmek istemiştir (Tehzîbü’l-aħlâķ, s. 38)
İbn Sînâ’nın topluluk hayatı, sosyal ilişkiler, bunların adalet ilkesine dayandırılması ve nübüvvetin gerekliliği etrafında geliştirdiği görüşlere temas eden Fahreddin er-Râzî de toplum düzeninin (nizâmü’l-âlem) ancak böyle sağlanacağı fikrini tekrarlamaktadır. (el-Mebâĥiŝü’l-meşriķıyye, II, 556)
İbn Sînâ’da görüldüğü gibi kozmik anlamı da bulunan “nizâm-ı âlem” tabiri, klasik Osmanlı düşüncesinde sık sık bütün boyutları ile “toplumsal düzen” anlamında kullanılacaktır. (bk. Görgün, XIII/2 [2000], s. 180-188)
Nasîrüddîn-i Tûsî de Aħlâķ-ı Nâśırî adlı eserinde insanın medenî hayata olan ihtiyacını ele almıştır. (The Nasirean Ethics, s. 31)
Tarih felsefesi ve sosyolojinin kurucusu kabul edilen İbn Haldûn, İslâm filozoflarının insana özgü toplu halde yaşama olgusunu ifade etmek üzere kullandığı “el-ictimâu’l-insânî, el-ictimâu’l-beşerî, el-medeniyye” gibi tabirlerden çok “umrân, umrânü’l-âlem, el-umrânü’l-beşerî” tabirlerine yer vermektedir.
Buna göre beşerî umran kavramı, hem bedevî hem barbar toplulukları hem de uygar toplumları ifade etmektedir. Onun farklı bir terminoloji oluşturma gayretinin, bizzat kendisinin geliştirmek istediği umran ilminin özellikle filozofların siyaset felsefesi geleneğinden farkını vurgulamak istemesiyle ilgisi vardır.
Nitekim kendisi, bu ilmin Fârâbî ve İbn Sînâ’nın İslâm dünyasında ortaya koyduğu “ilmü’s-siyâseti’l-medeniyye” ile karıştırılmaması gerektiğini söyler; çünkü söz konusu felsefî disiplin metafizik ve ahlâk felsefesinin temelleri üzerinde yükselir.
Halbuki İbn Haldûn, tarihî olay ve sosyal olguların sebep-sonuç ilişkisi içinde nesnel açıklamasını yapmak, böylece toplumsal değişme yasalarını tesbit etmek istemektedir. Zira umran ilmi ideal ve değerlerle değil hayatın gerçekleriyle meşgul olacaktır.
Düşünür, insan tabiatının medenîliği konusunda filozofların tesbitine katılmakta ve onların toplumsal hayatın zorunluluğuyla ilgili çıkarımlarını benimsemektedir. Ancak İbn Sînâ’nın, adalet ve düzen fikrini birlikte değerlendiren gerçekçi bakış açısını görmezlikten gelerek medenî hayatla nübüvvet arasında zorunlu bir bağ gören yaklaşımını şiddetle eleştirmektedir. (Muķaddime, I, 327, 331-332, 335-339)
İbn Haldûn, modern Batı dillerindeki “civilisation” kelimesiyle karşılanabilecek olan “hadâre” terimini daha ziyade bilimler ve sanatların gelişimiyle yahut zevklerin incelmesi ve refahın artmasıyla ilişkilendirmek ister.
Halbuki bedevî hayat tarzının hüküm sürdüğü, temeddün etmemiş yörelerde bu tür gelişmelere rastlanmaz. (Muķaddime, III, 1024)
Temeddüne has bu tür hayat tarzları ve birikimlerin İbn Haldûn’un teorisinde toplum ve devletlerin geçirdiği aşamalarla yakından ilgisi vardır ve bunlar her zaman manevî değerler açısından olumlu gelişmelerin göstergesi sayılmayabilir.
“Medeniyyün bi’t-tab‘” ve “temeddün” tabirlerinin klasik Osmanlı düşüncesinde de kullanıldığı görülmektedir. Meselâ;
- Molla Lutfî medenî hayatla şer‘î ilimlerin doğuşu arasında irtibat kurarken (Risâle fi’l-ulûmi’ş-şeriyye ve’l-Arabiyye, s. 21, 44-45),
- Tarihçi Tursun Bey bir siyasî otoritenin gerekliliğini vurgularken (Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 10-13)
bu tabirlere başvurmuştur.
Kınalızâde ise Fârâbî’nin siyaset felsefesine dair görüşlerine atıfta bulunarak esasen Kanûnî Sultan Süleyman devrini idrak eden Osmanlı ülkesiyle filozofun idealindeki erdemli devlet ve toplumun çok geniş bir coğrafyaya yayılmış “müdün-i fâzıla” tarzında gerçeklik kazandığını belirtmektedir. (Ahlâk-ı Alâî, s. 104-106)
Fârâbî ve İbn Sînâ’nın konuyla ilgili düşüncelerini yorumlayan Taşköprizâde de erdemli bir toplum ve uygarlık oluşturmanın medenî hayatla (temeddün) dinî hayat (tedeyyün) arasında sıkı bir irtibat kurmaktan geçtiğini vurgulamıştır. (Özellikle bk. Miftâhu’s-saâde, I, 26-27, 311, 314-315, 320, 403-405, 407-408; II, 150)
İbn Haldûn’un medeniyet, felsefî ilimler ve din arasında kurduğu ilişkileri tekrar gündeme getiren Kâtib Çelebi (Keşfü’z-zunûn, I, 678-680), yine İbn Haldûn’un devletlerin ömrü ve geçirdiği aşamalarla ilgili “tavırlar” (etvâr) teorisini Osmanlı Devleti açısından yeniden ele alan tarihçi Naîmâ da (Târîh, I, 30-40) aynı klasik geleneğin birer uzantısıdır. [Geniş bilgi için bk. Kutluer, sy. 4-5 (2000), s. 13-30]
Modern anlamıyla medeniyet, her ne kadar Batılı kurum ve hayat tarzını benimseme (Batılılaşma) sürecinde tercüme edilmiş bir terim olarak kullanılsa da klasik İslâm düşüncesinde Müslümanların medeniyet planında başarılarını ifade etmek üzere belli kelimeler kullanılmaktaydı.
Batı’nın istilâ ve hâkimiyet süreci sadece ekonomik, siyasî ve askerî alanlarda belirleyici olmakla kalmamış, aynı zamanda Müslümanların hayatın bütün yönleriyle ilişkisini doğrudan etkileyen birçok değişikliği birlikte getirmiştir. Bu değişikliğin yönünü en iyi ifade eden tabir ise “modern medeniyet” olmuştur.
Medeniyetin XIX. yüzyılın ilk yarısında özellikle seyyahlar tarafından içki, tiyatro, dans, moda ve kıyafetin yanı sıra gazete, patates yemeği, masa, sandalye, bıçak ve çatal gibi klasik İslâm toplumunda yaygın biçimde rastlanmayan unsurlara bağlı olarak tanımlanması, buna karşılık bilim, edebiyat, sanat, sanayi ve ticaretin buna dahil edilmemesi, Batılılaşma hareketinin ne kadar yüzeysel olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Bu dönemde medeniyet bu gibi unsurlarla tanımlanan “tarz-ı hayat” şeklinde algılansa ve medenîleşmenin gerekli olduğu genellikle kabul edilse de Batı medeniyetini bir bütün olarak kabul etmenin doğru olmadığı, hatta bunun imkânsız olduğu ifade edilmekteydi.
Nitekim Nâmık Kemal medeniyet kelimesinin birini yaygınlaşan ahlâksızlıklar şeklinde, diğerini sırf teknik ve teknolojik gelişmeler olarak gösteren iki ayrı anlamda kullanıldığına işaret etmiş, bu anlamlardan birini mutlaklaştırmanın doğru olmadığını belirtmiştir.
Yeni Osmanlı aydını, medeniyet adına Avrupa’da ortaya çıkan ahlâksızlığa dikkat çekerek bu olumsuzlukları İslâm ahlâkı ile gidermenin mümkün bulunduğunu ve Batı’da gelir dağılımındaki adaletsizlik ve haksızlıkların medeniyetin tamamlanması gereken eksik yönleri olduğunu ileri sürmüştür. (Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, II, 193-202, 231-234)
Nâmık Kemal’in işaret ettiği iki anlam ve yine onun vurguladığı, Müslümanların din ve ahlâk açısından kesinlikle herhangi bir yeniliğe ihtiyacı olmadığı, sadece bunları daha işler hale getirmenin ve Batı’dan “terakkî” olarak nitelenebilecek bazı teknolojik ve siyasî unsurları ithal etmenin yeterli olduğu düşüncesi zaman içerisinde daha da net bir şekilde ortaya konulmuştur.
Ahmed Cevdet Paşa bu alanlarda kaydedilmesi gereken gelişmeyi “îcâb-ı hal ve vakt, muvâfık-ı hal ve maslahat, îcâbât-ı zamâniyye” tabirleriyle ifade etmiştir. Ancak bu tutum, onun genel entelektüel tercihleri göz önünde bulundurulduğunda gelişmenin bir süreç olduğu fikri ortaya çıkmaktadır. [Harun Anay, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Modernizme Bakışı”, Ahmet Cevdet Paşa (Sempozyum: 9-11 Haziran 1995), Ankara 1997, s. 70-71]
Medeniyeti daha çok teknoloji ve bilim alanına ait sayıp derunî ve mânevî olan ciheti bundan ayırmak, fakat her şeye rağmen bu ikisini de birlikte kullanmayı düşünmek fikrî bir başarı olarak değerlendirilebilir.
İslâm ve medeniyet kavramları arasında bir ilişkinin kurulması, kaçınılmaz olarak İslâm dininin kurucu ve yönlendirici değerlerini ön plana çıkarmak anlamına gelmektedir.
Nitekim İslâm, insanların yaşadığı ve ürettiği şeylerin bir parçası olmayıp onların bütün faaliyetlerinin zeminini teşkil etmesi dolayısıyla kültür ve medeniyetin önüne geçen (onları kuran, üreten) bir konumdadır.
İslâm’ın aslîlik ve belirleyiciliği, gerek klasik dönemde gerekse modern zamanlarda yaşamış birçok Müslüman düşünür tarafından sıkça vurgulanmıştır.
İslâmiyet’in en önemli özelliklerinden biri, ulaştığı insan ve toplumları dönüştürerek onlar arasında daha önce bulunmayan tayin edici müşterekler ortaya çıkarmasıdır.
Günümüzde İslâm coğrafyası dikkate alınacak olursa bölge, ırk, soy, sosyal ve kültürel farklılıklar ne olursa olsun Müslümanlar arasında bütün bunları geri plana iten, bunlardan daha önemli ve bunların ötesinde etkili olan bir ortak değerin mevcut olduğu görülür.
"İslâm medeniyeti" denildiğinde genel olarak Müslüman olan insanların, Müslüman olmakla birlikte ortaya koydukları maddî ve mânevi bütün başarılar kastedilmektedir.
Bu yönden İslâm’ı, kültürün unsurlarından biri değil kültüre takaddüm ederek Müslümana ne yaptıysa onu öylece yapmasını sağlayan bir yönlendirici ilke olarak görmek gerekir.
İslâm vahyinin tarihe verdiği yön, günümüz araştırmacılarının İslâm medeniyeti adını verdiği tarihî tecrübe ve birikimin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Her medeniyet gibi İslâm medeniyeti de tarih sahnesine çıkarken kendi dışındaki birikimleri tevarüs etmiş, fakat kısa süre içinde her alanda kendi özgün formlarını üretmeyi başarmıştır.
İslâm medeniyetinin tarihî başarılarını ve bunlar hakkında yapılmış modern araştırmaları başlıklar halinde tesbit etmek için bile ciltler dolusu katalogların ve indekslerin yayımlanması gerektiği göz önüne alındığında söz konusu medeniyet tecrübesinin göz alıcı varlığını inkârın mümkün olmadığı anlaşılır.
Ancak böyle bir kabulün anlamlı olabilmesi için İslâm medeniyeti denilen tarihî hadisenin bütün özgün formlarıyla ilkelerini İslâm vahyinden aldığını kavramak gerekir.
Dolayısıyla kendi imkân alanında nisbeten zaafa düşmüş olan bu medeniyetin bütün insanlık için yararlı olacak şekilde yeniden var olma şartının aynı ilkelerle sağlıklı bir temas kurmak olduğu her sağ duyu sahibinin kabul edeceği bir husustur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Medeniyet md.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İslam medeniyet eğitiminin esasları nelerdir?
Soran : Anonim
Tarih: 15.04.2020 - 11:36 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İslâmiyet insana eşref-i mahlûkat, yani yaratıkların en şereflisi ve halife-i zemin, yani yeryüzünün halifesi gibi en yüksek bir makamı vermiştir.
Bu insan tarifine dayalı olarak verdiği eğitim sisteminin esasları da şöyledir:
1. İnsanlık için dayanak noktası olarak kuvvet yerine hakkı kabul eder. Yani “Kuvvetli olan haklı değil, haklı olan kuvvetlidir.” prensibini esas alır. Bu da insanlar arasında adaletin ve hukukun yerleşmesine sebep olur. O da huzur ve barışı netice verir.
2. Gayede şahsî menfaat yerine fazileti ve Allah rızasını esas alır. Bu da insanlar arasında tesanüt ve dayanışmayı sağlar.
3. Hayatta mücadele yerine yardımlaşmayı kabul eder. Bu da insanları birbirinin yardımına koşturur.
4. Cemaatlerin rabıtalarında; yani birbirlerine bağlanmalarında ırkçılık ve menfî milliyet yerine, din birliğini, vatan ve sınıf birliğini kabul eder. Bu da cemiyet arasında uhuvvete, kardeşliğe, incizaba, yakınlaşmaya vesile olur.
5. Hayatın hedefini yalnız nefsanî isteklerini yerine getirmeye bedel, ruhunu yükseltmeye, ulvî hislerini tatmin etmeye, insanı hakiki insanlığa çıkaran yüksek ahlak sahibi mükemmel insan olmaya sevk eder. Bu da nefsin kötü isteklerinin bağlanmasına, ruhun yükseltilmesine ve dünyada da ahirette de huzurlu, mesut bir insan olmasına yol açar.
Bugün bu esaslar doğrultusunda kendi Millî eğitimimizin yeniden inşasına şiddetle ihtiyaç vardır. Bütün ilimlerin gençliğe takdiminde bu esaslar göz önünde bulundurulmalıdır.
Öyle ise, insana verilecek eğitimin de onlara bu şuuru kazandıracak tarzda ve kendilerine yüklenen ulvî görevleri yerine getirecek şekilde olması gerekir.
Demek ki, bu Anadolu insanının hayatiyetini devam ettirebilmesi için; hak, fazilet, Allah rızası, yardımlaşma, din birliği, vatan birliği, ulvi hisleri yücelterek yüksek ahlak sahibi mükemmel insan olma gibi vasıfları ile birlik ve beraberliği her şeyin başında gelmektedir. Bu da aklın nuru olan fen eğitimi ile vicdanın ziyası olan din eğitiminin mecz edilerek verilmesiyle mümkün olacaktır. Bu mesele Münazarat’ta şu şekilde ifade edilmektedir:
"Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir (dinî ilimlerdir). Aklın nuru fünûn-u medeniyyedir (modern fenlerdir). İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder (uçar). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassub; ikincisinde hîle, şübhe tevellüd eder." (bk. Nursi, B.S., Münazaraat).
Toplumda birlik ve beraberliğin sağlanmasında manevî bataryası hükmünde olan bizdeki dinin sosyal hayattaki önemini Meşrutiyet döneminde anlayamayan Jön Türkler, hayatla dini birbirinden ayrı düşündüler. Terakki ve ilerlemeyi, Batı'nın medeniyetinde zannettiler. Batı’da olduğu gibi dini terk etmekle bunun gerçekleşeceğini düşündüler. Hâlbuki İslâmiyet ile Batı’nın tahrif edilmiş Hristiyanlık dininin tamamen farklı olduğunu nazara alamadılar.
O zaman bu gelişmeleri yakından takip eden Bediüzzaman, yapılan bu yanlışlığa dikkat çekerek, doğru hareket tarzının ne olması gerektiğini şu şekilde dile getirmiştir:
“Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler"
"Şu Jön Türkün hatası: Bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i kat'iye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat; ondan olmuş tenâs." (bk. Nursi, Sözler, Lemeât.)
Demek ki, Jön Türklerin hatasının kaynağı; Batı medeniyetinin her türlü meseleyi halledeceği ve toplumun saadetini temin edeceği ve dinin de yerine geçeceği düşüncesiydi. Geçen bir asırlık zaman, o medeniyet sisteminin bozuk ve zararlı yönlerini ve eksikliklerini gösterdi.
Bu milletin hayatlanmasının ve yeniden ayağa kalkmasının, dinin doğru anlaşılıp, ihya edilmesiyle mümkün olacağı gerçeğini şimdiki hamiyet-i milliye sahipleri anladı. Yani, başka dinin aksine, İslâm dinine sıkıca sarılma ve tutunma nisbetinde milletin terakki edeceğini, bu ihmal edildiği nisbette de gerileyeceğini gördü. Gözden kaçırılan bu tarihi hakikatın farkına varan ehl-i hamiyet, bu çıkmazdan kurtulmanın da insana verilecek eğitimde sadece onun maddî hayatının değil, manevî yapısının da nazara alınmasıyla mümkün olacağını anladı.
İslam dini ile Hristiyanlığın farkını anlayamayan Jön Türklerin o zaman eğitimde yaptıkları hatayı gören ve eğitim çıkmazının farkına varan ve eğitimin yeniden inşa ve ihya ihtiyacını hisseden idareciler, sivil toplum kuruluşları ve aydınlarımız son çeyrek asırda, çeşitli çare arayışı içerisine girmişlerdir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İslam Toplumu ve Medeniyet : Batıya Yüzlerce Yıllık Üstadlık Eden Dahi
Asıl adı Ebû`l-Ali Hüseyn İbn-i Abdullah İbn-i Sina...
980 yılında Buhara yakınlarındaki Afşan`da doğdu. 5-6 yaşlarında iken babası ile Buhara`ya gitti. İlk tahsilini burada yaptı. Matematik, fıkıh, kelâm, mantık, felsefe dersleri aldı. Daha sonra tıbba merak sardı. Çalışmalarında deney ve gözlemlere büyük önem veriyordu. Genç yaşta ünlü bir doktor olup çıkmıştır. Bir ara Buhara Sultanını yaşlı bir doktorun aracılığıyla tedavi etti. Mükâfat olarak saraya alındı. Buradaki kütüphaneden büyük istifade etti.
Daha sonraları Hemedan Emîrini tedavi etti. Başarısı dolayısıyla vezirlikle taltif edildi. Ancak bir mes`eleden dolayı hükümdarla arası açıldı.
Kaçıp gizlenmek zorunda kaldı. Meşhur eseri Kanun`u bu sırada yazmaya başladı. Yakalanarak atıldığı hapiste de eserini yazmaya, ilmî çalışmalar yapmaya devam etti. Sonra yine kaçtı.
Büveyh Emîri Alâüddevle`nin hizmetine girdi. Burada filozof ve seçkin âlimlerden teşkil edilen bir ilim hey`etine başkanlık etmeye başladı. 57 yaşında iken vefat etti.
Tıp Sahasındaki Bazı Buluşları
İbn-i Sina, yorucu ve sıkıntılı geçen hayatına rağmen 270 kadar eser vermiştir.
Onun en büyük hizmeti tıp sahasında olmuştur. Buluşlarından bazıları şunlardır:
• Aristo ve Galien, kanı ruhun karargâhı olarak belirlemişti. İbn-i Sina ilk defa kanın gıda taşıyan bir sıvı olduğunu keşfetti. Küçük ve büyük kan dolaşımlarından söz etti.
• Kalbin karıncık ve kapakçık sistemini de yine o keşfetti.
• Şeker hastalığında idrardaki şekerin varlığını keşfeden O`dur. İbn-i Sina`nın şeker hastalığı ile ilgili yaptığı açıklamalar, 700 yıl sonra anademi âlimi Thomas Willis tarafından doğrulanmıştır.
• İnsanlık, hastalığı teşhis metodunda İbn-i Sina`ya çok şeyler borçludur. O`nun nabız hakkındaki gözlemlerini modern tıp, geliştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
• Ameliyatta hastaya uyutucu ilâç vermek de İbn-i Sina`nın keşiflerindendir.
• Barsak parazitlerinin keşfi de İbn-i Sina`ya âittir.
• İlk filtreleme fikri de İbn-i Sina`ya âittir.
• Alkolün steril özelliğinden faydalanarak yaraları cerahatsız tedavi usulünü de, O ortaya koydu. Böylece Hipokrat`tan beri gelen yanlış bir tedavi metodunu düzeltmiş oldu. Artık, yaralar, kabuk bağlayıncaya kadar şiddetli ağrılar altında haftalarca bekletilmiyor, sterilize edilerek bir gecede iyileştiriliyordu.
• Bugün cerrahide kullanılan pek çok âletleri, 1000 yıl önce İbn-i Sina ortaya koymuştur.
• İbn-i Sina, ilâçla tedavi vasıtalarının ruhî tedavi vasıtalarıyla da desteklenmesi fikrindedir. Ruhî tedavinin, hastanın maddî gücünü, hastalığa direncini artıracağını, moralini yükselteceğini ileri sürmektedir.
• İbn-i Sina, Avrupalılara koruyucu hekimlik ve ilâç bilim sahalarında da asırlarca ustalık ve hocalık yapmıştır.
• İbn-i Sina, kadın hastalıkları ve doğum sahasında da yıllarca otorite olarak kabûl edilmiştir.
İbn-i Sina`nın Batı`daki Te`siri
Batı dünyası, İbn-i Sina`yı büyük üstad sayarlar ve Avicenna diye anarlar. Eserleri, gerek bilgi, gerekse fikir bakımından Batı âlemini çok derin şekilde etkilemiştir. Ve bu etki yüzyıllar boyu devam etmiştir.
Doğumunun 1000. yılı bütün dünyada İbn-i Sina yılı olarak kabûl edilmiş, eserleri ve fikirleri yeniden inhcelemeye alınmış, UNESCO tarafından bu konuda seminerler ve sempozyumlar hazırlanmıştır.
Bugün Paris Tıp Fakültesi`nin büyük holünde İbn-i Sina`nın resmi asılı durmaktadır. Bu da O`na verilen değeri göstermektedir.
Amerikalı İlimler Tarihi araştırmacılarından Will Durant şöyle demektedir:
"Ortaçağda İbn-i Sina, tıp yazarlarının en büyüğü, Razi en büyük doktor, Beyrunî en büyük astronom, İbn-i Heysem en büyük optik âlimi, Cabir de en büyük kimyager idi."
KAYNAKLAR:
— Yıllarboyu Tarih, Şubat 1981.
— Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi.
— Tercüman Bilimler Ansiklopedisi.
— Avrupa Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Dr. Sigrid Hunke.
— Zafer, İbn-i Sina, sayı: 53.
.
İslam Toplumu ve Medeniyet : Temizliği Bizden Öğrendiler
Rönesans’la birlikte Avrupa’da herşeyin iyiye gittiği düşüncesi yaygın bir kanaattir. Aslında her konuda durum böyle değildir. Nitekim Batılılar, 15. yüzyıldan itibaren, geçmiş asırlara göre daha pis ve pasaklı olmuşlar, bu hâl onlarda 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.
Avrupa’nın 400 Yıllık Pislik Dönemi
Yaklaşık 400 yıl süren Avrupa’nın bu pislik dönemi meşhurdur. Bu dönemde halka açık banyolar kapatıldığı gibi, evlerde temizliğe ayrılan bölümler de başka işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Yıkanma bütünüyle unutulup gitmiş, yemekten önce el yıkama âdeti bile, ortadan kalkmıştır. Yıkanma unutuldukça pislik artmış, pislik arttıkça da kötü kokular çoğalmış; bütün bunlara çare olarak da, Avrupalı, yıkanıp temizlenmeyi düşünme yerine, güzel kokular ve parfüm imali yoluna gitmiştir.
Pislik zamanla öylesine fecî bir hâl almıştı ki, büyük ölçüde çocuk ölümleri oluyor; sık sık çıkan salgınlar binlerce insanı birden imha ediyordu. Meselâ 1501 yılında Fransa’nın Bordeux şehrinde çıkan bir kolera salgınında 17 bin kişi ölmüştü. Ve bu rakam, şehrin nüfusunun yarıdan fazlasını teşkil ediyordu.
XVII. yüzyılda Paris gibi büyük şehirlerde su, son derece az bulunur bir nesne olmuştu. Şehrin nüfusu gittikçe artıyor, fakat kullanılan su miktarı çoğalmıyordu. Bütün şehirde 40 çeşme, bir o kadar da kuyu vardı. Kullanımı zarurî olan su, sokaklardaki sakalardan sağlanır veya çeşmelerde uzayan kuyruğa girilerek te’min edilirdi.
Halk temizlik anlayışından öylesine uzaklaşmış idi ki, evler bir yana, sarayların bile tuvaleti yoktu. Halkın toplu olarak bulunduğu tiyatrolarda dahi, tuvalet mevcut değildi. Herkes ihtiyacını kapı arkalarına, merdiven diplerine giderirdi.
Mark Kemmerich’in “Tarihteki Garip Vak’alar” isimli kitabında, bu konuda şunlar anlatılır:
“Paris’te (Ondördüncü Louis) zamanında hiç kimse sokakta giderken tepesine pis bir şey dökülmeyeceğinden emin olamazdı. Ancak geniş caddeler biraz emniyette idi. Her an bir pencere açılarak sür’atle söylenen bir (Gare L’eau) seslenişinden sonra bir lâzımlık veya leğen muhteviyatı aktarılırdı. Şehrin hiçbir sokağında bundan ve korkunç bir kokudan kurtulmak mümkün değildi. Umumî helâlar olmadığı için sokak köşeleri, sarayların ve kiliselerin civarı, bu hizmetleri görürdü. Aynı şeylere bugün Napoli’de de tesadüf edilmektedir. Paris’te (Palais de Justice)’de ve hattâ (Louvre)’da bu nev’i kirletmelere rastlanırdı.
Bu sarayın avlusunda, salonlarında, kapı arkalarında güpegündüz bu nev’i tabiî ihtiyaçlar görülür ve kimse birşey demezdi. Yalnız (Üçüncü Henri) biraz titizlenmiş ve 1587 senesi ağustosunda bir tebliğ ile her sabah kendisi kalkmadan önce, bahçedeki ve salonlardaki bütün pisliklerin temizlenmesini emretmişti. Buna rağmen, İspanya ve Fransa kral sarayları, hattâ (Ondördüncü Louis) devrinde şiddetli ve fena bir koku yayar ve bunu ıtriyat kokuları bile bastıramazdı. Bunun için onyedinci asırda birisi lâzımlığı keşfetmiş, bu ihtira -buluş- saraylara kabûl edilerek kokunun biraz önü alınmıştır.”
Aynı eserde pencerelerden sokağa lâzımlık dökme âdetinin ancak 1780 tarihinde men edilebildiğinden; İngiltere’de helânın 17’nci asırda icadedildiğinden ve İsveç sarayında ise yirminci asrın başlarında bile henüz helâ mevcut olmadığı için herkesin, hattâ misafir krallarla prenslerin bile koridorlardaki paravanların arkasına gidip def-i hacet ederlerken paravanın alt tarafından ayaklarının göründüğünden bahsedilmektedir.”
Türkler’de Temizlik
Avrupa, böylesine pislik içinde yüzerken bizde durum ne idi?
Selçuklu devrinde Konya, Kayseri gibi önemli şehirlerde halk için yapılmış hamamlar vardı. Türkler, Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya geçtiklerinde, Bizans’tan kalma hamamları bazı değişikliklerle kullanmaya devam ettiler, bunlara yenilerini eklediler. Bilhassa şifalı su kaynaklarına büyük önem verdiler. Ilıca ve kaplıcalar yaptılar. Bunları sağlık amacıyla kullanmaya başladılar.
Selçuklular gibi, Osmanlılar da temizliğe çok önem vermişlerdir. Sultan I. Murad XIV. yüzyılın ikinci yarısında, başkent Bursa’da çeşitli hamamlar yaptırdı. Asıl büyük hamamlar, Sultan Fatih zamanında yapılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra Ağa Hamamı, Ebû Vefa Hamamı, Çukur Hamam gibi meşhur hamamlar inşâ edilmiştir.
Bu dönemde, Bursa sular şehri haline gelmiş, evlerde bile kaplıca suları akıtılmıştır. XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ülkesinde her eve su sağlanmışken, Avrupa dizboyu pisliğe gömülmüş haldeydi.
Fatih, hamamların yanısıra İstanbul’da 200 çeşme yaptırdı. II. Beyazıd 70 çeşme daha ilâve etti. Kanunî 700 çeşme ile İstanbul’u suya kandırdı. İstanbul’da XVII. yüzyıl ortalarında 302 hamam faaliyette idi. Bunun dışında saray, konak ve evlerdeki hamam sayısı 15 bine ulaşıyordu.
Batılı Gezginlerin İtirafı
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupalılar’ın, Türkiye`ye geliş-gidişleri artmıştı. Bunlardan eli kalem tutanlar, Osmanlı ülkesinde gördükleri güzellikleri, bilhassa hârikulâde temizliği, neşrettikleri hâtıralarında anlata anlata bitirememektedirler:
Türkiye’ye gelen Pierre Belon 1553’te Türkiye hakkında bir kitap yayınlamış, bu eserinde temizlik için ayrı bahis açmıştı. Hamamlarla birlikte genel temizlik kaidelerini ele alan Belon, bebeklerin temizliğine ne kadar dikkat edildiğini, altlarının ne büyük bir itinayla temizlendiğini de özene bezene yazmaktaydı.
Yabancı gezginlerin ilgi çekicilerinden biri de Paolo Giovio adlı İtalyandır. İstanbul’da uzun süre kalmış ve incelemelerde bulunmuş olan yazar, normal temizlik kurallarından başka, askerin temizliğini de anlata anlata bitiremez:
“Türk askeri sıhhatli ve temizdir. Avrupa ülkelerinde askerlerin bulunduğu yerlerde kokudan geçilmezken, Türk askerleri tam aksine pırıl pırıl... Avrupa’dakilerin pisliğini, kokusunu bir yana bırakın. Sebep oldukları hastalıklar da cabası. Burada ise askerlerin yüzünden sanki sağlık akıyor...”
Kanunî devrinde İstanbul`a gelmiş olan bir İspanyol gezginin yazdıkları, Avrupa`nın o asırdaki durumunu açıkça dile getirmektedir:
"Türkler, biz Hıristiyanlar`ın pis olduğunu ileri sürüyor. Halbuki yıkanmak zararlıdır. İspanya`da hayatı boyunca iki defa yıkanmış erkek veya kadın yoktur. Yıkanmanın pek çok kişiye zararı dokunduğu görülmüştür. Hele biz Hıristiyanlar, alışık olmadığımız için bize iyi gelmez."
Buradaki birinci yıkanış vaftiz yıkanışı, yani vaftiz suyunun dökülmesidir. Avrupalılar’ın bundan sonra “kutsal su”dan mahrum olmamak için, yeniden yıkanmayı akıllarından bile geçirmedikleri anlaşılıyor.
Yıkanmanın zararlı olduğunu yazan sadece bu yazar değildir. XVII. yüzyılda Türkiye`ye gelmiş olan bir başka yazar Grelot, bu konuda, 1680`de yayınladığı kitabında şunları yazıyor:
“Türkler, yıkanmada mübalâğaya kaçarlar; bu kadar sık yıkanmasalar, muhakkak ki daha az hasta olurlar (!). Hemen her gün yıkandıkları için de beyinleri sulanmaktadır (!). Ne var ki Türkler’in umumî helâları da çok temizdir. Bizdeki gibi mabetlerin civarına ve duvarlarının dibine küçük ya da büyük abdest bozanlarını hiç görmedim... Türklerin kendi yemek takımları ayrı, kedilere ve köpeklere yiyecek verdikleri kaplar ayrıdır. Köpekler, bizdeki gibi, insanın tabağında arta kalanını tabaktan yemez. Türkler bu âdetimize çok sinirleniyor. Hattâ sırf bu yüzden bize köpek diyenleri bile işittim."
1655’te İstanbul’a gelen Jean da Thevénot şöyle yazar:
“Fransızcadaki ‘Türk gibi kuvvetli’ meseli boşuna söylenmemiştir. Çünkü Türklerin çoğunluğu sıhhatli ve kuvvetlidir. Temizlik ve sağlık için Türkler sık sık hamama gider. Şehirlerinde çok güzel hamamlar olduğu gibi, hiç değilse bir hamamı olmayan köy de yoktur. Türkler çok yaşarlar, az hasta olurlar. Bizdeki böbrek rahatsızlıklarını, daha başka birçok hastalığı bilmezler. Bunun başlıca sebebi sık sık hamama gitmeleri ve az yiyip içmeleridir.”
Dr. A. Brager’in, 1836’da basılan “Neu Annees a Constantinople” adlı eserinde de şunlar kayıtlıdır:
“Türkler’de yıkanma -işi hayrete değer. Paris’te ancak yarım yüzyıldan beri birkaç banyo var. Londra, Berlin, Viyana gibi şehirlerde ise o da yok. Gerçi elli yıldır Avrupa’da temizliğe önem verilmektedir. Fakat Türklerin yüzlerce yıldan bu yana, temizlik konusunda vardıkları yere ulaşmaktan henüz uzağız. Bugün bir Avrupalı, en fakir bir Türk köylüsü kadar temizlik kurallarına uymaz. XII. yüzyılın ortalarına kadar Paris’in ne derece pis bir şehir olduğunu herkes bilir. O zamandan beri, bu konuda ilerlemekle övünürüz ama, Türklerin bugünkü temizlik seviyesine gelmemiz için daha en az elli yıla ihtiyacımız vardır.”
Günümüzde Bizde ve Batı’da Temizlik
Batı’nın o meşhur pislik dönemleri artık çok gerilerde kaldı. Şehirleri, caddeleri, her tarafı pırıl pırıl, tertemiz. Görünüşteki bu imrenilecek temizliğin yanısıra, yine de Avrupalının, Müslümanın temizlik anlayışından uzak yönleri, tiksinilecek halleri vardır.
Bilhassa Avrupalıların akmayan suda yıkanma âdetleri vardır ki, bu usul temizlik, her devirde bize ters gelmiştir. Avrupalılar, Amerikalılar banyo küvetini doldurup içine girerler. Lâvaboyu kapatıp içine doldurduğu su ile elini yüzünü yıkar. Bizim anlayışımızda bu, tek kelime ile pisliktir.
Bu konuda Hacettepe Hastanesi eski Acil Servis Şeflerinden Op. Dr. Timuçin Altuğ’un şu tespitleri de mânidardır:
“Batılıların elbiseleri ve görünüşleri belki bizi aldatabilir ama, onların içyüzleri korkunç denecek kadar kirlidir. Bunu Avrupa’da 5.5 sene Hıristiyanlar arasında yaşamış bir Türk hekimi olarak söylüyorum. Avrupa’daki Türk işçisi, ameliyata gelirken mutlaka iyice yıkanır. Gusül abdesti alır. Tertemiz çamaşırlarını giyer, ameliyat sonu ne olur ne olmaz diye pırıl pırıl ameliyat masasına çıkardı. Alman hastalar ise, Hıristiyan dininden oldukları için, Türk usulü yıkanmadan, gusül abdesti almadan, etek tıraşından ve taharetten habersiz, bütün pislikleri ile ameliyat masasına çıkarlardı. Bazen 1 Türk hastası geldiğinde, yanımdaki Alman hemşirelere göğsüm kabararak işçimizin temizliğini gösterirdim. Biraz sonra ameliyathaneye giren bir Alman’ın abdestten, taharetten nasibini almadığı için iğrenç durumunu işaret ederdim. Hayatında Türk usulü yıkanmamış, eteğini tıraş etmemiş, gusül abdesti veya namaz abdesti almamış, tırnaklarını kesmemiş, sünnet olmamış ve yüznumaradan çıkarken kâğıtla silinen, taharetten nasibini almayan bir Hıristiyanla, İslâm dininin bütün kaidelerine harfiyyen riayet ederek tertemiz olan bir Türk işçisinin bir olmayacağı gün gibi aşikârdır.”
.İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları Contribution of Islamic Civilization to Secular Civilization Arif ÖZAYDIN* Öz Bu çalışmada yaşayan ve birbirine hasım gibi gözüken iki medeniyet ele alınmıştır. İki medeniyeti, medeniyet yapan temel karakteristik özellikleri incelenmiştir. İki medeniyetin birbiri ile olan etkileşiminde İslam medeniyetinin seküler medeniyete büyük tesiri olduğu, ama bunun gizlendiği, üstünün örtüldüğü ortaya konulmuştur. Batıda ortaya çıkan seküler medeniyet aydınlanmacı felsefenin ürünüdür. Aydınlanma felsefesi ise kilise dışında, Endülüs ve Kuzey Afrika Müslüman okullarında eğitim almış, İslam bilim ve düşünce ikliminde yetişmiş Yahudi ve Hıristiyan bilginlerin akıl ve aklı temsil eden bilimin yol göstericiliği üzerine gelişmiş düşünme ve bilme işidir. Günümüz hâkim medeniyeti kendini bilim ve teknoloji medeniyeti olarak takdim etmektedir. Bilim ve teknoloji medeniyetinin öncü medeniyeti ise İslam medeniyetidir. Bu gerçeği Fuad Sezgin, “İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi” alanında yaptığı çalışmalarla ortaya koymuştur. Anahtar Kelimeler: Medeniyet, İslam medeniyeti, Seküler medeniyet, Fuad Sezgin. Abstract In this study, two living civilizations, which seem to be the opposite of each other, are discussed. The main characteristics of two civilization were examined. The interaction of two civilizations with each other Islamic civilization has a great influence on secular civilization, but it is revealed that it is covered. The secular civilization that emerged in the West is the product of enlightened philosophy. The Enlightenment philosophy is the advanced thinking and knowledge on the guiding of science that represents the mind and the mind of the Jewish and Christian scholars who were trained in Muslim schools in Andalusia and North Africa, trained in Islamic science and thought. Today's prevailing civilization presents itself as a civilization of science and technology. The leading civilization of science and technology civilization is Islamic civilization. Fuad Sezgin, has revealed this fact in his "Islamic Science and Technology History" studies field. Keywords: Civilization, İslamic Civilization, Secular Civilization, Fuad Sezgin. Geliş Tarihi/Received: 21.05.2019 - Kabul Tarihi/Accepted: 26.06.2019 * Prof. Dr. Gaziantep Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Gaziantep/Türkiye, ozsagir@gantep.edu.tr, ORCID: 0000-0002-1011-0065. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 118 GİRİŞ Bugün yaşayan ve öne çıkan, bir birine hasım gibi gözüken iki medeniyet vardır. Biri İslam medeniyeti diğer ise Seküler medeniyettir. İslam medeniyeti, referansını vahiy ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından alarak süreç içerinde neşet eden ilmi birikimle geliştirdiği hayat tarzı ve bunun sonucunda ürettiği insan tipi, hukuk düzeni, ahlâk anlayışı temelli bir ekonomik, sosyal ve siyasal düzendir. Seküler medeniyet ise din temelli olmayan, bilim-felsefe temelli ekonomik, sosyal ve siyasal bir düzendir. Seküler medeniyet (civilization) kavram olarak ortaya çıkışı ve bunun tarihi seyri olarak aldığı anlama bakarak değerlendirildiğinde, Avrupa merkezli bir medeniyetle karşılaşılmaktadır. Bu nedenle de seküler medeniyete, Batı medeniyeti de denmektedir. İslam medeniyeti ise “Medine” merkezli bir kavramsallaştırmadır. İnsanlık tarihinin son 250 yıllık döneminin hâkim medeniyeti seküler karakterlidir. Bu medeniyetin insanlığı nereye götürdüğü/getirdiği, Birleşmiş Milletler öncülüğüne organize edilip sonradan akamete uğramış olan “Medeniyetler İttifakı Girişimi” ile ilgi hazırlanmış olan, “Medeniyetler İttifakı Raporu”nda ortaya konulmuştur. Raporun birinci bölümünde, insanlık âleminin içinde bulunduğu “HAL’in hali” tahlil ediliyor. Raporun ilk cümleleri çok dikkat çekici: “Dünyamız bir dengesizlik içinde. En zengin üç insanın gelirinin toplamı en az gelişmiş olan ülkelerin gelirlerinin toplamından neredeyse daha fazla. Günümüzde tıp dünyası büyük başarılar ortaya koyuyor ama her yıl üç milyon insan tedavisi mümkün olan hastalıklar sebebiyle ölüyor. Yüz otuz milyon çocuk temel eğitim imkânından mahrum. Dünyamızın birçok bölgesinde katliamlar sürüp gitmekte. Dünya nüfusunun ne kadarının temel insan haklarından, demokrasiden, dolayısıyla eşitlikten, özgürlükten mahrum olarak yaşamak zorunda bırakıldığı hepimizin malumudur.” Dünyanın bu hale gelmesinin baş sorumlusu, bugünün hâkim medeniyet paradigmasıdır. Bu Batı Sivilizasyonu bütün iddialarına, demokrasi çığırtkanlığına rağmen dünyada yoksulluğu, haksızlıkları, cinayetleri, eşitsizliği ortadan kaldırma iddiasının aksine bunları bizzat kendisi üretiyor. Tıpkı terörü, savaşları, işgalleri ürettiği gibi… Özü itibariyle kapitalist olan bu paradigmanın insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır. Bu anlamda “tarihin sonuna gelindiği” söylenebilir. İnsanlığı içine düştüğü bataklıktan kurtaracak olan İslam medeniyetidir. Zira batının, kendi “karanlık çağ”ından kurtulmasının yolunu ve ışığını İslam bilim ve düşüncesinde bulmuştur. Batıyı kendi tabirleri ile “aydınlığa” çıkaran, Kilise dışında, Endülüs ve Kuzey Afrika Müslüman okullarında eğitim almış, İslam bilim ve düşünce ikliminde yetişmiş Yahudi ve Hıristiyan bilginler olmuştur. Aydınlanmacı düşünce biçimi kiliseye karşı bilimin ve hür düşüncenin yolunu açmıştır. Bu anlamda Batıda, Seküler medeniyet dönemi başlangıçta İslam medeniyetin çok şey almıştır ama inkâr etmiştir. Üstat Fuad Sezgin batının bu inkâr ve hırsızlığını, “İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi” alanında yaptığı çalışmalarla ortaya koymuştur. Benzer şekilde Jake Goody’de “Tarih Hırsızlığı” kitabında batının doğudan (İslam toplumundan) ne aldığını çok net ortaya koymuştur. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 119 İnsanlığın önünü açan İslam medeniyetini yeniden yeryüzü insanlığının dikkatine sunmak, bu medeniyet mensuplarının birincil görevidir. Bu amaçla incelenen konuda önce medeniyet ve medeniyet tasavvuru kavramları açıklanmıştır. Sonra İslam medeniyeti ve Seküler medeniyet temel karakteristikleri üzerinden incelenmiştir. Sonuç kısmında ise İslam medeniyetinin seküler medeniyet katkıları ortaya konulmuştur. MEDENİYET Bir olguyu anlamaya, analiz etmeye tarifle başlamak bilimsel yaklaşım gereğidir. Zira tarif bir perspektiftir, kısa bir özettir. Ancak bazı kavramları tarif etmek çok zordur. Medeniyet onlardan biridir. Kavram olarak Medeniyet, Arapçada “şehir” anlamına gelen “Medine” isminden türetilmiştir. Kelime, kök itibariyle “yönetmek” (es-siyase) ve “malik olmak” anlamları da bulunan deyn (din) mastarıyla ilişkilidir. Medeni (medeniye) ve medini ise şehre mensup olan, şehirli manasına gelmektedir. Medeniyet kavramı Medine’den esinlenerek türetilmiş olup, şehirliliği, dinin şehirde ekonomik, kültürel, estetik, siyasi anlamda ifadesinin somutlaştığı dünya görüşünün yaşamda ifadesini bulan bütün kastedilmektedir. Medeniyet hem tasvir edici, hem değer koyucu (normatif) bir kavramdır. Kavramın Batı dillerindeki karşılığı “Civilization”dır. Sivilizasyon Latince’de “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Civilization kavramı, ilk defa Fransızca olarak Marquis de Mirabeau tarafından 1757 yılında kullanılmıştır. Daha sonra başta İngiltere olmak üzere diğer batılı ülkelerde kullanılmaya başlanmıştır. O dönemde özellikle Fransa’da ve daha sonra İngiltere’de seçkin zümrenin hayat tarzını ifade etmekte olup, terimin belirleyici anlamı “medenileştirmek”tir. Zaman içinde manası değişerek içeriği genişlemişse de manasını hala kısmen muhafaza etmektedir. Fransız ve İngilizlerin civilization kavramına karşın, Almanların Kültür kavramını kullanmaktadırlar. Muhtevaları birbirine yakın olsa da Alman kimliğinin oluşumuna vurgu “kültür” kavramının macerası ile İngiliz ve Fransız kibrinin, üstünlük duygusunun dışa vurumu olarak “sivilizasyon”a vurgu; Avrupa içi bir ayrışmanın belirtisidir. Civilization, son 250 yüzyıl içerisinde Batı’nın kendisini daha önceki dönemlerden ve çağdaşı olan diğer toplumlardan farklı olduğu ileri sürülen hayat tarzına verdiği isim olarak ortaya çıkmıştır (Toynbee, 1980: 33). Medeniyet, kültür üzerinden de tanımlanmaktadır. Latincede kültür (cultura), toprağın sürülüp işlenmesi, ürün vermeye hazır hale getirilmesi demektir. Zaman içinde anlam genişlemesiyle kültür, insanın toplumsal yoldan kendisi ile çevresini öğrenip anlamsı, doğal ortamını da işleyip yaşanabilir duruma sokmasıdır (Duralı, 2015: 31). Kültür ile medeniyet aynı biçimde kullanılsa da aralarında ciddi fark vardır. Kültür mikro bir kavram, medeniyet makro bir kavramdır. Medeniyet kültürler üstü kültür şeklinde tanımlanmaktadır. Bu anlamda medeniyet, çok sayıda kültürün ahenkli bir birlikteliğinden meydana gelen “bir kül, bir bütündür. Medeniyet kavramı bu anlamının yanında iki ayrı anlamda daha kullanılmaktadır. i. İnsanın görgülü olma, kendini kontrol etme yeteneği veren değerler bütününe haiz olması anlamında kullanılmaktadır. Gündelik dildeki ‘medeni insan’ Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 120 kişinin başkalarına karşı görgülü davranma, kibar, nezaket, nezahet, incelik, edep ve pek tabii ahlâklı olmayı ifade etmektedir. ii. Medeniyet gelişmiş olarak kabul edilen toplumları gelişmemiş sayılan toplumlardan ayıran özelliklere işaret etmektedir. Bu anlamıyla medeniyet, insanlığın ulaştığı birikim ve gelişmişlik düzeyini ifade ettiği gibi bu düzeyin Batılı toplumlarca kaydedildiği telakkisiyle zaman zaman modern Batı Avrupa toplumu ile özdeş anlamda kullanılmaktadır. Bu anlamı ile beyaz Avrupalıyı ötekinden, yani “barbar, medeni olmayan”dan ayıran kategorik bir ayrışmanın Avrupa kibrini ima ettiği açıktır (Emre, 2012). Her ne kadar Batı’da yaygın olarak kullanılmaya başlandığı 18. yüzyıldan itibaren medenilere, yani kentli Avrupalılara özgü inceliği, kibarlığı, belli sınıflara özgü davranış kalıplarını içerse de daha sonra Avrupalı olmayanlara karşı maddi teknik bakımdan ve ekonomik üstünlüğü ifade edecek bir şekle dönüşmüştür. Sistemik anlamda Medeniyet kavramının düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası şehir hayatının (toplumsal hayatın) sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda ortaya konulan düzendir, birikimdir. Bu düzenin karakteristik özelliklerinin ne olduğunu anlamak için insan ve topluma dair bir takım sorular ve onların cevaplarından çıkarmak mümkündür. Bu anlamda Medeniyetin tarifi şu soruların cevapları üzerinden yapmak mümkündür. İnsan nedir, insan nasıl bir varlıktır, insanlar arası ilişkiler nedir, nasıldır, onların varoluşsal konumunu belirleyen normlar, standartlar, değerler nelerdir, insan-tabiat ilişkisinin mahiyeti nedir gibi sorular sorulduğunda ortaya çıkandır, medeniyet. Çok geniş anlamda Medeniyet; bir topluluğun insan, tabiat, ekonomi, din dolayısıyla Allah, dünya, hayat, ölüm vs. anlayışının toplamından oluşan büyük bir vizyon, büyük bir dünya görüşüdür. Bundan dolayıdır ki, Medeniyet belki de en büyük “anlatı”dır (Aydın, 2014). Medeniyete “çıktı” (ürün) perspektifinden bakıldığında, bir toplumun inanç ve değerler sistemi çerçevesinde ortaya koyduğu hayata dair etkinliklerin toplamıyla karşılaşılır. Şunu da ifade etmekte fayda vardır. Medeniyet kavramı batıdaki “civilization” kavramının karşılığı olarak kullanılsa da iki kavram birbiri ile örtüşmemektedir. Bu iki kavramın örtüşmemesinin nedenini, beslenmekte oldukları kaynakların farklılığında aramak gerekir. Medeniyet “din” orijinli, sivilizasyon “akıl” orijinli bir kültür birikimidir. Bir başka ifade ile medeniyetleri birbirinden ayıran temel nokta, medeniyetleri meydana getiren “temel saikler”dir. Bu belirleyici ilkeler insanların zihinsel yapılarını oluşturacak, buna bağlı olarak da gündelik hayatın her alanı belirlenecektir. Medeniyetin bu özelliği dikkate alınırsa, dünya üzerinde yaşanmış ya da yaşanmakta olan bütün medeniyetlerin iki temel saikin belirleyici etkisi ile şekillendiği söylenebilir. Bunlardan birisi "dini-vahyi bilgi temelli medeniyet"tir ki bunun yaşayan örneği İslam medeniyetidir. Diğeri ise, “laik, seküler bilgi temelli medeniyet”tir. Buna örnek olarak da civilisation kavramını şekillendiren değerler dizisi verilebilir. Bunu seküler medeniyet (secular sivilization) biçiminde isimlendirmekte mümkündür. MEDENİYET TASAVVURU Tasavvur, tahayyül kelimesiyle yakından ilişkilidir. Tahayyül, hayal kökünden gelir. Nasıl bir dünya hayal ediyorsun, zihninde, gönlünde nasıl bir dünya, nasıl bir insan- Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 121 insan ilişkisi, nasıl bir insan-kâinat ilişkisi, nasıl bir toplumsal düzen hayal ediyorsun? Tahayyül dünyası, zihinde olur ve hayata bakışınızı yansıtır. İnsanın hayal dünyası değerlerinin bir yansımasıdır. Medeniyet insanın hayal dünyası üzerinden surete (görünüşe, biçime) dönüşür. Buna da tasavvur diyoruz. Medeniyet tasavvuru ise hayatın manası ve gayesine, insanın varlığına dair sorulara cevap verebilen sistemdir. Medeniyet tasavvuru bir üst sistemdir (Öktem, 2014: 14). Başka bir ifade ile medeniyet tasavvuru, inanç ve değerler sistemine göre tanımlanan davranış biçimlerini ve bunları denetleyen ahlak ve hukuku ihtiva eden bir oluşumdur (Öktem, 2014: 13). Günlük hayatımızda yaşadığımız biçimler, hayat anlayışı medeniyet tasavvurunun bir yansımasıdır. Medeniyet tasavvurunun genel olarak iki kaynağı vardır. Bunlar akıl ve vahiydir. Akıl kaynaklı medeniyete, batı sivilizasyonu (civilization) örnek olarak gösterilebilir. Yalnızca aklı esas alan medeniyet anlayışının insanı ne hale getirdiğini, seküler medeniyet anlayışı üzerinden görmek mümkündür. Batı sivilizasyonu “kendini çağdaş, modern” görmekte, diğer medeniyetleri gerici, yobaz olarak nitelendirmektedir. İslam medeniyeti ise vahiy kaynaklı medeniyettir. Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Vahyin hayata ve ahrete dair tasavvurları vardır. Henri Berkson’a göre insanda, akıl, nakil, tecrübe ve birde sezgi (feraset) vardır. Sezgi insan bilgisinin bir bileşenidir (Eroğlu, 2012: 81). Sezgiyi, akıl açıklayamaz. Sadece kabul eder. Medeniyet tasavvuru bir sezgidir, bir paradigmadır (Öktem, 2014: 163). Medeniyet tasavvuru bir üst sistemdir. Bu sistem, aralarında tutarlığı olan üç sistem üzerine kuruludur (Öktem, 2015: 29). Bu sistemler: (i). İnanç ve değerler sistemi, (ii). Ahlak sistemi, (iii). Hukuk sistemidir. Bu sistemlere ilave olarak her medeniyetin bir de (iv). Ekonomi tasavvuru ve sistemi vardır. Ekonomi sistemi, inanç ve değerler sistemi, ahlak sistemi ve hukuk sisteminden bağımsız değildir. Onlarla yakından ilişkilidir. Seküler medeniyetin hakim iktisat sistemi kapitalist ekonomik sistemdir. İslam medeniyetinin iktisat sistemi ise İslami inanç temelli bir ekonomik sistemdir. İnanç ve Değerler Sistemi Her medeniyet tasavvuru bir inanç sistemine dayanır. Fakat bu sadece inanç sistemi olarak kalmaz. İnancın hayata nasıl geçirileceğine de atıfta bulunur, yollarını söyler. Usulünü, adabını, prensiplerini inşa eder. Benzer şekilde her medeniyet tasavvurunun arkasında bir değerler sistemi vardır. İnanç ve değerler sistemi hem kendi aralarında hem de içyapıları itibariyle tutarlıdırlar. Değerler, hayata anlam katan, yaşamayı değerli kılan, dış âlemde maddi karşılığı olmayan bir takım standartlardır. Bir değerin dış dünyaya geçmesi ise eylemle hayata yansıması, yani bir biçim kazanması demektir. Değerler aynı zamanda tavır ve hareketlerin genel yöneticileridirler. Bu olgu, o değerin yaşanır hale geldiğini yani eylemlerimize yön ve biçim verdiğini gösterir. Değerin hayata geçişi, değerin davranışa dönüşmesiyle mümkündür. Her medeniyet tasavvuru kendi değerler sistemine göre davranış biçimleri kompozisyonu önerir ve kendi sâiklerinden bu biçimlere göre davranmalarını, yani eylem yapmalarını ister. Kısaca söylemek gerekirse medeniyet tasavvuru, inanılan değerler sistemine göre tanımlanan davranış biçimlerini ve bunları denetleyen ahlak ve hukuku ihtiva eden bir oluşumdur (Öktem, 2015: 13). Değerler sisteminin söylediği şeyler birer doğmadır, aksiyomdur. Bunlar rasyonel manâda ispatlanamaz. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 122 Değerler, soyut duygular ve idealler olup, toplum içinde işleyen ve değerlendirmelerde kullanılan standartlardır. Seçilmiş, düşünülerek alınan her tavır ve yapılan her hareketin arkasında bir değer vardır. Tavır ve hareketler, eylemler, duygular, fikirler, vasıflar, kişiler ve gruplar, amaçlar ve araçlar tümü ile her şey toplum hayatında değerlere göre mukayese olunur ve “daha iyi”, “daha doğru”, “daha adil”, “daha uygun” ve başka biçimlerde ya da tersi olarak değerlendirilirler. Toplumsal değerlere modern sosyolojide sosyal norm adı verilmektedir. Sosyal normlar, akılda tutulan ve insanların tavır ve hareketlerine sınırlar koyan inanışlardır. Her toplum kendi varlığını korumak için sosyal normlar geliştirir. Toplumun mensupları o normlara göre hareket eder. Toplumlarda ekonomik usuller, adaleti tevzi metotları, evlenme biçimleri, aile sistemleri, ibadet usulleri, tasarruf, tüketim….vs. belirli normlara göre icra edilir (Dönmezer, 1984: 253). Normların arka planında toplumun inanç ve değerleri yer alır. Her medeni toplum kendi normlarını üyelerine telkin eder ve aşılar. Bir toplumdaki sosyal normları dört kategori halinde gruplamak mümkündür. Bunlar; a. Dini Normlar ve Kurallar: Din kuralları, ilahi irade tarafından konulmuş, peygamberler vasıtasıyla kutsal kitaplar aracılığıyla bizlere ulaştırılan, insan davranışlarını düzenleyen, ölünce öbür dünyada cehennem azabı çekileceği korkusuyla müeyyidelendirilen emir ve yasaklardır. b. Ahlâki Normlar: insanın inançları ahlâkının temelini oluşturur. Ahlâk kişi vicdanının, belirli hareketleri doğru ve iyi olarak vasıflandırırken kullandığı kurallar bütünüdür. Bu kuralların temelini dini inançlar (dini emir ve yasaklar) oluşturur. c. Örf ve Adetler: Yaygın ve nüfusun büyük bir bölümü tarafından uzun zamanlardan beri tekrar edilip gelen ve insanların günlük tavır ve hareketlerini, yaşam biçimini yönlendiren kurallara adetler denir. Bu niteliği taşımakla beraber ayrıca, daha yüksek derece bir değerlendirmeğe de konu olan sosyal normlara ise örfler denmektedir. d. Hukuk Normları: kendilerinden sapılması halinde, toplumun örgütlenmiş ve zor kullanmasını belirten müeyyidelerin rasyonel olarak karşılandığı sosyal normlardır. Hukuk Kuralları: Devletin yetkili organları tarafından konulan ve insan davranışlarını düzenleyen, cebir ile müeyyidelendirilmiş emir ve yasaklardır. Ahlâk Sistemi Ahlâk, Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi manalara gelen “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde çoğunlukla insanın fizik yapısı için halk, manevi yapısı için hulk kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir. Ahlak kavramı batı literatüründe ise iki farklı biçimde kullanılmaktadır: Etik ve moral. “Etik” kavramı Yunanca “ethos” kelimesinden gelmektedir. Bu kavram aslında ahlakın tam bir karşılığı olmaktan çok, ahlakın konuları üzerine yapılan felsefelerin genel bir adıdır. Başka bir ifadeyle, ahlak üzerine yapılan felsefe ya da ahlak üzerine düşünebilme faaliyetidir (Öztürk, 2006). Ahlâk, bir toplumda iyilik ve kötülük hakkında oluşan değer yargılarına göre, yapılması ve yapılmaması gereken davranışlara ilişkin kurallar bütünüdür. Ahlâk kuralları da din ve hukuk kuralları gibi insan davranışlarını düzenleyici niteliktedirler. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 123 Bu nitelikleriyle ahlâk kuralları insanın kendi kendine ve diğer insanlara karşı dini ödevlerini gösterir. Hukukta dış davranış esas olduğu halde, ahlâkta iç düşünce, niyet ve maksat önemlidir. Fakat iç düşüncenin, yani niyet ve maksadın meydana çıkması, başkaları tarafından algılanması dış hareketle mümkün olduğuna göre ahlâk, insanın özünün ve sözünün, düşünce ve davranışlarının bir birine uygun düşmesi, başka deyişle insanın kendi kendisi ile tutarlı olması temeline dayanır (Bilge, 2007: 9). Ahlâk, kurallarının bir kısmı, kişinin doğrudan kendisi ve iç âlemi ile ilgilidir ki, bunlara “subjektif ahlâk kuralları” denir. Kişinin kendi nefsine karşı olan yükümlülükleri ile ilgilidir. Yalan söylememe, birbirini çekiştirmeme, iyi insan olma vb. durumlar böyledir. Bir de kişinin diğerlerine karşı yükümlülüklerini bildiren “objektif ahlak kuralları” vardır. Yoksullara, kimsesizlere yardımda bulunmak, başkalarının mal ve namusuna göz dikmemek, hak ve hukuka saygılı olmak gibi durumlar böyledir. Hukuk Sistemi Toplumsal yaşamın sürdürülebilir bir düzen içinde olması, insan-insan, insan-toplum ilişkilerinin düzenlenmesini gerektirmiştir. Toplumsal yaşamın düzenini sağlayan kuruma “hukuk” denmektedir. Hukuk ve toplumsal yaşantı birbirlerini tamamlayan, biri diğerinin varlık nedenidir. Bu durum, “Nerede toplum (cemiyet) varsa, orada hukuk da vardır” (Ubi societas, ibi just) hukuksal özdeyişi ile ifade edilmektedir (Önen, 1985: 7). Bir medeniyeti, medeniyet yapan, o medeniyete mensup insanların kendilerini uymaya zorunlu saydıkları sosyal düzen kurallarının en önemlisi, sahip oldukları hukuk kurallarıdır. Bu kurallar, kişilerin doğrudan doğruya dış ilişkilerini düzenler. Esas itibariyle bu kuralların, din, ahlâk ve görgü kurallarından bir farkı yoktur. Belli bir zamanda ve belli bir dönemlerde belli bir toplumda din, ahlâk ve görgü kuralları, hukuk kuralı niteliği kazanmış ve uygulanmış olabilir. Mesela Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılarda din kuralları İslam hukuku (fıkıh) adıyla hukuki mahiyette idi. İngiliz toplumunda ve Anglo-Sakson hukuk sisteminde gelenekler halen hukuk kuralları şeklindedir. Ekonomi Sistemi Her medeniyetin kendine has bir iktisat tasavvuru, bu tasavvurun yansıması olarak bir iktisat sistemi vardır. İktisat tasavvuru, o medeniyetin sahip olduğu değerler sisteminden, ahlâk sisteminden ve hukuk sisteminden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla ekonomik tasavvuru o medeniyetin değerleri, ahlaki ilkeleri ve hukuki normlarla uyum içindedir. Modern dünyada ekonomi (kapitalist ekonomi) sosyal hayatı şekillendirmektedir. İslam medeniyetinde ise sosyal hayatı ilahi emirler ve peygamberin uygulamaları şekillendirir. Dolayısıyla insan-insan, insan-toplum ilişkileri dinin tavsiyeleri -emir ve yasakları- ve peygamberin tavsiyeleri üzerine kurudur. İslam dini inançla ilgili esaslar yanında, dünyaya ait düzenlemeler ve hükümler de getirmiştir. Dünya ile ilgili itikat, ibadet ve ahlak kaideleri yanında “muamelat” tabiri ile ifade edilen ekonomik kurallar da vardır. İslam paraya, mala, sokağa, çarşıya, pazara düzenlemeler getiren bir dindir. Bu anlamda İslam medeniyetinin kendine özgü bir ekonomik düzeni vardır. İslam’ın öngördüğü ekonomik düzenin yapısal özellikleri üçüncü kısımda ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 124 İSLAM MEDENİYETİ VE YAPISAL ÖZELLİKLERİ İslam medeniyeti, İslam’ın himayesinde gelişmiş bir medeniyettir (Aydın, 2016: 233). İslam medeniyet, medeniyet olma vasfını “İslam”dan almaktadır. İslam medeniyeti, İslam’ın doğuşu ile Mekke’de zuhur etmiş (ortaya çıkmış) Medine’de somutlaşmıştır. Söz konusu medeniyet 14 asrı aşan bir zaman diliminde geride kalan bütün zorluklara rağmen ayakta kalmış ve kalmaya devam edecek cihanşümul (evrensel) bir yaşam anlayışıdır (Aydın, 2016: 229). Bu sistemin kurucusu Hz. Muhammed’dir. Dünyanın farklı coğrafyalarında taraftar bulmuş, İslam’ın kendine özgü inanç ve değerler dizisi ile ahlâk anlayışı üzerine kurulu bir sistemdir. Dünyanın farklı coğrafyalarda, farklı kültürlere sahip insanları bir arada tutabilmesi, İslam vahyinin ruhunda mündemiç değerlerdir. İslam medeniyeti doğunun da batının da ihtiyaç duyduğu değerleri bünyesinde barındıran bir medeniyettir. İslam dinin nesnesi “insan”dır. Bu anlamda İslam medeniyeti evrensel bir medeniyettir. Nitekim Kur’an’ın “Ey insanlar” ifadesi ile Hz. Peygamberin “âlemlere rahmet olarak” gönderildiği ifadeleri bu medeniyetin evrenselliğini ortaya kaymaktadır. Hıristiyanlık ve İslam, evrensellik misyonu iddiası ile ortaya çıktılar. Fakat Asya’nın büyük bir kısmına, Afrika’ya ve Avrupa’ya ulaşan İslami evrensellik, ilk kez çok ırklı, çok kültürlü bir sahada kıtalar arası bir medeniyet yarattı. Bu medeniyet, Roma ve Helenist kültürün nihai sınırlarının ötesine geçti ve bir dünya medeniyeti oldu. Sadece İslam’ın maddi ve manevi gücünü, birikimini içinde barındırmıyor, bütün insanlığın başarısına birikimine de yer veriyor. İslam Medeniyetinin Tarihsel Arka Planı İslam’ın doğduğu coğrafya, Arabistan yarımadasının Kızıldeniz boyunca sıradağlara paralel olarak uzanan ve Hicaz diye bilinen orta batı bölgesidir. Bölgenin en önemli merkezi, “Ümmü'l-kura” (şehirlerin anası) (En'am, 6/92) adıyla da anılan, Mekke idi; öteki merkez Medine ise, siyasi örgütlenmeden yoksun olan onbin kişilik kendi halinde bir kasaba görünümündeydi. Mekke, sadece Hicaz bölgesinin değil, neredeyse bütün Arabistan yarımadasının da en önemli merkeziydi. Din, ticaret ve siyasetin merkezi, Hicaz bölgesi için, hiç tartışmasız Mekke'ydi. Bütün Arap yarımadası tapınakları içinde en ünlüsü olan Kâbe, Mekke’de bulunuyordu. Kâbe, Mekke’nin merkeziliğinin delilidir. Arabistan'ın her yanında yaygın durumdaki putların birer örneğinin Kâbe’de bulunması, Mekke'deki yönetimi elinde tutan Kureyş'in Kâbe ve içindeki putların koruyuculuğunu üstlenmesi, Mekke'nin tam bir merkez olmasını sağlıyordu. Bütün bu özellikleriyle Kâbe, bütün yarımada sakinlerinin saygınlığını kazanan dini bir merkezdi. Ticaret hayatı, bu kutsal mekânın bulunması dolayısıyla, Mekke eksenli olarak gelişmişti. Mekke'nin en önemli kabilelerinden olan Kureyş, çok eskiden beri şehrin yönetimini elinde bulunduruyordu. Mekke'nin dini ve ticari merkez oluşunun avantajlarını, aynı zamanda siyasi avantaja da dönüştürmüştü. Mekke'de Hz. İsmail evladı olan, Adnânî Arapları otururdu. Çok az sayıda Yahudi ve Hıristiyan da vardı. İslam dini öncesinde özellikle Arapların sosyal hayatları genel olarak cahiliyye dönemi olarak adlandırılır. Cahiliyye kavramı iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisi ilmin zıttı, bilgisizliği ifade ediyordu. İkincisi ise azgın, arzularının esiri, hayvani hislerin peşinde koşan vahşi, şiddet taraftarı ve sabırsız kişiliği ifade ediyordu. Cahiliyye hem Kur’an hem de hadislerde İslam’dan önceki tutum ve davranışları Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 125 İslami dönemdekinden ayırt etmek için kullanılmıştır. Bununla birlikte cahiliyyenin, yaşanmış ve bitmiş olan bir tarihi süreci değil, bir kültürü (medeniyeti) ifade ediyordu. Böyle olduğu içindir ki İslam’dan sonra, Hz. Peygamber (sav) döneminde dahi cahiliye davranışlarına tesadüf etmek mümkün olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim ve hadislerde bu dönemin belirgin davranışları kan davası, içki, kumar, kabilecilik gibi alışkanlık ve uygulamalar cahilliye davası olarak kabul edilmiştir (Apak, 2013: 65- 67). Cahiliyye toplumu yaşayış tarzına göre hayat, bedevi ve hadarî olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. “Bedevi” kavramı yaygın olarak; “yerleşik hayat, medeniyet” anlamına gelen hadarenin karşıtı olarak çölde yaşamak, köyde oturmak anlamında kullanılmaktadır. İslam dini (medeniyeti) “oku” emriyle başlamıştır. Hz. Muhammed 40 yaşına ulaştığında 610 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde, vahiy meleği Cebrail (as) Kendisine Allah’ın “Oku” emrini ulaştırdı. Hz. Peygamber “ben okuma bilmem” cevabını verince, vahiy meleği, O’na Alâk suresinin ilk beş ayetini okumaya başladı: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki, yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de o öğretti.” Bu ayetle başlayan, Hz. Peygamberin tebliği ile devam eden, İslam medeniyeti insanı bedevilikten hadariliğe taşıyan, o tarihe kadar insanlığın karşılaşmadığı yep yeni bir hayat anlayışıdır. Hz. Peygamber bu yeni ve ebedi hayat nizamını önce eşi, çocukları ve akraba yakınlarına, arkasından başta Kureyş kabilesi olmak üzere bütün Mekkelilere, arkasından Mekke dışından gelen kabilelerle görüşmelere onlara da bu kutlu mesajı iletmeye başladı. Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevini aldıktan sonra kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle, ayırımı gözetmeksizin toplumun bütün katmanlarına İslam’dan haberdar ederek, onları İslam’a davet etti. Ama hiç zorlamadı. Bu davete Mekke’nin her kesiminden insanlar davete icap edip, Müslüman oldukları gibi tepkiler de oldu. Tepkilerin bir sebebi puta tapmayı yasaklayan ayetler gelmesidir. İkinci sebep siyasi ve ekonomik nedenlidir. Mekke müşriklerinin inançları olan putperestliğin kalkması durumunda itibarlarının sarsılacağı ve putların terk edilmesi (putlar alınıp satılıyordu) ile Mekke’nin ekonomik hayatının doğrudan ve dolaylı biçimde zarar göreceğinden, Kâbe’nin kutsiyetinin kaybolacağından endişe duyuyorlardı. Hz. Peygambere (sav) karşı oluşun üçüncü bir sebebi de kabilecilik anlayışıdır. Kabiller arasındaki üstünlük mücadelesi, Hâşimoğullarından bir peygamber çıkması, diğer kabileleri rahatsız etmesiydi. Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in tebliğini engellemek için çok çeşitli yollara tevessül ettiler, münazara ve münakaşa ettiler ama O’nu yolundan döndüremediler. Alay ve iftiralarla O’nu toplum içinde küçük düşürme gayretleri de boşa çıkınca, bu defa taktik değiştirerek bir takım dünyevi menfaat vaadiyle O’nu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Ancak Hz. Peygamberin davasından vazgeçmeyeceğini anlayınca son çare olarak O’na dinleri birleştirme önerisini getirdiler. Bu teklife karşılık ilahi cevap: “De ki “Ey inkârcılar! Be sizin tapmakta olduğunuz şeylere tapmam. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dininim banadır” (Kâfirûn, 109/1-6). Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 126 Mekke müşrikleri Hz. Peygamberi kutsal davasından vazgeçmeyeceğini anlayınca bu defa fiili saldırı yoluna girdiler, hatta öldürme girişiminde bulundularsa da O’nu koruyan korudu. Diğer taraftan Hz. Peygamber öncülüğünde Müslümanlar boş durmadı. Müşriklerin saldırılarına karşı değişik stratejiler geliştirdiler. Bu stratejiler pasif direnişten hicrete kadar varan değişik aşamalardan oluşmaktadır. Bu arada her geçen gün İslam’ı kabul edenlerin sayısı atıyor, bu Müslümanların moralini yükseltirken müşrikleri de daha şiddeti ve saldırgan hale getiriyordu. Müslümanların maruz kaldığı zulüm ve işkencelere bu aşamada gücü yetmeyen, ölüm tehditleri karşısında dinlerini terk etmelerinden endişelenen Allah’ın Resûlü (sav) özellikle himayesiz kalanlara Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etti. Bu arada kendisi az sayıda Müslüman’la birlikte Mekke de kalarak davasını anlatmaya devam etse de 12 yıl süren gayretlerine rağmen Müslümanlar Mekke’ye hâkim olamadılar. Bu arada Hz. Muhammed Mekke’ye gelen misafirlere İslam’ı davet etmeye devam etti. O’nun davetine en ciddi ilgi Medine’den geliyordu. Şehrin Arap sakinleri olan Evs ve Hazrecliler, Hz. Peygamber’i (sav) her halükarda destekleyeceklerini açıkladılar. Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav) Kureyşli Müslümanları Medine’ye (Yesrib’e) hicrete çağırdı. Hz. Peygamberin (sav) Medine’ye hicretini duyan müşrikler onu öldürmek istedilerse de bunu başarmadılar. Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e ulaşınca şehir halkı O’nu büyük bir sevinç ve coşkuyla karşıladılar ve evlerine misafir etmek istediler. O ise onları kırmamak için devesinin çökeceği en yakın evde kalacağını bildirdi. Deve nihayet Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yakın bir yerde durunca kalacağı yerde belirlendi. Hz. Muhammed (sav) Medine’ye geldiğinde hemen yeni bir toplum inşa etmenin yoluna koyuldu. Bu anlamda ilk yaptığı iş Mekke’den Medine’ye hicret eden Mekkeli Müslümanlar (Muhacir) ile Medineli Müslümanları (Ensar) bir çatı altında toplamak için onları kardeş ilan etti. O tarihe kadar insanların birlikteliği kana dayalı birliktelikti (kan kardeşliği). Ensar Muhacir kardeşliği soya dayalı kabilevî ittifakı, akidevî (inanç temelli) ittifaka çevirmiştir. Kardeşlik kan kardeşliğinden, inanç kardeşliğine dönüştürülmüştür. Bu dönüşümle birlikte kabile ve aşiretin yerini ümmet ve millet almıştır (Apak, 2013: 240). Bu yeni kardeşlik anlayışı, Evs ve Hazrecliler arasındaki düşmanlığı bitirip, onların bir arda birlikte yaşamlarının yolunu açmıştır. Hz. Muhammed (sav), Medine’yi medenice yaşanılır bir şehre dönüştürmek için bir şey daha yaptı. Oda Şehirdeki Evs ve Hazrec kabileleri dışındaki 3 Yahudi kabilesinin de (Benî Kaynuka, Benî Nadîr, Benî Kurayza) bir arada yaşayacağı bir ortamı sağlamanın yolu olarak, şehir de yaşayan bütün tarafları kapsayacak bir sözleşme metni (anayasa) hazırlamaya karar verdi. Medine sözleşmesi, şehirde yaşayan farklı inanç ve ırk mensuplarını Medine vatandaşlığı temelinde bir araya getirmiştir. Özetle: Hz. Muhammed Medine’ye hicret ettiğinde ilk iş olarak, Mekânın adını Yesrib’ten Medine’ye, Soy ve kabile (kan) kardeşliğini din kardeşliğine, farklı inanç ve ırkların bir arada yaşayabilmelerinin yolu olarak karşılıklı hak ve sorumluluğu güvence altına alan yazılı bir sözleşmeye dayanan bir düzene geçilmiştir. Medine sözleşmesi denilen bu sözleşme ile Medine vatandaşlarının hukuka dayalı sosyal, siyasal, iktisadi ve dini hak sorumlulukları hukuksal güvenceye alınmıştır (Apak, 2013: 246). Hz. Muhammed’in Medine’de temellerini attığı medeniyeti “inanç” esaslı özgün bir medeniyettir. Bu medeniyetinin karakteristik özellikleri hürriyet, eşitlik ve adalettir. İslam medeniyetinde hürriyet esastır. Hürriyet, düşünce, inanç, hal, tavır ve davranışlarında cüz-i iradesine göre hareket etmesidir. Kur’an’da Allah insanlara Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 127 neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkladıktan sonra, yanlışı ve doğruyu seçme hürriyeti verilmiştir. Hürriyetle birlikte sorumlulukta verilmiştir. “Dide zorlama yoktur; artık hak ve batıl iyice ayrılmıştır” (Kur’an, 12/256) ayeti İslam’da hürriyeti açıkça ortaya koymaktadır. Diğer taraftan “bir topluluk kendi gidişatını bizzat kendisi değiştirmedikçe, Allah onların gidişatını değiştirmez” (Kur’an, 13/11) ayetinde de insanların kendi geleceğini tayin konusunda serbest oldukları açıkça ortaya koymuştur. İslam medeniyetinde hürriyet yalnızca kendisi için istenen bir durum değil düşmanı içinde istenen bir durumdur. Hz. Peygamber (sav) Mekke’den Medine’ye gittiğinde diğer din ve medeniyetleri yani putperestlik, Yahudilik ve Hıristiyanlığı yok etme yerine onların da özgürce yaşayacağı ortamı temin etmiştir. İslam medeniyetinde insanlara hürriyet hakkının verilmesini adalet, verilmemesi ise zulüm olarak telakki edilmiştir. Hak ve hürriyet İslami adaletin gereği olarak hukuki teminat altına alınmıştır. Açıkça ifade etmek gerekir ki insanlık düşünce ve ifade hürriyetini İslam’la birlikte kazanmıştır. İslam medeniyet insanların, kavmiyetine, rengine, sosyal durumuna bakılmaksızın, herkesin tam ifade ve düşünce serbestliğine sahip olduğunu hukuki güvence almıştır. O güne kadar insan hürriyetlerine konan bütün kısıtlamalar ve engeller ortadan kaldırılmış, bunlara sebep olan bütün kurumlar yerle bir edilmiştir. İnsan kula kulluk etmekten, kendi nefsinin tahakkümünden, sosyal politik yasaklardan, tabulardan kurtulmuş, İlahi emir ve yasakların ışığında mutlak bir hürriyete kavuşmuştur. Allah’ın resulü bütün insanların eşit ve siyah-beyaz, zenginfakir, işadamı-işçi, yönetici-halk ayırt edilmeksizin herkesin aynı şekilde hür olduğu açık bir biçimde ifade etmiştir. Eşitlik, insanları arasında ırk, renk, dil ve cinsiyet farkı nedeniyle ayırıma tabi tutulmamasıdır. Bu temel ilke İslam medeniyetinin kuruluş döneminde ortaya konulmuştur: Hz. Muhammed veda hutbesinde, “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana bir üstünlüğü yoktur” diyerek insanların eşitliğine vurgu yapmıştır. İnsanların eşit muameleye tabi tutulacağı da şöyle ifade edilmiştir. Her insan aynı inanç, aynı ahlâk aynı hak ve sorumluluk ilkelerine göre değerlendirilir ve muameleye tabi tutulur (Ahzab, 35). İslam medeniyetinin eşitlik anlayışı, Arnold Toynbee’nin dikkatini çekmiştir. İslam dini hiç bir şey yapmamış olsaydı bile gerçekleştirdiği şu iki başarıdan dolayı insanlığın takdirine mazhar olmayı hak etmiştir. Bunlardan biri dil, renk, ırk farkını ortadan kaldırarak insanların eşitliğini getirmiştir. İkincisi insanlığı uyuşturucu (alkol, eroin vs.) belasından korumasıdır. Kur’an Kerim bunların ikisini de yasaklıyor. Adalet, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermektir. Bir sistemin dengesi sistemin bileşenleri arasındaki dengeyi kurucu unsur adalettir. İslam medeniyeti “adalet” esaslı bir medeniyettir. Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmaktadır (TDV, İslam Ansiklopedisi, “Adalet” Maddesi). Adalet İslam medeniyetinin temel prensiplerinden biridir. “De ki. Rabbim bana adaleti emretti…” (Kur’an, 7/29). Bu ayet insanlara bütün işlerini adalet ve iyilik esaslarına uygun olarak yapmalarını emreder. Nisa süresin de şöyle buyurur: “Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder…” (Kur’an, 4/58). Benzer şekilde Maide suresinde “Ey mü’minler Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adalete şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 128 götürmesin. Adil olun. O takvaya en yakın olandır. Allaha karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Bütün bu ayetler İslam medeniyetinin adalete ne kadar önem verdiğini göstermekle beraber İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran temel faktör olmuştur. İslam Medeniyetinin İnanç ve Değerler Sistemi İslam medeniyetinin inanç ve değerler sisteminin temelini Evamir’i ilahiye, Hz. Muhammed’ın uygulamaları (sünnet) ve Ehl-i sünnet âlimlerinin içtihatları oluşturur. İslâm, Hz. Muhammed’in temel öğreti ve esaslarını vahiy yoluyla Allah’tan aldığı inanç sisteminin adıdır. Bu inanç sistemi bizzat Hz. Muhammed’in uygulamaları ile somutlaşmıştır. İslami emir ve yasakları ve Peygamberin uygulamaları ışığında İslam değerler sistemi gelişmiştir. İslami değerler, Müslüman insanın hayata anlam katan, yaşamayı değerli kılan, dış âlemde maddi karşılığı olmayan bir takım standartlardır. Bir değerin dış dünyaya geçmesi ise eylemle hayata yansıması, yani bir biçim kazanması demektir. İslami değerler aynı zamanda İslami tavır ve hareketlerin genel yöneticileridirler. İslami inançlar ve ilkeler üzerine hayatı sistematize edilmesi ile ortaya çıkan yaşam biçimi ve dünya algısı, İslam medeniyetini ortaya çıkarmıştır. İslam medeniyetinin değerler sistemi de evamir’i ilahiye ve sünnet temelinde oluşmuştur. İslam Medeniyeti Ahlak Sistemi İslam medeniyetinde Allah en üst otorite ve yaratıcı olarak insanın insanla olan ilişkisini tanımlamaktadır. Söz konusu ilişki “ahlâk” kavramıyla ifade edilmektedir. İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Âişe bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirtmiştir. Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur’an ve Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur. Kur’an-ı Kerîm ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar getirmiştir (TDV, İslam Ansiklopedisi, “Ahlâk” Maddesi). İslam Medeniyeti Hukuk Sistemi İslam Medeniyetinin kendine has bir hukuk sistemi vardır. Bu hukuk sistemi İslam temelli bir hukuktur. İslam’da hukukun adı fıkıh’tır. Fıkıh, hayatı bir bütün olarak düzenleyen kaideler bütünüdür (Şafak, 1992: 25-27; TDV, İslam Ansiklopedisi, “Fıkıh” maddesi). İslâm hukuku yapısı, içeriği, kategori ve kavramları itibariyle diğer hukuklara (Roma-Cermen, sosyalist hukuklar, common law) nazaran büyük bir orijinallik taşır. Asıl olan, İslâm hukukunun diğer hukuklar ve özellikle kendisi gibi dinî mahiyetteki kanonik (genel olarak kabul edilen) hukuk karşısında ortaya koyduğu fevkalâde orijinal yapıdır. Böyle bir kaynağı bulunmayan bütün sistemlere göre İslâm Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 129 hukukunun esasta vahye dayanmakta oluşu onun en önem li karakterini oluşturmaktadır. Vahye dayalı İslam hukuku H. Peygamberin uygulamaları ile somutlaşmıştır. İslam hukuku (Fıkıh) Kur’an ve Sünnetin yanında icma ve kıyas canlılığını korumaktadır. Kur’an: Fıkıh ilminin temeli Kur’an-ı Kerim’dir. O Allah tarafında vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla Peygamberi Hz. Muhammed’e gönderilen, sözü ve manasıyla ilahi olan bir kitaptır. İslam fıkhının baş temel kaynağıdır. 114 sure 6666 ayetten ibarettir. Peygamberin Mekke ve Medine dönemlerinde toplam 23 senede gönderilmiştir. 600 kadar Ayeti hukuki konularla ilgilidir. Hz. Muhammed zamanında Müslümanlarca ezberlenir, yazı bilenlerce de parçalar halinde yazılırdı. İlk halife Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an tümüyle bir kitap halinde yazılmıştır. Hz. Osman’ın halifeliği zamanında da çoğaltılıp bütün İslam dünyasına dağıtılmıştır. Kur’an sadece ibadet ve ayin, ahret öbür dünya ve ölümden sonraki hayatla ilgili inançlar manzumesi değildir. İnsanların özel hayatlarından, kamusal hayatlarına kadar, hayatın ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel departmanlarını düzenlemiştir. Sünnet: İslam dininin ve hukukunun ikinci önemli kaynağıdır. Hz. Muhammed’den nakledilen söz, fiil veya tasviplerinden ibaret olan ve Kur’an dışında kalan her şeye sünnet denir. Sünnetlerin genelde sözlü olarak nakledilenlerine hadis adı verilir. Başlangıçta Kur’an metnine karışmasın diye sünnetler yazılmamıştır. Böyle bir kuşkunun kalktığı dönemde, hicri birinci asrın sonlarına doğru sünnetler de yazılmaya başlanmıştır. Buhari, Müslim gibi birçok hadis âlimleri Peygamberin sünnetlerini kitaplarda toplamışlardır. İcmâ (İcma-ı Ümmet): İslam hukukunun (fıkıh) üçüncü kaynağıdır. İcmâ, Hz. Peygamber’in vefatından sonra aynı dönemde ve asırda yaşayan Müslüman müctehidlerin bir hukuki konuda görüş birliğine varmalarıdır. Buna icma-ı ümmet (ümmetin bilginlerinin birleşmesi)’de denir. İcmâ, Kur’an ve Sünnette yer alan hükümlere aykırı bulunmamalıdır. İcmâ; müctehidlerin aynı konuda görüşlerini açıklama şeklinde kavli olabileceği gibi, bir kısmının görüşlerini açıklaması üzerine diğerlerinin susması şeklinde de olabilir. Fıkhın bu kaynağı, günümüzdeki kanunlara veya içtihadı birleştirme kararlarına benzemektedir. İcma, Hz. Peygamber’in vefatından sonra başvurulan bir kaynaktır. Çünkü Peygamber’in sağlığında O’na başvurulur ve O’na sorulurdu. Çözüm merkezi O idi. Peygamber’in ölümünden sonra ise sahabenin bir konu hakkında müşterek görüş etrafında birleşmeleridir. Daha sonraki zaman diliminde ise Kıyas (içtihat) Müctehid fakihlerin hakkında Kur’an Sünnet ve icmâda hüküm, vasıf ve koşulları ona benzeyen ve fakat hakkında hüküm bulunmayan diğer bir olaya uygulanmasıdır. Müştehit, Kur’an ve sünnette yer alan hükümleri, onların gaye ve maksatlarını en iyi bilen kimsedir. Bu bilgi sayesinde o, başka birisine ihtiyaç duymadan nass’larda her konuda doğrudan hüküm çıkabilme yetisine sahiptir. İkisi arasındaki ortak sebep, benzer yön sebebiyle kıyaslaması, hükümde eşitlemesidir. Böylece asıl kaynaklarda hükme bağlanmış bir konu - ya, oralarda yer almayan bir konu benzetilmekte, hükmü ona uygulanmaktadır. İşte yapılan bu iş bir ictihaddır, bir tür yorumdur. Fıkhın Temel Kaynakları (Muâz İbn Cebel Hadisi) Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 130 Hâris İbnu Amr İbni Ahî’l-Mugîre İbni Şu’be, Muâz (ra)’tan naklen anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman kendisine sorar: “Sana bir dâva geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?” deyince Muaz; “Allah’ın kitabıyla hükmedeceğim” der. Muâz. “(Meseleyi Kitabullah’ta) bulamazsan?” “Resûlullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim.” Peygamber; “Allah’ın Peygamber’inin Sünnet’inde bulamazsan” buyurmuş, Muâz’da “Ne Kitabullah’ta ve ne de Resûlullah’ın sünnetinde bulamazsan?” “Kendi re’yimle ictihad edeceğim, (hüküm vermekten) geri durmayacağım.” Hz. Muaz der ki: “Bu cevabım üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurup: “Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini memnun edecek usûlde muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” diye dua etmiştir.” Ebu Dâvud, Akdiye 11, (3592, 3593); Tirmizi, Ahkâm 3, (1327, 1328). İslam Medeniyeti Ekonomik Sistemi Her medeniyetinin kendine has bir iktisat tasavvuru olduğu gibi İslam medeniyetinin de kendine özgü bir iktisat tasavvuru vardır. İktisat tasavvuru, İslam medeniyetin sahip olduğu değerler sisteminden, ahlâk sisteminden ve hukuk sisteminden bağımsız değildir. İslam medeniyetinin ekonomik tasavvuru İslami değerler, ahlaki ilkeleri ve hukuki normlarla uyum içindedir. Modern dünyada ekonomi (kapitalist ekonomi), sosyal hayatı şekillendirmektedir. İslam medeniyetinde ise sosyal hayatı ilahi emirler, ahlâki ilkeler ve peygamberin uygulamaları şekillendirir. Dolayısıyla insan-insan, insan-toplum ilişkileri dinin tavsiyeleri -emir ve yasakları- ve peygamberin tavsiyeleri üzerine kurudur. İslam dini inançla ilgili esaslar yanında, dünyaya ait düzenlemeler ve hükümler de getirmiştir. Dünya ile ilgili itikat, ibadet ve ahlak kaideleri yanında “muamelat” tabiri ile ifade edilen ekonomik kurallar da vardır. İslam paraya, mala, sokağa, çarşıya, pazara dönük normları olan bir dindir. Bu anlamda İslam medeniyetinin kendine özgü bir ekonomik düzeni vardır. Bu düzenin şifrelerini Hz. Muhammed (s.a) Medine'ye hicret edince, orada kurduğu pazarda görmek mümkündür. Söz konusu pazarın yapısal özelliği şu hadiste gizlidir. “Bu pazarda, kimse için önceden yer ayırtmayın. Her yer, boş ve serbest kalsın. Her gün, kim buraya erkenden ilk olarak gelirse, istediği yeri seçip alışverişine koyulsun. Bu pazarda, herhangi bir iç-gümrük vergisi (uşûr) alınmayacaktır.” Bu olay, hicret günlerinden hemen sonra gerçekleşmiştir. Zaten bu çeşit iç-gümrük vergilerinin kaldırılmasıyla, her türlü ürünlerin ülkedeki akışı ve değiş-tokuşu arttırılmış oldu. Hz. Muhammed (sa), eskiden bizzat kervan ticareti yapmış bir kimse olarak, bu tüccarlık mesleğinin toplumdaki önemini tamamen biliyor ve henüz herhangi bir işe bağlanamamış işsiz Müslümanların gitgide bu gibi işlere atılmalarını, böylece gayrimüslim kapitalistlerin hâkimiyet ve baskısından kurtulmalarını istiyordu (Kallek, 1997:190-193). Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 131 Medine merkez çarşı-pazaryerini kuran Hz. Muhammed (sa), işleyiş ve denetim kurallarını da belirlemiş, ölçü-tartı, hileli mal satışı gibi durumları denetlemek için, bizzat kendisi Medine pazarına gitmiştir. Bir denetlemede, alt kısmı ıslak buğday satan ve gerekçe olarak bir gün önceki yağmuru gösteren kişiye, şu dürüstlük kuralını hatırlattı: "Yaş hububat! Kuru olanlarla örtmemek gerekir. Bizi aldatan, bizden değildir." Hz. Muhammed (sa), pazara mal getiren kafilelerin karşılanmasını, şehirlinin satmak üzere mal getiren bedevi adına satış yapmasını, gıda maddelerini götürü satmayı yasaklamıştır. Hz. Muhammed (sa), ayrıca bazı kişileri çarşı-pazar denetçisi (muhtesib) olarak atamıştır; hatta bu denetçiler arasında kadınlarda yer almışlardır. Pazarlarda kadın denetçilerin görevlendirilmiş olması, buralara kadınların da ürettikleri malları satmak üzere geldiklerini gösterir. Hz. Muhammed (sa), Taif'lilerle yaptığı sözleşmeye "alış-veriş ve pazar, evlerin avlularında yapılacaktır" şeklinde bir madde koymuştu. Bu da bize üreticinin, kendi malını pazarda satışa sunabileceğine işaret etmektedir. Bu da üreticinin, ürettiği malları bizzat kendisinin satmasını, satış aşamasında üçüncü kişilerin araya girerek gereksiz fiyat artırımlarının önüne geçilmiştir. İslam’ın öngördüğü ekonomik düzenin yapısal özellikleri üçüncü kısımda ayrıntılı olarak ele alınmıştır. SEKÜLERİZM Sekülerizm ya da sekülerlik, Latince “saeculum”, İngilizce “secular” kelimesinden gelmektedir. İngilizce sözlüklerde sekülerizm dini inançı reddeden inanış sistemi olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamı ile sekülerizm insan düşüncesinin dinin ve metafiziğin vesayetinden kurtulmasıdır. Daha basit bir ifade ile sekülerizm din dışılıktır, hayatı dinin dışına çıkarmaktır. Dinin dışına çıkıldığında tek boyutlu bir dünya kalır. Dolaysıyla sekülerlik dünyevilik olarak tanımlanmaktadır. Seküler anlayış ve inanışta, öte dünya (uhrevi hayat) yoktur. Sekülerizm, aklı önceler, akıl ve akıl tarafından üretileni kabul eder. İlahi olanı kabul etmez ve ancak bunu akılla izaha çalışır, yorum yapar. “Aklı”, ilahî olanın yerine koyar. Seküler düşünen bir kişi de akıl nefsin emrine girer ve kişinin nefsine uygun hareket eder. Bu durumda kişi kendi kolayına/işine/menfaatine/çıkarına uygun olan kararları alır. Kararların alımında ilahi emir ve yasaklar dikkate alınmaz. Sekülerist düşünce din dışı düşünce olduğundan, ekonomik, sosyal, hukuk ve siyaset gibi hayatın bütün alanlarının dindışında tutulur. Dinin iki boyutlu hayat algısı, sekülerizm ile tek boyuta dönüşür. Böylece ötesi olmayan yalnız dünyevi olan hayat söz konusudur. Sekülerlikle ilişkili bir kavramda laikliktir. Laiklik dar anlamda devlet işlerinin dinden bağımsız yürütülmesidir. Geniş anlamda ise sadece devlet işlerinin dinden arındırılması değil hayatın bir bütün olarak dinden bağımsızlaştırılmasıdır. Laiklik zaman içinde farklı kültür ortamlarında değişik anlamlar yüklenmiş, siyasi ve sorunlu bir kavramıdır. İhtilaldan sonra Fransa’da laiklik, özelde ruhban, genelde ise Katolikliliğe karşı açılmış savaşa bayrak kılınıp dinden arındırılmış kökten cumhuriyetçiliğin şiarı olmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise İngiliz-Yahudiliğin etkisi ve zoruyla, Fransa’dan ithal edilen laiklik, modernleşme adına Müslümanların İslamsızlaştırılması harekâtında bir araç olarak kullanılmıştır (Duralı, 2015: 98). Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 132 Sekülerlik, laiklikten daha şümullü bir kavram olarak toplumsal hayatın tüm yönlerinin; siyasetin, kültürün, bilimin dini değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılmasıdır (Attas, 1989: 29-30, 43). Sekülerist düşüncede, dünyevi işlerde dinin emirlerini ve Tanrının yol göstericiliğini reddedip bunun yerine hayata dair kararların rasyonalite çerçevesinde alınması söz konusudur. Böylece Tanrı kılavuzluğu ve emirlerinden uzaklaşılmış, onun yerine insan aklı ve bilgisi konulmuştur. Sekülerizm birlikte dünyevi meselelere çok fazla vurgu yapılırken din önemsizleşmekte, buna karşılık toplumda rasyonel, maddeci, bireyci ve faydacı anlayış hâkim duruma gelmektedir. Sekülerleşme süreci bir taraftan dünyevileşmeyi öne çıkarırken diğer taraftan ise din ve uhrevi hayatı devre dışı bırakmaktadır. Bu yüzdende sekülerleşme dünyevileşme olarak tarif edilmektedir. Dünyevileşmeyi öne çıkaran sekülerleşme din dışı bir büyük bir ideolojidir. İdeoloji felsefenin bir ürünüdür. Felsefe akıldan beslenir (dinden değil). Akıl, Tanrının kendisinin yaratmış olduğu insanla, ilişkisini kurduğu bir varlıktır. Sekülerizm felsefeden, felsefe akıldan beslenir (dinden değil). Dinden beslenmeyen akıl, “laik akıldır”. Sonuç olarak felsefe laik bir kurumdur. Sekülerizm ise laik aklın ürettiği bir ideolojidir. İdeoloji, belli bir öğreti, belli bir toplumu oluşturan yediden yetmişe her bireyin eylemleri ile yaşantılarını tayin edip biçimlendiren, akıl ürünü inançtır. İdeoloji, bir toplumu baştan aşağıya belirlemek iddiasını taşıyan kapalı bir spekülatif metafizik sistemdir. İdeoloji beşeri akıl yürütmelerin (felsefenin) ürünüdür. (Ş. Teoman Duralı) SEKÜLER MEDENİYET VE YAPISAL ÖZELLİKLERİ İnsanlık tarihsel olarak 16. yüzyıl sonlarından itibaren dinden koparılmış bir medeniyet tasavvuru ile karşı karşıyadır. Bugün bu medeniyet anlayışı tüm dünyayı etkisi altına almıştır. “Baştan aşağı felsefileştirilmiş medeniyet olmakla birlikte, felsefenin ana odağı olan metafiziğini, özellikle 17. yüzyılın sonlarından itibaren, din temeline dayandırmağı reddetmiştir. Hayatın en üst değerleri olan ve aslında dini terimler olan akıl ile vicdan, başlı başına özerk birimler olarak kabul edilmişlerdir. Başka bir deyişle, kendinden menkul hakikatler olarak görülür olmuşlardır. Vahiy nevinden doğa ötesi mercie uzanan bağları kesilmiştir. Böylelikle fasit daireye hapsolunmuştur. Benzer şekilde vicdanın da dinle ilişiği koptu mu, kişinin, yaratanı ile diyalogu kesilir; sonuçta kendi kendisi ile konuşan (şizoik) bir beşer manzarasıyla karşı karşıya kalırız. Manevi cephesi yok sayılmış, maddi-bedeni-nefsi beşerden beklenen, “ahlâka” vücut vermesi değil de, zaman ile zemine göre kılık değiştirecek “örf”ler inşâa etmesidir. Yeniçağ (1450’lerden sonra) dindışı Avrupa medeniyeti son müracaat mevkii olarak “aklı” göstermiştir. Akıl, tektir eşsizdir. Bütün insan hal, hareket bile işleyişini o, tayin eder. Buna karşılık, onu (aklı) kendinden başka hiçbir güç, kudret ile merci belirlemez. Bu mutlak durumu arz eden aklın keşfine “Yeniden diriliş” (Rönesans) denmiştir (Duralı 2015: 56). Seküler medeniyetin en bariz özelliği, dine (Hıristiyanlığa) sırt çevirmesidir. Hıristiyanlığa sırt çevirmiş bir ideoloji, Hıristiyanlığın tersine ahreti öteleyip, dünyayı önemsemeye yüz çevirmiştir. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 133 Seküler Medeniyetin Tarihsel Arka Planı Rönesans’la birlikte “birey” ve “kentler” ve kentte yaşayan, serveti toprağa değil, ticarete dayanan bir sınıf, “burjuva”, öne çıktı. Bireyselleşme kilisenin katı tutumu karşısında, inanç ve ahlâkta serbestliği gündeme getirdi. Bu durum Kiliseyi daha sert tutum almaya yöneltti. Kentlerle beraber zanaatkârlık yeni bir iş ve geçim alanı oluşmaya başladı. Şehirde tarım dışında ticaret ve zanaatla ilgilenen sınıf, Burjuva sınıfı idi. Burjuva sınıfı laik bir sınıftı. Kilisenin katı tutumuna karşı içerden bir başkaldırı daha vardı ki, oda dinde reform isteyen reformistlerdi (Protestanlık). Zaman içinde Protestanların baskın çıkması ile yeni bir “din sınıfı”, yeni bir dünya görüşü ortaya çıkmaya başlamıştır. Laik burjuva sınıfı ile dünyeviliği de savunan Protestanlar, Ruhban sınıfına karşı iş ve güç birliği yaparak (menfaat birlikteliği) Kilise eksenli hayat anlayışı yerle bir oldu. Kendinden menkul özgür akıl eksenli hayat anlayışı çekim merkezi oldu. Bu yeni yaşam anlayışını (medeniyete) “Çağdaş Küresel Medeniyet” kitabının yazarı Ş. Teoman Duralı, yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti olarak adlandırırken, Modern dönem dindışı medeniyetini ise “İngilizYahudi medeniyeti” olarak isimlendirmektedir. Bu medeniyet, kendini sivilizasyon (civilization) diye adlandırmaktadır. Sivilizasyon seküler karakterlidir. Ortaçağ Avrupa’sının karanlığına tepki olarak doğmuştur. Sivilizasyon, Hıristiyan Ortaçağ medeniyetinin tabîî uzvî uzantısı, devamı yahut türevi değil, öncelik ve özellikle Ruhban ile Ruhban olmayan zümreler arasındaki şiddetli çekişmelerin sonucunda, ona tepki şeklinde vücut bulmuş bir medeniyettir. Elbette anılan medeniyetlerin ikincisinden birincisine değerler intikal etmiştir. Ne var ki, Ortaçağdan yeniçağa etki, daha ziyade, olumsuz anlamda olmuştur. Fransa hariç, Germen dillerini konuşan Yeniçağın batı ile Orta Avrupa’sı, Latin dillerini kullanan ortaçağın Roman güney Avrupa’sının din esaslı değerler manzumesini alaşağı ederek (devirerek) ilkece, tanrı çıkışlı dini gündem dışı kılıp onun yerine, insan dimağının (aklının) ürünü felsefî temeller üstünde kendisini inşâa etmiştir (Duralı, 2015: 18). Sivilizasyonun değişik versiyonları (İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan vs.) söz konusudur. Yeniçağ dindışı medeniyeti olan seküler medeniyet, ortaçağ Hıristiyan medeniyetine savaş açmış ve onu yıkmıştır. Tarihte ilk defa dine dayanmayan, dinden nemalanmayan (beslenmeyen) bir medeniyetle karşı karşıya kalınmıştır. Adı geçen medeniyet felsefeden beslenmektedir. Ancak seküler medeniyeti, ortaçağ Hıristiyan medeniyetinden ayrı tutarak izah etmek mümkün değildir. Hıristiyan medeniyetini de eski çağ Yunan (Ege) medeniyetinden ve Roma medeniyetinden bağımsız olarak izah etmek mümkün değildir. Dolayısıyla Batı medeniyetinin günümüz versiyonunu olan seküler sivilizasyonu, Eskiçağ Yunan, Roma ve Ortodoks Hıristiyan medeniyetlerini anlamadan bugünkü medeniyeti anlamak/anlamlandırmak mümkün değildir. Bir başka ifade ile bugünkü seküler medeniyeti anlamanın yolu, Eski Yunan, Roma ve Ortodoks Hıristiyan medeniyetlerini anlamaktan geçmektedir. Eski Yunan medeniyeti çok tanrılı, felsefe-bilim temelli bir medeniyetti. Aynı zamanda eski Yunan site devletleri sınıflı bir toplumdu. Toplum kölelerden, metekler’den (yabancılar) ve vatandaşlardan oluşurdu. Siyasal haklara sahip olan sadece vatandaşlardı. Bugün seküler medeniyetin baş tacı ettiği demokrasinin ilk Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 134 tarifine ve demokratik siyaset düzenine eski Yunan’da rastlanır. Hıristiyanlık ortaya çıkıp yayılmaya başlayınca Ege medeniyeti zemin kaybetmeye başlamıştır. Hıristiyan medeniyeti, Yunan medeniyetini reddetmiş ama bu reddiyenin, Yunan medeniyetinin Hıristiyan medeniyeti üzerine etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Yunan Medeniyeti, Hıristiyan medeniyetini Roma üzerinden dolaylı şekilde etkilemiştir. Hıristiyanlığın yayılmasında Hz. İsa dışında iki isim başrol oynamıştır. Bunlar; Pavlus ve Petrus’tur. Bu ikisi de Roma vatandaşıdır. Yunan medeniyetinin Hıristiyan medeniyeti üzerine etkisi Pavlus ve Petrus üzerinden olmuştur. Örneğin Hıristiyanlıkta sünnet olmak yoktur. Oysa Yahudilikte vardır. Bu Yunan’dan Hıristiyanlığa geçmiştir. Yunan etkisini Kiliselerdeki heykel ve resimlerden de görmek mümkündür. Zira Yunan çok tanrılıdır. Hıristiyanlıktaki üçlü yapıdan öte Kiliselerdeki resimler ve heykeller Yunandan geçmedir. Bu resim ve heykeller vahdete aykırıdır. Yunan etkisi Hıristiyanlığı resimli bir dine dönüşmüştür. Hıristiyan medeniyeti de Yunan ve Roma medeniyeti gibi sınıflı bir topluma dayanmaktaydı. Sınıflar çok rijitti. İki sınıf vardı. Ruhban sınıfı ve ruhban olmayanlar. Ruhban olmayanlar kendi arasında soylular, serfler ve zanaatkârlar olarak ayrılmaktaydı. Birde bu sınıfların dışında tutulan Yahudiler vardı. Bunların hiçbir şeyi yoktu. Katolikliklerin adi işlerden saydığı ticaretle uğraşmak zorunda bırakılmışlardır. Ruhban sınıfı tek okur-yazar sınıftı. Ruhban olmayanlar okur-yazar değildi. Ruhban olmayanların kitabı Mukaddesi okuması ve taşıması yasaktı (Duralı, 2015: 97). Herkes bir kiliyse bağlıdır. Vaftiz edildiğiniz (günahtan arındırıldığınız) kilise sizin bağlı olduğunuz kiliseydi. Din sınıfı (ruhban) ayrıcalıklı bir sınıftı. Ruhban olmayan sınıf ortaçağın ortalarında (1100’lerde) derebeylikten devlete geçiyor. Devleti idare eden asilzadeler (aristokratlar) ile derebeyleri (zadegânlar) arasındaki çatışmalar çıkıyor. Bu çatışmalar sonucunda İngiltere'nin önemli yer ve şehirlerini ele geçiren baronlar (derebeyleri) kralı anlaşmaya mecbur ettiler. 1215'in haziran ayında imzalanan Magna Carta ile kral hâkimiyetinin “baron” adı verilen toprak sahipleri adına kısıtlanmasını kabul etti. Bu sayede kralın kayıtsız sultası kalkmış, kral ve derebeylerin karşılıklı vazifeleri belirlenmişti. Fermanın ilan edilmesi ile derebeyleri büyük imtiyazlar elde etti ve derebeylik mefhumu sağlam bir zemine oturtuldu. Halk ise yine serf olarak kalmış, derebeylerin toprakla birlikte alıp sattığı konumdan kurtulamamıştı. Duralı’nın deyimi ile seküler medeniyetin İngiliz-Yahudi versiyonu (İngilizYahudi Medeniyeti), yeniçağ din dışı Batı Avrupa medeniyetinin tabii uzvi devamıdır. Söz konusu medeniyet, yeniçağı başlatan reform hareketi ile temellendirilmiş, aydınlanma felsefesi ile kurumsallaşmıştır. Aydınlanmacı düşünce, bütün öteki kültürler ile medeniyetlerin benimsemiş bulundukları tanrı ve metafizik dayanak yerine, insancı-dünyacı (sekülerist, pozitivist) payandayı gündeme sokmuştur. İnsancılık-dünyevilik bugün yeryüzünün dört bir yanında hayatı etkileyen ve belirleyen bir medeniyet haline gelmiştir. Bu medeniyetin özünü maddi ilişkiler ağı oluşturmaktadır. Maddi ilişkiler ağının reel hali ise üretim ve tüketimde somutlaşmaktadır. Üretim-tüketim ilişkilerini ele alıp işleyen zanaat iktisattır. Bu anlamda seküler medeniyet, maddi ilişkiler ağı üzerine kuruludur. Seküler anlayış maddi ilişkiler ağını ideolojileştirmiştir. İktisat beşerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük faaliyetler bütünüdür. İktisat ideolojileştirildikçe, iktisadı ihtiyaçları karşılamaktan, tüketimi kamçılayan, tüketim odaklı, kurgulanmış bir iktisat haline gelmiştir. Kurgulanmış iktisadın merkezi unsuru sermaye olmuştur. Seküler Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 135 medeniyet, sermayecilik (kapitalizm), sömürgecilik ve emperyalizm ile elde ettiği maddi başarıların arkasına sığınmakta ve baş döndürücü bir hızla gelişen tekniğin ve teknolojinin verdiği saldırganlıkla kendisini rakipsiz, her şeye muktedir görmektedir. Seküler medeniyet “güç ve tahakkümle” beslenen bir medeniyet haline gelmiştir. “Güç ve tahakküm”, modern batı medeniyetinin alâmet-i farîkası ve mütemmim cüz’üdür (Öktem, 2014: 107). Seküler medeniyet doğaya hükmetmeyi, başka uygarlıklara hükmetmeye kadar götürmüştür. Bunu da şiddet uygulayarak yapmıştır. Devamında işi katletmeye kadar götürmüştür. Büyük Britanya’nın Hindistan’a yaptıkları, İspanya’nın İnkalar’a yaptıkları (Öktem, 2014: 104) ile son dönemin seküler medeniyetin temsilcisi Amerika’nın dünyanın farklı coğrafyalarındaki doğal kaynakları elde etmek için, o coğrafyalarda yaşayan insanlara yaptıkları arasında bir fark yoktur. Seküler medeniyet, sabit referansı “menfaat” olan bir medeniyettir. Bu medeniyetin inanç sistemi rasyonalitedir. Rasyonalitede sabit referans menfaattir. Menfaat ise konjontüreldir. Bugün işine geleni, yarın gelmediğinde hemen değiştirir. (İslam medeniyetinde değişmez standart vardır. Oda Evâmir-i ilâhiyedir-ilahi emirlerdir) (Öktem, 2014: 111). Seküler medeniyet, menfaat hırsıyla dünyayı sömürmekten bıkmayan, verimliliğe tapınan, israfa dayanan, hedefe ulaşmak için her yanlış hareketi meşru gören, gayri ahlakî hiçbir hareketten iğrenmeyen, her şeyi alıp satabilen bir zihniyetin meyvesidir. Denebilir ki seküler sivilizasyon; ekosantrik, (ekonomi merkezli, maddeci karakterli) egosantrik (ben merkezli), etnosantrik (ırk merkezli) tabiri caizse emposantrik (sömürme merkezli) ve seksosantrik (seks merkezli) özelliklere sahip bir medeniyettir. Demokrasiyi, insan haklarını ve eşitliği savunan ama sadece kendine demokrat ve kendine eşitlikçi bir anlayıştır. Rekabetçiliği savunur ama tekelci bir anlayışla işlemektedir. Kendisinden başka medeniyetlere hayat hakkı tanımak istemeyen, diğerlerinin yaşama hakkına itibar etmeyen, kendi varlığını bütün dünyaya sinsi planlarla dayatan, genellikle diğer dinlere ve kültürlerle sadece kendi noksanlarını tamamlayabilmek için yaklaşan bir medeniyettir. Milyonlarca insan bu medeniyetin kurbanı olmuştur ve olmaktadır. Yüz binlerce insanı ve akıl hastalarını fırınlarda yakmakta mahzur görmeyen, gayet zekice hazırlanarak mükemmelleştirilmiş modern imha tekniklerine sahip olan bu medeniyettir. Bu gün orta doğuyu ve Müslüman coğrafyasını savaş alanı hali getiren, din ve mezhep savaşlarını körükleyen terör örgütleri kuran ve yöneten, onlara silah, araç gereç ve lojistik destek sağlayan seküler medeniyet mensuplarıdır. Gittiği her yere demokrasi, insan hakları, adalet özgürlük vaatleri gitmiştir. Ancak her gittiği yerde eşitsizlik, yoksulluk, haksızlıklar, cinayetler, insan hakkı ihlalleri ve adaletsizlikler zirve yapmıştır. Kan ve gözyaşı sel olmuştur (Bolayır, 2012: 130-139). Seküler Medeniyete Geçiş Sürecinde Reformist Hareketler Seküler sivilizasyona birden geçilmedi. Seküler medeniyet vuku bulduğu medeniyet, sınıflı bir medeniyetti. Bu medeniyette iki baskın sınıf vardı. Ruban sınıf, Ruhban olmayan sınıf. Ruhban sınıfın teşkilatı, kurumsal yapısı kilisedir. Kilise ilahi ve siyasi otoriteydi. Bu iki sınıfın mücadelesi/çatışması, ruhban olmayan sınıfın üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. Ruhban olmayan sınıf dinden uzaklaştıkça sekülerleşmiştir. Sekülerleşen insanların bir günden öbürüne Tanrıyı, Kiliseyi, Kitabı terk edip dinden imandan koptukları söylenemez. Hatta çoğunluk, tanrı inancından taviz Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 136 vermemişlerdir. Ama kurumsal anlamda dinden gitgide uzaklaşıldığı görülür. Zaman içinde din hayatın âmir mercii olma özelliğini yitirmiştir. Bu durum ruhbanların hâkim sınıf olma özelliğini sekteye uğratmıştır. Ruhban-Ruhban olmayan ayırımı ve mücadelesi Hıristiyanlığın doğasında mevcuttu. Nitekim Kitabımukaddes: ahdicedid: Resullerin işleri, 221’de “…..öyleyse Caesar’ın işlerini Caesar’a Tanrının işlerini Tanrıya; havale et, dedi…..” cümlesinde gözükmektedir. Bu iki sınıf arasındaki mücadele Alman din bilgini ve fizofu Martin Luter’in Papa iktidarına karşı bayrak açmasından, yani Katolikliğin aleyhine Protestanlığın kuzey Avrupa’da yaygınlaşmasından sonra kesifleşmiştir (Duralı, 2015: 94). Seküler sivilizasyona giden süreçte din esaslı düşünceden, dindışı, laik düşünceye geçişin arkasında Ruhbanla ruhban olmayan arasındaki mücadele yatmaktadır. Ruhbanlığın kurumsal yapısını temsil eden kilisenin, ruhban olmayan çevreyle mücadelesi Hıristiyanlığın zuhurundan beri sürüp gelen bir olaydır. Filhakîka, dinlilikle ile dindışılık Hıristiyanlığın tabiatındandır. Ruhban sınıfının başı olan Papa meşruluğunun kaynağı olarak Hz. İsa ile Havarileri aracılığıyla Tanrıdan aldığını iddia etmekte ve mukaddesattan sorumlu görmektedir. Dünya işlerini ise ruhani meşruiyet olmayan (ruhban olmayan) sınıfa bırakılmıştır. Zaman içinde bu iki zümre birbirlerinin alanlarına tecavüz etmeleri nedeniyle çatışmışlardır. Bu çatışmadan iki farklı iktidar türü çıkmıştır. Ruhbanın siyasi iktidarına dincilik Yahut din devleti denmiş, Ruhban olmayanların siyasal iktidarına laiklik yahut laik devlet denmiştir. Haddizatında, Ruhban-Ruhban olmayan ikiliği sadece Hıristiyanlığa mahsus değildir. Tarih boyunca, Müslümanlığın dışında, neredeyse istisnasız bütün inanç düzeylerinde karşılaşılan baskın bir özelliktir. Bunun tek istisnası İslam medeniyetidir. Zira İslam medeniyetinin söz dağarında Clericus ile Laicus terimlerinin doğrudan mütekabiline rastlanmamaktadır. Türkçede ancak eğretileme (benzetme) yoluyla karşılık yakıştırılıyor (Duralı, 2015: 96). Ortaçağda Hıristiyan Katolik âlemde Ruhban, iktidarı arzulamakla, ona oynamakla birlikte, bunu temin etme aşamasında, Ruhban olmayanların tepkileriyle karşılaşılmıştır. Mücadele, Fransa’dan başlayarak, özellikle 12. yüzyıldan itibaren şiddetlenmiş, 1600’lerin ortalarında yeğinliğin tepe noktasına varılmıştır. Meşruluklarının kaynağını Tanrıda bulduklarına, dolayısıyla da mukaddes, yani Tanrıdan el almış olduklarını inanılan Ruhban, din işleri kadar dünya işlerinden dahi kendilerini sorumlu saymışlardır. Tekmil dünyevi meselelere çarelerin, din kurumunda başka bir deyişle Papa ile papalıkta bulunabileceğini iddiası, Katolikliği gitgide dünya ileri ile ilişkilendirmek suretiyle ideolojileştirmiştir. Friedrich Neetzsche, “Tanrı öldü” derken, kastettiği, ideolojileşrilmiş Hıristiyanlıktan başkası değildi. Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyanlık ideolojikleştirilmesine karşılık, Yeniçağ da ise Tanrı ile bağı koparılmış aklın ürünü olan ideolojiler (Laisizm, Pozitivizm, Komünizm, Faşizm vs.) dinleştirilmişlerdir. Bu ideolojiler Marksist deyimle “kitleleri afyonlamışlardır” (Duralı, 2015: 96). Ruhban olmayan sınıf gelişiminin önündeki en büyük engel olarak Katolisizmi görüyordu. Katolisizm, inanç ve ahlak alanında papanın otorite kabul edildiği, Hıristiyanlığın en kalabalık cemaatini teşkil eden bilhassa Batı Avrupa ve Latin Amerika’da yayılmış bulunan bir Hıristiyanlık mezhebidir. Aydınlanma felsefecileri ve burjuvazi için Katolik ideoloji yıkılmalı ya da egemen sınıfın çıkarlarına uygun hâle getirilmeliydi. Çünkü Katolik Kilisesi, burjuvazinin üretim ilişkilerinin gelişmesine engeldi. Bu durumda burjuvazi, kendi kilisesini örgütleyerek, Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 137 Katolikliğin karşısına Protestanlığı çıkardı. Protestan Kilisesi devletle özdeş hale geldi. Reformla birlikte, Hıristiyanlıkta bölünmeler olur. Yeni mezhepler ortaya çıkar. Böylece Katolik Kilisesinin mutlak otoritesi kırılmış oldu. Bu yeni anlayışta Papalığın ve din adamlarının ayrıcalığı reddedildi. Ruhban sınıfından olanlarla olmayanlar arasındaki fark ortadan kaldırıldı. Reform, kilise dışındaki ekonomik, sosyal yaşamı ve düşünce yapısını da etkiledi. Bilim, sanat ve kültürel gelişmenin önü açılmış oldu. Ekonomik yapıda ise kapitalizmin daha da güçlenmesi ile sonuçlandı. Protestanlık, kapitalizmle iç içe gelişti. Hatta M. Weber, kapitalizmin kendisine bir kaynak, bir felsefe ararken, O kapitalizmi Protestan ahlakı ile ilişkilendirdi. Öte yandan reform, mezhep çatışmalarına yol açtı. Katoliklerle Protestanlar arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Avrupa’da mezhep farklılıklarının da körüklediği üstünlük savaşlarına yol açan ve 30 yıl süren (1618-1648) savaşlar yaşandı. Pek çok insan hayatını kaybederken; Avrupa bu savaşların bedelini gerek nüfusunun azalışı gerekse ekonomik hayatındaki olumsuz etkileriyle ödedi. 30 yıl savaşları 1648 Westfalya Antlaşması ile sonuçlandı. Bu anlaşmayla Protestanlık mezhebi resmen tanınmış oldu ve günümüze kadar Hıristiyanlığın en çok taraftar bulan üç büyük mezhebinden biri hâline geldi. Reformla, Katolik Kilisesinin merkeziyeti yıkılmış, Hıristiyan dünyası çeşitli kiliselere bölünmüştür. Evrensel Katolik Kilisesinin yerini devlet kontrolündeki, ulusal kiliseler almıştır ve Roma Katolik Kilisesinin otoritesi kırılmıştır. Reformist hareketlerin ilki İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bu anlamda İngiltere orta çağ Avrupa’sından ilk sapan ülke olmuştur. 1400’lerde Luter’den önce yeni bir kilise kurarak (Anglikan kilisesi) Katoliklikten ayrılmışlardır. Anglikanlık Protestanlığın İngiltere’ye özgü bir şeklidir. Bu mezhep Katoliklik ile Reform hareketlerinin öncüsü olan Protestanlık arasında bir yol takip etmektedir. VIII. Henry daha sonra I. Elisabeth döneminde Roma ile olan mücadele sonrasında Katoliklik ile bağlarını kaparmış, Papayı reddetmiştir. Anglikan kilisesinin başı Kral/Kraliçe olmuştur. Böylece kilise ile devlet özdeş hale gelmiştir. Anglikan kilisesi sadece boşanmayı değil Katoliklerin yasakladığı bazı işlere de cevaz vermiştir. Bunlardan en önemlisi sömürüyü meşrulaştırmıştır. Bu kararla kapitalizmin önü açılmıştır. Reformist hareketin Almanya’daki başlatıcısı Luter’dir. Fransa ise Katoliklikle ilişkisini Jean Calvin’le kesmiştir. Calvinizm Protestanlığın Fransa koludur. Bu üç reformist hareketin ortak noktası Ortodoks Hıristiyanlığa başkaldırmalarıdır. Protestanlık zaman içinde felsefe-bilim temelli aydınlanmacı düşünürlerin birbirlerine yaklaşmaları insanlık tarihinde ilk defa din dışı bir medeniyetin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Seküler Medeniyetin Kurucu Felsefesi Seküler sivilizasyon, din dışı bir medeniyettir. İnsanlık, ilk defa dine dayanmayan, din dışı bir düşüncenin (laik düşüncenin) ürettiği bir olguyla karşı karşıyadır. Bu olgu orta çağ Hıristiyan medeniyetine karşı geliştirilmiş felsefe-bilim ürünü bir üst ideolojidir. Felsefe-bilim, dinden nemalanmayan (beslenmeyen) bir kurumdur. Bu anlamda felsefe-bilim laik bir kurumdur. Felsefe akıldan beslenir. Lakin felsefede, akıl nereden besleniyor? Sorusu pek sorulmuyor. Akıl insana ait bir varlıktır. Tanrı insanla olan ilişkisini akılla kuruyor. Akılın tanrı ile ilişkisi kesildiğinde, akıl kendinden menkul bir varlık haline geliyor. Aklın tanrı ile ilişkisinin kesilmesi, aklın laikleşmesine neden olmuştur. Aklın tanrıyla ilişkisinin kesilmesiyle ortaya çıkan “laik akıl” (dinle Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 138 bağlantısı kesilmiş akıl) kendini tanrılaştırmıştır. Bir başka ifade ile Laik akıl, kendisinin ürettiği sistematik düşünceleri (ideolojileri) “din”leştirmiştir. İşte sekülerizm, laik aklın inşa ettiği üst bir ideolojidir. Seküler sivilizasyon da tek boyutlu maneviyatı ve uhreviyatı olmayan, dünyevi bir olgudur. Zira sekülerizm dünyayı ahrete tercih ederek bir anlamda dinin (Hıristiyanlığın) tam tersi bir anlayışı benimsemiştir. Seküler medeniyetin kurucu felsefesi, aydınlanma felsefesi olarak bilinen 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerinin dini dogmalara karşı geliştirdikleri laik akıl temelli düşünce akımıdır. Kurucu felsefenin ortaya çıkışında Ortaçağın dini temelli (Hıristiyan) medeniyetine yön veren ruhban sınıfının zayıflayıp güç kaybetmesi, ruhban olmayan sınıfın güçlenmesinde ekonomik dönüşüm önemli rol oynamıştır. Ortaçağın Hıristiyan medeniyetinde feodal bir ekonomik düzen hâkimdi. Feodal yapının çöküşü Hıristiyan medeniyetin çöküşünü de hızlandırmıştır. Feodal yapı çözülüp yeni bir yapı ortaya çıkarken yeni güç odakları ve topluma yön veren güçlü sınıflarda ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi kentsoylu sınıftır. Buna burjuvazi de denmektedir. Burjuvazi, Yeniçağ Batı Avrupa’sının sınıfsal yapısı içinde, zenginliği ticarete dayalı olan, ekonomik yapıda üstünlüğü ele geçiren ve sonrasında siyasal yapıda hak arayışları içine giren, iktidarı ve gücü ele geçiren bir sınıftır. Ticaret sayesinde zenginleşen, kentlerde oturan, bu yüzden kendisine kent soylu anlamına gelen burjuvazi denilen tüccar sınıfıdır. 15.yüzyıldan itibaren yükselişe geçti. Ticaretle ve para işleri ile uğraşarak zenginleşen burjuvazi, ekonomik yapıda ağırlığını hissettirdi. Burjuvazi sınıfla birlikte en eski kent soylu sınıflardan birisi olan ve daha sonraki dönemlerde ki devrim hareketlerinin başını çekecek olan Yahudiler öne çıkmaya başladı. Yahudilerin en bariz özelliği şehirli olmalarıdır. Bunlar şehrin “getto” denilen yerlerinden yaşarlardı. Kentsoylu sınıf din dışı ekonomik ve toplumsal bir düzenin kurulmasında önemli rol oynamıştır. Seküler sivilizasyon felsefe-bilim temelli bir medeniyettir. Medeniyetin kurucu felsefesi, aydınlanma felsefesidir. Aydınlanma felsefesi, feodal düzen içinde yavaş yavaş gelişerek ekonomik ve sosyal alanda iktidarı ele geçiren ruhban olmayan sınıfın getirmiş olduğu yeni ekonomik, sosyal ve felsefi kuramın adıdır. Aydınlanma felsefesi, bütün dini inanışlara, bütün geleneklere, her türlü metafiziğe ve manevi değerlere karşı çıkan, onların yıkılması için savaşan ateist, maddeci ve naturalist, baskıcı, dayatmacı bir aydınlanmadır. Ferdin tek başına aklıyla eylemlerine karar vermesini esas alır ve bireyin üzerinde özellikle herhangi bir otorite tanımaz. Kişi aklının hâkimiyetiyle her türlü otoriteden kurtulmayı temele alır. Tabi aklı da putlaştırıp onu, rakipsiz en büyük doğruluk kaynağı olarak kabul eder. Bu anlamda aydınlanmacı hareket insanı ve onun zihni kabiliyetlerini putlaştırmıştır. Bilginin kaynağı olarak insan zihni kabul edilmektedir. Zihin, her çeşit tecrübeden evvel bir takım bilgilere sahiptir. İnsan aklı hakikati tanımağa kabiliyetlidir. Bu anlayışı Ariston’ya kadar götürmek mümkündür. Zira Aristo’da aklın kanunları eşyanın da kanunlarıdır. Bu manada ilk rasyonalist Aristo olsa da rasyonalizmin bu formülüne mutlak şeklini veren Hegel’dir. Çünkü Hegel’de “aklî olan reeldir ve reel olan aklîdir” (Bolayır, 1984: 236). Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 139 Seküler Medeniyetin İnanç ve Değerler Sistemi Medeniyete “toplum” perspektifinden bakıldığında, bir yerde toplumsal bir örgütlenme varsa orada medeniyet var demektir. Her medeniyet belli bir ahlâkı, hukuku, siyaseti, örf ve âdeti içerir, belli bir iktisadî yapıyı, hiyerarşiyi, otorite ve idareyi, dolayısıyla normatif bir düzeni içerir. Her medeniyetin üzerine inşa edildiği değerler manzumesi vardır. Seküler medeniyet, maneviyatı olmayan, maddiyat üzerine inşa edilen bu nedenle de maddiyatı öne çıkaran pozitivist bir dünya tasavvur eder. Seküler medeniyetin öne çıkardığı değerler arasında demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temel değerler olarak öne çıkmaktadır. Seküler medeniyetle birlikte insanları bir arada tutacak değer olarak demokrasi yeniden keşfedilmiştir. Demokrasi Yunan’dan bugüne ulaşmış bir kavramdır. Demokrasi kavramı Demos (halk) ve Cratos (hükümet) kelimeleri bir araya getirilerek türetilmiştir. Demokrasi siyasal anlamda halk hükümeti, sosyolojik anlamda ise farklılıklar içinde bir arada yaşamanın ifadesidir. Zaman içinde kavramın içi eşitlik, özgürlük, adalet, hoşgörü ve farklılıklara saygı gibi temel değerlerle doldurulmaya çalışılmıştır. Seküler sivilizasyon demokrasiye vurgu yapsa da yönetim anlayışı, Yunan ve Roma medeniyetinden hatta Hıristiyan medeniyetinden farklı değildir. Bu üç eski medeniyette Yönetim, “kuvvetlinin zayıfa hükmetme” kuralına dayalıydı. Bu da “doğal hukuk” anlayışı ile meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Doğal kuvvetleri değiştirmek insanın elinde olmadığı gibi kuvvetlinin zayıfa hükmetme kuralını da değiştirmenin mümkün olmadığına olan inanç hâkimdi. Bu inancın uzantısı olarak doğal kuvvetlere boyun eğmek zorunda olduğumuz gibi zayıfta kuvvetlinin önünde boyun eğmeye mecburdur. Modern dönemde de bu anlayış devam etmiştir/etmektedir. Demokrasinin tarihini eski Yunan’a kadar götürmek mümkünse de çok uzun bir süre ta aydınlanma dönemine kadar unutulmuştur. Demokrasinin yeniden gündeme gelmesi ve siyasal iktidarın örgütlenme biçimi olarak bir sosyal ve politik ideale dönüşmesi ancak 17. yüzyıl sonrasında mümkün olmuştur. Günümüzde demokrasi, bir siyasal toplumun ideal formunu ifade etmekte ve iktidar ilişkilerinin örgütlenmesindeki “en iyi”lerin toplamı şeklinde sunulmaktadır. Bu bakımdan “demokrasi” kavramı bir ideali ifade etmektedir. Öyle ki bir birleriyle tamamen çelişik siyasal rejimler ve iktidar örgütlenmeleri bile kendilerini demokrasi olarak tanımlama gereğini duymaktadırlar (Dursun, 2004:160). Daha düne kadar (20. yy kadar) filozoflar, devlet bilimcileri, siyasetçiler demokrasiyi çoğunlukla kötü bir devlet şekli ve istikrarsız bir avam egemenliği olarak görüyorlardı ve bunun ancak küçük bir cemaat çerçevesinde gerçekleşecek bir düzen olduğuna inanıyorlardı. Bugünde bu anlayış tamamen değişmiş ve demokrasi, modern toplumların en önemli sosyal ve politik bir ideali haline gelmiştir/getirilmiştir (Duralı, 2015: 162). İdeal demokrasinin olmazsa olmazları şunlardır (Versan, 1986: 29). i. Devlet kudretinin kaynağı halktır. ii. Alternatifler arasındaki seçim, serbest tercihe dayanır. iii. Demokrasi kuvvetli liderliğe dayanır. iv. Demokrasi belirli bir hukuk düzenine dayanır. v. Alternatif fikirlerin örgütlenmesine (partileşmesine) gerekli kılar. vi. Demokratik düzen nitelik itibariyle sosyal bir plüralizme, yani çeşitli sosyal gruplara dayanır. vii. Demokrasi vatandaşın sağduyusuna karşı beslenilen güvene dayanır. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 140 Seküler sivilizasyonda demokrasi denilen ideal bir dünya görüşü iki temel değer üzerinde somutlaşmaktadır. Bunlar “özgürlük” ve “eşitlik”tir. Eşitlik, insanların temel haklar bakımından ve insan olma niteliği itibariyle eşit kabul edilmesini ifade eden ahlâk ve hukuk ilkesi. Eşitlikten kasıt yasalar önünde eşitliktir. İnsanlar düşünce, dünya görüşü, hayat felsefesi, inanç vs. birçok yönlerden farklıdırlar. Bu farklılıkların yasa önünde farklı uygulamalara konu olmamasıdır. Eşit muamele hakkı, sınıflı toplumlarda hayati bir haktır. Özgürlük ise herkesin, anayasal ve yasal sınırlar içinde kalmak koşulu ile başkalarının özgürlüklerini engellemeden istediğini yapabilmesidir. Özgürlük en net biçimde üç farklı alanda somutlaşır. Birincisi düşünce ve düşünceyi ifade etme ve basın özgürlüğüdür. İkincisi, din ve vicdan özgürlüğü, üçüncüsü ise girişim özgürlüğüdür (ekonomik özgürlük). Düşünce özgürlüğü, düşündüklerini açıklayabilme ve düşünceleri doğrultusunda örgütlenme gibi özgürlüklerden söz edilebilir. Özgür düşünceye sınırlar getirilen toplumlarda demokrasiden söz edilmez. Çünkü öteki tüm özgürlüklerin varlığı, düşünce özgürlüğünün bulunmasıyla mümkündür. Seküler medeniyette özel önem ve değer kazanmış bir konu da insan hakları konusudur. İnsan hakları bütün insanların, insan sıfatı ile doğuştan, hatta doğmadan önce eşit özgür bireyler olarak sahip oldukları haklardır. İnsan haklarının önem kazanmasında doğal hukuk düşüncesinin yanında insan hakları konusunda yaşanan ihlallerin büyük payı vardır. İnsanlar doğal haklarını elde etmek için batıda çok büyük mücadele vermişlerdir. Bu konuda John Locke, Jean-Jacques Rousseau ve Montesquieu gibi aydınlanma filozofları da öncülük etmişlerdir. İnsan haklarının güvence altına alınmasında ilk belge 4 Temmuz 1776 tarihli ABD Bağımsızlık Bildirisidir. Bildiride bütün insanların eşit yaratıldığı, Tanrı’nın insanlara kimsenin ellerinden alamayacağı haklar bahşettiği, bu haklar arasında özgürlük ve mutluluğu arama hakkının bulunduğu ifade edilmiştir. Arkasından 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi üzerinde de göstermiştir. Bildiriye göre insanlar hukuken özgür ve eşit doğarlar ve öyle kalmakta devam ederler. 1948 tarihinde BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile evrenselleştirilmiştir. Seküler medeniyetin (dindışı batı Avrupa medeniyetinin), dine (Hıristiyanlığa) sırt çevirmesi ile insan kendi aklına yönelmiştir. Akıl insana mahsus bir meleke, yetidir (insanda bulunan, bir şey yapabilme yeteneği). “Din” devreden çıkınca, insan kendi kendine inanması, insanın kendine yönelmesi, son başvurulacak merci olarak yine kendisini ilan etmiştir ki buna “insancılık” (hümanizma) denmektedir (Duralı, 2015: 56). Batı medeniyet camiasında, insan adeta yeniden keşfedilmiştir. Ancak sekülerizmin insana yönelmesi onun beşerleşmesini de beraberinde getirmiştir. İnsanın beşerleşmesi tanrısı ile ilişkisinin kesildiği anda başlar. Seküler medeniyetin değerler dizisinde önemsediği bir konu da hukukun üstlüğüdür. Hukukun üstünlüğü kavramı, tarihsel süreçte monarşi, feodalizm ve Kilise’nin imtiyazlı durumlarına (dokunulmazlıklarına) karşı önem kazanmıştır. Demokrasilerde hiçbir kimse ve hiçbir kurumun, hukukun üstünde olmadığı anlamına gelmektedir. İnsanlar hem cinsleri ile birlikte, toplu halde yaşarken, herkesin ihtiyaç duyduğu (güvenlik, sağlık, eğitim, adalet vs.) ama tek başlarına yapamadıkları, mal ve hizmetleri üretmek, paylaşmak ve yürütmek için belli işleri yapacak bir üst kuruma ihtiyaç duymuşlardır. Bu kurum modern anlamı ile devlettir. Devlet insanların bir Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 141 arada yaşarken ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri üretmek, dağıtmak ve yürütmek için toplumun ortak iradesi ile kurulan, toplum tarafından finanse edilen ve yine toplumun kendi üyeleri içinden, toplumun kendisinin seçtiği kişilerce yürütülen bir kurumdur. Yürütme toplumun ortak iradesinin yansıması olan yasalar (hukuk) dâhilinde yapılır. Yasalar, toplumun üyeleri arasından, toplumu tarafından seçilen üyelerce yapılır. Üyelerin toplandığı kuruma parlamento denmektedir. Modern zamanlarda Parlamentoların asıl görevi hukuk inşa etmektir. Hukuk ise adalet inşa eden bir kurumdur. Seküler medeniyet, maneviyatı olmayan, dini öteleyerek var olmaya çalışmışsa da, bu açığı Weber, Protestanlıkla doldurmaya çalışmıştır. Weber, Batı medeniyetinin maddi kalkınmasını Protestan ahlâkı ilişkilendirse de, Batı toplularının “maneviyat açığı”na düşmesine engel olunamamıştır. Maneviyat alanında ortaya çıkan boşluk felsefe bilim ürünü olan izmlerle (ideolojilerle) doldurulmaya çalışılmıştır. Seküler anlayışın doğurduğu yıkımı, Albert Schiwetzer, Medeniyet ve Ahlak adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Din ve maneviyata yer vermeyen bir hümanizma ile maneviyat açığı kapatılmaya çalışılsa da, insanda psikolojik yıkım ve yalnızlığın önüne geçilememiştir. İnsandaki manevi boşluk yıkıma yol açmıştır. M. Foucault, J. Derrida gibi Postmodern aydınlar batı toplumlarında yaşanan maneviyat krizinin arkasında “ruhun dinden koparılması”na vurgu yapmaktadırlar. Ruhun sekülerleştirilmesi, aklın sekülerleştirilmesini beraberinde getirmiştir. Seküler aklın bütün sorunları çözmeye muktedir olduğu görüşü, seküler kültür ve medeniyetin karşılaştığı sorunların ana sebebi olmuştur. Seküler medeniyet, maneviyat açığını gidermek için Post modern dönemde özellikle de 2. Dünya savaşından itibaren yani Yahudi soy kırımından sonra kendini Yahudi-Hıristiyan (Judeo-Christian civilization) sentezli bir medeniyet olarak tanımlama yoluna gidilmiştir (Şentürk, 2017: 29; Aydın, 2016:107). Judeo-Hıristiyanlık, günümüz seküler medeniyetinin “inanç açığını” gidermek için ortaya atılmış bir sentezyen bir inanç biçimidir. Judeo-Hıristiyanlık, Tevrat ile incilin ortak dini ve kehanetlerini kabul eden sentezci bir yaklaşımdır. Batının kendini “Yahudi-Hıristiyan medeniyeti” olarak yeniden tarif etme girişimi, batıdaki “akıl karışıklığının” derinleşerek devam ettiğinin bir karinesidir. Seküler Medeniyetin Hukuk Sistemi Çok geniş anlamda söylemek gerekirse seküler medeniyet, hukuk, siyaset ve devlet alanında Roma hukukunun külleri üzerine inşaa edilmiştir. Yeniçağ Avrupa’sının eski çağdan aldığı en önemli değer roma hukukudur. Roma’da önemli bir hukuk vardı. Roma’da hukuku Atina’dan almıştır. Yeniçağda Fransa kendini Roma’nın varisi görür. Avrupa’nın merkezi olma adına Roma’ya yönelir. 19. ve 20. yüzyılda milliyetçilik dalgası, milli devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak milli kanunlar ortaya çıkmıştır. Ancak söz konusu milli kanunlarda RomaCerman hukuk sisteminin doğal uzantısı niteliğinden öteye gidememişlerdir. Eski Roma imparatorluğunun hukuk anlayışı Roma imparatorluğunun sınırlarını aşarak, anavatanı olan Avrupa ülkeleri dışında, özellikle tüm güney Amerika’yı, Afrika’nın büyük bir kısmını, Ortadoğu ülkelerini, Japonya’yı, Endonezya’yı fethetmiştir. Avrupa devletlerinin yayılmaları Avrupa hukukunun yayılmasının sebebini oluşturmaktadır (Tahiroğlu ve Erdoğmuş, 2016: 15). Roma hukuku ilk kuruluşundan itibaren seküler bir yapıdadır. Yazılı, merkezi ve yasamacı bir hukuk olarak sadece Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 142 hakları, yükümlülükleri ve yasakları düzenlememiş, aynı zamanda kurumlar kurmuştur. Bu kurumsallık, salt kişiler arası ilişkileri değil, iktidarı, yönetim kurumlarını da düzenlediği için bütünlüklü bir sistemden bahsedilebilir. Roma hukuku bugün içinde yaşadığımız modern hukuk sisteminin temellerini oluşturmuştur. (Keskin, 2015: 600). Bu hukuk sistemine Latince ismiyle Corpus Iuris Civilis ya da modern alfabeyle Corpus Juris Civilis denmektedir. Doğu Roma İmparatoru I. Justinianos, kendi dönemine kadar varlığı bilinen bütün hukuk materyallerini bir araya toplattırıp onlardan bir derleme yapılmasını emrederek kendisi farkında olmasa da Batı’da modern hukukun temelini atmıştır (Keskin, 2015: 602). Bugün modern hukuk yasama meclislerinde sekülerler bir yaklaşımla üretilmektedir. Yasam meclislerinin kurumsal adı parlamentodur. Parlamento, konuşmak anlamına gelen İtalyanca "parlare" fiilinden türemiş bir sözcük olup, “konuşulan yer” anlamına gelmektedir. Parlamentoların ana görevi düzen sağlayıcı kuralları (yasaları) yapmaktır. Toplumu yöneten yöneticiler işleri parlamentonun çıkardığı kurallara göre uygun olarak yaparlar (yürütürler). Yöneticilerin yönetme işlevi yasalara uygun olarak yürütüp yürütmedikleri, halk (millet) adına denetleyen kurumlara yargı denmektedir. Yargı gücünü milletten ve yasalardan (hukuktan) almaktadır. Seküler Medeniyetin Ahlak Sistemi Sekülarizm dine ait ne kadar kutsal varsa bir taraftan onları reddederken, aynı zamanda kendine özgü yeni kutsallar inşa etmektedir. Söz konusu kutsallar beşeri akıl yürütmelerin ürünüdürler. Bunlar felsefe-bilim ürünü olan bu değerler dizisine ideoloji denmektedir. İdeoloji de mantıkça dinin yerine ikame edilen dogmalardır. İdeolojik dogmalar modern bilimin koruyucu zırhıyla bir tabu, zorunlu bir gerçeklik olarak dayatılması yani, insanın bir bakıma kendi kendini kutsaması ve ürettiği değerlere tapınması sonucuna yol açar. Seküler ahlak aydınlanmacı düşünürler tarafından inşa edilmiştir. Aydınlanmacı ahlak filozoflarından öne çıkan birisi Immanual Kanttır. Kant’ın ahlâk felsefesinin merkezinde, pratik aklın yönettiği insan vardır. Ona göre insanda bir iyilik iradesi vardır. İrade akıl tarafından yönetilir. Sekülerizm de akıl laiktir. Tanrı ile ilişkisi kesilmiştir. Böyle bir aklın yönettiği irade çıkarcı/faydacı davranış sergileyecektir. Sekülerist öğretide faydacılığı savunan başta Francis Hutcheson (A. Smith’in hocası), David Hume, Jeremy Betham, John Stuart Mill gibi filozofların fikirleriyle oluşmuş seküler ahlak anlayışı ortaya konulmuştur. Ortaya konulan ahlak faydacı ahlaktır. Faydacı Ahlak anlayışına göre, bir eylemin doğrulu ya da yanlışlığının ortaya konulabilmesi, o eylemin en çok sayıda insanda en büyük oranda mutluluk getirmesiyle doğru orantılıdır. Yani bir eylemden mutlu insan sayısı arttıkça, söz konusu eylem ahlakidir. Faydacı ahlak filozoflarına göre mutluluk, hazzın olması ve acının yokluğudur. Haz Hayatın odağına yerleştirilmiştir. Batılı literatürde hazcı anlayışa hedonizm denmektedir. Haz insan davranışlarının yegâne gayesidir. Hazdan kastedilense daha çok yeme, içme ve cinsel etkinlikten kaynaklanan duygusal bedensel zevklerdir (Türkeri, 2011: 15). Faydacı ahlakçılara göre eylemin sonucu önemlidir. Eğer eylemden faydalı sonuçlar elde ediliyorsa iyidir, zararlı sonuçlar ortaya çıkıyorsa kötüdür. Seküler ahlak, hazzı ve faydayı öne çıkaran yaşam felsefesi haline gelmiş, “anı yaşamak” deyiminde somutlaşan pragmatist, çıkarcı ve faydacı bir ahlak haline gelmiştir. Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 143 Seküler Medeniyetin Ekonomi Sistemi Seküler medeniyetin ekonomi tasavvuru en bilinen ismi ile liberalizm veya kapitalizmdir. Adı geçen paradigma seküler medeniyetin merkezini teşkil etmektedir. Seküler medeniyet maddi ilişkiler ağı üzerine kuruludur. Maddi ilişkiler ağının reel hali ise üretim ve tüketimde somutlaşmaktadır. Üretim-tüketim ise ekonomi biliminin konusudur. Seküler medeniyet, iktisadı da sekülerleştirmiştir. Seküler iktisat üretimtüketim, tüketim-üretim dialektik helezonu içine sıkıştırılmıştır. Geleneksel iktisat ihtiyaçları karşılamak üzere üretim yapılması esasına dayalı iken, seküler iktisat ihtiyaçları körükleyerek ve yeni ihtiyaçlar hiyerarşisi oluşturarak tüketimi kamçılama, üretimin nicelik ve nitelik olarak çoğaltılması üzerine kuruludur. İktisadın böyle bir sürece sokulmasının arkasında “zenginleşme ideolojisi” yer almaktadır. 18. yüzyıl zenginleşme felsefesi oluşturulur. Zaman içinde bu sistemleştirilir ve ekonomi bilimi ortaya çıkartılır. Seküler medeniyetin zenginleşme ideolojisi, iktisat düzleminde merkantilizm olarak adlandırılmaktadır. Merkantilizm, “ticaret, ticarete dair” anlamına gelen “İtalyanca “mercantile” sözcüğünden gelmektedir. Merkantilist düşüncede zenginlik, sahip olunan kıymetli maden (altın, gümüş) miktarı ile ölçülmektedir. Zenginlik ve refah kıymetleri madenlere sahip olmaktan geçmektedir. Bunun da yolu dış ticarettir. Ticarette değişim aracı olarak kıymetli madenler kullanıldığından, dışarıya daha çok satmak, dışarıdan daha az almak, zenginliği artıracaktır. Buda sermaye birikimine yol açacaktır. Ticaretle uğraşan sınıf (burjuvazi), diğer sınıflar (yönetici, din sınıfı) karşısında güç elde etti. Bu yeni sınıf mal ve can güvenliğini sağlamak için bir üst otoriteye ihtiyaç duyuyordu. Bu üst otoriteyi “ulusal devlet” biçiminde formüle ederek onu hayata geçirmenin yollarını aradı. Başlangıçta ulus devletin yönetimi mutlak monarşidir (16. 17. yüzyıl). Burjuvazi zaman ilerledikçe iyice güçlendi ve mutlak yetkili hükümdara karşı üstünlük mücadelesine girişerek bugünkü demokratik liberalizmin kuruluşuna öncülük etmiştir. Seküler medeniyetin siyasal sistemi: “demokratik liberal sistem”, ekonomik sistemi ise “liberal kapitalizmdir.” SONUÇ: İslam Medeniyetinin Batı Seküler Medeniyete Katkıları Medeniyetleri kendisi dışındaki medeniyetlere yaklaşım açısından açık ve kapalı medeniyet ayırımına tabi tutulduğunda, İslam medeniyeti açık bir medeniyettir (Şentürk, 2017). Kendisi dışındaki medeniyetlere tepeden bakmayan, onlardan, İslam’a aykırı olamamak kaydıyla almayı ve onlara verme konusunda bir kısıtı ve kompleksi olamayan bir medeniyettir. Müslümanlar, kendinden önceki medeniyetlerden hiçbir ön yargı göstermeden yararlanmaya çalışmışlardır. Bu anlamda miladi 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan ve Hintlilerden almışlardır. 200 yıl sonra Müslümanlar başkalarından almayı geride bırakarak üretici olmaya başladılar. Bu 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar ilimde mütemadiyen o tarihe kadar bilinmeye birçok yeni şeyleri keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ileride kurulacak bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. Bu gün Avrupa’daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir (Sezgin, 2014: 24). Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 144 Klasik İslam medeniyeti, bilgi üretme kapasitesi bakımından, medeniyet tarihçilerini hayrete düşürecek zenginlikte olmuştur. Bu zenginliğin içinde hem başka medeniyetlerden alınıp muhafaza edilen, hem de Müslümancı üretilen fikir ve bilgiler bulunmaktadır. Bu başarı İslam medeniyeti için olduğu kadar batı medeniyeti için de paha biçilmez bir zenginliktir (Aydın, 2017: 251). İslam medeniyeti akıllıca almasını da, cömertçe vermesini de bilmiştir. Kadim Yunan medeniyetinden, Hint medeniyetinden, İran ve Roma medeniyetlerinden çok şey almıştır. Aldıklarını hem muhafaza etmiş hem de onları bir potada senteze kavuşturarak yeni eserler ortaya koymuş, Batı medeniyetinin oluşmasında kurucu ve yapıcı katkılarını esirgememiştir (Aydın, 2014). İslam bilim ve teknoloji tarihçisi Fuad Sezgin’in ifadesi ile bilimsel anlamda, “Batı medeniyeti İslam medeniyetinin çocuğudur. Bilimler eski Mısır, Babil, Yunan, İslam ve Avrupa yolunu takip etmiştir. Batı bilimi adına ortaya konulanlar, İslâm bilimlerinin bir devamıdır.” Sezgin, Rönesans’ın Eski Yunan medeniyetinden kaynaklandığını söyleyen ve bütün bir bilim dünyasını Eski Yunan’la irtibatlandıran batı düşüncesinin yanlışlığını sağlam delillerle ortaya koyup reddediyor. Rönesans’tan çok önce Sicilya, Güney İtalya ve Endülüs’teki İslam medeniyeti ile kurulan temaslar Modern Avrupa medeniyetine yol açtığını ortaya koyuyor (Yılmaz, 2009: 56-57). Batılı bir takım bilim insanları seküler medeniyetin doğuşu Rönesans’la başlatılmaktadır. Rönesans’ın ortaya çıkmasında Müslümanları katkısı inkâr edilemez bir gerçektir. Nitekim Batıda Rönesans ortaya çıkmasında ortaçağ İslam medeniyetini zirveye taşıyan İslam bilginlerinin çok büyük bir rolü olduğu açık açık yazılmaktadır. Ünlü tarihçi Jack Goody’nin “Tarih Hırsızlığı” (the Theft of History) kitabında belirttiği gibi, Batı da Rönesans, Doğu’ya açılma gerçekleştiğinde zaman yaşandı (Goody, 2017: 154). Avrupalıların Endülüs Müslümanlarıyla teması, onların bir yandan Platon’a, Aristo’yla Yunan felsefeleriyle, Yunan düşüncesiyle buluşmasına yol açmıştır. Açılan bu yol, Kilise’nin, Hıristiyan din adamlarının toplumsal ve düşünsel hayat üzerindeki belirleyici, kuşatıcı etkisi kırılmıştır. Bu iki önemli gelişmeye yol açmıştır. 1. Geriye dönük olarak, batının ege medeniyeti ile temasının ve onunla buluşmasının yolu açılmıştır. 2. İleriye dönük olarak da Rönesans’ın ve reformasyonunun önü açılmıştır. İslam’ın altın çağında yetişmiş olan bilginlerin ürettiği “bilgiler” Batıda bazı insaflı bilim insanlarının çalışmaları hariç tutulursa, bu birikim ve katkılar uzun süre modern öğretim ve eğitim sahasına taşınmak istenmedi. Ancak batılı insaf sahibi bilim insanları İslam medeniyetinin, Batı medeniyetine pozitif katkılar sağladığını açık yüreklilikle ortaya koymuşlardır. Major Arthur Glyn Leonard’ın ifadeleri, İslam medeniyetin seküler medeniyete katkılarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Daha önce hiçbir doğru dürüst bilgiye sahip olmayan Avrupa, bugünkü halini İslam kültür ve medeniyetine borçludur. Bilimsel ve sosyal alanda parlak bir yükselişe erişmiş olan İslam medeniyeti, ortaçağın feodalizm ve cehalete batmış, tamamen çökmüş olan Avrupa toplumunu sefaletten kurtarmıştır. Müslümanların kurduğu sistemin sağlamlığı, eriştikleri sosyal ve entelektüel seviye, yüksek kültür ve medeniyet olmasa idi, şu anda kültür ve medeniyetin zirvesinde olmakla övünen bizler, cehaletin karanlığına batmış duruyor olacaktık. Bir Müslüman için, hakiki bilginin, herhangi bir dini düşünüşten daha önemli olduğunu, Avrupa’da sertlik ve hoşgörüsüzlük hüküm sürerken, Müslümanların engin bir müsamaha anlayışına sahip olduklarını unuttuk mu? Fethettikleri yerlerde şiddet kullanmamaları, eşsiz bir Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 145 müsamaha ve serbestlik ortamı oluşturmaları, insanlığı yeni şeylere kavuşturmaları, bizim onları davet etmemizle olmadı mı? (Leonard, Siret Ansiklopedisi: 215-216). B. Lewis’in açıkça söylediği gibi, Batı medeniyetinin sahiplendiği tecrübî bilgi (deneysel bilgi) Ortaçağda İslam dünyasında gelişmiştir. Yunan dehası nazariye (teori) ve felsefede öne çıkmıştır. Müslümanlar ise tecrübî bilgiyi geliştirdiler ve geride Batı’nın modernleşmesine yardım eden bir miras bıraktılar (Lewis, 1997: 128). Avrupa’nın bugünkü yapısının temellerini oluşturan Rönesans ve Aydınlanmanın başlatıcısı olmuşlardır. Bu sebeple batı düşüncesi İslam kültür ve medeniyetine çok şey borçludur. Braudel’e göre “Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa, mahreci İslam”dır. Kambiyo senedi (süftece), commenda adıyla bilinen sermaye ortaklığı (mudaraba), önden satış (mohatra), pirinç, ipek, şeker kamışı, kağıt, pamuk, Arap rakamları, abaküs, İslam vasıtasıyla keşfedilen yunan bilimi, barut, pusula vs. (Özel, 1996: 15). Seküler medeniyet ise İslam medeniyetinin kendi dışındaki medeniyetlere yaklaşımının tam tersi bir tutum içindedir. Seküler medeniyet başta İslam medeniyeti olmak üzere diğer medeniyetleri gayri medeni görmekte ve kendi kendine, o medeniyetleri “medenileştirme” gibi bir misyon yüklemektedir. Batı medeniyetinin “medenileştirme misyonu”, Asya ve Afrika halklarının sömürgeleştirilmesi ile sonuçlanmıştır. Yani seküler medeniyet emperyalist emellerine dün, “medenileştirme projesi” ile bugün ise “demokratikleştirme projesi” adı altında yürütmüştür/yürütmeye devam etmektedir. Batının “medenileştirme” ve “demokratikleştirme” projelerine rağmen Asya ve Afrika halkları “tarihin sonunda” yoklukla ve fakirlikle mücadelelerine devam etmektedirler Seküler medeniyetin üstünlük iddiası, bir kültür veya insaniyet üstünlüğü değil, maddi üstünlüktür. Bu üstünlük de batının kazanç ve kudret ihtirasını temel alan açgözlü bir toplumun doğmuş olmasıyla birlikte “icat”ta elde edilen başarılar elde edilmiştir. Avrupa bu icatları da Çinlilerden ve Araplardan almıştır. Böylece arkadan destekli dümene ve pusulaya sahip bir gemicilik sayesinde uzaklara açılma imkânı doğmuş, birde buna barutun ve ateşli silahların geniş çapta kullanımı ile olmuştur. Özetle, Avrupa üstünlüğü bir kültür üstünlüğü değil, aksine denizcilik ve silah olmak üzere iki sektörde sahip olduğu avantaja dayanır. Batının gelişmesi, üç kıtanın sahip olduğu zenginliklerinin Avrupa ve Kuzey Amerika’ya aktarılmasıydı. Azgelişmiş ülkeleri, azgelişmiş duruma sokan batının kendisidir. Gelişmişlik ve azgelişmişlik aynı sistemin, yani kapitalizmin iki bileşenidir. Azgelişmişlik olmadan, gelişmişlik asla olmaz. Azgelişmişlik, gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş olarak nitelenen ülkelerin sömürülmesinden kaynaklanmaktadır. Karl Mark Avrupa kapitalizminin “refahının” kökeninde yağma, katliam ve Amerika yerlileri ile Afrikalıların köleleştirilmesi bulunduğuna dikkat çekmektedir (Garaudy, 2012: 43-49). Bütün bu tarihi gerçekler, seküler medeniyetin, İslam medeniyetinden çok şeyler öğrendiğini ortaya koymaktadır. Buna karşılık seküler medeniyetin, İslam medeniyetine pozitif bir katkılarından ziyade negatif katkıları olmuştur. İslam medeniyetinin insanlık âlemi ile buluşmasına mani olmak adına her şey yapılmıştır/yapılmaktadır. Ünlü tarihçi Jack Goody’nin Tarih Hırsızlığı (The theft of History) kitabında belirttiği gibi, tarih batı medeniyeti tarafından ele geçirilmiş ve daha medeni bir dünyanın kurulması engellenmiştir. Daha medeni bir dünyanın kurulması, İslam medeniyetinin kendi külleri üzerinden yeniden canlandırılmasına bağlıdır. Zira bir inanç sistemi olarak İslam’ın, medeniyet inşa etme imkân ve Özaydın, A. (2019). İslam Medeniyetinin Seküler Medeniyete Katkıları. BEÜ SBE Derg., 8(1), 117-147. 146 kapasitesi hiçbir tereddüde yer bırakmayan İslami ve tarihi bir gerçektir. Bu medeniyetin güçlü manevi köklerinin Kur’an’da ve sünnette olduğu da bir realitedir. KAYNAKÇA Apak, A. (2013). Ana Hatlarıyla İslam Tarihi (1) (Hz. Muhammed (sav) Dönemi). İstanbul: Ensar Neşriyat. Attas, S. N. (1989). Modern Çağ ve İslami Düşünüşün Problemleri. M. E. Kılıç (Haz.). İstanbul: İnsan Yayınları. Aydın, M. S. (2016). Siyase
.
Batı medeniyetinin esasları nelerdir?
Soran : Anonim
Tarih: 15.04.2020 - 11:39 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Batı medeniyetinin eğitim sistemi, aşağıdakibeş esas üzerine bina edilmiştir.
1. Dayanak noktasını kuvvet kabul eder. Kuvvet hakta değil, hak kuvvettedir, prensibini esas alır. Hâlbuki kuvvetin gereği tecavüzdür.
2. Hedefini menfaat bilir. Menfaatin gereği her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.
3. Hayat bir mücadeledir. Bu mücadelenin gereği çarpışmaktır.
4. Toplum fertlerinin aralarındaki bağları ırkçılık ve menfî milliyet kabul eder. Bu menfî milliyetin ve ırkçılığın gereği, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür.
5. Bu medeniyetin gayesi;nefsin heveslerini tatmin ve insanlığın ihtiyacını arttırmak için oyun ve eğlencelerdir.
İşte Batı medeniyeti benimsediği bu düsturları hayat tarzı yapmakla, bütün iyilikleriyle beraber insanlığın ancak yüzde yirmisine bir nevi geçici saadet verip, yüzde seksenini rahatsızlığa ve sefalete atmıştır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.Önsöz İslâm’dan önce Arabistan’da genellikle göçebe ve yarı göçebe hayatı yaşayan kabile topluluklarının kayda değer önemli bir tarihleri yoktu. Atalarından dolayı geçmişlerine bağlı olan Araplar, tarihî bilgileri kayda geçirmeyip hafızalarında yaşatırlardı. Daha çok sözlü kültüre dayanan bu tarih anlayışı Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği son dinin kitabı Kuran-ı Kerim’in de etkisiyle gerçek anlamda tarihsel niteliği ön plana geçerek, geçmişe yeni bir bakış açısının ortaya çıkmasına sebep oldu. Çünkü tarihî malzemeyi insanı terbiye etmek ve dünyadaki medeni hayatın gidişatını öğretmek için kullanan Kuran-ı Kerim, başta geçmiş olmak üzere insan hayatının çeşitli yönlerine genişçe yer vererek, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar peygamberlerin birbirlerinin takipçisi olduklarını vurgulayarak evrensel bir tarih anlayışı getirmiştir. Ayrıca dünyanın gidişatı ve insanların yaratılış gayesine uygun anlatılan çeşitli kıssalarda herhangi bir ırk veya milletin tarihine odaklanıp övülmeden, insanın doğuştan günahsız olduğu ve bütün insanlık tarihinin bir bütünlük içerisinde düşünülmesi gerektiği vurgulanarak, dünya tarihine yönelip ilgilenme salık verilir. Bütün bunlarda insanoğlunun tanıdığı ve bildiği olaylardan daha fazla etkilendiğinin üzerinde durularak tarih şuurunun önemine işaret edilir. İslâm tarihi, kültür ve medeniyeti zaman, mekân ve etki bakımından olmak üzere üç boyutlu olup dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Dünya tarihinin VII. yüzyıldan günümüze önemli bir bölümünü İslâm tarih, kültür ve medeniyeti kapsamaktadır. Bu süreçte İslâmiyet, doğduğu Mekke ve Medine’den itibaren Arabistan’ı; Anadolu, Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’yı; Sicilya, Endülüs ve Balkanlar’ı; Mâverâünnehir ve Doğu Türkistan’ı; İran, Afganistan ve Hindistan’ı içine alan geniş bir coğrafyanın en belirleyici unsuru olmuştur. Bu geniş coğrafyada Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra çok sayıda devlet ve hanedan ortaya çıktı. Siyaset ve hukuk başta olmak üzere sosyal hayatın bütün yönlerinden, mimari yapılara, sanat ve edebiyat eserlerine kadar bütün hayatı kuşatan ve bu coğrafyayı dönüştüren bu yeniden yapılanmaya en büyük etkiyi İslâmiyet yaptı. Özellikle VII. yüzyıldan başlayıp XIII. yüzyıla kadar devam eden dönemde dünya medeniyet tarihinin ekseninde İslâm medeniyetinin ağırlığı daima hissediliyordu. Uygarlıkların doğuşlarında ve gelişme süreçlerinde bir başka medeniyetten doğrudan veya dolayı bir şekilde olumlu veya olumsuz anlamda etkilenmeleri doğal ve kaçınılmaz bir gerçektir. Bu bakımdan uygarlıklar arasında çatışma ve zıtlıklar olsa bile, içte bir takım uzlaşmalar ve karşılıklı etkileşmeler hep olagelmiştir. Ancak her medeniyet kendini diğerlerinden ayıran bir takım temel özelliklere sahiptir. Bu bağlamda İslâm medeniyeti de Kuran ve Sünnet’e dayanmaktadır. Müslüman toplumların sosyal yapılarında, kültürel karakterlerinde, siyasi, idari, adli, askeri ve iktisadi kurumlarında bu iki kaynağın damgası vardır. Doğuş sürecindeki bu iki temel kaynağa, gelişme sürecinde yazılı literatür, arşiv belgeleri, sanat eserleri, diğer medeniyetlerin yaşayan unsurları ve onlardan yapılan tercümeler gibi daha başka kaynaklar da eklenmiştir. xi Önsöz İslâm Tarihi ve Medeniyeti I adlı bu kitabın ilk altı ünitesini İslâm öncesinden başlayarak Hz. Peygamber ve Râşid halifeler dönemi oluşturmaktadır. Hz. Peygamber dönemi, onun hayatı ve şahsiyetiyle tek başına bir olay gibi telakki edilmeyip, dünya ve insanlık tarihinin bir parçası, Hz. Adem’den itibaren gönderilen peygamberler silsilesinin son halkası olarak ele alınmıştır. İslâm öncesi ve sonrası bir bütünlük içerisinde ele alınarak Hz. Peygamber’in öncülüğünde gerçekleştirilen değişim ve dönüşümün daha iyi anlaşılmasına çaba gösterilmiştir. Hz. Peygamber döneminden sonra ilk dönem İslâm tarihinin en önemli zaman dilimi Hulefâ-yi Râşidîn’dir. Zira Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen halifelerinin icraat ve uygulamaları sonraki dönemlerde Müslüman devlet ve toplumlarda daima en önemli referans kaynağı olmuştur. Kitabın son dört ünitesi Emevîler ve Endülüs tarihinden oluşmaktadır. Bu bölümde ağırlıklı olarak siyasi tarihe yer verilmiş ve medeniyet tarihiyle ilgili gelişmeler İslâm Tarihi ve Medeniyeti II adlı kitaba bırakılmıştır. Kitaptaki 1, 4 ve 8. üniteler Prof.Dr. Mustafa Sabri Küçükaşcı, 2, 3 ve 7. üniteler Prof. Dr. Casim Avcı, 5. ünite Prof.Dr. Mustafa Fayda, 6. ünite Prof.Dr. İsmail Yiğit, 9. ünite Prof.Dr. Birsel Küçüksipahioğlu ve 10. ünite ise Dr.Öğr.Üyesi Cumhur Ersin Adıgüzel tarafından kaleme alınmıştır. Bu vesileyle projenin başından itibaren uyumlu ve özverili bir çalışma sergileyen kıymetli hocalarıma teşekkür etmek yerine getirilmesi gereken bir ödevdir. Hocalarımızın yıllar süren araştırmalar neticesinde elde ettikleri bilimsel birikim ve tecrübenin ürünü olan bu kitabın oluşumunda Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi maddelerinin de önemli katkısının olduğu belirtilmesi gereken bir husustur. Bu çerçevede adı geçen ansiklopedinin hazırlanarak bilim dünyasının hizmetine sunulmasına katkıda bulunanlara teşekkür etmeyi bir vazife telakki ediyorum. Bu çalışmanın öğrencilerimiz başta olmak üzere ilgilenen herkese faydalı olmasını umuyorum. Editör Prof.Dr. Mustafa Sabri KÜÇÜKAŞCI 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Arabistan’ın coğrafi durumunu tanımlayabilecek, Arabistan’ın kuzey ve güneyinde kurulan devletleri sınıflandırabilecek, Hicaz bölgesi ile Mekke’nin önemini açıklayabilecek, İslâmiyet’in ortaya çıktığı dinî ve sosyo-kültürel zemini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Hicaz, Mekke, Yesrib, Tâif, Kâbe, San’a • Adnânîler, Kahtânîler, Kureyş, Sebeliler, Kindeliler, Kusay b. Kilâb, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hâşim b. Abdümenâf, Abdülmuttalib • Dârünnedve, Rifâde, Sikâye, Hicâbe, Eyyâmü’l-Arab, Ukaz • Hanîf, Şirk, Paganizm, Câhiliye, Bedevî, Amr b. Luhay, Ebrehe İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslamiyet Öncesi Arabistan • ARABİSTAN’IN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ • GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER • KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER • ARABİSTAN’IN KALBİ: HİCAZ BÖLGESİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I ARABİSTAN’IN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ İslâm’ın doğup geliştiği Arabistan, insanlık tarihi bakımından yeryüzündeki en önemli bölgelerin başında gelir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında yer alan dünyanın en büyük yarımadalarından Şibhü Cezîreti’1-Arab’a Türkçe’de Arap yarımadası veya Arabistan denilir. Doğuda Basra Körfezi ve Uman Denizi, güneyde Arap Denizi ve Aden Körfezi, batıda Kızıldeniz ve Akabe Körfezi ile çevrilidir. Genellikle Tihâme, Hicaz, Necid ve Yemen adlarıyla dört bölüme ayrılır. Arabistan’ın batısında Kızıldeniz kıyısında genişliği yer yer 80-100 km.yi bulan dar bir kıyı ovası olan Tihâme yer alır. Bu bölgede sahilin hemen gerisinde bir bölümünde sönmüş volkanik alanların bulunduğu güneyden kuzeye Serât adı verilen sıradağlar silsilesi uzanır. Kuzeyde Ürdün’ün liman şehri Akabe’den güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve doğuda Necid çöllerinden Irak’a kadar uzanan Hicaz, Arabistan’ın en önemli ve müstakil bölgesidir. Şam’dan Necran’a kadar uzanan dağları yer yer kesen vadilerden meydana gelen Hicaz coğrafi görünüş bakımından farklılık arz eder. Bölge içerisinde düz araziler, dağlar, alçak kısımlar, harreler, vadiler ve çöller yan yana yer alır; kurak arazilerin uzantıları üzerinde tarıma, dolayısıyla yerleşik hayatın gelişmesine imkân veren bazı vahalar da vardır. Arap yarımadasının ortasında alçak kısımları Irak ve Suriye’ye, yüksek kısımları da Tihâme ve Yemen’e bakan Necid platosu yer alır. Üç taraftan çöllerle çevrili olan Necid, 1400 metreye kadar yükselen bazalt ve kireçli taşlarla örtülü sıradağlarla parçalı bir görünüm sunar. Kuzeydoğusunda sadece ilkbaharda yeşillenen geniş vadilerin bulunduğu kısımda yerleşim yoğundur. Necid’in güneydoğusundaki Yemâme ile Bahreyn’e el-Arûd adı verilir. Arabistan’ın güneybatısında kuzeyinde Necrân, ortasında San’a ve güneyinde Taiz yaylalarıyla ünlü olan Yemen yer alır. Yemen’in güney ve güneydoğusundaki dağlık ve dağlık olduğu kadar vadilerle çokça yarılmış bölgeye Hadramut denilir. Güney sahillerinde dar bir şerit halinde uzanan Hadramut’un doğusunda Uman, güneyinde Aden körfezi, kuzeyinde ise Suudi Arabistan’la arasını ayıran Rub’ulhâlî çölü yer alır. Arap yarımadasının kuzeyindeki Nüfûd ile Rub’ulhâlî çöllerini küçük şerit bir halindeki Dehnâ çölü bağlar. Arabistan’ın büyük kesimi sıcak ve kurak kuşakta yer alır. Yağışlar kıt olup, yazlar dayanılması güç derecede sıcak geçer. Gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok fazladır. Sıcaklık kuzeyden güneye ve plato kesiminden alçak kesimlere inildikçe daha da artar ve ara sıra 50 dereceyi aşar. Günümüzde sahip olduğu zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarından dolayı ortadoğunun jeopolitik açıdan İslamiyet Öncesi Arabistan 4 İslam Tarihi ve Medeniyeti I en önemli bölgesi olan Arap yarımadası Suudi Arabistan, Yemen Cumhuriyeti, Uman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Kuveyt ile Irak ve Ürdün’ün bir kısmının sınırları içinde kaldığı bölge olup yüzölçümü 3 milyon kilometrekareden biraz fazladır. İslâm’dan önce Arabistan’ın coğrafî ve fizikî yapısı hakkında daha geniş bilgi için P. Hitti’nin Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi adlı eserinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Arabistan tamamen susuz, bitkisiz ve çöllerle kaplı bir alan değildir. Binlerce yıldır ziraat yapılan ve bol ürün elde edilen kısımları vardır. Vadilerde çeşitli ürünler yetiştirirlir. Hicaz hurma, Yemen buğday, Asır zamk, Tâif de üzüm üretimiyle meşhur olup Yemâme bölgenin tahıl ambarıdır. Tarih boyunca Mezopotamya ile Akdeniz’in güney ve doğu sahillerinde bulunan ülkelerin kültürlerinde daima önemli bir yer işgal eden hurmanın anavatanı Arap yarımadasıdır. Hurma Arabistan üzerinde bulunan bütün vahaların en önemli ağacıdır. Bu bakımdan Arabistan’ın yerleşik ve göçebe nüfusunun temel gıda maddeleri arasında birçok türü olan hurma en başta gelir. Hurmanın meyvesinin yanında odunundan ve lifinden yararlanılır. Tarım türleri bakımından yarımadanın en önde gelen bölgesi olan Yemen’de hurmadan başka çeşitli meyveler, hububat ayrıca bir tür uyuşturucu elde edilmesine yarayan kat bitkisi, tütsü ve kahve yetiştirilir. Kahve Arabistan’ın güney ucunda 1000-2000 m. arasında kalan platolar üzerinde yaygın olarak üretilir. Şekil 1.1 Arabistan Fizikî Haritası Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 249. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 5 Arabistan’daki tarım ürünlerinden hurmanın özel bir yere sahip olması gibi evcil hayvanlardan devenin de ayrı bir yeri vardır. Çünkü sıcak ve kurak iklimin yaşandığı bölgelerde uzak mesafeler arasındaki taşımacılığa uygun yapısıyla deve çöllerde yaşayan göçebeler için büyük bir öneme sahiptir. Araplar eti, sütü, derisi, yünü, gübresinin yanında yük ve binek aracı olarak kullandıkları deveye ‘çöl gemisi’ derler. Göçebeler sadece ihtiyaçları için değil vahalardaki yerleşik insanlara satmak için de deve yetiştirirler. İlkçağdan beri sadece develerle baştanbaşa geçilebilen yarımadayı günümüzde geniş asfalt yollar katetmektedir. Araplar için ata sahip olmak üstünlük ve zenginlik belirtisiydi. Bununla birlikte at hiçbir zaman göçebelerin hayatında deve kadar önemli olmadı. Daha çok Umman Denizi’nin yoğun balıkçılık alanı olduğu Arap yarımadasındaki denizlerin hepsi balıkçılık bakımından önem taşımaz. Basra körfezi balıkçılığın yanında diğer bir deniz aktivitesi olan mercan ve inci avcılığına elverişlidir. Arabistan’ın Sakinleri Yarımadanın esas sakinleri günümüzde dünyanın en kalabalık Sâmî kavmi Araplardır. Arapların tarihin eski devirlerinde yaşayan daha sonra çeşitli sebeplerle yok olan kısmı Arab-ı bâide hakkında çok fazla bilgi yoktur. Kur’an-ı Kerim’de adları geçen Âd, Semûd başta olmak üzere Medyen, Casîm, Amâlika vb. bunlardandır. Arapların soyları devam eden kısmı Arab-ı bakiye ise Arab-ı âribe ve Arab-ı musta’ribe olmak üzere iki ana kola ayrılır. Bu ayrım dil ve kültürden kaynaklanır. Kahtânîler ve Adnânîler veya güney ve kuzey Arapları da denilen bu iki kol arasında sosyal hayat, lehçe, din, ahlâk ve gelenek bakımından farklılıklar mevcuttur. Bu bakımdan Arabistan’ın tarihi, bu ülkenin sahip olduğu çok geniş sınırlar, farklı coğrafi şartlar ve bu ayrım sebebiyle, güney ve kuzey olarak ele alınmalıdır. Güney Arapları yerleşik hayatı benimsemişken Kuzey Araplarının Kureyş hariç büyük kısmı göçebe veya yarı göçebeliği yeğlemişlerdir. Arapların bu şekilde ikiye ayrılmalarına rağmen tarihin çeşitli zamanlarında siyasi ve iktisadi sebeplerle güneyliler kuzeye, kuzeyliler de güneye göç ederek birbirleriyle karıştılar. Bu iki büyük kola mensup Arap kabileleri Câhiliye döneminde olduğu gibi İslâmiyet’ten sonra da birbirleriyle sürekli mücadele ettiler. Kır, sahra, çöl anlamlarındaki bâdiyede develeriyle birlikte konargöçer olarak yaşayan bedeviler deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda ikamet ettiklerinden ehlü’l-veber, ehlü’l-hıyâm veya sekenetü’l-hıyâm adlarıyla anılır. Köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yerleşik hayat yaşayanlara ise ehlü’l-meder adı verilir. İlk defa Kur’an-ı Kerim’de, yerleşik hayat yaşayan Araplarla bedevî Araplar birbirinden ayrılarak bedeviler a’râb olarak adlandırılmıştır. Böylece bir ırkın adı olmakla birlikte yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlarına arap, çölde göçebe olarak yaşayanlara ise bedevî anlamında a’râb denilmiştir. Arab-ı Âribe Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen’dir. Bu sebeple Güney Arapları olarak da bilinirler. Cürhüm ve Ya’rub olmak üzere önce iki büyük kola ayrılır. Ya’rub’dan da Kehlân ve Himyer adında iki ayrı koldan birçok alt kol meydana gelmiştir. Bu kabileler değişik zamanlarda değişik sebeplerle anavatanlarını terk ederek Arabistan’ın çeşitli bölgelerine yerleştiler. Bunlar arasında Yesrib’e yerleşen Evs ve Hazrec, Mekke’ye yerleşen Cürhüm, Hîre’ye yerleşen Lahm ve Cüzam gibi kabileler sayılabilir. Hz. Nûh’un büyük oğlu Sâm’a nispet edilen kavimlerdir. Esasen kültürel çevreyi ifade eden Sâmî kavramı Arabistan, Afrika, Irak ve Suriye’nin çeşitli bölgelerindeki benzer özelliklere sahip diller konuşan Akkadlar, Ârâmîler, Bâbilliler, Asurlular, Süryânîler, Nabatîler, İbrânîler, Habeşler, Fenikeliler, Ken’ânîler, Amurîler ve Araplar gibi kavimleri kapsar. 6 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Arab-ı Müsta’ribe Aslen Arap olmayıp sonradan Araplaşan kabilelerden meydana gelir. Kuzey Arapları adıyla da bilinen bu kabilelerin soyu Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayandığı için İsmailîler veya soyundan uzak torunlarına nispetle Adnânîler, Meaddîler, Nizârîler diye de anılır. Hz. İsmail Mekke’ye geldiğinde babası gibi Ârâmîce, Keldânîce veya İbrânîce konuşuyordu. Hz. İsmail ve soyu Arapça’yı Mekke’de öğrenip Cürhümlülere karışarak Araplaştığı için Arab-ı müsta’ribe adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atası olan Adnan’a mensup olan Adnânîler nüfusları çoğalınca anayurtları Mekke’den çeşitli yerlere dağıldılar. Arabistan’ın geçmişine dair elde edilen sınırlı sayıdaki arkeolojik belge, bölgede Yontma Taş ve Cilâlı Taş devirlerinde hayat olduğunu göstermektedir. Kadim tarihleri Arabistan’ın tarihiyle iç içe olan Arapların ilk devirleri hakkında çok fazla bilgi yoktur. Arap yarımadasının coğrafî ve fizikî şartlarının arkeolojik araştırmalara çok elverişli olmaması Araplar hakkındaki en eski bilgilerin komşu kavimlerin yazılı belgelerinden öğrenilmesine sebep olmaktadır. Kökeni hakkında farklı görüşlerin olduğu Arap kelimesine ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın yıllıklarının, 853 yılındaki büyük bir ayaklanmanın bastırılmasını anlatan kısmında rastlanır. Bu tarihten milattan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitabelerinde Aribi, Arabu ve Urbi adları sıkça yer alır. Herodotos’tan itibaren de eski Yunan ve Latin kaynaklarında Arabia ve Arap kelimeleri geçer. Büyük İskender’in Perslere karşı başarıyla sonuçlandırdığı Asya seferinde Suriye ve Mısır ile Kuzey Arabistan’ı da hâkimiyeti altına almış olmalıdır. İskender’den sonra Helenistik krallar arasındaki iktidar mücadelesinde Araplar az da olsa rol üstlendiler. Ancak gerek Selevkoslar gerekse Ptolemaioslar yarımadanın içlerine nüfuz edemediklerinden Araplar egemenliklerini sürdürdüler. Roma İmparatorluğu da Mısır, Filistin ve Suriye’ye hâkim olunca temasa geçtiği Arap Nabatî ve Palmira krallıklarıyla iyi münasebetler kurmasına rağmen Arabistan’ın içlerine nüfuz edemedi. Nitekim Roma İmparatorluğu, Arap yarımadasında kurulan devletlerle daha ziyade iyi ilişkiler kurarak vahşi çöl ile kendi arasında bir tampon bölge oluşturmayı benimsedi. En eski yerleşim yerlerinden olan Arap yarımadasının güney ve kuzeyinde İslâm öncesi dönemde çeşitli devletler kuruldu. Orta Arabistan’daki Hicaz ‘da ise İslâmiyet’e kadar herhangi bir devlet kurulmadı ve bölgedeki insanlar kabileler halinde yerleşik veya göçebe olarak her hangi bir otoriteye bağlı olmadan yaşadılar. Adnânî Arapların atası ile meşhur kabile ve kollarını araştırınız. 1 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 7 Şekil 1.2 Arapların iki büyük koluna mensup kabilelerin soyağacı Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 324. 8 İslam Tarihi ve Medeniyeti I GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürdü, ardından bölge Habeşliler ve Sâsânîlerin eline geçti. Bu arada Güney Arabistan’da milattan birkaç asır önce Hadramutlular, Katabanlılar, Karililer gibi bazı küçük hanedanların hâkimiyetleri de söz konusudur. Maîn Devleti Merkezi San’a’nın doğusunda harabeleri bulunan Maîn şehridir. Maîn Krallığı m. ö. 1400-650 yılları arasında Yemen’de hüküm sürdü. Yedi tabakadan oluşan Maîn hükümdarlarının sayısı yirmi ikidir. Günümüze ulaşan Maînlilere ait paralar hangi hükümdar tarafından basıldığını gösteren ön yüzü dışında Büyük İskender’in darp ettirdiği paraların aynısıdır. Ekonomik bakımdan çok gelişmiş olan Maînliler Arabistan ürünleriyle Hindistan ve Çin’den gelen ticaret mallarını Suriye, Filistin ve Mısır’a satarak büyük gelir elde ederlerdi. Başkent Maîn’in dışında Berâkış, Athlula, Beycan, el-Beydâ, Nestum, Nesca, Lûk Maînliler’in meşhur şehirleri arasında sayılabilir. Arabistan’da ilk defa para Maîn kralları tarafından bastırılmıştır. Sebe Devleti Güney Arabistan’da Maîn Devleti’nden sonra hüküm süren devletlerin ikincisi Sebe Devleti’dir. Başkenti San’a’nın doğusunda ticaret yollarının kavşağında yer alan Me’rib’dir. Kuruluş tarihi bilinmeyen Sebe Devleti’nin m.ö. X. yüzyıl öncesinden itibaren mevcut olduğu tahmin edilmektedir. Tarihçiler Sebe Devleti’ni Mukarribler Dönemi (m.ö. ? -m.ö. 650) ve Melikler Dönemi (m.ö. 650-115) olmak üzere iki devreye ayırır. Mukarribler döneminde Sebe Devleti’nin başkenti Sırvâh idi. Kur’an-ı Kerim’de de işaret edildiği gibi Sebe toplumu son derece gelişmişti. Verimli topraklara sahip olan Sebeliler ziraat ve ticaret alanında önemli gelişme kaydettikleri gibi güzel kokulu bitkiler yetiştirmekle de ünlüydüler. Ticari faaliyetleri Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkeleriyle Afrika’nın kıyı, hatta iç bölgelerine kadar uzanıyordu. Ülkelerarası ticaretteki başarıları ve meşhur barajları sayesinde geliştirdikleri ziraatçılıkla büyük servetler edinen Sebe hükümdarları başta Me’rib olmak üzere Necran, Sırvâh, Gurâb ve Nakbülhucre gibi büyük şehirlerde kalıntıları günümüze ulaşan çok sayıda saray, köşk, mabet ve kale inşa ettiler. Şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler. Sebelilerin mühendislik alanındaki gelişmişliğinin sembolü olan Me’rib Barajı çok meşhurdur. Kur’an-ı Kerim’in otuz dördüncü suresinin adı Sebe’dir. Bu sürede tevhid ilkesini pekiştirmek için sıkça çok tanrı inancı tenkit edilir. Allah’ın dünya hayatına lutfettiği hükümranlık ve refah gibi nimetlerin geçiciliğine dikkat çekilir. Hz. Süleyman’ın peygamberlik ve hükümdarlığı Neml suresinde anlatılır. Süleyman Peygamber zengin ve güçlü bir ülke olan ve halkı güneşe tapan Sebe melikesine bir elçi göndererek onu ve halkını tevhid inancına davet eder. O da Kudüs’e giderek Süleyman Peygamber’le bizzat görüşür, onun peygamberliğini ve tevhid inancını benimser. Hz. Süleyman ile görüşen Sebe melikesinin kim olduğu hususu açık değildir. Tevrat’ta da yer alan bilgilerden yola çıkılarak burada kastedilenin ünlü Sebe kraliçesi Belkıs olduğu yorumu yapılır. Bu bağlamda onun milattan önce X. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman’ın çağdaşı bir Arap kraliçesi olduğu söylenebilir. Ancak onun kraliçesi olduğu Arap kavminin Sebeliler mi, yoksa onlardan daha önce aynı bölgede yaşayan Maînliler mi olduğu belli değildir. Sebe Devleti’nin eski merkezi olan Me’rib şehri yakınındaki su seddidir. Sebe Seddi veya Arim Seddi olarak da bilinir. Kur’an-ı Kerim’de ‘Seylü’l-arim’ adıyla yer alan sel baskınınıyla ortadan kalkmıştır. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 9 Güney Arabistan’da milattan önce V. yüzyıldan sonra Hemdân kabilesi etkili olmaya başladı. Hanedan mensupları arasındaki uyuşmazlıklar yüzünden çıkan iç savaşlar sıkıntıları daha da arttırdı. Sebelilerin akrabalarından olan Himyerî kabilesinin lideri Yeşerha b. Yahdup Sebe’yi ele geçirdi; Melikü Sebe ve Zû Reydân unvanıyla Himyerî Devleti’ni kurdu (m.ö. 115). Böylece Sebe Devleti tarihe karıştı. Himyerî Devleti Arapların Kahtânîler koluna mensup olan Himyerîler kısa zamanda bütün Yemen’i ele geçirdi. Devletin başkenti Reydân daha sonra Zafâr adıyla meşhur oldu. Himyerîler Maîn ve Sebe devletlerinin aksine yayılmacı bir politika izleyerek sınırlarını, milattan sonra III. yüzyılın sonlarına doğru Hadramut ve Orta Arabistan’a kadar genişlettiler. Böylece askerî bakımdan Arap yarımadasının en güçlü ve nüfus bakımından en kalabalık devleti haline gelen Himyerîler, Habeşliler ve Perslerle mücadeleye girişti. Çevredeki çöller bölgeye doğal bir koruma sağlıyordu. Himyerîlerin birinci hâkimiyet devri IV. yüzyılın başına kadar devam eden feodalite dönemidir. Bu dönemde hükümdar bir derebeyi olarak görülür ve kalede otururdu. İkinci hâkimiyet dönemi ise IV. yüzyılın başından 525 yılına kadar devam eder; hükümdarlara “tübba” denilmesinden dolayı “tebâbia devri” adıyla anılır. Ancak Hadramut’a da sahip oldukları takdirde bu unvanı alabilen tübbaların sayısı dokuzdur. Güney Arabistan’ın İslâm öncesi en uzun ve en parlak medeniyetini temsil eden Himyerî Devleti, Akdeniz havzası ile Uzakdoğu arasındaki kara ve deniz ticaret yolu üzerinde bulunduğundan hareketli bir iktisadi yapıya sahipti. Güneyden ve kuzeyden gelen bütün yolların kavşak noktasında yer alan San’a en önemli ticaret merkeziydi. Debâ, Mehre, Aden, Sebâ ve Râhiye’de kurulan panayırlar Arabistan’ın yanında Akdeniz ve Çin-Hint ülkelerinden gelen tüccarlar için buluşma noktasıydı. Bununla birlikte zenginlikleri daha çok lüks maddelere dayanan Himyerîlerin zamanla savaşçı iradeleri zayıfladı. Hıristiyan Bizans ile Ateşperest İran’ın takip ettikleri dinî ve ekonomik politikaları ile Habeş saldırıları bölgedeki huzur ve istikrarın giderek kaybolmasına sebep oldu. Arabistan’da Hıristiyanlıkla Yahudiliğin rekabet ettiği IV. yüzyılda Himyerîler Yahudileri, Habeşliler ile Bizanslılar ise Hıristiyanları destekliyordu. Yahudiliği kabul eden son Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs, Hıristiyanları Yahudiliği kabul etmeye zorladı. Kabul etmeyen birçok Necranlı Hıristiyanı “uhdûd” adı verilen ateş çukurlarında diri diri yakarak cezalandırdı. Kur’an-ı Kerim’de bu olaya işaret edilerek yapanlar şiddetle kınanır (el-Burûc 85/4-9). Himyerîlerin zulmüne uğrayan Hıristiyanların yardım çağrısı üzerine Habeş Aksum Kralı Kaleb ela-Asbaha, Zûnüvâs’ı mağlûp ve katledip Himyerî Devleti’ne son verdi (m. 525). Bundan sonra Yemen yaklaşık yarım yüzyıl Habeşlilerin elinde kaldı. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe başta olmak üzere Habeşlilerin kötü idaresi Yemen’de memnuniyetsizliği artırdı. Himyerî hükümdar ailesinden Seyf b. Zû Yezen Sâsânî hükümdan Enûşirvân’ın yardımıyla Habeş egemenliğine son verdi. Onun bir suikast sonucu öldürülmesiyle Yemen’de İslâm dönemine kadar sürecek Sâsânî dönemi başladı. İslâmiyet öncesi Arap tarihi ve Arabistan’da kurulan devletler konusunda en geniş kapsamlı bilgi Cevad Ali’nin el-Mufassal fî târîhi’l-Arab kable’l-lslâm adlı on ciltlik eserinde yer alır. 10 İslam Tarihi ve Medeniyeti I KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, ve İran kaynaklarında az da olsa bilgi vardır. En geniş bilgiye ise klasik çağ Grek kaynaklarında rastlanır. Kuzey Arabistan’da İslâm’dan önce Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Lahmîler ve Kindeliler devlet kurdu. Orta ve Kuzey Arabistan’da tarih sahnesine çıkan bazı devletler, menşe itibariyle Arap olmalarına rağmen Ârâmî kültürünün tesiri altında kalmış ve kitabelerini bu dille yazmışlardır. Nabatî Devleti Milattan önce IV. yüzyılın sonlarında kuruldu. Filistin’in güneyinde Akabe körfezi ile Lût gölü arasında hüküm sürdü. Devletin merkezi Akabe körfezinin biraz kuzeyindeki Petra’dır. Bir ara Fırat nehri ile Kızıldeniz arasında geniş bir alana yayılan Nabatîler Kuzey Hicaz’a da hâkim oldu. Nabatî Krallığı Büyük İskender’in halefleri arasında meydana gelen mücadelelerde önemli roller üstlendi. Roma İmparatorluğu ile çöl arasmda tampon devlet görevi üstlenen Nabatîler kuzey ve güney Arabistan arasındaki kervan ticaretine hâkimdiler. Milattan önce 25-24’te Romalı Kumandan Aellus Gallus, İmparator Augustus’un emriyle Hindistan ticaret yolunu emniyete almak için çıktığı Yemen seferinde Nabatî Krallığı’nı üs olarak kullandı. Nabatîler bir süre Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkilerini sürdürdü. Zamanla siyasi ve ekonomik sebepler ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Milattan sonra 106 yılında İmparator Traianus Nabatî Devleti’ni ortadan kaldırdı. Büyük çoğunluğu bedevî olan Nabatîler yerleşik hayata çok sıcak bakmadılar ve içlerine yabancıların girmesine izin vermediler. Bir kısmının yerleşik hayata geçmesi ancak bakır ve demir madenlerini kullanmayı öğrenmeleriyle birlikte gerçekleşti. Tedmür Devleti Kuzey Arabistan devletlerinin ikincisi Tedmür Krallığı’dır. Palmyra adıyla da anılan uluslarası ticaretin önemli merkezlerinden birisi olan Tedmür şehri Suriye çölünün ortasındaki bir vahada, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda yer alır. Kuruluş tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen ve Palmirliler adı da verilen Tedmür Devleti’nin, mevcut kitâbelerden I. yüzyıldan itibaren mevcut olduğu tahmin edilmektedir. II. ve III. yüzyıllarda en parlak dönemini yaşayan Tedmür Devleti’nden günümüze kitabeleriyle birlikte harabeleri ulaşan çok sayıda ihtişamlı yapı kaldı. Tedmür Kralı Üzeyne (Odenathus) III. yüzyılda Sâsânî ve Roma imparatorlukları arasındaki mücadeleyi fırsat bilerek Tedmür’de bağımsız bir Arap devleti kurdu. Roma İmparatoru Valerianus’u yenen Sâsânî Hükümdarı Şâpûr’a karşı koyamayacağını anlayan Uzeyne’nin barış teklifi kabul görmedi. Bunun üzerine Üzeyne, Valerianus’un dağılmış olan kuvvetlerini toplayarak Sâsânîlerin başşehri Medâin üzerine yürüdü; Şâpûr mağlûp oldu, karısı ve çocukları esir edildi. Ancak kısa bir süre sonra Üzeyne, muhteris karısı Zeynep’in (Zenobia veya Zebbâ) bir tertibiyle öldürüldü. Oğlu adına idareyi ele alan Zeynep, hayallerini gerçekleştirmek amacıyla Roma’nın elinde bulunan Mısır’ı zapt ederek Anadolu’ya bir sefer yaptı; ancak Roma kuvvetlerine yenildi. Tedmür Devleti 272’de Roma İmparatoru Aurelien’in Tedmür’ü ele geçirip kraliçe Zeyneb’i esir alıp Roma’ya götürmesiyle sona erdi. Bizans İmparatorluğu döneminde Tedmür’de Hıristiyanlık yayıldı, şehri imar eden I. Iustinanos (527- 565) burada bir kilise inşa ettirdi. Tedmür Hâlid b. Velid’in sulh yoluyla fethine kadar (634) Bizans idaresinde kaldı. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 11 Gassânî Devleti Arapların Kahtânîler koluna mensup olan Gassânîler III. yüzyılda Yemen’den Suriye’ye göç ederek Cefne b. Amr liderliğinde Dımaşk merkezli bir devlet kurdu. Hem kendi hem de Bizans İmparatorluğu lehine Sâsânîler ve Hîre’de devlet kuran Lahmîler ile mücadele ettiler. Gassânîler Suriye’de ana dilleri Arapça’yı korudukları gibi burada konuşulan Ârâmî dilini de öğrendiler. Bizans İmparatorluğu’nun vassâl devleti olarak Hıristiyanlığı kabul ettiler ve Bizans kültürünün etkisi altına girdiler. Cefne’nin yerine oğlu Amr, onun ölümü üzerine oğlu Sa’lebe hükümdar oldu. Sa’lebe’den sonra bir Bizans valisi gibi hareket eden Gassânî hükümdarlarından II. Haris b. Cebele zamanında (529-569) hanedanlık en parlak dönemini yaşadı. Bizans’la ilişkiler bu dönemde zirveye ulaştı. Haris, 528’de Sâsânîlerin desteklediği Hîre Hükümdarı Münzir’i mağlûp etmesi, ertesi yıl da Filistin’deki isyanı bastırması üzerine Bizans imparatoru tarafından “Basileus” unvanıyla taltif edildi. Daha sonra bazen Bizans’la ciddi gerginlikler yaşanmakla birlikte Gassânîler genel itibariyle Bizans müttefiki olarak kaldılar. VII. Yüzyıl başında Bizans-Sâsânî mücadelesi sürecinde ciddi güç kaybına uğrayan Gassânîler, İslâm dönemindeki Suriye fetihlerinde Bizans saflarında savaştılar. Gassânîler, 613’te Sâsânîlerin Suriye ve Filistin ile merkezleri Bostra’yı ele geçirmeleri üzerine siyasi bağımsızlıklarını kaybettiler. Hz. Ömer zamanındaki Yermük Savaşı’nda (636) Gassânî emirlerinden Cebele b. Eyhem 12.000 kişilik bir ordunun komutanı olarak Bizans’a destek verdi. Bölgenin fethiyle Gassânîlerin hâkimiyeti sona erdi. Gassânîler, Yemen ve Sebe ile Suriye ve Bizans medeniyetlerini birbirleriyle kaynaştırıp önemli mimarî eserler yaptılar. Saray ve evler, zafer takları, su kemerleri, kilise, hamam ve tiyatrolar inşa ettiler. Kasrü’l-Müşettâ ve Kasrü’l-Ebyaz saraylarının harabeleri günümüze ulaşmıştır. Lahmî (Hîre) Devleti Kuzey Arabistan’da hükümdarlarının soyları Arapların Kahtânîler koluna mensup Lahm b. Adî’ye dayandığı için Lahmîler, başkentlerinden dolayı da Hîreliler adıyla bilinir. Lahmîler, Me’rib Barajı’nın yıkılmasından sonra Cüzam, Âmile ve Tenûh kabileleriyle birlikte Yemen’den göç ederek III. yüzyılın başlarında Irak’a yerleştiler. III. yüzyıl ortalarında Hîre’de kurulan ve Sâsânîlerin vassâlı olarak Bizans’a karşı uzun müddet varlığını koruyabilen Lahmîlerin ilk hükümdarı Amr b. Adî’dir. Sayılarının yirmi kadar olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının en meşhuru Amr b. Adî’nin oğlu İmruülkays’tır. 288-328 yılları arasında hüküm süren İmruülkays, Esed ve Nizâr kabilelerini hâkimiyeti altına alarak devletin büyümesini sağladı. Hıristiyanlığı kabul edip Sâsânîlerin yanında Bizans ile ittifak yaptı. Daha sonra Suriye topraklarına girdiyse de Havran’da (Nemâre) öldü. Nemâre’de keşfedilen onun mezarındaki 329 tarihli yazılar en eski Arap kitâbelerinden olup, bütün Arapların kralı olan İmruülkays’ın Sâsânî ve Bizans devletleri tarafından vekil olarak tanındığını göstermektedir. Hîre hükümdarlarından üçü Münzir adını taşıdığı için bu hanedana Menâzire de denilir. İmruükays’ın yanında, III. Münzir (506-554) ve III. Nu’man b. Münzir (580-602) diğer önemli hükümdarlarıdır. Meşhur Arap şairleri Nâbiga ez-Zübyânî ve Adî b. Zeyd ile ilişkileri sebebiyle son Lahmî hükümdarı III. Nu’mân b. Münzir (580-602) hakkında diğerlerine göre daha fazla bilgi vardır. İran kültürünün tesirinde kalarak 613’te Sâsânîlerin siyasi kontrolü altına giren Lahmîler Hz. Ebû Bekir zamanında Hâlid b. Velîd tarafından ortadan kaldırıldılar (633). Lahmîler döneminde Hîre ve Enbâr şehirlerinde Arap dili, edebiyat ve yazısı büyük gelişme gösterdi. Ayrıca Hîre’de tıp, eczacılık ve 12 İslam Tarihi ve Medeniyeti I felsefe alanlarında önemli çalışmalar yapıldı. Putperestlik, Yahudilik, Mecusîlik, Maniheizm ve Mazdeizm’in yaygın olduğu Hîre’ye Hıristiyanlık erken dönemden itibaren nüfuz etti ve yöneticilerin çoğu tarafından benimsendi. Hîre, VI. yüzyıl sonlarında Nestûrî Hıristiyanlığın merkeziydi. Kinde Devleti Kuzey ve Orta Arabistan’da hüküm süren Kindelilerin genellikle Kahtânîlerden oldukları yaygın kanaattir. Sürekli bir yerde oturmamalarından dolayı Kahtânî ve Adnânî Arapların bir karışımı olarak da kabul edilir. Kindeliler III. yüzyıldan itibaren Kuzey ve Orta Arabistan’a, özelliklede Necid bölgesine geçerek, Mezopotamya, Filistin ve Suriye’yi içine alan geniş bir alana yayıldı. Kinde Devleti 480 yılı civarında Necid’de Bekir b. Vâil’e üstünlük sağlayan Âkilü’l-mürâr lakaplı Hucr b. Amr tarafından Himyerîlere tabi olarak kuruldu. Kinde Devleti’nin ilk başşehri Karyetülfâv’dır. Hucr’un ölümünden sonra Benî Âkilü’l-mürâr adı verilen ve Kindetü’l-mülûk şeklinde de anılan hanedanın başına önce oğlu Amr, ardından da onun oğlu Haris geçti (490-528). VI. Yüzyılın başında Himyerîlerden özerklik kazanarak gelişen Kinde hanedanının başında bulunan Haris b. Amr Bizans İmparatoru Anastasios ile 502’de bir antlaşma imzaladı. 525’te Bekir ve Tağlib kabilelerinin desteğiyle Hîre’yi hâkimiyeti altına alan Haris’in 528’de Hîre Kralı III. Münzir’e yenilmesi, Kinde ve müttefiklerinin oluşturduğu konfederasyonun dağılmasına yol açtı. Bu mağlûbiyetten sonra tahttan çekilen Haris, Kinde topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Kindeli ünlü Câhiliye şairi İmruü’l-Kays (İbn Hucr), babasından sonra hükümdar oldu ve Esedoğulları ile mücadeleye girişti. Sasânî ve Lahmîlerin Esedoğulları’nı desteklemesi üzerine yardım için İstanbul’a giderek İmparator I. Iustinianos’la (527-567) görüştü. Dönüşte Ankara’da öldü. Önceleri Yemen hükümdarlarına bağlı olan ve muhtemelen yarımadadaki Bizans ve Sâsânî güçlerini dengeleyen Kinde Devleti, V. yüzyılın sonu ve VI. yüzyılın başında özerklik kazanarak gelişmesine rağmen manevi kuvvet ve iç dayanışmadan yoksunluğu sebebiyle sınırlarına kadar ulaştığı Bizans ve Sâsânîlere karşı herhangi bir üstünlük elde edemedi. Yemen’in Habeşliler tarafından işgali Kinde’nin çöküşünü hızlandıran sebeplerdendi. İçlerinde putperestlerden başka Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mazdek dinini benimseyenlerin olduğu Kindeliler, VI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirgin ölçüde güç kaybına uğramakla birlikte İslâm fetihlerine kadar Bizans’ın müttefiki olmayı sürdürdü. İslâmiyet’in hemen öncesinde Arap yarımadasının yakın ve uzak çevresinin siyasî durumu ve Arabistan’la ilişkilerini araştırınız. ARABİSTAN’IN KALBİ: HİCAZ BÖLGESİ Arap Yarımadasının İslâm tarihi bakımından en önemli bölgesi Hicaz’ın da yer aldığı Orta Arabistan’dır. Sözlükte ‘iki şeyi birbirinden ayıran sınır, engel’ anlamına gelen Hicaz’a bu ad iki bölgeyi birbirinden ayırdığı için verilmiştir. Hicaz Kızıldeniz’in doğusunda, kuzeyde Ürdün’ün liman şehri Eyle’den (Akabe) güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve doğuda Necid çöllerinden Irak’a kadar uzanır. Kuzey ve doğu sınırlarının nerede bittiği ise ihtilaflıdır. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Yemen’den başlayan ticaret yolu Mekke ve Yesrib’den geçerek Akabe körfezinden Akdeniz limanlarına bağlanıyordu. Bu güzergâh üzerinde Hicaz’ın birbirinden farklı özellikler taşıyan şehirleri Mekke, Medine ve Tâif ’in yanında mîkât yerleri de yer alır. Arabistan’da Mekke ile boy ölçüşebilecek bir durumda olmayan hayatını tarım2 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 13 la kazanan Yesrib’de iki Arap ve üç yahudi kabilesi oturuyordu. Tâif ise Mekke’nin âdeta bir sayfiyesi durumundaydı. Mekke Afrika çöllerini temsil ederken, Medine ılık ülkelerin bereketliliğine sahipti; Tâif ise Avrupa’nın güneyinin iklim özelliklerini göstermekteydi. İslâm’dan önce Hicaz’ın en önemli şehri Mekke’nin dinî ve ticarî öncülüğü üç şehri birbirine bağlamıştı. İslâm’dan önce Orta Arabistan’ın tarihini Eyyâmü’l-Arab denilen kabileler arasındaki savaşlar teşkil eder. Mekke’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı Sadece İslâm tarihi bakımından değil dünya tarihi bakımından da Hicaz’ın en önemli şehri Mekke’dir. Şehir hayatı için elverişli bir iklimi olmamasına ve iskânı zor bir vadinin üzerinde yer almasına rağmen, Mekke’nin yerleşim birimi olarak seçilip plânlanmasında belirleyici en mühim unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Ortaçağ coğrafyacıları eserlerine, genel olarak Arap yarımadasını, özel olarak da Kur’an-ı Kerim’de ‘şehirlerin anası (ümmülkurâ)’ olarak vasıflandırılması ve bünyesinde Müslümanların kıblesi Kâbe’yi barındırmasından dolayı Mekke’yi anlatarak başlarlar. Mekke’de şehir hayatı Kâbe’nin yapımıyla başlamıştır. Bu bakımdan Mekke ile Kâbe’nin tarihi iç içe olup birini diğerinden ayırmak mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke’deki -Kâbe-dir” (Âl-i İmrân 3/96) şeklindeki ayet Kâbe’nin dünyanın yaratılışıyla birlikte var olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte bazı kaynaklarda Kâbe’yi ilk yapanların Hz. Âdem yahut oğlu Şît, hatta onlardan daha önce melekler olduğuna dair rivayetlere rağmen Hz. İbrahim’den önceki varlığı hakkında bilgi yoktur. Üç semavî dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) en büyük peygamberlerden biri kabul ettiği Hz. İbrahim, Allah’tan aldığı emir üzerine eşi Hacer ile ilk çocuğu İsmail’i Mekke’ye Kâbe’nin bulunduğu yere götürerek bıraktı. Hacer, o sırada tamamen ıssız olan Mekke vadisinde İbrahim’in bırakmış olduğu az miktardaki su ve erzakın tükenmesi üzerine İsmail’in susuzluktan ölmesinden korkarak telaşlandı. Çaresizlikten Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelirken oğlunun bulunduğu yerden bir suyun fışkırdığını gördü. Zemzem adını alan kaynağın ortaya çıkmasıyla birlikte kervanlar Mekke’de daha çok konaklamaya başladılar. Bu kafilelerden Yemenli Cürhümlüler Hacer’den Mekke’ye yerleşerek Zemzem’den faydalanmak için izin istediler. Hacer de su üzerinde mülkiyet hakkı iddia etmemeleri şartıyla müsaade etti. Cürhümlüler’den Arapça öğrenen İsmail bu kabileden bir kızla evlendi. Böylece Cürhüm kabilesinin bazı kollarının da göç etmesiyle Mekke’de sürekli ikâmet başladı. Bu şekilde Mekke’ye iskânın hızlanmasına sebep olan Zemzem, Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil tarafından temelleri yükseltilen Kâbe ile bütünleşerek en önemli mekânlardan birisi oldu. İslâm’dan önce Hicaz ve şehirleri hakkında daha geniş bilgi için M. Hamidullah’ın İslâm Peygamberi ile M. S. Küçükaşcı’nın Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserlerinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hacer ile İsmail’i ziyarete gelirdi. Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmesi Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullâh’ın temellerini yükseltiyor -ve şöyle diyorlardı-: Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl; neslimizden de sana itaat eden bir Câhiliye döneminde ve İslâmiyet’in ilk zamanlarında Arap kabileleri arasında cereyan eden savaşların adıdır. Bazen siyasi, iktisadi sosyal ve psikolojik sebeplerden dolayı meydana gelirse de genellikle sürüler, otlaklar, su kaynakları gibi çok basit sebepler yüzünden çıkardı. Şahıslar veya kabileler arasında çıkan bir tartışma ile başlar, daha sonra savaşa dönüşürdü. Bazen yıllarca devam eden Eyyâmü’l-Arab’ın en meşhur mücadeleleri Ficar savaşlarıdır. 14 İslam Tarihi ve Medeniyeti I ümmet çıkar; bize ibadet usûllerimizi göster ve tevbemizi kabul et. Zira tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Neslimiz arasından, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyip arındıracak bir peygamber gönder. Muhakkak ki sen Azîz ve Hakîmsin.” (el-Bakara 2/127-129). Kâbe’nin inşasını tamamlayan Hz. İbrahim haccın menâsikini tespit ederek her yıl ziyaret edilmesini sağladı. Daha sonra da oğlu İsmail ve annesini burada bırakarak Filistin’e döndü. Böylece Mekke’de tevhid dini geleneği başladı. Hz. İbrahim’den sonra gelen peygamberler ve ümmetleri Kâbe’yi ziyaret ettiler. Zaman içerisinde şirk unsurları karışmasına rağmen Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesine kadar Kâbe ziyareti sürdü. Yeryüzünde Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mabet olan Kâbe, inşa edildiğinden günümüze kadar Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi Allah’ın evi olarak bilinen en kutsal ve en güvenilir mekândır. Aynı şekilde Kâbe’nin bulunduğu Mekke ve çevresi de Hz. İbrahim’in duasında dilediği üzere Yüce Allah tarafından, insanların manevi olarak temizlenip arındığı her türlü tecavüzden korunmuş kutsal ve güvenli bir yer, harem ilân edilmiştir. Mekke’nin meşhur adları arasında el-Beledü’l-emîn (güvenli belde), el-Beledü’1-harâm (kutsal ve dokunulmaz topraklar), kısaca Harem sayılabilir. Bu çerçevede Kâbe de, el-Beytü’1-harâm (kutsal ve dokunulmaz ev), el-Beytü’l-atîk (eski veya şanlı ev); çevresindeki mescit ise elMescidü’l-harâm (kutsal ve korunmuş ibadet yeri) gibi adlarla anılır. Zira Mekke ve Kâbe ilahî övgüye mazhar olmuş, Allah tarafından himaye ve dokunulmazlığı ilân edilmiş en kutsal mekânlardır. Bu sebepledir ki, Mekke’nin idaresi yanında Kâbe’ye ve bu kutsal topraklan ziyarete gelen hacılara yönelik hizmetler özel bir anlam ve önem kazanmış, çeşitli dönemlerde belli başlı şahıslar ve kabileler arasında yarış ve mücadeleye konu olmuştur. Mekke’ye Putperestliğin Girişi Başlangıçta Hz. İsmail tarafından yürütülen Mekke ve Kâbe’nin idaresi ondan bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler zamanla bunu terk ettiler. Kâbe’ye saygı göstermeyip takdim edilen hediyelere el koydukları gibi hac amacıyla şehre gelenlere kötü davranmaya başladılar. Güney Arabistan’daki büyük sel felaketi sebebiyle kuzeye göç eden Huzâaoğulları Mekke’ye yerleşmek için Cürhümlüler’den izin istediler. Bu istekleri reddedilince Benî Kinâne’nin de desteğini alarak Mekke’ye saldırdılar. Kısa bir çarpışmadan sonra Cürhümlüler’i yenilgiye uğrattılar. Şehirden ayrılmak zorunda kalan Cürhümlüler’in büyük çoğunluğu, Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu da kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra ilk yurtları Yemen tarafına gittiler. Cürhümlülerle Huzâa arasındaki savaşta İsmailoğullan, sayılarının azlığı sebebiyle taraf olmadılar ve Huzâaoğulları ile anlaşarak şehirde yaşamaya devam ettiler. Huzaa kabilesinin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini üstlenince tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasını sağladı. Amr b. Luhay, bir iş için gittiği Suriye’deki Belkâ yöresindeki Meâb’dan (Moab) kırmızı akikten yapılmış Hübel putunu getirip Zemzem Kuyusu’nun üst tarafına Kâbe’nin yakınına dikti. Daha sonra İsaf, Naile, Ved, Süvâ, Yegüs, Yeûk, Nesr ve benzeri pek çok put dikip Arapları bunlara tapmaya çağırdı. Böylece Mekke’de Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği, Allah’ın birliği esasına dayalı Hanîf dininin yerini, çok tanrılı dinlerde ilahî varlıkları sembolize eden çeşitli figürlere tapınmayı ifade eden putperestlik (paganizm) aldı. Sözlükte ‘yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz’ manasında olup haram ile eş anlamlı olan harem Mekke ve Medine’nin sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresi için kullanılan bir terimdir. Bu bölgelere harem adının verilmesi, zararlılar dışındaki canlılarını öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin yasaklanmış olmasındandır. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 15 Amr, bahîre, vasîle, sâibe ve hâmî adlarıyla bazı vesilelerle belirli hayvanların putlara kurban edilmesi veya putlar adına serbest bırakılması geleneğini de başlattı. Buna göre deve ve koyun gibi bazı evcil hayvanlar putlara adandıktan sonra serbest bırakılır; böylece kutsal bir mahiyet kazandığına inanılan bu hayvanlardan bazı istisnalar dışında bir daha faydalanılamazdı. Bu uygulama Kur’an-ı Kerim’de şöyle tenkit edilir: “Allah bahîre, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırmaya çalışıyorlar. Onların çoğu akıllarını kullanmıyor” (el-Mâide 5/103). Câhiliye dönemi ile İslâmiyet’in doğuşu esnasında müşrik Arapların dinleri hakkında en güvenilir ve ayrıntılı bilgiler Kur’an-ı Kerim’de yer alır. Câhiliye döneminde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Amr b. Luhay’dan sonra hac ibadetine putperestlik unsurları karıştı. Mekkeliler edindikleri putları Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştirmekte, putların önünde fal okları çekerek yapacakları işler konusunda karar vermekteydiler. Mekkeliler hac için Kâbe’yi ziyarete gelen kabilelerden azami derecede istifade etmek ve onların ilgilerini çekmek için sayıları 360’a kadar ulaşan putları Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Her kabilenin kendisine mahsus putu olduğu gibi bazı kabileler ortak putlara sahipti. Araplar haccederken her kabile kendi putunun önünde saygıyla durur, dua eder ve telbiye okurdu. Böylece Kâbe ve çevresi çeşitli kabilelerin tapındıkları putların muhafaza edildiği Arabistan’ın en önemli dinî merkezi hâline geldi. Araplar güneş ve ay takvimi farklılığından kaynaklanan sebeplerle nesî yaparak, yani ihtiyaç halinde yıla bir ay ilave ederek hac mevsimim her sene ilkbahar veya yaz aylarına denk getirirlerdi. Hac mevsimi savaşın haram kabul edildiği eşhürü’lhurum’da olduğu için bir barış ve esenlik dönemiydi. Kur’an-ı Kerim putperestliği şirk, Allah’a ortak koşanları da müşrik olarak nitelendirir. Putperestliğe meyletmenin en önemli sebebi, putperestlerin Allah’ı şanına yaraşır biçimde tanıyamamalarından dolayı (el-En’âm 6/91) tevhid inancını koruyamamalarıdır. İslâm’dan önce Araplar tek tanrı düşüncesine sahiptiler ve putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Câhiliye Arapları arasında çok tanrıcılık ve putperestliğin tamamen yaygın hale geldiği dönemlerde bile Hanîfler diye anılan bazı kişilerin Hz. İbrahim’in dinini yaşatmaya çalıştıkları, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan uzak kaldıkları bilinmektedir. Nitekim bunlar Kur’an-ı Kerim’de putperestlikten, yalancılıktan ve Allah’a şirk koşmaktan sakınan dindarlar olarak övgüyle anılmış, Ehl-i kitap’ın dinlerinin aslının da Hanîflik olduğu belirtilmiştir. Yemen ile kısmen Yesrib ve Hayber ile çevreleri istisna edilirse İslâm’dan önceki Araplar arasında Yahudiliğin fazla bir ilgi gördüğü söylenemez. İslâm’dan önceki Araplar üzerinde Necran, Hîre, Dımaşk şehirleri başta olmak üzere Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde Hıristiyanlığın etkisi ise daha güçlü olmuştur. Arapların İslâm’dan önceki dönemlerine neden Câhiliye denilmiştir? Araştırınız. Kusay b. Kilâb’ın Mekke Hâkimiyeti ve Yönetimi Huzaâlılardan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri Kureyş kabilesinin eline geçti. Hz. İsmail’in torunlarından Adnan’ın soyundan gelen Kureyşliler, uzun süre Benî Kinâne’den olan akrabalarıyla birlikte dağınık gruplar halinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. Kureyş’e adını veren Fihr (Kureyş) b. Mâlik’in altıncı kuSavaşın haram kabul edildiği dört kutsal ayın adıdır. Haram aylardan zilkade on birinci, zilhicce on ikinci, muharrem birinci ay olmak üzere üçü birbirini takip ederken yedinci ay receb tekdir. Kur’an-ı Kerim’de çoğul ve tekil şekliyle altı kere yer alan bu aylara, savaşın haram kılınması başta olmak üzere yılın diğer aylarından farklı bir önem ve saygınlığa sahip bulunmaları sebebiyle bu ad verilmiştir. İlgili hükümleri Hz. İbrahim tarafından konulan bu aylar zamanla temel amacından uzaklaşmış, ancak İslâmiyet’le yeniden aslî hüviyetine kavuşmuştur. 3 16 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şaktan torunu ve Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb’ın (ö. 480) Mekke tarihinde çok önemli bir rol üstlendiği görülür. Kureyşliler Kusay’ın önderliğinde Kinâne ve Kudâa kabilelerinin de yardımıyla Mekke’ye hâkim olan Huzâaoğulları ile mücadele ederek onlara üstünlük sağladılar. Bundan sonra Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kureyş kabilesine geçti. Mekke’de yerleşim Kusay’a kadar şehrin dışında gelişmişti. İnsanlar Kâbe ve Mekke Haremi’ne saygılarından dolayı gündüzleri şehirde, geceleri ise harem bölgesi dışında ikamet ediyorlardı. Kusay dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Kâbe civarından başlayarak Mekke topraklarını on parçaya ayırdı ve Kureyş’in on kolu arasında paylaştırdı. Mekke ve civarında etkinliği artan Kureyşlilerden Kâbe’nin çevresinde iskân edilenlere Kureyşü’lbitah, şehrin kenar mahallelerine yerleştirilenlere de Kureyşü’z-zevâhir denildi. Kureyş kabilesini Mekke’ye yerleştiren Kusay, şehrin yönetimi yanında Kâbe hizmetleri ve idaresiyle ilgili bir takım düzenlemeler yaptı. Kâbe ve Mekke ile ilgili hizmetlerin tamamını elinde toplayarak şehrin yönetimini üstlendi. Kâbe’yi tamir ederek hac ibadeti sırasında yapılması gereken menâsiki düzenledi. Cürhümlüler’in gömdükleri Hacerülesved’i Kâbe’deki eski yerine koydu. Bazı Arap kabilelerinin elinde bulunan dinî vazifeleri, değiştirilmemesi gereken gelenekler olarak gördüğü için onlarda bırakarak Mekke’ye bağlılıklarının devamını sağladı. Kusay’dan sonra da devam eden bu hizmetlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Dârünnedve Kureyş kabilesinin önemli meseleleri görüşüp karara bağladığı toplantı yeri olan Dârünnedve ilk defa Kusay tarafından oluşturuldu. Kusay yaklaşık 440 yılında Kâbe’nin kuzeyine tavafa başlanan yerin arka tarafına kapısı Kâbe’ye doğru açılan Dârünnedve’yi yaptırdı. Esas itibarıyla bir asiller (mele’) meclisi olan Dârünnedve’ye Kusayoğulları’ndan başka Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşından büyük reisleri katılabilirdi. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, bütün önemli işlerin görüşüldüğü Dârünnedve siyasi, ekonomik, dinî, hukuki ve sosyo-kültürel çok yönlü fonksiyon ifa etmekteydi. Emevî ve ilk Abbasî halifeleri döneminde misafirhane olarak kullanılan Dârünnedve 897 yılında sütunlar eklenerek Mescid-i Haram’a katıldı. Bugün Dârünnedve’nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır. Kıyâde Sözlükte ‘reislik, önderlik ve kumandanlık’ gibi anlamlara gelen kıyâde, Câhiliye döneminde Mekke’de ordu kumandanlığı ve kafile başkanlığını ifade etmek için kullanılıyordu. İslâm’dan önce bedevî ve yerleşik Arapların şeyh adı verilen kabile reisleri seferde ordu kumandanı, hazarda ise kabile başkanı olmak üzere her iki vazifeyi de üstlenirlerdi. Kusay’dan sonra bu vazife oğlu Abdüddâr’a veraset yoluyla intikal etti. İslâm’dan sonra Mekke’nin reisi Ebû Süfyân fethe kadar kıyâde görevini üstlendi. Hicâbe Sözlükte ‘örtmek, birinin bir yere girmesine engel olmak’ anlamındaki hicâbe Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevi için kullanılan bir terimdir. Hicâbe kaynaklarda ‘Kâbe’ye hizmet etmek’ anlamındaki sidâne (sedâne) ile birlikte yer alır. Kâbe’yi ve Mescid-i Harâmi bayındır hale getirme, orada huzuru sağlama görev ve yetkisi anlamında olan imâre görevide sidâne ile aynı anlama gelir. Hâcib veya sâdin adı verilen görevli, Kâbe’nin anahtarlarını elinde bulundurur, belirli zamanlarda ziyaretçilere açar, ondan izinsiz kimse Kâbe’ye giremezdi. Aynı zamanda Makam-i İbrahim’in, Kâbe’ye hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 17 dış örtülerin korunması ve bakımı gibi hizmetler de bu görevli tarafından yürütülürdü. Hz. İsmail’den beri devam eden hicâbe görevi en büyük şeref vesilesi idi. Kusay’ın vasiyetine uygun olarak yerini oğullarından Abdüddâr aldı ve soyundan gelenlerce sürdürüldü. Mekke’nin fethi sırasında hicâbe görevi Osman b. Talha’nın uhdesindeydi. İslâm’dan sonra kaldırılmayan görevlerden olan hicâbe günümüzde de Şeybeoğulları tarafından üstlenilmektedir. Rifâde Sözlükte ‘yardım etmek, desteklemek’ gibi anlamlara gelen rifâde, İslâm’dan önce hac günlerinde Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin yemek ihtiyaçlarının karşılanması ve ağırlanması demektir. Mekke idaresi ve Kâbe hizmetlerine yönelik düzenlemeler yaptığı sırada Kusay Kureyşlileri toplayıp bir konuşma yaptı ve onları hacılara su ve yiyecek temini gibi hizmetlere ortak olmaya çağırarak şöyle seslendi: “Ey Kureyşliler! Sizler Allah’ın komşuları, Kâbe ve harem ehlisiniz. Hacılar ise Allah’ın misafirleri ve O’nun kutsal evinin ziyaretçileri olup ikram edilmeye en lâyık misafirlerdir. Şu halde hac mevsiminde hacılar buradan ayrılıncaya kadar onlara yiyecek ve içecek ikram edin. Şayet bunların hepsini yapmaya yetecek gücüm olsaydı, buna sizi dâhil etmeden bizzat kendim yerine getirirdim.” Kusay bu hizmetlerin yürütülebilmesi için bütün Kureyşlilerden gücüne göre para ve mal toplayarak bu maksatla bütçe oluşturulması geleneğini de başlattı. Haccın ilk günlerinde Mekke yollarında ve şehrin belli yerlerinde oluşturduğu özel mekânlarda develer kestirip hazırlattığı yemekleri hacılara ikram eden Kusay, yaşlanınca oğlu Abdüddâr’a hacılara yemek yedirme hizmetini sürdürmesini vasiyet etti. Bu görev Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’den itibaren Hâşimoğulları’na geçti. Hâşim Kureyşliler’den mal toplama geleneğini sürdürdü; rifâde ve sikaye görevleri için harcanan paranın dörtte birini kendi malından karşıladı. Bu alanda yaptığı hizmetlerle Mekke ve çevresindeki Arap kabileleri arasında büyük itibara sahip olan Hâşim, kıtlığın hüküm sürdüğü bir yıl Şam’dan getirttiği ekmekleri et suyunda tirit yaparak hacılara ikram etti. Bundan dolayı asıl adı Amr olduğu halde, ufalayan, kıran, parçalara ayıran anlamındaki ‘Hâşim’ lakabıyla meşhur oldu. Rifâde hizmetini Hâşim’den sonra küçük kardeşi Muttalib üstlenmiş, ondan da Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e geçmiştir. Abdülmuttalib’den sonra rifâde görevi oğlu Ebû Tâlib’e, onun mali durumu bozulması üzerine kardeşi Abbas’a intikal etti. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra rifâdeyi şahısların uhdesinden alıp bir kamu görevi haline getirdi. 631 yılında hac emiri olarak görevlendirdiği Hz. Ebû Bekir’e hacılara yemek hazırlanması için bir miktar mal veren Resûl-i Ekrem Vedâ Haccı’nda bu görevi bizzat üstlendi. Bu görev Hulefâ-yi Râşidîn’den itibaren Hicaz’da egemen olan halife ve devlet başkanları tarafından yürütüldü. Sikâye Sözlükte ‘sulamak, su kabı, sulama yeri, suculuk’ gibi anlamlara gelen sikâye, terim olarak Mekkelilerin ve hac günlerinde Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ihtiyaçlarının karşılanması görevi demektir. Önceleri şehrin ve Kâbe’yi ziyaret edenlerin su ihtiyacı halktan toplanan yardımlarla karşılanıyordu. Daha sonra sikâye görevini bunu bir itibar ve şeref vesilesi olarak gören zenginlerle Mekke ve Kâbe’nin yönetiminde etkin olan kabile reisleri üstlendi ve bu görev Kusay b. Kilâb tarafından kurumsallaştırıldı. Mekke halkının ve misafirlerin su ihtiyacını karşılamak için kuyular kazdıran Kusay, Kâbe’nin etrafına koydurduğu deriden havuzlara su doldurtarak sikâye hizmetini başlattı. Bazen hacılara süt ikramı da yapılıyordu. Kusay 18 İslam Tarihi ve Medeniyeti I yaşlanınca sikaye görevini oğlu Abdüddâr’a vasiyet etti. Bu görev Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’den itibaren Hâşimoğulları’na geçti. Hâşim’in ölümünden sonra bu görev önce kardeşi Muttalib’e, ardından oğlu ve Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e intikal etti. Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkararak Mekkelilere ve Kâbe’yi ziyaret edenlere tahsis eden Abdülmuttalib, sikâye görevine bu kuyunun işlerini de ilâve etti. Mekke’nin fethi sırasında Abbas b. Abdülmuttalib bu görevi üstlendi. Bu hizmet Abbas’tan sonra oğlu Abdullah’a geçti ve ardından onun soyundan gelenler tarafından yerine getirildi. Mekke’nin fethinden sonra sikâye görevi sadece zemzemle ilgili hale geldi ve bunu üstlenen görevli için Zemzem Kuyusu’nun yakınında Sikâyetü’l-Abbâs adıyla özel bir yer inşa edildi. İslâm’dan önce Mekke’de idari ve askerî olmak üzere başka görevler de vardı. Veraset yoluyla intikal eden kabileye ait sancağın muhafaza görevi ‘livâ’ ile daima başkomutana ait olup sorumluluğundaki ‘ukâb’ bayraktarlık ve sancaktarlık görevlerine karşılık geliyordu. Savaş malzemelerinin korunması ‘kubbe’, dış ilişkilerde siyasî temsilcilik ‘sifâre’ görevlisi tarafından üstleniliyordu. Kusay’ın vasiyetine uygun olarak nedve, kıyâde, hicâbe, livâ, sikaye ve rifâde görevleri oğlu Abdüddâr’a geçti. Ancak bu durum Mekke’de yaşayan Kureyş’in diğer kolları arasında ihtilafa sebep oldu ve görevlerin taksimi konusunda Mekkeliler üç gruba ayrıldı. Aynı görüşte olan kabileler, kendi aralarında birbirlerini sonuna kadar desteklemek ve yalnız bırakmamak üzere yemin ettiler. Sonunda uzlaşmadan yana olanlar ağır bastı. Sikaye, rifâde ve kıyâde Abdümenâfoğulları’na hicâbe, livâ ve nedve Abdüddâroğulları’na verildi. Böylece Kureyş kabilesi kanlı bir iç savaştan kurtulmuş oldu. Bu taksimat Mekke’nin fethine kadar kalıtsal olarak devam etti. Hz. Peygamber Mekke’nin fethi ile Veda hutbesinde sikâye ve hicâbe dışındaki bütün Cahiliye dönemi görevlerini kaldırdığını şu sözleriyle ilan etmiştir: “Dikkat edin! Kâbe’nin hizmeti (sidânetü’l-beyt) ve hacılara su temini (sikâye) dışında geçmişe ait bütün mefâhir iddiası, kan ve mal davaları şu iki ayağımın altındadır.” Mekke’nin Ticari Bir Merkez Olarak Yükselişi Mekke kuruluşundan Kusay b. Kilâb zamanına kadar her hangi bir siyasi gücü olmayan dinî bir merkezdi. Kur’an-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrâhîm 14/37) Mekke sakinlerinin ticaretten başka seçenekleri de bulunmuyordu. Ticaretteki ilk deneyimlerini Himyerîler ve Lahmîler’in vesayeti altında kazanan Mekkeliler, hac ve umre amacıyla şehirlerine gelenlerle ve çevredeki Araplarla yaptıkları sınırlı ticaretle yetiniyorlardı. Kusay’ın Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke içerisine yerleştirmesiyle kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçti. Bundan sonra Mekkeli tüccarlar için yeni imkânlar ortaya çıkmaya başladı. Arabistan’daki ticari faaliyetlerin tedricî olarak kuzeye doğru kaymaya başlaması bu imkânların en başında geliyordu. Deniz taşımacılığındaki sorunlardan dolayı ticaretin yavaş yavaş karayoluna kayması bir diğer etkendi. İslâm’da önce ekonomik gelişmeler daha ziyade transit geçişlere imkân sağlayan ticaret yollarının belli menzilleri üzerinde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Bu bağlamda coğrafi açıdan elverişli bir konumda olan ve ticaretten başka her hangi bir geçim kaynağına sahip olmayan Mekke, Petrâ ve Palymra’nın (Tedmür) çöküşünden sonra böyle bir yükselişe aday haline geldi. Mekkeliler bir yandan o dönemde dünya siyasetinde yaşanan Bizans-Sâsânî rekabetinden kendi lehlerine olacak şekilde 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 19 faydalanmaya, diğer yandan da hac merasimlerinden ekonomik bakımdan daha çok getiri elde etmeye çalışıyorlardı. Mekke ticareti, şehrin coğrafi ve dinî konumunun sağladığı avantajlarına ek olarak ‘ilâf ’ ve buna bağlı olarak gelişen ‘rihleteyn’ mekanizmalarıyla desteklenerek gelişimini sürdürdü. Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf kabilesi adına Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Gassânîler ve Bizanslılar başta olmak üzere bazı devlet ve kabilelerle diplomatik ve ticari ilişkiler kurdu. Hâşim’in Bizans’la ticarî anlaşma yapmasından sonra kardeşlerinden Muttalib Yemen’e, Abdüşşems Habeşistan’a ve Nevfel de İran’a giderek bu ülkelerden benzer imtiyazlar elde ettiler. Böylece Mekke ve çevresiyle sınırlı olan ticaretlerini daha geniş alanlara yayan Kureyşliler gerek bu imtiyazlar, gerekse Harem bölgesinde oturup Kâbe hizmetlerini yürütmenin getirmiş olduğu itibar sayesinde kışın Yemen ve Habeşistan’a, yazın da Suriye ve Anadolu’ya kadar uzanan ticari amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Bu ticarî seferler sayesinde bir yandan ekonomik durumları düzelen Kureyşliler, diğer yandan da çeşitli medeniyet ve kültürleri tanıma imkânı buldular. Mekke’nin saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer oluşu şehrin ticaret merkezi olarak hızla gelişmesine imkân verdi. Mekke çevresinde yaşayan ve bedevî bir hayat tarzını benimseyen ehâbîş kabileleriyle yapılan ittifak anlaşmaları da ekonomik gelişmeye katkı sağlayan diğer bir etken oldu. Böylece Arap yarımadasının ekonomisi Mekke’nin öncülüğünde merkezîleşti Kur’an-ı Kerim’de Kureyş suresinde Mekke’nin ticari hayatına işaret edilir ve Allah’ın Kureyş kabilesine lütuflarda bulunduğu hatırlatılarak kabile imana ve tevhid inancına davet edilir. Mekke ve çevresi tarıma elverişsiz bir bölge iken Hz. İbrahim’in duası ve Kâbe sayesinde Kureyşlilerin bolluk içerisinde yaşadıkları ve yine bu dua sayesinde o bölgede meydana gelmesi muhtemel açlıktan yaz ve kış dönemlerindeki ticarî seferler sayesinde korundukları vurgulanır. Arabistan Ticaretinin Can Damarı Panayırlar İslâm öncesinde Arap yarımadasının en geniş ticarî faaliyetleri büyük ölçüde panayırlarda (esvâku’l-Arab) cereyan ediyordu. Siyasî, sosyal ve kültürel açıdan da oldukça önem taşıyan, bir kısmı uluslararası mahiyetteki bu panayırlarda çeşitli milletlere mensup tüccarlar ile Arap kabileleri bir araya gelirdi. Mekkeliler bu panayırlara iştirak ediyor ve önemli miktarda gelir sağlıyordu. Mekke ticaretinin ileri karakolu olan panayırların önemli bir kısmı hac mevsimi ve haram aylar dikkate alınarak kuruluyordu. Kusay ile başlayan şehirleşmenin gelişip kökleşmesinde ve Mekke’nin nüfuz ve itibarının çevredeki göçebeler arasında yayılmasında Ukaz, Zülmecâz ve Mecenne gibi süresi haram aylarıyla sınırlı olanlar ile hac mevsimi dıŞekil 1.3 Arabistan’da Kurulan Panayır Yerleri Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 323. 20 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şında Arafat, Hubâşe, Mina gibi yerlerde kurulan panayırların önemli rolü vardı. İslâm öncesinde Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde kurulan panayırların en önemlisi Ukâz’dır. Mekke’nin güneydoğusunda Tâif ile Nahle arasında hac mevsiminde zilkade ayının başından yirmisine kadar süren Ukâz Fuarı aynı zamanda edebî bir kongreydi. Şairler en güzel şiirlerini burada okurdu. Câhiliye döneminin meşhur yedi (veya on) şairine ait bu şiirler ‘el-Muallâkâtü’s-seb’a’ (Yedi Askı) adıyla bilinir. Ukâz’dan sonra zilkâde ayının sonuna kadar Zülmecâz panayırı açılırdı. Zilhicce ayının ilk sekiz gününde Mecenne’de kurulan panayırdan sonra Arafat’a çıkılırdı. Mekke’nin fethinden sonra hac ile bağlantısı kesilen bu panayırlar tedricî olarak ortadan kalktı. Arabistan ticaretinin can damarı olan panayırlarda alışveriş yapılır, ilişkiler geliştirilir, dostluklar kurulur, ihtilaflar çözüme bağlanıp antlaşmalar imzalanır, edebî konuşmalar yapılır ve şiirler okunurdu. İslâmiyet’ten önce Arabistan’da kurulan diğer panayırları araştırınız. Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü İslâm öncesinde şehir hayatı için gerekli kaynaklara sahip olmayan Mekke, coğrafi konumu, dini ve ticari bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş imparatorlarının zaman zaman dikkatini çekerek, hâkim olmak için çeşitli teşebbüslerde bulunmalarına sebep olmuştur. Çünkü Arap yarımadasını gerek siyasi ve gerekse ekonomik alanda kontrol etmenin yolu büyük ölçüde Mekke’ye hâkim olmaktan geçiyordu. Habeş Necâşîsi tarafından 525’te Eryât kumandasında Yemen’e gönderilen orduda Ebrehe el-Eşrem adlı bir asker de vardı. Yemen’e hâkim olan Eryât ile Ebrehe arasında çıkan anlaşmazlık çatışmaya dönüştü. Halkın desteğini sağlayan Ebrehe Eryât’ı öldürerek Yemen’de idareyi ele geçirdi (537). Habeş Necâşîsi tarafından valiliği onaylanan Ebrehe Yemen’i müstakil olarak idare etmeye başladı ve taassup derecesinde benimsemiş olduğu Hıristiyanlık dinini yaymak için harekete geçti. Arapların Mekke’yi ziyaretlerini engellemek için San’a’da Kâbe’nin bir benzerini yaptırmaya karar verdi. San’a’da yapılan bu kilise İslâm kaynaklarında Yunanca ekklessia kelimesinin Arapçalaşmış şekliyle Kalîs (Kulleys) şeklinde yer alır. Arabistan’daki bütün kabilelere elçiler göndererek Kâbe’nin yerine bu kilisenin ziyaret edilmesini istedi. San’a’yı dinî ve ticari bir merkez haline getirmek isteyen Ebrehe Mekkeli tüccarların giderek gelişen ticari faaliyetlerini engellemeyi de hedeflemişti. Böylece kuzeye ulaşması önündeki en büyük engel olan Mekke’yi saf dışı bırakarak Sâsânîlerle savaşan Bizans’a yardım etmesi mümkün olacaktı. Araplar Ebrehe’nin beklentisinin aksine davetine ciddî bir ilgi göstermediler. Hatta Kinâne kabilesinden birinin kiliseyi pislemesi gibi saygısızca davranışlar yapmaya başladılar. Bunun üzerine Ebrehe Kinâneliler’den San’a’ya gelerek kiliseyi ziyaret etmelerini istedi. Ancak onların bu teklifi reddederek elçisini öldürmeleri üzerine Kâbe’yi yıkmaktan başka seçeneğinin olmadığını anladı. İçinde Mahmûd adlı filin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Kâbe’yi yıkma teşebbüsünden vazgeçirmek isteyenleri en sert tedbirlerle bertaraf ederek Taif ’e kadar geldi. Ebrehe ile Tâif halkı adına konuşan Mes’üd b. Muatteb Lât Mâbedi’ne dokunulmamasına karşılık itaat etmeyi, erzak ve kılavuz vermeyi teklif etti. Talepleri kabul edilen Tâifliler Ebû Rigâl adında bir kişiyi kılavuz olarak verdiler. Ebrehe’nin ordusu Mekke yakınlarında Mugammes adı verilen yere 4 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 21 kadar gelip konakladı. Bu sırada Mekke’ye doğru gönderdiği öncü süvari birlikleri şehir yakınında yayılan develeri ordugâha getirdi. İzinsiz el konulan develerden iki yüzü Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e aitti. Ebrehe, Mekke’ye elçi göndererek hedefinin sadece Kâbe olduğunu, kendisine karşı gelinmedikçe kimseye dokunmayacağını bildirerek şehrin liderini karargâhına davet etti. Mekkeliler adına Abdülmuttalib bir heyetle ordugâha geldi. Ebrehe Abdülmuttalib’in Kâbe’nin yıkılmamasını rica etmek yerine develerini istemesini garipsemişti. Bunun üzerine Abdülmuttalib kendisinin develerin sahibi olduğunu, Kâbe’yi de sahibinin koruyacağını söyledi. Develerini alarak Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, Kâbe’ye giderek Beyt’ini koruması için Allah’a niyaz ettikten sonra halka şehrin dışına çıkmalarını, dağlara ve vadilere çekilmelerini tavsiye etti. Kâbe’yi yıkmaktan vazgeçmesi için yapılan teklifleri reddeden Ebrehe, ordusuna ertesi sabah hücum emrini verdi. Fakat ordusunun önünde bulunan Mahmûd adlı büyük fil yerinden kımıldamadı ve Mekke Haremi’ne girmedi. Sonunda ordunun büyük bir kısmı, Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, akın akın gelen ve tepelerine taş yağdıran ebâbîl kuşları tarafından mahvedildi. Böylece planları boşa çıkan ve ordusu perişan olan Ebrehe kendisi gibi kurtulabilen askerleriyle birlikte Yemen’e dönmek zorunda kaldı; kısa bir süre sonra da öldü. Ebrehe’nin ordusuyla Kâbe’ye saldırısı ve helak oluşu Fîl suresinde şöyle anlatılır:”Görmedin mi Rabbin neler etti fil sahiplerine? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar saldı. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Böylece onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”(Fîl 105/1-5). Burada Fil Vak’ası hakkında bilgi vermekten daha çok, Mekke müşriklerine bildikleri bir olayın acı sonucu hatırlatılarak İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle bir cezaya çarptırılabileceklerine dikkatleri çekilmektedir. Bu olaya Fil Vak’ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Arapların Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı. Mekke ve Kureyş’in yarımada içerisindeki itibarı daha da arttı. Kureyşliler Mekke’de oturdukları ve Kâbe’nin hizmetinde bulundukları için kendilerine bir takım dinî-iktisadi imtiyazlar (hums) tanıyıp kurallar koyarak şehir ekonomisinin daha da gelişmesine imkân verecek faaliyetlere giriştiler. Ayrıca Yemen’e karşı üstünlüğü tescil edilen Hicaz’da Hıristiyan hâkimiyetinin kurulması da önlendi. 22 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Arabistan’ın coğrafî durumunu tanımlayabilmek Arabistan Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasında yer alır. Doğuda Basra Körfezi ve Uman Denizi, Güneyde Arap Denizi ve Aden Körfezi, Batıda Kızıldeniz ve Akabe Körfezi ile çevrilidir. Genellikle Tihâme, Hicaz, Necid ve Yemen olmak üzere dört bölüme ayrılır. İslâmiyet’in hemen öncesinde Arap Yarımadası’ndaki meşhur şehirlerarasında Mekke, Tâif, Yesrib, Yenbû, Cüreş, San’a, Hicr, Hayber, Suhâr, Debâ, Dûmetülcendel, Fedek, Teymâ, Vadilkura ve Maknâ sayılabilir. Arabistan’ın kuzey ve güneyinde kurulan devletleri sınıflandırabilmek Arabistan’ın asıl sakinleri günümüzde dünyanın en kalabalık Sâmî kavmi olan Araplardır. Bölgede Yontma Taş ve Cilâlı Taş devirlerinden itibaren hayat olduğu bilinmektedir. Arap kelimesine ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın yıllıklarında rastlanır. Bu tarihten milattan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitabelerinde sıkça geçer. Herodotos’tan itibaren de eski Yunan ve Latin kaynaklarında yer alır. Arap Yarımadası’nın güney ve kuzeyinde İslâm öncesi dönemde çeşitli devletler kurulmuştur. Orta Arabistan’daki Hicaz bölgesinde ise İslâm dönemine kadar herhangi bir devlet kurulmamış, bölgede insanlar kabileler halinde yerleşik veya göçebe olarak yaşamışlardır. Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürmüş, ardından bölge Habeşliler ve Sâsânîler’in eline geçmiştir. Kuzey Arabistan’da ise Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Lahmîler ve Kindeliler devlet kurmuşlardır. Hicaz bölgesi ile Mekke’nin önemini açıklayabilmek Arabistan’ın sadece İslâm tarihi bakımından değil dünya tarihi bakımından da en önemli bölgesi Hicaz’dır. Zira burası son peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya geldiği, yaşadığı, peygamber olarak görevlendirildiği ve görevini tamamladıktan kısa bir süre sonra vefat ettiği yerdir. Mekke’nin yerleşim birimi olarak seçilip plânlanmasında belirleyici en mühim unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Bunun yanında hac ibadetinin yapıldığı Mescid-i Harâm, Arafat, Mina, Müzdelife ve mîkat yerleri de Mekke ve çevresinde yer almaktadır. İslâmiyet’in ortaya çıktığı dinî ve sosyo-kültürel zemini anlatabilmek İslâm öncesinde Arap toplumunda kabile asabiyeti genel kuralları belirliyordu. Yerleşik ve göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Kahtânî ve Adnânî olmak üzere iki ana koldan gelir. Yılın belirli mevsimlerinde belirli yerlerde kurulan panayırlar ekonomik hayatın canlılığını sağlardı. Dinî ve sosyal hayat telakkileri Câhiliye geleneklere dayanan Araplarda genel anlamda putperestlik hâkimdi. Bununla birlikte Araplar tek tanrı düşüncesine sahiptiler ve putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Ayrıca çok tanrıcılık ve putperestliğin tamamen yaygın hale geldiği dönemlerde bile tevhid inancına bağlı Hanîfler diye anılan bazı kişilerin varlığı bilinmektedir. Bu dönemde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Haccın yapıldığı Kâbe ve çevresi çeşitli kabilelerin tapındıkları putların muhafaza edildiği Arabistan’ın en önemli dinî merkeziydi. 1 2 3 4 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 23 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Kuzey Arabistan’da kurulan devletlerden biri değildir? a. Kinde Devleti b. Himyeri Devleti c. Nabatî Devleti d. Hîre Devleti e. Gassâni Devleti 2. Zemzem Kuyusu’nun açılmasından sonra Mekke’ye aşağıdaki topluluklardan hangisi yerleşmiştir? a. Huzâaoğulları b. Haşimoğulları c. Cürhümoğulları d. İsmailoğulları e. Abdülmuttaliboğulları 3. Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Mekke’ye putperestlik Huzâaoğulları’ndan Amr b. Luhay tarafından sokulmuştur. b. Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye sefer düzenlemiştir. c. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu açmıştır. d. Mekke ve Kâbe’nin yönetimiyle ilgili görevler Hâşim b. Abdümenâf tarafından oluşturulmuştur. e. Kur’an-ı Kerim’de Sebe Devleti’nden bahsedilir. 4. Mekke ticaretinin dışa açılmasını aşağıdakilerden hangisi gerçekleştirmiştir? a. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb c. Amr b. Luhay d. Seyf. b. Zû Yezen e. Osman b. Talha 5. Arabistan’da kurulan panayırlardan en meşhuru aşağıdakilerden hangisidir? a. Arafat b. Mecenne c. Ukâz d. Zülmecâz e. Hubâşe 6. Arabistan’a putperestliği sokan şahıs aşağıdakilerden getirmiştir? a. Ebû Cehil b. Seyf. b. Zû Yezen c. Kusay b. Kilâb d. Ebrehe e. Amr b. Luhay 7. Aşağıdaki görevlerden hangisi doğrudan Mekke’nin yönetimiyle ilgilidir? a. Hicâbe b. Rifâde c. Sidâne d. Darünnedve e. Sikâye 8. Aşağıdaki şehir gruplarından hangisi Hicaz bölgesindedir? a. Mekke-Yesrib-San’a b. Bağdat-Medine-Şam c. Yesrib-Dımaşk-Medine d. Mekke-Yesrib-Tâif e. Tedmür-Palmyra-Hîre 9. Kur’ân-ı Kerim’de Fîl suresinde aşağıdaki tarihi olaylardan hangisine işaret edilmiştir? a. Amr b. Luhay’ın Mekke’ye putperestliği getirmesine b. Huzâa kabilesinin Cürhümlüler’i Mekke’den çıkarmasına c. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’nin Kabe’yi yıkma teşebbüsüne d. Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Mekke’ye getirmesine e. Abdülmuttalib’in Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu yeniden açmasına 10. Aşağıdakilerden hangisi Bizans İmparatorluğu’nun vassâlıdır? a. Sebe Devleti b. Lahmî Devleti c. Main Devleti d. Hîre Devleti e. Gassâni Devleti 24 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Arabistan’ın Siyasî Geçmişi ve Sakinleri” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Kusay b. Kilâb’ın Mekke Hâkimiyeti ve Yönetimi” konusunu yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Ticarî Bir Merkez Olarak Yükselişi” konusunu yeniden okuyunuz. 5. c Yanıtınız doğru değilse “Arabistan Ticaretinin Can Damarı Panayırlar” konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “Mekke’ye Putperestliğin Girişi” konusunu yeniden okuyunuz. 7. d Yanıtınız doğru değilse “Dârünnedve” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Arabistan’ın Kalbi: Hicaz Bölgesi” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü” konusunu yeniden okuyunuz. 10. e Yanıtınız doğru değilse “Kuzey Arabistan’da Kurulan Devletler” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atası olan Adnan’ın babası Üded, annesi Belhâ bint Ya’rub’dur. Bâbil kralı Buhtunnasr (m. ö. 604-561) zamanında Mekke’de yaşadığı rivayet edilen Adnan’ın doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. İslâm kaynaklan Adnan’ın Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiği konusunda birleşir, ancak hayatı hakkında fazla bilgi vermezler. Adnan’ın Hz. İsmail’e kadar uzanan atalarının kırk, yirmi veya on beş kişi olduğu ileri sürülür. Arapların iki ana kolundan birini oluşturan Adnânîler’in Adnan’dan Hz. Muhammed’e kadar gelen ve Hz. Peygamber tarafından da teyit edilen soy kütüğü şöyledir: Adnan-Mead-Nizâr-Mudar-İlyâsMüdrike-Huzeyme-Kinâne-Nadr-Mâlik-KureyşGâlib-Lüey-Kâ’b-Mürre-Kilâb-Kusay-AbdümenâfHâşim-Abdülmuttalib-Abdullah-Muhammed. Sıra Sizde 2 İslâmiyet’in doğduğu yıllarda genel bir boşluk ve çöküntü içerisinde bulunan Çin, Hindistan’dan gelen Budizm’in etkisi altındaydı. Budizm’in çöküşe geçtiği ve çok çeşitli inanç ve kültürün hâkim olduğu Hindistan’da VI. yüzyılın başında kuzeyden gelen Akhunlar (Eftalit) başta olmak çok sayıda bağımsız oluşum ortaya çıkmıştı. Bölgede siyasi birlik yoktu. Arabistan’ın kuzey ve batısında başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olan Bizans İmparatorluğu hüküm sürmekteydi. Arap Yarımadasının doğu ve kuzeyinde ise başkenti Irak’taki Medâin olan Sâsânî (Pers) İmparatorluğu hâkimiyeti vardı. Dönemlerinin süper güçleri olan bu iki imparatorluk sürekli mücadele hâlindeydi. İranlılar ile Doğu Romalılar arasındaki mücadeleye Kur’an-ı Kerim’de Rûm suresinde değinilir. VI. yüzyılın ilk yarısında önce Yahudilik daha sonra Hıristiyanlığın etkisi altına giren Habeşistan’a, Mekke’de İslâm’ı yaşama konusunda ciddi sıkıntılara maruz kalan Müslümanların hicret ettiklerini de hatırlamamız gerekir. Sıra Sizde 3 Câhiliye özel olarak Arapların İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terimdir. İslâm öncesi Arapları Allah’ı hakkıyla bilmedikleri, O’na şeksiz ve ortak koşmadan iman etmedikleri, gerek ferdî gerekse sosyal hayat itibariyle bilgiden, düzenden, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil sayılan- 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 25 Yararlanılan Kaynaklar ları daima haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat yaşadıkları için bu döneme Câhiliye denilmiştir. İslâmiyet tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inanışın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün olumsuz âdetleri ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte Hz. Peygamber Câhiliye devri Araplarının kültürel yapısını, değerlerini, telakkilerini tamamıyla reddetmemiş, İslâm’ın temel hükümlerine aykırı olmayan misafiri ağırlamak, yetimi korumak gibi güzel uygulamaların devamına izin vermiştir. Sıra Sizde 4 Arabistan’ın çeşitli yerlerinde geniş katılımlı panayırlar kurulurdu. Rebîülevvel ayının başından on beşine kadar süren Suriye-Hicaz kervan yolu üzerinde yer alan Dûmetülcendel bunlardandı. Bu panayıra Hicaz ve Yemen’den gelerek katılan tüccarlar, Kureyşli muhafızlar tarafından korunurdu. Buradan Hasâ’daki Muşakkar’a gidilir ve Cemâziyelâhir ayının tamamında açık olan bu panayıra deniz yoluyla gelen İranlılar da katılırdı. Receb ayının ilk günü buradan Uman’daki Suhâr’a hareket edilir ve 20-25 Receb günleri burada kurulan fuarda alışveriş yapılırdı. Daha sonra Uman sahilinde Hint ve Afrika’ya açılan Debâ’ya geçilirdi. Receb ayının son gününde başlayan bu panayıra sadece Arap yarımadasından değil Hindistan ve Çin’den tüccarlar katılırdı. Debâ’dan Güney Arabistan’ın Mehre şehrindeki Şâban ayının on beşinde kurulan Şıhr panayırına gidilirdi. Bunun ardından Ramazan ayının ilk on gününde kurulan Aden ile aynı ayın on beşi ile yirmisi arasında San’a panayırına iştirak edilirdi. Bunun ardından Kâbe ziyaretiyle tamamlanacak olan süreç başlardı. Cevad Ali (1968-1978). el-Mufassal fî târîhi’l-Arap kable’l-İslâm, I-X, Beyrut. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. Hitti, P. (1980). Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), I, İstanbul. İbn Hişâm, (1987). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Ömer AbdüsselâmTedmürî), I, Kahire. İbn Sa’d, (1990). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkâdir Atâ), I, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Adnân”, “Arap”, “Arabistan”, “Bedevî”, “Câhiliye”, Gassânîler”, “Hicaz”, “Himyerîler”, “Hîre”, “Lahmîler”, “Rifâde”, “Sâmî”, “Sebe”, “Sebe Sûresi”, “Sikâye”, maddeleri. 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi hayatının ana safhalarını tanımlayabilecek, Hz. Peygamber’in Câhiliye toplumunda sergilediği erdemli davranışları değerlendirebilecek, Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğe başlaması ve İslâmiyet’in Mekke dönemi üzerine fikir yürütebilecek, Hicretin sebep ve sonuçlarını tartışabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Abdullah, Abdülmuttalib, Ebû Tâlib, Âmine, Halime, Hz. Hatice • Ficâr savaşları, Hilfü’l-fudûl, el-Emîn • Vahiy, Tebliğ, Kureyş Müşrikleri, Sosyal Boykot, Dârülerkam • Habeşistan, Tâif, İsrâ ve Mirâc, Akabe biatları, Hicret İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi • HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİK ÖNCESİ HAYATI • HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE İSLÂM’IN MEKKE DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİK ÖNCESİ HAYATI Soyu, Ailesi, Doğumu ve Çocukluğu İslâm Peygamberi’nin soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanır. Bu sebeple Hz. Muhammed’in de mensup olduğu Kuzey Araplarına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler verilir. Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Adnân ile Hz. İsmail arasındaki dedelerinin adları ve sayıları konusunda ise ihtilaf vardır. Hz. Muhammed’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır. Hz. Peygamber’in baba tarafından dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim, babaannesi Fâtıma bint Amr, anne tarafından dedesi Vehb b. Abdümenâf, anneannesi de Berre bint Abdüluzzâ’dır. Hz. Peygamber’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nûru” (peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Zemzem kuyusunu yeniden ortaya çıkarıp işler hâle getirdiği sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş, ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmiş; böylece Abdullah’ı kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’in kurban edilmekten kurtulmasını kastederek, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 28 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş, ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir. Hz. Muhammed büyük atası Hz. İbrahim’in duası (el-Bakara, 2/128) ve kendinden önceki peygamber Hz. İsa’nın müjdesi (es- Saf, 61/6) olarak Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke’de dünyaya geldi. Araplar arasında kullanılan belirli bir takvimin olmaması ve ay takviminin güneş takvimine uyarlanarak takvime yapılan müdahale demek olan nesî uygulamasından dolayı doğum tarihi ihtilaflıdır. Genel kabule göre Hz. Peygamber Fil Vak’ası’ndan 50-55 gün sonra Rebîülevvel ayında Pazartesi günü sabaha doğru dünyaya gelmiştir. Farklı hesaplamalara göre Hz. Peygamber’in doğum tarihi 20 Nisan (9 Rebîülevvel) 571 veya 17 Haziran (12 Rebîülevvel) 569 Pazartesi şeklinde belirlenmektedir. İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair bilgiler yer alır. Âmine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir. Âmine’nin doğum sancısı çekmediği de bu kayıtlar arasındadır. Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuş ve melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu. Abdülmuttalib torununun dünyaya geldiği müjdesini alınca onun şerefine bir ziyafet vermiş, ziyafette ona Muhammed adını koymuş, Allah’ın ve insanların onu hayırla anması için bu ismi verdiğini söylemiştir. Hz. Muhammed doğumunun ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalmış, daha sonra âdet olduğu üzere sütannesine verilmiştir. Çocukların sütannesine verilmesinde temel sebep onların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak, ayrıca konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti. Mekke’nin küçük çocuklara uygun olmayan iklimi bu husustaki etkenlerdendi. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sa’d b. Bekir koluna mensup Halime bint Ebû Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer bedevî kadınlarla ve kocası Hâris ile birlikte bir kıtlık yılında Mekke’ye gitmiş, ancak genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Hz. Muhammed’in yetim olduğunu öğrenince de onu almakta tereddüt göstermiş, bununla birlikte Mekke’den eli boş dönmemek için yanında götürmeye razı olmuştu. Hz. Muhammed iki yıl sonra Halime tarafından Mekke’ye getirilmiş, ancak Âmine, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını olduğu için bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını istemişti. Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldıktan sonra Mekke’ye getirilerek annesine teslim edildi. Hz. Peygamber’in sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeymâ idi. Halime ve Hâris, Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Ayrıca sütannesinin yanında bulunduğu dönemde ‘şakk-ı sadr’ adı verilen olayın meydana geldiği bilgisi de kaynaklarda yer alır. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed’in göğsünü yarmış, kalbini çıkararak kötülüklerden arındırHz. İbrahim’den sonra uzun müddet ay takvimi kullanan Araplar, umre için receb, hac için zilhicce ayını esas alıyorlar, ayrıca umrenin yapıldığı receb ayı ile haccın yapıldığı zilhicce ve onun bir öncesi zilkade ile bir sonrası muharrem aylarını haram aylar olarak kabul ediyorlardı. Zamanla haram ayların yerlerini değiştirmek veya haccın sabit bir mevsimde yapılmasını sağlamak amacıyla nesî uygulamasına başvurmaya başladılar. Birbirinin peşi sıra gelen üç haram ayda savaşmanın yasak olması Arapların hayatını zorlaştırıyor, haccın sonunda savaş yapmak isteyen kabileler muharrem ayının haramlığının ertelenmesini istiyorlardı. Ayrıca ay takvimine göre hac zamanı yılın bütün mevsimlerini dolaşıyordu. Bu durum panayırlardaki ticari hayatı olumsuz yönde etkiliyor ve ticaretten beklenen kar elde edilemiyor, yaz aylarında seyahat daha zor oluyordu. Araplar bu sakıncaları ortadan kaldırarak ticari faaliyetlerini rahatça yapmak, yarımadanın iklim şartlarına uygun tarım ürünlerini panayırlarda pazarlamak ve kendileri için uygun mevsimde seyahat etmek amacıyla hac mevsimini sabitlemek için ay takvimini güneş takvimine uyarlayıp nesî uygulamasına başvuruyorlardı. Bir ay eklenmesiyle ay takviminde aylar on üçe çıkıyordu. Hz. Peygamber ayların sayısının on iki ve nesî yapmanın yasak olduğunu bildiren ayetleri Vedâ Hutbesi’nde tekrarlayarak bu Câhiliye adetini ortadan kaldırdı. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 29 mış, semâvî bir suyla yıkadıktan sonra yerine yerleştirmiştir. Bu olaydan haberdar olan Halime ve Hâris’in baştan beri birçok olağanüstü yönüne şahit oldukları Hz. Muhammed hakkında, olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başladıkları kaydedilir. Hz. Peygamber’in sütannesi, sütbabası ve sütkardeşlerinin İslâm dönemine ulaşıp ulaşmadıklarını, ulaştılarsa Müslüman olup olmadıklarını ve Hz. Peygamber’in sütannesi Halime’ye karşı tutumunu araştırınız. Hz. Peygamber altı yaşına geldiğinde annesi Âmine onu câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e götürdü. Burada hem Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ziyaret ettiler. Âmine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalandı ve genç yaşta vefat etti. Annesinin ölümüyle öksüz kalan Hz. Peygamber Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi. Hz. Peygamber daha sonra hicretin altıncı yılında (milâdî 628) Ebvâ’ya uğrayıp annesinin mezarını ziyaret etmiştir. Kabri eliyle düzelten, Hz. Peygamber bu arada annesinin şefkat ve merhametini hatırlayarak gözyaşı dökmüştür. Abdülmuttalib, çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla ona baba şefkatı ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu. Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed’in bakım ve himayesini amcası Ebû Tâlib’e verdikten kısa bir süre sonra vefat etti. Ebû Tâlib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebû Tâlib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde o da amcasıyla birlikte gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarını gören Ebû Tâlib onu da yanına aldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahîra adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahîra Ebû Tâlib’e, Muhammed’in İncil’de gönderileceği vaat edilen peygamber olduğunu söyledikten sonra başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebû Tâlib bunun üzerine seyahatını yarıda kesip Mekke’ye dönmüştür. Hz. Muhammed on yaşlarında iken kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptı. Peygamberliği döneminde bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz yâ Resûlallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir. Ebû Tâlib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı. İslâm’ı kabul etmesi için Hz. Peygamber’in yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte onu korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı. 1 Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed Hz. Muhammed’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Hz. Peygamber de büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını kendisi kıldırmış ve mezarına eliyle indirmiştir. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken vefa duygusunu şu sözlerle göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” 30 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in Gençliği Câhiliye döneminde Arap kabileleri arasında sık sık çeşitli sebeplerle savaşlar çıkardı. Hatta kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda bile savaşların yapıldığı olur ve bu aylarda cereyan eden savaşlara Ficâr adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. Müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan ve Ficâr savaşlarının en şiddetlisi olan savaşın esas sebebi Benî Kinâne’den Berrâd b. Kays’ın Hevâzin eşrafından Urve b. Utbe’yi öldürmesiydi. Bu savaşta Kureyşliler kabile asabiyeti sebebiyle Benî Kinâne’nin yanında yer aldı. Harb b. Ümeyye, Kureyş ve Kinânelilerin başkumandanlığına getirildi. Kureyş’in kollarından Hâşimoğullarının reisi ve Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib haram aylarda bulundukları gerekçesiyle Hâşimoğullarının bu savaşa katılmasına razı olmadı. Hâşimoğullarının Zübeyr b. Abdülmuttalib kumandaResim 2.1 Hz. Peygamber’in şeceresi (TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 31 sında katıldıkları savaş, Kureyş ve müttefiki Kinâne’nin zaferiyle sonuçlandı. Hz. Peygamber on dört, on beş, on yedi veya yirmi yaşında bu savaşa amcalarıyla birlikte katıldıysa da fiilen savaşmadı. Amcalarına ait eşyaları korudu, gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle onlara geri verdi. Hz. Muhammed yirmi yaşında Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd’ân et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. ‘Erdemli insanların yemini’ anlamına gelen bu yemin içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar birlikte hareket edeceklerine ve birbirlerine maddi destekte bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Böylece başta Hz. Peygamber olmak üzere Hilfu’l-fudûl mensupları Mekke’de birçok haksızlığın önüne geçtiler. Hilfu’l-fudûl cemiyeti mensuplarının mazluma yardım noktasında yaptığı faaliyetlere örnek veriniz. Hz. Peygamber Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlamış ve amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etmiştir. Bu dönemde onun çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Mekke yakınlarındaki Ukâz panayırının yanısıra Mekke’nin güneyinde Yemen yolu üzerinde on günlük mesafedeki Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına gittiği tespit edilebilmekte hatta Habeşistan’a gittiği tahmin edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken, diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasî ve sosyal durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Câhiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-Emîn” veya sadece “el-Emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Kus b. Sâide el-İyâdî’nin Ukâz fuarında yaptığı konuşmanın muhtevası hakkında bilgi edininiz. Hz. Hatice ile Evliliği Hz. Hatice, Kureyş’in ileri gelenlerinden Huveylid b. Esed’in kızı olup soyu, dedelerinden Kusay’da Hz. Muhammed’in nesebiyle birleşir. Hz. Peygamber’den önce iki defa evlilik yapmış olan Hz. Hatice soylu, güzel ve zengin bir hanımdı. İkinci kocasının ölümünden sonra Kureyş’in ileri gelenlerinden evlilik teklifleri almakla birlikte olumlu cevap vermemekteydi. Güvenilir bulduğu kimselerle ticaret yaparak yaşamını sürdüren Hz. Hatice, bu sıralarda bir tavsiye üzerine çevresinde üstün ahlâk sahibi ve güvenilir bir genç olarak tanınan Hz. Muhammed’le ortaklık antlaşması yaptı ve kölesi Meysere ile birlikte ticaret için Suriye’ye gitmesini istedi. Hz. Muhammed’in bu yolculuğu ticarî açıdan oldukça başarılı geçti. Bu sonuçtan memnun kalan Hz. Hatice Hz. Muhammed’in dürüst ve doğru sözlü olduğunu gördü. Meysere’nin Hz. Muhammed’in ahlâkı ve davranışları hakkında hayranlık uyandıran övgü dolu sözHz. Muhammed peygamberliği döneminde de bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan antlaşmaya katılmıştım ki, bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.” 2 Hz. Muhammed’in peygamberlikten önce katıldığı fuarlardan biri de Ukâz fuarı idi. Burada ticaretin yanında edebî konuşmalar yapılır; şairler en güzel şiirlerini okurlardı. 3 32 İslam Tarihi ve Medeniyeti I leri de dinleyen Hz. Hatice, Hz. Muhammed’e daha çok güven duydu ve ona karşı takdir hisleri gün geçtikçe arttı. Bizzat kendisi veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed’e evlilik teklifinde bulundu. Beklemediği bir durumla karşılaşan Hz. Muhammed biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. Ebû Tâlib ve diğer amcaları, babası vefat etmiş olduğu için Hz. Hatice’yi amcası Amr b. Esed’den istediler ve alınan olumlu cevapla evlilik gerçekleşti. Hz. Muhammed Ebû Tâlib’in evinden Hz. Hatice’nin evine taşındı. Bu sırada Hz. Peygamber’in yirmi beş, Hz. Hatice’nin de kırk veya yirmi sekiz yaşında olduğu kaydedilir. Medine döneminde Hz. Mâriye’den doğan İbrahim dışında Hz. Muhammed’in bütün çocuklarının annesi Hz. Hatice’dir. Hz. Peygamber ve Hz. Hatice’nin bu evliliğinden Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Külsûm, Fâtıma veAbdullah adlı çocukları dünyaya geldi. Hz. Peygamber, ilk oğlu Kasım dolayısıyla “Ebü’l-Kasım” künyesini almıştır. Hz. Hatice ile evlendikten sonra Hz. Peygamber’in ailesine üç kişi daha katıldı. Bunlardan ilki Hz. Hatice’nin kendisine hediye ettiği ve onun da hürriyetine kavuşturup evlâtlık edindiği Zeyd b. Hârise’dir. İkincisi Mekke’de ortaya çıkan kıtlık yüzünden maddi sıkıntı ile karşılaşan amcası Ebû Tâlib’e destek olmak üzere yanına aldığı ve o sıralarda beş yaşında olduğu rivayet edilen Ali b. Ebû Tâlib’dir. Üçüncüsü ise Hz. Peygamber’in şemâilini en güzel ve ayrıntılı şekilde anlatan üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle’dir. Hz. Hatice yirmi beş yıla yakın bir süre evli kaldığı Hz. Peygamber’i maddi ve manevi açıdan daima destekledi. Hz. Peygamber’e ilk inanan kimse olup en sıkıntılı zamanlarda yanında yer aldı. Hz. Peygamber onun iyilikleri ve vefasını hiçbir zaman unutmadı. Onu her zaman hayırla anan Hz. Peygamber bir defasında şöyle demiştir: “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir: Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken o malıyla bana destek oldu. Allah bana ondan çocuklar nasip etti”. Kâbe Hakemliği Hz. Muhammed’in otuz beş yaşlarında iken gerçekleştirilen Kâbe tamiri sırasında Kureyşliler arasında yaptığı hakemlik önemli bir mahiyet taşımaktadır. Kureyşliler, 605 yılında yangın ve sel baskınlarından zarar gören Kâbe’yi yeniden inşa etmek istediler. O sırada bir Bizans gemisinin Cidde yakınlarındaki Şu’aybe limanında karaya oturduğu haberi Mekke’ye ulaştı. Rivayete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velid b. Mugîre ve arkadaşları Şu’aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşa edildi; ancak Hacerülesved’in yerine yerleştirilmesi hususunda anlaşmazlık çıktı. Bu şerefli görevi hiçbir kabile diğerine bırakmak istemedi, hatta bu yüzden savaşmayı bile göze alanlar oldu. Nihayet Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugîre, “Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk giren kimsenin vereceği karara uyulmasını” teklif etti; Kureyşliler bu teklifi benimseyip beklemeye başladılar. Kapıdan Hz. Muhammed’in girdiği görülünce orada bulunanlar “İşte el-Emîn, işte Muhammed geldi!” diyerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Hz. Muhammed, bir örtü getirterek Hacerülesved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı, konulacağı hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın önüne geçilmiş oldu. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 33 Hz. Muhammed’in Peygamberlik öncesi hayatı için C. Avcı’nın Muhammedü’lEmin adlı eserine başvurabilirsiniz. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE İSLÂM’IN MEKKE DÖNEMİ İlk Vahyin Gelişi Hz. Muhammed’in Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilişi kırk yaşında olmuştur. Kâbe’nin tamiri ve Hacerülesved’in yerine konulmasından sonra, Allah hakkında düşünmeye, O’na nasıl iman ve ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark ediliyordu. Mekkelilerin ve diğer birçok Arap kabilesinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed, aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığı sonucuna ulaşmıştı. Belki de tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrâhim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak neyi ve nasıl yapacağını bilememenin ıstırabını yaşarken inzivaya çekilmekten hoşlanmaya başladı ve peygamberliğinin birkaç yıl öncesinden itibaren her ramazan ayında, dedesi Abdülmuttalib ve diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi, Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve evden yiyecek alarak bazen Hz. Hatice’yle birlikte tekrar mağaraya dönüyordu. Hz. Muhammed’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde muhtemelen yirmi yedinci gece, bazı rivayetlere göre pazartesi günü sabaha karşı Cebrâil gelerek ona Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini haber verdi. Bu ilk vahyi Hz. Peygamber şöyle anlatır. O gece Cebrâil bana gelerek “Oku!” dedi. Ben okuma bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine melek beni alarak dayanabileceğim son noktaya kadar sıktı. Ardından beni bırakıp tekrar “Oku!” dedi. Cevaben yine “Ben okuma bilmem” deyince tekrar son noktaya kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Ben “Ne okuyayım?” diye cevap verince melek beni üçüncü defa takatim kesilinceye kadar sıktı ve bıraktıktan sonra şu ayetleri okudu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir embriyodan yarattı. Oku! Senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediklerini belleten odur” (el-Alak 96/1-5). Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed, Hira’dan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek eşi Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice “Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, acizlerin elinden tutarsın; yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın; haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın” demek suretiyle samimi duygularını dile getirip teselli etti ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Kitabı Mukaddes’i bilen yaşlı bir Hıristiyan olan Varaka, onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Ardından da şunları ekledi: “Sana yalancı diyecekler; kötü davranacaklar. Sana savaş açıp bu şehirden çıkaracaklar. Ben o günlere ulaşırsam Allah için sana yardımcı olacağım.” Hz. Peygamber, hem Hz. Hatice’nin desteği hem de Varaka’nın bu açıklamalarından epeyce rahatlamış olarak evine döndü. 34 İslam Tarihi ve Medeniyeti I İlk vahyin ardından bir süre vahiy kesintiye uğradı. İlk vahyin ağırlığı ve zorluğu henüz tam ortadan kalkmamışken kesilmesi Hz. Peygamber’i endişeye sevk etti. Sık sık Hira mağarasına giderek Cebrâil’in gelmesini gözlüyor, fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Hz. Peygamber bu dönemde rabbinin kendisini terk ettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’l-vahy” adı verilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan başlayıp üç yıla kadar varan süreler zikredilir. Bir süre sonra Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediğini belirten Duhâ suresi indi. Bu sıralarda Cebrâil Hz. Peygamber’e abdesti ve namazı da öğretmiş, o da Hz. Hatice’ye öğretip birlikte namaz kılmaya başlamışlardır. Türkçe mealli Kur’an-ı Kerim’den Duhâ suresinin içeriği hakkında bilgi edininiz. İlk Müslümanlar Hz. Peygamber bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrâil’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına yattı. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir suresinin ilk ayetlerini okudu (74/1-5). Bu ayetlerde artık ilâhî mesajları insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken her şeyden önce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddi ve manevi kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi. Bunun üzerine Hz. Peygamber yakın çevresindeki insanları İslâm dinine davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Hz. Hatice’nin ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm Müslüman oldu. Gizli davet sırasında, Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebû Vakkas, Osman b. Maz’ûn, Said b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Resim 2.2 Hira Mağarası 4 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 35 Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris gibi şahsiyetler de İslâm’ı kabul ettiler. Bu dönemde Hz. Peygamber evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Mescid-i Harâm’da namaz kılıyor, bazen de ibadetlerini Müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada inen Kur’an ayetlerini onlara okuyor, tek tanrıya iman ve itaati esas alan tevhid inancı, insanların dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri ahiret günü ve iyi ahlâk üzerine sohbetler yapıyordu. Müşriklerin toplu halde bulundukları yer ve zamanlarda bir arada olmamaya ve toplu ibadet etmemeye özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile Müslümanlar, genç yaşta İslâm’ı benimseyen Erkam b. Ebü’lErkam’ın Safâ tepesinin eteklerindeki evinde bir araya geliyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında, Müslümanların dayanışma içinde bulunmalarını ve Hz. Peygamber’le bir arada olmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler, Ömer b. Hattâb’ın Müslüman olmasına kadar sürdü. Dârülerkam adıyla ünlü olan bu ev sahabelerin İslâmiyet’i benimseyişlerini tarihlendirmek için kullanılmış ve İslâm’ın yayılıp gönüllere yerleşmesi hususunda önemli rol üstlenmiştir. Açık Davetin Başlaması Mekke’de peygamberliğin 4. yılından itibaren İslâm daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahiptiler. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslâmiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Hz. Peygamber, bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Hz. Peygamber birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz; yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz”. Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib onun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini, ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb karısıyla birlikte Hz. Peygamber’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle koKur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir. 36 İslam Tarihi ve Medeniyeti I nuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir sure nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (et-Tebbet 111/1-5). Mekkelileri Davet Hz. Peygamber bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”, “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur ...”. Kureyş ileri gelenleri Hz. Peygamber’in İslâm’a davetine önceleri pek karşı çıkmadılar. Ancak İslâm Peygamberi puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, putperestlerin cehennemlik olduklarını ilân etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticari imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü. Onlar bu hususu sıkça dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Kureyşlilerin ahlâkî durumları da son peygamberin davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Câhiliye zihniyetinin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddî güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti egemen durumdaydı. Kur’an-ı Kerim bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu. Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden ayrıntılı olarak bahseder. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velid b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu’ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabe Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk Müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 37 Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslâm tarihinde ilk şehit unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehit edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Hz. Peygamber ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammar da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek, aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti. Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslâm’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tabi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Varlıklı Müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Meselâ, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa’d b. Ebû Vakkas annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan annebabalara itaat etmek gerekmediğine dair ayet indi (Lokman 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah Müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes’ûd Kâbe avlusunda Allah’ın ayetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü; her tarafı kanlar içinde kaldı. Mus’ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken Müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddi ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, Müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’an okuması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağladı. Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri Müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Allah yolunda Müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’an’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler aleyhte bir takım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği bir büyü veya eskilerin masalı olan Kur’an’ı bir Hıristiyan’dan öğrendiğini iddia etmeye başladılar. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen ayetler ve ilâhî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü. 38 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kureyşliler, Hz. Muhammed’in İslâm’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile değişik zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Hz. Peygamber’i çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velid b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim”. Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp onu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “...Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet suresinin ilk ayetlerini okuyarak (41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe ayetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte Müslümanlığı kabul etmedi. Hamza b. Abdülmuttalib ve Ömer b. Hattab’ın Müslüman Oluşu Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Onlardan biri Hz. Peygamber’in amcası Hamza diğeri de Ömer b. Hattâb’dır. Nübüvvetin 6. (616) yılında, Ebû Cehil ve adamlarının Hz. Peygamber’e hakaret ettiğine şahit olan bir cariye, gördüklerini, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile orada bulunan Ebû Cehil’in başına vurdu, ardından, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilân etti. O sırada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının Müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken Müslümanların karşılaştığı zorlukları hafifletmek için büyük gayretler gösteren Hz. Peygamber, aynı zamanda İslâm’ın zaferi için bazı güç ve nüfuz sahibi şahsiyetlere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunuyordu. Bu şahsiyetlerden biri de Ömer’di. Rivayete göre Ömer, bir gün, Hz. Muhammed’i öldürmek üzere evinden çıkmış, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın İslâm’ı benimsediğini öğrenince önce onun evine gitmiş, Tâhâ suresinin ilk ayetlerini okuduklarını duyunca eniştesi Said b. Zeyd ve kız kardeşini dövmüştü. Fâtıma’nın kararlılığını ve kanlar içinde kaldığını görünce pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese suresinin ilk ayetlerinin etkisi altında kalarak Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber’in huzuruna çıkıp Müslüman olmuştu. Ömer’in Müslüman oluşuna tekbir getirerek karşılık veren Hz. Peygamber ile orada bulunanlar da tekbir getirdi ve hep beraber Dârülerkam’dan çıkıp Kâbe’ye gittiler. Habeşistan’a Hicret İslâmiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin Müslümanlara karşı tavırları da sertleşti, sözlü tepkilere fiilî müdahaleler de eklendi. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 39 Hz. Peygamber, Müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etti. Habeşistan’ın Hıristiyan Kralı Ashame en-Necâşî yönetimi altında yaşayanlara iyi davranan adaletli bir hükümdardı. Bu hususu Hz. Peygamber ashabına şöyle açıkladı: “Şayet isterseniz Habeşistan’a gidin. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır. Orası bir doğruluk ve dürüstlük ülkesidir. Allah bir kolaylık verinceye kadar orada kalın.” Bu tavsiye üzerine on bir erkek ile dört kadından oluşan Müslüman kafilesi, 615 yılında Şuaybe Limanı’ndan Habeşistan’a hareket etti. Kafilede Hz. Osman ve eşi Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve eşi Ümmü Seleme gibi İslâm tarihi açısından önemli isimler yer almaktaydı. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Muhammed’in, peygamberliğinin ilk yıllarında Afrika ile temasa geçmesini de sağlamış oluyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından Müslümanların orada iyi karşılanmış oldukları anlaşıldı. Bu sebeple ikinci bir büyük kafile Ca’fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a hicret etti. Sonuçta buraya göç edenlerin sayısı 108’e ulaştı. Müslümanların sayısının gittikçe artması üzerine Kureyşliler, hicret edenlerin iadesi talebiyle Habeşistan’a bir heyet gönderdiler. Necâşî her iki tarafı da dinlemek için Müslümanların temsilcilerini de huzuruna çağırdı. Habeş muhacirleri adına Necâşî ile Ca’fer b. Ebû Tâlib konuştu. Onun sözleri İslâm’ın ilk muhataplarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O şöyle dedi: “Ey hükümdar! Biz Câhiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik.” Tarafları dinleyen Ashame iade isteğini reddetti. Müslümanlar Habeşistan’da bir süre kaldılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi boykotun sona ermesinden sonra (620) Mekke’ye döndü. Geriye kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, son kafile ise 628 yılında kendi isteğiyle Medine’ye gitti. Bu arada Kureyşliler, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet göndererek Müslümanların iade edilmesini istemişlerse de, Ashame bunu reddetmiştir. Kureyş’in Boykotu Kureyşliler, Hamza ve Ömer’in İslâmiyet’i benimseyişi ile güç kazanan Hz. Peygamber’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler. Bunu gerçekleştirinceye kadar Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarıyla mevcut olan akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân ettiler. Onlarla konuşmamaya, kız alıp vermemeye ve alışveriş yapmamaya karar verdiler. Boykotun şartlarını bir kağıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bu sosyal boykot karşısında Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını emniyet altına almak amacıyla Şi’bü Ebû Tâlib’de (Ebû Tâlib Mahallesi) topladı. Müşrikler safında yer almayı tercih eden Ebû Leheb ve oğulları hariç, Müslüman olsun olmasın bütün Hâşimîler ve Muttaliboğulları bu mahallede üç yıla yakın bir süre (616-619) boykot altında yaşamak zorunda kaldılar. Hz. Hatice ile Ebû Tâlib bu sıkıntılı günlerde bütün servetlerini tükettiler. Ticarî faaliyetlerde bulunmak, hac mevsimi ve haram aylar dışında dışarı çıkıp alışveriş yapmak mümkün olmuyordu. Müşrikler alışveriş yapılabildiği günlerde de zorluk çıkarıyor, fiyatları artırıyordu. Sonunda aralarında Ebû Tâlib’in kız kardeşinin oğlu 40 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr gibilerinin bulunduğu bazı insaflı kimseler Kureyş’in ileri gelenlerinden Mut’im b. Adî ve Zem’a b. Esved ile konuşup desteklerini aldıktan sonra Ebû Tâlib mahallesine gittiler ve mahsur olanları oradan çıkartıp boykota son verdiler. Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin Vefatı Peygamberliğin 10. yılında, Hz. Peygamber’i her zaman desteklemiş olan amcası Ebû Tâlib ve kendisiyle yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşadığı hanımı Hz. Hatice (19 Nisan 620) üç gün arayla vefat ettiler. Onların ölümü Hz. Peygamber’i ve Müslümanları son derece üzdü. Bu sebeple bu yıla senetü’l-hüzn veya âmü’l-hüzn (üzüntü yılı) adı verildi. Ebû Tâlib’in vefatı üzerine Hâşimoğullarının başkanı olan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarları sonucu, peygamberliğini kabul etmediği Hz. Peygamber’in himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra, Ukbe b. Ebû Muayt ile Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti. Bundan dolayı Hz. Peygamber Tâif dönüşünde bir başka Kureyşli müşrikin himayesi sayesinde Mekke’ye girebilecekti. Tâiflileri İslâm’a Davet Gelişen olaylar çizgisinde Kureyşlilerin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri sert davranışlar artış gösteriyordu. Esasen İslâmiyet’i tebliğ açısından müşriklere yapabilecek bir şey de kalmamıştı. Peygamberliğin 10. yılından (620) hicrete kadar geçen süre içinde Hz. Muhammed, başka insanlara ulaşıp davetine devam etmek üzere gözünü Mekke dışına çevirdi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif ’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb’i, ayrıca kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâmiyet’e davet etti. Kureyşlilerle akrabalık ve ticari bağlantıları bulunan Sakîflilerden hiçbiri onun çağrısını benimsemediği gibi Hz. Peygamber’in hiç olmazsa davetini gizli tutmalarını istemesine de itibar etmedi. Ayrıca onu ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Hz. Peygamber’i korumaya çalışan Zeyd’in de başı yaralandı. Tâiflilerin maddî ve manevî eziyeti Hz. Peygamber’in Kureyşli Utbe b. Rebîa ve kardeşi Şeybe’nin bağına girmesine kadar devam etti. Bu zor anlarında Hz. Peygamber Rabbine sığınıp teslimiyetini ifade etmiş, onun rızasını ve yardımını talep etmiştir. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü yemeye başlarken “Bismillâh” demesi Addâs’ın dikkatini çekince konuşmaya başladılar. Addâs Ninovalı bir Hıristiyan olduğunu ifade edince Hz. Peygamber Ninova’nın Hz. Yûnus’un memleketi olduğunu söyledi. Addas, bunu nerden bildiğini sordu. Hz. Peygamber: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs İslâmiyet’i kabul etti. Hz. Peygamber bir süre dinlendikten sonra Mekke’ye dönmek üzere Tâif ’ten ayrıldı. Onun Mekke’ye yeniden girebilmesi için himayesine gireceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Bunun için Hira dağında beklerken başvurduğu pek çok kimse talebini yerine getirmedi. Nihayet Kureyşin kollarından Nevfeloğullarının reisi Mut’im b. Adî’nin himayesine girerek Mekke’ye girebildi. Çeşitli siyer ve hadis rivayetlerinde kaydedildiğine göre Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Hz. Peygamber’e sormuş, o da Tâif dönüşünü hatırlatarak sözlerine şöyle devam etmişti: O zaman şaşkınlığımın hafiflediği bir sırada başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil, istediğim takdirde Mekkelileri helâk edecek meleğin 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 41 emrime verildiğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bense, “Hayır, istemem; ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” diye cevap verdim (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7; Müslim, “Cihâd”, 111). İsrâ ve Mi’râc Yüce Allah son peygambere, kendisini destekleyen yakınlarının vefatı ve Tâiflilerin eziyetlerinin ardından, manevî âlemlere seyahat etme mazhariyetini lütfetti. Bir gece Hz. Peygamber Cebrâil eşliğinde Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü; oradan da yine Cebrâil ile birlikte Sidretü’l-müntehâ adı verilen yüce makama yükseltildi. Bundan sonra Hz. Peygamber zaman ve mekân söz konusu olmaksızın Yüce Allah’ın huzuruna çıkartıldı. Bu mucize ile İslâm’ın, on yıldan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara ve ülkelere yayılacağının işareti verilmekteydi. Çünkü Hz. Peygamber bu manevi seyahatinde, kendi döneminde ve bugün mensupları bulunan veya bulunmayan diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yaparak namaz kıldırdı. “İsrâ ve mi’rac” adı verilen seyahatin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar olan birinci kısmı bu adla nazil olan on yedinci surenin ilk ayeti, mi’rac ise Necm suresinin ilk ayetleri (53/1-18) ve birçok hadisle sabittir. Mi’rac olayı hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesi gerçekleşmiştir. Mi’rac, Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş, müminlerin imanını kuvvetlendirmiş, müşriklerin ise düşmanlıklarını arttırmıştır. Bu gece beş vakit namaz farz kılınmış, Bakara suresinin son ayetleri (285- 286) indirilmiş, Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir. Bu gece ile ilgili olan İsrâ suresinde emredilen şu prensipler İslâm’ın bazı hususlardaki temel yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir: Allah’tan başkasına kulluk etmemek, Ana-babaya iyi davranmak, Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek, Cimri olmamak ve israf etmemek, Yoksulluk endişesi ile çocukları öldürmemek, Fuhuş ve zinaya yaklaşmamak, Cana kıymamak, Yetim malına el uzatmamak, Verilen sözü yerine getirmek, Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek, Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek, Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak (el-İsrâ 17/22-29). Hz. Peygamber isrâ ve mirâc olayını Mekkelilere anlattığı zaman onlar gerçek dışı bulup inkâr etmişler, Hz. Peygamber’e Kudüs ve Mekke’ye dönmekte olan bir kervanın yeri hakkında sorular sorup doğru cevap almalarına rağmen bunu sürdürmüşlerdir. Müşrikler alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebû Bekir’e de anlatıp onu zor durumda bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. Akabe Biatları Hz. Peygamber hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Peygamberliğin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen altı kişilik bir grupla Mina’nın tenha bir yeri olan Akabe’de karşılaştı ve kendilerine İslâmiyet’i tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup bu kişiler Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es’ad b. Zürâre Yesrib’e dönüp yeni dini hem kendi kabi- 42 İslam Tarihi ve Medeniyeti I lesine hem de Evslilere anlatıp bir yıl sonra yeniden Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşma sözü verdi. İslâm dinine büyük hizmetler ifa eden ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı Yesriblinin faaliyetleri sonucunda birçok kişi Müslüman oldu. Ertesi yıl (Temmuz 621) onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Hz. Peygamber’le gizlice Akabe’de buluştular. Yesribliler, “Hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, Hz. Peygamber’in emirlerine uyacaklarına” söz verip kendisine biat ettiler. Buna ‘Birinci Akabe Biatı’ denir. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi, henüz Müslüman olmayanları dine davet etmesi ve namaz kıldırması için Mus’ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Es’ad b. Zürâre’nin evinde misafir olan Mus’ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri, Evs kabilesinin reisleri Sa’d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr da dâhil olmak üzere Yesrib ileri gelenlerinin Müslüman olmasını ve şehrin hicret yurdu haline gelmesini sağladı. Nitekim peygamberliğin 13. yılının (622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Yesribli Müslüman, henüz Müslüman olmayanların da yer aldığı hac kafilesiyle birlikte Mekke’ye gelerek hacdan sonra Akabe’de, Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Hz. Peygamber henüz Müslüman olmayan amcası Abbas’la oraya gelmişti. Yesriblilerin kendisini şehirlerine davet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber önce Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler okudu, kendilerini İslâm’a kuvvetli bir şekilde bağlanmaları gerektiği hususunda teşvik edici sözler söyledi. Sonra İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını şöyle sıraladı: Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli bütün Müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, iyi günlerde de sıkıntılı zamanlarda da kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, kimseden korkup çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verip biat etmelerini söyledi. Yesriblilerin hepsi şartları kabul edip biatta bulundu. Hz. Peygamber, kendisiyle irtibat sağlayabilmeleri için aralarından on iki temsilci (nakîb) seçmelerini istedi. Onlar da dokuzu Hazrecli, üçü Evsli olmak üzere nakîblerini seçtiler. Hz. Peygamber Hazrec’ten Neccâroğulları’nın temsilcisi Es’ad b. Zürâre’yi aynı zamanda diğer onbir temsilcinin de başkanı tayin etti. İkinci Akabe Biatı savaşla ilgili hususları da kapsadığı için “bey’atül-harb” (savaş biatı) diye de anılmıştır. Medine’ye Hicret Hz. Peygamber İkinci Akabe Biatı’ndan sonra ashabına Yesrib’e hicret için izin verdi. Bunun üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Hasme buraya göç ettiler; daha sonra da diğer sahabeler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladılar. Bu arada işaret etmek gerekir ki, daha önce Mekke’den Medine’ye gitmiş birkaç sahabe vardı. Bunlar Akabe biatlarından önce Medine’ye hicret eden Ebû Seleme el-Mahzûmî ve hanımı Ümmü Seleme ile Hz. Peygamber’in Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderdiği Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm idi. Hicret umumiyetle gizlice yapılıyordu. Çünkü Kureyşli müşrikler Müslümanların Mekke’den ayrılmalarına müsaade etmek istemiyor, çeşitli zorluklar çıkartıp ellerinden geldiğince hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı Müslümanları hapsediyorlardı. Meselâ, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra çocukları Seleme’yi de yanlarına alarak Medine’ye hicret için yola çıktıklarında Ümmü Seleme’nin ailesi gitmesine izin vermedi. Bu sebeple Ebû Seleme hanımı ve çocuğunu Mekke’de bırakarak Medine’ye yalnız gitmek zorunda 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 43 kaldı. Öte yandan Ebû Seleme’nin ailesi de Ümmü Seleme’nin ailesinin yaptıklarına karşılık olarak Seleme’yi annesinin elinden aldılar. Hem kocasından hem de oğlundan ayrı kalmanın verdiği derin üzüntüyle Ümmü Seleme bir yıl boyunca gözyaşı döktü. Sonunda akrabaları insafa gelerek Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ebû Seleme’nin ailesi de Seleme’yi annesine teslim etti. Ümmü Seleme çocuğunu yanına alarak Medine’ye gitmek üzere tek başına Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı Osman b. Talha’nın refakatinde Kubâ’ya ulaştı ve Ebû Seleme ile buluştu. Hişâm b. Âs, hicret için hazırlık yapmış, ancak babası Âs b. Vâil başta olmak üzere müşrikler tarafından zincire vurulup hapsedilmişti. Ayyâş b. Ebû Rebîa hicret için yola çıkıp Kubâ’ya kadar gelmiş, ancak burada kendisine yetişen kardeşleri Ebû Cehil ve Hâris b. Hişâm yaşlı annesinin onun ayrılığı yüzünden perişan hale geldiğini ileri sürüp Mekke’ye dönmesini sağlayarak hapsetmişlerdi. Hişâm b. Âs ve Ayyâş b. Ebû Rebîa 629 yılında müşriklerin elinden kurtulup Medine’ye gidebilmişti. Suheyb b. Sinân er-Rûmî’nin hicret edeceğinden haberdar olan Mekkeliler ona olan borçlarını ödemedikleri gibi mal varlığına da el koymuşlar, Suheyb o güne kadar elde ettiği bütün kazancını Mekkelilere bırakarak hicret edebilmişti. Hz. Ömer Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere açıkça meydan okuyarak yola çıkan belki de tek muhacirdir. Hicret izninden sonra kısa denilebilecek bir sürede ashabın büyük bir kısmı Yesrib’e göç etmiş; geride Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir ve aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenler ile gidişleri engellenmiş olanlar kalmıştı. Bu arada Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’e müracaat ederek hicret için izin istiyor, o da her defasında “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder” cevabını veriyordu. Müslümanların inançları uğruna görülmemiş bir fedakârlık anlayışı içinde evlerinden, mal ve mülklerinden vazgeçip Yesrib’e hicret ettiklerini gören Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı tehlike ve tehdit oluşturacağından endişe etmeye başladılar. Gelişmeler karşısında nasıl bir yol takip edeceklerini belirlemek üzere Dârünnedve’de toplandılar. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Hâşimoğullarından kimsenin alınmadığı toplantıda Hz. Muhammed’in sürgüne gönderilmesi veya hapsedilmesi gibi görüşler ileri sürüldü. Sonunda Ebû Cehil’in teklifiyle onu öldürmeyi, Hâşimoğullarının kan davası gütmesini önlemek için de bu işin bir kişi tarafından değil, bütün kabilelerden birer kişinin katılacağı bir topluluk tarafından yerine getirilmesini kararlaştırdılar. Bu suikast kararını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Peygamber, hemen harekete geçip Hz. Ebû Bekir’in evine giderek hicret hazırlığına başladı. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaştılar. Abdullah müşrik olmakla birlikte güvenilir ve mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Hz. Peygamber, evinden ayrıldığını müşriklere fark ettirmemek ve kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Gece yarısı yola çıkan Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Mekke’nin güney-batısında bulunan Sevr dağındaki bir mağaraya varıp gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu geceleri gelip şehirdeki gelişmeleri onlara haber veriyordu. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in koyunlarının çobanlığını yapan Âmir b. Füheyre de sürüsünü mağaraya doğru sürerek süt ve yiyecek getirmiş, daha sonra da onlarla birlikte hicret etmişti. 44 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’in evinde onun yerine Hz. Ali ile karşılaşınca şaşkına döndüler. Hz. Ali’ye nerde olduğunu sordularsa da cevap alamayınca onu dövüp bir süre tutukladıktan sonra serbest bıraktılar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in evine gidip kızı Esma’dan bilgi almaya çalıştılar. Ondan da istediği bilgiyi alamayan Ebû Cehil onu tartaklamaktan çekinmedi. Hz. Peygamber’i Mekke’de bulamayan ve şehirden ayrıldığını anlayan müşrikler bütün çevreyi taramaya, etrafa haberciler göndermeye başladılar. Bir ara Sevr mağarasının önüne kadar geldiler. Allah’ın emriyle mağaranın girişinin örümcek ağıyla kaplanmış olduğunu görünce içeride kimsenin bulunmadığını düşünerek geri döndüler. Müşrikler mağaranın önünde iken, fark edilecekleri korkusuna kapılan Hz. Ebû Bekir’i Hz. Peygamber Kur’an’da ifade edildiği üzere: “Korkma! Elbette Allah bizimledir” (etTevbe 9/40) buyurarak teskin etti. Mağarada geçirilen üç günün sonunda daha önce kararlaştırıldığı şekilde kılavuz Abdullah b. Uraykıt, develerle birlikte Sevr’e geldi. Buradan Yesrib’e doğru sahil istikametinde yola çıkıldı. Bir tehlikeye maruz kalmamak için kafile, bilinen işlek ve alışılmış yollar yerine farklı bir güzergâhı, zaman zaman sarp dağ geçitlerini veya çölün ortasını tercih etti. Hz. Muhammed’i bulmak için çeşitli yollara başvuran Kureyşliler onu yakalayana 100 deve ödül vaat ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kureyşlilerin koyduğu ödülü kazanabilmek için Hz. Peygamber’i aramaya koyulan ve iz sürmekte maharetli olan Sürâka b. Mâlik kafileye ulaştı; ancak bir mucize eseri devesinin ayakları kuma gömüldü. Kurtulmaya çalıştıkça batan Sürâka Hz. Peygamber’den eman diledi ve takipten vazgeçtiği gibi yolda karşılaştığı diğer takipçileri de vazgeçirdi. Benzer bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarından geçerken yaşandı. Kabile reisi Büreyde b. Husayb kafilenin önünü kesti; ancak Hz. Peygamber ile yapılan kısa sohbetten sonra, kendisi ve kabilesi Müslüman oldu. Büreyde, kendi topraklarından ayrılıncaya kadar kafileye eşlik etti. Hicret yoluyla kervan yolunun kesiştiği Cuhfe adlı mevkie gelince, Hz. Peygamber Mekke yolunu hatırladı ve şehre duyduğu özlemle hüzünlendi. Bunun üzerine, uğradığı zulümden dolayı hicrete mecbur bırakıldığı Mekke’ye, düşmanlarına üstünlük sağlayıp tekrar döndürüleceğini müjdeleyen Resim 2.3 Sevr mağarası (DİA, XXXVII, 6). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 45 ayet nazil oldu (el-Kasas 28/85). Hicret kafilesi Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma’bed Âtike bint Hâlid’in çadırına uğradı. Burada Hz. Peygamber, sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmele çekerek sağmaya başladı. Keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma’bed daha sonra çadıra dönen kocasına olayı anlatıp onun isteği üzerine Hz. Peygamber’i edebî bir dille tavsif etti. Onun ifadeleri hilye edebiyatına konu olmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Yesrib’de bulunan Müslümanlar Hz. Peygamber’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, gecikmesinden de endişelenmişlerdi. Her sabah Harre mevkiine çıkıp sıcağın şiddetlendiği vakte kadar yolunu gözlüyorlardı. Yine 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) pazartesi günü de böyle yapmış ve evlerine dönmüşlerdi ki, üç katlı bir evin damında bulunan bir Yahudi kızı yaklaşmakta olan kafileyi görünce, bunun beklenen misafir olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Peygamber’i karşılamak için Harre’ye koştular. Hz. Peygamber, Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in evine misafir oldu. Birkaç gün kaldığı bu kasabada bir mescid yaptırdı. Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri doğrultusunda Mekke’den ayrılan Hz. Ali, gündüz gizlenip gece yol almak suretiyle Kubâ’ya gelerek Hz. Peygamber’le buluştu. Hz. Ali ile birlikte annesi Fâtıma bint Esed, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem’a, kızları Hz. Fâtıma ve Ümmü Külsûm ve Hz. Ebû Bekir’in ailesi de Kubâ’ya geldi. Hz. Peygamber beraberindekilerle birlikte 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Kubâ’dan Yesrib’e hareket etti. Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; burada ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Namazdan sonra Medine’ye hareket eden Hz. Peygamber şehir halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medine’de görülmemiş bir şenlik ve bayram havası yaşanıyordu. Yolun iki tarafında sıralanan yediden yetmişe herkes, kadınlar ve çocuklar büyük bir sevinç içerisinde Allah’ın yüce elçisini karşılıyordu. Bu sırada defler çalınıyor ve “Veda tepelerinden ay doğdu üzerimize/Allah’a davet sürdükçe şükretmek vacip bize/Ey gönderilen kutlu elçi/Sana itaat etmek düşer hepimize/Aramıza hoş geldin, şeref verdin şehrimize” şeklindeki mısralarla duygular dile getiriliyordu. Hemen herkes Hz. Peygamber’in kendi evlerine misafir olmasını istiyor, davette bulunup ısrar ediyordu. Hz. Peygamber Kasvâ adlı devesinin üzerinde halkı selamlayıp kendilerine teşekkür ederken, devesinin çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söyleyerek şehre girdi ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine misafir oldu. Böylece çile ve ıstırap dolu Mekke dönemi sona erdi ve İslâm tarihinde yeni bir dönem başladı. Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında farklı tarihler yer alır. Hz. Peygamber’in, Mekkelilerin suikast kararı aldıkları 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe gecesi şehirden ayrılarak Sevr mağarasına gittiği, 27-29 Safer (10-12 Eylül 622) günleri mağarada kaldığı, 1 Rebîulevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü buradan yola çıktığı, 8 Rebîulevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ya vardığı ve 12 Rebîulevvel (24 Eylül 622) Cuma günü de Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır. 46 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti, dünya tarihinin dönüm noktalarından biridir. Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen Müslümanlar, vefatından kısa bir süre sonra o gün bilinen dünyanın önemli bir bölümüne İslâm mesajını ulaştırmayı başardılar. İlk Müslümanlar, Hz. Ömer döneminde hicreti tarih başlangıcı yaparak, onun hak ile batılın arasını ayıran bir dönüm noktası olma özelliğini tescil ettiler. Hz. Peygamber’in Yesriblilerle karşılaşması, hicret esnası ve öncesinde Medine hakkında daha geniş bilgi için M. Hamidullah’ın İslâm Peygamberi ve M. S. Küçükaşcı’nın Câhiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserlerinin ilgili bölümleriyle Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Hicret” ve “Muhammed” maddelerine başvurabilirsiniz. Resim 2.4 Hz. Peygamber’in hicret güzergahı (DİA, XVII, 458) 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 47 Özet Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hayatının ana safhalarını tanımlayabilmek Hz. Peygamber 569 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abdullah b. Abdülmuttalib Hz. Peygamber doğmadan önce vefat etti. Annesi, Âmine bint Vehb’dir. Dört veya beş yaşına kadar sütannesi Halime’nin yanında kaldı. Altı yaşında babasının Medine’deki mezarını ziyaretten Mekke’ye dönerken Ebvâ denilen yerde annesini kaybederek öksüz kaldı. Sekiz yaşında dedesi Abdülmuttalib vefat edince amcası Ebû Tâlib himayesini üstlendi. Bu sıralarda çobanlık yaptı ve ticaretle meşgul oldu. Mekke’de haksızlıkların önüne geçmek için kurulan Hilfü’l-fudûl cemiyetine üye oldu. Ticaret amacıyla Arap yarımadasının çeşitli yerlerinde düzenlenen fuarlara katılarak değişik ülke ve yörelerin insanlarını ve kültürlerini tanıma imkânı buldu. Yirmibeş yaşında Hz. Hatice ile evlendi. Bu evlilikten Kâsım, Abdullah, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma adlarında iki erkek dört kız çocukları dünyaya geldi. Otuz beş yaşında Kâbe hakemliği yaptı. Milâdî 610 yılında kırk yaşında kendisine peygamberlik verildi. Hz. Peygamber’in Câhiliye toplumunda sergilediği erdemli davranışları değerlendirebilmek Mekke’de Allah’ın birliğine dayanan tevhid inancının yerini şirk almış, tevhidin merkezi olan Kâbe putperestliğin merkezi haline gelmişti. Sosyal hayatın tamamında Câhiliye gelenekleri hâkimdi. İyilik, doğruluk, adalet ve hukuk gibi kavramlar bilinmekte ve az da olsa bu hususlara riayet eden insanlar var olmakla birlikte bu değerler toplumda etkin konumda değildi. Hz. Peygamber kırk yaşına kadar yaşadığı bu toplumda hak, hukuk, adalet, iyilik doğruluk, emanet ve emniyet gibi evrensel değerleri benimsedi. Etrafı kötülüklerin sardığı bir ortamda örnek bir insan olarak yaşadı. Tek başına da kalsa haktan ve doğruluktan ayrılmaması toplumda Muhammedü’lEmin adıyla anılmasını sağlamıştı. Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğe başlaması ve İslâm’ın Mekke dönemi üzerine fikir yürütebilmek Hz. Peygamber ilk vahiy geldikten sonra bir süre İslâm davetini gizli yürüttü. Daha sonra açıktan davete başladı. Mekkelilerin önemli bir çoğunluğu kabile asabiyeti, atalarının dinine ve geleneğe olan bağlılıkları, yeni dinin Mekke’nin ekonomik hayatında önemli bir yere sahip olan ticarete zarar verebileceği gibi sebeplerle Hz. Muhammed’in getirdiği dini kabul etmediler. Hz. Peygamber müşriklerin bütün engellemelerine rağmen İslâm’ı tebliğe devam etti. Getirdiği dinin temel inanç ilkelerinden taviz vermediği gibi, müşriklerin bu anlamdaki uzlaşma önerilerini reddetti. Mekke’de birçok kişi Müslüman oldu. Mekkelilerin baskısı karşısında Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine yüzden fazla Müslüman Habeşistan’a hicret etti. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber, akrabaları ve Müslümanlara sosyal ve ekonomik boykot uyguladılarsa da amaçlarına ulaşamadılar. Hz. Peygamber en büyük iki destekçisi amcası Ebû Tâlib ile eşi Hz. Hatice’nin vefatından sonra Taif’e gidip Sakîf kabilesi ileri gelenlerini İslâm’a davet etti. Taif yolcuğundan umduğunu bulamayan Hz. Peygamber, Mekke’ye tekrar döndükten sonra özellikle dışarıdan hac ibadeti için gelen kabileler arasında davet faaliyetine devam etti. Bu çerçevede bazı Medineliler Müslüman oldular ve Akabe’de Hz. Peygamber’e biat ederek hicret yolunu açtılar. Hz. Peygamber’in hicretinin sebep ve sonuçlarını öğrenebilmek Mekke’de İslâm’ı tebliğ için bütün imkânlarını kullanan Hz. Peygamber burada yapacağı bir şey kalmayınca hicrete karar verdi. Müslümanları Mekke’de karşı karşıya kaldıkları zor durumdan kurtarmak ve İslâm’ı daha serbest bir ortamda yaşamak için Medine’ye hicret gerekliydi. Hicret hem Müslümanlar, hem Medineliler, hem de Mekkeliler açısından önemli sonuçlar doğurdu. Müslümanlar izzetli bir şekilde dinlerini yaşama imkânı buldukları gibi tebliğin önündeki engeller ortadan kalktı. Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişiyle şehirde barış ortamı sağlandı, Mekkelilerin Suriye taraflarına yaptıkları ticaretleri tehlikeye girdi. 1 2 3 4 48 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Hz. Muhammed’e peygamberlikten önce Mekke toplumunda sergilediği dürüst ve güvenilir kişiliğinden dolayı verilen ad aşağıdakilerden hangisidir? a. Ebü’l-Kâsım b. el-Emîn c. Tâhir d. Hanif e. Tâcir 2. Hz. Peygamber’in Hilfü’l-fudûl antlaşmasına katılma nedeni aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Maddî gelir sağlama b. Kabile dayanışması c. İnsanların kınamasından çekinme d. Haktan, doğrudan ve mazlumdan yana olma erdemi e. Toplumda öne çıkma isteği 3. Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi Ukâz panayırında dinlediği, tevhid inancına vurgu yapan ve bir peygamberin geleceğini müjdeleyen konuşma aşağıdakilerden hangisine aittir? a. Hassân b. Sâbit b. Varaka b. Nevfel c. Kus b. Sâide el-İyâdî d. İmru’l-Kays b. Hucr e. Zeyd b. Amr 4. I. Hz. Peygamber’in Hz. Hatice ile evlenmesi II. Ebû Tâlib’in vefatı III. İsrâ ve mirâc IV. Habeşistan’a hicret Yukarıdaki olayların kronolojik olarak doğru sıralanması nasıl olmalıdır? a. I, III, II, IV b. I, IV, II, III c. II, III, I, IV d. III, I, II, IV e. IV, II, III, I 5. Hz. Peygamber, Birinci Akabe Biatından sonra İslâm’ı tebliğ için Yesrib’e aşağıdakilerden hangisini göndermiştir? a. Ebû Seleme el-Mahzûmî b. Es’ad b. Zürâre c. Erkam b. Ebü’l-Erkam d. Ca’fer b. Ebû Tâlib e. Mus’ab b. Umeyr 6. “Hüzün yılı” tamlaması aşağıdakilerden hangisi için kullanılır? a. Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib ile eşi Hz. Hatice’nin vefat ettiği yıl b. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in vefat yılı c. Hz. Peygamber’in annesi Âmine’yi kaybettiği yıl d. Hz. Peygamber’in Tâif ’te taşlandığı yıl e. Hz. Peygamber’in vefat ettiği yıl 7. Müslümanların Habeşistan’a hicret sebebi aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Hz. Peygamber’in Habeşistan’da bir örgüt kurmak istemesi b. Müslümanların Habeşistan’da ticaret yapmak istemesi c. Mekke’de Müslümanlara yapılan baskıların giderek artması d. Müslümanların Habeşistan’da daha zengin ve rahat bir hayat yaşamak istemesi e. Habeş hükümdarının Müslümanları davet etmesi 8. Mekkeli müşriklerin Hâşimoğullarına yönelik ambargosunun en önemli hedefi aşağıdakilerden hangisi dir? a. Mekke ticaretinin tümünü ele geçirmek b. Müslümanların hicret etmesini engellemek c. Diğer Arap kabilelerine gözdağı vermek d. Hâşimoğullarını Hz. Peygamber’e verdikleri desteği bırakmaya zorlamak e. Hâşimoğulları’nın hac ibadetinden aldıkları payı vermemek 9. Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna kadar Hz. Peygamber İslâm’ı tebliğ faaliyetini aşağıdakilerden hangisinin evinde yürütmüştür? a. Ebû Eyyûb el-Ensârî b. Erkam b. Ebü’l-Erkam c. Hz. Ebû Bekir d. Mus’ab b. Umeyr e. Osman b. Affân 10. Cuma namazı ne zaman farz kılınmıştır? a. Mirâc gecesinde b. Boykot yılında c. Peygamberliğin onuncu yılında d. Hz. Peygamber Tâif ’e giderken e. Medine’ye Hicret sırasında 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 49 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Kus b. Sâide El-İyâdî’nin Ukâz Panayırında Yaptığı Veciz Konuşma; “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz; dinlediklerinizi belleyiniz ve ondan faydalanınız, ders alınız. Gerçek şudur ki, yaşayan ölür; ölen yok olur. Olacak olur, yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar. Sonra hepsi mahvolup gider. Olayların ardı arkası kesilmez, birbirini takip eder. Kulak veriniz, dikkat ediniz, gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir sarayın döşemesi, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, Allah’ın bir dini vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir; Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, onun gelmesi pek yakındır. Gölgesi üzerinize gelmiştir. Ne mutlu o kimseye ki, ona inanıp doğru yolu bulur. Ne yazık o talihsize ki, ona karşı gelip isyan eder. Yazıklar olsun ömürleri gaflette geçenlere! Ey İnsanlar! Hani babalarınız ve dedeleriniz, hani süslü köşkler ve taştan evler yapan Âd ve Semûd kavmi? Hani dünya varlığına aldanıp da kavmine “Ben sizin en büyük rabbinizim” diyen Firavunlar, Nemrutlar! Onlar sizden daha zengin ve daha güçlü değiller miydi? Bu toprak onları değirmeninde öğütüp toz etti, yok etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor! Sakın onlar gibi etmeyin; onların yolundan gitmeyin. Her şey geçicidir. Kalıcı olan ancak Allah’tır ki, birdir, eşi ve benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Evvel gelip geçenlerden bizim ibret alacağımız şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yerleri yoktur. Büyük küçük, genç yaşlı herkes göçüp gidiyor. Giden geri dönmüyor. İyice anladım ki, herkese olan bana da olacaktır...” (Ahmed Cevdet Paşa (2006), s. 32-33). 1. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” konusunu yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” konusunu yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” kısmını yeniden okuyunuz. 4. b Yanıtınız doğru değilse ilgili konuları yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “Akabe Biatları” konusunu yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin Vefatı” konusunu yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “Habeşistan’a Hicret” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Kureyş’in Boykotu” konusunu yeniden okuyunuz. 9. b Yanıtınız doğru değilse “İlk Müslümanlar” konusunu yeniden okuyunuz. 10. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’ye Hicret” konusunu yeniden okuyunuz. 50 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber’in sütannesi Halime, sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeymâ İslâm dönemine ulaşarak Müslüman oldular. Hz. Peygamber ara sıra görüştüğü Halime’ye her zaman vefalı davranırdı. Her gördüğünde ayağa kalkarak “Anneciğim, anneciğim” diyerek hürmet ve muhabbet gösterir, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Sütannesinin Mekke’ye gelerek Benî Sa’d topraklarında ağır bir kıtlık ve kuraklık yaşadıklarını, birçok hayvanın telef olduğunu anlatması üzerine Hz. Peygamber Hz. Hatice ile konuşarak ona kırk koyun ve hem binek olarak hem de eşya taşımada kullanması için bir deve hediye etmişti. Sıra Sizde 2 Hilfü’l-fudûl’ün İslâm’dan önce ve sonra gerçekleştirdiği bazı faaliyetler şöyle sıralanabilir: Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tüccar Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Mekke ileri gelenlerinden Âs b. Vâil es-Sehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık kalmayıp oldukça düşük bir para teklif ederek satıcıyı oyalamış, daha sonrada borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmamıştı. Zor durumda kalan Yemenli tacir birçok kişiden yardım istediyse de kimi Âs b. Vâil’in düşmanlığından koktuğu kimi de onun dostluğunu kaybetmek istemediği için yardıma yanaşmadı. Sonunda Hilfü’l-fudûl mensupları topluca Âs b. Vâil’in yanına giderek Yemenli tüccarın alacağını tahsil ettiler. Yemenli bir tâcir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh b. Haccâc kızı zorla babasının elinden alıp evine götürdü. Adam çaresizlik içinde Kâbe’ye gidip “Yetişin ey Hilfü’l-fudûl mensupları, yardım edin!” diye bağırdı. Çok geçmeden hareket mensupları kılıçlarını çekmiş olarak geldiler ve Nübeyh’in elinde kızı kurtardılar. İslâm döneminde Erâş kabilesine mensup bir tacirin Mekke’ye getirdiği bir deve yükü malı satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Hz. Peygamber tacirle birlikte Ebû Cehil’in evine kadar gitti ve sonucu merakla bekleyen müşrikin şaşkın bakışları arasında tacirin hakkını ondan aldı. Yemenli bir tüccarın malına oldukça düşük bir fiyat biçen Ebû Cehil diğer tüccarların da ondan alış veriş yapmasına engel oldu. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber üç deve yükü malı tacirin istediği fiyattan satın aldığı gibi, Ebû Cehil’i bularak Hilfü’l-fudûl’u hatırlattı ve aynı şeyi bir daha yapmamasını hatırlattı. Sıra Sizde 3 Ünlü hatipler yetiştiren İyâd kabilesine mensup Kus b. Sâide, Arap yarımadasında putlara tapmayan ve Hz. İbrahim’den gelen tevhid akidesine bağlı Hanîfler arasında yer alıyordu. O Ukâz’daki meşhur hitabesinde tek Allah inancına vurgu yapmış ve Hz. Muhammed de onun bu konuşmasını dinlemişti. Hicretten sonra Medine’ye gelen İyâd kabilesi heyetine Hz. Peygamber Kus b. Sâide’yi sormuş ve vefat ettiği haberini almıştı. Hz. Peygamber orada bulunanlara çok beğendiği bu konuşmayı hatırlatmıştı. Bunun üzerine orada bulunan ve Kus b. Sâide’yi o fuarda dinleyen Hz. Ebû Bekir hutbeyi ezbere okumuştu. Hutbeyi tekrar dinlemekten memnun kalan Hz. Peygamber Kus b. Sâide’yi rahmetle anmıştır. Sıra Sizde 4 Duhâ suresinin meâli şöyledir: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Kuşluk vaktine andolsun, karanlığı çöktüğü vakit geceye andolsun ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. Muhakkak ki ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Şüphesiz, Rabbin sana ihsanda bulunacak ve sen de hoşnut olacaksın. Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da doğru yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi ezme! Sakın isteyeni azarlama! Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.” (ed-Duhâ 93/1-11). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 51 Yararlanılan Kaynaklar Ahmed Cevdet Paşa (2006), Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem, (nşr. M. E. Düzdağ), İstanbul. Algül, H. (2006). Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, Ankara. Apak, A. (2006). Anahatlarıyla İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed (s. a. v.) Dönemi, İstanbul. Avcı, C. (2008). Muhammedü’l-Emin: Hz. Muhammed’in Peygamberlik Öncesi Hayatı, İstanbul. Fayda, M. (2005) “Muhammed -Hayatı-”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408-423, İstanbul. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), I, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Musta - fa es-Sekâ v. Dğr.), I-II. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Ab - bas), I, Beyrut. Köksal, M. A. (1987), İslâm Tarihi, I-II, İstanbul. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in So - nuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Abdul - lah”, “Abdülmuttalib”, “Âmine”, “Ebû Tâlib”, “Emîn”, “Fâtıma bint Esed”, “Ficâr”, “Halime”, “Hatice”, “Hic - ret”, “Hilfü’l-fudûl”, “Mi’rac”, “Muhammed”, “Nesî”, “Tâif ” maddeleri. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Peygamber’in Medine’deki dinî, siyasi ve sosyo-kültürel faaliyetlerini değerlendirebilecek, Müslümanların Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar ve komşu devletlerle ilişkileri hakkında fikir yürütebilecek, Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı ve hem Müslümanlar hem de bütün insanlık için önem taşıyan evrensel ilkeleri tanımlayabilecek, Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Arap yarımadasında İslâm’ın durumu hakkında değerlendirmelerde bulunabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Muhacir ve Ensar, Gazve ve Seriyye, İslâm’a Davet Mektupları, Elçiler Yılı • Medine, Hayber, Tâif, Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Mûte, Tebük • Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza, Bizans İmparatorluğu, • Hudeybiye Antlaşması, Mekke’nin Fethi, Veda Hutbesi İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslâm’ın Medine Dönemi • HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE’DEKİ İLK FAALİYETLERİ • KUREYŞ MÜŞRİKLERİYLE İLİŞKİLER VE MEKKE’NİN FETHİ • DİĞER MÜŞRİK ARAP KABİLELERİYLE İLİŞKİLER • YAHUDİLERLE İLİŞKİLER • BİZANS ve DİĞER BAZI DEVLETLERLE İLİŞKİLER • ARABİSTAN’DA SİYASİ BİRLİĞİN SAĞLANMASI: ELÇİLER YILI • VEDA HACCI VE HZ. PEYGAMBER’İN VEFATI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE’DEKİ İLK FAALİYETLERİ Hicretle birlikte Hz. Muhammed Medine’de peygamberlik görevini yerine getirme ve İslâmiyet’i yaymak için uygun bir ortam buldu. Bundan istifadeyle Müslümanların gerek kendi aralarında gerekse Müslüman olmayan gruplarla birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasını sağlamak üzere bazı dinî ve toplumsal düzenlemeler gerçekleştirdi. Müslümanların birbirleriyle kaynaşması için aralarında selâmı yaymalarını istedi. Neredeyse bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak İslâm ve iman uğruna Medine’ye hicret etmiş muhâcirler ile onlara evlerini açıp maddî imkânlarını paylaşan, Evs ve Hazrec kabilesine mensup olup ensar adı verilen Müslümanlar arasında ‘muâhât’ denilen kardeşlik antlaşması yaptı. Böylece muhacirlerin ihtiyaçları karşılandığı gibi Câhiliye dönemindeki kabile temeline dayalı kardeşlik anlayışının yerini din ve iman kardeşliği aldı. Hz. Peygamber Müslümanların bir araya gelip ibadet etmelerini ve İslâm’ı öğrenmelerini sağlamak için Mescid-i Nebevî’yi inşâ ettirdi. Mescidin bitişiğine Hz. Peygamber’in ailesi için odalar ilave edildiği gibi hem eğitim öğretim hem de kimsesizlerin barınması için Suffe adı verilen bölüm oluşturuldu. İbadet ile eğitim ve öğretim başta olmak üzere Hz. Peygamber’in hemen bütün faaliyetlerinin merkezi Mescid-i Nebevî idi. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Benî Kaynuka’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç Yahudi kabilesi de burada ikamet ediyordu. Hz. Peygamber yukarıda işaret edilen muâhât ile Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağladıktan sonra Müslümanların ve Yahudi kabileleriyle henüz Müslüman olmamış Arapların şehirde barış ve güven içinde yaşamalarını sağlamak üzere Medine Vesikası adı verilen bir antlaşma yaptı. Medine’de Müslümanlar için bir pazaryeri yaptırdı; Bakı’ mevkiini de mezarlık için tahsis etti. Hz. Peygamber’in emriyle nüfus sayımı yapıldı. Medine’nin sınırları belirlenen belli bir alanı harem ilan edildi. İbadetler ve gündelik yaşamla ilgili bir takım düzenlemeler yapıldı. KUREYŞ MÜŞRİKLERİYLE İLİŞKİLER VE MEKKE’NİN FETHİ Mekke- Medine İlişkileri Mekke döneminde Hz. Peygamber kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapan Kureyşli müşriklere karşılık vermemiş, onlardan intikam alma yoluna gitmemiş, İslâm’ın Medine Dönemi Mekke’den Medine’ye hicret edenlere muhâcir (çoğulu muhacirûn/muhâcirîn), onlarla maddi imkânlarını paylaşarak yardımcı olan Medineli Müslümanlara da ensar denilir. Kur’an-ı Kerim’de “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenlerle bunları barındırıp yardım elini uzatanlar, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır” (el-Enfâl 8/72) gibi birçok ayette muhâcirler ve ensardan övgüyle bahsedilir. 54 İslam Tarihi ve Medeniyeti I hakaret, işkence ve sıkıntılara maruz bırakılan Müslümanlara sabretmelerini tavsiye etmiştir. Bu dönemde inen ayetler de devamlı olarak sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Hicretten sonra Medine’de başlayan yeni dönemin özellikle ilk yıllarının kendisine has ferahlıklarının yanında sıkıntıları da mevcuttu. Mekke müşrikleri Müslümanlara Medine’de de rahat vermiyorlardı. Medine’deki yerli halkın çoğunluğu samimiyetle Müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehir ve çevresinde yaşayan Yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat hemen her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlar sergilemeye hazırdılar. Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef Medineli Müslümanlara gönderdikleri mektupta, Hz. Muhammed’i güven ve koruma altına alıp ona yardım etmelerinin utanılacak bir şey olduğunu, bu davranışlarından vazgeçmeleri gerektiğini, aksi takdirde bunun savaş sebebi olduğunu bildirdiler. Bu arada Medine’ye karşı bazı ekonomik baskı tedbirleri de almaya başladılar. Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının hicreti haberi Arabistan’ın hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberin davranış ve tepkilerini takip ediyor, hatta hicret etme imkânı bulamayan veya Müslümanlığını gizleyen kimseler de ortaya çıkacak gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme maruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmalarına izin veren ayet de indi. Medine döneminde Müslümanların can, mal, din ve namuslarını korumalarına imkân tanımak, zulmü önlemek ve İslâm’ın önündeki engelleri kaldırmak gibi temel sebeplerle cihada izin verilmiştir. İlgili ayet şöyledir: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar ki, sadece” “bizim rabbimiz Allah’tır” dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar...” (el-Hac 22/39-40). Hz. Peygamber hicretten yedi ay sonraki (Mart 623) dönemden başlamak üzere bir yıla yaklaşan bir süre içinde, Medine’ye sığınmış bulunan Müslümanları Kureyşlilerin tehdidinden korumak, Müslümanların bir güç olduğunu onlara göstermek amacıyla Sîfülbahr Seriyyesi, Buvât Gazvesi, Ebva Gazvesi, Uşeyre Gazvesi vb. gibi sekiz kadar askerî operasyon gerçekleştirdi. Çoğuna kendisinin kumanda ettiği bu askeri birlikler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaşmışsa da herhangi bir baskın düzenlememiş, diğer kabile ve gruplara ait kervanları da rahatsız etmemiştir. Bu askerî hareketlerle esasen mücadele halinde olan Medine ile Mekke, savaş hükümlerinin yürürlükte bulunduğu bir dönemi yaşamaya başlamış ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar sürmüştür. Hicretten on yedi ay sonra (Ocak 624) Abdullah b. Cahş kumandasında Batn-ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına, Mekke’nin güneyinde baskın yapmış, bir kişi öldürülmüş, iki esir alınmış ve bazı ganimetler ele geçirilmiştir. Bazı rivayetlerde asıl hedefinin istihbarat olduğu bildirilen bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermeyi hedeflemiştir. Bedir Gazvesi Başta Hz. Peygamber olmak üzere Mekkeli Müslümanların, on yıl boyunca zulüm ve işkencelerine maruz kaldığı, nihayet canlarını kurtarmak için taşınabilir hafif birkaç parça eşyalarını alarak kendilerinden kaçtığı Kureyşliler Müslümanların mallarını da servetlerine katarak yarımadanın güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Hz. Peygamber, Ebû Süfyân’ın idaresinde Kureyşlilerden birçok kimsenin katıldığı büyük bir ticaret kervanına Suriye’den 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 55 dönerken Bedir’de baskın düzenlemeyi düşünerek harekete geçti. Ancak Ebû Süfyân Hicaz topraklarına girince Hz. Muhammed’in baskın teşebbüsünü öğrendi, yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de Bedir’den uzak kalıp az kullanılan sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, daha sonra kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen, Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e doğru hareket ettiler. Hz. Peygamber ve arkadaşları Kureyş ordusunun Mekke’den çıkıp Bedir’e geldiğini henüz bilmiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de Bedir’deki karşılaşmanın, iki tarafın beşerî planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek Müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanının ise ikisinden de uzak bir yerde, sahil yolunda bulunduğu haber verilir (el-Enfâl 8/7, 42). 13 Mart 624 Cuma sabahı, 305 kişilik Müslüman kuvvetiyle, 1000 kişilik müşrik ordusu arasındaki savaşta Ebû Cehil dâhil yetmiş müşrik öldürüldü, yetmişi esir alındı. Müslümanlar ise on dört şehid verdi. Kur’an’da elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve Müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir (el-Enfâl 8/8-12; krş. Âl-i İmrân 3/123-127). Esirlere karşı iyi davranılmasını emreden Hz. Peygamber onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris’i vaktiyle Müslümanlara yaptıkları işkenceye karşılık ölüme mahkum etti, diğer esirlere yapılacak muamele konusunda da ashabın görüşünü aldı. Hz. Ebû Bekir’in teklifini benimseyerek esirler fidye karşılığı serbest bırakıldı. Bazı esirler karşılıksız, okuma yazma bilenler ise on Müslümana okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakıldı. Müşriklerden elde edilen ganimetler bir araya toplanarak savaşa katılanlar arasında eşit şekilde bölüşüldü. Bedir Gazvesi, Müslümanlara Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmış ve Hz. Peygamber’e İslâmiyet’i tebliğ için geniş alanlar açmıştır. Savaşı kaybettiklerini büyük bir üzüntü ile öğrenen Mekkeliler ve Ebû Cehil’in yerine başkanlığa getirilen Ebû Süfyan Bedir’in intikamını almak için yemin etti. Uhud Gazvesi Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler Müslümanlardan intikam almak için reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması hususunda baskı yapıyorlardı. Bedir Gazvesi’ne sebep olan kervanın malları Dârünnedve’de muhafaza edilerek ve Müslümanlara karşı kullanılmak üzere Ebû Süfyân’ın emrine verilmişti. İntikam hisleri yanında, Müslümanların Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskınlar düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler, çevredeki dost ve akraba kabilelerden de yardım alarak 3.000 kişilik bir ordu topladılar ve Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Hz. Peygamber, Câhiliye döneminin kin ve nefret duygularıyla Bedir’in intikamını almak isteyen Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak Bedir Gazvesi’ne katılmamış bazı gençler ile düşman ordusunun ekili arazi ve bahçelerini tahrip etmesine kızan ensardan bazılarının ısrarı üzerine Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl 300 kadar adamı ile ordudan ayrılıp şehre geri döndü. Yanında kalan 700 sahabesiyle Uhud dağı eteklerine gelen Hz. Peygamber, arkasını emniyete almak için Ayneyn tepesine elli okçu yerleştirdi ve onlara, savaşın seyrine bakmaksızın kendisinden bir emir gelmedikçe yerlerinden ayrılmamalarını emretti. İki ordu 23 Mart 625 Cumartesi günü karşılaştı ve Müslümanlar başlangıçta Kureyşlileri püskürtüp çekilmeye mecbur bıraktılar. Düşmanın boMedine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasabadır. Bedir’de her yıl zilkade ayının başından itibaren sekiz gün devam eden büyük bir panayır kurulurdu. Halkının büyük bölümü burada konaklayan kervanlara hizmet eden ve hayvancılıkla geçinen bedevîlerdi. Münafıklar, Müslümanlardan gözüktükleri halde gerçekte Müslüman olmayan ve her fırsatta İslâm aleyhine bozgunculuk yapan kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’de münafıklara dair Münâfikûn adlı müstakil bir sûre yer aldığı gibi çeşitli sûrelerde onlarla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. Bu grubun başını çeken Abdullah b. Übey b. Selûl, Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere anlaşmaya varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gerçekleşmemiş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir. Şehirde yaşayan Yahudiler ile Mekke’deki müşrikler de onun bu düşmanlığını tahrik ediyordu. Abdullah b. Übey’le birlikte diğer münafıklar, hemşehrilerine muhacirlere hiçbir şekilde destek olmamalarını tavsiye ederek onların şehirden ayrılmalarını sağlamak istiyordu. 56 İslam Tarihi ve Medeniyeti I zulup kaçmaya başladığını gören okçular, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in bütün ısrarlarına rağmen emir dinlemeyip yerlerinden ayrılarak ganimet peşine düştüler. Ayneyn tepesinin stratejik önemini tıpkı Hz. Peygamber gibi takdir eden Kureyş ordusunun süvari birliği komutanı Halid b. Velid, Müslüman okçuların yerlerinden ayrıldığını görünce, savaşın kaderini değiştirecek bir hamle ile yerinde kalan birkaç okçuyu şehid ederek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. Müslümanların lehine gelişen savaşın kaderi değişti ve başta Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş Müslüman şehid oldu. Hz. Peygamber miğferinin halkaları iki şakağına battığı için yüzünden yaralandı, alt dudağı kanadı ve dişi kırıldı. İslâm Peygamberi’nin öldürüldüğüne dair yalan bir haberin yayılması üzerine çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilerek Hz. Peygamber’in; müşrikler ise Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar; iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi. Kureyş müşrikleri Bedir’in intikamını aldıklarını hissettiler; Hz. Muhammed’i öldürememişlerdi ama onun yakın akrabası, amcası Hz. Hamza’yı şehid etmişlerdi. Şayet Müslümanlar tıpkı Bedir gibi Uhud’da da Kureyşlilere büyük bir darbe indirmiş olsalardı, Hz. Peygamber’ın esas hedefine ulaşması, Kureyş’i İslâm’a kazandırması belki de çok zorlaşacaktı. Çünkü bu durumda Cahiliye zihniyetinin beslediği kin ve intikam duyguları daha canlı bir şekilde yaşamaya devam edecek, mesela Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı imkânlar gerçekleşmemiş olacaktı. Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşlilerin geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek üzere Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi ve Uhud’a katılanlardan 500 kişilik bir kuvvetle, Medine’ye 8 mil uzaklıktaki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler Medîne’ye dönmekten vazgeçip Mekke’ye gittiler. Burada beş gün kalan Hz. Peygamber 2 Nisan 625 tarihinde Medine’ye döndü. Uhud Gazvesi hakkında Kur’an-ı Kerim’de ayet var mıdır, araştırınız. Hendek Gazvesi Kureyşlilerin Medine’ye karşı son saldırı çabası olan Hendek Gazvesi, düşmanın saldırısından korunmak için Medine’nin etrafına hendek kazılması sebebiyle bu adla anılmıştır. Bu gazveye, düşman güçleri Kureyş’ten başka Gatafan, Fezâre, Süleym, Kinâne ve Sakîf gibi çeşitli Arap kabileleri ile Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza Yahudilerinin ittifakıyla oluştuğu için gruplar, zümreler anlamında ‘Ahzâb’ Gazvesi de denilmiştir. Daha önce Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudilerinin tahrikleriyle oluşturulan müttefik güçlerin sayısı 10.000-12.000, kumandanı da Ebû Süfyân’dı. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber ashabıyla yaptığı istişare sonucunda savunma savaşı yapmaya ve Selmân-i Fârisî’nin tavsiyesiyle Medine’nin, süvari birliklerinin saldırısına açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Yaklaşık 5,5 km. uzunluğundaki hendek, 3000 kişilik İslâm ordusu tarafından bir haftalık süre içinde tamamlandı. Düşman askerinin sayıca üstünlüğünü göz önüne alan Hz. Peygamber, kan dökülmesini de istemediği için bir meydan savaşı yapılmasını doğru bulmadı. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti, ordunun arkası dağa, ön tarafı da hendeğe bakacak şekilde Sel’ dağının eteklerine karargâhını kurdu. Hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile 1 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 57 bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Onun Kureyş’e karşı uyguladığı strateji, Müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayısıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslâm Dini’nin ve Medine’deki yeni oluşumun varlığını kendilerine benimsetmekti. Medine çevresine gelen Kureyşliler daha önce Arabistan’da bilinmeyen hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Kuşatma sırasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslâm ordusu, bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Bir ara Kureyş süvarilerinden birkaçı hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu tarafa geçti. Bunlardan biri Araplar arasında cesaret ve kahramanlığıyla bilinen Amr b. Abdüved idi. Amr teke tek mücadele olan mübarezeye bir savaşçı istedi. Karşısına henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali çıktı. Hz. Peygamber Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenler de geri çekilmek zorunda kaldılar. Yirmi gün kadar süren kuşatma sırasında bazı küçük çatışmalar olmuşsa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Şiddetli bir fırtınadan sonra çadırları alt üst olan Kureyşlilerin morali bozuldu, kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye dönmeye mecbur kaldılar (Nisan 627). İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı Müslüman şehid oldu; sekiz düşman askeri öldürüldü. Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara maruz kalmış, kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında bir gün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin hep birden kılmak zorunda kalması onun ve ashabının çok zor şartlar altında mücadele verdiklerini gösterir. Bu savaşa adını veren Ahzâb sûresinde Müslümanların müttefik ordular karşısında kapıldıkları korkudan bahsedilerek bunun bir iman sınavı olduğu belirtilmiş, Allah’ın Müslümanları görünmeyen ordularla desteklediği ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/9-12, 25). Hendek Gazvesi ile müşriklerin Hz. Peygamber’i ve Müslümanları ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlandı. Düşmanın başarısız olmasında Hz. Peygamber’in Yahudiler ile onların müttefiği olan Arap kabilelerinin arasını açmak üzere uyguladığı siyaset ve diplomasinin yanında derin bir istihbarat çalışması yapmasının da önemli rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in bu savaş sırasında düşman ittifakını bozmak için başvurduğu tedbirlerden biri Nu’aym b. Mes’ûd ile ilgilidir. Benî Eşca kabilesinin reisi olan Nu’aym yeni Müslüman olmuş, ancak bunu henüz kimse duymamıştı. Nu’aym, Hz. Peygamber’in isteği üzerine ayrı ayrı Benî Kurayza ve Kureyş’e giderek birbirleri aleyhine kışkırttı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilaf Benî Kurayza Yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu. Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Peygamber savaş stratejisini gözden geçirdi. Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan erken davranıp hücum etmenin gerekli olduğu görüldü. Bu doğrultuda Benî Kurayza üzerine sefer düzenlendi. 58 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hudeybiye Antlaşması Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar, dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacıyla ayrılmak zorunda kaldıkları vatanlarını çok özlüyor, inen çeşitli ayetlerin de vurguladığı gibi tevhid inancının yeryüzündeki mâbedi Kâbe’yi ziyaret etmeyi şiddetle arzu ediyorlardı. Hz. Peygamber rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke’ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya karar verdi, ashabına da umre için hazırlanmalarını emretti. Medine’nin mîkât yeri olarak belirlediği Zülhuleyfe’de ihrama girerek yanlarına sadece yolculuk silâhı alan 1400-1500 kadar sahabeyle Mart 628 tarihinde Medine’den hareket etti. Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Durumdan haberdar olan Kureyşliler, niyetlerini öğrenmek ve kendilerine engel olmak maksadıyla Halid b. Velîd’in kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de geliş amacını anlatmak üzere Kureyşlilere Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Ancak elçi çok kötü bir şekilde karşılandı; hatta öldürülmek istendi. Bunun üzerine Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Kureyşliler arasında birçok akrabası bulunan Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyşliler Osman’a, Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini, ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Osman “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf etmem” diyerek bu teklifi reddedince onu tutukladılar. Bu gelişme, Hz. Peygamber’e, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Habere son derece üzülen Hz. Peygamber, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashabından biat aldı. Bu biata Fetih süresinde belirtildiği üzere Harita 3.1 Kaynak: Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamberin Savaşları, s. 496. Hac ve umre için Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen Müslümanların Mekke’ye belirli mesafede bulunan ve mîkat adı verilen bazı noktalarda ihrama girmeleri gerekir. Medinelilerin mîkatı şehrin güneybatısında Mescid-i Nebevî’ye 11 km. mesafedeki Zülhuleyfe olup Mekke’ye en uzak mîkat yeridir. Diğer yerler ise Şam, Mısır ve Mağribliler için Cuhfe, Necidliler için Karnülmenâzil ve Yemenliler için de Yelemlem’dir. Karnülmenâzil hizasında bulunan Zâtüırk ise Irak yönünden gelenlerin mîkatıdır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 59 (48/18) Allah’ın razı olduğu biat anlamında Bey’atürrıdvan, ‘semure’ denilen bir çeşit çöl ağacının altında yapıldığı için ‘el-Bey’atü’ş-şecere’, biat eden sahabelere de ağaç altında biat edenler anlamında ‘Ashâbü’ş-şecere’ adı verilmiştir. Kureyşliler, Müslümanların Hz. Muhammed’e bağlılıklarını ve onun emriyle ölümü göze alacaklarını ortaya koyan kararlılıklarını öğrenince telâşa kapıldılar. Önce Hz. Osman’ı serbest bıraktılar, sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti barış yapmak üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra bir antlaşma kaleme alındı. Söz konusu antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde üç gün kalabileceklerdi. Mekkeli biri Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den biri Mekke’ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak, iki taraf hâkimiyeti altındaki toprakları ticaret kervanlarının geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı. Diğer Arap kabileleri istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünen ve bu yüzden ashabın tepki gösterdiği antlaşmada Hz. Peygamber’in hedefi Hendek Gazvesi’nde Medine’yi muhasara eden düşman ittifakını parçalamaktı. Nitekim o, bu antlaşma ile Kureyş’in Hayber Yahudileri ve Gatafân kabilesine karşı tarafsızlığını sağlamış, Hudeybiye dönüşünde Hayber üzerine yürüme imkânını elde etmiştir. Diğer taraftan o güne kadar Müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmiş oldular. Bu sonuç hem müşrik hem de Müslüman olan kabilelerin Hz. Peygamber’le temas kurmalarını kolaylaştırmış, İslâm davetinin kendilerine kolayca ulaşmasını sağlamıştır. Nitekim İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya devam etti; öyle ki Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki sayıyı aştı. Ayrıca çevre ülkelerin devlet başkanlarına İslâm’a davet mektupları gönderilmesi mümkün hale geldi. Bu münasebetle inen Kur’an-ı Kerim’in 48. sûresi Fetih sûresi adıyla anılmış ve sözü edilen antlaşma Allah’tan gelen bir fetih ve ilahî yardım olarak nitelendirilmiştir (el-Feth 48/1, 3). Hz. Peygamber ve sahabelerin ertesi yıl Kâbe’yi ziyaret etme imkânı bulup bulmadıklarını araştırınız. Mekke’nin Fethi Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir ile Huzâalılar arasında Câhiliye döneminden beri devam edegelen kan davası Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Bekiroğulları Kureyşlilerden de destek alarak Huzâalılara bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi ile bazı mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Hz. Muhammed’e ve onun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, Müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımları olmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar onların tamamı İslâmiyet’i benimsemişti. Hz. Peygamber Kureyşlilere bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlâl edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem 2 60 İslam Tarihi ve Medeniyeti I diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla olan ittifakı bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü. Hz. Peygamber, sefer hazırlıklarına başlarken Müslüman kabilelerin bir kısmının Medine’de toplanmasını istedi, bir kısmının da yolda orduya katılmasını emretti. Ayrıca Mekke yollarını kapattı, Medine’den çıkışı da yasakladı. Askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. 10.000 kişilik İslâm ordusunun Mekke kapısına dayandığını öğrenen Kureyşliler Ebû Süfyân başkanlığındaki bir heyeti Hz. Peygamber’e gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmigeçidini seyrettiren Hz. Peygamber onları Müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Ebû Süfyân Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşlilere kendisinin Müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını, Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini kararlaştıran Hz. Peygamber kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra hareket emri verdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber etrafındaki muhacirle ve ensarla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek şehrin yukarı kısmından Mekke’ye girdi, Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (11 Ocak 630). Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbeyi Osman b. Talha’nın sikâyeyi de amcası Abbas’ın elinde bıraktığını belirtti. Arkasından umumi af ilan etti. Hz. Peygamber cezalandırma fırsatı eline geçtiği halde, yirmi yıldır kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapmış Kureyşlileri affederek insanlık tarihine malolmuş büyük bir bağış ve merhamet örneği gösterdi. Fetih günü, aynı zamanda gerçek bir ‘merhamet günü’ oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlık yaptıkları için daha önce can güvenlikleri kaldırılanlardan üç kişi öldürüldü. Öte yandan fetih sırasındaki kayıplar da 10.000 kişilik bir askerî harekât dikkate alındığında sınırlı sayıda idi: Şehrin güneyinden giren Halid b. Velîd kumandasındaki birliklere direniş gösteren yirmi civarında müşrik ölmüş, iki veya üç Müslüman da şehid olmuştu. Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alâmetlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rek’at namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl’ın ezanından sonra Kureyşliler, kadınlı erkekli Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek Müslüman oldular. Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verildi. Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni Müslüman olanlara Kur’an’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, Hicaz bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı. Nasr sûresine ad olan yardım anla- 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 61 mındaki ‘nasr’ kelimesi bütün Araplara üstün gelmeye, aynı sûredeki ‘feth’ kelimesi de Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Aynı şekildeHadîd sûresinin 10. âyetindeki fetih kelimesi de Mekke’nin fethine işaret etmekte, İbrâhim sûresinin 13-14. ayetlerinde de Mekke’nin fethedilere Müslümanların oraya döneceği haber verilmektedir. Fetih sûresi de Hudeybiye’ye, dolayısıyla Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Hz. Peygamber Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahabeleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ’ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslâmiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenledi. Mekke’nin fethinin İslâm fetihleriyle ilişkisinin olup olmadığını araştırınız. Hz. Ebû Bekir’in Hac Emîri Tayin Edilmesi ve Müşriklere Son Çağrı Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslâm’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke fethinden sonra, Hz. Peygamber, hicretin 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca’dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i hac emîri tayin ederek 300 kadar sahabe ile Mekke’ye gönderdi. Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe sûresinin başından itibaren yirmi sekiz ayet nâzil oldu. Hz. Peygamber, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Çünkü Arap geleneğine göre antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden biri söz sahibi olabilirdi. Hz. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplanan insanlara, Tevbe sûresinin müşriklere ‘ihtar’ mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir. Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır”. Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmâil’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı sûrenin 29. ayetiyle başta Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslâmî anlayış uygulamaya konuldu. 3 62 İslam Tarihi ve Medeniyeti I DİĞER MÜŞRİK ARAP KABİLELERİYLE İLİŞKİLER Recî’ Vak’ası Uhud Gazvesi’nden birkaç ay sonra Adal ve Kâre kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelip Hz. Peygamber’tan kendilerine İslâmiyet’i öğretecek sahabeler göndermesini istediler. Hz. Peygamber’in gönderdiği on kişilik heyet Mekke ile Usfân arasında Recî’ suyu yanında konakladı. Bu sırada Lihyânoğulları’ndan 100 kadar silâhlı bir grup, Müslümanlara baskın düzenledi (Temmuz 625). Yedi sahabe şehid edildi, kalan üç kişiden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü, Hubeyb b. Adî ile Zeyd b. Desine Kureyş’e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahabiyi de işkenceyle şehid ettiler. Bir savaş sebebi teşkil eden bu saldırı ve katliam dolayısıyla Hz. Peygamber 200 kişilik bir kuvvetle Lihyanoğulları üzerine sefer düzenledi. Ancak İslâm ordusunun gelişini haber alan Lihyanoğulları dağlara çekilmiş olduklarından Hz. Peygamber iki gün onların topraklarında kaldıktan sonra geri döndü. Bi’rimaûne Faciası Recî’ Vak’ası’ndan kısa bir süre sonra (Temmuz 625) Âmir b. Sa’saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’den İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Kendisi Müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslâm’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber, gönderilecek kimselerin can güvenliği konusunda kesin söz aldıktan sonra Kur’an’ı iyi bilen çoğu ensar ve ehl-i Suffe’den 70 (veya 40) kişilik bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında gönderdi. Başka bir rivayete göre ise bu heyet, Müslüman olduğunu söyleyen Zekvân, Usayye, Ri’l ve Lihyân kabilelerinin düşmanlarına karşı Hz. Peygamber’den yardım istemeleri üzerine gönderilmiştir. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince hayatlarını garanti eden Âmir b. Mâlik’in öldüğünü haber alınca orada bir süre bekledi. Müslümanlara karşı kin duyan Âmir b. Mâlik’in yeğeni Âmir b. Tufeyl’in kışkırtmasıyla civardaki kabilelerden meydana gelen bir grup, üç kişi hariç heyet mensuplarını öldürdü. Kurtulanlardan Münzir b. Muhammed de bir süre sonra şehid edildi. Bu çok acı olayı vahiy yoluyla öğrenen ve ashabına haber veren Hz. Peygamber, hiçbir felaket karşısında hissetmediği derecede elem duymuş ve otuz veya kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açanlara beddua etmiştir. Bi’rimaûne faciasına sebep olan Benî Âmir’in cezalandırılması amacıyla Hz. Peygamber, Şücâ b. Vehb komutası altında yirmi dört kişilik bir kuvveti Temmuz 629’da onların üzerine gönderdi. Ani bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber çok sayıda hayvan ele geçirildi. Ancak kadınlar ve onları istemeye gelen kabile mensupları Müslüman oldukları için serbest bırakıldı. Müreysî’ (Benî Mustalik) Gazvesi Başından beri Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan ve daima Kureyş’in yanında yer almış bulunan Mustalikoğulları reisi Hâris b. Ebû Dırâr çevredeki kabileleri de kışkırtarak Medine’ye saldırmak üzere asker toplamaya başlamıştı. Onun bu faaliyetinden haberdar olan Hz. Peygamber, Şâban-Ramazan 5 (Ocak-Şubat 627) tarihinde Benî Mustalik ile savaşmaya karar vererek 30’u süvari 700 kişiden oluşan bir kuvvetle sefere çıktı. Durumun öğrenilmesi üzerine Mustalikoğulları’nın yanında toplanan kabileler dağılmaya başladı. Müreysî suyunun yanına gelindiğinde kabile mensupları İslâm’a davet edildi. Onların ok atmak suretiyle cevap vermesi üzerine savaş başladı ve Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Birçok insan 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 63 yanında çok sayıda mal ve hayvan ganimet olarak alındı. Hz. Peygamber esir ve ganimetleri paylaştırdı. Bu esnada kabile reisinin kızı Cüveyriye Müslüman oldu. Hz. Peygamber azat ettiği Cüveyriye ile evlendi. Bu evlilik üzerine bütün Müslümanlar ellerindeki esirleri serbest bıraktı. Gelişmelerden çok memnun olan Mustalikoğulları, başta kabile reisi Hâris olmak üzere topluca İslâm’a girdi. Benî Müstalik Gazvesi’nden Medine’ye dönüldükten sonra münafıkların dedikoduları yüzünden Hz. Peygamber’i, Hz. Âişe’yi ve Müslümanları üzen İfk Hadisesi hakkında bilgi edininiz. Huneyn (Hevâzin) Gazvesi Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinlilerdi. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler Tâif ’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticarî münasebetlerin de tesiriyle Câhiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği İslâm’a da yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlâl ettiklerinden Hz. Peygamber onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Hz. Peygamber’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Hz. Peygamber, ele geçirilen bir casustan Hevâzinliler’in kadın, çocuk, mal ve hayvanlarını yanlarına alarak top yekün bir savaşa girişmek üzere toplandıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de, Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinliler’e katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Hz. Peygamber, Mekkeli Müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla 27 Ocak 630 tarihinde yola çıktı. 1 Şubat 630 Perşembe günü Evtâs’a yönelen Müslümanların Halid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğini Huneyn vadisinde pusu kuran Hevâzinlilerin oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek mümkün olmadı. Bunun yanı sıra ürken atların ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki, Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’an-ı Kerim’de bozgunun sebebi, Müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam gerçekleşmemesine bağlanmış, fakat acı tecrübeden sonra Allah’ın manevî desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu Hz. Peygamber’in uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı, şiddetli bir savaştan sonra zafer kazanıldı. Hevâzinlilerin büyük bir kısmı kumandanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanları Nahle’ye kaçtı. Bu savaşta dört Müslümanın şehid olurken, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişi öldü. Tâif Kuşatması Huneyn Savaşı Müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslâm karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslâm’a karşı olan tavrını zaman zaman küs4 64 İslam Tarihi ve Medeniyeti I tahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve Müslümanları hicveden şairler, İslâmiyet’in aleyhine çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif ’e sığınıyordu. Hz. Peygamber Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Bir taraftan da başka yerlere kaçanların takibi için askerî birlikler düzenledi. Nitekim Evtâs’a gönderilen birlik Hevâzinlilerle yaptığı savaşta galip geldi, burada ele geçirilen ganimetler ve esirler de diğerleriyle birlikte Ci’râne’ye götürüldü. Hz. Peygamber Tâif ’e hareketinden önce Tufeyl b. Amr ed-Devsî’yi Mekke ile Yemen arasındaki Zülkeffeyn putunu yıkmak için gönderdi ve ondan kabilesinin Tâif Gazvesi’ne iştirakini sağlamasını istedi. Ardından Halid b. Velîd’i öncü birliklerin başında Tâif üzerine sevk etti. Halid’den sonra Tâif ’e ulaşan Hz. Peygamber kalelerine sığınan Sakîflileri ve Hevâzinlileri bir ay kadar muhasara etti. Tâif ’in müstahkem surları ve Sakıflilerin savunma teknikleri sebebiyle başarı sağlanamadığını gören Hz. Peygamber, başta mancınık olmak üzere çeşitli savaş tekniklerini ilk defa burada uyguladı. Ancak Tâiflilerin bir yıl kadar yetecek erzakları olması ve kalelerini iyi savunmaları üzerine bazı sahabelerle yaptığı istişarenin ardından kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. 630 yılı Şubat ayının ilk günlerinde başlayan Tâif kuşatmasında on bir sahabe şehid oldu. Ci’râne’de Ganimetlerin Taksimi Hz. Peygamber Tâif ’ten sonra Ci’râne’ye döndü ve Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetleri burada taksim etti. Mekke fethinden sonra Müslüman olmak için dört ay süre isteyen ve kaynaklarda müellefe-i kulûb diye anılan bazı Kureyşlilere gönüllerini İslâm’a ısındırmak için daha fazla hisse verdi. Bu sırada Hevâzinlilerden gelen bir heyet Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber kendilerine esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını istedi. Onlar esirlerini tercih edince ashabın rızasını alarak isteklerini yerine getirdi. Bedevîlerden bazı Müslümanlar ellerindeki esirleri vermek istemediler. Hz. Peygamber kazanılacak ilk zaferde daha fazla hisse vereceğini vaat ederek onları ikna etti. Bu arada Hz. Peygamber’in müellefe-i kulûba fazla hisse vermesi, onun Kureyşlilere iltimas yaptığı, hatta Mekke’de kalıp ensarı terkedeceği yolunda bazı söylentilere sebep oldu. Bunun üzerine ensarı toplayan Hz. Peygamber müellefe-i kulûba niçin fazla hisse verdiğini anlattı, ayrıca ensarın faziletini dile getirerek daima ve her şartta onlarla birlikte olacağını söyledi. Yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini dile getirip kendisinden razı olduklarını söylediler. Hz. Peygamber Ci’râne’de ihrama girip Mekke’ye gitti; umreden sonra Medine’ye döndü. Bazı Bedevî Kabilelerin Tutumu Çok sayıda Arap kabilesinin Müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ve çeşitli kolları ile Hanîfe ve Esed gibi bedevî kabileleri arasında İslâmiyet’in tamamen yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşman olan ‘a’râb’ denilen bedevîler eleştirilmiş, onların büyük çoğunluğunun takındığı olumsuz tavırlara temas edilmiştir. Bedevîler Hendek Gazvesi’nden itibaren İslâmiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Hz. Peygamber umreye giderken (628) Cüheyne, Müzeyne, Eşca’ ve Eslem gibi Medine çevresinde yaşayan bedevîlere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş, fakat onlar İslâm’a ve Hz. Peygamber’e bağlılıklarını tam olarak sindiremediklerinden iştirak etmemiş, umreden sonrada özür dilemek zorunda kalmışlardı (bk. el-Feth 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 65 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da olmuştu (bk. et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120). Bedevî Gatafânoğulları’nın çeşitli kolları 624 yılından itibaren Medine çevresinde çeşitli yağmalama ve öldürme olaylarına karışmış, bu kabilenin İslâmlaşması ancak elçiler yılında (9/630-631) sathî bir şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra Fezâre kolunun reisi Uyeyne b. Hısn irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile birleşti. Büyük çoğunluğu bedevî hayatı yaşayan Benî Hanîfe de İslâmiyet’ten uzak durmaya çalıştı. Bu kabilenin Seleme b. Hanzale başkanlığındaki heyeti 631 yılında Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Ancak siyasî ve ekonomik emellere sahip bu kabile mensupları, Hz. Peygamber’in rahatsızlığı esnasında, Hz. Muhammed’in peygamberliğe kendisini de ortak ettiği yalanını ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın etrafında toplanarak irtidat etti. Öte yandan Benî Esed Uhud Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber ve Müslümanların güç kaybettiklerini düşünerek Medine’ye ani bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında da Tuleyha b. Huveylid kumandası altında bir birlikle düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. 630 yılında ise aralarında Tuleyha’nın da bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Müslüman görünmek zorunda kaldılar ve kıtlık sebebiyle malî yardım talebinde bulundular, Zekâtlarını kendi aralarında toplayıp dağıtmak için izin istediler. Onların bu görüşmeleri esnasında kaba tutum ve davranışlar sergilemeleri, menfaatlerine düşkün olmaları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Hz. Peygamber’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât sûresindeki ayetler indi (49/14-18). Hz. Peygamber’in rahatsızlığı günlerinde Tuleyha peygamberliğini ilân etti, ardından kendi kabilesinin dışında Fezâre, Zübyân, Tay ve Abs gibi bedevî kabilelerinden bazı kimselerin desteğini alarak Hz. Ebû Bekir döneminde irtidat etti. YAHUDİLERLE İLİŞKİLER Benî Kaynuka Gazvesi Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sırada şehir halkının yarıya yakın nüfusunu Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabilelerinden oluşan Yahudiler teşkil ediyordu. Hz. Peygamber Yahudilere karşı hoşgörülü davrandı, Medine sakinleriyle yaptığı antlaşmaya onları da dâhil etti. Onun bu davranışı bazı Yahudiler üzerinde olumlu etki yaptı ve Benî Kaynuka kabilesinin bilgin şahsiyetlerinden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte Müslüman oldu. Ancak Yahudiler, yakın zamanda gelecek peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ettikleri halde bekledikleri peygamber Yahudilerden gelmediği için Hz. Muhammed’in peygamberliğini benimsemediler. Ayrıca Müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere giriştikleri gibi, bazen Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’le alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatarak çeşitli fitne faaliyetlerine girişiyorlardı. Bir kısmı da İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip aralarına katıldıklar münafıklara cesaret veriyorlardı. Müslümanların Bedir Gazvesi’nden zaferle çıkması da gerginliğin bir diğer sebebiydi. Bu gerginliğin devam ettiği günlerde alışveriş için Benî Kaynuka’ çarşısına giden Müslüman bir kadının tâcize uğraması ve yardım için gelen sahabenin tacizi yapan Yahudiyi öldürmesi, kendisinin de orada bulunan Yahudiler tarafından şehid edilmesi üzerine antlaşma bozulmuş oldu. Hz. Peygamber Nisan 624 tarihinde Benî Kaynukâ üzerine yürüdü; onları önce İslâm’a davet etti. Yahudiler bunu reddedip kalelerine çekilince kaleyi kuşatma altına aldı. On beş gün 66 İslam Tarihi ve Medeniyeti I devam eden kuşatma sonunda Yahudiler teslim oldu. Hz. Peygamber’in esirlerden, sayıları 700 civarında olan savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Kaynukâoğulları’nın kendilerinin müttefiki olduklarını belirterek bağışlanmalarını istedi. Hz. Peygamber, münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen onun ısrarıyla kabile mensuplarının tamamının Medine’den sürülmesini emretti. Ayrıca onlara şehirden ayrılmaları için üç gün süre tanındı ve alacaklarını tahsil etmelerine izin verildi. Medine’den ayrılan Kaynukaoğulları, bir ay kadar Vâdilkurâ’da kaldıktan sonra Suriye taraflarına gidip Ezriât’a yerleştiler. Benî Nadîr Gazvesi Yahudi kabilelerinden Nadîroğulları Uhud Savaşı esnasında müşriklerin karargâhına gidip onları Müslümanlara karşı tahrik etmişti. Bunun yanında zaman zaman Müslümanlarla çatışmak istemiş ve bazı suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber kendilerini uyarıp antlaşmaya riayet etmelerini istemişse de olumlu sonuç alamadı. Bi’rimaûne Vak’ası’ndan sonra Hz. Peygamber müşterek bir problemin çözümü için Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali ile birlikte onların yerleşim merkezine gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin damından taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu farkeden Hz. Peygamber yanlarından ayrılarak şehre döndü. Medine antlaşması kendileri tarafından bozulduğundan on gün içinde şehri terketmelerini istedi. Nadîroğulları Medine’yi terketmek üzere hazırlıklara başlamışken Abdullah b. Übey yardımcı olacağını söyleyerek vazgeçirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları muhasara ederek antlaşmaya davet etti (28 Ağustos 625). Önceleri direnmeye karar veren Yahudiler on beş gün süren kuşatmadan sonra yanlarında götürebilecekleri mallarıyla birlikte kadın ve çocuklarını da alarak Medine’yi terketmeye razı oldular. Büyük çoğunluğu Hayber’e bir kısmı da Suriye’ye yerleşti. Benî Kurayza Gazvesi Medine’de kalan son Yahudi kabilesi Benî Kurayza, Medine antlaşmasına göre şehri birlikte savunmaya katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi’nde buna uymamış ve Medine’den sürgün edildikten sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’le ittifak kurmuştu. Hz. Peygamber Hendek Gazvesi’nin ardından ashabına silahlarını bırakmamalarını ve o günkü ikindi namazını Benî Kurayza topraklarında kılmalarını emretti. Kendisi de zırhını giyip silahlarını kuşanarak oraya gitti (15 Nisan 627). Önce Müslüman olmaları, ardından da kalelerinden inerek teslim olma talepleri Yahudiler tarafından reddedilince savaş başladı. Müslümanlar 3.000 piyade ve otuz altı süvariden oluşurken, münafıkların teslim olmamaları ve direnmeleri için teşvik ettikleri Kurayzaoğulları savaşçıları 600-700 kişiydi. On beş veya yirmi beş gün devam eden kuşatmadan sonra eski dost ve müttefikleri Evs kabilesinden Sa’d b. Muâz’ın vereceği hükme razı olup teslim oldular. Sa’d, savaşacak güçte olanların öldürülmesi, kadın ve çocukların esir edilerek mallarının ganimet olarak alınmasına karar verdi. Hz. Peygamber, ihanetin cezasının ölüm olduğunu bildiren Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a uygun olan (Tesniye, XX/10-15) bu kararı uyguladı. Hayber’in Fethi Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’ndan döndükten sonra, Medine’den çıkarılışlarının ardından Hayber’e yerleşen Nadîroğulları’nın arzettiği tehlikeyi düşünmeye başladı. Çünkü sözü edilen Yahudiler Hayber’deki soydaşlarıyla birlikte Medine’ye 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 67 karşı büyük bir düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşarak geniş bir ittifak oluşturmuşlardı. Nihayet Hz. Peygamber 1500 kişilik bir kuvvetle Medine’den ayrılarak Hayber’e üzerine yürüdü (Haziran 628). Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü de sulh yoluyla ele geçirildi. Hz. Ali’nin büyük kahramanlık gösterdiği savaşta Yahudiler doksan üç ölü, Müslümanlar ise on beş şehid verdi. Hz. Peygamber Yahudileri Hayber’den göndermeyi düşünüyordu. Ancak onların, mühim bir hurma merkezi olan yerlerinde yarıcılık usulüyle kalmaları şeklindeki teklifleri kabul edildi. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı. BİZANS VE DİĞER BAZI DEVLETLERLE İLİŞKİLER İslâm’a Davet Mektupları Hz. Peygamber Hudeybiye’den döndükten hemen sonra kâtiplerine yazdırdığı altı adet davet mektubunu dönemin ileri gelen devlet başkanlarına gönderdi (Mayıs 628). ‘Muhammed Resûlullah’ şeklinde Allah’ın elçisi Muhammed mührünü taşıyan mektuplardan biri Dihye b. Halîfe el-Kelbî tarafından o sırada Kudüs’te bulunan Bizans İmparatoru Herakleios’a götürüldü. İmparator Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye’ye iyi davranmakla yetindi. O sırada bölgede bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarından Hz. Peygamber ve İslâm hakkında bilgi aldı. Ardından Dihye’yi hediyelerle uğurladı. İkinci mektup Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî tarafından Sâsânî Hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ, mektubu yırttı ve San’a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed hakkında kendisine bilgi vermesini istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Hz. Peygamber üzülmüş ve bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere bildirdi ve Bâzân’a Müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını söyledi. Ardından Bâzân ile birlikte Yemen halkı da Müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk Müslüman valisi Bâzân ile İslâmiyet bu bölgede yayılmaya başladı; birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslâmiyet’i benimsediklerini bildirdi. Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Ashame İslâmiyet’i benimsedikten başka Habeşistan’da kalmış olan son muhacirleri, gelen elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye gönderdi. Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır valisi Mukavkıs’a götürüldü. Mukavkıs Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’e bazı hediyeler yolladı. Beşinci mektup Şücâ b. Vehb ile Gassânî Kralı Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gelmesine sinirlenip onu yere attı ve Medine’ye saldırı tehdidinde bulundu. Altıncı mektup ise Selît b. Amr tarafından Benî Hanîfe kabilesinin reisi Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hıristiyan olan Hevze Müslüman olmayı kabul etmedi. Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektupları Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazan şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş, tek Allah’a ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönde- 68 İslam Tarihi ve Medeniyeti I rilen mektuplarda, kabilenin Müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerlerinin iktâ olarak verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve resulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği özellikle zikredilmiştir. 630 yılında inen olan cizye ayetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise Müslümanların egemenliğini tanımakla birlikte İslâm’a girmeyi kabul etmeyen Yahudi, Hıristiyan ve Mecûsîler’den cizye alınacağına yer verilmiştir. Hz. Peygamber’in diplomatik ilişkileri ve İslâm’a davet mektupları konusunda uzun araştırmaları bulunan Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi adlı eserinden ilgili kısmı okuyunuz. Mûte Savaşı Hz. Peygamber 8. yılın başında (629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla birlikte Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Medine’ye hicretinden itibaren Hz. Peygamber’e düşmanlıkta elinden geleni yapan Ebû Âmir er-Râhib’in telkinleri altında bulunan Hıristiyan Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr kendi topraklarından geçen elçiyi öldürttü. Hâris b. Umeyr Hz. Peygamber’in öldürülen ilk ve tek elçisidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber aynı yıl içinde (Temmuz 629) on beş kişilik bir heyeti İslâm’a davet amacıyla Belka’ya bir günlük mesafedeki Zâtuatlah’a yolladı. Ancak heyet üyeleri oka tutularak şehid edildi; içlerinden yalnızca Kâ’b b. Umeyr el-Gıfârî yaralı olarak Medine’ye dönebildi. Hz. Peygamber devletlerarası örfün açık ihlaline karşı mukabelede bulunmak üzere Zeyd b. Hârise kumandası altında 3.000 kişilik bir orduyu bölgeye sevketti. İslâm ordusu, Belka’nın köylerinden olan Mûte’de, o sırada bölgede bulunan Bizans ordusu ile Hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı Şürahbîl b. Amr kumandasındaki büyük bir orduyla (100.000 veya 200.000 kişi) karşılaştı (Eylül 629). Yapılan savaşta Müslümanların kumandanı Zeyd b. Hârise ile yine Hz. Peygamber’in önceden tayin etmiş olduğu diğer iki kumandan Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha şehid oldu. Bunun üzerine, bu yılın safer ayında Medine’ye gelip Müslüman olan Halid b. Velîd kumandanlığa getirildi ve onun taktikleriyle Müslümanlar âni bir saldırıdan sonra en az zayiatla çöle çekildi, sonra da Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber, kumandanlarının arka arkaya şehid düştüklerini ağlayarak ashabına anlatmış, sonra da sancağı Halid’in aldığını ve kendisine fetih müyesser olduğunu söylemiştir. Tebük Gazvesi Hicretin 9. yılı Receb ayında (Ekim 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un, Hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak Müslümanlara karşı savaşa hazırlandığına dair haberlerin gelmesi üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlık hüküm sürmesine rağmen savaş hazırlıklarına başladı. Genellikle sefer için gideceği yeri gizli tuttuğu halde bu defa hedefin Bizans ordusu olduğunu açıkça belirtti. Çünkü gidilecek yol uzun, düşman güçlü ve büyüktü. Ayrıca mevsim çok sıcak ve ürün toplama zamanıydı. Sefer hazırlıkları sırasında Hz. Osman başta olmak üzere birçok zengin sahabe İslâm ordusunun donatımı için ciddî katkılarda bulundu. Hz. Peygamber hazırladığı 30.000 kişilik ordusuyla Medine’ye 700 km. kadar uzaklıktaki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu. On beş-yirmi gün burada kalındı, ancak Bizans ordusuna rastlanmadı. Tebük’te bulunduğu sırada Hz. Peygamber İslâmiyet’e davet amacıyla batı istikametinde çok geniş bir sahaya yayılan, çoğunMûte Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve başarı sebebiyle Halid b. Velîd Allah’ın kılıcı anlamında ‘Seyfullah’ lakabıyla anılmıştır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 69 luğu Hıristiyan ve bir kısmı da Yahudi olan Cerbâ, Eyle, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâmiyet’i kabul etmeyeceklerini ancak cizye ödeyeceklerini bildirerek İslâm devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Hz. Peygamber bu yerleşim merkezlerinin her biri için antlaşma metni yazdırıp kendilerine verdi. Bu arada Halid b. Velîd’in kumandası altındaki askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesini sağladı. Müslümanlar için ciddi bir sınav olan Tebük seferinin ‘sâ’atü’l-usra’ yani zor bir zamanda yapıldığına işaret eden ayetten (et-Tevbe 9/117) hareketle, sefere katılan orduya zor zamanların ordusu anlamında ‘ceyşü’l-usra’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu sefere katılan veya mazeretine binaen ya da mazeretsiz katılamayan Müslümanlar ile savaşa destek vermedikleri gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok ayet yer almaktadır (bk. etTevbe 9/38-106, 117-118). ARABİSTAN’DA SİYASİ BİRLİĞİN SAĞLANMASI: ELÇİLER YILI Hicretin 9. (630-631) yılı elçiler yılı anlamında ‘senetü’l-vüfûd’ diye meşhur olmuştur. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinlilerin İslâmiyet’i kabul etmesi, bir yıl sonra Tâif ’te yaşayan Sakîflilerin Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetme sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin Müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri çok değer verdikleri ve Müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslâm’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr süresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, Müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazen de kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu arada Necranlı ve Benî Tağlib kabilesine mensup Hıristiyanlarda görüldüğü üzere Müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslâm devletinin egemenliği altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslâmiyet’i anlatmak için Hz. Peygamber’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensarî ve Halid b. Velîd gibi sahabelerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Hz. Peygamber heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’an okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslâmiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi-heyetlerin gelişi Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin Müslüman olduğunu ve Medine’nin başkent olarak benimsendiğini göstermektedir. 630 ve 631 yıllarında Arabistan’ın çeşitli yerlerinden gelen heyetlerin sayısı yetmişe kadar çıkarılır. 70 İslam Tarihi ve Medeniyeti I VEDA HACCI VE HZ. PEYGAMBER’İN VEFATI Veda Haccı Hz. Peygamber’in ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nâzil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’an-ı Kerim’i iki defa tilavet ettirdi. Hz. Peygamber bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa giren Hz. Peygamber yine hayatının bu son ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı. Daha sonra Hz. Peygamber hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) günü yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, muhacirler, ensar ve Medineye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte buradan hareket etti, Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de (2 Mart) Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Vedâ Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı. Konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün ‘takvâ’ olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Hz. Peygamber can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’an ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Hz. Peygamber namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâk kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Câhiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi olan ‘sikâye’ ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası olan ‘hicâbe’ (sidâne) dışında kalan, başta ayların yerlerini değiştirmek ‘nesî’ olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilân etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup onlara tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber Arafat’tan ayrılmadan önce nâzil olan ayette de dinin kemâle erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun düşen dinin İslâm olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemâle erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (el-Mâide 5/3). Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına ‘Vedâ Haccı’, hutbeye de ‘Vedâ Hutbesi’ denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir. Hz. Peygamber’in Vefatı Hz. Peygamber Vedâ haccından Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlığı günlerinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir Özellikle Ramazan ayının son on gününde bazı zaruri durumlar hariç cami ve mescitlerde kalarak ibadet ve tefekkürle meşgul olmaktır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 71 gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San’a üzerine yürüyen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Hz. Peygamber bir mektup göndererek onu yeniden İslâm’a davet etti. Müseylime yazdığı cevabında Hz. Peygamber’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Müseylime Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde ortadan kaldırıldı. Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Curf mevkiinde üstlendi. Bu sırada Hz. Peygamber’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti. Hz. Peygamber’in zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşi vardı. Hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını emretti ve son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçirdi. Kendisini iyi hissettiği bir gün Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. O sıralarda Hz. Peygamber’in hastalığı ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Hz. Peygamber vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında en yüce dosta anlamındaki ‘Maa’r-refîki’la’lâ’ son sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi). Hz. Peygamber’in vefatı bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Ebû Bekir evinden gelip cenazenin yanına girdi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki, O ölümsüzdür”. Ardından şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükafatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Hz. Peygamber’ın cenazesi amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlandı. Mescid-i Nebevî ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verildi ve burası Hz. Peygamber’in minberiyle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü oldu. 72 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Peygamber’in Medine’deki dinî, siyasi ve sosyo-kültürel faaliyetlerini değerlendirebilmek Hz. Peygamber Medine’ye hicretinden sonra Müslümanların hem kendi aralarında hem de müşrik Arap ve Yahudilerle birlikte yaşayabileceği bir sosyal yapıyı oluşturmaya çalıştı. Ensar ve muhacirleri kardeşleştirdi. Yahudiler ve Müslüman olmayan Araplar şehri dış tehditlere karşı birlikte savunmaları için Medine toplumunun ortak paydası hâline getirildi. Mescid-i Nebevî’yi inşâ ediler şehrin fiziki ve sosyal yapısının en önemli belirleyicisi oldu. Hz. Peygamber Medine pazarını kurdu. Müslümanların mal, can ve imanlarına yönelik tehlikeleri bertaraf edebilmek için mücadele etti. Medine’de Hz. Peygamber İslâm’ı insanlara tebliğ etmeye devam etmiş, aynı zamanda bir devlet başkanı, aile reisi, eğitimci, hâkim ve kumandan olarak hayatın çeşitli alanlarında örnek bir kişilik sergilemiştir. Müslümanların Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar ve komşu devletlerle ilişkileri hakkında fikir yürütebilmek Hz. Peygamber ve Müslümanlar hicretten sonra da Mekke müşriklerinin hedefi olmaya devam ettiler. Kureyş müşrikleri Medine ileri gelenlerine mektuplar yazarak Müslümanları himayeden vazgeçmelerini istediler. Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında Bedir, Uhud ve Hendek gibi İslâm tarihi açısından çok önemli savaşlar yaşandı. Medine’de yaşayan Yahudi kabileleri de Hz. Peygamberle imzaladıkları Medine vesikasına aykırı olarak Müslümanlara ihanet edip Kureyş müşrikleriyle ittifak yaptıkları için cezalandırıldılar. Benî Kaynukâ ve Benî Nadir şehirden sürgün edilirken Benî Kurayza ölüm cezasına çarptırıldı. Medine’ye hicretten altı yıl sonra Müslümanların Hz. Peygamberle birlikte Mekke ve Kâbe’yi ziyaret etmek istemeleri Müşrikler tarafından engellendi. Bu sırada imzalanan Hudeybiye Antlaşması ile Mekkeliler Medine İslâm devletini resmen tanımış oldular. Antlaşmayla sağlanan barış ortamında İslâm’ın yayılışı hızlandı. Hz. Peygamber Bizans, Sâsânî ve Habeşistan başta olmak üzere dönemin hükümdarlarına İslâm’a davet mektupları gönderdi. Müslümanların Mekke müşrikleriyle mücadelesi 630’da Mekke’nin fethiyle sona erdi. Mekkelilerin ve ardından Huneyn Gazvesi’nde mağlup olan Hevâzinlilerin İslâm’ı kabul etmesinden sonra Arap yarımadasındaki diğer müşrik Arap kabileleri Medine’ye heyetler göndererek Müslüman olduklarını bildirdiler. Benî Tağlib ve Necran Hıristiyanları gibi bazı guruplar da eski dinlerinde kalmakla birlikte İslâm devletinin egemenliğini tanıdılar. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı ve hem Müslümanlar hem de bütün insanlık için önem taşıyan evrensel ilkeleri tanımlayabilmek Hz. Peygamber’in Veda hutbesinde vurguladığı birçok husus sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için önem taşımaktadır. Can ve mal dokunulmazlığı, Câhiliye adetlerinden olan ribâ ve kan davalarının kaldırılması, suçun şahsiliği, karı-koca arasında karşılıklı haklar ve sorumlulukların gözetilmesi, emanetlere riayet edilmesi, bütün insanların temelde aynı anne ve babadan gelmesi dolayısıyla ırk, renk ve sınıf üstünlüğünün söz konusu olmaması, üstünlüğün takvada aranması, zulmetmemek ve zulme boyun eğmemek, borçların ödenmesi ve kul hakkına dikkat edilmesi gibi hususlar, her zaman ve her yerde geçerli temel ilkelerdir. Öte yandan Hz. Peygamber Veda hutbesinde Müslümanların kardeş olduğunu hatırlatarak birlik ve beraberliğe vurgu yapmış, namaz, oruç, zekât ve hac gibi temel ibadetlerin yerine getirilmesini istemiş, Müslümanların Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnetine sımsıkı sarılmalarını tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Arap yarımadasında İslâm’ın durumu hakkında değerlendirmelerde bulunabilmek Hz. Peygamber’in vefatında Arap yarımadasının bazı bölgelerinde Yahudi ve Hıristiyanlar yaşamakla birlikte onlar da İslâm devletinin hâkimiyetini tanımıştı. Dolayısıyla bu dönemde İslâm bütün Arabistan’a yayılmış bulunuyordu. Câhiliye dönemine damga vuran putperestlik başta olmak üzere gayrî ahlakî ve insanî âdetlerin egemen olduğu bir ortamda doğan İslâm dini Hz. Peygamber’in ve onun yolundan giden sahabelerin gayretleri neticesinde yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede Arap yarımadasının tümüne hâkim olmuştur. Böylece Mescid-i Harâm ve Kâbe putlardan temizlenerek yeniden tevhid inancının merkezi oldu. Hz. Peygamber’in ve sahabelerin temelde Kur’an ışığında oluşturdukları toplum düzeni İslâm tarihinde Mutluluk Çağı anlamında ‘Asr-ı Saadet’ olarak değerlendirilmiş ve daha sonraki Müslümanlar tarafından örnek gösterilmiştir. 1 2 3 4 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 73 Kendimizi Sınayalım 1. Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan ilk büyük savaş aşağıdakilerden hangisidir? a. Uhud b. Bedir c. Hendek d. Huneyn e. Benî Kaynuka 2. Muâhat terimi ile aşağıdakilerden hangisi ifade edilmektedir? a. Hz. Peygamber’in Medine Yahudileri ve burada yaşayan müşrik Araplarla yaptığı antlaşma b. Hz. Peygamber’in Medine’ye gelen Necran Hıristiyanlarıyla antlaşması c. Hz. Peygamber’in Mekke müşrikleriyle imzaladığı antlaşma d. Hz. Peygamber’in bazı muhacirleri ensardan bazılarıyla kardeş ilân etmesi e. Savaş başlamadan önce iki tarafın temsilcileri arasında yapılan teke-tek mücadele 3. Hz. Peygamber Uhud Savaşı’nın ertesi günü hangi gazve için sefere çıkmıştır? a. Bedir b. Benî Nadîr c. Hamrâü’l-Esed d. Benî Müstalik (Müreysî) e. Hayber 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in Medine Yahudilerine savaş açmasının sebeplerinden biri değildir? a. Yahudilerin Hz. Peygamber’e cizye ödemekten kaçınması b. Yahudilerin Medine Vesikası’na aykırı davranması c. Yahudilerin Hz. Peygamber’e suikast girişiminde bulunması d. Yahudilerin müslümanlar aleyhine Mekke müşrikleriyle ittifak yapması e. Yahudilerin müslümanlarla ortak diyet ödemekten kaçınması 5. I. Hendek Gazvesi II. Hudeybiye Antlaşması III. Benî Kurayza Gazvesi IV. Mekke’nin fethi V. İslâm’a davet mektupları Yukarıdaki olayların kronolojik olarak doğru sıralanması nasıl olmalıdır? a. I, II, V, III, IV b. I, III, II, V, IV c. II, V, IV, III, I d. III, I, IV, II, V e. III, I, V, II, IV 6. Hudeybiye Antlaşması ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Antlaşma Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında imzalanmıştır. b. Antlaşma maddeleri Müslümanların aleyhine gözükmekle birlikte Müslümanların lehine sonuçlar vermiştir. c. Antlaşma maddelerinden biri Medine’deki Müslümanlardan eski dinine dönüp Mekke’ye gidenlerin iade edilmesini ön görmektedir. d. Antlaşma tarafların diğer Arap kabileleriyle ittifak kurmasını engelleyici mahiyettedir. e. Antlaşma ile Müslümanların Kâbe’ye ziyareti süresiz olarak ertelenmiştir. 7. Mûte savaşında şehid düşen kumandan- sahabe aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Abdullah b. Revâha b. Mus’ab b. Umeyr c. Abdullah b. Cübeyr d. Halid b. Velîd e. Hubeyb b. Adî 8. Hz. Peygamber İslâm’a davet mektubu ile birlikte Sâsânî hükümdarı II. Hüsrev’e elçi olarak aşağıdakilerden hangisini göndermiştir? a. Amr b. Ümeyye ed-Damrî b. Dihye b. Halife el-Kelbî c. Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî d. Hâtıb b. Ebû Beltea e. Hâris b. Umeyr el-Ezdî 74 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Okuma Parçası 9. Tebük Gazvesi için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. Hz. Peygamber’in, sağlığında en büyük orduyla gerçekleştirdiği seferdir. b. İslâm ordusu Tebük’te Bizans ordusu ile karşılaşmış ve savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştır. c. Bazı Müslümanlar herhangi ciddi bir mazereti olmadığı halde sefere katılmamıştır. d. Kur’an-ı Kerim’de Tevbe sûresindeki birçok ayet Tebük seferiyle ilgilidir. e. Sefer çok sıcak ve kurak geçen bir mevsimde düzenlenmiştir. 10. Mekke fethinde Hz. Peygamber’in en çok öne çıkan ahlâkî özelliği hangisi olabilir? a. Kahramanlık ve cesareti b. Cömertliği c. Yardımseverliği d. Af ve merhameti e. Doğruluk ve dürüstlüğü VEDA HUTBESİ Hz. Peygamber’in Veda Haccı sırasında ashabına yaptığı konuşmalar Veda Hutbesi adıyla bilinmektedir. Özellikle Arefe günü Arafat’ta sayıları 120.000’i aşan Müslümana hitap etmiştir. Sahâbileriyle vedalaştığı bölümler dolayısıyla “Vedâ Hutbesi” olarak isimlendirilen ve İslâm dîninin temel prensiplerini özet bir şekilde sunan hutbe, temel insan hakları bakımından eşsiz bir vesikadır. Bu hutbenin kaynaklardan yapılan bir derlemesi şöyledir: “Hamd ve şükür Allah’a mahsustur; O’na hamdeder ve O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, tektir, eşi ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammd O’nun kulu ve resûlüdür. Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Ey nas! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan korunmuştur. Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itâat eder. Ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Faizin her türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ancak borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme boyun eğiniz. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Câhiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. Câhiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamiyle kaldırılmıştır. Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bü- 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 75 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı tün Müslümanlar kardeştirler. Din kardeşinize ait olan hakka tecavüz helâl değildir. Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır. Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah’tan hakkıyla korkma, takvâ iledir. Ey inananlar! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun peygamberinin sünnetidir. Ey nâs! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb mukaddes aylardır. Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma gücünü ebedi olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz. Ashâbım! Allah’tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekâtını verin, âmirlerinize itâat edin. Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz. Peygamberimiz, hutbesinin sonunda ashâbına şöyle dedi: “Tebliğ ettim mi?” Bu muhteşem kalabalık hep bir ağızdan: “Evet! Ey Allah’ın Resûlü tebliğ ettin.” karşılığını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber üç defa: “Şahit ol ya Rab!” dedikten sonra, “Burada hazır olanlar, benim söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler.” buyurdu. Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli sahabeler tarafından tekrarlanmıştı. 1. b Yanıtınız doğru değilse “Bedir Gazvesi” başlığını yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Medine’deki İlk Faaliyetleri”konusunu yeniden okuyunuz 3. c Yanıtınız doğru değilse “Uhud Gazvesi”konusunu yeniden okuyunuz 4. a Yanıtınız doğru değilse “Yahudilerle İlişkiler “konusunu yeniden okuyunuz 5. b Yanıtınız doğru değilse ilgili başlıkları yeniden okuyunuz 6. b Yanıtınız doğru değilse “Hudeybiye Antlaşması” başlığını yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Mûte Savaşı”konusunu yeniden okuyunuz 8. c Yanıtınız doğru değilse “İslâm’a Davet Mektupları” konusunu yeniden okuyunuz 9. b Yanıtınız doğru değilse “Tebük Gazvesi” başlığını yeniden okuyunuz 10. d Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Fethi”konusunu yeniden okuyunuz 76 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Uhud Gazvesi’yle ilgili ayetler şunlardır: Âl-i İmran 3/120, 122,139-142, 156, 165. Sıra Sizde 2 Hz. Peygamber ve beraberindeki Müslümanlar Hudeybiye Antlaşmasından bir yıl sonra (Mart 629) Mekke’ye gelip umrelerini yapmış, bu sebeple bu umreye Umretü’l-kazâ adı verilmiştir. Hz. Peygamber ve beraberindekiler antlaşma şartlarına uygun olarak Mekke’de üç gün kalmışlardır. Sıra Sizde 3 Fetih kelimesinin ‘açmak’ şeklindeki anlamından hareketle Mekke’nin fethine fetihlerin fethi anlamında ‘fethu’l-fütûh’ denilmiştir. Çünkü buradaki fetih sadece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibaret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi anlamına da gelmekte, kalplerin Allah’ın dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışını ifade etmektedir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi İslâm fetihlerinin başlangıcı kabul edilmiştir. Sıra Sizde 4 İfk, “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” demektir. Hz. Peygamber Benî Mustalik gazvesi için Medine’den ayrılırken yanına hanımı Hz. Âişe’yi de almıştı. Gazve dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket emri verildiğinde Âişe ihtiyacı için ordugâhtan uzaklaştı, dönüşte gerdanlığını düşürdüğünü farkederek aramaya koyuldu, konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini görüp beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal Hz. Âişe’yi devesine bindirip kuşluk vakti mola verdikleri bir sırada kafileye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu sıradan olay, münafıkların reisi Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden huzursuzluklara yol açan önemli bir mesele hâlini aldı. Aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenen Âişe ile birlikte ailesi ve Hz. Peygamber çok üzüntülü ve sıkıntılı günler geçirdi. Nûr sûresinin 11. ayetinden itibaren başlayıp devam eden ilâhî beyan dedikoduların çirkin bir iftiradan (ifk) ibaret olduğunu haber vermiş ve Müslümanların bu tür konularda basiretli davranmalarının gerektiğini vurgulamıştır. Algül, H. (1986). İslâm Tarihi, I, İstanbul. Apak, A. (2006). Anahatlarıyla İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed (s. a. v.) Dönemi, İstanbul. Fayda, M. (2005). “Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408-423. Hamidullah, M. (1990). İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, I-II, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), I-II, Kahire. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-II, Beyrut. Köksal, M. A. (1987). İslâm Tarihi -Medine Devri-, I-XI, İstanbul. Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları, İstanbul. Sarıçam, İ. (2007). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Bedir Gazvesi”, “Hamrâü’l-Esed Gazvesi”, “Hendek Gazvesi”, “Hudeybiye Antlaşması”, “Huneyn Gazvesi”, “Kaynukâ”, “Kurayza”, “Mekke”, “Medine”, “Muhammed”, “Mûte Savaşı”, “Nadîr”, “Tâif ” maddeleri. Yiğit, İ. -Raşit Küçük, (2007). Hz. Muhammed, İstanbul. 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hicretten sonra Yesrib’deki medeni gelişmeleri tanımlayabilecek, Muhacir ve ensar kardeşliğin sosyal hayattaki yansımalarını fark edebilecek, Mescid-i Nebevî’nin Medeniyet Tarihi bakımından önemini kavrayabilecek, Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özelliklerini açıklayabilecek, Anahtar Kavramlar • Medine ve Şehirleşme • Medine Vesikası ve Muâhât • Mescid-i Nebevî, Bakı¯ , Medine Çarşısı • Şemâil ve Hilye İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Peygamber ve Medine • HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE’NİN SİYASÎ VE SOSYAL YAPISI • MEDİNE’NİN ŞEHİR OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI • HZ. MUHAMMED’İN MÜSLÜMANLARIN İMAN, AHLAK, GÖNÜL VE AKIL DÜNYALARINDAKİ YERİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE’NİN SİYASÎ VE SOSYAL YAPISI Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Amâlika, Yahudiler ile Yemenli Evs ve Hazrec kabileleri yerleşti. Ancak bunlardan hangisinin şehre daha önce geldiği bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen Yesrib’e ilk olarak Amâlika’nın yerleştiğidir. Yahudilerin Medine’ye gelişini Hz. Musa dönemine kadar götürenlerin yanında Suriye’nin Yunanlılar veya Filistin’in Romalılar tarafından işgaliyle irtibatlı görenler de vardır. Bir başka görüş de Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedi’ni yıkmasından sonra (m.ö. 586) buradan çıkarılan Yahudilerin Yesrib’e gelip yerleştikleridir. İsrâiloğulları’nın yerleşmelerinde Tevrat’ta geleceği bildirilen peygamberin Yesrib’e hicret edeceğinin yer almasının etkili olduğu da ileri sürülmektedir. Yesrib’e yerleşen Yahudiler, burada kaleye benzeyen ütüm adı verilen yapılar inşa ettiler. Tarımın yanında çeşitli sanatlarla uğraşıp kısa sürede güçlendiler. Diğer unsurlara göre daha çabuk çoğalarak Amâlika ve Cürhümlüleri Yesrib’den çıkarıp şehre hâkim oldular. Yesrib’in yerleşim birimi olarak gelişmesinde Yahudi kabileleri Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr’in önemli katkıları olmuştur. Kahtânî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri Arim selinden sonra muhtemelen V. yüzyılda Yesrib ve çevresine yerleşerek Yahudilere tabi olarak yaşamaya başladılar. Evsliler Kurayzaoğulları ve Nadîroğulları, Hazrecliler de Kaynukâoğulları ile ittifak kurdular. Merkezî bir otoritenin olmadığı Yesrib’in yönetiminde, sosyal, kültürel ve ahlakî alanlarda kabile gelenekleri egemendi. Bazen birbirleriyle savaşan Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde kendi mahallelerinde yaşıyorlardı. Hazrec reislerinden Mâlik b. Aclân, Gassânîler ve müttefik Arap kabilelerinden aldığı destekle Yahudilere üstünlük sağladı ve şehirde hâkimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçti (492). Bir süre sonra Yahudilerin kışkırtmasıyla bu iki kabile birbirine düşerek Buâs adıyla aralarında mücadele ettiler. Evs ve Hazrec’in Abdullah b. Übey’i ortak başkan seçme teşebbüsleri Hz. Peygamber’in hicretiyle gerçekleşmedi. Hicret sırasında Yesrib’deki unsurlar hakkında bilgi veriniz. Hz. Peygamber ve Medine En eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluktur. Tevrat’a göre dünyanın en eski milleti olup anayurdu Akabe körfezi ile Lut gölü arasında yer alan Edom ülkesidir. İslâm tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre Kudüs’ün kurucuları ve Hicaz’ın ilk sakinleridir. Amâlika’ya dair ilk kayıtlar milâttan önce II. bin yılın ilk çeyreğine tarihlenen Hz. İbrahim devrine denk gelir. Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’nin güneydoğusundaki bir vahada 120 yıl devam eden savaşların adıdır. Bunlardan sonuncusu ve en kanlısı hicretten yaklaşık beş yıl önce meydana geldi ve Evslilerin galibiyetiyle sonuçlandı. İki kabile arasında bu savaşların sebep olduğu düşmanlık hicretle ortadan kalktı ve şehirde İslâmiyet’in gelişip yayılmasına uygun bir zemin ortaya çıktı. 1 80 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Yesrib’den Medine’ye Medine’nin bilinen en eski adı şehre ilk yerleşen kişi kabul edilen Yesrib b. Vâil’den gelir. Bu isim önceleri kuzeyde ilk yerleşmenin gerçekleştiği tahmin edilen Curf ile Kanât vadileri arasında kalan alan için kullanılırken daha sonra şehrin tamamını kapsadı. Yesrib, Kur’an-ı Kerim’de Medine’nin adı olarak bir yerde geçer. Medine ise on yerde geçmekte, bunların dördünde bizzat şehrin kendisi kastedilirken diğerlerinde şehir anlamında cins isim olarak yer alır. İskenderiyeli Batlamyus ve Bizanslı Stephanus gibi yabancı kaynaklarda ise Lathrippa şeklinde yer alır. Kötü, zararlı ve fesat gibi olumsuz anlamlar taşıyan Yesrib’e hicretten sonra Hz. Peygamber hoş ve güzel anlamına gelen Tâbe, Taybe gibi adlar verdi. Bunun yanında Dârülhicre, Dârülîmân, Dârüssünne, Medînetürresûl, Medînetünnebî gibi şehrin kutsallığı, hicret yurdu, başşehir olması ve hicretten sonra gerçekleşen medenileşmeye vurgu yapan sayısı doksan yediye kadar çıkan adlar da kullanıldı. Medenîleşmeye paralel olarak hicretten önce adeta bir köy olan Yesrib yerine şehir anlamına gelen el-Medîne en meşhur adı oldu. Türkler arasında nurlu şehir anlamında el-Medînetü’l-münevvere kullanımı yaygındır. Haremeyn şehirlerinden biri olan Medine, hicret yurdu olması ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâm benimsemesinden dolayı ‘Kur’an’la fethedilmiş’ kabul edilir. Hicretten sonra İslâm Peygamberi, “Hz. İbrahim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yaptım” sözleriyle şehri harem ilan etti. Sınırları işaretlerle belirlenen Medine haremi, güneydeki Âir ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları ile doğuda Vâkım, batıda Vebere harreleri arasında kalan yaklaşık 22 km. yarıçapındaki bir daireden ibarettir. Mekke gibi kendine has bir ibadet veya kurbanı olmayan Medine’nin harem ilanı şehrin tabii güzelliğinin korunmasıyla da ilgilidir. Medine vesikasıyla kayıt altına alınan şehrin haremliği Hendek ve Hayber seferlerinden sonra bütün Arap kabileleri tarafından benimsendi. Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler Hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözülerek bazı iç düzenlemeler yapıldı. İlk olarak şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri Müslim unsurların Medine dışında yaşayanlarla iş birliğini engellemek için harekete geçildi. Hz. Peygamber’in nihai söz sahibi kabul edildiği, şehirdeki bütün unsurlarının katılımıyla Medine vesikası kaleme alındı. Böylece Hz. Peygamber’in hicretle birlikte başlayan dinî rehberliği yanında siyasi önderliği de tartışmasız hâle geldi. İslâm’ın yayılması için uygun bir zemin oluşturan belgedeki şartlar aynı zamanda iç huzuru sağlayacak her türlü düzenlemeyi kabule elverişli bir ortam da oluşturdu. Böylece bir taraftan Medine’nin iç huzuru sağlanırken, diğer taraftan da dış düşmana karşı birlikteliği sağlayacak siyasi bir yapılanma hedefleniyordu. İlk dönem kaynaklarının tamamında ‘Sahîfe’, ‘Kitâb’ ve ‘Müvâdea’ adlarıyla yer alan, 47 veya 52 madde olarak düzenlenen Medine vesikasında Evs ve Hazrec kabilelerinin kolları ve onların Yahudi müttefikleri hakkında ayrıntılı bilgi vardır. Medine belgesi daha önce siyasi bir birlikteliğin oluşmadığı şehirdeki unsurların birbirleriyle ve yabancılarla olan ilişkilerini, adli ve idari yapılarını, bireylerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağladı. Bundan dolayı bazı araştırmacılar belgeyi şekil açısından günümüzdekilerden hayli farklı olsa da maddi açıdan anayasa olarak nitelendirir. Taraflar Medine’ye saldıranlara birlikte karşı koymakla yükümlüydüler. Vesikanın ilk maddesinde açıkça Yahudilerin Mekke müşriklerine veya onların işbirlikçilerine bir yardım yahut himaye hakkı vermeleri yasaklanıyordu. Bir düşman saldırıMekke ve Medine şehirlerine iki harem anlamında Haremeyn denilir. Bu terim Osmanlı yazılı belgelerinde daha çok Haremeyn-i şerifeyn şeklinde geçer. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’den sonra en kutsal mekân kabul edilen ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs, bazı peygamberlerin ve ailelerinin mezarlarını barındıran Halîl şehri de bilhassa Haçlı seferlerinden itibaren Haremeyn-i şerifeyn adıyla anılmıştır. Ortaçağda Haremeyn’de adına hutbe okunan halife veya sultan buranın resmen hâkimi sayılırdı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 81 sı hâlinde şehrin savunulması için Müslümanlarla Yahudiler ittifak yapacak, yapılan masraflar taraflarca karşılanacaktı. Fakat Medine dışında yapılacak bir savaşta hiçbir topluluk diğerine yardımda bulunma sorumluluğu taşımıyordu. Hz. Peygamber ve Müslümanlar Medine vesikasının içeriğine aykırı davranmadılar. Yahudiler, belgedeki şartları her ihlâl edişlerinde uyarıldılar. Vefasızlıkları, hileleri, Hz. Peygamber’e suikast tertiplemeleri, Evs ve Hazrec’in aralarını bozmaya çalışmaları, Kureyşlileri tahrik etmeleri gibi davranışlarıyla önce Kaynukâoğulları, sonra da Nadîroğulları Medine’yi terk etmeye mecbur oldu. Hicretten sonra Medine’de Müslümanlar muhacir ve ensar olmak üzere iki gruptan oluşuyordu. Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren icraatlarından birisi de, bu iki grup arasında kardeşlik bağı kurulmasıdır. Mekke döneminde sahabelerin kendi aralarında, hicretten sonra da ensardan bazı kimselerle kardeş ilan edilmesine “biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek” anlamında ‘muâhât’ denilir. Hz. Peygamber hicretten yaklaşık beş ay sonra muhacirlerle ensardan kırk beşer kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırdı; İslâm dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır diyerek aralarında kardeşlik akdetti. Mekke ve Medine’de gerçekleştirilen bu uygulamayla Câhiliye döneminde kabile asabiyetine dayanan antlaşma ve ittifakların yerini İslâm kardeşliği aldı. Böylece bir Müslüman putperest akrabasıyla ilişkisini kesip, aralarında kan bağı bulunmayan, başka kabile veya ülkeyle ilişkili ya da köle olan bir sahabeyle maddi ve manevi dayanışma içine giriyordu. Muâhât, İslâm toplumunda bütünleşmeyi sağladığı gibi o günkü sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük katkı sağladı. Bütün varlıklarını Mekke’de bırakarak yurtlarından ayrı düşen muhacirlerin yalnızlık ve mahzunluğunu gidererek yeni vatanlarına intibaklarını ve Medinelilere ısınmalarını kolaylaştırdı. Her iki zümre ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlik oldular. Geçici mal ortaklığını da içine alan bu uygulama muhacirler ile ensarı birbirine daha da yakınlaştırdı ve kardeşler bir süre birbirlerine mirasçı da oldular. Bedir Gazvesi’nin ardından bu uygulamaya son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara mahsus kılındı. Ensarın kardeşleştirme çerçevesinde muhacirlere karşı yardımları, destek ve feragatleri Müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmasına da yol açtı. Hz. Ömer ile İtbân b. Mâlik örneğinde görüldüğü gibi, kardeşler iş yoğunluklarına göre Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek sohbetlerinden daha çok istifade etmeye çalışıyorlardı. Hicretten sonra ilk problemler ve çözümleri hakkında bilgi veriniz. Medine’nin İdari Yapısı ve Nüfusu Hicretten önce Medine’de idari yapıyla ilgili her hangi bir düzenleme yoktu. Her grup kendi içinde bağımsız ve kendi kurallarına göre yaşıyordu. Şehrin ekonomik hayatını ellerinde bulunduran Yahudiler zaman zaman idari alana giren bazı hususlarda Arapları kendilerine tâbi kılıyorlardı. Hz. Peygamber’in Yesrib ile ilgili ilk düzenlemesi hicrete kadar buradaki Müslümanların hayatlarını belli bir nizam içerisinde sürdürebilmeleri için Evs ve Hazrec kabilesinden on iki nakib seçmesidir. Hicretten sonra bu iki kabile arasında sürüp giden düşmanlık ortamını geleneksel kabile kurallarının yerine Hz. Peygamber’in otoritesiyle bertaraf edildi. Daha sonra birtakım idarî düzenlemeler yapıldı. Oluşan yeni siyasi-hukuki yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilatlanma gerçekleştirildi. Medine devletin başşehri oldu. Sözlükte akit, yemin ve antlaşma gibi anlamlara gelen hilf (çoğulu ahlâf), terim olarak İslâm öncesi Araplarda kabilelerin veya şahısların yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla yaptıkları antlaşma ve ittifaklar demektir. 2 82 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Medine’nin hicret öncesi nüfusu hakkında fazla bilgi yoktur. Hicretten sonra ilk nüfus sayımı olarak nitelendirilebilecek, muhacirler ile ensar arasında gerçekleştirilen kardeşleştirmeden 1500 Müslümanın varlığı anlaşılmakta ve gayri Müslim unsurlar buna ilâve edildiğinde, nüfus 10.000’i aşmaktadır. Hicretin ardından sürekli büyüyen ve Müslümanlar için Mekke’nin fethine kadar bir zorunluluk olan göçten dolayı şehrin nüfusu sürekli arttı. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Medine’de 30.000 sahabenin yaşadığı, Yahudilerin buradan ayrılmasına rağmen şehir ve çevresiyle birlikte bunun 60.000’e ulaştığı tahmin edilmektedir. Hicretten Sonra Diğer Bazı Önemli Gelişmeler Günümüzdeki şekliyle beş vakit namaz hicretten önce Mi’râc gecesinde (27 Receb 621) farz kılınmıştır. Klasik kaynaklardaki bilgilerden namazların önce ikişer rekât olarak farz kılındığı, hicretten kısa bir süre sonra öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzlarının dörder rekâta çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber hicreti esnasında bir süre konakladığı Kubâ’dan 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye hareket etti. Yolunun üstündeki Rânûnâ vadisinde Salimoğulları’na misafir oldu. Burada öğle vakti girince ilk Cuma Namazı’nı kıldırması ve ilk hutbesini okumasıyla Cuma Namazı farz kılındı. Benî Salim yurdunda kılınan ilk namazın hatırasını yaşatmak için Ömer b. Abdülaziz Medine valiliği esnasında (706- 712) namazgâhın yanına Mescid-i Cum’a, Mescid-i Benî Salim, Mescid-i Âtike, Mescid-i Vâdî gibi adlarla anılan ve günümüze kadar gelen bir mescit yaptırdı. Hz. Peygamber Mekke’de Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra namazlar başlangıçta Kudüs’e doğru kılınırken hicretten on altı veya on yedi ay sonra inen ayetler doğrultusunda kıble Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrildi. Hz. Peygamber’in Medine’ye gidişine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Hicretten sonra Medine’de Müslümanlar bazen bir araya toplanarak namaz vaktinin girmesini topluca bekliyorlar, bazen de namaz vakti geldiğinde Bilâl-i Habeşî sokaklarda haydi namaza anlamında ‘es-salâh es-salâh’ diyerek insanları mescide davet ediyordu. Her iki uygulama yeterli olmadı ve namaz vakitlerinin girdiğini belirten bir işarete olan ihtiyaç özellikle Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra daha da arttı. Bu ihtiyacı gidermek için yapılan görüşmelerde nâküs çalınması, boru öttürülmesi, ateş yakılması, bayrak dikilmesi gibi çeşitli teklifler yapıldı. Ancak bu teklifler nâküs Hıristiyanların, boru Yahudilerin, ateş de Mecusîlerin âdeti olduğu için Hz. Peygamber tarafından kabul görmedi. Bu sırada sahabeden Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe’ye rüyada ezan öğretilmiş, o da ertesi gün Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sesi güzel olan Bilâl’e ezan cümlelerini öğreterek ezanda ikişer, ikamette ise birer defa okumasını emretti. Onun, Medine’deki en yüksek yer olan Neccâroğulları’ndan bir hanımın evinin damına çıkarak ilk sabah ezanını okuması ve ilk ikameti yapmasıyla uygulama başladı. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı. Hicretin ikinci yılı Şaban ayında (Şubat 624) ramazan orucu farz kılındı. Aynı yılın Ramazan Bayramı’ndan bir iki gün önce (Mart 624) Hz. Peygamber fıtır sadakasıyla ilgili hükümleri açıkladı. 1 Şevval 2’de (27 Mart 624) ilk ramazan bayramı ve 10 Zilhicce 2’de (3 Haziran 624) ilk Kurban Bayramı kutlanmaya başlandı ve ilk bayram namazları kılındı. Hicretin ikinci yılında (624) zekât farz oldu. Hıristiyanlarca günümüzdeki çan yerine kullanılan, üzerine bir çomakla vurularak ses çıkarılan tahta parçasıdır. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 83 MEDİNE’NİN ŞEHİR OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı hicretten sonra kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmaya çalışılıyordu. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere planlandı ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtleri kentin bir parçası haline getirildi. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fiziki yapısına sosyal ve kültürel çok amaçlı binalar ilave edildi. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında bir kısmının planlanması ve kıble tespiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescitler inşa edildi. Resûl-i Ekrem, ashabından vefat edenlerin defni için Baki mevkiini mezarlık olarak şehir planına kattı ve burası Türkler arasında Cennetü’l-bakî adıyla meşhur oldu. Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra şehir planının tamamlayıcı unsurlarından biri olan çarşının yeri bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenerek faaliyete geçirildi. Medeni hayatın bir unsuru hâline getirilen çarşının işleyiş ve düzenine dair bazı düzenlemeler yapıldı. Kamu malı sayılan çarşıda yer edinmeye, kiralama veya bazı eşyaların sabitlenmesine izin verilmeyerek açık bir alan olarak kalmasına özen gösterildi. İslâm’ın ekonomik ve ticari hayata getirdiği değerlerin uygulamaya konulmasıyla Yahudilerin şehirdeki iktisadi hâkimiyetleri tedricen azaldı. Kardeşleştirme Müslümanların Medine’nin ekonomik hayatında söz sahibi olmalarını olumlu etkiledi. Tarım ve hayvancılık alanında bilgi sahibi olan ensarla ticaret konusunda mahir olan muhacirlerin tecrübelerinin birleştirilmesi çarşının işleyişinde güçlü bir geleneği ortaya çıkardı. Medine’nin şehirleşmesine yönelik tedbirleri araştırınız. Medine ve Mescid-i Nebevî İslâm medeniyet tarihi bakımından en önemli müesseselerin başında Medine’deki Hz. Peygamber’in mescidi gelir. Mescid-i Nebevî’nin inşası hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden olup şehirleşmenin dönüm noktası olmuştur. Bizzat Hz. Peygamber tarafından yaptırılan diğeri Kubâ olmak üzere Resim 4.1 Baki kabristanından bir görünüş Kaynak: Küçükaşcı, M. S. (2003), s. 347. 3 84 İslam Tarihi ve Medeniyeti I iki mescitten biri olan Mescid-i Nebî Medine’deki bütün faaliyetlerinin merkezinde yer alarak fonksiyonları bakımından sonraki dönemde kurulan camilere örnek teşkil etti ve inşasıyla birlikte Mekke’deki Mescid-i Harâm gibi şehir hayatının merkezi oldu. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesiyle ilgili yapılan faaliyetler sadece Harem-i şerif ile sınırlı kalmadı; şehrin fizikî yapısında önemli değişikliklere sebep oldu. Mescid-i Nebevî’nin adı Kur’an-ı Kerim’de doğrudan geçmemekle birlikte “ilk günden takva üzerine kurulan mescit” (et-Tevbe 9/108) şeklinde dolaylı olarak yer alır. Mescid-i Nebevî fazilet bakımından Mescid-i Harâm’dan sonra gelir. Bazı bilginlere göre Hz. Peygamber’in kabri burada olduğundan Mescid-i Nebevî daha faziletlidir. Akabe’de Hz. Peygamber’e ilk biat eden Es’ad b. Zürâre, hicretten önce Medine’de bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek mescit haline getirmişti. Hz. Peygamber 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesinin serbest bırakılmasını ve onun çöktüğü yere en yakın evde konaklayacağını söyledi. Kasvâ’nın Mâlik b. Neccâroğulları’nın evlerinin önünde hurma kurutulan bir düzlükte çökmesi üzerine Resûl-i Ekrem buraya en yakın evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir oldu. Hz. Peygamber Sehl ve Süheyl adlarında iki yetim çocuğa ait olan Kasvâ’nın çöktüğü arsayı mescit yapmak üzere sahiplerinden Hz. Ebû Bekir tarafından ödenen 10 dinar karşılığında satın aldı. Mescit alanı olarak seçilen arsanın zemin düzenlenmesi yapıldıktan sonra temeli törenle atıldı (Eylül 622). Temeline ilk harcı Hz. Peygamber’in koyduğu Mescid-i Nebevi yaklaşık 1022 m2’lik bir alanı kapsıyordu. Taş, kerpiç, hurma kütük ve dallarının malzeme olarak kullanıldığı inşaatta Hz. Peygamber ashapla birlikte çalışmış, bu faaliyet ensar ve muhacirin kaynaşması için iyi bir fırsat olmuştu. Nisan 623’te tamamlanan ilk bina, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarı ile kuşatılarak üstü açık biçimde sade bir yapı olarak tasarlanmıştı. Kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından Kudüs’e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan mescidin doğu duvarının güney kısmına Resûl-i Ekrem’in eşleri Hz. Âişe ve Sevde için iki adet oda yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir kapısı mescide açılıyordu. Kıble hicretten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs’ten Mekke’deki Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Basit ve sade, ancak son derece fonksiyonel olan Mescid-i Nebevi Müslümanların sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince Hayber Seferi dönüşü (Haziran 628) yeni ilâvelerle genişletildi. Çevresinde bazı yerlerin kamulaştırılmasıyla kıble tarafı hariç üç tarafına ilave yapılan Mescid-i Nebevi, yaklaşık 2433 m2 ebadında kare planlı bir hâle geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yere yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerinde bir sundurma yapıldı. Kıble Kâbe’ye çevrilince bu sundurma kısmen korunarak Suffe ehlinin barındığı bir yer oldu. Daha sonra güney duvarına paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu bir çatı yapıldı. Araları 4,44 m. olan sütunlar, hurma ağacından kirişlerle birbirine bağlanıp hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatıldı. Çok sade biçimde yapılan tavan gölgelenmeyi sağlamakla birlikte yağmurdan koruyamıyordu. Mekke’deki Mescid-i Haram gibi Mescid-i Nebevi ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa için de Harem-i şerif tabiri kullanılır. Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundan olup hicretten iki yıl kadar önce eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte İslâm’a girdi. İkinci Akabe Biatı’nda bulundu. Hicretten sonra evinde misafir ettiği Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda gazaya katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu Müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik surlara yakın bir yere defnetti. Latinler 1204’te Konstantinopolis’i istilâ ettiklerinde Ortodokslara ait kilise ve kutsal yerleri yakıp yıkarken Ebû Eyyûb’ün kabri de tahrip oldu; zamanla da ortadan kalktı. İstanbul’un fethinden sonra kabri ortaya çıkarılarak türbe haline getirildi. Bundan kısa süre sonra da Eyüp Sultan Külliyesi inşa edilerek bu yörenin manevi yapısının temelleri atıldı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 85 Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm’ın geniş bir alana yayılması başkent Medine’nin nüfusunun artmasını beraberinde getirdi. Her yıl İslâm dünyasının dört bir yanından Kâbe’yi ziyaret için gelenler dönüşlerinde Medine’ye uğrayarak Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret ediyorlardı; Mescid-i Nebevî’de namaz kılmayı hac ziyaretlerinin tamamlayıcı bir unsuru olarak görüyorlardı. Bütün bunlar mescidin genişletilmesi ihtiyacını ortaya çıkardı. Hz. Ömer, 638 yılında çevredeki bazı evleri mescide dâhil etmek için istimlâk etti. Kuzey duvarı biraz geriye çekildi ve ön duvar mevcut sütunların aralığı kadar ileri alınarak yanlara üçer, batı tarafında ön duvara dik ikişer sütun eklendi. Çevre duvarı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî’nin alanı 4088 m2’ye ulaştı. Zemini Akik vadisinden getirilen küçük taşlarla kaplandı, ilk safların bulunduğu bölüme keçe döşendi. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevi genişletilerek yeniden inşa edildi. 649 yılı Kasım ayında başlayıp 650 yılı Eylül ayında tamamlanan çalışmalardan sonra mescidin alanı yaklaşık 5378 m2’ye ulaştı. Binanın yapımında yontma taş ve kireç kullanıldı, her sırada bulunan aynı ebatta hazırlanmış ilk defa kullanılan tezyinatlı taşlardan oluşan sütunların sayısı on ikiye çıkarıldı. Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman zamanında yapılan genişletme ve süsleme faaliyetleri, İslâm medeniyetinin gelişimiyle de paralellik arz ediyordu. Mescid-i Nebevî en geniş kapsamlı değişikliği Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında yaşadı. Velid, 706 veya 707 yılında Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz’den Mescid-i Nebevî’yi genişletmesini, Hz. Peygamber döneminden kaldığı için yıkılmasına izin verilmeyen hücrelerle çevredeki evleri kamulaştırıp mescide dâhil etmesini istedi. Mescid-i Nebevî’nin inşası için yapılan kamulaştırma faaliyetleri esnasında bazı problemler yaşanmış, özellikle de Hz. Peygamber’in hanımlarına ait hücrelerin yıkılması Medinelileri çok üzmüştü. Üç tarafından genişletilen ve bütün duvarlarda kesme taş kullanılan ve 710’da tamamlanan çalışmalardan sonra Mescid-i Nebevî yaklaşık 7500 m2’lik bir alana ulaştı. Hücre-i saadetin mescidin içerisine alındığı bu genişletmede minare ve şerefeleriyle niş tarzı mihrap, üç yeni unsur olarak eklendi. Ayrıca kıble duvarına celî kûfî hatla Şems süresi veya bu süreden Kur’an-ı Kerim’in sonuna kadar olan kısım yazıldı. Abbasî halifelerinden Mehdî-Billâh 777’de Medine’ye geldiğinde kapasitesini yetersiz bulduğu Mescid-i Nebevî’yi genişletmeye karar verdi. Aynı yıl veya bir sene sonra başlayan faaliyetler 165’te (781-782) tamamlandı. Sadece kuzey yönünde genişletilerek yaklaşık 9309 m2’ye ulaşan mescitteki sütun sayısı 290’a ulaştı. Süslemesine özel bir önem verilen kıble duvarının alt kısmı mermer kaplandı. Üst tarafı ise uzaktan mozaik gibi görünen altın parçalarıyla, doğu ve batı duvarlarının avluya dönük yüzleri renkli dekoratif oymalarla süslendi. Bundan sonra 1068 ve 1121 yıllarında olduğu gibi Medine ve çevresinde meydana gelen depremler veya çıkan yangınlardan dolayı zorunlu olarak veya Mescid-i Nebevî’yi güzelleştirmek için onarım ve yenileştirme faaliyetleri yapıldı. Ancak Memlükler zamanına kadar Mescid-i Nebevî her hangi bir değişikliğe uğramadı. 5 Kasım 1481’de güneydoğu köşesindeki minareye düşen bir yıldırım sebebiyle çıkan yangından Mescid-i Nebevî büyük zarar gördü. Yenilenmesi ve tezyinatının büyük kısmı 1483’te tamamlanan mescidin alanı 9429 m2’ye ulaştı. Batı duvarına bitişik Bâbüsselâm ile Bâbürrahme arasında bir medrese ile ribât inşa edildi. 86 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Medine’nin şehirlemesi ve Mescid-i Nebevî hakkında daha geniş bilgi için M. S. Küçükaşcı’nın Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri Hücre-i Saadet Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlandı. Mescid-i Nebevî ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verildi ve burası daima Hz. Peygamber’in minberiyle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü oldu. Hz. Ömer ve Hz. Osman Mescid-i Nebevî’yi genişletirken hücre-i saadet ile diğer odaları olduğu gibi bıraktılar. Hücre-i saadetin dışındaki diğer odalar Velid zamanındaki genişletmede mescide dâhil edildi. Memlûk Sultanı Kalavun zamanında Hz. Peygamber’in kabri üzerine ilk defa ahşap bir kubbe inşa edildi. Sultan Kayıtbay hücre-i saadetin kubbesini yenileyerek Mescid-i Nebevî’de bazı düzenlemeler yaptı ve hücre-i saadetin kubbesinin yerine daha büyük bir kubbe ile Bâbüsselâm tarafına iki kubbe yapıldı (1476). Ravza-i Mutahhara Mescid-i Nebevî’nin Hz. Peygamber’in kabriyle minberi arasında kalan yaklaşık 330 m2’lik alanını kapsayan bölümüne, ‘tertemiz bahçe’ anlamında Ravza-i Mutahhara denilir. Ravza’da her biri İslâmiyet’in ilk döneminden ayrı bir hatırayı taşıyan Elçiler, Âişe, Muhallaka, Mushaf, Tövbe, Muhâfız gibi adlarla anılan sütunlar yer almaktadır. Mescid-i Nebevî’de en büyük yenileşmeyi gerçekleştiren Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid’in imarında bunların üzerine adları ve Hz. Peygamber’in mescitle ilgili sözleri yazılarak diğer sütunlardan farklı oldukları belirtilmiştir. Minber Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’de cemaate hitap ederken ilk zamanlarda hurma ağacından bir kütüğe dayanıyordu. Sahabelerin Hz. Peygamber’in yüzünü görememeleri ve sesini işitememeleri üzerine 628 veya 629 yılında ılgın ağacından 50 cm. eninde 1,25 m. uzunlukta, 1 m. yükseklikte, arkasında üç sütunu bulunan üç basamaklı ilk minber konuldu. İlk halifeler Resûl-i Ekrem’e saygılarından dolayı bir tahta parçasıyla kapatılan üçüncü basamağı kullanmadılar. Hz. Osman zamanında Hz. Peygamber’in minberinin üzerine kubbe yapıldı, kumaşla örtüldü ve basamakları abanoz ağacıyla kaplandı. Muâviye b. Ebû Süfyân devrinde minbere altı basamak daha eklendi. Mescid-i Nebevî’ye en son III. Murad’ın yolladığı mermer minber konuldu (1590). Osmanlı selâtin camilerinde benzerleri görülen, üzerinde zarif altın tezyinatlı kubbenin yer aldığı, yaklaşık 7 m. yüksekliğindeki bu minber süsleme ve tezyinat bakımından bir şaheser olup halen Ravza-i Mutahhara’nın batısında Hz. Peygamber’in mihrabının sağında ve minberinin yerindedir. Mihrap Başlangıçta Mescid-i Nebevî’nin bir mihrabı yoktu. Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yer belliydi. Ömer b. Abdülaziz Mescid-i Nebevî’yi imar ederken ön duvara oyulmuş niş tarzında bir mihrap ilâve etti. Bu daha sonra Resûl-i Ekrem’in mihrabı olarak meşhur oldu. Velid b. Abdülmelik ve Mehdî-Billâh dönemlerinde yapılan Hücre-i saadetin üzerine yaptırılan kubbe, ‘kubbetü’lhücre’ veya ‘kubbetü’n-nûr’ adıyla meşhurdur. Haremeyn işlerine büyük önem veren Sultan II. Mahmud’un emriyle hücre-i saadetin üzerine taştan yeni bir kubbe yapıldı, kurşunla kaplanarak yeşile boyandı. Günümüze kadar gelen ve Mescid-i Nebevî’nin simgesi olan bu kubbeye renginden dolayı yeşil kubbe anlamında ‘Kubbetü’l-hadrâ’ denilir. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 87 düzenlemelerde mihraba giden revakın tezyinatına özel bir önem verildi. Çok dengeli çizgiler taşıyan, sağında imamın girmesi için bir kapısı bulunan mihrabın üstü altın tezyinatlı bir kubbe ile örtüldü. Mescid-i Nebevî’de Hz. Peygamber’in mihrabından başka mihraplar da vardı. Hz. Osman’ın mihrabı olarak bilinen maksurenin kuzeyinde Hz. Peygamber’in gece namazı kıldığı yerde Sultan Kayıtbay ve Sultan Abdülmecid devirlerinde yenilenen “mihrâbü’t-teheccüd” yer alır. Mushaf konulan ahşap dolabı dışında bugün de mevcut olan bu mihrabın üzerinde altın süslemeler ve teheccüd âyetleri yazılıdır. Gece namazı mihrabının önünde ve hücre-i saadetin arkasında maksure içinde Hz. Peygamber’in mihrabına benzer şekilde süslenen Hz. Fâtıma’nın mihrabı yer alır. Mescid-i Nebevî’de farklı mezhepler için ayrı ayrı mihraplar da konulmuştur. Mahfil Mescid-i Nebevî’ye ilk mahfili (maksure) Hz. Ömer’in namaz kıldırırken şehid edilmesini dikkate alan Hz. Osman yaptırdı. Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in minberinin kuzeyinde Bilâl-i Habeşî’nin müezzinlik yaptığı yerde bulunan müezzin mahfili ‘makberiyye’ adıyla meşhurdur. İlk zamanlarda basit ve sade yapıda ahşap olan mahfil, Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından kare planlı ince ve zarif dört direkten bir kaide üzerine tamamı mermerden yapıldı. Ardından bazı tamir ve tadilâttan geçirilen müezzin mahfilinin en son tamiratı 1983’tedir. Minare Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında, Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumak için iple tırmanarak çıktığı ‘üstüvane’ denilen bir yer vardı. Minarenin ilk şekli olarak düşünülebilecek silindir biçimindeki bu yerin dışında ezan okumak için mescidin çevresindeki bazı yüksek yerler de kullanılıyordu. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevî’yi genişletirken dört köşesine yaklaşık 26 m. yükseklikte dört minare yaptırdı. 716’da Emevîlerden Süleyman b. Abdülmelik’in güneybatı köşesindeki minareyi şerefesinin mesken mahremiyetine zarar verdiği gerekçesiyle yıktırmasıyla, Mescid-i Nebevî yüzyıllar boyunca üç minareli olarak kaldı. 5 Resim 4.2 Mescid-i Nebevî’nin içindeki Ravza-i Mutahhara, hücre-i saadet ve kabirlerin yerleşim planı. Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 431. 88 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kasım 1481’de mescidin güneydoğu köşesindeki minarenin bir kısmının yıldırım sebebiyle yıkılmasının ardından bütün minareler tekrar yapıldı. Bunlardan bugün hâlâ ayakta duran, Memlük sanatının en önemli örneklerinden olan başmüezzinin ezan okuduğu minare ‘Reîsiyye’ adıyla ünlüdür. Osmanlı döneminde 1540’ta mescidin kuzeydoğusundaki minare yıkılarak yerine 4,65 x 4,65 metrelik kaide üzerinde yaklaşık 70 m. yükseklikte Kanunî Sultan Süleyman’a nisbetle ‘Süleymâniye’ adlı üç şerefeli bir minare inşa edildi. Abdülmecid’in imarı sırasında kuzeybatıda Mecidiye, güneybatıda Bâbüsselâm, batıda ise Bâbürrahme diye anılan minareler yapıldı. Mescidin Reîsiyye dışındaki minareleri tamamen Osmanlı tarzını yansıtmaktaydı. Mescid-i Nebevî’nin 1994’te tamamlanan son imarında minare sayısı ona çıkarıldı. Kapılar Mescid-i Nebevî’nin ilk yapımında batı tarafında Bâbürrahme (Bâbüâtike), doğu tarafında Bâbücibrîl (Bâbüosman) ve güney tarafında Bâbülcenûbî adlarıyla üç kapısı vardı. Kıblenin değişmesinden sonra güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Hz. Peygamber, hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını istediğinden bu kapı genişletmelerde korunarak mescit dışına yer altından bir geçit konuldu. Hz. Ömer zamanında kapı sayısı altıya çıkarıldı. Mescid-i Nebevî’nin kapıları, genişletmeler sırasında daha ileriye alınmaları dışında Mehdî zamanındaki imara kadar herhangi bir değişikliğe uğramadı. Bu dönemde doğu ve batı duvarlarında sekizer, güney ve kuzey duvarlarında dörder olmak üzere kapı sayısı yirmi dörttü. Kanunî Sultan Süleyman devrinde yenilenen Bâbürrahme’nin sağ ve sol tarafına Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderildiğini belirten âyetten sonra Kanûnî’den Osman Bey’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının adları yazıldı. Günümüzde Mescid-i Nebevînin kırk bir ana giriş ve çıkış noktası bulunmaktadır. Diğer Bölümleri İnşasından itibaren Mekke’deki Mescid-i Haram gibi şehrin gündelik hayatının merkezi olan Mescid-i Nebevî’nin ortasında kum ve çakıl dökülmüş, iki tarafına hurma ağaçlarının dikildiği, daha sonra ‘kumluk’ adıyla meşhur olan üzeri açık bir avlusu vardı. Halkın toplantı ve buluşma yeri olan bu avluda ikindiden sonra başlayan hareketlilik yatsı sonuna kadar devam ederdi. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde mescidin arka tarafında kadın ve erkeklere ait birer sofa bulunuyordu. Hz. Ömer, mescidin doğu tarafındaki avlusunun kuzeyine Butayha adı verilen bir mekân yaptırarak, sohbet etmek, serbest konuşmak ve şiir okumak isteyenlere tahsis etti. Mescid-i Nebevî’nin çeşitli yerlerine erken dönemden itibaren su getirilmiştir. 1326’da Medine’yi ziyaret eden İbn Battûta hücre-i saadetin kuzeyinde mermer bir havuz bulunduğunu, Bâbüsselâm’in yanındaki Aynüzzerkâ kaynağından gelen çeşmeye de bir merdivenle inildiğini kaydeder. Memlûk Sultanı Kalavun çeşmenin yanına bir şadırvan inşa ettirmiş, bu şadırvan 1837’de yenilenmiştir. Aynı yıl Bâbürrahme civarında I. Ahmed tarafından yaptırılan sebil ve fıskiye de onarılmıştır. Mescid-i Nebevî ilk zamanlarda hurma dallan yakılarak aydınlatılıyordu. Ashaptan Temîm ed-Dârî, Suriye’den Medine’ye gelirken beraberinde kandil ve yağ getirmesiyle mescit aydınlatılmaya başlandı. Hz. Ömer zamanında Mescid-i Nebevî’ye büyük kandiller asılarak buhurdanlıklar konuldu. Daha sonra kandil, fener, mum ve meşale gibi aydınlatma araçları kullanılarak bunlar için özel tahsisatlar ayrıldı. Mescid-i Nebevî’de ilk defa 1908 yılında elektrik kullanıldı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 89 Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında gerçekleştirilen imarın ardından Mescid-i Nebevî’ye ilk kitabe konuldu. Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh devrinden itibaren mescidin imarıyla ilgili her türlü faaliyet bir kitabe ile kayıt altına alınıyordu. Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları Vahyin en çok geldiği mekânların başında gelen Mescid-i Nebevî, Hz. Peygamber’in ibadet ve ziyaret maksadıyla yolculuk yapılmaya değer olduğunu belirttiği diğerleri Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa olmak üzere üç mescitten biridir. İslâm’ın ilk döneminde Mescid-i Nebevî bütün resmî faaliyetlerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı olması dolayısıyla siyasetin, muallimlik vasfı sebebiyle eğitimin, ordu kumandanı olarak askerî teşkilâtın, kadılık vasfıyla adalet teşkilâtının merkeziydi. Ayrıca Suffe başta olmak üzere bazı kişiler için barınma yeri, misafirhane ve sosyal yardım mahalli olarak da kullanılıyordu. Çeşitli Arap kabilelerine mensup heyetler Elçiler sütununda kabul edilir, bazıları mescidin içerisinde kurulan çadırlarda ağırlanırdı. Rufeyde el-Ensâriyye adlı hanım Mescid-i Nebevî’de yaralı ve hastaları tedavi ederdi. Hz. Peygamber’in hukuki problemleri çözerken oturduğu yer ‘kaza revakı’ adıyla meşhurdu. Gerektiğinde münadiler çıkarılarak halk mescide toplanır ve önemli konularda bilgilendirilirdi. Mescidin minberi sadece hutbe okumak için değil halka yapılacak konuşmalar, halifelere biat gibi merasimler için de kullanılırdı. Emevî Halifesi Abdülmelik zamanından itibaren başşehirden gönderilen Kâbe örtüsü Mescid-i Nebevî’de teşhir edildikten sonra Mekke’ye gönderilirdi. Mescid-i Nebevî’nin ilk imamı, hatip ve vaizi olan Hz. Peygamber’den sonra bu görevler halifeler, hilâfet merkezinin Dımaşk’a nakledilmesinden sonra da valiler tarafından üstlenildi. Mescid-i Nebevî’ye yapımından itibaren başta müezzin olmak üzere çeşitli alanlarda görevliler tayin edildi ve Hz. Osman zamanından itibaren maaş verilmeye başlandı. Emevîler döneminde görevlilerin sayısı arttırılarak çalışma alanları çeşitlendi. Mescidin bakım ve onarımını yapmak, burada yürütülecek dinî hizmetlerle eğitim ve öğretim faaliyetlerinin masraflarını karşılamak için Emevîler döneminden itibaren çeşitli vakıflar tesis edildi, zamanla ortadan kalkan bazı vakıfların yerine yenileri kuruldu. Resim 4.3 Medine’yi gösteren eski bir kartpostal 90 İslam Tarihi ve Medeniyeti I HZ. MUHAMMED’İN MÜSLÜMANLARIN İMAN, AHLAK, GÖNÜL VE AKIL DÜNYALARINDAKİ YERİ Adları İslâm Peygamberi, Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir ve Âkıb olmak üzere kendine özgü beş adının bulunduğunu ve bunların daha önce kullanılmadığını söylemiştir. Hz. Peygamber’in Muhammed’den sonra en çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu ad da ‘hamd’ kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bir yerde geçmekte ve burada, Hz. İsa’nın İsrâiloğulları’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir. Yuhanna İncili’ndeki Parakletos kelimesiyle de Ahmed adının kastedildiği ifade edilmektedir. Mâhî adı küfrün onun eliyle yok edileceğini, Haşir kıyamet gününde insanların onun ardından giderek haşrolacağını, Âkıb da kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğine işaret etmektedir. 300’ü aşkın isim ve sıfatı müstakil kitaplarda bir araya getirilen Hz. Peygamber’in yaygın adlarından biri de seçilmiş anlamında bir sıfat olan Mustafa’dır. Fiziki Özellikleri Hz. Peygamber’in fiziksel özelliklerini, özel hayatını ve ahlakını anlatan eserlere huy, tabiat, ahlak gibi anlamlara gelen şemâil denilir. Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini anlatan edebî eserlerle aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhaların adı ise hilyedir. Hilyenin özellikle Türk edebiyat ve sanatında en güzel örnekleri verilmiştir. Peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türklerin bu sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen bir şevkle edebiyat ve sanatlarına aktarmış olmaları bunun en önemli sebebidir. Divan edebiyatında hemen her şair Hz. Peygamber’i öven bir naat kaleme almıştır. Sahabelerin Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini kendi bilgi, anlayış ve yetişmişlik dereceleri nispetinde tespit etmeye çalışmaları hilye konusunda değişik rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Buna göre, Hz. Peygamber iri yapılı ve heybetliydi. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, bazen kulak memesini geçen saçları hafif dalgalıydı. Beyaz tenli, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince ve hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürürdü. Hz. Peygamber güler yüzlüydü ve ilk bakışta insana güven veren bir görünümü vardı. Medine’ye hicret esnasında onu ilk defa gören Yahudi bilginlerden Abdullah b. Selâm bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını söyleyerek ailesiyle birlikte Müslüman olmuştu. Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özellikleri hakkında daha geniş bilgi için A. Yardım’ın Peygamberimiz’in Şemâili adlı eserine başvurabilirsiniz. Eşleri ve Çocukları Hz. Peygamber’in ikisi Mâriye ve Reyhâne adlı câriyeler olmak üzere değişik zamanlarda on iki eşi oldu. Hz. Peygamber’e ilk inanan kadın olan ve İslâmiyet uğrunda bütün servetini ortaya koyarak eşini destekleyen Hz. Hatice ilk eşi ve İbrahim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Onun vefatından sonra Hz. Peygamber ilk Müslümanlardan beş çocuk annesi Sevde ile evlendi ve üç yıl boyunca yalnız onunla Muhammed, Hz. Peygamber’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de kırk yedinci sürenin ismi de olan Muhammed dört yerde geçer. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 91 evli kaldı. Hz. Peygamber’in bakire olarak aldığı tek eşi 624 yılında evlendiği Hz. Aişe’dir. Hz. Peygamber 625’den itibaren Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme, Cüveyriye bint Hâris, Zeyneb bint Cahş, Reyhâne bint Şem’ûn, Ümmü Habîbe, Safıyye bint Huyeyy, Meymûne bint Haris ve Mâriye ile evlendi. Hatice, Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanır. Kocasının ölümü üzerine dul ve desteksiz kalan ve İslâm’a bağlılıkta sebat eden hanımları himayesine alarak onları ödüllendirme, Arapların içinde yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmeye fiilen öncülük etme, ashabın ileri gelenleriyle, köklü Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık kurarak İslâm toplumunun bütünleşmesini sağlama ve peygamberlik konumunu güçlendirme gibi amaç ve sebepler sayılabilir. İslâm Peygamberi’nin getirdiği yeni vahiy şüphesiz erkekler kadar hanımları da ilgilendiriyordu. Onlara yönelik tebliğlerde Hz. Peygamber’in eşleri eğitici ve öğretici görevi ifa ediyorlardı. Özellikle kadınlara has olup erkeğe sormaktan kaçınacakları şeyler hususunda Resül-i Ekrem’in hanımları birer bilgi ve fetva mercii olarak hizmet görüyordu. Âişe, ensâb ilmini ve Arap edebiyatını iyi bilen Hz. Ebû Bekir’in kızı olarak ilim ve kültür atmosferinde yetişti. Müminlerin anneleri sayılan Peygamber eşleri arasında O’nun özel hayatının bilinmesine en büyük katkıyı yaparak en çok hadis rivayet eden yedi sahabe arasında yer aldı. İlim bakımından Hz. Âişe’den sonra gelen ve hanımlarından en son vefat eden Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği hadis üç yüz yetmiş sekizdi. Sevde beş, Hafsa altmış, Cüveyriye yedi, Zeyneb yirmi, Ümmü Habîbe altmış beş, Safiyye on, Meymûne yetmiş altı hadis rivayet ederek hanımların ilimle uğraşmalarının da öncüsü oldular. Hz. Peygamber’in üçü (beş) erkek, dördü kız olmak üzere yedi (dokuz) çocuğu vardı. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kâsım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk vefat eden çocuğu Kâsım’ın ne kadar yaşadığı belli değildir. Kâsım’dan sonra sırasıyla Zeynep, Rukiyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Mekke döneminde en son doğan Abdullah ise hicretten önce vefat etti. Bu dönemde Hz. Peygamber’in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlunun daha dünyaya geldiği, ancak bunların iki ayrı çocuk olmayıp Kâsım ile Abdullah’ın lakapları olduğu da rivayet edilmektedir. Resûl-i Ekrem’in Medine döneminde Cariyesi Mâriyetü’l-Kıbtiyye’den doğan ve iki yaşına gelmeden vefat eden İbrahim haricindeki bütün çocukları Hz. Hatice tarafından dünyaya getirilmiştir. Hz. Peygamber’in soyu kendisinden altı ay sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla sürmektedir. Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz. Ali’nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin adlı torunlarıyla onların soyundan gelenlere seyyid ve şerif denir. Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini iddia eden sahte seyyid ve şeriflere ise müteseyyid denilir. Seyyyid ve şeriflere yönelik bazı hizmetler için nakîbüleşrâf adlı görevliler tayin edilmiştir. Bunlar seyyid ve şeriflerin şecerelerini kaydederek toplumda statü ve asaletlerinin görünürlük kazanması için çaba gösterirlerdi. Hz. Muhammed’in Misyonu ve Kişisel Özellikleri Peygamberlerin gönderilişinin başlıca amacı, gönderildikleri toplumları Allah’ın iradesi doğrultusunda zihnî ve amelî planda değiştirme ve dönüştürmedir. Çünkü peygamberler vahiy yoluyla kendilerine bildirilen inanç, ibadet, ahlak ilkelerini tebliğ etme yanında bunların anlaşılması ve uygulanması hususunda insanlara model olma sorumluluğu da taşırlar. Bundan dolayı diğer peygamberler gibi 92 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in görevi de sadece kendisine verilen vahyi tebliğden ibaret değildir. Kur’an-ı Kerim’de peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturan Hz. Muhammed’in fert ve toplumları manevi arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma ve yeni bir toplum modeli oluşturma görevini üstlendiği vurgulanır. Hz. Peygamber’e bağlı olanlar da ona uyup emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğu taşıdıkları gibi onun davranışlarına tâbi olarak örnek almakla yükümlüdürler. Batı dünyasında din ile hayatın maddi alanlarını birbirinden ayıran yaygın anlayış, İslâm Peygamberi’nin sosyal misyonu ve tarihsel rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmektedir. Batı dünyası yüzyıllar boyunca mücadele ettiği rakip uygarlığın kurucusu gördüğü Hz. Muhammed hakkında Ortaçağ boyunca teşekkül eden ön yargılar ve olumsuz bakış açısından hâlâ kurtulamamıştır. Kur’an’da Hz. Muhammed 170 ayette diğer peygamberlerle birlikte çoğul olarak, 241 ayette de bizzat yer alır. Seksen altı ayette Allah ve Muhammed kastedilerek bir arada zikredilirken, on yedi ayette de ‘bizim resulümüz’, ‘O’nun resulü’ anlamındaki terkipler şeklinde geçer. Ayrıca ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Peygamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı binleri bulmakta, doğrudan ona yönelik hitapların sayısı da üç yüzü aşmaktadır. Ezan içinde yer alan Muhammed adı yirmi dört saatin her anında Allah ismiyle birlikte anılır. Buna çeşitli vesilelerle tekrarlanan kelime-i tevhit ve kelime-i şehâdet, farz namazlardan önceki ikamet, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Salli ve Bârik dualarında Hz. Peygamber’in adının tekrar edilişi eklenmelidir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki çok özel konumunu göstermektedir. Bu bakımdan İslâmiyet’i benimsemiş bir kimse için çok özel duygu ve düşünce içinde olması gereken Hz. Muhammed her hangi bir peygamber konumunda değildir. İslâm’da iman esasları Allah’a, peygamberlere ve ahiret gününe iman şeklinde önce üç, sonra kelime-i şehâdette belirtildiği üzere Allah’a ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman şeklinde iki, son olarak da Allah’a iman şeklinde tek bir esasta özetlenir. Buna göre Hz. Peygamber’e iman Allah’a imana ulaşmanın yoludur. Bu bakımdan Hz. Peygamber’e iman onu yakından tanımayı, şahsiyetine güven duymayı, yaptıklarını ve söylediklerini benimsemeyi ve bunları kendi dünyasına mal etmeyi gerektiren bir duygudur. İmanın arkasından Hz. Peygamber’e itaat edilmesi gelir. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli olurken, Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır. Çünkü Allah kendisine itaatle beraber Hz. Muhammed’e de itaati emretmiştir. Bundan dolayı itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusu olup, kadın ve erkek tüm Müslümanların şiarıdır. İman ve itaatin ardından tâbi olma gelir. Kur’an-ı Kerim bir kimsenin Allah’ı sevip sevmediğinin ölçüsünü Hz. Peygamber’e uyup uymadığıyla ilişkilendirmekte ve bunu Peygamberi’nin ağzından söyletmektedir (Âl-i İmrân 3/31). Aynı şekilde Kur’an’da Hz. Peygamber’e salâtüselâm getirerek manevi şahsiyetinin selamlanması emredilir. Hz. Muhammed’in peygamberlik tasarrufunun sürekli ve kesintisiz olduğunu gösteren bu emirle onun buyruklarına tam anlamıyla boyun eğme ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi anlamıa gelmektedir. Bir şeye verilen değerin ölçüsünü ona karşı beslenen sevginin derecesi ortaya koyar. Her sevgi özü itibarıyla birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber insanların Allah’ı tanımalarına ve sevmelerine aracı olduğuna göre hem yaratanı hem yaratılmışı seven bir insandır. Bundan dolayı Peygamber sevgisi, “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 93 olamaz” mealindeki hadis çerçevesinde en üst tazim ve hürmet derecesinde olması gerekir. İslâm’da Peygamber sevgisine büyük önem verilmekle birlikte bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi yer alır. Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek İslâm’ı benimseyen herkesin önemli görevlerinden biridir. Zira İslâm Peygamberi taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir. Bu bakımdan Türk kültüründe Allah sevgisi birinci sırada, Peygamber sevgisi ikinci sırada, Ehl-i beyt sevgisi üçüncü sırada ve Vatan sevgisi dördüncü sırada gelir. Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiğinden hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlakla donatılmıştır. Hz. Âişe, onun ahlakının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtirken, Hz. Peygamber de Allah tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. İlahî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde Allah’ın yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşayan Hz. Peygamber, mükemmel imanın güzel ahlaklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. Başkalarına tavsiye ettiği ahlak ilkelerini hayatı boyunca uygulaması bunların daha çok benimsenmesini sağlamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan doğal yaşama biçimi, ahlakının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınmasına sebep olmuştur. Endülüslü bilginlerden İbn Hazm âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, ahlak güzelliklerini kazanmak ve erdemlerle donanmak isteyenlerin Hz. Peygamber’i örnek almaları gerektiğini belirtir. Hz. Muhammed in davranışlarının örnek alınması sadece dinî etkenlere bağlı olmayıp Peygamber hâtırasına duyulan derin saygı ve ona karşı beslenen vefa duygusudur. Hz. Peygamber’in tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlendirilmektedir. Bu özellik sadece Hz. Peygamber’e bahşedilmiştir ve onun çağrısı Asr-ı saadetteki muhatapları yanında bütün insanlığadır. Hz. Peygamber güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, hayâ, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti. Seçkin özelliklerinden birisi de ümmî olmasıdır. Karakteri, ahlakı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhsal ve düşünsel olgunlukla donatılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Muhammed’in, insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu rehberlik ve önderlik misyonunun bir gereğidir. Arap dilinde “ümm” ana, “ümmi” de anasından doğduğu gibi kalan okuyup yazması olmayan kimse demektir. Ümmilik sıradan kimseler için bilgi eksikliğini ifade eden bir sıfattır. Hz. Peygamber’e nispet edildiği zaman ise bir eksiklik değil yetkinlik ve eksiksizlik anlamındadır. Onun bütün bilgi ve görgüsü Allah tarafından verilmiş bir mevhibe-i ilahiyedir. İslâm Peygamberi’nin önemli mucizelerinden olan bu hususu ünlü şâir Fuzûlî şöyle özetler: Bâkî mucizeler ne hâcet vasf-ı hak isbâtına, Câhil iken el, senin ilmin yeter burhân sana. 94 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in Mirası Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed Mekke’de önce dedesinin, ardından da amcasının himayesinde büyüdü. Gençliğinde önce çobanlık daha sonra da ticaretle uğraşarak amcasının bütçesine katkı yaptı. Hz. Hatice ile evlendikten sonra da ticaret hayatı sürdü. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Hicretten sonra bir süre diğer muhacirler gibi ensar tarafından ağırlandı. Bedir Gazvesi’nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren ayet Hz. Peygamber ve ailesinin başlıca geçim yolunu belirledi. Savaşa katılan asker sıfatıyla, gaziler arasında paylaştırılan ganimetten kendisine düşen hisseyi alan Hz. Peygamber, taksimden önce tercihine bırakılan komutanlık hakkı hususunda ise, kılıç, at, vb. gibi sembolik bir tercih yapar, hiçbir şekilde maddi değeri fazla olan bir mal almazdı. Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı. Fey adı verilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da eklendi. Zekâtın ve vergi gelirlerinin kendisi ve aile fertleri için kullanılmasını doğru bulmayan Hz. Peygamber, sadece kendisine verilen hediyeleri kabul ederdi. Son derece gösterişsiz bir hayat tarzını benimseyen Hz. Peygamber, elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nadir görür, çok defa arpa ekmeği yerdi. Hiçbir zaman dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermedi. Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi. Genellikle hasırın üzerinde yatar, onun vücudunda iz bırakması sahabelerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. Kendisini kimseden üstün görmez, herkesin yaptığı işi o da yapardı. Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir Yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpanın az bir kısmı kalmıştı. Tereke olarak da sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç parça araziden başka geride para veya mal olarak zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Hz. Peygamber savaşsız ele geçirilen ve hukukî bakımdan tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine’deki bir bağı ve Hayber arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine miras kaldığını düşünüyordu. Bu amaçla müracaat ettiği Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber’in, “Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal sadakadır.” sözünü aktardıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi bu vakıf maldan Muhammed ailesi yiyerek istifâde edebilir. Ancak bundan fazla hakları yoktur.” Hz. Peygamber’in liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişti ve kabileler hâlinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşerek millet oldu. Bu bakımdan Hz. Peygamber, maddi bir miras bırakmamasına karşılık, bütün insanlığa, onların kurtuluşunu sağlayacak, hidayet ve selamete kavuşturacak Kur’an ve Sünnet’ten meydana gelen büyük bir manevi miras bıraktı. Bu iki kaynak etrafında şekillenen İslâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini aldı. Medine’de başlayan medeniyet hamlesi tüm dünyaya yayıldı. Hz. Peygamber’den geriye ne kalmıştır? Araştırınız. 4 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 95 Özet Hicretten sonra Yesrib’deki medeni gelişmeleri tanımlayabilmek Hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahip olan Medine’de kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenîleşmesi arasında paralellik kuruldu. Olumsuz anlamlar ifade eden Yesrib adı medenîleşmeye vurgu yapan Medine ile değiştirildi. İdare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Hz. Peygamber’in liderliğinde birtakım idarî düzenlemelerin yapıldığı Medine devletin başkent oldu. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere planlandı ve bazı yapılar korundu. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fizikî yapısına sosyal ve kültürel çok amaçlı binalar ilave edildi. Türkler arasında Cennetü’l-bakî adıyla meşhur olan Baki mevkii mezarlık olarak şehir planına katıldı. Muhacir ve ensar kardeşliğinin sosyal hayattaki yansımalarını fark edebilmek Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren icraatlarından birisi de muhacir ile ensar arasında kardeşlik bağı kurulmasıdır. Kardeşleştirme toplumda bütünleşmeyi gerçekleştirmiş ve sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük kolaylıklar getirmiştir. Her iki zümrenin ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlikteliğini sağlamıştır. Müslümanların Medine’nin iktisadi hayatında söz sahibi olmasına yol açmıştır. Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek sohbetlerinden daha çok istifade edilmiştir. Mescid-i Nebevî’nin Medeniyet Tarihi bakımından önemini kavrayabilmek İslâm medeniyet tarihi bakımından en önemli müesseselerden olan Mescid-i Nebevî’nin inşası hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden olup şehirleşmenin dönüm noktalarından birisidir. Medine’deki bütün faaliyetlerinin merkezinde yer alan Mescid-i Nebevî fonksiyonları bakımından sonraki dönemde kurulan camilere örnek olmuştur. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesiyle ilgili yapılan faaliyetler şehrin fizikî yapısında önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Bazı bilginler Hz. Peygamber buraya defnedildiğinden yeryüzündeki en faziletli mescit olarak saymaktadırlar. Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özelliklerini açıklayabilmek Hz. Peygamber iri yapılı ve heybetliydi. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Yürürken sakin fakat hızlı ve vakarlı yürürdü. Güler yüzlüydü ve ilk bakışta insana güven veren bir görünümü vardı. Gönlü, şefkat ve merhamet doluydu. Çocukları çok sever, gençlerle ilgilenir, yaşlılara, hanımlara ve özürlülere son derece nazik davranırdı. Hz. Peygamber, sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç parça araziden başka maddi bir miras bırakmamıştır. Onun en büyük mirası Kur’an ve Sünnet’tir. Liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasi yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Vefatından sonra takipçileri davetini daha geniş alanlara ulaştırdı; Medine’de başlayan medeniyet hamlesi tüm dünyaya yayıldı. 1 3 4 2 96 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Yahudilerin Yesrib’e yerleşmelerinin aşağıdakilerden hangisiyle ilgisi yoktur? a. Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Süleyman Mâbedi’ni yıkması b. Filistin’in Romalılar tarafından işgal edilmesi c. Yesrib’in ekonomik bakımdan gelişmemiş olması d. Suriye’nin Yunanlılar tarafından işgal edilmesi e. Tevrat’ta geleceği bildirilen peygamberin Yesrib’e hicret edeceğinin kaydedilmesi 2. Aşağıdakilerden hangisinin hicretten önce kendilerine ait çarşıları vardı? a. Amâlika b. Evs c. Hazrec d. Kurayzaoğulları e. Kaynukaoğulları 3. Buâs Savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında olmuştur? a. Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları b. Evs ile Kurayzaoğulları c. Hazrec ile Kaynukaoğulları d. Evs ile Hazrec e. Nadiroğulları ile Kurayzaoğulları 4. Aşağıdakilerden hangisi hicretten hemen sonraki faaliyetlerden biri değildir? a. Muahât yapılması b. Çarşı yerinin belirlenmesi c. Mescid-i Nebevî’nin inşası d. Mezarlık yerinin belirlenmesi e. Beş vakit namazın farz olması 5. Aşağıdakilerden hangisi zamanında Mescid-i Nebevî her hangi bir değişikliğe uğramamıştır? a. Mehdî-Billâh b. Hz. Osman c. Hz. Ebû Bekir d. Hz. Ömer e. Velid b. Abdülmelik 6. Mescid-i Nebevî’ye ilk defa minare aşağıdakilerden hangisi tarafından yaptırılmıştır? a. Hz. Osman b. Ömer b. Abdülaziz c. Velid b. Abdülmelik d. Hz. Ömer e. Mehdî-Billah 7. Aşağıdakilerden hangisi Mescid-i Nebevî’nin fonksiyonlarından biri değildir? a. Spor b. Eğitim c. Adalet d. Sağlık e. Askerlik 8. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in çok evliliğinin sebeplerinden biri değildir? a. Bazı Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık bağı kurmak b. Bazı Müslüman hanımları himaye altına alarak onları ödüllendirmek c. Dinî hükümlerinin bir kısmının eşleri vasıtasıyla topluma aktarmak d. Arapların içine yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmek e. O dönemde kadın sayısının erkeklerden fazla olması 9. Hz. Peygamber’in kendisinden sonra vefat eden çocuğu aşağıdakilerden hangisidir? a. Ümmü Gülsüm b. İbrahim c. Fatıma d. Kasım e. Zeynep 10. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in geçim vasıtalarından biri olmamıştır? a. Barış yoluyla ele geçirilen arazilerden elde edilen gelir b. Zekat c. Kendisine takdim edilen hediyeler d. Çobanlık e. Ticaret 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 97 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Hicretten Önce Medine’nin Siyasî ve Sosyal Yapısı” konusunu yeniden okuyunuz. 2. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı “ konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Hicretten Önce Medine’nin Siyasî ve Sosyal Yapısı” konusunu yeniden okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı “ ile “ Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler” konusunu yeniden okuyunuz. 5. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî” konusunu yeniden okuyunuz. 6. b Yanıtınız doğru değilse “Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları” konusunu yeniden okuyunuz. 8. e Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Eşleri ve Çocukları” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Eşleri ve Çocukları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Mirası” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hicret sırasında Yesrib’de Yahudi kabileleri Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr ile Kahtânî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri yaşıyordu. Şehrin yönetiminde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenekleri hâkimdi. Bazen birbirleriyle savaşan Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde kendi mahallelerinde yaşıyorlardı. Sıra Sizde 2 Hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözülerek bazı iç düzenlemeler yapıldı. Şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri Müslim unsurların Medine dışında yaşayanlarla iş birliğini engellemek üzere, şehirdeki bütün unsurlarının katılımıyla siyasi birliğin temelini atan Medine vesikası kaleme alındı. Muhacir ve ensar arasında kardeşlik bağı kuruldu. Her iki zümrenin ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlik olmaları sağlandı. Ayrıca birtakım idari düzenlemeler yapılarak oluşan yeni siyasi-hukuki yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilatlanma gerçekleştirildi ve Medine devletin başşehri oldu. Sıra Sizde 3 Hicretten sonra kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmaya çalışıldı. İdare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medeni hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere düzenlendi ve bazı yapılar korundu. Planlanması ve kıble tespiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescitler inşa edildi. Baki mevkii mezarlık olarak şehir planına katıldı. Sıra Sizde 4 Hz. Peygamber’den geriye daha önce bir Yahudi’ye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpanın az bir bölümüyle, bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı bir arazi kalmıştı. Hz. Peygamber’den geriye maddi olarak zikredilmeye değer bir miras kalmamasına karşılık, bütün insanlığın kurtuluşunu sağlayacak, hidayet ve selamete kavuşturacak ve hiçbir alternatifi olmayan Kur’an ve Sünnet’ten meydana gelen büyük bir manevi miras kaldı. Yararlanılan Kaynaklar Yardım Ali (1997). Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), I-II, Kahire. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-II, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Semhûdî (1955), Vefâ’ü’l-vefâ bi-ahbâri dâri’lMustafâ (nşr. M. M. Abdülhamid), I-IV, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Amâlika”, “Âmentü”, “Medine”, “Mescid-i Nebevi”, “Muhammed”, “Salâtü Selâm”, “Sâlim b. Avf ”, “Seyyid”, “Şemâil” maddeleri. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in Müslüman oluş süreçlerini anlatabilecek, Hilafet kurumunun oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilecek, Ridde olaylarıyla ilk İslâm fetihlerini özetleyebilecek, İlk iki halife devrinde devlet organlarının gelişim sürecini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Halifelik, Sıddîk, Emîru’lmüminîn, Fârûk • Ridde Olayları, Mütenebbî • Fetih, Yermûk, Ecnâdeyn, Kâdisiye, Nihavend • Divan, Haraç, Ticaret Malları Vergisi, Fey İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) • HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN KAVRAMI • HZ. ÖMER DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN KAVRAMI Hz. Peygamber’in biri vahiy yoluyla aldığı Kur’an-ı Kerim ayetleriyle İslâmiyet’in esaslarını insanlara tebliğ etme ve öğretme, diğeri bu esasları bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkincisini yerine getirirken hicretten sonra Medine’de kurmayı başardığı devletin başkanlığını yaptı. Bununla birlikte İslâm kaynakları, günümüzde bazı araştırmacıların Medine Şehir Devleti veya İlk İslâm Devleti dedikleri bu siyasî yapılanmaya bir ad koymadıkları gibi, Hz. Peygamber için kullandıkları çeşitli ad ve sıfatların yanında onun devlet başkanı olduğunu gösteren bir unvan veya sıfattan söz etmezler. Vefatıyla birlikte son peygamber olan Hz. Muhammed’in ilk görevi sona erdi. Ancak devam edecek ikinci görevi için yerine kimin geçeceğini toplum belirlemek zorundaydı. Bu sebeple vefatının Müslümanlar üzerinde bıraktığı büyük üzüntü ve şaşkınlık sürerken onun yerine devletin başına kimin geçeceği tartışması hemen başladı. Halife seçilen Hz. Ebû Bekir’e Hz. Peygamber’in ikinci görevini yüklenmesinden dolayı devlet başkanlığına yani emirliğe karşılık gelen Allah elçisinin halifesi anlamında ‘halîfetü Resûlillâh’ unvanı verildi. Hz. Ebû Bekir İslâm Peygamberi’nin halefi olması sebebiyle sahabe tarafından kendisine verilen bu unvana itiraz etmedi. Fakat Allah’ın halifesi anlamında ‘halîfetullah’ unvanını ise uygun görmedi. İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan (632), daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetleriyle sürüp, Hz, Ali ile sona eren döneme Hulefâ-yi Râşidîn dönemi denilir. Hulefâ “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” anlamında olup devlet başkanı için kullanılan halife kelimesinin çoğuludur. Râşidîn ise “doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş” anlamındaki râşid kelimesinin çoğuludur. Hz. Peygamber bir hadisinde kendisinden sonra yaşayacaklara hitaben, “Herhangi bir ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-yi râşidînin sünnetine uymaktır” demiştir. Hadiste geçen ‘hulefâ-yi râşidîn’ ifadesinden, ilk dört halifenin kastedildiği yaygın kanaattir. Öte yandan yine Hz. Peygamber’e nisbet edilen, gerçek anlamda hilafetin otuz yıl süreceği ve daha sonra saltanata dönüşeceği yolundaki hadisten hareketle bazı bilginler, Hz. Hasan’ı, babası Hz. Ali’nin ölümünden hilafeti Muâviye b. Ebû Süfyân’a bıraktığı (661) güne kadar geçen süre için râşid halifelerin beşincisi saymışlardır. Hulefâ-yi Râşidîn dönemi hakkında yapılan akademik çalışmaların bir listesi için http://www.istem.org/tr/default.asp adresine başvurabilirsiniz. Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 100 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Ebû Bekir Dönemi Fil Vakası’ndan üç yıl kadar sonra 572’de Mekke’de doğdu. Annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ bint Sahr, babası Ebû Kuhâfe Osman b. Amir’dir. Anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ’b’da Hz. Peygamber’in soyuyla birleşir. Resûl-i Ekrem’den iki veya üç yaş küçük olan Ebû Bekir kaynaklarda adından çok Atîk lakabıyla yer alır. Câhiliye döneminde Abdü’l-Kâ’be olan adı Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirilmiştir. Ebû Bekir’in çocukluğu, gençliği ve Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Bununla birlikte elbise ve kumaş ticaretiyle meşgul olduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahat ettiği bilinmektedir. Başka lakapları da olan Hz. Ebû Bekir’in en meşhur lakabı Mi’rac olayı başta olmak üzere geleceğe dair haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Hz. Peygamber tarafından verilen, çok samimi ve çok sadık anlamına gelen Sıddîk’tir. Hz. Ebû Bekir’in nasıl Müslüman olduğu hususunda da kaynaklarda fazla bilgi yoktur. İlk Müslümanlardan olan Hz. Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu haber alınca yanına giderek İslâm’a girdiği kabul edilir. Nitekim Hz. Peygamber onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini belirtmiştir. İslâmiyet’in özellikle Kureyş ileri gelenleri arasında yayılmasında önemli rol üstlenen Hz. Ebû Bekir, peygamberlik görevi başlamasından itibaren daima Resûl-i Ekrem’in yanında yer aldı. Her zaman müşriklerden gelebilecek tehlikelere karşı onu korumak için büyük çaba gösterdi. Kureyşli müşriklerin ağır işkenceleriyle karşılaşan Müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp azat etti. Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebû Kuhâfe, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye edince, yaptıklarını onlardan faydalanmak için değil sadece Allah’ın rızâsı için yaptığını söyleyerek İslâm’a bağlılığını göstermiştir. Hz. Peygamber Mekke’ye gelen farklı kabilelerden insanları İslâmiyet’e davet ederken ensâb ilmini iyi bilen Hz. Ebû Bekir onun yanında bulunarak onlarla kolayca dostluk kurmasında kendisine yardımcı olurdu. Kureyşlilerin Müslümanlara işkenceyi arttırması ve özellikle kendisinin yüksek sesle Kur’an okumasına engel olmaları üzerine dayısının oğlu Haris b. Halid ile Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı dostu İbnü’d-Düğunne Kureyşlilerle konuşarak dinini kimseye açıklamaması şartıyla Mekke’de kalmasını sağladı. Ancak Ebû Bekir gizlice ibadet etmeye ve Kur’an-ı sessiz okumaya uzun süre dayanamayıp Kureyşlilerle yaptığı anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine İbnü’d-Düğunne’nin emanını geri aldığını ilan etmesi üzerine sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de oturmayı sürdürdü. Medine’ye hicret başlayınca Hz. Ebû Bekir de göç için Hz. Peygamber’den izin istedi. Resûl-i Ekrem ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söylemesi üzerine, Hz. Peygamber ile birlikte hicret etme şerefine nail olacağını anlayarak beklemeye başladı. Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Hz. Peygamber bu konuşmadan dört ay sonra Hz. Ebû Bekir’e gelerek birlikte hicret edeceklerini müjdelemesinden sonra birlikte Sevr mağarasına doğru hareket ettiler. Hz. Ebû Bekir bu özel durumu sebebiyle Türk ve İran edebiyatlarında mağara dostu, can yoldaşı anlamında ‘yâr-ı gâr’ şeklinde nitelendirilmiştir. 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 101 Mekke döneminde Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer arasında kardeşlik bağı kurdu. Medine’de ise evinde misafir olduğu Hârice b. Zeyd ile arasında kardeşlik bağı kuruldu. Hârice’nin, servetini kendisiyle paylaşma teklifini kabul etmeyip hicret ederken yanına aldığı paradan artakalan 5000 dirhemle Medine’de ticarete başladı. Fakat şehrin havası sağlığına iyi gelmedi ve sıtmaya tutuldu. Oğlu Abdullah’a mektup yazarak Mekke’de kalan ailesini Medine’ye getirmesini istedi. Abdullah da kız kardeşleri Esma ve Âişe ile annesi Ümmü Rûmân, Hz. Ali, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde ile kızları Fâtıma ve Ümmü Külsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir’in Medine’deki ilk faaliyeti Mescid-i Nebevî’nin arsasını satın almasıdır. Mekke döneminde olduğu gibi, Medine döneminde katıldığı seriyyeler ve 631 yılında emîr-i hac tayin edildiği günler dışında Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Kumandanlığını Hz. Peygamber’in üstlendiği bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’1-kazâ ve Veda Haccı’nda bulundu. Mekke’nin fethinde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek Müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları İslâmiyet’i kabul eden yegâne sahabe oldu. Tebük Gazvesi hazırlıkları yapılırken bütün servetini Hz. Peygamber’in emrine tahsis eden Hz. Ebû Bekir kendisine verilen en büyük sancağı taşıdı. Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanan Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Mescide çıkamayacak kadar rahatsızlığı artınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi. Hz. Peygamber pazartesi günü kendini iyi hissederek sabah namazı için mescide giderek Hz. Ebû Bekir’in yanında namaza durarak ona uydu. Hz. Peygamber’in vefat ettiği haberini alınca başta Hz. Ömer olmak üzere şaşkınlık içinde bulunan ve bu olaya inanmak istemeyen sahabeleri ikna etme görevi de Hz Ebû Bekir’e düşmüştü. Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Kur’an-ı Kerim’de devlet başkanının nasıl belirleneceği konusunda bir usul gösterilmemiş, Hz. Peygamber de vefatından sonra devletin başına kimin geçeceği konusunda bir şey söylememişti. Hz. Muhammed’in vefat ettiği gün onun yerine geçecek kimse konusunda kendilerini yetkili gören Medineliler Sakıfetü Benî Sâide denilen hurmalıkta toplanarak içlerinden birini devlet başkanı seçmek istediler ve Hazrec kabilesinin reisi Sa’d b. Ubâde’yi aday gösterdiler. Devlet başkanlığının ensarın elinde bulunmasını istediği için teklifi kabul eden Sa’d’ın riyasetini uygun bulmayan Medineliler olduğu gibi muhacirlerin bu duruma rıza göstermeyeceklerini düşünenler de vardı. Bu arada muhâcirler ve ensardan birer emîr seçilmesini teklif edenler de oldu. Medinelilerin halife seçmek için toplandıklarından haberdar olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’la birlikte oraya gitti. Burada yaptığı konuşmada İslâm Peygamberi’nin kabilesine mensup olan muhacirlerin ona ilk önce iman ettiklerini ve kendisine yardımda bulunduklarını, çeşitli eziyet ve işkencelere dayandıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’in dostları ve akrabaları sıfatıyla emirliğin hakları olduğunu söyledi. Bu arada ensarın faziletlerini dile getirip İslâmiyet’e ve Resûl-i Ekrem’e yaptıkları hizmetlerin inkâr edilemeyeceğini, ilk muhacirlerden sonra en şerefli kimselerin onların olduğunu belirtti. Buna göre yönetici Kureyşten, yardımcılar ise ensardan olmalıydı. Ayrıca ensar ve muhacirlerden birer emir seçilmesini isteyenlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi; Hz. Ömer Gölgelik ve çardak anlamındaki sakîfe kelimesi Medine’de İslâmiyet öncesinden beri kabile mensuplarının hurma kurutmak başta olmak üzere çeşitli işlerde ortaklaşa kullandıkları ve toplantılar için bir araya geldikleri mekânları ifade eder. Sakîfetü Benî Sâide, Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğulları’na ait gölgeliktir. İslâm tarihi ve kültüründe Hz. Ebû Bekir’in halife seçildiği yer olması bakımından önemlidir. 102 İslam Tarihi ve Medeniyeti I ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı halifeliğe aday gösterdi. Ancak onlar, “Allah’a andolsun ki sen sağken bu görevi üzerimize alamayız. Çünkü sen ilk muhacirlerin en meziyetlisi, hicret sırasında mağarada bulunan iki kişiden birisi ve namaz kıldırmakta Resûlullah’ın halifesisin; uzat elini sana biat edeceğiz” diyerek ona doğru yürüdüler. Bu sırada ensardan Beşîr b. Sa. d onlardan önce davranarak Hz. Ebû Bekir’e biat etti. Onun arkasından Sa’d b. Ubâde hariç orada bulunanların hepsi, ertesi gün de Mescid-i Nebevî’de Medine’deki Müslümanların büyük bir kısmı biat etti. Hz. Ali ile diğer bazı sahabeler ise daha sonra biat ettiler. Medine’deki Müslümanların büyük bir çoğunluğunun biat etmesiyle halife seçilen Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde Müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini, doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve Resulü’ne itaat ettiği müddetçe kendisine itaat etmelerini istedi. Üsâme b. Zeyd Kumandasındaki Ordunun Gönderilmesi Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek oldu. Hz. Peygamber, vefat etmeden önce Nisan 632’de Mûte Savaşı’nda şehit olanların intikamını almak için Suriye’ye göndermek üzere bir ordu hazırlamıştı. Üsâme Medine’nin kenar semtlerinden Curf ’ta karargâhını kurarak Hz. Peygamber’in emrini beklemeye başladı. Bu arada sahabelerden bazıları Resûl-i Ekrem’in Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi sahabelerin bulunduğu bir orduya âzatlı bir kölenin oğlu olan genç ve tecrübesiz Üsâme’nin komutan tayin etmesini eleştirmeye başlamışlardı. Hz. Peygamber artan rahatsızlığına rağmen Mescid-i Nebevî’ye giderek, Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı için kumandan tayin ettiği günleri hatırlatarak itirazların yersizliğini şöyle dile getirdi: “Daha önce onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız. Babası kumandanlığa nasıl lâyık ise oğlu da öyle lâyıktır.” Hz. Ebû Bekir halife olunca Hz. Peygamber’in rahatsızlığı ardından da vefatı üzerine yola çıkamayan bu orduyu göndermek için harekete geçti. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra daha da artan dinden dönme hareketlerinden çekinen bazı sahabeler Medine’nin güvenliği açısından, bazıları da Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca azatlı bir kölenin oğlu olduğu için hazırlanan bu orduyu göndermekten vazgeçmesini halifeye teklif ettiler. Hz. Peygamber’in yaptığı görevlendirmeden hiçbir şekilde vazgeçmesinin mümkün olmadığını ileri süren Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddetti. Daha sonra Curf’taki karargâha giderek 26 Haziran 632 tarihinde Üsâme ordusuna hareket emrini verdi. Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir müddet birlikte yürüdü ve Hz. Ömer’in Medine’de kalması için bizzat izin istedi. Üsâme’den izin aldıktan sonra onu ve askerlerini uğurlarken İslâm fetihlerinin ruhunu aksettiren bir konuşma yaptı. Onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, hainlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçlan kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri Allah’ın ismini anarak yemelerini tavsiye etti. Üsâme b. Zeyd, ordusu ile birlikte babasının şehit olduğu yere, Suriye’de bulunan Belka bölgesine kadar gitti. Üsâme ordusu kırk veya yetmiş gün içinde düşmanla sıcak temasa girmeden bazı başkaldırıcı kabileleri yola getirerek Medine’ye döndü ve onlardan bazılarının irtidat etmelerini önledi. Böylece bölgedeki kabile ve devletlere Müslümanların güçlü oldukları gösterildi; özellikle Suriye bölgesinde İslâm fetihlerinin ilk adımı atıldı. 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 103 Ridde Hareketleri ve Bastırılması Hz. Peygamber’in vefatına kadar Arap yarımadasında siyasî birlik sağlanmış olmakla birlikte, esas anlamıyla bir İslâmlaşma gerçekleşmemişti. Zira eski putperestlik inanç ve alışkanlıklarını bütünüyle terk edemeyen bazı kabilelerin İslâm’a girişleri üzerinden çok az bir süre geçtiğinden onların yeni dine inanışları yüzeysel boyutta kalmıştı. Bu durum gerçek bir İslâmlaşmadan ziyade, kabilelerin bir kısmı için Medine’ye siyasî bağlılık anlaşması aşamasından öte bir şey değildi. Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’ndan dönüp Medine’de rahatsızlandığı günlerde bazı yalancı kimselerin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla ridde olayları başladı. Esved el-Ansî, Hz. Peygamber’in rahatsızlığını fırsat bilip ‘’Rahmânü’lYemen’’ sıfatıyla peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Yemen’deki Ans ve Mezhic kabilelerinin desteği ve Necran bölgesinden topladığı 600-700 süvariden oluşan kuvvetleriyle San’a üzerine yürüdü. Vali Şehr b. Bâzân’ı öldürüp önce buraya, daha sonra da Yemen’in büyük kısmına hâkim oldu. Esved’i İslâmiyet’e davet etmek için Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi görevlendiren Hz. Peygamber, olumsuz cevap alınca bölgedeki vali ve ileri gelenlere mektuplar göndererek Esved’in ortadan kaldırılmasını emretti. Ebnâ’dan Fîrûz ed-Deylemî ile Esved’in taraftarlarından bazıları bu emri yerine getirmek üzere harekete geçtiler. Kocasını öldürüp kendisini zorla nikâhladığı için Esved’den nefret eden, Fîrûz’un amcasının kızı Âzâd’ın da yardımıyla Esved’i evinde öldürerek ortadan kaldırdılar (3 Haziran 632). Şair, iyi bir konuşmacı ve nüfuzlu bir kişi olan Müseylime, Hanîfeoğullarının Hz. Peygamber ile görüşmek üzere 631 yılında Medine’ye giden heyetinin içindeydi. Liderliğini pekiştirmek ve kabilesindeki etkinliğini artırmak için Hz. Peygamber’den ondan sonra hâkimiyetin kendisine geçmesini talep etti. Bu isteği kesin bir dille reddedilen Müseylime Yemâme’ye döndükten sonra, kendisinin de peygamber olduğunu ve yeryüzünün yarısının kendi kabilesine, diğer yarısının da Kureyş’e ait bulunduğunu ifade eden bir mektubu Resûl-i Ekrem’e göndererek peygamberlik iddiasını sürdürdü. Hz. Peygamber cevap olarak gönderdiği mektubunda onu çok yalancı anlamında ‘kezzâb’ şeklinde nitelendirdi ve yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, onu istediğine vereceğini bildirdi. Müseylime bu mektuptan sonra ‘’Müseylimetü’l-kezzâb’’ adıyla meşhur oldu. Hz. Peygamber ona Habîb b. Zeyd el-Ensârî’yi elçi olarak gönderdi. Müseylime, Benî Hanîfe mensuplarıyla görüşen Habîb b. Zeyd’i öldürttü ve kabilesinden Müslüman olan Sümâme b. Üsâl’i de mağlup ederek peygamberlik iddiasını sürdürdü. Hz. Ebû Bekir halife seçilince peygamberlik iddiasında bulunanlarla ve irtidat eden kabilelerle uğraşmak zorunda kaldı. Bu dönemdeki ridde olaylarında dinî olduğu kadar siyasi sebeplerin de rolü vardı. İrtidat hareketlerinde etkin olan yalancı peygamberler birer manevî önder olmaktan çok Medine’nin siyasî egemenliğine baş kaldıran maceraperest kabile reisleriydi. Onları bu anlayışa iten en önemli iki sebepten biri kendilerini siyasî açıdan Hz. Peygamber’e alternatif olarak görerek taklit etmek istemeleri, diğeri ise kabile asabiyetiydi. Nitekim sağlığında İslâm Peygamberi’ne bağlılıklarını sürdüren Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan yeni Müslüman olmuş bazı kabileler vefatından sonra Medine’le irtibatlarını keserek yeni halifeyi tanımadılar. Kabilelerinin bağımsızlığı adına Medine yönetimine başkaldıran bu isyancıların bir kısmı yalancı peygamberlere tâbi olurken, bazıları da zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Böylece ridde olayları genişleyerek geniş çaplı bir isyana dönüştü. Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte devlete zekât vermek istemeyenlerle mücadele konusunda farklı görüşler ortaya çıktı. Hz. Ömer, ‘lâ ilâhe illallah’ diyenlerle savaşmanın Aynı kökten gelen ridde ve irtidat terimleri Müslüman bir kişinin kendi iradesiyle İslâm dininden çıkması demektir. Dinden dönen kişiye mürted denilir. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı kimselerin unvanı ise mütenebbîdir. 104 İslam Tarihi ve Medeniyeti I doğru olmayacağı görüşünü ileri sürerken bazı sahabeler de o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler. Hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını ve zekât vermekten kaçınanlarla da savaşmanın şart olduğunu belirtti. Hz. Ebû Bekir, 632 yılı Ağustos ayında 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Zülkassa’daki kısa bir çarpışmanın ardından isyancılar dağıldı. Daha sonra Medine çevresinde yaşayan kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşip peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî’nin üzerine yürümeye karar verdi. Başta Hz. Ömer ve Hz. Ali olmak üzere ileri gelen sahabeler kendisinin Medine’de kalması gerektiği hususunda ısrar edince 4000 kişilik ordunun başına Halid b. Velid’i getirerek Medine’ye döndü. Halid’e Tuleyha’yı bertaraf etmesini, arkasından Secâh ile zekâtlarını vermeyen Temîm kabilesinin, daha sonra Müseylimetülkezzâb’ın üzerine gitmesini emretti. Ayrıca Yemen, Hadramut, Bahreyn ve Uman’daki isyancılarla mücadele etmeleri için valilere emir vererek destek kuvvetleri gönderdi. Halid b. Velid, 19 Eylül 632 tarihinde Zülkassa’dan Tuleyha’nın karargâhını kurduğu Büzâha’ya doğru harekete geçti. Yolda Adî kabilesi ve kollarının irtidat etmesini önleyerek bu kabileden 1000 kişilik bir birliğin kendisine katılmasını sağladı. Ardından Benî Fezâre’den Uyeyne b. Hısn 700 kişiyle desteklediği Tuleyha’nın ordusuyla karşılaştı. Yapılan savaşta isyancıların bir kısmı öldürüldü; Tuleyha karısıyla birlikte Suriye taraflarına gidip Kelb kabilesine sığındı. Uyeyne esir alınıp Medine’ye gönderildi. Savaştan sonra Esed ve Gatafân kabileleri tekrar İslâm’a döndüler. Hz. Ebû Bekir tövbe eden Uyeyne’yi cezalandırmadı. Tuleyha da Hz. Ömer döneminde Medine’ye gelip halifeye biat ederek Irak fetihlerine katıldı. Büzâha savaşından sonra Temîm kabilesinin toprağı olan Bütâh’a hareket eden Halid b. Velid orada kimseyi bulamayınca bölgenin çeşitli yerlerine müfrezeler gönderdi. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in vefatı üzerine topladığı zekât develerini sahiplerine iade eden Mâlik b. Nüveyre ile yanındaki on bir kişiyi yakalayıp Halid’e getirdi. Mâlik’i yakalayan Müslümanlar onun dinden çıkıp çıkmadığı hususunda ihtilâfa düştüler. Mâlik’in dinden çıktığına inanan Halid onu öldürttü. Hz. Ebû Bekir Mâlik b. Nüveyre’nin öldürülmesini nasıl karşıladı? Araştırınız. Temîm kabilesinde zekât konusunda ihtilâf çıktığı sırada bu kabileden Hıristiyan olan ve kâhinelik yapan Secâh bint Hâris peygamber olduğunu iddia etmeye başlamıştı. Mâlik, bir ordu oluşturacak kadar taraftar toplayan Secâh’a Temîm kabilesinden Müslüman kalanlarla savaşmasını söyleyerek onu desteklemişti. Secâh ilk olarak Müseylimetülkezzâb’ın üzerine yürümeye karar verdi. Müseylime, Müslümanlarla savaşmak mecburiyetinde kalacağından Secâh’a hediyeler gönderip kendisiyle anlaşma cihetine gitti. Bazı rivayetlere göre ise üç günlüğüne onunla evlenip peygamberlik iddiasından vazgeçmesini sağladı. Bu sırada Irak’taki kabilesine dönen Secâh, Muâviye b. Ebû Süfyân zamanında Müslüman olarak öldü. Halid b. Velid, zekât vermeyi reddeden ve Secâh’ı peygamber kabul eden Temîmlileri itaat altına aldıktan sonra Hz. Ebû Bekir’in sevk ettiği birliklerin bir başarı sağlayamadığı Müseylimetülkezzâb ile savaşmak için Yemâme’ye hareket etti. Halid Yemâme’de her iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği şiddetli bir savaştan sonra Müseylime’yi ortadan kaldırdı (Mayıs-Haziran 633); Hanîfeoğullarıyla anlaş1 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 105 ma yaparak onların İslâm’a dönmelerini sağladı. Tuleyha, Secah ve Müseylime’nin ortadan kaldırılmasıyla Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu. Yemen ve Hadramut’taki isyanlar ise Muhacir b. Ebû Ümeyye kumandasındaki ordu ile mahallî valilerin gayretleriyle bastırıldı. Bahreyn ve Uman’daki isyanlar da aynı şekilde sona erdirildi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Necran ve Yemen’de Kays b. Mekşûh el-Murâdî’nin başını çektiği yeni bir isyan hareketi ortaya çıktı. Daha önce Esved el-Ansî’nin öldürülmesi sırasında Fîrûz ed-Deylemî ile beraber hareket eden Kays, Hz. Ebû Bekir’in Ebnâ’dan olan Fîrûz’u Yemen’e vali tayin etmesi üzerine halkı vali aleyhine kışkırtmaya başladı. Başta Fîrûz olmak üzere Ebnâ’nın ileri gelenlerini öldürmek için Esved el-Ansî’nin ordusundaki bazı kimseleri etrafına toplayan Kays, Ebnâ’dan Dâzeveyh’i katlederek onların bir bölümünü de yurtlarından sürdü. Fîrûz, bölgeden ve Medine’den gelen destek kuvvetleriyle birleşerek Kays’ı yenilgiye uğrattı ve Yemen’de başlayan ikinci isyanı bastırdı. Bu dönemde Hadramut’ta da irtidat hareketleri ortaya çıktı. Hz. Peygamber’in zekât toplamak ve İslâm’ı tebliğ etmek için Kinde kabilesinde görevlendirdiği Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî’den zekât damgası vurduğu genç bir dişi devenin yerine başkasını alması istendi. Ziyâd’ın zekât damgası vurulan deveyi geri veremeyeceğini söylemesi üzerine, Kindeliler reisleri Eş’as b. Kays’ın önderliğinde isyan ettiler. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir, daha önce Yemen’e gönderdiği Muhâcir b. Ebû Ümeyye’ye mektup yazarak Ziyâd’a yardım için Hadramut’a gitmesini emretti. Ziyâd ve Muhâcir kumandasındaki ordu isyanı bastırdı. Bahreyn’de de yerli unsurların Vali Hutam el-Abdî liderliğinde irtidat edip kısa zamanda Hecer, Katîf ve Dârîn şehirlerini ele geçirmeleri üzerine Hz. Ebû Bekir bölgeye Alâ b. Hadramî kumandasında kuvvetler gönderdi. Mürtetler Hecer’de kuşatıldı ve reisleri Hutam öldürülerek Bahreyn yeniden Medine’ye bağlandı. İrtidad hareketi Uman’a da yansıdı. Bölge, Hz. Peygamber zamanında Müslüman olan Cülendâ’nın iki oğlu Abd ve Ceyfer tarafından yönetiliyordu. Bunları kıskanan Lakıt b. Mâlik etrafına pek çok kimseyi toplayıp Debâ şehrini işgal etti. Abd ile Ceyfer şehri terketmek zorunda kaldılar. Bu sırada zekât âmili olarak Uman’da bulunan Huzeyfe b. Yemân gelişmeleri Hz. Ebû Bekir’e bildirdi. Halife, Yemâme’de başarılı olamayan İkrime b. Ebû Cehil ve Arfece b. Herseme el-Bârikı’ye Uman’a gitmelerini emretti. Kanlı bir savaştan sonra Lakıt’in Debâ’da başlattığı isyan bastırıldı. Hz. Ebû Bekir’in ikinci önemli icraatı olan yalancı peygamberlerle savaş ve zekât vermeyenlerin cezalandırılması, devletin siyasî merkez ve güç olarak kurumlaşmasında önemli rol oynamıştır. Böylece devletin, şûra ve biat esasları etrafında müesseseleşmesi garanti altına alınmış, hızla genişleyen İslâm coğrafyası üzerinde dağınıklık ve anarşiyi engelleyecek, adalet ve dengeyi sağlayacak merkezî siyasî güç organizasyonu yani devletin etkinliği mümkün olmuştur. İslâm Fetihlerinin Başlaması Hz. Ebû Bekir, ridde olaylarını bastırdıktan sonra İslâm dinini tebliğ etme konusunda Hz. Peygamberin başlattığı stratejiyi devam ettirerek Bizans ve Sâsânîlerle mücadeleye girişti. Aslında Bizans ve Sâsânî devletlerine karşı savaşa karar vermek, onların sınırlarına ordular göndermek, çok önemli bir girişimdi. Zira bu iki devlet köklü bir savaş tecrübesine ve askerî bakımdan üstün ve nitelikli kuvvetlere sahiptiler. Buna karşılık Arapların kendilerine has bazı askerî özelliklerini taşıyan oluşum aşamasında küçük organize kuvvetlere sahip olan Müslümanlar ise, Allah’ın dini ve tevhid inancının yüceltilip bütün dünyaya yayma gayret ve inançları dışında her hangi bir güce sahip değillerdi. 106 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Arapçada açma, yol gösterme, galibiyet ve zafere ulaştırma gibi anlamları olan fethin çoğulu fütûh bunun çoğulu da fütuhat gelir. Fetih terim olarak İslâm’da meşru görülen savaşlar hakkında, Müslümanların gayri Müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer işgal ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılır. Fetih öncelikle, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak demektir. İslâm fetihlerinin esas gayesi i’lâ-yi kelimetullahtır. Nitekim Hz. Peygamber’e, “Allah yolunda olan kimdir? Ganimet kazanmak için harp eden mi, cesaretiyle şöhret kazanma amacında olan mı, yoksa kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Hiçbiri değildir. Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır”. İslâm fütuhat tarihinde önemli bir yere sahip olan Türklere Oğuz Destanı’nda hedef gösterilen, ‘büyük nehirlere ve büyük denizlere varma’ şeklindeki kızılelma da bu milletin Müslüman olmasından sonra yeni bir şekle dönüşerek i’lâ-yi kelimetullah halini almıştır. Fetihler için ilk önce Arabistan ile Sâsânî ve Bizans imparatorlukları arasında kalan Irak topraklarını hedef alan Hz. Ebû Bekir, Sâsânîlerin elinde bulunan Fırat’ın aşağı taraflarındaki bölgelere ordu göndermeye karar verdi. Bekir b. Vâil kabilesinin önemli bir kolu olan Şeybânîlerin reisi Müsennâ b. Hârise Medine’ye gelerek İranlılarla savaşmak üzere kabilesine kumandan tayin edilmesini istedi. Hz. Ebû Bekir yaptığı istişareler ve Hz. Ömer’in tavsiyesinden sonra Halid b. Velid’i Sâsânîlerle yapılacak savaşa başkumandan tayin ederek Müsennâ’ya destek vermesini istedi. Nibâc’da Müsennâ ile buluşan Halid Basra körfezindeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti. Daha sonra barış yoluyla teslim aldığı Hîre’de bir süre kaldı. Şehrin çevresine ve Fırat’ı geçerek Sevâd bölgesinde bulunan bazı yerlere akınlar düzenledi. Bu arada Bânıkyâ ve Bârüsmâ ile Fırat’ı Dicle’ye bağlayan iki büyük kanalın içinden geçtiği, Sâsânîlerin mühim bir erzak ve silâh ambarı Enbâr’ı barış yoluyla, ticaret kervanlarının uğradığı çok önemli bir menzil olan, Suriye-Arabistan çölünün birleştiği yerde kurulu Aynüttemr’i savaşarak fethetti. Böylece Basra körfezinden Aynüttemr’e Fırat nehri boyunca uzanan topraklar İslâm devleti sınırlarına katıldı. Hz. Ebû Bekir Hîre’de bulunan Halid’e yazdığı mektupta, Dûmetülcendel’e giderek Hz. Peygamber ile yaptığı antlaşmayı bozan Ükeydir b. Abdülmelik’in üzerine yürümesini, oradan da Suriye’ye geçmesini emretti. Halid Irak’ta yerine Müsennâ b. Hârise’yi bırakıp Dûmetülcendel’e giderek burayı ikinci defa fethetti ve Ükeydir’i öldürdü. İslâm fetihlerinden önce Suriye’de Bizans’ın vassâlı Gassânîler hüküm sürüyordu. Sâsânîler, 613 yılında Gassânîler’i yenerek Dımaşk’ı ele geçirip bölgeye hâkim oldular. Ancak Herakleios uzun süren savaşların sonunda 628’de Suriye’yi geri almayı başardı. Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile Hz. Peygamber zamanında Mûte Savaşı’yla (Eylül 629) başlayan askerî mücadelesi, Tebük Seferi’yle (Ekim 630) devam etti. Doğu Roma ile yapılan bu savaşların hedefi bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı haksızlık ve zulme son vermekti. Hz. Ebû Bekir bu amaçla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı. Yezid b. Ebû Süfyân ile Şürahbil b. Hasene’yi Tebük-Maan istikametinde Suriye ve Ürdün’e, Amr b. Âs’ı Eyle üzerinden sahil istikametinde Filistin’e doğru yola çıkardı. Kısa bir müddet sonra orduların mevcudu 7500’e ulaştı. Başkumandanlığa önce Amr b. Âs, daha sonra da Ebû Ubeyde b. Cerrah getirildi; Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 107 ve Gazze şehirleri fethedildi. Halifenin emriyle Suriye’ye doğru yola çıkan Halid b. Velid, Hıristiyan Gassânîler’in Dımaşk yakınlarındaki askerî karargâhları Mercirâhit’e saldırarak mağlûp etti (23 Nisan 634). Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek diğer kumandanlarla birleşmesiyle Busrâ’nın da içinde bulunduğu Havran bölgesi fethedildi. Halid in komutasında birleşen İslâm ordusu kuzeye doğru ilerleyerek Amr b. Âs ile Ecnâdeyn’de buluştu. Bizans İmparatoru Herakleios’un kardeşi Theodoros kumandasındaki 80.000 kişilik orduya karşı kazanılan Ecnâdeyn Savaşı’yla ile Müslümanlara Filistin ve Suriye kapıları açıldı (30 Temmuz 634). Ridde hareketleri ile İslâm fetihlerinde Halid b. Velid’in rolü hakkında M. Fayda’nın Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid adlı eserine başvurabilirsiniz. Hz. Ebû Bekir’in Kişiliği ve Yönetim Anlayışı Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştıran Hz. Ebû Bekir, 634 yılı Ağustos ayının başında hastalandı. Kızı Hz. Âişe’ye vefat edince maaşının geri kalan kısmını beytülmale iade etmesini ve Hz. Peygamber’in kabrinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Ecnâdeyn savaşının sonucunu öğrendikten kısa süre sonra altmış üç yaşında vefat etti (23 Ağustos 634). Cenaze namazını Hz. Ömer’in kıldırdığı Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu. Güzel ahlâkı, merhameti, doğruluğu ve cömetliğiyle gerek Mekke, gerekse Medine dönemlerinde dost düşman herkesin takdir ve saygısını kazanan Hz. Ebû Bekir, kaynaklarda orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan beyazlıkta güzel ve ince yüzlü olarak tasvir edilir. Ahlâk ve mizaç itibariyle kendisine benzediği Hz. Peygamber’le İslâm’dan önce çok yakın bir arkadaşlık ve dostluk kurmuştu. Kızı Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evlenmesine dair hicretten önce verilen karar onların dostluğunu daha da pekiştirdi. Nitekim Hz. Peygamber’e en çok kimi sevdiği sorulunca önce eşi Hz. Âişe’nin, sonra da kayınpederi Hz. Ebû Bekir’in adını anardı. Hz. Ebû Bekir, müslümanları ilgilendiren bütün gelişmelerde Hz. Peygamber’in fikirlerine en çok başvurduğu ve çoğunlukla tekliflerini uygun bulduğu kişilerdendi. Bundan dolayı bazı kaynaklarda kendisinden ‘Peygamber’in veziri’ diye söz edilir. Vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ebû Bekir O’nun sırrını saklamayı çok iyi bilir, yanında pek edepli davranırdı. Beşerî ilişkileri düzenlemekte uzman olduğundan Medine’ye gelen elçilere Hz. Peygamber’i nasıl selâmlayacaklarını öğretir, huzurda nasıl oturacaklarını tembih ederdi. Örnek şahsiyetinin yanı sıra aynı zamanda ilim ve hikmet sahibi bir kişi olan Hz. Ebû Bekir Arap soy bilimi ‘Ensâb’ hakkında zamanının otoritesiydi. Arap kabilelerinin savaş tarihi Eyyâmü’l-Arab’ı da en iyi bilenlerdendi. Ezbere bildiği ve çok duygulu bir şekilde okuduğu Kur’an-ı Kerim ile Resûl-i Ekrem’in söz ve davranışlarını en iyi ve en süratli şekilde anlama ve uygulama kabiliyetine sahipti. 142 hadis rivayet eden Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet edenlerden, Hz. Peygamber’in sözü olduğuna dair şahit getirmelerini isterdi. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali sahabeler arasında en güzel konuşan iki hatip olarak tanınır. Onların çok tesirli konuşmaları fesahat ve belagat bakımından olduğu kadar muhtevalarının güzelliğiyle de ünlüdür. Şahsiyetinin merkezinde İslâm’a samimi inancı ve Hz. Peygamber’e derin sadakati olan Hz. Ebû Bekir halifeliği sırasında mütevazı kişiliğinin yanı sıra gerektiğinde cesaretin de en canlı örneklerini vermiştir. Fakirlere, zor durumda olanlara yar- 108 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dım eder, misafirlere ikramda bulunurdu. Az konuşur, kumandan ve valilerine de az konuşmalarını tavsiye ederdi. Başkalarının hakkına titizlikle uyardı. İdari hayattaki uygulamalarında sürekli Hz. Peygamber’i örnek alan Hz. Ebû Bekir’in kumandan ve valilerine verdiği emirler İslâmiyet’in ve Kur’an-ın evrensel esaslarına dayanırdı. Onun Hz. Peygamber’den örnek aldığı prensiplerin başında, istişare, kararlılık, hoşgörü, ehliyet ve insan haklarına saygı gelirdi. Hz. Ebû Bekir, kısa süren halifeliğinde ehil olanları yönetime getirdiği gibi, Resûl-i Ekrem’in tayin etmiş olduğu idarecileri yerlerinde tutmaya özen gösterirdi. Görevlendirmelerde ehliyet konusuna önem verdiği gibi seçtiği idarecilerinden de aynı duyarlılığı beklerdi. Bunun en güzel örneklerinden biri, Yezid b. Ebû Süfyan’a yaptığı şu uyarıdır: “Senin adına en çok korktuğum husus, iltimas meselesidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Müslümanlara ait herhangi bir işin başına geçip de iltimas eseri olarak o işe birini tayin eden kişi, Allah’ın lanetine uğrar. Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmeyerek kendisini cehenneme atar”. Hz. Ebû Bekir, yönetim makamında kesin yetkiye sahip bir yönetici olmakla birlikte, bazı devlet görevlerini yakın arkadaşlarına bırakarak idarî görevlerde paylaşımın güzel örneklerini de vermiştir. Bu amaçla Medine’de davalara bakma görevini Hz. Ömer’e devretmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı hazine görevlisi tayin etmiştir. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali ve Hz. Osman’dan ise kâtiplik hizmeti almıştır. Hz. Ebû Bekir devlet işlerinde Resûl-i Ekrem’den intikal eden mührü, şahsî işlerinde ise ‘Ni’me’l-kâdiru Allah’ veya ‘Abdün zelil li-rabbin celîl’ ibaresini taşıyan mührünü kullanırdı. İslâm tarihinde ‘halife’ tabiri ilk defa Hz. Ebû Bekir hakkında kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in toplanması hangi halife döneminde olmuştur? Araştırınız. HZ. ÖMER DÖNEMİ Hz. Ömer Fil Vakası’ndan on üç yıl kadar sonra (582) veya Büyük Ficâr savaşından dört yıl kadar önce (585) Mekke’de doğdu. Annesi Mahzûm kabilesinden Hanteme bint Haşim, babası Kureyş kabilesinin elçilik görevi olan sefâret işlerine bakan Adî b. Kâ’b kabilesinden Hattâb b. Nufeyl’dir. Soyu Kâ’b b. Lüey’de Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Çocukluğu, gençliği ve Müslüman olmasından önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmayan Ömer’in en meşhur lakabı hak ile batılı birbirinden ayıran anlamındaki “Fârûk”tur. Çocukluğunda babasının develerini otlatan, zaman zaman çok sert ve haşin bir şahsiyete sahip olan babasıyla problemler yaşayan, içkiye ve kadına düşkün olan Ömer’in çok iyi ata ve deveye bindiği, iyi silah kullandığı, kuvvetli ve pehlivan yapılı olduğu için güreş müsabakalarına katıldığı bilinmektedir. Arap şiirine çok meraklı olan Ömer, çok sayıda şiiri ezbere okurdu. Kabilesinin elçilik görevi dolayısıyla güzel konuşan Ömer ensâb konusunda uzman olup, diğer Kureyşliler gibi ticaretle meşguldü. Bazı Kureyşliler gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâm’a karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden Müslüman olanlara işkence yapan Ömer bi’setin 6. yılında (616) Müslüman oldu. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu Hz. Peygamber’in, “Yâ rabbi! İslâmiyet’i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm ile teyit et’’ duasının bir tezahürüdür. Ömer’in İslâm’ı kabulüyle az da olsa rahatlayan Müslümanlar ilk defa Kâbe’de toplu olarak namaz kıldılar. Medine’ye hicret başlayınca Hz. Ömer de yanında ağabeyi Zeyd, karısı ve oğlu Abdullah başta olmak üzere akraba ve arkadaşlarından oluşan yirmi kişilik bir kafileyle Mekke’den ayrılıp Kubâ’ya giderek Rifâa b. Abdülmünzir’in evine misafir oldu. Hz. Peygamber bir evde toplanan ensarın erkeklerinden biat alırken kadınlardan kendisi adına 2 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 109 Hz. Ömer’in biat almasını emretti. İslâm Peygamberi, Ömer’i Mekke’de Ebû Bekir, Medine’de Benî Sâlim kabilesinden İtbân b. Mâlik ile kardeşleştirdi. Katıldığı seriyyeler dışında Resûl-i Ekrem’in yanından hiç ayrılmayan Hz. Ömer, bütün gazvelerde, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’l-kazâ ile Vedâ haccında bulundu. Medine döneminde Hz. Peygamber’in yanında çok aktif olarak yer alan Hz. Ömer’in başka konularda da görüşlerini ifade ettiğini ve bunların bir kısmının da nazil olan Kur’an ayetleriyle teyit edilmiştir ki, buna Muvâfakât-ı Ömer denir. Hudeybiye Antlaşması’nın Fetih suresinde ‘feth-i mübîn’ olarak nitelendirilmesini anlamakta güçlük çeken Medine’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hz. Ömer daha sonra antlaşmanın sonuçlarını görünce bu tavrından dolayı pişmanlık duydu. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber adına Kureyşli kadınlardan biat aldı. Ayrıca Kâbe’deki resimleri imha vazifesini de üstlendi. Hz. Peygamber, hastalığı şiddetlenince kâğıt ve kalem getirilip söyleyeceklerinin kaydedilmesini istedi. Bazı sahabelerle, Hz. Ömer buna gerek olmadığını Allah’ın kitabı ile Hz. Peygamber’in sünnetinin kendilerine yeterli olduğu görüşünü ileri sürdü. Tarihe ‘Vasiyetnâme’ veya ‘Kırtâs Vakası’ diye geçen bu olay özellikle Şiîler tarafından Hz. Ömer aleyhine kullanılır. Üsâme b. Zeyd komutasında oluşturulan orduda görevlendirildi. Ancak Hz. Peygamber’in rahatsızlığı, arkasından da vefatı üzerine Medine’den ayrılamadı. Bütün olaylara karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınan Hz. Ömer, bundan sonraki olaylarda tarihî roller üstlendi. Hz. Ömer’in Halife Seçilmesi Bizans ve Sâsânîlerle Mücadelenin Yoğunlaşması Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesinde etkin rol oynayan halifeliği döneminde ona müşavirlik ve kadılık yapan Hz. Ömer, aynı zamanda halifenin vekiliydi. Hz. Ebû Bekir namaza çıkamayacak derecede hastalanınca imamlık görevini Hz. Ömer’e bıraktı ve onu yerine halef tayin etmek üzere sahabelerle istişarelerde bulundu. Yapılan müzakerelerden sonra Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştırarak Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırdı. Daha sonra yanına Hz. Ömer ile Hz. Osman’ı alıp Mescid-i Nebevî’ye giderek bu durumu halka şöyle ilan etti: “Sizin için halife seçtiğim kişiye razı olur musunuz? Bir yakınımı tayin etmedim. Allah’a andolsun ki bütün gücümle düşünüp taşındım ve Ömer b. Hattâb’ı uygun buldum; onu dinleyin ve ona uyun.” Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği gün (23 Ağustos 634) Mescid-i Nebevî’de hilafeti için biat aldı ve okuduğu hutbede, “Allah sizleri benimle, beni de Ebû Bekir’den sonra sizlerle denedi. Herhangi bir işinizin halledilmesinde ben bulunmadığım zaman bu işi çözüme bağlaması için başka birine havale edin. Ancak onun doğru ve güvenilir bir kimse olmasına dikkat edin. İyilikle hareket ederlerse ben de onlara iyilikle yaklaşırım, kötülük ederlerse başkalarına ibret olacak şekilde onları cezalandırırım” dedikten sonra konuşmasını şöyle tamamladı: “Ey Allahım! Ben sertim, beni yumuşat; ben zayıfım beni güçlendir; ben cimriyim beni eli açık eyle!” Hz. Ali başta olmak üzere her hangi bir kimse Hz. Ebû Bekir’in Hz. Ömer’i halife olarak bırakmasına karşı çıkmadı. Hz. Ömer’e ilk gün biat edenler arasında yer alan Hz. Ali hilafeti süresince onu destekledi ve en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ömer de, “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir. Irak Cephesi Hz. Ömer Bizans ve Sâsânîler ile Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan mücadeleyi kesintiye uğratmadan sürdürdü. Halife, biat alırken Halid b. Velid’in Suriye cepheHz. Ömer’in büyük bir sezgiye sahip olduğunu gösteren bu ayetler arasında şarabın kesin olarak haram kılınması (el-Bakara 2/219), Hz. Peygamber’in evine gelen kimselerle hanımlarının perde arkasından konuşmalarının daha uygun olacağı (el-Ahzâb 33/55), Kâbe’de bulunan Makâm-ı İbrahim’in namazgâh ittihaz edilmesi (el-Bakara 2/125) ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazının kılınmaması gerektiği (et-Tevbe 9/80) gibi hususlar örnek olarak sayılabilir. 110 İslam Tarihi ve Medeniyeti I sine intikali üzerine fethedilen bölgeleri geri almak için harekete geçen Sâsânîlere karşı, halkı Irak cephesinde savaşanlara yardıma davet etti. Medine halkının çekingen davrandığı bu davete dördüncü gün ilk icabet eden Ebû Ubeyd es-Sekafî 1000 kişilik gönüllüler birliğinin kumandanlığına getirildi. Asıl kuvvetlere Nemârık’ta katılan Ebû Ubeyd, Câbân ve Merdânşah kumandasındaki Sâsânî ordusuna karşı ilk zaferini burada kazanarak bu iki komutanı esir aldı. Ardından Kesker, Sakatiye ve Hîre yakınlarındaki Sâsânî birliklerini yenerek bol miktarda ganimet ele geçirerek bölgeyi itaat altına aldı. Müslümanları durdurmak isteyen Kumandan Rüstem yeni kuvvetler ve birkaç fille takviye ettiği Sâsânî ordusunu Ebû Ubeyd’in üzerine gönderdi. Ordusunu Fırat nehri üzerindeki daha sonra adıyla meşhur olan bir köprüden düşmanın bulunduğu tarafa geçirmeye karar veren ve bu karara muhalefet edenleri de korkaklıkla suçlayan Ebû Ubeyd, ordu karşı yakaya geçtikten sonra köprüyü yıktırdı. İki ordu arasında şiddetli bir çarpışma başladı. Müslüman süvariler fillerden ürken atlarına hâkim olamadılar. Savaş meydanının darlığı ve köprünün yıkılmış olması gibi sebeplerle manevra imkânı kalmayınca çarpışma Müslümanların aleyhine gelişti. Ebû Ubeyd askerlerinin mühim bir kısmıyla birlikte şehit oldu (634). Köprü Savaşı denilen bu olay İslâm kuvvetlerinin Irak cephesinde ilk yenilgisidir. Gelişmelerden haberdar olan Hz. Ömer Irak’ta bulunan ordusuna takviye kuvvetlerin toplanmasını emredip bizzat kendisi ordunun kumandanlığını üstlenmek istedi. Ancak ileri gelen sahabelerin ısrarı üzerine Medine’de kalmaya karar vererek başkomutanlığa Sa’d b. Ebû Vakkâs’ı tayin etti. Sa’d beraberindeki kuvvetlerle yola çıkarak Zerûd ve Şerâf denilen yerlerde konaklayarak halife tarafından görevlendirilen çeşitli kabilelere mensup yeni birliklerin katılmasını bekledi. Yaklaşık üç ay süren bir hazırlıktan sonra İslâm ordusu 636 ilkbaharında Kûfe’nin 30 km. güneyinde bulunan Sâsânîlerin en önemli sınır şehri Kadisiye’ye ulaştı. İslâm ordusu yaklaşık 9.000- 10.000 iken Müslümanlar için ciddi bir tehlike teşkil eden otuz civarında file sahip Sâsânîler ise 70-80.000 kişilik bir kuvvetten oluşuyordu. Üç gün süren çok şiddetli çarpışmaların cereyan ettiği Kâdisiye Savaşı’nın kazanılması, Müslümanlara büyük bir moral ve üstünlük hissi vermiş, Irak’ın kapıları açılmış, İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlanmış, Sâsânîlerin başşehri Medâin’in fethi gerçekleşmişti (Mart 637). Kadisiye Savaşı’nda yenilerek Medâin’i Müslümanlara teslim etmek mecburiyetinde kalan Sâsânî kuvvetleri, Hulvân’a sığınan Kisrâ Yezdicerd’in teşvikiyle Celûlâ’da toplandılar. Şehri etrafına hendek ile siperler kazarak ve barikatlar kurarak tahkim ettiler. Ordunun başına Kadisiye Savaşı’nda öldürülen başkumandan Rüstem’in kardeşi Hurrezâd’ı getiren Kisrâ, Hulvân ve Cibâl’den asker ve silâh göndermek suretiyle ordusuna destek sağlamaya çalışıyordu. Sa’d b. Ebû Vakkâs, Hz. Ömer’den aldığı talimat üzerine onların üzerine bizzat kendisi yürümedi ve yeğeni Haşim b. Utbe’nin kumandası altında 12.000 kişilik bir orduyu sevk etti. Çok şiddetli çarpışmalardan sonra Müslümanlar büyük bir hamle ile Sâsânî ordusunu mağlûp ederek birçok ganimet ele geçirdiler (637). Ordusunun savaşı kaybettiğini öğrenen Yezdicerd Hulvân’dan ayrılarak Rey’e gitmek mecburiyetinde kaldı. Kadisiye’den sonra Celûlâ Savaşı’yla Sâsânîlere büyük bir darbe daha vuran Müslümanlar Dicle Sevâdı’ndaki bölgelerin fethini tamamladılar. Cerîr b. Abdullah elBecelî kabilesiyle birlikte katıldığı Celûlâ savaşından sonra buraya yerleşti. Burası sonraki dönemlerde Sâsânîler ile Müslümanlar arasında tampon bölge oldu. Fetihlerin bu aşamasında Hz. Ömer, Sa’d b. Ebû Vakkas’a Hîre yakınlarında Kûfe’yi, Utbe b. Gazvân’a da Basra’yı ordugâh şehir olarak kurmalarını emretti. Utbe, birçok İran şehrini içine alan Ahvaz bölgesini fethetti (638). Ancak bir yıl sonra 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 111 Hürmüzan’ın komutasındaki Sâsânî ordusu bu bölgeleri yeniden ele geçirdi. Hac dönüşü yolda vefat eden Utbe’nin yerine önce Muğîre b. Şu’be’yi, onu azledince de Basra valiliğine Ebû Musa el-Eş’arî’yi tayin etti. Ebû Musa’nın gönderdiği ordu ile Sa’d’ın Kûfe’den Numan b. Mukarrin kumandası altında gönderdiği diğer bir ordu, Ebû Sebre kumandası altında birleşerek uzun ve çetin bir mücadeleden sonra Tuster’i fethedip Hürmüzan’ı esir alarak Medine’ye Hz. Ömer’e gönderdiler (641). Celûlâ ve Hulvân’dan sonra, Sûs (638), iki yıl sonra Hûzistan, üç yıl sonra da Musul şehirlerini ele geçiren Müslümanlar (641), Nu’man b. Mukarrin’in başkumandanlığında tarihe fetihlerin fethi anlamında ‘fethu’l-fütûh’ diye geçen Nihâvend zaferiyle de Irak fetihlerini tamamladılar (642). Bu zaferden sonra, İran’da Isfahan başta olmak üzere fetihler devam etti. Kafkasya’daki en önemli geçitlerden olan ve Arapların ‘Bâbü’lebvâb’ dedikleri Derbent ile Merv, Nişâbur, Herat, Belh, Talkan ve Serahs’ı içine alan Horasan bölgesinin fetihleri de Hz. Ömer’in hilafetinin son yılında tamamlandı (644). Böylece İran Müslümanların eline geçti ve ateşperest Sâsânî İmparatorluğu tarihe karıştı. Suriye Cephesi Hz. Ömer, Bizans İmparatorluğu’na karşı Suriye cephesindeki savaşlara da ara verilmeden devam edilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir döneminde kazanılan Ecnâdeyn zaferinin üzerinden çok geçmeden yapılan Fihl Savaşı’nda Müslümanlar Bizans kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdiler (23 Ocak 635). Fihl’den sonra kazanılan Mercüssuffer Savaşı’ndan (635) sonra Dımaşk’ın fethi için herhangi bir engel kalmadı. Halid b. Velid, Mercüssuffer’den kaçan Bizans birliklerinin peşine düşerek sığındıkları Dımaşk’ı fethetti (Eylül 635). Aynı yıl gerçekleşen Mercürrûm Savaşı’nı da kaybeden Bizanslılar çok ağır kayıplar verdiler. Bu sırada Suriye Başkumandanlığı tarafından sevk edilen çeşitli birlikler tarafından Ba’lebek, Humus ve Hama şehirleri de fethedildi. Müslümanların bu başarıları üzerine Bizans İmparatoru Herakleios Hıristiyan Araplar ve Ermeniler destekli Theodoros Trithurios kumandasında 50.000- 100.000 kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bizans’ın yaptığı bu hazırlıkları öğrenen Halid b. Velid, Humus ve Dımaşk’taki birlikleri de çağırarak 25.000’i aşkın bir kuvvetle Yermûk vadisine geldi. 636 yılı yaz sıcağında iki ordu üç ay herhangi bir savaş olmaksızın bekledi. Buraya büyük ümitlerle gelen Bizans ordusu 20 Ağustos 636 günü cereyan eden savaşta ağır bir yenilgiye uğradı. Bizans ordusunun kumandanı Theodoros öldürüldü; kurtulan askerler Filistin, Antakya, el-Cezîre ve İrminiyye’ye kaçtılar. Mücadeleyi önce Humus daha sonra Antakya’da cephe gerisinden bizzat yöneten Herakleios, Yermük Savaşı’ndan sonra Antakya’dan Urfa ve Samsat’a giderek dağılan ordusunu toparlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Kaçanların bir kısmını takip etmekle görevlendirilen Iyâz b. Ganm Malatya’ya kadar ilerledi ve şehir halkıyla cizye ödemek üzere bir antlaşma yaparak geri döndü. O sıralarda Antakya’da bulunan Bizans İmparatoru, Malatya’ya asker gönderip şehri yaktırdı; “Ey Suriye! Sana selâm olsun. Burası düşman için ne güzel bir ülkedir” diyerek çaresizlik içinde İstanbul’a döndü (Eylül 636). Hz. Ebû Bekir’in son günlerindeki Ecnâdeyn ile Hz. Ömer’in hilafetinin ilk yıllarındaki Yermûk savaşlarından sonra Suriye’deki Bizans hâkimiyetine son verildi ve bölgenin şehirleri de çok kolay bir şekilde İslâm’a açıldı. 637’de Şeyzer, Kınnesrîn, Halep, ardından Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin kısa aralıklarla Müslümanlara teslim oldu ve İslâm devletinin sınırları Toroslara dayandı. 112 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Filistin ve Mısır’ın Fethi Müslümanların Amr b. Âs’ın Hz. Ebû Bekir tarafından küçük bir askerî birliğin başında Güneydoğu Filistin’e gönderilmesiyle başlayan bölgeyle ilgileri Hz. Ömer döneminde de sürdü. Yermük Savaşı’nın ardından bölgede daha sağlam bir şekilde tutunan Müslümanlar Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumandasında Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar (637). Patrik Sophronios şehrin anahtarlarını o sırada inceleme ve görüşmelerde bulunmak için Suriye’ye gelen ve Câbiye’de bulunan Hz. Ömer’e teslim etmek istediğini belirtti. Halife Ömer Ebû Ubeyde’nin daveti üzerine Câbiye’den Kudüs’e gelerek halka güvence vererek şehri teslim aldı ve bir antlaşma yaptı (638). Daha sonra da Filistin’in sahil şehirleri Askalân (640) ile Trablusşam ve Kaysâriye (640 sonu) başta olmak üzere diğer yerleşim birimleri İslâm’a açıldı. Hz. Ömer’in, Bizans’tan gelecek saldırıların önlenmesi için Câbiye’deki ordugâhın dağıtılarak iki ayrı cephede savunma hatlarının kurulmasını belirlemesinden sonra Askalân, Cündü Filistin adıyla Lüd şehri merkezli askerî bir bölge haline getirildi. Filistin’in Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi Bizans ile karadan bağlantısı kalmayan Mısır’ın fethini kolaylaştırdı. Câhiliye dönemindeki ticarî ilişkileri sebebiyle bölgeyi tanıyan Amr b. Âs, Filistin’i İslâm hâkimiyeti altına aldıktan sonra Mısır’ın stratejik açıdan çok önemli olduğunu ve oraya sığınan Bizans kuvvetlerinin tekrar kendilerine saldırabileceğini söyleyerek Mısır seferi için Hz. Ömer’i ikna etti. Emrine verilen 4000 kişilik orduyla harekete geçen Amr, Ocak 640’ta Feremâ’yı almasının ardından Aynişems’te Bizanslılarla karşılaştı. Medine’den gönderilen Zübeyr b. Avvâm komutasında 5000 kişilik kuvvetle birleşerek Bizans ordusunu mağlup etti. Stratejik açıdan çok önemli olan Babilon Kalesi’nin fethiyle de (641) Müslümanlar bölgede tutunabilecekleri bir mevkii ele geçirerek deltanın güneyle ilişkisini kestiler. Daha sonra Amr b. Âs İskenderiye’ye yöneldi. Müslümanlara direnemeyeceklerini anlayan Bizans kuvvetleri Eylül 642’de şehri teslim ettiler. Bu esnada İslâm ordusunun diğer kısmı Feyyûm ve buradan hareketle Asvan’a kadar Yukarı Mısır’ı ele geçirdi. Böylece üç yıl gibi kısa bir sürede Mısır’ın fethini tamamlayan Amr b. Âs ‘Mısır fatihi’ unvanını aldı. Daha sonra merkezi Babilon’un biraz kuzeyinde kurulan Fustat adlı karargâh şehri olan Mısır eyaletinin valisi oldu. Hz. Ömer zamanındaki fetihlerin görünen sonuçları nedir? Araştırınız. Hz. Ömer’in Vefatı ve Kişiliği Hz. Ömer 644 yılı haccını eda edip Medine’ye döndükten sonra, Mugire b. Şu’be’nin kölesi Ebû Lü’lü Fîrûz en-Nihavendî efendisinin kendisinden fazla ücret aldığını söyleyerek azaltılmasını istedi. Halife onun demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını öğrenince, ödediği ücretin fazla olmadığını söyledi. Aldığı cevaptan memnun olmayan Ebû Lü’lü, ertesi gün Mescid-i Nebevî’deki sabah namazında elbisesinin altında sakladığı hançerle Hz. Ömer’e saldırarak altı yerinden yaraladı. Kaçmak istemesine rağmen kurtulamayacağını anlayınca çevredekilerden birkaç kişiyi daha yaralayıp intihar etti. Ağır yaralı iken kendisini yerine geçecek kimseyi aşere-i mübeşerreden hayatta olan altı kişilik şuraya havale eden Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in ayakucuna defnedilmek için Hz. Âişe’den izin istedi. Hz. Aişe’nin kendisi için düşündüğü yeri vermesinden çok mutlu oldu ve yaralandıktan üç gün sonra 3 Kasım 644 Çarşamba günü vefat etti. Cenaze namazını devlet işlerini yürütmek ve mescitte namaz kıldırmak için vekil bıraktığı Suheyb b. Sinan er-Rûmî kıldırdı. Kaynaklarda uzun boylu, koyu buğday benizli, elleri ve ayakları güçlü, iki elini de kullandığından solak diye bilinen, yürürken adımlarını hızlı atan, gür sesli ve 3 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 113 etkileyici bir kişi olarak tasvir edilen Hz. Ömer ilk evliliğini Zeyneb bint Maz’un el-Cumahiyye ile yaptı. Abdullah ve Hafsa bu evlilikten doğan çocuklarıdır. İslâm öncesinde evlendiği Müleyke bint Amr ve Kureybe bint Ebû Ümeyye’yi Müslüman olmadıkları için müşrik kadınlarla evlenmenin yasaklanması üzerine (elMümtehine 60/10) boşadı. Hz. Ömer son evliliğini 638 yılında Hz. Peygamber’le kan bağı kurmak amacıyla Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın kızları Ümmü Külsûm ile yaptı. Aşere-i mübeşşereden ve vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e en yakın sahabelerdendi. Kızı Hafsa’nın Hz. Muhammed ile evlenmesi (625) dostluklarını daha da pekiştirdi. Sert mizaçlı olan Hz. Ömer’in bu özelliğini Hz. Peygamber, ‘’Ümmetimin içinde onlara en merhametli olan Ebû Bekir, Allah’ın emri konusunda en şiddetli olan da Ömer’dir’’ sözüyle dile getirmiştir. Ancak Allah’tan korkması ve öbür dünyada yaptıklarından hesap vereceğine dair kesin inancı kişisel özellikleri arasında mesuliyet duygusunu ön plana çıkarmıştır. İmanından kaynaklanan bu duygu onu sert ve kırıcı davranışlardan uzak tutmuştur. Hz. Ömer’in diğer bir özelliği de kul hakkına riayet hususunda çok hassas olmasıdır. Halifeliği süresince devlet hazinesinden ihtiyacı dışında hiçbir şey almamış; sıradan bir Kureyşli gibi yaşamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in Mushaf haline getirilmesi hususunda Hz. Ebû Bekir’i ikna eden Hz. Ömer, hilafeti müddetince Müslümanların onu çokça anlayarak okumalarını ve ezberlemelerini isterdi. Hz. Ömer hadislerin rivayetine çok dikkat ederdi. Tıpkı Hz. Ebû Bekir gibi, Hz. Peygamber’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet edenlerden şahit getirmelerini isterdi. Meşhur altı hadis kitabında yer alan onun rivayet ettiği hadis sayısı 539’dur. Hz. Ömer’in Yönetimi ve Kurumsallaşma Hz. Ömer devlet idaresinde büyük başarı göstermiş, yalnızca İslâm tarihine değil, dünya tarihine de damgasını vuran ölümsüz şahsiyetlerden birisi olduğunu kabul ettirmiştir. Hz. Ömer’in fıtrî kabiliyeti ve teşkilâtçılığı yanında, gelişmeleri hassasiyetle takip eden mesuliyet duygusuna ve Kur’an ahlâkına sahip olması, Hz. Peygamber’in terbiyesi altında yetişmesi karşılaştığı sorunların üstesinden gelmesini ve başarıya ulaşmasını sağlayan en mühim unsurlar olmuştur. ‘’Sana vâiz olarak ölüm yeter ey Ömer!’’ ifadesini mührüne kazıtan Hz. Ömer için İslâm tarihinde ilk defa müminlerin emîri anlamında ‘’emîrü’l-mü’minîn’’ tabiri kullanılmıştır. Hz. Ömer toplumu ilgilendiren bir konu ortaya çıkınca halkı Mescid-i Nebevî’ye çağırarak minberden onları bilgilendirirdi. Halkın soru sormasına ve haklarını aramasına imkân tanır, kendisinin de eleştirilmesini isterdi. İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeyi prensip edinen Hz. Ömer bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında uygular, halka verdiği emirlerin uygulamasına aile mensuplarından başlardı. Divan defterlerini yanına alarak Medine çevresindeki insanların atıyyelerini evlerine gidip bizzat kendisi dağıtırdı. Gündüzleri çarşı pazarda, geceleri de Medine sokaklarında dolaşıp asayişi kontrol eder, ihtiyaç sahiplerini gördüğünde kendisi beytülmâlden yiyecek taşırdı. Her cumartesi günü Medine’nin dışında Âliye yöresine gider, güç yetiremeyecekleri işlerde çalıştırılan kölelerin yükünün hafifletilmesini sağlardı. Aynı şekilde hayvanlara fazla yük yükletilmesine de müdahale ederdi. Fetihleri organize etmesi, orduların sevki, savaşların idaresi ve sonuçlandırması; ortaya çıkan yeni problemlerin çözümü, esirler ve gayri Müslimler hakkındaki kararları, yeni şehirlerin kurulması ve fatih askerlerinin İslâm’a açılmış çok geniş coğrafyaya yerleştirilmeleri, İslâmiyet’in tebliğ ve öğretilmesine verdiği önem gibi birçok konuda ilklere imza atmıştır. Hz. Ömer’in devlet idaresindeki becerisini gösteren ilk uygulamalarına evâil adlı kaynaklarda yer verildiği gibi bunlar özel Arapçada ilk, birinci anlamındaki evvel kelimesinin çoğuludur. Yaygın olarak ilmü’l-evâil adlı tarihî ve edebî disiplin çerçevesinde ‘tarihte ilkler’ üzerine yazılmış eserler anlamında kullanılır. Bu eserlerdeki bilgiler İslâm öncesi dönem, Asr-ı saadet ve daha sonrası olmak üzere üç bölümde ele alınır. Evâil kitapları sadece edebiyat ve ilimler tarihi bakımından değil Müslümanların kültür tarihini nasıl değerlendirdikleri konusunda da zengin bir kaynaktır. İslâm felsefecileri evâili deney öncesi ilk bilgiler veya bir ilmin dayandığı temel ilkeler anlamında kullanmışlardır. 114 İslam Tarihi ve Medeniyeti I çalışma ve teliflere konu olmuştur. Merkezden gönderilen mektup ve emirnamelerden birer nüshanın saklanmasını istediğinden Dîvânü’l-inşâ’nın kurucusu kabul edilir. İslâm öncesinde Araplar belirli bir takvim kullanmıyor, Fil Vakası gibi bazı önemli olayları tarih başlangıcı olarak kabul ediyorlardı. Ticaret hayatının canlanmasına paralel piyasada kullanımı yaygınlaşan senetler başta olmak üzere ortak bir takvime olan ihtiyaç gün geçtikçe olduğunu hisseden Hz. Ömer 637 yılı nisan ayında Hz. Ali’nin teklifiyle Mekke’den Medine’ye hicreti takvim başı olmasını kararlaştırdı. Hac dönüşü birinci ay muharremden başlamak üzere Hicrî Takvim kullanılmaya başlandı. Medine’de merkezî bir idare kurmuş olan Hz. Ömer, fetihlerden sonra şehirlerin Müslümanların hâkimiyeti altında kalabilmesi için tedbirler aldı. Ele geçirilen yerleşim merkezlerinde, tıpkı Hz. Peygamber’in Yesrib’i Medine-i Münevvere haline dönüştürürken ilk yaptığı bina olan Mescid-i Nebevi ve planını örnek alarak, öncelikle cami yaptırmalarını valilerinden istedi. Bundan dolayı fethedilen yerlere yapılan ilk binalar hep camiler oldu. Fethedilen şehirlerde bazen eski mabetler tamamen veya kısmen camiye çevrildi. Barış yoluyla ele geçen yerlerdeki eski mabetlere hiç dokunulmadı ve Mescid-i Aksâ’nın yeri tespit edilerek buraya büyük bir cami yaptırıldı. Camilerin yanına emir evi ve çarşı yapıldığı gibi, Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelerek fetihlere katılan çeşitli kabilelere mensup askerlerin aileleri getirilerek yerleştirildiği mahalleler kuruldu ve buralara vakit namazları için mescitler yapıldı. Bu plana uygun olarak Irak’ta Basra ve Kûfe ile Mısır’da Füstât şehirleri kuruldu. Ziraata elverişli toprakları sulanması için bentler yapılarak tarımın gelişmesi için tedbirler alındı. Kanallar açılarak yerleşim merkezlerine su getirildi. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri kıyısındaki Babilon ile Kızıldeniz sahilindeki Kulzüm (Süveyş) Limanı’nı birbirine bağladı. “Halîcü emîri’l-mü’minîn” adı verilen bu suyoluyla Mısır-Medine arasında karayolu yanında deniz yolu bağlantısı da kuruldu. Böylece Mısır ve Haremeyn ile Yemen ve Hindistan arasındaki deniz ticareti yapılması sağlandı. Mekke-Medine ve Şam-Hicaz güzergâhında ve Medine’de misafirhaneler yaptırdı ve buralarda yeni kuyular açtırdı. Hilafeti döneminde İslâm’a açılan toprakların bugün de İslâm ülkeleri olarak kalması şüphesiz Hz. Ömer’in yönetimdeki başarısının bir göstergesidir. Hz. Ömer zamanında ne tür şehirler vardı ve yerleşim nasıldı? Hz. Ömer ve Müslümanların kendilerine karşı davranışlarından son derecede memnun olan gayri Müslimler, özellikle Suriye bölgesinde, Bizans’ın durumunu, askerî hazırlıklarını casuslar vasıtasıyla öğrenip Müslümanlara haber vermişler ve onlarla işbirliği yapmışlardır. Dindaşları ve eski efendilerine karşı, onların bu şekilde hareket etmelerinde şüphesiz Bizans’ın adaletsiz davranışları gibi başka tesirlerin yanında Müslümanların onlara karşı âdil ve doğru davranışlarının önemli bir tesiri olduğu kesindir. Ayrıca dinî inanç ve adetlerinde kendilerine tam bir hürriyet verilen bu insanların ateşgede mabetleri, kilise ve havralarının da korunmaları ve yağma edilmemeleri de garanti altına alınmıştır. Bu dönemde fethedilen bu geniş topraklarda bugün bile varlıklarını devam ettiren gayri müslim unsurlarla onların mabetleri, Müslümanların başka din mensuplarına ve onların mabetlerine gösterdikleri saygının açık bir delilidir. Hz. Ömer, gayri Müslimlerin, Müslümanların toplu bulunduğu yerlerde, mescitlerin yanında haç çıkarmamalarını ve haçlarını 4 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 115 dolaştırmamalarını, ayrıca ezan vaktinden az önce ve okunurken kilise çanlarını çalmamalarını istemiş; ancak onların yılda bir defa bayram günlerinde haçlarıyla dolaşabilmelerine izin vermiştir. Hz. Ömer’in gayri Müslimlerle ilgili özellikle kılık ve kıyafet konusunda bazı kısıtlamalar koymasından amacı Müslüman ile zimmînin tefrik edilmesidir. Hz. Ebû Bekir döneminde Medine’deki kazâ işlerinin başında bulunarak tecrübe kazanmış, adalet sahasında gerçekleştirdiği icraatıyla insanlık tarihine geçmiştir. Adalet işlerine önceleri valiler bakarken zamanla Hz. Ömer, Küfe, Basra, Dımaşk, Filistin, Humus, Ürdün, Mısır ve Bahreyn’e kendisine bağlı kadılar tayin etti. Suçlular için ilk defa hapishane kurulması da Hz. Ömer zamanında oldu. Eğitim ve öğretime çok değer veren Hz. Ömer, fetihler genişleyip Arap olmayanlar ve bedeviler Müslüman olunca ve çocukların da sayısı çoğalınca okullar açılmasını emretti ve çocukların eğitim ve öğretimi için görevliler atadı. Hz. Ömer, denetim ve teftiş yanında orduların durumunu yakından takip edebilmek ve merkezle taşra arasındaki irtibatı sağlayabilmek için haberleşmeye büyük önem verdi. Bu amaçla yollara menziller (berîd evleri) yaptırdı ve valilerinden devamlı raporlar isteyerek faaliyetleri ve cephedeki durumları takip etti. Hz. Ömer valilerinin ve diğer görevlilerinin teftişine de çok önem verirdi. Teftiş maksadıyla her yıl hac mevsiminde valileri Medine’ye çağırır, bazı kimseleri de yanında getirmelerini emreder, onlardan vilayetlerinin durumuna, halkın şikâyetinin bulunup bulunmadığına, piyasa fiyatlarına, zayıf ve güçsüz kimselerin valilerinin yanma girip-giremediklerine, valilerin hastaları ziyaret edip-etmediklerine dair sorular sorar, bilgi alırdı. Eğer olumsuz cevap alırsa valiyi Medine’ye getirterek hesaba çekerdi. Ayrıca teftiş amacıyla tanınmayan bazı kimseleri de habersiz vilayetlere gönderirdi. Merkezde halife, vilayetlerde ise valilerle yönetilen bu siyasî, idarî, askerî, iktisadî ve dinî yapının iyi bir şekilde yürütülmesi gerekiyordu. Fetihler sonucunda tabiî olarak sayıları her gün artan valilerin tayinine ayrı bir önem veren Hz. Ömer, bu göreve göndermeyi düşündüğü kimselerin durumlarını iyice inceleyip sahabelerle istişare etmeye, adayları ehil kimseler arasından seçmeye itina gösterirdi. Görev yerlerine gitmeden önce valilerin bütün mal ve servetlerini kaydettirir; ileride aşırı miktarda servet artışı olanları sorguya çekerek durumlarını araştırır; bazen servetlerinin bir kısmına el koyardı. Tayin ettiği valilere uygulamaları gereken esasları bildirerek çeşitli tavsiyelerde bulunur, bazı sahabelerin de şahitlik yaparak imza ettikleri bir berat verir ve bunu gittikleri yerlerde halka okumalarını emrederdi. Vali veya âmillerinden birisinin halka zulmettiğini işitip de onu değiştirmezse halka kendisinin zulmetmiş olacağını düşünen Hz. Ömer’in şu tavsiyeleri valilerinden nasıl bir idare beklediğini gösterir: “Sizi saltanat sürmek, halka tahakküm etmek için tayin etmedim. Siz hidayet rehberi olacaksınız; herkes de size uyacaktır. Müslümanların haklarını koruyunuz; onları kötülemeyiniz ki zillete duçar olmasınlar; onları haksız yere övmeyiniz ki şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi Müslümanlardan üstün görmeyiniz ki haksızlığa uğramasınlar.” Hz. Ömer’in Divan Teşkilatını Kurması Hz. Ebû Bekir tarafından başlatılan fetihleri iktidarı süresince (634-644) devam ettiren Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu’na tabi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tabi Suriye, el-Cezîre, Filistin ve Mısır İslâm ülkesine katıldı. Bir kısmı yapılan savaşlardan sonra, diğer bir kısmı ise sulh yoluyla gerçekleşen bu fetihlerle birlikte, farklı millet ve dinlere mensup insanların yaşadığı, çeşitli 116 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dillerin konuşulduğu, aynı zamanda Fırat, Dicle, Âsî ve Nil gibi nehirlerin suladığı ziraata elverişli bu büyük coğrafyanın ne yapılacağı ve nasıl idare edileceği hususu, ilk fetihlerden itibaren büyük bir problem olarak Halife Ömer’in önüne çıktı. Diğer taraftan, kendi topraklarını i’lâ-yı kelimetullah aşkıyla terk edip muhtelif ülkelere sefere çıkan ve oralarda yerleşen Müslümanların siyasî, iktisadî ve medenî hayatlarının tanzim edilmesine de ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü çok süratli bir şekilde gerçekleşen bu fetihlerin, tarihte Müslümanlardan önce ve sonra beşeriyetin bildiği ve saman alevi gibi parlayıp sönen kısa süreli Atilla, İskender ve Moğol istilalarının aksine, kalıcı olmasının sağlanmasına ihtiyaç vardı. Gerek Müslümanların, gerekse gayri Müslimlerin ortaya çıkan çeşitli mesele ve ihtiyaçlarını gören Hz. Ömer, bunların halledilmesi yolunda çeşitli düzenlemelere teşebbüs ederek birçok yeni müessesenin kuruluşunu gerçekleştirmeye çalıştı. Halife işe, kazanılan ganimetlerle İslâm’a açılan bu çok büyük coğrafyada yaşayan başka dinden olan insanlar ve onların sahip oldukları toprakları ele alarak başladı. Sasânî ve Bizans imparatorluklarıyla yapılan savaşlar ve gerçekleştirilen fetihler sonucu ele geçen ganimetlerde büyük bir artış oldu. Ganimetlerin taksiminde, ordu mensuplarına beşte dört (% 80) hissenin dağıtılmasına, geriye kalan humus yani beşte bir (% 20) hissenin ise Medine’ye beytülmâle gönderilmesi uygulaması sürdürüldü. Fethedilen yerlerdeki insanlar eğer savaşsız antlaşma yapmayı kabul etmişlerse, sözlerine sadık kaldıkları sürece esir ve köle muamelesine tabi tutulmayacakları teminat altına alındı. Şayet İslâm’ı kabul ederlerse Müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklar, eski dinlerinde kalırlarsa cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girerek can ve mal güvenliğine kavuşacakları gibi, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınıp mabetlerine dokunulmayacak, ibadetlerine de karışılmayacaktı. Buna karşılık barışı kabul etmeyenlerle savaş yapılmış, bazen esir düşen bazı savaşçılar öldürülmüş, taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. Bununla birlikte Hz. Ömer, savaşarak ele geçirilen yerlerde yaşayanların da tıpkı sulh yoluyla ele geçirilenler gibi zimmî statüsüne dâhil edilmesini, kendi dinlerinde kalmak istedikleri takdirde cizye ödemelerini; ayrıca ziraata elverişli topraklarının ödeyecekleri haraç vergisi karşılığında kendilerine bırakılmasına karar verdi. Bu topraklarda tarıma devam edilmesini, arazilerin ekilip verimli hale getirilmesini, üç yıl üst üste toprağını ekmeyenlerin ellerinden alınmasını da kararlaştırdı. Ölü bir toprağı ekip canlandıran kimsenin bu toprağa sahip olacağını da aynı maksatla yürürlüğe koydu. Fethedilmiş toprakları savaşanlar arasında ganimet gibi dağıtmayıp haraç vergisi karşılığında ziraatı iyi bilen eski sahiplerine bırakan Hz. Ömer, böylece tecrübesiz kimselerin mülkiyeti altında ortaya çıkabilecek verim düşüşünü engellediği gibi, toplanacak haraç vergisini Müslümanlara, diğer fey gelirleriyle birlikte dağıtarak adil bir gelir dağılımı sağlamıştır. Haraca tabi ürünlerin cinsleri ve vergi miktarlarının belirlenmesinde, toprakların verimliliği, sulanabilirliği, tüketim merkezleriyle pazarlara olan yakınlığı ve ürünün cinsi gibi unsurlar dikkate alınıyordu. Hz. Ömer, fetihlerden sonraki bazı gelişmeler üzerine yine İslâm Tarihi’nde ilk defa zimmîlerden ve İslâm toprakları dışında yaşayanlar harbîlerden ticaret malları vergisi olan ‘uşûr’ alınmasını kararlaştırdı. Basra valisi Ebû Musa el-Eş’arî, Müslüman tüccarların gayri Müslimlerin yaşadığı yerlere ticaret için gittiklerinde kendilerinden onda bir oranında vergi alındığını haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, mütekabiliyet esasına göre, onun da harbîlerin tüccarlarından onların aldıkları onda bir miktarı kadar vergi almasını, ayrıca aynı vergiyi, yirmide bir miktarı nispe- 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 117 tinde zimmîlerden, kırkta bir miktarı da Müslümanlardan almasını emretti. Ayrıca Müslümanlardan alınanların zekât gelirlerine, harbî ve zimmîlerden alınan ticaret malları vergisinin ise fey gelirlerine dâhil edilmesini istemiştir. Hz. Ömer zamanında devlet gelirleri ve gayri Müslimlerin durumu hakkında M. Fayda’nın Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler adlı eserine başvurabilirsiniz. Hz. Ömer beytülmal gelirlerinden zekâtı Tevbe suresi 60, ganimetleri de Enfâl suresi 41. ayetlerine göre dağıtırken, İslâm devleti hâkimiyetine giren gayri Müslimlerin sulh zamanında verdikleri ve fey adı altında toplanan cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinden oluşan beytülmal gelirlerini Müslümanlara dağıtmak üzere yeni bir düzenlemeye gitmeyi kararlaştırdı. Kaynaklarda 636 yılı zikredilirse de güvenilir otoritelerin 641’de kurulduğunu ifade ettikleri divan teşkilatı ile başta muharip güçler olmak üzere, Medine’den başlanarak Kûfe, Basra, Şam ve Mısır’da yaşayan bütün Müslümanlar divan defterlerine, Arapların nesebini çok iyi bilen üç kişiden oluşan bir heyet tarafından, başta Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesinin Benî Haşim kolundan başlanmak suretiyle kaydedildi. Böylece beytülmal gelirlerinin harcama yerleri belli bir düzene bağlanarak adeta bir bütçe geleneği başlatıldı. Bazıları bu ilk divana askerî divan anlamında Divânü’1-cünd adını vermişlerse de bu doğru değildir. Kaynakların neredeyse tamamında yalnızca divan veya divanü’1- atâ şeklindedir. Hz. Ömer feyden hisse alacak Medine halkını, fetihlere önce ve sonra katılmış kuvvetler ile onların, önceleri sütten kesilince, sonradan annelerin erken sütten kestiklerini görünce doğar doğmaz çocukları dâhil bütün ailelerini divan defterlerine kaydettirirken, bunlara Arap asıllı olmayan bir kısım mevâliyi de yazdırttı. Divan defterlerine, köleler hariç, şahıs isimleriyle birlikte yılda bir defa verilecek atıyye miktarları ile köleler dâhil herkese aynı miktar ve her ay verilmesi kararlaştırılan iki cerîb erzakın da kaydedilmesi sağlanmıştır. Hz. Ömer 30 kişiyi toplayarak bir günde ne kadar yiyeceğe ihtiyaçları olacağını tespit için iki vakit yemek yedirdikten sonra, bir kişiye her ay verilecek olan erzak miktarını belirledi. Yiyeceklerin saklanacağı dârürrızk adıyla hususi yerler yaptırdı. Yıllık atıyye miktarlarının tespitinde İslâmiyet’e geçmişte yapılan hizmetlerle Hz. Peygamber’e yakınlık göz önüne alındı. Hz. Peygamber’in hanımlarından hayatta olanların her birine 10.000 dirhemle en yüksek miktarın verilmesini istedi. Bundan sonra en fazla hisse 5.000 dirhem olarak Bedir Gazvesi’ne katılanlara verildi. Bedir’e katılmamalarına mukabil Hz. Peygamber’in torunları oldukları için Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e de 5.000 bin dirhem uygun görüldü. Esma bint Umeys ve Esma bint Ebû Bekir gibi ilk muhacir kadınlara 1000 veya 3000 dirhem verilirken en az hisse ise çocuklara 100 dirhem şeklinde belirlendi. Müslümanlarla bütünleşmeyen ve cihada davet edildiğinde iştirak etmeyenlere ise, şehir veya çölde yaşamasına bakılmaksızın, fey ve ganimetten hisse verilmedi. O dönemde daha fazla vergi almak amacıyla yapılan nüfus sayımı ve defterler düzenleme işini Hz. Ömer, fey gelirlerini hakları olduğuna inandığı Müslümanlara vermek için bu orijinal teşkilatı kurarak bizzat kendisi Medine’de, taşrada ise valiler veya görevlendirdikleri amiller, yıllık atıyyeleri ve aylık yiyecekleri dağıtım işini üstlendiler. Ortaçağ İslâm dünyasında kullanılan hem alan hem de hacim ölçü birimidir. Hulefâ-yi Râşidîn, Emevîler ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde haraç vergisi yanında özellikle halife ve emirlerin iktalarının miktarının belirlemesinde alan ölçüsü olarak kullanılıyordu. Hz. Ömer zamanından itibaren cerîbin hacim (ağırlık) ölçüsü olarak da kullanıldığı görülür. Hacim ölçüsü cerîbin 29,5 litre ile 138 litre arasında değişen çeşitli miktarları ifade ettiği bölgelere göre değişiklik gösterdiği ileri sürülür. Cerîb hacim ölçüsü olarak Hz. Ömer zamanında yaklaşık 132 litreye eşdeğerdi. İslâm dünyasında kullanılan diğer ölçü birimlerinde olduğu gibi cerîb de çeşitli devirlerde bölgelere göre değişik miktarları ifade etmiştir. 118 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in Müslüman oluş süreçlerini anlatabilmek Hz. Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu haber alınca yanına giderek İslâm’a girdi. Nitekim Hz. Peygamber onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini belirtmiştir. İslâmiyet’in özellikle Kureyş ileri gelenleri arasında yayılmasında önemli rol üstlenen Hz. Ebû Bekir, peygamberlik görevi başlamasından itibaren daima Resûl-i Ekrem’in yanında yer aldı. Bazı Kureyşliler gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâmiyet’e karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden Müslüman olanlara işkence yapan Ömer 616 yılında Müslüman oldu. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu Hz. Peygamber’in, ‘’Yâ rabbi! İslâmiyet’i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm ile teyit et’’ duasının bir tezahürüydü. Hilafet kurumunun oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilmek Hz. Muhammed’in biri peygamberlik, diğeri İslâm esaslarını bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkincisini yerine getirirken hicretten sonra Medine’de kurmayı başardığı devletin başkanlığını yaptı. Vefatıyla birlikte son peygamber olan Hz. Muhammed’in ilk görevi sona erdi. Ancak devam edecek ikinci görevi için yerine toplum Hz. Ebû Bekir’i uygun gördü. Böylece hilafet kurumu ortaya çıktı. Ridde olaylarıyla ilk İslâm fetihlerini özetleyebilmek Hz. Ebû Bekir halife seçilince peygamberlik iddiasında bulunanlar ile irtidat eden kabilelerle uğraşmak zorunda kaldı. Ridde olaylarının dinî olduğu kadar siyasi sebepleri de vardı. Hz. Ebû Bekir hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle kararlı bir şekilde mücadele ederek tehlikenin büyüyerek daha büyük sosyal olaylara dönüşmesini engelledi. Hz. Ebû Bekir irtidat hareketlerini bastırıp Arabistan’ın birliğini sağladıktan sonra, Hz. Peygamber tarafından hedef gösterilenBizans ve Sâsânîlerle mücadeleyi başlattı. Hz. Ebû Bekir tarafından başlatılan fetihleri iktidarı süresince devam ettiren Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu’na tabi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tabi Suriye, el-Cezîre, Filistin ve Mısır İslâm ülkesine katıldı. İlk iki halife devrinde devlet organlarının gelişim sürecini özetleyebilmek Hz. Ebû Bekir ridde hareketlerini sonlandırarak devletin, şûra ve biat esasları etrafında kurumsallaşmasını temin etmiş, hızla genişleyen İslâm coğrafyasındaki dağınıklık ve anarşiyi engellediği gibi, merkezi otoritenin etkinliğini herkese hissettirmiştir. Hz. Ömer de başta divan teşkilatı olmak üzere Hz. Peygamber zamanında nüvesi olan İslâm müesseselerinin gelişim ve kurumsallaşmasının öncülüğünü üstlenmiştir. 1 2 3 4 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 119 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdaki isimlerden hangisi Hulefâ-yi Raşidîn arasında sayılmaz? a. Hz. Hasan b. Hz. Ömer c. Muâviye b. Ebû Süfyan d. Hz. Ali e. Hz. Osman 2. Hz. Peygamber rahatsızlanınca Mescid-i Nebevide aşağıdakilerden hangisi vekil olarak görev yapmıştır? a. Hz. Hasan b. Hz. Ömer c. Hz. Ali d. Hz. Ebû Bekir e. Hz. Osman 3. Üsâme b. Zeyd kumandasındaki orduyu kimin görevlendirdiği ve kimin gönderdiği aşağıdakilerden hangisinde sırayla ve birlikte verilmiştir? a. Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir b. Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir c. Hz. Osman Hz. Hüseyin d. Hz. Ali Hz. Ömer e. Hz. Osman Hz. Hasan 4. Aşağıdakilerden hangisi Ridde olaylarının sebeplerinden biri değildir? a. Hz. Muhammed’i taklit etmek b. Zekât ödemeyi istememek c. Asabiyet duygusuna sahip olmak d. Yahudiliğe girme isteğinde olmak e. İslâmiyet’i tam anlamıyla benimseyememek 5. Aşağıdaki savaşlardan hangisi Hz. Ebû Bekir zamanında olmuştur? a. Sıffin b. Ecnadeyn c. Celûla d. Kadisiye e. Zâtüssavârî 6. Hz. Muhammed’in Mekke döneminde İslâmiyet’i kabul etmesini temenni ettiği şahıs aşağıdakilerden hangisidir? a. Ömer b. Hattâb b. Ebû Ubeyde b. Cerrâh c. Amr b. Âs d. Muâviye b. Ebû Süfyân e. Halid b. Velid 7. Hz. Ömer döneminde hangi savaş Müslümanlara Irak kapılarını açmıştır? a. Cemel b. Ecnadeyn c. Köprü d. Yermûk e. Kâdisiye 8. Mısır ve Filistin fetihlerinde rol oynayan sahabe aşağıdakilerden hangisidir? a. Halid b. Velid b. Üsâme b. Zeyd c. Talha b. Ubeydullah d. Abdullah b. Ömer e. Amr b. Âs 9. Aşağıdaki savaşlardan hangisinde Sâsânîler Müslümanlara üstün gelmiştir? a. Kâdisiye b. Ecnadeyn c. Köprü d. Cemel e. Yermûk 10. Aşağıdakilerden hangisi fey gelirlerinden biri değildir? a. Cizye b. Zekât c. Haraç d. Ticaret malları vergisi e. Humus 120 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ebû Bekir Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Üsâme b. Zeyd Kumandasındaki Ordunun Gönderilmesi” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse “Ridde Hareketleri ve Bastırılması” konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse “İslâm Fetihlerinin Başlaması” konusunu yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ömer Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 7. e Yanıtınız doğru değilse “Irak Cephesi” konusunu yeniden okuyunuz. 8. e Yanıtınız doğru değilse “Filistin ve Mısır’ın Fethi” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Irak Cephesi” konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ömer’in Divan Teşkilatını Kurması” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Mâlik ve arkadaşları teslim oldukları için öldürülmemeleri gerektiği görüşünü savunan Ebû Katâde elEnsârî, onun öldürülmesinden rahatsız olmuş ve durumu Hz. Ebû Bekir’e şikâyet etmişti. Bunun üzerine Halife, Halid’i sorguya çekmiş; Halid, Mâlik’ten işittiği bir söz üzerine onun öldürülmesinin helâl olduğuna karar verdiğini söyleyerek özür dilemesi üzerine mazeretini kabul etmişti. Hz. Ömer’in Halid’i başkumandanlık görevinden almasının bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi bu konuyla ilgisi yoktur. Sıra Sizde 2 Yemame başta olmak üzere bazı savaşlarda hafız sahabelerin bir kısmının şehit olması Müslümanları telaşlandırdı. Bu endişeleri Hz. Ebû Bekir’e açan Hz. Ömer, onu Kur’an-ı Kerim’in toplanmasına ikna etti. Hz. Ebû Bekir, sahabeden Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyet oluşturup Kur’an’ın dağınık olarak bulunan nüshalarını bir araya toplatarak kitap haline getirilmesini temin etti. İki kapak arasındaki bu derlemeye ‘mushaf ’ denilir. Hz. Ebû Bekir tarafından muhafaza edilen bu Mushaf ondan sonra Hz. Ömer’e ondan da kızı Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Hafsa’ya intikal etti. Sıra Sizde 3 Kâdisiye’nin kazanılmasıyla Irak’ın kapıları açılarak İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlandı ve Sâsânîlerin başşehri Medâin fethedildi. Nihâvend zaferiyle Irak, Hz. Ömer’in hilafetinin son yılında tamamlanan Horasan fetihleriyle ateşperest Sâsânî İmparatorluğu tarihe karıştı. Hz. Ebû Bekir’in son günlerindeki Ecnâdeyn ile Hz. Ömer’in hilafetinin ilk yıllarındaki Yermûk savaşlarından sonra Suriye’deki Bizans hâkimiyetine son verildi ve akabinde Filistin ve Mısır fethedildi. Bizans ve Sâsânîlerden yüzyıllardır haksızlıklara maruz kalmış büyük halk kitleleri Müslümanlara kucak açarak eski yönetimleri tasfiye etti. Sıra Sizde 4 Yeni kurulan Basra, Kûfe ve Füstât şehirleri Arap yarımadasından fetihler için gelmiş Müslüman Arapların kabilelerine göre yerleştirilikleri mahallelere ayrıldı. Fethedilen Kudüs, Dımaşk, Antakya, Medâin ve İskenderiye gibi gayri Müslimlerin de yaşadıkları şehirler ise dine göre mahallelere bölündü.
.HZ. OSMAN DÖNEMİ 576 yılında Tâif ’te doğdu. Babası Kureyş’in en zengin tüccarlarından Affân b. Ebü’l-Âs, annesi Hz. Peygamber’in halası Beyzâ’nın kızı Ervâ bint Küreyz olan Hz. Osman’ın mensup olduğu Emevî kabilesinin soyu Abdümenâf b. Kusay’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Hz. Osman, babasının ölmesi üzerine ailesinin ticaret işlerini yürütmeye başladı. Güzel ahlâkı ve dürüstlüğü sayesinde ticari hayatta başarı sağlayarak Mekke’nin önemli tüccarları arasına girdi. İslâmî davetin gizli olarak yürütüldüğü ilk safhasında Hz. Ebû Bekir’in aracılığıyla Müslüman oldu. Mekke’nin ileri gelenlerinden olması dolayısıyla İslâm’ı kabul edişi Kureyş içinde geniş yankı uyandırdı. Amcası Hakem b. Ebü’l-Âs onu bağlayıp dininden dönene kadar bağlarını çözmeyeceğini söyleyince şiddetle karşı koydu. Kararlılığını görüp bağlarını çözmek zorunda kalan amcasından sonra annesi de çok uğraştı, ancak onu dininden döndüremedi. Osman kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye ile evlendi. 615 yılında hanımıyla birlikte Habeşistan’a hicret eden ilk kafilede yer aldı. Habeşistan’da doğan ve 625 yılında vefat eden oğlu Abdullah dolayısıyla kendisine Ebû Abdullah künyesi verildi. Bir yıl sonra Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra diğer Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. Hz. Peygamber tarafından Mekke döneminde Abdurrahman b. Avf ile kardeş yapılan Osman, Medine’de evinde misafir kaldığı ensardan Evs b. Sâbit ile kardeş ilân edildi. Resûl-i Ekrem, Medine’de muhacirlere ev yapmaları için yer tahsis ettiğinde ona Mescid-i Nebevî’nin kendisinin girip çıktığı kapısının karşısına düşen arsayı verdi. Ticaretle meşguliyetini devam ettirdi ve zenginler arasına girdi. Hz. Peygamber Bedir Savaşı’na giderken Osman’ı hasta olan kızının başında Medine’de bıraktı. Zafer müjdesinin Medine’ye ulaştığı gün Rukıyye öldü. Hz. Peygamber, Bedir’e katılanlardan sayarak ganimetten hisse verdiği Hz. Osman’ı daha sonra diğer kızı Ümmü Külsûm ile evlendirdi. 630 yılında onun da vefatı üzerine evlenecek başka kızı olsaydı onu da vereceğini söyleyerek damat olarak memnuniyetini dile getirdi. Onun en meşhur lakabı Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlendiği için iki nur sahibi anlamında ‘zü’n-nûreyn’dir. Vahiy kâtiplerinden olan Hz. Osman, Hudeybiye Antlaşması öncesinde Hz. Peygamber’i temsilen Mekke’ye elçi olarak gitti. Dönüşünün gecikmesi üzerine Müslümanlar arasında onun Mekkeliler tarafından öldürüldüğü şayiası yayıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, müşriklere karşı ölünceye kadar savaşma şartıyla Müslümanlardan biat aldı. Bu sırada sağ elini sol elinin üzerine koyarak Osman adına biat aldığını gösterdi. Medine’de içme suyu sıkıntısının yaşandığı bir sırada Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 124 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Rûme Kuyusu’nu satın alarak Müslümanların istifadesine sunan Hz. Osman, Tebük Seferi hazırlıkları sırasında da, ordunun donatılması için yürütülen kampanyada en büyük yardımı yaptı. Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde kâtipliğini yaptı ve müşavirleri arasında yer aldı. En yakın danışmanları arasında yer aldığı Hz. Ömer’in Suriye yolculuğuna çıkmasına ve Mısır fethine izin vermesine karşı çıkarken fethedilen arazilerin savaşanlar arasında taksim edilmeyip fey olarak sahiplerinin elinde bırakılması görüşünü destekledi. Ebû Lü’lü tarafından hançerlenerek yaralanan Hz. Ömer, Hz. Osman’ın da aralarında bulunduğu aşere-i mübeşşereden hayatta olan altı kişiyi içlerinden birini üç gün içinde halife seçmeleri için görevlendirdi. Hulefâ-yi Râşidîn dönemi hakkında yapılan akademik çalışmaların bir listesi için http://www.istem.org/tr/default.asp adresine başvurabilirsiniz. Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Hz. Ömer’in, halife seçmek üzere görevlendirdiği heyet, üyelerden Talha b. Ubeydullah şehir dışında olduğundan, toplantıya beş kişi olarak başladı. Bazı tartışmalar üzerine, Abdurrahman b. Avf, üyelerden birinin halife adaylığından feragat ederek, en çok istenen üyeyi halife seçmek üzere hakemlik yapmasını teklif etti. Diğer üyelerin teklifini kabul etmemeleri üzerine, razı oldukları takdirde, hakemlik görevini üstlenebileciğini söyledi. Hz. Ali, onun hakemliğini, tercih hususunda akrabalık gözetmeyeceğine ve sadece Müslümanların hayrı için çalışacağına dair söz vermesi şartıyla kabul edebileceğini söylerken, diğerleri şartsız hakemliğini kabul edeceklerini açıkladılar. Hz. Ali’nin şartını kabul ettiğini bildiren Abdurrahman b. Avf, seçeceği halifeye itaat edeceklerine dair üyelerden söz alıp çalışmalarına başladı. Şûra üyelerinin her biriyle baş başa görüşmeler yaptı. Halife seçilmek isteyip istemediklerini, istemeyenlerin hangi adayı desteklediklerini öğrendi. Görüşmelerin yapıldığı bir grup asker tarafından korunan evden dışarı çıkarak muhacirlerin ve ensarın ileri gelenleriyle görüştü. Kamuoyunu temsil eden pek çok kimseyle bir araya geldi ve onların adaylardan hangisini halifeliğe daha uygun gördüklerini öğrenmeye çalıştı. Çalışmalarını üç gün boyunca, sürdürdü. Dördüncü günün sabah namazından sonra kararını açıklamak üzere, Mescid-i Nebevî’de cemaatın huzuruna çıktı. Önce Hz. Ali’yi, ardından Hz. Osman’ı çağırıp, ikisinden de halife seçildikleri takdirde, “Allah’ın Kitabı’na ve Resulü’nün sünnetine uyma; ayrıca önceki iki halifenin siyasetlerini takip etme” hususunda söz vermelerini istedi. Hz. Ali, “gücümün ve bilgimin yettiği ölçüde bunu yaparım” şeklinde, şartlı ve çekinceli bir cevap verdi. Hz. Osman ise, herhangi bir şart ve çekince göstermeden, “evet, bunları yaparım” diye cevapladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman’ı halife seçtiğini açıklayıp ona biat etti. Onun ardından Hz. Ali ve Mescid-i Nebevî’de bulunanlar sırayla Hz. Osman’a biat ettiler. Kaynaklarda Abdurrahman b. Avf ’ın yaptığı görüşmelerde, çoğunluğun Hz. Osman’ı istediğini gördüğünü bildiren rivayetlerin yanı sıra, Abdurrahman’ın Hz. Ali’yi tercih etmek niyetinde olduğuna; ancak Hz. Ali’nin şartlı cevabı karşısında tercihini değiştirdiğine dair rivayetler de vardır. Hz. Osman’ın on iki yıl süren halifelik dönemi, ülkede huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin devam etmesi sebebiyle Sükûnet Dönemi (644-650) ile III. Halife’nin şehit edilmesiyle sonuçlanan iç karışıklıkların yaşandığı Karışıklık Dönemi (650- 656) olmak üzere altışar yıllık iki döneme ayrılabilir. Medine’nin güneybatısında yer alan Akîk vadisinin aşağı kısmında yer alan bir kuyudur. Hicretten sonra Müslümanların su sıkıntısıyla karşılaşmaları üzerine Hz. Osman tarafından satın alınarak sebil haline getirilmiştir. Hz. Osman’ın İslâm’da ilk vakıf örneklerinden olan bu davranışı Hz. Peygamber tarafından öğülmüştür. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 125 Abdurrahman b. Avf ’ın, halife olarak Hz. Osman’ı tercih etmesinin sebeplerini bulmaya çalışınız. İran, Horasan ve Azerbaycan Fetihleri Hz. Osman zamanında İran fethi büyük ölçüde tamamlandı. Bahreyn üzerinden deniz yoluyla düzenlenen seferlerle Belûcistan’ın sahil bölgesine kadar ulaşıldı. Bu arada Merv’e çekilmek zorunda kalan son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd kendi adamları tarafından öldürüldü (651). Bu sırada İran’ın tamamı İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyordu. Bu dönemde Horasan’a etkili ve sürekli akınlar başlatıldı. 651 yılında Kirman üzerinden Horasan’a giren Ahnef b. Kays, fetihlerini Tohâristan’a kadar ulaştırdı. Basra valisi Abdullah b. Âmir de Nîşâbûr’u ele geçirerek burada Horasan’ın ilk mescidini yaptırdı. Bu iki komutanın hoşgörülü tutumları, Sâsânî valilerinin ve mahallî hükümdarların İslâm hâkimiyetini kabul etmelerine zemin hazırladı. Afganistan sınırları içinde kalan Belh, Herat, Bûşenc ve Tûs gibi önemli şehirler de fethedildi. Diğer tarafta Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan, Arrân bölgesi ve Tiflis İslâm hâkimiyetine girdi. Azerbeycan Erdebil merkez olarak vilayet haline getirildi. Kuzey Afrika ve Nûbe Bölgesindeki Fetihler Bizanslılar, 645 yılında bir çıkarma yaparak İskenderiye’yi işgal ettiler. Mısır valisi Amr b. Âs, emrindeki birliklerle İskenderiye’yi kuşatıp Bizans kuvvetlerini oradan çıkardı (646). Amr’ın yerine tayin edilen Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh, 647 yılında İfrîkıye bölgesinin fethine çıktı. Sübeytıla yakınlarında yapılan savaşta Bizans’tan bağımsızlığını ilân eden Gregorios’a karşı büyük bir zafer kazandı. Bu savaşın ardından bölge halkı İslâm hâkimiyetini tanıdı. İfrîkıyelilerin anlaşmayı bozmaları üzerine, onlar tekrar itaat altına aldı (33 veya 34/654-655). Sübeytıla zaferinden sonra fetihlerini Nil vadisi doğrultusunda güneye kaydıran Abdullah b. Sa’d, Nûbe üzerine yürüdü. Bugün Sûdan topraklarında kalan Dongola’da hüküm süren hıristiyan Makarra Krallığı ile bir antlaşma imzalayıp bu devleti, İslâm egemenliği altına aldı (652). Müslümanların Akdeniz’e Açılmaları ve Kıbrıs’ın Fethi Hz. Ömer zamanından itibaren Suriye ve Mısır valileri sahil şehirlerindeki Bizans’tan kalma tersaneleri faaliyete geçirmek ve donanma kurmak için çaba göstermeye başladılar. Dımaşk valisi Muâviye b. Ebû Süfyân, daha Hz. Ömer zamanında Kıbrıs’ın fethi için izin istemiş, ancak halife, müslümanları tehlikeye atmamak için deniz seferine izin vermemişti. Hz. Osman, sefere sadece gönüllülerin katılması şartıyla Kıbrıs fethine çıkılmasına izin verdi. Mısır valisini de sefere çağıran Muâviye, ashaptan birçok gönüllünün yanında Ubâde b. Sâmit ile hanımı Ümmü Harâm’ın da katıldığı bir sefer düzenledi. 649 yılı ilkbaharında 1700 gemiyle Akkâ’dan denize açıldı. Kıbrıs yöneticilerinin yıllık 7200 altın vergi ödemeyi kabul etmeleriyle Kıbrıs barış yoluyla fethedildi. Vergiyle ilgili yükümlülüklerin yerine getirilmemesi üzerine, 654 yılında İkinci Kıbrıs seferi gerçekleştirildi ve savaş yoluyla fethedilen adaya 12. 000 Müslüman asker yerleştirildi. Zâtü’s-savârî Savaşı 650’de Suriye sahillerine yakın Arvad (Cyzikus) adası alındı. 652’de Sicilya ve Rodos üzerine seferler düzenlendi. İskenderiye’ye çıkartma teşebbüsünde bulunan 1 Ortaçağda Arapların Mağribin doğusuna, bu günkü Tunus ve civarına verdikleri ad. 126 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Bizans donanması püskürtüldü. Daha da önemlisi bu yıllarda 200 gemilik İslâm donanması, Finike (bazı rivayetlere göre İskenderiye) açıklarında, 500 parçalık Bizans donanmasına karşı büyük bir zafer kazandı. Yelken direklerinin çokluğu sebebiyle “Zâtü’s-savârî” adı verilen bu zaferle Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetine son verildi. Kaynaklarda 652 veya 655 yılında yapıldığına dair bilgilerin yer aldığı bu zafer Hulefâ-yi Râşidîn döneminin en büyük deniz savaşıdır. Kur’an-ı Kerim’in Çoğaltılması Fethedilen bölgelerdeki Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i kendi bölgelerinde meşhur olan sahabenin mushaf ve kıraatıyla öğrenip okuyorlardı. Onların okuyuşlarındaki farklılıklar, bu farklılığın sebebini bilmeyen askerler arasında tartışmalara yol açtı. Azerbaycan ve Ermenistan cephesinde birlikte savaşan Suriyeli ve Iraklı askerler, farklı okuyuş sebebiyle birbirlerini ağır bir şekilde itham ettiler. Bundan endişeye kapılan Huzeyfe b. Yemân, Hz. Osman’ın yanına Medine’ye gelerek konuya acil bir çözüm bulunmasını teklif etti. Hz. Osman, bu ihtilafları sona erdirmek için, Hz. Hafsa’nın evinde muhafaza edilen Ebû Bekir mushafını çoğaltarak büyük merkezlere göndermeye karar verdi. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında, dört kişilik heyeti Kur’an-ı Kerim’i istinsah ve çoğaltmakla görevlendirdi. Kıraat farklılıkları yüzünden yaşanan tartışmalara son vermek için, bir kelimenin yazılış şeklinde ihtilâfa düştüklerinde Kureyş lehçesini esas almalarını emretti. 646-651 yılları arasında gerçekleştirilen bu çalışma sonunda yazılan yedi Kur’an nüshasından biri Medine’de bırakıldı. Diğerleri, bu nüshaları okutmakla görevlendirilen birer okuyucu ile birlikte Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bundan sonra Kur’an öğretimi bu nüshalara göre yapıldı. Hz. Osman’ın bu faaliyeti büyük takdirle karşılandı ve bu işi onaylayanların başında Hz. Ali geliyordu. İÇ KARIŞIKLIKLAR VE İSYAN İlk fetihler dolayısıyla gelirlerin büyük ölçüde artması, maddi refah seviyesini çok yükseltmişti. Bu zenginleşme, halkın yeme, içme ve giyinme alışkanlıklarını da önemli şekilde değiştirdi. Ganimet gelirlerinin bol olduğu bu yıllarda, halk genelde Hz. Osman’ın yönetiminden memnundu. Hatta bu yıllarda Hz. Ömer’den daha çok sevildiği söylenir. Bu dönemde, yönetimin aleyhinde bazı şikâyetler görülmekle beraber bunlar probleme dönüşmeden halledilebiliyordu. Halk arasında ciddi bir huzursuzluk yoktu. Ancak Karışıklık Dönemi’nin başlangıcı sayılan 650 yılından itibaren, yönetim ile halk arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmaya başladı. Halife ve valilerinin bazı icraatları şikâyet konusu yapıldı. Bu şikâyet ve eleştiriler sonunda İslâm âlimlerinin Müslümanların içine düştüğü ilk büyük fitne olarak kabul ettiği, etkilerini hâlâ sürdüren kanlı isyan hareketine dönüştü. Müslümanların gruplara bölünmesinin temelini teşkil eden bu isyan hareketi, İslâm tarihinin çözülmesi en zor meselesi olma özelliğini devam ettirmektedir. Bunun en önemli sebebi, iç savaşlar dönemini başlatan bu karışıklıkların, İslâm tarihi kaynaklarına çok çelişkili bir şekilde yansımasıdır. Rivayetler arasında, birbiriyle bağdaştırılması mümkün olmayan ciddî çelişkiler bulunmaktadır. Bu haberlerin ilk râvileri çoğu kere tarafsız davranamamışlar, fikrî yapılarını, siyasi tercihlerini, kabilevî ve dünyevî temayüllerini bu anlatımlara canlı bir şekilde yansıtmışlardır. Dolayısıyla önemli bir kısmı taraflı olan bu haberler, olayların gerçek mahiyetini perdelemiş, gerçeklerin anlaşılmasını neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Hz. Osman ve valilerinin bazı uygulamalarına yönelik şikâyetler halifeliğinin ikinci yarısında giderek arttı. Muhalefet hareketi, Hz. Osman’ın halifeliğinin son 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 127 yıllarında yaşanan ekonomik krizden en fazla etkilenen garnizon şehirleri Kûfe, Basra ve Fustat’ta uygun bir ortam buldu. Hz. Osman ve valilerinin bazı icraatlarını eleştirmekle işe başlayan muhalifler, eleştirilerini giderek Hz. Osman’ın ileri gelen sahabeler tarafından da tenkit edilen uygulamaları üzerinde yoğunlaştırdı. Hz. Osman’ın istismara müsait pek çok icraatı da şikâyet konularına ilave edilerek propaganda aracı haline getirildi. İnsanlar yönetime karşı işbirliği yapmaya çağrıldı. Hz. Osman’ın şikâyet konusu uygulamaları şöyle sıralanabilir: 1. Valilikler başta olmak üzere önemli devlet görevlerine sadece akrabalarını tayin etmesi, onlara ve diğer akrabalarına büyük miktarlarda bağışlarda bulunması. 2. Kendisini eleştiren Ebû Zer el-Gifârî ve Ammâr b. Yâsir gibi ileri gelen sahabeleri çeşitli şekillerde cezalandırması ve onlardan bazılarının maaşlarını kesmesi veya azaltması. 3. Kendisinden önceki halifelerin aksine, Kureyş ileri gelenlerinin Medine’den ayrılıp fethedilen bölgelerdeki şehirlere yerleşmelerine ve oralarda çok miktarda mal mülk edinmelerine göz yumması ve bazı sahabelere fethedilen şehirlerde ikta araziler tahsis etmesi. 4. Hz. Peygamber tarafından Tâif ’e sürgüne göderilen amcası Hakem b. Ebü’lÂs’ın Medine’ye dönmesine izin verip onun oğlu Mervan’ı devlet kâtibi olarak görevlendirmesi. 5. Valilerinin hatalı icraatlarına göz yumarak cezalandırmaktan kaçınması. 6. Medine civarındaki bazı arazileri beytülmal develeri için koruluk haline getirmesi. 7. Kur’an-ı Kerim’i istinsah ettirdikten sonra, önceki nüsha ve bazı sahâbilerin ellerinde bulunan şahsî nüshaların tamamını imha ettirmesi. 8. Mescid-i Nebevî’yi genişletirken önceden kullanılmayan bazı yapı malzemeleri kullandırması. 9. Hz. Peygamber’den intikal eden hilâfet mührünü Erîs Kuyusu’na düşürmesi. Tenkit edilen konuların başında, Hz. Osman’ın önemli devlet görevlerini akrabalarına tahsis etmesi geliyordu. Şöyle ki, Hz. Osman, amcasının oğlu Mervan b. Hakem’i devlet kâtibi, yine Benî Ümeyye’den olan Muâviye’yi Suriye genel valisi yapmıştı. Kûfe valiliğine önce anne bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi, onun ardından yine akrabalarından Said b. Âs’ı getirmişti. Mısır valiliğine sütkardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’i, Basra valiliğine ise dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i tayin etmişti. Hz. Osman’ın idarede birlik ve beraberliği daha kolay sağlama arzusuyla başvurduğu anlaşılan bu uygulama, Hz. Ali ve diğer ileri gelen sahabeler tarafından da eleştiriliyordu. Hz. Osman kendisini, onlardan bazılarının daha önceden görevde bulunduğunu, diğerlerinin de göreve ehil olduklarını söyleyerek savunuyordu. Halifenin valilerine karşı hoşgörülü tutumu, şikâyetleri daha da artırdığı gibi kabilecilik hareketini de tahrik etti. Kureyş oymakları içinde Benî Ümeyye ile Benî Hâşim rekabeti yeniden gündeme geldi. Daha da önemlisi, Kureyş dışındaki kabilelerin liderleri yönetimi Kureyş’in kendilerine üstünlük ve tahakkümü olarak gösteremeye ve Kureyş’e karşı kabilecilik ateşini tutuşturmaya çalıştılar. Nitekim yönetime karşı ilk ciddi muhalefet, Bekir, Rebîa, Ezd, Kinde, Temim, Kudâa gibi fetihlerde büyük katkısı olan güçlü kabile mensuplarının bir arada yaşadığı Kûfe’de ortaya çıkmıştı. Medine’de Kuba Mescidi’nin batı tarafındaki kuyunun adıdır. Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den sonra kendine intikal eden, üzerinde ‘Muhammed Resûlullah’ yazısı bulunan ve Hz. Peygamber’den beri hilâfet mührü olarak kullanılan gümüş yüzüğü bu kuyuya düşürdü (650). Kuyunun bütün suyu boşaltılmasına ve üç gün aranmasına rağmen mühür bulunamadı. Bu olay dolayısıyla meşhur olan bu kuyuya ‘Bi’rü’l-hâtem’ de denilir. 128 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Ömer, ileri gelen muhacirlerin Medine dışındaki şehirlere yerleşmelerini yasaklamıştı. Hz. Osman bu yasağı kaldırdı. Bunun üzerine onlardan bazıları, Fustat, Kûfe ve Basra gibi yeni kurulan vilayetlere giderek oralarda mal-mülk sahibi oldular. Halk Hz. Peygamber’in en yakınlarından olduğunu öğrendikleri bu sahabeler etrafında gruplar oluşturdu. Hz. Osman’dan şikâyetin yoğunlaştığı süreçte, onları halife adayı olarak görmeye başladı. Bu durum şehirlerarasında giderek şiddetlenen bir rekabete yol açtı. Tarihçi Taberî, bu durumu İslâm ümmetinin başına gelen ilk zaaf ve bütün Müslümanları etkileyen bir fitne olarak değerlendirir. Hz. Osman, ilk Müslümanlardan olan Ebû Zer el- Gifâri ve Ammâr b. Yâsir gibi ileri gelen bazı sahâbilere karşı tutumu dolayısıyla da eleştirilmiştir. Suriye’ye giden Ebû Zer el-Gifârî, Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bazı harcamalarını ve Müslümanların ihtiyaç fazlası mallarını Allah yolunda harcamayıp biriktirmelerini şiddetle eleştiriyordu. Muâviye’nin şikâyeti üzerine Hz. Osman tarafından Medine’ye çağrılan Ebû Zer, tenkitlerini burada da devam ettirdi. Bütün çabalarına rağmen uyarılarından bir sonuç alamayan Ebû Zer, Medine’den ayrılmak için izin istedi ve kendi isteğiyle Hz. Osman tarafından Rebeze’ye gönderildi. Onun sürgün olarak gönderildiği de ileri sürülür. Hz. Osman’ın Ümeyye oğullarını iş başına getirmesi ve Ebû Zer el-Gıfârî’nin durumu, Ammâr b. Yâsir’i de halifenin aleyhine çevirmişti. Ancak onun halife tarafından şikâyet konularını ve durumu araştırmak üzere Mısır’a müfettiş olarak gönderilmesi, bu kırgınlığın önemsiz olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Ammâr b. Yâsir’in Hz. Osman hakkındaki çok ağır konuşmaları ve onun şiddetli bir şekilde dövülmesiyle ilgili haberlerin önemli bir kısmının asılsız olduğu ve isyancılar tarafından kasden uydurulduğu anlaşılmaktadır. Hz. Osman’ın amcası Hakem b. Ebü’l-Âs, bazı uygunsuz davranışları sebebiyle Hz. Peygamber tarafından Tâif ’e sürgüne gönderilmişti. Hz. Peygamber hayatta iken amcasının geri getirilmesi hususunda ondan izin aldığını ileri süren Hz. Osman, halife olunca amcasını Tâif ’ten Medine’ye çağırdı. Onun oğlu Mervân’ı da kendisine kâtip olarak görevlendirdi. Ancak bu davranışı ashap arasında iyi karşılanmadı. Mervân’ın halife adına kararlar verip birtakım yanlış uygulamalar yapması, bu memnuniyetsizliği daha da arttırdı. Hatta kendisine karşı gerçekleştirilen ayaklanmanın önemli sebeplerinden birini teşkil ettiği belirtilmektedir. Hz. Osman’ın akrabalarına yaptığı yardımlar da önemli şikâyet konuları arasındaydı. Bu konudaki haberler çarpıtılıyor, onun bu yardımları Müslümanların ortak malı beytülmalden yaptığı söyleniyordu. Çok zengin olan Hz. Osman’ın bu yardımları kendi malından yaptığını söylemesi, art niyetli muhalifleri iknaya yetmedi. Bu bağışların halifenin aleyhinde önemli bir dedikoduya sebep olduğu görülmektedir. Hz. Osman, Kur’an-ı Kerim’i istinsah ettirmesi sırasında diğer Kur’an nüshalarını imha ettirmesi sebebiyle de bazı tenkitlere maruz kaldı. Bu icraatı genelde takdir ve övgüyle karşılanmıştı. Ancak Abdullah b. Mes’ûd ve kırâatı ondan öğrenen Kûfeliler, sonradan kanaaatlerini değiştirseler de, başta buna karşı çıktılar. Kûfe’deki yönetim muhalifleri de, bundan istifade etmeye çalıştılar. Hz. Osman’ın Hz. Peygamber’den intikal eden hilâfet mührünü Erîs Kuyusu’na gayri ihtiyari düşürmesi de aleyhinde propaganda maksadıyla kullanıldı. İç Karışıklıkların Vilayetlerdeki Yansıması Yönetime karşı ilk ciddi muhalefet, daha ziyade kabilecilik hareketi şeklinde Kûfe’de ortaya çıktı. Valilerin bazı söz ve uygulamaları da, muhalif kabile liderlerinin işini kolaylaştırdı. Vali Velid b. Ukbe, 30 (650-651) yılında bir cinayetin faillerine kısas uygulaması yüzünden katillerin yakınlarının düşmanlığına hedef oldu. Onu içki içmekle itham eden (bazı rivayetlere gore içki içtiğini gören) bu şahıslar, iddialarını şahitlerle halifenin huzurunda ispat ettiler ve onun görevden 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 129 alınıp cezalandırılmasını sağladılar. Yeni vali Said b. Âs, “Sevâd-ı Irak Kureyş’in bahçesidir” diyerek, kabile liderlerinin duygularını tahrik etti. Bulundukları toplantılarda, valiyi eleştirmeye ve halkı yönetime karşı isyana teşvik etmeye başladılar. İhtilaf büyüyünce, halifenin emriyle Eşter en-Nehaî ve diğer on iki şahıs, halkı isyana teşvik yüzünden sürgün cezasına çarptırılıp, ıslah için Dımaşk’a gönderildiler (33/653-654). Muâviye b. Ebû Süfyan onları iddialarından vazgeçiremeyince, halifenin onayıyla Humus’a nakledildiler. Orada bir plan yaparak, pişmanlarını ve iddialarından vazgeçtiklerini bildirip Kûfe’ye dönmek için izin almayı başardılar. Ancak Kûfe’ye geldikten sonra yönetim aleyhindeki faaliyetlerini daha da hızlandırdılar. Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe’nin bir süre burada kalması da, bunda etkili oldu. Hz. Osman’ın temsil ettiği Kureyş hâkimiyetini hedef alan bu kabilecilik hareketi, Irak’ın diğer büyük merkezi Basra’da da yankı buldu. Basra, Kûfe ve Mısır’ın yanısıra isyancıların üçüncü merkezi haline geldi. Karışıklıkların diğer önemli merkezi Mısır’da da, Hz. Osman ve Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh ağır bir şekilde eleştiriliyordu. Abdullah b. Sebe’nin gelmesiyle Mısır muhalefetin ana merkezi haline geldi. Hz. Osman zamanında Hicaz’da ortaya çıkan “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker” sloganını kullanarak gizli ve yıkıcı bir davet başlatan İbn Sebe, Basra, Kûfe ve Suriye’den kovulduktan sonra Mısır’a gelmişti. Muhalif grupları, buradan organize etmeye başladı. Asiler onun talimatıyla, Hz. Osman’ı ve valilerini ağır bir şekilde eleştiren mektuplar yazarak birbirlerine göndermeye başladılar. Mektuplarda Hz. Osman ve valilerinin dinin kurallarını çiğneyip zulme başvurduklarını söylüyor ve halkı yönetime karşı isyana çağırıyorlardı. Kalabalıkların huzurunda okunmasını sağladıkları bu mektuplar, başşehir Medine’ye de gönderiliyordu. Bazı rivayetlere göre Abdullah b. Sebe, vesayet inancını gündeme getirerek Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu, dolayısıyla halifelik hakkının ondan Hz. Ali’ye geçtiğini iddia ediyordu. Buna göre halifeliği gasbeden Hz. Osman’ın uzaklaştırılıp yerine Hz. Ali’nin geçirilmesi gerekiyordu. İsyancılar Haklımıydı? Yukarıda özetlenen şikâyet konularının, haklı olunan bazı hususlar bulunmakla birlikte, bunların hiçbiri isyanı haklı gösterebilecek sebepler değildir. Zaten Hz. Osman’ın bazı hatalarını kabul ettiği ve bunu isyancılara söylemekten çekinmediği bilinmektedir. Buna rağmen isyancıların hareketlerini devam ettirerek onu öldürmeleri, tarihçileri, kaynaklarda sayılan bu sebeplerin isyanın gerçek sebeplerini olmadığını düşündürmüş ve gerçek sebepleri aramaya sevk etmiştir. Bazı tarihçiler, bu isyanı, daha ziyade, o yıllarda yaşanan siyasî, iktisadî ve sosyal değişikliklere bağlamışlardır. Şöyle ki, Hz. Osman’ın halifeliğinin son yıllarında, fetihlerin duraklaması dolayısıyla ganimet geliri azalmıştı. Bu durum en fazla, Fustât, Kûfe ve Basra gibi askerî garnizon olarak kurulan ve çeşitli Arap kabilelerinin bir arada yaşadığı şehirleri etkiledi. Bu vilayetlerde yaşayan muharip sınıf, fetihlerin durması yüzünden ganimet gelirleri sona erince, geçimini vergi gelirlerinden ödenen maaşla sağlamak zorunda kaldı. Fetihlerle gelen hızlı zenginleşmenin kaçınılmaz sonucu olan ekonomik kriz sebebiyle asker maaşlarının indirilmesi, gayri memnunların sayısını daha da artırdı. Diğer yandan fetih ordularındaki askerlerin manevî değerlere bağlılığı önemli ölçüde değişmişti. Cepheye şehitlik veya gazilik için giden askerlerin sayısı azalırken, irtidat hadiselerine karışmış 130 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bedevî kabilelere mensup, cephelere daha ziyade ganimet için koşan askerlerin sayısı artmıştı. Fetihlerin durmasıyla gelir kaynaklarını kaybeden bu bedevi Araplar, önceki ganimet gelirleri ve fethedilen araziler konusunda ileri geri konuşarak Müslümanların zihinlerini karıştırdılar. Valiler ve bazı sahabelerin büyük servetler edinmesi, onların kıskançlığını kamçıladı. Bunun neticesinde Câhiliye dönemi kabilecilik anlayışı yeniden ortaya çıktı. Bu isyanın Hz. Osman’ın miras olarak devralıp değiştiremediği gelişmelerin bir sonucu olduğu ve birinci derecede diğer kabilelerin Kureyş’e isyanını sembolize ettiği de ileri sürülü. Çünkü Kureyş’i hilâfeti tekeline almakla suçlayan bu kabileler, vergi gelirinin büyük kısmının hâlâ Medine’ye gönderilmesine karşı çıkıyorlar ve Müslümanların ortak malı olan fey gelirlerinin eyaletlerde dağıtılmasını istiyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları bölmek için gizli ve yıkıcı bir davet başlatan İbn Sebe ve arkadaşlarının işini kolaylaştırmış olmalıdır. Hz. Osman’a karşı başlatılan muhalefet hareketinin ana merkezlerini ve liderlerini araştırınız. Olayların İsyana Dönüşmesi ve Hz. Osman’ın Katledilmesi Hz. Osman aleyhindeki hareket güçlenmiş, isyan hazırlığı içine giren grupların iddia ve ithamları gündemin en önemli konusu haline gelmişti. Hz. Osman, once vilayetlerdeki durumu öğrenmek için müfettişler gönderdi. Müfettişler, dönüşlerinde ortalıkta dolaşan haberlerin önemli bir kısmının asılsız olduğunu ve vilayetlerde durumun normal halinde seyrettiğini bildirdiler. Bununla birlikte müfettişlerin olumlu gözlemlerine karşılık, şikâyet ve söylentiler artarak devam ediyordu. Bu durum karşısında Hz. Osman 655 yılı hac mevsiminde valileriyle Medine’de bir toplantı yaptı. Toplantıya katılan Suriye, Kûfe, Basra ve Mısır valileri, yayılan haberlerin bir tertip olduğunu dolayısıyla endişe edilecek bir durum bulunmadığını söylediler. Bu hareketin önlenmesi için, taraftarlarının savaşa gönderilmesi, elebaşılarının idam edilmesi, onlarla mücadelenin valilere bırakılması, mal ile gözlerinin doyurulması gibi çözüm teklifleri getirdiler. Onları dinleyen Hz. Osman netice olarak, fitne elebaşılarının askere alınmasını, Kûfe’deki bazı şahısların maaşlarının kesilmesini emretti. Olaylara Allah’ın emirleri çerçevesinde çözüm arayacağını belirtip valilerine de, insanları fitneden uzak tutmaya çalışmalarını, onlara karşı adil ve itidalli davranmalarını tavsiye etti. Fitne hareketinin tehlikeli bir hal aldığını gören Suriye valisi Muaviye b. Ebû Süfyân, fitne ateşi sönünceye kadar Hz. Osman’ı Suriye’ye götürmek istemişti. Bunu kabul etmeyince, Suriye’den asker göndermeyi teklif etti. Ancak Hz. Osman gelecek askerlerin Medinelileri rahatsız etmesinden duyduğu endişe sebebiyle buna da razı olmadı. İsyancılar ilk ciddi eylemlerini Kûfe’de gerçekleştirdiler. Eşter en-Nehaî ve arkadaşları, Hz. Osman’la yaptıkları toplantının ardından Kûfe’ye dönmekte olan vali Said b. Âs’ın yolunu kesip Kûfe’ye girmesini engelleyerek, yerine önceki valilerden Ebû Musa el-Eş’arî’nin tayin edilmesini istediler. Hz. Osman, olayları yatıştırmak için onların isteğini kabul etti. Ancak muhaliflerin tehditlerine boyun eğme şeklinde gelişen bu tayin, Kûfe’nin merkezî yönetimin kontrolünden çıkmasına yol açtığı gibi Mısır ve Basra’daki muhaliflere de cesaret verdi. Hz. Osman ve valilerini açıktan eleştirmeye başladılar. Bazı hatalarını abartmakla kalmayıp, onlara haksız isnatlarda bulunmaktan çekinmediler. Ayrıca Hz. Ali başta olmak üzere ileri gelen sahabelerin ağzından mektuplar yazarak onları da bu işin içinde göstermeye çalıştılar. Bütün şehirlere gönderdikleri mektuplarda, halkı cihad için 2 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 131 Medine’ye çağırdılar. Büyük yankı yapan mektuplar Medine’de de etkisini gösterdi. Hz. Osman’a yönelik kişisel kırgınlıklar da, Medine’deki muhaliflerin sayısının artmasına zemin hazırladı. İsyancıların faaliyetlerine hız verdiği bu günlerde Mısır’dan bir heyet, valilerinden şikâyet için Medine’ye geldi (Ocak-Şubat 656). Hz. Osman, Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kalabalık bir heyetle birlikte onları dinledi. Kendisine yönelttikleri tenkit ve ithamlara cevaplar verdi. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bazı isteklerinin yerine getirileceğini söyleyip geri dönmelerini sağladı. Ancak iki ay kadar sonra, bu defa Mısır’ın yanı sıra, Kûfe ve Basra’dan sayıları 600-1000 arasında olduğu söylenen üç grup, hacı kafilelerinin arasına karışarak bölgeye geldi. Yapılan plana göre, önce Medine’ye yönelen heyetler şehrin dışında ayrı mevkilerde konakladılar. Ardından iki kişiyi halifeyle görüşmek üzere temsilci olarak Medine’ye gönderdiler. Ancak onların asıl niyeti, Medine’de kendilerine karşı koyabilecek bir askerî birliğin bulunup bulunmadığını öğrenmekti. Bu iki şahıs, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Peygamber’in eşleriyle görüştü. Mısır valisi hakkındaki şikâyetlerini aktarıp onlardan kendilerini halife ile görüştürmelerini istediler. Hiç birinin tekliflerini kabul etmemesi üzerine, konaklama yerlerine geri döndüler. Bu sırada onların Hz. Osman’a bir kötülük yapmalarından endişelenen Hz. Ali, onu durumdan haberdar etti ve oğlu Hasan’ı halifeyi korumak üzere gönderdi. Ashabın diğer büyükleri de oğullarını gönderince, evinin önünde halifeyi savunacak bir topluluk oluştu. Hz. Osman’ı halifelikten indirmekte kararlı olan asiler, onu savunmak için toplananların dağılmasını sağlamak için bir plan yaptılar. Konakladıkları yerlerden ayrılıp, geldikleri şehirlere doğru yola çıktılar. Bazı rivayetlerde ise, onların Hz. Osman ile görüşüp Mısır valiliğine Muhammed b. Ebû Bekir’i tayin ettirdikten sonra yola çıktıkları kaydedilmektedir. Onların geri döndükleri duyulunca Hz. Osman’ın evini savunmak için toplananlar evlerine gittiler. Ancak isyancılar, farklı istikametlere gittikleri halde, hep birlikte ansızın geri geldiler. Tekbir sesleriyle Medine’ye girip Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Dönüş yolunda Hz. Osman tarafından Mısır’ın eski valisine yazılan ve yeni vali Muhammed b. Ebû Bekir ile bazı liderlerinin ölümle cezalandırılmasını emreden bir mektup ele geçirdiklerini söylediler. Hz. Osman böyle bir mektup yazmadığını ve böyle bir mektuptan haberinin olmadığını bildirse de, onun sözlerine aldırmadan evini kuşattılar ve stratejik noktalarda mevzilendiler. Medine’de sayıları oldukça artmış olan köleler ve işsiz güçsüz bazı bedevîler de isyancılara katıldı. Önceden hazırladıkları senaryonun bir parçası olduğu anlaşılan bu mektubun, halifenin kâtibi Mervan tarafından yazılıp, hilafet mührüyle mühürlendiğini bildiren rivayetler de vardır. Hz. Osman, evini kuşatan asilerin bu tavrı karşısında, vilayetlere gizlice haber göndererek valilerinden yardım birlikleri göndermelerini istedi. Diğer taraftan muhasaranın ilk günlerinden itibaren evlerine kapanan Medinelilerin çoğu, mecbur kalmayınca dışarı çıkmadı. Bunun sebebi, isyancıların tehditlerinden ziyade halifenin öldürülebileceği ihtimalini düşünememiş olmalarıydı. İsyancılar yirmi gün ile iki ay arasında devam ettiği söylenen muhasaranın son on gününe kadar, Hz. Osman’ın Mescid-i Nebevî’ye çıkıp imamlık yapmasına izin verdiler. Hz. Osman, bu günlerde defalarca isyancılarla konuştu. Öldürülmeyi gerektirecek bir suç işlemediğini söyledi, yöneltilen eleştiri ve ithamlara cevaplar vererek pek çok konuda onları ikna etti. Hz. Peygamber’in kendisini cennetle müjdelediği durumları ve Müslümanlara yaptığı yardımlarını hatırlattı. Bir defasında Hz. Ali’nin tavsiyesine uyup bazı uygulamalarının hatalı olduğunu 132 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kabul etmiş, Kur’an ve Sünnet’e uyma hususunda daha dikkatli davranacağına söz vererek sükûneti sağlamıştı. Ancak kâtibi Mervan, bunun yönetim için büyük bir taviz olduğunu, isyancıların daha cür’etkar davranmalarına yol açacağını söyledi. Hz. Osman’dan dışarı çıkıp onlara karşı sert bir konuşma yapmasını istedi. Hz. Osman’ı ikna edemeyince, onun izniyle dışarı çıkıp isyancılara aşağılayan sert bir konuşma yaparak ortalığı yeniden alevlendirdi. Bundan itibaren isyancılar muhasaranın son on gününde kuşatmayı şiddetlendirdiler. Evinden dışarı çıkmasına izin vermedikleri halifeden hilâfeti bırakmasını istediler, aksi takdirde öldüreceklerini söylediler. Evine içme suyu gönderilmesini bile yasakladılar. Hz. Ali ve Hz. Peygamber’in hanımlarından Ümmü Habibe’nin su ulaştırma teşebbüslerini sert bir şekilde engellediler. Bu sırada asilerin sadece kendisini öldürmek istediklerini anlayan Hz. Osman, halifeliği bırakmaya yanaşmadı. Evinde ve kapısının önünde kendisini savunmak için bekleyenlereri de tehlikeye atmak istemedi ve silah kullanmalarına izin vermedi ve bu konuda onlardan söz aldı. Bu esnada çevresinde bulunan 700 kişilik kuvvet izin verilmesi durumunda isyancılara üstünlük sağlaması mümkündü. Kendisi hakkındaki “bir musibetten sonra şehit edileceği” hadisini bilen Hz. Osman’ın, Hz. Peygamber’i rüyasında gördüğü ve onun birlikte iftar müjdesinden de etkilenerek, isyancılara boyun eğmeden onuruyla ölmeyi göze aldığı belirtilir. Hac mevsiminin sona ermesi dolayısıyla Mekke’den gelecek kalabalıklar asileri endişelendiriyordu. Diğer taraftan halifenin talimatı üzerine eyaletlerden gönderilen askeri birliklerin yaklaştığı da duyulmuştu. Bu yüzden acele ederek kuşatmanın son gününde halifenin evinin kapısını yakarak buradaki genç sahabelere saldırdılar. Akşam saatlerinde birkaç Mısırlı bitişikteki evden Hz. Osman’ın evine geçerek Kur’an okumakta olan halifeyi katletti (17 Haziran 656). Onu korumak isteyen eşi Naile’nin parmakları kesildi. Beytülmali yağmalayan asiler, Hz. Osman’ın defnedilmesini de engellediler. Bu yüzden onun cenazesi, ancak akşam ile yatsı arasında çok az kişi tarafından gizlice kaldırılabildi. 82 yaşında olan halife, Cennetü’l-Baki’ mezarlığı bitişiğindeki Haşşü Kevkeb denilen yere defnedildi. Muâviye b. Ebû Süfyân, halifeliği zamanında burayı Cennetü’l-Baki’ye dâhil etti. Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Osman, halim, selim, nazik, çok merhametli, cömert ve engin bir hayâ duygusuna sahip bir şahsiyetti. Hz. Peygamber’in onun hakkında, “Kendisinden meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” buyurduğu bildirilmektedir (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe”, 26). Hz. Osman Kureyş içinde sevilen biriydi. Özellikle akrabalarıyla yakından ilgilenirdi. Onları himaye eder, kendi malından yardım yapardı. Ev halkına karşı çok nazik davranırdı. Hz. Peygamber’in sır kâtiplerinden olan Hz. Osman, vahiy kâtipliği yanında bazı resmî vesikaları da kaleme almıştır. Hz. Osman, ilmî bakımdan da ileri bir seviyedeydi. Kur’an’ı ezberleyen ve Hz. Peygamber’in sağlığında fetva veren bir kaç sahabeden birisiydi. Hadisleri tam olarak rivayet etmeye çok önem veren Hz. Osman, Ha. Peygamber’den 146 hadis rivayet etmişti. İslâm tarihinde ilk büyük fitne olarak adlandırılan bu isyan sonucunda Hz. Osman’ın katledilmesi Medine’de büyük bir üzüntüye sebep oldu. Hz. Osman’a yeterince destek olamanın verdiği pişmanlık bu üzüntüyü daha da arttırdı. Onun ölümüne en fazla üzülenler arasında Hz. Ali vardı. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik sona erdi; Hz. Ali zamanında Cemel ve Sıffîn gibi iki önemli iç savaş yaşandı. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 133 HZ. ALİ DÖNEMİ Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu olan Hz. Ali 600 yılında Mekke’de doğdu. Mekke’de yaşanan kıtlık üzerine Hz. Peygamber’in himayesine aldığı Hz. Ali beş yaşından hicrete kadar onun yanında büyüdü. Henüz on yaşlarında iken iman ederek ilk Müslümanlardan biri oldu. Hz. Peygamber’in hicret için yola çıktığı gece, müşrikleri yanıltmak için onun yatağında yattı. O geceyi Hz. Peygamber’in yatağında geçiren Ali, kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Mekke’den ayrılarak Kubâ’da Resûl-ü Ekrem’e yetişti. 624 yılında Fâtıma ile evlendi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin (Muhassin) adlı erkek, Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları oldu. Hz. Peygamber’in nesli Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali Hz. Fâtıma’nın vefatından sonra birkaç evlilik daha yapmış ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir. Hz. Ali, bütün gazvelere katılarak Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış, büyük kahramanlıklar gösterdiği bu savaşlardan Hayber’in fethinde de önemli rol oynamıştır. Tebük Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in vekili olarak Medine’de kalmıştır. Bazı seriyyelerde de kumandan olarak görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber’e hem kâtiplik hem de vahiy kâtipliği yaptı. Hz. Peygamber vefat ettiğinde, vasiyeti üzerine cenazenin yıkanması ve diğer hizmetleri, yakın akrabalarının başında Hz. Ali yerine getirdi. Bundan dolayı Benî Sâide avlusunda ensar ve muhacirler arasında yapılan ve Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle sonuçlanan toplantıdan haberi olmadı. Ona herkesle birlikte biat ettiğinin yanında halifeliğin kendisinin hakkı olduğunu düşünerek toplantıya çağrılmadığı için alınganlık gösterdiği, Hz. Fâtıma’nın vefatının ardından altı ay sonra biat ettiği haberleri de vardır. Sadece Hz. Ali değil Hâşimoğulları’ndan hiç kimse halife seçiminin yapıldığı toplantıya katılmamıştı. Bununla birlikte Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe seçilişinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmamıştır. Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idari görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Medine’de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer özellikle fıkıh konularında sıkça fikrine başvurmuşlardır. Hz. Ömer’in 644 yılında azatlı bir köle tarafından hançerlenmesi üzerine, halife seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi olan Hz. Ali, rivayetlere göre bu toplantıda halife seçileceğini düşünüyordu. Ancak Hz. Osman seçilince, bir tepki göstermeden ona biat etti. Ashabın diğer büyükleri gibi Hz. Osman’ın bazı icraatlarını tenkit etmekle birlikte, sonuna kadar ona yardımcı olmaya çalıştı. Hz. Osman’a karşı girişilen hareketleri hiçbir şekilde desteklemedi. Nitekim olayların şiddetlenmesi üzerine oğullan Hasan ile Hüseyin’i halifenin evinin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını esirgememiştir. Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Müslümanlar, Hz. Osman’ın öldürülmesi sebebiyle büyük bir sıkıntıyla yüz yüze geldiler. Medine’de hâkimiyet bütünüyle Hz. Osman’ı öldüren isyancıların eline geçmişti. İsyancılar, ortaya çıkan otorite boşluğundan istifade ederek, ashabın büyüklerinden birini halifeliğe getirmek istediler. Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah, ardından Sa’d b. Ebû Vakkâs ve Abdullah b. Ömer’e halifelik teklifinde bulundular. Ancak hiç biri halkı temsil etmeyen isyancıların halifelik teklifini kabul etmedi. Bu sırada onlardan ayrı hareket eden ashabın ileri gelenleri, Hz. Ali’ye gelerek halifelik görevini üstlenmesini istediler. Hz. Ali, önce bunu kabul 134 İslam Tarihi ve Medeniyeti I etmek istemedi. Ancak ısrarlar karşısında, ortaya çıkan krizin daha da büyümesinden endişe ederek, Mescid-i Nebevî’de açık bir şekilde biat edilmesi şartıyla halifeliği kabul etmeyi uygun gördü. Bazı rivayetlerde, Hz. Ali’nin seçilmesinde isyancıların etkili olduğuna bazı sahabelerin onların tehdidiyle biat ettiğine dair bilgiler yer alır. Neticede muhacirlerin ve ensarın büyük bir kısmı doğal ve en uygun aday konumunda olan Hz. Ali’ye biat ettiler. Hz. Ali’nin ilk icraatı, Hz. Osman zamanındaki olayların en önemli sebeplerinden saydığı valileri görevlerinden alıp yerlerine yenilerini tayin etmek oldu. Vali tayinlerini bir süre ertelemesini ve özellikle Suriye valisi Muâviye’yi azilde acele etmemesini tavsiye edenleri dinlemedi. Ancak bu tayinler dolayısıyla önemli sıkıntılarla karşılaştı ve vilayetlerdeki valiler ilk üç halifede olduğu gibi Medine’de yapılan biate sadık kalmadılar. Basra valiliğine gönderilen Osman b. Huneyf el-Ensârî, küçük bir grubun Hz. Osman’ın katilleri cezalandırılmadan biat etmeyeceklerini söylemesiyle birlikte idareyi teslim aldı. Mısır valiliğine gönderilen Kays b. Sa’d da duruma hâkim oldu. Ancak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını şart koşan bir grup ona biat etmedi. Kays, kendisinin azlinden sonra yönetimle mücadeleye giren bu muhaliflere karşı müsamahakâr davrandı ve onları biat etmeye zorlamadı. Amcası Hz. Abbas’ın oğullarından Ubeydullah’ı Yemen’e Kusem’i de Mekke valiliğine tayin etti ve bu iki merkezde de problem çıkmadı. Ancak Kûfe valiliğine tayin edilen Umâre b. Şihâb, önceki valileri Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den başkasını istemediklerini söyleyen bir grup tarafından yolunun kesilmesi üzerine Medine’ye dönmek zorunda kaldı. Bu problem, Ebû Mûsâ’nın Hz. Ali’ye biat etmesiyle çözüldü. Suriye valiliğine tayin edilen Sehl b. Huneyf elEnsârî de geri dönmek zorunda kaldı. Çünkü Hz. Osman’ın valisi Muâviye b. Ebî Süfyân’ın gönderdiği birlikler Kulzüm’de yolunu keserek onun Suriye topraklarına girmesine izin vermediler. Hz. Ali, Hz. Osman döneminde yaşanan olayların en önemli sorumluları olarak valilerini görüyor ve onları görevlerinde bırakmayı asla düşünmüyordu. Ancak makam ve servete alışmış bu şahıslar, görevlerinden alınmayı hazmedemediler. Suriye valisi Muâviye Hz. Osman’ın yakın akrabası sıfatıyla onun kanını dava ederken diğerleri de bulundukları şehrin beytülmalini boşaltarak muhalefetin merkezi Mekke’ye gittiler. Hz. Ali’nin Hz. Osman döneminde oluşan tepkileri azaltmaya yönelik önemli bir icraatı da, Hz. Ömer tarafından başlatılan ve Hz. Osman döneminde de sürdürülen, atıyyelerin hak sahiplerinin İslâm’a giriş önceliği ve hizmetlerine göre derecelendirilmesi sistemini değiştirerek eşit bir şekilde dağıtmaya başladı. Ayrıca Hz. Osman’ın bazı şahıslara tahsis ettiği arazileri geri aldı. Hz. Ali’ye Karşı Oluşan Muhalefet ve Cemel Vakası Hz. Ali’nin karşılaştığı ilk problem Hz. Osman’ın katilleri meselesiydi. Ancak ortada belirli bir veya birkaç katil yerine, katillerin içinde bulunduğu, o sırada Medine’ye hâkim olan isyancı bir topluluk söz konusuydu. Dolayısıyla isyancılarla hemen başa çıkılamayacağı açıktı. Hz. Ali bu durumda ortalığın yatışmasını beklemeyi uygun gördü. Kendisine gelerek katillerin derhal ortaya çıkarılıp cezalandırılmalarını isteyen Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’a bunu kendisinin daha fazla istediğini, ancak şartların müsait olmadığını, bunun için ortalığın yatışmasını ve istikrarın sağlanmasını beklemek gerektiğini söyledi. Talha ve Zübeyr, aralıklarla gelerek tekliflerini tekrarladılar. Hz. Ali halife seçildikten kısa süre sonra, bu mesele yüzünden iki güçlü muhalefetle karşılaştı. Biri, Hz. Âişe, 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 135 Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın önderliğini yaptıkları gruptu. Hz. Âişe, Hz. Osman’ın muhasara altında bulunduğu sırada hac için Mekke’ye gitmişti. Haccın ardından Medine’ye dönerken, yolda Hz. Osman’ın şehit edildiğini öğrenince geri döndü. Mekke’de yaptığı konuşmalarda Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyerek katillerinin cezalandırılması için bir hareket başlattı. Bu arada Hz. Osman’ın şehit edilmesinin ardından Hz. Osman’ın kâtibi Mervân b. Hakem, Hz. Osman’ın çocukları Ebân ve Velid başta olmak üzere Medine’den ayrılan Emevî ailesi mensupları ile onun Basra ve Yemen valileri, Mekke’ye gelerek Hz. Âişe’ye katıldılar. Bir süre sonra da Hz. Osman’ın katillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılması hususunda bekledikleri bir adımın atılmadığını gören Talha ile Zübeyr de, Hz. Osman’ın öldürülmesinden dört ay sonra, umreye gitmek için Hz. Ali’den izin alıp Mekke’ye giderek Hz. Âişe’nin yanında yer aldılar. Böylece Mekke’de Hz. Âişe’nin önderliğinde, “Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını gerçekleştirmek” üzere bir hareket oluştu. Hz. Ali’ye karşı mücadele başlatan ikinci önemli muhalefet, Hz. Osman’ın Suriye valisi ve yakın akrabası Muâviye b. Ebû Süfyân tarafından başlatıldı. Hz. Ali’nin Suriye valiliğine tayin ettiği Sehl b. Huneyf ’in Suriye’ye girişini engelleyen Muâviye, kendisini Hz. Ali’ye biate davet etmek için gelen elçiye de ret cevabı vermiş ve Hz. Ali’ye biat etmeyi Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması şartına bağlamıştı. Ayrıca yakın akrabası olarak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını talep hakkına sahip olduğu iddiasıyla halife ile irtibatını koparmış ve ona karşı bir mücadele başlatacağını ilân etmişti. Hz. Ali, Muâviye’nin bu açık tavrı karşısında onun üzerine gitmek için hazırlıklara başladı. Ancak gelen bir haber hedefini değiştirmesine sebep oldu. Mekke’de Hz. Âişe, Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’ın önderliğinde bir araya gelenler, ne yapacakları hususunda görüşmeler yaptılar. Hz. Osman’ın Basra valisi Abdullah b. Âmir’in, Basra’da Osman taraftarlarının fazla olduğunu, kuvvetlerini arttırmak için oraya gitmelerinin uygun olacağını söylemesi üzerine Basra’ya gitmeye karar verdiler. Hz. Âişe, Zübeyr ve Talha’nın niyeti, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırılmasını sağlamak suretiyle Müslümanları içinde bulundukları fitneden kurtarmaktı. Hz. Âişe’nin, iki mümin grup arasında savaş çıkarsa saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşmayı ve sonunda tarafların arasını bulup adalet dairesinde uzlaştırmayı emreden ayetin hükmüne uyarak olaylar karşısında ilgisiz kalmadığı ve sadece iç savaşa son vererek Müslüman kanının haksız yere akıtılmasını önlemek gayesiyle yola çıktığı bildirilmektedir. Ancak onlara katılanlardan bir kısmı, farklı düşünüyorlardı. Nitekim yolda başarılı olmaları durumunda halifenin kim olacağı tartışılmaya başlandı. Bu sırada eski Kûfe valisi Saîd b. Âs, Hz. Osman’ın oğullarından birinin halife olması gerektiğini ileri sürerek taraftarlarıyla birlikte topluluktan ayrıldı. Bu gelişmeler Suriye’ye yürümek için hazırlık yapan Hz. Ali’nin hedefini değiştirmesine sebep oldu. Hz. Âişe ve taraftarlarını itaate davet için 3000 dolayındaki bir kuvvetle yollarını kesmek niyetiyle Medine’den ayrıldı. Yetişemeyince peşlerinden Basra’ya yöneldi. Hz. Âişe, yaklaşık 1000 kişilik bir kuvvetle Basra önlerine ulaştı. Hz. Ali’nin Basra valisi Osman b. Huneyf, onların Basra yakınlarına geldiğini haber alınca maksatlarını öğrenmek üzere iki elçi gönderdi. Hz. Âişe, elçilere niyetlerinin mazlum olarak öldürülen Osman’ın katillerini cezalandırmak ve Müslümanların arasını düzeltmek olduğunu bildirdi. Bu sırada Basralıların bir kısmı onlara katıldı. Bir kısmı valilerine bağlı kalırken, iki tarafa da katılmayanlar oldu. Bu arada Basra valisi Talha ile Zübeyr’in kendisine biatleri konusunda 136 İslam Tarihi ve Medeniyeti I halifeden bilgi almak için elçi gönderdi. Hz. Ali’den gelecek cevaba göre hareket edeceğini açıkladı. Hz. Ali, valisine gönderdiği mektubunda Talha ile Zübeyr’in kendisine biatleri sırasında zor kullanılmadığını bildirdi. Bunun üzerine Osman, Hz. Âişe grubunun şehre girmesine izin vermedi. Ancak bir baskınla şehir ve beytülmal ele geçirildi. Yakalanan vali ağır hakarete maruz kaldı. Hz. Ali, Kûfe’nin desteğini sağlamak maksadıyla şehre arka arkaya üç heyet gönderdiyse de, tarafsız kalmayı tercih eden vali Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin desteğini temin edemedi. Bunun üzerine Mâlik el-Eşter Kûfe’ye giderek kontrolü ele geçirdi. Hz. Ali kuvvetlerini Kûfe dışında toplayarak Basra’ya doğru hareket etti ve şehrin dışında Zâviye mevkiinde konakladı. Bundan sonra iki taraf arasında elçiler vasıtasıyla doğrudan müzakereler başladı. Hz. Ali’nin elçisi Ka’ka’ b. Amr, Basra’ya giderek Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüştü. Hz. Ali’ye katıldıkları takdirde Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmanın daha kolay olacağı hususunda onları ikna etti. Hz. Âişe ve taraftarları katillerin cezalandırılması şartıyla barışı kabul edebileceklerini bildirmişlerdi. İki tarafın Basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşı karşıya gelmesinin ardından görüşmeler devam etmiş, Hz. Ali’nin Talha ve özellikle Zübeyr ile bizzat görüşmesi ittifak ihtimalini kuvvetlendirmişti. Her iki taraf karşıdan bir saldırı olmadan kesinlikle çatışmaya girmemelerini taraftarlarına emretmişlerdi. Gelişmeleri dikkatle takip eden ve durumun aleyhlerine döneceğini hisseden katillerin hazırladıkları bir komplo neticesinde, ertesi gün iki taraf arasında ani bir çatışma başladı. Hz. Osman’ın katline iştirak eden grubun elebaşlarının talimatıyla, sabahın alaca karanlığında başlayan saldırı, durumun ne olduğu anlaşılmadan toplu bir çatışmaya dönüştü. Hz. Âişe ile Hz. Ali çatışmayı durdurmaya çalışsalar da bunu başaramadılar. Kısa sürede şiddetlenen savaş özellikle Hz. Âişe’nin devesinin etrafında cereyan ediyordu. İçinde bulunduğu hevdece oklar yağarken onu korumaya çalışan yaklaşık yetmiş kişi burada can verdi. Hz. Âişe’nin bindiği devenin ayak sinirlerinin kesilip çökertilmesiyle bir anlamda savaş da sona ermiş oldu. Hz. Âişe, devesinin çöktüğü anda yanına koşan Hz. Ali taraftarı kardeşi Muhammed tarafından kalabalıktan uzaklaştırıldı. Adını Hz. Âişe’nin bindiği deveden (cemel) alan Cemel Vakası kısa sürede Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlandı (Aralık 656). Talha ve Zübeyr dâhil olmak üzere pek çok Müslüman hayatını kaybetti. Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan ilk iç savaş olan Cemel Vakası, etkilerini günümüze kadar devam ettirmiştir. Bu savaşta karşı taraftan ölenlere de çok üzülen Hz. Ali, defin işlerini bizzat yürüttü. Hem Hz. Âişe’ye hem de onun yanında savaşa katılanlara son derece iyi davrandı. Savaşta ölenler arasında ayırım yapmadan bizzat gömdürdü. Askerlerine yağmadan sakınmalarını ve kimseye dokunmamalarını emretti. Ebû Hanîfe’nin de belirttiği gibi Hz. Ali, muhaliflerini kendisine karşı isyan eden kardeşleri olarak görerek onlara mürted muamelesi yapmadı. Hz. Ali, Medine’ye dönmek üzere yola çıkan Hz. Âişe’yi bizzat uğurladı. Kendisine refakat edecek heyete ileri gelen Basralılardan kırk kadın, kırk kadar da erkek memur edildi. Bu sırada Hz. Âişe, yaşanan olaylardan dolayı müminlerin birbirlerini incitmemelerini, kendisiyle Ali arasında şahsi herhangi bir kırgınlık bulunmadığını, onun iyi ve seçkin bir kişi olduğunu söyledi. Hz. Âişe bu olaydan sonra siyasetten uzak bir hayat yaşadı. Onun Cemel Vakası’ndan duyduğu pişmanlık ve üzüntüyü sıkça ifade ettiği anlatılır. Sünnî kelâmcıların tamamına yakını Hz. Ali’nin haklı, karşı tarafın haksız olduğu kanaatindedir. Zira Hz. Âişe, Talha, Zübeyr ve onlara uyanlar, Müslümanlann hilâfet makamına getirdiği Hz. Ali’ye karşı tavır almış ve itaatsizlik göstermişlerdir. Ancak onların Hz. Ali’ye karşı çıkışları da İslâm âlimlerinin caiz gördüğü ictihadlarının bir sonucudur. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 137 Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye karşı çıkış sebeplerini araştırınız. Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayı Cemel Savaşı’ndan sonra Kûfe’ye dönen Hz. Ali, Muâviye b. Ebû Süfyân’a tekrar elçi gönderip kendisine itaat etmesini istedi. Ancak Muâviye, ona biat etmeyi reddederek önceki cevabını tekrarladı. Bu arada Hz. Osman’ın katilleri kendilerine teslim edilirse Hz. Ali’ye biat edeceklerini bildiren bir mektup gönderdiği de rivayet edilir. Savaşın kaçınılmaz hale geldiğini gören Hz. Ali, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, Cemel Vakası’ndan sonra hilâfet merkezi yaptığı Kûfe’den Suriye’ye doğu yürüdü. Muaviye de 36 yılı sonlarında (Mayıs-Haziran 657) ordusuyla Irak’a doğru yola çıktı. Rakkalılar tarafından kurulan köprü sayesinde Fırat nehrini geçti. İki taraf savaşın yapıldığı bölgeye ulaşınca karşılıklı elçilik heyetleri gidip geldi. Muâviye’nin, Hz. Osman’ın katillerinin kendisine teslimi hususundaki ısrarı yüzünden görüşmelerden sonuç alınamadı. Sonunda iki taraf arasında Rakka ile Balis arasında Fırat nehrinin sağ kıyısında yer alan Sıffîn ovasında çatışmalar başladı. Küçük birlikler arasında yaşanan kısmî çatışmalar, Zilhicce ayı bitene kadar devam etti (Haziran 657). Muharrem ayının girmesi (19 Haziran 657) barış ihtimalini tekrar gündeme getirdi, iki taraf arasında ateşkes yapılarak elçilik heyetleri tekrar gidip gelmeye başladı Muaviye’nin, Hz. Ali’nin halifeliği terk etmesi ve Müslümanların şûrâ ile başlarına bir emir seçmeleri şartlarını da gündeme getirmesiyle, anlaşma ihtimali ortadan kalktı. Safer ayının ilk günü (19 Temmuz 657) toplu çatışmalar başladı. 27 Temmuz Perşembe günkü çatışmalar sırasında Ammâr b. Yâsir öldürüldü. Hz. Ali’nin ordusu, aynı gün Suriye birliklerine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Çatışmalar, kılıç kalkan seslerinin çıkardığı sesler nedeniyle ‘Leyletü’l-herîr’ adıyla meşhur olan 27-28 Temmuz gecesi sabaha kadar devam etti. En fazla can kaybının verildiği bu gecenin sabahında Hz. Ali’nin ünlü kumandanı Eşter en-Nehaî, Muâviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi indirmek üzereydi. Ancak bu sıkıntılı sırada Amr b. Âs Muâviye’nin imdadına yetişti. Ona karşı tarafı, savaşı bırakmaya ve aralarındaki ihtilâfı çözmek için Kur’an-ı Kerim’in hakemliğine davet etmesini tavsiyesi etti. Onun emriyle askerleri yanlarında bulunan Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna bağlayarak, “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun!” diye bağırmaya başladılar. Bu hareket Amr’ın beklediği tesiri icra etti. Iraklı askerleri birbirine düşürdü. Büyük bir kısmı, bilhassa kurrâ, derhal savaşın durdurulmasını istedi. Hz. Ali, bunun bir hile olduğunu söylese de askerlerine söz dinletemedi ve onların tehditleri karşısında hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Her biri 90.000 bin civarında askere sahip olduğu söylenen iki ordunun savaş alanına gelişinden itibaren 110 gün geçmişti. Büyük bir kısmı Leyletü’l-herîr denilen gecede olmak üzere iki taraf çok sayıda kayıp verdi. Tarih kaynaklarında iki tarafın kayıpları hakkında farklı rakamlar verilmektedir. İkinci iç savaş olan Sıffîn Savaşı, İslâm toplumunun geleceğini en fazla etkileyen olaylardan biridir. İslâm tarihi ve mezhepler tarihinin yanı sıra, katılanların durumu açısından kelâm ilminin en önemli meselelerinden biri hâline gelmiştir. Çatışmaların durmasının ardından Muâviye’nin savaşa son verip tarafları temsil eden birer hakemin seçilmesi (tahkim) ve halifelik meselesinin çözümünün bunlara bırakılması teklifi kabul edildi. Buna göre Muâviye hakem olarak Amr b. Âs’ı seçti. Hz. Ali ise, kendisini Abdullah b. Abbâs veya Eşter’in temsil etmesini 3 138 İslam Tarihi ve Medeniyeti I istiyordu. Ancak savaşın durdurulmasında etkin olan Kinde kabilesi liderlerinden Eş’as b. Kays ve taraftarlarının baskısıyla, baştan beri insanları bu çatışmaların dışında kalmaya çağıran Ebû Mûsâ el-Eş’ari’yi hakem tayin etmeye mecbur kaldı. Ardından iki taraf arasında hakemlerin uyacağı kuralların belirlendiği metin demek olan tahkimnâme hazırlandı. Tahkimnâmenin okunmasından sonraki iki gün içinde ölüler defnedildi. Ardından Hz. Ali ordusuyla Kûfe’ye, Muâviye de Suriye’ye dönüş emrini verdi. İki hakem ilk toplantılarını Şubat 658 tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki Dûmetülcendel’de yaptılar. Görüşmelerinde Hz. Osman’ın haksız yere öldürüldüğü hususunda görüş birliğine vardılar. Ocak 659’da Ezruh’ta tekrar buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. İkinci toplantılarında yaptıkları uzun görüşmelerinde ise, kurulacak şûra tarafından, Hz. Ali ve Muâviye dışında birinin halife seçilmesi kararını aldılar. Rivayetlerde bu kararın önce Ebû Mûsâ tarafından açıklandığı; ondan sonra söz alan Amr b. Âs’ın ise alınan karar yerine, müvekkili Muâviye’yi hilâfet makamına tayin ettiğini bildirdiği zikredilir. Tarihçi Mes’ûdî’nin naklettiği bir rivayete göre iki hakem aldıkları kararı açıklamadan birbirlerinden ayrılmış, Suriye’ye giden Amr b. Âs, Muâviye’nin tehdidi karşısında onu halife ilan etmiştir. Hakem olayı, hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmekten başka bir işe yaramamıştır. Günümüz tarihçilerinin önemli bir kısmı, hakemler arasındaki toplantının, oluşturulacak şûra tarafından yeni bir halife seçilmesi kararının alınmasıyla sona erdiğini, bu kararın ardından hakemlerin birbirlerinden ayrıldıklarını, dolayısıyla Amr’ın Ebû Musâ’yı kandırması şeklinde nakledilen karar açıklama safhasının sonradan uydurulduğunu düşünürler. Hakem olayı neticede işi daha karmaşık hale getirdi. Hz. Ali Allah’ın kitabına ve Resulü’nün uygulamalarına uygun olmadığını söylediği kararı tanımadı ve Muâviye ile mücadeleye devam etme kararı aldı. Muâviye ise bunu fırsat bilerek Suriye’de kendisini halife ilan edince İslâm ülkesi ikiye bölündü. Ardından iki taraf yeni bir mücadele için tekrar hazırlıklara başladılar. Bu arada Hâricîler de Hz. Ali’ye karşı isyanlarını devam ettiriyorlardı. Hâricîler ile uğraşmak zorunda kalan Hz. Ali, Muâviye karşısında güç kaybına uğradı. Hâricîliğin Ortaya Çıkışı ve Nehrevan Savaşı Hâricîler, hakem tayinini kabul etmesinden dolayı Ali b. Ebû Tâlib’den ayrılanların meydana getirdiği gruptur. Hz. Osman’ın hilâfetinin son yıllarındaki ihtilalcı unsurların devamı olduklarını düşünenler de vardır. Bununla birlikte Haricîlerin müstakil bir grup olarak ortaya çıkışı, Sıffîn Savaşı sonrasına rastlar. Sıffîn Savaşı’nın sonunda işin hakemlere bırakılması için hazırlanan belge okunurken halifenin ordusunda önceden savaşın durdurulmasında ısrar eden Temimlilerden bazıları, bu defa ‘Lâ hükme illâ lillâh/Hüküm ancak Allah’ındır’ sloganıyla halifelik meselesinin iki hakemin takdirine bırakılmasına itiraz ettiler. Hz. Ali’nin işin hakeme bırakılmasını kabul etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kur’an-ı Kerim’in buyruğuna (el-Hucurât 49/9) uyarak isyancıları Allah’ın emrine itaat ettirinceye kadar savaşmasını istediler. Hz. Ali Kur’an-ı Kerim’e göre bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Ancak çoğunluğu Temîm kabilesine mensup yaklaşık 12.000 civarındaki asker dönüş yolunda ordusundan ayrılarak Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildiler. Kendilerine bir kumandan, bir de namaz kıldırmak üzere imam seçtiler. Hz. Ali onlarla görüşmek üzere Abdullah b. Abbas’ı gönderdi. Ardından karargâhlarına kadar bizzat giderek imamları İbnü’l-Kevvâ ile ayrılmalarının sebepleri ve davranışlarının yanlışlığı hakkında bir görüşme yaptı. Neticede onların ancak yarısını ikna etmeyi başardı. Geride kalanlar Abdullah Tahkimnâmede hakemlerin Allah’ın kitabına göre karar vermeleri, Kur’an’da hüküm bulamadıkları takdirde Hz. Peygamber’in sünneti ile hükmetmeleri, verilen karara iki tarafın da uyacağı, hakemlerin ne zaman ve nerede toplanacakları, görüşmeleri takip edecek heyetlerle ilgili kararlar yer alıyordu. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 139 b. Vehb er-Râsibî’yi kendilerine emîr seçtiler ve Dicle’nin sol kıyısında Bağdat ile Vâsıt arasındaki Nehrevan kasabasına gittiler (30 Mart 658). Hz. Ali, Suriye üzerine gitmek için askeri hazırlıklara başlamıştı. Ancak Nehrevan’daki Hâricîler, tutumlarını gittikçe sertleştirdiler ve sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için ashaptan Abdullah b. Habbâb b. Eret’i ve hamile eşini öldürdüler. Hz. Osman ve Hz. Ali’yi tekfir etmeyenin kâfir olduğunu ve bu sebeple öldürülmesi gerektiğini ilân ederek, Haricî olmayan Müslümanları öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ali, onların üzerine yürümek zorunda kaldı. İki taraf arasında yaşanan şiddetli çatışmada Hâricîlerin tamamına yakını öldürüldü (17 Temmuz 658). Hz. Ali Nehrevan savaşından sonra Suriye üzerine gitmek istedi; ancak asker toplamakta güçlüklerle karşılaştı. Bu arada Hâricîler, Nehrevân savaşı yüzünden Hz. Ali’ye düşmanlıklarını daha da artırdılar. Hz. Ali, bu defa Nuhayle’de toplanan Haricî topluluğunun üzerine gitmek zorunda kaldı. İki taraf arasındaki çatışmada onların pek çoğu öldürüldü. Hz. Ali’nin 658’de Kays b. Sa’d’in Mısır valiliğinden alarak yerine Muhammed b. Ebû Bekir’i atamasından sonra burada işler karıştı. Mısır’daki Hz. Osman taraftarları onun kanını dava iddiasıyla yönetime karşı savaş ilan ettiler. Mevcut durumu fırsat bilen Amr b. Âs, Mısır üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi (658). Muâviye, Mısır’ın ardından Hz. Ali’nin hâkimiyetindeki Irak, el-Cezîre, Hicaz ve Yemen bölgelerine birlikler sevk etti. Bu saldırılarda istediği sonucu alamasa da, Hz. Ali’yi bunaltmayı başardı. Hz. Ali’nin Vefatı ve Şahsiyeti Nehrevan ve Nuhayle savaşları, Haricîlerde Hz. Ali’ye karşı büyük bir intikam arzusu doğurmuştu. Haricîlerden üçü Mekke’de toplanarak Müslümanların içine düştüğü ihtilafı, bu yüzden çekilen sıkıntıları ve bunlardan kurtulmanın çaresini konuştular. Neticede bu fitnenin sebebi olarak gördükleri, Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. Âs’ı öldürmeye karar verdiler. Üçüne de aynı gün ve saatte suikast düzenlemekte anlaştılar. Bu arada Hz. Ali, Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, savaştan bıkmış askerleri toplamakta zorluklarla karşılaşsa da, 40.000 kişilik bir ordu kurmuştu. Ancak Hz. Ali’yi öldürme görevini üstlenen Abdurrahman b. Mülcem, Kûfe’ye giderek, kararlaştırdıkları günün sabah namazında Hz. Ali’ye saldırdı. Zehirli bir hançerle onu ağır bir şekilde yaraladı. Hz. Ali, iki gün sonra vefat etti ve Kûfe’de (bugünkü Necef) defnedildi (26 veya 28 Ocak 661). Hz. Ali küçük yaştan itibaren Hz. Peygamber’in yanında ve terbiyesinde yetişti. Onun ahlâkıyla ahlâklanma şerefine ulaştı. İlim, takva, ihlâs, samimiyet, özveri, şefkat, merhamet ve kahramanlık gibi yüksek ahlâk değerlerine sahip müstesna bir şahsiyettir. Hak ve adalet sahibi, insan haklarına son derece riayet eden bir idareciydi. Güzel konuşması ve üstün hitabetiyle ünlüydü. Hutbeleri, mektupları, güzel ve hikmetli sözleri günümüzde de dilden dile dolaşmaktadır. Hz. Ali sahabe arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoriteydi. Rivayet ettiği hadislerin tamamı 586’dır. Hz. Peygamber ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemailine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Kur’an ve sünnete bağlı olup Müslümanlara da bunu öğütlerdi. Zühdü, takvası, üstün ahlakı ve Hz. Peygamber’e yakınlığı sebebiyle bütün mutasavvıflar ve tarikatların tamamına yakını kendilerini silsile olarak Hz. Ali’ye bağlamışlardır. İslâm tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır. Hz. Ali’nin Hz. Peygamber ta- 140 İslam Tarihi ve Medeniyeti I rafından verilen ‘Ebû Türâb’ lakabından başka ‘el-Murtazâ’ ve ‘Esedullâhi’l-gâlib’ gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları ‘Kerremallahu vechehü’ dua cümlesiyle anılmıştır. HZ. HASAN DÖNEMİ Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin büyük oğlu olan Hz. Hasan 1 Mart 625’te Medine’de doğdu. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Horasan seferine katıldı. Babası tarafından Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmişti. Babası hilâfete geldikten sonra Kûfelileri babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vakası ve Sıffîn Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Zehirli bir hançerle yaralanan Hz. Ali, oğlu Hasan’a biat edilmesi konusunda sorulan bir soruya, “Bunu ne emreder ne de karşı çıkarım” diye cevap vermişti. Hz. Ali’nin ölümünün ardından, aynı gün veya iki gün sonra Kûfe’de Hz. Hasan’a biat edildi. Hz. Hasan’ın, kendisinin savaş yaptığı kişilerle savaş, barış yaptığı kişilerle barış yapmaları şartıyla biat aldığı bildirilmektedir. Hz. Hasan’ın halifeliğe getirildiğini haber alan Muâviye b. Ebû Süfyân, onunla mücadele için yoğun bir faaliyet başlattı. Suriye, Filistin ve el-Cezîre kuvvetlerinden oluşan bir orduyu Hz. Osman’ın Basra valiliğini yapan Abdullah b. Âmir kumandasında Irak üzerine gönderdi. Bu durumu öğrenen Hz. Hasan da onun ordusuyla karşılaşmak üzere Kûfe’den Medâin’e hareket etti. Bu arada Ubeydullah b. Abbas kumandasında 12.000 kişilik öncü birliğini Suriye ordusuna karşı gönderdi. Ancak Hz. Hasan’ın konakladığı Medâin’in Sâbât mevkiinde askerler arasında önemli bir karışıklık ortaya çıktı. Haricîlerin görüşlerini benimseyen bir grup, orada Hz. Hasan’ın yaptığı konuşmayı beğenmedi ve “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek üzerine yürüdü ve altından seccadesini çekip elbisesini çekiştirmeye başladı. Hz. Hasan, Rebîa ve Hemdân kabilelerine sığınarak onlardan kurtulabildi. Medâin’e gitmek üzere hareket ettiğinde ise, kendisini öldürmeye teşebbüs eden bir haricî tarafından yaralandı. Bu sırada Muâviye’nin öncü kumandanı Abdullah b. Âmir, Medâin’e doğru gelerek şehrin dışına çıkan Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi. Hz. Hasan dâhil olmak üzere askerlerinden kendisine sığınanların hayatlarının bağışlanacağını bildirdi. Bu teklif karşısında, Hz. Hasan’ın askerlerinin çoğu savaştan kaçındığını belli etmişti. Onların bu tavrı üzerine, bu askerle savaşılamayacağını anlayan Hz. Hasan, Muâviye ile sulh yapmaya karar verdi. Medâin’e dönerek hilâfeti Muâviye’ye teslim etmek için belirlediği şartları Abdullah b. Âmir’e bildirdi. Hz. Hasan, iç savaşlar yüzünden akan kanın durdurulması amacıyla, geçmişte yaşanan olaylar dolayısıyla hiç kimsenin cezalandırılmamasını ve işlenmiş suçların tamamının affedilmesini, babası Hz. Ali’nin aleyhinde konuşulmamasını şart koşmuştu. Abdullah b. Âmir Hz. Hasan’ın şartlarını Muâviye’ye götürdü. Muâviye de bunları kendi eliyle yazarak mühürledikten sonra Hz. Hasan’a iade etti. Bu arada Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adî gibi bazı kimseler, taraftarlarını küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hz. Hasan kararından dönmeyerek taraftarlarıyla ile birlikte Medâin’den Kûfe’ye gitti. Hz. Hüseyin ve diğer ehl-i beyt mensuplarıyla birlikte oraya gelen Muâviye’ye biat etti (29 Temmuz 661). Böylece Hz. Hasan’ın yaklaşık altı ay süren hilâfeti sona ermiş oldu. İslâm tarihinde hicrî 41 (661) yılına bu uzlaşmadan dolayı birlik yılı ‘âmü’l-cemâa’ denilmiştir. Hz. Ha- 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 141 san, Muâviye ile anlaşarak Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada geçirdi. 7 Nisan 669 tarihinde vefat etti ve Cennetü’l-Baki’de annesinin yanına defnedildi. Hz. Peygamber ile akrabalık kurmak amacıyla çok sayıda evlilik talebini karşılamak zorunda kalan Hz. Hasan’ın Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca’de bint Eş’as b. Kays tarafından zehirlendiği rivayet edilir. Hz. Hasan halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaratılışa sahipti. Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi ve sonuncusu kabul edilir. Hz. Hasan vefat etmeden önce kardeşi Hüseyin’e Hz. Peygamber’in yanına, bu mümkün olmadığı takdirde Cennetü’l-Baki’de annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmişti. Hz. Hüseyin’in dedesinin yanına defnedilmesine Hz. Âişe’den izin almasına rağmen, Mervân b. Hakem’in öncülüğünde Emevîler ve taraftarlarının buna karşı çıkmaları üzerine Cennetü’l-Baki’ye defnedilmişti. Hz. Hasan’ın Muâviye ile barış yapmasının sebeplerini araştırınız. 4 142 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Osman’ın şahsiyetini değerlendirip halife seçilişini anlatabilmek lk Müslümanlardan olan Hz. Osman, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlenip onun takdir ve sevgisini kazanmıştı. Malını Allah yolunda cömertçe harcamaktan çekinmeyen Hz. Osman ahlâkı, ibadet hayatı, şahsiyeti ve İslâm’a hizmetleriyle aşere-i mübeşşere arasında yer almıştır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halifelik dönemlerinde önemli görevler üstlenmiştir. Bundan dolayı Hz. Ömer’den sonra halife seçimi için yapılan istişarelerde Müslümanların çoğunun eğilimi ondan yana olmuş ve ittifakla hilâfet makamına gelmiştir. Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlanan isyanın sebeplerini sıralayabilmek Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında yaşanan ekonomik kriz, aynı süreçte kabilecilik taassubunun yeniden ortaya çıkışı, kardeşlik ruhunun zayıflaması vb. olumsuzluklar, İslâm toplumunu bir kargaşaya sürüklemiştir. Bütün bunlar fitne ateşini körüklemeye çalışanların işini kolaylaştırmış; halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp, Müslümanların samimi duygularını istismar eden Abdullah b. Sebe, bedevîleri peşine takmayı başarmıştır. Kureyş yönetiminden kurtulmak isteyen bazı kabilelerin liderleri, fitne ateşini tutuşturmada ona ve arkadaşlarına yardımcı olmuşlardır. Hz. Ali’nin şahsiyetini değerlendirip halife seçildiği ortamı anlatabilmek Hz. Peygamber’in yanında ve terbiyesinde yetişen, onun ahlâkıyla ahlâklanma şerefine ulaşan Hz. Ali, Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, isyancıların Medine’de kontrollerini devam ettirdiği günlerde, Medine’deki sahabelerin tamamına yakını tarafından halife seçildi. O sırada neredeyse tek halife adayı durumundaydı, başka birinin halife seçilmesi neredeyse imkânsızdı. Seçim işine isyancıların da karıştığı şeklindeki rivayetler doğru olsa bile, bu gerçeğin görmezden gelinmesi mümkün değildir. Bu zor şartlarda halifeliği kabul etmek, Hz. Ali için büyük bir fedakârlıktı. Hz. Ali dönemindeki iç savaşların sebeplerini sıralayabilmek Hz. Ali’ye karşı başlatılan muhalefetin ana sebebini Hz. Osman’ın katilleri meselesi teşkil ediyordu. Hz. Âişe ile birlikte Talha ve Zübeyr öncülüğünde Mekke’de oluşan hareketin amacı, bu katillerin cezalandırılmasını sağlamaktı. Hz. Osman’ın akrabası ve Suriye valisi Muâviye ise, yakın akrabası olması dolayısıyla Hz. Osman’ın kanını dava etme hakkına sahip olduğunu iddia ediyor ve onun katillerinin cezalandırılmasını veya kendisine teslim edilmelerini istiyordu. Bununla da kalmayıp Hz. Ali’yi asilere yardım etmekle itham ediyordu. Sıffîn’den sonra başvurulan tahkim, meseleyi daha içinden çıkılmaz hale getirdi. Muâviye, hakem olayının ardından Suriye’de kendisini halife ilan etti. 1 2 3 4 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 143 Kendimizi Sınayalım 1. Hz. Osman ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İlk Müslümanlardandır. b. Zinnûreyn lakabını almıştır. c. Benî Ümeyye’ye mensuptur. d. Üstün bir haya duygusuna sahiptir. e. Bedir Savaşı’na katılmıştır. 2. Hz. Osman dönemindeki gelişmelerden hangisinin, yeni Müslüman olan kişilerin İslâmiyeti asıl kaynağından öğrenmelerine katkıda bulunduğu savunulabilir? a. Kıbrıs adasına Müslüman ailelerin yerleştirilmesi b. İdari ve askeri görevlere Ümeyye ailesine mensup kişilerin getirilmesi c. Kur’an-ı Kerim’in çoğaltılarak önemli vilayetlere gönderilmesi d. Kuzey Afrika, Horasan ve Kafkaslar’da fetihler yapılması e. Doğu Akdeniz’de hakimiyetin Müslümanların eline geçmesi 3. I. Kıbrıs’ın vergiye bağlanması II. Bizans donanmasının mağlup edilmesi III. Nûbe’de hüküm süren Makarra Krallığı’nın vergiye bağlanması Yukarıdakilerden hangileri Müslümanların denizcilik alanında ilerlemeye başladıklarını göstermektedir? a. Yalnız I b. Yalnz II c. Yalnz III d. I ve II e. II ve III 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’a karşı isyanın sebepleri arasında yer almaz? a. Hz. Peygamber’e ait yüzüğü Eris kuyusuna düşürmesi b. Kureyş’in ileri gelenlerine Medine’den ayrılıp diğer şehirlere yerleşme izni vermesi c. İdari ve askeri görevlere Benî Ümeyye mensuplarını getirmesi d. Bedir Savaşına katılmaması e. Medine’deki bazı arazileri koru ilan etmesi 5. Hz. Osman’a yapılan isyan ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Fetihlerin devam etmesi isyanı etkilemiştir. b. İsyanın önemli sebeplerinden biri ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıdır. c. İsyanın ortaya çıkışında kabilecilik hareketi rol oynamıştır. d. Askeri sınıfta yapılan değişiklikler, isyan hareketini etkilemiştir. e. Abdullah b. Sebe örneğinde olduğu gibi Müslümanları bölmeye çalışanlar vardır. 6. Hz. Ali’nin uygulamalarına ilişkin olarak aşağıdakilerden hangisi doğru kabul edilemez? a. Hz. Osman’ın atadığı valileri görevden almak b. Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını ertelemek c. Kûfe’yi siyasî merkez yapmak d. Atıyyeleri eşit bir şekilde ödemek e. Mısır valiliğine Abdullah b. Abbas’ı getirmek 7. Cemel Savaşı’na ilişkin aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Savaş Basra yakınındaki Hureybe mevkiinde yapılmıştır. b. Hz. Aişe’nin liderliğini yaptığı topluluk yenilmiştir. c. Suriye’den yardıma gelen Muâviye yoldan geri dönmüştür. d. Hz. Ali, iki tarafın kayıplarına aynı muamelede bulunmuştur. e. Talha b. Ubeydullah savaş sırasında öldürülmüştür. 8. Aşağıdakilerden hangisi Sıffîn Savaşı’nın sonuçlarından biri değildir? a. İslâm toplumundaki bölünmenin derinleşmesi b. Halifelik meselesinin hakeme havale edilmesi c. Hâricîler’in ortaya çıkması d. Muâviye’nin bir daha Hz. Ali’ye karşı toparlanamaması e. Hz. Ali’nin ordusunun kendi içinde bölünmesi 144 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 9. Aşağıdakilerden hangisi Nehrevân Savaşı’nın sonuçlarından biridir? a. Hâricîler’in Muâviye ile işbirliği yapması b. Hz. Ali’nin Muâviye’ye karşı güçlenmesi c. Hâricîlerin tamamen ortadan kaldırılması d. Hz. Ali’nin ordusunun büyük bir zayiat vermesi e. Hâricîler ile Hz. Ali arasındaki bağların tamamen kopması 10. Aşağıdakilerden hangisi, Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye devretmesinin sebeplerinden değildir? a. Muâviye’nin vaadleri b. Kûfelilere güveninin kalmamış olması c. İç savaşı durdurma arzusu d. Ordusu içindeki karışıklıklar e. Askerlerinin savaşa karşı duydukları isteksizlik 1. e Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Osman Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse, “Kur’an-ı Kerim’in İstinsahı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse, “İç Karışıklıklar ve İsyan” konusunu yeniden okuyunuz. 5. a Yanıtınız doğru değilse, “İç Karışıklıklar ve İsyan” konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları” konusunu yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Ali’ye Karşı Oluşan Muhalefet ve Cemel Vakası” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse, “Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayı” konusunu yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse, “Nehrevân Savaşı” konusunu yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Hasan Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 145 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Abdurrahman b. Avf üstlendiği hakemlik görevini hakka uygun adil bir şekilde yerine getirebilmek için elinden gelen gayreti göstermiştir. Kararını verirken Allah rızasını ve Müslümanların hayrını dikkate almıştır. Yaptığı temayül yoklamasında Hz. Osman’ın daha fazla tercih edildiği anlaşılmaktadır. İki adaydan birini tercihi öncesinde sorduğu soruya Hz. Ali’nin şartlı cevap vermesi, buna karşılık Hz.Osman’ın kesin ve net bir cevap vermesi, kendisini etkilemiş olabilir. Sıra Sizde 2 Hz. Osman’a karşı yürütülen yıkıcı hareketin ana merkezleri, Hz. Ömer zamanında cephelere yakın noktalarda askerî maksatla kurulan Kûfe, Basra ve Fustât şehirleri olmuştur. Bu merkezlere yerleştirilen Arap kabilelerinden bazıları, İslâm ülkesinin idaresinde hak iddiasında bulunmaya başlamıştır. Hz. Osman’a olan şahsi kırgınlıklar da muhalefetin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Muhalefetin en önemli liderleri, müslümanlar arasında baş gösteren ihtilafları müslümanları bölme maksadıyla kullandığı anlaşılan Abdullah b Sebe ve arkadaşlarıdır. Sıra Sizde 3 Hz. Âişe’nin niyeti, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırılmasını sağlamak suretiyle Müslümanlan içinde bulundukları fitneden kurtarmaktı. Hz. Âişe’nin, iki mümin grup arasında savaş çıkarsa saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşmayı ve sonunda tarafların arasını bulup adalet dairesinde uzlaştırmayı emreden ayetin (el-Hucurât, 49/9) hükmüne uyarak olaylar karşısında ilgisiz kalmadığı ve sadece iç savaşa son vererek Müslüman kanının haksız yere akıtılmasını önlemek gayesiyle yola çıktığı bildirilmektedir. Sıra Sizde 4 Hz. Hasan, ordusundaki karışıklıklar ve askerler arasındaki isteksizlik yüzünden, bu mücadeleden sonuç alınamayacağı kanaatine vardı. Ona gore bu askerle mücadeleyi kazanmak mümkün değildi ve can kaybını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Neticede barış yaparak iç savaşı durdurmaya yöneldi. Önceki olaylara karışanların cezalandırılmamasını şart koşarak Muâviye’ye biat etti. Algül, H. (1986). İslâm Tarihi, II, İstanbul. Apak, A. (2003). Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul. Apak, A. (2007). Anahatlarıyla İslâm Tarihi II: (Hulefâ-i Râşidîn Dönemi), İstanbul. Bakır, A. (2004). Hz. Ali ve Dönemi, Ankara. Demircan, A. (1996/a). Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, İstanbul. Demircan, A. (2010). Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul. Duri, A. (1991). İlk Dönem İslâm Tarihi: Bir Önsöz, (Çev. H. Yücesoy), İstanbul. Fayda, M. (2014), Hulefâ-yı Râşidîn Devri (Dört Halife Dönemi), İstanbul İbn Haldûn, (1979). el-İber, Beyrut. Levi Della Vida, G. “Osman”, MEB İslâm Ansiklopedisi, IX, 427-431. Taberî, (1972). Târîh (nşr. Ebü’l-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Cemel Vakası”, “Hâricîler”, “Hasan”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Osman”, “Rûme Kuyusu”, “Sıffîn Savaşı”, maddeleri. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Emevî Devleti’nin kuruluş sürecini ve Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bu süreçteki rolünü tanımlayabilecek, Hilâfetin saltanata dönüşmesini tartışabilecek, Abdülmelik b. Mervan dönemine kadar gerçekleştirilen fetihleri değerlendirebilecek, Emevîlerin ilk döneminde yaşanan olayların ve bazı uygulamaların devletin yıkılış sürecindeki etkisi üzerinde fikir yürütebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Muâviye b. Ebû Süfyân, I. Yezid, II. Muâviye, Mervan b. Hakem, Abdülmelik b. Mervan, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr • Süfyânîler, Mervânîler, Ehl-i Beyt, Haricîler, Tevvâbûn • Dımaşk, Vâsıt, İstanbul, Kayrevan, Suriye • Hucr b. Adiy, Muhtâr es-Sekafî, İbnü’l-Eş’as, Mugîre b. Şu’be, Ziyâd b. Ebîh, Ubeydullah b. Ziyâd, Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, Ukbe b. Nâfi • Kerbelâ Vakası, Harre Savaşı, Mercirâhit Savaşı, Deyrülcemâcim Savaşı, Deyrülcâselik Savaşı İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler • EMEVÎ DEVLETİNİN KURULUŞU • MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİ • I. YEZİD DÖNEMİ • II. MUÂVİYE DÖNEMİ • MERVAN b. HAKEM DÖNEMİ • ABDÜLMELİK b. MERVAN DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I EMEVÎ DEVLETİ’NİN KURULUŞU Hulefâ-yi Râşidîn döneminden (632-661) sonra Suriye’nin merkezi Dımaşk’ta kurulan Emevîler Devleti, adını kurucusu Muâviye b. Ebû Süfyân’ın mensup olduğu Benî Ümeyye kabilesinden almıştır. Muâviye ve ondan sonraki iki halife Ümeyyeoğullarının Süfyânîler koluna (Ebû Süfyan’a nispetle), diğer on bir halife ise Mervânîler koluna (Mervan b. Hakem’e nispetle) mensuptur. Kureyş kabilesinin önemli kollarından biri olan Benî Ümeyye adını Kusay b. Kilâb’ın torunlarından Ümeyye b. Abdüşems’ten almaktadır. Benî Ümeyye kabilesi Câhiliye döneminde Mekke idaresinde önemli bir yere sahipti. Şehrin ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili görevlerin en önemlilerinden olan başkumandanlık ‘kıyâde’ vazifesi bu kabile tarafından yürütülüyordu. Mekke’de Kureyş’in iki önemli kolunu teşkil eden Hz. Peygamber’in kabilesi Hâşimîler ile Emevîler arasında Câhiliye döneminden itibaren bir rekabet mevcuttu. Hâşimîler yürüttükleri sikâye ve rifâde görevlerinden dolayı Arap toplumu üzerinde önemli bir manevî nüfuz sağlamıştı. Emevîler ise maddî nüfuzu temsil ediyorlardı. Bu iki kabile arasındaki rekabet İslâm döneminde farklı bir boyut kazandı. Hâşimîler genel olarak Hz. Peygamber’in yanında yer alırken Emevîler çoğunluk itibariyle karşı çıktılar ve muhalefetin başını çektiler. Ümeyyeoğullan içinde Hz. Osman gibi ilk Müslümanlar arasında yer alanlar bulunmakla birlikte bunların sayıları azdı. Mekke’nin fethine kadar (630) Müslüman olmamakta direnen Emevîlerin büyük çoğunluğu, fetih esnasında başta reisleri Ebû Süfyân olmak üzere diğer müşriklerle birlikte İslâmiyet’i kabul etti. Emevî ileri gelenleri İslâm’a katılma hususunda geç kalmış olmakla birlikte idarî konularda tecrübeli oldukları için çeşitli mevkilere getirildiler. Bir süre Hz. Peygamber’in katipliğini yapan 602 veya 603 doğumlu olan Muâviye, Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinin başına getirilen ağabeyi Yezid b. Ebû Süfyan’a yardımcı olarak görevlendirilmişti. Ürdün sahil şehirlerinin fethinde büyük başarı sağlayınca Ürdün ve civarına idareci olarak tayin edildi (638). Bir yıl sonra Yezid’in vebadan ölümü üzerine Hz. Ömer tarafından onun yerine Dımaşk valiliğine getirildi. Hz. Osman zamanında 645 yılında Suriye genel valisi oldu. Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar (656) Suriye valiliğini yürüttü. Muâviye’nin Suriye valiliği sırasındaki icraatlarını araştırınız. Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 1 148 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Muâviye, Hz. Osman’ın yerine Medine’de halife seçilen Hz. Ali’ye, Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırma konusunda yetersiz kaldığı gerekçesiyle biat etmedi ve mücadeleye başladı. Sonuçta Hz. Ali ve Muâviye’nin orduları Sıffın’de karşı karşıya geldi ise de kesin bir netice alınamadı ve meselenin çözümü hakemlere havale edildi (657). Başlangıçta Hz. Ali’nin ordusunda iken Hakem tayinini kabul ettiği için ondan ayrılanlar Haricîler adı verilen muhalefet grubunu oluşturdu. Hz. Ali’nin Haricîlerle mücadelesini fırsat bilerek Mısır başta olmak üzere halifeye bağlı bazı önemli yerleşim merkezlerini hâkimiyeti altına alan Muâviye, Hz. Ali’nin 661 yılında bir Haricî tarafından şehit edilmesinden sonra Suriye halkından ‘’emîrü’lmü’minîn’’ unvanıyla biat aldı. Kûfe’de Hz. Ali’nin yerine halife seçilen Hz. Hasan Irak ordusuna güvenememesi ve İslâm toplumunda daha fazla kan dökülmemesi gibi sebeplerle mücadeleden vazgeçerek halifelikten çekildi ve Muâviye’ye biat etti (29 Temmuz 661). Böylece Muâviye İslâm dünyasının tamamını hâkimiyeti altına aldı ve yaklaşık doksan yıl sürecek olan Emevî Devleti’ni kurdu. Hz. Hasan’ın ve Kûfelilerin Muâviye’ye halife olarak biat etmesiyle Hz. Ali döneminden itibaren farklı iki siyasi ve idari yapıya bölünen İslâm dünyası yeniden birleşmiş oldu. Bu sebeple İslâm tarihinde 661 yılına ‘Birlik Yılı’ denilir. MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİ Önce Hz. Ali, ardından oğlu Hz. Hasan ile girdiği iktidar mücadelesinin sonunda başarılı olarak kılıç zoruyla halife olan Muâviye’ye iç politikada muhalif başlıca iki grup vardı: Birincisi, dinin bazı emirlerini diğer gruplardan çok farklı yorumlayan ve kendilerinden olmayan Müslümanların kanını akıtmayı dinî bir mecburiyet sayan ihtilâlci Haricîler, ikincisi, halifeliğin Hz. Ali evlâdının hakkı olduğunu iddia eden Hz. Ali taraftarları. Önemli iç savaşlardan çıkmış ve büyük ölçüde siyasete kaymış olan İslâm toplumunun başına geçen Muâviye’yi bekleyen en önemli mesele bu iki muhalefet grubunun itaat altına alınmasıydı. Her iki grubun da merkezi Irak bölgesi olduğundan Muâviye bu bölgeye büyük önem verdi. Muâviye, Hz. Ali taraftarlarının merkezi durumundaki Kûfe valiliğine Mugîre b. Şu’be’yi getirdi (661). Başarılı bir devlet adamı olan Mugîre, bu karışık şehirde müsamahakâr bir politika takip etmekle birlikte gerektiğinde güç kullanmaktan da kaçınmadı. Suriyeli birliklerin Haricîler karşısında yenilmesi üzerine onlarla mücadeleyi çeşitli baskılar uygulamak suretiyle, Hakem Vakası’na kadar beraber savaştıkları Hz. Ali taraftarlarının omuzlarına yükledi; neticede Haricîler ağır bir hezimete uğradı (663). Mugîre halifeye en büyük iyiliği, kendisi gibi Sakîf kabilesine mensup olan Ziyâd b. Ebîh’in Muâviye’ye katılmasını sağlamakla yaptı. Hz. Ali tarafından vali tayin edildiği Fars’ta direnerek tehditlere ve para vaadlerine boyun eğmeyen Ziyâd, Mugîre’nin araya girmesiyle Ebû Süfyân’ın nesebine katılıp Muâviye’nin kardeşi ilân edildi ve ardından Basra valiliğine getirildi (665). Muâviye, Mugîre’nin ölümünün ardından Kûfe valiliğini de Ziyâd’a verdi (670). Doğu vilâyetlerini sekiz yıl başarıyla yöneten Ziyâd, Haricîlere göz açtırmayacak derecede sert bir politika izledi; aynı şekilde Hz. Ali propagandasına da izin vermedi. Bu arada idarecilerin Hz. Ali aleyhindeki faaliyetlerine karşı bir muhalefet cephesi kuran Hucr b. Adî ve arkadaşlarını fitne çıkarıp itaatten ayrılmakla suçlayarak Muâviye’ye gönderdi ve idam edilmelerini sağladı (671). 673’te ölen Ziyâd’ın yerine tayin edilen oğlu Ubeydullah da babası gibi Haricî isyanlarını kanlı bir şekilde bastırdı. Muâviye, Haricîlerle mücadelede kendilerinden yararlandığı Hz. Ali taraftarlarına karşı önceleri hoşgörülü davrandı ve liderlerine yakınlık gösterdi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 149 Ancak Haricîlerin bertaraf edilmesinden sonra ekonomik ve siyasi baskı uygulayıp onları tesirsiz hale getirdi. Hz. Ali aleyhindeki propagandalarla Hucr ve arkadaşlarının idamı gibi bazı sıkıntılı olaylara yol açmakla birlikte onları kendi döneminde isyancı bir unsur olmaktan çıkarmayı başardı. Diğer önemli bir bölge olan Mısır’da da emniyet ve asayiş önceden iş birliği yaptığı Amr b. Âs’ın başarılı idaresi sayesinde sağlandı. İslâm Fetihlerinin Yeniden Başlaması Muâviye, iç karışıklıklar dolayısıyla yaklaşık on yıldan beri durmuş olan fetih hareketlerini üç ayrı cephede yeniden başlattı. Hz. Ali ile mücadelesi sırasında vergi vermek zorunda kaldığı Bizans üzerine 662 yılından itibaren yeniden seferler düzenledi. 669’da karadan ve denizden İslâmî dönemdeki ilk İstanbul kuşatması gerçekleştirildi. Fedâle b. Ubeyd ve Süfyân b. Avf kumandasındaki birlikler Yezid b. Muâviye komutasında desteklenmekle birlikte başarı sağlanamadı. Müslümanlar çok sayıda şehit verdiler. Meşhur sahabe Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında hastalanarak vefat etti. 670 yılında Kyzikos (Kapıdağ) yarımadası ele geçirildi ve buradan başlatılan akınlarla İstanbul dört yıl süreyle muhasara edildi (674- 678). Ancak Bizans karşısında başarı sağlanamadı. İkinci cephe olan Basra’ya bağlı Horasan ve Sind bölgelerinde de hâkimiyetten çıkan bazı merkezlerin itaat altına alınmasından sonra yeni fetihler gerçekleştirildi. Sicistan’daki merkezlerin ardından Kâbil (664), Tohâristan, Kuhistan, Buhara (674) ve Semerkant (676) alınarak bazı Doğu hükümdarları vergiye bağlandı. Üçüncü cephe olan İfrîkıye’de Muâviye b. Hudeyc bölgeyi yeniden İslâm hâkimiyetine soktu (665). Ardından Ukbe b. Nâfi’ de Mağrib fetihleri için üs olarak kullanmak amacıyla Kayrevan karargâh şehrini kurdu (670) ve harekâtını Atlas Okyanusu’na doğru genişletirken başarılı politikasıyla bölge halkı Berberilerin İslâm’a girmesini hızlandırdı. Muâviye’nin Hilâfeti Saltanata Dönüştürmesi ve Ölümü Halifeliği kabile asabiyeti temeline dayanan bir mücadeleyle ve kılıç zoruyla ele geçiren Muâviye’nin en kalıcı icraatı oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, böylece devleti veraset kuralını esas alan bir hanedana dönüştürmesidir. Meşhur rivayete göre bunu, Kûfe Valisi Mugîre’nin tavsiyesiyle ve Müslümanların hilâfet meselesi yüzünden yeni bir anlaşmazlığa düşmelerini engellemek amacıyla yaptığını söyleyen Muâviye, Medine dışında önemli bir muhalefetle karşılaşmadı. Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ebû Bekir ve diğer bazı önde gelen sahabeler ve sahabe çocukları kendisine şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine biatlerini bizzat almak için Hicaz’a giden Muâviye tehditle problemi halletti. Onların biatlerinin ardından Mekke ve Medine halkı da Yezid’in veliahtlığını kabul etti. Muâviye’nin özellikle bu tasarrufu sebebiyle ilk İslâm tarihçilerinin çoğu tarafından yoğun biçimde eleştirildiği görülür. Sonuç olarak hilâfeti verasete dayalı mutlak bir saltanata dönüştüren Muâviye 60 yılının Receb ayında (Nisan 680) Dımaşk’ta vefat etti; aynı gün yerine oğlu Yezid geçti. Muâviye’nin Şahsiyeti Kendisiyle birlikte “Araplar’ın dâhileri’’ denilen Amr b. Âs, Mugıre b. Şu’be ve Ziyâd b. Ebîh’e büyük yetkiler vererek kurduğu devletin temellerini onların yardımıyla sağlamlaştıran Muâviye muhaliflerine anlayacakları dilden konuşarak yaklaşmaya çalışırdı. Nâdir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileriyi gören 150 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bir idareci olarak hilim ve teenniyi ilke edinmişti; mecbur kalmadıkça kuvvete başvurmazdı. Düşmanlarının en ağır hakaretleri karşısında dahi kendini tutar ve soğukkanlılığını korurdu. İhsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını, paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymadığını söylerdi. ‘’Dilimle, Ziyâd’ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim’’ derdi. Ancak valilerinin sert davranışlarına göz yummayı tercih ederdi; hatta Haricîlere ve Şiîler’e karşı ılımlı tutumu yüzünden şikâyetlere mâruz kalan Mugîre’yi valilikten almayı bile düşünmüştü. İnsanlarla bağlarını koparmamak için âzami gayret gösterir ve özellikle kabile reislerine büyük önem verirdi. Onların üzerinde kurduğu nüfuz sayesinde oğlu için biat almakta zorlanmadı. Fakat kendi kabilesinin etkisi altında kalmamaya dikkat etmiş, bunun için eyaletlere başka kabilelerden, bilhassa Sakîf kabilesinden valiler göndermiştir. Tâif, Mekke ve Medine valilikleriyle hac emirliğinde ise akrabalarını görevlendirirdi. Muâviye, valiliğinin ilk yıllarından itibaren Bizans idarecileri gibi giyinmeye ve onlar gibi yaşamaya başlamıştı. Şam’a gelen Hz. Ömer kıyafetini yadırgayıp kendisini hükümdarlara benzetince cihad ruhunu kaybetmediğini, ancak düşmana yakın oldukları için heybetli görünmek gerektiğini söyleyerek halifeyi ikna etmeyi başarmıştı. Devletini Bizans müesseselerinden faydalanarak kurmaya çalışan Muâviye zamanında merkez ve saray teşkilatında düzenlemeler yapıldı. Muâviye saldırılardan korunmak için özel muhafızlar görevlendiren ilk halifedir. Gayri müslimlere karşı iyi davranan Muâviye, müşavirlerinden Sercûn b. Mansûr ve özel doktoru İbn Üsâl gibi bazı Hıristiyanları sarayında görevlendirmişti. Bilginler, edipler ve şairlerle sohbeti sever, onlardan yararlanmaya çalışırdı. Tarihe de büyük ilgi duyardı. Yemenli tarihçi Ubeyd b. Şeriyye’yi Dımaşk’a çağırarak kendisinden Arap ve Acem meliklerinin hayatlarını anlatan bir kitap yazmasını istemişti. Hz. Peygamber’den rivayet ettiği 163 hadis çeşitli hadis kaynaklarında yer almaktadır. Muâviye dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için İ. Aycan’ın Saltanata Giden Yolda Muâviye b. Ebî Süfyan adlı eserine başvurabilirsiniz. I. YEZİD DÖNEMİ Yezid, Muâviye’nin Suriye valisi iken bölgenin en güçlü kabilesi olan Benî Kelb’den Meysûn bint Bahdal el-Kelbî ile evliliğinden 647 veya 648 yılında Dımaşk’ta doğdu. Çocukluk ve gençlik dönemini akranlarına nazaran çok iyi şartlar altında geçirdi. Bedevî bir kabileden olması sebebiyle Şam’daki şehir hayatına ayak uyduramayan Meysûn, kabilesi ve çöle olan hasretini şiirleriyle dile getirince Muaviye, onu sık sık çöldeki ailesine gönderdi. Yezid de annesiyle birlikte gitti ve çöl şartlarında yetişti. Burada atıcılık, binicilik, savaş sanatı ve yüzme, fasih Arapça ve şiir öğrendi. Bunlardan başka içki ve eğlence gibi alışkanlıklar da edindi. Oğlunun geleceği için çöldeki eğitimi yeterli görmeyen Muaviye, Yezid’i sık sık Şam’a getirtip eğitimiyle yakından ilgilendi. Ancak Yezid yetişme çağında edindiği alışkanlıklarını terk edemedi. Babasının hilafete geçtiği dönemde de söz konusu kötü alışkanlıklarını sürdüren Yezid’in toplumda kötü bir imajı vardı. Muaviye, oğlunu bu imajdan kurtararak veliahtlığa hazırlamak için bazı tedbirler aldı. İki defa hac emiri olarak görevlendirdi. İlk İstanbul kuşatması için destek kuvvetleri başında görevlendirdi ve Anadolu seferlerine gönderdi. Muâviye, oğlu Yezid’i sağlığında kendisinden sonra halife olmak üzere veliaht tayin etti. Yukarıda anlatıldığı gibi bu hususta Muâviye ciddi tepkilerle karşılaştıysa da çeşitli yollarla muhalifleri etkisiz hale getirdi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 151 Kerbela Vakası Muâviye’nin Nisan 680’de ölümü üzerine Şam’da halifelik makamına geçen Yezid’i bekleyen en önemli problem, muhaliflerin biatlerinin alınması meselesiydi. Yezid babasının vefatının duyulmasından önce muhaliflerin biatlerini alması için Medine valisine talimat verdiyse de Abdullah b. Zübeyr ve ardından Hz. Hüseyin bir bahane ile biat etmeden Medine’den Mekke’ye geçerek Yezid ve Emevîler aleyhindeki faaliyetlerini sürdürdüler. Onların bu tutumu üzerine Muâviye zamanında kontrol altında tutulan muhalefet harekete geçti. Bu işin başını da Kûfeliler çekiyordu. Kûfeliler Mekke’ye sığınan Hz. Hüseyin’e elçi ve mektuplar göndererek kendisini Kûfe’ye davet ettiler. Davetlerini kabul edip şehirlerine geldiği takdirde kendisini halife ilan edeceklerini ve bayrağı altında Yezid’e karşı savaşacaklarını bildirdiler. Hz. Hüseyin, Yezid’e karşı bir harekete kalkışmadan önce hem durum tespiti hem de kendisine olan bağlılığın güçlendirilmesini temin için amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi; kendisi ise hac mevsiminden de istifade ederek Mekke’de muhalefetini sürdürdü. Müslim, Kûfe’de, vali Nu’man b. Beşîr’in müsamahalı tutumu sayesinde Hz. Hüseyin namına önemli faaliyetlerde bulunup halktan biat aldı ve ardından da Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırdı. Durumdan haberdar olan Yezid, Numan b. Beşîr’in yerine sertlik ve şiddet yanlısı Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı Kûfe valiliğine tayin ederek isyanı önlemekle görevlendirdi. Ubeydullah göreve başladıktan hemen sonra Müslim b. Akîl ve arkadaşlarını öldürttü. Diğer taraftan Kûfe’deki gelişmelerden habersiz durumun hala kendi lehinde olduğunu düşünen Hz. Hüseyin, gitmemesi yönündeki görüş ve tavsiyelere rağmen az sayıdaki taraftarı ve aile efradıyla birlikte Mekke’den yola çıktı. Yolda Kûfe’de kontrolün Ubeydullah’ın eline geçtiğini öğrendiyse de kararından vazgeçmedi. Diğer taraftan Hz. Hüseyin başkanlığındaki grubun Kûfe’ye gelmekte olduğunu öğrenen Ubeydullah, 1000 kişilik bir kuvvetle onların şehre girerek Kûfelilerle buluşmalarını engellemeye çalıştı. Hz. Hüseyin’in beraberindekilerle Kerbela mevkiine ulaştığını (2 Ekim 680) öğrenince onların Kûfelilerle buluşmalarını veya geri dönmelerini engellemek için Ömer b. Sa’d’ı 4.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye gönderdi. Kerbelâ’da etrafı kuşatılan Hz. Hüseyin, Kûfelilerin vaat ettiği desteğin bir türlü gelmemesi üzerine bir çıkış yolu bulmak maksadıyla Ömer b. Sa’d’a Mekke’ye geri dönmek, sınır şehirlerinden birine giderek cihatla meşgul olmak veya Şam’a giderek Yezid’le görüşmek istediğini teklif ettiyse de Ubeydullah tekliflerden hiç birisini kabul etmedi. Nihayet 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) Cuma günü Kerbela’da gerçekleşen ve birbirine denk olmayan kuvvetlerin çarpışması sonucunda Hz. Hüseyin ve beraberindekilerden 72 kişi şehit edildi. Cesetleri çeşitli hakaret ve işkencelere maruz bırakıldıkları gibi başta Hz. Hüseyin’inki olmak üzere bazılarının kafaları kesilerek önce Kûfe’deki valiye, sonra da Şam’daki halifeye gönderilerek muhaliflere gözdağı verildi. Kerbela’daki elim olayları işiten Yezid’in Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine razı olmadığı, böyle bir şeyi emretmediğini söyleyerek ağladığı, böylesi bir sonuçta rolü olan Kûfe valisi Ubeydullah’a sitemde bulunduğu ve Hz. Hüseyin’in hayatta kalan diğer yakınlarına iyi muamelede bulunarak onları Medine’ye gönderdiği rivayet edilmektedir. İslâm tarihinin en acı olaylarından biri olan Kerbela Vakası, Yezid’in nefretle anılmasında, İslâm dünyasının siyasi ve itikadî açıdan bölünmesinde, önceden nazarî bir siyasî görüş durumunda olan Şiîliğin bir akide halini almasında etkili olmuş ve pek çok isyanın temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir. 152 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Hüseyin’in Kerbela’da acımasız bir şekilde şehit edilmesi Müslümanlarda nasıl bir yankı uyandırmış ve edebiyata nasıl yansımıştır? Araştırınız. Medine’deki Muhalefetin Bastırılması: Harre Savaşı Yezid, Kerbela sonrası Hicaz’da aleyhinde oluşan muhalefetin sempatisini kazanabilmek için Medine valisi aracılığıyla Medine’nin ileri gelenlerinden oluşan bir heyeti Şam’a davet etti; onları ikramlarıyla memnun etmeye çalıştı. Ancak heyettekiler Medine’ye dönünce Yezid’in eğlence ve sefahate daldığını, haramlarla meşgul olduğunu anlatarak ona isyanın dinen farz olduğunu ileri sürdüler. Anlatılanlar Medine’de infiale sebep oldu. Halk, Yezid’e olan biatını bozarak Abdullah b. Hanzala’ya biat etti. Sonra da Medine’de yaşayan ve sayıları 1000’i bulan Ümeyye ailesi mensuplarını ailenin en yaşlı ve ileri geleni Mervan b. Hakem’in malikânesinde kuşatma altına aldılar. Gelişmelerden Yezid’i haberdar eden Mervan ondan acilen yardım istedi. Yezid, Müslim b. Ukbe el-Mürrî kumandasında 12.000 kişilik bir ordu görevlendirdi. Ağustos 683’te Medine yakınlarına gelerek Müslim, asıl maksadının Mekke’deki Yezid’e biat etmeyen İbn Zübeyr olduğunu, kendilerine dokunmayacağını, isyandan vazgeçmeleri için üç gün mühlet vereceğini söylediyse de onları razı edemedi. Şehrin saldırıya müsait olan kuzey kısmına hendek kazarak savunma hazırlıklarını tamamlayan Medineliler, dört gruba ayrılarak her grubun başına kendi kabilesinden birisini geçirdiler. Medinelilerin oluşturdukları birlikler düzenli ve disiplinli kuvvetlerden oluşmadığı gibi aralarında tam bir birliktelik de yoktu. Diğer taraftan başında tecrübeli komutan Müslim b. Ukbe’nin bulunduğu Emevîlerin düzenli ordusu, muhasara sonrasında Medine’den çıkmalarına izin verilen Ümeyyelilerin verdiği savaş taktikleriyle sabah güneşini arkalarına alacak şekilde şehrin kuzeydoğusundaki Harretü Vâkım mevkiinde karargâh kurdu. Medinelilere isyandan vazgeçmeleri için verilen üç günlük mühletin sonunda saldırıya geçti (26 Ağustos 683). Savaş Medineliler’in yenilgisiyle sonuçlandı. Abdullah b. Hanzale ve çok sayıda meşhur şahsiyet öldürüldü. Yezid’in emri doğrultusunda Emevî ordusu Medine’yi üç gün boyunca yağmaladı. Yezid döneminde Kerbela’dan sonra gerçekleşen ve çoğu sahabe olmak üzere pek çok Müslümanın ölmesine yol açan Harre Savaşı ve sonrasında Medine’nin Emevî ordusunca üç gün boyunca yağmalanması, kutsal şehrin ahalisinin öldürülme, işkenceye tabi tutulup tecavüze maruz bırakılması İslâm tarihinin en feci olaylarındandır. Söz konusu facia Yezid döneminde ve onun emriyle gerçekleştiği için gerek o dönemde gerekse sonrasında onun nefretle anılmasına yol açtı. I. Yezid’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi ve Mekke Kuşatması Kerbela olayından sonra Abdullah b. Zübeyr Yezid’e karşı muhalefetin tek lideri haline geldi ve taraftarlarının isteği üzerine Mekke’de gizlice biat almaya başladı. Yezid, Abdullah b. Zübeyr’i kendisine biate ikna etmeleri için bir heyeti Mekke’ye gönderdiyse de o buna yanaşmadığı gibi bir süre sonra Mekke valisinin namaz kıldırmasına da engel oldu. Bunun üzerine Yezid, Medine valisi Amr b. Saîd elEşdak’a ona karşı bir ordu göndermesini emretti. Valinin Abdullah b. Zübeyr’in baba bir kardeşi olan Amr b. Zübeyr kumandasında gönderdiği ordu Mekke yakınlarında yapılan savaşta, mağlup edildi (681). Abdullah b. Zübeyr’in bu galibiyeti Hicaz’daki itibarının daha da artmasına sebep oldu. Harre Savaşı’nda Medine’deki isyanı bastıran Müslim b. Ukbe bundan sonra 2 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 153 asıl hedefi olan Abdullah b. Zübeyr üzerine, Mekke’ye yöneldi. Ancak Mekke’ye varmadan yakalandığı hastalık sebebiyle Müşellel mevkiinde komutayı Yezid’in verdiği emir doğrultusunda Husayn b. Numeyr’e devrettikten sonra öldü. Husayn b. Numeyr Eylül 683’te Mekke’yi kuşattı ve şehrin etrafındaki tepelere yerleştirdiği mancınıklarla şehri taş yağmuruna tuttu. Atılan taşlar ve yanmakta olan yağlı paçavralar hem Kâbe’nin büyük oranda yıkılmasına hem de Kâbe etrafında karargâh kuran İbn Zübeyr’in taraftarlarının zor anlar yaşamasına yol açtı. İki ay devam eden kuşatma Yezid’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaşmasından sonra kaldırıldı. Kerbelâ olayının bir başka sonucu olarak ortaya çıkan Tevvâbûn hareketini araştırınız. Yezid döneminde iç savaşlar sebebiyle fetihler nerdeyse durmuştur. Sadece kuzey Afrika’da Muaviye tarafından azledildikten sonra göreve iade olunacağına dair teminat verilen ve Yezid’in emriyle tekrar bölgeye gönderilen Ukbe b. Nâfi’, Bizans ve Berberî kuvvetlerinden bazılarını mağlup etmiştir. Ancak bu galibiyet kalıcı olmamış, Ukbe’nin Berberî reisi Küseyle’nin toparlamaya muvaffak olduğu Bizans kuvvetlerine yenilip şehit düşmesiyle fethedilen yerler tekrar İslâm hâkimiyetinden çıkmıştır. Yezid döneminde Bizans üzerine Muaviye’nin iktidarı boyunca senede iki defa düzenlenen yaz ve kış seferlerine ara verildiği gibi fetihten sonra Kıbrıs ve Rodos adalarında iskân edilen Müslümanlar geri çekilmiştir. Yezid idari alanda fazla bir değişlik yapmamış, babası Muaviye’nin politikalarını devam ettirmiştir. Özellikle babası döneminde idarede yer alan ve başarılı bulunan kişileri görevde tutmuş, o da Muaviye gibi valilerine çok geniş yetkiler vermiştir. Ziraatla ilgilenip bilhassa Şam civarında kanallar açtırarak bölgede tarıma dayalı üretimin artırılmasına katkı sağlamıştır. Yezid 10 Kasım 683’te Dımaşk yakınlarındaki Huvvârîn’de ölmüş ve Bâbussağîr mezarlığına defnedilmiştir. Devlet işlerini çoğunlukla valilerine havale eden Yezid, eğlence ve sefahate düşkün olup zamanın büyük bir kısmını şair ve musikişinaslarla geçirmiştir. İçki içen ilk halife olarak bilinir. Döneminde gerçekleşen ve etkileri günümüze kadar gelen olaylar sebebiyle Müslümanların zihninde çok olumsuz bir yer edinmiştir. İslâm tarihinde hilafetin saltanata dönüşmesi onunla başlamış, Hz Hüseyin ve yakınlarının Kerbela’da feci şekilde katledilmesi, Medinelilerin isyanının çok kanlı bir şekilde bastırılıp şehrin yağmalanması, kutsal Mekke ve Kâbe’nin muhasara altına alınıp yakılıp yıkılması onun iktidarında gerçekleşmiştir. I. Yezid hakkında ayrıntılı bilgi için Ünal Kılıç’ın Tartışmaların Odağındaki Halife: Yezid b. Muâviye adlı eserine başvurabilirsiniz. II. MUÂVİYE DÖNEMİ 663 yılında doğan II. Muâviye babası I. Yezid tarafından veliaht tayin edilmişti. Babasının 10 Kasım 683’te ölümü üzerine tahta çıktı. Bu sırada ülkede büyük bir karışıklık hâkimdi. I. Yezid’in ölüm haberini duyan Abdullah b. Zübeyr, Mekke’de halifeliğini ilân ederek biat almaya başlamış ve egemenlik alanını kısa sürede genişletmişti. Öte yandan halifeliğe bağlı vilâyetlerde de itaatsizlikler görülüyor, Selm b. Ziyâd Horasan’da, Ubeydullah b. Ziyâd Basra’da kendi adına biat alıyordu. II. Muâviye’nin ömrü ve halifeliği çok kısa sürdü. Kaynaklarda onun tahta çıktığı sırada 17-23 arası bir yaşta olduğuna dair farklı rivayetler bulunmakta, halifelik süresi de yirmi gün ile dört ay arasında gösterilmektedir. Ayrıca halifelik günlerini hasta vaziyette Hadrâ sarayında geçirdiği ve halkın huzuruna çıkamadığı, 3 154 İslam Tarihi ve Medeniyeti I devletin idaresi ve imamlık göreviyle müşaviri Dahhâk b. Kays’ın ilgilendiği belirtilmektedir. Muâviye, farklı rivayetlere göre bir hutbesinde halka halifelik mesuliyetini taşımaktan âciz kaldığını, yerini Hz. Ebû Bekir’in yaptığı şekilde Hz. Ömer gibi birine bırakmak istediğini, fakat çevresinde böyle bir kimseyi göremediğini, yahut Hz. Ömer’in yaptığı gibi halifeyi seçme işiyle bir kurulu görevlendirmeyi düşündüğünü, ancak böyle bir kurulu oluşturacak uygun kişileri de bulamadığını söylemiş ve insanlara bu makama uygun şahsı kendilerinin seçmesini tavsiye etmiştir. Yeni halife belirleninceye kadar idareyi Dahhâk b. Kays’ın yürütmesini de isteyen Muâviye, diğer bir rivayete göre bu konuşmasında dedesi Muâviye ile babası Yezid’in Hz. Ali’ye ve evlâdına karşı yürüttükleri iktidar mücadelesinde haksız olduklarını belirterek onları ağır şekilde suçlamış ve öbür dünyada bunun hesabını vereceklerine inandığını dile getirmiştir. Kaynaklarda, babasının tayin ettiği memurları görevlerinde bırakan ve hiçbir tayin yapmayan II. Muâviye’nin, devlet başkanı sıfatıyla icraat olarak sadece haraçlardan beytülmâle gönderilen miktar üzerinden üçte bir oranında bir indirim yaptığı zikredilmektedir. Hastalığının ağırlaşması üzerine yakınları, kardeşi Hâlid b. Yezid’i veliaht tayin etmesi konusunda ısrar ettilerse de o, halifeliğin hayrını görmediğini, bir de veliahtlığa getireceği kişinin hatalarının vebalini üstlenemeyeceğini söyleyerek geri çevirmiştir. Muâviye’nin ölüm şekli de ihtilâf konusu olmuştur. Yakınları tarafından zehirletildiği, akciğerlerindeki rahatsızlık sebebiyle yahut veba yüzünden veya eceliyle öldüğüne dair rivayetler vardır. 29 Şubat 684’te vefat edince Dımaşk’taki Bâbüssagır Kabristanı’nda babasının yanına gömüldü. MERVAN b. HAKEM DÖNEMİ Çocuğu olmayan II. Muâviye’nin vefatından sonra Emevî ileri gelenlerinin kararıyla Mervân b. Hakem halifeliğe getirildi. Böylece yönetim Emevîler’in Süfyânîler kolundan Mervânîler koluna geçmiş oldu. Mervan’ın Emevî tahtına çıkış süreci şöyle özetlenebilir: Daha II. Muâviye’nin sağlığında Hicaz bölgesi yanında Irak ve Mısır bölgeleri de Mekke’de halifeliğini ilân eden Abdullah b. Zübeyr’e biat etmiş bulunuyordu. II. Muâviye’nin ölümü üzerine Suriye bölgesi vilâyetlerinin yöneticileri de İbnü’z-Zübeyr’in halifeliğini tanımaya başlamışlardı; Kınnesrîn ve Humus valilerinin ardından Nâtil b. Kays liderliğinde isyan eden Filistin ordugâhı da İbnü’z-Zübeyr’e itaat etmişti. Dımaşk’ta da durum karışıktı. II. Muâviye tarafından, yerine bir halife seçilinceye kadar devlet işlerini yürütmekle görevlendirilen Şam Valisi Dahhâk b. Kays tavrını açıklamakta tereddütlü davranmakla birlikte İbnü’z-Zübeyr’e katılmayı uygun görüyordu. Bu sırada Emevî ailesi de bölünmüştü. Yezid’in dayısı olan Filistin ve Ürdün Valisi Hassân b. Mâlik Yezid’in genç yaştaki iki oğlunu destekliyor, halifeliğin onların elinde kalmasını istiyordu. Bu arada Emevî ailesinin ileri gelenlerinden Mervân b. Hakem ve Amr b. Saîd el-Eşdak’ın halife olmasını arzu edenler de vardı. Rivayete göre Mervân ve Eşdak da bu şartlar altında durumu gittikçe güçlenen İbnü’z-Zübeyr’e biat etmeyi düşünmüş, hatta bu maksatla yola dahi çıkmışlardı. Yolda karşılaştıkları eski Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Mervân’a İbnü’z-Zübeyr’e katılmasının çok büyük bir hata olacağını, halifeliğin Emevî ailesinin ileri geleni olarak kendisine yakıştığını söyleyip onu halifeliği üstlenmeye ikna etti. Mervân’ın halife olmayı Hz. Osman zamanından beri düşündüğünü, Muâviye döneminde de bu niyetini ortaya koyan davranışlar sergilediğini gösteren rivayetleri göz önüne alarak onun bu işe kendisinin tâlip olduğunu söyleyenler de vardır. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 155 Henüz yirmi yaşlarında iken veliaht belirlemeden ölen II. Muâviye’nin o sırada yönetimi üstlenebilecek yaşta kardeşi de bulunmadığından, bu şartlarda Emevî ailesinin liderliğine en uygun kişi ailenin Ebü’l-Âs kolunun büyüğü Mervân b. Hakem idi. Ailenin söz sahipleri, idare merkezinin tekrar Hicaz’a geçmesinden korkmaya başlayan Suriye ileri gelenleri ve özellikle Yemen asıllı Kelb kabilesi liderleriyle durumu görüşmek üzere Câbiye’de toplandılar. Kırk gün sürdüğü bildirilen görüşmelerin sonunda II. Muâviye’nin kardeşi Hâlid b. Yezid’in yaşının küçük olması, İbnü’z-Zübeyr’e karşı iktidar mücadelesinde başarısız kalacağı şeklinde değerlendirildi. Onu destekleyen dayısı Hassân b. Mâlik’in ikna edilmesiyle Mervân’ın halife olması kararlaştırıldı. Hâlid b. Yezid birinci, bazı liderlerce desteklenen Eşdak da ikinci veliaht tayin edildi (22 Haziran 684); birincisi Humus, diğeri de Dımaşk valisi olarak görevlendirildi. Câbiye’de Mervan’ın halifeliği konusunda sağlanan ittifak Dımaşk’ta durumun istikrara kavuşmasına yetmedi. Câbiye görüşmelerine katılmaktan son anda vazgeçen Dahhâk b. Kays, İbnü’z-Zübeyr’i desteklediğini açığa vurarak emrindeki kuvvetlerle Mercirâhit denilen yerde karargâh kurdu. Toplantının uzamasından istifade edip Kınnesrîn, Humus ve Filistin ordugâhlarından temin ettiği yardımla gücünü arttırdı. Câbiye’den dönen Mervân b. Hakem, Dahhâk’ı ikna edemeyince Mercirâhit’te iki taraf arasında yirmi gün süren çok kanlı bir savaş cereyan etti. Mervân, özellikle Dahhâk’ın Dımaşk’tan ayrılmasının ardından başlattığı isyanla şehirde kontrolü eline geçiren Yezid b. Ebü’n-Nims’in erzak ve asker desteği sayesinde kesin bir zafer kazandı (Muharrem 65/ Ağustos-Eylül 684). Böylece Mervân bir taraftan Emevî saltanatının devamını, diğer taraftan halifeliğin Mervânî koluna geçmesini sağlamış oldu. Bundan sonra halifelik Emevîler’in yıkılışına kadar onun soyunda kaldı. Mervan b. Hakem’in halifeliğinden önceki hayatı hakkında bilgi edininiz. Dahhâk b. Kays’a karşı kazandığı zaferle Suriye’de kontrolü sağlayan Mervân, İbnü’z-Zübeyr’i destekleyen valiler tarafından terkedilen şehirlere yeni tayinler yaptıktan sonra Mısır’ı İbnü’z-Zübeyr’in elinden almak için harekete geçti. Dımaşk’ta oğlu Abdülmelik’i yerine bırakıp ordusunun başında Mısır üzerine yürüdü ve fazla bir zorlukla karşılaşmadan Mısır’ı ele geçirdi. Oğlu Abdülazîz’i Mısır valiliğinde bırakıp Suriye’ye dönmek için yola çıktı. İbnü’z-Zübeyr tarafından yolunu kesmek için bölgeye gönderilen orduyu da mağlûp ederek Dımaşk’a geldi. Vakit kaybetmeden iki ordu hazırlayıp İbnü’z-Zübeyr’in elinde bulunan Irak ve Hicaz’a yolladı. Hicaz’a Hubeyş b. Delce kumandasında gönderdiği ordu, Medine yakınlarında Rebeze’de İbnü’z-Zübeyr’in ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Irak’a gönderdiği ordunun başına geçirdiği Ubeydullah b. Ziyâd, el-Cezîre’ye ulaştığı sırada Mervân’ın ölüm haberini aldı. I. Mervân, Câbiye görüşmelerinde halifeliği ele geçirebilmek uğruna veliahtlıklarını kabul etmek zorunda kaldığı Hâlid b. Yezid ile Amr b. Saîd el-Eşdak’ı veliahtlıktan vazgeçmeye zorlamış ve sonunda bunu başarmıştır. Kendisinden sonra peş peşe halifeliğe geçmeleri şartıyla oğulları Abdülmelik ve Abdülazîz’i veliaht olarak tayin etmiştir. Kaynaklarda ölümünün, veliahtlıktan ayrılması için toplum önünde horlayıp küçük düşürdüğü Hâlid b. Yezid ile annesinin bir komplosu sonucu gerçekleştiği kaydedilmektedir. Buna göre Hâlid’in, babası I. Yezid’in vefatından sonra Mervân ile evlenmiş olan annesi oğluna yapılan bu hakarete tahammül edememiş ve uyuduğu bir sırada kocasını yastıkla boğarak öldürmüştür. 4 156 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Ancak bazı rivayetlerde onun vebadan öldüğü de kaydedilmektedir. Nisan 685’te ölen Mervân b. Hakem on ay gibi kısa bir süre halifelik yapmıştır. Mervân hadisle de meşgul olmuş ve Ebû Hüreyre’den bir hadis mecmuası derlemiştir. ABDÜLMELİK b. MERVAN DÖNEMİ Mervan b. Hakem’den sonra Emevî tahtına oğlu Abdülmelik çıktı. Kaynakların büyük bir kısmına göre 26 (646-647) yılında doğan Abdülmelik on yaşında iken Hz. Osman’ın evine yapılan saldırıya şahit oldu. On altı yaşında da Muâviye b. Ebû Süfyan tarafından Medine divanı reisliğine tayin edildi. Medineli birliklerin başında Bizans’a karşı yapılan bir sefere iştirak etti (42/662-663). Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından Medinelilerin Yezid’e karşı ayaklanmaları üzerine meydana gelen Harre Savaşı’na Emevî ailesi saflarında katıldı (683). Mervân b. Hakem’in ölümü üzerine (Nisan 685) Dımaşk’ta hilâfet makamına geçti. Ancak halifeliğini yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri tanıdı. Hicaz ve Irak Abdullah b. Zübeyr’in idaresi altında bulunuyordu. Mısır’a kadar bütün Kuzey Afrika İslâm devletinden kopmuş, bu parçalanmadan faydalanmak isteyen Bizans, Suriye’ye karşı akınlara başlamıştı. Halifenin rakibi Abdullah b. Zübeyr de zor durumda idi. Mekke kuşatmasında Abdullah’ı destekleyen Haricîler, muhasaranın kaldırılmasından sonra ona karşı cephe almışlar, Necid ve Basra bölgelerinde tehlikeli isyanlar başlatmışlardı. Haricîlerin ilk büyük grubunu oluşturan Ezârika’nın Basra’yı tehdidi günden güne artıyordu. Abdullah b. Zübeyr’in Haricîler ile meşgul bulunduğu sırada Abdülmelik’in bu durumdan faydalanarak harekete geçmesi beklenirken, muhtemelen Suriye’ye tam anlamıyla hâkim olamadığı için herhangi bir teşebbüse girişmedi. Bu sırada Kûfe’de her iki halife için de tehlikeli olabilecek Muhtâr b. Ebû Ubeyd es-Sekafî’nin isyanı patlak verdi. Muhtâr es-Sekafî İsyanı Hz. Hüseyin’in intikamını almak amacıyla ayaklanan Muhtâr es-Sekafî hem Emevî yönetimine hem de Abdullah b. Zübeyr’e karşı mücadele veriyordu. Hz. Ali’nin ünlü kumandanı Eşter’in oğlu İbrahim’i kendi saflarına çeken Muhtâr es-Sekafî 19 Ekim 685 tarihinde ayaklandı ve Kûfe yönetimini ele geçirdi. Ardından İbrahim b. Eşter’i Ubeydullah b. Ziyâd’ın üzerine gönderdi. Bu sırada Kûfe’de bir ayaklanma çıkınca İbrahim geri döndü ve ayaklanmayı bastırdı. Muhtâr es-Sekafî Kerbelâ Vakasına karışan Kûfeliler’in tamamını öldürterek evlerini yıktırdı. Diğer taraftan Muhtâr, Mekke’de Abdullah b. Zübeyr elinde tutuklu bulunan Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’yi kurtardı. Muhtâr tarafından Ubeydullah b. Ziyâd üzerine gönderilen İbrahim b. Eşter Hâzir nehri kıyısında onu ağır bir yenilgiye uğratarak askerlerinin büyük bir kısmıyla birlikte kılıçtan geçirdi (Ağustos 686). Bu başarılar Muhtâr’ın şöhretini daha da artırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr kendisi için gittikçe büyük bir tehlike olan Muhtâr’la mücadele edebilmek amacıyla kardeşi Mus’ab b. Zübeyr’i Basra valiliğine tayin etti. Kûfe’den gelip ordusuna katılan Araplar sayesinde güç kazanan Mus’ab Kûfe üzerine yürüdü ve dört aylık bir kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Muhtâr es-Sekafî öldürüldü (Nisan 687). Abdülmelik’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi Irak’ta Abdullah b. Zübeyr ile Muhtâr arasındaki mücadeleler aslında Abdülmelik’in işine yarıyordu. Abdülmelik, Muhtâr’ın öldürülmesinden sonra el-Cezîre’de bulunan İbrâhim b. Mâlik el-Eşter’i kazanmak için bazı teşebbüslerde bulunduysa da geç kaldı; çünkü İbrâhim daha önce davranan Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Mus`ab tarafına geçmişti. Haricîlerin bir kolu olup Nâfi’ b. Ezrak’a (ö. 685) nispetle Ezârika adıyla bilinmektedir. 698 yılına kadar İslâm dünyasında etkili olmuşlardır. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 157 Abdülmelik’in Mus`ab’a karşı ilk askerî harekâtı 689 yılı yazında oldu. Ancak, Dımaşk’tan ayrılmasından kısa bir süre sonra geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Zira onun ayrılmasını fırsat bilen Amr b. Saîd el-Eşdak, başşehirde tehlikeli bir isyan çıkartmıştı. Derhal Dımaşk’a dönen halife, isyanı bastırdı ve Eşdak’ı idam etti. 691 yılında el-Cezîre bölgesini itaat altına almaya başlayan ve bu arada yıllardan beri Karkîsiyye’de direnen Züfer b. Hâris’i ortadan kaldıran Abdülmelik, Mus`ab’a karşı artık kesin sonucu alma kararında idi. Abdülmelik Kınnesrîn yakınındaki Butnân Habîb, Mus`ab ise Tekrit yakınındaki Bâcümeyrâ’da karargâh kurdular. Mühelleb b. Ebû Sufre ve Abdullah b. Hâzım gibi değerli kumandanlar Haricîlerle mücadele ettiklerinden Mus`ab’ın yanında bulunmuyorlardı. Diğer taraftan Mus`ab’ın kuvvetleri arasında yer alan Iraklı birlikler savaş taraftarı değillerdi. Savaş başlamadan önce Abdülmelik üstün durumda idi. Nihayet iki ordu Deyrülcâselik mevkiinde karşılaştı. Savaşın ilk anlarında İbrâhim b. Mâlik el-Eşter’in öldürülmesi Mus`ab için büyük kayıp oldu. Bazı Iraklı birlikler savaşa başlamadan kaçtılar. Mus`ab harp meydanında pek az bir kuvvetle kalmasına rağmen kahramanca savaştı; ancak savaş meydanında can vermekten kurtulamadı (Ekim 691). Abdülmelik zaferden sonra Kûfe’ye gidip halktan biat aldı. Ardından Basra halkı da onun halifeliğini tanıdı. Böylece 691 yılında Hicaz dışındaki bölgelerde Abdülmelik’in halifeliği tanınmış oldu. Artık sıra Mekke’de bulunan Abdullah b. Zübeyr’e gelmişti. Abdülmelik daha Kûfe’den ayrılmadan, Irak’a karşı giriştiği harekâtta kendini göstermiş olan Haccâc b. Yûsuf’u 2.000 kişilik bir Suriyeli birliğin başında Mekke üzerine gönderdi. Tâif’te karargâh kurarak Mekke üzerine küçük çapta akınlar yapmaya başlayan Haccâc, halifeden kesin emir alır almaz Mekke’yi kuşattı. Muhasara altı ay kadar sürdü. Abdullah b. Zübeyr daha fazla dayanamadı ve yaptığı huruç hareketi sonunda birkaç sadık adamıyla birlikte öldürüldü (1 Ekim 692). Böylece Abdülmelik İslâm devletindeki iç karışıklıklara son vermiş ve birliği sağlamış oldu. Haricî İsyanlarının Bastırılması Abdullah b. Zübeyr tehlikesinin ortadan kaldırılmasından sonra Abdülmelik’in karşısında önemli bir muhalefet kalmamıştı. Ancak İran, Irak ve el-Cezîre bölgelerinde Haricîler büyük huzursuzluk kaynağı idiler. Kûfe ve Basra kuvvetleri Necdiyye Haricîlerini Yemâme’nin Muşahhar mevkiinde 73’te (692-93) mağlûp ettiler. Hicaz Valisi Haccâc b. Yûsuf’un sıkı tedbirleri, bölgede sükûnetin sağlanmasına yardımcı oldu. Bu arada Haccâc, Mekke kuşatması sırasında tahrip edilmiş olan Kâbe’yi tamir ettirdi (694). Abdullah b. Zübeyr’in ölümünden sonra Abdülmelik tarafına geçen ve Haricîlere karşı başarılı mücadeleleriyle şöhret kazanan Mühelleb b. Ebû Sufre, Irak valisi ve halifenin kardeşi Bişr b. Mervân’dan istediği desteği alamadığı için Haricîler karşısında başarılı olamıyordu. Irak’ın bu karışık durumuna son vermek için Abdülmelik 75 (694) yılında Haccâc b. Yûsuf ’u Irak valiliğine tayin etti. Burada Emevîlere karşı isyan halinde olan Haricîler küçük askerî birlikleriyle Emevî ordularını mağlup ediyorlar, Hz. Ali taraftarları da yöneticileri uğraştırıyorlardı. Haccâc aldığı sert tedbirlerle bir taraftan Kûfe ve Basra’da kısa sürede sükûneti sağlarken diğer taraftan da Mühelleb’e takviye kuvvetleri gönderdi. Mühelleb böylece, Fars bölgesinde Kâzerûn yakınında Ezrakîler ile yaptığı savaşı kazandı (12 Ocak 695). Yenilen Haricîler doğuya çekildiler, Ezrakîler’in reisi Katarî b. Fücâ` elMâzinî, 77’de (696-97) Mühelleb ile yaptığı savaşta öldürüldü; taraftarları da dağıldı. Ezrakîler’le savaş devam ederken diğer bir Haricî grubu olan Sufrîler el-Cezîre bölgesinde isyan çıkardılar. İki defa Kûfe’ye girmeye muvaffak olan Haricî reisi Emevîlere karşı isyanların merkezi haline gelen Irak valiliğine tayin edilince Kûfe’ye giren Haccâc, Kûfe Camii’ne gidip yüzünü bir örtüyle kapatmış bir şekilde minbere çıktı ve camide toplanan halka tarihe geçen şu meşhur konuşmasını yaptı: “Ben kopma zamanı gelmiş olgun kelleler görüyorum. Onları koparacak olan da benim. Ben diş söken yiğit oğlu yiğit, başımdaki sarığı çıkarırsam kim olduğumu anlarsınız. Ey Iraklılar! Ey nifak ve ayrılıkçılar, bozguncular! Emîrülmü’minîn Abdülmelik okluğundaki bütün okları çıkarıp tek tek yokladı ve beni en kuvvetli olarak görünce size yolladı. Yolda gelirken kamçımı düşürdüm; bu sebeple sizi terbiye için kılıcımı kullanacağım. Sizler azgınlık, muhalefet, tefrika ve bozgunculukta çok ileri gittiniz. Ya doğru yola gelip itaat edersiniz ya da kellenizi kopartırım...” (Taberî, VI, 202-204). 158 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Şebîb’e karşı Haccâc, sonunda Suriye’den yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Suriye’nin en seçkin kumandanlarından Süfyân b. Ebred el-Kelbî’nin Irak’a gelerek onlara karşı harekete geçmesi, Şebîb’i zor durumda bıraktı. Bir çarpışmada mağlûp olan Şebîb, Ahvaz bölgesinde Düceyl ırmağından geçerken atından düşerek boğuldu (697). Böylece Ezrakîler’den sonra Sufrîler de tesirsiz hale getirilmiş oldu. Fetihlere Yeniden Başlanması Abdülmelik, içeride sükûneti sağladıktan sonra fetihlere başladı. Haricî isyanlarının bastırılmasında büyük başarılar göstermiş olan Mühelleb b. Ebû Sufre, 697 yılında Horasan valiliğine tayin edildi. Ancak oldukça yaşlanmış olan Mühelleb, Mâverâünnehir’i fethetmek ve bu suretle hayatını daha büyük bir başarıyla kapamak istiyordu. Onun Horasan valiliği sırasında Mâverâünnehir’e akınlar yapıldı ve bazı başarılar elde edildi; fakat istenilen netice alınamadı. 699 yılında Kiş üzerine yürüyen ve burasını karargâh yapan Mühelleb, oğullarını civar bölgelerin fethine memur ettiyse de hiçbiri tam bir başarı sağlayamadı. 702’de Mühelleb öldü, yerine oğlu Yezid geçti. Haccâc, Yezid’i kısa süre sonra azletti ve ileride Mâverâünnehir fâtihi olacak olan Kuteybe b. Müslim’i Horasan valiliğine tayin etti (704). Irak umumi valisi Haccâc, Mühelleb’i Horasan valisi tayin ettiği sırada Ubeydullah b. Ebû Bekre’yi de Afganistan’daki Türk hükümdarı Rutbil (Zunbil) üzerine göndermişti. Ubeydullah, karşısına çıkan kuvvetleri mağlûp ederek Kâbil yakınlarına kadar gitti, fakat dağlık arazide daha fazla ilerlemenin tehlikeli olacağını düşünerek Rutbil’e anlaşma teklifinde bulundu. Rutbil bu teklifi kabul etti; ancak kumandanlarından birisi âniden hücuma geçerek Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattı; bu arada Ubeydullah savaş meydanında hayatını kaybetti. Bu mağlûbiyetin intikamını almak isteyen Haccâc, halifenin iznini aldıktan sonra Kûfe ve Basra ordugâhlarından 20.000 kişilik bir ordu kurdu. Ordunun techizi için hiçbir fedakârlıktan çekinmedi, hatta askerlerin maaşlarını bile peşin ödedi. Son derece iyi donatılmış olan bu orduya İslâm tarihinde ‘’Tâvus Ordusu’’ denmektedir. Ordunun kumandanlığına Kûfe ileri gelenlerinden İbnü’l-Eş’as tayin edildi. 699 yılında hareket eden Abdurrahman, önceki kumandanlardan ayrı bir yol takip ederek baskınlar yerine yavaş ve düzenli bir şekilde ilerlemeyi tercih etti. Rutbil’in haraç vermek şartıyla barış yapılması teklifini kabul etmedi. Zaptedilen şehir ve kalelere, Irak ile irtibatı sağlamak gayesiyle askerî birlikler ve posta memurları yerleştirdi. Kışın yaklaşması üzerine harekâtı durdurup durumu Haccâc’a bildirdi. Ancak Haccâc hiçbir mazeret kabul etmeyerek Abdurrahman’ın ilerlemesini, aksi halde kumandayı kardeşi İshak’a bırakmasını emretti. İbnü’l-Eş’as İsyanı İbnü’l-Eş’as Haccâc’ın ilerleme emri karşısında kumandanlarını toplayarak onlarla görüştü. Iraklılar Haccâc’dan nefret ediyorlardı; ayrıca uzak ülkelerde uzun ve zor bir savaş onların işine gelmiyordu. Sonunda Haccâc’a karşı isyan bayrağının açılmasına karar verildi. Abdurrahman, Irak’a dönmeden önce Rutbil ile bir anlaşma yaptı. Sîstan’ın (Sicistan) önemli şehirleri olan Büst ve Zerenc’e kendi adına valiler tayin etti. Haccâc’ı Abdülmelik’ten ayırmanın mümkün olamayacağını bilen âsiler, Abdurrahman’a halife olarak biat ettiler. Emevî hilâfetine cephe alan Şiî, Haricî ve diğer gayri memnunlar kitlesi Abdurrahman’ın bayrağı altında toplanıyordu. Bu isyanı bastırmada Iraklılar’a güvenmeyen Haccâc’ın yanında ise halifenin gönderdiği az sayıda Suriyeli asker vardı. Kuvvetlerinin azlığına rağmen Hûzistan bölgesinde onları durdurmaya çalıştıysa da başaramadı. Basra âsilerin 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 159 eline geçti. Geri çekilmektense mağlûp olmayı tercih eden Haccâc, Basra yakınında Zâviye mevkiinde karargâh kurdu (6 Şubat 701). Haccâc’ın Süfyân b. Ebred el-Kelbî kumandasındaki kuvvetleri bir ay müddetle Abdurrahman’a mukavemet etti ve hatta 14 Mart 701 tarihinde yapılan çetin savaşta âsileri yenilgiye uğrattı. Abdurrahman bundan sonra Kûfe’ye giderek şehri ele geçirdi ve Haccâc’ın Suriye ile irtibatını kesti. Haccâc bu tehlikeli durumda paniğe kapılmadı; Fırat’ın sağ sahilini takip ederek Suriye ile kolaylıkla irtibat sağlayabileceği Kûfe yakınındaki Deyrikurrâ’da karargâh kurdu. Iraklılar da şehri terkederek Suriyeliler’in karşısında Deyrülcemâcim’de müstahkem bir ordugâha yerleştiler (Nisan 701). İki ordu arasında başlayan küçük çaptaki çarpışmalar aylarca devam etti. Suriye’de çok zor durumda bulunan Abdülmelik’i, peşine her gün yüzlerce kişinin katıldığı Abdurrahman’ın başarıları büsbütün korkutuyordu. Bir taraftan Haccâc’a yardımcı kuvvetler gönderirken diğer taraftan Iraklılar’a akla gelmedik tâvizler veriyordu. Ancak Haccâc’ın azledilmesine kadar varan bu tâvizler bir sonuç vermedi ve meselenin halli tekrar kılıçlara kaldı. Tarihe Deyrülcemâcim Savaşı diye geçen savaşta sonucu yine Süfyân b. Ebred’in kuvvetli bir süvari hücumu tayin etti. Abdurrahman’ın birlikleri sayıca çok üstün olmalarına rağmen Suriyelilerin şiddetli mukavemetlerine dayanamayarak ağır bir yenilgiye uğradılar (Temmuz 701). Haccâc, galip sıfatıyla Kûfe’ye girdi; orada silâhını bırakanların biatını kabul etti. Biat merasiminde, öldürülmekten korkan Kûfeliler Haccâc’ın arzusuna uyarak, isyan ettikleri için İslâmiyet’ten çıkmış olduklarını itiraf etmek zorunda bırakıldılar. Pek az kişi böyle bir itiraftan kaçınma cesaretini gösterebildi. Bundan sonra Iraklılar yavaş yavaş toparlanmaya başladılar. Abdurrahman, Basra’yı ele geçiren Ubeydullah b. Abdurrahman el-Abşemî’nin yanına gitti. Fakat burada fazla kalmayıp Düceyl ırmağı kenarındaki Meskin’e geçti ve her taraftan kendisine katılan birliklerle tekrar Haccâc’ın karşısına çıktı. Günlerce çok kanlı bir şekilde devam eden savaş bir Suriyeli birliğin, bölgeyi iyi bilen bir kişinin rehberliğinde bataklıklar arasından geçerek Iraklılara arkadan saldırması üzerine Abdurrahman’ın mağlûp olmasıyla sonuçlandı. Kaçanların büyük bir kısmı bataklıklarda boğularak can verdiler. Abdurrahman ise Kirman üzerinden Sîstan’a kaçtı. Fakat Büst’teki valisi onu Haccâc’a teslim etmek üzere tutukladı. İşte tam bu sırada, daha önce kendisiyle anlaşma yapmış olduğu Rutbil onu kurtardı ve Kâbil’e götürdü. Dağılan Iraklı birlikler Ubeydullah b. Abdurrahman el-Abşemî ile Abdurrahman b. Abbas el-Hâşimî’nin kumandası altında toplanarak İbnü’l-Eş`as’ı Sîstan’a çağırdılar. İbnü’l-Eş`as Sîstan’a döndü, fakat Umâre b. Temîm el-Lahmî kumandasındaki bir Suriyeli birliğin yaklaşması üzerine tekrar Rutbil’e iltica etti. Umâre bütün Sîstan’ı itaat altına aldı (702). Haccâc, Rutbil’i çeşitli vaad ve tehditlerle Abdurrahman’ı kendisine teslim etmeye ikna etti. Haccâc’ın elinde işkence ile ölmektense intihar etmeyi tercih eden Abdurrahman yolda kendisini bir uçuruma atarak can verdi. Böylece birkaç yıldan beri devam eden ve Emevî hilâfetini ciddi bir şekilde tehdit eden son büyük isyan da bastırılmış oldu (704). Kuzey Afrika Seferleri Ukbe b. Nâfi`in şehit edilmesi (682) ve merkezde hilâfet mücadelelerinin başlamasından sonra Kuzey Afrika’ya yeteri kadar önem verilememişti. Bunun sonucu olarak bu ülkedeki İslâm hâkimiyeti tehlikeye düşmüş, hatta Müslüman kuvvetleri Mısır’a kadar geri çekilmek mecburiyetinde kalmışlardı. Tunus’un sahil kısımları Bizans’ın kontrolüne geçmiş, iç kısımlar ise yarı bağımsız olarak Küseyle adlı bir Berberî reisinin idaresi altına girmişti. Bu arada Müslümanlara karşı Bizans- 160 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Berberî ittifakı kurulmuş, Kayrevan Küseyle tarafından zaptedilmişti. Halife Abdülmelik, henüz Abdullah b. Zübeyr tehlikesi ortadan kaldırılmadan, Mısır valisi olan kardeşi Abdülazîz’e yardımcı kuvvetler göndererek bu tehlikeli gidişe son vermesini istiyordu. Züheyr b. Kays kumandasında merkezden gönderilen ordu, Berka üzerinden Tunus’a doğru ilerlemeye başlayınca Berberîler geri çekildiler ve Kayrevan Züheyr tarafından geri alındı. Bunun üzerine Berberîler Kayrevan’ın batısında Züheyr’in karşısına çıktılar; yapılan savaşta Berberîler mağlûp oldu, Küseyle de öldürüldü (69/688-689). Züheyr b. Kays’ın bu ilerleyişi karşısında Bizans İmparatoru II. Iustinianos, Kuzey Afrika’da tekrar duruma hâkim olmak için İstanbul’dan bir donanma gönderdi. Sicilya’dan da takviye kuvvetleri alan Bizans donanması Kartaca’ya asker çıkardı. Batıya doğru ilerlemekte olan Züheyr geri dönerek Bizans kuvvetleriyle karşılaştı. Yapılan savaşta Müslümanlar yenildi. Züheyr b. Kays’ın da şehit düştüğü bu savaşın 76 (695-696) yılında meydana geldiği kabul edilmektedir. Müslümanların bu mağlûbiyetinden faydalanmak isteyen Berberîler isyan ettiler; ancak aralarında birlik olmadığı için Kayrevan’daki Müslüman kuvvetlerine bir şey yapamadılar. Mısır Valisi Abdülazîz b. Mervân, halifeden yeni kuvvetler isteyince Hassân b. Nu`mân el-Gassânî kumandasında kuvvetli bir ordu Kuzey Afrika’ya sevkedildi. Kartaca zaptedildi; şehir halkının büyük bir kısmı Sicilya’ya kaçtı. Bizans İmparatoru Leontios, yeni bir donanma hazırlayarak 697 yılında Kartaca üzerine gönderdi. Bu sırada Hassân, Avrâs bölgesinde Kâhine adlı âsi bir kadınla uğraşıyordu. Berberîler’i etrafında toplayan Kâhine, Hassân’ı mağlûp ederek Berka’ya kadar geri çekilmeye mecbur etmişti. Bu sebeple Hassân Bizanslılar’ın Kartaca’ya asker çıkarmalarına engel olamadı. Fakat bir süre sonra takviye kuvvetleri alıp Kartaca’yı ve Bizans’ın eline geçen diğer şehirleri kurtardı. Ardından, sıra büyük bir alanda hâkimiyet kurmuş olan Kâhine’ye geldi. Hassân, 702’de Avrâs bölgesinde yapılan savaşta Berberîler’i yenilgiye uğrattı. Kâhine’nin savaş meydanında öldürülmesi üzerine dağılan Berberîler Hassân’ın müsamahalı tutumu sayesinde kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Böylece Kuzey Afrika’da İslâm hâkimiyeti sağlam bir şekilde kurulmuş oldu. Anadolu Seferleri Abdülmelik halife olduğu zaman, iç karışıklıklar sebebiyle Bizans İmparatorluğu ile barış yapmak mecburiyetinde kalmış, Çukurova bölgesinde Masisa’ya (Misis) kadar ilerlemiş olan Bizans’ı, her yıl büyük miktarda vergi vermekle durdurabilmişti. Bu ilk anlaşmadan birkaç yıl sonra Bizans İmparatoru ile Merdeîler (Cerâcime) yüzünden yeni bir anlaşma yapmak zorunda kalmıştı (70/689-90). Muâviye zamanında İslâm devletinin hâkimiyetini tanımakla beraber huzursuzluk çıkarmaktan da geri durmayan Merdeîler, Abdülmelik’in bulunduğu güç durumdan faydalanarak Suriye’ye akın düzenliyorlardı. Bizans ile yapılan ikinci anlaşma bu akınları durdurmak içindi. İçerde sükûnet sağlandıktan sonra Abdülmelik’in kardeşi Muhammed b. Mervân kumandasındaki ordu Anadolu’ya karşı yeniden seferlere başladı. 73 (692-93) yılında Bizans ordusu Sivas yakınlarında ağır bir yenilgiye uğratıldı. Aynı zamanda Osman b. Velîd kumandasındaki ikinci bir ordu da Bizans kuvvetlerini bulundukları bölgeden çıkartmış ve bu bölge yeniden Müslümanların idaresine geçmişti. Bu sırada Sımbat adlı bir gayri müslim reisi İslâm devletine karşı isyan etti. Bizans İmparatoru II. Iustinianos, daha sonra kendisini tahttan indirecek olan Leontios kumandasında Sımbat’a yardımcı bir kuvvet gönderdi. Müslümanlar başlangıçta başarılı olamadılar ve Abdülmelik vergi vermek şartıyla Bizans ile yeniden antlaşma imzaladı, fakat bu antlaşma da uzun sürmedi. Bir müddet sonra Müslü- 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 161 manlar büyük bir zafer kazanarak Maraş bölgesini hâkimiyetleri altına aldılar (695). Bu tarihten itibaren ‘Bizans gazâları’ başladı. 79’da (698-99) Suriye’deki veba salgınının verdiği şaşkınlıktan faydalanan Bizans ordusu deniz yoluyla Antakya’ya bir akın yaptı. Ertesi yıl Velîd b. Abdülmelik Anadolu’ya başarılı bir sefer düzenledi. 81 (700-701) yılında Abdülmelik’in oğlu Abdullah Erzurum’u fethetti. Ertesi yıl ise Bizanslılar, el-Cezîre Valisi Muhammed b. Mervân’ın İbnü’l-Eş`as’ın isyanı sebebiyle Irak’ta bulunmasını fırsat bilerek Samsat’a kadar ilerlediler. İsyanın sona ermesinin ardından Abdullah b. Abdülmelik Dârende’yi kuşattı ve uzun bir muhasaradan sonra 702 yılında burasını fethetti. Ertesi yıl Misis Müslümanlar tarafından geri alındı. Abdülmelik’in Vefatı, Şahsiyeti ve Bazı Önemli İcraatları Abdülmelik yirmi yıllık halifelikten sonra altmış yaşında Dımaşk’ta vefat etti (8 Ekim 705) ve burada defnedildi. Kendisinden sonra dört oğlu halife olduğundan, ona hükümdarlar babası anlamında ‘Ebü`l-mülûk’ denilmiştir. Oğulları arasında başarılı bir kumandan olan Abdullah (ö. 132/749-751), amcası Abdülazîz b. Mervân’ın ölümü üzerine Mısır valiliğine tayin edildi. Halife Abdülmelik zamanında teşebbüs edilen ve başarıya ulaştırılan önemli işlerden biri, ilk İslâmî sikkenin bastırılmasıdır. O tarihe kadar İslâm ülkelerinde Bizans ve Sâsânî paraları tedavülde idi. Ancak bu paraların kullanılması bazı mahzurlar doğuruyordu. Siyasî ve iktisadî sahalarda ortaya çıkan bu mahzurları gidermek için Abdülmelik altın (dinar) ve gümüş (dirhem) sikkeler bastırdı; böylece İran ve Bizans paralarını tedavülden kaldırmış oldu. Abdülmelik’in kültür alanında yaptığı en önemli icraat, Arapça’yı resmî dil olarak kabul etmesidir. Onun zamanına kadar divanlardaki defterler Suriye’de Rumca, İran’da ise Farsça olarak tutuluyordu. Buna bağlı olarak memurların büyük bir kısmı da Rum veya İranlı idi. Arapça’nın divanda kullanılması için ilk teşebbüs Haccâc tarafından yapılmıştır. Haccâc’ın İranlı kâtibi Zâdenferrûh b. Pîrî’nin yardımcısı Sâlih b. Abdurrahman hesapların Arapça tutulmasını teklif etti ve bu işi üzerine aldı. Kısa bir süre sonra da Abdülmelik Dımaşk’ta da Arapça’nın kullanılmasını emretti. Süleyman b. Saîd adında bir kişi, bir yıl içinde bu konuda büyük başarı elde ederek halifeden önemli miktarda mükâfat aldı. Abdülmelik daha küçük yaşlardan itibaren kendini Kur’an, hadis ve fıkıh ilimlerine vermiştir. Halife olmadan önce Emevî sarayında Şa`bî ve İbn Şihâb ezZührî gibi bilginlerden megazî ve hadis okuduğu gibi, daha sonraki yıllarda himayesine aldığı Urve b. Zübeyr’in bilgisinden de istifade etmiştir. Bu çalışmaları sonunda fıkıh ve hadis sahasında önemli bir gelişme sağlayan Abdülmelik, Medine ulemâsından Saîd b. Müseyyeb ve Urve b. Zübeyr gibi âlimlerin ilmî seviyesine ulaşmıştır. Hz. Osman, Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Ümmü Seleme, Muâviye, Abdullah b. Ömer ve diğer bazı sahabelerden hadis öğrenmiş; Urve b. Zübeyr, Recâ b. Hayve ve Zührî gibi muhaddisler de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Bununla beraber rivayet ettiği hadisler az olduğu için ismi muhaddisler arasında sık geçmez. Abdülmelik hadisle ilgisini halifeliği sırasında da sürdürmüş, doğu eyaletlerinde bilinmeyen ve meşhur olmayan hadislerin ortaya çıkışıyla yakından ilgilenmiş ve 695 yılı hac mevsiminde söylediği hutbede halkı bu hadislere karşı uyararak onları Kur’an’a ve dinin kesin hükümlerine sarılmaya çağırmıştır. Abdülmelik aynı zamanda ictihadda bulunabilecek kadar İslâm hukukuna vâkıf bir fakih idi. Ayrıca şiirle ilgilendiği ve sohbetlerinde daha çok edebî konular üzerinde durduğu, Hasan-ı Basrî ve Abdullah b. İbâz gibi devrin ileri gelen simalarıyla ce- 162 İslam Tarihi ve Medeniyeti I miyetin çeşitli meselelerini tartıştığı bilinmektedir. Bilginleri daima himaye ederdi. İlme olan saygısı sebebiyle İbn Ömer, Hasan-ı Basrî ve Enes b. Mâlik’i devrin meşhur valisi Haccâc’a karşı korumuş ve öldürülmelerine engel olmuştu. Abdullah b. Zübeyr ile mücadelesi sırasında Dımaşk’ta kendisini ziyaret eden Zührî’nin bütün borçlarını ödeyerek onu sıkıntıdan kurtarmıştı. Abdülmelik devrinde imar faaliyetlerine de önem verilmiş, artık büyük bir imparatorluk haline gelen İslâm devletinin her tarafında yollar ve köprüler yapılmış, birçok eser meydana getirilmiştir. Bunların başında, İslâm dünyasındaki ilk büyük camilerden biri olan Kudüs’teki Kubbetü’s-sahre’nin inşası gelmektedir. Irak’ın Basra ve Kûfe’den sonra üçüncü ordugâh şehri Vâsıt, Haccâc tarafından onun zamanında kurulmuştur. Haccâc, aynı zamanda valisi bulunduğu bölgelerde ziraata da büyük önem vermiş, sulama kanalları açtırmış ve halkın refah seviyesini yükseltmiştir. İslâm devletinin örgütlenmesi halife Ömer zamanında başlamış, Muâviye günün şartlarına göre bu teşkilâtı daha da geliştirmişti. Fakat devletin siyasî ve iktisadî bünyesi süratle değiştiği için teşkilâtı da buna uydurmak gerekiyordu. Bu bağlamda Halife Abdülmelik, gelişen ihtiyaçlara göre devletin idari ve mali bünyesinde bir takım düzenlemeler yaptı. Abdülmelik b. Mervân Emevî halifelerinin en büyüklerinden biridir. Halife olduğu sırada iç mücadeleler sebebiyle İslâm devleti parçalanmış olduğundan, hükmü ancak Suriye ve Mısır’da geçiyordu. Halifeliği döneminde iç karışıklıkları ortadan kaldırarak İslâm dünyasında birliği sağlamış, Kuzey Afrika’yı yeniden hâkimiyet altına almış ve Bizans’a üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Öldüğü zaman oğlu Velîd’e Atlas Okyanusu’ndan Ceyhun nehrine kadar uzanan siyasî, askerî ve idarî bakımdan sağlam bir devlet bırakmıştı. Resim 7.1 Abdülmelik b. Mervan döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahre 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 163 Özet Emevî Devleti’nin kuruluş sürecini ve Muâviye b.Ebû Süfyân’ın bu süreçteki rolünü tanımlayabilmek Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında başlayan fitne hareketleri ve iç karışıklıklar Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlandı. Ardından halifeliğe getirilen Hz. Ali döneminde iç karışıklıklar artarak devam etti. Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırmada yavaş davrandığı gerekçesiyle ilk müslümalardan bir grubun muhalefetiyle karşılaşan. Hz. Ali bunlarla Cemel Savaşı’nda karşı karşıya geldi ve savaş Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlandı (656). Öte yandan Suriye valisi Muâviye Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali’ye biat etmeyi reddedip önce Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılmasını istedi ve III Halife’nin yakın akrabası olduğu gerekçesiyle kanını dava etti. Muâviye’nin halifelik iddiasıyla muhalefetini gittikçe artırması üzerine iki taraf Irak-Suriye sınırındaki Sıffîn’de karşı karşıya geldi (657). Savaşın şiddetlenip Hz. Ali’nin üstünlük sağladığı bir sırada Muâviye tarafından gelen teklif üzerine halifelik meselesinin çözümü hakemlere havale edildi, ancak somut bir sonuç elde edilemedi. Hz. Ali’nin bir suikast sonucu yaralanması ve birkaç gün sonra da vefat etmesi üzerine Kûfe’de oğlu Hz. Hasan’a halife olarak biat edildi (661). Muâviye onun halifeliğini de tanımadı ve ona karşı caphe aldı. Sonuçta Hz. Hasan hem Kûfeliler’e güveni kalmadığı hem de Müslümanlar arasında daha fazla kan dökülmesinin önüne geçmek için Muâviye ile barış antlaşması imzalayarak onun lehine halifelikten çekildi. Muâviye b. Ebû Süfyan’ın halife olmasıyla Hulefâ-yi Râşidîn devri sona erdi ve doksan yıl sürecek Emevî Devleti kuruldu (661). Hilâfetin saltanata dönüşmesini tartışabilmek Muâviye b. Ebû Süfyan’ın halifeliğinde İslâm tarihinde yeni bir dönem başladı. Bu, hilâfetin saltanata dönüşmesidir. Muâviye’den önceki halifeler ilk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından yönetime ehliyetli olup istişare yolu ile halife seçilmişlerdi. Muâviye ise siyasi mücadele sonunda kılıç zoruyla hilâfet makamını işgal etti. Öte yandan kendisinden sonra halife olmak üzere oğlu Yezid’i veliaht tayin etti ve sahabelerden önemli bir kısmının muhalefetine rağmen sağlığında oğlu için biat almaya çalıştı. Böylece halifeliğin intikalinde iştişare ve seçime dayalı ehliyet prensibi ihmal edilerek veraset esas oldu. Sonuçta hilâfet saltanata dönüşmüş ve daha sonra kurulan İslâm devletlerinde de bu sistem uygulanmıştır. Emevî halifelerinin bu makama geliş yöntemi yanında şahsî hayatlarında Müslümanların tepkisini çeken davranışları ve kuvvete dayanarak muhalifleri sert tedbirlerle sindirmeleri de tenkide konu olmuştur. Abdülmelik b. Mervan dönemine kadar gerçekleştirilen fetihleri değerlendirebilmek Emevîler döneminde çeşitli iç karışıklıklar yaşanmakla birlikte fetih harekâtına devam edilmiş ve önemli bölgeler İslâm topraklarına katılmıştır. Muâviye döneminde Suriye orduları Bizans hâkimiyetindeki Anadolu ve Ermenistan, Irak orduları Horasan. Mâverâünnehir ve Sind, Mısır orduları da Kuzey Afrika topraklarında savaştılar. Anadolu’ya yapılan seferler yaz ve kış aylarında olmak üzere yılda iki defa düzenleniyordu. Emevîler döneminde gerçekleşen üç İstanbul kuşatmasından ikisi Muâviye döneminde yapılmıştır. I. Yezid döneminde Ukbe b. Nâfi Kuzey Afrika’yı baştanbaşa geçmiş ve Atlas Okyanusu’na kadar ulaşmıştır. Abdülmelik b. Mervan döneminde Kuzey Afrika’da Bizans kuvvetleri ve Berberîlere karşı başarılı mücadeleler verilmiş bölgede İslâm ordusunun hâkimiyeti yeniden sağlanmıştır. Anadolu’da da Bizans’a karşı seferlere devam edilmiş, Irak valisi Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin Horasan valiliğine tayin ettiği Mühelleb b. Ebû Sufre bölgede itaatı yeniden sağlamıştır. Emevîlerin ilk döneminde yaşanan olayların ve bazı uygulamaların devletin yıkılış sürecindeki etkisi üzerinde fikir yürütebilmek Muâviye b. Ebû Süfyan’ın Hz. Ali ve Hz. Hasan’a karşı güç kullanarak halifeliğe gelmesi öteden beri İslâm toplumunda eleştirilen bir husus olmuştu. Muâviye’nin sağlığında oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek hilâfetin saltanata dönüştürmesi de ciddi tepkilere sebep oldu. Muhaliflerin kuvvet kullanılarak susturulmaya çalışılması, kabile asabiyetine dayalı ırkçı politika izlenmesi, Ehl-i Beyt mensupları ve taraftarlarının baskı altında tutulması, hükümdarların takip ettiği şiddet politikası yüzünden Hucr b. Adiy, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr gibi önemli şahsiyetlerin öldürülmesi, Harre Vakası, Kâbe’nin kuşatılıp tahrip edilmesi gibi olaylar İslâm toplumunun vicdanında derin yaralar açmış ve devletin ayakta kalış süresini azaltmıştır. 1 2 3 4 164 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Muâviye b. Ebû Süfyân Hz. Ali’ye karşı cephe aldığında aşağıdaki görevlerden hangisini yürütüyordu? a. Kuzey Afrika valiliği b. Suriye valiliği c. Mısır valiliği d. Irak valiliği e. Basra valiliği 2. Muâviye’nin İslâm siyasi tarihinde kalıcı iz bırakan en belirgin uygulaması aşağıdakilerden hangisidir? a. Stratejik öneme sahip cephelerde başarılı kumandanlar tayin etmesi b. Yeni kurduğu bir devlete yeni bir başkent seçmesi c. Oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek hilâfeti saltanata çevirmesi d. İcraatlarını beğenmediği yönetime karşı ayaklanması e. Saray teşkilatını kurması 3. Aşağıdakilerden hangisi Muâviye’nin hükümdarlık dönemi olaylarından biri değildir? a. Kıbrıs’ın feth edilmesi b. Hucr b. Adiy ve arkadaşlarının öldürülmesi c. Mugîre b. Şube’nin Kûfe valiliğine tayin edilmesi d. Haricî isyanlarının bastırılması e. Divânü’l-berîd’in kurulması 4. Bizans başkenti İstanbul, Emevî hükümdarlarından hangisi döneminde iki defa kuşatılmıştır? a. Yezid b. Muâviye b. Abdülmalik b. Mervan c. Hişâm b. Abdülmelik d. Süleyman b. Abdülmelik e. Muâviye b. Ebû Süfyan 5. Kuzey Afrika’da Kayrevan şehrini Mağrib fetihleri için üs olarak kurup İslâm topraklarını Atlas Okyanusu’na kadar genişleten kumandan aşağıdakilerden hangisidir? a. Amr b. Âs b. Muâviye b. Hudeyc c. Müslim b. Ukbe d. Ukbe b. Nâfi e. Târık b. Ziyâd 6. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği Kerbelâ hadisesinin tarihi aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. 10 Ekim 680 b. 29 Temmuz 661 c. 24 Eylül 683 d. 11 Kasım 683 e. 22 Haziran 684 7. II. Muâviye’nin halifeliği nasıl sona ermiştir? a. Muhalifleri tarafından öldürülmüştür. b. Muhalifleri tarafından tahttan indirilip hapsedilmiştir. c. Kendi arzusuyla halifelikten çekilmiştir. d. Halife iken eceliyle ölmüştür. e. Halifelik süresi bitince yerine başkası seçilmiştir. 8. Mercirâhit savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında gerçekleşmiştir? a. Yezid b. Muâviye ile Hz. Hüseyin arasında b. Muâviye ile Hz. Hasan arasında c. II. Muâviye ile Abdullah b. Zübeyr arasında d. Mervan b. Hakem ile Dahhâk b. Kays arasında e. Abdülmelik b. Mervan ile Muhtâr es-Sekafî arasında 9. Aşağıdakilerden hangisi Emevîlere karşı isyan eden liderlerden biri değildir? a. Abdullah b. Zübeyir b. Muhtâr es-Sekafî c. İbnü’l-Eş’as d. Dahhâk b. Kays e. Mugîre b. Şu’be 10. Aşağıdakilerden hangisi Abdülmelik b. Mervan’ın icraatları arasında yer almaz? a. Bizans başkenti İstanbul’u kuşatmak üzere ordu sevk etmesi b. Mahallî dillerde tutulan divanları Arapça’ya tercüme ettirmesi c. Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’yi Irak valiliğine getirmesi d. Bizans’a karşı askerî seferler düzenlemesi e. İlk İslâm parasını bastırması 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 165 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 5. d Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “I. Yezid Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “II. Muâviye Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Mervan b. Hakem Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse ilgili başlıkları yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse “Abdülmelik b. Mervan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Muâviye, 17 (638) yılında Hz. Ömer tarafından Ürdün, ertesi yıl da Dımaşk valiliğine tayin edildi. 19 (640) yılından sonra halifenin emriyle Filistin’in sahil şehirlerinden Kaysâriye, Askalân ve Trablusşam’ı aldı, sahillere karakollar kurup asker yerleştirdi. Bu arada Bizans’tan kalma tersanelerden yararlanarak İslâm donanmasında ilk deniz birliklerini teşkil etti. Arkasından sahillere yakınlığı dolayısıyla tehlike oluşturan Kıbrıs’a sefer düzenlemek için halifeden izin istediyse de alamadı. Hz. Osman döneminde Filistin, el-Cezîre, Humus ve Kınnesrîn’in de uhdesine verilmesiyle Suriye genel valiliğine getirilen Muâviye yeni halife ile olan akrabalığı sayesinde daha rahat hareket etmeye başladı. İslâm öncesinde Suriye’ye yerleşmiş bulunan Benî Kelb’den bir kadınla evlenip bölgenin en büyük kabilesini arkasına aldı ve birkaç yıl sonra halifenin de aynı kabileden bir kadınla evlenmesini sağlayarak aralarındaki yakınlığı pekiştirdi. Böylece Kelbîler’e ve halifeye dayandırdığı güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanında başarılı yönetimiyle bölge halkının gönlünü kazandı. 27 (648) yılında Kıbrıs’a bir donanma gönderilmesi hususunda Hz. Osman’ı ikna eden Muâviye, yolladığı 1700 parçalık filo ile adayı kan dökmeden yılda 7200 altın haraca bağladı; beş yıl sonra da ikinci bir sefer düzenleyip buraya 12.000 kişilik bir ordu yerleştirdi. Sıra Sizde 2 Hz. Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da siyasi amaçlar uğruna hunharca şehit edilmesi Müslüman kamuoyunun vicdanında derin yaralar açmış ve ilk günlerden itibaren konuyla ilgili çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bunların başında “maktelü’l-Hüseyin” (Hz. Hüseyin’in şehit edilişi) adını taşıyan eserler yer alır. Özellikle Arap, Fars ve Türk edebiyatında bu türün çok sayıda örneği mevcuttur. Arap edebiyatında Ebû Mihnef ’in (ö. 157/773-74) Maktelü’l-Hüseyn adlı eseri, Fars edebiyatında Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin (1504) Ravzatü’ş-şühedâ’sı ve Türk edebiyatında Fuzûlî’nin (1556) Hadîkatü’s-süadâ’sı en meşhur eserlerdir. Ayrıca çok sayıda müstakil mersiye de kaleme alınmıştır. Sıra Sizde 3 Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinin sonuçlarından biri de Tevvâbûn hareketidir. Tevvâbûn, pişman olanlar, tevbe edenler demektir. Emevî yönetimine karşı mücadele için Hz. Hüseyin’i ısrarla Kûfe’ye davet edip giyabında biat ettikleri halde daha sonra onu yalnız bırakan ve böylece en yakınlarıyla birlikte Kerbelâ’da acımasızca öldürülmesine sebep olan Kûfeliler, yaptıklarına pişman olup büyük bir günah işledikleri kanaatiyle suçluluk duygusu içinde Hz. Hüseyin’in katillerinden intikam almak ve bu uğurda ölmek üzere muhalefet hareketi başlattılar. Kendilerine Tevvâbûn adını veren gurubun liderliğini Süleyman b. Surâd adlı sahabe yürütmekteydi. I. Yezid’in ölümüne kadar (683) faaliyetlerini gizli olarak yürüten gurup Mervân b. Hakem döneminde ayaklandı. Ancak Ubeydullah b. Ziyâd’ın gönderdiği Emevî kuvvetleriyle yapılan Aynü’l-Verde Savaşı’nda büyük bir yenilgiye uğradı. Süleyman b. Surâd öldürüldü (685). 166 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde 4 Mervan b. Hakem, hicretin 2. yılında (623-24) Mekke’de doğdu. Hz. Osman’ın amcası Hakem b. Ebü’lÂs b. Ümeyye’nin oğludur. Hz. Peygamber’e karşı düşmanca bir tavır takınıp ona eziyet edenlerle birlikte hareket eden babası Hakem, Mekke fethinin ardından Müslüman olmakla birlikte olumsuz tavrını devam ettirdi. Hz. Peygamber’i taklit etmesi, evini gözetlemesi ve Müslümanların sırrını ifşa etmesi yüzünden Tâif ’e sürüldü. Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Hakem ve ailesinin Medine’ye dönmek için yaptığı müracaatları kabul etmediler. Hz. Osman halife olunca Hakem ve ailesinin Medine’ye dönmesine izin verdi ve onlara çeşitli ihsanlarda bulundu; o sırada yirmi yaşlarında olan Mervân’ı da devlet kâtipliği gibi önemli bir göreve getirdi. Hz. Osman’ın bu icraatları bazı sahabeler tarafından eleştirilmesine sebep oldu. Kaynaklarda, halifenin bilgisi dışında onun ağzından eski Mısır valisine yazdığı söylenen mektup dolayısıyla vuku bulan üzücü olayların baş sorumlusu olarak gösterilen Mervân evinin kuşatılması sırasında Hz. Osman’ı savundu ve çıkan çatışmalar esnasında ağır şekilde yaralandı. Mervân, Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından halife seçilen Hz. Ali’ye biat etmedi. Ümeyye ailesinin diğer fertleri gibi Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitti ve Hz. Âişe’nin yanında Cemel Vakası’na katıldı. Yenilgiye uğradıklarını farkettiği sırada Hz. Osman’ın düşmanlarından saydığı ve onun öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Talha b. Ubeydullah’ı bir okla öldürdü. Ağır şekilde yaralandığı Cemel Vakası’ndan sonra Medine’ye giderek Hz. Ali’ye biat etti ve oraya yerleşti. Muâviye’nin Hz. Ali’ye karşı başlattığı mücadele sırasında ona açıkça destek vermekten kaçındı. Muâviye tarafından kısa bir süre Bahreyn valiliğiyle, ardından merkezi Medine olan Hicaz valiliğine getirildi. 662-669 yılları arasında bu görevi sürdüren Mervân beş yıllık bir aradan sonra tekrar bu göreve tayin edildi ve iki yıl daha valilik yaptı (674-676 veya 677). Görevden alınınca Medine’de oturmaya devam etti. Muâviye’nin ölümünden (680) sonra Mervân Yezid’den daha fazla yakınlık gördü. Yezid’in Medine valisine, Yezid’e biat etmek istemeyen Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr’e karşı kuvvet kullanmasını tavsiye etti. Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in katledilmesine Müslümanların gösterdiği tepki ve Medine halkının Abdullah b. Hanzale liderliğinde Emevî yönetimine karşı ayaklanması sırasında (683) nüfusları 1000 civarında gösterilen Ümeyyeoğulları ile birlikte zor durumda kaldı. Abdullah b. Zübeyr’i destekleyen muhalifler Mervân’ın mâlikânesine sığınan Ümeyyeoğulları’nı muhasara altına aldılar. Mervân Yezid’den yardım istedi. Yezid kuşatma altındaki akrabalarını kurtarmak ve muhalifleri itaat altına almak için büyük bir orduyu Medine üzerine gönderdi. Medineliler, Mervân ve Ümeyyeoğulları’nı üzerlerine gelen orduya yardımcı olmamaları şartıyla serbest bıraktılar. Ancak Yezid’in ordusuyla Vâdilkurâ’da karşılaşan Mervân ve yakınları Medineliler’e verdikleri sözden döndüler. Mervân ve oğlu Abdülmelik, şehrin durumunu Yezid’in kumandanı Müslim b. Ukbe’ye anlatarak gereken taktikleri vermek suretiyle savaşı Yezid’in ordusunun kazanmasında önemli rol oynadılar, ayrıca bu orduya katılıp Harre Savaşı’nda (Ağustos 683) onların safında yer aldılar. Bu savaşın ardından Medine üç gün boyunca yağmalandı. Harre Savaşı’ndan sonra Yezid’in davetiyle Dımaşk’a giden Mervân ikramlarla karşılandı. I. Yezid’in oğlu II. Muâviye’nin ardından Emevî halifeliğine getirildi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 167 Yararlanılan Kaynaklar Akyüz, V. (1991). Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İs - tanbul. Algül, H. (1987). İslâm Tarihi, II, İstanbul. Apak, A. (2008). Anahatlarıyla İslâm tarihi (3): Emevîler Dönemi, İstanbul. Avcı, C. (2003). İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul. Aycan, İ. (1990). Saltanata GidenYolda Muâviye bin Ebî Süfyan, Ankara. Aycan, İ.-Sarıçam, İ. (1993). Emevîler, Ankara. Hammâş, N. (1980). el-İdâre fi’l-’asri’l-Ümevî, Dımaşk. Hitti, P. H. (1980). Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), II, İstanbul. İbnü’l-Esîr (1979). el-Kâmil fi’t-târîh, I-XIII, Beyrut. Kılıç, Ü. (2001). Tartışmaların Odağındaki Halife Ye - zid b. Muâviye, İstanbul. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in So - nuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Küçükaşçı, M. S. (2000). “Anadolu’da Arap-Bizans Mü - cadelesi ve “Sâife” Seferleri”, Türk Kültürü İncele - meleri Dergisi, II, İstanbul, s. 9-30. Ostrogorsky, G. (1991). Bizans Devleti Tarihi (Çev. Fikret Işıltan), Ankara. Shaban, M. A. (1971). Islamic History: A New Interpretation A. D. 600-750, Cambridge. Taberi (1972). Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk (nşr. Ebu’lFazl İbrahim), I-XI, Beyrut. Theophanes (1997). The Chronicle of Theophanes Confessor, Byzantine and Near Eastern History AD. 284-813 (Trans. Cyril Mango and Roger Scott), Oxford. Uçar, Ş. (1990). Anadolu’da İslâm-Bizans Mücadelesi, İstanbul. Wellhausen, J. (1963). Arap Devleti ve Sukutu (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Yiğit, İ. (1995). “Emevîler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XI, 87-92. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Abdül - melik b. Mervan”, “Harre Savaşı”, “Mervan b. Ha - kem”, “Muâviye b. Ebû Süfyan”, “Muâviye II” ve “Savâif ” maddeleri. 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; I. Velid zamanındaki fetihleri ve medeni gelişmeleri tanımlayabilecek, Ömer b. Abdülaziz’in İslâm tarihindeki yerini açıklayabilecek, Abbasî ihtilalinin oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilecek, Emevîlerin yıkılış süreci ve sebeplerini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • I. Velid • Süleyman b. Abdülmelik • Ömer b. Abdülaziz • II. Yezid • Hişâm b. Abdülmelik • II. Velid • III. Yezid • İbrahim b. Velid • II. Mervan • Mesleme b. Abdülmelik • Musa b. Nusayr • Kuteybe b. Müslim • Nasr b. Seyyâr • Mevalî • Abbasî Daveti • Aynülcer Savaşı • Zapsuyu Savaşı • Battal Gazi • Emeviyye Camii • Remle • Rusâfe • Harran • Humeyme, Horasan İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler • VELİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • SÜLEYMAN b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • FARKLI BİR EMEVÎ HALİFESİ PORTRESİ ÖMER b. ABDÜLAZİZ • YEZİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • ÇÖKÜŞE DİRENEN HİŞAM b. ABDÜLMELİK • SON DÖNEM EMEVÎ HALİFELERİ • EMEVİLERİN YIKILIŞI VE II. MERVAN İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I VELİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ Emevî halifelerinin altıncısı olan Velid 672’de Medine’de doğdu. Babası Abdülmelik b. Mervan, annesi Gatafûn kabilesinden Vellâde bint Abbas’tır. Velid’in çocukluğu ve gençliği hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Abdülmelik çok sevdiği Velid’i iyi yetiştirmek istemiş, ancak yanından ayrılmasını da arzu etmemişti. Bundan dolayı Arapça dil kurallarını ve gramer inceliklerini öğrenmesi için Velid’i çöle göndermeyerek eğitim ve öğretimini sarayda alması için çaba gösterdi. Velid’in konuşurken fazla dilbilgisi hatası yaptığını görünce çöle göndermediğine pişman olmuş ve bunu şöyle dile getirmişti: “Velid’e olan sevgimiz bize çok ağıra patladı.” Açık ve düzgün konuşamayan Velid halife olunca Arapça gramer hocası tutarak bu eksikliğini gidermeye çalışmıştı. Yirmi dört yaşında Bizans’a karşı sefere gönderilen (696) Velid, 697’de hac emirliği görevini üstlendi. Halifeliği kendi çocuklarına bırakmak isteyen Abdülmelik daha önce babası tarafından ikinci veliaht tayin edilen Mısır valisi Abdülaziz’i bundan vazgeçirmek için bazı girişimlerde bulundu. Abdülmelik’in yakın çevresindeki bazı kimselerden destek bulamaması ve Abdülaziz’in bu teklife şiddetli bir şekilde çıkması üzerine iki kardeşin arası açıldı. Abdülaziz’in vefatı üzerine (705) rahatlayan Abdülmelik, oğullarından Velid’i birinci Süleyman’ı ise ikinci veliaht tayin etti. Abdülmelik’in vefatı üzerine (8 Ekim 705) Velid Emevî tahtına çıktı. Velid Zamanında Fetihler Devletin değişen siyasi ve iktisadi bünyesini dikkate alarak devleti yeniden yapılandıran Abdülmelik oğlu Velid’e, Atlas Okyanusu’ndan Ceyhun nehrine kadar uzanan geniş topraklara egemen, siyasi, askerî ve idari bakımdan sağlam bir devlet bıraktı. Kendisine bırakılan mirasın farkında olan Velid babasının bıraktığı yerden icraatları sürdürdü. Başta Irak genel valisi Haccâc b. Yusuf olmak üzere bu yeniden yapılandırmaya katkıda bulunanları görevlerinde bırakarak İslâm tarihinin ikinci büyük fetih harekâtını başlattı. Bu dönemde fetihler Hazar ülkesi, Orta Asya ve Hindistan, Kuzey Afrika ve İspanya ile Anadolu üzerinde yoğunlaştı. Başta Velid’in kardeşi Mesleme b. Abdülmelik olmak üzere Kuteybe b. Müslim, Muhammed b. Kasım es-Sekafî, Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyâd gibi İslâm tarihinin ünlü komutanları Emevî Devleti’ni en geniş sınırlara ulaştırdılar. Bu fetihler neticesinde, gelecekte İslâm’ın bayraktarlığını yapacak olan başta Türkler olmak üzere Arap olmayan unsurların İslâmlaşması hızlandı. I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 170 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Orta Asya Seferleri Velid zamanında Asya fetihleri Irak valisi Haccâc b. Yusuf tarafından yönetiliyordu. Ülkedeki iç karışıklıkların durulmasında önemli rol oynayan Haccâc, Velid’in işbaşına geldiği yıl Kuteybe b. Müslim’i Horasan valiliğine tayin etti. Kuteybe tıpkı Haccâc gibi muktedir bir kimse olup, orduyu sevk ve idaresi kusursuzdu. Kuteybe vilâyet merkezi Merv’e ulaşınca ilk olarak buraya komşu olan Toharistan ve Maveraünnehir’den gelebilecek tehditleri önlemeye yönelik çalışmalar yaptı. Her iki bölgede de Türkler vardı, ancak aralarında siyasi birliktelik yoktu. İlk olarak Tohâristan’ın merkezi Belh’teki isyanı barış yoluyla bastıran Kuteybe, buradaki dihkanları yanına alarak Ceyhun nehrini geçti. Daha sonra Tohâristan şehirlerinden Aherun ve Şûmân’ı hâkimlerinin barış teklifini kabul ederek fetheden Kuteybe orduyu kardeşi Salih’e bırakarak Merv’e döndü. Salih onun ardından Kâşân ve Fergana’yı fethetti (705). Merv’e gelen Kuteybe, Tohâristan’ın Türk hükümdarı Nîzek Tarhan’a elçi göndererek hâkimiyetini tanımasını ve elindeki Müslüman esirleri serbest bırakmasını teklif etti. Kuteybe önerisini kabul Nîzek ile başkent Bâdegıs’e girmemek şartıyla barış yaptı (706). Tohâristan’ın siyasi birlikteliği sağlandıktan sonra iç çekişmelerin yaşandığı ve önemli bir ticaret şehri olan Beykent Müslümanların hâkimiyeti altına alındı. Kuteybe’nin muhafız birlikleri bırakarak ayrılmasından kısa bir süre sonra Beykent halkı ayaklandı. Bunun üzerine geri dönen Kuteybe, bir ay süren kuşatmadan sonra bu defa şehri savaşla fethederek çok miktarda ganimet elde etti (706). Kışı Merv’de geçiren Kuteybe baharda Buhara seferine çıktı. Nûmişkes ve Râmisen şehirlerini barış yoluyla fethetti. Bu iki şehrin İslâm hâkimiyetine girmesi, bölgedeki Türkleri Kuteybe’ye karşı birlikte harekete etmeye yöneltti. Kuteybe Râmisen’den ayrıldığında Soğd ve Fergana halkının da katıldığı büyük bir Türk ordusuyla karşılaştı. Şiddetli bir savaştan sonra onları yenmeyi başardıysa da, Buhara üzerine gitmekten vazgeçerek Merv’e döndü (707). Bölgede siyasi istikrarın sağlanması için Buhara’nın İslâm egemenliğine girmesi gerekiyordu. Bu konuda Haccâc tarafından da uyarılan Kuteybe 708’de yeniden sefere çıktı. Ceyhun’u geçtikten sonra karşısına çıkan Soğd, Kiş ve Nesef ordularını yenerek yoluna devam etti. Ancak Buhara Hükümdarı Verdân Hudât ile yaptığı çatışmalardan bir netice alamadan Merv’e dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl yeniden Buhara üzerine yürüdü ve şiddetli bir kuşatmadan sonra Türk müttefiklerin mukavemetini kırdı. Kendisine askerî yardım yapılması, vergi ödenmesi, şehirdeki evlerin yarısının Müslüman fatihlere bırakılması ve kaleye Müslüman muhafızlar yerleştirilmesi şartlarıyla şehri teslim aldı (709). Buhara’nın zaptı Mâverâünnehir fetihleri için önemli bir dönüm noktası oldu; sıra diğer önemli merkez Semerkant’a geldi. Birkaç defa zaptına teşebbüs edilen fakat çeşitli sebeplerle fethedilemeyen Semerkant, fethedilmiş bölgeler için de bir güvensizlik kaynağı idi. Maveraünnehir’in tamamını ele geçirmeyi amaçlayan Kuteybe, Müslümanların egemenliği altına alınan bölgelerin yerlilerinden ordusunu sürekli takviye ediyordu. Semerkant’ın fethi için hazırlanan orduda Arap, Harizmli, Buharalı ve Horasanlı askerler vardı. Buhara’dan ayrılan Kuteybe, bir süredir kendisiyle birlikte savaşlara katılan Eftalit Prensi Tarhan Nîzek’ın isyanıyla karşılaştı. Nîzek Belh, Merverrûz, Tâlekan, Firyâb ve Cûzcân hükümdarlarına mektup göndererek onları da isyana çağırmıştı. Bunun üzerine harekete geçen Kuteybe isyanları birer birer bastırarak Nîzek’i ortadan kaldırdı (91/709-710). Kuteybe 92’de (710-711) çıktığı Sicistan seferinden Zâbulistan’ın Türk Hükümdarı Rutbîl’in barış isteğini Sâsânîler döneminde İran’da ve Orta Asya’da, sayıları hiç de az olmayan soylular sınıfına dihkan denilirdi. Ortaçağ’daki bazı İslâm devletlerinin idari örgütlerinde de köy reisi, şehir ve yöre beyi anlamında kullanılıyordu. Mâverâünnehir’de tarihî bir şehir olan ve etrafındaki çöl ve bozkırlarda ciddi oranda Türk nüfusu barındıran Buhara ilk defa 674’de Muâviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından fethedildi. Bu sırada şehrin hükümdarı Türk hakanının eşi Bîdûn Hatun idi. Yapılan antlaşmaya rağmen burada İslâm hâkimiyeti sürekli olmadı ve şehir bazen kontrolden çıktı. Adı şehrin nispet edildiği kişi olan Semer ile Soğdca şehir anlamındaki kent sözcüğünden gelir. İlk ve ortaçağda Orta Asya’nın, hatta dünyanın en büyük şehirlerinden olan, Müslümanların ilk defa 676’da barış yoluyla fethettikleri ve hâkim olmakta zorlandıkları Semerkant’ın Türk tarihinde de önemli bir yeri vardır. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 171 kabul edip bölgeyi egemenliği altına alarak döndü. Ardından Semerkant için harekete geçen Kuteybe ilk olarak iç karışıklıklar sebebiyle kargaşa ortamının egemen olduğu Hârizm’i barış yoluyla fethetti (712). Daha sonra barışı bozan Soğd hükümdarının üzerine yürüdü; Şâş ve Fergana meliklerinin destek birliklerinin yolunu kesip Soğd’un merkezi ve Mâverâünnehir’in en müstahkem şehri olan Semerkant’ı kuşattı. Çaresiz kalan Soğd hükümdarı Emevî hâkimiyetini tanımaya ve vergi ödemeyi kabul etmeye mecbur oldu. Kuteybe böylece bir yıl içinde Hârezm’in merkezi Fîl ve Soğd’un merkezi Semerkant’ı fethedip Merv’e döndü (712). Bölgedeki fetihlere devam eden Kuteybe ertesi yıl Ceyhun’u tekrar geçerek Şâş ve Fergana’yı İslâm egemenliğine soktu. Böylece Soğd’un Buhara ve Semerkant dışında Pencikent, Varahşa, Kobudan, İştihan, Maymurg, Keş, Beykend gibi önemli şehirleri de İslâm hâkimiyetine girdi. Kuteybe Orta Asya’ya doğru fütuhatını sürdürürken en büyük destekçisi Haccâc’ın vefat haberini alınca (Haziran 714) seferlerini durdurdu. Askerinin bir kısmını terhis edip hilâfet merkezinden gelecek emirleri beklemek üzere Merv’e döndü. Halife Velid gönderdiği mektupta hizmetlerini övdü ve kendisini Irak valiliğinden ayırdığı Horasan valiliğinde bıraktığını bildirerek seferlerine devam etmesini istedi. Kuteybe’nin son seferi Çin sınırlarına en yakın şehir olan Kâşgar’dı (715). Elçiler vasıtasıyla yapılan karşılıklıklı görüşmelerde Çin hükümdarı cizye vermeyi kabul etti. Merv’e dönerken Halife Velid’in ölmesi ve yerine Süleyman b. Abdülmelik’in geçmesiyle Kuteybe’nin buradaki faaliyetleri sona buldu (715). Haccâc Fars bölgesinin merkezi Şîraz’daki öncü kuvvetlerinin başına getirdiği akrabası Muhammed b. Yusuf es-Sekafî’yi daha sonra Sind’in fethiyle görevlendirdi. Muhammed Suriyeli askerlerden oluşan kuvvetleriyle ve takviye birliklerini deniz yoluyla Deybül’e gönderdikten sonra Mekrân’a doğru yola çıktı. Mekrân’a ulaşınca (711) Kannezbûr ve Ermâil’i fethetti; daha sonra da kendisine katılan müstakbel Sind valisi Muhammed b. Harun’un ordusuyla birlikte Ermâil’den Deybül’e gidip şehri kuşattı. Üç ay süren kuşatmanın sonunda Müslümanlar tarafından Hindistan’da ilk defa kullanılan mancınıkla ünlü kulenin yıkılmasıyla şehir fethedildi (712). Muhammed emniyeti sağladıktan sonra Deybül’de bir cami yaptırdı; merkezden gönderilen 4000 kişiyi burada iskân edip Sind’deki diğer şehirlere yöneldi; Nîrûn, Sivîstan ve Bağrûr’a barış yoluyla hâkim oldu. Ardından Rûr, Brahmanâbâd ve Mültan çok sayıda esir ve bol miktarda ganimetle birlikte İslâm egemenliğine girdi. Böylece 711-715 yılları arasında gerçekleştirilen fetihlerle bugünkü Belûcistan’dan Hindistan’daki Kathiavar’a kadar bütün İndus vadisi İslâm devleti sınırları içine alındı. Bölge halkına can ve mallarının emniyet altında olduğunu bildirildi; Budist ve Hindulara din hürriyeti tanınarak tapınaklarına dokunulmadı. Mültan’ın fethinden etkilenen Bailman racası da kendi arzusuyla İslâmiyet’i benimsedi. Muhammed b. Kasım, Kannevc Krallığına karşı yürümek amacıyla hazırlık yaptığı sırada Haccâc’ın, ardından da I. Velid’in ölümü üzerine bu planını gerçekleştiremedi. Kuteybe b. Müslim ile Muhammed b. Yusuf ’un Süleyman b. Abdülmelik ile aralarının bozuk olmasının sebebi neydi? Sonları ne oldu? Araştırınız. Anadolu Seferleri Velid zamanında Anadolu’ya yapılan seferlerde özellikle Mesleme b. Abdülmelik adı öne çıkar. Babasının sağlığında Bizans cephesine kumandan tayin edilen (705) Mesleme, Misis bölgesinde bazı seferler yaptı. Ardından Kafkasların kuzeyinde Müslümanların rakibi durumundaki Hazar Devleti ile mücadeleye girişti. Kısmi başarılar elde etmesine rağmen, 1 Abdülmelik b. Mervan’ın oğludur. Sarı çekirge lakabıyla tanınır. Dört kardeşi halifelik yapmış, diğer kardeşlerinden daha lâyık olmasına rağmen annesi bir cariye olduğu için halifeliği söz konusu olmamıştır. 172 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hazarların kuvvetli ve düzenli orduları karşısında toprak elde edemedi; ganimet ve esirlerle yetinmek zorunda kaldı. Bu bölgede ilerleme imkânı elde edemeyen Mesleme tekrar İç Anadolu’ya yöneldi. 707 ve 708 yıllarında Bizans ordusunu iki defa yenerek Pozantı çevresi, Tuvâne ve Ammûriye ile Eskişehir’i fethetti. 710’da kardeşi I. Velid tarafından, Bizans seferlerinde kendisi gibi şöhret kazanan amcası Muhammed b. Mervan’ın yerine el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine getirildi. Aynı yıl Kafkasya cephesinde Türklere karşı düzenlediği seferlerde bazı kalelere hâkim oldu. 711 ve 712’de Anadolu seferlerini yöneten Mesleme Amasya’yı ve bölgedeki bazı merkezleri, 714’te de Kafkasya cephesinde bölgenin en müstahkem şehri Derbend ve çevresini fethettikten sonra Cerâcime (Merdeîler)üzerine gönderildi. Bu dönemde Anadolu seferlerine Abbas b. Velid, Abdullah b. Abdülmelik, Ömer b. Velid gibi Emevî hanedanına mensup kimseler de katılıyordu. Mesleme’nin Anadolu seferlerinde şöhret kazanan Abbas b. Velid, Anadolu içlerine seferler yaptı. Bizans İmparatorluğu bu esnada taht kavgalarıyla, İstanbul ve yakın çevresini korumaya yoğunlaştığından Emevîlere mukavemet gösteremiyordu. 712’de Abbas Yalvaç’a Mesleme de Amasya’ya hâkim oldu. Babasının vefatına kadar Anadolu seferlerine devam eden Abbas’ın en önemli başarılarından birisi 95’te (713-714) Bizans döneminde stratejik öneme sahip sınır kalesi Harekleia’yı (Ereğli) fethetmesidir. İmparator Herakleios tarafından İslâm ordularına karşı esaslı bir şekilde tahkim edilen Ereğli’nin fethi İstanbul kuşatmasının önemli adımlarından biri olmuştur. Kuzey Afrika Seferleri ve İspanya’nın Fethi I. Velid halife olunca İfrîkıye ve Mağrib’i doğrudan hilâfet merkezine bağlı ayrı bir eyalet haline getirdi. Kuzey Afrika ve İspanya fetihlerinde etkin rol oynayan Musa b. Nusayr’dan valilik görevini sürdürmesini istedi. Mağrib-i Evsat’ın fethini tamamlayarak bölgede istikrarı sağlayan Musa, Berberi kabilelerin merkezi Tanca’ya kadar ulaştı. Tanca’nın Müslümanların hâkimiyetine girmesi ve Musa’nın Kur’an ve dinî konuları öğretmek için görevlendirdiği bilginlerin çabaları sayesinde Berberiler arasında İslâmiyet’in yayılışı hızlandı. Musa ordusunda öncü birlikleri komutanı olarak görev yapan Tarık b. Ziyad’ı Tanca’ya vali olarak atadı. Bu arada Sardinya, Mayurka ve Minorka adalarıyla Sicilya’daki bazı şehirlerin fethedilmesi, Kuzey Afrika hâkimiyetini perçinleyen gelişmeler oldu. Kara ve denizde sağlanan bu başarı Musa’yı Mağrib-i Aksâ’yı fethetmek için harekete geçirdi (706). İki yıl içerisinde Sebte hariç Kuzey Afrika’nın tamamı Müslüman egemenliği altına alındı. İspanya’da hüküm süren Vizigotlarla ilişkileri bozuk olan Sebte hâkimi Julianos’ın teşviki, bölgedeki siyasal belirsizlik ve istikrarsızlık Musa’nın İspanya’ya yönelmesine sebep oldu. Halife Velid’den izin alan Musa, İspanya’nın güney sahillerine Tarîf b. Mâlik kumandasında 500 kişilik bir keşif birliği yolladı (Temmuz 710). Tarîf ’in başarılı bir seferden sonra bol miktarda ganimetle geri dönmesi üzerine, Tanca Valisi Tarık b. Ziyâd’ı, çoğunluğu Berberîlerden oluşan 7000 kişilik bir ordunun başında İspanya seferine çıkardı. Tarık, adını o günden beri kendisine nispet edilen karaya çıktığı yerdeki kayalıklardan (CebeliTarık) alan boğazı geçerek Algeciras’e (el-Cezîretü’l-hadrâ) hâkim oldu (28 Nisan 711). Târık Kral Rodrigo’nun kalabalık bir orduyla gelmekte olduğu istihbaratını alınca Musa b. Nusayr’dan yardım istedi. 5000 kişilik yardım birliğinin ulaşmasından birkaç hafta sonra Rio Guadalete veya Rio Barbate kıyısında Vizigotları büyük bir yenilgiye uğratan Tarık, kısa sürede Malaga, Elvira, Kurtuba, İsticce ve başkent Toledo’ya hâkim oldu. Bu esnada Toros ve Amanos dağlarında yaşayan ve Bizans İmparatorluğu’na asker olarak hizmet veren Hıristiyan topluluktur. Hz. Ömer zamanından itibaren Bizans sınırında Müslüman ordularının ilerlemesinin engellenmesinde etkin rol üstlenmiştir. I. Velid Cerâcime’nin Bizans’la iş birliği yaptığının duyulması üzerine Mesleme b. Abdülmelik’i üzerlerine gönderdi ve Amanos bölgesi kesin olarak Müslümanların eline geçti. Anadolu’ya kaçan Cerâcime topluluğu ise Bizans İmparatoru II. Iustinianos tarafından Antalya ve çevresine yerleştirildi. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 173 Musa b. Nusayr, büyük kısmı Araplardan oluşan 18.000 kişilik bir ordunun başında İspanya’ya geçmişti. Musa karaya çıktıktan sonra başka bir güzergâhı izleyerek Latin harfleriyle yazılmış adını taşıyan ilk altın sikkeyi bastırdığı Sevilla, Carmona, Niebla, Merida şehirlerini alarak Tarık b. Ziyâd’la Toledo’da buluştu (713). İki kumandan bundan sonra fetih faaliyetini İspanya’nın kuzeyine doğru iki koldan sürdürdü. Musa’nın nihai hedefi Avrupa üzerinden İstanbul’a ulaşmaktı. Kuzeydeki dağlık bölge dışında İspanya’nın tamamına yakınını fetheden Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyâd, (Temmuz-Ağustos 714) Halife I. Velid’in emriyle Dımaşk’a gitmek üzere Endülüs’ten ayrıldılar. Musa, yaklaşık iki yıldır idare merkezi edindiği İşbîliye’de vali olarak oğullarından Abdülaziz’i, İfrîkıye’de Abdullah’ı ve Mağribi Aksâ’da Abdülmelik’i bıraktı. Beraberinde, aralarında benzeri görülmemiş mücevheratın da bulunduğu bol miktarda ganimet ve İspanya eşrafından çok sayıda esir vardı. Dımaşk’a yaklaştığında önce Halife Velid’in hastalandığı haberi ardından da Veliaht Süleyman’ın mektubu geldi. Süleyman, Dımaşk’a Velid’in ölümünden sonra girmesini, getirmekte olduğu ganimet ve esirleri kendisine vermesini istiyordu. Ancak Musa bu emre uymadı ve Velid’in vefatından üç gün önce Dımaşk’a girdi. Bu yüzden Süleyman halife olur olmaz Musa’yı bütün görevlerinden azledip zindana attırdı; ayrıca büyük miktarda para ödemekle yükümlü tuttu. Ömer b. Abdülaziz’in araya girmesi ve Yezid b. Mühelleb’in ödeyeceği paraya kefil olmasıyla işkence altında ölmekten kurtuldu. 717’de kendisini affeden Süleyman ile hacca giden Musa Medine’de vefat etti. Velid devrinde gerçekleştirilen fetihler, Hz. Ömer devrinden sonra gerçekleştirilen en büyük fetih hareketi olup, sadece İslâm tarihi açısından değil dünya tarihi bakımından da önemlidir. Şekil 8.1 Emevîler Zamanından Günümüze Ulaşan Şam Emeviyye Camii (C. Tomar Arşivi) 174 İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Velid’in Vefatı ve Şahsiyeti Yaklaşık on yıl süren halifeliğinde Emevî Devleti’ni zamanının en büyük imparatorluğu haline getiren Velid b. Abdülmelik 23 Şubat 715’te Dımaşk’ta vefat etti. I. Velid babasının sağladığı istikrarı sürdürdüğü gibi, gündelik hayat ve toplum adına yürüttüğü çeşitli faaliyetleriyle halkın ekonomik hayatının iyileşmesine de önemli katkı sağladı. Toplumda fakir ve muhtaçlara aylık bağlanması, sağlıklı olmayan kimselere birer hizmetçi tayin edilmesi, hastalara refakatçi verilmesi gibi icraatlar özellikle ihtiyaç sahibi kimselere devlet güvencesi sağladı. Ülkenin imarına da büyük önem veren I. Velid, medeni hayatın gelişmesi için özellikle eğitim ve kültür alanında tedbirler aldı; bilimsel faaliyetler için kütüphaneler oluşturdu. Kudüs’teki Mescid-i Aksa ile Dımaşk’taki Emeviyye Camii başta olmak üzere camiler, köprüler inşa ettirdi ve yeni yollar açtırdı. Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Harâm’a daha önce görülmemiş miktarda yatırım yaparak Haremeyn’de iktidarının görünür olmasına çalıştı. Velid bütün bunları yaparken Emevî halifelerin ekserisi gibi siyasi hiziplere ve kabileciliğe âlet olmadı. Kültür başkenti olan Medine’de bilginlere zalimane davranan vali Hişâm b. İsmail’i görevden alarak yerine dindarlığıyla meşhur amcasının oğlu Ömer b. Abdülaziz’i getirdi. Bu tutumuyla, hanedanın yıkılması için çalışan muhalif hiziplere karşı gelecekte İslâm dünyasında baskın olacak anlayışı oluşturan dinî zümrenin gelişimine de katkıda bulundu. SÜLEYMAN b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ Babası Abdülmelik b. Mervan, annesi Gatafân kabilesinden Vellâde bint Abbas olan Süleyman 675-680 yılları arasında Medine’de doğdu. Çocukluğunun ilk yıllarını çölde dayılarının yanında geçirdi. Kardeşleri Velid ve Mesleme ile sarayda özel hocaların gözetiminde eğitildi. 701’de emîr-i hac olan Süleyman 704’te babası Abdülmelik tarafından ağabeyi Velid’in ardından ikinci veliaht olarak atandı. Daha sonra üstlendiği Cündifilistin valiliği esnasında Kudüs’e yaklaşık 45 km. uzaklıkta yönetim merkezi yaptığı Remle şehrini kurdu. I. Velid, dedesi Mervan ve babası Abdülmelik gibi tahtını oğluna bırakmak arzusuna kapıldı. Bunun için babasının ikinci veliaht tayin ettiği kardeşi Süleyman’ı bu makamdan uzaklaştırmak için harekete geçti. Kardeşinin veliahtlık hakkından gönül rızasıyla vazgeçmediğini görünce onu zorla yola getirmeyi düşündü. Velid, bu konuda Haccâc b. Yusuf, Kuteybe b. Müslim gibi üst düzey bürokratların desteğini sağladıysa da bunu gerçekleştiremeden vefat etti. İki kardeş arasında derin bir düşmanlığa yol açan bu girişim, Süleyman’ın Haccâc ve adamlarına duyduğu öfkeyi körükledi, halifelik kendisine geçtiğinde bunun hesabını sormaya karar verdi. I. Velid vefat ettiğinde Remle’de bulunan Süleyman, Kudüs’te biat alarak halife oldu (Şubat 715). Velid, babası Abdülmelik’ten aldığı bürokratik mirası korurken, kardeşi Süleyman bunun tam tersini benimsedi. İşbaşına gelir gelmez çoğu Haccâc’ın ekibinden olan vali ve komutanları görevlerinden alarak yerlerine yenilerini atadı. Bunlardan kendisinin tahta vâris olmasını engelleme teşebbüsüne katılarak ağabeyi Velid’i destekleyenleri cezalandırdı. Kurbanların başında Muhammed b. Kasım es-Sekafî, Kuteybe b. Müslim ve Musa b. Nusayr gibi bir önceki dönemin başarılı kumandan ve valileri geliyordu. Devlete büyük hizmeti olan kimseleri şahsi sebepler yüzünden cezalandırılması hatasına düşüldüğü Süleyman döneminde, iç siyasette ve bürokrasideki önemli değişiklikler yapılmasında Yezid b. Muhelleb etkin bir rol üstlendi. Yezid’in bu aktifliği devlet yönetiminde Yemenlilerin öne çıkmasını beraberinde getirdi. Bundan sonraki süreçte güneyli ve kuzeyli Araplar arasındaki rekabet ve mücadele Emevî Devleti’nin geleceği- 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 175 ni etkileyen ana etkenlerden biri oldu. Bundan dolayı Süleyman’ın kabilelerarası mücadelelerin arttığı üç yıldan daha az süren halifeliği, Emevî Devleti’nin duraklama döneminin başlangıcı sayılır. Irak valisi Yezid b. Mühelleb vergi toplanırken halkın tepkisi endişesiyle malî işlerle kendisi dışında birinin görevlendirilmesini istedi. Bu görevi üstlenen Salih b. Abdurrahman, Yezid’in aşırı masraflarını hazineden ödemeyi reddetti. Bunun üzerine Yezid daha önce valilik yaptığı Horasan’ın idaresini de aldı. Irak şehirlerine vekiller bırakıp Horasan’a gitti. Burada düzenlediği seferlerle Cürcân ve Taberistan’ı fethetti (98/716-717). Ardından Horasan’a yerleşerek Maveraünnehir’de bazı fetihlerde bulundu; ancak Taberistan’ın coğrafi şartları kalıcı bir otorite tesisine izin vermedi. İstanbul Kuşatması Haccâc tarafından hapsedilmiş binlerce tutuklu için genel af çıkaran, sürgünlerin yerlerine dönmesine izin veren, esirleri serbest bırakan ve halk arasında şikâyet konusu olan namazların vaktinde kılınması için emirler çıkaran Süleyman b. Abdülmelik döneminin en önemli olayı kardeşi Mesleme b. Abdülmelik tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasıdır. Süleyman’ın belki de I. Velid’in siyasetini sürdürdüğü tek olay, Mesleme’nin Anadolu’da nihai hedef olan İstanbul’un fethine yönelik çabalarıdır. Diğer taraftan özellikle Bizans’ın 711’den itibaren içine düştüğü ve uzun yıllar devam eden saray ihtilallerinin meydana getirdiği siyasi kargaşa ve istikrarsızlık fethi cazip hâle getirmişti. Bütün bunları dikkate alan Süleyman iktidara gelince I. Velid zamanında başlatılan sefer hazırlıklarını hızlandırdı. Hazırlıkları yerinde görmek ve orduyu yolcu etmek için Bizans’a yönelik seferlerde üs olarak kullanılan Halep yakınlarındaki Dâbık’a geldi. Ardından yaklaşık 100.000 kişilik ordunun başına Bizans cephesinin ünlü kumandanlarından kardeşi Mesleme’yi getirerek Eylül 715’te buradan yola çıkardı. İstanbul’u fethetme kararlılığını göstermek için İslâm ordusu Bizans başkentine girinceye kadar Dâbık’tan ayrılmayacağına yemin etti; Mesleme’ye de fethi gerçekleştirmeden veya kendisinden yeni bir emir almadan geri dönmemesini hatırlattı. Mesleme, Maraş üzerinden Afik’e geçip kışı orada geçirdi. Baharda Ammûriye üzerinden yoluna devam ederek Sardes ve Bergama’yı fethetti. Abydos (Nara) Burnu’na yönelip Çanakkale Boğazı’ndan Trakya’ya geçerek İstanbul’u kuşattı (Ağustos 716). Bir ay sonra da 1800 gemiden oluşan donanmayla Haliç’in ağzını kapatan zincirlerin karşısında demirleyerek Süleyman’ın vefatına kadar (14 Ağustos 717) kuşatmayı sürdürdü. Bizans başkenti 717’de tahta çıkan III. Leon’un gayretiyle, özellikle Grek ateşi ve şehir surlarının dayanıklılığı sayesinde bu büyük tehlikeyi atlattı. Çetin kış şartları ve Grek ateşine bir çare bulunamaması Mesleme’yi ve ordusunu çaresiz bırakmıştı. Ömer b. Abdülaziz halife olunca (Ağustos 717) ilk olarak durumu tahkik ettirdi. İstanbul önlerinde perişan durumda olan İslâm ordusunun Bizans tarafından tamamen imha edilebileceği endişesiyle seferi kaldırdı. Kaynaklarda Mesleme’nin Bizans makamlarının izniyle bir cami ve esirler için bir bina yaptırdığı kaydedilir. Batılı kaynaklarda Mesleme’nin İstanbul kuşatmasına dair ayrıntılı bilgi vardır ve III. Leon Bizans başkentini kurtaran kahraman olarak övülür. Zira III. Leon’un iktidara gelmesiyle sadece İstanbul’u değil, Anadolu’daki Bizans topraklarının da önemli bir kısmını Müslüman Arapların tehdidinden kurtarmıştır. İlk kuşatmada IV. Konstantin Müslüman Arapları İstanbul surları önünde durdurmuş (669), III. Leon ise bunları kesin olarak tardetmiştir. İç Anadolu’nun batısında İstanbul’dan Çukurova’ya giden eski Bizans askerî yolu üzerinde günümüze harabeleri ulaşan tarihî bir şehir ve kalenin adıdır. İlk defa 669’daki İstanbul kuşatmasında fethedilen bu şehrin kesin olarak İslâm egemenliğine girmesi Abbasîler dönemindedir (838). 176 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Süleyman b. Abdülmelik’in Vefatı ve Şahsiyeti Veliahtı olan oğlu Eyyûb’un kendisinden önce ölmesi üzerine Süleyman, İstanbul’a gönderdiği ordunun kumandanlarından ikinci oğlu Davud’u bu makama getirmeyi düşünürken ağır bir hastalığa yakalandı. Danışmanı Recâ b. Hayve’nin tavsiyesiyle oğulları ve kardeşleri varken halifeliği sırasında her konuda görüşüne başvurduğu en yakın danışmanı, amcazadesi ve eniştesi Ömer b. Abdülaziz’i veliaht tayin etmeye karar verdi. Bunu kayıt aldıktan kısa süre sonra da vefat etti (22 veya 24 Eylül 717). Çok gururlu olduğu ileri sürülen Süleyman güzel ve süslü elbiseler giymeyi severdi. Yeme içmeye düşkünlüğü ve darbımesel haline gelen oburluğu sıkça zikredilir. 715’te Nil’e el-Mikyâsü’l-kebir’i yaptırması ve süslemeleri bakımından Dımaşk Emeviyye Camii’ne benzetilen, Halep Ulucamii’ni tamamlattırması gibi icraatları onun imar işlerine verdiği önemi göstermektedir. Kendisinden önceki halifelerin aksine din bilginlerinin hilâfet makamı üzerindeki etkinlikleri arttı. FARKLI BİR EMEVÎ HALİFESİ PORTRESİ ÖMER b. ABDÜLAZİZ 680’de Medine’de doğdu. Babası Abdülaziz b. Mervan, annesi Hz. Ömer’in torunu Ümmü Asım’dır. Babası, çocukluğunun ilk yıllarını Medine’de geçiren ve küçük yaşta hafız olan Ömer’i Medineli meşhur bilginlerden Salih b. Keysân’a emanet etti. Medine’de Enes b. Mâlik ve dayısı Abdullah b. Ömer başta olmak üzere pek Şekil 8.2 Halep Ulucamii (C. Tomar Arşivi) 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 177 çok sahabeden faydalandı. Ubeydullah b. Abdullah ile Said b. Müseyyeb ve Urve b. Zübeyr gibi zamanının meşhur bilginlerinin derslerini takip etti. Özellikle dinî ilimler sahasında çok iyi yetişen Ömer, hadis rivayetinde bulundu, ayrıca şiir ve edebiyatla da ilgilendi. Babasının vefatına kadar (705) bir süre Mısır’da kalan Ömer, daha sonra Dımaşk’a gelerek Abdülmelik’in kızı Fâtıma ile evlendi. 706’da tayin edildiği Hicaz valiliğiyle bürokratik deneyimi başladı. Hicaz eyaletinin merkezi Medine’deki ilk icraatı, şehrin on meşhur fakihini bir araya toplayarak yönetimi paylaşacağı bir meclis kurması oldu. Yaklaşık yedi yıl süren valiliğiinde beş defa hac emirliği yaptı. Halife I. Velid’in direktifiyle Mescid-i Nebevî’yi genişletti. Hz. Peygamber’in namaz kıldığı ve bulunduğu yerleri belirleyerek onların bir kısmını mescit hâline getirdi. Irak Valisi Haccâc’ın uygulamalarını sert bir şekilde eleştirmesi üzerine görevden alındı (712). Ömer’in görevden alınmasında Velid’in Süleyman b. Abdülmelik’i veliahtlıkten azletmek istemesine karşı çıkmasının da rolü vardı. Süleyman kardeşi Velid tarafından veliahtlıktan azletme girişimine karşı direnen Ömer’i danışmanları arasına aldı ve veliaht tayin etti. Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı Süleyman b. Abdülmelik’in vefatı üzerine halife ilan edilmek istenen Ömer b. Abdülaziz, bilgisi dışında kendisine verilen bu görevden affını istedi. Ancak biat törenine katılanların ısrarları üzerine kabul etmek zorunda kaldı (22 Eylül 717). İlk iş olarak Hz. Peygamber’in ve dedesi Hz. Ömer’in yönetimle ilgili karar ve icraatlarıyla ilgili belgeleri topladı. Meşhur bilginlerden bir danışma meclisi kurdu ve çeşitli şehirlerdeki âlimlere mektuplar yazarak tavsiyelerini aldı. Ardından Müslüman ordusunun yok olacağı bilgisini alınca İstanbul’u kuşatan Mesleme b. Abdülmelik’i geri çağırdı. Daha sonra da Darende’yi boşaltıp can güvenliği kalmayan halkını Malatya’ya yerleştirdi. Bizans tarafından tahrip edilen Lazkiye şehrini yeniden inşa ve tahkim ettirdi. Mâverâünnehir’deki seferleri durdururken, sınırların korunması ve Bizans’a saldırı fırsatı verilmemesi için geleneksel yaz ve kış seferlerini sürdürdü. Ömer b. Abdülaziz, Muâviye b. Ebû Süfyân ile birlikte ortaya çıkan hükümdarlık merasim ve protokollerini ortadan kaldırarak Râşid halifeler gibi halkın içinde yaşamaya başladı. Saraydaki lüks eşyaları beytülmale verdi, köle ve cariyeleri azat etti; hutbelerde sadece halifeler için yapılan duayı halk için okunan umumi duaya çevirdi. Böylece Emevîlerin gelenekselleşen saltanat görüntüleri sona erdi. Kuruluştan itibaren Emevî hanedanı mensuplarının ve devlet adamlarının haksız olarak edindikleri malları ve kazançları belireyerek hak sahiplerine iadesine çalıştı. Bu davranışı sahip oldukları malların alınmasına dayanamayan yakınları tarafından tepkiyle karşılandı ve ölümle tehdit edildi. Bunlara aldırmadan uygulamayı sürdürerek önceki halifeler tarafından kendisine verilmiş gayrimenkulleri ve değerli eşyayı da beytülmale devretti. Çünkü Ömer’in anlayışına göre kamu malları yetim malları gibiydi, beytülmal de kendisine bırakılan bir emanetti. Bundan dolayı hazineden maaş almadı kişisel işlerini yürütürken devlete ait eşyaları kullanmadı. Ömer b. Abdülaziz işbaşına gelir gelmez devletin toplumsal temellerini sağlamlaştırmaya ve tabanda meydana gelen bölünmüşlükleri gidermeye çalıştı. Râşid halifeler dönemi anlayışını ihya ederek halkın destek ve sevgisini kazandı. Ömer b. Abdülaziz, Emevîlerin ilk dönemlerinden itibaren İslâm’ı kabul ettiği halde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören mevalîyi Arap asıllı Müslümanlarla eşit kabul etti Ülkedeki gayri Müslimlerin ihtidâsı için büyük gayret sarf etti, davet mektupları ve tebliğ heyetleri göndererek onları İslâm’a çağırdı. Berberî kabilelerinin tamamı onun gayretleriyle Müslüman oldu. Horasan ve Mısır halkı kitleler halinde İslâm’a İlk İslâm fetihlerinin ardından kendi istekleriyle Müslüman olan, çoğunluğunu doğuda İranlılar ve Türklerin, Kuzey Afrika ve Endülüs’te Berberîlerin, Mısır’da Kıbtîlerin oluşturduğu Arap olmayan Müslümanları ifade etmek için kullanılan terimdir. 178 İslam Tarihi ve Medeniyeti I girdi. Mâverâünnehir’de ve Hindistan’da bazı mahallî hükümdarlar halklarıyla birlikte İslâmiyet’i kabul ettiler. Arap olmayan insanlar arasında İslâmiyet’in bu derece yayılmasında benimsemiş olduğu mevalî politikasının büyük etkisi oldu. Ömer b. Abdülaziz muhalefet gruplarına eşit ve adaletli yaklaşarak iç barışı temin etmeye çalıştı. İslâm toplumunun bünyesinden çıkarak çeşitli huzursuzluklara neden olan Haricîler, Irak, Arabistan ve Kuzey Afrika’daki faaliyetlerini durdurarak, Ömer’i halife olarak tanıdılar. Bu durum halifenin onlara yakınlık göstererek sorunlarını dinlemesi ve ikna etmesiyle doğrudan ilgiliydi. Muaviye b. Ebû Sûfyan’ın başlattığı hutbelerde Hz. Ali’yi yerme işini kaldırdı; başta Fedek arazisi olmak üzere Ehl-i beyt mensuplarının uğradıklar haksızlıkları gidererek Hz. Ali taraftarlarının da gönlünü aldı. Benzer bir durum zimmîler için de söz konusuydu ve devletin onlara verdiği sözleri eksiksiz yerine getirmesi için uğraştı. Onların idare ve Müslümanlar aleyhindeki şikâyetlerini dikkate alarak haksız yere el konulan kiliselerini, evlerini ve diğer mallarını iade ederek mağduriyetlerini giderdi. Sorumluluk doğuran fiillerin sadece insan iradesiyle gerçekleştiğini ileri süren Kaderiye mensuplarıyla bilimsel tartışmalara girişerek liderleri Gaylân ed-Dımaşkı’yi ikna etmeyi başaran Ömer, mutaassıp Kaderiyye taraftarlarını da ülke dışına çıkarmakla yetindi. Ömer b. Abdülaziz idari alandaki icraatlarına halka zulmeden ve yolsuzluklara adı karışan valileri ve diğer bürokratları görevlerinden almakla başladı. Onların yerine hangi kabileden olduklarına bakmaksızın alanında uzman ve dürüst yeni memurlar atadı. Kötülüklerinden emin olunamayacağı gerekçesiyle çeşitli devlet dairelerinde çalışan üst düzey görevlerdeki gayri Müslimleri bu vazifelerinden uzaklaştırdı. Valilerin ticaretle uğraşmasını ve hediye almasını yasakladı. Cuma gününü mezâlim mahkemesi duruşmalarına ayırarak, bürokratlardan şikâyetçi olanların doğrudan kendisine başvurabileceğini ilan etti. Hapishaneleri ıslah ederek hükümlüleri işledikleri suçlara göre ayrı koğuşlara yerleştirdi. Bu iyileştirmeleri yapmak ve yaygınlaştırmak için idarede hiyerarşinin; Halife, Vali, Kadı ve Vergi memuru şeklinde oluşturulmasına ve iş akışının buna göre yürümesi için tedbirler aldı. Malî alanda yaptığı düzenlemelerle de dikkat çeken Ömer b. Abdülaziz başarılı bir vergi reformu gerçekleştirdi. Fethedilen toprakların Müslümanların ortak mülkü olduğu düşüncesinden hareketle 100 (718-719) yılından itibaren haraç arazilerinin satışını yasakladı. Daha önce Müslümanlara satılmış olan bu türden araziler için toprak vergisi haraç, mahsul vergisi öşür olmak üzere iki vergiyi birlikte aldı. Emevî valileri, zimmîler arasında ihtida hareketinin hızlanması üzerine devletin cizye geliri azaldığı için mevalîden de cizye almaya başlamışlardı. Ömer b. Abdülaziz Müslüman olmanın cizyeyi düşürdüğü ilkesini yeniden yürürlüğe sokarak mevalîden haksız bir şekilde alınan bu vergiyi kaldırdı. Bütün valilerine emirler göndererek hangi ırk ve kökenden olursa olsun Müslüman olanların eşit olduğunu bildirdi. Ayrıca dinî bir esasa dayanmayan bütün vergileri de kaldırdı. Deniz ticaretiyle tarımı teşvik ederek sulama işlerine önem verdi. Vergilerin mahallinde harcanmasını istedi. Yeterli geliri olmayan bölgelere ek bütçe verdi. Malî sistemle ilgili olarak aldığı tedbirlerle güçlenen devlet hazinesini savaş yapmak veya isyanları bastırmak yerine halkın refah düzeyini yükseltmek için kullandı. Ticaretle uğraşanlar dışında herkese yeterli miktarda maaş bağlandı ve böylece ülkede muhtaç kimse kalmadı. Zekât verilecek Müslümanların sayısının azalması sebebiyle artan zekât ve vergi gelirlerinin bir kısmı esirleri kurtarmak, borçlulara yardım etmek, fakir bekârları evlendirmek için kurulan fonlara aktarıldı. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 179 Ömer b. Abdülaziz döneminde bilimsel alanda da önemli gelişmeler oldu. Bunlar içinde hadislerin toplanması işi ilk sırada gelir. Ömer, sahih hadislerin tedvini yolundaki faaliyetleri resmen başlatarak sünnetin derlenmesinin öncülüğünü yaptı. Bu arada Süryânîce bazı tıp kitaplarını Arapçaya çevirterek tercüme faaliyetlerini de katkıda bulundu. Aden’de bir cami, Misis’te bir cami ve bir sarnıç yaptırdı. Önceki Emevî halifelerinin terk ettikleri İslâmî ilkelere bağlı hareket etme ve toplum menfaatini önde tutma anlayışını yeniden uygulamaya koyan Ömer b. Abdülaziz, 5 veya 10 Şubat 720 günü Humus’a bağlı Deyrsem’ân’da vefat etti. Bazı kaynaklarda Abdülmelik evladı tarafından zehirletildiği görüşü ileri sürülür. Ömer b. Abdülaziz ilk dört halifeyi örnek alan bu davranışları sebebiyle Râşid halifelerin beşincisi sayılır. Abbasî Daveti’nin Başlaması Hz. Peygamber’in amcası Abbas ve oğlu Abdullah siyasal olayların içinde yer almayarak bilimsel faaliyetlerde bulunmayı benimsemişlerdi. Abdullah’ın oğlu Ali de babasının siyasetini takip etmiş, ancak I. Velid tarafından baskıya uğrayınca Dımaşk’ı terk ederek, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye gitmeye mecbur olmuştu (714). Ali b. Abdullah’ın Humeyme’ye gelmesi Emevîlere karşı oluşacak en büyük muhalefet hareketinin önemli bir adımı oldu. Diğer taraftan Horasan’da kuvvetli bir güç olan Hz. Ali taraftarları da faaliyet halindeydiler Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olmasını isteyen ve kısaca Şiîler denilen bu grup mensuplarının büyük bir kısmı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’in etrafında toplanmıştı. Ebû Hâşim de ikametgâhını Humeyme’ye naklederek Abbasîler ile temasa geçti. Hatta bir rivayete göre, 98’de (716-717) vefatı esnasında imâmeti Muhammed b. Ali b. Abdullah’a vasiyet etmişti. Böylece Abbasîler henüz davetin ilk aşamasında Hz. Ali taraftarlarının desteğini sağladılar. Bununla birlikte Abbasî propagandası ve yer altı faaliyetlerinin merkezi Hz. Ali zamanından itibaren Emevîlere karşı zaman zaman sert tedbirlerle susturulan ciddi bir muhalefet hareketinin oluştuğu Küfe’ydi. Şam ile Horasan’ın ortasında yer alması hareketin buradan yönlendirilmesini kolaylaştırıyordu. Emevîlere karşı muhalefet hareketlerinin öncüsü olan ve çeşitli faaliyetleri yürüten teşkilât 718’de kuruldu. Arap’tan Arap’a yapılan propagandayla başlayan ve ilk zamanlarda ağır darbelere uğrayan Abbasî taraftarları hiçbir şekilde faaliyetlerinden vazgeçmedi. Abbasî ihtilalinin hazırlık safhasında daveti yürüten yetmiş dâîden on ikisi nakib tayin edildi; bunlar büyük bir gizlilik içinde Abbasî davetini yürütüyordu. Abbasî nakîb ve dâîleri kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtıyorlardı. Biat kendileri için değil, ileride Peygamber ailesinden, üzerinde sonradan ittifak edilecek bir şahıs adına alınıyordu. Abbasî davetinin propoganda sahası ise halifelik merkezine oldukça uzak olan Horasan’dı. Burada hareketin fitilini ateşleyen Hidaş adlı bir propagandacıdır. Aşırı fikirlere sahip olan Hidaş, etrafına kısa sürede kalabalık bir grup topladı. Merv’deki Şiîler de ona katıldılar. Hidaş başlangıçta bazı başarılar kazanmasına rağmen 736’da yakalanarak idam edildi. Aynı yıl, Hidaş’ın isyanından önce Abbasî ailesinden Ali b. Abdullah b. Abbas ölmüş, yerine oğlu Muhammed b. Ali geçmişti. Muhammed, Abbasî hareketinin kuvvetlenmesinde babasından çok daha fazla çaba gösterdi. Muhammed Hidaş’ı tanımadı; bütün kötülükleri ve olumsuzlukları ona yükleyerek Emevî karşıtı fikri ayakta tuttu ve taraftarlarının heyecanını korudu. İlk defa 124’te (741-742) Abbasî davetçileriyle irtibat kur’an Ebû Müslim, 180 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Muhammed b. Ali’nin vefatıyla (743) yerine geçen oğlu İmam İbrahim tarafından ‘Emîr-i Âl-i Muhammed’ unvanıyla ihtilâl hareketini yönetmek üzere Horasan’a gönderdi (745). Böylece Abbasî hareketi yeni bir döneme girdi. YEZİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ 71’de (690-691) Şam’da doğan Yezid’in babası Abdülmelik, annesi Yezid b. Muâviye’nin kızı Âtike’dir. Abdülmelik Yezid’i Velid ve Süleyman’dan sonra veliaht tayin etmiş; o da Ömer b. Abdülaziz’in vefatıyla, hiçbir güçlükle karşılaşmadan tahta geçmişti (9 Şubat 720). Yezid b. Abdülmelik’in iktidarının ilk günlerinde Ömer b. Abdülaziz’i örnek aldığını söyleyerek, onun uygulamalarını devam ettirme arzusunda olduğunu belirtmesi halk tarafından sevinçle karşılandı. Ancak o kısa bir süre sonra bu tavrından vazgeçerek babası başta olmak üzere diğer Emevî halifelerinin izlediği idari, askerî ve malî politikaları yürürlüğe soktu. Aslında Ömer b. Abdülaziz’den sonraki Emevî halifelerinin meşguliyet alanları iç politika üzerinde yoğunlaşmış, devlet başkanları öncelikli olarak ülkede gün geçtikçe artan istikrarsızlığı önlemenin çarelerini bulmaya çalışmışlardı. Bunun en önemli sebebi, II. Yezid örneğinde olduğu gibi devlet yönetiminda Ömer b. Abdülaziz’den önceki toplum katmanları arasında birlikteliği sağlayamayan anlayışın yeniden hâkim olmasıydı. II. Yezid anne tarafından I. Yezid’in, eşi tarafından da Haccâc b. Yusuf ’un akrabasıydı. Bu bir anlamda Ömer b. Abdülaziz’in ortadan kaldırmaya çalıştığı kuzey ve güney Arapları arasındaki asabiyet mücadelelerinin yeniden ortaya çıkmasıydı. II. Yezid’in denge unsuru olarak tarafsız kalacağı yerde, kendisi ve bürokrasideki bazı görevlilerinin taraf olmaları ilk fırsatta çatışmaya dönüşecek rekabetin artmasına sebep oldu. Emevî halifelerinin en başarısızlarından biri olan II. Yezid’in saltanatı, devletin bünyesini sarsan, Irak’taki güneyli Ezd ve Rebîa kabileleriyle kuzeyli Temim ve Kays kabilelerini şiddetli savaşlara sevkeden Yezid b. Mühelleb isyanıyla başladı. Yezid, Süleyman b. Abdülmelik’in Irak ve Horasan valisiydi. Maveraünnehir’de yaptığı fetihlerden elde ettiği ganimetler hakkında yanlış bilgi vermesi ve hazinenin hakkını ödememesiden dolayı Ömer b. Abdülaziz döneminde valilikten azledilerek hapsedildi. Yezid b. Mühelleb, Ömer b. Abdülaziz’in hastalığının ağırlaştığı günlerde yerine halife olacak II. Yezid’in kendisini öldüreceğini düşünerek hapisten kaçarak kabilesi Ezd’in yoğun olarak yaşadığı Basra’ya gitti. Dımaşk’ta tahta çıkan II. Yezid durumdan Basra valisi Adî b. Ertât’ı haberdar etmişse de, yol boyunca taraftar toplayan Yezid Basra’ya girmeyi başardı. Ezd ve Rebîa gibi büyük kabilelerin desteğini alan Yezid b. Mühelleb asıl davasının II. Yezid ile olduğunu ve onun halifeliğini tanımadığını söyleyerek Basra valisiyle anlaşmak istedi. Tutuklu bulunan yakınlarının bırakılması ve istediği şeylerin verilmesi karşılığında şehri tahliye edeceğini bildirdi. Ancak Vali Adî bu teklifi kabul etmedi ve giriştiği mücadelede mağlûp olup hapsedildi. Basra’da kuvvet kazanan Yezid, herkesi Kur’an ve Sünnet adına mevcut idareye karşı birleşmeye ve savaşmaya çağırdı. Ancak gün geçtikçe isyanı daha geniş bir alana yayılan Yezid’in mücadelesinin dinî olmaktan ziyade kabile yönü ağır basıyordu. Bir tarafta Ezd ve Rebîa ağırlıklı Yezid’i destekleyen Güney Arapları, diğer tarafta da Temim ve Kays ağırlıklı valiyi destekleyen Kuzey Arapları isyan ateşini körüklüyorlardı. Irak’ta ortaya çıkan bu gelişmeler Yezid b. Abdülmelik’in tecrübeli bir komutan olan kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’i Yezid b. Mûhelleb’in üzerine göndermesine sebep oldu. Mesleme Kûfe yakınlarında sekiz gün süren bir savaştan sonra Yezid’in ordusunu bozguna uğrattı (24 Ağustos 720). Şiddetli çarpışmalardan 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 181 sonra bastırılan bu isyanın ardından Emevî Devleti’ne üstün hizmetler vermiş olan Mühelleb b. Ebû Sufre oğulları kılıçtan geçirildi. Bundan sonra güney ve kuzey Arapları arasındaki mücadele ve rekabet Emevî Devleti’nin temellerini sarsan bir şekilde artarak sürdü. Yezid b. Mühelleb’in Irak’taki isyanı, Maveraünnehir ve Türkistan’daki fetihlerin hızını kestiği gibi bu bölgede bulunan İslâm varlığının da zayıflamasına neden oldu; Türgiş Kağanı Sulu Han, Horasan ve İran içlerine kadar ulaşan akınlara başladı. II. Yezid döneminde fetihten ziyade ülke içi karışıklıklardan istifade ederek İslâm hâkimiyetine baş kaldıranları yeniden merkezî otoriteye bağlamak için askerî seferler düzenlendi. Bunlar Maveraünnehir, Anadolu ve Hazar bölgesinde yoğunlaşmıştı. Kuzey Afrika’dan Sicilya’ya yönelik seferler yapılırken, Endülüs’te fetih hareketini Avrupa içlerine götürme teşebbüsleri bu dönemde de sürdü. II. Yezid’in yönetim anlayışı ve siyasal tercihleri sadece Yemenli kabilelerin değil, başta Haricîler olmak üzere çeşitli grupların Emevîlere karşı muhalefetin oluşmasına zemin hazırladı. Irak’ta süratle yayılan Haricî isyanları ancak Mesleme b. Abdülmelik’in müdahalesiyle bastırılabildi. Bundan sonra Haricîler devlet otoritesinin daha az hissedildiği Kuzey Afrika ve Mağrib’e gittiler. Kuzey Afrika’da Ömer b. Abdülaziz zamanında kaldırılan Müslüman olanlardan vergi alınmamasının iptali Berberîlerin isyanına ve Haricîlerle birliktelik oluşturmalarına sebep oldu. II. Yezid’in birçok bakımdan geçmişteki Emevî halifelerinden farklı bir yaşam tarzı vardı. O ülkeyi geniş yetkilerle donattığı valileri vasıtasıyla yönetmeyi yeğlemiş ve zamanının çoğunu sarayında Habbâbe ve Sellâme adlı iki şarkıcıyla birlikte geçirmeye ayırmıştı. Sarayda sıkça düzenlenen içkili işret meclisleri Yezid’e karşı toplumda ve hatta bizzat Emevî ailesi içinde protestoların yükselmesine sebep olmuştu. Ömer b. Abdülaziz zamanında gerçekleştirilen bütün ıslahat hareketleri tersyüz edilmiş, adeta aksine uygulamaların yürülüğe sokulmasına çaba gösterilmiştir. Özellikle Habbâbe II. Yezid’i derinden etkilemiş ve bürokrasideki birtakım tayinler ve görevden almaları bizzat belirler hâle gelmişti. Yezid, Habbâbe’nin ölümüne çok üzülmüş ve günlerce defnine izin vermemişti. Ondan kısa bir süre sonra rahatsızlanarak Ürdün yakınlarında vefat etti (26 Ocak 724). Cenaze namazı kardeşi Hişâm’dan sonra veliaht olarak belirlediği oğlu Velid tarafından kıldırıldıktan sonra Şam’da defnedildi. ÇÖKÜŞE DİRENEN HİŞÂM b. ABDÜLMELİK Hişâm 691’de Medine veya Dımaşk’ta doğdu. Babası Abdülmelik b. Mervan ona Mansur adını vermişse de annesi Âişe’nin koyduğu Hişâm ismiyle tanındı. Bir süre Medine’de yaşadıktan sonra Dımaşk’a gitti. Çocukluğu ve gençliği hakkında fazla bilgi olmayan Hişâm 102’de (720-721) II. Yezid tarafından oğlu Velid ile birlikte veliaht tayin edildi. Hişâm veliaht olduktan sonra gönderildiği isyan eden Haricî lideri Ukfan’ı savaşa gerek kalmadan bundan vazgeçirdi. Hişâm b. Abdülmelik hem fetihlerin hem de iç karışıklıkların çok yoğunlaştığı bir dönemde tahta çıktı (Şubat 724). Ülkenin her yerinde mevalîye karşı Arap milliyetçiliği fikri güç kazanmış, özellikle de Arap kabilelerinden Kelbîler ile Kaysîler arasında kabilecilik taassubu had safhaya ulaşmıştı. Ayrıca Şiîlerin ayaklanması, Abbasî dâîlerinin propagandaları ve Haricîlerin devleti sarsan isyanları Hişâm’ı iktidarı boyunca tehdit edecekti. 182 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Türklerle Mücadelenin Yoğunlaşması Hişâm halife olduktan sonra Halid b. Abdullah el-Kasrî’yi Ömer b. Hübeyre’nin yerine Irak genel valiliğine tayin etti. Ardından Halid’in kardeşi Esed Horasan valisi oldu. Bu sırada Horasan’daki İslâm ordusu Fergana ve Belh istikametinde ilerliyordu; ancak Taşkent kuşatması sırasında Türgiş Hanı Sulu’nun baskınına uğradı ve ağır kayıplar vererek Hucend’e döndü. Arap kabileleri arasındaki rekabet başarısızlığı yol açtı ve 106’da (724-725) Mâverâünnehir’de üstünlük Türklere geçti. Esed b. Abdullah Tohâristan bölgesine pek çok sefer düzenledi; ancak hiçbirinde başarı kazanamadı. Kuzey Araplarına karşı sert tutumundan dolayı halkın da memnun olmadığı Esed, Hişâm tarafından 727’de görevden alındı. Bundan sonra Horasan ve Mâverâünnehir’de kargaşa ve istikrarsızlık giderek arttı. Esed’in yerine getirilen Eşres b. Abdullah es-Sülemî ise hem Müslümanlar hem gayri Müslimlerden cizye alarak mevcut ortamın daha da kötüleşmesine katkıda bulundu. Yerli halk Türklerle birleşerek muhalefet cephesini genişletti. Eşres, Ceyhun nehrini geçerken Âmül yakınlarında Türkler karşısında ağır kayıplar vermiş, ancak Hâris b. Süreyc’in gayretleriyle hayatını kurtarabilmişti (110/728-729). Buradan Buhara’ya yönelen Müslüman Araplar karşılaştıkları ani Türk baskınından ancak Cüneyd el-Mürrî kumandasında başkentten gönderilen kuvvet sayesinde kurtulabildiler (111/729-730). Eşres’in yerine vali tayin edilen Cüneyd el-Mürrî aynı yıl Beykend yakınlarında Türklerle yaptığı savaşta galip geldi; hakanın oğlu veya yeğenini esir alıp Hişâm’a göndererek ilk başarısını kazandı. Cüneyd 730 yılını bölgedeki isyanları bastırmakla geçirerek Emevî otoritesini tesis etmeye çalıştı. 730’da Türklerin Semerkant’ı kuşatması üzerine vuku bulan Geçit Savaşı’nda (Vak’atü’ş-Şi’b) Cüneyd’in ordusu ağır zayiat vermekle birlikte şehri kurtardı. Semerkant’tan istediklerini elde edemeyen Türkler bu defa Buhara üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Buhara’ya yönelen Cüneyd buradaki kuşatmayı da kaldırmayı başardı (Kasım 731). Cüneyd el-Mürrî Sind ve Horasan valiliğinde Çin ile askerî ve siyasi ilişkilere girişti. Hindistan’da iken Oğuzların ülkesine kuvvet göndererek bir şehir ve kaleyi fethetti. Horasan valiliğinin son yılında da (733) Çin’e bir elçi heyeti gönderdi. Heyet başkanı Moselan Tarkan adında bir Türk’tü. Bu heyetin ne amaçla Çin’e gönderildiği ve nasıl bir sonuç aldığı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. 734’te Cüneyd el-Mürrî’nin Horasan valiliğinden azledilerek yerine Asım b. Abdullah’ın getirilmesi esnasındaki otorite boşluğundan istifade eden Mürcie mezhebi tanıtıcılarından Hâris b. Süreyc Arap olmayan Müslümanların haklarını savunmak için ayaklandı. İkinci sınıf insan muamelesi gören ve Müslüman olmalarına rağmen kendilerinden gayri Müslimler gibi vergi alınan mevalî bunun bir fırsat olduğunu düşünerek Hâris’in etrafında toplandı. Suğran’da harekete geçen Hâris daha sonra Fâryâb, Belh, Merverrûz ve Herat’ı ele geçirerek Tohâristan’ın tamamına hâkim oldu. Vali Asım, Hâris’i iki defa yendiyse de ortadan kaldıramadı. Bunun üzerine Irak valisi kardeşi Esed b. Abdullah el-Kasrî’yi Hâris’le mücadele etmesi için görevlendirdi (735). Esed’in kuvvetleri karşısında tutunamayacağını anlayan Hâris Türk Hakanı Sulu’dan yardım aldı; ancak yine de Cûzcân’da yapılan savaşı kaybetti (737). Halife Hişâm, Esed b. Abdullah’ın ölümünden (738) kısa bir süre sonra, bölgeyi iyi bilen Nasr b. Seyyâr’ı Horasan valiliğine getirdi. Emevîlerin Horasan’daki son valisi olan Nasr bölgedeki karışıklık ve isyanları önleyerek Maveraünnehir’de geçici bir sürede olsa devlet egemenliğini pekiştirdi. İslâm’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkıp, ılımlı ve uzlaşmacı fikirleriyle tanınan grupların ortak adıdır. Mürcie’nin ortaya çıkışına etki eden sebepler arasında Haricî zihniyeti, Emevî-Hâşimî çekişmesi, Emevîlerin muhaliflerine karşı acımasız davranışları, mevâliyi küçük görmeleri ve şehirleşme sürecinin ortaya çıkardığı toplumsal problemler sayılabilir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 183 Zeyd b. Ali’nin Hilâfeti Emevîlerden Alma Çabası Hişâm b. Abdülmelik 738’de Irak valisi Halid b. Abdullah’ı görevden alarak yerine Yusuf b. Ömer es-Sekafî’yi getirdi. Yusuf ’un valiliği sırasında Hişâm döneminin en önemli kalkışmalarından biri gerçekleşti. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırakması ve Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinden sonra çocukları ve akrabaları bir süre siyaset alanına çıkmayarak sakin bir hayat sürmeyi yeğlediler. Emevîlerin karşısındaki hareketlerin içinde yer almadıkları gibi, Ehl-i beyt adına yürütüldüğü söylenen Abbasîlerle birlikte hareket etmek konusunda da çok istekli davranmadılar. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in soyundan gelme şerefi taşıdıkları için Âl-i Fâtıma mensuplarının çevrelerinde kuvvetli bir muhalefet grubu oluştu. Bunlar hilâfetin hakkı olduğuna inandıkları Ali evlâdına dönmesi gerektiği görüşündeydiler. Bu düşünce önce Emevîlere daha sonrada Abbasîlere karşı çok sayıda siyasal hedefli harekete sebep oldu. Hz. Ali’nin torunlarından Zeyd b. Ali Hişâm zamanında hedefin ilk denemesini gerçekleştirerek halkın hoşlanmadığı Emevîlerden hilâfeti almak istedi. Zeyd’in harekete geçeceğini önceden öğrenen Irak Valisi Yusuf, bir gün önce düzenlediği baskınla Zeyd’in etrafındaki pek çok kişiyi öldürdü; Zeyd de aldığı bir ok yarasıyla hayatını kaybetti (6 Ocak 740). Kûfe ve Basralılar tarih boyunca Hz. Ali soyundan gelenlere daima yakınlık göstermişler, ancak bunu hiçbir zaman fiilî bir desteğe dönüştürmemişlerdir. Zeyd b. Ali olayı da bu şekilde gelişti. Küfeliler, çok az kişiyle Vali Yusuf ’un karşısında Zeyd’i yalnız bıraktılar; o da küçük bir taraftar grubuyla katledilmekten kurtulamadı. Hişâm’ın bu olay ve ve aileye olan düşmanca tavrından dolayı tenkit edilmiştir. Ülkede özellikle muhafazakâr çevreler tarafından desteklenen bu hareketin bu şekilde bastırılması Abbasî muhalefetini güçlendiren etkenlerden biri olmuştu. Haccâc’tan sonra Irak’ta siyasi ve idari istikrarı sağlamayı kim başarmıştır? Araştırınız. Hişâm Döneminde Mısır ve Kuzey Afrika’daki Gelişmeler Tahta çıktığında Mısır Valisi Hanzale b. Safvân’ın yerine kendi kardeşi Muhammed b. Abdülmelik’i tayin eden Hişâm kısa bir müddet sonra da Hür b. Yusuf’u bu göreve getirdi (724). Mısır topraklarının daha fazla vergi kaldırabileceğini düşünen haraç âmili Ubeydullah b. Habhâb’ın halifenin de onayını alarak vergileri arttırması üzerine Mısır’ın yerlisi Kıbtîler ayaklandı. İsyan vali Hür b. Yusuf tarafından bastırıldı (725). Ardından Hişâm’ın emriyle Mısır’a Kays kabilesine mensup birçok Arap yerleştirildi. Ubeydullah ile arası açılan Hür b. Yusuf 726’da halife tarafından görevden alındı. Hanzale b. Safvân’ın Mısır’da ikinci defa valilik yaptığı sırada ortaya koyduğu sert tutum dolayısıyla tekrar ayaklanan Kıbtîler yine bastırıldı (739). İfrîkıye ve Mağrib fethedildikten sonra buradaki yerli halk İslâmlaşarak yapılan her savaşta Müslümanların yanında yer aldı. Berberîler, Mağrib’in fethinde Araplara kılavuzluk ettikleri gibi İspanya’nın fethinde de önemli rol oynadılar; bu hizmetlerin karşılığında ganimetlerden eşit pay almaları gerekirken gayri Müslim muamelesi gördüler. Bu durumu içlerine sindirememekle beraber Arap idarecilerine de karşı gelemiyorlardı. Hişâm tahta çıktığında İfrîkıye ve Mağrib valisi kardeşi II. Yezid’in göreve getirdiği Bişr b. Safvân el-Kelbî idi. Hişâm tarafından yerinde bırakılan Bişr, bir yandan içteki karışıklıkları önlemeye çalışırken bir yandan da Korsika, Sardinya ve Sicilya adalarına seferler düzenledi. Arap ve mevalî arasında dengeli bir yönetim kurararak Haricî propagandalarını önlemeye çalıştı. Ancak bu arada Kaysîlere karşı Kelbîlerden yana bir siyaset takip ederek 2 184 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kendisine bağlı valiliklere Kelbîleri getirmesinden rahatsız olan Hişâm, Bişr’in ölümünden sonra yerine Ubeyde b. Abdurrahman el-Kaysî’yi tayin etti (727). Bişr gibi Bizans’ın elindeki Akdeniz adalarına yönelik seferlere önem veren ve birçok ganimet ele geçiren Ubeyde, Kelb kabilesine mensup valileri Kaysîler ile değiştirip Kelbîlere zulmetmeye başladı. Böylece mevalî probleminin yanına kabilelerarası rekabet eklendi. Öbür yandan Irak bölgesinde faaliyet gösteren ve takibata uğrayan Haricîler İfrîkıye ve Mağrib’e kaçınca Araplar tarafından dışlanan Müslüman Berberîler arasında yerleşerek inançlarını yaymak için uygun bir ortam buldular. Eşitlik, adalet ve kardeşlik gibi hususlarda yaptıkları propaganda Berberîlerin Haricîliği benimsemesini kolaylaştırdı. Endülüs’ün fethinin tamamlanmasına yönelik faaliyetler Hişâm döneminde de sürdü. Abdurrahman el-Gâfikî kumandasında Pireneleri geçen İslâm ordusu, Fransa’da Tours ve Poitiers arasında Belâtüşşühedâ denilen yerde Charles Martel kumandasındaki Frank ordusuna yenildi (732). Bu mağlubiyet Kuzey Afrika’daki Berberilerin harekete geçmesine ve başta Haricîler olmak üzere Araplara karşı müttefikler bulmasına sebep oldu. Haricîliği kabul eden Berberîlerin sayısının süratle artması üzerine Hişâm, Ubeyde b. Abdurrahman’ı görevden alarak yerine Ubeydullah b. Habhâb el-Kaysî’yi getirdi (734). Fakat onun da mevalî aleyhine gelişen bir siyaset izlemeyi sürdürmesi, İfrîkıye ve Mağrib’te ilk defa Haricî-Berberî isyanı görülmesi sonucunu doğurdu. Arapların kabile taassubuyla birbirlerine karşı mücadeleye girmeleri yüzünden İfrîkıye ve Mağrib’de huzur kalmadı, bölge karışıklığa ve istikrarsızlığa sürüklendi. Ordunun önemli bir kısmının Sicilya seferinde iken Ezârika’nın lideri Abdül’alâ b. Cüreyc er-Rûmî, Mağrib’deki İbâzîlerle birlikte 13 Ağustos 740’ta ayaklandı ve Tanca Valisi Ömer b. Abdullah’ı katletti. Tanca’ya giren Haricî lideri Meysere el-Matgarî halifeliğini ilân edip halktan biat aldı. Böylece dinî mahiyette başlayan bu hareket siyasi bir karakter de kazanarak Berberî isyanlarının yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Meysere’nin yenildiği bir savaştan sonra taraftarlarınca öldürülmesi üzerine Haricîler Zenâte kabilesinden Halid b. Humeyd’e biat ettiler. Haricîlerin Tanca yakınlarında Emevîlere karşı kazandıkları savaştan sonra isyanlar Endülüs’e sıçradı (740). Bunun üzerine Hişâm, Ubeydullah’ı azlederek, İfrîkıye-Mağrib valiliğine Külsûm b. İyâz el-Kuşeyrî’yi getirdi (741). Fakat ertesi yıl Külsûm, Halid b. Humeyd komutasındaki Haricîlerle çarpışırken öldü; yerine Hanzale b. Safvân getirildi. Hanzale’nin burada yaptığı ilk iş valileri değiştirip Sufriyye Haricîlerinin çıkardığı isyanlarla mücadele etmek oldu. Bizans’la İlişkiler Hişâm zamanında Bizans saldırıları belirgin bir şekilde artmaya başladı. Buna mukabil Hişâm, sınırlardaki garnizonları güçlendirerek Anadolu’ya her yıl yaz aylarında düzenli seferler yapılmasını sağladı. Genellikle halifenin iki oğlu Muâviye ve Süleyman ile kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’in kumanda ettikleri bu seferlerde pek çok yer fethedildi; Güneydoğu Anadolu’ya çeşitli Arap kabileleri yerleştirildi. 726’da Kayseri’ye ulaşan Mesleme, bir yıl sonra İznik civarına kadar ulaştı. Bu seferlere Hişâm’ın oğullan Muaviye ve Süleyman da katıldılar. Hatta 737’de Muaviye bazı seferleri bizzat yöneterek Kapadokya’daki Harşana’yı ele geçirdi. 740’da Emevî ordularının Akroinon mevkiinde Bizans İmparatoru III. Leon’un kuvvetleriyle yaptıkları savaş ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. 717’den sonraki Anadolu seferlerinde kahramanlığıyla ünlü olan Battal Gazi bu savaşta şehit düştü. Battal Gazi’nin kim olduğunu, yaşayıp yaşamadığını araştırınız. 3 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 185 Hişâm devrinde Gürcistan fethedildi ve halifenin kardeşi Mesleme Dağıstan’a yaptığı akınlarla bölgede İslâm egemenliğini kurmayı başardı. 732’ye kadar Kafkaslarda bir kısım yerleşim merkezleri bazen Hazarlara bazen de Müslümanlara geçiyordu. Bu yıl Hişâm, amcasının oğlu Mervan b. Muhammed’i İrmîniyye, Azerbaycan ve el-Cezîre valiliğine tayin etti. İyi bir asker olan Mervan önce Hazarları kuzeye çekilmek zorunda bıraktı, sonra da Kafkasları geçerek Hazar ülkesine girdi (737). Ardından burada yaptığı bütün savaşları kazanan Mervan Hazar hakanıyla yaptığı anlaşmayla uzun zaman sonra Kafkaslarda sükûnet sağlandı. Hişâm’ın Bazı İcraatları ve Vefatı Hişâm’ın divan defterlerini yeniden tanzim ettirerek Horasan’daki yazışmaları Farsça yerine Arapça tutturdu. Mervanîler arasında Hişâm dönemindeki divanlardan daha sağlıklı ve daha düzenlisinin olmadığı kabul edilir. Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansur da devlet işlerinde Hişâm’ı örnek aldığını sıkça dile getirirdi. Başlangıçta kadılık makamına bağlı olan şurtayı bağımsız hale getirerek sâhibüşşurtayı yalnız suçluların takibiyle görevlendiren Hişâm berîd teşkilâtını da yeniden düzenledi. İmar faaliyetleriyle de ilgilenen ve Emevî devri sivil mimarisinin başlıca örneklerinden olan Kasrü’l-hayri’l-garbî ve Kasrü’l-hayri’ş-şarkı gibi eserler yaptıran Hişâm hilâfet merkezini Dımaşk’tan Fırat kenarındaki Rusâfe şehrine nakletti. Tarıma önem vererek Dicle sularının taşmasını önlemek için setler inşa ettirdi. Onun zamanında Dımaşk’ta Berada nehrinden on üç kanal açıldığı gibi meşhur mühendis Hasan en-Nabatî’nin katkılarıyla Irak’ta da çeşitli kanallar açıldı, baraj ve köprüler yapıldı. Mühründe hüküm her şeyin hâkimi olanındır anlamında ‘el-hükmü li’lhakemi’l-hakîm’ ibaresi bulunan Hişâm ilme ve bilim adamlarına saygı duyardı. Ebü’z-Zinâd ve Zührî gibi âlimlere yakın ilgi gösterirken, bazı konularda farklı görüşleriyle dikkat çeken ve Emevî aleyhtarı bir tavır içerisine giren Gaylân edDımaşkı ile Ca’d b. Dirhem gibi bilginleri de idam ettirmekten çekinmemişti. Halife olmadan önce şiirle ilgilenen Hişâm, kabilelerin şecerelerini tespitle uğraşmaktan zevk alırdı. Yaklaşık yirmi yıl iktidarda kalan Hişâm b. Abdülmelik 6 Şubat 743’te Rusâfe’de vefat etti. Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman onun torunudur. Klasik kaynaklarda Hişâm dönemi Emevî hanedanının üçüncü yükseliş devri olarak tanımlanır. Önemli bir devlet adamı ve iyi bir idareci olan Hişâm, bütün olumsuzluklara rağmen ülkede istikrarı bir dereceye kadar korudu. Ancak gittikçe güçlenerek mevalînin de desteğini alan Abbasî muhalefetiyle, Haricî yayılmasını engelleyemediğinden, ülke ölümünden kısa bir süre sonra kargaşa ve istikrarsızlığa sürüklendi. Öbür yandan takip ettiği malî politika dolayısıyla valilerin halktan vergi toplarken başvurdukları çeşitli yöntemler de huzursuzlukları artıran etkenlerdendi. Halkına ve gayri Müslimlere hoşgörülü davrandığı ileri sürülürse de, aşırı vergi yükünden dolayı toplumda fazla sevilmedi. Bunda Ali evlâdı başta olmak üzere muhaliflerine karşı takındığı sert ve baskın tutumu da etkili oldu. Aslında Emevîlerin mülk-devlet anlayışını temsil eden halifelerin sonuncusu olan Hişâm döneminin sonlarına doğru devletin temelleri derinden sarsılmaya başlamıştı. Hişam hakkında ayrıntılı bilgi için İ. H. Atçeken’in Devlet Geleneği Açısından Hişam b. Abdülmelik adlı eserine başvurabilirsiniz. 186 İslam Tarihi ve Medeniyeti I SON DÖNEM EMEVÎ HALİFELERİ Velid b. Yezid Hişâm’da sonra Emevî tahtına Yezid b. Abdülmelik’in oğlu Velid çıktı. Annesi II. Yezid’in siyasi hayatında etkili olan Ümmü’l-Haccâc bint Muhammed olan Velid 90 (708-709) yılında Şam’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği hakkında fazla bilgi olmayan Velid’i babası Yezid 102 (720-721) yılında kardeşi Hişâm’dan sonra ikinci veliaht olarak belirledi. Yezid, ölümünden önce on beş yaşına ulaşan Velid’i birinci veliaht olarak tayin etmediğine pişman olmuştu. Velid Hişâm döneminin ilk yıllarında günlerini hilâfet sarayında amcasıyla birlikte geçirdi. Ancak zamanını içki âlemleri ve av partileriyle geçirmesi, halk arasında bu davranışlarının dedikodulara sebep olması üzerine Hişâm önce Velid’e bazı nasihatlarda bulundu. Daha sonra halk içinde itibarını artırması için 735’te emîr-i hac olarak görevlendirdi. Velid Mekke’de oyun ve eğlenceye dalarak vazifesini yerine getirmedi. Hacdan dönüşünden sonra Velid’i bir veliahta yakışmayan davranışlarından vazgeçirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine Ümeyye ailesinin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmelerden sonra oğlu Mesleme adına biat almaya başlayarak Velid’in veliahtlıktan ayrılmasını istedi. Bu teklifi kabul etmeyen Velid Şam’dan ayrılarak başına buyruk bir şekilde yaşamaya başladı. Bu esnada Velid ile Hişâm karşılıklı mektuplaşarak birbirlerini suçladılar ve davalarında haklı olduklarını iddia ettiler. Hişâm’dan sonra Velid on birinci Emevî halifesi olarak tahta çıktı (6 Şubat 743). İktidara geldikten sonra ilk iş olarak Irak valisi Yusuf b. Ömer es-Sekafî ve Horasan valisi Nasr b. Seyyâr dışında kendisinin veliahtlıktan azledilmesinin destekleyen Hişâm’ın valilerini görevden alarak onları çeşitli işkencelere tabi tuttu. Dayısı Yusuf b. Muhammed’i Hicaz valiliğine atadı. Hişâm ve yakınlarının mallarına el koyarak halka kendini sevdirmek için geniş ihsanlarda bulundu. Hişâm’ın dolu bıraktığı beytülmali altı ayda boşalttı. Bizans ile kara ve denizde küçük çaplı mücadeleler olmuşsa da, Velid döneminde askerî alanda kayda değer bir gelişme olmadı. Hişâm döneminde ortadan kaldırılan Zeyd b. Ali’nin oğlu Yahya hapisten kaçarak Nişabur, Belh, Serahs gibi şehirlerde etrafında Emevîlere karşı ciddi bir muhalefet grubu oluşturdu. Bunun üzerine harekete geçen Horasan valisi Nasr b. Seyyâr Cüzcan’da şiddetli bir savaştan sonra Yahya’yı ortadan kaldırdı (744). Bu dönemde özellikle Ebû Müslim elHorasanî’nin Abbasî ihtilalinin başına geçmesinden sonra özellikle Horasan’daki propoganda faaliyetleri hızlandı. Her türlü kötülüğe uygun bir yapıda olduğu ve kutsal değerlerle alay ettiği nakledilen Velid, kısa bir süre sonra Emevî ailesinden pek çok kişinin de yer aldığı kuvvetli bir muhalefetle karşılaştı. Emevî ailesi ilk defa kendi içerisinde parçalandı. Öte yandan Irak’ta Yemenli unsuru destekleyen Halid b. Abdullah el-Kasrî’nin yeni Irak valisi Yusuf b. Ömer es-Sekafî tarafından öldürülmesi, Yemen asıllı kabilelerin Velid’e düşman olması sonucunu doğurdu. Velid’e karşı gittikçe yaygınlaşan bu hoşnutsuzluk, Emevî ailesinden Yezid b. Velid b. Abdülmelik’in liderlik ettiği bir isyana sebep oldu. Kendi üzerine Yezid b. Velid’in yeğeni Abdülaziz komutasında iki bin kişilik bir birliğin üzerine doğru geldiğini haber alan Velid beraberinde az sayıda kişiyle birlikte sığındığı Filistin’deki Bahrâ Sarayı’nda yakalanıp öldürüldü (17 Nisan 744). Emevî halifelerinin şiire en çok meraklı olanların başında gelen Velid Emevî saraylarının en önemlisi olan Muşattâ’yı inşa ettirmiştir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 187 Yezid b. Velid Aile içi mücadele sonunda iktidarı ele geçiren Yezid b. Velid annesi Soğd Prensesi Şahferend adlı bir cariye olan ilk Emevî halifesidir. Yezid Kisrâ, Kayser, Hakan ve Mervan’ın torunu olduğunu söyleyerek bununla övünürdü. II. Velid’den sonra halife olan III. Yezid biat törenindeki konuşmasında Ömer b. Abdülaziz’i örnek aldığını, yönetim tarzını ve politikasını buna göre belirleyeceğini ilan etti. Zorla inşaat yaptırmayacağını, kanal açtırmayacağını, ödenemeyecek vergi yüklemeyeceğini, bir yerin gelirini başka yere harcamayacağını, askerleri gereğinden fazla ailelerinden uzak tutmayacağını, başta zayıflar olmak üzere herkesi dinleyeceğini ve zimmîlere iyi davranıp haklarını koruyacağını vaat etti. Tamamı gündelik hayatı iyileştirmeye ve iç barışı sağlamaya yönelik olan bu vaatler, Ömer b. Abdülaziz hariç diğer Emevî halifelerine sıkça yöneltilen ortak şikâyet konularıydı. III. Yezid bu vaatlerini yerine getiremezse cezalandırılması ve azledilmesinin istenebileceğini söyleyerek iktidar ile halk arasındaki kopukluğu gidermede kararlı olduğuna herkesi inandırmaya çalıştı. Çeşitli sebeplerle yurtlarından ayrılmak zorunda kalanların geri dönmelerine izin vererek işe başladı. Ancak daha işin başında kabilelerarası dengeyi sağlayamadığı gibi Kelb kabilesinin öne çıkmasını da engelleyemedi. Halkın durumunu iyileştirmek için reform vaatlerine rağmen Humus, Filistin, Şam, Yemame ve Irak gibi bölgelerdeki kargaşa ve istikrarsızlık ortamı gittkçe derinleşti. Benzer bir durum devlet otoritesinin tamamen yok olduğu Kuzey Afrika için de söz konusuydu. Horasan valisi Nasr b. Seyyâr ile İrmîniyye ve Azerbaycan valisi Muhammed b. Mervan III. Yezid’e biat etmeyi reddederek krizi daha da derinleştirdi. Yezid bütün çaba ve gayretine rağmen iç barışı sağlamaya ve devlet otoritesinin yeniden tesis etmeye güç yetiremedi. Bürokratik yapıya da tam anlamıyla hükmetmeye fırsat bulamadan ve vaatlerini gerçekleştiremeden vefat etti (25 Eylül 744). Beş aydan biraz fazla iktidarda kalan Yezid, II. Velid’in bozduğu bütçe dengelerini sağlayabilmek için maaşlarda kesintiye gittiği için halk arasında eksilten, azaltan anlamında ‘Yezîd en-Nâkıs’ adıyla anılıyordu. İbrahim b. Velid İbrahim b. Velid’de kardeşi Yezid gibi bir cariyenin oğluydu. Halife olmadan önceki hayatı hakkında bilgi yoktur. Ancak kaynaklarda yer alan bazı bilgilerden özellikle Şekil 8.3 I. Velid veya II. Velid’in Yaptırdığı Tahmin Edilen Kusayru Amre Sarayı (C. Tomar Arşivi) 188 İslam Tarihi ve Medeniyeti I hadis ilmiyle uğraştığı anlaşılmaktadır. İbrahim’in siyaset hayatı Halife III. Yezid tarafından Ürdün’e vali tayin edilmesiyle başladı ve veliaht ilân edilmesiyle sürdü. İbrahim, Yezid’in ölümünden sonra on üçüncü Emevî halifesi olarak tahta çıktı. İlk iş olarak III. Yezid’in kendisinden sonra ikinci veliaht tayin ettiği Abdülaziz b. Haccâc b. Abdülmelik’in veliahtlığını onayladı. Ancak İbrahim de kardeşi Yezid gibi meşruiyet kriziyle karşılaştı. Bazı bölgelerde halifeliği tanımadığı gibi başşehir Dımaşk’a yakın Humus halkı dahi kendisine itaat etmedi. Öldürülen II. Velid’in intikamını almak ve onun çocuklarının haklarını korumak için harekete geçen İrmîniyye ve Azerbaycan valisi Mervan b. Muhammed ile İbrahim’i tanımayan valiler en büyük sorunları oluşturuyordu. Üç ay kadar bir süre halifelik makamında kalabilen ve kardeşi gibi Kelb kabilesine dayanmak isteyen İbrahim’in bütün zamanı kargaşa ve istikrarsızlık içinde geçti. Ülkenin her tarafında iç karışıklıklar ve ayaklanmalar hız kazandı. II. Velid’in öldürülmesinden sonra şiddetlenen fitneyi bastırmaktan âciz kalan İbrahim’in döneminde ülkedeki karışıklıklar giderek arttı ve sarsılmış olan merkezî idarenin otoritesi daha da zayıfladı. Bu arada asıl amacı hilâfeti ele geçirmek olan Mervan b. Muhammed harekete geçerek el-Cezîre halkının biatını aldıktan sonra Suriye üzerine yürüdü. Kınnesrîn’e yönelerek İbrahim’in kardeşi olan Vali Bişr’in ordusunu bozguna uğratarak valiyi ve yakın çevresini esir aldı. Ardından halkı biat etmediği için İbrahim’in gönderdiği ordu tarafından kuşatma altında tutulan Humus üzerine giderek şehri işgal etti. Humus halkının biatını aldıktan sonra 80.000 kişilik ordusuyla Dımaşk’a doğru ilerledi, bunun üzerine İbrahim de ona karşı Süleyman b. Hişâm komutasında büyük bir ordu gönderdi. İki ordu Ba’lebek-Dımaşk yolu üzerindeki Aynülcer’de karşılaştı (18 Kasım 744). Savaşı kaybeden İbrahim’in kumandanı Süleyman Dımaşk’a sığındı. Şehirden kaçmak zorunda kalan İbrahim ise bir süre gizlendikten sonra Mervan’a biat edeceğini açıklayarak ondan eman istedi. II. Mervan bu isteği kabul ederek onu yakın çevresine aldı. İbrahim, Emevî hilâfetinin sona erdiği Zap Suyu Savaşı’nda (25 Ocak 750) nehirde boğularak ölenler arasındaydı. Onun daha önce II. Mervan veya Abbasîlerden Abdullah b. Ali tarafından öldürüldüğü de rivayet edilir. EMEVÎLERİN YIKILIŞI VE II. MERVAN Mervan VII. asrın sonlarına doğru el-Cezîre’de doğdu. Annesi Kürt asıllı bir cariye olan Mervan’ın babası Muhammed uzun yıllar el-Cezîre ve İrmîniye valiliği yapmış, bu görevi esnasında Bizans ve Kafkasya cephelerinde düzenlenen seferleri yönetmişti. Mervan’ın en meşhur lakabı eşek anlamındaki ‘Hımâr’ın savaşlardaki sabrından dolayı veya düşmanları tarafından hakaret amaçlı olarak verildiği ileri sürülür. Mervan’a dair ilk bilgiler, 105’te (723-724) Bizans’a karşı düzenlenen seferi komuta ederek Konya ve Kemah’ı ele geçirmesi sebebiyledir. Ardından Kafkas cephesinde savaşan Mervan, 732’de Halife Hişâm tarafından emrinde savaştığı Mesleme b. Abdülmelik’in yerine el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine tayin edildi. Askerî bakımdan önemli olan bu bölgede kaldığı on iki yıllık süre içinde Hazarlara karşı başarılı seferler düzenledi. Mervan, Hişâm’ın ölümü üzerine yerine geçen Halife II. Velid’e gönderdiği biat mektubunda Emevî zihniyetiyle örtüşen bir üslûp kullandı. Kendisini bu önemli göreve getiren Hişâm’ı zalim olarak nitelerken yeni halifeyi överek gönlünü aldı. II. Velid’in, Emevî ailesinden Yezid b. Velid’in liderliğindeki bir isyan sonucu öldürülmesi, siyasi tecrübesini arttırmış güçlü bir vali ve kumandan olan Mervan’a taht yolunu açmıştı. Mervan, Velid’in intikamını almak ve onun iki oğlunun halifelik haklarını savunmak iddiasıyla III. Yezid’e biat etmeyi reddetti. Ordusunun başında 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 189 İrmîniye’den ayrılıp el-Cezîre’ye geldi. Ancak Derbend’de vekil bıraktığı Sâbit b. Nuaym ve emrindeki Suriyeli Yemenlilerin III. Yezid’e biat ettiğini duyunca geri dönmek zorunda kaldı. Suriye’ye götürmek vaadiyle itaatlerini sağladığı isyancı birliklerle Harran’a gitti ve onları terhis ederek Suriye’ye gönderdi. Ardından Suriye üzerine gitmek için hazırlıklarını tamamladığı sırada III. Yezid’in kendisini el-Cezîre, İrmîniye, Musul ve Azerbaycan valiliğine getirmek istediğini bildiren mektubunu aldı. Teklifi kabul edip isyandan vazgeçerek Yezid’e biat etti. Mervan, III. Yezid’in ölümünden sonra halife olan ve sadece Suriye’nin güneyindeki Yemenli kabilelerce tanınan İbrahim b. Velid’e biat etmedi. Ardından İbrahim’in ordusuyla karşılaştığı Aynülcer Savaşı’nı kazanarak (18 Kasım 744), Velid’in öldürülmesine adı karışan iki kişi hariç diğerlerini Velid’in oğulları adına biat alıp serbest bırakıp Dımaşk’a gitti. Savaştan sağ kurtulan Süleyman b. Hişâm, İbrahim ve bazı yakınları, halifeliğin II. Velid’in oğullarına kalması durumunda babalarının katillerinden intikam alacaklarını düşünerek Mervan Dımaşk’a ulaşmadan Velid’in hapiste bulunan iki oğlunu öldürmeyi kararlaştırdılar. Süleyman bu kararın uygulanmasının ardından beytülmaldeki malları askerine dağıttı ve İbrahim’i alıp Kelbîlerin merkezi Tedmür’e kaçtı. Mervan ordusunun başında Dımaşk’a girdiğinde iki kardeşin öldürüldüğünü öğrendi. Bu gelişme Mervan’ı halifeliğe bir adım daha yaklaştırdı. Emevî ailesinden Ebû Muhammed es-Süfyânî, öldürülmelerinden az önce iki kardeşle birlikte olduğunu ve kendisine Mervan lehine vasiyette bulunduklarını söyleyerek ona biatı gündeme getirdi. Bunun üzerine orada bulunanlar Mervan’ı halife ilân ettiler (7 Aralık 744). Gücünü Kuzey Arabistan kökenli kabilelerden alan II. Mervan, hilâfet merkezini Şam’dan bunların çoğunlukta olduğu Harran’a taşımak zorunda kaldı. Böylece Suriye iki parçaya ayrıldı. Haricîlerle Mücadele II. Mervan Suriye’deki isyanlarla uğraştığı sırada Irak’ta kargaşa vardı. III. Yezid’in Irak valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz, Mervan’ın halifeliğini kabul etmeyip Irak valiliğine tayin edilen Nadr b. Said’e karşı bir mücadele başlattı. Yine aynı sıralarda Irak’ta Haricîlerden Sufriyye, Dahhâk b. Kays eş-Şeybânî liderliğinde isyan etmişti. Mervan Irak’a gitmek için yola çıktığında da yeni bir isyanla karşılaştı. Ordusundaki Suriyeli askerler Kınnesrîn’den geçerken orada ikamet eden Süleyman b. Hişâm’a biat etmişlerdi (745). Mervan, kısa sürede etrafında büyük bir kuvvet toplayan ve üzerine gönderdiği öncü birliklerini yenen Süleyman’ı Hufaf denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı; alınan esirlerin büyük kısmını kılıçtan geçirdi. İsyancıların eline düşen Humus’a giderek beş ay kadar süren bir kuşatmadan sonra burayı ele geçirdi. Ardından muhtemel isyanları önlemek amacıyla Humus, Ba’lebek, Dımaşk, Kudüs ve diğer Suriye şehirlerinin surlarını yıktırdı. 746 yazında Suriye’yi itaat altına aldı. Bu sırada Irak’taki isyancılar da güçlerini iyice arttırdılar. Şehrizor, İrmîniye ve Azerbaycan Haricîlerinin desteğini alan Dahhâk b. Kays, birlikte hareket eden Abdullah b. Ömer ve Nadr b. Said’i yenerek Nisan 745’te Küfe’yi ele geçirdi; bir süre sonra da Musul’a hâkim oldu. Bu sırada Humus muhasarasıyla meşgul olan Mervan Dahhâk’ın üzerine oğlu Abdullah’ı gönderdi. Abdullah’ın Nusaybin civarında Haricîlere yenildiğini duyunca bizzat harekete geçti ve Kefertûsâ’da liderleri Dahhâk’ın da öldürüldüğü büyük savaşta Haricîleri bozguna uğrattı (746). İsyanlarını sürdüren Haricîlerle şiddetli savaşlar yaptıktan sonra sığındıkları Musul’u kuşatı. Dokuz ay süren bu kuşatmanın ardından şehre girerek Horasan’a kaçanları takip ettirdi. Liderleri Şeybân b. Abdülaziz’i ve pek çok askerini ortadan kaldırıp Irak’taki Haricî problemini halletti (747). 190 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Basralı Haricî lideri Ebû Hamza eş-Şârî, 746 yılı hac mevsiminde Mekke’ye giderek Tâlibül-hak lakablı Abdullah b. Yahyâ’ya biat etmiş; ikisi Hadramut’a geçip Abdullah’ın halifeliği için biat almaya başlamışlardı. Böylece Haricîler Hicaz’da da etkinlik kurmak istiyorlardı. 747’de davet için Mekke’ye gelen Ebû Hamza şehri kontrol altına aldıktan sonra aynı yılın ekim ayında Medine’yi de ele geçirdi. Bunun üzerine Mervan tarafından Medine’ye gönderilen ordu, Ebû Hamza’yı hezimete uğratarak Mekke’yi de geri aldı (748). Abdullah b. Muâviye ve Emevî İktidarı Hz. Ali’nin kardeşi Cafer-i Tayyâr’ın oğlunun torunu Abdullah b. Muâviye’nin doğumu ve hayatının ilk dönemi hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Zamanının önemli şairlerinden olan Abdullah 744 yılı sonbaharında Küfe’ye gitti. Küfe valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz ona yakın ilgi göstererek kendisine tahsisat bağladı. Bu sırada Emevî tahtına çıkan İbrahim b. Velîd’e biat etmeyi kabul etmeyen II. Mervan isyan etti. Vali bu karışık durumda başına dert açmasından endişe ettiği Abdullah b. Muâviye’yi hapsetti, fakat Mervan karşısında destek sağlamak gayesiyle de tahsisatını artırdı. Kûfe’deki Hz. Ali taraftarları Hâşimîlerin halifeliğe Emevîlerden daha lâyık olduğunu savunanların teşvikiyle Abdullah isyan bayrağını açtı (Ekim 744). Etrafında daha önce Mugîre b. Said’e bağlı bir grupla, Zeydîlerden müteşekkil oldukça kalabalık bir taraftarı vardı. Bu isyanın asıl sebebi, Hz. Ali’nin torunu Ebû Hâşim’in vefatından sonra ortaya çıkan olaylarla ilişkilendirilir. Ebû Hâşim’in vefatından sonra ona bağlı olanların bir kısmı imamet iddiasında bulundu. Bunlardan Ebû Hâşim’in, imameti Abdullah b. Amr el-Kindi’ye vasiyet ettiğini iddia edenler, Ebû Hâşim’deki ilâhî ruhun ona intikal ettiğini söylüyorlardı. Ancak Abdullah b. Amr’ın taraftarlarından biat almaması ihanet olarak görerek kendilerine yeni imam olarak Abdullah b. Muâviye’yi seçmişlerdi. Böylece siyaset alanına giren Abdullah ve taraftarları vali tarafından kuşatılınca savaş alanını terk edip Kûfe’deki iç kaleye sığındılar. Daha sonra şehri terketmeleri şartıyla kendilerine eman verildi. Abdullah, taraftarlarıyla İran’a giderek önce İsfahan’ı daha sonra da İstahr, Cibal, Kirman, Hûzistan ve Kumis’i ele geçirdi. Taraftarları arasında, başta mevalî olmak üzere her gruptan insan ve bazı Emevî ileri gelenleri vardı. Bunlar ortak düşmanları Mervan’a karşı iş birliği içindeydiler. Abdullah sağladığı bu destekle bölgedeki egemenliğini güçlendirerek kendi adına para bastırdı. Mervan, halifelik makamını ele geçirip idareye hâkim olunca kumandanlarından Âmir b. Dubara’yi ona karşı gönderdi. Yapılan savaşta mağlûp olan Abdullah Horasan’a kaçtı. Burada Abbasîler adına faaliyette bulunan Ebû Müslim’den ilgi ve yardım göreceğini umarak ona kendisini himaye etmesi için edebî değeri haiz bir mektup yazdı. Ancak umduğunu bulamadığı gibi onun emriyle hapsedildi ve bir müddet sonra da öldürüldü (747). Zap Suyu Savaşı ve Bir Dönemin Kapanışı Tahta oturduğu andan itibaren cepheden cepheye koşmak zorunda kalan II. Mervan yaklaşık üç yıl içinde el-Cezîre, Irak, Suriye, Mısır ve Arabistan’da kontrolü sağlayarak başşehir Harran’a döndü. Ancak tam bu sırada kendisini ve Emevî hanedanını ortadan kaldıracak büyük bir isyanla karşılaştı. Horasan Valisi Nasr b. Seyyâr’ın bütün ikazlarına rağmen ilgilenemediği bu tehlike Abbasî ihtilal hareketiydi. Horasan’daki Emevîlere muhalif unsurları bir araya getiren ve bilhassa İranlı mevalî Mûte Savaşı’ndaki fedakârlığından dolayı Hz. Peygamber’in Zülcenâhayn lakabı verdiği büyük dedesi Cafer-i Tayyâr’ın bu lakabına nispetle, Abdullah’ın etrafında toplanarak onu imam tanıyan gruba Cenâhiyye denilir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 191 tarafından desteklenen Ebû Müslim el-Horasânî; 747 Haziran’ında siyah bayrağı açarak Abbasî isyanını başlattı. Ebû Müslim, II. Mervan ve Irak valisinden ciddi bir yardım alamayan Nasr b. Seyyâr’ın barış tekliflerini reddetti. İki taraf arasındaki çatışmalar sürekli Nasr’ın mağlûbiyetiyle sonuçlandı. Nasr 15 Ocak 748’de Horasan valilik merkezi Merv’i, Haziran ayında Nîşâbur’u terk etmek zorunda kaldı; Irak’tan gönderilen kuvvetler ulaşamadan sığındığı Kumis’i de kaybetti. 749 yılı sona ermeden Abbasîler Horasan’ın tamamını kontrol altına aldılar. Bir süre sonra Küfe’yi ele geçiren Abbasî ihtilalinin önderleri Ebü’l-Abbas esSeffâh’ı halife ilân ettiler (28 Kasım 749). Abbasîlerin ilk halifesi olarak biat alan Seffâh amcası Abdullah b. Ali’yi Mervan’a karşı gönderdi. Savaş hazırlıklarını tamamlayıp Harran’dan Musul’a hareket eden Mervan, Büyük Zap suyunun sol sahilinde Abbasî ordusunu karşısında buldu. 16 Ocak 750’de başlayan ve gün geçtikçe şiddetini arttıran savaş 25 Ocak Cumartesi sabahı Mervan’ın ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Askerî kabiliyetine ve daha büyük bir orduya sahip olmasına rağmen mağlûbiyeti, onun ordusundaki Mudarî ve Yemenî kabileler arasındaki rekabete, özellikle de Suriyeli askerlerin kendisine olan kırgınlıklarına bağlanır. Mervan, kumandan olarak girdiği savaşlarda aldığı bu ilk mağlûbiyetin ardından emrindeki kuvvetlerle Harran’a çekildi, ancak orada da tutunamadı. Kendisini takip eden Abdullah b. Ali’nin önünden kaçarak Kınnesrîn, Humus ve Dımaşk üzerinden Filistin’e geçti. Kaçışını Mısır istikametinde devam ettirdi ve düşman askerinin yararlanmasını önlemek için geçtiği yerlerdeki ekinleri yaktırdı. Yukarı Mısır’ın Bûsîr köyünde kendisine ulaşan Abbasî kuvvetleriyle girdiği çatışma sırasında öldürüldü (5 Ağustos 750). Vâsıt’ta direnen eski Irak valisi Ebû Halid İbn Hübeyre’nin de teslim olmasıyla Emevî Devleti tarihe karıştı. Emevî ailesi mensuplarının tamamını ortadan kaldırmak isteyen Abbasîler, Kuzey Afrika’ya kaçıp oradan Endülüs’e geçerek Endülüs Emevî Devleti’ni kur’an Abdurrahman b. Muâviye b. Hişâm dışındakileri katlettiler. Halifeliği beş yıl on ay süren II. Mervan, Harran Büyük Camii’ni (Firdevs Camii) genişleterek burada büyük bir saray yaptırdı. el-Cezîre eyaletinin merkezi haline getirip ayrı bir divan tahsis ettiği Musul şehrini genişleterek caddeler açtırdı, etrafını surlarla çevirerek büyük bir cami inşa ettirdi. II. Mervan halife olunca II. Velid’in çocuklarının katilleri başta olmak üzere muhaliflerine nasıl davrandı? Araştırınız. Emevî Devleti’nin Çöküş Sebepleri Emevî Devleti’nin çöküşünü hazırlayan ve yıkılmasına sebep olan nedenleri son dönem halifelerine, özellikle de II. Mervan’a bağlamak doğru değildir. Çünkü 661-750 yılları arasında hüküm süren Emevî hanedanının uzun ömürlü olmaması, kuruluşundan itibaren ortaya çıkan gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Genel kabul gören ve Emevîlerin tenkit edildikleri hususlardan da olan sebepler şu şekilde maddeleştirilebilir: 1. Emevîler istişare temeline dayanan, ehliyeti esas alan, şûra ve biat esasları etrafında kurumlaşan hilâfet sistemini değiştirdiler. Yerine kuvvete dayanan ve babadan oğula veya aileden birine intikal eden saltanat uygulamasını getirdiler. Böylece İslâm’ın ön gördüğü devlet reisliği, Arap asil sınıfına dayanan hükümdarlığa dönüşerek, evrensel İslâm devleti gitgide etnik unsura dayalı bir hâle geldi. Böylece resmen olmasa da, fiilen mutlak verasete 4 192 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dayalı bir hükümdarlığa dönüşen Emevî hilâfetinin meşruiyeti tartışılan bir konu oldu. Emevîlere karşı oluşan Şiî, Zübeyrî ve Haricî muhalefet propagandalarını hilâfetlerinin meşru olmadığı iddiasına dayanarak yürüttüler. Emevî Devleti’nin çöküşüyle sona eren meşruiyet fikrinin meyvelerini ise gizli propagandalarını çeyrek asır Hz. Ali evlâdı adına yürüten Abbasîler topladı. 2. Hilâfetin yapısında meydana gelen bu önemli değişiklik İslâmiyet’le ortadan kaldırılmaya çalışılan, Câhiliye dönemi alışkanlığı kabilecilik anlayışının yeniden ortaya çıkardı. Kabilelerarasında İslâm’dan önce görülen rekabet ve savaşlar İslâm’la birlikte büyük çapta ortadan kalkmıştı. Ancak fetihlerden sonra siyasî ve iktisadî menfaatler eski düşmanlıkları yeniden körükledi. Askerî teşkilâtın kabile temeli üzerine oturması, kabile asabiyetiyle hareket eden halifelerin iktidar hırslarıyla karşılıklı ve dönüşümlü olarak kabileleri kullanmaları, bazen iki veliahtin tayini toplumun KuzeyliGüneyli ya da Mudarî-Yemenî diye bölünmesini beraberinde getirdi. Bunun sonucunda kuzey ve güney Arapları hiç kesilmeyen rekabet ve mücadelelerini Emevî iktidarı üzerinden yürütmeye başladılar. Özellikle Emevî iktidarının temel dayanağı Yemenli kabilelerin son dönemlerde devletin aleyhine dönmesi yıkılışı çabuklaştırdı. Emevî hilafetinin meşru olmadığı iddiasına dayanan muhalefet hareketlerinin gelişerek isyana dönüşmesinde de kabilecilik anlayışı etkin bir rol üstlendi. 3. Emevî Devleti’nin en karakteristik özelliği bir Arap devleti olmasıdır. Kuruluştan itibaren bu özellik kendini hissettirmiş, ilerleyen yıllarda çok daha belirgin bir şekilde katı bir ırkçılığa dönüşmüştür. Arapçılık taassubuyla, Müslüman olsalar dahi Arap olmayan tebaa, Arapların faydalandığı birtakım haklardan mahrum edildiler. Bu durum Arap olmayan unsurların Araplara bakış açısını etkilemiş, zamanla da idareden nefret etmelerine sebep olmuştur. Bütün bunlar mevalînin yönetim aleyhtarı bütün oluşumları desteklemesine ve muhalefet hareketleri içerisinde yer almasına yol açmıştır. Haklarının verilmediğini görerek yönetime muhalif güçleri desteklemeyi kendine prensip edinen mevalînin en sonunda Abbasî davetine katılması, Emevîlerin yıkılmasını amaçlayan bu hareketin sonuca ulaşmasına önemli katkı sağlamıştır. 4. Emevî yöneticilerinin Müslümanların hafızalarında derin izler bırakan ve toplumu rahatsız eden bazı olayların içinde yer almış olmaları, halkın idareden soğumasını beraberinde getirmiştir. Başta Ali Evlâdı olmak üzere muhalifleri çok sert usullerle bastırmaları, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi, Medine’nin işgal edilmesi, Kâbe kuşatmaları gibi Müslümanların maşeri vicdanında derin yaralar açan ve ayrılıklara sebep olan olaylar toplumla devletin arasının kapanmayacak şekilde açılmasına sebep olmuş ve fikrî ihtilaflara zemin teşkil etmiştir. 5. II. Velîd’in halifelikten hal`edilmesinde aile arasında ortaya çıkan iç mücadele Emevîler döneminde bir dönüm noktasıdır. Bu olayla, yıllardan beri Emevîlerin egemen olduğu ve iktidarlarının en büyük destekçisi Suriye ikiye bölündü. Bunun üzerine II. Mervan Dımaşk’ın yerine Harran’ı hilâfet merkezi yaptı. Emevîler hakkında ayrıntılı bilgi için İ. Aycan-İ. Sarıçam’ın Emevîler adlı eserine başvurabilirsiniz. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 193 Özet I. Velid zamanındaki fetihleri ve medeni gelişmeleri tanımlayabilmek Babasının yönetim politikasını sürdürmek isteyen Velid, başta Irak valisi Haccâc olmak valileri görevlerinde bıraktı. Ardından İslâm tarihinin ikinci büyük fetih harekâtını başlattı. Velid dönemi, Mâverâünnehir fâtihi Kuteybe b. Müslim, Sind ve civarının fâtihi Muhammed b. Kasım esSekafî, Anadolu gazalarının meşhur ismi kardeşi Mesleme b. Abdülmelik, İspanya fâtihleri Târik b. Ziyâd ve Mûsâ b. Nusayr gibi ünlü kumandanlarının fetihleriyle dopdolu geçti. Ülkenin sınırları Türkistan’dan Fransa içlerine, Anadolu’dan Hindistan sınırlarına kadar genişledi. Müslümanlar dünya hâkimiyetine doğru önemli mesafe katettiler. Ülkenin imarına büyük önem veren I. Velid, Kudüs’teki Mescid-i Aksa ile Dımaşk’taki Emeviyye Camii başta olmak üzere camiler yaptırdı, köprüler inşa ettirdi ve yeni yollar açtırdı. Sağlıkla ilgili her türlü ihtiyacın karşılandığı çok amaçlı tesisler yaptırdı. Ömer b. Abdülaziz’in İslâm tarihindeki yerini açıklayabilmek İyi bir eğitim ve öğretim gören Ömer b. Abdülaziz Medine valiliği yaparak bürokratik deneyim kazandı. Kendisinden önceki ve sonraki Emevî devlet başkanlarından çok farklı bir anlayışa sahip olan Ömer ile birlikte Hulefâ-yi Râşidîn dönemindeki halifelik zihniyeti tekrar gündeme geldi. Âlimlerin görüşlerine büyük değer veren ve uyarılarını dikkate alan Ömer, halka zulmeden ve halk tarafından sevilmeyen vali ve diğer önemli devlet memurlarından büyük bir kısmını görevden alarak yerlerine bilgili, dürüst ve güvenilir kimseler tayin etti. Halife, kendisinden önce haksız yere el konulmuş eşya ve mallan hazineye devretti. Toplumun her kesimine haklarını vererek onları memnun etmek isteyen halife yönetime muhalif gruplarla barışmanın yollarını aradı. Çeşitli unsurları birbirleriyle kaynaştırmaya çalışarak, Hz. Ali evlâdına ve onları destekleyenlere karşı çok iyi davrandı. Haricîlere karşı ikna yoluyla mücadeleyi prensip edindi. Devletin kuruluşundan beri adeta ikinci sınıf insan muamelesi gören mevalîden alınan haksız vergileri kaldırarak bütün Müslümanları eşit hale getirdi. Gayri Müslimlerin hukukuna da riayet ederek haklarını vermeye çalıştı. Ülkede yaşayan diğer din mensupları arasında İslâm dinini yaymak için büyük çaba gösterdi. Bu çalışmalar sayesinde bilhassa Berberiler ve Türkler arasında İslâmiyet hızla yayıldı. Beşinci râşid halife olarak kabul edilen Ömer’in halifeliği yaklaşık iki buçuk yıl sürdü. Halifeliğe ehil olanın istişare yoluyla seçilmesi sistemini yeniden başlatmak istiyordu; ancak bunu gerçekleştiremedi. Abbasî ihtilalinin oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilmek Abbasîler hilâfet makamını ele geçirmek için oluşan bütün şartları kendi lehlerine ustaca kullandılar. Ülke çapında yaygın olan memnuniyetsizlikten faydalanan Abbasîler, kısa zamanda Emevîlere karşı başlatılan harekete yön vermeye başladılar. Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın torunu Ali babası ve dedesi gibi siyasi olaylarla ilgilenmeyip ilimle meşgul oluyordu. Ancak I. Velîd’in baskısı üzerine Dımaşk’ı terk ederek 714’de, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye giderek ihtilal hareketini başlattı. Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’i destekliyordu. Ebû Hâşim’in ikametgâhını Humeyme’ye nakletmesiyle Abbasîler Şiîlerin desteğini de sağladılar. Abbasî propagandası ve yeraltı faaliyetlerinin merkezi Kûfe olup bu faaliyetleri yürüten teşkilât 718’de kuruldu. Abbasî hareketini on iki nakîb ve bunlara bağlı yetmiş dâî büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Biat kendileri için değil, ileride Peygamber ailesinden, üzerinde ittifak edilecek bir şahıs adına alınıyordu. Abbasî davetinin propoganda sahası ise Horasan’dı. Hidaş’la başlayan faaliyetler Ebû Müslim ile en üst seviyeye ulaştı. 1 2 ?3 194 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Emevîlerin yıkılış süreci ve sebeplerini anlatabilmek Hilâfetin saltanata dönüşmesi kabilecilik anlayışının yeniden ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Askerî teşkilâtın kabile temeli üzerine oturması, kabile asabiyetiyle hareket eden halifelerin kabileleri kullanmaları, toplumun Kuzeyli-Güneyli ya da Mudarî-Yemenî diye bölünmesine sebep oldu. Hilâfetteki bu dönüşüm Emevî iktidarının meşruiyetinin tartışılmasına sebep olduğu gibi muhalefet hareketlerine de zemin teşkil etti. Emevîler hilâfeti Arap asil sınıfına dayanan hükümdarlığa dönüştürerek devleti etnik unsura dayalı bir hâle getirdiler. Araplar giderek imtiyazlı bir sosyal sınıf durumuna gelirken İslâmiyet’i kabul eden Arap olmayan unsurlar ise ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Bu tutum iktidara karşı kuvvetli bir muhalefetin doğmasına zemin hazırladı. Emevî yöneticilerinin Müslümanların hafızalarında derin izler bırakan ve toplumu rahatsız eden bazı olayların içinde yer almış olmaları da, halkın idareden soğumasını beraberinde getirdi. II. Velîd’in halifelikten hal`edilmesinde aile arasında ortaya çıkan iç mücadele sonunda Suriye’nin ikiye bölünmesi Emevîlerin sonu anlamına geliyordu. Bu arada, son Emevî halifelerinin beceriksiz ve vizyon sahibi olmadıkları da unutulmamalıdır. Bütün bunların yanında diğer bir yıpratıcı güç de Abbasîler idi. Abbasîler hilâfet makamını ele geçirmek için bütün bu şartları kendi lehlerine ustaca kullandılar. 4 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 195 Kendimizi Sınayalım 1. Orta Asya’da Türklerin yoğun yaşadığı yerlerdeki mücadelesiyle öne çıkan komutan aşağıdakilerden hangisidir? a. Musa b. Nusayr b. Mesleme b. Abdülmelik c. Kuteybe b. Müslim d. Muhammed b. Yusuf e. Tarık b. Ziyâd 2. İspanya’ya ilk keşif birliği aşağıdakilerden hangisi kumandası altında gönderilmiştir? a. Tarık b. Ziyâd b. Tarîf b. Mâlik c. Kuteybe b. Müslim d. Mesleme b. Abdülmelik e. Musa b. Nusayr 3. Aşağıdakilerden hangisi Ömer b. Abdülaziz’in yönetim anlayışını benimsememiştir? a. Haricîler b. Hz. Ali taraftarları c. Zimmîler d. Emevîler e. İbâzîler 4. Aşağıdakilerden hangisi Süleyman b. Abdülmelik döneminde etkin rol oynamıştır? a. Yezid b. Mühelleb b. Haccâc b. Yusuf c. Kuteybe b. Müslim d. Ubeydullah b. Ziyad e. Musa b. Nusayr 5. Aşağıdakilerden hangisinin annesi bir cariyedir? a. Abdülmelik b. Mervan b. Yezid b. Muâviye c. Hişâm b. Abdülmelik d. Ömer b. Abdülaziz e. İbrahim b. Velid 6. Hişâm b. Abdülmelik hilafet merkezini Şam’dan nereye nakletmiştir? a. Harran b. Rusâfe c. Bağdat d. Nişabur e. Medine 7. İslâm’ın yayılışı aşağıdakilerden hangisi döneminde hızlanmıştır? a. Yezid b. Muaviye b. Süleyman b. Abdülmelik c. Ömer b. Abdülaziz d. Yezid b. Abdülmelik e. Hişâm b. Abdülmelik 8. Aşağıdaklerden hangisi Emevî tahtına çıkamamamıştır? a. Yezid b. Abdülmelik b. Velid b. Abdülmelik c. Süleyman b. Abdülmelik d. Mesleme b. Abdülmelik e. Hişâm b. Abdülmelik 9. Abbasî ihtilalinin hazırlıkları aşağıdaki şehirlerden hangisinde başlamıştır? a. Mekke b. Harran c. Şam d. Fustât e. Kûfe 10. Aşağıdaki olaylardan hangisi Emevî Devleti’nin yıkılış sebepleri arasında sayılamaz? a. Kâbe kuşatmaları b. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi c. Harre savaşı d. Hz. Hasan’ın hilafeti Muâviye’ye bırakması e. Abdullah b. Zübeyr hareketi 196 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Asya Seferleri” başlığını yeniden okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse “Kuzey Afrika Seferleri ve İspanya’nın Fethi” başlığını yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı” başlığını yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız doğru değilse “Süleyman b. Abdülmelik Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “İbrahim b. Velid” başlığını yeniden okuyunuz. 6. b Yanıtınız doğru değilse “Hişâm’ın Bazı İcraatları ve Vefatı” başlığını yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı” başlığını yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Anadolu Seferleri” başlığını yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse “Abbasî Daveti’nin Başlaması” başlığını yeniden okuyunuz. 10. d Yanıtınız doğru değilse “Emevî Devleti’nin Çöküş Sebepleri” başlığını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Süleyman b. Abdülmelik kardeşi Velid’e bağlılıkları ve özellikle kendisinin tahta vâris olmasını engelleme hususundaki teşebbüsünde Velid’i destekledikleri için Haccâc, Kuteybe ve Muhammed b. Yusuf ’a düşmanlık besliyordu. Halife olunca veliahtlığına karşı çıkarak I. Velid’in yanında yer alan Kuteybe ile Muhammed’in görevlerinde kalmalarına izin vermediği gibi onları ortadan kaldırttı (715). Sıra Sizde 2 Hişâm, hilâfete geldikten sonra Irak valiliğine tayin ettiği Halid b. Abdullah el-Kasrî’yi devlet malını zimmetine geçirmek ve Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştîleri himaye etmek gibi ithamlar sebebiyle 738’de görevden aldı. Halid, on beş yıllık valiliği sırasında Irak’a en huzurlu ve müreffeh dönemlerinden birini yaşatmış, Haricî isyanları bastırdığı gibi Şiîlerin girişecekleri isyana da engel olmuştu. Ancak iç politikadaki siyasi dengeler kendisini Güney Arapları tarafını tutmaya zorlamıştır. Sıra Sizde 3 Emevîler devrinde Anadolu’da Bizans’a karşı yapılan savaşlarda ün kazanmış, Müslümanlar ve özellikle Türkler arasında büyük bir gazi-veli hüviyetiyle yüceltilip destan kahramanı yapılmış Müslüman emîrdir. Tarihi şahsiyetiyle efsanevi şahsiyeti birbirine karışan, Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar bütün Müslüman milletlerin ortak malı hâline gelen Battal Gazi’nin gerçek hüviyetiyle efsanevî hüviyetinin birbirinden ayrı olarak ele alınması gerekir. Battal Gazi’nin savaşlarını anlatan İslâm ve Bizans kaynaklarının zikrettikleri bölge, şehir ve kasaba adlarına bakıldığında onun başta Kayseri, Afyon ve Eskişehir yöresi olmak üzere, el-Cezîre ve Suriye’de faaliyet gösterdiği görülür. Battalnâme başta olmak üzere Türk kaynakları ise onu daha ziyade Malatya yöresinde savaşmış gösterirler. Battal Gazi’nin ölümüyle ilgili de çeşitli rivayetler vardır. O, bugün Eskişehir’in güneybatısında yer alan Seyitgazi kasabasının bulunduğu antik Akroinon mevkiindeki bir muharebe sırasında şehit olmuş ve buraya defnedilmiştir (740). Sıra Sizde 4 II. Mervan tahta çıkıp biat aldıktan sonra, II. Velid’in öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Kaderiyye mezhebi mensupları hariç önceden karşısında yer alan muhaliflerinin tamamın affetti. Kendisi aleyhine birleşen Abdülmelik evlâdına da dostça davranarak akrabalık hukukunu koruyacağını gösterdi. Halifelikten vazgeçtiğini açıklayan İbrahim b. Velid ile kumandanı Süleyman b. Hişâm’ı da bağışlayarak biatlerini kabul etti. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 197 Yararlanılan Kaynaklar Apak, A. (2008). Anahatlarıyla İslâm tarihi (3): Emevîler Dönemi, İstanbul. Atçeken, İ. H. (2001). Devlet Geleneği Açısından Hişam b. Abdülmelik, Ankara. Avcı, C. (2003), İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul. Aycan, İ.-Sarıçam, İ. (1993). Emevîler, Ankara. İbnü’l-Esîr (1979), el-Kâmil fi’t-târîh, I-XIII, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Ostrogorsky, G. (1991), Bizans Devleti Tarihi (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Taberi (1972), Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk (nşr. Ebu’l-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. Uçar, Ş. (1990), Anadolu’da İslâm-Bizans Müca - delesi, İstanbul. Wellhausen, J. (1963). Arap Devleti ve Sukutu (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedi - si “Abbasîler”, “Battal Gazi”, “Cüneyd el-Mürrî”, “Emevîler”, “Haccâc b. Yusuf ”, “Halid b. Abdullah el-Kasrî”, “Hişam b. Abdülmelik, “İbrahim b.Velid”, “Kuteybe b. Müslim”, “Musa b. Nusayr”, “Mürcie”, “Ömer b. Abdülaziz”, “Savâif ” ve “Süleyman b. Ab - dülmelik” maddeleri. 9 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İspanya’nın fetihden önceki durumunu ve Endülüs’ten önce Kuzey Afrika’daki İslâm fetihlerini açıklayabilecek, İspanya’nın fethinde rol oynayan sebepleri değerlendirerek fethin seyri hakkında bilgi sahibi olabilecek, Endülüs Emevî devleti hakkında genel bir değerlendirmede bulunabilecek, Endülüs’ün emîrlikten hilafete geçiş sürecini tahlil edebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • İber Yarımadası • Cebel-i Tarık • Septe • Vâdi Lekke • Kurtuba • Medînetüzzehrâ • Medinetüzâhire, • Vizigotlar • Araplar • Berberîler • Hammûdîler • Velid b. Abdülmelik • I. Hişam • I. Hakem • II. Abdurrahman • III. Abdurrahman • II. Hakem • II. Hişam • Ömer b. Hafsun • Witiza • Rodrigo • Julianus • Musa b. Nusayr • Tarif b. Malik • Tarık b. Ziyad • Ziryab • Toledo Konsili • Poitiers Savaşı • Musârra Savaşı • Rabaz İsyanı • Maliki Mezhebi İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) • MÜSLÜMANLAR İSPANYA’DA • ENDÜLÜS’TE VALİLER DÖNEMİ (714-756) • ENDÜLÜS’TE EMÎRLİK DÖNEMİ (756-929) • ENDÜLÜS’TEHİLAFETDÖNEMİ (929-1031) İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I MÜSLÜMANLAR İSPANYA’DA Hulefâ-yi Râşidîn döneminde başlayan fetih hareketleri iç siyasi olaylar sebebiyle ara sıra kesintiye uğrasa da durmaksızın sürdü. Sonuçta Müslümanlar tarafından Sâsânî İmparatorluğu’na tâbi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na ait Suriye, el-Cezîre ve Filistin ele geçirildi. Bu dönemde hâkimiyet sahasını Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde genişleten Müslümanlar daha Hz. Ömer zamanından itibaren 640 yılında Feremâ ve Bilbays, 641’de Babilon, 642 yılında İskenderiye ve ardından 643’te Trablusgarb’ı fethetmiş; Hz. Osman zamanında Bizans’ın Kuzey Afrika bölgesi yöneticisi Georgios’un merkezi Sübeytula’yı ele geçirerek Tunus’a kadar uzanan oldukça geniş bir alanın zaptedilmesini sağlamışlardı. Emevîler zamanında da fetih hareketleri sürdü. Kartaca’nın ele geçirilmesinden sonra Halife Abdülmelik b. Mervan tarafından Ifrıkiyye Valiliğine getirilen Musa b. Nusayr’ın çabaları ile Mağrib-i Evsat (Tunus ve Cezayir) ele geçirildi ve; İslamiyet bu bölgede hızla yayılmaya başladı. Aynı zamanda Mağrib-i Aksâ’yı da (Fas ve Moritanya) fethetmek için çalışmalara başlayan Musa, Abdülmelik’ten sonra Velid b. Abdülmelik döneminde de (705-715) görevine devam etti. Septe ve birkaç yer hariç Kuzey Afrika’nın tamamını hâkimiyeti altına alan Musa b. Nusayr, ayrıca Tunus’ta yaptırdığı tersane ile donanmanın güçlenmesini sağladı ve bu sayede Sardinya, Mayurka ve Minorka adalarını fethetti. Musa Berberîlerin merkezi olan ve Afrika ile Avrupa arasında geçiş konumunda bulunan Tanca’yı ele geçirmek için komutanı ve azatlı kölesi Berberî asıllı Tarık b Ziyad’ı gönderdi ve şehir 708 yılında Müslümanların eline geçti. Bundan sonra Müslümanların gözü o dönemde İberik yarımadasının tümünü kapsayan başka bir coğrafyaya İspanya’ya çevrildi. Burası Müslümanların fethiyle birlikte Endülüs olarak adlandırılmış; Müslümanlar bu ismi bölgede yönetimleri altında bulunan bütün topraklar için kullanmışlardır. Ancak Hıristiyanların Müslümanlara ait toprakları yeniden ele geçirmek için başlattıkları Reconquista hareketi sonucu bu ad zamanla Müslümanların elinde kalan daha az bir bölgeyi ifade eder hâle gelmiştir. Bölge batıdan Atlas Okyanus’u, doğudan Akdeniz ile çevrilmiş, Pirene Dağları ile Avrupa’dan, Cebel-i Tarık Boğazı ile de Afrika’dan ayrılmış son derece önemli bir konumdadır ve Müslüman fethi sayesinde İslâm Medeniyeti’nin batıdaki temsilcisi olacaktır. Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 200 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Müslümanlardan Önce İspanya Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde bulunan bölgeye özellikle V. Yüzyıldan itibaren Vandal, Alan, Suev ve Vizigot gibi Germen kavimleri girmeye başladı. İmparatorluğun bunlara karşı koymada yetersiz kalması ve bölgeyi yeniden düzenleme çabaları sonuçsuz kalınca bu Germen kavimlerinden biri olan Vizigotların 468 yılında Kral Euric liderliğinde hâkimiyetleri başladı. Evrensel imparatorluk iddiasında bulunan Bizans İmparatoru Iustinianos’un (527-565) bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na ait bu yerleri ele geçirebilmek için giriştiği mücadeleler sonucunda bölgenin özellikle güneyi 554 yılında Bizans İmparatorluğu’na geçti. Ancak bu durum uzun sürmedi; zira Kral Leovigild (569-586) tarafından bu toprakların bir kısmı tekrar ele geçirildi. Kendisine merkez olarak Toledo’yu (Tuleytula) seçen Leovigild zamanı Vizigotların İspanya hâkimiyetine neredeyse tamamen sahip oldukları bir dönemdi. Vizigotlar Germen kavmi oldukları için kurdukları bu devlette kendilerine özgü kuralları ve kanunları uygulamış ancak başarılı olamamışlardı. Adaletsiz yaklaşım, haksız uygulamalar ve alınan yanlış kararlar kendi halkı başta olmak üzere herkesin tepki duymasına yol açtı. Bu duruma Leovigild’in oğlu Recaredo zamanında (586-601) 589 yılında yapılan III. Toledo Konsili’nde mensubu oldukları Arius mezhebini bırakıp Katolikliği seçmeleri bile çare olamadı. Zira başta din adamları olmak üzere çoğu kesim bu dini kendi çıkarları için kullandı ve bu durum da toplumda büyük huzursuzluklara yol açtı. Birlikte yaşadıkları ve hiç değer vermedikleri Yahudilere yaptıkları eziyet ve onları çıkardıkları kanunlarla din değiştirmeye zorlamaları ve hatta köle kabul etmeleri mevcut durumu daha da ağırlaştırdı. Karışıklık, isyan ve taht kavgaları ülkede hiç eksik olmadı. Bu durum Kral Witiza’ya kadar devam etti; hatta onun 709 yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Agila’nın çocuk olması ve tecrübesizliği ileri sürülerek yine bir kargaşa ortamı oluşturuldu. Sonunda devlet ileri gelenlerinin isteği üzerine Agila’nın yerine kraliyet ailesine mensup olmayan Baetica dükü Rodrigo’nun (710-711) geçmesi sağlandı. Alınan bu karara Witiza’nın oğulları çok üzüldü ve tekrar tahta sahip olabilmek için çalışma yapmaya başladılar. Rodrigo’ya Septe (Ceuta) valisi Julianus da karşıydı ve bunu sonuna kadar devam ettirdi. Gerek Julianus gerekse Witiza’nın oğulları bundan sonra başlayacak olan İslâm fethinde mühim roller üstleneceklerdi. İslâm fethi öncesi İspanya hakkında geniş bilgi için B. F. Reilly’nin, The Medieval Spains ile J. F. O’Callaghan’ın, A History of Medieval Spains adlı eserlerinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. İspanya’nın Fethi Musa b. Nusayr, Kuzey Afrika’nın fethinden sonra sıranın İspanya’ya geldiğini düşünmeye başlamıştı. Çünkü Müslümanlar için İspanya’dan başka gidilecek elverişli bir bölge bulunmamaktaydı. İspanya’nın o an içinde bulunduğu otorite boşluğu ve kargaşa ortamı da Müslümanların lehine olabilecek bir durum arz etmekteydi. Ayrıca Kral Witiza’nın oğulları ve Septe hâkimi Julianus da rivayete göre kendisini fetih için İspanya’ya çağırmaktaydı. Sonunda Musa b. Nusayr, Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik’e mektup yazarak, İspanya’yı fethetmek için izin istedi. Halife de ona yazdığı mektupta Müslümanların canını tehlikeye atmamasını, bütün orduyla İspanya’ya gitmektense küçük birlikler yollayarak durumu tetkik etmesini ve ondan sonra kararını vermesini istedi. Bunun üzerine Musa, Berberî asıllı olduğu 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 201 ifade edilen Tarîf b. Mâlik komutasında 500 kişilik bir keşif birliğini İspanya’ya yolladı. İspanya’nın güneyinde Yeşil Ada’ya (Ceziretü’l-Hadra) Temmuz 710’da çıkan bu birlik durumun fetih için gayet müsait olduğunu gördü ve geri döndükten sonra izlenimleri hakkında Musa b. Nusayr’a bilgi verdi. Gelen bu haberlerle cesaretlenen Musa b. Nusayr esaslı bir fetih harekâtı için hazırlıklara başladı ve kumandanlığa Tanca Fatihi Tarık b. Ziyad’ı getirdi. Tarık, 7000 kişiden meydana gelen ve genelde Berberîlerden oluşan ordusunu kendi gemileri ve muhtemelen Julianus’un da yardımları ile karşıya geçirmeyi başardı. Ordu İspanya’nın en güney ucu Calpe’ye (Cebel-i Tarık veya Gibraltar) Nisan 711’de çıkarak karargâhını kurdu. Buradan Yeşil Ada’ya kadar olan bölgeyi kontrol altına alan Tarık ve askerleri süratle ülkenin içlerine doğru ilerlemeye başladı. Rodrigo Müslümanların harekâtı esnasında kuzeyde Pamplona ve Beşkens bölgesinde Franklarla mücadele halindeydi ve Müslümanların ülkesine girdiğini kendisine gönderilen bir haberci vasıtasıyla öğrenebildi. Hemen buradaki işlerini bırakıp Müslümanlara karşı koyabilmek için başkent Toledo’ya gitti ve süratle ordu hazırlığına başladı. Bu esnada düşman addettiği eski kral Witiza’nın çocuklarından bile yardım istedi. Onlar bu isteğe kendi gayeleri için olumlu cevap verdiler. Rodrigo tahminen 40 bin veya çok daha üzerinde olduğu ifade edilen bir orduyla Müslümanların karşısına çıktı ve ordunun sağ ve sol kanatlarının komutasını Witiza’nın oğullarına verdi. Bu esnada Müslümanların gücü Musa b. Nusayr’ın gönderdiği 5000 kişilik takviye ile 12.000 olmuştu. İki taraf Şezûne yakınlarında bulunan Rio Guadalete veya Rio Barbate Nehri civarında Lekke Vadisi’nde (Vâdi Lekke) karşı karşıya geldi. Muhtemelen 19 Temmuz 711’de başlayan ve bir günden yedi güne kadar sürdüğü konusunda değişik rakamlar verilen savaşta sağ ve sol kanada komuta eden Witiza’nın oğulları orduyu terketti. Bu davranışları Müslümanlara yardım etmekten ziyade Rodrigo’ya bırakmak zorunda kaldıkları tahtlarına yeniden kavuşabilmek içindi. Ama hiçbir şey onların istediği gibi gerçekleşmedi ve çok şiddetli geçtiği söylenen savaşın galibi Tarık b. Ziyad ve askerleri oldu. Vizigot ordusunun neredeyse tamamen imha edildiği, bu arada Rodrigo’nun da hayatını kaybettiği savaşın bitiminde İspanya’nın kapıları ardına kadar Müslümanlara açıldı. Vizigot yönetiminden memnun olmayan fakir halk ve Yahudiler, Müslümanları sevinçle karşıladı. Zaten Yahudiler fetihten sonra Vizigotlar döneminde kaybettikleri sivil ve dini hakları yeniden kazandılar. Şekil 9.1 İlk çıkarma yapılan Tarifa’dan bir görünüm (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 202 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Tarık b. Ziyad bu zaferi Musa b. Nusayr’a bildirerek önlerinde artık hiçbir engelin kalmadığını söyledi. Bundan sonra Tarık, Hıristiyanların yeniden bir araya gelerek kendileriyle mücadele etmesinden çekindiği için Julianus’un da tavsiyesiyle ordusunu üç gruba ayırarak ülke içinde ilerleyişini sürdürdü. Bizzat başında bulunduğu ana ordu Vizigotların başkenti Toledo’ya giderek buraya hâkim olurken, diğer iki birliği Kurtuba ve Elvira (İlbire) şehirlerini ele geçirdi. Tarık’ın bu fetih harekâtı sürerken sürekli haberleştiği ve kendisini bilgilendirdiği Musa b. Nusayr, Arap ve Berberîlerden müteşekkil 18.000 kişilik bir orduyla durumu yerinde görmek ve fethin devamını sağlamak için 712 yılında İspanya’ya geçti. Tarık b. Ziyad’dan farklı bir güzergâh izlemeye karar veren Musa güçlü surlarla çevrili Karmûne’yi ele geçirdikten sonra Roma İmparatorluğu zamanında eyalet başkenti olan İşbiliyye’yi ve ardından Maride’yi zapt etti. Musa b. Nusayr bundan sonra Tarık b. Ziyad ile buluşmak üzere Toledo’ya gitti. Musa’nın gelişinden haberdar olan Tarık onu daha Toledo’ya varmadan yolda karşıladı. Bundan sonra her ikisi de Endülüs’ün fethini tamamlamak için birlikte harekete geçti. İki komutan Saragossa şehrini ve civarını birlikte ele geçirdikten sonra büyük bir ihtimal ayrılarak fetihlerini sürdürdü. Musa b. Nusayr ülkenin fethedilmemiş kuzey bölgelerine doğru yönelerek Galicia (Cıllıkiye) bölgesine gitti ve ulaşılamaz yerleri hariç burayı ele geçirdi. Ardından Beşkens, Elbe (Alava), Kastilla (Kaştâle), Pamplona (Benblûne) ve Barselona fethedildi. Bundan sonra Musa, Narbone (Arbûne) ve muhtemelen Avignon’u da İslâm hâkimiyeti altına aldı. Fetih harekâtına devam etmek niyetinde olan, hatta rivayete göre hilafet merkezi Dımaşk’a batıdan doğuya doğru ilerleyip Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u ele geçirerek inme hedefinde olan Musa, Halife Velid’in kendisini çağırması üzerine dönme kararı aldı. Tarık b. Ziyad ile bir araya gelen ve onunla Endülüs’ü terk etmeye hazırlanan Musa dönmeden önce Endülüs’te idari düzenlemeler yaptı. Oğlu Abdülaziz’i vali tayin etti. Musa ve Tarık 714 yılı sonlarında Dımaşk’a gitmek için Endülüs’ten ayrıldılar. Onların gayretleri ile bilinmeyen bir coğrafyada gerçekleşen fetihlerle İspanya artık Endülüs olma yoluna girmiş ve yerleşme süreci başlamıştı. İspanya’nın fethi ileri sürüldüğü gibi zorla ve sadece ganimet elde edebilmek için gerçekleşmiş bir harekât olmayıp Müslümanlar için gidilebilecek ideal bölge olması, ülkenin iç durumu ve oradan gelen davet gibi sebeplerin etkisi ile gerçekleşmişti. Vâdi Lekke Savaşı sonrası Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyad arasındaki ilişkilerin mahiyetini araştırınız. ENDÜLÜS’TE VALİLER DÖNEMİ (714-756) 756 yılına kadar devam eden bu süreçte sayılarının yirmi veya daha fazla olduğu ifade edilen valiler göreve geldi ve Endülüs ilk başlarda Kayrevan merkezli Ifrıkiyye valiliğine bağlı olarak yönetildi. Valiler genelde Ifrıkiyye valisi veya Endülüs’teki askerler, bazen de Dımaşk’taki Emevî halifesi tarafından seçilmekteydi. Endülüs’ün ilk valisi Musa b. Nusayr’ın oğlu Abdülaziz’di. Babasının da yönlendirmesi ile İşbiliyye’yi yönetim merkezi olarak seçen, fetih hareketini sürdüren ve Rodrigo’nun eşi Egilona ile evlenen Abdülaziz 716’da vefat etti. Onun ölümünün ardından haleflerinden Hürr b. Abdurrahman es-Sekafî veya Eyûb b. Habîb el-Lahmi zamanında İşbiliyye yerine Kurtuba Endülüs’ün idare merkezi oldu. Semh b. Malik döneminde de Endülüs, hilafet merkezi Dımaşk’a bağlı bir eyalet haline geldi ve Semh ilk resmi vali oldu. Fetih hareketini Pirenelerin ötesine götürmek isteyen Semh bu 1 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 203 düşüncesini, Narbonne üzerinden Fransa’ya Aquitania Dükü Eudes’in topraklarına kadar gelmek suretiyle göstermiş ve ilk karşılaşmada onu büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ancak Eudes’in yeniden toparlanarak düşmanı olan Franklardan aldığı yardımla onun karşısına tekrar çıkması sonucu Toulouse civarında 721 yılında yapılan savaşta Semh şehit edilmişti. Semh ile başlayan Fransa içlerine yönelik fetih harekâtı haleflerinden Abdurrahman el-Gâfikî tarafından devam ettirildi. Ancak 732 yılında yapılan Poitiers Savaşı’nda alınan yenilgi ile bu harekât büyük bir darbe aldı. Oysa Abdurrahman oldukça kalabalık bir orduyla Roncevaux geçidinden Bordeaux’ya, buradan kuzeye doğru ilerleyerek Franklar tarafından dini bir merkez kabul edilen Tours civarına gelmiş, onun karşısında Aquitania dükü Eudes hiçbir varlık gösterememişti. Ancak Eudes’in aralarında husumet olmasına rağmen Merovenjiyen Frank Krallığı’nın üst düzey görevlilerinden Charles Martel’den yardım istemesi ve Charles’ın bu isteğe olumlu yaklaşması Müslümanların yenilgisini hazırlayan sebeplerin ilkini teşkil etti. Zira Müslümanlar ağır zırhlı ve birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş bu düşman ordusu karşısında çok zorlandı. Ardından ganimetlerinin yağmalandığı haberi Müslüman saflarının bozulması ve Hıristiyanların olanca güçleri ile onlara saldırmasına neden oldu. 732 yılı Ekim ayında Poitiers civarında meydana gelen savaş Müslümanların yenilgisi ve komutan Abdurrahman el-Gâfikî başta olmak üzere ordunun büyük bir kısmının şehit olmasıyla sonuçlandı. Belâtüşşühedâ yani Şehitler Düzlüğü, Şehitler Yolu veya Poitiers Savaşı Müslümanların kuzeye yönelik seferlerinin durmasına yol açtı. Bundan sonra onlar tamamen içlerine kapanarak kendileriyle meşgul olmaya başladılar. Bunun sonucunda da aralarında gereksiz sebeplerden mücadeleler başladı. Endülüs’ün fethinde büyük rol oynamış bulunan Berberîlere hak ettikleri değeri göstermeyen, idari görevleri onlarla paylaşmayan ve hatta toprak dağıtımında bile onlara verimsiz ve ekilmeyen toprakları veren Araplar, Berberîleri küstürerek 741 yılında ayaklanmalarına sebep oldular. Arapların hiç beklemediği bir anda çıkan bu isyanı bastırmada zorlanmaları üzerine Endülüs Valisi Abdülmelik b. Katan daha önce Kuzey Afrika’daki Berberî isyanlarını bastırmak için Suriye’den askerleri ile gelmiş olan Belc b. Bişr’den yardım istedi. Belc ve askerlerinin çabaları sayesinde Berberîlerin isyanı bastırıldı. Ancak bu seferde Endülüs’te Belc ve askerleri yüzünden sorunlar görüldü. Zira Endülüs Arapları kendi ekonomik ve sosyal durumları sarsılır korkusuyla Belc ve yanındakileri istememeye ve onların bir an önce geldikleri yere geri dönmelerini söylemeye başladı. İki taraf arasında bu sebeplerle yaşanan tatsızlıklar Endülüs’e yeni atanan Vali Ebû’l-Hattâr’ın aldığı tedbirler sayesinde çözümlendi. Endülüs’te bir rahatlama ve huzur ortamı oluştuğu anda bu sefer de Ebû’l-Hattâr’ın, soydaşları Yemenlileri koruduğu ve sahiplendiği, diğerlerine haksızlık ettiği ileri sürüldü. Bu nedenle Kays kabilesi ile Yemenliler arasında mücadeleler yaşandı. Olaylar her geçen gün kötüye gitmeye başlayınca çözüm olarak Kays ve Yemenlilerin sıra ile Endülüs’ü yönetmeleri kararı alındı. İlk yıl Kayslıların önemli simalarından Yusuf el-Fihri idareyi üzerine aldı. Ancak görev süresi bitince görevini Yemenlilere teslim etmeye yanaşmadı ve bu sebeple Endülüs’te yeniden sorunlar başladı. Valiler dönemi Endülüs’te yerleşmenin ve kökleşmenin gerçekleştiği bir dönemdi. Ancak Müslümanların birbirleriyle yaptıkları gereksiz mücadeleler, kavgalar ve kırgınlıklar yeni fetihlere engel olduğu gibi, Hıristiyanlara da toparlanma ve güçlenme ortamı hazırladı. İspanya’nın kuzey taraflarında bulunan Asturias ve Galicia bölgesindeki Hıristiyanlar güçlerini birleştirerek, Endülüs’e karşı başlatılan Recon- 204 İslam Tarihi ve Medeniyeti I quista hareketinin ilk öncüsü sayılan I. Alfonso’nun liderliğinde Asturias Krallığı’nı kurarak Müslümanlara yönelik seferlere başladılar. Endülüs toplumunda fetih yoluyla gelen Müslümanlar ile birlikte önceden beri bu topraklarda yaşamını sürdüren Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Müslümanlar; Araplar, Berberîler ve özellikle I. Hişam ve II. Abdurrahman zamanında sayılarında artış gözlenen Müvelled yani Müslüman olmuş İspanyollar ile Sakalibe’den oluşmaktaydı. Sakleb kelimesinin çoğulu olan Sakalibe, köle tacirleri veya korsanlar tarafından Avrupa’nın doğu kesimleri başta olmak üzere Lombardia ve bazı bölgelerden Endülüs’e getirilen Slav asıllı kölelerdi. Bunlar küçük yaşta geldiklerinden Müslüman terbiyesi ile yetiştirilmekte ve ileride azad edildikten sonra önemli görevlerde ve orduda yer almaktaydı. III. Abdurrahman döneminde ordu halifenin bunlara duyduğu güven sebebiyle Sakalibeden meydana gelmekteydi. Bu sınıf ilerleyen zamanlarda Endülüs siyasi hayatında etkin rol oynamış, hatta XI. yüzyılda aralarında Turtûşe’nin de olduğu Meriyye, Denia, Belensiye gibi şehirler Sakalibe’ye mensup komutanlar tarafından idare edilmiştir. Arap kültürünü benimsemekle birlikte İslâmiyet’i kabul etmeyenler de vardı ki bunlar Mustarib veya Mozarab olarak anılmaktaydı. Her türlü hakları devletin garantisi altında olan, aralarından aday gösterdikleri ve emîrin seçtiği bir temsilci (kûmis) vasıtası ile devlette temsil edilen Mozarablar, Endülüs Emevî devletine yıllık cizye vermekte olup, içlerinden devletin üst kademelerine kadar çıkanlara da rastlanmaktaydı. Vizigotlar zamanında çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veren ve onların çıkardığı pek çok kanunla din değiştirme ve köle olarak kabul edilme dahil insanlık dışı muamelelere maruz kalan Yahudiler ise Müslümanların gelmesine en çok sevinen taraf oldu. Zira onlar sayesinde hayatları değişerek Vizigotlar zamanında kaybettikleri bütün haklarına yeniden kavuştular. Bunların arasından da devlete üst düzey görevlerde hizmet edenler çıktı. Yahudiler özellikle IX. Yüzyıldan itibaren kuyumculuk ve ipek üretiminde söz sahibi oldular. Endülüs’teki valilerin fetih hareketleri esnasında karşılaştıkları ve Poitiers Savaşı’nda yenilmelerine sebep olan Franklar kimlerdir, araştırınız? ENDÜLÜS’TE EMÎRLİK DÖNEMİ (756-929) Endülüs, 756 yılında I. Abdurrahman’ın Endülüs Emevî devletini kurmasıyla siyasi bir teşekkül oldu ve 929 yılına kadar ‘emîr’ adı verilen idareciler tarafından yönetildi. Endülüs’ün ilk emîri Abdurrahman b. Muaviye Emevî Halifesi Hişam’ın torunuydu ve küçük yaşta babasını kaybettiği için dedesi tarafından yetiştirilmişti. Emevî Devleti’nin 750 yılında Abbasîler tarafından yıkılması ve onlar tarafından Emevî hanedanını hedef alan düşmanca takip ve katliamdan Abdurrahman azadlı kölesi Bedr ile kaçmayı başararak Suriye, Filistin üzerinden Kuzey Afrika’ya geldi. Buranın kendi geleceği için uygun olmadığını anlaması üzerine hem Abbasîlerin kendisini bulamayacakları hem de ideallerini gerçekleştirebileceğine inandığı Endülüs’e geçmeye karar verdi. Çünkü burada mensubu olduğu Emevî hanedanına bağlı ve kendisine her konuda yardım edebilecek pek çok kimse bulunmaktaydı. Bunun için Abdurrahman Endülüs’e gitmeden önce durumu tetkik etmesi ve kendi lehine çalışmalar yapması için azadlı kölesi Bedr’i bir mektupla Endülüs’e gönderdi. Bedr 754 yılında Endülüs’e gelerek önemli kişilerle görüşmeler yapmaya başladı. Bunlara mektupta belirtildiği gibi pek çok sıkıntılara ve katliamlara maruz kalan Emevî hanedanının burada halife torunu Abdurrahman ile yeniden başlayabileceğini ve bu nedenle onu desteklemenin doğru olacağını belirtti. 2 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 205 Endülüs’ten kendisine yardım edileceğine dair söz alan Abdurrahman gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra büyük bir ihtimalle 755 yılı Ağustos ayında Endülüs’e geçerek el-Münkeb de (Almunecar) karaya çıktı. Onun gelmesi uzun süredir Endülüs’ü idare eden Vali Yusuf el-Fihri’yi çok endişelendirdi. Çünkü kendi geleceğinin tehlikeye gireceğini düşünmüştü. Bu nedenle onu vazgeçirme yollarını aradı ama durum umutsuzdu. Sonuçta Abdurrahman ile Yusuf el-Fihri arasında 15 Mayıs 756’da Kurtuba Nehri yakınlarında Musârra’da çok şiddetli bir savaş oldu ve savaşı Abdurrahman kazandı. Yusuf el-Fihri kaçarak bir dağa saklanmayı tercih ederken, Abdurrahman Kurtuba’daki idare merkezine gelerek yönetimi devraldı. Böylece Endülüs Emevî Devleti I. Abdurrahman ile resmen başladı. Abdurrahman’ın Musârra Savaşı’nı kazanmasını bir türlü hazmedemeyen Yusuf ’un, bundan sonraki süreçte ona karşı bazı olumsuz girişimleri olduysa da başarılı olamadı. I. Abdurrahman yeni kurduğu bu devleti bir taraftan kurumsal bir statüye dönüştürmeye çalışırken diğer taraftan da kendisine ve devletine yönelik iç ve dış mihraklı isyanları bastırmakla uğraştı. Kendi akraba ve yakınlarının da yer aldığı bu isyanlar onu çok uğraştırsa da kararlı ve dirayetli yapısıyla bunların üstesinden gelmeyi başardı. Devletin geleceği açısından tehlike arzeden en önemli isyanlardan biri Endülüs’te Şii bir devlet kurmayı isteyen Şakyâ b. Abdülvahid’in isyanıydı. 769 yılında başlayıp, aşağı yukarı 10 yıl boyunca Endülüs Emevî devletini zorlayan bu isyan nihayet Şakyâ’nın kendi komutanları tarafından öldürülmesiyle sona erdi. Abdurrahman böylece büyük bir tehlikeden kurtuldu. Yine Barselona Valisi Süleyman b. Yakzân’ın, Hüseyin b. Yahya ile Saragossa’da başlattıkları isyanda ciddi boyuttaydı. Hatta Barselona valisi, Frank Kralı Büyük Karl ile anlaşmış ve onun Saragossa üzerine yürümesini sağlamıştı. Şehri kuşatan ancak kuşatmadan bir sonuç alamayacağını anlayan Frank Kralı geri çekilmek zorunda kalmış fakat geri dönerken Pirene Dağları’nda bulunan Roncevaux geçidinde saldırıya uğrayarak çok ağır kayıplar vermişti. Bundan sonra I. Abdurrahman ordusu ile Sarakusta’yı kuşattı. Bu esnada Hüseyin b. Yahya, Süleyman’ı öldürerek şehre tek başına sahip olmuştu. Hüseyin, Abdurrahman’ın gücü karşısında isyandan vazgeçti. Ancak daha sonra tekrar merkezi otoriteye karşı ayaklanması üzerine yakalanarak idam edildi. Abbasîler tarafından desteklenen Alâ b. Mugis’in isyanı da zorlu bir uğraş sonucu bastırıldı. Şekil 9.2 Kurtuba Ulu Camii (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 206 İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Abdurrahman zamanında kuzeydeki Hıristiyanlarla mücadele devam etti. Her ne kadar ülke içinde çıkan ayaklanma ve karışıklıklar yüzünden onlara karşı kapsamlı bir fetih harekâtı yapılamadıysa da yine de başarılı sayılabilecek seferlerde bulunuldu. Zaten bu esnada Asturias Kralı I. Alfonso’nun ölümü ile yerine geçen oğlu I. Fruela Müslümanların içinde bulunduğu durumdan yararlanarak saldırılara başlamıştı. Buna karşılık olmak üzere Bedr 767 yılında Elbe bölgesine oldukça başarılı seferler düzenledi. Endülüs’ün ilk emîri olarak her şeyde öncü olan I. Abdurrahman bir taraftan hızla devlet kurumlarını oluşturmaya çalışırken diğer taraftan da güçlü bir ordunun kurulması için uğraş verdi. Kurtuba Ulu Camii’nin inşasına başlandı ve bu bina bundan sonra gelen her emîrin katkılarıyla büyümeye devam etti. Abdurrahman ilk başlarda hutbelerde Abbasî Halifesinin adının zikredilmesine izin verdiyse de daha sonra bundan vazgeçti. 788 yılında hayatını kaybeden I. Abdurrahman sadece emîr unvanı kullandı. Ölümünden sonra yerini oğlu Hişam aldı. Babasının hareketli ve sürekli mücadele halinde olan devrinden daha sakin ve rahat bir döneme geçiş olan Hişam zamanı huzur ve barış dönemi olarak hatırlanmaktadır. Bunda adaleti ve merhameti ile ön plâna çıkan, bilinen idareci tarzından farklı bir karakter olarak beliren Hişam’ın çok büyük payı vardı. Adaleti ile meşhur Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz’i kendisine örnek alan Hişam’ın sağladığı güven ve huzur ortamı sayesinde İslâm dini ülkedeki Hıristiyanlar arasında hızla yayılmaya başlarken, âlimler de kendisinden çok fazla saygı ve himaye gördü. Fıkhi meselelerini İmam Evzai’nin görüşleriyle çözümleyen Endülüs’te Maliki mezhebinin devletin resmi mezhebi haline gelmesi de bu zamanda gerçekleşti. Çok az isyanın yaşandığı Hişam döneminde kuzeydeki İspanyol krallığına karşı önemli sayılabilecek seferler yapılarak Asturias Kralı II. Alfonso’nun yeni başkent yaptığı Oviedo ele geçirildi. Endülüs’ün en karizmatik emîrlerinden biri olan Hişam 796 yılında hayatını kaybetti ve yerine oğlu I. Hakem geçti. Endülüs mimarisinin en önemli ve en gözde yapıtlarından biri olan Kurtuba Ulu Camii İslam dünyasının üçüncü büyük camiidir. I. Abdurrahman zamanında 786 yılında yapımına başlanan bina Dımaşk’taki Emevî Camii örnek alınarak inşa edilmiş ve her gelen emîrîn katkılarıyla büyümeye devam etmiştir. Yapımında özellikle taş ve tuğlanın kullanıldığı camii, sade bir dış görünüşe fakat çok zengin iç mekân tezyinatına sahiptir. 860 sütuna oturtulan iki katlı kemerlerde kullanılan kırmızı ve beyaz taşlar estetik açıdan görünümü daha güzel ve zengin kılmakta, ayrıca süslemeler ve kûfî yazılarla bu güzellik daha da artmaktadır. Camii tezyinatında genelde bitki, yazı ve geometrik motifler kullanılmıştır. Kurtuba Ulu Camii, Kurtuba’nın 1236 yılında Hıristiyanların eline geçmesinden sonra kiliseye çevrilmiş, XVI. yüzyılda binanın orta kısmına bir katedral eklenmiştir. Şekil 9.3 Kurtuba Ulu Camii’nin içerisine eklenen katedral (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 207 Hişam’dan farklı bir karakter olarak beliren I. Hakem dönemi isyanların çok sık görüldüğü bir dönem olarak kayıtlara geçti. Amcaları da dâhil olmak üzere hemen herkesin otoriteye karşı olduğu bu dönemde en büyük tepki hiç şüphesiz âlimlerden geldi. Hişam zamanında gördükleri değeri ve elde ettikleri imtiyazları Hakem’in tahtta çıkışıyla birlikte kaybeden bu sınıf hükümdarı çok ağır eleştirmeye, onu hedef göstermeye ve halk nezdinde küçük düşürmeye başladı. Sonunda onların destek ve teşvikiyle Hakem’e karşı 805 yılında isyan için çalışmalar başlatıldı. Ancak bu teşebbüsün daha hazırlık safhasında yanlış insanlarla temasa geçilmesi gizli plânların açığa çıkmasıyla sonuçlandı ve Hakem plânda yer alanların cezalandırılmasını emretti. İsyan başlamadan sona eren bu teşebbüs çok fazla zarar vermeden halledildi ancak 13 yıl sonra 818 yılında yine âlimlerin tahrikiyle çıkan isyan bu kadar kolay atlatılamadı. Halkın bir kısmının içinde olduğu isyan Kurtuba’nın Rabaz Mahallesi’nde meydana geldi. İsyancılar Hakem’in haksız yere kendilerinden fazla vergi aldığını bu nedenle ona savaş açtıklarını ancak onun tahttan inmesi ile isyanı bitireceklerini ifade ediyorlardı. Hakem evleri ve dükkânları ateşe verdirerek son derece ciddi isyanın üstesinden gelmeyi başardı. Bu esnada çok sayıda insan öldü ve Rabaz Mahallesi’nin tamamı yıkıldı. Bundan dolayı Hakem’in lakapları arasına er-Rabazî de eklendi. Hakem isyanda yer alanların şehri terk etmelerini istedi. Bunlardan bir kısmı Kurtuba dışındaki Endülüs şehirlerine giderken, çoğunluğu Kuzey Afrika’ya gitmeyi tercih etti. Kuzey Afrika’da İskenderiye’yi tercih edenler daha sonraları Girit’e giderek burada yerleşti. Hakem döneminde Saragossa, Maride ve Toledo şehirlerinde de isyanlar görüldü. Özellikle Toledo Vizigotların başkenti olduğundan dolayı İslâm hâkimiyetini kabullenememekte ve her zaman isyan etmekteydi. Hakem bu duruma çare olsun ve şehir halkının merkezi otoriteye karşı sürekli baş gösteren isyanları sona ersin diye aslen İspanyol olan ancak Müslümanlığı kabul etmiş birini şehre vali tayin ederek halletme yoluna gitti. Bu kişinin aldığı tedbirlerle Toledo’da bir süre isyan olmadı. Hakem döneminde kuzeydeki Hıristiyanlarla mücadele sürdü ve Asturias ile Galicia bölgelerine başarılı seferler yapıldı. Ancak Franklar tarafından Barselona kenti 801’de işgal edildi. Kararlı ve disiplinli yapısıyla dikkat çeken Hakem 822 yılında hayatını kaybetti. I. Hakem’in ölümüyle yerini oğlu el-Evsat olarak tanınan II. Abdurrahman aldı. Kendisine bu isim muhtemelen daha sonraları I. Abdurrahman ve III. Abdurrahman’dan ayırt edilebilmek için verilmişti. II. Abdurrahman, babasından siyasi, dâhili ve ekonomik yönü çok güçlü bir devlet almıştı. O bu devleti çok daha ileri götürerek ülkesine düğün günleri (eyyamu’l-arus) olarak tarihe geçen huzur, refah ve mutluluk dolu bir dönem yaşattı. Tarım, dokuma, inşa ve iktisadi alanlarda ülke genelinde büyük atılımların gerçekleştiği bu süreçte ilmi ve kültürel hayatta görülen canlılık, emîrin âlimlere gösterdiği saygı ve hürmet ile daha da pekişti. Bizans İmparatorluğu başta olmak üzere Kuzey Afrika’da bulunan Salihîler ve Rüstemîlerle diplomatik ilişkiler kuruldu. Endülüs medeniyetinin tam anlamıyla oluştuğu II. Abdurrahman zamanında Hıristiyan halk arasında İslâmiyet’in hızla yayıldığı tespit edildi. Bununla birlikte bu dönemde de önceki devirlerde olduğu gibi isyanlar ve dış tehditlerin yaşandığı da oldu. Maride ve Toledo gibi şehirlerde çıkan isyanlar bastırılırken, valiler döneminde yaşanan kabileler arası mücadelelerin yeniden başlaması dikkat çekiciydi. Kays ve Yemen kabilelerinin çatışması yüzünden Tudmir’de çıkan isyan devletin bütün çabasına rağmen ancak yedi yılda bastırılabildi. II. Abdurrahman zamanında ilk kez Normanların 844 yılında Endülüs’e saldırdıkları görüldü. Bu saldırı devletin özellikle donanma ve tersane açısından hazırlıksız olduğu 208 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bir zamana rastlamasına rağmen II. Abdurrahman’ın çabası sayesinde bertaraf edilebildi. Bundan sonra süratle donanma ve tersane yapımına başlandı. Abdurrahman kuzeydeki Hıristiyanlara karşı seferlere de devam etti. Özellikle Asturias ve Galicia bölgelerine yapılan seferler çok başarılı geçti. 840 yılında emîrîn başında olduğu ordu Asturias Kralı II. Alfonso üzerine yürüdü ve bölgedeki kalelerin bir kısmını ele geçirdi. Yine aynı dönemde Franklara karşı da başarılar kazanıldıysa da Barselona kenti alınamadı. II. Abdurrahman, Endülüs’ün filozofu olarak anılan Abbas b. Firnas’a, Endülüs’e giyim tarzını, yeme içme alışkanlıklarını getiren ve bu konularda halka örnek olan şarkıcı Ziryab’a ve şair aynı zamanda edip Yahya el-Gazzal’a değer vermekte ve bunları her zaman yanında bulundurmaktaydı. 852’de hayatını kaybeden Abdurrahman’ın yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed ile başlayan ve III. Abdurrahman’ın Endülüs’ün başına geçmesine kadar devam eden süreç Endülüs’ün en karışık, en huzursuz ve devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerdi. Muhammed zamanında özellikle emîrin kendisinin sebep olduğu ayaklanmalar görüldü. Zira o Suriyeli Arapları desteklemekte diğer Arap kabileleri, Berberî ve yeni Müslüman olmuş grupları dışlamaktaydı. Böylece Suriyeli Araplar emîrin yanlarında olduğunu bildiklerinden kendilerinden olmayanlara farklı gözle bakmaya ve onları her şeyden uzak tutmaya başladı. Bu da toplum düzeninin bozulmasına ve mevcut bütünlüğün zedelenmesine yol açtı. Bu dönemde Toledo başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde isyanlar çıktı. Toledo isyanında asiler Hıristiyan kral Ordoo’dan yardım istemekten bile çekinmedi. Ordoo ise zaten Endülüs’e saldırmak için bahane aradığından bunu iyi kullandı ve bir ordu yolladı. Ancak Emîr Muhammed’in karşısında hem Ordoo hem de Toledo halkı başarısız kaldı. Norman tehdidinin II. Abdurrahman’dan sonra yeniden ortaya çıkması bu döneme denk geldi. Normanlar 859 yılında ikinci kez Endülüs’e saldırdı. Fakat bu sefer öncekinden ders alındığından devlet hazırlıklıydı. Bu sebeple Norman tehdidi kolaylıkla atlatılabildi. Kuzeydeki İspanyol krallıklarla mücadele her zaman olduğu gibi yine devam etti. 800’lü yıllardan itibaren oluşmaya başlayan ve merkezi Pamplona olan Navarra Krallığı’na ve Galicia bölgesine yönelik seferler gerçekleştirilerek başarılar kazanıldı. 886 yılında hayatını kaybeden Muhammed’in yerini ancak 2 yıl tahtta kalabilecek olan oğlu Münzir aldı. Bu kısa süren emîrliği döneminde Münzir babası zamanından başlayarak devletin başına sorun olan asi Ömer b. Hafsun ile uğraştı. Aslında Ömer sadece Muhammed ve Münzir değil bunların ardından gelen Abdullah ve III. Abdurrahman’ı da fazlasıyla meşgul edecekti. Ömer b. Hafsun’un isyanının bu kadar uzun sürmesi ve ısrarcı olmasının temel sebebi devlet yönetiminden kaynaklanmaktaydı. Çünkü Ömer b. Hafsun, Emevîlerin yönetim tarzından şikâyet etmekte, emîrlerin bütün güzellikleri alıp kendilerini acı çekmeye zorladıklarını belirtmekte ve bu nedenle adaletli davranmaktan başka hedefi olmayan kendi davasının etrafında toplanılmasını istemekteydi. Emîr Muhammed’den itibaren başlamak üzere merkezi otorite her defasında onun üzerine ordu göndermiş hatta zaman zaman kendisini yakalamış ve eman vererek Kurtuba’da emîrin yanında yaşamasına müsaade etmişti. Ancak o bir süre sonra kaçarak yine isyan hareketine kaldığı yerden devam ederek Emevî devletini uğraştırmaya devam etti. Ömer b. Hafsun, Emevîlerle mücadelede o kadar inatçıydı ki bunun için menfaat gördüğü yerlere yaklaşmaktan, Emevîlerin düşmanı olan devletlerle temasa geçmekten çekinmedi. Mesela Abbasîlere yakınlaşarak onların davasını benimsediğini, idaresi altındaki yerlerde Abbasîler adına hutbe okuttuğunu belirterek sözde onlara bağ- 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 209 lı kalmak suretiyle bağımsız bir emîrlik kurmayı düşündü ama başaramadı. Yine kuzeyde Galicia bölgesindeki Hıristiyanlarla irtibata geçerek yardım istemiş hatta onlara yaranmak adına İslâmiyet’i bırakarak Hıristiyan olduğunu söylemiş ve ismini bile değiştirmişti. Bundan başka Fatımîlerle de müttefik olma yolunda çalışmalarda bulunduğu gibi Endülüs’teki diğer asilerle işbirliği yapmaktan da çekinmedi. Münzir zamanında ailesiyle birlikte Kurtuba’da yaşamasına izin verilmesi koşuluyla teslim olacağını belirten ve bu isteği devlet tarafından kabul edilen Ömer yine sözünde durmayarak ayaklandı ve daha uzun bir süre devlete karşı gelmeye devam etti. Münzir’in 888 yılında hayatını kaybetmesinden sonra kardeşi Abdullah Endülüs tahtına çıktı. Endülüs’ün en karışık dönemine denk gelen Abdullah zamanında devlet otoritesi ülke genelinde kalmamış, hemen her bölgede Arap, Berberî ve yeni Müslüman olmuş her kesimden insanın karıştığı çok sayıda isyan görülmüştü. İsyancılar bu kargaşa ortamını fırsat bilerek bağımsızlıklarını ilan etmeye başladı. Böylece merkezi idareye sözde bağlı veya tam müstakil çok sayıda küçük devletçik kuruldu. Bu dönem halk tarafından büyük fitne ‘el-fitnetü’l-kübra’ olarak adlandırıldı. İbnü’l-Hatib’in deyimiyle “...emîrin Kurtuba’da hutbede okunan adından başka hiçbir otoritesi kalmamıştı.” Devlet genelinde pek çok sorunun olması onun kuzeye İspanyol devletlerine karşı kapsamlı bir sefere çıkmasını engelledi. Emîr unvanını kullanan son Endülüs hükümdarı olan Abdullah ülke yönetimini torunu III. Abdurrahman’a bıraktı. Özdemir’in Endülüs Müslümanları I, ve M. İmamüddin’in, Endülüs Siyasi Tarihi adlı eserleriyle P. Hitti’nin Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi isimli çalışmasının ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Endülüs Müslümanlarının mücadele ettikleri İspanyol Krallıkları hakkında neler biliyorsunuz? ENDÜLÜS’TE HİLAFET DÖNEMİ (929-1031) Endülüs’ün en seçkin ve en önemli hükümdarlarından biri olan III. Abdurrahman, küçük yaşta babasını kaybettiği için dedesi Emîr Abdullah tarafından yetiştirildi. Dedesinin himaye ve teşvikiyle tarih, edebiyat, din, harp ve siyasi konularda söz sahibi oldu. Emîr Abdullah kendisinden sonra devletin başına çocuklarının değil torunu Abdurrahman’ın geçmesini istediğinden onu veliaht tayin etti ve ölümü ile de Abdurrahman 16 Ekim 912’de Kurtuba’da tahta çıktı. III. Abdurrahman, Endülüs’ü birlik ve bütünlüğü kalmamış çok kötü bir durumdayken aldı. Ülkenin hemen hepsi isyancıların eline geçmiş, iç karışıklıklar bütün ülkeye hâkim olmuştu. Dış düşmanlar ise Endülüs’ün bu durumundan istifade etmek için beklemekteydi. Yeni emîr bu kötü duruma son vermek için hemen çalışmalara başladı. Yerel hanedanlar ve isyancılarla mücadele etti. Ömer b. Hafsun ülke için hala çok büyük tehditti ve yıkıcı faaliyetlerine bu dönemde de devam etmekteydi. Ancak öncekilerden farkı bu yeni dönemde karşısında genç, dinamik ve oldukça kararlı bir yöneticinin bulunmasıydı. Kendisi de hem yaşlı olduğundan hem de sağlık sorunları yaşadığından daha fazla direnmenin sonuçsuz kalacağını düşünerek III. Abdurrahman’dan kendisini bağışlamasını istedi. Emîr tarafından da bu istek kabul edildi ve aralarında bir anlaşma yapıldı. Ömer b. Hafsun ölünceye kadar bu anlaşmaya bağlı kaldı. Onun ölümünden sonra merkezi otorite ile çocukları uğraşacaklardı ama sonunda galip gelen devlet oldu. 3 210 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Ömer b. Hafsun’un ölümünden sonra Endülüs devleti ile mücadeleyi oğulları devam ettirdi. Onun Cafer, Süleyman, Hafs ve Abdurrahman isminde dört oğlu, bir de kızı bulunmaktaydı. Bu oğullardan Cafer babasının ölümü üzerine hareketin başına geçti. III. Abdurrahman 919 yılında Cafer tarafından idare edilen isyan merkezi Bobastro’yu (Bübeşter) kuşattı. Cafer direnemeyeceğini anlayınca barış istedi, bu istek Kurtuba’ya rehin göndermesi ve haraç vermeyi kabul etmesi şartıyla kabul edildi. Aynı yıl Ömer b. Hafsun’un diğer oğlu Abdurrahman da, hezimete uğratılarak Kurtuba’ya getirildi. Bobastro’da bulunan Cafer’in 920 yılında öldürülmesi ile yerine kardeşi Hafs geçtiyse de o bu görevi diğer kardeşi Süleyman’a bıraktı. Bununla birlikte Süleyman’ın, III. Abdurrahman’ın kuvvetleri ile 927 yılında yaptığı çatışmada öldürülmesi üzerine liderlik tekrar Hafs’a geçti. III. Abdurrahman bu duruma son verilmesi için Bobastro’yu kuşattı. Hafs direnemeyeceğini anlayınca 928 yılında eman dileyerek teslim oldu ve ailesi ile birlikte Kurtuba’ya gönderildi. III. Abdurrahman onu bağışladı ve Hafs orada yaşamaya başladı. Böylece Emîr Muhammed’den bu tarafa yıllardır devleti uğraştıran isyan III. Abdurrahman zamanında tamamen bastırılmış oldu. Bu durum emîrin nüfuz ve itibarının daha da artmasını sağladı. III. Abdurrahman döneminin en önemli iki dış tehdidi Kuzey Afrika’da beliren Fatımî Devleti ile kuzeydeki İspanyol krallıklarıydı. Şii Fatımîler kendilerini İslâm dünyasının meşru halifeleri görmekte ve kendi davalarını yeryüzüne hâkim kılmaya çalışmaktaydı. Bu sebeple aralarında Endülüs’ün de olduğu bir genişleme politikası takip etmeye başladılar. III. Abdurrahman onların tehdidine karşı donanmasını güçlendirerek 927 yılında Melila’yı ardından 931 yılında Septe’yi ele geçirdi. Deniz üssü olarak kullanacağı bu şehirlerden özellikle Septe’nin alınması Abdurrahman’ın itibarını artırdı. İki taraf arasındaki bu mücadele Fatımî Halifesi Muiz zamanında en şiddetli dönemini yaşadı ve Fatımîler Endülüs’ün Meriyye kıyılarına saldırdı. Limanda bekleyen bütün gemileri ateşe veren Fatımîlere karşı III. Abdurrahman daha fazla insan ölmesin diye önce barış içerikli mektuplar göndererek durumun daha vahim bir hale gelmesini engellemeye çalıştı. Ancak sonuç alınamayınca donanmasını komutanı Galib’in idaresine vererek Fatımî kıyılarının vurulmasını istedi. İlk saldırıda çok başarılı olmasa da 956 yılında gerçekleşen ikinci saldırı esnasında Sus, Tabarka bölgeleri yakılıp yıkıldı. Buna karşılık Muiz 958 yılında Cevher isimli kumandanını görevlendirerek tüm Magrib’i ele geçirme emrini verdi. Cevher, Tahert, Sicilmase ve Fas’ı ele geçirerek III. Abdurrahman karşısında Fatımîlerin üstün konuma gelmesini sağladı. Kuzeydeki İspanyol krallıkları bu dönemde ülke için yine ciddi sorunlar teşkil etmekteydi. Asturias Kralı III. Alfonso’dan sonra yerine geçen oğlu Garcia ile birlikte krallık Leon Krallığı olarak şekillendi ve Endülüs’e yönelik düşmanca duygular bu süreçte de devam etti. Leon Kralı Garcia’nın ölümü ile yerine kardeşi II. Ordoo geçti. Ordoo’nun Endülüs’e yönelik saldırı girişimlerine karşı Abdurrahman bir ordu göndermiş ancak iki taraf arasında 917 yılında yapılan savaşı Müslümanlar kaybederek kumandan Ahmed. b. Muhammed şehit düşmüştü. III. Abdurrahman bu yaşanan duruma çok üzüldü ve bundan sonra Hıristiyanlara karşı daha kararlı olarak mücadeleyi ele aldı. II. Ordoo, Müslümanlardan çekindiği için Navarra Kralı I. Sancho Garces ile anlaşarak birlikte hareket etme kararı aldı. Ancak III. Abdurrahman’ın gönderdiği ordu karşısında önce 918 yılında, ardından bizzat emîrin çıktığı sefer sonucunda 920 yılında büyük bir bozguna uğradı. Bu yenilgiyi Leon ve Navarra krallarının birlikte, yine emîrin kumandasındaki Müslüman ordusu karşısında aldıkları Muez yenilgisi takip etti. III. Abdurrahman üst üste kuzeye 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 211 karşı ordular göndermeyi ihmal etmedi ve hayatının sonuna kadar Hıristiyanlarla mücadeleyi sürdürdü. Ayrıca Hıristiyan krallıklar içinde görülen anlaşmazlıklarda yardımına başvurulan bir kişi oldu. Mesela 958 yılında tahttan indirilen Leon Kralı Sancho’nun yeniden hükümdar olabilmesi için III. Abdurrahman’a başvurulmuş ve o da Sancho’nun yeniden tahta çıkmasını sağlamıştı. III. Abdurrahman’a kadar Endülüs hükümdarları emîr unvanıyla yetinmişler, başka herhangi bir unvan kullanmamışlardı. Ancak III. Abdurrahman’dan itibaren bu durum değişti. Zira o Şii Fatımîlerin halifelik iddiasıyla ortaya çıkmasını, Abbasî Halifesi Muktedir’in (908-932) Fatımîlere karşı bir şey yapamamasını da düşünerek hilafet kurumuna sahip çıkmaya karar verdi. Zaten ülkesindeki durumu da kendisinin halifeliği ilan etmesi için uygundu. Bu sebeplerle III. Abdurrahman 16 Ocak 929’da kendisini halife ilan etti. Yayınladığı ve etrafa gönderdiği fermanlarla da bunun kendi hakları olduğunu belirtti. Halife III. Abdurrahman zamanında tarım, ticaret ve sanayide ülke en üst noktalara yükseldi. Bu sayede çok zengin ürünlerin Endülüs’te yetişmesine imkân verilirken, ihtiyaç fazlası olanların da ihraç edilmesi sağlandı. Ayrıca ağırlığını Sakalibe sınıfının oluşturduğu çok güçlü bir ordu kurulduğu gibi donanma da güçlendirildi. Eğitime önem verilerek, edebiyat, tarih ve diğer sahalarda yapılan çalışmalar desteklendi ve ilim insanları himaye edildi. Döneminin en karakteristik yapısı olan Medinetüzzehrâ sarayı ve şehri her gün 10 bin kişi, 1500 yük hayvanının çalışması ve Abdurrahman’ın gelirlerinin üçte birini buraya aktarması ile uzun uğraşlar sonucu inşa edildi. Bu dönemde Endülüs dünyanın en dikkat çekici ülkeleri arasına girdi. Bu sebeple Bizans İmparatoru VII. Konstantinos başta olmak üzere önemli devlet hükümdarları elçi heyetleri göndererek Abdurrahman ile dost olmak isteklerini belirtti. Endülüs’te en uzun süre yöneticilik yapan III. Abdurrahman arkasında muazzam bir devlet bırakarak 961 yılında hayatını kaybetti. Yerine oğlu Hakem geçti. Kurtuba’nın 8 km. kuzeybatısında, Cebel-i Arus (Sierra Morena) dağının güney eteklerinde kurulan Medînetüzzehrâ İslâm mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. III. Abdurrahman’ın cariyesi Zehra’nın isteği üzerine inşa ettirilen bu eser, saray ve bu sarayın etrafında gelişen bir şehirden ibarettir. 936’da yapımına başlanan Medînetüzzehrâ’nın inşası II. Hakem döneminde 976 yılında bitirilmiştir. Şehir, el-İdrîsî’ye göre üç kademeli olarak inşa edilmiş olup; şehrin üst kısmında halifenin sarayı, harem dairesi ve kale; orta kısmında bahçe ve yeşil alanlar; en alt kısmında ise Büyük Camii ile köle ve hizmetçilere mahsus evler bulunmaktadır. Şehrin üst kısmının tabanı orta şehrin, bunun da tabanı aşağı şehrin çatıları düzeyine düşmektedir. Halife 6.250.000 dinar olduğu anlaşılan vergi gelirlerinin üçte birini buraya harcadığı gibi döneminin bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmemiştir. III. Abdurrahman 13.750 genç, 6314 kadın ve kız çocuğu, 3750 kişiden oluşan kuzeyden devşirilmiş muhafız kıtasıyla birlikte Medînetüzzehrâ’da yaşamakta ayrıca sayısı 100.000’i bulan ordusu da kendisine eşlik etmekteydi. Çeşitli ülkelerden gelen elçiler bu şehirde ağırlanırlardı. Şekil 9.4 Medinetüzzehra’nın iç kısmından bir görünüm (www. greatmirror.com) 212 İslam Tarihi ve Medeniyeti I 961-976 yılları arasında hüküm süren II. Hakem, babasından her yönü ile mükemmel bir devlet devraldığı için bu durumun devam etmesi gerektiğini bilmekteydi. Sade ve barış yanlısı bir halife olması sebebiyle tahta çıkar çıkmaz onun bu iyi halinden istifade etmeye çalışan dış düşmanlarla karşılaştı. Bunlardan ilki Leon Kralı Sancho idi. Zira o Leon Krallığı’nın devamını ve kendi tahta çıkışını III. Abdurrahman’a borçlu olmasına rağmen bunu tamamen unutmuş, yaptığı anlaşmayı ihlal etmeye başlayarak Hakem’e tavır almıştı. Halife onun bu davranışına karşılık muhalifi olan ve onu tahttan indirmek için uğraşan eski kral IV. Ordoo’yu destekleme kararı aldı. Ordoo ile yapılan anlaşma Sancho’yu tedirgin edince hemen II. Hakem’e elçiler göndererek III. Abdurrahman zamanında yaptığı anlaşmaya sadık kalacağını bildirdi. Fakat bu esnada Ordoo’nun ölümüyle fikrinden vazgeçerek Endülüs’e tekrar tavır almaya başladı. Hatta müttefikleri Navarra Kralı Garcia, Kastilya Kontu Gonzales ile birlikte II. Hakem’e karşı harekete geçti. Bu yaşananlar karşısında Hakem onların üzerine giderek büyük bir zafer kazandı. Sonunda Sancho ve müttefikleri elçiler gönderip barış talebinde bulunmak zorunda kaldı ve Hakem’in de kabul etmesi üzerine onlarla barış yapıldı. II. Hakem döneminde Kuzey Afrika’da Fatımî yanlısı İdrisîlerle mücadele edildi. Bunlar liderleri Hasan b. Gannun liderliğinde Endülüs’e karşı faaliyetlerde bulunmaktaydı. 972 yılında Hakem’in gönderdiği ilk ordu İdrisîleri zor durumda bıraktı ama sonuç alınamadı. Bunun üzerine Hakem en önemli komutanlarından biri olan Galib komutasında donanımlı bir orduyu Kuzey Afrika’ya gönderdi. Galib, İdrisî reisleri ve ordu komutanları arasında para dağıtarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı da oldu. Onlar Hasan b. Gannun’u bırakarak Endülüs saflarına katılmaya başladı. Bu yaşananlar karşısında Hasan bir süre daha Endülüs ile mücadeleye devam etti fakat daha fazla direnemeyeceğini anladığından affını isteyerek teslim oldu. Yine bu dönemde Normanların Endülüs’e yönelik üçüncü saldırısı gerçekleşti. 971 yılındaki saldırı kolayca bertaraf edildi. Endülüs’ün en parlak devirlerinden biri olan bu dönemde Kurtuba Cami genişletilmiş ve başkent Kurtuba dünyanın sayılı başkentlerinden biri olmuştu. İlim tutkusu ve kitap sevgisiyle tanınan Hakem’in İslâm dünyasının önemli merkezlerinde adına kitap satın alan görevlileri bulunmaktaydı. Bu nedenle halifenin sarayındaki kütüphane çok değerli kitaplarla doluydu. Âlimleri koruyan ve onlara değer veren Hakem Endülüs’te herkesin eğitim almasını istediğinden özellikle maddi durumları iyi olmayan ailelerin çocuklarının okuyabilmesi için yatılı okullar yaptırdı. Bu sayede Endülüs’te herkesin okuma yazma öğrenmesini sağladı. Ömrünü ülkesinin refahı ve mutluluğuna adayan Hakem daha sağlığında oğlu Hişam’ın tahta çıkmasını istediğinden devletin ileri gelenlerini bir toplantıya çağırarak bu isteğini iletti ve onlara bunu kabul ettiklerine dair bir belge imzalattı. Ardından imzalanan bu belgenin çoğaltılarak ülkenin dört bir yanına gönderilmesini ve herkesin oğlu Hişam’ı kabul etmesini sağladı. Hakem, Ekim 976 yılında vefat ettiğinde yerini sağlamlaştırdığı oğlu 12 yaşındaki II. Hişam Endülüs’ün başına geçti. Aslında onun tahta çıkmasında Hakem döneminden itibaren itibarı artan Muhammed İbn Ebû Âmir ve II. Hakem’in veziri Mushafi’nin çok büyük payı bulunmaktaydı. Zira onlar Hişam’a karşı olan başta sarayın önde gelen görevlileri olmak üzere herkesi bertaraf etmeyi başararak Hişam’ın mevkiini güçlendirdiler. Endülüs’teki bu kaos ortamı her zaman olduğu gibi yine kuzeydeki İspanyol krallıkların işine yaradı ve onların Müslüman topraklarına yönelik saldırılarını tetikledi. Hıristiyanların bu saldırılarına mani olabilmek için İbn Ebû Âmir 977 yılında son derece büyük yetkilerle onlara karşı sefere çıktı. Çok başarılı geçen bu sefer Hıristiyanları öylesine korkuttu Medînetüzzehrâ’nın en önemli kısmı sarayıdır. Burada bulunan 4300 sütunun 1013’ü Kartaca ve Tunus’tan, 140’ı İstanbul’dan, 19’u Frenk krallıklarından getirilmiş, diğer sütunlar Endülüs topraklarından temin edilmiştir. Sarayda resim, süsleme ve heykel sanatları göze çarpmakta hatta Zehra’nın bir heykeli de sarayın girişinde bulunmaktadır. Saraydaki 15.000 direk altın kaplama olup, zümrüt, yakut, mermer ve inciyle süslenmiştir. Medînetüzzehrâ II. Hişam ve hâcibi İbn Ebû Âmir döneminde değerini yitirmeye başladı. 1010 yılında Berberîler tarafından yağmalanan şehir, Murâbıtlar ve Muvahhidiler zamanlarında tahrip olmaya devam etti. Hıristiyanlar tarafından 1236 yılında Kurtuba ele geçirildiğinde burasının harabe halinde olduğu ifade edilir. 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 213 ki uzun süre onlar Endülüs’e saldırma cesareti gösteremediler. Ayrıca bu sefer İbn Ebû Âmir’in nüfuzunun daha da artmasına ve askerin kendisini daha yakından tanıyarak sevmesine vesile olmuştu. Bu ilk seferden sonra da Hıristiyanlara karşı başarılı seferleri yine devam etti ve zamanla elde ettiği zaferler sayesinde daha güçlü hale geldi. Devlet yönetiminde etkinliği günden güne artmaya başlayınca kendisine engel olabilecek herkesi bertaraf etmeye veya uzaklaştırmaya başladı. Zamanla Hişam’ın bile devlet işlerine karışmaması için her türlü önlemi alarak bütün gücü kendisinde topladı. İbn Ebû Âmir, Kurtuba’nın doğusunda Medinetüzzehra’ya benzer bir şekilde Medinetüzzâhire adlı şehri inşa ettirdi. Ailesi ve kendisine bağlı insanlarla buraya yerleşerek hükümet merkezini buraya taşıdı. Orduyu yeniden düzenledi, Arap ve Sakalibeden ziyade Berberîlere orduda daha çok yer verdi. Ayrıca Leon ve Navarra krallıklarından da ücretli asker topladı. Zamanla tamamen devlete hâkim olan İbn Ebû Âmir halifelere özgü el-Mansûr unvanını kullanmaya başladı. Cuma hutbelerinde adı halifeden sonra okunmaktaydı. İbn Ebû Âmir bu gücünü oğulları için de kullanmak istedi. 991 yılında oğlu Abdülmelik’i kendi makamının varisi olarak ilan etti ve ona hâcib unvanı verdi. Diğer oğlu Abdurrahman’ı ise vezirliğe getirdi. İbn Ebû Âmir’in asıl niyeti halifeliği elde edebilmekti. Ancak Kurtuba halkından çekindiği için bunu yapamadı. Ağustos 1002’de hayatını kaybeden İbn Ebû Âmir’den sonra yerini sırayla oğulları Abdülmelik ve Abdurrahman aldı. Halife Hişam ise geri plânda kalmayı sürdürüyordu. Babasından sonra aynı göreve yani hâciblik mevkiine gelen Abdülmelik devlete büyük hizmetlerde bulunarak ekonomi, siyaset ve idarede önemli işlere imza attı. Hıristiyanlara karşı başarılı seferlerde bulundu ve Halife Hişam tarafından kendisine el-Muzaffer unvanı verildi. Ancak onun 1008 yılında ölümünden sonra yerini alan kardeşi Abdurrahman ne babası ne de ağabeyi kadar başarılı olabildi. Hiç kimse tarafından sevilmeyen Abdurrahman, Halife Hişam’a zorla baş hâciblik makamı ihdas ettirmiş, üstelik veliaht olarak kendisini seçmesi için halifeye baskı yapmıştı. Hişam da durumu âlimlerle müzakere ettikten sonra istemeyerek onu veliaht ilan etmişti. Ancak bu durum çok geniş bir kesimi harekete geçirdi. Hişam’ın bu durumu kabullenmesine ve Âmirilerin her istediğini yapmasına şiddetle karşı çıkan bir muhalefet oluştu. Sonuçta bu muhalefet Hişam’a karşı isyanı başlattı. Halkın da bizzat yer aldığı bu isyanda asiler Emevî ailesine mensup olduğu iddia edilen Muhammed b. Hişam’ın önderliğinde Halife’nin yaşadığı Medinetüzzehra’yı işgal ettiler. Hişam isyancılara elçi göndererek hayatının bağışlanması koşuluyla hilafeti bırakacağını söyledi. Muhammed ise Hişam’ın kendisi için hilafetten uzaklaşması ve bunu resmi olarak imzalaması karşılığında kabul edeceğini bildirdi. Hişam denileni yaptı ve hilafetten ayrıldı. Bundan sonra Muhammed b. Hişam, el-Mehdi unvanını aldı ve kendisine biat edildi. İbn Ebû Âmir ve oğullarının yaşadığı Medinetüzzâhire sarayının yağmalandığı ve Abdurrahman’ın katledilerek Âmiri ailesinin sona erdirildiği bu günlerde Halife Hişam da muhtemelen el-Mehdi tarafından saklanmaktaydı. el-Mehdi iyi bir idareci olmadığı gibi nezaketten uzak hareketleri ile herkesi kısa zamanda kendinden uzaklaştırdı. Bu da ona karşı 1009 yılı Haziran ayında Berberîlerin de rol aldığı büyük bir isyanın çıkmasıyla neticelendi; fakat başarıya ulaşamadı. Bunun üzerine el-Mehdi kendisine karşı geldikleri için Berberîlerin cezalandırılmasını emretti, ancak bunun sonuçları çok ağır oldu. Berberîler el-Mehdi’ye karşı Süleyman b. Hakem’i el-Mustaîn-Billah unvanıyla tahta çıkardılar ve 1009 yılı Kasım ayında Kurtuba’ya girdiler. İki taraf arasında yapılan şiddetli savaşı kaybeden el-Mehdi ve askerleri oldu. Berberîler bu esnada Halife Hişam’ın yaşadığını öğrenmelerine rağmen tahtta Süleyman’ın kalmasını is- 214 İslam Tarihi ve Medeniyeti I tediler. Toledo’ya kaçmış olan el-Mehdi yeniden Endülüs tahtına çıkabilmek için mücadelesine devam etti hatta Hıristiyan krallardan bile yardım istemekten çekinmedi. Bu sayede 1110 yılında tekrar Endülüs’ün yönetimini üzerine alsa da bu durum uzun sürmedi ve kendisine karşı yapılan bir darbe ile görevden alınarak yerine Temmuz 1010’da II. Hişam tahtta çıkarıldı. Fakat bu sefer de Berberîler Hişam’ı istemediler ve onu görevden alarak el-Mustaîn’i yeniden halife olarak seçtiler. Ancak bu halifelik kısa sürdü. Zira Hz. Ali soyuna mensup olduklarını iddia eden Şii Hammûdîler 1016 yılında bu kargaşadan faydalanarak el-Mustaîn’i azledip tahtı ele geçirdiler. Ali b. Hammûd, II. Hişam’ın öldüğünü ileri sürerek kendisini halife ilan etti. Fakat Hammûdîler Şii olmaları sebebiyle halk tarafından istenmediler. Bu sebeple bunlara karşı III. Abdurrahman’ın torunu olduğu ifade edilen IV. Abdurrahman, el-Murtazâ unvanıyla Nisan 1018’de halife ilan edildi. Ali b. Hammûd siyasi otoriteyi kaybetmemek için el-Murtazâ ve onu destekleyenlere karşı sert davranışlarda bulundu fakat birdenbire ölümü bu hareketi bitirdi. Yerine kardeşi Kasım, el-Me’mûn unvanıyla geçti ve adaletiyle ön plana çıkarak insanların sevgisini kazandı. IV. Abdurrahman ise bu yaşananlar karşısında her geçen gün kendisine katılan taraftarlarıyla birlikte Kasım b. Hammûd’u destekleyenlerle mücadele etmeye başladı. Fakat bu mücadele esnasında onu destekleyen en yakın dostlarının bile kendisini terk ettikleri görüldü. Hatta dostları onun karşısında olanlarla birlikte hareket etme kararı aldılar. Sonuçta Abdurrahman bir savaş esnasında öldürüldü ve yönetim doğrudan Kasım b. Hammûd’a kaldı. Ancak onun zamanla Berberîlere karşı olumsuz yaklaşımı ve ailesi içindeki taht kavgaları Endülüs’teki durumuna darbe indirdi. Zamanla Kurtuba halkı da onların bu halinden şikâyetçi olmaya başladı ve 1023 yılında Hammûdîlere karşı büyük bir isyan başlatıldı. İsyan karşısında hiçbir başarı gösteremeyen Hammûdîler, Kurtuba’dan uzaklaştırıldılar. Devletin ileri gelenleri, kumandanlar ve halk yeni halifeyi seçmek için Kurtuba Ulu Camii’nde toplandıklarında çoğunluğun arzusuyla Abdurrahman b. Hişam’ın halife olmasına karar verdi. Kasım 1023 yılında el-Müstazhir unvanıyla yönetimi devralan V. Abdurrahman, kendisine muhalif grupların halkı kışkırtmasıyla çıkan isyanda tahta çıkalı iki ay bile olmadan 1024 yılında feci bir şekilde öldürüldü. Abdurrahman’a karşı başlatılan muhalefet cephesinde yer alan Emevî ailesinden Muhammed b. Abdurrahman, el-Müstekfi unvanıyla halife oldu fakat yanlış uygulamaları, aldığı isabetsiz kararlarla herkesin tepkisini üzerine çekmekte gecikmedi ve böylece kendi sonunu hazırladı. Muhammed’in öldürülmesiyle artık Endülüs sonu görünmeyen bir çözümsüzlüğe doğru süratle gitmeye başladı. Altı veya yedi ay başsız kalan devlet bu süre içinde bir danışma meclisi tarafından idare edildi. Halkın isteği yeni bir halifenin seçilmesi ve halife ile yönetimin devamı yönündeydi. Sonunda IV. Abdurrahman’ın ağabeyi Hişam’ın halife olmasına karar verildi. III. Hişam’ın halkın istediği bir yönetici olmadığı kısa sürede anlaşıldı; zira eğlenceden, hoşlanan, hiçbir işten anlamayan, kararsız bir yapıya sahipti ve sonunda tahttan indirildi. Bundan sonra Kurtuba’nın önde gelenleri halifeliğin ülkeye zarar verdiğine dair görüş belirterek bunun ilga edilmesine ve ülkenin şura ile yönetilmesine karar verdiler. Böylece Endülüs Emevî devleti 1031 yılında yıkılmış oldu. 711 yılında büyük heyecan ve umutla başlayan, 756 yılında devlet teşekkülü ile daha da belirginleşen, X. yüzyılda dünyanın sayılı ülkelerinden biri olan Endülüs Emevî Devleti sona erdi. Her ne kadar 1492 yılına kadar Endülüs’teki Müslüman varlığı devam etse de bu eskisi gibi olmayacaktı. Halife II. Hakem döneminde nüfuzu artmaya başlayan Muhammed İbn Ebû Âmir ve 4 onun temsil ettiği Âmiriler kimdir? 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 215 Özet İspanya’nın fetihden önceki durumunu ve Endülüs’ten önce Kuzey Afrika’daki İslâm fetihlerini açıklayabilmek V. Yüzyıldan itibaren Vandal, Alan, Suev ve Vizigot gibi Germen kavimlerinin Roma İmparatorluğu’nun egemenliğindeki bölgeye nüfuz etmeye başladıkları görülür. Bunlardan Vizigotlar 468 yılında Euric’in liderliğinde bölgeye hâkim oldular. Bizans İmparatoru Iustinianos zamanında bölgenin güneyi 554 yılında yeniden Bizans egemenliğine girdi. Fakat kısa bir süre sonra bu toprakların önemli bir kısmını geri alan Kral Leovigild zamanında Toledo merkezli Vizigotlar, İspanya’nın neredeyse tamamına sahip oldular. Vizigotların, adaletsiz yaklaşım ve haksız uygulamaları ayrıca aldıkları yanlış kararlar kendi halkı başta olmak üzere herkesin tepki duymasına neden oldu. III. Toledo Konsili’nde mensubu oldukları Arius mezhebini bırakıp Katolikliği seçmelerine rağmen ülkede karışıklık, isyan ve taht kavgaları hiç dinmedi ve günden güne istikrarsızlık arttı. Hz. Ebubekir ile birlikte başlayan fetih harekâtı sonra gelen halifeler zamanında da devam ederek Suriye, Filistin, Mısır, İran ve Kuzey Afrika’yı içine alacak şekilde gelişti. Hz. Osman zamanında Mısır Valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serh Bizans’ın Kuzey Afrika bölgesi yöneticisi Georgios’un merkezi Sübeytula’yı ele geçirerek Tunus’a kadar uzanan oldukça geniş bir alan zapt edildi. Dört Halife döneminde başlayan fetihleri Emevîler de sürdürdüler. Halife Muaviye’nin Kuzey Afrika’nın fethiyle görevlendirdiği Ukbe b. Nafi, 670 yılında askeri bir karargâh olarak düşünülen Kayrevan şehrini inşa ettirirken, haleflerinden Hasan b. Numan Kartaca’yı ele geçirdi. Ifrıkiyye valiliğine atanan Musa b. Nusayr ise Septe ve birkaç yer hariç hemen hemen Kuzey Afrika’nın tamamını fethetti. İspanya’nın fethinde rol oynayan sebepleri değerlendirerek fethin seyri hakkında bilgi sahibi olabilmek Musa b. Nusayr, Kuzey Afrika’nın fethinden sonra İspanya’nın fethedilmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Çünkü Müslümanlar için İspanya’dan başka gidilecek coğrafi ve aynı zamanda elverişli bir bölge bulunmamaktaydı. İspanya’nın o an içinde bulunduğu otorite boşluğu ve kaos ortamı yani Vizigotlardan kaynaklanan yanlış uygulama ve adaletsizlikler Müslümanların lehineydi. Ayrıca Kral Witiza’nın oğulları ve Septe hâkimi Julianus da kendisini fetih için İspanya’ya davet etmekteydi. Bu sebeple Musa b. Nusayr, Velid b. Abdülmelik’den aldığı izinle önce Tarîf b. Mâlik komutasında 500 kişilik bir birliği ardından da Tanca Fatihi Tarık b. Ziyad komutasında 7000 kişiden meydana gelen orduyu İspanya’ya yolladı. Vizigot Kralı Rodrigo tahminen 40 bin veya çok daha fazla bir askerî kuvvetle Müslümanların karşısına çıktı. Musa b. Nusayr’ın gönderdiği 5000 kişilik takviyeyle Müslümanların gücü 12.000’e ulaştı. İki taraf Şezûne yakınlarında bulunan Rio Guadalete veya Rio Barbate Nehri civarında Lekke Vadisi’nde karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta galip gelen Tarık b. Ziyad ve askerleri oldu. Vizigot ordusunun neredeyse tamamı imha edildi ve Rodrigo hayatını kaybetti. Böylece İspanya’nın kapıları ardına kadar Müslümanlara açıldı. Endülüs Emevî devleti hakkında genel bir değerlendirmede bulunabilmek 756 yılında I. Abdurrahman tarafından kurulan Endülüs Emevî Devleti, 929 yılında III. Abdurrahman’ın ‘halife’ unvanını almasıyla emîrlikten hilafete geçti. Böylece 1031 yılına kadar sürecek halifelik dönemi başladı. Merkezi otoritenin güçlü olduğu dönemde ülkede istikrar ve huzur olduğundan bu durum ekonomik, sosyal ve kültürel her alana yansımaktaydı. Ancak merkezi yönetimin zayıf olduğu durumlarda kaos ve karışıklık ülke geneline hâkim olduğundan içte isyanlar kendini göstermekte ve devlet bütün gücüyle bunları bastırmakla uğraşmaktaydı. Bu da başta kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklar olmak üzere dış güçlere Endülüs’e saldırma imkânı sağlamaktaydı. Bu yüzden devlet iç tehdit yüzünden dış güçlere karşı kapsamlı bir mücadeleye girmekte zorlanmaktaydı. Endülüs’ün emîrlikten hilafete geçiş sürecini tahlil edebilmek III. Abdurrahman’a kadar Endülüs hükümdarları emîr unvanıyla yetinerek başka bir unvan kullanmadılar. III. Abdurrahman, Şiî Fatımîlerin halifelik iddiasıyla ortaya çıkması, Abbasî Halifesi Muktedir’in Fatımîlere karşı bir şey yapamamasını düşünerek, İslâm dünyasının siyasi ve manevi alandaki zor durumunu dikkate alarak hilafet kuruma sahip çıkmaya karar verdi. Başta Endülüs olmak üzere İslâm dünyasının tamamındaki etkin nüfuzu kendisinin halifeliği üstlenmesi için uygundu. Bu sebeple 16 Ocak 929 tarihinde kendisini halife ilan etti. Yayınladığı ve etrafa gönderdiği fermanlarla da bunun hakları olduğunu sebepleriyle açıkladı. 1 2 3 4 216 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Katolikliği seçme kararı alan Vizigot kralı aşağıdakilerden hangisidir? a. Rodrigo b. Recaredo c. Euric d. Witiza e. Leovigild 2. 711 yılında Endülüs’ü fetheden komutan aşağıdakilerden hangisidir? a. Tarık b. Ziyad b. Tarif b. Malik c. Velid b. Abdülmelik d. Musa b. Nusayr e. Abdülaziz b. Musa 3. Müslümanların Avrupa’da ilerlemelerine engel olan savaş aşağıdakilerden hangisidir? a. Vâdi-Lekke b. Toulouse c. Poitiers d. Musârra e. Muez 4. Endülüs emirlerinden hangisi zamanında âlimlerin isyan hareketinde rolü olmuştur? a. I. Abdurrahman b. I. Hakem c. Muhammed d. Abdullah e. II. Hakem 5. Ömer b. Hafsun’la ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Ömer b. Hafsun, III. Abdurrahman zamanında isyan hareketine son vermiştir. b. Ömer b. Hafsun, sadece Emîr Muhammed zamanında isyan etmiştir. c. Ömer b. Hafsun, Emîr Abdullah zamanında isyan hareketine başlamıştır. d. Ömer b. Hafsun’un isyanı kısa sürmüştür. e. Ömer b. Hafsun hiç isyan etmemiştir. 6. İlim tutkusu, kitap sevgisi ve kütüphane zenginliği aşağıdakilerden hangisi ile ilişkilendirilebilir? a. I. Hişam b. Muhammed c. II. Hakem d. II. Hişam e. Abdullah 7. I-Üçüncü Abdurrahman’ın halife olması II-Abdurrahman b. Muaviye’nin Endülüs’e geçmesi III-Endülüs Emîri Münzir’in ölümü IV-Endülüs’te Valiler döneminin başlaması Yukarıdaki olayların kronolojik sıralaması nasıl olmalıdır? a. I, III, IV, II b. II, I, III, IV c. II, III, I, IV d. III, II, I, IV e. IV, II, III, I 8. Aşağıdakilerden hangisi I. Hişam döneminde Endülüs’ün resmi mezhebi olmuştur? a. Evzai b. Hanbeli c. Hanefi d. Maliki e. Şafii 9. Aşağıdakilerden hangisi III. Abdurrahman döneminin olayları içinde yer almaz? a. Fatımîlerle kapsamlı bir mücadeleye girişmesi b. Dedesi tarafından veliaht gösterilerek tahta çıkması c. Emîrlikten hilafete geçiş sürecinin onun zamanında olması d. Devletini dünyanın en önemli ülkelerinden biri haline getirmesi e. Medinetüzzâhire Sarayı’nı inşa ettirmesi 10. Ülkesine “düğün günleri (eyyamu’l-arus)” olarak anılan bir dönem yaşatan Endülüs emîri aşağıdakilerden hangisidir? a. I. Abdurrahman b. II. Abdurrahman c. I. Hakem d. II. Hişam e. III. Abdurrahman 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 217 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Müslümanlardan Önce İspanya” konusunu yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse “Müslümanlar İspanya’da” konusunu yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Valiler Dönemi (714-756)” konusunu yeniden okuyunuz. 4. b Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. 5. a Yanıtınız doğru değilse ilgili bölümleri yeniden okuyunuz. 6. c Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Hilafet Dönemi (929-1031) konusunu yeniden okuyunuz. 7. e Yanıtınız doğru değilse ilgili konuları yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse “ Endülüs’te Hilafet Dönemi (929-1031) konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Musa b. Nusayr’ın azadlı kölesi Tarık b. Ziyad ile arasındaki ilişkiler rivayete göre Vâdi Lekke Savaşı sonrası Tarık’ın Musa’nın sözünü dinlemeyerek fetihlere devam etmesi yüzünden sarsılmıştı. Ancak Musa’nın Endülüs’e geçmesi ve Tarık’ın onu Toledo’ya gelmeden daha yolda iken saygılı ve nazik bir şekilde karşılaması ile bu ilişkiler düzelmiştir. Her ne kadar onların bu karşılaşmasında Musa’nın Tarık’a ağır sözler sarf ettiği ve sert muamelede bulunduğuna dair görüşler bulunsa da ikisinin fetih harekâtını bundan sonrası için birlikte devam ettirme gayretleri ve sonrasındaki gelişmeler bu düşüncelerin aksini ispatlamaktadır. Sıra Sizde 2 Franklar, Roma İmparatorluğu’nun kuzey ve doğu sınır bölgelerinde yaşayan, bununla birlikte Roma hâkimiyetini kabul etmeyen Germen asıllı kavimlerdendi. Bunların III. Yüzyılın ikinci yarısında Roma topraklarına girdiği, Galya bölgesi ile İspanya’yı istila ettikleri ve zamanla Merovenjiyen Frank Krallığı’nı kurdukları bilinmektedir. Müslüman fetihleri başladığı zaman Merovenjiyen Krallığı kendi içindeki nüfuzlu ailelerin yönetimi ele geçirmek için uğraştıkları bir sürece tanık olmaktaydı. Bu durum krallıkta görevli saray nazırı Charles Martel’in Frankları birlik haline getirmesi ile sona erdi. Bundan sonra Martel bütün sorunları bir tarafa bırakıp Müslümanlarla mücadele etmeye başladı. Sıra Sizde 3 I. Alfonso’nun liderliğinde 750 yılı civarında kurulan Asturias Krallığı, 911 yılından itibaren Garcia ile birlikte Leon Krallığı olarak şekillendi ve Asturias-Leon Krallığı olarak anıldı. Pamplona merkezli Navarra Krallığı ise 800’lü yıllardan itibaren şekillenmeye başladı; ancak 905 yılından itibaren I. Sancho Garces ile resmileşti. X. Yüzyılda oluşumunu tamamlayan Kastilya Krallığı 1037’de I. Fernando zamanında Leon Krallığı ile birleşerek Kastilya-Leon Krallığı oldu ve Müslümanlara karşı başlatılan Reconquista hareketini sürdürdü. IX. Yüzyılda İspanya’nın kuzeydoğusunda Aragon Krallığı kuruldu ve bu krallık IV. Raymond Berenger zamanında Barselona Kontluğu ile birleşerek Barselona-Aragon Krallığı’na dönüştü. Sıra Sizde 4 Halife II. Hakem döneminin en önemli şahsiyetlerinden ve oğlu II. Hişam’ın hâcibi olan Muhammed İbn Ebû Amir 939 yılında doğdu. Ailesi tarafından çok iyi yetiştirildi. Kâtip olarak başlayan kariyeri II. Hakem zamanında yükselmeye başladı. 967 yılında II. Hakem’in 5 yaşındaki oğlu Abdurrahman’ın mallarının idaresinden sorumlu oldu. Ardından devlet kademelerinde önemli görevlerde bulunduktan sonra İşbiliye ve Septe kadılığına tayin edildi. II. Hakem’in oğlu Abdurrahman’ın ölümünden sonra veliaht gösterilen Hişam’ın mallarını idare etmekle görevlendirildi ve sonrasında 972 yılında şehrin asayişle ilgili birime atandı. Kuzey Afrika’da İdrisîlere yönelik harekâtın masraflarının çok olup olmadığını teftiş için II. Hakem tarafından buraya gönderildi ve bu durum onun daha da yükselmesine vesile oldu. Nitekim Halife Hişam zamanında önce vezir ardından hâcib oldu. Muhammed İbn Ebû Âmir ile başlayan ve kendisinden sonra oğulları Abdülmelik ve Abdurrahman ile devam eden bu süreç Âmiriler dönemi olarak adlandırıldı. İbn Ebû Âmir’in oğullarından Abdülmelik de babası gibi devlete büyük hizmetlerde bulundu. Ancak onun 1008 yılında ölümünden sonra yerini alan kardeşi Abdurrahman babası ve ağabeyi kadar başarılı olamadı. 218 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Yararlanılan Kaynaklar Chejne, A. (1974), Müslim Spain its History and Culture, Minneapolis. Dozy, R. (1972), Spanish Islam, London. Hitti, P. (1980), Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, (trc. Salih Tuğ), III, İstanbul. ______ (1970), Islam, A Way of Life, London, Bombay, Karachi. İbn İzârî, (1951), el-Beyânü’l-Muğrib fî Ahbâri’lEndelüs ve’l-Mağrib, (nşr. G.S. Colin-E.Levi Provençal), Leiden. İbnü’l-Kûtiye, (1982), Târîhu İftitâhi’l-Endelüs (nşr. İbrahim Ebyârî), Kahire. İmamüddin, M. (1990), Endülüs Siyasi Tarihi, (trc. Yusuf Yazar), Ankara. Küçüksipahioğlu, B. (1996), III. Abdurrahman Dönemi Endülüs Tarihi (912-961), (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul. O’Callaphan, J. F. (1975), A History of Medieval Spain, New York. Özdemir, M. (1994), Endülüs Müslümanları-I, Ankara. ____________(1997), Endülüs Müslümanları, Medeniyet Tarihi, Ankara. Provençal, L., (1950), Histoire de L’Espagne Musulmane, Leiden-Paris. ___________, (1932), L’Espagne Musulmane Au Xeme Siecle, Paris. Reilly, B. (1993), The Medieval Spains, Cambridge. Şeyban, L. (2003), Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi “Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman”, “Abdurrahman I”, “Abdurrahman II”, “Abdurrahman III”, “Abdurrahman IV”, “Abdurrahman V”, “Belâtüşşühedâ”, “Emevîler”, “Endülüs”, “Franklar”, “Hakem I”, “Hakem II”, “Hişam I”, “Hişam II”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Kurtuba Ulu Camii”, “Medinetü’z-Zehra”, “Mûsâ b. Nusayr”, “Ömer b. Hafsun” maddeleri. 10 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan siyasi parçalanmanın yanında Reconquista sürecinde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri hakkında bilgi sahibi olabilecek, İspanyol krallıkları karşısında zor durumda kalan Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika ile ilişkilerini değerlendirebilecek, Endülüs’te son bağımsız İslâm devleti olan Nasrîlerin İspanyol krallıkları ve Kuzey Afrika ile ilişkilerini açıklayabilecek, 1492-1614 yılları arasında İspanyol krallıkların hâkimiyeti altında yaşayan Endülüs Müslümanlarının durumu ve buradan sürgün edilmeleri hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Mülûkü’t-tavâif • Murâbıtlar • Muvahhidler • Nasrîler • Osmanlı • Müdeccen • Morisko • Kuzey Afrika • Fransa • Venedik • Tuleytula • Kurtuba • İşbîliye • Gırnata • Kastilya Krallığı • Aragon Krallığı • Leon Krallığı • Navar Krallığı • Katalonya Kontluğu • Zellâka Savaşı • el-Erek Savaşı • İkâb Savaşı • Reconquista • VI. Alfonso • Yusuf b. Tâşfîn İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) • MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ • (1031-1091) • MURÂBITLAR DÖNEMİ (1091-1147) • MUVAHHİDLER DÖNEMİ (1147-1229) • NASRÎLER (BENÎ AHMER DEVLETİ) DÖNEMİ (1232-1492) • 1492-1614 ARASINDA ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ (1031-1091) Endülüs’te Âmirî ailesinin 1009’da görevden uzaklaştırılmasından 1031’e kadar geçen süre Emevî hanedan mensupları arasındaki taht kavgaları ve siyasî karışıklıklarla geçti. Emevî Devleti’nin otoritesinin iyice zayıflamasına neden olan bu gelişmelerden sonra hükümet merkezinden uzak bölgelerde yaşayan nüfuzlu aileler veya buralardaki idareciler bağımsız hareket etmeye ve merkezle ilişkilerini kesmeye başladılar. 1031’de Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra da bunu resmileştirerek Endülüs’ün çeşitli bölgelerinde 1091’e kadar varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları bu döneme mülûkü’t-tavâif adı verilir. Mülûkü’t-tavâif döneminde ortaya çıkan bağımsız emîrlikler, bir devletten ziyade ‘devletçik’ görünümündeydiler. Bir veya birkaç şehrin idaresini elinde tutan hükümdarların topraklarını genişletmek amacıyla komşu emîrliğe saldırması, bu dönemin en dikkat çeken özelliğiydi. Bu saldırılar bazen başka bir hükümdarla ittifak kurularak gerçekleştirilmekteydi. Hatta Hıristiyan krallıklardan anlaşma yoluyla veya ücretli asker temin ederek savaşan hükümdarlar bile vardı. Emîrler askerî açıdan kendilerini güçlü hissettikleri veya rakiplerinin aciz olduklarını düşündüklerinde komşularına saldırıyorlardı. Ayrıca Endülüs’te halifenin kendi yanlarında olduğunu göstererek diğer emîrliklere karşı siyasî açıdan üstünlük sağlamaya da çalışıyorlardı. Müslümanların kendi aralarındaki mücadeleleri, uzun zamandan beri Müslümanların ellerindeki toprakları geri almak için fırsat kollayan kuzeydeki Kastilya, Aragon, Leon ve Navar Krallıkları ile Katalonya Kontluğu’nun tam da bulmak istedikleri fırsatı kendilerine verdi. Bu devletler için ‘reconquista’ düşüncesi, yani Endülüs’ü Müslümanlardan geri alma fikri, mülûkü’t-tavâif döneminde yeniden canlandı. Mülûkü’t-tavâif döneminde kendi aralarında mücadele eden Müslüman emîrler karşı karşıya bulundukları reconquista hareketinin farkına ancak Tuleytula (Toledo) şehrinin 1085 yılında Kastilya Krallığı tarafından ele geçirilmesinden sonra varabildi. Yaklaşık yirmi bağımsız emîrliğin hüküm sürdüğü bu dönemde, bazı emîrlikler güçleriyle öne çıktılar. İşbîliye’de (Sevilla) Abbâdîler, Tuleytula’da Zünnûnîler, Kurtuba’da (Cordoba) Cehverîler, Mâleka’da (Málaga) Hammûdîler, Sarakusta’da (Zaragoza) Hûdîler, Endülüs’ün batı kesiminde Eftasîler ve Gırnata’da (Granada) Zîrîler bunlardandır. Birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan bu emîrliklerin nihaî hedefleri, yıkılan Endülüs Emevî Devleti’nin topraklarına sahip olmaktı. Mülûkü’t-tavâif döneminin güçlü emîrlikleri arasında şunlar sayılabilir: Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) Genelde büyük bir devletin yıkılmasından sonra ortaya çıkan irili ufaklı siyasî birimler, özelde ise Endülüs Emevî Devleti’nden sonra ortaya çıkan yirmi civarında küçük devlet “mülûkü’t-tavâif” olarak tanımlanır. 222 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Cehverîler (1031-1070) Cehverîler’in kurucusu olan Cehver b. Muhammed, Endülüs Emevîleri döneminde vezirlik görevini üstleniyordu. Endülüs’te artan karışıklıklar karşısında çözüm bulamayan Emevîler şehir halkı tarafından Kurtuba’dan çıkarılıp Endülüs Emevî Devleti resmen ortadan kalkınca, vezirliği dönemine halkın menfaatleri ve huzuru doğrultusunda verdiği isabetli kararlardan dolayı halkın güvenini kazanan Cehver b. Muhammed, Kurtuba halkının destek ve ısrarı üzerine yönetimi üstlendi. Böylece Kurtuba merkezli bazı yakın şehirleri de içine alacak olan Cehverîler kuruldu. Cehver b. Muhammed, ilk olarak Endülüs’teki siyasi karışıklıklardan dolayı oldukça istikrarsız bir hale gelen Kurtuba’da huzur ve asayişin tekrar temin edilmesi için harekete geçti. Bunun için Kurtuba’nın önde gelen kişilerini bir araya getirerek bir şûra heyeti oluşturdu ve politikalarını bu heyetin görüşleri doğrultusunda şekillendirdi. Cehver b. Muhammed, sadece Kurtuba’da değil, Endülüs’ün tamamında barışın hâkim olması için emîrlikler arasında arabuluculuk yaparak otoritesini genişletmeye çalıştı. 1043’te ölen Cehver b. Muhammed, idarenin ehil kişiler tarafından yürütülmesini istediğinden kendisinden sonra oğullarından birini veliaht tayin etmemişti. Fakat onun yönetiminden memnun olan Kurtubalılar, yerine oğlu Muhammed’i getirdiler. O da babasının siyasetini takip etti. Muhammed’den sonra Cehverîlerin başına geçen oğlu Abdülmelik b. Muhammed’in, babası ve dedesinin halka yakın idare tarzını terk etmesi halk arasında huzursuzluğa neden oldu. Bunun üzerine Abdülmelik, işleri vezir İbrahim b. Sekkâ’ya bıraktı. İbrahim’in başarılı idaresiyle Kurtuba’da huzur yeniden tesis edildi. Fakat bu durumu kendi menfaatleri açısından hiç istemeyen Abbâdîler, İbrahim b. Sekkâ’nın Cehverîleri kendi hâkimiyeti altına almak istediği yönünde Abdülmelik’e asılsız bir haber ulaştırdılar. O da vezirini 1063’te idam ettirdi. Böylece Abbâdîlerin öncülüğünde bu yetenekli vezir ortadan kaldırıldı. Bu esnada Zünnûnîlerin Kurtuba’yı kuşatması üzerine Cehverîler Abbâdîlerden yardım istediler. Daima Kurtuba’yı ele geçirmek arzusunda olan Abbâdîler bunu bir fırsat olarak gördüler. Zünnûnîlere karşı Cevherîlere yardıma gelerek Kurtuba’yı istila yoluyla ele geçirdiler (1070). Abdülmelik b. Muhammed ve ailesinin şehirden çıkarılarak sürgün edilmesiyle Cehverîlerin siyasi hayatı sona erdi. Resim 10.1 Kurtuba Ulu Camii’nin mihrabı. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 223 Abbâdîler (1023-1091) İşbîliye merkezli bir emîrliktir. Kurucusu Muhammed b. Abbâd Arap asıllı olup İşbîliye kadısı idi. Kendisinden sonra oğlu Mu’tadid ve onun oğlu Mu’temid emîr oldular. Kuruluş yıllarında İşbîliye, Karmûne ve Kâdis’i hâkimiyetleri altına alan Abbâdîler, ilerleyen yıllarda topraklarını genişleterek Kurtuba, Bâce (Beja), Cezîretülhadrâ (Algeciras) ve Mürsiye’yi (Murcia) topraklarına katarak mülûkü’ttavâif içerisinde en güçlü emîrliklerden birisi oldular. Eftasîler ile uzun süre mücadele eden Abbâdîler, 1091’de Murâbıtlar tarafından ortadan kaldırıldı. Eftasîler (1022-1095) Endülüs’ün batısında, Batalyevs (Badajoz) merkezli bir emîrlik olan Eftasîlerin kurucusu Berberî asıllı bir aileye mensup olan Abdullah b. Muhammed’dir. Emîrliğinin ilk yılları huzur içinde geçmişse de, özellikle Abbâdîlerin topraklarını genişletmek istemeleri, Eftasîler ile Abbâdîleri sık sık karşı karşıya getirdi. Abbâdîler 1030’da Eftasîleri Bâce’de ağır bir yenilgiye uğrattılar; 1034’te ise Hıristiyanların da desteğini sağlayan Eftasîler Abbâdîleri mağlup etti. 1045’te ölen Abdullah b. Muhammed’in yerine “el-Muzaffer” lakabını alan oğlu Muhammed geçti. Muhammed döneminde de Eftasî-Abbâdî mücadelesi sürdü. 1047’de Eftasî topraklarına saldıran Abbâdîler yenilgiye uğradılar, fakat sonraki yıllarda Eftasîlere ait bazı kale ve şehirleri ele geçirdiler. Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerin verdiği zararın farkında olan Cehverîler, iki emîrlik arasında barış sağlanması için arabuluculuk yaptılar ve barış sağlandı. Topraklarını genişletmek isteyen bir diğer emîrlik olan Zünnûnîlerin Eftasîlere ait topraklara saldırmaları, Eftasîlerle Zünnûnîleri karşı karşıya getirdi. İki Müslüman emîrlik arasındaki mücadeleleri fırsat bilen Kastilya Kralı Ferdinand, Eftasîlere ait Şenterîn (Santarem) şehrini kuşattı. Şehri savunacak gücü bulunmayan Muhammed el-Muzaffer barış istemek zorunda kaldı ve Kastilya’ya yıllık 5.000 dinar vergi ödemeyi kabul etti. Aradaki barış anlaşmasına rağmen, kısa bir süre sonra Kastilya bu anlaşmayı bozarak 1064’te Kulumriye’yi (Coimbra) ele geçirdi. Resim 10.2 Tuleytula Bâbü Merdüm Camii. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 224 İslam Tarihi ve Medeniyeti I 1068’de ölen Muhammed’in yerine ‘el-Mansûr’ lakabını alan oğlu Yahya geçti. Fakat Yahya’nın ani ölümü üzerine ‘el-Mütevekkil’ lakabını alan kardeşi Ömer Eftasî emîri oldu. Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerden yararlanarak Müslümanlara ait şehirleri ele geçiren Kastilya, Endülüs’ün en önemli şehirlerinden biri olan Tuleytula’yı işgal için harekete geçti. Tuleytula emîri Kâdir-Billâh’ın yardım çağrısına sadece Eftasî emîri Ömer el-Mütevekkil katıldı. Fakat onun da yardımı neticeyi değiştirmedi ve Endülüs’ün en büyük şehirlerinden Tuleytula, Kastilya Krallığı’nın eline geçti. İlerlemesine devam eden Kastilya Kralı VI. Alfonso, bazı şehirlerin kendisine teslim edilmesini talep ederek Eftasîleri sıkıştırmaya başladı. Ömer el-Mütevekkil bu istekleri kabul etmedi, Müslümanların Hıristiyan tehlikesi karşısında birlikte hareket etmesi için de meşhur bilgin Ebu’l-Velîd elBâcî’yi Endülüs’ün önemli emîrlerine gönderdi. Fakat bu girişimden bir sonuç alınamadı. Bu esnada Kastilya’nın Abbâdîleri de sıkıştırmaya başlaması üzerine Müslümanlar karşılarındaki tehlikenin ciddiyetinin farkına vardılar ve çareyi Kuzey Afrika’da o dönemde güçlü bir devlet tesis etmiş olan Murâbıtlar’dan yardım istemekte buldular. Eftasîler, 1094’te Murâbıtlar tarafından ortadan kaldırıldı. Zîrîler (1025-1090) Kuzey Afrika’nın doğu kesimini hâkimiyetleri altında bulunduran Zîrîlerin bir kolu XI. yüzyılın başlarında Endülüs’e geçmiş ve Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasının ardından Zâvî b. Zîrî’nin liderliğinde Gırnata’yı kontrolleri altına almıştı. Zâvî’nin 1025’te yeniden Kuzey Afrika’ya dönmesi üzerine Zâvî’nin yeğeni Habbûs b. Maksân, ‘Seyfü’d-devle’ lakabını alarak Zîrîlerin lideri oldu. Onun ölümünden sonra yerine geçen Bâdis b. Habbûs’un döneminde Arap asıllı emîrler güçlerini iyice artırmışlar, bunların karşısında tek güç olarak Zîrîler kalmışlardı. Abbâdîlerle mücadele eden Zîrîler pek başarılı olamadılar. Bâdis’in ölümünden sonra iki torunu Zîrîlerin hâkim oldukları bölgeyi idare etti. Temîm Mâleka’ya, Abdullah ise Gırnata’ya hâkimdi. 1090’da Endülüs’e geçen Yusuf b. Tâşfîn’in ilk ele geçirdiği yerler Zîrîlerin topraklarıydı. Hûdîler (1039-1146) Sarakusta merkezli bir emîrlik olan Hûdîlerin kurucusu, Arap asıllı bir Emevî komutanı olan Süleyman b. Hûd’dur. Turtûşe (Tortosa), Tutîle (Tudela) ve Veşka (Huesca) gibi toprakları ele geçirerek sınırlarını genişletmiş olan Süleyman b. Hûd, Hıristiyanlarla anlaşma yaparak Zünnûnîlerle savaştı. Süleyman b. Hûd’un ölümünden sonra oğulları arasında taht kavgası yaşandı, neticede Ahmed b. Süleyman kardeşlerine üstünlük sağlayarak hâkimiyeti eline geçirdi. Murâbıtlar Endülüs’e geçince Hûdîler ile bir anlaşma yaptılar ve ortadan kaldırılan diğer emîrliklerin aksine Hûdîler varlıklarını devam ettirdiler. Son Hûdî hükümarı olan Ahmed el-Mustansır’ın Murâbıtlara karşı 1146’da çıkan bir isyanda ölmesiyle Hûdî hanedanı sona erdi. Zünnûnîler (1037-1097) Tuleytula ve çevresinde hüküm sürmüştür. İsmail b. Zünnûn’un uzun emîrliği döneminde (1037-1074) bazı yerleşim birimlerine hâkim oldular. İsmail’in ölümünden sonra yerine geçen torunu Yahya el-Kâdir artan Kastilya Krallığı’nın saldırılarına karşı koyamadı. Zünnûnîler, Murâbıtlar tarafından 1097’de ortadan kaldırıldı. Murâbıtlar Endülüs’e geçtiklerinde buradaki siyasî durum nasıldı? Araştırınız. 1 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 225 Endülüs tarihi hakkında genel hatlarıyla bilgi sahibi olmak için W. Montgomery Watt-P. Cachia’nın Endülüs Tarihi ile Mehmet Özdemir’in Endülüs Müslümanları I, II ve III adlı eserlerine başvurabilirsiniz. MURÂBITLAR DÖNEMİ (1091-1147) Murâbıtlar, XI. yüzyılda Kuzey Afrika’da ortaya çıkmış ve kısa sürede güçlü bir devlet tesis etmişlerdi. Özellikle 1085’te Tuleytula’nın kaybedilmesinden sonra İspanyol krallıklar karşısında zor duruma düşen Endülüslü on üç emir, imzaladıkları davet mektubunu Murâbıtların hükümdarı Yusuf b. Tâşfîn’e gönderdiler. Yusuf b. Tâşfîn, Cezîretülhadrâ’nın kendisine verilmesi şartıyla 1086’da Endülüs’e geçti. Endülüs ordularının da kendisine katılmasıyla kalabalık bir orduyla, aynı yıl Kastilya Krallığı’na karşı Zellâka’da (Sagrajas) parlak bir zafer kazandı. Bu zafer, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra İspanyollara karşı Müslümanların kazandıkları ilk önemli zaferdi. Yusuf b. Devletinin başşehri Merâkeş’te yerine vekil bıraktığı oğlunun ölümü üzerine Endülüs’ten ayrılarak Kuzey Afrika’ya döndü. Onun Endülüs’ten ayrılmasının ardından Endülüslü emîrler yeniden aralarında mücadeleye başladılar. Bu arada Endülüs üzerinde Kastilya baskısı da sürekli olarak artıyordu. Bunun üzerine Yusuf b. iki yıl kadar sonra yeniden Endülüs’e geçti; Kastilya ile mücadelenin ardından Kuzey Afrika’ya döndü. Endülüs’teki siyasi durum ise oldukça çalkantılıydı; emîrler, kendi siyasal çıkarları için Hıristiyan krallıklarıyla ittifaklar yapıyorlardı. 1090 yılında üçüncü defa Endülüs’e geçen Yusuf b. Endülüs’ü kendi topraklarına katmak için harekete geçti. Tuleytula’yı kuşattıysa da almaya muvaffak olamadı. Kuşatmayı kaldırarak Zîrîlerin hâkimiyetindeki Mâleka ve Gırnata şehirlerini ele geçirdikten sonra Kuzey Afrika’ya döndü. Endülüs’te bıraktığı ordular ise Abbâdîlerden Kurtuba ve İşbîliye’yi, Eftasîlerden Batalyevs’i, Zünnûnîlerden ise Belensiye’yi (Valencia) aldı. Kendileriyle anlaşma yapılan Hûdîler dışında bütün Endülüs toprakları Murâbıtların hâkimiyetine geçti. Böylece Endülüs’te Murâbıtlar dönemi başladı. Resim 10.3 Tuleytula’dan bir görünüm. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 226 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kuzey Afrika, Endülüs ve Balear adalarında hüküm süren Berberi hanedanı ve devleti olan Murâbıtlar adlarını, din bilgini Abdullah b. Yâsîn’in Senegal nehri üzerindeki bir adada inşa ettirdiği ‘ribât’tan almışlardır. 1103 yılında oğulları Ebû Tâhir Temîm ve Ali ile birlikte Endülüs’e geçen Yusuf b. Tâşfîn, Kurtuba’da kumandan, vali ve kabile reislerini toplayarak oğlu Ali’yi veliaht tayin ettiğini ilan ederek biat etmelerini istedi. Beraberindeki orduyu da Endülüs’ün önemli şehir ve kalelerine dağıttıktan sonra Kuzey Afrika’ya döndü. 1106’da öldü. Babasının ölümünün ardından devlet idaresini eline alan Ali b. Tâşfîn, Kastilya’ya karşı 1108’de Ukliş (Uclés) zaferini kazandı. Kastilya tarafında ölenler arasında çok sayıda komutanın yanı sıra Kastilya Kralı VI. Alfonso’nun oğlu Sancho da bulunuyordu. Bu zafer Murâbıtları Endülüs’te çok güçlü bir konuma getirdi, bir süre önce elden çıkan Üşbûne (Lizbon) ve Şenterîn (Santarem) 1111 yılında geri alındı. 1112’de Tuleytula da kuşatıldı fakat ele geçirilemedi. Bir süre önce Müslümanların elinden çıkan Mayurka (Mallorca), Minorka (Minorca) ve Yâbise (Ibiza) adaları 1116’da geri alındı. Bir yıl sonra Sarakusta, Aragon Krallığı’na sığınmış olan Sarakusta emîri Abdülmelik İmâdüddevle ve Aragon orduları tarafından işgal edildi. Sarakusta’ya gönderilen Murâbıt ordusu Aragon kralı tarafından bozguna uğratıldı. Müslümanların Tuleytula’dan sonra kaybettikleri ikinci büyük şehir Sarakusta oldu. Sarakusta’nın kaybı üzerine harekete geçen Murâbıt ordusu, Ketunde (Cutanda) mevkiinde Aragon ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşın sonunda Aragon ordusu Murâbıt ordusunu bozguna uğrattı; bu savaşta Murâbıtlar maddi ve manevi açıdan büyük kayba uğradılar. Kurtuba’da 1121’de çıkan isyan üzerine Endülüs’e geçen Ali b. Yusuf, aynı yıl Kuzey Afrika’da çıkan Muvahhid isyanı üzerine Endülüs’ten ayrılmak zorunda kaldı. Ali b. 1143’te öldü ve yerine oğlu Tâşfîn geçti. Onun iki yıl süren hükümdarlık dönemi Muvahhidlerle savaşmakla geçti. Fakat bütün gayretlerine rağmen Muvahhidlere karşı duramadı ve devletini yıkılmaktan kurtaramadı. 1145’te Muvahhid kuvvetleri tarafından sıkıştırılınca kaçarken uçurumdan düşerek öldü. Yerine küçük yaştaki oğlu İbrahim’e biat edildi, fakat amcası İshâk b. Ali bunu tanımadı ve Murâbıtlar içinde taht mücadelesi başladı. Murâbıtlar bu sorunla uğraşırken, Muvahhidler Fas, Miknâse ve Selâ şehirlerini ele geçirdiler. Ardından Murâbıtların merkezi Merâkeş’e de hâkim olan Muvahhidler İshâk b. Ali ve İbrâhim b. Tâşfîn’i öldürerek 1147’de Murâbıtlara son verdi. Aynı dönemde Endülüs’te yaşanan karışıklıklardan istifa etmek isteyen İspanyol krallıklar harekete geçtiler. Doğu’ya gitmek üzere hareket etmiş olan Haçlı donanmasının da desteğini alan Portekiz Krallığı, 1147’de Üşbûne ve Şenterîn’i ele geçirdi. Aynı yıl, Kastilya kralı VII. Alfonso’nun başını çektiği ve Katalonya, Navar, Pisa, Cenova ve Frank kontluklarının da katıldığı bir Haçlı ordusu, kara ve denizden yürüttüğü üç aylık şiddetli bir kuşatmanın ardından Meriye (Almería) şehrini teslim olmak zorunda bıraktı. Katalonya Kontluğu da 1148’de Turtûşe ile 1149’da Lâride’yi (Lérida) ele geçirdi. Böylece Murâbıtların son günlerinde Müslümanlar bazı önemli şehirlerini de kaybettiler. Endülüs’te mülûkü’t-tavâif döneminin çalkantılı bir döneminde Endülüs Müslümanlarının yardımına giden Murâbıtlar, bir süre sonra Endülüs’ü Kuzey Afrika’ya bağlı bir eyalet haline getirdiler ve buradaki ilk yıllarında Hıristiyanlara karşı başarılı mücadeleler verdiler. Ancak zamanla Murâbıtların Endülüs’te gördükleri desteğin azalması ve özellikle 1121’de Kuzey Afrika’da Muvahhidler tarafından çıkarılan 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 227 isyan, sadece Murâbıtların sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda Endülüs için de büyük kayıpların yaşanmasına ve iç dengelerin bozulmasına sebep oldu. Kuzey Afrika’daki isyanı bastırmak için Endülüs’ün çeşitli şehirlerine yerleştirilmiş olan Murâbıt ordularının geri çekilmesi, bu şehirleri Hıristiyan krallıkların işgaline açık hale getirdi. Bu durumun neticesinde bazı önemli Endülüs şehirleri Aragon, Portekiz ve Katalonya’nın hâkimiyetine geçti. 1108’deki Uklîş zaferine rağmen Murâbıtlar Endülüs’te neden gerilemişlerdir? Araştırınız. MUVAHHİDLER DÖNEMİ (1147-1229) Murâbıtlar karşısında Kuzey Afrika’da ortaya çıkan dinî nitelikli bir isyan hareketinin sonucunda kurulan Muvahhidler devletinin temelleri, isyan hareketini başlatan din ilimlerinde sahip olduğu zengin birikiminin yanında eylemci kişiliğiyle de dikkatleri çeken İbn Tûmert tarafından 1121’de atılmış, resmen kuruluşu ise 1130’da Abdülmü’min el-Kûmî tarafından gerçekleştirilmiştir. Muvahhidler, ortaya çıkışlarından kısa bir süre sonra Merâkeş’i ele geçirerek Murâbıtların varlığına son verdikten sonra Endülüs’e doğru ilerledi ve 1147 yılında Endülüs’e de hâkim olmak için harekete geçtiler. 1157 yılında Gırnata’nın Muvahhidlere teslim edilmesiyle Endülüs’te Murâbıt varlığı sona ererek Muvahhidler dönemi başladı. Muvahhidler, Murâbıtların yanlış buldukları bazı dinî uygulamalarını durdurmak amacıyla yeni bir ıslah hareketinin temsilcisi olarak Kuzey Afrika’da ortaya çıkan, Kuzey Afrika ve Endülüs’te hüküm süren Berberi hanedanıdır. Muvahhidlerin Endülüs’e geçişinden sonra ilk faaliyetleri, daha önce kaybedilen şehirleri geri almaya çalışmak oldu. Bu bağlamda ilk olarak 1157’de Meriye geri alındı. Abdülmü’min el-Kûmî’nin Kuzey Afrika’da yürüttüğü seferler sebebiyle Endülüs’te bulunamamış olması, Doğu Endülüs’te hâkimiyeti elinde bulunduran İbn Merdenîş’e cesaret verdi. Kastilya’nın da desteğini alan İbn Merdenîş, Muvahhidlerin kontrolündeki Ceyyân (Jaén) şehrini ele geçirdi, ardından da Kurtuba’ya saldırdı. Bir süre sonra Gırnata’yı ele geçirmek üzere harekete geçti ve 1162’de Muvahhidleri ağır bir bozguna uğrattı. Bunun üzerine Muvahhidlerin hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî, oğlu Ebû Yakub Yusuf komutasında Endülüs’e büyük bir ordu sevk etti. Gırnata yakınlarındaki şiddetli savaşta galip gelen Muvahhidler şehre yeniden hâkim oldular. İbn Merdenîş 1172’de giriştiği mücadeleyi kaybederek kuşatıldığı kalede öldürüldü. Yusuf b. Abdülmü’min’in hükümdarlığı döneminde (1163-1184) Muvahhidler Endülüs’te bazı yerleri ele geçirdiler, ayrıca Hıristiyan krallıklar üzerine de seferler düzenlediler. Bu dönemde Hıristiyan krallıkların topraklarına düzenlenen seferler sonunda Müslümanlar bol miktarda esir ve ganimetle döndüler. Muvahhidlerin bu başarılı ilerleyişi karşısında Hıristiyan krallıklar barış imzalamak üzere Muvahhidlere elçilerini gönderdiler. 1173 yılında Kastilya ve Portekiz Krallıkları ile barış anlaşması imzalandı. Fakat barış dönemi uzun sürmedi. 1177’de Leon Kralı II. Fernando’nun Erkeş (Arcos) ve Şerîş’e (Jerez) saldırmasını Portekiz’in Bâce’ye saldırısı izledi. Muvahhidler bu saldırılara karşılık verdiler, ayrıca Müslümanları sıkıştıran ve 1147’de Üşbûne’yi de ele geçirmiş olan Portekiz üzerine 1183’te sefer düzenleyerek Üşbûne ve Şenterîn’i kuşattılar. Fakat Yusuf b. Abdülmü’min kuşatma esnasında aldığı ağır bir yara sebebiyle öldü, yerine Ebû Yusuf el-Mansûr geçti. Yusuf’un ölümü Portekiz, Kastilya ve Balear Adaları’nı elinde bulunduran Benî Muvahhidlere karşı direnen ve Doğu Endülüs’ü hâkimiyeti altında tutan lider. 2 228 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Gâniye’yi cesaretlendirdi. Benî Gâniye, Kuzey Afrika’da Muvahhidlere ait bazı toprakları ele geçirdi. Mansûr 1187’de Tunus’u geri aldıysa da Benî Gâniye’yi bölgeden tamamen çıkarmaya muvaffak olamadı. Mansûr’un Benî Gâniye meselesi ile uğraşmasını fırsat bilen Kastilya Krallığı, Endülüs topraklarına düzenlediği akınları günden güne şiddetlendirmeye başladı. Durumu Mansûr’a bildiren Muvahhidlerin Endülüs valileri, İşbîliye’ye kadar varan saldırıların ciddiyeti konusunda Muvahhid hükümdarının dikkatini karşılarındaki tehlikeye çektiler. Bunun üzerine Mansûr 1195’te kalabalık bir orduyla Endülüs’e geçti. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra İşbîliye’den hareket ederek ordusunu harekete geçirdi. Bu esnada Kastilya Kralı VIII. Alfonso da ordusunu o dönemde Müslüman-Hıristiyan sınırını oluşturan el-Erek (Alarcos) mevkiine yerleştirmişti. el-Erek’e gelen Mansûr, ordusunu ikiye ayırarak öncü birlikleri Kastilya kuvvetleri üzerine sürdü. Bir süre sonra ordusunun esas kuvvetiyle birlikte kendisi de hücuma geçti. Şiddetli bir savaşın ardından Mansûr, Kastilya ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilginin ardından Kastilya barış istemek zorunda kaldı. Mansûr 1199’da öldü, yerine oğlu Muhammed geçti. el-Erek zaferi, Müslümanların 1086’da Zellâka’dan sonra kazandıkları en büyük başarıdır. Bununla birlikte bu zafer Müslümanların Endülüs’teki durumlarında ciddi bir iyileşme sağlayamadı. el-Erek’te Muvahhidlerin kazandığı zafer sonrasında Kastilya Krallığı’yla bir anlaşma imzalanmış olmasına rağmen papalığın teşvikiyle Kastilya bir Haçlı ordusu teşkil etmeye çalıştı. Bunun üzerine Muvahhidlerin hükümdarı Muhammed Nâsır-Lidînillâh 1211 yılında kalabalık bir orduyla Endülüs’e geçti. Papalığın teşviki ve Kastilya’nın da gayretiyle Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelen gönüllüler Toledo’da toplandı. Fransa, Almanya ve İtalya’dan da gelenlerle birlikte Toledo’ya ulaşanların sayısı yüz bini geçti. Muhammed Nâsır-Lidînillâh, Endülüs’ten de kendisine katılanlarda birlikte İşbîliye’den harekete geçti ve kuzeye doğru ilerlemeye başladı. İkâb (Las Navas de Tolosa) mevkiinde Kastilya öncülüğündeki Haçlı ordusuyla karşı karşıya gelen Muvahhid ordusu önceleri başarılı bir mücadele verip Hıristiyanları geri çekilmeye mecbur bırakmışken, savaşı yüksek bir noktadan izleyen Kastilya kralı Alfonso’nun özel birlikleriyle savaş meydanına inmesi savaşın gidişatını değiştirdi. Onun cesareti Aragon ve Navar kuvvetlerine de cesaret verdi ve denge Hıristiyanlar lehine değişti. Müslümanlar ağır bir yenilgiye uğradı, on binlerce Müslüman şehit oldu. Son ana kadar savaş meydanında kalan Muvahhid hükümdarı güçlükle kaçarak canını kurtardı. Muhammed Nâsır-Lidînillâh’ın ölümünden sonra yerine oğlu Yusuf el-Mustansır geçti. Onun kudretli bir hükümdar olamayışı, bir yandan bazı devlet adamlarının ve mahallî idarecilerin güçlerinin artmasına sebep olurken, diğer yandan da Kastilya, Aragon ve Portekiz Krallıkları’nın da çok sayıda Endülüs şehrini ele geçirmeleriyle sonuçlandı. Hıristiyan krallıkların ele geçirdiği yerler arasında Kurtuba ve İşbîliye gibi Endülüs’ün en önemli şehirHarita 10.1 İber Yarımadası’nda el-Erek Savaşı’nın yapıldığı yer Kaynak: (http://www. trueknowledge. com). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 229 leri de yer almaktaydı. İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’te Hûdîler ve Nasrîler (Benî Ahmer) gibi mahallî hanedanlıklar kurulduğu gibi, Kuzey Afrika’da Hafsîler ve Abdülvâdîler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Muvahhidleri ortadan kaldıran darbe ise Merînîler’den geldi. Muvahhidlerin hâkimiyetindeki önemli şehirlerle Mağrib’in batı kısmını (günümüzde Fas) ele geçiren Merînîler, 1269’da Merâkeş’e de hâkim oldular. Muvahhidlerin son hükümdarının yakalanarak idam edilmesiyle bir dönem kapandı. Resim 10.4 İşbîliye Alkazarı’ndan bir detay (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) Resim 10.5 İkâb Savaşı’nı temsil eden bir resim Kaynak: (http:// en.wikipedia.org) 230 İslam Tarihi ve Medeniyeti I İkâb mağlubiyetinin en önemli sonucu, Endülüs’te yıllardır süren Müslüman-Hıristiyan mücadelesinde üstünlüğün Hıristiyanlara geçtiğinin kesin olarak tescil edilmesiydi. Reconquista Sürecinde İspanyol Krallıkların Hâkimiyetinde Müslümanların Durumu Endülüs’te Müslümanlara ait bir şehrin Hıristiyanların eline geçişi, yeni birçok sosyal meseleyi de beraberinde getirdi. Endülüs’te İslâm hâkimiyetinin devam ettiği dönemde Hıristiyan krallıklara teslim edilen şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlara ‘müdeccen’ adı ve statüsü verilmişti. Şehrin teslimi sırasında yapılan anlaşmalarla, o şehirde yaşayan Müslüman ve Yahudi halkın hakları yazılı olarak güvence altına alınmaktaydı. Fakat zaman içinde Hıristiyan krallıklar vermiş oldukları bu sözlerde durmadılar ve anlaşma maddelerini açık bir şekilde ihlal ettiler. Özellikle XII ve XIII. yüzyıllarda müdeccenler yoğun bir misyonerlik faaliyetine tâbi tutuldular. Bu faaliyetler öyle bir boyut kazanmıştı ki, Müslümanlara Hıristiyanlığın daha iyi öğretilebilmesi amacıyla Hıristiyan rahipler için Arapça kursları açılmıştı. 1492 yılında Müslümanların elinde kalan son toprak parçası olan Gırnata’nın Kastilya tarafından ele geçirilmesiyle reconquista sona ermiştir. 1085-1492 yılları arasındaki dönemde bazı Müslümanlar yaşadıkları şehirlerde kalmış, bazıları ise şehirlerinden ayrılarak Endülüs’te Müslümanların hâkim olduğu başka bir şehre yerleşmişlerdi. Endülüs’ten ayrılarak Kuzey Afrika’ya göç edenler de bulunmaktaydı. Resim 10.6 Muvahhidler döneminde İşbîliye Camii’nin minaresi olarak yapılan ve daha sonra çan kulesine dönüştürülen “La Giralda” (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 231 NASRÎLER (BENÎ AHMER DEVLETİ) DÖNEMİ (1232-1492) İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’teki Muvahhid hâkimiyeti zayıflamaya başladı ve bazı kabile liderleri bulundukları merkezlerde bağımsız hareket etmeye başladılar. İbnü’l-Ahmer olarak bilinen Muhammed b. Yusuf, Gırnata’da 1238’de ‘emîrü’l-müslimîn’ unvanı ve ‘Gâlib-Billâh’ lakabıyla biat alıp Nasrîler hanedanını kurdu. Endülüs’te Müslümanların hâkimiyetindeki son devlet olan ve yaklaşık 250 yıl hüküm süren Nasrîler, kurucusuna ve kurulduğu yere nispetle Gırnata Benî Ahmer Devleti adıyla da anılır. I. Muhammed ilk olarak Endülüs’ün güneydoğusunda bulunan Vâdîâş (Guadix) ve Besta şehirlerine hâkim oldu. Fakat kuzeydeki Hıristiyan krallıkların artan saldırılarını durdurabilmek için Kastilya kralıyla 1246 ve 1267’de anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmayla Ceyyân’ı ve bazı kaleleri Kastilya’ya bırakmayı, yıllık vergi ödemeyi ve diğer emîrlerle savaşlarında kendisine destek sağlamayı kabul etti. Endülüs mimarisinin şaheserlerinden kabul edilen Elhamra Sarayı’nın yapımı da onun döneminde başladı. İbnü’l-Ahmer’in 1273’te ölmesi üzerine yerine oğlu II. Muhammed geçti. Kastilya’ya karşı Kuzey Afrika’daki Merînîlerle ittifak kurdu, bu ittifak karşılığında ise Endülüs’ün güney kısmında bazı noktaları Merînîlere üs olarak verdi. Kuzey Afrika’dan gelen Merînî kuvvetleriyle birleşen Nasrî ordusu Kastilya karşısında bazı önemli başarılar kazandı. Merînîlerin Endülüs’te yerleşmesinden endişe eden II. Muhammed, bu defa Merînîlerin Endülüs’ten çıkarılması için Tarîf (Tarifa) şehri kendisine bırakılmak şartıyla Kastilya ile ittifak kurdu. Kastilya-Nasrî ittifakıyla Merînîler Endülüs’ten çıkarıldı. Nasrîlerin Kastilya ile birlikte hareket etmeleri, Nasrîler ile Merînîler arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden oldu. Bu arada Kastilya ittifak anlaşmasına uymadı ve Tarîf şehrini Nasrîlere vermedi. Merînîlerle ilişkileri bozulan II. Muhammed Fas’a giderek Merînî hükümdarı ile ilişkilerini düzeltti. 1304’te öldü. II. Muhammed’den sonra Nasrî hükümdarı olan oğlu III. Muhammed elMahlû’ 1306’da Merînîler’e ait Sebte’yi (Ceuta) ele geçirdi, ayrıca iç isyanları da bastırdı. III. Muhammed, kendisiyle taht mücadelesine giren kardeşi Ebü’l-Cüyûş Nasr tarafından 1309’da tahttan indirildi. Ebü’l-Cüyûş’un hükümdarlığı döneminde Merînîler Sebte’yi geri aldı, ayrıca Kastilya da 1310’da Cebelitârık’ı işgal etti. Merînî tehdidi karşısında Kastilya ile ittifak kur’an Nasrîler, Kastilya’nın işgaline uğradı. Bunun üzerine Ebü’l-Cüyûş Nasr barış istemek zorunda kaldı ve Kastilya’ya vergi ödemeyi kabul etti. Bu ise Nasrî hanedan mensupları arasında isyana neden oldu ve Ebü’l-Cüyûş Nasr tahttan indirilerek I. İsmail Nasrî hükümdarı oldu. Elhamra Sarayı hakkında geniş bilgi edinmek için Washington Irwing’in Elhamra: Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi adlı kitabını okuyunuz. 232 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Elhamra Sarayı Gırnata’da Nasrîler döneminde I. Muhammed’in hükümdarlığı zamanında yapımına başlanmış ve sonraki Nasrî hükümdarların saraya bazı kısımlar eklemeleriyle geniş bir kompleks haline gelmiştir. I. İsmail ülkede istikrarı yeniden sağladı. 1318’de Gırnata’ya saldıran Kastilya’yı ağır bir yenilgiye uğrattı ve daha önceden elinden çıkmış olan bazı yerleri geri aldı. 1321’de Aragon ile ticaret, askerî yardımlaşma ve Aragon’da kalan Müslümanlardan isteyenlerin Gırnata topraklarına göç etmesi maddelerini içeren bir antlaşma imzalayan I. İsmail bir suikast sonucu 1325’te öldürüldü. Yerine geçen oğlu IV. Muhammed, 1329’da Kastilya’nın öncülüğünde düzenlenen bir Haçlı seferiyle mücadele etti, bu mücadelenin sonucunda bazı kalelerini kaybetti. Bu dönemde Nasrîler, gittikçe şiddetlenen Kastilya saldırıları üzerine Cebelitârık’ın Kastilya’dan geri alınması karşılığında Merînîlere Cezîretülhadra’yı bırakmak üzere Merînîlerle ittifak kurdular, 1333’te Merînî-Nasrî kuvvetleri Cebelitârık’ı geri aldı. IV. Muhammed de aynı yıl bir suikast sonucu öldürüldü. Kardeşinin yerine geçen I. Yusuf yirmi bir yıl süren saltanatını Hıristiyanlarla mücadele ederek geçirdi. Kastilya, Aragon ve Portekiz kuvvetlerinin ortak saldırıları karşısında Merînîlerden yardım istedi; ancak Kuzey Afrika’dan gelen kuvvetler 1344’te ağır bir yenilgiye uğradı. Bu savaşın ardından Cezîretülhadrâ ve Tarîf kaybedilmiş, boğaza bakan sahil kısmında sadece Cebelitârık kalmıştı. Bunun üzerine I. Yusuf, Kastilya ve Aragon kralları ile barış yaptı. Bu, Nasrîler açısından zor bir dönemin başlangıcı oldu, zira Kuzey Afrika’dan gelen yardımları Endülüs’e ulaştıracak şehirler kaybedilmişti. I. Yusuf 1354’te öldü ve yerine oğlu V. Muhammed geçti. Hükümdarlığının ilk yılları sükûnet içinde geçti fakat Nasrî hanedanı mensuplarından Muhammed b. İsmail’in başlattığı isyan karşısında tahtını kardeşi II. İsmail’e kaptırdı ve Merînî sultanına sığınmak zorunda kaldı. Ancak iki sene sonra tahtını geri alabildi. V. Muhammed yaklaşık otuz yıl süren ikinci hükümdarlığında ülkenin bütünlüğünü sağladı. Kastilya ve Aragon krallarıyla dostluk ilişkileri kurdu, Tunus ve Mısır’la temasa geçti. 1369’da Merînî hükümdarının gönderdiği donanmanın da desteğiyle 1344’te kaybedilen Cezîretülhadrâ’yı geri aldı. Bu dönem Nasrîlerin en parlak dönemi oldu. Resim 10.7 Elhamra Sarayı (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 233 V. Muhammed’in ölümünden sonra yerine II. Yusuf geçti, onun kısa süren saltanatının ardından yerine geçen oğlu III. Yusuf tahtını kardeşi VII. Muhammed’e kaptırdı. VII. Muhammed bir yandan Kastilya Krallığı ile savaşırken, diğer yandan Aragon Krallığı ile ilişkilerini geliştirdi. VII. Muhammed’in ölümünün ardından 1408’de ikinci defa tahta çıkan III. Yusuf bazı merkezleri istilâ eden Kastilya ile bir barış anlaşması imzaladı ve saltanatının son yıllarında istikrarı sağladı. Nasrîler, gerek Kuzey Afrika’daki gerekse İber Yarımadası’ndaki komşu devletlerle olan ilişkilerinde bir denge siyaseti izleyerek menfaatleri doğrultusunda ittifaklar kurdular. III. Yusuf ’un 1417’de ölümünden sonra iç isyanlar ve taht kavgaları arttı. Oğlu VIII. Muhammed, saltanatının ikinci yılında yeğeni IX. Muhammed’e bırakmak zorunda kaldığı tahtını 1427’de geri aldı. IX. Muhammed Tunus’taki Hafsîlere sığınmak zorunda kaldı. İki yıl sonra Hafsî hükümdarının verdiği birliklerle Endülüs’e geçip tahtını geri alan IX. Muhammed, taht mücadelesinde kendisini destekleyen Kastilya kralının yardımının karşılığında ağır bir masraf faturası çıkarması karşısında isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine Kastilya kralı şartları kabul eden IV. Yusuf ’un 1432’de tahta geçmesini sağladı. IV. Yusuf ’un altı ay sonra ölmesiyle IX. Muhammed üçüncü defa tahta çıktı ve on üç yıl daha hüküm sürdü. 1445’te amcasını tahttan indiren X. Muhammed Nasrî tahtına çıktı, fakat tahtını 1446’da Kastilya’nın himayesindeki V. Yusuf ’a kaptırdı. Her ne kadar tahtını kısa sürede geri almışsa da 1447’de amcası IX. Muhammed tarafından tahtından uzaklaştırıldı. Dördüncü defa tahta oturan IX. Muhammed’i 1453’te bu defa da hanedan mensuplarından Sa’d b. Ali el-Müstaîn-Billâh tarafından tahtından indirildi. Bu dönemde Nasrî toprakları üzerine saldırılarını şiddetlendiren Kastilya 1462’de Cebelitârık’ı ele geçirdi. Müslümanların Kuzey Afrika ile bağlantısını sağlayan bu stratejik şehrin kaybı Gırnata için ağır bir darbe oldu. Aynı yıl içinde V. Yusuf ikinci defa Nasrî tahtına geçti. Kısa bir süre sonra tahtı geri alan Sa’d b. Ali, ülkesini savunacak durumda olmadığından Kastilya Kralı’nın hâkimiyetini tanımayı ve ona yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Sa’d b. Ali, 1465’te oğlu Ebü’l-Hasan Ali tarafından tahttan indirildi. Bu dönemde Ebü’l-Hasan Ali ile kardeşi XII. Muhammed arasında yaşanan taht kavgası ülkenin paylaşılmasıyla sonuçlandı. Gırnata ve civarı Ebü’l-Hasan’da, Mâleka ve civarı Zagal’da kaldı. Kastilya Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand 1469’da evlenip on yıl sonra da krallıklarını birleştirdikten sonra, Nasrîlerin hâkim olduğu şehirleri birer birer ele geçirdiler. 1478’de Nasrî ülkesine genel bir taarruz başlattılar. Bu arada Ebü’l-Hasan Ali’nin oğlu Ebû Abdullah, vergi oranlarını aşırı derecede yükseltmesi ve özel hayatındaki bazı hataları yüzünden halkı kızdıran babası Ebü’lHasan Ali’ye karşı 1482’de bir isyan başlattı. Devlet adamları ve Gırnata halkı arasında büyük destek bulan isyan sonunda Ebü’l-Hasan oğlu Ebû Abdullah ile mücadeleyi göze alamadı ve tahtı bırakıp Mâleka’ya giderek kardeşi Zagal’a sığındı. Bu sırada Zagal, Ferdinand’ın Mâleka’ya gönderdiği bir orduyu 1483’te ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Gırnata’nın son sultanı Ebû Abdullah (XI. Muhammed), amcasının zaferinden de cesaret alarak saltanatının ikinci yılında Kastilya’ya ait Lûsinâ’ya (Lucena) saldırdı, fakat Kurtuba yakınında yenilip esir düştü. Ferdinand ve Isabella, ellerindeki Ebû Abdullah’ı hâkimiyetlerini tanıması 234 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şartıyla bir ordunun başında amcası Zagal’a karşı gönderdiler. Gırnata’nın doğusundaki bazı kaleleri ele geçiren Ebû Abdullah 1486’da kendisini Nasrîlerin meşrû hükümdarı ilân etti. Ebû Abdullah Kastilya Krallığı ile barış ve saldırmazlık anlaşması imzaladığı yönünde haberler yayarak kendisine taraftar toplamaya çalışıyordu. Nasrîlerin kendi içlerinde bölünmesini bekleyen İspanyollar, Kastilya Krallığı için tehlike olarak gördükleri Zagal’ın gücünü kırmak için onun elinde bulunan merkezlere saldırıya geçtiler ve Levşe’yi (Loja) aldıktan sonra Mâleka’yı kuşattılar. Kuzey Afrika’daki Müslüman hükümdarlardan ve Memlüklerden beklediği yardımı alamayan Zagal devlet adamları, kumandanlar ve bilginlerin görüşünü aldıktan sonra 1487’de şehri teslim etti. Böylece 1490 yılı baharına kadar Gırnata hariç diğer şehirlerin tamamı Nasrîlerin elinden çıkmış oldu. Ferdinand ve Isabella sonunda, tahta bizzat oturttukları Ebû Abdullah’tan bütün Müslümanların sığındığı Gırnata’yı kendilerine teslim etmesini istediler. Devlet ricâli, din adamları ve kumandanlarıyla görüşen sultan bu teklifi reddederek savaşmaya karar verdi. 1490’da harekete geçen İspanyollar civardaki yerleşim merkezlerini ve ekinleri tahrip edip Gırnata surlarına dayandılar. Beklemedikleri kuvvetli bir direnişle karşılaşınca geri çekildiler ve 1491 baharında topların desteğindeki büyük ordularıyla şehri tekrar kuşattılar. Bütün zorluklara rağmen kendilerini kış mevsimine kadar savunan Müslümanlar büyük kayıplar verdiler. Son göçlerle nüfusu muhtemelen 100.000’in üzerine çıkan şehirde erzak sıkıntısı dayanılamayacak boyutlara ulaştı ve salgın hastalıklar baş gösterdi. Nihayet halkın canına, malına ve dinine dokunulmaması şartıyla şehrin teslimine karar verildi. 25 Ekim 1491 tarihli antlaşma gereği İspanyollar 3 Ocak 1492’de Gırnata’ya girdiler. Böylece Müslümanların Endülüs’teki son bağımsız devleti ortadan kalktı. Nasrîlerin komşu devletlerle olan ilişkilerini belirleyen temel etkenler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Resim 10.8 1485’te Müslümanların elinden çıkan Runde’de (Ronda) kiliseye çevrilen caminin iç kısmından bir görünüm. Mağrib hattıyla İhlâs Sûresi yazılı (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 3 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 235 1492-1614 ARASINDA ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI Kastilya Krallığı’nın Endülüslü Müslümanları Hıristiyanlaştırma Politikası 1492’de Nasrîlerin yıkılmasından sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar için İspanyolca Müslüman anlamındaki ‘morisko’ tabiri kullanılmaktadır. 25 Ekim 1491’de, Gırnata’nın İspanyollara teslim anlaşması yapıldığında Müslümanlara, yani moriskolara haklarının korunacağına dair Ferdinand ve Isabella tarafından teminatlar verilmişti. Şehrin teslim anlaşması, kendilerine ‘elches’ denilen sonradan Müslüman olmuş eski Hıristiyanlar dahil bütün moriskoların kraliyet koruması altında olacaklarını, sahip oldukları bütün arazilerin mülkiyet haklarının ebediyen kendilerinde kalacağını, her türlü baskıdan uzak olarak topraklarında yaşayabileceklerini, gelenek ve göreneklerine karışılmayacağını, isteyenlerin Kuzey Afrika’ya göç edebileceğini, kendilerinin farklılıklarını gösteren bir alamet taşımalarının katiyen istenmeyeceğini, vakıf gelirleri dahil olmak üzere her türlü gelirlerinin yalnızca kendilerine ait olacağını garanti ediyordu. Ayrıca bu teslim şartnamesinde, camilere Hıristiyanların girmelerinin yasak olduğu ve camilerin moriskoların ellerinden alınmayacağı da açık bir şekilde ifade edilmişti. Bununla birlikte bu güvenceler Müslümanlar için inandırıcı olmamıştı. Bu olumsuz bakış açısını gidermek için 29 Kasım 1491’de Ferdinand ve Isabella, Allah adına söz verdikleri resmî bir bildiri yayınladılar. Bu metinde, Müslümanlara inanç, ibadet ve mülkiyet hakkı gibi konularda tam bir hürriyetin tanındığı açık bir biçimde ifade edilmekteydi. Hıristiyan İspanyol idaresi altında Müslümanların zamanla Hıristiyanlaşacakları yönündeki inançları sebebiyle Ferdinand ve Isabella Hıristiyan din adamlarına moriskoların ikna yoluyla Hıristiyanlaştırılması için talimat verdiler. Başpiskopos Talavera, kendisini yumuşak bir şekilde Müslümanlara Hıristiyanlık inancını anlatmaya adamıştı. Bu yaklaşımı zaman içinde sonuç verdi, moriskoların bir kısmı kendiliklerinden Hıristiyan olmak istedi. Fakat bu Ferdinand ve Isabella’nın istediğinin çok altındaydı, zira Müslüman olarak kalmaya devam eden moriskoların sayısının yanında Hıristiyan olanların sayısı çok azdı. Onlar daha fazla sayıda moriskonun daha kısa zaman içinde Hıristiyan olmasını istiyorlardı. Bunun için özel olarak tayin edilen Francisco Jimenez de Cisneros adlı Toledo başpiskoposu, zor kullanarak Müslümanları Hıristiyanlaştırma yoluna gitti. Müslüman din adamlarını çağırarak bütün dini kitapların kendisine teslim edilmesini istedi. Altın ve gümüş süslemeli paha biçilemez beş bin kitap getirildi. Bu kitaplar arasında tıp hakkında yazılmış birkaç kitabı Alcala’daki kütüphanesi için ayırdı, diğerlerini ise halkın gözünün önünde yaktırılmasını emretti ve bütün kitaplar insanların gözleri önünde yakıldı. Farklı zamanlarda defalarca tekrar eden bu hadise Müslümanlar arasında büyük bir öfkeye neden oldu. Kitapların yakılması esnasında yaşanan bir olay Müslümanların isyanına neden oldu. Sonradan Müslüman olmuş bir kişinin kızı zorla vaftiz edilmek için sürüklenerek kiliseye götürülürken kızın bağırarak durumu çevredeki Müslümanlara duyurması üzerine bir kalabalık toplandı. Kızı tutuklayan hâkim öfkeli halk tarafından öldürüldü. Müslümanlar, kendilerine tanınan güvencenin ihlal edilmesinden sorumlu olarak gördükleri Jimenez’in evini kuşattılar. Bu olaylar Talavera’nın araya girmesiyle sakinleştirildi, hâkimi öldürenler ise şehrin valisine teslim edildi. Bunlardan dördü idam edildi, diğerleri ise bağışlandı ve olaylar bir süre için kapandı. 236 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Bu olaylar, Müslümanlar için zor bir dönemin de başlangıcı oldu. Bu isyan mal ve can kaybıyla neticelendiğinden, Müslümanların affedilmeleri konusunda ya sürgün edilmeleri ya da Hıristiyan olmayı kabul etmeleri fikri benimsendi. İdarecileri buna Jimenez ikna etmişti. Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılması sürecini hızlandırmak için kendisi de bizzat gayret Ferdinand, Granada’da elBüşürât (Alpujarras) ismiyle bilinen dağlık kesimlere çekilmiş ve isyan hazırlığı yapan Müslümanlara gönderdiği mektupta, zorla din değiştirmenin söz konusu olmadığını kraliyet üzerine yemin ederek yazmıştı. Fakat kendilerine daha önce verilen sözlerin hiçbirinde durulmadığını gören Müslümanlar, Ferdinand’ın bu mektubuna inanmadılar. Ferdinand, oldukça kalabalık bir orduyla Müslümanlara karşı saldırıya geçti. İsyanı sona erdirip asileri din değiştirmeye zorladı, ayrıca para cezasıyla da cezalandırdı. İspanya’nın çeşitli yerlerinde zorla din değiştirme hadiseleri devam etti. Bazı yerlerde 11 yaşın üzerindeki bütün Müslümanlar köleleştirilirken, 11 yaşın altındaki çocuklar inançlı birer insan olarak yetiştirilmek üzere dindar Hıristiyanlara emanet ediliyordu. Müslümanların içinde bulundukları şartlar, zaman ilerledikçe daha da ağırlaştı. Engizisyon, özellikle bu dönemde Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için bir kontrol mekanizmasıydı. Vaftiz olarak Hıristiyanlığı kabul ettiğini göstermiş olsa da ‘Yeni Hıristiyanlara’ güvenilmedi ve Hıristiyanlıklarından hep şüphe duyuldu. Çünkü moriskolar gizlice İslâm inancını ve gerekliliklerini yerine getiriyorlardı. Özellikle şarap içmeme ve domuz eti yememeye büyük hassasiyet gösteriyorlardı. Yeni doğan çocukların kilisede vaftiz zorunluluğu vardı, fakat vaftizden hemen sonra evlerinde vaftizin tesirinden çocuklarını korumak için tekrar yıkıyorlar veya daha önceden vaftiz edilmiş bir başka çocuğu götürüyorlar, Hıristiyan usullerine göre evlenme merasimi yapıldıktan sonra evlerinde İslâm inancının kabul ettiği şekilde nikâh kıyıyorlardı. Bu şekilde kendi inançlarını sürdürmeye devam ettiklerinden moriskolar üzerindeki baskı ve kontroller de artıyordu. Moriskolara evlerinin kapılarının özelliklede cuma ve bayram günlerinde açık tutma zorunluluğu getirilmiş, evlerinde dahi Arapça konuşmaları yasaklanmıştı. Arapça konuştuğu tespit edilenler cezalandırılıyor, aynı suçun tekrarında ceza daha da ağırlaştırılıyordu. Cuma günleri çalışma, Ramazan ayında gündüzleri yemek yiyip yemediklerine dikkat etme, şarap içme, domuz eti yeme gibi konularda yeni Hıristiyanlar hep takip ediliyorlardı. Bu takiplerde şüphesiz esas olan onların eski inançlarını terk edip etmediklerinin açıkça görülmek istenmesiydi. Şüpheli görülenler engizisyonda yargılanıyordu. Moriskolar üzerindeki baskısını günden güne artıran Kastilya, 1567’de çıkardığı kanunlarla moriskolar zikredilen yasaklara ilaveten çocuklarını Hıristiyan okullarına gönderilme mecburiyeti getirilmişti. Bunun sonucu olarak Müslümanların en ciddi isyanı 1568-1570 yılları arasında Granada’da görüldü. Alpujarras İsyanı olarak bilinen isyan şiddetle bastırıldı, isyancıların elebaşları ve isyana katılan çok sayıda kimse idam edildi. Kastilya’ya moriskoların silahlandıkları yönünde bilgiler gelmekte, ayrıca Valencia moriskolarının Osmanlı ile bir muhabere ağı oluşturdukları ve Osmanlı desteğini alarak bir isyan hazırlığında oldukları biliniyordu. Hatta Osmanlı ile haberleşme halinde olup da bir isyan hazırlığında olduğu anlaşılan çok sayıda morisko öldürüldü. Osmanlı kuvvetlerinin bu yıllarda İspanya kıyılarını vurması ve İspanya karşısında Osmanlı-Fransız ittifakının oluşturulmaya çalışılması da İspanyol krallıkları tedirgin ediyordu. Uzun yıllardan beri morisko meselesiyle uğraşan İspanyol krallıklar, bir türlü üstesinden gelemedikleri bu meselede kesin çözümün moriskoların sürgün edilmesi yoluyla olacağı fikrine vardılar. Nihayet bu fikir uygulamaya konuldu. III. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 237 Philip döneminde (1598-1621) moriskoların tamamen sürgün edilmeleri için peş peşe fermanlar yayınlandı. 1609 yılında Valencia’nın yayınladığı bir sürgün fermanında, moriskoların üç gün içinde krallık topraklarından ayrılmalarını öngörüyordu. Sürgün edilen moriskoların yanlarına taşıyabilecekleri eşyaları almalarına müsaade edilecekti, 4 yaşında ve küçük çocukların kalıp kalmayacaklarına ise anne-babaları karar vereceklerdi. Moriskoların Kuzey Afrika’ya göçü ve Osmanlı Devleti’nin yardımını araştırınız. 1609-1614 yılları arasında İspanyol krallıklarının topraklarında yaşayan yüz binlerce morisko sürgün olarak topraklarından ayrıldı. Bu sayının 600 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Moriskoların bazıları kraliyet gemileriyle, bazıları ise kendi kiraladıkları yelkenlilerle Kuzey Afrika’ya geçtiler. Moriskolar bu yolculuklar esnasında çok acı felaketler yaşadılar. Kendi imkanlarıyla göç eden moriskolardan bazıları, kiraladıkları yelkenlilerin kaptan ve tayfaları tarafından ya soyuldular ya da öldürüldüler. Moriskoların büyük bir çoğunluğu ise yanlarında bol miktarda altın bulunduğunu düşünen Kuzey Afrika’nın yerli halkı tarafından öldürüldü. Kadın ve çocukların köleleştirilmesi bu dönemde moriskoların sıkça yaşadıkları bir durumdu. Salgın hastalıklar ve deniz yolculuğu esnasında gemilerin batması sonucu ölen binlerce morisko bulunmaktaydı. 1614 yılından sonra da İspanyol krallıklarında kimliklerini gizleyerek yaşamaya devam eden moriskoların varlığı bilinmektedir. Zamanla sayıları azalsa da, İspanyol belgelerinin verdiği bilgilerden moriskoların XVIII. yüzyılın sonuna kadar Kastilya’da gizlice yaşamaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika’ya Göçü ve Osmanlı Yardımı Endülüs’te Müslümanların içinde bulunduğu ağır şartlar, onları Endülüs dışından yardım istemeye zorlamış ve Nasrîlerin son yıllarına doğru Memlük ve Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunmak üzere elçiler gönderilmiştir. Sultan II. Bayezid’in huzuruna gelen Endülüs heyeti, Müslümanların Endülüs’te içinde bulundukları zor durumu arz etmiş ve Endülüslü meşhur şair Ebu’l-Bekâ er-Rundî’nin “kasîde-i ğarrâ” olarak bilinen bir ağıtını da padişaha sunmuşlardı. Bunun üzerine II. Bayezid Papalık, Kastilya ve Aragon’a elçiler göndererek diplomatik yolla durumun önüne geçmeye çalıştı. Ayrıca 1487 yılında Kemal Reis’in başında olduğu Osmanlı donanması İspanya kıyılarını vurdu. Fakat gerek Osmanlı’nın o dönemde Endülüs’e yardım ulaştıracak seviyede deniz gücüne sahip bulunmayışı ve gerekse Cem Sultan meselesinin Osmanlı’yı meşgul ediyor oluşu, istenen seviyede yardımın Endülüs’e gönderilmesine engel olmuştur. 1492’de Müslümanların Endülüs’teki son devleti olan Nasrîler yıkıldıktan sonra da Endülüs Müslümanları Osmanlı’ya yeniden bir elçi göndererek yardım talebinde bulundular. 1502’de Sultan II. Bayezid’in huzuruna çıkan Endülüslü elçi, İspanyolların Endülüs Müslümanlarına yaptıkları zulümleri anlatan bir ağıt sundu. Ağıtta, Endülüs Müslümanlarının zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışıldığı, namaz kıldığı veya oruç tuttuğu tespit edilenlerin ateşe atıldığı, bazı mescitlerin çöplüğe çevrildiği ve Müslümanların maruz kaldığı diğer baskılar dile getirilmektedir. Osmanlı sultanından ise, Hıristiyan krallığının 1492’de kendilerine inanç, ibadet, can ve mal emniyeti hakkındaki taahhütlerine sadık kalmaları veya Endülüslülerin mallarıyla birlikte Kuzey Afrika’ya göçmelerine izin vermelerini sağlaması konusunda yar4 238 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dım istenmekteydi. Bunun üzerine 1505 yılında Kemal Reis’in başında bulunduğu donanma yeniden gönderilerek İspanya kıyıları vuruldu. Bu sefer dönüşünde Kemal Reis çok sayıda moriskoyu Kuzey Afrika ve İstanbul’a taşıdı. Bununla birlikte Osmanlı’nın Endülüs Müslümanlarına daha büyük yardımı, Osmanlı hizmetindeki Hayreddin (kızıl sakallı oluşundan İspanyollar tarafından “Barbaros” olarak adlandırılan) ile olmuştur. Onun 1529 yılında 70.000 moriskoyu Cezayir’e naklettiği bilinmektedir. Barbaros Hayreddin Paşa’nın bu yardımları dolayısıyla moriskolar 1541’de Kanuni Sultan Süleyman’a gönderdikleri bir mektupla teşekkürlerini bildirmişlerdir. Osmanlı’nın moriskoların iskânı konusundaki yardımları, onların sadece Kuzey Afrika’ya nakledilmelerini sağlamak için olmadı. Fransa üzerinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleşmiş olan moriskoların Osmanlı topraklarına ve Kuzey Afrika’ya yerleştirilmesi için de gayret edildi. Özellikle I. Ahmed zamanında elçiler gönderilerek Fransa ve Venedik’teki moriskoların güvenli bir şekilde İslâm topraklarına taşınmaları sağlandı. İstanbul, Selanik, Bursa, Adana ve Anadolu’nun diğer şehirlerine yerleştirildiler. Moriskoların yerleştikleri bölgelerin idarecilerine fermanlar gönderilerek beş sene boyunca moriskolardan vergi alınmaması emri gönderildi. Bu uygulamayla moriskoların maddi açıdan kendilerini toparlamalarının sağlanması hedefleniyordu. Son olarak, Osmanlı Devleti’nin sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda Endülüs Yahudilerine de topraklarına yerleşme izni verdiğine işaret edilmelidir. II. Bayezid döneminde Osmanlı tarafından kabul edilen Endülüs Yahudileri, özellikle İstanbul, İzmir ve Selanik gibi şehirlere yerleştiler. O dönemde diğer ülkeler Yahudileri kabul etmek istemezken, İspanya’dan sürülen Yahudilere Osmanlılar kapılarını açtı. Endülüs Yahudileri büyük baskı gördükleri İspanya’dan sürüldükten sonra Osmanlı topraklarında tam bir hürriyet içinde yaşadılar. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 239 Özet Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan siyasî parçalanmanın yanında Reconquista sürecinde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri hakkında bilgi sahibi olabilmek Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra sadece bir veya ise birkaç şehre hâkim olan ve sayıları yirmi kadar olan devletçik ortaya çıktı. Bunların nihaî gayeleri Endülüs’te siyasi birliği sağlamak olduğundan, bütün güçlerini birbirleriyle mücadele etmek için harcıyorlardı. Bunun sonucu olarak Müslümanlar günden güne zayıfladılar, karşılarındaki tehlikenin farkına ise ancak Tuleytula’nın kaybedilmesinden sonra varabildiler. Tuleytula’nın alınması, Müslümanların elinde bulunan diğer şehirlerin de geri alınabileceği düşüncesine İspanyol krallıkların inanmalarını sağladı. Sonraki yıllarda hız kazanan reconquista hareketinin yeniden parlaması mülûkü’t-tavâif döneminde gerçekleşti. Reconquista sürecinde Hıristiyanların hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlar olan müdeccenler, önceleri kendilerine tanınan haklar dolayısıyla yaşadıkları şehirlerde yaşamaya devam etmişlerse de, verilen teminatların ve sözlerin ihlal edilmesi üzerine büyük çoğunluğu ya Endülüs’ün Müslümanların hâkimiyetindeki bir şehrine ya da Kuzey Afrika’ya göç etmeye mecbur oldular. İspanyol krallıkları karşısında zor durumda kalan Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika ile ilişkilerini değerlendirebilmek Tuleytula’nın 1085 yılında Kastilya Krallığı tarafından ele geçirilmesi ve ardından Endülüs’teki Müslüman emîrleri tehdit etmesi sonucunda Müslümanlar Kuzey Afrika’daki Murâbıtlardan yardım istemek zorunda kaldılar. Murâbıtların Endülüs’e geçişleri, Endülüs Müslümanlarını Hıristiyan krallıkların bunaltan saldırılarından bir süre kurtardı. Murâbıtların yıkılmasının ardından onların yerini alan Muvahhidler de aynı şekilde Endülüs Müslümanlarının koruyucuları oldular. Fakat İkâb savaşının ardından Endülüs’te güçten düştükleri açıkça göründü. Nasrîler döneminde de Kastilya Krallığı karşısında Endülüs Müslümanlarının en büyük destekçileri Merînîler oldu. Murâbıtlar ve Muvahhidler döneminden farklı olarak Merînîler Endülüs’e hâkim değillerdi, fakat Nasrîlerle kurdukları ittifaklar sonucunda askerî destek sağlıyorlardı. Endülüs’te son bağımsız İslâm devleti olan Nasrîlerin İspanyol krallıkları ve Kuzey Afrika ile ilişkilerini açıklayabilmek İber Yarımadası’nın güney kısmında uzun bir süre varlığını sürdürme mücadelesi veren Nasrîler, bu amaca ulaşabilmek için bazen Kastilya’ya karşı Merînîler veya Aragon ile Merînîler karşısında Kastilya ile ittifaklar kurmuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Nasrî hükümdarları yaşanan dönemin şartları kendileri için hangi politikanın takip edilmesinin uygun olacağını düşünmüşlerse o yönde adım atarak ittifaklar kurdular. 1492-1614 yılları arasında İspanyol krallıkların hâkimiyeti altında yaşayan Endülüs Müslümanlarının durumu ve buradan sürgün edilmeleri hakkında bilgi sahibi olabilmek 1492’den sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar olan moriskolar, kendilerine taahhüt edilen güvencelerin ihlal edilmesi ve zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmaları üzerine bazı isyan hareketlerinde bulundular. Moriskoların zorla da İslâmiyet’i terk etmeyeceklerini düşünen Kastilya Krallığı, 1609’da çıkarılan fermanlarla ülkedeki bütün moriskoların sürgün edileceklerini ilan etmiştir. Bunun üzerine yüz binlerce morisko Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. 1 2 3 4 240 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Murâbıtların Endülüs’e ilk geçiş sebebini aşağıdakilerden hangisi açıklamaktadır? a. Murâbıtların, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışının hemen sonrasında bu toprakları ele geçirmek istemeleri b. Murâbıtların, mülûkü’t-tavâif arasında çıkan mücadeleri fırsat bilerek toprak kazanma istekleri c. Tuleytula’nın Kastilya tarafından ele geçirilmesinin ardından Endülüslü idarecilerin Murâbıtlardan yardım talep ederek onları Endülüs’e davet etmeleri d. Devletinin topraklarını genişletmek isteyen Yusuf b. Tâşfîn’in Endülüs’e sefer düzenlemesi e. Murâbıtların Eftasîler’e karşı Abbâdîlerle ittifak kurması 2. İkâb Savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında yapılmıştır? a. Murâbıtlar ile Kastilya Krallığı b. Muvahhidler ile Kastilya öncülüğündeki Haçlı ordusu c. Murâbıtlar ile Muvahhidler d. Murâbıtlar ile Aragon Krallığı e. Muvahhidler ile Navar Krallığı 3. ”Reconquista” teriminin Endülüs tarihi açısından anlamı aşağıdakilerden hangisidir? a. İber Yarımadası’nın yerli Hıristiyan halkının Endülüs’ü Müslümanlardan geri alması b. Endülüs’te Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada huzur içinde yaşamaları c. 1236’da Kurtuba’nın düşmesinden sonra Müslümanların güçlerini birleştirip kaybettikleri toprakları Hıristiyanladan geri almaya çalışmaları d. Kastilya ile Aragon Krallıkları arasında devam eden siyasî ve askerî mücadeleler e. Kastilya Krallığı’na karşı Nasrîler’in Aragon Krallığı ile kurmuş olduğu ittifak 4. Mülûkü’t-tavâif döneminin en öne çıkan özelliği aşağıdakilerden hangisidir? a. Müslümanların Endülüs’te bir süredir bozulmuş olan birliği yeniden sağlamaları b. Her bir emîrliğin, topraklarını genişletmek arzusuyla diğer emîrliklerle sürekli mücadele halinde olması c. Endülüslü idarecilerin ittifak kurarak Kastilya Krallığı’na karşı mücadele etmeleri d. Murâbıtların Endülüs Emevî Devleti topraklarına sahip olma arzuları e. Doğu İslâm dünyasından Endülüs’e gelen ilim adamı sayısında görülen artış 5. İslâm hâkimiyeti döneminde, Hıristiyanların eline geçen şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlara ne ad verilir? a. Müvelled b. Müdeccen c. Müsta’rib d. Morisko e. Sakâlibe 6. Endülüs’te “morisko” olarak isimlendirilen grup aşağıdakilerden hangisinde tanımlanmıştır? a. Müslüman olduktan sonra tekrar eski inançlarına dönen İberyalılar b. Endülüs’e Yemen’den getirilerek iskan edilen Müslümanlar c. Hıristiyan olmakla birlikte Müslümanlardan etkilenerek ve onlara benzeyerek yaşayan halk d. Orta ve Doğu Avrupa’dan Endülüs’e gelen halk e. 1492’den sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşamaya devam eden Müslüman halk 7. Mülûkü’t-tavâif dönemi aşağıdakilerden hangisiyle sona ermiştir? a. Murâbıtların Endülüs’e hâkim olmasıyla b. Muvahhidlerin Endülüs’e hâkim olmasıyla c. Nasrîler’in kurulmasıyla d. Abbâdîler’in diğer devletçikleri ortadan kaldırarak tek kalmasıyla e. Katalonya Kontluğu’nun Pamplona bölgesini ele geçirmesiyle 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 241 Okuma Parçası 8. Elhamra Sarayı’nın yapımına aşağıdaki dönemlerin hangisinde başlanmıştır? a. Murâbıtlar b. Muvahhidler c. Nasrîler d. Mülûkü’t-tavâif e. Endülüs Emevî Devleti 9. Gırnata’nın düşmesinden önce Osmanlı’dan yardım isteyen Endülüs Müslümanlarına Sultan II. Bayezid’in cevabı ne olmuştur? a. Osmanlı’nın iç sorunları nedeniyle yardım edilememiştir b. Nasrîlere yardım için Kuzey Afrika’dan Endülüs’e bir ordu gönderilmiştir. c. Kastilya’yı durdurmak için Osmanlı hâkimiyeti altındaki Hıristiyan halka işkence yapılmıştır d. Sorunun çözümü için Papalık ve Kastilya nezdinde diplomatik girişimde bulunulmuş, ayrıca Kemal Reis komutasında bir donanma gönderilerek İspanya kıyıları vurulmuştur e. Memlük ve Osmanlı askerlerinden oluşan bir ordu hazırlanarak Kastilya’ya savaş açılmıştır 10. Başpiskopos Talavera’nın moriskolar için izlediği yol aşağıdakilerden hangisidir? a. Zor kullanarak moriskoların Hıristiyan olmaları için çalışmıştır b. Hıristiyan olup olmamalarının, onların kendi tercihine bırakılması gerektiğini düşünmüştür c. İyilik yoluyla moriskoların Hıristiyanlığı benimsemeleri için gayret etmiştir d. Moriskoların İber Yarımadası’ndan sürülmeleri için rapor vermiştir e. Moriskolar için ayrı yerleşim yerleri kurdurarak moriskoların şehirlerden çıkarılmalarını sağlamıştır Mancebo de Arevalo adlı İspanyol Müslüman, ziyaret ettiği bir hanımefendinin tavsiyesi üzerine Gırnatalı aristokrat bir Müslümanın ziyaretine gider. Hesapta olmayan bu ziyaret -zira kendisi hac hazırlığı yapmaktadıryaklaşık iki ay sürer. Bu süre zarfında Mancebo ile Gırnatalı ev sahibi arasında konuşmanın bir kısmı şöyledir: “Bayramı kutlamak için gittiğim Gırnata’da, zilhicce ayının başında, veda etmek için (bayan) Mora de Ubeda’nın yanına gittim. Bana dedi ki: “Şimdi bize veda ediyorsun; birbirimizi bir daha haşir gününe kadar göremeyeceğiz. O yüzden bu levhayı (Kur’ân-ı Kerimi kastediyor) al ve onu kalbinde muhafaza et; çünkü onu bereketli kılan ve Muhammed’e (selam ve salavât) onun üzerine olsun) veren Cebrâil’dir. Eğer Allah’ın izniyle Mekke’ye varırsan, orada Peygamber Efendimizin kabrinde benim için de dua et. Burada son günlerini geçirdiğini biliyorum ama, senden bir ricam var: Gidip yüce Benegas’ı ziyaret et, zira kendisi sıra dışı bir insandır. Benegas, Ali Sarmiento gibi bir dil uzmanı değildir ama, büyük bir Arap âlimidir (muhtemelen kişinin dinî ilimlerde yetkin olduğu kastediliyor). Onun ziyaretine o kadar çok insan gider ki şaşırırsın. Hayal kırıklığına uğramayacağından emin olabilirsin; tersine sana söylediğimden daha fazlasını göreceksin. Kendisi Gırnata’nın dışında Cuesta de la Higuera’da yaşar ve orada Vega civarında muhteşem bir çiftliği var. Onan benim selamlarımı ilet; zira o hem bir dost hem de akrabamızdır. Orada daha fazla zaman geçirmeyi düşünmediğim halde, Mora’nın dediğini yaptım. Zilhicce ayının son günü, yüce Benegas’ın evine vardım. Beni ancak asil bir insandan beklenecek şekilde karşıladı. Karşılıklı selam alışverişinde bulunduk. Üçüncü gün, bana bir Kur’ân verdi ve ondan iki cüz okuttu. Cüzleri bitirince Kur’ân’ı aldı ve bana şöyle dedi: “Yüce Mevla seni muhafaza etsin ve seni felaha ulaştırsın.” Fakat benim hatalarımı düzeltmekten de geri durmadı. Ben de bu tashihleri memnuniyetle kabul ettim. Birkaç gün sonra, birbirimiz biraz daha yakından tanıyınca, bir Cuma günü beni çiftliğine götürdü. Küçük bir derenin kenarında oturduk ve bana şöyle dedi: “Evladım, senin Gırnata’da olup bitenlerden haberdar olmadığını biliyorum. Şimdi bazı şeyleri hatırlayıp sana anlatırsam, şaşırma. Bunlar her saniye benim yüreğimde yankılanıp duruyor. Olanların sancısını kalbimde hissetmediğim tek bir an, tek bir saat yok. Ben Yahudilerin Timola’sını, putperestlerin Faraida’sını ve yıkım ve acıyla dolu daha başka hikâyeleri okudum. Bunların hepsi çok ağırdı ve herkes 242 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kendi kaybı için gözyaşı döktü. Fakat benim kanaatime göre Gırnata’nın evlatlarının çektiği acılar için kimse gözyaşı dökmedi. Söylediklerimden şüphen olmasın; zira ben onlardan biriyim ve olanların şahidiyim. Evli yahut bekar, asil Müslüman kadınların aşağılandığını ve üç yüzden fazla bakirenin pazarda açık arttırma ile satıldığını bizzat gözlerimle gördüm. Sana daha fazlasını söylemek istemiyorum çünkü yüreğim dayanmıyor. Dinlerini kurtarmak için mücadele ederken üç oğlumu, iki kızımı ve eşimi kaybettim. Hayatta kalan kızım, benim tek tesellim. O zaman bu kızım dört aylıktı. İşte ailemi böyle kaybettim. Her şey Allah’ın iradesiyle olur. Allah beni affetsin. Evladım, ben geçmişe ağlamıyorum; zira artık geriye dönüş yok. Ben asıl bundan sonrası için ağlıyorum; tabii eğer sana hayatını bağışlarlar da İspanya Yarımadasında olanları görebilirsen. Kur’ân’ın yüzü suyu hürmetine duam o ki, bu sözlerim boşa çıksın. Hiçbiri benim tahmin ettiğim gibi olmasın. Buna rağmen, dinimiz öylesine zayıflayacak ki insanlar “Müezzinin sesine ne oldu?” diye soracaklar. Atalarımızın dini nereye gitti, diyecekler. Kalbinde acıma hissi olan insanlar için bu o kadar ağır ve acımasız bir şey ki... Beni en çok endişelendiren şey, bir gün Müslümanlar, Hıristiyanlardan ayırt edilemez hale gelecekler; onlar gibi giyinecekler ve onların yediklerinden içtinap etmeyecekler. Allah’tan niyazım o ki, Müslümanlar en azından Hıristiyanların yaptıklarını yapmasınlar ve onların dinlerini kalplerine taşımasınlar... Bütün bunları hadiselerden çok etkilendiği için söylediğimi düşünebilirsin. Cenab-ı Hak sonsuz rahmet ve sevgisi ile bu söylediklerimi gerçek olmaktan uzak tutsun; zira böylesi bir acıyı bilmek istemem. Eğer İsrâiloğulları gözyaşı döktü diyorsak, bizim de gözyaşı dökmemiz büyük bir mesele midir?... Fakat eğer biz bu kadar kısa bir sürede ayaklarımızı yere sağlam basamıyorsak, gelecek nesiller ne yapacak? Eğer babaları dinlerini ihmal ederlerse, torunlar o dini tekrar nasıl yükseltebilirler? Eğer fetihler sultanı imanını muhafaza etmezse, onun haleflerinden ne beklenir? Sana diyorum, evladım, bizim çöküşümüz devam edecek. Yüce Mevla rahmetini bize yöneltsin ve bizi ilahî bereketiyle korusun. Akşam namazının vakti gelmemiş olsa, Benegas konuşmaya devam edecekti. Onun yanında iki ay kaldım. Yemin ederim, bu iki ay bana iki saat gibi geldi; zira hiç kimse onun kadar ince bir anlayışa sahip değildi. Zaman zaman beni azarlaması yahut emîrler vermesi dışında, söylediklerine yahut yaptıklarına hiçbir itirazım olmadı. Kur’ân, Arapça ve İbranice tefsileri (İbranice tefsirlerle ne kastedildiği açık değil) onun kadar iyi okuyup açıklayan başka birini görmedim. Sesi de mükemmeldi. Kızı ise biraz farklıydı. Çok eğitimliydi, hâfız-ı Kur’ân’dı ve muttaki bir hayatı vardı. Böylesi pür bir alicenaplığı görmek, büyük bir teselli idi. Bu baba ve kıza veda ettiğimde, iki taraf da gözyaşlarını tutamadı. Kızı bana bir yüzük, babası da küçük bir mücevher verdi ve şöyle dedi: “Evladım, sana başka hediyeler vermek isterdim; fakat varlığımız artık tükeniyor. Bu mücevheri al. Ağırlığı on bin maravedidir. 100 bin maravedi de olsa, onu yine sana verirdim.” (Kalın, (2007), s. 87-89.) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Murâbıtlar Dönemi (1091-1147)” konusunu yeniden okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse “Muvahhidler Dönemi (1147-1229) konusunu yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Mülûkü’t-tavâif Dönemi (1031-1091)” konusunu yeniden okuyunuz 4. b Yanıtınız doğru değilse “Mülûkü’t-tavâif Dönemi (1031-1091)” konusunu yeniden okuyunuz 5.b Yanıtınız doğru değilse “Muvahhidler Dönemi (1147-1229) konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Murâbıtlar Dönemi (1091-1147)” konusunu yeniden okuyunuz. 8. c Yanıtınız doğru değilse “Nasrîler Dönemi (1232-1492)” konusunu yeniden okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. c Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 243 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Mülûkü’t-tavâif adlı bu dönemde Endülüs’te siyasî açıdan parçalanmış bir yapı vardı. Kendi aralarında mücadele eden Müslüman emîrlerin topraklarını genişletmeye çalıştıkları bu dönemde Kastilya Krallığı’nın Tuleytula’yı ele geçirmesi üzerine Endülüslü Müslüman emîrlerin yardım talebiyle Murâbıtlar Endülüs’e geçtiler. Sıra Sizde 2 Murâbıtlar 1108’de kazandıkları Uklîş zaferinden kısa bir süre sonra Kuzey Afrika’da çıkan geniş kapsamlı bir isyanla uğraşmak zorunda kalmışlardı. Bu isyan kısa bir süre içinde büyüyerek Murâbıtların sonunu getirdiği gibi Muvahhidler devletinin de kuruluşuyla sonuçlandı. Ayrıca Murâbıtlar, Endülüs’te kendilerine verilen desteği de kaybetmeye başladılar.
.Önsöz Abbâsîler Dönemi (750-1258) siyasal ve kültürel açıdan İslâm tarihinin en önemli devrelerinden birini oluşturmaktadır. Bu dönemde Müslümanlar Arap Yarımadası’nın yanısıra Anadolu, Irak, İran Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, Sicilya, Endülüs, Afganistan, Hindistan, Mâverâünnehir ve Doğu Türkistan gibi çok geniş bir coğrafyaya hâkim olmuşlardır. Abbâsîler devrinde “İslâm Devleti” müesseseleri askerî ve idâri yapısıyla tam olarak teşekkül etmiş ve bu dönemde oluşan askerî, idârî ve kültürel müeseseler, modern dönemlere kadar bütün İslâm devletleri tarafından örnek alınarak uygulanmıştır. Ortaçağ şartlarında bu kadar geniş bir coğrafyada pek çok etnik, dini ve mezhebî unsuru uzun müddet idare etme başarısını gösteren Abbâsîler’in hâkimiyeti zaman içerisinde merkeze uzak coğrafyalarda ortaya çıkan otonom yapılarla dağılmaya başlamış; Ardından hilafet merkezinin Büveyhîler gibi hanedanlar tarafından elegeçirilmesiyle halifeler siyasi güçlerini kaybetmişler ve Abbâsî topraklarında pek çok hanedan ortaya çıkmıştır. Elinizdeki bu eserin ilk bölümünde Abbâsî siyasi tarihinin anahatlarının yanısıra Abbâsîler’in dağılmasıyla ortaya çıkan devletler ile Mısır’da kurulan ve İslâm tarihinde önemli yer tutan Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler’in siyasi tarihleri ele alınmıştır. Bugün dünyamızın kültürel atlasının oluşumunda çok önemli katkısı olan İslâm Kültürü ve Medeniyeti özellikle İslâm vahyi ile VII. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan bir sürecin sonucu olmakla birlikte esas olarak en büyük gelişmesini elinizdeki kitabın konusunu oluşturan VIII-XIII. Yüzyıllar arasında göstermiştir. Dört Halife döneminde yapılan fetihlerle farklı coğrafya ve kültürlere açılan ve kadim medeniyetlerle yüz yüze gelen Müslümanlar özellikle Emevîler’in son dönemi ve Abbâsîler’in ilk dönemlerinden itibaren Hint ve Yunan kültürlerinden felsefe ve bilimle ilgili eserleri Arapçaya tercüme etmek suretiyle kadim felsefe ve bilim mirasını kültürlerine aktarmışlardır. Buna paralel olarak Müslümanların İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’i anlamaya yönelik çabaları dinî ilimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve bu çaba VIII. Yüzyıldan itibaren hukuk ve kelam ekollerinin (mezhep) oluşumuna zemin hazırlamıştır. İslâm dünyası felsefe ve bilim alanlarında özellikle IX. Yüzyılın ortalarından itibaren büyük gelişmelere sahne olmuş modern bilim ve felsefenin oluşumuna büyük katkı sunan Müslüman filozoflar ve bilim adamları bu dönemde yaşamışlardır. Kitabın ikinci kısmında İslam kültür ve medeniyetine bir giriş ile Abbâsîler döneminde düşünce ve bilimin konumunun yanısıra Abbâsîler ve sonrasında kurulan devletlerin askerî ve idâri teşkilatları, eğitim kurumları ile iktisadi ve sosyal hayat anahatlarıyla incelenmiştir. İslâm Tarihi ve Medeniyeti II adlı kitabın 1, 2 ve 4. üniteleri Prof.Dr. Cengiz Tomar, 3, 8 ve 9. üniteleri Prof.Dr. Haşim Şahin, 5 ve 10. üniteleri Prof.Dr. Mehmet Bayrakdar ve 6 ile 7. üniteleri Prof.Dr. Mustafa Sabri Küçükaşcı tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitabın hazırlanmasında büyük emekleri olan hocalarıma özverili çalışmaları için teşekkür ederim. Bu eserin öğrencilerimize faydalı olmasını temenni ediyorum. Editör Prof.Dr. Cengiz TOMAR 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Emevîlerin yıkılma sürecinde başlayan Abbâsî Hareketini tanımlayabilecek; Abbâsî Devleti’nin kuruluşu ve bunun temel sebeplerini tartışabilecek; İlk Dönem Abbâsî halifeleri ve bunların döneminde ortaya çıkan siyasi ve sosyal olayları açıklayabilecek; İlk Dönem Abbâsî tarihinde önemli yer tutan mezhebi ve ideolojik hareketleri açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Abbasoğulları • Ebû Müslim • Ebü’l-Abbas Seffâh • Ebû Ca’fer Mansûr • Muhammed Mehdî • Mûsâ Hâdî • Hârûn Reşîd • Emîn • Me’mûn • Hz. Ali Taraftarları (Daha sonra Şîa) İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) • ABBÂSÎ İHTİLALİ VE DEVLETİN KURULUŞU • EBÛ’l-ABBAS SEFFÂH VE EMEVÎ MİRASININ TASFİYESİ • EBU CÂFER MANSUR: İSYANLARLA MÜCADELE • HALİFE MEHDÎ DÖNEMİ VE NORMALLEŞME • MÛSA HÂDÎ • ABBÂSÎLER’İN YÜKSELİŞ DÖNEMİ: HÂRÛN REŞÎD • HALİFE EMÎN VE YÖNETİMDE ARAPFARS MÜCADELESİ • ME’MUN: HİLAFETTE FARS HÂKİMİYETİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II ABBÂSÎ İHTİLALİ VE DEVLETİN KURULUŞU Devletin kurucusu Ebü’l-Abbas Abdullah Seâh Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın torunu olduğundan Abbâsîler (Abbasoğulları) adıyla anılırlar. İslâm dünyasında 750 yılında Emevîler’in yerine Abbâsîler’in kurulmasıyla siyasi ve sosyal alanlarda pek çok önemli değişiklik olmuştur. Emevî yönetiminden memnun olmayan çok çeşitli gruplar yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdi. Bu muhalefetin sebepleri arasında Emevîler’in hilafeti Hz. Ali ve oğullarından gasp ettiği düşüncesi ile fetihlerle pek çok bölge ve milleti hâkimiyeti altına alan hanedanın izlediği Arap etnik unsuruna dayalı ve Arap olmayan Müslümanları (mevâlî) ikinci sınıf gören ayrımcı politika en önemlileriydi. Özellikle 680 yılında Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da katledilmesi Emevî iktidarına karşı muhalefeti daha da sertleştirdi. Hz. Hüseyin’i isyana davet ettikleri halde onu koruyamayan gruplarda Kerbelâ’nın intikamı alma arzusu doğdu. Nitekim bunun neticesinde Emevîler dönemi boyunca pek çok isyan çıktı. Hz. Ali taraarı (bu hareket daha sonra Şîa adını alacaktır) propaganda özellikle Müslüman olmuş gayr-ı Arap unsurların yaşadıkları Doğu eyaletlerinde etkili oldu. Böylece Şîi olarak adlandırılan Hz. Ali taraarları ile mevâlî olarak isimlendirilen Arap kabilelerine eklemlenmiş Arap olmayan Müslümanlar ortak düşmanları Emevîler’e karşı bir ittifak oluşturdular. Bu ortamdan yararlanan Abbasoğulları kısa sürede Emevîler’e karşı başlatılan muhalefet hareketinin liderliğini üstlendi. Emevî halifesi I. Velid tarafından baskıya maruz kalan Abbas b. Abdülmuttalib’in torunu Ali Şam’ı (Dımaşk) terkederek 714 yılında, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye gitmek zorunda kaldı. Böylece Emevîler’e karşı Abbâsî muhalefet hareketi başlamış oldu. Abbasîler’den çok daha önce muhalefet hareketini başlatan Şîi’ler ise Horasan’da Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’in etrafında toplanmıştı. Daha sonra Humeyme’ye yerleşen Ebû Hâşim Abbasîler ile temasa geçti ve bir rivayete göre, ölmeden önce hareketin liderliğini Abbâsî ailesinden Muhammed b. Ali’ye bıraktı. Böylece Şîa ile Abbasoğulları Emevîler’e karşı ittifak etmiş oldu. Büyük bir gizlilik içinde yürütülen Abbasî propagandası 718 yılından itibaren Kûfe merkezli olarak devam etti. Emevîler tarafından takibata uğrayan ve sıklıkla kıyımlara uğrayan Abbâsî hareketinin liderliğini üstlenen Muhammed b. Ali dönemin kaynaklarında yaşadığı toplumu iyi tahlil eden, uzak görüşlü, bilge bir kişilik olarak nitelendirilir. O, ihtilalin altyapısını hazırlayacak olan propagandacıAbbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) Hz. Ali taraftarlarını tanımlamak üzere kullanılan ve daha sonra bir mezhebe dönüşen hareket. İslâm tarihinin ilk döneminde Arap olmayan Müslümanlara verilen ad. 4 İslam Tarihi ve Medeniyeti II larını (dâî) Horasan ve Irak’ta gizlice teşkilâtlandırdı. Bu dâîlerin bir kısmı Emevîler tarafından yakalanarak öldürülmekle birlikte hareket mevcudiyetini devam ettirdi. İmam Muhammed b. Ali’nin 743 yılında ölmesinin ardından hareketin liderliği oğlu İbrahim b. Muhammed’e geçti. İbrahim b. Muhammed 745’de aslen mevlâ olan Ebû Müslim’i mukaddes ailenin vekili sıfatıyla Emevî muhalefet hareketinin en önemli merkezlerinden olan Horasan’a gönderdi. Ebû Müslim’in Horasan’a gönderilmesi Abbâsî ihtilal hareketine büyük bir ivme kazandırdı. Bu esnada Horasan’daki Arap kabileleri birbirleriyle mücadelelerinden de istifade eden Ebû Müslim Horasan şehirlerini dolaşarak Abbâsî yanlısı propaganda faaliyetlerini örgütledi ve 747 yılında isyan bayrağını açtı. Ebû Müslim 748 yılında Emevî birliklerinin birer birer mağlup ederek Horasan eyaletini elegeçirdi. Horasan’daki Abbâsî taraarları kısa sürede Rey ve Hemedan’ı da ele geçirerek Irak’a doğru ilerlemeye başladılar ve 749 yılında muhalefet hareketinin en önemli merkezi Kûfe ihtilal taraarlarının eline geçti. Abbâsî ihtilali ile ilgili daha fazla bilgi için Nahide Bozkurt’un Oluşum Sürecinde Abbâsî İhtilali, (Ankara 1999) adlı kitabına bakabilirsiniz. Hareketin en önemli merkezi Kûfe’nin Abbâsî taraarlarının eline geçmesi üzerine “Hz. Muhammed ailesinin” veziri unvanını taşıyan, Şilerin lideri Ebû Seleme el-Hallâl gizlendiği yerden çıkarak idareyi ele aldı. Abbasîler de artık ön plana geçme zamanının geldiğine karar verdiler. Horasan’da ihtilâl hareketi sürerken Emevî Halifesi Mervân, Abbâsî ailesinin lideri İbrahim’i hapsettirmiş; O da yerine kardeşi Ebü’l-Abbas’ın geçmesini istemişti. Abbasî ailesi, ele geçirilmesinin ardından, Kûfe’ye gitmişse de burada pek iyi karşılanmadı. Ebû Seleme, Ali evlâdı taraar olHarita 1.1 Abbâsî Devletî Döneminde İslâm Dünyası Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 33 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 5 duğundan Abbâsîleri oyalamaya çalışıyordu. Bunu farkeden Horasanlılar bir oldubittiyle 28 Kasım 749 Cuma günü Kûfe Camisi’nde Ebü’l-Abbas’a biat ederek halife ilan ettiler. Hz. Ali taraarları ile Abbâsîler arasındaki, Emevîler’e karşı yaptıkları ittifak, mücadelenin kazanılmasının ardından bozuldu. Hareketin başlangıcından itibaren Şiîlerle birlikteymiş gibi hareket eden Abbâsîler hilâfetin kendi hakları olduğunu düşünüyorlardı. Nitekim Ebü’l-Abbas ilk hutbesinde hilafetin Abbâsîler’e ait olduğunu delillendiremeye çalıştı. Bu nedenle Ebü’l-Abbas karargâhını, Şiîler’in çoğunlukta bulunduğu Kûfe’den nakletti. Böylece Abbasoğulları iktidar müttefikleri Şîiler dahil hiçbir grupla paylaşmayacaklarını ilan etmiş oldular. Emevîlerin merkezi Suriye’ye doğru ilerleyen Ebü’l-Abbas’ın amcası Abdullah b. Ali kumandasındaki birlikler Emevî Halifesi II. Mervân’ın ordusu tarafından, Büyük Zap Suyu kenarında karşılandı. 16 Ocak 750 tarihinde başlayan ve on gün süren savaşı Abdullah kazandı. Bu yenilginin ardından önce Harran, sonra Şam’a kaçan II. Mervan oradan da Ürdün’e yöneldi. Abdullah b. Ali hiçbir dirençle karşılaşmadan Şam (Dımaşk) önlerine gelerek şehri zaptetti. Mervân’ı takip eden birlik Yukarı Mısır’da Busîr adı verilen yerde ona yetişti ve Ağustos 750’de cereyan eden çarpışmada Mervân öldürüldü. Böylece Emevî hilâfeti ortadan kalkmış oldu. İktidarın Emevîler’den Abbâsîler’e geçmesi basit bir hanedan değişikliği olmayıp İslâm tarihinde büyük değişime sebep olmuştur. Devlet merkezi Suriye’den Irak’a nakledilmiş, devletin fetih siyaseti değişmiş, orduda yeni düzenlemeler yapılmıştır. Suriyeliler ve Arapların mutlak hâkimiyeti sona ermiş, mevâlî ile Araplar arasındaki ayrım bitmiştir. Devletin idari ve askerî kadrolarında Arap olmayan Müslümanlar yer almışlardır. Bütün bunlara ilave olarak iktisadi ve kültürel sahalarda da büyük bir değişim olmuş, eskisi kadar idari kadrolarda yer alamayan Araplar özellikle ilim ve kültürün gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Abbâsîler döneminde Bağdat gibi önemli kültür ve ticaret merkezleri ortaya çıkmıştır. Abbâsî İhtilâlinin sebepleri neler olabilir? EBÛ’l-ABBAS SEFFÂH VE EMEVÎ MİRASININ TASFİYESİ Ebü’l-Abbas Abdullah, Abbâsî hereketinin lideri Muhammed b. Ali’nin oğluydu. Babasından sonra hareketin başına geçen kardeşi İbrahim’in Emevîler tarafından hapsedilmesinin ardından veliaht tayin edildi. İhtilalin başarıya ulaşmasının ardınTablo 1.1 İlk Dönem Abbasî Halifeleri İlk Dönem Abbâsî Halifeleri Hüküm sürdükleri yıllar 1- Ebü’l-Abbas Seffâh (750) 2- Ebû Ca’fer Mansûr (754) 3- Muhammed Mehdî (775) 4- Mûsâ Hâdî (785) 5- Hârûn Reşîd (786) 6- Emîn (809) 7- Me’mûn (813-833) 1 6 İslam Tarihi ve Medeniyeti II dan 749’da Abbâsî halifesi olarak ilan edildi. Hilafeti Endülüs haricinde bütün İslâm topraklarında tanındı. Abbâsî İhtilâlin başarıya ulaşmasının ardından Emevî ailesi mensupları yakalanarak katledildiler. İntikam hırsıyla Emevî halifelerinin mezarları dahi açıldı. Abbâsîler eski müttefikleri Şîîlerin Ebû Seleme gibi liderlerini de ortadan kaldırdılar. Abbasîler hilâfeti ele geçirdiklerinde, genellikle Emevîler’in temsil ettiği “mülkdevlet” yerine, dine dayalı devlet şeklinde gerçek halifelik fikir ve idealini temsil eden kimseler olarak karşılandılar. Abbâsî halifeleri dini sembolleri siyasi sebeplerle kullandılar. Halife cuma namazlarında Hz. Peygamberin hırka-i şerifini (bürde) giyiyordu. Etrafını, himayesi altında tuttuğu ve devlet işlerinde tavsiye ve görüşlerini aldığı din âlimleri çeviriyordu. Abbasî halifeleri, yerlerini aldıkları Emevî halifelerinden çok farklı olmamakla birlikte, topluma dindar görünmeyi ihmal etmiyorlardı. Emevî ailesi üyelerinin gaddarca imha edilmesi Suriye’de bazı isyanların çıkmasına sebep oldu. Suriye’de isyan eden çeşitli Arap kabileleri başlarına ilk Emevî halifesi Muâviye’nin soyundan olan Ebû Muhammed es-Süfyânî’yi halife adayı olarak öne çıkardılar. İsyancılar Kınnesrîn yakınında Temmuz 751 ‘de mağlûp edildiler ve liderleri öldürüldü. Yine aynı yıl içinde isyan eden Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Arap kabileleri Harran’ı ele geçirmişse de daha sonra teslim oldular. Abbâsîler’in iktidara gelmesi ne Araplar’ı ne de İranlılar’ı memnun etti. Ülkenin doğu eyaletlerinde de isyanlar ortaya çıktı. Abbasilerin hilafet merkezini Suriye’den Irak’a taşımaları İslâm dünyasında nasıl bir etki yapmış olabilir? Abbâsîleri uğraştıran diğer bir önemli sorun da ihtilâlin gerçek lideri olan Horasan Valisi Ebû Müslim’in varlığıydı. Onun nüfûzu başta Ebû Ca’fer olmak üzere Abbasî ailesi mensuplarını tedirgin ediyordu. Kardeşi Ebû Ca’fer’in tahrikleri sonunda Halife Ebü’l-Abbas, Ebû Müslim’in valilerini gizlice isyana teşvik etti. 752 yılında başlayan isyanda âsiler fazla varlık gösteremediler. Abbasî hilâfetine karşı Basra’da Hâricîler’in, Fars’ta Bessâm b. İbrahim’in ve Sind’de Mansur b. Cumhûr’un başlattıkları isyanlar da kolaylıkta bastırıldı. Halife Ebü’l-Abbas devrinin Türk tarihî bakımdan en önemli olayı Türkistan’da hâkimiyete elegeçirmek maksadıyla Çin ordusu ile yapılan ve Çinliler’in mağlubiyetiyle sonuçlanan Talas Savaşı’dır (751). Bu savaşta Türkler Araplar’a destek vererek zaferin kazanılmasında önemli rol oynamışlar ve Türkler ile Araplar arasında dostane ilişkiler başlamıştır. Bu savaşla Çin’in Batı Türkistan üzerindeki siyasî emelleri sona ermiştir. Ebü’l-Abbas döneminde iç karışıklıklara büyük ölçüde son verilerek müslümanların siyasî birliğini sağlanmıştır. O, Endülüs ve Kuzey Afrika’nın batı kısımları dışında bütün İslâm dünyasında halife olarak tanınmıştır. Beş yıl iktidarda kalan Ebü’l-Abbas daha ziyade yeni yönetime karşı çıkan isyanlarla uğraşmak zorunda kaldı. 754’de hastalanarak ölmesinin ardından kardeşi Ebû Ca’fer Mansûr halife oldu. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Âdem Apak’ın, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, (İstanbul 2011) adlı eserine bakabilirsiniz. Abbâsî yönetimine karşı isyan eden Emevî ailesi mensubu 2 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 7 EBU CÂFER MANSUR: İSYANLARLA MÜCADELE İkinci Abbâsî halifesi Ebû Cafer Mansûr, kardeşi Ebü’l-Abbas’ın hilafeti döneminde çıkan pek çok isyanın bastırılmasında rol oynamıştı. Nitekim kardeşi vefatından önce onu veliaht tayin etti. Halifeliğinin ilk yılında Abbâsîler’in kuruluşunda önemli rol oynayan amcası Abdullah b. Ali b. Abdullah ile uğraşmak zorunda kaldı. Abdullah’ın, yeğeni Mansûr’a biat etmeyi reddederek Suriye’de hilafetini ilan etmesi üzerine Mansûr onu itaat altına alma görevini Ebû Müslim’e verdi. Ordusundaki Horasanlılar’a güvenemeyen Abdullah b. Ali’nin onların pek çoğunu öldürmesi neticesinde gücü zayıamış ve 754 yılında Nusaybin yakınlarında cereyan eden savaşta mağlûp edilerek bertaraf edilmiştir. Abbâsî ihtilalinin meşhur kumandanı Ebû Müslim’in giderek itibar ve kuvvet kazanmasından rahatsız olan Mansûr, Abdullah b. Ali’nin isyanını bastırdıktan sonra bir suikast düzenleyerek Ebû Müslim’i öldürttü. Emevîler’in yıkılıp Abbâsîler’in kurulmasında en büyük pay sahibi olan Ebû Müslim’in öldürülmesi üzerine Horasan’da birçok isyan ve karışıklık çıktı. Aslında Ebû Müslüm’in öldürülmesini bahane eden bu isyanlar dini içerik taşımaktaydı. Zira kadim bir kültüre sahip İran henüz eski inançlarının etkisinden kurtulmamıştı. Bunların başında bir Mecûsî olan Sünbâz ile İshak et-Türkî’nin isyanları gelir. Daha tehlikeli diğer bir harekette Ravendîler’dir. Ebû Müslim’in intikamını almak isteyen bazı muhalif gruplar daha sinsice bir plan hazırlayarak Mansur’u Allah, Ebû Müslim’i de peygamber ilan ederek, halk nezdindeki itibarını ortadan kaldırmaya çalıştılar. Hatta bundan faydalanarak onu öldürmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Peygamberlik iddiasında bulunan Üstâdsîs’in Bâdgîs’teki beş yıldan fazla süren isyanı da sona erdirildiğinde Horasan’da devlet otoritesi tesis edildi (768). Ebu Cafer Mansur Dönemindeki isyanlar için Cem Zorlu’nun, Abbâsîler’e Yönelik Dini ve Siyasi İsyanlar: Ebû Cafer el-Mansur Dönemi, (Ankara 2001) adlı kitabına bakabilirsiniz. Halife Mansûr’u meşgul eden önemli meselelerden biri de Şiî isyanlarıdır. Medine’yi kendilerine merkez edinen Alioğulları, Ebû Cafer Mansur tarafından baskı altında tutuluyordu. Ailenin pek çok mensubu tutuklanınca liderleri Muhammed b. Abdullah 762’de Medine’de halifeliğini ilân ederek halktan biat aldı. Onun halifeliği toplumda nüfuz sahibi olan bazı ilim adamları tarafından da desteklendi. Mansûr, Mısır ve Suriye’den Medine’ye erzak sevkiyatını engellediği gibi Îsâ b. Mûsâ kumandasındaki orduyu da onun üzerine gönderdi. Çok çetin geçen çarpışmalar sırasında Muhammed b. Abdullah öldürüldü. Onun ölümünden kısa bir süre önce kardeşi İbrahim Basra’da isyan edip Kûfe üzerine yürüdü. İsâ b. Mûsâ, İbrahim’i Bâhamrâ denilen yerde bozguna uğrattı; böylece İbrahim de bertaraf edildi. Dış ilişkilere bakıldığında özellikle V. Konstantinos’un tahta geçmesiyle başlayan Bizans saldırılarına karşı asker sayısı artırıldığı gibi Kaaslar’da İslâm topraklarına giren Hazarlar’a karşı çeşitli tedbirler alındı. Halife Mansûr, Endülüs’e geçerek orada 755 yılında Endülüs Emevî Devleti’ni kuran Abdurrahman b. Muâviye’yi ortadan kaldırmak için çok uğraştıysa da başarılı olamadı ve sonunda onunla anlaşma yoluna gitti. Hudut bölgeleri ve uçlarda Türk askerlerini istihdam ederek Türklerin İslâm dünyasına nüfûz etmelerine imkân sağlayan Halife Mansur 775 yılında vefat etti. Halife Ebû Cafer Mansur’u İlah, Ebu Müslim’i peygamber olarak kabul eden gruba verilen ad. 8 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Abbâsî Devletini müesseseleştiren Mansur’un en önemli başarılarından biri Bağdat şehrinin kurulmasıdır. Abbâsî başkenti Enbar’ı güvenli bulmayan Mansur Dicle Nehri kenarında daire planlı Bağdat’ı başkent olarak kurdu (766). İlme meraklı olan halifenin kurduğu bu şehir bundan sonra uzun yıllar İslâm dünyasının siyaset ve ticaret kadar ilim, kültür ve medeniyet şehri olmuştur. İlmi ve kültürel faaliyetleri destekleyen Mansur’un döneminde Sanskritçe, Süryanice ve Yunanca’dan çeviriler yapılmış ve ilmi eserler kaleme alınmıştır. HALİFE MEHDÎ DÖNEMİ VE NORMALLEŞME Babasının ölümü üzerine veliaht Muhammed Mehdî herhangi bir muhalefetle karşılaşmadan yeni başkent Bağdat’ta tahta çıktı (775). İyi bir eğitim görmüş olan Mehdî, babasının sağlığında çeşitli isyanların bastırılması için gönderilmiş, böylece askerî sahada da tecrübe kazanmıştı. Onun döneminde devlet genel olarak istikrar kazanmış ve iktisadi açıdan büyük gelişme göstermiştir. İsyanların büyük ölçüde azaldığı bu dönemde halife siyasi tutuklulara af çıkarmıştır. Devlet tarafından elkonulan malları iade etmiş, fakirlere ve hastalara maaş bağlamıştır. İdari düzenlemeler yapılarak, ilk defa memurların yargılanması için mahkemeler kurulmuştur. Şehirlerin imarına da çalışılmış, yollar ve kuyular yapılmıştır. İlk defa onun döneminde yönetim ile halk kaynaştı. Mehdî Hz. Ali taraarlarına da çok iyi davranmış ve adeta onlara yapılanlar karşısında gönüllerini kazanmaya çalışmıştır. Onun döneminde Şiî isyanları görülmez. Sahip olduğu siyasî tecrübenin yanı sıra uzun yıllar bölgede kalmış olması dolayısıyla Horasan kuvvetleriyle dostluk kuran, mensup olduğu Abbasî ailesi ve devlet yönetiminde etkili diğer güçlerle iyi ilişkiler içerisinde bulunan Mehdî babasının politikalarını genel olarak sürdürdü. Mehdî zındıklara (küfrü gerektiren davranışlarda bulunup Müslüman olarak görünen kimse) karşı mücadeleye önem verdi. Zındık olarak bilinen birçok kimseyi sorgulayarak cezalandırdı. Çeşitli şekillerde zındıklıkla suçlananları hapse attı veya ortadan kaldırdı, bazılarını da tövbe ettikleri için aetti. Onun döneminde az da olsa isyanlar çıktı. Esasen Abbâsî hilafetini elegeçirmek isteyen Mukanna görünüşte Ebû Müslim’in intikamını almak amacıyla isyan etti. Mukanna tenâsüh (ruh göçü, reenkarnasyon) inancına sahip olup ilahlık iddiasındaydı. Görüşleri özellikle Horasan bölgesinde çok sayıda taraar bulan Mukanna 776 yılında ayaklandı. Mehdî’nin Mukanna’ üzerine gönderdiği ilk birlikler başarılı olamamakla birlikte ardından 778’de Horasan Valisi tarafından bastırılabildi. Mansûr döneminde ciddi tehlike oluşturan, idam ve hapis dâhil çeşitli şekillerde cezalandırılan Ali evlâdına ve taraarlarına karşı ılımlı bir siyaset izleyen Mehdî onları yanına çekmeye çalıştı. Tahta çıktığında hapiste bulunan Ali evlâdını serbest bıraktı. Hicaz halkına ve Ali evlâdına yardımda bulundu. Babası döneminde Ali evlâdının elinden alınan mülkleri iade etti ve onlara yeni araziler verdi. Mehdî’nin izlediği bu siyasetin olumlu sonuçları görüldü. Onun döneminde Ali evlâdının önemli bir isyanı görülmedi. Abbâsîler döneminde zındıklık konıusunda Mehlem Chokr’ün, İslâm’ın Hicrî İkinci Zındıklık ve Zındıklar, (Çevr. Ayşe Meral, İstanbul 2002) adlı eserine bakabilirsiniz. Mehdî, 777 yılında hac için Mekke’de bulunduğu sırada Kâbe’nin örtüsünü yeniledi. Haremeyn halkına bol miktarda giyecek ve para yardımında bulundu. Medineliler’den 500 kişilik özel bir muhafız birliği oluşturarak Bağdat’a getirdi, onları maaşa bağladı ve iktâlar verdi. Müslüman olarak görünmekle birlikte İslâm dışı davranışlarda bulunan kimse. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 9 Abbâsî halifesi Mehdî Haremeyn şehirleriyle Yemen arasındaki ilk posta teşkilâtını (berîd) kurdu. Mehdî döneminde Bizans’a yönelik seferlere önem verildi. 776-781 yıllarında arasında Bizans üzerine pek çok sefer yapıldı. Halifenin oğlu Hârûn Reşîd’in meşhur kumandanlar ve devlet adamlarıyla yaptığı seferler esnasında birçok kale ele geçirilerek İstanbul Boğazının doğu yakasındaki Khalkedon’a (Kadıköy) kadar ulaşıldı. Henüz küçük yaştaki oğlu VI. Konstantinos adına Bizans’ı yönetmekte olan İrene, Abbâsîlerle yıllık 70.000 dinar vergi karşılığında üç yıl süreli bir barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Mehdî 776 yılında Abdülmelik b. Şihâb kumandasında bir orduyu Basra’dan deniz yoluyla Sind’e (Pakistan’ın güneydoğusu) gönderdi. 777’de Sind’e varan ve Bârbed şehrini fetheden ordu dönüş yolunda fırtınaya yakalanarak büyük zayiat verdi. Öte yandan Ahmed b. Esed kumandasında Fergana’ya sevkedilen ordu bölgenin başşehri Kâsân’ı ele geçirdi. Mehdî devlet kurumlarının organizasyonuna önem vermiş, devletin gelir ve giderlerinin muhasebe ve denetlenmesini düzenlemek amacıyla 779 yılında Dîvânü’z-zimâm’ı kurmuş, 784’de Dîvânü zimâmi’l-ezimme adıyla yeni bir divan oluşturarak taşra eyaletlerindeki zimâm divanlarını buraya bağlamıştır. Bu dönemde kâtipler ve mevâlî devlet yönetiminde etkili hale gelmiştir. İlk icraatı sırasında Rusâfe’deki camiyi tamamlatan Mehdî daha sonra Basra Camii ile Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’yı genişletmiş, Irak-Hicaz arasındaki hac yollarının bakımı, güvenliği, yol boyunca hacıların konaklama ve su ihtiyaçlarının temini için çalışmalar yaptırmıştır. Mehdî Bizans’ı hedef alan seferlere ağırlık vermesi ile hac ve cihad gibi dinî hususlara verdiği önem onun halk nezdindeki itibarını yükseltmiştir. Abbâsîler döneminde divanlar için Mehmet Aykaç’ın Abbasi Devleti’nin İlk Dönemi İdari Teşkilatında Divanlar, (Ankara 1991) adlı eserine bakınız. MÛSA HÂDÎ 785’de halife olan Hâdî hilafetinin başında Ali evlâdından Hüseyin b. Ali’nin Medine’de başlattığı isyanla karşılaştı. Hz. Hasan’ın torunlarından olan Hüseyin b. Ali, Medine valisinin baskılarını öne sürerek isyan etti ve Mescid-i Nebevî’de halktan biat aldı. Daha sonra hac münasebetiyle gelen toplulukları da kendi saflarına katmak amacıyla Mekke’ye hareket etti ve burayı da elegeçirdi. İslâm’ın iki kutsal şehrinin elinden çıktığını gören Hâdî isyancılar üzerine büyük bir ordu gönderdi. Mekke yakınlarındaki Fah vadisinde cereyan eden ve bu nedenle Fah Savaşı adı verilen muharebede Hüseyin yenildi ve çok sayıda taraarıyla birlikte hayatını kaybetti (786). Şiîler bu hadiseyi Kerbelâ Vak’ası’ndan sonra en acıklı olay ve bir matem günü olarak kabul ederler. Hareketin bastırılmasından sonra Ali evlâdına karşı yapılan zulüm ve baskılar daha da arttı. Gizlenip saklananların evleri yakılıp yıkıldı, mallarıne el koyuldu. Kûfe’deki Ali evlâdı ve taraarları da kontrol altında tutulmaya başlandı. Hâdî kısa süren halifeliği döneminde zındıkları da sürekli şekilde takip ederek cezalandırmıştır. Hâdî devrinin önemli olaylarından biri de Suriye’nin kuzeyinde çıkan Haricî isyanıdır. Haricî lideri Hamza b. Mâlik el-Huzâî Musul yakınlarında cereyan eden savaşta Abbasî ordusunu mağlûp ettiyse de daha sonra yakalanarak öldürüldü. Devletin gelir-gider kayıtlarını ve hazineyi denetleyen kurum. Ali evladından Hüseyin b. Ali’nin isyanı neticesinde Hilafet kuvvetleri karşısında mağlup olduğu ve Şiâ’nın tarihinde önemli yer tutan savaş. 10 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Dihye b. Mus’ab’ın Mısır’da çıkardığı isyan Hâdî döneminde de devam etti. Âsiler, vali Assâme b. Amr’ın kuvvetlerini bozguna uğratıp Yukarı Mısır’ı yağma ettiler. Mısır’ın yeni valisi Fazl b. Salih Suriye’den getirttiği askerî birliklerle isyanı bastırdı (785). İlk dönem Abbâsî halifelerinin uğraşmak zorunda kaldıkları problemler nasıl sınıflandırılabilir? Kardeşi Hârûn’u veliahtlıktan azledip yerine oğlu Ca’fer’i veliaht tayin etmek isteyen Hâdî, bu isteğini kabul etmeyen Hârûn’u da hapse attırmışsa da kısa süre sonra vefat edince bu teşebbüsü başarısız olmuştur. ABBÂSÎLER’İN YÜKSELİŞ DÖNEMİ: HÂRÛN REŞÎD Abbâsî Devletinin sınırlarının en geniş olduğu devrede tahta çıkan Harûn Reşid’in dönemi huzur ve istikrar dönemi olarak anılır. Onun döneminde saray adeta bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiş Arap edebiyatındaki Binbir Gece Masallarına ilham vermiştir. İktisadi açıdan da en parlak dönemini yaşayan Abbâsîler’in başkenti Bağdat uluslararası ticaretin kavşak noktalarından biri olmuştur. İyi bir eğitimin yanı sıra daha babasının sağlığında Bizans seferlerine katılarak askerî tecrübe kazanan Harun Reşid’in ilk icraatı, öğretmeni Yahya el-Bermekî’yi geniş yetkilerle vezir tayin etmek oldu. İslâm devletiyle Bizans İmparatorluğu arasında müstahkem kalelerle takviye edilmiş bir sınır bölgesi oluşturmak isteyen Hârûn Reşîd, bu amaçla Mansûr devrinden itibaren çok büyüyen CündiKınnesrin’i merkezi Menbic olmak üzere Avâsım adıyla müstakil bir bölge haline getirdi. Bizanslılar’ın Tarsus’u ele geçirip burada bir kale inşa etmek istediklerini öğrenince 787’de bir ordu göndererek şehrin yeniden imarını ve tahkimini emretti; ertesi yıl da buraya yeni yerleşmeler oldu. Özellikle Bizans’la yapılan mücadelelerde ve sahillerin savunmasında büyük yararlıklar gösteren donanmanın güçlenmesine önem verdi. Nitekim güçlenen donanma 790 yılında Kıbrıs ve Girit’i vurmuş ve Antalya açıklarında karşısına çıkan Bizans donanmasını mağlûp etmiştir. Hilâfetinin başlarında daha önceki dönemlerden kalan bazı iç meselelerle uğraşmak zorunda kaldı. Hârûn Reşîd’in hilâfete geçince Ali evlâdına karşı aldığı tedbirlerden rahatsız olan Yahya b. Abdullah 792 yılında ayaklandı. Kendisine çok sayıda taraar toplayan Yahya b. Abdullah ancak vezir Yahya el-Bermekî ve oğlunun iknâ etmesiyle isyandan vazgeçti. Alioğulları (Evlâd-ı Ali) problemi Hârûn Reşid’in dönemi boyunca da devam etti. Fah Savaşı’nının ardından Fas’a giderek topladığı Berberîler’le devlete baş kaldıran İdrîs b. Abdullah isyanı onun zehirletilmesiyle sona erdi. Ancak İdrîs’in ölümü üzerine Berberîler kendisiyle aynı adı taşıyan oğlunu sultan ilan ederek İdrisîler Devleti’ni kurdular. Kuzey Afrika’da valilerin sert tutumu sebebiyle çıkan isyanlar üzerine İbrahim b. Ağleb bölgeye gönderildi. İdris b. Abdullah’ın kardeşi Yahya ise Deylem bölgesine giderek Abbâsîler’e karşı isyan bayrağını açmıştı. Büyük bir ordu sevkeden Harun Reşid Hz. Ali taraftarlarını kuşatınca Yahya teslim olmuş ve hapsedilmiştir. Daha sonra Bermekîler tarafından hapishaneden kaçmasına göz yumulan Yahya, Harun Reşid tarafından tekrar isyan edebileceği gerekçesiyle öldürüldü. 3 Harun Reşid tarafından Bizans sınırında oluşturulan idari yapılanma. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 11 Hârûn Reşîd, yılda 40.000 dinar vergi vermek şartıyla İbrahim b. Ağleb’e valileri tayin etme yetkisini de elinde tutacak şekilde iktidarının babadan oğula geçmesi ayrıcalığını tanıdı. Böylece halifelik topraklarında ilk olarak iç işlerinde serbest Ağlebîler hanedanı kurulmuş oldu. Hârûn Reşîd döneminde 792 yılında Suriye’nin güneyindeki Arap kabileleri arasında eskiye dayanan husumetlerden kaynaklanan çatışmalar büyük huzursuzluğa yolaçtı. Harun Reşid’i uzun yıllar meşgul eden bu çarpışmalar ancak dört yıl sonra kontrol altına alınabildi. Abbâsîlerin doğu bölgelerinde de İran’ın eski inançlarına dayalı isyanlar valilerinin uygulamaları bahane edilerek ortaya çıkmaktaydı. İsyan ederek Cezîre bölgesini idaresi altına alan Hârîcî Velîd b. Tarif eş-Şârî nihayet devrin ünlü kumandanlarından Yezîd b. Mezyed eş-Şeybânî tarafından mağlûp edilerek öldürüldü (795). Harun Reşid Haricîlerin, aynı yıl içerisinde Kirman’da baş kaldırarak ve önce Herat, ardından Sîstan’a hâkim olarak nüfuzlarını Fars’a kadar yaymalarına engel olamadı. Hârûn Reşîd Bizans İmparatorluğu’na karşı daha önce başlatılmış olan seferleri devam ettirmiştir. Kumandanlarından Abdülmelik b. Salih Ankara’ya kadar ilerledi. İmparatoriçe İrene barış isteğinde bulundu ve Hârûn Reşîd Hazarlar’ın İrmîniye-Azerbaycan sınırından saldırmalarını da göz önünde tutarak bu isteği kabul etti (798). Ancak I. Nikephoros’un imparator olmasıyla anlaşmasının bozulması üzerine Hârûn Reşîd 803 ve 806 yıllarında büyük bir orduyla Bizans topraklarına girdi. 806 yılında yapılan seferde Herakleia (Ereğli), Iconium (Konya), Tyana (Niğde) ele geçirildi ve Nikephoros’un barış isteği, hem kendi hem de oğlu adına cizye vermesi şartıyla kabul edildi. 803 yılında Hârûn Reşîd ile Bermekîlerin arası açıldı ve Cafer öldürülürken Yahya ile Fazl hapse atıldı. Ancak Hârûn Reşîd bu olayı takip eden halifeliğinin son altı yılında onların yokluğunu daima hissetmiş, hatta Yahya el-Bermekî’ye hapiste iken dahi akıl danıştığı olmuştur. Nitekim bu dönemde Horasan’da da birtakım karışıklıklar meydana geldi. Buraya vali olarak tayin edilen Ali b. Îsâ b. Mâhân müstebit bir idare kurdu ve halka zulüm yaptı. Şikâyetler üzerine Hârûn Reşîd onu te’dib için bizzat Rey’e kadar gitti (805). Ancak rivayete göre halifeye ve saray erkânına çok kıymetli hediyeler sunan vali yerinde kaldı ve halife Bağdat’a dönünce zulmünü sürdürdü. Ali b. İsa’nın valiliği sırasında bölgede meydana gelen önemli bir olay da Râfi b. Leys’in isyanıdır. İsyanın son derece tehlikeli bir hal alması üzerine halife bizzat sefere çıktı (808). Tûs şehrine varınca hastalanarak 809 tarihinde burada vefat etti. Hârun Reşid döneminde Cezire bölgesinde isyan eden Hâricî lideri. Resim 1.1 Abbâsîler Dönemine Ait Dirhem Kaynak: dinarus.blogspot.com 12 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Hârûn Reşîd devletin idarî yapısında bazı yenilikler yapmıştır. Dîvân-ı Harb’e bağlı olarak Dîvân-ı Arz’ı kurmuş, böylece askerî uzmanların orduyu her zaman teiş ederek daima savaşa hazır tutmalarını sağlamıştır. Bu dönemde bölge valileri geniş yetkilere sahipti; ayrıca sorumlulukları daha sınırlı valiler de vardı. Halife bunların yanına, çeşitli malî ve idarî işleri yönetmekle yükümlü âmiller tayin ederdi. Vali bizzat halifenin görevlendirdiği bu âmilleri azletme hakkına sahip değildi. Akdeniz sahili boyunca çeşitli yerlerde kuvvetli haberleşme teşkilâtının kurulması onun dönemine rastlar. Abbasî-Türk ilişkilerinin de Hârûn Reşîd devrinde başladığı kabul edilebilir. Onun saray muhafızlarının en azından bir bölümü Türkler’den oluşuyordu. Bu dönemde idarî sistem iş bölümü bakımından mükemmel bir hale gelmişti. Dîvânü’z-zimâm, Dîvanü’r-resâil, Dîvânü’l-harâc, Dîvânü’t-tirâz, Dîvânü’l-cünd, Dîvânü’l-berîd, Dîvân-ı Mezâlim ve Dîvânü’ş-şurta devlet dairelerinin en önemlileriydi. Hârûn Reşîd’in zamanında ilim ve kültür hayatında önemli gelişmeler olmuştur. Nitekim Bermekî saraylarında felsefî ve kelâmî tartışmalar yapılmaktaydı. Halife Beytülhikme’nin (Hizânetü’l-hikme) zenginleşmesi için büyük çaba harcamış ve bazan cizye olarak kitap almıştır. Bu dönemde Süryânîce, Grekçe ve Sanskritçe birçok eser Arapça’ya çevrildi. Ayrıca Bağdat’ta bir de hastahane kurulmuştur. Hârûn Reşîd devrinde nüfusu bir milyonu aşan Bağdat Dicle nehrinin iki yakasına kurulmuş pek çok saray ve köşklerle dünyanın en güzel şehirlerinden biri haline gelmişti. Bahçeler içerisindeki bu saraylara genel olarak Kur’an’daki cennet tasvirlerinde geçen isimler veriliyordu. Bütün dünyada tanınan “binbir gece masalları”nın bir bölümü Bağdat’ta ve Hârûn Reşîd’in çevresinde yaşanan olayları konu edinmektedir. Ayrıca onun zamanında birçok kale ve şehir imar edildi, birçoğu da yeniden kuruldu. Hanımı Zübeyde’nin adıyla anılan Kûfe ile Mekke arasındaki kervan yolu ve konaklama tesisleri bu dönemdeki çeşitli imar faaliyetlerinden biridir. Abbasî hanedanının Batı’da en fazla tanınan siması Hârûn Reşîd’dir. Onun zamanında Çin’den ve Avrupa’dan Bağdat’a elçiler gelmiş ve rivayete göre halife, Kudüs’te hıristiyan hacılara iyi davranılması konusunda istekte bulunan Şarlman’a çeşitli hediyeler göndermiştir. Bunlar arasında bulunan bir saat o zamanın Avrupa’sında büyük ilgi uyandırmıştır. HALİFE EMÎN VE YÖNETİMDE ARAP-FARS MÜCADELESİ Bağdat’ta halife ilân edilen Emîn’in hilafeti Me’mûn da dâhil herkes tarafından tanındı (809). Hârûn Reşîd’in ölümü üzerine veziri Fazl b. Rebî’, Râfi’ b. Leys’in isyanıyla uğraşmaktan vazgeçerek Bağdat’a döndü. O dönemde Merv’de bulunan halifenin kardeşi Me’mun’dan çekinen vezir Fazl b. Rebî halifeyi, Me’mun’a karşı kışkırtarak veliahtlıktan azlini sağladı. Bunun üzerine eğlenceye düşkünlüğüyle bilinen ve tutarsız davranışlar gösteren Emîn ile Me’mun arasında iktidar mücadelesi başladı. Bu mücadele Abbâsî tarihi için iki kardeşin iktidar mücadelesinden daha büyük anlamlar taşıyordu. Emin imparatorluk içindeki Arap unsurlar, Me’mun ise yönetici olarak bulunduğu Horasan’ın da tesiriyle İranlı unsurlar tarafından desteklenmekteydi. Bir bakıma Emevîler’in son döneminde başlayan ve Abbâsîlerin kurulmasıyla sonuçlanan Arap ve Arap olmayan müslümanların mücadelesi yeniden dirilmişti. Bu aynı zamanda Irak ile Horasan mücadelesiydi. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 13 Halife Emîn’in anne tarafından da asil olması Araplar’ın asabiyet duygularına hitap ediyordu. Emîn’in halife oluşunda başrolü oynayan Fazl b. Rebî İranlı unsura karşı yürütülen siyasî mücadelede Arapçı zihniyetin önde gelen bir temsilcisiydi. Me’mun ise kendisine vezir tayin ettiği Zerdüşt kökenli Fazl b. Sehl’in tesiri altındaydı. İki grubun yaptıkları ilk savaşta Me’mun’un orduların galip gelmesi üzerine kendisini halife ilan etti. Emin’in peşpeşe gönderdiği ordular Me’mun’un birliklerine yenildiler. Bu olumsuz haberler başkent Bağdat’ta da karışıklıklara sebep oldu ve halife Emin’in durumu tehlikeye düştü. Bağdat dışında bütün Abbâsî topraklarını birer birer hâkimiyeti altına alan Me’mun’un orduları 813 yılında Bağdat’ı ele geçirerek Emin’i öldürdüler. Onun üç yıl süren kısa hâkimiyet dönemi tamamıyla kardeşiyle yaptığı iktidar mücadelesi şeklinde geçti. İlk Dönem Abbâsî tarihinde Arap ve Arap olmayan unsurların (Farslar, Türkler vb.) oynadıkları rolü tartışınız. ME’MUN: HİLAFETTE FARS HÂKİMİYETİ Dini bilimlerde oldukça iyi bir eğitim görmüş olan Hârun Reşid’in en büyük oğlu Me’mun kardeşiyle üç yıl süren mücadelenin ardından İranlı unsurların yardımıyla galip çıkmıştı. Yine İranlı veziri Fazl b. Sehl’in nüfuzu altındaki genç halifenin dönemi boyunca Araplar’a karşı cephe almış ve İranlıları devlet kademelerine yerleştirmişti. Me’mun vezirinin ikna etmesi sonucunda Bağdat’a gelmeyerek devleti Merv’den idare etmeye çalıştı. Bütün bu nedenlerle Arap nüfusunun yoğun olduğu yerlerde isyanlar ortaya çıktı. Nitekim Alioğullarından Muhammed b. İbrahim Kûfe’de kendisini halife ilan etmişti. Onun öldürülmesinin ardından aynı aileden Muhammed b. Muhammed hareketin liderliğine getirilmişse de o da yakalanarak idam edildi. Diğer taraan Me’mûn, Merv’de Şiîlik’le kısmî bir uzlaşma politikası güden tarihî bir karar aldı. Ali evlâdından İmam Ali er-Rızâ’yı kendisinden sonra halife olmak üzere veliaht tayin ederek Abbâsîler’in resmî rengi olan siyah elbiseyi çıkarıp Ali evlâdına mahsus yeşil renkli elbiseyi giydi (817). Böylece Me’mûn ilk defa hanedan dışından birini veliaht tayin etmek suretiyle Abbasî devlet geleneğini bozmuş oldu. Haber Bağdat’a ulaştığında halkın bir kısmı emre uymakla beraber büyük bir tepki doğdu. Me’mûn, hilâfeti Abbasoğulları’ndan çıkarmakla suçlandı. Me’mûn’un Ali er-Rızâ’yı veliaht tayin etmesi ve halktan onun için biat istemesi Abbasoğulları’nın da şiddetli tepkisine yol açtı. Me’mûn 817 yılında hal’edilerek İbrahim b. Mehdî’ye biat edildi. Me’mûn’un bu gelişmelerden haberi yoktu. Ali er-Rızâ, Emîn’in öldürüldüğü günden beri halkın isyan ve karışıklık içinde bulunduğunu, Fazl b. Sehl’in bazı haberleri kendisinden gizlediğini, onun yapmış olduğu bir kısım icraatların halk ve Abbasoğulları tarafından ayıplandığını, bu arada İbrahim b. Mehdî’ye biat ettiklerini halifeye bildirdi. Me’mûn, bunların doğru olduğunu öğrendikten sonra Ali er-Rızâ ve Fazl b. Sehl ile birlikte 817 sonlarında Merv’den ayrılarak Bağdat’a gitmek için yola çıktı. Bu yolculuk esnasında iki önemli olay meydana geldi. Bunlardan biri Fazl b. Sehl’in 818’de öldürülmesi, diğeri de Ali er-Rızâ’nın şüpheli bir şekilde ölümüdür. 819’da üzerindeki yeşil elbiselerle Bağdat’a giren Me’mûn’un ilk icraatı yeşil rengi terkedip siyahı iade etmek oldu. Me’mûn’un Bağdat’a gelmesiyle karışıklık ve huzursuzluklar sona erdi. Me’mun Bağdat’ta düzeni sağlayıncaya kadar çeşitli bölgelerde pek çok ayaklanma çıkmıştı. Bunlardan en tehlikelisi ise Bâbek isyanıydı. Bu kalkışmayı başla4 14 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tan, Abbâsî ihtilalinin efsanevi kumandanı Ebû Müslim’in ortadan kaldırılmasının ardından intikam amacıyla kurulan ve sapkın bir hareket olarak kabul edilen Hürremiye hareketi, bölgedeki kadim inançlar olan Mazdek ve Mani dinlerinden ögeler de taşımaktaydı. Hareketin lideri Bâbek, Emin ile Memun arasındaki mücadelenin isyan için uygun bir ortam oluşturduğunu farkederek 816 yılında Azerbaycan’da isyan bayrağını açmış ve çevredeki müslüman ahaliyi kılıçtan geçirmiştir. Me’mun tarafından Bâbek üzerine gönderilen valiler istenen başarıyı bir türlü sağlayamadı. Bâbek’în bu başarısı ününü daha da artırdı. Yaklaşık yirmi yıl süren bu kalkışma Me’mun döneminde bastıralamadı. Son derece tehlikeli hale gelen bu isyan ancak Mu’tasım döneminde 838 yılında Bâbek’in öldürülmesiyle son buldu. İran nüfuzuna tepki olarak meydana gelen isyanların en önemlisi, Emîn ile Me’mûn arasındaki mücadelede Emîn tarafını tutmuş olan Nasr b. Şebes’in 813 yılında Kuzey Suriye’de çıkardığı ve uzun süre bastırılamayan isyandır. Emevî ailesinden olan ve çevresinde geniş bir taraar kitlesi toplayan Nasr b. Şebes, Halep civarındaki beldeleri ele geçirerek Sümeysât’a hâkim oldu. Kalkışmanın tehlikeli bir hâl aldığını gören Abbâsî yönetimi Hasan b. Sehl Suriye valisi Tâhir b. Hüseyin’i Nasr b. Şebes üzerine gönderdi. İki ordu Keysûm yakınlarında karşı karşıya geldiyse de Tâhir, Nasr karşısında tutunamayıp Rakka’ya dönmek zorunda kaldı. Bu tehlikeli kalkışma yaklaşık on yıllık bir mücadelenin ardından 824 yılında bertaraf edilebildi. Me’mûn’un hilâfete gelişinde büyük yardımlarını gördüğü için Horasan’a vali tayin ettiği Tâhir b. Hüseyin de 822 yılında bağımsızlığını ilân edip Tahirîler hanedanını kurdu. Bu dönemde Ali evlâdı da iktidarı ele geçirmek için çeşitli teşebbüslerde bulundu. Bunlardan ilki İbn Tabâtabâ diye bilinen ve soyu Hz. Hasan’a ulaşan Muhammed b. İbrahim 815’de Kûfe’de halifeliğini ilân etmişti. Ancak onun kısa müddet zarfında ölümünün ardından müttefiki Ebü’s-Serâyâ, Hz. Hüseyin soyundan küçük yaştaki Muhammed b. Muhammed’i onun yerine geçirdi. Me’mûn’un ordularını art Resim 1.2 Mustansıriye Medresesi Kaynak: panoramio.com Liderleri Bâbek yönetiminde Me’mun’a isyan eden grup. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 15 arda yenilgiye uğratan Ebü’s-Serâyâ Kûfe’de para bastırarak bağımsızlığını ilân ettiği gibi Basra, Mekke, Yemen, Fars ve Ahvaz’a valiler göndermişti. Ali evladının çıkardığı isyanlardan biri de Şîa’nın büyük şahsiyetlerinden Cafer es-Sadık’ın oğlu Muhammed b. İbrahim’in Mekke’de çıkardığı kalkışmadır. 815’de Mekke halkının desteğini de alan Muhammed hilafetini ilan etti. Ancak Me’mun’un gönderdiği ordu şiddetli çarpışmaların ardından Mekke’de düzeni sağladı. Mısır’da Mudar ve Yemen kabileleri arasındaki rekabet eskiden beri mevcuttu. Kardeşlerin iktidar mücadelesinde Mudarlılar’ın Emîn’i, Yemenliler’in Me’mûn’u desteklemesi bu rekabeti daha da artırarak çatışmaya zemin hazırladı. Ancak iktidar mücadelesinin Me’mun’un galibiyetiyle sonuçlanmasıyla bu çatışmaya yatıştırmışken Endülüs Emevî Hükümdarı I. Hakem’in Endülüs’ten çıkardığı Kurtuba (Cordoba) halkından büyük bir topluluğun İskenderiye’ye gelişi Mısır’da yeni çalkantılara sebep oldu. Bu gruplar karışıklıktan faydalanarak İskenderiye’de hâkimiyeti elegeçirdiler. 821 yılından itibaren Mısır valisi Bağdat’a vergi göndermemeye başladı. Me’mun’un gönderdiği kuvvetler 826 yılında Mısır’da düzeni sağlamayı başardılar. 829 yılında tekrar başlayan kabile çatışmaları ancak halifenin kardeşi Mutasım’ı bölgeye göndermesiyle sonlandırılabildi. Me’mun döneminde dış politikadaki en önemli gelişme Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki savaşların yirmi beş yıllık bir sükûnet devresinden sonra yeniden başlamasıdır. Me’mun tahta çıktığında kendisi gibi kültürlü bir şahsiyet olan Bizans imparatoru eopilos ile iyi ilişkiler kurmuş karşılıklı elçilik heyetleri gönderilmişti. Me’mûn’un hilâfetinin sonlarında 830 yılında başlayan bu mücadelenin amacı Bizans’ın sınırlarını zayıatarak Suğûr’u (uç bölgeleri) muhtemel tecavüzlerden korumak ve onların isyan eden Bâbek’i kışkırtmalarına engel olmaktı. Me’mûn, 830’da Bizans’a karşı savaşmak amacıyla Anadolu’ya hareket etti ve Tarsus’a ulaşarak Bizans topraklarına girdi. Kapadokya bölgesinde harekâtta bulunarak buradaki bazı kasabaları tahrip ederek kaleleri fethetti. Ertesi yıl Bizans İmparatoru eophilos bu hücuma karşılık verdi. Toroslar’ı aşarak Tarsus yakınlarına kadar geldi. İslâm ordularını bozguna uğratıp yaklaşık, 7000 kişiyi de esir aldı. Kötü haberi alan Me’mûn tekrar Anadolu’ya girdi (831). Külek Boğazını geçip Ereğli (Herakleia) üzerine yürüdü ve şehri ele geçirdi. Daha sonra oğlu Abbas ve kardeşi Mu’tasım müstakil kuvvetlerin başında değişik istikametlerde akınlarda bulundular. Me’mûn, bizzat sevk ve idare ettiği bir orduyla Aksaray-Niğde arasındaki topraklarda başarılı akınlar gerçekleştirdi. Oğlu Abbas da Antigu, Hasîn ve Ahra kalelerini fethedip İmparator eophilos’u bozguna uğrattı. Sonuçta imparator, Me’mûn’a elçi göndererek 100.000 dinar ödemek ve 7.000 esiri serbest bırakmak karşılığında elinden çıkan yerleri kendisine iade etmesini ve beş yıllık bir mütareke imzalanmasını teklif ettiyse de (831) Me’mûn bu teklifi reddedip Şam’a döndü. 832’de Mısır’daki karışıklıklara son vermek üzere aynı yılın sonunda Kahire’ye giderek isyanı bastıran Me’mun tekrar Şam’a dönerek sefer hazırlıklarını tamamladı ve Lü’lüe Kalesi üzerine yürüdü. Bu sırada buraya gelen İmparator eophilos kumandasındaki Bizans kuvvetlerini de mağlûp eden Me’mûn eman vererek kaleyi teslim aldıktan sonra tekrar Şam’’a döndü. Me’mûn ertesi yıl kardeşi Mu’tasım-Billâh, oğlu Abbas ve kumandanlarından İshak b. İbrahim’e emir vererek daha büyük bir harekât için hazırlık yapmalarını istedi. Bu hazırlık onun Bizans’a son darbeyi indirmekte kararlı olduğunu gösterİslâm devletleri ile gayrımüslim devletler arasındaki sınır bölgeleri. 16 İslam Tarihi ve Medeniyeti II mekte, imparatorun bütün Müslüman esirlerin iadesi şartıyla yaptığı barış teklifini reddetmesi de bunu göstermektedir. Fethettiği yerleri imar edip buralara Müslüman ahaliyi yerleştirmeyi düşünen Me’mûn’un ölümü bu düşüncesini gerçekleştirmesine engel oldu. Me’mûn, 833 yılında Bedendûn (Pozantı) suyu yakınlarındaki ordugâhta vefat etti. Me’mun döneminde ortaya çıkan fikri sorunların başında Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı (halku’l-Kur’an) meselesi gelmektedir. Aslında Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasında fikri bir tartışma olarak ortaya çıkan bu mesele Mutezile mezhebine temayül gösteren Me’mun’un Kur’an’ın yaratılmış olduğu iddiasını desteklemesi ve bu düşünceyi adeta bir devlet politikası haline getirmesiyle siyasi bir probleme dönüşmüştür. Halife bunun temel bir inanç meselesi olduğunu düşünerek toplumu özellikle de âlimleri bu görüşü kabul etmeye zorladı. Ehl-i sünnet mezheplerinden Hanbelîliğin kurucusu Ahmed b. Hanbel (ö.795) bu görüşü red ve buna inananları zındıklıkla suçlayınca hapsedilerek işkence edilmiştir. Onunla birlikte bu görüşü reddeden başka ehl-i sünnet âlimleri de çeşitli baskılara maruz kaldılar. Me’mûn Abbâsî halifeleri arasında ilme verdiği değerle ayrı bir yer tutar. Dönemindeki siyasi çalkantılara rağmen Me’mun ilmî ve kültürel faaliyetlere olabildiğince destek vermiştir. Halife Mansur döneminde başlayan Yunanca gibi kadim medeniyetlere ait eserlerin Arapça’ya tercüme faaliyeti hızlanmıştır. Kendinden önceki yıllarda daha ziyade din bilimleri, dil ve edebiyatla ilgili çalışmalar ağırlıklı olarak yer tutarken, onun devrinde felsefe ve tabii bilimler alanında çalışmalar başlamış, adeta İslâm rönesansının başlangıcı olmuştur. Kindî gibi İslâm filozoarı Harezmî gibi bilginler ilk çalışmalarını Me’mun devrinde yapmışlardır. Bağdat onun döneminde dünyaca ünlü bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiş Beytü’lhikme, kütüphaneler ve rasathanesiyle bilime önemli katkıda bulunmuştur. Türkler’in Abbâsî Devleti’nde oynadıkları rol için Hakkı Dursun Yıldız’ın İslâmiyet ve Türkler, (İstanbul 1980) adlı eserine bakınız. Onun son yıllarında Abbasî ve Bizans kuvvetleri arasında savaşlara rağmen karşılıklı elçilik heyetleri ve hediyeler gönderildiği ve ilmî alanda iş birliği yapıldığı bilinmektedir. eophilos tahta çıkınca hocası Synkellos Ioannes Grammatikos’u (Yuhannâ en-Nahvî) Me’mûn’a elçi olarak göndermiş ve çeşitli hediyeler takdim etmişti. Ioannes Bağdat sarayını çok beğenmiş ve gördüklerini imparatora anlatmış, imparator da benzeri bir sarayın Bryas (bugünkü Küçükyalı) mevkiinde yapılmasını istemiştir. Me’mûn da imparatora bir elçi yollamıştır. Bu elçinin müslüman esirleri ziyaret ederek onların durumunu halifeye anlattığı, halifenin de esirlerin serbest bırakılmasını sağladığı rivayet edilmektedir. Me’mûn’un imparatora mektup yazıp eski Yunanca yazmalardan bir kısmını Bağdat’a göndermesini istediğini, önceleri buna yanaşmayan imparatorun daha sonra bu isteği kabul ettiği kaydedilir. Bunun üzerine halife Haccâc b. Yûsuf b. Matar, Yuhannâ b. Bıtrîk ve Yuhannâ b. Mâseveyh gibi ilim adamlarını Bizans’a gönderip oradan getirilen felsefe, matematik, tıp ve mûsikiye dair eserlerin Arapça’ya çevrilmesini istemiştir. Me’mûn dünyaca ünlü matematikçi Leon’u ülkesine getirtmek için çalışmış, ancak imparator buna izin vermemiştir. Tarihçilerin âlim, filozof, zeki, ilme değer veren bir hükümdar olarak nitelendirdikleri Me’mûn’un saltanat devri yıpratıcı olaylara rağmen İslâm tarihinin en parlak dönemlerinden biri olmuştur. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 17 Me’mûn döneminde Türkler askerî açıdan nüfuz kazanarak önemli bir güç olmuşlardır. Horasan’da bulunduğu sırada Bağdat’ta cereyan eden olaylar sebebiyle Arap ve İranlılar’a karşı güveni sarsılan Me’mûn, Horasan’da yakından tanıma fırsatı bulduğu, ülke içinde denge unsuru olabileceğine inandığı Türkler’e özellikle halifeliğinin son yıllarında askerî birlikler arasında yer vermiştir. Bu sırada halife ordusu içinde Türkler’in sayısı 10.000 civarında idi ve kumanda heyeti Türkler’den oluşmaktaydı. 18 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet Emevîlerin yıkılma sürecinde başlayan Abbâsî Hareketini tanımlayabilmek Abbâsîlerin ataları olan Hz. Muhammed’in amcası Abbas ve oğlu Abdullah siyasi hadiselerle ilgilenmemişler ilimle uğraşmışlardı. Başlangıçta babası ve dedesi gibi ilimle uğraşan Ali Emevî halifesi I. Velid tarafından baskıya maruz kalınca 714 yılında Humeyme’ye giderek Abbâsî hareketini başlattı. Emevîler’e baştan beri muhalif olan Şiîlerin de desteğini alan Abbâsîler 718 yılında Kûfe merkezli propaganda faaliyetini başlatarak özellikle Irak ve Horasan’da örgütlenmişlerdi. 745 yılında Horasan’a gönderilen Abbâsîlerin vekili Ebû Müslim de yeterince güçlendikten sonra 747 yılında isyan etmiş ve Abbâsîler iki yıl içerisinde Emevî topraklarının büyük kısmını ele geçirerek Emevîleri yıkmışlardır. Abbâsî Devleti’nin kuruluşu ve bunun temel sebeplerini tartışabilmek Emevî ailesinin hilafeti Hz. Ali’den gasp ettiği iddiası ve devlet içindeki Arap olmayan unsurlara karşı ayrımcı bir politika takip etmesi gibi nedenlerle oluşan gayrı memnun gruplar birleşerek Abbâsî ailesinin liderliğinde özellikle Irak ve Horasan bölgesinde bir muhalefet hareketi olarak örgütlemişlerdi. Emevîler’e karşı başlattıkları uzun soluklu isyan Abbâsî Devleti’inin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak iktidarı elegeçiren Abbâsîler müttefikleri Şiîler’i bertaraf etmişlerdir. İlk Dönem Abbâsî halifeleri ve bunların döneminde ortaya çıkan siyasi ve sosyal olayları açıklayabilmek İlk dönem Abbasî tarihinin en temel özelliği muhalier tarafından çıkarılan isyanlar ve kimi zaman hanedana mensup kardeşlerin iktidarı elegeçirmek için yaptıkları mücadelelerdir. Bu muhalefet grupları arasında Emevî yanlıları, Şîîler, Hariciler ve bölgedeki kadim inançların temsilcileridir. Bu dönemde devletin temelleri de atılmış ve çeşitli idari düzenlemeler yapılmıştır. Abbâsîler’in ilk döneminde fetihler genel olarak duraklamış, sadece Bizans yönüne seferler yapılmıştır. İlk Dönem Abbâsî tarihinde önemli yer tutan mezhebi ve ideolojik hareketleri açıklayabilmek Bu dönemde etkin rol oynayan ideolojik hareketler ve mezhepler arasında ilk sırayı Hz. Ali taraarlarının oluşturduğu Şîa alır. Bunların çıkardığı isyanlar Abbâsîler’in ilk dönemi boyunca devam etmiştir. Aşırı dini görüşleriyle tanınan ve İslâm tarihinin ilk döneminde oldukça etkin olan Hâricilik bu etkinliğini kaybetmiş görünmektedir. Bununla birlikte bazı isyanlar çıkarmışlardır. İlk dönemde faal olan diğer grup ise daha ziyade bölgedeki Mazdek, Mani ve Zerdüştlük gibi inançlardan etkilenen zümrelerdir. Bunların en meşhurları ise Hürremiyye, Râvendiyye ve Mukannâ hareketleridir. 1 2 3 4 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 19 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakiler’den hangisi Abbasi İhtilali’nin sebeplerinden biri değildir? a. Emevîler’in hilâfeti Hz. Ali ve oğullarından gasp ettiği düşüncesine sahip olması b. Emevîler’in Arap etnik unsuruna dayalı bir politika takip etmesi c. Hilâfetin saltanata dönüşmesi d. Muhalif unsurlara yapılan baskıların olması e. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da katledilmesi 2. Aşağıdakilerden hangisi Halife Mehdî dönemi için geçerli bir ifade değildir? a. Zındıklarla mücadele edilmiştir. b. Haremeyn (Mekke-Medine) halkına yardım edilmiştir. c. Politikada dini unsurlara yer verilmiştir. d. Hz. Ali evlâdına karşı ılımlı bir tutum sergilenmiştir. e. Avrupa ile yoğun diplomatik temas yapılmıştır. 3. Türkler ilk olarak aşağıdakilerden hangisi döneminde saraya nüfuz etmeye başlamışlardır? a. Mehdî b. Hârûn Reşîd c. Mûsâ Hâdî d. Ebü’l-Abbas Seâh e. Ebû Cafer Mansûr 4. Aşağıdakilerden hangisi Me’mun döneminin özelliği değildir? a. Mutezile mezhebinin remî mezhep olarak ilân edilmesi b. Tercüme faaliyetlerinin yoğunlaşması c. İranlı unsurların nüfûzunun artması d. Binbir Gece Masallarının ortaya çıkması e. Bizans ve Avrupa ile kültürel ve diplomatik ilişkiler kurulması 5. Abbâsîler’in ilk dönemi için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. İlmi ve Kültürel alanda gelişmeler olması. b. Arapçı bir politika izlenmesi. c. Avrupa ile diplomatik ilişki kurulması. d. Bizans’la mücadeleye devam edilmesi. e. Saray’da ve devlet teşkilatında yabancı unsurlara yer verilmesi. 6. Aşağıdakilerden hangisi yönetimin Emevîlerden Abbâsîler’e geçmesiyle meydana gelen değişikliklerden biri değildir? a. Devlet merkezinin Suriye’den Irak’a nakledilmesi. b. Devlet bürokrasisi ve ordunun etnik yapısında değişmeler olması. c. Araplar ile Mevâlî arasındaki ayrımın ortadan kalkması. d. Bilim ve Kültür alanında ilerlemeler olması e. Saltanat usulü sona ermesi. 7. Bağdat şehri aşağıdakilerden hangisi döneminde kurulmuştur? a. Mehdî b. Harun Reşid c. Ebu Cafer Mansur d. Emin e. Mutasım 8. Abbâsî devletinden kopuşların başlamasıyla eyaletlerde bağımsız devletlerin kurulması aşağıdakilerden hangisinin dönemine rastlar? a. Ebu Cafer Mansur b. Me’mun c. Mehdi d. Harun Reşid e. Hâdî 9. Abbâsîler döneminde Kuran’ın yaratılmış olduğu (halkü’l-Kur’ân) tezi aşağıdakilerden hangisi tarafından ileri sürülmüştür? a. Şîa b. Hâricîlik c. Hanefîlik d. Mutezile e. Hanbelîlik 10. Abbâsiler döneminde Arap olmayan Müslümanlara ne ad verilir? a. Suğûr b. Avâsım c. Mevâlî d. Zındık e. Hürremiyye 20 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsî İhtilali ve Devletin Kuruluşu” bölümünü tekrar okuyunuz. 2. e Yanıtınız doğru değilse, “Halife Mehdî ve Normalleşme” bölümünü tekrar okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsîlerin Yükseliş Dönemi: Harun Reşid” bölümünü tekrar okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse, “Me’mun: Yönetimde Fars Hâkimiyeti” bölümünü tekrar okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsîlerin Yükseliş Dönemi: Harun Reşid ile Me’mun: Yönetimde Fars Hâkimiyeti” bölümlerini tekrar okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsî İhtilali ve Devletin kuruluşu” bölümünü tekrar okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse, “Ebû Cafer Mansur: İsyanlarla Mücadele” bölümünü tekrar okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsîlerin Yükseliş Dönemi: Harun Reşid” bölümünü tekrar okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse, “Me’mun: Yönetimde Fars Hâkimiyeti” bölümününü tekrar okuyunuz. 10.c Yanıtınız doğru değilse, “Abbâsî İhtilali ve Devletin Kuruluşu” bölümünü tekrar okuyunuz Sıra Sizde 1 Emevî idaresinden memnun olmayan çok çeşitli grupların birleşmesiyle Abbâsî ihtilali ortaya çıkmıştır. Bu sebepler arasında Muaviye’nin hilafeti Hz. Ali ve oğullarından gaspettiği düşüncesi, Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da Yezid’in birlikleri tarafından katledilmesi karşısındaki öe, pişmanlık ve intikam hisleri, Arap kabileleri arasındaki iktidar mücadeleleri, Arap etnik unsuruna dayalı bir politika takip eden Emevîler’in Mevâli’ye karşı ayrımcı bir siyaset izlemesi, devlet imkânlarının bazı gruplara tahsis edilmesi ve Abbâsî ailesine karşı yapılan baskılar bu hareketin temel sebeplerini oluşturur. Sıra Sizde 2 Hilafet merkezinin Suriye’den Irak’a taşınmasıyla Emevîler Devleti’nin kurulmasından itibaren İslâm Dünyasının siyasi merkezi olan Suriye ve başkenti Şam bu önemini kaybederek, devletin bir eyaleti konumuna düşmüş, devlet yönetiminde Arapların ve Suriyeliler’in hâkimiyeti sona ermiştir. Abbâsîler döneminde Irak ve başkenti Bağdat siyasi, ticari ve kültürel alanlarda İslâm Dünyasının çekim noktası haline gelmiştir. Devlet kadrolarında ve bürokraside mevali üstünlüğü ele geçirmiş, devletin fetih siyaseti değişmiştir. Sıra Sizde 3 İlk dönem Abbasî tarihinin en temel özelliği yönetime muhalif gruplar tarafından çıkarılan isyanlardır. Bu isyanları çıkaran grupları birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Abbâsîler dönemindeki kalkışmaların en yaygını Hz. Ali yanlılarının (Şia) çıkardığı isyanlardır. İkinci grup iktidarı kaybeden Emevî yanlısı ayaklanmalardır. Üçüncü büyük grup isyanlar Mani, Mazdek ve Zerdüştlük gibi bölgenin kadim inançlarının da etkisiyle özellikle de Abbâsîlerin efsanevi kumandanı Ebû Müslim’in intikamını almak için yapılan isyanlardır. Dördüncü ve daha az etkili karışıklıklar ise Hâricîler tarafından çıkarılanlardır. Sıra Sizde 4 Abbâsî ihtilali başlangıçta Emevîler tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Arap olmayan müslümanların büyük katkısıyla gerçekleşti. Nitekim ilk dönemde bu unsurlar devlet kademelerinde yer aldılar. Ancak Emîn ve Me’mun’un iktidar mücadelesi esnasında vezirlerinin de desteğiyle Emin Arap unsurlar Me’mun ise Fars kökenli unsurlar tarafından desteklendi. Bu mücadele Me’mun’un kazanması nedeniyle Farsların üstünlüğüyle sonuçlandı. Abbâsî dönemindeki bu denge Me’mun zamanından itibaren Türklerin devreye girmesiyle Türkler lehine olmak üzere bozulmuştur. 1. Ünite - Abbâsîlerin Kuruluşu ve İlk Dönem Abbâsî Halifeleri (750-833) 21 Yararlanılan Kaynaklar Algül, Hüseyin. (1986). İslâm Tarihi, İstanbul: Gonca Yayınevi. Apak, Adem. (2011). Anahatlarıyla İslâm Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat Aykaç, Mehmet. (1991). Abbasi Devleti’nin İlk Dönemi İdari Teşkilatında Divanlar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Bozkurt, Nahide. (1999). Oluşum Sürecinde Abbâsî İhtilali, Ankara. Chokr, Mehlem. (2002) İslâm’ın Hicrî İkinci Zındıklık ve Zındıklar, Çev. Ayşe Meral, İstanbul: Anka Yayınevi. Yıldız, Hakkı Dursun. (1980). İslâmiyet ve Türkler, İstanbul: Çağrı Yayınevi, Yıldız, Hakkı Dursun. (ed.) (1986). Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları. Zorlu, Cem. (2001). Abbâsîler’e Yönelik Dini ve Siyasi İsyanlar: Ebû Cafer el-Mansur Dönemi, Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (1988- ) İstanbul: TDV Yayınevi, “Abbâsîler”, “Ebü’l-Abbas Seâh”, “Ebû Ca’fer Mansûr”, “Muhammed Mehdî”, “Mûsâ Hâdî”, “Hârûn Reşîd”, “Emîn” ve “Me’mun” maddeleri 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Abbâsîlerin ikinci dönem siyasi tarihini açıklayabilecek; Abbâsîler’in ikinci döneminde siyasi, fikrî ve mezhebî hareketleri tartışabilecek; Abbâsî tarihinin ikinci dönemine damgasını vuran Türk Nüfûzu ve Samerrâ Devri ile Emirülümeralık gibi temel kavramları tanımlayabilecek; Abbâsîlerin dağılma sürecinin sebeplerini izah edebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Mu’tasım-Billâh • Türkler • Sâmerrâ Devri • Vâsık-Billâh • Hürremiyye • Şâkiriyye • Meğâribe • Karmatîler • Emîrülümerâ İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıaması • MU’TASIM-BİLLÂH (833-842) VE TÜRKLER • SÂMERR DEVRİ: YÖNETİMDE TÜRK HÂKİMİYETİ • BAĞDAT DÖNEMİ: TÜRK NÜFÛZUNUN SONU • EMİRÜLÜMERALARIN YÖNETİMİNDE ABBÂSÎLER İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II MU’TASIM-BİLLÂH (833-842) VE TÜRKLER Mısır valiliği döneminde katıldığı Bizans seferlerinde Anadolu’da önemli başarılara imza atan Ebû İshak Muhammed, Me’mûn’un ölümünün ardından Türk kumandanların baskısıyla Mu’tasım-Billâh lakabıyla halife ilan edildi. Mu’tasım’ın halife olması Türk tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Zira böylece askeri görevlerin dışında devlet yönetiminde de Türkler etkin konuma gelmişler, Abbâsî Devleti’nde Arap ve İranlı unsurların etkinliği azalmıştır. Mu’tasım döneminde Türk askerlerin Abbâsîlerin hizmetine girmesi, Türkler arasında İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynamıştır. Halifeler İktidar Yılları Mu’tasım-Billâh (833) Vâsık-Billâh (842) Mütevekkil Alellah (847) Muntasır-Billâh (861) Müstaîn-Billâh (862) Mu’tez-Billâh (866) Mühtedî-Billâh (869) Mu’temid-Alellâh (870) Mu’tazıd-Billâh (892) Müktefî-Billâh (902) Muktedir-Billâh (908) Kâhir-Billâh (932) Râzî-Billâh (934) Müttaki-Lillâh (940) Müstekfî-Billâh (944-946) Mu’tasım’ın ilk günlerinde devletin doğu topraklarında Hemedan ve İsfahan bölgelerinden çeşitli gruplar başını Bâbek’in çektiği Hürremiyye hareketine katılarak isyan etti. Halifenin bu isyanı bastırmak amacıyla gönderdiği ilk birlikler başarısız kalmakla birlikte, bu işle görevlendirilen Bağdat valisi İshak b. İbrahim 833 yılı sonunda Hemedan civarında toplanan isyancıların büyük bir kısmını katlederek isyanı bastırdı. Ertesi yıl Tâlekân’da hilafetini ilan eden Hz. Ali’nin soyundan gelen Muhammed b. Kasım b. Ömer el-Hüseynî de yakalanarak hapsedildi. Böylece halife yönetiminin ilk yıllarında otoriteyi tesis etmek hususunda iyi bir imtihan verdi. Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıaması Tablo 2.1 İkinci Dönem Abbasî Halifeleri Mezdek öğretisinden izler taşıyan ve İslâm tarihinde aşırı Şîa’nın etkisiyle gelişen İran kaynaklı Arap karşıtı çeşitli gruplara verilen ad. 24 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Mu’tasım’ın uğraşmak zorunda kaldığı diğer bir problem, Hint asıllı bir grup olan Zutlar’ın Me’mun döneminden beri Basra bölgesinde özellikle Bağdat’a nehir yoluyla gönderilen ticari eşyayı yağmalayarak ticareti engellemeleriydi. Üzerlerine gönderilen birliklere uzun müddet direnen Zutlar nihayet teslim olmak zorunda kaldılar. Aileleriyle birlikte 835 yılında Bağdat’a getirilen bu grup Bizans sınırlarındaki kalelere yerleştirilerek Basra bölgesi istikrara kavuşturulmuş oldu. Hilafetini garanti altına almak isteyen Mu’tasım, kendinden önceki halife Me’mûn gibi Türklerin yaşadıkları bölgelerden askerler getirerek ordusunun büyük kısmını Türklerden oluşturmaya gayret etti. Bu birliklerin Bağdat’ta çeşitli rahatsızlıklara sebep olması ve askerlerin şehir halkı arasında disiplini kaybetmesi gibi sebeplerle Mu’tasım-Billâh, 836 yılında Bağdat’ın yaklaşık 110 km. kuzeyinde Sâmerrâ şehrini kurdu ve hilâfet merkezini oraya taşıdı. Böylece Abbasî tarihinde “Sâmerrâ Devri” olarak adlandırılan ve Afşin, Boğa elKebîr, Eşnâs et-Türkî ve İnak et-Türkî gibi meşhur Türk kumandanlarının devlet yönetiminde söz sahibi olduğu bir devre başladı. Şüphesiz Mu’tasım döneminin en önemli başarılarından biri, Me’mun zamanından beri bastırılamayan ve devletin varlığını tehdit eden Hürremiye hareketi ile meşhur lideri Bâbek’in ortadan kaldırılmasıdır. 835 yılında Azerbaycan’da tehlike yaratan bu isyanı bastırmak üzere bölgeye vali tayin edilen Türk kumandanı Afşin, büyük bir hazırlık devresi ve planlamanın ardından ancak iki yıllık bir mücadelenin sonucunda Bağdat’tan gönderilen yardımcı kuvvetlerin de desteğiyle 838 yılında Bâbek’in karargâhı olan Bez şehrini ele geçirmiştir. Yakalanan Bâbek ise idam edilerek yaklaşık yirmi yıl süren bu sorundan kurtulunmuştur. Bâbek isyanı hakkında daha geniş bilgi için Mehmet Azimli’nin Abbâsîler Döneminde Bâbek İsyanı (Ankara 2004) adlı kitabına bakabilirsiniz. Halife Me’mun’un ölümüyle duraklayan İslâm-Bizans çatışması Bizans İmparatoru eophilos’un harekâtıyla tekrar başladı. eophilos Abbâsî ordusunun Bâbek isyanı ile uğraşmasından yararlanarak, İstanbul’dan büyük bir orduyla hareket etmiş ve 838 yılında Zibatra’yı (Doğanşehir) tahrip etmişti. Ardından Malatya’yı kuşatan Bizans ordusu, Samsat (Sümeysat) ve Erzurum’da çeşitli tahribata yol açmıştı. Bâbek isyanının bastırılmasının ardından Mu’tasım büyük bir orduyla Anadolu’ya hareket ederek Afyon Karahisar yakınlarında bulunan Amorion’a (Ammûriye) hareket etti. Aynı esnada Malatya civarından Bizans topraklarına giren Afşin de Ankara’ya doğru ilerlerken karşısına çıkan eophilos’u Temmuz 838 Dazmana’da (Kazova) mağlup etti. eophilos’un İstanbul’a dönmesi üzerine Halife ve Afşin Ankara’da buluşarak Amorion üzerine yürüdüler. Bizans’ın İstanbul’dan sonra en önemli şehri olan Amorion 12 Ağustos 838 tarihinde fethedildi. Amorion seferi Abbâsîler döneminde müslümanların Bizans üzerine düzenledikleri seferlerin en başarılısı olarak kaydedilir. Mu’tasım döneminde Türkler’in askerî ve idârî kadrolarda ağırlıklı olarak yer alması nedeniyle rahatsız olan Arap ve İranlı gruplar Me’mun’un oğlu Abbas’ı halife yapmak için çeşitli planlar yapmaktaydılar. Uceyf b. Anbese liderliğindeki bu muhalif grup Bizans seferi esnasında Halife Mu’tasım ile Afşin ve Eşnâs gibi Türk kumandanlarına karşı bir suikast planlamaya dahi teşebbüs etmişlerdi. Amorion seferinin ardından planları ortaya çıkan bu muhalif grubun liderleri Türk kumandanlar tarafından öldürüldü. Abbâsî halifeleri Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde Azerbaycan’da devleti tehdit eden ve uzun yıllar süren Hürremiyye hareketinin lideri Günümüzde Afyon Karahisar yakınlarında bulunan ve Bizans’ın İstanbul’dan sonra ikinci önemli şehri 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 25 Öte yandan Taberistan’da Sâsânîler’den beri hüküm sürmekte olan Kârînîler İslâm fetihlerinin ardından yerel yöneticiler olarak konumlarını korumuşlar; Ancak zaman zaman merkezi idare zayıadığında isyanlar çıkarmışlardır. Mu’tasım döneminde Taberistan valisi ve aynı zamanda Kârinîler’in lideri olan Mâzyâr b. Kârin ile Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir arasındaki anlaşmazlık 839’da Mâzyâr’ın isyanıyla sonuçlandı. Halife’nin bölgeye gönderdiği ordu uzun bir mücadelenin ardından Mâzyâr’ı teslim aldı. Böylece 840 tarihinde Taberistan’da Kârinîler hanedanı sona erdi ve bölge Tâhirîler’in yönetimine geçti. Me’mun döneminde Abbâsî ordusunda yer edinmeye başlayan Türkler özellikle Mu’tasım döneminde bu konumlarını sağlamlaştırmışlardı. Halifenin 4000 kişilik özel muhafız birliği Türklerden oluşmakta; Türk komutanların da halife nezdinde saygın konumları bulunmaktaydı. Kumandanlar arasında büyük nüfuzu olan Afşin’in bu durumu bazı Arap devlet adamları arasında kıskançlığa sebep oluyordu. Afşin’in rakipleri onun itibarını düşürmek için çeşitli teşebbüslerde bulundular. Onun rakiplerinden Horasan valisi Abdullah b. Tâhir’in tahrikleri sonucu Afşin 840 yılında tutuklandı ve ertesi yıl hapishanede öldü. Afşin’in gözden düşmesinin sebepleri arasında Azerbaycan’da kendisine vekil olarak bıraktığı kayınpederi Mengü Çûr’un 840’da isyana kalkışması da sayılabilir. Ancak asıl sebep Türkler ile Araplar arasındaki iktidar mücadelesidir. Afşin hapishanede ölmesine rağmen onun yerine Türk kumandanlardan Eşnas geçmiş ve Türklerin nüfuzunda herhangi bir değişiklik olmamıştır. Mu’tasım-Billâh 842 yılında Sâmerrâ’da vefat etti. Onun bilhassa Sâmerrâ’daki imar faaliyetleri önemli olup burada yaptırdığı el-Cevsaku’l-Hâkânî adlı saray meşhurdur. İshak el-Mevsılî, Fergânî ve Ya’kub b. İshak el-Kindî gibi âlimleri himaye eden Mu’tasım-Billâh’ın kütüphanesinde 10.000 kitap bulunduğu nakledilir. İlk İslâm filozofu Ya’kûb b. İshak el-Kindî onun döneminde yaşamıştır. Resim 2.1 el-Cevsaku’l-Hâkânî Sarayı Ana Kapısı (Bâbü’l-Âmme) Kalıntıları Kaynak: http:// dome.mit.edu 26 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Me’mûn devrinde Mu’tezile’nin resmî mezhep olarak kabul edilmesi ve Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü benimsemeyen âlimlerin sorgulanıp cezalandırılmasına (mihne) Mu’tasım-Billâh döneminde de devam edilmiştir. Nitekim Me’mûn devrinde hapsedilen Ahmed b. Hanbel Mu’tasım zamanında işkenceye tâbi tutulmuş, ancak bir süre sonra serbest bırakılmıştır. Vâsık-Billâh (842-847) Vâsık’ın hilâfetinin ilk günlerinde kabile isyanlarıyla karşılaştı. Kays Kabilesi isyan ederek Şam valisinin sarayını kuşattı. Asiler üzerine gönderilen Recâ b. Eyyûb elHadârî, Kayslılar’ın kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan da faydalanarak isyanı bastırdı ve şehirde emniyeti sağladı. Vâsık daha sonra Recâ b. Eyyûb’u, Mu’tasım’ın vefatından önce Filistin Bölgesi’nde isyan etmiş bulunan Ebû Harb el-Müberka’ üzerine gönderdi. İsyanı bastıran Recâ, Müberka’yı da esir alarak Sâmerrâ’ya döndü (842). Vâsık döneminde, Hicaz ve Yemâme bölgelerinde çoğunluğu bedevî Arap kabilelerinin yağma ve çapulculuk hareketlerinden oluşan bir dizi isyan vuku buldu. 845 yılında Hicaz bölgesinde Kays kabilesinin kollarından olan Benî Süleym mensupları, Uzeyze b. Kattâb es-Sülemî liderliğinde diğer kabilelere saldırarak yağmalama ve talan hareketlerine başladılar. Medine valisinin gönderdiği birliği yenen isyancılar, civardaki köyleri yağmalayarak, Mekke-Medine yolunu kontrolleri altına aldılar. Hac yolunun kapanması ve karışıklığın bütün Arabistan’ı etkileyecek bir hal alması üzerine Vâsık, Boğa el-Kebîr komutasındaki büyük bir orduyu Medine’ye gönderdi. Boğa, 845’te Süleymoğullarını mağlup ederek yaklaşık bin kişiyi Medine’de hapsetti. Benî Süleym isyanını bastıran Boğa el-Kebir, ardından bölgede başkaldıran Benî Hilâl kabilesi üzerine yürüdü ve isyancıları Medine’ye getirerek Süleymoğulları esirleriyle birlikte hapsetti. Boğa el-Kebir, Hz. Fâtıma’nın torunların tahsis edilmiş olan Fedek arazisini işgal eden Fezâre ve Mürreoğullarının üzerine gittiği sırada, Medine’de tutuklu bulunan Benî Süleym ve Benî Hilâl’e mensup esirlerin kaçma teşebbüsü Medine halkı tarafından engellendi. Boğa bu olayın ardından, etraa karışıklık çıkaran Gatafan, Eşca’, Sa’lebe ve Kilâboğulları gibi kabileleri de itaat altına alarak bölgede istikrarı sağladıktan sonra 846’da Medine’ye döndü. Abbâsîler’in ikinci döneminde Türkler’in idarede etkin olmasının sonuçları neler olabilir? Vâsık döneminde Arabistan yarımadasının güney-doğusunda yer alan Yemâme’de çıkan isyanlar önem arzeder. Beni Nümeyr kabilesi mensuplarının başlattığı yağma ve çapulculuk hareketi, diğer kabilelerin de katılımıyla bütün bölgeyi etkileyebilecek büyük bir karışıklığa yol açtı. Vâsık, Medine’de bulunan Boğa’yı Yemâme bölgesine yönlendirdi. 846’da Numeyroğulları ile karşılaşan Boğa el-Kebîr başlangıçta geriye düşmesine rağmen, 3000 kişilik isyancı kuvvetinin yarısından fazlasını öldürerek isyanı bastırdı. Bizans imparatoru eophilos’un 842 yılında ölmesinin ardından Vâsık döneminde Abbâsî-Bizans ilişkileri durağan bir seyir izlemiştir. eophilos’un yerine geçirilen oğlu III. Michael çok küçük yaşta olduğundan annesi eodora idareyi eline almıştı. Bizans sarayında güçlü bir imparator bulunmayışı Abbâsî-Bizans ilişkilerinin sâkin bir dönem geçirmesine sebep olmuştur. 845’de Bizans ile iki tarafın elinde bulunan esirlerin takası için bir anlaşma yapılmış ve bu takas gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl Bizans’a karşı kış seferine çıkan Sugûr valisi Ahmed b. Me’mun döneminden beri Abbâsî ordusunda görev alan Türk Kumandanı. 1 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 27 Saîd el-Bâhilî, çok miktarda ganimet elde etmiş olmasına rağmen, sert hava koşulları sebebiyle büyük asker kayıpları verildiği için, Vâsık tarafından başarısız bulunarak azledilmiştir. Vâsık devrinde, Ağlebîlerin 842-847 yıllarında yaptıkları Fazl b. Câfer ve Abbâs b. Fazl komutasındaki deniz seferleri neticesinde Müslüman orduları Sicilya’da Messina, Napoli, Meskân, Şerrâ ve Leontini şehirlerini ele geçirdiler. Müslümanlar aynı dönemde İtalya’nın Bari (841) ve Misenatium (846) şehirlerini fethettilerse de tutunamayarak Sicilya’ya çekilmek zorunda kaldılar. Vâsık, idari açıdan seleeri Me’mûn ve Mu’tasım dönemlerindeki politikaları büyük ölçüde devam ettirdi. Onun politikaları Kâdılkudât İbn Ebû Duâd ve vezir Muhammed b. Abdülmelik ez-Zeyyât tarafından şekillendirilmiştir. Bu dönemde idarede etkin olan bir diğer unsur da Eşnâs ve İnâk gibi Türk komutanlardır. Vâsık dönemi bu unsurların birbirleriyle nüfuz mücadelesine de sahne olmuştur. Vâsık’ın hilâfeti Türklerin Abbâsî Devleti’nde askerî sahanın yanı sıra, idarî alanda da önemli mesafe kat ettikleri bir dönemdir. Türk komutanlara büyük yetkiler veren Vâsık, 842’de Eşnas’ı hem Abbâsî ordusunun başkomutanı hem de Mısır valisi olarak tayin etmiştir. Diğer bir Türk kumandan İnâk et-Türkî, Yemen, Horasan ve Sind valiliğinin yanı sıra Eşnas’ın ölümü üzerine başkumandanlık ve Mısır valiliğini de üstlenmiştir. Abbâsî Devleti’nde Türkler’in rolü için Hakkkı Dursun Yıldız’ın İslâmiyet ve Türkler (İstanbul 1980) adlı eserine bakabilirsiniz. Kendisinden önceki mihne uygulamalarını devam ettiren Vâsık, hilâfetinin üçüncü yılında bölgelere mektuplar göndererek ilim adamlarının halku’l-Kur’an konusunda imtihan edilmelerini emretti. İmam Şâfiî’nin talebesi Ebû Ya’kûb Yusuf el-Büveytî, Nuaym b. Hammâd, Ali b. el-Medînî ve Ahmed b. Nasr el-Huzâî bu dönemde sorgulanan kişilerin öne çıkanlarıdır. Ahmed b. Hanbel de Vâsık’ın ölümüne kadar derslerine ara vermek zorunda kaldı. 845 yılında Bizans’la yapılan esir değişiminde de Vâsık, kurtarılacak olan Müslüman esirlerin halku’l-Kur’an hususunda imtihan edilmelerini, olumlu cevap verenlerin kurtarılarak birer dinar verilmesini, kabul etmeyenlerin Bizanslıların elinde bırakılmasını emretti. Ayrıca Anadolu’daki sınır birliklerinde görev yapan komutanların da sorgulanarak, halku’l-Kur’an’ı kabul etmemeleri durumunda boyunlarının vurulmasını istedi. Ancak Vâsık hilafetinin son döneminde bu uygulamalardan pişmanlık duymuştur. Beytü’l-Hikme başta olmak üzere, Bağdat merkezli tercümeler ve ilmî faaliyetler Vâsık döneminde de devam etti. Hilâfeti süresince, felsefe ve tıp gibi aklî ilimlerin yanı sıra dinî ilimlerine dair münazaraların da yapıldığı ilmî meclisler düzenleyen Vâsık, bu meclislere bizzat katıldı. SÂMERR DEVRİ: YÖNETİMDE TÜRK HÂKİMİYETİ Mütevekkil-Alellâh (847-861) Vâsık’ın veliaht bırakmadan ölümü üzerine halifenin kim olacağı hususunda tereddütler belirdi. Bunun üzerine Abbâsî tarihinde ilk defa kimin halife olacağını belirlemek üzere devlet adamlarının katılımıyla bir toplantı düzenlendi. Toplantıda Vâsık’ın oğlu Muhammed üzerinde karar kılındıysa da yaşının küçük olması ve Türk kumandanların karşı çıkması nedeniyle Mu’tasım’ın oğlu Câfer MütevekkilAlellâh unvanıyla halife oldu. Devlet adamları da bu oldu-bittiyi kabul etmek zoKuran’ın yaratılmış olup olmadığı konusundaki tartışmalar için kullanılan terim 28 İslam Tarihi ve Medeniyeti II runda kaldılar. Böylece Abbâsîler döneminde Türk nüfuzu halife tayin edebilecek düzeye ulaştı. İlk olarak yolsuzluklara karşı idari düzenlemelerde bulunan Mütevekkil, kendinden önceki halifeler dönemindeki halku’l-Kur’ân’la ilgili dinî tartışmaları ve Mu’tezile’nin görüşünü benimsemeyenler üzerinde uygulanan baskıyı (mihne) sona erdirdi. Mihne sebebiyle tutuklu bulunanları serbest bırakarak Sünnî ulemaya yakın davrandı. Mihne uygulamaları çerçevesinde çeşitli baskılara maruz kalan Ahmed b. Hanbel’e iade-i itibarda bulunuldu. Mütevekkil Türk kumandanlar tarafından tahta çıkarılmış olmakla birlikte onların nüfuzundan hayli rahatsız olmaktaydı. Bu nedenle Araplardan kendisine müttefik gruplar bulmaya çalıştı. Eşnas’ın 844’te ölümünün ardından Türk kumandanların lideri olan İnak et-Türkî de onun emriyle katledildi. Türk kumandanlarının nüfuzunu kırmak için Mütevekkil, başşehrini Arap unsurun ağırlıklı olarak bulunduğu Şam’a (Dımaşk) nakletmeyi kararlaştırdı. Bu maksatla aralarında yakın çalıştığı devlet adamlarının da bulunduğu kalabalık bir heyetle Sâmerrâ’dan ayrılıp 858’de Şam’a geldi. Başşehrin Şam’a nakledilmesi planı ordudaki Türk birliklerini rahatsız etti. Türk askerleri Irak’a dönmek için gösteri yapmaya başladılar. Diğer taraan Mütevekkil Şam’ın iklimine uyum sağlayamadı, ordunun da yoğun baskısı üzerine iki ay sonra Sâmerrâ’ya dönmek zorunda kaldı. Türk kumandanları ile arasındaki ihtilâfın büyümesi üzerine Sâmerrâ yakınlarında Ca’feriye (Mütevekkiliye) adını verdiği şehrin inşasını emreden Mütevekkil kısa süre sonra buraya taşındı (860). Türkler’e karşı bir denge unsuru oluşturmak üzere Arap, Fars ve diğer unsurlardan oluşan yeni askerî birlikler kurdu. Bu unsurlar arasındaki çekişmeden faydalanarak hepsini kontrol altında tutmayı hedeemekteydi. Ancak bu durum kriz dönemlerinde daha da vahim sonuçlar doğurdu. Mütevekkil’in hilâfet dönemi genellikle huzurlu bir dönem olarak anılmakla birlikte zaman zaman sınır eyaletlerinde bazı isyanlar meydana gelmiyor değildi. Mütevekkil bir yandan mücadele ettiği Türk askerlerini bu isyanları bastırmak için kullanmak zorunda kaldı. Bunların ilki 848-849 yılında Azerbaycan’da Muhammed İbn Buays tarafından başlatıldı. Halife pek çok başarısız denemenin ardından Boğa es-Sağir’i bölgeye göndererek isyan bastırdı (850). Mütevekkil dönemindeki isyanların en tehlikelisi 849 yılından itibaren Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde (İrmîniye) patlak verdi. İrmîniye Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra idarede herhangi bir değişiklik yapılmamış bölge yönetimi Ermeni beylerine bırakılmıştı. Mütevekkil’in halife olmasının ardından Ermeni beyleri, Abbâsî valisi ile beraberindeki askerleri öldürdüler. İsyanın büyümesi üzerine Mütevekkil, Boğa el-Kebîr’i 851 sonlarında büyük bir orduyla bölgeye sevketti. Boğa el-Kebîr dört yıl boyunca bölgede kaldı ve karışıklıkları tamamen önledi (856). Mu’tasım döneminde kazanılan Amorion zaferinin ardından Abbâsî-Bizans ilişkileri daha ziyade sınır boylarında yıpratma savaşları şeklinde devam etmekteydi. Bu durum iki devletin de kendi iç sorunlarıyla uğraşmasından kaynaklanıyordu. Ancak son dönemlerde Bizans birlikleri sınırdaki Müslüman kasabalarını yağmalamaya başlamışlardı. Suğur bölgelerinde ise Müslüman kara birlikleri Bizans topraklarına hücum etmeye devam ediyorlardı. Sınır bölgelerindeki İslâm kara ordusunu mağlup etmenin zor olduğunu gören Bizans güçleri, özellikle Girit’e yapılan yardımları kesmek amacıyla 853’de büyük bir deniz filosuyla Mısır sahillerinde Dimyat’a saldırarak yağmaladılar. İslâm devletlerinin gayri müslim devletlerle sınırını oluşturan uç bölgeleri. 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 29 Bu saldırıdan sonra Mütevekkil, benzer Bizans hücumlarını önlemek amacıyla, sahillerdeki önemli merkezlere kaleler inşâ ettirdi. Suğur Valisi Ali b. Yahyâ 853-54 yılından itibaren Bizans topraklarına seferler düzenleyip iç kısımlara kadar ilerledi. 855-56 tarihinde iki devlet arasında yapılan anlaşmayla esir mübadelesi yapıldı. Aynı yıl Bizans Suriye sınır bölgesindeki Aynizerbâ’ya saldırdı. Bu saldırının ardından Halife Bizans topraklarına hücum edilmesini emretti. Bunun üzerine Ali b. Yahyâ Suriye sınırından Bizans topraklarına girdi. Sınır bölgesinde bulunan Boğa el-Kebîr de Orta Anadolu’daki Samâlû’yu fethetti (858). Bizans imparatoru III. Mihail 859 yılında Sümeysât’a saldırdı. Bu saldırıya karşılık Ali b. Yahyâ Bizans hâkimiyetindeki Lü’lüe Kalesi’ni (Ulukışla yakınlarında) teslim aldı. 860 tarihinde Fazl b. Karin kumandasındaki donanma Bizans’ın Akdeniz’de önemli bir ticaret limanı olan Antalya Kalesi’ni zaptetti. Deniz kuvvetlerine ağırlık veren Mütevekkil, donanmayı Suriye sahil şehirlerine yerleştirip buralarda harekâta hazırlıklı deniz birlikleri meydana getirdi. Mütevekkil büyük oğlu Muntasır’ı birinci veliaht tayin etmiş, ikinci sırayı ise Mu’tez’e vermişti. Ancak daha sonra Muntasır’la aralarında çıkan anlaşmazlık nedeniyle Mu’tez’i birinci sıraya almak istedi. Bu durumu kabul etmeyen Muntasır, zaten babasıyla aralarında problem olan Boğa es-Sağîr, Vâsif ve Otamış gibi Türk kumandanları ile işbirliği yaparak 861’de düzenlediği suikastle babasını öldürttü. Mütevekkil’in katli İslâm tarihinde bir halifeye karşı muhafız birlikleri tarafından işlenen ilk cinayettir. Onun katliyle halifelerin siyasî nüfuzları yanında mânevî nüfuzları da zayıamaya başladı. Bu olay, bir asırdan fazla bir süredir iktidarda bulunan güçlü Abbâsî hükümdarlarının hızlı bir şekilde gerilemelerinin başlangıcını teşkil etmiştir. Artık Abbâsî devletinde gerçek iktidar bir müddet Türklerin elinde olacaktır. Mütevekkil dönemi siyasi açıdan sönük bir devre olmakla birlikte ilmî ve kültürel açıdan parlak bir devir olmuş, yıllarca süren tercüme hareketinin ardından telif dönemi başlamıştır. Mütevekkil’in dinî konulardaki tartışmaları yasaklaması sonucu Mu’tezile kelâmcılığı ve felsefe alanındaki çalışmaların canlılığını kaybetmesine karşılık hadis alanındaki çalışmalar hızlanmış, pek çok muhaddis onun desteğini görmüştür. Zünnûn el-Mısrî, Hâtim el-Esam, Muhâsibî, Bâyezîdi Bistâmî gibi zâhid ve sûfîler Mütevekkil zamanında yaşamıştır. Onun saray hekimleri ve nedimleri arasında yer alan Buhtişû’ b. Cebrâil, Huneyn b. İshak, Yuhannâ b. Mâseveyh, Ali b. Rabben etTaberî gibi şahsiyetler tercüme, eğitim ve telif faaliyetleriyle tıbbî gelişmelere önemli katkılarda bulunmuşlardır. İbnü’s-Sikkît, Ebû Osman el-Mâzinî, Müberred onun ihsanlarına mazhar olanlardan bazılarıdır. Feth b. Hâkan el-Fârisî, İbrâhim b. Abbas es-Sûlî gibi üst düzey devlet görevlileri edebiyatta dönemin tanınmış simalarındandı. Câhiz ve İbn Kuteybe gibi çok yönlü müellier sarayın himayesini görmüş, tarihçi Belâzürî saray danışmanları içinde yer almıştır. Buhturî, Ali b. Cehm, Mervân Resim 2.2 Sâmerrâ Ulucami Kaynak: Mosquestamps.com 30 İslam Tarihi ve Medeniyeti II b. Ebü’l-Cenûb, Hüseyin b. Dahhâk gibi pek çok ünlü şair Mütevekkil’in nedimleri arasına girmiş ve onun politikalarını desteklemiştir. Mûsiki ile de ilgilenen Mütevekkil mûsiki ustalarının en büyük destekçisi olmuştur. Büyük mûsiki nazariyecilerinden İshak el-Mevsılî, öğrencisi Amr b. Bâne, As’as, Ebû Haşîşe, İbnü’l-Hafsî ve Ahmed b. Sadaka onun nedimlerinden bazılarıdır. Mimariye yeni bir üslûp geliştirecek kadar yakın ilgi duyan Mütevekkil giriştiği büyük çaptaki imar faaliyetleriyle başşehir Sâmerrâ’yı genişletmiş, burada günümüze kadar ayakta kalabilen meşhur Sâmerrâ Ulucamii ile yirminin üzerinde saray ve köşk inşa ettirmiştir. Sâmerrâ yakınlarında kendi adıyla anılan bir şehir kuran Mütevekkil, Mekke suyollarındaki büyük çaplı ıslah çalışmalarında bulunmuş, Kâbe’nin onarımı ve tezyinatına önem vermiştir. 861 yılında Nil’in mevsimlere göre su seviyesini ölçmek ve yıllık su taşmalarını hesaplamak için yeni bir mikyas (nilometre) inşa ettirmiştir. Müstaîn-Billâh (862-866) Halife Muntasır’ın ölümünün ardından devlet adamları ve Türk kumandanları toplanarak Mu’tasım’ın torunu Ahmed b. Muhammed’in Müstaîn-Billâh ünvanıyla halife ilân edilmesine karar verdiler (862). Abbâsîler’in bu devresinde artık veliahtlık sisteminin geçerliliğini yitirdiği ve halife seçimlerinin güçlü devlet adamları ve kumandanlar tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu esnada Bağdat halkı Müstain’in halife seçilmesine karşı çıkarak isyan çıkarmışsa da bu kalkışma kısa sürede bastırıldı. Müstain halife olduktan sonra Otamış’ı Mısır ve Mağrib, Muhammed b. Tâhir’i Horasan, Muhammed b. Abdullah b. Tâhir’i Irak ve Fars valiliğine tayin etti. Bir süre sonra Türkler’le vezir Ahmed b. Hasîb’in arası açıldığından Otamış’ı vezir tayin etmek zorunda kaldı. Türk askerlerinin nüfuzundan bunalan Bağdat halkı Abbâsî kuvvetlerinin Bizans karşısında yenilmesini bahane ederek 863’de halifeye isyan etti. Aslında isyanın gerçek sebebi Türklerin halifelere karşı tutumuydu. Bu kalkışmaya halkın yanısıra Şâkiriyye denilen ve birliklerinde Türklerin bulunmadığı ücretli askerler de katıldı. Hapishaneler basılarak mahkûmlar serbest bırakıldı. Bu isyanın üzerinden çok geçmeden Sâmerrâ’da çoğunluğunu Arapların oluşturduğu güçler yakaladıkları Türkler’i öldürmeye başladılar. Türk askerlerine karşı başlatılan eylem Boğa es-Sağir, Otamış ve Vasîf ’e bağlı kuvvetler tarafından bastırıldı. Bu dönemde Abbâsî halifelerinin otoritelerinin kalmaması, Arapların Türk kumandanlara karşı nefretleri ve Türk kumandanların birbirleri arasındaki güç mücadelesi pek çok karışıklığın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Türkler ortak düşmana karşı birlikte hareket ediyorlar ancak tehlike bertaraf edildikten sonra kendi aralarında tekrar rekabet başlıyordu. Nitekim isyanların bastırılmasından kısa bir süre sonra 863 yılında Boğa es-Sağir ve Vasîf ’e bağlı bazı Türkler, malî ve siyasî durumlarının kötüleştiğini iddia ederek Vezir Otamış ve kâtibine karşı ayaklandılar ve her ikisini de katlettiler. Herhangi bir gücü kalmadığından olaylara seyirci kalmakla yetinen Halife, Otamış’ın yerine Ahmed b. Sâlih b. Şîrzâd’ı vezir tayin etti. Halifenin nüfuzlu kumandanlardan Bâgir et-Türkî’yi başkumandanlığa getirmek istedi. Bu durum Boğa es-Sağir ile Vasîf ’i endişelendirdi. İki grup da birbirine tertipler düzenledi ve nihayetinde Bâgir et-Türkî katledildi. Onun öldürülmesi Bağdat’ta büyük bir karışıklığa yolaçtı. Bâgir’in askerlerinin isyanını bir türlü bastıramayan Halife, 865’de Vasîf ve Boğa es-Sağir ile birlikte Sâmerrâ’yı gizlice terkedip Bağdat’a kaçmak zorunda kaldı. Abbâsîler’de Muhafız alayını oluşturan daha ziyade Araplardan oluşturulan askerî birlik. 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 31 Bu gelişmeler üzerine Sâmerrâ’daki bazı kumandan ve devlet adamları da Bağdat’a gitmeye başladılar. Sâmerrâ’nın terkedilmesiyle kendi nüfuzlarının sona ereceğini anlayan Türk askerleri Halife’ye elçi gönderip hata yaptıklarını kabul ederek özür dilediler. Fakat halife onların Sâmerrâ’ya dönme teklierini kabul etmedi. Bunun üzerine Türk askerleri, siyasî otoritelerinin sarsılmasından endişe edip Müstaîn’in yerine Mu’tez-Billâh’ı hapishaneden çıkarıp halife ilân ettiler (865). Böylece aynı anda biri Bağdat’ta, diğeri Sâmerrâ’da olmak üzere iki Abbâsî halifesi ortaya çıkmış oldu. Ancak Samerra’da bulunan Mu’tez’in eli daha güçlüydü. Nitekim Boğa el-Kebîr’in Humus’ta bulunan oğlu Mûsâ, Mu’tez-Billâh tarafına geçince dengeler değişti. Bu gelişmeyle kuvvetlenen Mu’tez kardeşi Ebû Ahmed’i büyük bir orduyla Bağdat’a gönderdi (Şubat 865). Bağdat’ın uzun bir süre kuşatılması nedeniyle şehirde açlık tehlikesinin ortaya çıkması üzerine halk valiye baskı yaparak Mu’tez tarafına geçmesini istediler. Ebû Ahmed ile görüşen vali Muhammed b. Abdullah, Mu’tez’e biat etmeye razı oldu ve 866’da Müstaîn halifelikten hal’ edildi. Ebü’l-Abbas es-Seâh ve Ebû Ca’fer el-Mansûr’dan sonra babası halife olmadığı halde hilâfet makamına geçen ilk şahıs olan Müstaîn, seleerinin başına gelenleri bildiğinden Türk kumandanlarının sözünden çıkmamıştır. Bununla birlikte onun devrinde ileride Türk askerlerine karşı denge kurmak üzere Kuzey Afrika’lı askerlerden oluşan Meğâribe ve Araplardan oluşan Şâkiriyye gibi birlikler kurulmuştur. Müstaîn’in halifelik dönemi karışıklıklar içinde geçmesine rağmen Bizans’a karşı da ciddi mücadeleler verilmiştir. Bizans sınır bölgelerinde bulunan Vasîf Anadolu seferlerini sürdürdü. Halife tarafından Bizans seferleriyle görevlendirilen Ca’fer el-Hayyât ile Ömer b. Abdullah el-Akta’ 863 yılından itibaren Bizans’a karşı seferler düzenlediler. Ömer Anadolu içlerine kadar ilerledi. Türk kumandanı Bilgecûr 864 ve 865 yaz aylarında Anadolu’ya seferler düzenleyerek Aksaray ile Niğde arasında bulunan Matmûre’yi fethetti. Müstâin döneminde Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin başlattığı isyanlar da önemli olaylar arasında yer alır. Nitekim Yahyâ b. Ömer el-Hüseynî 864 yılında Şiî isyanı başlatarak Kûfe’de Beytülmâl’i (hazine) ele geçirip mahkûmları serbest bıraktı. Müstaîn sevkettiği ordularla bu isyanı bastırdı ve Yahyâ b. Ömer öldürüldü. Kûfe’de Hz. Ali soyundan olan Hüseyin b. Muhammed’in ertesi yıl başlattığı isyan Kûfeliler ve Benî Esed kabilesi tarafından da desteklenmiş ve ancak 867 yılında bastırılabilmiştir. Bu isyanların dışında Hz. Ali taraarlarının 864 ile 866 yılları arasında Taberistan, Rey, Kazvin ve Mekke’de çıkardıkları pek çok ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanmakla birlikte çeşitli karışıklıklara yol açmıştır. Mu’tez-Billâh (866-869) Türk askerler tarafından Bağdat’a giden Müstaîn’e karşı iktidara getirilen Mu’tez, halifeliği Türkler’in yardımıyla ele geçirmiş olmasına rağmen özellikle kendisi için tehlike gördüğü Vasîf ve Boğa es-Sağir’e güvenmiyordu. Ancak onların gücünü bildiğinden çok dikkatli davranmak zorundaydı. Zira artık halifelerin yönetimde hiçbir gücü kalmamış tamamen Türk kumandanların elinde kukla haline gelmişlerdi. Sadece halifeler değil toplumda ve diğer askeri sınıarda da Türklerin tahakkümüne karşı tepkiler mevcuttu. Vasîf ve Boğa es-Sağîr’in baskıları karşısında halife istemeye istemeye onlara Sâmerrâ’ya dönme izni vermişti. 32 İslam Tarihi ve Medeniyeti II 866 yılında Türkler ile Kuzey Afrika kökenli Meğâribe arasında çatışmalar başladı. İlk önce üstün duruma geçen Meğâribe daha sonra tecrübesizliğinin kurbanı olarak Türkler’e yenildi. Bu teşebbüsünde de başarısız olan halife, bu defa Horasan’da yarı bağımsız olarak hüküm süren Tâhirîler’den yardım istedi. Tâhirîlerin gönderdiği ordu Türk kumandanlar tarafından Sâmerrâ’ya sokulmadı. Ancak kısa süre sonra Türklerin yanısıra diğer gruplardan askerler ücretleri nedeniyle yağmaya başladılar. Bu esnada halife Vasîf ’i, ardından da Boğa es-Sağir’i katlettirmek suretiyle bu iki önemli gaileden kurtulmuş oldu. Kumandanların katledilmesi halife üzerindeki Türk baskısını azaltmaya yetmediği gibi Türkler arasında genel bir hoşnutsuzluk meydana getirdi. Nitekim 869’da maaşlarını zamanında alamayan Türk askerleri Meğaribe ile de anlaşarak isyan ettiler ve ele geçirdikleri Mu’tez’e işkence yaparak onu halifelikten çekilmek zorunda bıraktılar. Mutez dönemi halifenin Türk askerlerle iktidar mücadelesi şeklinde geçmiş iki kuvvetli rakibinden kurtularak göreceli bir başarı elde eden halife, sonunda yine Türk askerler tarafından tahttan indirilmiştir. Mutez döneminde 868 yılında vekil sıfatıyla Mısır’a vali tayin edilen Ahmed b. Tolun burada zamanla Abbâsî halifeliğine ancak ismen bağlı kalan Tolunoğulları hânedanını kurdu. Mühtedî-Billâh (869-870) Halife Vâsık-Billâh’ın oğlu olan Muhammed, kendisinden önceki halifelerin döneminde siyasetten uzak durmayı tercih etmişti. Mu’tez’in halifelikten halledilmesiyle kumandanlar tarafından Mühtedî-Billâh lakabıyla halife ilân edildi. Mühtedî kısa süren hâkimiyeti döneminde Türk kumandanlarının yanısıra eyaletlerdeki isyanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Onun döneminde Taberistan’da Hz. Ali’nin soyundan Hasan b. Zeyd’in isyanı Rey valisi tarafından 869’da sonlandırıldı. Aynı yıl Hâricîler’den Müşavir b. Abdülhamîd eş-Şârî etrafında kalabalık bir taraar kitlesi toplayarak Musul’a girdi. Abbâsî birliklerini alt eden Müşâvir başşehir Sâmerrâ’yı tehdit eder hale geldi. Yine aynı yıl Hz. Ali’nin soyundan olduğunu iddia eden Sâhibü’z-Zenc Ali b. Muhammed ez-Zencî, Doğu Afrika sahillerinden getirilerek Batîha civarına yerleştirilen Zencîler’in (Zenc) desteğiyle büyük bir isyan başlattı ve Basra’yı elegeçirdi. Bütün bu isyanlar vuku bulurken Halife ise kendisini Salih b. Vasîf et-Türkî ve Bayık Bey gibi Türk kumandanların nüfuzundan kurtarmaya çalışıyordu. Bu amaçla İran’da bulunan diğer bir Türk kumandan Mûsâ b. Boğa’yı Sâmerrâ’ya davet etti. Mûsâ Şehre gelerek Halife Muhtedî’yi Salih b. Vasîf ’in nüfuzundan kurtardı. Sâmerrâ’da saklanan Salih bir süre sonra yakalanarak öldürüldü. Halife Sâlih b. Vasîf ’ten kurtulduktan sonra Musa ve Bayık Bey’i de bertaraf etmek için çareler aramaya başladı ve onları karışıklıklara son vermek üzere Musul’da görevlendirdi. Böylece iki önemli komutanı başkentten uzaklaştırdı. Mühtedî görünürde Türk askerleriyle iyi geçinmeye çalışırken bir yandan da Mısır ve Kuzey Afrika’nın yerli halkından teşkil edilen ücretli askerleri (Megâribe) çoğaltarak üst makamlara çıkarmaya çalışıyordu. Halife Türk kumandanlarının baskısından onları birbirine karşı kışkırtarak kurtulabileceğini biliyordu. Ancak halifenin bu komplolarının farkına varan Türk kumandanlar aralarında anlaşarak Mühtedî’yi hilâfetten uzaklaştırmaya karar verdiler. Bu sırada halifenin kuvvetleriyle Türk birliklerinin çatışması neticesinde çok fazla kan döküldü. Hiçbir çıkış yolu kalmadığını gören halife kaçarken yakalandı ve hilafetten hal’edilerek öldürüldü (870). 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 33 BAĞDAT DÖNEMİ: TÜRK NÜFÛZUNUN SONU Mu’temid-Alellâh (870-892) Mühtedî’nin Türkler tarafından tahttan indirilip öldürülmesinin ardından göz hapsinde tutulduğu el-Cevsaku’l-Hâkanî’den alınarak halife ilân edildi (870). Tahta çıkınca babasının veziri Ubeydullah b. Yahyâ b. Hâkan’ı tekrar bu makama getirdi ve daha sonra devletin yönetimini kardeşi Muvaak’ın eline bırakarak vaktini eğlenceyle geçirmeye başladı. Mu’temid’in ilk yıllarında Türklerin etkinliği devam etmekle birlikte nüfuzlarının azaldığına ilişkin bazı belirtiler ortaya çıkmıştır. Zira Türklerin halifelerle mücadelesi her iki taraf içinde oldukça yıpratıcı oldu. Bu dönemin en önemli hadiselerini iç isyanlar oluşturmaktadır. Müşâvir b. Abdülhamid’in daha önceki halife döneminde başlattığı Haricî isyanı Musul tarafında yaygın bir destek bulmuş ve genişleyerek devam etmekteydi. Mutemid’in gönderdiği kuvvetlerden her defasında kurtulmayı başaran Müşavir 877’de kendiliğinden ölünceye kadar devleti uğraştırdı. Dönemin en tehlikeli isyanı Halife Mühtedî zamanında Basra taraarındaki tarla ve tuzlalarda kötü şartlar altında çalışan Zencî köleleri zenginlik ve hürriyet vaadiyle çevresinde toplamayı başaran Ali b. Muhammed ez-Zencî’nin ayaklanmasıdır (Eylül 869). Ali b. Muhammed, aslında Hâricîler’e yakın olmakla birlikte Hz. Ali soyuna sevgi besleyenleri kazanabilmek maksadıyla Ali’nin soyundan geldiğini iddia ediyordu. İsyancılar kısa zamanda Übülle, Abadan ve Ahvaz’ı ele geçirerek yağma ve katliamlarda bulundular; ardından halifenin üzerlerine gönderdiği kuvvetleri yenilgiye uğratıp Basra’ya hâkim oldular (871). Olayların devletin varlığını tehdit eder bir boyuta ulaşması üzerine Mu’temid kardeşi Muvaak’ı Basra’ya gönderdiyse de o da bir başarı elde edemedi. Onun ardından gönderilen Mûsâ b. Boğa da başarısız oldu. Bu sırada Zencîler, Muvaak’ın diğer bir isyancı olan Ya’kub b. Leys es-Saâr ile uğraşmasından yararlanarak Batîha’yı ve çevresini yağmaladılar. Bağdat’ı tehdit eder duruma gelen isyancılar nihayet 883’de yapılan savaşta Muvaak tarafından yenildi. Devleti yaklaşık on beş yıl uğraştıran bu tehlikeli isyan Ali b. Muhammed ez-Zencî’nin öldürülmesiyle sona erdi. Abbâsîler döneminde Zenci kölelerin isyanları için Mustafa Demirci’nin Siyah Öe, Ortaçağ İslâm Dünyasında Zenci Kölelerin İsyanı, (Konya 2005) adlı eserine bakabilirsiniz. Bu devirde merkezi otoriteyi sarsan diğer bir önemli mesele, Abbâsî sınırları içerisinde bağımsız devletler kurulmasına yol açan Saârîler olayıdır. Bölgede etkin bir konumda olan Yakub b. Leys es-Saâr, Fars bölgesini ele geçirmiş ve halife tarafından Belh, Tohâristan, Sicistan ve Sind bölgesinin valiliğine tayin edilmiştir. Doğu’da Kâbil’e kadar uzanan geniş alanı elinde bulunduran Yakub, batıya dönerek 873’de Tâhirîler’in başşehri Nîşâbur’u zaptetmek suretiyle Horasan’ı ele geçirdi. Horasan valiliği kendisine verilmeyince Ahvaz ve Vâsıt üzerinden Bağdat’a yöneldi. Muvaak komutasındaki Abbâsî ordusu Vâsıt ile Bağdat arasında yapılan savaşta Yakub’u mağlup etmeyi başardı (876). Mutemid döneminde Mısır valisi Ahmed b. Tolun, 878 yılında çıktığı seferde Suriye’yi kendi yönetimi altına almış ve ardından adına sikke bastırmıştır. Aynı şekilde 889’da Azerbaycan valiliğine gönderilen Muhammed b. Ebü’s-Sâc da burada bağımsız hareket eden bir hânedanın kurucusu oldu. 34 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Mu’temid döneminde Bizanslılar’la mücadele yatay bir seyir izlemiştir. Çarpışmalara sınır boylarında karşılıklı tacizler şeklinde geçmekteydi ve iki taraf da herhangi bir ilerleme kaydetmemekteydi. Bu dönemde Tarsus emîri Yâzmân Bizans topraklarına akınlarda bulunmaktaydı. 883 yılında büyük bir Bizans ordusunun Mersin civarına geldiğini öğrenen Yâzmân bir gece baskını ile Bizans ordusunun hemen tamamını imha etmiştir. Ancak Yâzmân’ın 891’de bir kuşatmada ölmesinden sonra Bizans’a karşı yapılan müslüman akınları zayıamış ve üstünlük sırası onlara geçmiştir. Zamanının çoğunu merkezden biraz uzakta Dicle’nin sağ kıyısına yaptırdığı sarayında geçiren Mutemid, Sâmerrâ’da oturan Abbâsî halifelerinin sonuncusudur. Onun döneminde idare kardeşi Muvaak’ın elindeydi. Onun 889 yılında Türkler için kurulmuş olan bu şehirden ayrılarak Bağdat’a dönmesi siyasî alanda Türk nüfuzunun ortadan kalkma sürecine girdiğini göstermektedir. Halife Mutemid döneminde Türklerin nüfuzunun zayıamasının sebepleri neler olabilirr? Mu’tazıd-Billâh (892-902) Merkezi idarenin zayıadığı bir dönemde işbaşına gelen Mutazıd, devletin dağılmasını önlemeye çalışmış ve bunda bir dereceye kadar da başarılı olmuştur. Abbâsîler’e bağlı olmakla birlikte Mısır ve Suriye’de yarı bağımsız bir devlet kuran Tolunoğulları’nın hâkimi Humaraveyh, Mutazıd döneminde Abbâsîlerle ilişkilerini düzelterek vergilerini tekrar ödemeye başladı. Diğer bir otonom yapı olan Saârîler’den Amr b. Leys elçi göndererek Horasan valiliğini istemiş, halife de onun bu isteğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak bununla da yetinmeyen Amr b. Leys Mâverâünnehir’e de göz dikmişti. Halife bu isteğe olumlu yaklaşmakla birlikte Mâverâünnehir’i elinde tutan Sâmânîler, Amr’ı mağlûp ederek bölgenin gerçek sahibi olduklarını gösterdiler. Halife bunun üzerine Amr’ın hâkim olduğu toprakları 900 yılında Sâmânî emîri İsmail’e verdi. Mutazıd’ın uğraşmak zorunda kaldığı diğer bir problem İran’da hüküm süren Dülefîler’di. Dülefî Hükümdarı Ebû Leylâ Haris b. Abdülazîz’in başlattığı bir isyanın sonucunda 897’de ölmesi üzerine Dülefîler’in toprakları Abbasî halifeleri tarafından tayin edilen valilerce yönetilmeye başlandı. Bu dönemde Azerbaycan’da hüküm süren Sâcoğulları ile de münasebetler bozuldu. Ancak Halife, Muhammed b. Ebü’s-Sâc’ın Azerbaycan ve İrmîniye bölgesindeki hâkimiyetini tanıdı (898). Mu’tazıd 899’da Âmid’i Şeybânî Emîri Ahmed b. İsâ’nın oğlu Muhammed’in elinden aldı. Ardından Hamdânîler’den Hamdan b. Hamdûn’u, Mardin Kalesi’nde kuşatarak onu şehirden kaçmaya zorladı. Mutazıd son yıllarını Karmatî problemi ile uğraşarak geçirdi. İsmini Kufe’de İsmâilî hareketinin dâisi (propagandist) Hamdan b. Karmat’tan alan bu Şii -Bâtınî hareket çeşitli dönemlerde, farklı liderlerin önderliğinde, özellikle kırsal bölgelerdeki vergiler, anarşi ve baskılardan beslenerek ortaya çıkmaktaydı. Mutazıd döneminde ortaya çıkan ikinci Karmatî hareketi, Ebû Saîd el-Cennâbî’nin liderliğinde geniş bir taraar desteği bulmuş; Bahreyn ve çevresindeki topraklarda hâkimiyet kurmuştu (899). Halifenin gönderdiği ordular ardı ardına Karmatîler tarafından yenildi ve Bahreyn’in merkezi Hecer işgal edildi. Sarsılmakta olan Abbasî hâkimiyetini dirilttiği için kendisine devletin kurucusunun lakabı verilmiş ve “İkinci Seâh” olarak adlandırılmıştır. Mu’tezile mezhebine sempati duyan Mu’tazıd Ehl-i beyt mensuplarına da iyi davranmış, onlara yardımda bulunmuştur. Abbasî ordusunda görev yapan Türkler’in nüfuzunu kırmaya çalışmış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. 2 Şîi İsmailiye mezhebine mensup olan bu grup Abbâsîler döneminde uzun yıllar devleti uğraştıran isyanlar çıkarmıştır. 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 35 Müktefi-Billâh (902-908) Beş yıl süren Rey valiliği döneminde Cibâl ve İsfahan’da hüküm süren Dülefîler’i ortadan kaldırarak bölgede yeniden Abbasî hâkimiyetini tesis eden ve bir süre Cezîre valiliği de yapan Müktefî 902 yılında halife oldu. Müktefî’nin iktidarının başında Rey şehri Saârîler’in eline geçmişti. Bu sırada halife, isyan eden kumandanlarından Emîr Bedr ile meşgul olduğundan bölgeye dört ay sonra asker sevkedebildi. Ancak bu sefer başarılı olamamış, Müktefî de ertesi yıl Fars bölgesini Saârîler’in idaresine bırakmıştır. Karmatî problemi Müktefî döneminde de sorun olmaya devam etti. Suriye’deki pek çok şehrin Karmatîler tarafından yağmalanması üzerine Müktefî-Billâh’ın emriyle İhşîdîler’den Tuğc b. Cuf ’un Karmatîler üzerine 903’te gönderdiği ordu herhangi bir sonuç elde edemedi. Aynı yıl Karmatîler Şam’ı kuşattılar. Halifenin Mısır’dan sevkettiği ordu Karmatî lideri Şeyh Yahya b. Zikreveyh’i ortadan kaldırdıysa da yerine geçen kardeşi Humus, Hama, Selemiyye gibi şehirleri elegeçirerek kendisini halife ilan etti. Durumun tehlike arzetmesi ve Suriye halkının yardım talep etmesi üzerine Müktefi bizzat sefere çıktı. Gönderdiği öncü kuvvetler pek bir başarı sağlayamadı. Halife Rakka’da ordugâh kurup Muhammed b. Süleyman el-Kâtib kumandasındaki orduyu Karmatîler üzerine sevketti. Karmatîler bu sefer bozguna uğradılar. Aynı yıl Bahreyn emîri Karmatîler’e ait bir kaleyi ele geçirdikten sonra Katîf ’e yürüdü ve burayı da zaptetti. Karmatîler 903 yılında ilk defa hem Suriye hem de Bahreyn cephesinde yenilgiye uğratıldılar. Ertesi yıl Abbâsî birlikleri Hama yakınlarında Karmatî lideri Sâhibüşşâme’yi mağlup ederek yakaladı. İsmail b. Nu’mân adlı Karmatî lideri de Rahbe’de öldürüldü (904). Busra ve Ezriat gibi Suriye şehirlerini elegeçiren ancak Şam’a hâkim olamayan Karmatî liderlerinden Abdullah b. Saîd, Benî Kelb kabilesi mensupları tarafından öldürülünce Karmatîler arasında ayrılıklar çıktı. Ancak Karmatîler’i tekrar toparlayarak Abbâsî ordularını mağlup eden Zikreveyh b. Mihreveyh’in 906 yılında hac kafilesine saldırmak amacıyla geldiği Tarîkihiân’da Vâsıf b. Humar Tegin’e yenilerek öldürüldü. Böylece Suriye ve Irak’taki Karmatî isyanları bastırılmış oldu. Müktefî-Billâh, öncelikle Karmatî meselesini hallettikten sonra Mısır ve Suriye’de hüküm süren Türk hanedanı Tolunoğulları’nı üzerine yöneldi. Mısır’a gönderilen büyük bir Abbâsî ordusu 11 Ocak 905’te Mısır’a girerek Tolunoğulları Devleti’ni ortadan kaldırdı. Müktefî-Billâh döneminde Bizans’la mücadele de devam etmiş karşılıklı olarak seferler düzenlenmiştir. Rumlar 904 yılında Hades’e saldırarak tahrip etmişler, buna karşılık aynı yıl Gulâmu Zerrâfe diye meşhur bir kumandan Tarsus’tan hareketle Bizans topraklarına girmiş ve Antalya’yı fethetmiştir. Ertesi yıl Rumlar, Andronikos kumandasındaki bir orduyla Maraş ve civarına, 906’da Kürûs’a saldırdılar. Buna misilleme olarak 907’de İbn Kayıglıg Tarsus’tan yola çıkarak Bizans topraklarına girdi ve 4000 kişiyi esir aldı. Muktedir-Billâh (908-932) Muktefi-billah’ın kardeşi olan Cafer, vezir Abbas b. Hasan el-Cercerâî tarafından Muktedir- Billâh lakabıyla halife ilân edildi. Halifenin yaşının küçüklüğünden istifade edip devleti tek başına yönetmeye başlayan Vezir Abbas’ın, onu devirmek için yaptığı teşebbüsler başarılı olamadı. Muktedir-Billâh dönemi boyunca Abbâsîler’den ayrılarak kurulmuş devletlerle çeşitli mücadeleler yapmak zorunda 36 İslam Tarihi ve Medeniyeti II kaldı. 910 yılında Leys b. Ali bütün Fars bölgesini ele geçirdi. Ertesi yıl Sâmânîler Sicistan bölgesini hâkimiyetine aldı. Deylem ve Taberistan ise Hz. Ali soyundan gelenlerin faaliyetlerine sahne oldu. Zeydîler’den Hasan el-Utrûş 914’de bölgede hükümdarlığını ilân edip halktan biat aldı. Öte yandan Suriye’de sona eren Karmatî problemi Bahreyn’de devam etmekteydi. Bahreyn Karmatîleri’nin lideri Ebû Tâhir el-Cennâbî 923’de Basra’yı işgal ederek katliam yaptı. Ertesi yıl Mekke’den dönmekte olan bir hac kafilesini yağmalayıp kılıçtan geçirdi. Karmatî tehlikesi nedeniyle 925 yılında hacca dahi gidilemedi. Karmatîler Irak’ın en önemli şehirlerinden Kûfe’yi 927’de elegeçirip yağmalayarak geri çekildiler. 928 yılında Rahbe’yi alıp Karkisiyâ ve Rakka’ya yürüyen Karmatîler 12 Ocak 930’da Kâbe’ye baskın düzenleyip binlerce hacıyı katlettiler ve Hacerülesved’i alarak merkezleri Hecer’e götürdüler. Aynı yıl Uman da Karmatîler’in eline geçti. Hacerülesved 951 yılına kadar Karmatîler’in elinde kaldı. Muktedir-Billâh devrinde Abbâsî-Bizans mücadelesi olağan seyrinde devam etmekteydi Abbâsî kuvvetlerinin 908-909 yıllarında Malatya civarındaki Rum birliklerine hücum ederek ganimetle dönmesine karşılık Bizans kuvvetleri 911’de Lazkiye’yi işgal ederek çok sayıda müslümanı esir aldı. Özellikle Tarsus bölgesinde yoğun çatışmalar yaşandı. Bizans’ın isteği üzerine yapılan barış uzun sürmedi. Bizans ordusu 926’da Malatya’yı yağmaladı. Bu esnada Sümel komutasındaki Abbâsî donanmasının Bizans’a hücumlarda oldukça faal bir rol oynadığı görülmektedir. Sümel pek çok defa Bizans topraklarına yaptığı hücumlarda ganimetle dönmüş hatta 931 yılında Ammûriye’yi (Amorium) ele geçirip ileri harekâtına devam ederek Ankara’ya kadar ulaşmıştır. Bu saldırıların intikamını almak isteyen Rumlar, onun Tarsus’a dönmesinin ardından Ermeniler’in kışkırtmasıyla Ahlat ve civarına saldırıp birçok müslümanı öldürdüler. Buna karşılık Azerbaycan valisi de Ermenilerin meskûn bulundukları topraklara saldırarak intikam aldı. Bu dönemde Halife Muktedir ile başkumandan Munis el-Muzaer’in arası açılınca Bağdat’ı terkederek Musul’a giden Munis 932’de Hamdâniler’e ait Musul’u ele geçirip Bağdat üzerine yürüdü. Halifeye bağlı kuvvetlerin yenilmesinin ardından Muktedir kendi askerleri tarafından öldürüldü. Muktedir-Billâh’ın çeşitli faaliyetleri arasında Bağdat’ta kendi adıyla anılan bir bîmâristan yaptırması, Diyarbekir surlarını yeniden inşa ettirmesi, bazı yüksek memur ve kumandanlara verilen iktâlar için Dîvânü iktâi’1-vüzerâ’yı kurması ve İdil-Bulgar Hanlığı’na aralarında meşhur seyyah İbn Fadlân’ın bulunduğu bir heyet göndermesi de yer almaktadır. Onun iktidar yıllarında Fâtımîler ve Hamdânîler bağımsız birer devlet haline gelmiştir. Kahir -Billâh (932-934) Munis ve birlikte hareket ettiği Ebû Ya’kub İshak b. İsmail en-Nevbahtî tarafından halife ilan edilen Kâhir-Billâh, üç yıl önce de Munis tarafından hilafete getirilmiş ancak kısa sürede haledilmişti. O, kısa süren hilafeti esnasında daha ziyade Muktedir-Billâh’ın yakınlarını cezalandırmakla uğraştı. Vezir İbn Mukle tayinlerde etkin rol oynayarak rakiplerini cezalandırdı ve birçok ünlü ailenin mallarına el koydu. Halifenin bu tutumu kendisini iktidara getirenlerde de endişeye yol açtı. İki taraf da birbirine karşı suikast planları yapmaya başladı. Munis’in planlarından haberdar olan Kâhir-Billâh, harekete geçerek Munis el-Muzaer, Hâcib Yelbak ve oğlu Ali’yi tutuklatarak öldürttü. Halife bu tutumu nedeniyle halk arasında da meşruiyetini kaybetti ve muhafız birliğindeki askerler tarafından tahttan indirildi (934). İdarecilerin halifelere karşı cüretkâr tavırlarının yaygınlaştığı bu dönemde Abbasî Devleti, Bizans’a yaptığı başarılı hücumlarla tanınan Abbâsî kumandanı 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 37 başta Horasan ve Fars bölgesi olmak üzere bazı eyaletlerde hâkimiyetini yitirmiş, Büveyhîler gibi mahallî hanedanlar bağımsızlık kazanmışlardır. EMİRÜLÜMERALARIN YÖNETİMİNDE ABBÂSÎLER Râzî-Billâh (934-940) Halife Kahir-Billâh’ın hal’edilmesinden sonra hapishaneden çıkarılan Ebü’lAbbas Ahmed, Râzi-Billâh lakabıyla halife ilân edildi (934). Râzî’nin dönemi askeri ve idari yüksek bürokratlar arasındaki güç mücadelesiyle geçti. Bu süreç emirülümerâlık müessesesinin kurulmasına yolaçtı. Vezir İbn Mukle ile ordu kumandanı Muhammed b. Yakut arasındaki mücadele, Halifenin İbn Mukle tarafını tutmasıyla 935’de Muhammed b. Yakut’un ölümüyle neticelenmişti. Ancak bu sefer de Muhammed’in kardeşi Muzaer nüfuz kazanmaya başladı ve İbn Mukle görevden alındı. İbn Mukle’den sonra ardı ardına gelen vezirler hazinedeki sıkıntının yanısıra sürekli para isteyen askerler nedeniyle otorite tesis edemediler. Bu esnada çeşitli eyaletler vergilerini göndermemeye başlamışlardı. Bu durumda halife Râzî devlet otoritesini yeniden tesis etmek maksadıyla Basra valisi İbn Râik’i 936 yılında devlet işlerinde tek yetkili emirülümerâ tayin ederek görev ve sorumluluklarını ona devretti. O bütün işlerde halifeye danışmadan karar alabilmekte, adına para basılmakta ve hutbelerde zikredilmekteydi. İbn Râik’in bu gücü kısa sürede diğer devlet adamlarıyla karşı karşıya gelmesine yolaçtı. Önce Ahvaz valisi Ebû Abdullah Berîdi ve ardından Vâsıt’ta bulunan Türk asıllı nüfuzlu kumandanlardan Beckem ile mücadeleye girişti. 939 yılında ordusuyla Bağdat’a giren Beckem, halifeye baskı yaparak İbn Raik’i görevden uzaklaştırdı ve kendisini emirü’l-ümera tayin ettirdi. Beckem görevde kaldığı iki yıl boyunca devlet işlerini tekeline aldı. Râzî-Billâh, 938 yılında Beckem ile birlikte Hamdânîler’den Nâsırüddevle üzerine yürüyerek Musul’a hâkim oldu. Bu esnada Bağdat’ı elegeçiren İbn Râik’e Diyârımudar, Tarîkulfurât, Kınnesrîn ve Avâsım valilikleri verilerek Bağdat’tan uzaklaştırıldı (939). Bu yıllarda Bizans İmparatorluğu ve Büveyhîler’in saldırılarıyla da uğraşmak zorunda kalan Râzî-Billâh 940’ta vefat etti. Emîr III. Abdurrahman’ın Endülüs’te halifeliğini ilân etmesinin ardından bu dönemde Abbâsîler, Fâtımîler ve Endülüs Emevîleri olmak üzere İslâm dünyasında üç ayrı halife adına hutbe okunmaya başlanmıştır. Devlet otoritesini tesis etmek için kurulan emirü’l-ümerâlık ise devlet adamları ve komutanlar arasında rekabete yol açarak durumu daha da kötü hale getirmiştir. Râzî-Billâh döneminde halifenin Bağdat’tan başka hiçbir yerde otoritesinin kalmadı. Hazine ise askerin maaşını ve zaruri harcamaları karşılayamayacak düzeydeydi. Müttakı-Lillâh (940-944) Kardeşi Râzî-Billâh’ın vefatının ardından 940’da devlet adamları tarafından halife olarak seçilen Müttakı-Lillâh, hilafete gelmesinde önemli rol oynayan emîrülümerâ Beckem et-Türkî’nin, yönetime karşı ayaklanan Berîdîler’e art arda yenilerek, ertesi yıl katledilmesi sonucu zor durumda kaldı. Deylemli askerlerin Türklerle anlaşmazlığa düşerek Basra’daki Berîdîler’e katılmaları Müttakı’nın durumunu daha da zorlaştırdı. Halife, Vâsıt’a hâkim olan Ebû Abdullah el-Berîdî’nin Bağdat’ı elegeçirmesi üzerine onu vezir olarak atadı. Ancak Bağdat’ta halkın desteğini kazanamayan Berîdiler, Türk ve Deylemli askerlerin tepkisi sonucu bir ay içinde Bağdat’ı terketmek zorunda kaldı. Abbâsî Devleti’nde emirülümerâlık müessesesinin kurulmasının sebepleri neler olabilir? Halifelerin Abbâsî ordusundaki Türk kumandanları karşısında otoritelerinin zayıamasıyla birlikte bütün işlerde tek yetkili olarak tayin edilen kumandanlara verilen ad. 3 38 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Müttaki-Lillâh, Türk askerlerinin isteği üzerine Dımaşk’a kaçmış olan İbn Râik’i çağırıp emîrü’l-ümerâ tayin etti. Berîdîler meselesi Vâsıt’ın Abbâsî güçleri tarafından elegeçirilmesinden sonra anlaşmayla neticelendi. Ancak Tüzün ve Nûştegin gibi Türk kumandanlarının Bağdat’ta İbn Râik’e karşı isyana teşebbüs etmeleri ve Vâsıt’a giderek Berîdîler’e katılmaları üzerine 942’de Berîdîler’e hücum eden İbn Râik Deylemliler’den oluşan Berîdî ordusu karşısında yenilgiye uğradı. Savaştan sonra Halife Müttakı’nın, İbn Râik ile birlikte Hamdânîler’den yardım istemek için Musul’a gitmesi üzerine Bağdat’a giren Ebü’l-Hüseyin el-Berîdî Bağdat’a girerek şehri yağmaladı. Halife, İbn Raik Musul Hamdânî Emîri Hasan b. Abdullah tarafından ortadan kaldırılınca Emîr Hasan’ı ‘’Nâsırüddevle’’ lakabını vererek emîrülümerâ tayin etti (942). Halife Müttakı-Lillâh, Hamdânîler ve Türk kumandanlarının desteğinde Bağdat’a girdi. Düzeni sağlamak isteyen emirülümerâ Nâsırüddevle saray ve halifenin harcamalarını kıstı. Bağdat’ta ekonomik sıkıntı ve veba yüzünden güvenlik ortadan kalktı. Bunun üzerine otoriteyi sağlayamayan Nâsırüddevle emîrülümerâlık görevini bırakarak Bağdat’tan ayrıldı (943). Bu olayın ardından Türk kumandan Tüzün’e bağlı kuvvetler Bağdat’a kolaylıkla girdi. Bunun üzerine Halife Müttakı onu emîrü’l-ümerâ tayin etmek zorunda kaldı. Bu arada Büveyhîler Basra ve Vâsıt gibi şehirlere saldırmaya teşebbüs ettiler. Halife Bağdat’ta Tüzün’ün Berîdîler’le anlaştığı ve halifeyi onlara teslim edeceği söylentisinin yayılması üzerine Bağdat’ı ikinci defa terkederek Musul’da Hamdânîler’e sığındı. Tüzün hemen harekete geçip 944’de Hamdânîler’in başşehri Musul’u ele geçirince Hamdânîler Nusaybin’e kadar geri çekilmek zorunda kaldılar. Musul’un zaptından sonra Tüzün, Nâsırüddevle’ye başvurarak halifenin kendisine teslim edilmesini istedi. Endişeye kapılan halife Nâsırüddevle’nin yanından ayrılıp Rakka’ya gitti. Ancak Rakka’da Hamdânîler’le anlaşamayan Muttakı, Tüzün’le tekrar anlaşmak zorunda kaldı. Bağdat’a dönen halife 944’te Tüzün tarafından hal’edildi. Müttakı-Lillâh döneminde iç karışıklıklardan yararlanıp Urfa’ya kadar gelen Bizanslılar burada bir kilisede bulunan, Hz. Îsâ’ya ait mukaddes eşyanın kendilerine verilmesi için halifeye başvurdular. Müttakı, İslâm âlimlerinin görüşünü aldıktan sonra müslüman esirlerin serbest bırakılması karşılığında bu talebin yerine getirilmesine karar verdi (943-44). Emîrü’l-ümerânın devlet hayatındaki yeri MüttakıLillâh zamanında yaşanan gelişmelerle iyice belirginleşti. Halifenin göreceli güçsüzlüğü, ayrıca vezirliğin giderek sembolik bir makam haline gelmesi, emîrülümerânın kâtibinin resmen değilse de fiilen vezirin yerini alması sonucunu doğurdu. Müstekfî-Billâh (944-946) Emîrülümerâ Tüzün el-Muzaer tarafından halife ilan edilen Müstekfî döneminde iktidar Türk kumandanlarının, özelikle de Emîrülümerâ Tüzün ile İbn Şîrzâd’ın elindeydi. Halife ve vezirin hiçbir nüfuzu yoktu. Müstekfî-Billâh’ın halifeliğinin ilk yılında meydana gelen karışıklıklar sebebiyle Bağdat’ta ekonomik sıkıntı baş gösterdi ve halk şehri terketmeye başladı. Bağdat’ı tehdit etmekte olan Büveyhîler ilk fırsatta şehri işgal etmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Emîrülümerâ Tüzün 945’de vefat etti ve yerine İbn Şîrzâd tayin edildi. Aralık 945’de Büveyhî Hükümdarı Ahmed Bağdat’a girdi. Halife Müstekfî, onu Muizzüddevle unvanıyla emîrülümerâ tayin etti. Deylemli askerler halkın evlerine girip yerleşirken Türk askerleri Bağdat’ı terkederek Hamdânîler’den Nâsırüddevle’nin yanına gittiler. Bu tarihten itibaren Bağdat ve Irak’ta Büveyhîler dönemi başlamış oldu. 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 39 Özet Abbâsîlerin ikinci dönem siyasi tarihini açıklayabilmek Halife Mu’tasım’ın Abbâsî ordusundaki Türk birliklerinin sayısını artırarak onlar için Bağdat dışında Sâmerrâ şehrini kurması Abbâsî tarihinde yeni bir dönemi başlatmıştır. 892 yılına kadar sürecek bu dönemde Türkler halife tayin edebilecek düzeye geldiler. Ancak Türklerin bu nüfuzu Arap ve Fars etnik unsurları rahatsız etmiştir. 892’de başşehrin tekrar Bağdat’a taşınması Türk nüfuzuna bir darbe indirmiş olmakla birlikte özellikle Mutemid’in ölümünün ardından bürokratlar ve kumandanlar arasındaki mücadele Abbâsî Devleti’ni yıpratmıştır. Râzî-Billâh’ın Muhammed İbn Râik’i emirülümera atamasıyla halifelerin yönetimde hiçbir etkinlikleri kalmadı. Bu dönem boyunca iç sorunlar ve isyanlar sebebiyle pek fazla yeni fetih yapılamamış, Bizans’la ilişkiler de durağan bir seyir izlemiştir. Bu dönemle birlikte Abbâsî toprakları parçalanmış, halifenin hâkimiyeti Bağdat ve Irak’la sınırlı kalmıştır. Abbâsîler’in ikinci döneminde siyasi, fikrî ve mezhebî hareketleri tartışabilmek İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkan siyasi, mezhebi ve fikri hareketlere bu dönemde yenileri eklenmiştir. Bu dönemin ilk halifeleri mihne uygulamasını devam ettirdiler. Şiî ve Hâricî isyanları yer yer devam etmekle birlikte Bâbek’in liderliğinde Hürremiye ile Karmatîler gibi aşırı Şîi grupların çok tehlikeli ve uzun yıllar süren isyanlarının yanısıra, Zenc isyanı gibi toplumsal kalkışmalar Abbâsî Devleti’nin içe kapanmasına sebep oldu. Abbâsî tarihinin ikinci dönemine damgasını vuran Türk nüfûzu ve Samerrâ Devri ile Emirülümeralık gibi temel kavramları tanımlayabilmek Abbâsîler’in ikinci döneminde Mu’tasım ile başlayan idarede Türk nüfuzu Sâmerrâ döneminin başlamasıyla birlikte zirveye ulaşmış ve Türk kumandanlar halifeleri hal ve tayin imkânlarını elde tutmuşlardır. Bu dönemde Boğa el-Kebir, Boğa es-Sâğir, Vasîf, Bagîr et-Türkî gibi kumandanlar halifelerden daha önemli hale gelmişlerdir. Türklerin bu nüfuzu devlet merkezinin Bağdat’a taşınması neticesinde azalmış olmakla birlikte emirülümeralık’ın kurulmasının ardından bu kuruma tayin edilenler arasında da Türkler bulunmaktaydı. Abbâsîlerin dağılma sürecinin sebeplerini izah edebilmek Abbâsîler’in bu döneminde zayıf halifelerin bürokrat ve kumandanlar elinde adeta oyuncak haline gelmeleri devlet otoritesini ortada kaldırmıştır. Bunun sonucunda pek çok isyan çıkmış, Abbâsîler’e bağlı eyaletlerin büyük kısmı bağımsız hâle gelmiştir. Bu istikrarsızlık ekonomi ve uluslararası ticareti de olumsuz yönde etkilemiştir. Bütün bunlara kumandanlar ve bürokratlar arasındaki mücadele ve müsadereler (özel mülke devlet tarafından elkoyulması) askerlerin sık sık maaşlarının artırılmasını istemeleri, iktâ ve topak sisteminin bozulması devletin zayıamasına ve parçalanmasına sebep olmuş, dönemin sonunda hilafetin otoritesi Bağdat ve Irak’la sınırlı kalmıştır. 1 2 3 4 40 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım 1. Abbâsî Devleti’nde Türkler ilk defa aşağıdakilerden hangisi halife döneminde devlet yönetiminde etkin hâle gelmişlerdir? a. Ebû Câfer Mansur b. Harun Reşid c. Mu’tasım d. Mutazıd e. Mu’temid 2. Tolunoğulları Devleti aşağıdakilerden hangisi döneminde ortadan kaldırılmıştır? a. Harun Reşid b. Müktefî Billâh c. Mu’tasım d. Muktedir-Billâh e. Râzî-Billâh 3. Aşağıdakilerden hangisi Abbâsîler döneminin Türk kumandanlarından biri değildir? a. Afşin b. Boğa el-Kebîr c. Eşnas d. İnak e. Bâbek 4. Bizans’ın önemli şehirlerinden Amorion hangi yılda fethedilmiştir? a. 750 b. 838 c. 945 d. 853 e. 903 5. Abbâsîler’in son döneminde kurulan ve halifelerin bütün yetkilerini kendisine devrettikleri görevliye ne ad verilir? a. Hâcib b. Vezir c. Emirülümerâ d. Âmil e. Muhtesib 6. Mihne uygulamaları aşağıdakilerden hangisi döneminde kaldırılmıştır? a. Mütevekkil-Alellâh b. Mu’tasım c. Müstekfî-Billâh d. Râzi-Billâh e. Müttaki-Lillâh 7. Abbâsî tarihinde muhafız birlikleri tarafından katledilen ilk halife aşağıdakilerden hangisidir? a. Mu’tasım b. Vâsık c. Mu’tez d. Mütevekkil-Alellâh e. Râzi-Billâh 8. Aşağıdakilerden hangisi Türk askerlerini dengelemek üzere kurulan birliklerden biridir? a. Hürremiyye b. Kârimiyye c. Kârinîler d. Zutlar e. Meğâribe 9. Emirülümerâlık aşağıdakilerden hangisi tarafından kurulmuştur? a. Râzi-Billâh b. Vâsık c. Mütevekkil-Alellâh d. Müstaîn-Billâh e. Mühtedî-Billâh 10. Abbâsî başkenti aşağıdakilerden hangisi döneminde Sâmerrâ’dan Bağdat’a nakledilmiştir? a. Râzi-Billâh b. Kahir-Billâh c. Muttaki-Lillâh d. Mu’temid-Alellâh e. Muktedir-Billâh 2. Ünite - Abbasilerin II. Dönemi ve Merkezî Otoritenin Zayıflaması 41 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse, “Mu’tasım ve Türkler” bölümünü tekrar okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse, “Müktefî-Billâh” adlı bölümü tekrar okuyunuz. 3. e Yanıtınız doğru değilse, “Mu’tasım-Billâh ve Türkler” adlı bölümü tekrar okuyunuz. 4. b Yanıtınız doğru değilse, “Mu’tasım-Billâh ve Türkler” dönemini okuyunuz 5. c Yanıtınız doğru değilse, “Râzî-Billâh” bölümünü tekrar okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse, “Mütevekkil-Alellâh” bölümünü tekrar okuyunuz. 7. d Yanıtınız doğru değilse, “Mütevekkil-Alellâh” adlı bölümü tekrar okuyunuz. 8. e Yanıtınız doğru değilse, “Müstaîn-Billâh” bölümünü tekrar okuyunuz. 9. a Yanıtınız doğru değilse, “Râzî-Billâh” bölümününü tekrar okuyunuz. 10. d Yanıtınız doğru değilse, “Mu’temid-Alellâh” bölümünü tekrar okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Mu’tasım tarafından Türk birliklerinin Abbâsî ordusunda yoğun bir biçimde kullanımı onlar için Sâmerrâ şehrinin kurulmasıyla sonuçlanmış, Bağdat bir müddet önemini kaybederek yönetimin merkezi Sâmerrâ olmuştur. Türk kumandanlar ellerindeki askerî güce bağlı olarak siyâsî nüfuz da kazanmışlar, ordudaki diğer etnik grupları pasifize ederek, halife hal’ ve tayin edecek bir konuma ulaşmışlardır. Halifeler zaman zaman güç kazandıklarında bu Türk kumandanları tasfiye etmeye çalışmışlar ve diğer etnik unsurlardan oluşan birlikler kurmuşlardır. Ordudaki bu çekişme ve güçsüz halifeler devletin çözülmesine yolaçmıştır. Sıra Sizde 2 Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde orduya çok miktarda alınan Türk askerleri ciddi bir yekûna ulaşıyordu. Ancak Mütevekkil’in izlediği Türk karşıtı politika nedeniyle orduda Türk askerlerin sayısı azalmıştı. Pek çok Türk asker de iç mücadeleler ve seferlerde hayatlarını kaybetmişlerdi. Özellikle Türk komutanlar ve halifeler arasındaki mücadele de iki taraf da önemli kayıplar verdiler. Büyük Türk kumandanlarının çoğu ortadan kaldırıldı. Halifeler tarafından Türk askerleri dengelemek için kurulan Meğâribe ve Şâkiriyye gibi grupların da sayıları artarak Türkler’e karşı alternatif oluşturdu. Sıra Sizde 3 Hâlifelerin askerî birlikler karşısında tamamen güçlerini kaybetmeleri, askerlerin sık sık para istemeleri, seferlere katılmak istememeleri, halifelerin kendi hayatlarından korkmaları, tayin edilen vezirlerin bu problemlerle başa çıkamayarak sıklıkla istifa etmeleri gibi sebeplerle halifeler kendilerini siyasi sorumluluktan kurtarmak maksadıyla bütün yeki ve sorumluluklarını güçlü bir kumandana devretmeleriyle sonuçlanmıştır. Yararlanılan Kaynaklar Algül, Hüseyin. (1986). İslâm Tarihi, İstanbul: Gonca Yayınevi, Apak, Adem. (2011). Anahatlarıyla İslâm Tarihi IV, İstanbul: Ensar Neşriyat, Avcı, Câsim. (2033). İslâm Bizans İlişkileri, İstanbul: Klasik Yayunevi, Azimli, Mehmet (2004). Abbâsîler Dönemi Bâbek İsyanı, Ankara: İlahiyat, Demirci, Mustafa. (2005). Siyah Öe, Ortaçağ İslâm Dünyasında Zenci Kölelerin İsyanı, Konya, Çizgi Kitabevi, Yıldız, Hakkı Dursun. (1980). İslâmiyet ve Türkler, İstanbul: Çağrı Yayınevi, Yıldız, Hakkı Dursun. (ed.) (1986). Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları. Yılmaz, Saim. (2006). Mutazıd ve Müktefî Döneminde Abbâsîler, İstanbul: Kayıhan Yayınları. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (1988- ) İstanbul: TDV Yayınevi, “Abbâsîler”, “Mu’tasımBillâh”, “Mütevekkil-Alellâh”, “Müstain-Billâh”, “Mu’tez-Billâh”, “Mühtedi-Billâh”, “Mu’temidAlellâh”, “Mu’tazıd-Billâh” ve “Müktefî-Billâh”, “Muktedir-Billâh”, “Kâhir-Billâh”, Râzî-Billâh”, “Müttakı-Lillâh”, “Müstekfî-Billâh” maddeleri. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Büveyhîler’in İslâm siyasi tarihindeki yerini tanımlayabilecek; Tolunoğulları ve İhşidîler’in Türk-İslâm tarihi açısından önemini ifade edebilecek; Ağlebîler’in Avrupa’da İslâm kültürünün yayılmasına katkısını açıklayabilecek; Moğol İstilasının Abbasî toplumunda meydana getirdiği tahribatı açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Büveyhîler, Sâmânîler • Ağlebîler, İdrisîler, Mirdasîler • Tolunoğulları ve İhşidîler • Moğol İstilası İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Abbasîler Döneminde İslam Dünyası • 945 YILI SONRASINDA ABBASİ DEVLETİ • ASYA’DA KURULAN İSLÂM DEVLETLERİ • KUZEY AFRİKA’DAKİ İSLÂM DEVLETLERİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II 945 YILI SONRASINDA ABBASÎ DEVLETİ Abbasîlerin 750 yılında mevalinin de desteğini alarak iktidara gelmesi ile Emevî Devleti’nin siyasi varlığını sona erdirmişti. Bununla birlikte, bünyesinde pek çok farklı unsuru barındıran Abbasî Devleti daha ilk yıllarından itibaren iktidarın kontrolünden uzak bölgelerde bağımsız yahut yarı bağımlı faaliyet gösteren devletçiklerin varlığını kabullenmek zorunda kaldı. Abbasî Devleti’nin kurulmasından sadece beş yıl sonra, katliamdan kurtulmayı başaran Emevî ailesine mensup Abdurrahman b. Muaviye 756 yılında Endülüs’te bağımsız bir devlet kurmuştu. Abdurrahman’ın bu tavrı Kuzey Afrika’daki bazı kabile reislerini cesaretlendirmiş, müstakil devletler kurma gayretlerini üst seviyeye çıkarmıştı. Nitekim Endülüs Emevîleri’nin kuruluşundan iki yıl sonra, 758’de Sicilmâse’da Midrarîler, 761’de Tahert’te Rüstemîler, 788’de Fas’ta İdrisîler, 800’de Tunus’ta Ağlebîler ve 868’de Mısır’da Tolunoğulları bağımsız devletler kurdular. Söz konusu bu devletler Abbasîler’in nispeten parlak devirlerinde kurulmuşlardı. Bu nedenle yeri geldiği zaman halifeye bağlılık arz etmekten veya kendilerine göre daha güçlü olan Fâtımîler ve Endülüs Emevîleri arasında denge politikası izlemekten de geri kalmıyorlardı. IX. yüzyıla gelindiğinde Abbasî Devleti’nin nüfuzu Mısır’dan öteye geçemez hale gelmişti. Aslında Doğu eyaletlerindeki durum da Afrika’dakinden farklı değildi. Bu bölgede de Sâmânîler, Saârîler, Büveyhîler, Tahirîler ve Hamdânîler bağımsız devletler kurmuşlardı. 945 yılında Büveyhîler’in Bağdat’a girerek hâkimiyeti ele geçirmesi Abbasî Devleti açısından önemli bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Büveyhîler’in gelişiyle birlikte hilafet merkezi Bağdat’ta yeni bir dönem başlamış, bu tarihten itibaren Şiî inanca mensup Büveyhî hanedan mensupları, her ne kadar siyasi nedenlerle Abbasî halifelerinin mevcudiyetine ses çıkarmamış olsalar da, devleti istedikleri gibi idare etmişler, halifeleri tayin veya hal’ yetkisine sahip olmuşlardı. Özetle, Abbasî halifelerinin yetkileri sadece sembolik hale gelmiş, siyasi hâkimiyet tamamen Büveyhîler’in eline geçmişti. Büveyhîler, halifeyi makamında bırakmak suretiyle sadece aynı mezhebe mensup oldukları Şiîlerin değil, aynı zamanda halifeye bağlı Sünnîlerin kontrolünü de ellerine geçirmiş oluyorlardı. Bu dönemde Bağdat İslâm dünyasının merkezi olmaktan çıkmıştı. Büveyhîler’in kurduğu bu baskı Selçukluların bölge üzerinde etkin rol oynamaya başladığı 1055 yılına kadar, yüz on yıl boyunca devam etti. Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 44 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Bu tarihte sünnî inancı benimsemiş olan Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’a gelerek Abbasî halifesini Büveyhî baskısından kurtardı ve ona eski itibarını iade etti. Ancak halifeler bu defa da yaklaşık yarım asır boyunca sürecek Selçuklu hâkimiyeti altına girmiş oluyorlardı. Dolayısıyla Selçukluların gelişi halifeler açısından ilk başta bir kurtuluş gibi görünse de, aslında siyasi hâkimiyetin el değiştirmesinden başka bir anlam ifade etmiyordu. Bununla birlikte Selçuklular halife ile aynı mezhebe mensup oldukları için onun itibarını yükseltmişler, kurdukları medreseler vasıtasıyla Şiî düşünceye karşı fikri ve kültürel bir hareket de başlatmışlardı. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra Büyük Selçuklu ülkesindeki iktidar mücadelesine dâhil olan Abbâsî halifeleri bazı siyasi başarılar elde ettilerse de bu durum çok uzun sürmedi. Harezmşah Alaeddin Tekiş 1194’te Selçukluları mağlup edince Harezmşahlar ile karşılaşmak zorunda kalan Abbasî halifesi Nâsır çareyi Cengiz Han’dan yardım istemekte buldu. Bu talep karşılığını buldu ve Alâeddin Tekiş’ten sonra Harezmşah tahtına çıkan ve Abbasî Devletini ortadan kaldırmayı düşünen Alâeddin Muhammed, Cengiz Han tarafından mağlup edilince, halifelik de bu zor durumdan kurtulmuş oldu. Harezmşahlar Devleti’nin Cengiz Han tarafından ortadan kaldırılması halifeliğin ömrünü bir süreliğine uzatsa da bu defa bölgede ciddi bir rakibi kalmayan Moğollar daha büyük bir tehdit haline geldiler. Cengiz Han idaresindeki Moğollar Semerkand, Buhara, Harezm, Belh gibi şehirleri yerle bir etmişlerdi. Bu saldırı hareketi Cengiz Han’ın ölümünden sonra da devam etti. Moğolların yeni kağanı Möngke kardeşlerinden Kubilay’ı Çin’e gönderirken diğer kardeşi Hülâgü’yü de Ön Asya’ya sefer düzenlemekle görevlendirmişti. Tarihe İlhanlılar Devleti adıyla geçecek yeni bir devletin kurucusu olan Hülâgü’nün bu seferi, zaten zayıf olan Abbasî Devleti için tam manasıyla bir yıkım oldu. 1253’te sefer hazırlıklarını tamamlayıp yola çıkan Hülâgü, ilk olarak Alamut bölgesindeki Bâtınîleri ortadan kaldırmış, ardından Abbasî Devleti’nin başkenti Bağdat’ı hedef olarak seçmişti. Abbasîler’in başında bu dönemde halife olarak Mustasım-Billâh bulunuyordu. Hülâgü, 1257 sonlarında Tebriz’i ele geçirdikten sonra Bağdat’ı kuşattı. Yaklaşık elli gün süren çetin bir kuşatma sonucunda 10 Şubat 1258’de Abbasîlerin başkenti Moğolların eline geçti. Saldırıda Abbasî ailesine mensup pek çok kişi katledilmiş, Halife Mustasım-Billah bir çuvala konularak Moğol askerlerinin atlarının ayakları altında feci bir şekilde katledilmişti. İlhanlı saldırısı sırasında Bağdat’ta büyük bir tahribat meydana gelmiş, kütüphaneler yakılmış, evler harap olmuş, camiler ahır olarak kullanılmıştı. Hülâgü Han’ın Bağdat’ı ele geçirerek Abbasî halifesini katletmesi yaklaşık 500 yıllık Abbasî siyasi varlığının sona ermesi anlamına geliyordu. İlhanlı saldırısından kaçabilen bir kaç kişi Mısır’a kaçarak Memlük Devleti’nin himayesi altına girdiler ve sembolik olarak halifeliklerini sürdürdüler. ASYA’DA KURULAN İSLÂM DEVLETLERİ Sâmanîler (819-1005) İran veya Türk kökenli olduğu ileri sürülen Sâmânîlerin kurucusu Belh hâkimi Sâmânhudât’tır. Sâmânîler isimlerini ilk defa, Abbasîler’e karşı Horasan’da ayaklanan Râfî b. Leys’in isyanının bastırılması sırasında duyurmuşlardı. Halife Me’mun isyanın bastırılmasındaki yardımlarından dolayı Esed b. Sâmânhudat’ın torunlarından Nuh’a Semerkand, Ahmed’e Fergana, Yahya’ya Şâş ve Ebu’l-Fazl İlyas’a da Herat valiliklerini vermişti. Temelleri bu şekilde atılan Sâmânîler bu şekilde daha başından itibaren dört kola ayrılmış oldular. Ailenin Herat kolu 863’te Saârîler tarafından ortadan kaldırıldı. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 45 IX. asrın sonlarında ailenin reisi olarak Nuh b. Esed ön plana çıkmıştı. Hâkimiyet bölgesini güvence altına almak isteyen Nuh, Abbasîler ve Tahirîler’e karşı dostâne bir politika izledi. Nuh’un ölümünden sonra devletin başına önce kardeşi Ahmed, daha sonra da Ahmed’in oğlu Nasr geçti. 874-75 yılında Halife Mutemid tarafından Maveraünnehir bölgesinin hâkimiyeti kendisine tevcih edilen Nasr, kardeşi İsmail’i Buhara’ya vali tayin etti. Buhara’da güçlü bir idare tesis eden İsmail bir süre sonra Tahirîler’in de desteğini alarak ağabeyine karşı ayaklandı ise de, isyan büyümeden anlaşma sağlandı. Bu olaydan sonra yeniden güven ortamı sağlayan İsmail, ağabeyinin 892’deki vefatının ardından devletin başına geçti. İlk icraat olarak, başkenti Buhara’ya taşıdı. İsmail bölgede çok daha güçlü bir siyasi yapı oluşturmayı hedeiyordu. Bu amaçla ilk önce gayrimüslim Türklerin Maverünnehir bölgesine yaptıkları akınları durdurmak için Talas üzerine sefer düzenledi. Bu sefer, devletin doğudaki en geniş sınırlarına ulaşmasıyla neticelendi. Daha sonra yönünü batıya çeviren İsmail 900’de Saârîleri mağlup ederek Taberistan ve Deylem bölgelerini ele geçirdi. İsmail b. Ahmed 907 yılında vefat etti ve yerine oğlu Ahmed geçti. Ahmed, Saârî idaresindeki Sistan’ı ele geçirdi ise de bir isyan sırasında öldürülünce, küçük yaştaki oğlu Nasr tahta çıktı. II. Nasr ülkedeki isyanları bastırdıktan sonra Sistan ve Taberistan’da yeniden hâkimiyet kurdu. 940 yılında Büveyhîler’le ittifak yapıp Ziyârîleri yenilgiye uğrattı. Aynı yıl içerisinde vefat eden II. Nasr ülkesini batıdaki en geniş sınırlarına ulaştırmıştı. II. Nasr’ın ölümü üzerine tahta çıkan oğlu I. Nuh, Bâtınîleri mağlup edip, iç isyanları bastırdıktan sonra Büveyhîler’in üzerine yürüyerek bu devleti vergiye bağladı. 954’te I. Nuh’un ölümü üzerine yerine geçen oğlu I. Abdülmelik’in yedi yıllık saltanatının önemli bir bölümü Büveyhîler’le mücadele içerisinde geçti. Abdülmelik devrinde başta Alp Tigin olmak üzere Türk kumandanların devlet içerisindeki nüfuzu bir hayli güçlenmişti. Abdülmelik’ten sonra tahta çıkan oğlu Nasr’ın yaşı küçük olduğu için devlet ileri gelenleri I. Mansur b. Nuh’u hükümdar olarak kabul ettiler. Oldukça başarılı bir hükümdar olan I. Mansur, Sâmânî Devleti’ne eski güç ve itibarını yeniden kazandırdı. O, ülkedeki emirlerin isyanlarını bastırdığı gibi Saârîler ve Büveyhîlerle mücadele etti. Resim 3.1 Sâmânî hükümdarı İsmail b. Ahmed’in türbesi / Buhara Kaynak: http://en.wikipedia. org/wiki/ File:SâmânîdenMausoleum_2006.jpg 46 İslam Tarihi ve Medeniyeti II I. Mansur’dan sonra başa geçen II. Nuh devrinde yönetimde bilhassa Simcûrî hanedanının siyasi baskısı hissedilmeye başlanmıştı. Bilhassa iç karışıklıkların bastırılmasında önemli rol oynayan Ebu’l-Hasan es-Simcurî ve onun oğlu Ebu Ali hükümdar üzerinde güçlü bir baskı kurmuşlardı. Öyle ki, Ebû Ali, II. Nasr ile arası bozulunca Sâmânîlere karşı Karahanlılar’la anlaşmış, anlaşma gereğince Buhara, Harun Buğra Han tarafından ele geçirilmişti. II. Nuh, ülkesini bu sıkıntılı durumdan kurtarmak için Selçuklu Türkleri ve Gazneliler ile anlaşarak Buhara’yı geri almayı başardı. 996’da Sâmânî ülkesi bir kez daha Karahanlı saldırısına uğradı ancak Gazneli hükümdarı Sebüktegin’in devreye girmesiyle Katvan Çölü sınır olmak üzere taraar arasında anlaşma sağlandı. Simcûrî ailesinin İslâm tarihi içerisindeki yerini ve önemini kısaca açıklayınız? Gazneliler’in Samânîler’e verdiği destek II. Nuh’tan sonra başa geçen II. Mansur’un yanlış politikaları yüzünden bozuldu. Horasan valiliğinin Hâcib Begtüzün’e verilmesini kabul etmeyen Gazneli Mahmud, II. Mansur’un üzerine yürüdü. Tam da bu sırada Sâmânî hükümdarı tahttan indirilmiş ve yerine II. Abdülmelik geçirilmişti. Yeni hükümdar saltanatının daha başında mücadele etmek zorunda kaldığı Gazneli Mahmud karşısında ağır bir yenilgi aldı. Horasan bölgesi Gazneliler’in eline geçti. Aynı yıl içerisinde Buhara’ya yürüyen Karahanlılar ise şehri ele geçirerek Sâmânî ailesinin mensuplarını Özkent’e götürüp hapsettiler. Ertesi yıl hapisten kurtulmayı başaran İsmail b. Nuh tekrar Buhara’yı ele geçirip Karahanlılar ve Gazneliler ile mücadeleye girişti ise de pek bir başarı elde edemedi. Maveraünnehir’de Karahanlılar’la yaptığı mücadeleyi kaybeden İsmail 1005’te Merv civarında Arap kabileleri tarafından öldürülünce Sâmânîler Devleti’nin siyasi varlığı sona ermiş oldu. Tahirîler (821-873) Abbasîler Devleti içerisinde müstakil olarak kurulmuş ilk devlettir. Adını İran asıllı Tahir b. el-Hüseyin’den alan hanedanın mensupları siyaset sahnesine Doğu Horasan’da valilik yaptıkları dönemde çıkmışlardır. Harun Reşid tarafından 775 yılında Buşenc valiliğine getirilen Tahir, bölgedeki Haricilere karşı kazandığı başarılarla adını duyurmuş, halifenin ölümünden sonra oğulları Emin ile Me’mun arasındaki taht mücadelelerine müdahil olmuştu. Tahir bu mücadelede Me’mun’un yanında yer aldı, Emin’in gönderdiği birlikleri yenilgiye uğratarak Hemedan, Kazvin, Hulvan, Vâsıt, Kûfe ve Basra şehirlerini ele geçirdi. Ardından Bağdat üzerine yürüyerek kaçmak isteyen Halife Emin’i katledip Me’mun’u halife ilan etti. Halife Emin’in bu şekilde bir emir tarafından öldürülmesi Arap ahali arasında büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Bu sebeple kendisini güvende hissetmeyen Tahir Bağdat’tan ayrılıp Suriye bölgesine gitti. Ancak bu durum çok kısa sürdü. Zira kendisine taht yolunu açan Tahir’i ödüllendirmek isteyen Halife Memun onu Bağdad sahibü’ş-şurta’lığına getirdi. Bir süre Bağdat’ta kalan Tahir, halifenin ağabeyi Emin’in intikamını alabileceği korkusuyla kendisini güvende hissetmediğinden, şehirden uzaklaşmak amacıyla Horasan ve Sistan bölgesinin valiliğini istedi. Bu isteği kabul edilince Sistan’a gitti. Burada gücünü iyice artırdı ve kendi adına para bastırıp halifenin adını hutbeden çıkartarak 822’de bağımsızlığını ilan etti. Tahir, bağımsızlık ilanının ertesi günü şüpheli bir şekilde yatağında ölü bulununca halifenin de onayıyla yerine oğlu Talha geçti. Altı yıllık valiliği süresince Harici isyanlarıyla boğuşan Talha’dan sonra, daha babasının sağlığında kazandığı başarılarıyla adını duyurmuş olan oğlu Abdullah, Horasan valisi oldu. Abdullah, 1 İslâm devletlerinde emniyet ve asayişi sağlamakla görevli teşkilata şurta adı verilmişti. Kökeni Hz. Peygamber devrine kadar uzanan şurtanın idari ve adli görevleri Abbasîler döneminde oldukça genişletilmiş, sahib-i şurta unvanını taşıyanlar hilafet merkezi Bağdat’ta emir ve valilere denk sayılmışlardı. Halife, en sadık dostu ve yardımcısı durumundaki sahib-i şurta ile önemli meseleleri müzakere eder, resmî yazışmaları ona okuturdu. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 47 830’da Nişabur’u başkent yaptı. Daha sonra Hariciler ve Türk asıllı komutan Afşin ile mücadele etti. Afşin’i Mutasım’ın gözünden düşürerek öldürülmesini sağladı. Ardından yönünü Oğuz ülkesine çevirerek oğlu Tahir vasıtasıyla daha önce hiç fethedilmemiş bölgeleri ele geçirdi. Onun ölümünün ardından başa geçen oğlu II. Tahir devrinde çok sayıda isyan çıktı. İsyanları bastırmayı başaramayan II. Tahir Sistan’daki hâkimiyetini kaybetti. Onun zevk ve eğlence düşkünü oğlu Muhammed devrinde ise devletin durumu daha da kötüye gitti. Muhammed’in yönetimine itiraz eden valiler birer birer isyan etmeye başladılar. İsyanlar yüzünden önce Horasan Tahirîler’in kontrolünden çıktı, ardından da Taberistan ve Rey Zeydîler’in, Sistan, Kirman ve Herat ise Saârîler’in eline geçince Tahirîler’in siyasi varlığı sona erdi (873). Saârîler (861-1003) İran’ın doğusundaki Sistan bölgesinde hüküm süren Saârî hanedanı Yakub b. Leys es-Saâr tarafından kurulmuştur. Sistan’ın yanı sıra Gazne, Gerdiz, KâbulBâmiyan bölgelerine de hâkim olan Yakub, bölgedeki Abbasî valileriyle savaşmış, ardından 873’te Nişabur’a girerek buradaki Tahirî idaresine son vermişti. Bölgedeki hâkimiyetini daha da sağlamlaştırmak isteyen Yakub, 873 Ağustos’unda yapılan savaşta Abbasîlere yenilince fetihlerini durdurmak zorunda kaldı. Bu savaştan üç yıl sonra vefat eden Yakub’un yerine kardeşi Amr geçti. Amr b. Leys es-Saâr ilk iş olarak Halife Mutemid’e bağlılığını bildirdi. Bu şekilde halifenin teveccühünü kazandıktan sonra ülkesindeki iç isyanları bastırmaya çalıştı. Fakat 880’de Ahmed b. Abdullah el-Hucistânî ile yaptığı savaşı kaybetti. Savaş sonucunda Nişabur’u ele geçiren Hucistânî kendi adına hutbe okutmaya başladı. Aldığı yenilgiden sonra Nişabur’u terk eden Amr bu defa Abbasî halifesine karşı mücadeleye girişti. Bu sırada Tolunoğlu devleti hükümdarı Humareveyh ile savaş halinde olan Halife, Amr’ın taleplerini kabul etmek zorunda kaldı ve Kirman, Fars ve Horasan’ı 10 milyon dirhem karşılığında ona ikta olarak verdi. Bu barışa rağmen Halife Muvaak’ın düşmanca tavırları devam ettiği için bir süre sonra yeniden savaş başladı. Halife karşısında galip gelen Amr, 890’da Şiraz’a girdi. Bu sırada Abbasîler’de iktidar değişikliği olmuş, Muvaak’ın yerine Mutazıd halife seçilmişti. Yeni halife, Amr ile anlaşma yolunu tercih etti ve onu Horasan valisi tayin etti. Halife Mutazıd ile iyi ilişkiler kuran Amr, başta 892 yılındaki Râfî b. Herseme isyanı olmak üzere pek çok isyanın bastırılmasında halifeye yardım etti. Bu yardımlar neticesinde Horasan’ın Ceyhun nehrine kadar olan bölümü kendisine tevcih edilen Amr, İran’daki hâkimiyetini iyice pekiştirdi. Amr kısa bir süre sonra Maveraünnehir bölgesinin idaresinin de kendi uhdesine verilmesini istedi. Yaptığı bu teklif halife tarafından olumlu karşılandı ve Sâmânî emiri İsmail b. Ahmed’i azledilerek yerine Amr Maveraünnehir valisi tayin edildi. Ancak bu tayin Sâmânîler ile Saârîler’in arasında savaş çıkmasıyla neticelendi. 900 yılında İsmail b. Ahmed ile yapılan savaşta Amr esir edilince, Horasan Sâmânî hâkimiyeti altına girdi. Amr’ın esir edilmesi Saârîler’in yeni liderinin kim olacağı konusundaki amansız tartışmaları da beraberinde getirdi. Saltanat kavgaları ve iç karışıklıklar yüzünden Horasan, Kirman ve Fars bölgeleri Saârîler’in elinden çıktı. İktidar mücadeleleri hanedanın Leysîler ve Halefîler olarak ikiye ayrılmasıyla neticelendi. Yeniden Sistan’da hüküm sürmeye başlayan Leysîler kolu 911’de Sâmânî emiri Ahmed b. İsmail tarafından ortadan kaldırıldı. Bu olaydan yaklaşık 12 yıl sonra Halefîler koluna mensup Ebu Cafer Ahmed Sistan’ı ele geçirerek bölgede yeniden Saârî hâkimiyetini tesis etti. Bu tarihten itibaren yaklaşık 40 yıl boyunca idareyi elinde 48 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tutan Ebu Cafer, 963’te gulamlarından biri tarafından içki meclisinde öldürülünce yerine oğlu Ebu Ahmed Halef es-Saâr geçti. Ebu Ahmed, Gazneli Mahmud’un amcası Buğracuk’un idaresindeki Bûşenc ve Kuhistan bölgelerini ele geçirdi. Bu mücadeleler sırasında Buğracuk öldürüldü. Amcasının ölümünü haber alan Sultan Mahmud intikam almak için Saârîler’in üzerine yürüdü ise de, Ebu Ahmed’in tabiiyet arz etmesi üzerine anlaşma yapıldı. Ancak, bir süre sonra bölgede bir kez daha karışıklıklar baş gösterince Sistan’a yürüyen Sultan Mahmud, Saârî hâkimiyetine son verdi. Büveyhîler (932-1062) Hazar Denizi’nin güneybatı kıyılarındaki Deylem adlı bölgede kurulan Büveyhîler Ortaçağ’ın en önemli devletleri arasında yer alıyordu. Adını Sasânî hükümdarı Behram Gûr’un soyundan geldiği rivayet edilen Büveyh b. Fennâ’dan alan bu hanedanın yaşadığı Deylem bölgesi başlangıçta Mecusi inanca mensupken, X. Yüzyılda Hz. Ali’nin soyundan gelen Hasan el-Utruş’un gayretleriyle İslâmiyet’i benimsemişti. Bu vesileyle, daha kurulduğu dönemden itibaren Şiî inancı benimseyen Büveyhîler siyaset sahnesine çıktıkları ilk yıllarda önce Sâmânîlerin ardından da Ziyârîlerin himayesi altına girmişti. 932 yılında Büveyh’in üç oğlundan büyüğü olan Ali bağımsız bir devlet kurmak amacıyla önce İsfahan’ı, ardından da Fars ve Şiraz’ı ele geçirdi. Bu dönemdeki en güçlü rakipleri olan Ziyârîlerin reisi Merdavic’in öldürülmesinden sonra iyice rahatlayan Ali, Hazar Denizi kıyılarındaki toprakların tamamını hâkimiyeti altına aldı. Bu arada Ali’nin kardeşleri Hasan ve Ahmed de bazı şehirleri ele geçirmişlerdi. 940’ların başında Huzistan bölgesinde hâkimiyet kuran Büveyhoğulları 945’te Bağdat’a girerek Halife Müstekfi-Billah’ı tahttan indirerek yerine, Muti-Lillah’ı halife tayin ettiler. Büveyhîler’in Bağdat’ı işgali Abbasî hilafetinin çöküş içerisine girmesi anlamına geliyordu. Kısa süre içerisinde hilafet merkezinde tartışmasız bir üstünlük kuran Büveyhîler, bu dönemde Fars ve Huzistan, Kirman, Cibal ve Irak olmak üzere dört farklı bölgede hüküm sürüyorlardı. Büveyhî idaresi bu şekilde parçalı bir yapı arzetmekle beraber, herhangi bir siyasi ayrışma baş göstermemiş, Ali’nin politikaları diğer kardeşleri tarafından da benimsenmişti. Devletin asıl kurucusu olarak kabul edilen Ali 949 yılında öldüğü zaman geride hiç erkek çocuk bırakmamıştı. Bu nedenle onun hâkim olduğu bölgeye Hasan’ın oğlu Adüdüddevle sahip oldu. İlerleyen yıllarda ailenin diğer büyükleri Hasan ve Ahmed de vefat edince bütün Büveyhî toprakları Adüdüddevle’nin kontrolüne girdi. Son derece başarılı bir devlet adamı olan Adüdüddevle’nin iktidarda bulunduğu dönem Büveyhîlerin en güçlü ve parlak devri olarak kabul edilir. Ancak onun 983’te ölümünden sonra oğulları arasında başlayan taht mücadelesi devletin zayıamasına neden oldu. Nihayet uzun mücadeleler neticesinde rakiplerini bertaraf etmeyi başaran Bahâüddevle, Bağdat’ta Büveyhî tahtına oturup yeniden istikrarı sağladı. Onun bu mücadeleler sırasındaki en büyük rakibi İsfahan, Hemedan ve Rey’i ele geçiren yeğeni Fahrüddevle olmuştu. Bahâüddevle’nin kurduğu birlik 1012’de vefatıyla yerini bir kez daha kargaşa ortamına bıraktı. Hanedan üyeleri arasındaki iktidar mücadelesinden yararlanan Kâkûyîler, Hemedan ve İsfahan’daki Büveyhî hâkimiyetine son verdiler. 1029 yılında Rey’i ele geçiren Gazneli Mahmud Büveyhîler’in Cibal kolunu ortadan kaldırdı. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 49 Büveyhîler’in Bağdat kolunun durumu ise diğer bölgelerdekine oranla biraz daha iyiydi. 1044’te Bağdat’ta hâkim olan Ebu Kalicar kısa sürede Büveyhîler’in Irak, Fars ve Kirman kollarını birleştirmişti. Ancak bu kez de bölgede, 1040’ta Dandanakan Savaşı’nda Gazneliler’i mağlup eden Selçuklu Türkmenleri tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Çağrı Bey’in oğlu Kavurd’un 1048’de Kirman’daki Büveyhî varlığını sona erdirdiği sırada Ebu Kalicar ölmüş, yerine oğlu Hüsrev Firûz geçmişti. Bu arada dönemin Abbasî halifesi Kaim-Biemrillah bu değişikliğe onay vermekle birlikte, bir yandan da Tuğrul Bey’e haber göndererek kendisini Büveyhî baskısından kurtarmasını rica etmişti. Bu talebe olumlu yanıt veren Tuğrul Bey, 1055’te Bağdat’a girdi ve buradaki 110 yıllık Büveyhî hâkimiyetine son verdi. İlerleyen yıllarda bölgedeki baskısını iyice artıran Tuğrul Bey 1062’de Büveyhîler’in diğer şubelerini de ortadan kaldırarak bütün Büveyhî topraklarını ele geçirdi. Uzunca bir süre, oldukça geniş bir sahada hüküm süren Büveyhîler Fars kültürüne önem vermişler, kültür ve sanat alanında oldukça ileri seviyeyi yakalamışlardı. Büveyhîler bilhassa yönetim ve devlet teşkilatı açısından sonraki Türk-İslâm devletlerini etkilemişlerdi. İbn Nedim meşhur el-Fihrist adlı eserini Büveyhî hâkimiyeti altındaki Bağdat’ta yazmıştı. Yine bu dönemde Hz. Ali’nin söz ve hikmetlerinin anlatıldığı Nehcü’l-Belâgâ adlı eserin yazarı Şerif Ebu’l-Hasan er-Râdî ve İran’ın milli şairi kabul edilen Şehnâme yazarı Firdevsî de Büveyhî hükümdarlarının iltifatına mazhar olmuşlardı. Hamdânîler (905-1004) Arapların büyük kabilelerinden Rebia’ya mensup Hamdân b. Hamdûn tarafından kuruldu. Haricîlerle yaptığı savaşlarda gösterdiği başarılarla adını duyuran Hamdân, 885’te Mardin’i ele geçirmiş, ancak şehri geri alan halife tarafından hapse atılmış ve yerine oğlu Hüseyin geçirilmişti. Halife, Haricî ayaklanmalarının bastırılması ve Tolunoğulları’nın ortadan kaldırılmasında büyük yardımlarını gördüğü Hüseyin’i Mısır valisi yaptı ise de, o yönetilmesi son derece zor olan bu bölgeyi istemedi. Bu arada Suriye’deki Karmatîler ile de mücadele eden Hüseyin b. Hamdan, 909’da Mutez’i halife yapmak için düzenlenen tertibe katılınca, yeni halife Muktefi tarafından öldürüldü. Resim 3.2 Büveyhî hükümdarı Ebu Kalicar’a ait gümüş dirhem Kaynak: http:// www.coinarchives. com 50 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Halife Muktefi, Hüseyin’i öldürmekle birlikte, kendisine sadık olan kardeşlerine dokunmamış; bu üç kardeşten Ebu’l-Heyca’ya Musul, İbrahim’e Diyarırebia, Said’e de Nihavend valiliklerini vermişti. Oldukça güçlü bir şahsiyet olan Ebu’l-Heyca dönemin siyasi tarihinde etkin bir rol oynadı. İlk olarak kardeşlerini sindirdikten sonra hâkimiyet bölgesindeki iç isyanları bastırdı. Daha sonra Abbasî Devleti’nin iç işlerine karışarak 929 yılında halife Muktedir’i hal’edip yerine Kahir-Billah’ı geçirdi. Yeni halife bu yardımından dolayı kendisine Hulvan, Dînever, Hemedân ve Kirmanşah şehirlerinin yönetimini verdi. Ancak bu sırada hilafet merkezinde yeni bir karışıklık ortaya çıkmış ve Muktedir yeniden halife ilan edilmişti. Derhal bu duruma müdahale etmek amacıyla harekete geçen Ebu’l-Heyca bu karışıklık sırasında öldürüldü. Ebu’l-Heyca’nın öldürülmesi Hamdânîler’in Musul ve Halep olmak üzere iki kola ayrılmalarına neden oldu. Musul kolunu kuran Hasan b. Ebu’l-Heyca 942’de halifeye karşı ayaklanan İbn Raik’i öldürünce halife tarafından Nasırüddevle unvanıyla ödüllendirildi. Halife aynı zamanda Hasan’ı emirü’l-ümera tayin etmişti. Bağdat’taki bu görevi bir yıl kadar sürdüren Hasan ertesi yıl yerini Türk asıllı Tüzün’e bıraktı. Fakat bir süre sonra halife ile Tüzün’ün arası bozuldu, hayatından endişe etmeye başlayan Halife Müttaki, 943’te Hamdânîler’e sığındı. Olayın ardından Musul’a yürüyen Tüzün, yapılan mücadelede Hamdânîler’i mağlup etti. Ardından gözlerini oydurduğu Müttaki’yi azledip yerine Müstekfi’yi halife ilan etti. Gerek bu durum gerekse Ebu’l-Heyca’nın daha önce bahsedilen faaliyetleri, emirlerin bu dönemde Abbasî hilafetinin siyasi tarihinin şekillenmesinde ne derece etkin olduklarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Aynı şekilde bu husus, Abbasî halifelerinin yerel emirler arasında bir denge politikası oluşturmaya çalışırken kendi siyasi iktidarlarını nasıl zayıattıklarını, emirlerin elinde oyuncak olduklarını, dolayısıyla Abbasî halifeliğinin nasıl hızla yıkılışa sürüklendiğini göstermesi bakımından da oldukça mühimdir. Tüzün’ün bu şekilde Hamdanîler’i mağlup edip halifeyi değiştirmesinden iki yıl sonra bölgede Büveyhî tehlikesi baş gösterdi. 945’te Bağdat’ı ele geçiren Büveyhîler, yıllık vergi ödemeleri koşuluyla Hamdânîler ile anlaşma yaptılar. Bu şekilde siyasi varlığını biraz daha devam ettirmeyi başaran Musul Hamdânîleri 964 yılında başlarında bulunan Gazanfer’in Büveyhîler tarafından öldürülmesi neticesinde tarihten silindiler. Hamdânîler’in Halep kolu ise Ebu’l-Heyca’nın diğer oğlu Seyfüddevle Ali tarafından kurulmuştu. Halep’i ele geçiren Ali, İhşidîler ile mücadeleye girişmiş, Kuzey Suriye’nin tamamını hâkimiyeti altına almıştı. Ardından Bizans şehirlerine akınlar düzenlemeye başlayan Ali bilhassa 953 yılından sonraki dönemde bölgedeki Bizans güçlerine karşı bariz bir üstünlük kurdu. Seyfüddevle’nin bu başarıları bölgeye yapılan Bizans akınlarını kesmesi bakımından son derece önemlidir. 967 yılı başlarında hastalanan Seyfüddevle’nin ölümünden sonra, yaklaşık yirmi yıl boyunca iç isyanlar ve Bizans saldırıları ile uğraşacak olan oğlu Sadüddevle, onun ölümünden sonra ise Ebu’l-Fezail Hamdânî emiri oldular. Ebu’l-Fezail devrinde bölgedeki Bizans ve Fâtımî baskısı iyice artmış, Fâtımîler Halep’i kuşatmışlardı. O, Bizans İmparatoru II. Basileus’un yardımıyla bu saldırıyı savuşturmayı başardıysa da 1002 yılında zehirlenerek öldürülünce devlet iyice zayıadı ve Hamdânî Devleti iki yıl sonra Fâtımîler tarafından ortadan kaldırıldı. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 51 İlim ve kültür sahasında önemli gelişmelere sahne olan Hamdânî topraklarından çok sayıda âlim yetişmişti. Meşhur Farabî, Kitabü’l-Egânî isimli eserin yazarı Ebü’l-Ferec el-İsfahanî, Kitabü’l-İrşad yazarı Şeyh Müfid ve ünlü mutasavvıf Hallac-ı Mansur, Hamdânî hükümdarlarının iltifatına mazhar olmuş şahsiyetlerden bazılarıydı. Mirdasîler (1024-1080) Benî Kilab kabilesine mensup Esedüddevle Salih b. Mirdas tarafından Suriye’de kurulan Mirdasîler Şiî inancı benimsemişlerdi. XI. Asrın başlarında Kuzey Suriye’yi hâkimiyeti altında bulunduran Salih, Fatımî halifesi adına hutbe okutup bağlılığını bildirmişti. Salih daha sonra Halep bölgesini ele geçirerek Mirdasîler hanedanının temellerini atmış, ardından Suriye, Baalbek, Hısnıakkar ve Sayda bölgelerini ele geçirmişti. Kendisiyle aynı mezhebe mensup olmasına rağmen Salih’in bu derece güçlenmesinden endişeye kapılan Fâtımî halifesi Zâhir, 1028’de Salih’i mağlup etti. Fâtımîlerle yapılan bu savaş esnasında öldürülen Salih’in yerine geçen oğulları Şiblüddevle Nasr ve Muizüddevle Simal iktidarı aralarında paylaştılar. Bu arada durumun karışıklığından istifade etmeye çalışan Bizans Devleti’ne bağlı Antakya valisi bölgeye bir akın düzenlemişti. İki ordu 1029 Temmuz’unda karşılaştı ve savaştan Mirdasî birlikleri galip ayrıldı. Ertesi yıl İmparator III. Romanos Argyros intikam amacıyla yeni bir sefer daha düzenledi ise de, savaş yine Bizans’ın yenilgisiyle sonuçlandı. Bu dönemde kardeşini bertaraf eden Nasr Halep’te tek başına hâkimiyetini ilan etmişti. Bu hareketinin Fatımî halifesinin tepkisini çekeceğinden endişelendiği için Bizans ile anlaşma yoluna gitti ve imparatora tabiiyetini arz etti. Ancak İmparator IV. Mihail, Fâtımîler ile arasının bozulmasını istemediği için Nasr’a halife ile anlaşmasını tavsiye etti. Fakat Nasr, Fâtımîler ile anlaşma sağlayamadığı gibi 1038 yılında yapılan savaşta öldürüldü ve elindeki bölgeler kardeşi Simal tarafından geri alınıncaya kadar bu devletin hâkimiyeti altına girdi. 1042’de Halep’i ele geçiren Simal, sürekli hale gelen Türkmen akınlarından bunalan Bizans’ın on yıllık barış anlaşmasının yenilenmesi teklifini kabul etti. Ancak bu anlaşma Fâtımîler ile Mirdasîler’in aralarının yeniden bozulmasına neden oldu. Simal, 1050 yılında yapılan savaşı kazanmakla birlikte Fâtımîlerden çekindiği için halifeye bağlılığını arz etti. Böylece bölgedeki hâkimiyetini korumayı başardı. Bu arada Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ölümü üzerine Arslan Besasiri bölgeye gelmişti. Onun nüfuzundan çekinen Simal, Rahbe’yi ona teslim etti. Ardından Halife Mustansir’a elçi gönderip Cübeyl, Beyrut ve Akkâ’nın kendisine verilmesi karşılığında Halep’i Fâtımîlere bırakabileceğini bildirdi. Teklifi kabul edilince 1057’de Halep bir kez daha Fâtımîler’in eline geçti. Ancak Mirdasîler’in ileri gelenleri bu anlaşmaya itiraz etmişlerdi. Bu nedenle 1060’ta Fatımîleri Halep’ten çıkaran Mirdasîler şehri yeniden ele geçirdiler. Simal tekrar Halep’e geldi, iki yıl boyunca Bizans ile başarılı savaşlar yaptıktan sonra 1062’de öldü. Onun ölümünden sonra gerçekleşen taht mücadelesini kazanan Mahmud, 1065’te Halep’e hâkim olup Mirdasîler’in başına geçti. Bu arada bölgedeki Türkmen akınları çoğalmış, hâkimiyetini sağlamlaştırmak isteyen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes bazı şehirleri ele geçirmişti. Gerek Bizans tehdidinden gerekse Türkmenlerin baskısından çekinen Mahmud, Sultan Alp Arslan’ın yüksek hâkimiyetini tanıyıp Abbasî Halifesi Kaim-Biemrillah adına hutbe okuttu. 52 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Sultan Alp Arslan’ın emriyle Dımaşk’ın fethine katılan Emir Mahmud’un 1075’te vefatından sonra büyük oğlu Celalüddevle devletin başına geçti. Bu arada Türkiye Selçuklularının kurucusu Süleyman Şah Halep’i kuşatmıştı. Celalüddevle kendisinin Selçuklu nâibi olduğunu söylemek suretiyle kuşatmayı kaldırtıp, ardından Bizans’ın elindeki Menbic’i ele geçirdi. Ancak seferde kendisine yardımcı olan Türkmenleri bertaraf etmek isterken öldürüldü. Celalüddevle’nin ölümü sonrasında kardeşleri Sabık ile Vessab arasında taht mücadelesi başladı. Bu mücadeleye müdahil olan Musul emiri Müslim b. Kureyş bir süre sonra halkın desteğini alarak Halep’i ele geçirip Mirdasîlerin siyasi varlığına son verdi. Ressîler (893-1300) Tarih sahnesine Abbasî Halifesi Me’mun döneminde çıkan Ressî hanedanının kurucusu Hz. Hasan’ın soyundan gelen Muhammed b. İbrahim’dir. Muhammed, bu dönemde San’a’da Abbasî yönetimine karşı isyan etmiş, bölgedeki hâkimiyetini ölümüne kadar devam ettirmişti. Muhammed’den sonra ailenin başına geçen kardeşi Kasım değişik bölgelere dâiler göndermek suretiyle öğretilerini yaymaya çalıştı. Ancak, halifenin kendisini yakalamak amacıyla gönderdiği orduya karşı koyamayacağını anlayınca Yemen’i terkedip Hindistan’a kaçtı ve 859 yılında orada vefat etti. Onun yerine geçen oğlu Hüseyin tekrar Yemen’e döndü. Ressîler Devleti’nin asıl kurucusu olarak kabul edilen bu şahıs Zeydiyye mezhebine mensup olup, hilafet hakkının Hz. Hüseyin’in elinden zorla alındığını ileri sürüyordu. Bu söylemden hareketle isyan eden Ressî imamları San’a’yı ele geçirdiler. Hüseyin’in vefatından sonra yerine oğlu Muhammed Murtaza geçti. KUZEY AFRİKA’DAKİ İSLÂM DEVLETLERİ Tolunoğulları (868-905) Tolunoğulları Devleti 868 yılında Abbasîler’in Mısır valisi Türk asıllı Ahmed b. Tolun tarafından kurulmuştur. Hanedana adını veren Tolun aslen Buhara’lı olup Halife Me’mun döneminde Bağdat’a gelmişti. Kısa sürede halifenin sarayındaki itibarlı kumandanlardan birisi haline gelen Tolun, 835 yılında Bağdad’da doğan oğlu Ahmed’i bu sırada yeni kurulmuş olan Sâmerrâ’ya götürmüş, Ahmed’in çocukluğu bu şehirde geçmişti. İyi bir tahsil gören Ahmed, kendisi gibi Türk olan vezir Ubeydullah b. Yahya’nın güvenini kazanmış, Sâmerrâ’daki siyasi çekişmelerden uzaklaşması için vezirin emriyle Bizans’a gaza akınları düzenlemişti. Bu arada önemli bir kültür merkezi olan Tarsus’ta ilmi faaliyetlerini de sürdürmüştü. Halife Mustain devrinde tekrar Sâmerrâ’ya dönen Ahmed, kısa sürede halifenin güvenini kazandı. Halife Mutez döneminde de aynı etkisini sürdürdü ve Ahmed, 868 yılında Mısır’a vali tayin edildi. Ahmed b. Tolun kısa süre içerisinde Mısır’daki hâkimiyetini pekiştirdikten sonra Dımaşk’ta çıkan bir isyanı bastırmak amacıyla kuvvetli bir ordu kurdu. Bu arada Abbasîlerde halife değişikliği olmuş, başa Mutemid geçmiş, fakat siyasi mücadeleler yüzünden Abbasî Devleti gitgide zayıamaya başlamıştı. Abbasîler’in Zenci isyanları ve Saârîler ile mücadele etmesinden istifade eden Ahmed 873’te Mısır’ın tamamına hâkim oldu. Bu durumdan rahatsız olan halifenin kardeşi Muvaak, Ahmed’in üzerine Musa b. Boğa el-Kebir idaresinde güçlü bir ordu gönderdi. Ancak Musa, Rakka’dan öteye gitmeyerek on ay sonra başkente geri döndü. Bu durum Ahmed’in bağımsız bir hükümdar gibi hareket etmesini sağladı. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 53 Ahmed b. Tolun 878’de Suriye üzerine yürüyerek Remle, Dımaşk, Halep, Humus ve Hama’yı ele geçirdi. Ardından uzunca bir kuşatmadan sonra Antakya’yı zaptetti. İlerleyişine devam eden İbn Tolun, gençliğini geçirdiği Tarsus’a geldiği sırada oğlunun isyan ettiğini öğrenince Mısır’a geri dönmek zorunda kaldı. Suriye seferi neticesinde Fırat’ın batısındaki bölgelerin tamamı Tolunoğulları hâkimiyeti altına girmişti. Ahmed’in Suriye’yi ele geçirip kendi adına para bastırdığını öğrenen Muvaak ona karşı bir sefere girişmiş, buna karşın Ahmed de Dımaşk emirlerinin desteğiyle Muvaak’ı veliahtlıktan azlettirmişti. Durumu daha da ileriye götüren Ahmed, Mekke’yi ele geçirmek amacıyla bir kuvvet gönderip, kendisi de Tarsus üzerine yürüdü. Ancak bu kez işler istediği gibi gitmedi. Muvaffak, Mekke’ye giden Tolunoğulları ordusunu mağlup ettiği gibi, Ahmed de 883’te Tarsus’ta ağır bir yenilgi aldı. Yenilgiyi hazmedemediği için yolda ağır bir şekilde hastalanan Ahmed Mısır’a getirildi ise de 884 yılında vefat etti. Tolunoğulları Devleti’nin Türk ve İslâm tarihindeki önemini kısaca açıklayınız? Ahmed b. Tolun öldüğünde geriye on yedisi erkek olmak üzere toplam otuz üç çocuk bırakmıştı. Büyük oğlu Abbas babasının zamanında hapsedildiği için devletin başına ikinci oğlu Humareveyh geçti. İlk iş olarak hapisteki ağabeyini öldürten Humareveyh, daha sonra Muvaak ile mücadeleye girişti. Ancak et-Tavvahin denilen bölgede yapılan savaşı kaybetti. Ertesi yıl tekrar Suriye’ye yürüyen Humareveyh, Abbasîlere bağlı birlikleri yenilgiye uğratınca taraar arasında barış anlaşması imzalandı. Anlaşma gereğince, Halife Mutemid Mısır, Suriye ve bütün Suğur’un otuz yıl süreyle Tolunoğulları tarafından yönetilmesini kabul ediyordu 892’de halife olan Mutazıd devrinde Tolunoğulları ile Abbasîler arasındaki yakınlık daha da ilerledi. Humareveyh’in kızıyla evlenen Halife, evlilikten sonra kayınpederine Fırat’tan Berka’ya kadar olan bölgelerin hâkimiyetini verdiği gibi, saltanat alametleri olan hilat, kılıç, tac ve kemer de gönderdi. Halifenin onayı ile Resim 3.3 Kahire’de İbn Tolun Camisi Kaynak: Cengiz Tomar Arşivi 2 54 İslam Tarihi ve Medeniyeti II bölgede daha rahat hareket etme ve topraklarını genişletme imkânı elde eden Tolunoğulları’nın siyasi tarihi düğünden birkaç ay sonra Humareveyh’in henüz otuz iki yaşında olduğu halde öldürülmesi üzerine farklı bir dönemece girdi. Zira devlete en parlak devrini yaşatan Humareveyh’in ölümünden sonra başa geçen hükümdarlar aynı başarıyı gösteremedikleri gibi ülkeyi yıkılışa sürüklemişlerdi. Kardeşler ve oğullar arasındaki bu mücadeleler yüzünden devlet büyük bir çalkantı içerisine girdi. Humareveyh’in zevk ve eğlence düşkünü oğlu Ceyş tahta çıktığı yıl öldürüldü. 896’da hükümdar ilan edilen Harun b. Ahmed devri, iktidarına ortak olmaya çalışan komutanlar ile Suriye bölgesinde ayaklanan Karmatîler’le mücadele ile geçti. Harun, 904’te Abbasî halifesi adına bölgeye hareket eden Süleyman el-Kâtibi ile savaşmak için yola çıktığı sırada amcası Şeyban tarafından öldürüldü. Yeğenini öldürdükten sonra devletin başına geçen Şeyban Mısır’a geri döndü. Tolunoğulları’nın içine düştüğü bu durum Süleyman el-Kâtibî’ye daha rahat hareket etme imkânı vermişti. Bu nedenle ilerleyişini daha da hızlandırdı ve 905 yılı başlarında Fustat önlerine geldi. Şeyban, savaş başlamak üzereyken canının bağışlanması teminatı karşılığında ordusunu terkedip Süleyman’ın yanına gidince, başıboş kalan ordu dağıldı. Süleyman 10 Ocak 905’te Fustat’a girerek Tolunoğlu hâkimiyetine resmen son verdi. İhşidîler (935-969) Abbasîlerin zayıadığı dönemde Mısır, Suriye ve Filistin bölgelerinde hüküm süren İhşidîler Devleti Türk asıllı Muhammed b. Tuğc tarafından kuruldu. Fergana kökenli bir hükümdar ailesinin mensubu olan Muhammed, İhşid unvanını taşıdığı için kurduğu devlete de bu isim verilmiştir. Ailenin Abbasî Devleti’ne hizmetleri Halife Mutasım dönemine kadar uzanır. Muhammed’in dedesi Cuf, uzun yıllar Abbasî hizmetinde bulunmuştu. Cuf vefat edince oğlu Tuğc Mısır’a giderek Tolunoğulları Devleti’nin hizmetine girmiş, ancak bir süre sonra bu devletin yöneticileri ile arası açılınca, Halife Muktefi-Billah’ın emriyle Suriye’deki Karmatî hareketini bastırmakla görevli orduya katılmıştı. Karmatîler’in isyanını bastıran Muhammed b. Süleyman’ın yanı sıra Mısır’a gelen Tuğc, Tolunoğulları Devleti’nin siyasi varlığına son veren bu kumandan tarafından Kınnesrin valisi tayin edildi. Tuğc’un ölümünden sonra oğulları Muhammed ve Ubeydullah da aktif olarak siyasi mücadeleler içerisinde yer aldılar. 914-15 yılında Mısır Valisi Ebu Mansur Tekin’in hizmetine giren Muhammed burada kazandığı başarılarla Tekin’in güvenini kazanıp Hama valisi oldu. Ancak kısa süre sonra Tekin ile arası açılınca Halife Kahir-Billah’a yaklaşarak önce Remle, ardından da Dımaşk valiliğini elde etti. Kahir-Billah’ın ardından halife olan Râzî-Billah’ın da onayını alan Muhammed 935’te Mısır’a giderek İhşidîler Devleti’nin temelini attı. Bu arada Halife ona Fergana bölgesindeki Türk hükümdarlarının kullandığı İhşid unvanını verdi. Mısır’da gücünü daha da artıran Muhammed, 940 yılında bölgeye hâkim olmak isteyen Muhammed b. Raik’i mağlub etti. Savaş sonrasında yapılan anlaşmada Remle iki devlet arasında sınır kabul edildi. Muhammed b. Tuğc’un Mısır’daki hâkimiyeti bir sonraki halife Muttaki tarafından da tasdik edildi. İbn Raik’in ölümü üzerine Dımaşk’a yürüyen Muhammed, Suriye’nin tamamını kontrolü altına aldıktan sonra 944 yılında Halife ile görüşerek, Mısır’ın idaresinin otuz yıl boyunca kendisine bırakıldığına dair menşur aldı. Ertesi yıl, Seyfüddevle el-Hamdânî ile yapılan savaşı kazandı. İki taraf arasında yapılan barış anlaşmasında Kuzey Suriye’nin Hamdânîlere, güneyin ise İhşidîler’e ait olduğu kabul edildi. Muhammed b. Tuğc bu anlaşmadan bir yıl sonra Şam’da öldü. Soğd ve Fergana bölgesi hükümdarlarının İslâm öncesi dönemden beri kullandıkları bir hükümdarlık unvanıdır. İslâmiyet devrinde ise İhşidî Devleti hükümdarlarına verilmiştir. Araplar’ın Maveraünnehir bölgesine yaptıkları seferler sırasında Soğd bölgesindeki hükümdarların bu unvanı kullandıkları coğrafyacı Makdisî tarafından ifade edilir. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 55 Oldukça güçlü bir hükümdar olan İbn Tuğc’un yerine oğlu Ebu’l-Kasım Ünücür geçti. Onun döneminde, hizmetçisi Kâfur’un büyük bir güç kazanması dolayısıyla devlet Kâfurîler ve İhşidîler olarak ikiye ayrıldı. Ünücür 960’da henüz genç yaşta ölünce yerine kardeşi Ebu’l-Hasan Ali geçti. Halife Muti-Lillah, Ali’nin Mısır, Suriye, Suğur ve Haremeyn toprakları üzerindeki hâkimiyetini tasdik etti. Bu dönemde Kâfur ile mücadelesini sürdüren Ali, tam anlamıyla yönetime hâkim olamadan 966 yılında vefat etti. Ali’nin dokuz yaşındaki oğlunun tahta çıkmasına itiraz eden Kâfur, Halife’ye başvurarak bölge hâkimiyetinin kendisine verilmesini istedi. Bu talebi olumlu karşılandı. Kâfur’un iki yıl sonra ölümünün ardından İhşidîlerin başına Ali’nin oğlu Ahmed geçti ise de iç karışıklıklar ve Fâtımîler’in baskısı yüzünden pek bir başarı sağlayamadı. Nihayet Fâtımî kumandanı Cevher es-Sıkillî 969’da İhşidîlerin hâkimiyetine son verdi. İdrisîler (789-985) Hz. Hasan’ın soyundan gelen İdris tarafından Fas’ta kurulan bu devletin en önemli özelliği Mağrib (Fas) sahasında Şiî inancı hâkim kılmasıydı. İdris, Hz. Hasan’ın soyundan olması dolayısıyla kısa süre içerisinde bölgedeki Şiî ahaliyi kendisine bağlamayı başarmıştı. 786’da Hz. Ali taraarlarınca Hicaz’da Abbasîlere karşı düzenlenen Fah Savaşı’na katılan İdris, Abbasîler tarafından isyanın bastırılması üzerine önce Mısır’a ardından da Kuzey Afrika’ya kaçtı. Başta Evrebe olmak üzere Zenata, Vuvağa ve Miknâse gibi Berberi kabilelerinin de desteğini alan İdris, eski Roma şehirlerinden Volubilis’in yer aldığı bölgede Fas şehrini kurdu. Şehir aradan fazla zaman geçmeden önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Artan göçlerle iyice büyüyen Fas, Hz. Hasan’ın soyundan gelen şerierin faaliyet merkezi olarak büyük önem kazandı. Abbasî halifesi Harun Reşid, İdris’in faaliyetlerinden ve bölgede güç kazanmasından dolayı tedirgin olmaya başlamıştı. Halife, ileride kendisini siyasi bakımdan tehlikeye sokabilecek bu rakibine karşı harekete geçerek veziri Yahya elBermekî’nin de tavsiyesiyle bir suikast tertip edip İdris’i zehirletti. İdris öldüğünde çocuğu olmamakla birlikte hanımı hamile idi. Bu yüzden taraarları bebeğin doğmasını beklediler. Doğduğu zaman babasının adına nispetle İdris adı verilen çocuk onbir yaşına gelince Berberiler tarafından hükümdar olarak tanındı. Fas’ı devletin başkenti yapan II. İdris devlet kurumlarını yeniden düzenledi. Kurtuba ve Tunus’ta çıkan isyanlardan kaçarak yanına sığınan kumandanları önemli görevlere getiren II. İdris devrinde İdrisîler bölgenin en güçlü devleti haline geldiler. O, 828’de henüz otuz beş yaşında iken öldüğünde devletin sınırları Cezayir’den Sûs’a kadar uzanıyordu. II. İdris öldüğü zaman geride hepsi de küçük yaşlarda 13 oğlu kalmıştı. Bu çocukların en büyüğü olan Muhammed babasının yerine geçti ve idareyi kardeşlerinden ergenlik çağına girmiş olan sekizi ile paylaştı. Fakat bu uygulama merkezi otoritenin zayıaması ve iç isyanların çıkmasına neden oldu. İdrisî şehirleri önce Berberilerin, ardından da Fâtımîlerin hücumuna uğradı. Peşpeşe başa geçen İdrisî şehzadeleri ülkeyi büyük bir kargaşaya sürüklediler, hatta 863’te tahta çıkan II. Yahya devrinde ülke yıkılış sürecine girdi. İç karışıklılar sebebiyle hâkimiyeti sağlayamayan II. Yahya önce Fas’ı terkettikten bir süre sonra üzüntüsünden ölünce, kayınpederi Ali b. Ömer durumdan istifade edip Fas’ı ele geçirdi. Böylece, İdrisîlerin idaresi ailenin Ömer b. İdris koluna geçmiş oldu. Ard arda çıkan Berberi isyanları yüzünden Ali b. Ömer döneminde de istikrar sağlanamadı. Nihayet, devletin dokuzuncu hükümdarı, adaleti ve fazileti ile tanınan IV. Yahya yeniden güçlü bir iktidar kurmayı başardı. Onun döneminde İdrisîler 56 İslam Tarihi ve Medeniyeti II en geniş sınırlarına ulaştıkları gibi çok sayıda âlim ve sanatkâr İdrisî ülkesine geldi. Devlete altın çağını yaşatan IV. Yahya iktidarının sonlarına doğru Fatımî ve Endülüs Emevî tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Hükümdar, iki devlet arasında denge politikası oluşturarak siyasi varlığını sürdürmeyi denediyse de, Fâtımîlere karşı artık kaçınılmaz hale gelen savaşta yenildi. Fatımî kumandanı Mesâle 922’de Fas’a girdi ve Yahya’yı hapsedip İdrisî hâkimiyetine son verdi. Daha sonraki dönemde bölgedeki fetihlerini sürdüren Fâtımî valisi Musa b. Ebu’l-Atıyye, İdrisî şehirlerini birer birer ele geçirdi. Fatımî baskısına karşı koyamayan İdrisî emirleri kendileri için daha güvenli olan Rif Dağı’na sığındılar. Bu arada politika değişikliği yaparak Endülüs Emevî halifesi III. Abdurrahman adına hutbe okuttular. Ancak III. Abdurrahman Fâtımîler ile yaptığı savaşı kaybedince bir kez daha taraf değiştiren İdrisî bakiyyeleri yeniden Fâtımî hâkimiyetini tanıdılar. Ailenin bu dönemdeki reisi Kasım Kennun b. Muhammed eski topraklarından bazılarını yeniden ele geçirdi ve Hacerünnesr şehrini başkent yaptı. Bu arada Ömer b. İdris’in oğulları Rif bölgesinde ayrı bir hanedan kurdukları için devlet ikiye ayrıldı. Hacerünnesr İdrisîleri 960’da Tanca ve Sebte dışındaki bütün Afrika topraklarını ele geçiren Fâtımîlerin hâkimiyetini tanıdılar. Ailenin reisi Hasan’ın, 974’te bölgeye sefer düzenleyen Endülüs Emevî Halifesi II. Hakem’e esir düşmesi devletin sonu oldu. İdrisîlerin İslâm tarihi içerisindeki yeri ve önemi kısaca bilgi veriniz? Ağlebîler (800-909) Adını Abbasî halifesi Mansur’un emriyle Ifrıkiyye’ye giden Ağleb’ten alan Ağlebîler Devleti, İbrahim b. Ağleb tarafından kuruldu. Harun Reşid, ilk önce Zap valisi tayin ettiği İbrahim’i kazandığı başarılar dolayısıyla 800 yılında Ifrıkiyye bölgesinde görevlendirdi. İbrahim’in bölgeye gitmesiyle Ağlebîler Devleti’nin temelleri de atılmış oldu. Ifrikiyye’de hâkimiyetini pekiştiren İbrahim bölgedeki isyanları bastırma konusunda büyük başarılar elde etti. Yine bu isyanlardan birisi ile uğraşırken 812’de vefat edince yerine oğlu Ebü’l-Abbas Abdullah geçti. Eski Kartaca şehrinin üzerine kurulan Kayrevan’ı başkent yapan Ebü’l-Abbas koyduğu ağır vergiler dolayısıyla halkın tepkisini çekmiş, ülkede iç karışıklıklar meydana gelmişti. Beş yıl iktidarda kalan Ebü’l-Abbas ölünce yerine kardeşi I. Ziyadetullah geçti. İlk olarak ülkesindeki isyanları bastıran I. Ziyadetullah daha sonra büyük bir donanma kurarak Bizans hâkimiyeti altındaki Sicilya’nın fethine girişti. Bölgedeki baskılarını artıran Ağlebîler Sicilyalı idarecilerle 805 ve 813 yıllarında iki defa barış antlaşması imzalamışlardı. Ancak, 826’da İmparator II. Mihail tarafından Sicilya valisi tayin edilen Konstantin Souda’nın, adanın deniz kuvvetlerinden sorumlu komutanı Euphemios’u tutuklaması sonucunda ortaya çıkan karışıklıktan faydalanan Ağlebîler, ertesi yıl I. Ziyadetullah’ın emri doğrultusunda Sicilya’ya sefer düzenlediler. Böylece, ilk defa Emevî halifesi Muaviye devrinde başlayan Sicilya akınları yeniden başlamış oldu. 827 yılında başlatılan ve 902 yılına kadar devam eden Ağlebîler’in akınları Bizans’ın Akdeniz ve Adriyatik’teki nüfuzunu oldukça sarstı. I. Ziyadetullah’ın emriyle harekete geçen Esed b. Furat, Bizans ordusunu mağlup etti. Daha sonra ilerleyişini sürdüren Esed Sirakusa şehrini kuşattı ise de vebaya yakalanıp ölünce istenilen sonuç elde edilemedi. Hükümdar 830’da bölgeye yeni bir donanma daha gönderdi. Bu donanma Endülüs’ten gelen Asban b. Vekil 3 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 57 el-Hevvânî’nin komutası altına girdi. Müttefik güçler önce Mineo’ya girdiler, ardından Caltanisetta’yı muhasara ettiler. Fakat yeni bir veba salgını yüzünden Asban da ölünce sefer bir kez daha sona erdirildi. Bu olumsuz gelişmelere rağmen mücadeleyi bırakmayan Ağlebî donanması 831’de Palermo’yu ele geçirdi. Bölgedeki faaliyetler I. Ziyadetullah’ın 838’de meydana gelen vefatının ardından kardeşi Ağleb döneminde de devam ettirildi. Onun haleerinden I. Muhammed devrinde Messina ele geçirildi. Şehri ele geçiren Ağlebî ordusu İmparatoriçe eodora’nın gönderdiği Bizans ordusunu mağlup etti. Bu galibiyet bölgedeki fetihleri daha da hızlandırmıştı. Sırasıyla Leontini, Raguza ve Kuzey Afrika’daki en önemli Bizans şehirlerinden birisi olan Kasryane ele geçirildi. Yapılan bu fetihler sayesinde çok sayıda ganimet ve gelir elde edilmiş, İslâm hâkimiyeti bölgede büyük bir ilerleme göstermişti. Bu şekilde Sicilya’daki hâkimiyetlerini sağlamlaştıran Ağlebîler, Palermo’nun fethinden sonra büyük bir donanma kurarak İtalya’nın güneyinde hüküm süren Lombardların iç işlerine müdahil oldular. 837’de Lombardlara yardım amacıyla harekete geçen Müslüman donanması Bari’yi ele geçirdi. İlerleyişine devam eden İslâm orduları 846’da Ostia’ya çıkarma yaparak Roma’yı tehdit etti. Ancak sağlam surları aşamadıkları için Saint Peter ve Saint Paul katedrallerini yağmalamakla yetindiler. İslâm ordusunun bu önlenemez ilerleyişi karşısında gerek Bizanslılar gerekse bölgedeki diğer devletler büyük bir endişeye kapılmışlardı. Bu ilerleyişi durdurmak amacıyla İmparator III. Mihail bazı tedbirler almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Yine İmparator I. Basileus ile Alman Kralı I. Ludwig’in ittifakından da bir sonuç elde edilemedi. Fetihlerini sürdüren Ağlebîler 869’da Malta’yı; 878’de Sirakusa’yı, 902’de de Taormina, Rametta ve Elyac’ı ele geçirdiler. Ağlebî donanması artık Fransa, Sardunya ve Korsika sahillerini açıktan tehdit eder hale gelmişti. Fakat bu parlak dönem II. İbrahim’in ölümüyle sona erdi. Zira ondan sonra tahta çıkan III. Ziyadetullah, bölgede Fâtımî Devleti’ni kurmak amacıyla faaliyetlere girişen Ebu Abdullah eş-Şiî karşısında pek fazla varlık gösteremedi. Yapılan savaşı kaybeden III. Ziyadetullah Mısır’a kaçınca herhangi bir direnişle karşılaşmaksızın Kayrevan’a giren Ebu Abdullah Ağlebîler’in siyasi varlığına son verdi. Başkentleri Kayrevan’ı önemli bir kültür merkezi haline getiren Ağlebîler devrinde Hanefi ve Malikî mezhebleri Ifrikiyye bölgesinde yayılmış, çok sayıda bilim adamı önemli eserler vermişlerdi. Meselâ, Malikî fıkhının önemli kaynaklarından olan Müdevvenetü’l-Kübra’nın yazarı Sahnûn (ö. 854) bunlardan birisiydi. Yine bu dönemde başta Kayrevan Ulu Camii olmak üzere çok sayıda cami ve yolcuların konaklaması için ribatlar inşa edilmişti. Rüstemîler (777-909) Adını İran asıllı kurucusu Abdurrahman’ın babası Rüstem’den almıştır. Abdurrahman, Haricîliğin bir kolu olan İbaziyye mezhebi üzerine Basra’da eğitim gördükten sonra hocası Ebû Ubeyde Müslim b. Ebû Kerime’nin talimatıyla öğretilerini yaşatacak bir devlet kurmak için beş arkadaşıyla birlikte Kuzey Afrika’ya gelmişti. Devlet kurmakla görevlendirilen bu ekibin başında Ebu’l-Hattab bulunuyordu. 758’de Abbasîlerin hâkimiyeti altındaki Trablus’u ele geçiren Ebu’l-Hattab daha sonra Kayrevan’a yürümüş, Kâbis ve Nefzâve şehirlerini de ele geçirildikten sonra günümüzdeki Libya toprakları üzerinde bulunan bölgede bir İbâzî devleti kurmuş, Abdurrahman b. Rüstem’i de Kayrevan bölgesine vali tayin etmişti. Kayrevan’ın İbâzîler tarafından ele geçirilmesi üzerine harekete geçen Abbasî halifesi Mansur Hz. Ali ile Muaviye arasında yapılan barış gayretleri bir sonuç vermeyince iki tarafın ordusu Sıîn’de karşılaşmış, fakat savaştan kesin bir sonuç elde edilemeyince, ihtilafı hakemlerin gidermesine karar verilmişti. Ancak hakemler bu anlaşmazlığı çözemedikleri gibi, ayrıca ‘Hüküm Allah’ındır’ görüşünü benimseyen bir üçüncü grup ortaya çıkmıştı. Hükmü belli olan bir konuda hakemlere başvurmayı küfür kabul eden bu gruba Haricîler denildi. Bu grubun mensupları hem Hz. Ali’ye hem de Muaviye taraftarlarına karşı çıkmışlar, hatta bir suikast ile Hz. Ali’yi katletmişlerdi. Sonraki dönemlerde de pek çok siyasi faaliyete karışan Haricîler Ezarika, Necedât, İbaziyye ve Sufriyye başta olmak üzere değişik kollara ayrılmışlardı. 58 İslam Tarihi ve Medeniyeti II bir ordu göndererek 761’de şehri geri aldı. Yapılan savaşta başta Ebu’l-Hattab olmak üzere pek çok İbâzî öldürüldü. Bu sırada Ebu’l-Hattab’a yardım etmek üzere harekete geçen İbn Rüstem yolda onun öldüğünü öğrenince, kendi hayatını kurtarmak için Cebel-i Cezula bölgesine kaçtı. Bölgedeki İbâzî âlimler ile bir araya gelip, mezhebinin yayılması için faaliyetlerde bulundu. Bu arada dış saldırılara karşı oldukça korunaklı olan Tâhert şehrini kurdu. Bölgedeki faaliyetleri sırasında Hevvâre, Levâte, Miknâse, Mezâte, Lemâya, Zenâte ve Nefzâve Berberi kabilelerinin desteğini alan İbn Rüstem 777’de Rüstemîler Devleti’ni resmen kurup Tahert’i başkent yaptı. 787 yılındaki vefatına kadar “Emirü’l-Mü’minîn” ünvanıyla devleti yöneten İbn Rüstem’in kurduğu bu devlet bir kabileler federasyonu niteliğini taşıyordu. Kaynaklarda, son derece adil, sünnete sıkı sıkıya bağlı, ilim erbabını koruyan bir şahsiyet olduğu ifade edilen İbn Rüstem, iktidarının önemli bir bölümünü Abbasîlerle mücadele ederek geçirmişti. Adil bir hükümdar olarak bilinen İbn Rüstem Hz. Ömer’e uyarak ölmeden önce kendisinden sonra yerine geçecek imamı seçmeleri için oğlu Abdülvehhâb’ın başkanlığında altı kişilik bir heyet (şûrâ) tayin etmişti. Şûrâdan Abdülvehhab’ın imamlığa getirilmesi kararı çıktı. Abdülvehhâb, hâkimiyeti altındaki şehirlere zühd ve takva sahibi olduğuna inandığı kimseleri vali olarak tayin etti. Ancak altı kişilik heyette yer alan Yezid b. Fendin bu tayinler yapılırken kendisine danışılmadığı gerekçesiyle Abdülvehhab’ın imametini reddetti ve yeni bir fırka kurdu. Yezid ve yandaşlarının oluşturduğu bu fırkaya Nükkariyye adı verildi. Nükkarîler Abdülvehhab’a karşı bir kaç kez suikast girişiminde bulunup bazı şehirleri yağmaladılarsa da bir netice elde edemediler. Abdülvehhab, iktidarı döneminde Vasıl b. Atâ’ya atfen kurulan Vâsıliye mensuplarıyla da mücadele etmişti. İdrisîler’in kurulmasına yardım eden Muhammed b. Hazar gibi Vâsıliyye mensupları nüfuzlarını genişletmek için Abdülvehhab’a karşı bir harekete girişip, bölgedeki Berberileri isyana teşvik etmişlerdi. Abdülvehhab bölgedeki diğer kabilelerin desteğini alarak zor da olsa bu isyanı da bastırmayı başardı. Ardından dış politikaya yönelip, Trablus’taki İbâzîleri katleden Ağlebîler’in üzerine yürüdü. Fakat olaylar çok fazla büyümeden, Trablus ve sahil kesiminin Ağlebîler’de, iç bölgelerin de Rüstemîlerde kalması şartıyla anlaşma imzalandı. Salatanatının son dönemlerinde yine iç isyanlarla uğraşmak zorunda kalan Abdülvehhab 824’te öldü ve yerine oğlu Ebu Said Eâh geçti. İlk olarak ülkedeki isyanları bastıran Eâh’ın imamet dönemi Rüstemîlerin en parlak devri olarak kabul edilir. Endülüs Emevîleri ile dostane ilişkiler kuran Eah dönemin en önde gelen âlimlerinden birisiydi. Sadece kendisi ilimle uğraşmakla kalmayıp aynı zamanda meclisine de çok sayıda ilim adamını davet eder, onları korur ve sık sık istişare ederdi. Eah’ın yaklaşık elli yıl süren hükümdarlığı devrinde ülkede huzur ve refah ortamı oluşmuş, ticaret ve tarım alanında büyük ilerlemeler kaydedilmişti. Rüstemîler devrinde eğitim ve kültür hayatı hakkında kısaca bilgi veriniz? Eâh’ın elde ettiği bu başarı 871’de başa geçen oğlu Ebu Bekir tarafından sürdürülemedi. Zayıf karakterli ve eğlenceye düşkün bir şahsiyet olan Ebu Bekir idareyi kayınbiraderi Muhammed b. Arafe’ye bırakmıştı. Bu sırada Abbasîler’in elinde esir bulunan Eâh’ın diğer oğlu Ebu’l-Yakzan serbest bırakılınca kardeşini ön plana çıkarmak isteyen Ebu Bekir, nüfuzunu iyice artırmış olan kayınbiraderini bir sui4 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 59 kast neticesinde ortadan kaldırttı. Muhammed b. Arefe’nin öldürülmesi imameti daima ön planda tutan Rüstemî Devleti’ndeki ilk siyasi katl idi. Bu cinayeti hazmedemeyen Berberi kabileleri birbirlerine düşerek yeni bir iç savaş başlattılar. Bu mücadelelerden galip çıkan Ebu’l-Yakzan isyanları bastırıp ülkede yeniden istikrarı sağladı. İmamete geçtikten ancak yedi yıl sonra başkenti Tahert’e girebilen Ebu’lYakzan Berberi kabilelerinin güvenini tekrar kazandı. Bu şekilde ülkede iç barışı hâkim kıldıktan sonra dış politikaya yönelerek Ağlebîlere ve Tolunoğullarına karşı başarılar kazandı, Endülüs Emevî hükümdarı Muhammed b. Abdurrahman elHakem ile yakın ilişkiler kurdu. Ebu’l-Yakzan’ın yakaladığı huzur onun ölümünden sonra yeniden bozuldu. 894’te başa geçen oğlu henüz çok küçük olduğu için hanımı Gazzale devleti yönetmeye başladı. Fakat bu durum ailenin diğer fertleri tarafından kabul edilmediği için şiddetli taht mücadeleleri başladı. Bu mücadeleler değişik mezheplere mensup ahali arasında da şiddetli savaşların yaşanmasına neden olmuştu. Devletin kuruluşunda büyük pay sahibi olan Iraklı Haricîler bu kaos ortamı yüzünden Abbasîlere yaklaşmışlardı. Bu hengâme içerisinde Ebu Hatem’i ortadan kaldırmayı başaran Yakzan b. Ebu’l-Yakzan idareyi ele geçirdi. Fakat o da devleti toparlamayı başaramadı. Yakzan’ın Rüstemîler’in başına geçtiği sırada karşılaştığı en büyük tehlike Fâtımî Devleti’ni kurmaya çalışan Ebu Abdullah eş-Şiî oldu. Rüstemîler’in başkenti Tahert’e giren Ebu Abdullah, Yakzan’dan teslim olmasını istemişti. Kurtulmak ümidiyle bu teklifi kabul eden Yakzan ailesiyle birlikte Ebu Abdullah’ın yanına gitti. Fakat Ebu Abdullah, Yakzan’ı serbest bırakmak yerine öldürmeyi tercih edince yaklaşık 130 yıl hüküm süren Rüstemîler Devleti sona erdi. Rüstemîler Devleti’nin siyasi faaliyetleri, kültürel hayatları ve diğer devletler ile ilişkileri hakkında detaylı bilgi için Mehmet Salih Arı’nın Haricilerin Kurduğu Devlet Rüstemîler (2. Baskı, Van: Bilge Adamlar Yayınevi, 2009) isimli kitabına bakabilirsiniz. Midrarîler (758-976) Berberi Zenâte kabilesinin Miknase koluna mensup olan Midrarîler Emevî baskısından kaçarak Fas’ın kuzeyindeki ovalara yerleşmişlerdi. Kabilenin reisi Midrar lakabıyla tanınan Ebu’l-Kasım Semkû b. Vasûl 757 yılında Sicilmâse şehrini kurdu. Hariciye mezhebine mensup olan Midrar, Abbasî halifesi adına hutbe okutup, onun yüksek otoritesini tanımıştı. Midrar’ın ölümünden sonra yerine önce oğlu Ebu’l-Vezir İlyas, ardından diğer oğlu I. Elyesa geçtiler. Yaklaşık otuz üç yıl emirlik yapan Elyesa ülkesinin sınırlarını bir hayli genişletmiş, Berberi isyanlarını bastırmış, başkenti Sicilmâse’nin surlarını dış tehditlere karşı güçlendirerek, şehrin merkezine büyük bir de cami yaptırmıştı. 823-24 yılında ölen Elyesa’nın yerine oğlu Ebu Mâlik el-Muntasır geçti. Büyük dedesi gibi Midrar lakabıyla tanınan Ebu Mâlik, Endülüs Emevîleri ve Rüstemîler ile iyi ilişkiler kurdu. 876 yılında Midrarî tahtına çıkan Muhammed b. Sakiyye devletin sınırlarını Mağrib’in Sahra bölgesine doğru genişletti. Diğer bir hükümdar olan II. Elyesa devrinde Endülüs Emevîleri ile yakın ilişkiler kuruldu. II. Elyesa döneminde bölgeye akın eden Ebu Abdullah eş-Şiî 909 yılında Sicilmâse’yi kuşattı ve ardından şehre girerek Midrarî hükümdarını yakalayıp hapsetti. II. Elyesa hapiste ölüm orucunda açlıktan öldü. Ebu Abdullah eş-Şiî, bölgeden ayrılınca Midrarî reisleri ayaklanarak 910 yılında Sicilmâse’yi geri aldılar ve Feth b. Meymun’u başa geçirdiler. Ancak bu başarı çok uzun sürmedi, Feth b. Meymun’dan sonra tahta çıkan kardeşi Ahmed döneminde bir kez daha bölgeye saldıran Fâtımîler Sicilmâse’yi 60 İslam Tarihi ve Medeniyeti II yeniden ele geçirdiler. Başkentlerinin elden çıkması sonrasında Fâtımîler’e bağlı valiler olarak faaliyet göstermeye başlayan Midrarî emirleri Fâtımîler ile Endülüs Emevîleri arasındaki mücadeleden de ciddi şekilde etkilenmişlerdir. 939 yılında, Endülüs’te Müslümanlar ile Asturia-Leon kuvvetleri arasında gerçekleşen ve Müslümanların mağlup oldukları Simancas Savaşı’na katıldığı bilinen İbn Vâsûl, 943 yılında Midrarîlerin başına geçti. İbn Vâsûl, Haricî mezhebini bırakarak Malikî mezhebini benimsemiş ve hutbelerini Abbasî halifesi adına okutmaya başlamıştı. Yaklaşık olarak on yıl boyunca devam ettirdiği bu uygulamaya 953 yılında son verdi. Zira söz konusu yılda kendi halifeliği ilan etmiş, “Emirü’lMü’minin Şakir-Billâh” unvanıyla biat almaya başlamıştı. Ancak onun bu tercihleri Fâtımîler ile arasının bozulmasına neden oldu. Kuzey Afrika’daki hâkimiyetini iyice pekiştirmek isteyen Fâtımî halifesi Muiz-Lidinillah 958 yılında Cevher esSıkillî’yi bölgeye gönderdi. Savaşı kazanan Cevher, İbn Vâsûl’u yakalayıp hapse attı. Onun hapse atılmasından ve orada ölümünden sonra ülkede taht mücadeleleri baş gösterdi. Bu süreçte iyice zayıayan Midrarîler Endülüs Emevîleri’nin, 976 yılında başkentleri Sicilmâse’yi ele geçirmelerinden sonra tarihe karıştılar. 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 61 Özet Büveyhîler’in İslâm siyasi tarihindeki yerini kavrayabilmek, Hazar Denizi’nin güneybatı kıyılarında kurulan Büveyhîler, Ortaçağ İslâm dünyasının en büyük devletlerden birisiydi. Şîa mezhebine mensup olan Büveyhîler 940’lı yılların başlarında Abbasî halifeliğinin merkezi Bağdat’ta kontrolü ellerine geçirdiler. Büveyhîler’in işgali sonucunda Abbasî halifeliği çöküş içerisine girdi. Bu dönemde Büveyhîler Fars ve Huzistan, Kirman, Cibal ve Irak olmak üzere dört farklı bölgede hüküm sürüyorlardı. Adüdüddevle devrinde Büveyhîler en güçlü ve parlak günlerini yaşadılar. Ancak onun ölümünden sonra devlet içerisinde iç isyanlar çıktı. Bu isyanlardan yararlanan Gazneli Mahmud Büveyhî topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Gazneli saldırısından korunmayı başaran hanedan Bağdat’taki siyasi hâkimiyetini bir süre daha devam ettirdi ise de, 1055 yılında şehri ele geçiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 110 yıllık Büveyhi hâkimiyetine son verdi. Tolunoğulları ve İhşidîler’in Türk-İslâm tarihi açısından önemini ifade edebilmek, Abbasîlerin Mısır valisi Ahmed b. Tolun tarafından 868 yılında kurulan Tolunoğulları, halifelik idaresinde Türk bir yönetici tarafından kurulan ilk müstakil devlet olma özelliğini taşımaktadır. Yaklaşık 37 yıllık bir süreçte hüküm süren Tolunoğulları bölgeye büyük hizmetler yapmışlar, Fustat’ı önemli bir kültür merkezi haline getirmişlerdi. Ahmed b. Tolun’un yaptırdığı cami günümüzde bile Mısır’daki en önemli mimari eserler arasındadır. Ahmed b. Tolun’un oğlu Humareveyh devrinde de son derece parlak günler geçiren devlet daha sonraki dönemlerde zayıamış ve siyasi etkisini kaybetmiştir. Tıpkı Tolunoğulları gibi Türk asıllı olan bir diğer devlet de İhşidîler idi. Abbasî devrinin önemli kumandanlarından Muhammed b. Tuğc’un kurduğu İhşidîler Suriye’nin tamamına hâkim olmuşlardı. Ancak bu devletin siyasi varlığı da pek uzun sürmedi. Güçlü bir hükümdar olan İbn Tuğc’un yerine geçen oğlu Ebu’l-Kasım Ünücür devrinde devlet zayıadı ve iki kola ayrıldı. 969 yılında Fâtımîler’in kumandanı Cevher es-Sıkillî tarafından İhşidîlerin hâkimiyetine son verildi. Ağlebîler’in Avrupa’da İslâm kültürünün yayılmasına katkısını açıklayabilmek, Kuzey Afrika’da hüküm sürmüş olan Ağlebîler bilhassa I. Ziyadetullah devrinden itibaren Avrupa’da İslâm kültürünün yayılması yolunda büyük çaba göstermişlerdir. 827’de Sicilya’yı Bizanslılar’ın elinden almak için teşebbüslere başlayan I. Ziyadetullah, devletini Akdeniz’de üstün hale getirecek büyük bir donanma hazırlatarak Güney İtalya sahillerini, Sardunya’yı, Korsika’yı, hatta Alpler’in denize yakın kesimlerini tehdit ve yağma etmeleri talimatını vermişti. Bu şekilde gaza ve cihad faaliyetlerine girişen Ağlebîler 868’de Malta’yı, ardından Sicilya’yı ele geçirdiler. Sicilya bu tarihten itibaren XI. Yüzyıl sonlarında Normanlar tarafından ele geçirilmesine kadar Müslümanların elinde kaldı ve İslâm kültürünün Hıristiyan Avrupa’ya yayılmasında önemli bir merkez oldu. Moğol İstilası’nın Abbasî toplumunda meydana getirdiği tahribatı kavrayabilmek, XIII. asrın başlarına gelindiğinde Abbasîler’in siyasi iktidarı iyice zayıamış, halifeler emirlerine bile söz geçiremez hale gelmişlerdi. 1253 yılında Ön Asya seferine çıkan Cengiz Han’ın torunu Hülagü Han, dört yıl sonra Tebriz’i ele geçirdi. Daha sonra hareketini sürdürerek yaklaşık elli gün süren çetin bir kuşatmadan sonra 10 Şubat 1258’de Bağdat’a girdi. Abbasîlerin başkenti ile birlikte Halife Mustasım-Billâh da Moğolların eline geçmişti. Hülagü Han, halifeyi bir çuvala koydurup askerlerinin atlarının ayakları altında çiğnetmek suretiyle feci bir şekilde öldürttü. Hülagü Han’ın Bağdat’ı ele geçirerek Abbasî halifesini katletmesiyle, yaklaşık 500 yıllık Abbasî Devleti’nin Bağdat’taki siyasi varlığını sona ermiş oldu. 1 2 3 4 62 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Halep’te kurulmuştur? a. Mirdasîler b. Rüstemîler c. Fâtımîler d. İdrisîler e. Ağlebîler 2. Aşağıdakilerden hangisi Abbasî halifesini Büveyhîler’in baskısından kurtarmıştır? a. Selçuk Bey b. Tuğrul Bey c. Berkyaruk d. Sancar e. Melikşah 3. Sicilya bölgesini aşağıdakilerden hangisi ele geçirmiştir? a. Hammadîler b. Büveyhîler c. Resulîler d. Ağlebîler e. Mirdasîler 4. İsmail b. Ahmed döneminde aşağıdaki şehirlerden hangisi Sâmânîler Devleti’ne başkentlik yapmıştır? a. Fergana b. Semerkand c. Buhara d. Taberistan e. Sistan 5. Aşağıdakilerden hangisi Rüstemîler Devleti hükümdarlarından biri değildir? a. Abdurrahman b. Rüstem b. Ebu’l-Hattab c. Eâh d. Ebu’l-Yakzan e. Ebu Bekir b. Eâh 6. Aşağıdakilerden hangisi Halife Memun’un halife ilan edilmesine doğrudan katkı sağlamıştır? a. Afşin b. Boğa el-Kebir c. Ebu’l-Kasım Semkû b. Vusûl d. Yakub b. Leys es-Saâr e. Tahir b. el-Hüseyin 7. Aşağıdakiler’den hangisi Büveyhîler’in hâkim olduğu şehirlerden biri değildir? a. Bağdat b. Kirman c. Hemedan d. Fustat e. İsfahan 8. Abbasîlerin Bağdat’ta hüküm süren son halifesi aşağıdakilerden hangisidir? a. Emin b. Mutazıd c. Mustasım-Billah d. Harun Reşid e. Mütevekkil 9. Aşağıdakilerden hangisi Abbasî Devleti’nin Bağdat’taki siyasi varlığına son vermiştir? a. Argun b. Olcaytu c. Teküdar d. Hülagü e. Abaka 10. Aşağıdakilerden hangisi köken olarak Türk olan bir vali tarafından kurulmuştur? a. Tolunoğulları b. İdrisîler c. Ağlebîler d. Midrarîler e. Büveyhîler 3. Ünite - Abbasîler Döneminde İslam Dünyası 63 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız doğru değilse “Mirdasîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse “945 sonrasında Abbasî Devleti” bölümünü yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Ağlebîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 4. c Yanıtınız doğru değilse “Sâmânîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse “Rüstemîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “Tahirîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 7. d Yanıtınız doğru değilse “Büveyhîler” bölümünü yeniden okuyunuz. 8. c Yanıtınız doğru değilse “945 sonrasında Abbasî Devleti” bölümünü yeniden okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse “945 sonrasında Abbasî Devleti” bölümünü yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse “Tolunoğulları” bölümünü yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Simcuriler X. Yüzyılda Samânîler adına kumandanlık yapmışlardı. Samânîler 914’te Sistan’a hâkim oldukları zaman bölgenin yönetimini Ebû İmran Simcur’a bırakmışlardı. Simcur bir süre sonra Sâcoğulları’nın elinden Rey’i alarak bu şehrin valisi oldu. Hayatının son dönemlerinde Herat valisi olarak görev yapan Simcur’un vefatından sonra oğulları, Ziyarîler ve Saârîler ile yaptıkları mücadelede Samanoğulları’nın yanında yer aldılar. Simcurîler’in Samânî Devleti içerisindeki nüfuzu 989 yılında gelindiğinde iyice artmıştı. Öyle ki, bu durum Samanî hükümdarı II. Nasr tarafından tehdit olarak algılandı ve hükümdar bu nüfuzu kırmak için Gazneliler’le ittifak arayışına girdi. Taraar arasında yapılan savaşta Simcûrîler’in reisi Ebu Ali Simcûr yenildi. 999 yılında Gazneli Mahmud ile yapılan bir diğer savaşta da Simcûrî reisi yenilip Kuhistan’a kaçınca aile eski gücünü kaybetti. Sıra Sizde 2 Türklerin Abbasîler’in kuruluşundan itibaren devletin değişik kademelerinde aktif bir şekilde rol almaya başladıkları bilinmektedir. Halife Mehdi devrinde başlayan bu yükseliş, Harun Reşid devrinde faziletlerini övmek için haklarında bir eser yazılacak, yahut halifenin hassa ordusunu oluşturacak kadar etkin hale gelmişti. Memun ve Mutasım ile başlayan ve sonraki halifeler tarafından devam ettirilen uygulamalar neticesinde Türkler ordu komutanlığı, valilik ve vezirlik görevlerini ifa ettiler. Bu dönemde valilik yapan Türk komutanlarından birisi de Ahmed b. Tolun’du. Halife Mutez tarafından Mısır valiliğine tayin edilen İbn Tolun kısa süre sonra bağımsızlığını ilan ederek müstakil bir devlet kurdu. Tolunoğulları adını alan bu devlet Abbasî hizmetindeki Türkler’in kurduğu ilk devletti. Tolunoğulları’nın Mısır tarihi açısından bir başka önemi ise 639’da fethinden sonra kurulan ilk müstakil devlet olmasıydı. Sıra Sizde 3 İdrisîler, İslâm uygarlığının Mağrib bölgesinde yayılmasında önemli paya sahip oldular. Emevîler’in iktidarı ele geçirmesinden itibaren ciddi anlamda siyasi baskıyla karşılaşan, aynı şekilde Abbasîler tarafından da sistemin dışında bırakılan Hz. Ali soyuna mensup olan İdrisîler, Haricîler tarafından parçalanan Mağrib Berberi kabilelerinin bir araya gelmesinde büyük rol oynamışlardır. İdrisîler aynı zamanda Fas bölgesinde hâkim eski ilkel kültlerin ortadan kaldırılarak bölgede İslâmiyet’in sağlam bir şekilde yerleşmesini de sağlamışlardı. İmar ve iskâna önem veren İdrisî hükümdarları Fas başta olmak üzere Asile, Aklam, Hacerünnesr gibi çok sayıda yeni şehirler inşa etmişlerdi. Sıra Sizde 4 İbâziyye mezhebini benimsemiş olan Rüstemî hükümdarları eğitim ve kültüre büyük önem vermişlerdi. Devleti yöneten imamlar aynı zamanda büyük birer âlimdiler. Devletin kurucusu Abdurrahman İbn Rüstem dini ilimler, dil ve astronomi konularında derin bilgiye sahipti. Onun tefsir alanında, günümüze kadar ulaşan bir eseri vardı. İkinci hükümdar Abdülvehhab ise Tahert’te büyük bir kütüphane kurmuş, Mesâilü Nefuse adında büyük bir de eser yazmıştı. Aynı şekilde Eâh ve Ebu’l-Yakzan da büyük birer âlim olmalarının yanı sıra, ilme ve ilim adamlarına büyük önem vermişler, âlimlerle istişareler yapmışlardı. Ebu’l-Yakzan camide bizzat ders okuturdu. 64 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Yararlanılan Kaynaklar Bu devirde halk camilerde kurulan ilim meclislerine katılır, imamlar ilim tahsil etmeleri yönünde halkı teşvik ederlerdi. Rüstemîler döneminde çok sayıda eserin toplandığı bir kütüphane de mevcuttu. Mâsumiye adını taşıyan bu kütüphanedeki 300.000 ciltten fazla kitabın Fâtımî kumandanı Ebu Abdullah eş-Şiî tarafından yaktırıldığı rivayet edilir. Devrin en önemli ilim merkezlerinden birisi olan bu kütüphanede çok sayıda âlim birbirinden kıymetli eserler vermişlerdi. Şair Nefûsî’nin yazdığı İbazi âlimlerinin biyografilerini içeren Ahbârü’l-eimmeti’lRüstemîyye; Fakih Ebû Gânim’in el-Müdevvene’si ve Rebî’ b. Habib’in Müsned’i bunlardan bazılarıdır. Arı, M. S. (2009). Haricilerin Kurduğu Devlet Rüstemîler, Van. Bosworth, C. E. (1980). İslâm Devletleri Tarihi, çev.: E. Merçil-M. İpşirli, İstanbul. Brockelmann, C. (1992). İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev.: Neşet Çağatay, İstanbul. Donohue, J. J. (2003). e Buwayhid Dynasty in Iraq 334 H./945 to 403 H./1012, Leiden-Boston. Hasan, H. İ. (1985). Siyasî-Dinî-Sosyal-Kültürel İslâm Tarihi, C. III-VI, terc.: İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, İstanbul. Kurt, H. (2002). Türk-İslâm Dönemine Geçişte Tahiroğulları, Ankara. Merçil, E. (1988). “Tahiriler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, ed.: H.D. Yıldız, İstanbul. Özkuyumcu, N. (1996). İlk Müslüman Türk Devletleri Tolunoğulları ve İhşidîler, İzmir. Söylemez, M. (1998). “İlk Haricî Devlet: Rüstemîler (160-297/777-909)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 38, Ankara. Usta, A. (2007). Şamanizmden Müslümanlığa Geçiş Sürecinde Türklerin İslâmlaşma Serüveni (Sâmânîler Devleti 874-1005), İstanbul. Yıldız, H.D. (1999). “İlk Müslüman Türk Hanedanları”, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, haz.: İ. Kafesoğlu-H.D. Yıldız-E.Merçil, İstanbul. Yılmaz, S. (2006). Mutazıd ve Müktefi Döneminde Abbasîler, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Abbasîler”, “Ağlebîler”, “Büveyhîler”, “İdrisîler”, “İhşidîler”, “Hamdânîler”, “İsmail b. Ahmed”, “Mirdasîler”, “Rüstemîler”, “Şurta” maddeleri. 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Fâtımî Devleti’nin Kuruluşu, siyasal ve sosyal tarihini tanımlayabilecek, Eyyûbîler’in Ortadoğu’da oynadıkları rolü açıklayabilecek, Memlük Devleti’nin siyasi ve sosyal tarihi ile önemini açıklayabilecek, Moğol ve Haçlı İstilaları ile 969-1517 tarihleri arasında Mısır’daki Fikir Hareketleri ve Mezheplerini tanımlayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Fâtımîler • İsmailîlik • Eyyûbîler • Haçlılar • Moğollar • Memlük Sistemi • Bahrî (Türk) Memlükler • Burcî (Çerkez) Memlük İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler • FÂTIMÎLER (909-1171) • EYYÛBİLER (1171-1260) • SELAHADDİN EYYÛBÎ VE EYYÛBİLER’İN KURULUŞU • MELİK SALİH NECMEDDİN EYYÛB VE EYYÛBÎLER’İN SONU • MEMLÜK DEVLETİ (1250-1517) • BAHRÎ MEMLÜKLER DÖNEMİ (1250-1382) • BURCÎ MEMLÜKLER DÖNEMİ (1382-1517) İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II FÂTIMÎLER (909-1171) Adını Hz. Peygamberin kızı Hz. Fâtıma’dan alan hanedan sırasıyla Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hâkimiyet kurmuş ilk Şîi hilafetidir. Kuzey Afrika’da ortaya çıkan Fatımî Devleti’nin esası Şîa’nın İsmâilî koluna dayanır. Bölgede hüküm süren Ağlebîler’in başkenti Rakkâde’nin 909 yılında Ebû Abdullah eş-Şîi vasıtasıyla ele geçirilmesiyle Fâtımî Devleti kurulmuş oldu. İlk halifesi Ubeydullah el-Mehdî’dir. Fâtımîler’in kurulduğu dönemde (909-973) Kuzey Afrika Ehl-i sünnet ile aşırı görüşleriyle bilinen Haricîler arasında paylaşılmıştı. Fâtımîlerin resmi mezhebi Şîiliğin bir kolu olan İsmâilîlik bölgede varolan mezhepsel karmaşayı daha da artırdı. Diğer taraan Berberi kabilelerinin birbirleriyle olan mücadeleleri bölgedeki huzursuzluk ve karışıklıkların devam etmesine sebep oluyordu. Bu siyasi manzarayı iyi tahlil eden Ubeydullah Mehdî Kuzey Afrika’ya ayak bastığı andan itibaren burada Fatımî Halifeliği’nin hedeerini gerçekleştiremeyeceğini anladı. Bu sebeple Kuzey Afrika’nın doğu sahilindeki bir yarımadada Mehdiye adıyla anılan bir başkent kurdu. Kuzey Afrika’nın Sünnî sâkinleri Fâtımî Devleti’ni tehdit eden Haricîleri desteklemişlerse de bu hareket 947’de Fatımî Halifesi Mansûr-Billâh tarafından bertaraf edildi. Fâtımîler’in doğuya (Meşrık), îslam topraklarının merkezine, doğru genişleme düşüncesi ancak Fatımî Halifesi Muiz-Lidînillâh (953-975) döneminde gerçekleşebildi. Fatımîlerin en başarılı kumandanlarından olan Cevher es-Sıkıllî İhşîdîler’in son döneminde Mısır’da baş gösteren iç karışıklıklardan da faydalanmak suretiyle Mısır’ı elegeçirdi (969). Fâtımîler’in Mısır’ı ele geçirmeleri bölgede dinî, siyasî ve sosyal açılardan büyük değişikliklere sebep oldu. îslam tarihinde ilk defa Bağdat’a bağlı olmayan bir hükümet Mısır’a hâkim oluyordu. Fâtımîler’in Mısır’a girmesiyle birlikte îslam âleminde oynadıkları rol de esaslı bir şekilde değişti. Bundan böyle Fâtımîler dinî, felsefi ve sosyal hareketlere liderlik ettiler. Fâtımîler Mısır’ı ele geçirip orada bağımsız bir halifelik kurmalarına rağmen îslam âleminin tamamına hiçbir zaman hâkim olamadılar ve kendilerini îslam toplumunun büyük kısmından ayrı tuttular. Cevher es-Sıkıllî Mısır’ı ele geçirdikten sonra Fustat’ın kuzeydoğusunda başkent Kahire’yi kurdu. Fâtımîler, rakipleri Abbâsîler’in başkenti ve Sünnîliğin merkezi Bağdat’ı ele geçirebilmek için önce Suriye’ye elde etmek zorundaydılar. Fakat Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler Şia’nın aşırı kollarından biri Dîni ve Siyasi konularda aşırı görüş ve faaliyetleriyle tanınan grup 68 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Suriye’de hâkim olan aşırı Şiî bir grup olan Karmatîler bir müddet Fâtmîlere karşı direndi. Suriye’de Fâtımî hâkimiyeti ancak Halife Azîz-Billâh (975-996) döneminde kurulabildi. Onun dönemi Fâtımîlerin en güçlü olduğu devredir. Azîz-Billâh döneminin sonunda Fatımî hilâfeti oldukça genişledi; Fatımî davetçileri Suriye ve Kuzey Afrika’dan sonra Yemen ve Musul’da da propaganda yapma imkânı buldular. Orduda Berberîlerin yanı sıra Türkler ve Deylemliler de kullanıldı. îslam’ın Mekke ve Medine gibi iki mukaddes şehrinin bulunduğu Hicaz’da Fâtımî hâkimiyetine boyun eğdi. Fâtımîler döneminde Türklerin oynadığı rol için Nihat Yazılıtaş’ın Fâtımî Devleti’nde Türkler, (Ankara 2009) adlı kitabına bakınız. Hâkim-Biemrillâh dönemi (996-1021) Fâtîmî tarihinin en ilginç devresidir. Halife birbirine taban tabana zıt kararlar alabilen bir şahsiyetti. Bu dönemde Ehl-i sünnet mensupları ile gayrı Müslimlere çeşitli baskılar yapıldı. İlk dönem îslam halifelerine yapılan hakaretler Hâkim’in emriyle camilere asıldı. Psikolojik problemleri olan Halife kendi yakınları da dâhil olmak üzere pek çok insanı suçsuz yere öldürttü. Danışmanlarının teşvikiyle daha da ileri giderek 1017 yılında ilâhlık iddiasında bulunan Hâkim-Biemrillâh 1021 yılında esrarengiz bir biçimde ortadan kayboldu. Onun takipçileri Dürzîler olarak anılırlar. Fâtımîler Devleti Müstansır-Billâh’ın zamanında (1036-1094) en geniş sınırlarına ulaştı. Mısır, Güney Suriye bölgesi, Kuzey Afrika, Sicilya, Afrika’nın Kızıldeniz sahilleri, Hicaz ve Yemen hâkimiyetleri altındaydı. Ayrıca îslam Dünyasının doğusunda Sünnîler’in idaresinde olan çok sayıda şehrin hâkimi de MüstansırBillâh’a tâbi oldu. Ancak onun hilafetinin ikinci döneminde çıkan karışıklıklar sebebiyle devlet çok kısa bir sürede küçülmeye başladı. Fâtımîler’le Abbasîler arasındaki ilk çatışma Bağdat’ta hazırlanan ve Fâtımîler’in soyuna hakaret eden şecerelerle (soy ağacı çizelgesi) başladı. Fâtımîler’e karşı Selçuklulardan yardım isteyen Abbasîler, aynı zamanda Kuzey Afrika Valisi Muiz b. Bâdîs’i Fatımî hâkimiyetini tanımaması yönünde kışkırttılar. Muiz b. Bâdîs de 1051 yılında Fâtımîler’e isyan ederek Kuzey Afrika’da hutbeleri Abbasîler adına okutmaya başladı. Şiî İsmâiliyenin aşırı kollarından biri. Resim 4.1 Kahire’de Fâtımî halifesi Hâkim’in yaptırdığı cami Cengiz Tomar Arşivi 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 69 Fâtımîler bunun üzerine askerî, siyasî ve iktisadî vasıtalarla Abbâsîler’e tepki göstermeye başladılar. Davetçiler (dâiler) vasıtasıyla Abbasîler aleyhindeki propaganda faaliyetlerini daha da yoğunlaştırdılar. Fâtımîler Arslan Besâsirî’nin Abbasî halifesine karşı başlattığı ayaklanmayı desteklemişler, Bağdat’ı istilâ eden Arslan Besâsirî de hutbeyi Fatımî halifesi adına okutmuş ve Abbasî Halifesi KâimBiemrillâh’ı hapsetmiştir (1058). Ancak Sünnî Selçuklu Türkleri Tuğrul Bey’in komutasında Abbasî Halifeliği’ni Fâtımîler’in eline düşmekten kurtardı. XI. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Mısır büyük bir ekonomik kriz içine düştü. Çeşitli askerî gruplar arasında meydana gelen çatışmalar da iç karışıklığa sebep oluyordu. Olayların olumsuz yönde gelişmesi Halife Müstansır-Billâh’ı, Akkâ valisi Bedr el-Cemâlî’yi yardıma çağırmak zorunda bırakmıştır. 1074 yılında Mısır’a gelen Bedr el-Cemâlî anarşiyi kontrol altına almaya, huzur, emniyet ve istikrarı yeniden tesis etmeye muvaak oldu. Buna karşılık halife yetkilerini Bedr el-Cemâlî’ye devretti. Böylece Fâtımîler tarihinde “Vezirler Dönemi” (1074-1125) başladı. Bedr el-Cemâlî ve haleeri Efdal ile Me’mûn el-Batâihî’nin kurdukları düzen Fatımî Devleti’ni çökmekten kurtardı. Babası Bedr el-Cemâlî’nin yerine vezirlik makamına geçen Efdal b. Bedr elCemâlî, Halife Müstansır’ın küçük oğlunu “Müsta’lî-Billâh” lakabıyla halifelik makamına getirerek tamamen nüfûzu altına aldı. İsmâilî mezhebine göre bu makamın meşru vârisi olan Müstansır’ın büyük oğlu Nizar, Efdal tarafından bertaraf edilince hilafet iddiasını sürdürdü ve İsmâilîler Müstaliyye ve Nizâriyye olarak ikiye bölündü. Mısır, Suriye, Yemen ve Hindistan’daki İsmâilîler’in büyük bir kısmı Müsta’lî’nin imamlığını tanıdı. İran İsmâilîleri ise Hasan Sabbâh’ın liderliğinde Nizâr’ın imamlığını tanıdılar ve Nizâriyye adıyla anıldılar. Müsta’lî’nin 1101’de ölümünden sonra beş yaşındaki oğlu Âmir-Biahkâmillâh yine Efdal tarafından halife ilan edildi. Böylece yirmi yıl boyunca ülkenin tek fiilî hâkimi olarak hüküm sürdü. Suriye bölgesine yönelik Haçlı saldırıları yine onun döneminde başladıysa da Efdal bu saldırılara önem vermedi. Hatta Selçuklular’a karşı Haçlılar’la anlaşmaya bile çalıştı. Fakat sonunda devlet Suriye’deki şehirlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Bir müddet sonra Efdal’in nüfûzundan kurtulmak isteyen Âmir-Biahkâmillâh, Me’mûn el-Batâihî ile iş birliği yaparak Efdal’i öldürttü (1121). Ödül olarak da Batâihî’yi vezir tayin etti. Halife Âmir ile Vezir Me’mûn’un dönemi (1122-1125) Fâtımîler’in Mısır’daki en parlak dönemlerinden birini teşkil eder. Vezir Me’mûn ile Halife Âmir arasındaki ittifak çok uzun sürmedi. 1125 yılında hapsedilen vezir Me’mun el-Batâihî daha sonra öldürüldü. Devlet idaresinde tecrübesiz olan Halife Âmir gayri müslimleri önemli görevlere getirerek Müslümanlara çeşitli baskılar yapılmasına ses çıkarmadı. Bu baskılar üzerine Müslümanlar tarafından çıkarılan isyanın ardından Nizârîler tarafından öldürüldü (1130). Şiî Fâtımîlerin Mısır’ı elegeçirmeleri bölgede siyasi, sosyal ve dini açılardan ne gibi değişikliklere sebep olmuştur? Âmir’in vâris bırakmadan ölmesi yeni bir bunalıma yol açtı. Bu sırada halifenin kim olacağına dair yapılan tartışmalar çeşitli karışıklıkların çıkmasına sebep oldu. 1131 yılında Hâfız-Lidînillâh Fâtımî halifesi oldu. Fatımî Devleti’nin son yıllarında Hafız-Lîdînillâh ve haleerinin imametini tanımayan pek çok bölge Fâtımîler’den ayrıldı. Böylece bu son kırk yıl içinde Fâtımîler Kahire’de mahallî bir hanedan gibi hüküm sürdü. Fâtımî tarihinde 1074-1125 yıllarını kapsayan ve idarede vezirlerin halifelerden daha etkili olduğu dönem. Nizar’ın imamlığını tanıyan İran İsmâilîleri 1 70 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Bu dönemde devlet kademelerinde önemli görevler alan Hıristiyan yöneticiler Ermenistan’dan on binlerce Ermeni’yi getirterek Mısır’a yerleştirdiler. Ancak bu durum Müslümanların tepkisine yol açtı ve pek çok isyan çıktı. Bunun üzerine Ermeni kökenli vezir Behram’ın yerine Rıdvan b. Velahşâ vezirlik makamına getirildi. Rıdvan halkının çoğunluğu Sünnî olan İskenderiye’deki Sünnî faaliyetleri desteklediği gibi Mısır’ın ilk îslam medresesini kurdu (1138). Ancak halifenin askerleri kışkırtması üzerine buradan kaçmaya mecbur kaldı. Hafız-Lidînillâh Rıdvan’dan sonra vezir atamayarak ölümüne kadar (1149) yönetimi kendi eline aldı. Bu arada Âdil b. Sellâr gibi Sünnîler’den de vezirlik makamına getirilenler oldu. Ancak bu durum karışıklıkları önlemeye yetmedi. Haçlılar bu karışıklıklardan istifadeyle Fâtımîler’in Suriye’deki son kalesi Askalân’ı da işgal ettiler (1153). Fâtımîler’in güçlü vezirlerinin sonuncusu olan Talâi’ b. Rüzzîk döneminde karışıklıklar biraz olsun azaldı. Fatımî Devleti’nin son on yılı vezirlik mücadeleleriyle geçti. Şâver b. Mucir ve Dırgâm b. Âmir arasındaki mücadelede Şâver, Şam (Dımaşk) hâkimi Nûreddin Zengî’ye sığındı, ondan kendisine yardımcı olmasını ve vezirlik makamına iade edilmesini istedi. Nûreddin de Esedüddin Şîrkuh kumandasındaki orduyu Mısır’a gönderdi (1169). Mısır’ı elegeçiren ve Fâtımî veziri olarak atanan Şirkuh’un çok geçmeden ölümü üzerine yerine yeğeni Selahaddin Eyyûbî tayin edildi. Nûreddin Zengî adına hareket eden Selahaddin Eyyûbî ile birlikte Eyyûbîler dönemi başlamış oldu. Ortaçağda Mısır uluslararası ticaretin önemli merkezlerinden biryidi ve Fustat, İskenderiye gibi şehirler yabancı tüccarların yoğun olarak bulundukları yerlerdi. Bu tüccarlar Mısır’ın iç kısımlarından gelen malları Fustat ve İskenderiye vasıtasıyla Avrupa’ya ulaştırıyorlardı. Bu tüccarların Mısır şehirlerinde kaldıkları misafirhaneler ve hanlar bulunmaktaydı. Özellikle Fustat bu ticaretin ana kavşak noktasıydı. Siyâsi açıdan çok başarılı olamayan Fâtımîler döneminde ilmi ve kültürel hayat canlanmıştır. Sünnîliğe karşı kendi mezheplerini yaymak isteyen Fâtımîler bölgede bilim ve kültür müesseseleri kurdukları gibi kadim medeniyetlerin eserlerini Arapça’ya çevirmeye devam ettiler. Fâtımî sarayı bu bakımdan büyük önem taşır. Kültürlerini yaymak isteyen Fâtımîler çok büyük kütüphaneler kurmuşlardır. Fatımî devlet adamlarının evlerinde ilim sohbetleri yaptıkları bilinmektedir. Halkın katıldığı ilim meclislerinde ise Şii inancı öğretilirdi. Halife Hâkim-biemrillah tarafından kurulan Abbâsîlerdeki Beytü’l-hikme’ye benzeyen Dârü’l-hikme (Dârü’l-ilm) zengin vakıarla desteklenerek îslami ilimlerin okutulması için tahsis edilmişti. Burada çok geniş bir de kütüphane bulunmaktaydı. Fatımiler döneminde özellikle tefsir, fıkıh, Arap Dili ve edebiyatı alanlarında çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan İhvan-ı Safa felsefesi dikkate değerdir. Fâtîmîler hakkında geniş bilgi için Hakkı Dursun Yıldız’ın editörlüğünde hazırlanan Doğuştan Günümüze Büyük îslam Tarihi, (İstanbul 1986) adlı eserin 5. cildindeki Fâtımîler bölümüne bakınız. Şüphesiz bu dönemin en önemli eğitim merkezi Ezher’dir. Cami olarak inşâ edilmiş bulunan ezher zamanla Îslam dünyasının her tarafından ilim adamları ve öğrencilerin geldiği bir medreseye dönüşmüştür. Özellikle vezir İbn Killis döneminde ilim ve kültüre büyük önem verilmiştir. Resim 4.2 Fâtımîler’in kurduğu en önemli Eğitim Kurumu Ezher Cengiz Tomar Arşivi 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 71 EYYÛBÎLER (1171-1260) Selahaddin Eyyûbî ve Eyyûbîler’in Kuruluşu Adını, hanedanın kurucusu Selâhaddin Eyyûbî’nin babası Necmedddin Eyyûb’tan alır. Türk-Kürt-Arap karışımı olan Eyyübî ailesinin menşei hakkında kesin bilgiler yoktur. Çeşitli devletlerin hizmetinde çalışan Eyyûbî ailesi 1138 yılında Musul’da Zengîler’in hizmetine girerek Haçlılar’a karşı mücadele ettiler. Nûreddin Zengî’nin ordusunda görev alan Selahaddin ve amcası Şirkûh 1164-1169 yıllarında yapılan Mısır seferleriyle öne çıkmaya başladılar. Selâhaddin’in 1169’da Fâtımî veziri olmasıyla birlikte Eyyûbîler devletinin temelleri de atılmış oldu. Mısır’da düzeni kısa sürede sağlayan Selahaddin Fâtimî taraarlarını yönetimden uzaklaştırdı. Bizans-Haçlı kuvvetlerini mağlup ederek önemli bir tehlikeyi bertaraf etti. Selâhaddin, 1171 yılından itibaren Mısır’da hutbeyi Abbâsî halifesi adına okuttu. Bu arada Kudüs Haçlı Krallığı’na karşı başarılı seferler tertip etti ve Eyle’yi aldı. Daha sonra Nûbe (Kuzey Sudan), Yemen ve Libya’ya seferler düzenledi ve bu ülkeleri Nûreddin Zengî’nin devletine bağladı (1173-1174). Bir taraan da Bizans ve İtalyan şehir devletleriyle ikili anlaşmalar yaparak dış münasebetlerini geliştirdi. Mısır’ın ticari ve iktisadî durumunu düzeltti. Nûreddin Zengî’nin ölümünün ardından başlayan iktidar mücadeleleri esnasında bazı emirler Selâhaddin’i Suriye’ye davet ettiler. Atabegliğin kendi hakkı olduğunu düşünen Selâhaddin, davet üzerine 1174’de Suriye’ye giderek bölgeyi iki yıl süren bir mücadelenin ardından hâkimiyet altına aldı. 1176 yılında Selçuklular ve Artuklular’ın da dâhil olduğu anlaşmayla Suriye ve el-Cezîre üzerinde Selâhaddin’in hâkimiyeti Abbâsî halifesi tarafından da tanındı. Daha sonra Suriye’deki Haşhâşîler üzerine bir sefer düzenleyip onları itaat altına alan Selâhaddin Yemen’e önce büyük kardeşi Turan Şah’ı, daha sonra da diğer kardeşi Tuğtegin’i, Hama’ya Takıyyüddin Ömer’i, Baalbek’e Ferruh Şah’ı, Humus’a Nâsırüddin Muhammed adlı yeğenlerini göndererek buralarda da idareyi eline aldı. Böylece Eyyûbîler’in Hama, Humus ve Baalbek kolları kurulmuş oldu. 1177-1179 yılları arasında Haçlılarla mücadele eden Selahaddin 1180’de Musul hâkimi II. Seyfeddin Gazi’nin, 1181’de el-Melikü’s-Sâlih Nûreddin İsmail’in ölmesi üzerine, bu bölgede kendisine karşı yeni bir ittifakın meydana gelmesine imkân vermemek için Mısır’dan Suriye’ye dönüp I. Doğu Seferi’ne çıktı (1182). Bu sefer esnasında el-Cezîre bölgesini ve Sincar’ı, Âmid’i (Diyarbakır), ardından Halep’i aldı. 1185-1186 yıllarında çıktığı II. Şark Seferi’nde Meyyâfârikîn ve Şehrizor yöresini alarak Musul’u kendi idaresine bağladı. Aralarında anlaşma olmasına rağmen Haçlıların Müslümanlara ait bir ticaret kervanına saldırması üzerine tazminat isteyen Selahaddin olumlu yanıt alamayınca, Kudüs Haçlı Krallığı topraklarına bir sefer yapmaya karar verdi. Hıttîn Savaşı’nda Haçlıları büyük bir yenilgiye uğrattı (1187). Kısa sürede hemen hemen bütün Kudüs Haçlı Krallığı topraklarını ele geçirdiği gibi Haçlıların bölgede kurduğu Antakya Prinkepsliği ve Trablus Kontluğu’na ait pek çok araziyi de ilhak etti. Selahaddin’in Haçlılar karşısındaki zaferleri ve Kudüs’ün fethi Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Bütün Avrupa hükümdarları yeni bir Haçlı seferine karar verdiler. Bunlar arasında, Avrupa’nın en büyük üç hükümdarı Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa Kralı Philippe Auguste, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard da vardı. Îslam dünyasının Selâhaddin’i yalnız bırakmasına rağmen Selâhaddin bu Birleşik Suriye’deki Nizârî İsmâilîleri tanımlamak için kullanılan isim Selahaddin Eyyûbî’nin 1187 yılında Haçlıları yenilgiye uğrattığı savaş. 72 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Avrupa ordusuna direndi. 1192’de yapılan anlaşmanın ardından Filistin sahil şeridini Haçlılar’a bırakmasına karşılık Haçlılar Kudüs’ü ve fethedilen diğer toprakları Selâhaddin’de bıraktı. Selâhaddin 1193’de Şam’da vefat ettiğinde Eyyûbî Devleti’nin sınırları Kuzey Afrika’dan İran’a Anadolu’nun güney bölgelerinden Yemen’e kadar uzanıyordu. Ancak Türk Devlet sistemine göre yapılanan Eyyûbîler’de aile üyelerinin her birinin bir şehir ve bölgeye hâkim olması problem çıkarmaktaydı. Nitekim Selahaddin’in ölümünün ardından Eyyûbî ailesi mensupları arasında iktidar mücadelesi baş gösterdi. Selahaddin’in büyük oğlu Melik Efdal Ali hükümdarlık şartlarına uymadığından kısa süre sonra görevden uzaklaştırılarak yerine kardeşi Melik Azîz Kahire’de büyük sultan olarak tahta çıkarıldı (1196). Selahaddin Eyyûbî dönemi hakkında geniş bilgi için Ramazan Şeşen’in Selahaddin Eyyûbî ve Devlet (İstanbul 1987) adlı eserine bakınız. Melik Âdil Melik Azîz’in iki yıl sonra ölümünün ardından yeğenleri arasındaki mücadeleden istifade eden Selahaddin’in kardeşi Melik Âdil iktidarı elegeçirerek büyük sultan oldu (1200) ve devletin önemli bölgelerini oğulları vasıtasıyla kontrolü altına aldı. Mardin Artukluları da onun hâkimiyetini kabul ettiler. Tecrübeli bir devlet adamı olan Melik Âdil Haçlılara karşı ılımlı bir politika takip etti ve onlarla ticari ilişkiler kurdu. Selâhaddin döneminde Haçlılar’la yapılan antlaşma genellikle onun ölümünden sonraki karışıklık devrinde de devam etti. Ancak Alman İmparatoru VI. Henri’nin Haçlı seferine karar vermesi iki taraf arasındaki düşmanlığı yeniden canlandırdı. 1197 yılı yazında bazı Alman Haçlı grupları komşu müslüman topraklarına saldırdılar. Bunun üzerine Âdil de bundan faydalanarak Yafa’yı ele geçirdi. Avrupa’da IV. Haçlı Seferi ile ilgili hazırlıkları takip eden Âdil 1204 yılında yapılan IV. Haçlı Seferi’ni İstanbul üzerine yöneltmeye çalıştı ve bunda da başarılı olarak ülkesini büyük bir tehlikeden kurtardı. Ancak Akdeniz sahil şeridindeki bazı şehirleri Haçlılar’a bırakmak zorunda kaldı. Eyyûbîler Âdil’in zamanında Ahlât, Erciş ve Van’ı da alarak Ahlatşahlar’a son verdiler. Bütün bu gelişmeler olurken büyük sultan olarak Âdil’e tâbi olan bazı Eyyûbî melikleri devletten ayrılmaya başladı. Selahaddin Eyyûbî’nin Haçlılar karşısında 1187’de kazandığı Hıttîn Savaşının bölgedeki sonuçları neler olabilir? Melik Kâmil 1218’de V. Haçlı Seferi orduları Akkâ’dan Dimyat’a doğru hareket ederken Melik Âdil öldü. Yerine büyük oğlu ve Mısır hâkimi Melik Kâmil geçti. Bu esnada Haçlılar Dimyat’ı ele geçirdiler. Fakat Kâmil, kardeşleri ile iş birliği yaparak Haçlıları Resim 4.3 Şam’da Selahaddin Eyyûbî’nin Türbesi Cengiz Tomar Arşivi 2 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 73 durdurmayı başardı ve 1221’de yapılan anlaşmayla Dimyat’ı geri aldı. Ancak Haçlılar’ın yenilmesinden kısa bir müddet sonra kardeşler arasındaki bu birliktelik bozuldu. Kâmil, Alman İmparatoru II. Friedrich ile yapılan uzun müzakerelerden sonra Kudüs’ün Haçlılar’a bırakılması, etrafındaki arazinin müslümanlarda kalması, iki tarafın mukaddes yerlerinin kendi yönetimlerine terkedilmesi ve Frenklerin Kudüs’ü tahkim etmeyip sadece sivil maksatlarla kullanmaları şartlarıyla bir antlaşma yaptı (1229). 1232’de Güneydoğu Anadolu’da idarî düzenlemelere girişen Melik Kâmil Artuklular’ın Hısnıkeyfâ koluna son verdi. Artuklu beylerinin Anadolu Selçukluları’nı yardıma çağırması üzerine Güneydoğu Anadolu bölgesine giren I. Alâeddin Keykubad karşısında yenildi (1234). Anadolu Selçukluları Harput ve Ahlat’ı aldılar. Melik Salih Necmeddin Eyyûb ve Eyyûbîler’in Sonu: 1240 yılında Mısır tahtına çıkan Necmeddin Eyyûb da dağınık meliklikleri bir araya getiremedi. Anadolu’nun güneyi ile Halep, Humus ve Şam Eyyûbî meliklikleri daha çok Anadolu Selçuklularına tâbi kaldı. Necmeddin Eyyûb ile iktidar mücadelesine giren Şam hâkimi İmâdüddin İsmail Haçlılar’ın desteğini kazanmak için içlerinde Kudüs’ün de bulunduğu pek çok Filistin şehrini Haçlılar’a verdiyse de Necmeddin Eyyub’a bağlı birlikler 1244 yılında Kudüs’ü, ardından Taberiye ve Askalân şehirlerini Haçlılar’dan geri aldı. VII. Haçlı Seferi esnasında Dimyat’ın elden çıkması üzerine mücadeleye devam eden Necmeddin Eyyûb’un 1249’da vefatı üzerine oğlu Turan Şah sultan oldu. Bu esnada Müslümanlar Haçlıları kesin yenilgiye uğrattılar. Esir alınan Kral IX. Saint Louis büyük bir tazminatın yanı sıra Dimyat’ı iade ederek kendini kurtarabildi. Ancak eğlence düşkünü Turanşah memlük emirleri tarafından öldürüldüğünde Mısır’da Eyyûbî hâkimiyeti de sona ermiş oldu. Eyyûbîlerin Suriye’deki kolları da Moğollar tarafından ortadan kaldırıldı (1260-1263). Sadece Eyyûbîlerin Hama kolu 1342’ye, Hasankeyf kolu ise 1462’ye kadar varlığını sürdürebildi. Eyyûbîler döneminde bölgede Haçlılar’la savaş durumunda olunmasına rağmen ticari ilişkiler ve uluslar arası ticaret devam etmekteydi. Pek çok Avrupa ülkesi ile ticari anlaşmalar yapıldığından Kahire, Şam ve İskenderiye gibi şehirlerde Avrupalı tüccarlar bulunmaktaydı. Ekonomi, tarım, hayvancılık ve ticarete dayanıyordu. Eyyûbîler Mısır’ın yanı sıra Suriye ve Yemen’de verimli topraklara sahiptiler. Güçlü bir mâli teşkilatı olan Eyyûbiler döneminde toplumu zor durumda bırakan ilave vergiler kaldırılmıştır. İpek ve Baharat yollarının bir kısmının Eyyûbî topraklarından geçmesi Mısır ve Suriye’yi transit ticaretin merkezi yapmıştı. Devlet bu nedenle önemli miktarda gümrük vergisi elde etmekteydi. Eyyûbîler dönemi ilim ve Kültür hayatı açısından önemli bir devredir. Zira Eyyûbîler, Şiî Fâtımîlerin ardından Sünnî medreseleri yaygınlaştırarak Selçukluların başlattığı ilmî hareketi canlandırdılar. Resim 4.4 Şam’da Eyyûbîler döneminde inşå edilen Ådiliyye Medresesi Cengiz Tomar Arşivi Eyyûbî sultanı Melik Kâmil ile iyi ilişkiler kuran Alman imparatoru. VII. Haçlı seferinin başında Mısır’a gelen Fransa Kralı 74 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Eyyûbîler hakkında geniş bilgi için Ramazan Şeşen’in Salahaddin’den Baybars’a Eyyûbîler Memlükler, (İstanbul 2007) adlı kitaba bakınız. MEMLÜKLER (1250-1517) Mısır’daki son Eyyûbî sultanı Turanşah’ın öldürülmesinin ardından devlet yönetiminde söz sahibi olan Memlûk emirleri Sultan Necmeddin Eyyûb tarafından satın alınarak Mısır’a getirilmiş Türklerden oluşan askerî birliklerde yetişerek komuta katına yükselmişlerdi. Bunlar zaman içerisinde devlette söz sahibi olmuş ve nihayetinde Memlük Devleti’ni kurmuşlardı. Memlük Devleti pek çok açıdan Îslam dünyasındaki diğer devletlere nazaran farklılıklar gösterir. Sultanlar daha hayatta iken oğullarından birini veliaht tayin etseler de Memlükler saltanat prensibine uymayarak genellikle kuvvetli emirleri tahta çıkardılar. Memlük Devleti tarihsel olarak iki döneme ayrılır. 1250-1382 yılları arasındaki Memlük sultanlarının çoğu Eyyûbî sultanı Necmeddin Eyyûb tarafından Nil nehri üzerinde Ravza adasındaki kaledeki kışlalarda yetiştirilen Türk Memlüklerden olduğu için bu döneme Bahrî Memlükler (Türk Memlükler) Dönemi adı verilir. 1382-1517 yılları arasındaki devrede sultan olanların büyük kısmı ise Bahrî Memlük sultanlarından Kalavun tarafından satın alınarak Kahire kalesindeki burçlarda yetiştirilen Çerkez memlüklerden olduğu için bu dönem Burcî Memlükler (Çerkez Memlükler) dönemi olarak adlandırılır. Memlükler Osmanlılardan önce bölgenin en büyük devleti olarak Îslam Dünyası için büyük tehlike arzeden Haçlılar ve Moğollar’a karşı Müslümanları korumuşlar ve bu iki tehlikeyi de bertaraf etmişlerdir. Moğol ve Haçlı hâkimiyetine girmeyen tek bölge olan Mısır, Müslüman âlimlerin de sığınağı olmuştur. Harita 4.1 Memlük Devleti Haritası TDV Îslam Ansiklopedisi, c. 29, s. 92 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 75 BAHRÎ MEMLÜKLER DÖNEMİ (1250-1382) Sultan Aybek (1250-1257): Memlük Devleti’nun Kuruluşu Memlük emirleri Mısır’daki son Eyyûbî sultanı Turanşah’ın öldürülmesinin ardından Melik Salih Eyyûb’un Türk kökenli dul eşi Şecerüddür’ü tahta çıkardılar. Memlük emirlerinden İzzeddin Aybek Türkmânî de ordu kumandanlığına getirildi. Ancak bir hanımın tahta geçirilmesi o dönemde pek alışıldık bir durum olmadığından, yoğun tepkiler üzerine, Şecerüddür 80 günlük bir iktidarın ardından İzzeddin Aybek ile evlenerek tahtı ona terketti. Böylece 3 Temmuz 1250 tarihinde Mısır’da Bahrî (Türk) Memlükler devri resmen başlamış oldu. İzzeddin Aybek hem Haçlı Seferleri hem de Moğol istilasının bölgede bulunduğu bir devrede tahta çıktı. Ayrıca Mısır tahtına Eyyûbî ailesinden olmayan bir memlükün sultan olması nedeniyle tepki gösteren Suriye’deki Eyyûbî melikleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Memlük Devleti’nin temellerini atan Aybek, 1257 yılında eşi Şecerüddür’ün komplosuyla öldürüldü. Babasının ardından tahta çıkan Aybek’in küçük yaştaki oğlu Nûreddin Ali döneminde devlet yönetimi Memlük emirlerinden Seyfeddin Kutuz’un elindeydi. Bu esnada yaklaşan Moğol tehlikesini bahane eden Kutuz 1259 yılında kendisini sultan ilân ettirdi. Böylece Türk Îslam tarihinin çok kritik bir devresinde tahta oturan Kutuz hemen Moğollar’la savaş hazırlığına başladı. 1260 yılında Aynicâlût mevkiinde Ketboğa kumandasındaki Moğol kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Bu savaş Moğollar’ın bölgede ilk yenilgilerini aldıkları savaştır ve Moğolların bölgeden atılmasının ilk adımıdır. Bu savaşta önemli yararlılıklar gösteren memlük emirlerinden Baybars, sultan Kutuz’dan Halep valiliğini istemiş, bu isteği reddelince de arkadaşlarıyla beraber Kutuz’u öldürerek Memlük sultanlığını elegeçirmiştir. I. Baybars (1260-1277) Baybars’ın tahta çıkışı ile Memlûk tarihinde yeni bir dönem başladı. On yedi yıl kadar süren saltanatı sırasında Mısır ve Suriye’deki Memlûk Devleti’nin gerçek mânada kurucusu oldu. İyi bir kumandan olan Baybars Moğol ve Haçlı tehlikelerini bertaraf ettiği gibi nüfûzunu Arap yarımadası ve Sudan’a yaydı. İçerideki isyanları bastıran Baybars devletin omurgasını teşkil edecek olan idari düzenlemelerde bulundu. Bağdat’ta 1258 yılında son Abbâsî halifesinin öldürülmesinin ardından 1261’de Abbâsî ailesinden birisini Mısır’da halife ilan ederek hilafeti ihyâ etti. Baybars temel olarak üç ana cephede mücadele etti. İlk olarak Haçlılar üzerine yöneldi. Birkaç defa Antakya’ya hücum eden Baybars 1265’te itibaren Haçlıları tamamen bölgeden çıkarmak istedi. Filistin’de Haçlılar’a ait pek çok şehri elegeçirdi. Nihayet 1268 başlarında Antakya’yı Haçlılar’dan kurtardı. İkinci cephe olarak 1265’ten itibaren İlhanlılar (Moğollar) üzerine yürüdü. Ermeni Kralı I. Hetum’un Moğollar’la iş birliği yapması dolayısıyla büyük bir orduyu onun üzerine yolladı. 1266’da I. Hetum’un kuvvetlerine büyük bir darbe indirildi. Çeşitli Anadolu şehirleri yağmalandı. Baybars’ın İlhanlılarla mücadelesi 1277’de Elbistan’da İlhanlılar’ı ağır bir bozguna uğratmasıyla sonuçlandı. Memlükler’in 1260 yılında ilk defa Moğollar’ı mağlup ettikleri savaş İran’da kurulan Moğol Devleti 76 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Son cephe ise Anadolu’ydu. 1275’te tekrar Anadolu seferine çıkan Baybars Adana, Sis, Tarsus ve Ayaş’ı yağmaladı, Baybars Moğollar’ı bozguna uğrattıktan sonra 1277’de Şam’da vefat etti. Sultan Baybars döneminde Memlük Devleti’nin idari yapısı da şekillendi. Dört Sünni mezhebe ait başkadılıkları aynı anda Kahire’de kuran ilk sultandır. Onun döneminde düzenli bir yol ağı kurulduğu gibi bu yollar posta (berid) teşkilatıyla donatıldı. İskenderiye ve Dimyat tersaneleri genişletildi. Kalavun (1279-1290) 1279’da Memlük tahta geçen Kalavun’un hükümdarlığı Îslam dünyasında da tanındı. Sultanlığının ilk yıllarında iç isyanlarla karşılaşan Kalavun öncelikle tahttan indirildikten sonra Ürdün’de Kerek’e gönderilen I. Baybars’ın oğlu Bereke’nin ardından başkaldıran Şam valisi Sungur Eşkar isyanlarıyla uğraştı. Şam’da sultanlığını ilân eden ve İlhanlılar’ı Suriye’ye çağıran Sungur, Kalavun’un gönderdiği ordu karşısında şehirden kaçtı. Suriye’ye hücum eden Moğollar da Kalavun’un ordusu ile bölgeye gelmesi üzerine savaşı göze alamayıp geri çekildiler. İlhanlılar’ın Suriye’ye saldırmasını fırsat bilen Merkab Kalesi’ndeki Hospitaliers şövalyeleri civardaki müslüman şehirlerine saldırdılar. Kalavun 1281’de tekrar Suriye’ye yöneldiğinde anlaşmak üzere elçiler gönderdiler. Yapılan anlaşmayla on bir yıllık barış süreci başladı. Kalavun böylece Moğol-Haçlı ittifakını bozmuş oldu. 1281’de tekrar Suriye’ye saldıran İlhanlılar II. Humus Savaşı’nda Kalavun’un birlikleri karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Abaka’nın yerine geçen kardeşi Ahmed Teküder’in Îslamiyet’i kabul etmesiyle iki taraf arasında başlayan dostluk Teküder’in 1284’te öldürülmesi ve yerine Argun Han’ın geçmesiyle bozuldu. Ülkesindeki Müslümanlara çeşitli baskılar yapan Argun Han Memlükler’e karşı bazı Avrupa hükümdarları ve papa ile iş birliği yapmaktaydı. Buna karşılık Kalavun’da Altın Orda Devleti ve Tunus’ta Hafsîler ile ittifak yaptı. Kalavun çeşitli Avrupa devletleri ile de siyasi ve ticari ilişkiler kurdu. 1283’de Ermeni Krallığı üzerine sefer düzenleyen Kalavun, Ermeniler’le yıllık vergi ödemeleri ve müslüman esirleri serbest bırakmaları şartıyla on yıl süreli bir Resim 4.5 I.Baybars’ın Şam’da bulunan türbesi Cengiz Tomar Arşivi 11. Yüzyılda kurulan ve Haçlı Seferlerinde çok etkili olan Katolik Şövalye tarikati. 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 77 antlaşma imzalayarak geri döndü. Ardından Haçlılar’ın en kuvvetli kalelerinden biri olan Merkab üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi ve bu kontluğa son verdi (1285). Onun döneminde Lazkiye Haçlılardan geri alındığı gibi Sudan bölgesi Memlük nüfuz alanına girdi. 1289 yılında ise Trablusşam Haçlı kontluğu’na ait bazı şehirler fethedildi. Akkâ’yı da el geçirmek isteyen Kalavun sefer esnasında yolda vefat etti (1290). Kalavun İlhanlılar ve Haçlılar karşısında kazandığı zaferlerle Bahrî Memlük döneminin en önemli sultanlarından biri olarak kabul edilir. Kalavun imar işlerine çok önem vermiş cami, medrese, han ve hastaneler yaptırmıştır. Babasının ölümü üzerine Memlük sultanı olan Halil b. Kalavun ilk iş olarak çeşitli atamalar ve idari düzenlemeler yaptıktan sonra babasının sefer esnasında öldüğü Akkâ’yı fethetmek üzere hazırlıklara başladı. 1291 yılında sefere çıkan Halil b. Kalavun, Avrupa’dan ve bölgedeki Haçlılardan gönderilen yardımlara rağmen Akkâ’yı fethetti. Akkâ’nın fethi Îslam ve hıristiyan dünyasında büyük yankılar uyandırdı. Memlûk kuvvetleri Akkâ’dan sonra Sûr, Sayda, Beyrut ve Hayfa’yı ele geçirerek Akdeniz sahillerinin büyük kısmını Haçlılar’dan kurtardılar. Dış siyasette oldukça başarılı olan sultan, içeride emîrler üzerinde istediği otoriteyi kuramadığından 1293’de memlük emirleri tarafından öldürüldü. Memlük Devleti’ni diğer Îslam hanedanlarından ayıran temel özellik ne olabilir? Muhammed b. Kalavun (1293-1294), (1299-1309), (1310-1341) Muhammed b. Kalavun’un çeşitli aralıklarla üç dönem tahta çıkarılmış Memlük sultanıdır. Ağabeyi Halîl b. Kalavun’un ölümünün ardından memlük kumandanları tarafından sekiz yaşında tahta çıkarıldı. Ancak fiili olarak yönetimi elinde bulunduran nâib-i saltanat Zeynüddin Ketboğa ile vezir Alemüddin Sencer eşŞücaî’nin aralarındaki mücadeleyi Ketboğa’nın kazanması üzerine onun nüfuzu altına girdi. Ardından çocuk olduğu gerekçesiyle Ketboğa ve emirler tarafından sultanlıktan haledildi. Ketboğa ve Laçin’in kısa süreli hakimiyetleri döneminde Cezire ve Güney Anadolu’da bazı kaleler alındı. Döneminde yapılan kadastrodaki haksızlıklar nedeniyle Laçin 1299 yılında öldürülünce emirler, o sırada Kerek’te bulunan Muhammed b. Kalavun’u ikinci defa tahta çıkardılar. Bu dönemde İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın Memlükler’e karşı düşmanca tavrı üzerine Moğollar’ın üzerine sefere çıkılması kararlaştırıldı. Bu seferde Gazan Han’ın kuvvetlerine yenilen Muhammed b. Kalavun, Humus’u İlhanlılar’a kaptırdı. Şam’ı da ele geçiren Gazan Han Suriye’den ayrılınca şehir tekrar Memlüklerin eline geçti. Onun döneminde Suriye’nin Akdeniz sahilinde Templier (Tapınak) şövalyelerinin elindeki Ervad adası fethedildi. Memlükler Dönemi için İsmail Yiğit’in, Siyasi-dini-kültürel-sosyal Îslam tarihi: Memlukler (648-923/1250-1517), (İstanbul 1997) adlı eserini okuyunuz. Suriye’yi yeniden istilâ hareketine girişen Moğollar Memlük kuvvetleri karşısında ardı ardına yenilgiler aldılar. Bütün başarılarına rağmen sultan, memlük emirlerinin baskısından bunalarak sultanlığı terk edip Ürdün’deki Kerek kalesine gitti (1309). Emirlerden kendi aralarından bir sultan seçmelerini istedi. Bunun üzerine Baybars el-Çâşnigîr sultan ilan edildiyse de emirlerin tekrar Muhammed b. Kalavun’u sultan olarak istemesi sonucunda Baybars istifa etti. 3 12.Yy.’da Katolik kililsesi tarafından kurulan ve Haçlı seferlerinde etkili olan Hristiyan askeri tarikatı 78 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Böylece üçüncü defa tahta çıkan Muhammed b. Kalavun artık tecrübeli bir devlet adamıydı. İlk önce güvendiği emirleri nâibliklere (valiliklere) atadı. Sultan 1315’de Ermeniler’in hâkimiyetindeki Malatya’yı fethetti. Ertesi yıl Nûbe’ye bir sefer düzenlendi. İlhanlılarla geniş çaplı bir barış anlaşması imzalandı (1323). Saltanatının son yıllarında Halife Müstekfi-Billâh’la arası açılan Muhammed b. Kalavun onu sürgüne gönderdi (1337). Muhammed b. Kalavun döneminde Memlükler bölgede itibarı olan bir devlet haline gelerek diğer devletlerle pek çok anlaşma yaptı. Döneminde Mısır, Suriye ve Filistin’in imarına çalışan sultan pek çok hayır müessesi inşâ ettirdi. Muhammed b. Kalavun’un Oğulları (1341-1361) ve Torunları (1361-1382) Dönemi Muhammed b. Kalavun’un ölümünün ardından Memlük tahtına onun küçük yaştaki oğulları ve daha sonra torunları oturmuştur. Bu dönemde iktidar daha çok Memlük emirlerinin elindeydi. Bu dönemin genel özelliği bitmek tükenmek bitmeyen kanlı iktidar mücadeleleri sonucunda Kahire ve Mısır’da ortaya çıkan pahalılık, kıtlık ve salgın hastalıkların yayıldığı bir devre olmasıdır. Burcî memlüklerinin lideri Berkuk’un önce Muhammed b. Kalavun’un torunu II. Hacci’yi 1381 yılında tahta çıkarıp bir yıl sonra da kendi sultanlığın ilan etmesiyle Memlük tarihinde daha ziyade Çerkez kökenli sultanların tahta çıktığı Burcî Memlükler Dönemi (1382-1517) başlamış oldu. BURCÎ MEMLÜKLER DÖNEMİ (1382-1517) Berkuk (1382-1399) Berkuk öncelikle kendisine karşı ortaya çıkan isyanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Önce Malatya naibi Mintaş’ın ve ardından Yulbuga en-Nâsıri’nin isyanlarını bastıramadı ve tahttan uzaklaştırıldı. Haccî ikinci defa sultan ilân edildi (1387) ve Berkuk’un Çerkez memlükleri de dağıtıldı. Bununla birlikte kısa süre sonra ortaya çıkan Yulbuga-Mintaş rekabeti üzerine yeniden harekete geçen Berkuk, rakiplerini yenerek sultanlığı tekrar ele geçirdi. Ülkede asayişi sağladıktan sonra Osmanlı padişahlarından I. Murad ve Yıldırım Bayezid’le iyi ilişkiler kurmakla birlikte bölgeye gelen Timur’la ilişkileri oldukça gergindi. Ferec b. Berkuk (1399-1412) Berkuk’un oğlu Ferec’in tahta çıkması, eskiden beri birbirleriyle rekabet halinde olan emîrler arasındaki mücadeleyi daha da şiddetlendirdi. Henüz Berkuk’un tahta çıktığı yıl Şam valisi Tenem isyan ederek Kahire üzerine yürüdü. Bu isyanı bastırmak için Suriye’ye giden Ferec, Tenem’i 1400’de Gazze yakınlarında mağlûp ederek Suriye’yi tekrar itaat altına aldı. Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid’ın Elbistan, Malatya ve Darende gibi Memlûk hâkimiyetindeki bazı şehirleri ele geçirmesi karşısında savaşa cesaret edemeyen Ferec bu oldu-bittiyi kabullenmek zorunda kaldı. Yıldırım Bayezid daha sonra Ferec’e elçiler göndererek Timur’a karşı ittifak teklif ettiyse de ülkesi için bunun önemini kavrayamayan Ferec bu teklifi reddetti. Bu sırada Malatya ve Ayıntab’ı (Gaziantep) zapteden Timur daha sonra güneye indi ve Suriye askerlerini yenilgiye uğratıp 1400’de Halep’e girdi. Daha sonra Şam üzerine yürüdü. Şam’a gelen Ferec’in kötü idaresinden rahatsız olan bazı emîrler Mısır’a dönerek yeni bir sultan seçmek 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 79 istediler. Bunun üzerine Ferec Dımaşk’ı bırakıp Kahire’ye dönmek zorunda kaldı. Timur da Şam’ı elegeçirdi. Timur’un Şam’dan ayrılmasının ardından Suriye’deki memlük emirleri isyan ettiler. Hatta 1407 yılında Suriye’de isyan eden emirler sultanlıklarını dahi ilan ettiler. Ferec Suriye’deki isyanlar karşısında pek çok defa bölgeye sefer yapmak zorunda kaldı. Nihayet isyan eden Şeyh Mahmûdî ile Nevrûz üzerine yaptığı son seferinde yenilerek öldürüldü (1412). Şeyh Mahmudî (1412-1421) Öncelikle Mısır’da Arap kabileleri tarafından çıkarılan isyanları bastırmakla uğraştı, ardından sultanlığını tanımayan eski müttefiki Şam valisi Nevrûz’la savaşmak için ilk Suriye seferine çıktı. Uzun bir kuşatmadan sonra Dımaşk’a girdi ve teslim aldığı Nevrûz’u öldürdü (1414). Ertesi yıl diğer Suriye valilerinin desteğiyle isyan eden Şam valisi Kanıbay’ın isyanını kanlı bir şekilde bastırdı. Öte yandan Güney ve Güneydoğu Anadolu’daki Türkmen beyliklerini itaat altında tutarak onların Osmanlılar veya Karakoyunlular’la birleşmesini engellemeye çalıştı. Dulkadıroğulları’nın Osmanlılar’la dostluk kurmasından endişeye kapılarak bölgeye sefere çıkan Şeyh Mahmudi verdiği Antep ve Darende’yi Dulkadıroğulları’ndan geri aldı. Özellikle Anadolu’daki Karamanoğulları ve Ramazanoğulları üzerindeki nüfuzunu korumak maksadıyla bölgeye ordular göndererek Adana, Tarsus, Kayseri ve Niğde’yi topraklarına kattı. Şeyh Mahmûdî devrinde Osmanlılar’la dostane ilişkiler kuruldu ve bu dostluğun devamı ve ticarî ilişkilerin kolaylaştırılması için çeşitli antlaşmalar yapıldı. Şeyh Mahmûdî 1414’de Kıbrıslılarla da bir barış anlaşması yaptı. İsyan ve karışıklıkların yanı sıra 1413-1416 ve 1418-1419 yıllarında ortaya çıkan salgın hastalıklar yüzünden fiyatların artması üzerine çeşitli tedbirler alan sultan 1421 tarihinde vefat etti. Şeyh Mahmûdî döneminin ayrıntıları için Kâzım Yaşar Kopraman’ın, Mısır Memlükleri tarihi Sultan al-Malik al-Mu’ayyad Şeyh al-Mahmudi devri : (1412-1421), (Ankara 1989) adlı eserini inceleyiniz. Resim 4.6 Kahire Kalesi ve içerisindeki Nasır Muhammed ve Mehmed Ali Paşa Camileri Cengiz Tomar Arşivi 80 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Barsbay (1422-1438) Saltanatının ilk yıllarında Mısır’daki iç istikrarı sağlamak üzere birtakım faaliyetlere girişen Barsbay Suriye’de çıkan isyanları şiddetle bastırdı. Böylece iç meseleleri hallettikten sonra Kıbrıslılar’ın Mısır’a hücumlarına karşılık 1424, 1425 ve 1426 yıllarında ardarda yapılan üç sefer sonucu Kıbrıs’ı fethetti. Barsbay bu arada baş kaldıran Mekke şerifini de yenmiş (1424) ve bundan iki yıl sonra da Cidde Limanı’nın gelirlerini ele geçirmişti. Ardından vergi gelirlerini arttırmak için çalıştı ve tüccarları mallarını Mısır gümrüklerinden geçirmeye mecbur tuttu. Ayrıca Suriye ve Mısır tüccarlarının aldıkları Hint mallarına ihraç vergisi koydu. Baharat ticareti ve şeker imalini tekeli altına alan Barsbay bu malların üretimini sınırladı. Onun daha fazla gelir sağlamak maksadıyla halkın zararına olarak giriştiği bu teşebbüsler büyük memnuniyetsizliğe yol açtı. 1428’den beri Suriye’ye yapılan seferler birbirini takip ederek sürmekteydi. Barsbay Dulkadıroğulları’nı tekrar kendine bağladı. Bir kısım Akkoyunlu beyleri onun himayesi altına girdi. Çakmak (1438-1453) Sultan Çakmak, ilk yıllarında özellikle Suriye’deki memlük emirlerinin isyanlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. 1439 yılından itibaren içeride duruma tamamen hâkim olan Çakmak dış siyasette de başarılı oldu. Akkoyunlu, Dulkadıroğulları, Osmanlılar, Karakoyunlular ve Timur’la iyi münasebetler kurduğu gibi Endülüs’teki müslümanlara yardım etti (1440). Mısır’ın sahillerine yapılan saldırıları engellemek için 1440, 1443, 1444 yıllarında Rodos’a seferler düzenlediyse de başarılı olamayarak onlarla anlaşma yapmak zorunda kaldı. İnal (1453-1461) İnal diğer Memluk sultanları gibi öncelikle önemli görevlere güvendiği memlükleri getirdi ve bazı vergileri kaldırdı. 1455 yılında kendi memlükleriyle daha önceki sultan Çakmak’ın memlükleri arasında çıkan çatışmalar nedeniyle kadrolarda önemli değişiklikler yaptı. Bu döneme İnal’ın kendi memlüklerinin çıkardığı isyanlar damgasını vurmuştur. Memlük emirleri 1456 Kahire’de bazı evleri yağmalamışlar ve sultanın gücü yağmayı önlemeye yetmemiştir. Ertesi yıl sultandan aylıklarının arttırılmasını isteyen memlüklerin isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. 1459 yılından itibaren sultanın memlüklerinin Kahire’deki zulümleri daha da arttı. Sürekli olarak aylıklarının arttırılmasını talep ediyor, kendileriyle ters düşen kadı, vezir, hâcib gibi devlet görevlilerine saldırıyor, Kahire’de ev ve dükkânları yağmalayıp tüccarların mallarına el koyuyorlardı. Memlük emirlerinin bu baskıları onun dönemi boyunca devam etti. Memlükler’le Osmanlılar arasındaki iyi ilişkiler İnal döneminin ilk yıllarında da devam etmiştir. 1453’te İstanbul’un fethinin ardından karşılıklı elçiler ve hediyeler gönderilmiştir. Bu ilişkiler, Fâtih Sultan Mehmed’in hac yolundaki su havuzlarının çoğaltılmasıyla ilgili teklifinin Akkoyunlular ve Dulkadıroğulları ile iyi ilişkiler içinde bulunan İnal tarafından reddedilmesiyle bozuldu. Karamanoğullarının 1456 yılında Memlükler’in elindeki Tarsus, Adana ve yöresini ele geçirmesinin ardından Kahire’den sefere çıkan Memlûk ordusu Karamanoğulları’na ait dört kaleyi aldı, Lârende’yi Karaman ve bazı köyleri yağ- 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 81 maladı (1457). Karamanoğlu İbrahim’in elçilerinin Kahire’ye gelerek itaat arzetmesi üzerine Memlük-Karamanoğulları ilişkileri düzeldi. İnal dönemi Memlûk dış politikasının en önemli ayağı Kıbrıs’tır. Sultan Barsbay zamanında fethedilen Kıbrıs bu tarihten itibaren Memlûk Devleti’ne tâbi oldu. Kıbrıs Kralı II. John’un ölümünün ardından tahta çıkan kızı Charlotte’a isyan eden üvey kardeşi James’in Kahire’ye gelerek yardım istemesi üzerine memlük emirlerinin de baskısıyla James’i desteklemek için 1460’da Kıbrıs’a ordu gönderdi. Kıbrıs’ta kısmî başarı elde eden Memluk donanması hem çarpışmalar sırasında hem dönüş yolunda yakalandığı fırtına sebebiyle ağır kayıplar verdi. İnal’ın dönemindeki en önemli malî reform para sisteminin iyileştirilmesidir. İnal, kendisinden önceki sultanlar tarafından tedavüle çıkarılan ayarı düşük paraları piyasadan kaldırmak için mücadele etmiş ve bunda başarılı olmuştur. Hoşkadem (1461-1467) Hoşkadem’in saltanatı sırasında devletlerarası münasebetlerde önemli bir gelişme olmadığı gibi büyük askerî faaliyetlere de girişilmedi. Ancak Osmanlılar’la olan ilişkilerde büyük sıkıntı yaşandı. 1461 yılından itibaren Fâtih Sultan Mehmed’in doğuya açılma politikası Memlûk nüfuz alanını tehdide başladı. Zira Memlûk sultanı Akkoyunlu, Karamanlı ve Dulkadırlı beylerini himayesi altında görüyordu. Karamanoğulları ve Dulkadirliler üzerinde hem Osmanlılar hem de Memlükler’in nüfuz kurma mücadelesi de bu ilişkileri kötü yönde etkiledi. Kendinden önceki sultanların memlüklerini kontrol altına almayı başaran, ancak kendi memlüklerinin halka karşı taşkınlıklarını önleyemeyen Hoşkadem saltanatı boyunca bazı güçlü Arap kabileleriyle de uğraştı. 1462-1465 yıllarında Buhayre’de Lebîd kabilesi üzerine beş sefer düzenledi. Memlük-Osmanlı ilişkilerinin bozulmasının temel sebepleri neler olabilir? Kayıtbay (1468-1496) Otuz yıla yakın iktidarda kalan ve Burcî (Çerkez) Memlükleri’nin en büyük sultanı sayılan Kayıtbay’ı uğraştıran en önemli mesele Osmanlılarla mücadelesi oldu. Fâtih Sultan Mehmed’in hac yolu üzerindeki suyollarının bakımı ve yeni havuzlar inşa etme teklifinin İnal tarafından reddedilmesi yüzünden başlayan gerginlik, Karamanoğulları ve Dulkadıroğulları’na bey tayini ve bu devletleri nüfuzları altına alma mücadelesiyle giderek dolaylı da olsa çatışmaya dönüşmüştü. Gerek bu gelişmeler gerek iki hükümdar arasında karşılıklı gönderilen mektuplar ve elçileri aşağılayan davranışlar Memlükler’le Osmanlılar’ı savaşın eşiğine getirdiyse de Fâtih’in ölümü Osmanlı-Memlûk savaşını bir süre erteledi. Kayıtbay döneminde Akkoyunlular ile yapılan savaşta Memluk ordusu çok büyük kayıp verdi. Kayıtbay bunu sineye çekmek zorunda kaldı ve Akkoyunlular’dan intikam almak yerine barış yolunu tercih etti. Zira bu sırada Osmanlı tahtına geçmiş olan II. Bayezid’i önemli bir tehdit olarak görüyor ve başka bir cephe açmaktan çekiniyordu. II. Bayezid’e karşı taht mücadelesi veren Cem Sultan’ın Memlükler’e sığınması iki devleti savaşın eşiğine getirdi. Çok geçmeden aynı zamanda II. Bayezid’in kayınpederi olan Dulkadırlı Beyi Alâüddevle Memlükler’in elindeki Malatya’yı kuşattı ve Kayıtbay’ın kendisine karşı gönderdiği kuvvetleri bozguna uğrattı (1484). Osmanlı kuvvetleri daha onlar ülkelerine ulaşmadan sınırı geçerek Memlûk topraklarına girdi (1485). Biri Tarsus ve Adana’yı işgal eden, diğeri Malatya önlerine gelen iki Memlük Devleti’ne tâbî olan Kıbrıs Kraliçesi. 4 82 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Osmanlı ordusuyla Memlûk orduları arasında başlayan savaşlar, 1490 yılına kadar sürdü. Bu savaşlar sırasında Adana ve Tarsus birkaç defa el değiştirdi. 1488’de Adana civarındaki savaşı kazanan Memlükler şehri tekrar ellerine geçirdiler. Kayıtbay’ın 1490 yılında Anadolu’ya gönderdiği ordu Kayseri’de Osmanlı birliklerini mağlup ettiği gibi Niğde, Karaman ve Ereğli civarını yağmaladı. Çukurova savaşlarında daha başarılı olmasına rağmen Kayıtbay, askerî ihtiyaçları temin hususunda karşılaştığı zorluklar sebebiyle Osmanlılar’la on beş yıl süreli bir barış imzalandı (1491). Saltanatının son dört yılını savaşsız geçiren Kayıtbay, gerek savaş masraarı gerekse sayıları büyük rakamlara ulaşan eserleri için yapılan büyük harcamalar yüzünden iyice bozulan ekonomiyi düzeltmek amacıyla çok gayret göstermişti. Kaynaklarda, mevcut gelirlerin yetmemesi üzerine Kayıtbay’ın para toplamak hususunda zora başvurduğu, zenginleri sıkıştırıp mal müsaderelerinde bulunduğu, vakıf veya şahıslara ait gayrimenkullerden vergiler aldığı, hububat tacirleri üzerine ağır vergiler koyduğu ve yine bir nevi yedek kuvvet olan memlüklerin oğulları evlâdü’n-nâs’ı cepheye göndermekten muaf tutmak karşılığında vergiye bağladığı belirtilir. Kansu Gavri (1501-1516) Öncelikle asayiş ve güvenliği sağlayıp iç meseleleri çözmeye çalışan Memlüklerin son önemli sultanı Kansu Gavri, devlet kadrolarına yakınlarını tayin etmek ve kendi memlüklerini artırmak suretiyle kendisini güvence altına almaya çalıştı. Onun döneminde Portekizliler’in doğu ticaret yolunu kesmelerinden dolayı Mısır önemli miktarda vergi geliri kaybına uğramış durumdaydı. Bu yüzden Kansu Gavri çeşitli toplumsal gruplardan tahsil edilen vergileri arttırırken tüccar ve esnaftan alınan vergileri de bir yıl önceden peşin olarak toplattı. Müsadere (Devletin mallara elkoyması) sistemini yaygın hale getirdi, ticarî mallara ağır vergiler koydurdu. Halkın malî yönden daha çok ezilmesine yol açan ayarı düşük paralar bastırarak (devalüasyon) devlet hazinesini doldurmaya çalıştı. Onun bu uygulamaları çeşitli kesimlerce tepkiyle karşılandı. Mısır, Suriye ve Hicaz’da merkezî hükümete karşı isyanlar çıkarken Şam halkı da valilerine baş kaldırdı. Bunun üzerine Kansu Gavri Suriye’ye sefer yapmak zorunda kaldı. Hicaz’a da aleyhine çıkan olayları bastırmak için birkaç sefer düzenleyen Kansu Gavri sonunda duruma hâkim oldu. Kansu Gavri döneminde Memluk Sultanlığı, Portekiz ve İspanya’nın saldırılarına uğrarken Safevî ve Osmanlı devletlerinin rekabetiyle de karşı karşıya kaldı. Özellikle Portekizliler’in Kızıldeniz, Basra körfezi ve Hint denizindeki faaliyetleri, Memlükler’i zor durumda bıraktığı gibi mukaddes yerler de tehdit altına girmiş bulunuyordu. Kansu Gavri, Portekizliler’in müslüman tüccar ve hacıların gemilerine saldırılarını durdurmak için, elli savaş gemisiyle birlikte Cidde naibi Hüseyin el-Kürdî kumandasında Hindistan’a bir sefer düzenletti. Emir Hüseyin de Mekke ve Medine’nin önemli ticaret limanı olan Cidde’nin savunması için sur ve burçlar yaptırdı; Kızıldeniz’e gizlice giren Portekiz gemilerini takipten sonra 1506’da Hindistan’a yöneldi. Gavri ayrıca, yeni bir donanma teşkili için gerekli ihtiyaçları sağlamak üzere elçisini Osmanlı başşehrine yolladı. II. Bayezid, Memlûk sultanına Selman Reis başkanlığında bazı gemi uzmanları ve 1000 kadar Anadolu levendi ile mühimmat gönderdi. Selman Reis’in gayretleriyle ertesi yıl Süveyş Limanı’nda yapımları tamamlanan yeni donanma gemileri, yine Osmanlı padişahının hediye olarak gönderdiği silâh ve levazımla teçhiz edildi. Ancak bu sırada devletin kuzey cephesinde yeni gelişmeler oldu. İspanyollar Kuzey Afrika’da ve Memlûk sahillerinde faaliyetlere başladılar. Memlük emirlerinin oğullarını tanımlamak için kullanılan isim. Çeşitli sebeplerle özel şahıslara ait mallara el konularak devlet hazinesine aktarılması Osmanlılarda Deniz (Bahriye) askerine verilen ad 4. Ünite - Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 83 Öte yandan Kansu Gavri devrinde Osmanlı-Memlük münasebetleri dostluk içinde başlamış, iki devlet arasında yazışmalar yapılmış ve karşılıklı elçiler gelip gitmişti. Ancak Kansu Gavri’yi Safevîler’e karşı yanma çekmeyi başaramayan Yavuz Sultan Selim, Dulkadirli beyi Alâüddevle’nin Osmanlı ordusunun erzak kollarını vurması üzerine savaş hazırlıklarına başladı. Osmanlı-Safevî savaşı galibinin mutlaka Memlûk topraklarına yöneleceğini düşünen Kansu Gavri, Şah İsmail’e ittifak teklifinde bulunmuş, Halep’e biraz da bu yüzden gelmişti. Gavri’nin Halep’e geldiğini öğrenen Yavuz Sultan Selim, Memlûk sultanının mukaddes beldeleri ve hac yollarını Portekiz ve İspanyol saldırılarına karşı koruyamadığını öne sürerek, bölgeye hareket etti. 1516’da Mercidâbık ovasında yapılan savaş fazla uzun sürmedi ve Osmanlılar’ın galibiyetiyle sonuçlandı. Ordusunun kesin yenilgisini gören Kansu Gavri kaçmaya çalışırken öldü. Kansu Gavri savaş meydanında ölen ilk Memlük sultanıdır. Tomanbay (1516-1517) ve Memlük Devleti’nin Yıkılışı Kansu Gavri Halep’e gittiğinde Kahire’de yerine bıraktığı, halk tarafından çok sevilen, Tomanbay Kahire’ye gelen emirler tarafından sultan ilan edildi. Bu esnada Osmanlı ordusu fazla bir güçlükle karşılaşmadan Şam’a kadar ilerledi. Yavuz Sultan Selim Tomanbay’a mektuplar ve elçiler yollayarak barış teklif etmiş ve şayet kabul edecek olursa kendisinin Mısır’a nâib olarak atanacağını belitmişti. Ancak Memlük emirlerinin baskısıyla Yavuz’un barış teklieri kabul görmediği gibi elçi de öldürüldü. Yavuz Sultan Selim’in birliklerinin Gazze’yi de elegeçirmesi üzerine Tomanbay Kahire’de savaş hazırlıklarına başladı. Kahire dışındaki Ridâniye’ye derin siperler kazıldı ve İskenderiye ile Kahire Kalesi’ndeki bazı toplar getirilip buralara yerleştirildi. Yavuz Sultan Selim Memlüklerin hazırlıklarından haberdar olduğundan ordusunu ikiye bölerek bir grubu Memlükler’in beklediği yönden, diğer grubu Mukattam dağının çevresinden dolaştırıp yandan hücum etmesini sağladı. Yapılan savaşı teknolojik üstünlüğe sahip Osmanlı ordusu kazandı. Savaşın ertesi günü Osmanlı ordusu Kahire’ye girdi. Kalan birliklerini toparlayan Tomanbay Kahire’de üç gün boyunca sokak çarpışmaları yaptıysa da tutunamayarak şehri terketmek zorunda kaldı. Saîd bölgesine giderek yeniden hücûm eden Tomanbay üçüncü yenilgisinin ardından yakalanarak öldürüldü (13 Nisan 1517). Böylece Memlük Devleti’de sona ermiş oldu. Memlük Devleti uluslararası ticarete dayalı bir ekonomiye sahipti. Moğol istilası nedeniyle Doğu-Batı arasındaki ticaret Memlük topraklarından geçmek zorundaydı. Bu nedenle Memlük şehirleri çarşı, pazar ve hanlarıyla genişledi. Yabancı devletler konsolosluklar açtılar. Memlük ekonomisi Bahrî Memlükler döneminde büyük gelişme gösterdi. Ancak 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan salgın hastalıklar, Timur’un Suriye’yi işgali, Burcî Memlük sultanlarının bazı malların ticaretini kendi tekellerine alması ve ağır vergiler ekonomiyi olumsuz yönde etkiledi. Avrupalıların Ümit Burnu’nu keşfetmeleri, ticaret yollarının değişmesine yol açarak Mısır’dan geçen uluslararası ticareti tamamen çökertti. Nihayet askerî-teknolojik üstünlükleri sonucunda Osmanlılar tarafından tarih sahnesinden kaldırıldılar. Memlük tarihi ilim ve kültür açısından Îslam tarihinin en parlak dönemlerinden birini oluşturur. Moğol ve Haçlı istilaları sebebiyle yurtlarını terk eden pek çok Müslüman bilgin Memlük topraklarına sığınmıştır. Şam ve Kahire döemin en önemli ilim merkezleriydiler. Bu şehirlerde vakıarla desteklenen çok sayıda medresede eğitim-öğretim faaliyetinde bulunulmaktaydı. Îslami ilimlerin yanı sıra Arap Dili ve Edebiyatı, tıp ve fizik alanlarında önemli bilim adamları yetişmiştir. 1516 yılında Halep yakınlarında Osmanlıların Memlükleri yendikleri meydan muharebesi Kahire yakınındaki dağ 84 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet Fâtımî Devleti’nin siyasal ve sosyal tarihini tanımlamak. Abbâsî hilafetinin zayıadığı dönemde 909 yılında Kuzey Afrika’da kurulan Şiî Fâtımî Devleti 969’da Mısır’e elegeçirerek önemli bir başarı kazandı. Ardından büyük kısmı Sünnî olan Doğu Îslam dünyasını tehdit ederek Suriye, Hicaz ve Yemen’i de topraklarına kattı. Abbâsîler’e bağlı olan pek çok şehir Fâtîmîler’in hâkimiyetini tanıdı. Ancak XI. yy. ortalarından itibaren giderek zayıamaya başlayan devlet, kurtarıcı olarak gelen Selahaddin Eyyûbî tarafından 1171’de ortadan kaldırıldı. Fâtımîler döneminde Bağdat’taki Sünnî hilafetin yanında, tarihte ilk defa olarak, Şîi bir hilafet ortaya çıkmış ve bölgede Şîa mezhebi yayılmıştır. Ayrıca Dürzîlik gibi mezhepler bu dönemde ortaya çıkmış, Kahire ve meşhur eğitim kurumu Ezher bu dönemde kurulmuştur. Eyyûbîler’in Ortadoğu’da oynadıkları rolü açıklamak. 1171’de Selahaddin Eyyûbî tarafından kurulan Eyyûbîler kısa zamanda Suriye ve Yemen’i de elegeçirmiştir. Devletin kurucusu Selahaddin bölgedeki Haçlılar’a karşı büyük başarı kazanarak 1187’de Hıttin Savaşı’nda onları yenmiş ve Kudüs ile birlikte pek çok şehri fethetmiştir. Eyyûbîler döneminde ülke toprakları hanedan üyeleri arasında paylaştırıldığından Eyyûbî tarihi Haçlılar’a karşı mücadelenin yanı sıra hanedan mensubu akrabalar arasındaki iktidar kavgalarıyla geçmiştir. Melik Adil, Melik Kâmil ve Melik Salih Necmeddin Eyyûb gibi büyük sultanlar bir müddet bu şehir devletlerini bir araya getirmeyi başarmışlardır. Devletin bu yapısı Haçlılarla mücadeleyi zaaf uğratmış ve zaman zaman Kudüs dahil bazı topraklar anlaşmayla onlara verilmiştir. Nitekim Mısır 1250 yılında Memlük emirleri tarafından elegeçirilmiştir. Memlük Devleti’nin siyasi ve sosyal tarihini açıklamak. Abbâsîler’den beri uygulanan Memlük sistemi (Türk çocukların satın alınarak asker olarak yetiştirilmeleri) Eyyûbîler’in son döneminde iyice hızlanmış 1250 yılında Memlük emirlerinin sultanlığı elegeçirmeleriyle sonuçlanmıştır. Memlük tarihi tahta çıkan Memlüklerin yerleştirilde ikleri mekânlar ve kökenleri nedeniyle Bahri (Türk) Memlük dönemi (1250-1382) ve Burcî (Çerkes) Memlük dönemi olarak ikiye ayrılır. Memlük Devleti 1250 yılında Aybek tarafından kurulmakla birlikte bölgedeki Haçlı ve Moğol tehlikelerini bertaraf eden ve idari yapıyı düzenleyen I. Baybars gerçek manada kurucusudur (1260-1277). Memlükler hanedan sistemini benimsememişler ve genellikle aralarından bir emiri tahta çıkarmışlardır. Bu nedenle iktidar mücadeleleri çok kanlı olmuştur. Bahri Memlük dönemi Haçlı ve Moğol tehlikelerinin bertaraf edilmesinin yanı sıra iktisadi açıdan da önemlidir. Ancak Devlet XIV. yy.’ın ikinci yarısından itibaren iktisadi problemler, ticaret yollarının değişmesi ve askeri düzenin bozulmasının yarattığı karışıklıklar nedeniyle zayıamıştır. Nihayet bölgede yükselen yeni güç Osmanlılar’la organizasyon, iktisadi ve askerî teknoloji açılarından rekabet edemeyerek 1517 yılında tarih sahnesinden silinmiştir. Bu dönem eğitim ve bilim hayatının parlak bir devresi olarak adlandırılabilir. Moğol ve Haçlı İstilaları ile 969-1517 tarihleri arasında Mısır’daki Fikir Hareketleri ve Mezhepleri tanımlamak. XI-XIII. yy.’lar Mısır tarihi açısından iki büyük tehlikenin baş gösterdiği bir devredir. 1096-1099 yılları arasında yapılan I. Haçlı seferiyle Haçlılar bölgede devletçikler kurmuş ve XIII. yy. sonlarına kadar Mısır’ı tehdit etmişlerdir. Hem Eyyûbîler hem de Memlükler Haçlılarla yoğun bir biçimde mücadele etmiş ve nihayet XIII. yy. sonlarında Memlükler tarafından ortadan kaldırılmıştır. İkinci önemli tehlike olan Moğollar, Memlüklerin kurulduğu dönemde Mısır hariç bütün doğu Îslam dünyasını istila etmiş ve Bağdat hilafetini ortadan kaldırmıştır. Memlükler 1260 yılında ilk defa Ayncalut savaşında Moğolları yenmişler ve XIII. yy. sonlarına doğru bu problem de ortadan kalkmıştır. Fâtımîler’in resmi mezhebinin Şîi-İsmâilî olması nedeniyle bölgedeki büyük çoğunluk olan Sünnîler çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Bu dönemde Şiîlik yayılmaya başlamış ve Dürzilik gibi yeni mezhepler ortaya çıkmıştır. Sünnî Eyyûbî ve ardından Memlük hâkimiyeti döneminde medreselerin artırılmasıyla Sünni eğitim yeniden yaygın hale gelmiştir. 1 2 3 4 4. Ünite -Fâtımîler, Eyyûbîler ve Memlükler 85 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Fâtımîlerin Mısır’ı elegeçirmelerinin sonuçlarından biri değildir? a. Bağdat’ın yanı sıra Kahire’de de ikinci bir halifelik ortaya çıkması b. İslam Dünyasının dini, felsefi ve sosyal alanlarda liderliği fiilen Fâtımîler’e geçmesi c. Mısır ve Suriye’deki Sünni halk Şiî bir idare tarafından yönetilmesi d. Mısır, tarihinde ilk defa, Bağdat Hilafetinin elinden çıkması e. Mısır halkı tamamıyla Şîa mezhebini benimsemesi 2. Aynıcalut Savaşı aşağıdakilerden hangisi döneminde kazanılmıştır? a. Kalavun b. Muhammed b. Kalavun c. Kutuz d. Baybars e. Aybek 3. Aşağıdakilerden hangisi Hıttîn savaşının sonuçlarından biri değildir? a. Kudüs Eyyûbîler tarafından fethedilmesi b. Antakya ve Trablus Haçlılarına ait topraklar Eyyûbîler’in eline geçmesi c. Avrupa’da büyük bir hüzne neden olması d. Ticaret yolları değişmesi e. Yeni bir Haçlı seferine sebep olması 4. Bahrî Memlük birlikleri aşağıdakilerden hangisi tarafından kurulmuştur? a. Selahaddin Eyyûbî b. Melik Âdil c. Melik Kâmil d. Melik Aziz e. Melik Salih Necmeddin Eyyûb 5. Kıbrıs aşağıdakilerden hangisi tarafından fethedilmiştir? a. Barsbay b. Kalavun c. Aybek d. Kutuz e. Tomanbay 6. Aşağıdakilerden hangisi Burci Memlük sultanlarından biri değildir? a. Berkuk b. Aybek c. Barsbay d. Kansu Gavri e. Kayıtbay 7. Fâtımî Devletînin resmi mezhebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Mutezile b. Hâricîlik c. Hanbelîlik d. Eşarîlik e. Şiî İsmaililik 8. Kudüs aşağıdakilerden hangisi döneminde anlaşmayla Haçlılar’a geri verilmiştir? a. Selahaddin Eyyûbî b. Melik Adil c. Melik Aziz d. Melik Kâmil e. Melik Salih Necmeddin Eyyûb 9. Aşağıdakilerden hangisi Bahri memlük sultanı Baybars’ın döneminde gerçekleşen yeniliklerden biri değildir? a. Hilafetin Mısır’da yeniden kurulması b. Kahire’de dört mezhebe ait başkadılıklar kurulması c. Memlük idari yapılanmasında değişiklikler yapılması d. Mısır’da berid (posta) teşkilatının kurulması e. Veliaht tayini ve saltanat usulünün kaldırılması 10. Aşağıdakilerden hangisi Memlükler devrinin özelliklerinden biri değildir? a. Mısır’da Şiîliğin yaygınlaşması b. Sultanlar genellikle Memlük emirleri arasından seçilmesi c. Saltanat usulünün kesintiye uğraması d. İlim ve kültürel hayatta büyük gelişmelerin olması e. Haçlılar ve Moğollar’a karşı başarı kazanılması 86 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız doğru değilse, “Fâtımîler” bölümünü tekrar okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse, “Memlükler” bölümünün Kutuz kısmını okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse, “Eyyûbîler bölümünün Selahaddin Eyyûbî ve Eyyûbî Devleti’nin kuruluşu” adlı kısmını tekrar okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse, “Eyyûbîler bölümünün Salih Necmeddin Eyyûb” kısmını tekrar okuyunuz. 5. a Yanıtınız doğru değilse, “Burcî Memlükler Bölümünün Barsbay” kısmını tekrar okuyunuz. 6. b Yanıtınız doğru değilse, “Memlükler Bölümünün Aybek” kısmını tekrar okuyunuz. 7. e Yanıtınız doğru değilse, “Fâtımîler” bölümünü tekrar okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse, “Eyyûbîler bölümünün Melik Kâmil” kısmını tekrar okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse, “Bahri Memlükler Bölümünün I. Baybars” kısmını tekrar okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse, “Memlükler” bölümünü tekrar okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Fâtımîler’in Mısır’ı ele geçirmeleri bölgede dinî, siyasî ve sosyal açılardan büyük değişikliklere sebep oldu. İslam tarihinde ilk defa Bağdat’a bağlı olmayan bir hükümet Mısır’a hâkim oluyordu. Fâtımîler’in Mısır’a girmesiyle birlikte İslam âleminde oynadıkları rol de esaslı bir şekilde değişti. Bundan böyle Fâtımîler dinî, felsefi ve sosyal hareketlere liderlik ettiler. Fâtımîler Mısır’ı ele geçirip orada bağımsız bir halifelik kurmalarına rağmen İslam âleminin tamamına hiçbir zaman hâkim olamadılar ve kendilerini İslam toplumunun büyük kısmından ayrı tuttular. Sıra Sizde 2 Hıttîn zaferinin ardından kısa sürede Kudüs Haçlı Krallığı toprakları Müslümanlar tarafından ele geçirildiği gibi Haçlıların bölgede kurduğu Antakya Prinkepsliği ve Trablus Kontluğu’na ait pek çok arazi de ilhak edildi. Selahaddin’in Haçlılar karşısındaki zaferleri ve Kudüs’ün fethi Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Bütün Avrupa hükümdarları yeni bir Haçlı seferine karar verdiler. Bunlar arasında, Avrupa’nın en büyük üç hükümdarı Almanya İmparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa Kralı Philippe Auguste, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard da vardı. Sıra Sizde 3 Memlük Devleti pek çok açıdan İslam dünyasındaki diğer devletlere nazaran farklılıklar gösterir. Bunların başında İslam tarihinde ilk defa olarak saltanata (sultanlığın babadan oğla geçmesi) itibar etmeyen bir devlet olması gelir. Her ne kadar sultanlar daha hayatta iken oğullarından birini veliaht tayin etseler de Memlükler saltanat prensibine uymayarak genellikle kuvvetli emirleri tahta çıkarırlardı. Sıra Sizde 4 Başlangıçta dostça devam eden Memlük-osmanlı İlişkileri Anadolu’nun güneyindeki Türkmen Beylikleri üzerinde iki devletin nüfuz mücadelesi, Hac yolundaki su yolları ve havuzlarının bakımı meselesi, Osmanlı Devleti’nin doğuya açılma politikası, İsyan eden Osmanlı şehzadesi Cem Sultan’ın Memlükler’e sığınması ve Osmanlıların yaklaşan Portekiz İspanyol tehlikesine karşı Memlüklerin bölgeyi koruyamayacağı iddiası gibi nedenlerle bozulmuştur. Yararlanılan Kaynaklar Kopraman, Kazım. Y. (1989). Mısır Memlükleri tarihi Sultan al-Malik al-Mu’ayyad Şeyh al-Mahmudi devri : (1412-1421), Ankara. Şeşen, Ramazan. (1987). Selahaddin Eyyûbî ve Devlet, İstanbul. Şeşen, Ramazan. (2007). Salahaddin’den Baybars’a Eyyûbîler Memlükler, İstanbul. Yazılıtaş, Nihat. (2009). Fâtımî Devleti’nde Türkler, Ankara. Yıldız, Hakkı D. (1986), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul. c. V, Fatımiler bl. s. 79-310. Yiğit, İsmail. (1991). Siyasi-dini-kültürel-sosyal İslam tarihi: Memlûkler (648-923/1250-1517), İstanbul, c. VII. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, (İstanbul 1988-); “ Fâtımîler”, “ Eyyûbîler” , “ Memlükler” maddeleri. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İslam kültür ve medeniyetinin tanımlayabilecek, İslam kültür ve medeniyetinin ayrıcı özelliklerini açıklayabilecek, İslam kültür ve medeniyetinin tarihteki yerini ve önemini açıklayabilecek, İslam kültür ve medeniyetinin insanlık düşünce ve bilimine katkılarını değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Kültür • Medeniyet • Bilim • Düşünce İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış • İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI • İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN TEMEL İLKELERİ • İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN TANIMI • İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ • İSLÂM KÜLTÜRÜNDEN KESİTLER • İSLÂM MEDENİYETİNDEN KESİTLER • İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN BATIYA ETKİSİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI Medeniyet kelimesi, din, medine (şehir), medenî gibi kelimelerin de türediği Arapça fiil D-Y-N kökünden gelir. Bu fiilin birçok sözlük anlamı vardır. Önemlileri şunlardır: Âdet, doğal yasa, yönetmek, yargılamak, itaat, borç, şehirleşme, inanç, yaratılış. Fiilin bu sözlük anlamları İslam medeniyetinin kavramsal anlamının içlemi ve kaplamı bakımından çok önemlidir. İslam’da medeniyet kavramı, din kavramından türetilmiştir. İslam kültür ve medeniyetinin iki tür kaynağından bahsedebiliriz. Birinci tür kaynak Kur’an ve Hz. Peygamber’in Sünnetidir. Bunlara esas kaynaklar da diyebiliriz. İkinci tür kaynakları yabancı veya tâli (ikinci) kaynaklar olarak adlandırabiliriz. Bu ikinci kaynaklar Müslüman olan Araplar, Türkler, Farslar gibi milletlerin İslam öncesi kültür ve medeniyetleri ile İslam dünyasının ilk dönemlerde etkilendiği eski Yunan ve Hind kültür ve medeniyetleridir. Birinci tür kaynaklar İslam medeniyetinin ve kültürünün özünü ve genel ilkelerini oluştururken, ikinci tür kaynaklar İslam medeniyetinin ve kültürünün gelişmesine, zenginleşmesine ve kendi içinde farklılaşmasına katkı sağlamıştır. Bilindiği gibi, Abbasî halifesi Me’mun’un Bağdat’ta 829 yılında kurduğu Beytü’l-Hikme’de (Hikmet Evi) Müslüman bilginler, özellikle Aristo, Eatun, Ptolemy (Batlamyus), Öklid, Galen (Calinus) gibi filozof ve bilginlerin eserlerini Arapçaya tercüme ettirmişlerdir. Bu bilginlerin o gün bilinen ve bulunan felsefî ve bilimsel eserleri Arapçaya çevrilmiştir. Sanskritçeden Arapçaya çevrilen eserlerin sayısı çok sınırlıdır. Tercümeleri yaptırmak için Müslümanlar başlangıçtan anadilleri Arapça ve Süryanice olan fakat Yunanca bilen Müslüman olmayan özellikle Sabiî ve Süryani dinlerine ve mezheplerine bağlı bilginleri kullanmışlardır. Hz. Peygamber’in Zeyd bin Sâbit’ten İbranice ve Süryanice öğrenmesini istemesi örnek alınarak, daha sonra bazı Müslüman bilginler bu dilleri de öğrenerek kendileri tercümeler yapmışlardır. Böylece Beytü’l-Hikme özellikle yabancı felsefî ve bilimsel düşüncelerinin İslam dünyasına geçmesinde büyük rol oynamıştır. İSLAM MEDENİYETİ VE KÜLTÜRÜNÜN TEMEL İLKELERİ İslam medeniyeti ve kültürünün, felsefeden sanata, bilimden teknolojiye her alanda ortaklaşa varılan bazı temel ilkeleri vardır; onlarla İslam kültür ve medeniyeti, diğer medeniyet ve kültürlerden ayrılırlar. Bu ilkeleri şöyle sıralayabiliriz: İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış Abbâsî Halifesi Me’mun tarafından Bağdat’ta kurulan özellikle Yunan filozoarının eserlerinin Arapça’ya tercüme edildiği müessese 90 İslam Tarihi ve Medeniyeti II 1. Zihinsel Etkinlik Birliği: Medeniyetin ve kültürün inşa edicisi insandır. İnsanın üç önemli zihinsel etkinliği vardır: İman (inanmak), düşünce (akıl yürütmek) ve eylem (davranış ve fiil). İslam zihniyeti, geçmişte görüldüğü gibi imanı, düşünceden ve eylemden tamamen farklı bir şey olarak görmemiştir. Bu üç etkinliğin birliğinin ve bütünlüğünü kabul etmiştir. Dolayısıyla İslam’ın temel ilkeleri, İslam medeniyetinin ve kültürünün de temel ilkesi olmuştur. Örneğin Müslüman bir sanatçı, sanat ayrı iman ayrıdır dememiştir. İslam’ın inanç esaslarına ve ahlak anlayışına aykırı olabilecek sanat eseri vücuda getirmemiştir. 2. Zihinsel Etkinliğin Bireysel Olması: Bu, İslam medeniyet ve kültürünün ikinci önemli ilkesidir. İman, düşünce ve eylemin her açıdan bireysel olduğu hususudur. Örneğin bir Müslüman başka bir Müslümanın yerine namaz kılamaz. Bir Müslüman yaptığı herhangi bir davranıştaki fiili için başka bir Müslümanı veya insanı ortak göremez. Bu, Müslümanlar birbirleri arasında bilgi alış-verişi yapamaz anlamında değildir. Bir Müslüman diğer bir Müslümandan ve hatta Müslüman olmayan birisinden de etkilenebilir. Nitekim İslam medeniyeti ve kültürü özellikle başlangıç ve doğuş saasında yabancı medeniyetlerden etkilemiştir. Demek istenen şey, düşünce ve eylemi için, bir Müslüman başkasından etkilense de, imanının, düşüncesini ve eyleminin fâili kendisidir. Sizce İslam bireyciliğe niçin önem vermiş olabilir? İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN TANIMI İslam kültür ve medeniyetinin kaynaklarını ve ilkelerini kısaca tanımış olduktan sonra bunların tanımlarının yapılmasına geçebiliriz. İslam Kültürünün Tanımı İslam kültürü genel olarak Müslüman toplumların İslam ortak kaynağı ve değerler sistemi içerisinde, tarihi süreçte inkişaf ettirdikleri zihniyetin ve dünya görüşünün manevi etkinliği ve bu etkinliğin edebiyattan sanata her alandaki ürünleridir şeklinde tanımlanabilir. İslam kültürünü kendi içerisinde İslam dünyasını oluşturan milletlere göre alt kültürlere veya kültür öbeklerine ayırabiliriz; Türk Kültürü, Arap Kültürü, Fars Kültürü gibi. Çünkü İslam’ı anlamada, yorumlamada ve yaşamada bu milletlerin İslam kültürü içerisinde az-çok farklılıkları vardır. Bunun en önemli nedeni, İslam’ın iman ve ibadet esaslarına açıkça aykırı görülmeyen İslam öncesi kültürlerindeki bazı kültürel unsurları İslam sonrası da aynen veya İslam’a uygun hale getirilerek yaşatılmasıdır. Konuyu bir iki örnekle açıklayalım. Örneğin Türk İslam kültüründe bir Mevlid geleneği ortaya çıkmıştır ve bu önemli bir yere sahiptir. Esasen Mevlid İran veya Arap İslam kültüründe yoktur; Mısır veya bazı Kuzey Afrika ülkelerinde ve Balkanlarda varsa da, bu Osmanlı tesiriyledir. Türk İslam kültüründe Mevlid geleneğinin ortaya çıkması, Türklerin İslam öncesi atalarının ruhuna saygı göstermeleri ve atalarını anma geleneğinden kaynaklanır. Türklerin müslüman olmasıyla bu kültür Hz. Muhammed’in ölümünü yâd etmeye dönüşmüştür. Namazda, Türkler ellerini bel hizasına bağlarlar; İranlılar ve Mâlikî mezhebinin hâkim olduğu Kuzey Afrika’da Müslümanları ellerini yana salarlar. Türklerin elleri1 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 91 ni göğüs veya bel hizalarına bağlamaları Türk soylarının ve Türklerin İslam öncesi kültüründe başkasına ve büyüklerine saygı göstergesiydi. Günümüzde “Arap İslâmı”, “Türk İslâmı” gibi söylemler vardır. Bu doğru değildir. İslam’ı anlamada ve yaşamada İslam milletleri arasında farklılıklar olabilir. Bu Müslümanlıktır. Dolayısıyla “Arap Müslümanlığı” veya “Türk Müslümanlığı” denebilir. İslam Medeniyetinin Tanımı Müslümanların doğa ve evren anlayışlarıyla oluşturdukları maddi etkinlik ve onun ortaya çıkardığı doğa bilimleri ve teknolojinin bütününü İslam medeniyeti olarak tanımlayabiliriz. Her ne kadar baskın özelliklerini göz önüne alarak İslam kültür ve medeniyetini ayrı ayrı tanımladık ise de, yukarıda da vurguladığımız gibi kültür ve medeniyeti kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kültür ve medeniyeti birbirinden ayırmak niçin mantıksal olamaz? İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ İslam kültür ve medeniyeti, 610 yılında Hz. Muhammed’e Kur’an’ın vahyedilmesi ile doğmuştur denebilir. Ruhunu ve temel özelliklerini de, Kur’an’ın nüzul süresi olan yirmi üç yılda kazanmıştır. Genelde, Hz. Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretine kadar olan ilk on yıllık süreçte iman esası olan Tevhid’i ve ahlâkı anlatan ayetler vahyedilmiştir. 622’den 632 yılına kadarki ikinci süreçte daha çok hukuk, siyaset ve benzer konularla ilgili ayetler gelmiştir. Medine döneminde inen ayetlerdeki söz konusu konulara uygun olarak Hz. Peygamber’in önderliğinde Medine’de bir İslam toplumu ve devleti oluştu. Hz. Muhammed bir devlet için gerekli kurumların ilk örneklerini oluşturmuştur: Okul, Ordu, Divân, Polis, Mescit (Cami) gibi kurumlar ilk oluşturduğu kurumlardandır. Hz. Muhammed’in 632 yılında vefatından sonra onun örnekliğinden hareketle Dört Halife döneminden itibaren İslam kültür ve medeniyeti her açıdan çok büyük gelişmeler kat etmiştir. Kur’an’ı anlama ve yorumlama isteği, İslam toplumu içinde meydana gelen Cemel ve Sıîn iç savaşları gibi ilk olumsuz olayların İslam açısından sorgulanması bugün kelâm, hukuk (fıkıh), hadis ve tefsir gibi dinî veya İslamî ilimler denen ilimleri ortaya çıkarmıştır. Daha sonra özellikle Dört Halife döneminden itibaren, İslam’ın farklı coğrafyalara yayılması neticesinde Müslümanlar farklı medeniyetler ve kültürlerle yüz yüze gelmişlerdir. Özellikle Emevilerin son dönemi ile Abbasilerin ilk döneminde, Hind ve Yunan kültürlerinden felsefe ve bilimle ilgili eserlerin Arapçaya tercümesiyle felsefe ve doğa bilimleri İslam dünyasına aktarılmıştır. İslam’ın temel ilk kaynağı Kur’an ve Sünnet’i anlamaya yönelik olarak ortaya çıkan dini ilimlerin öğretileri, VIII. yüzyıldan itibaren çeşitli hukukî ve kelamî mezheplere dönüşmüştür. Cebriye, Cehmiye, Mutezile, Hâriciye, Şiâ, Mürcie, Eşariye, Maturidiye temel, önemli kelamî mezheplerdendir. Kelâm ilmi, İslam inancını ve onun aklî savunmasını yapan, kaza kader, imamet gibi konuları inceleyen bir disiplindir. Çeşitli kelâmî mezhepler hakkında genel bilgi için N. Çağatay ve İ. A. Çubukçu’nun İslâm Mezhepleri adlı kitabına bakınız. 2 92 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Hanefilik, Şâfiîlik, Malikilik, Hanbelilik, Zâhirilik, İmamiye, İsmâiliye, Zeydiye gibi mezhepler de hukukî (fıkhi) mezheplerin önemlilerindendir. Kur’an tek, Hz. Muhammed tek olduğu halde niçin bu kadar mezhep vardır? Gibi sorular akla gelebilir. Mezheplerin ortaya çıkışının nedeni insanîdir. İnanç ve temel ibadetlerde mezhepler arasında fark yoktur. Ancak Müslümanlar karşılaştıkları meseleleri çözmek için Kur’an ve Sünnet’e başvurduklarında, farklı anlayış ve yorumlar edinmişlerdir. Böylece de mezhepler ortaya çıkmıştır. İslam dünyasında felsefe ve bilim de özellikle IX. yüzyılın ortalarından itibaren büyük gelişmelere sahne oldu. Tabiat Felsefesi Ekolü, ilk oluşan felsefe akımıdır; bu ekol ünlü kimyacı ve doğa bilimcisi Cabir İbn Hayyan ile başlamıştır; Ebû Bekr Zekeriya er-Râzî, Bîrûnî, İbnu’l-Heysem bu ekolün önde gelen isimlerindendir. İkincisi Meşşâi Ekolüdür. Aristoculuk başta ve ağırlıklı olmak üzere Eatunculuk ve Yeni-Eatunculuğun çizgisinde felsefe yapan ekoldür. Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Bâcce ve İbn Rüşd bu ekolün en ünlü filozoarıdır. Üçüncü önemli felsefe ekolü İşrâkilik’tir. Bir çeşit “Aydınlanma” felsefesi olan bu ekolün kurucusu Şihâbeddin Yahya es-Suhreverdî’dir. Bu ekolün en önemli temsilcileri arasında Molla Sadra, İsmail Ankaravî, Kâtip Çelebî ve Mir Damad gibi İranlı ve Türk filozoar ve düşünürler vardır. Tasavvuf düşüncesi de önemli gelişmeler kat etmiştir. Tasavvuf başta sûfilik olarak Halife Osman döneminde bir zühd ve takva hareketi olarak başlamıştır. Bu hareketin ilk temsilcisi meşhur sahabe Ebû Zerr el-Gıfarî’dir. Cüneyd elBağdadî, Hallac ve Ma’rûf el-Kerhî ile tasavvuf düşünsel boyut kazandı. Özellikle XII. yüzyılda tasavvuf, tarikat hareketine dönüştü. Daha sonraki yüzyıllarda ise tasavvuf kelamî ve felsefî düşüncelerden etkilenerek, farklı tasavvuf ekolleri oluşmuştur. Bunların en meşhurlarından biri Vahdet-i Vücûd’tur; bunu Muhyiddin İbnu’l-Arabî (öl. 1245) sistemleştirmiştir. Abdurrezzak el-Kâşânî (öl.1329), Davud el-Kayserî (öl.1350) ve Abdülkerim el-Cîlî (öl. 1481) bu akımın en önde gelen temsilcileridir. İkinci önemli tasavvuf düşünce ekolü Vahdet-i Şühûd akımıdır. Bunun kurucusu Ahmet Sirhindî (öl.1625)’dir. Genel olarak ifade edecek olursak İslam düşüncesi ve bilimi XIV. Yüzyıla kadar gelişimini tamamlamıştır ve temel düşünce akımları ve ekolleri oluşmuştur. Bu yüzyıldan sonra bazı gelişmeler olmuşsa da genelde bir yenileşme söz konusu olmamıştır. Felsefî düşünce niçin önemlidir? Yine bu genelleme ile XV. ve XVI. yüzyıllar İslam düşüncesinde gerek felsefî düşünce olsun gerekse kelamî ve tasavvufî düşünce olsun duraklama evresine girmiştir. XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar geçen süre ise İslam düşüncesinin gerilemesi evresidir. Bu süreçte XIX. yüzyılın ayrı bir yeri vardır; zira bu yüzyıldan itibaren İslam dünyası Batı düşünce ve bilimine yönelmiştir. Ancak Batı’dan aktarılan düşünce ve bilim, İslam dünyasında var olan düşünceyi ve bilimi yenilemek ve geliştirmek yerine, yavaş yavaş onun yerini almaya başlamıştır. Böylece de İslam dünyasında farklı şekillerde zihniyet kırılmaları ve bozulmaları ortaya çıkmıştır. Müslümanlar böylece hemen her alanda bilgi ve bilim üretme yerine Batı’dan aktarılanları tüketme yoluna gitmiştir. Bu süreçte İslam dünyasında üç baskın zihniZühd ve takva hareketinin İslâm Dünyasındaki ilk temsilcisidir. 3 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 93 yet tipi oluşmuştur. Birincisi batıcılıktır. Buna göre İslam’ın ortaya çıkardığı kültür zihniyeti ve değerleri modern çağa uymadığı iddiasıyla bunların tarihte kalması gerekir. Onların yerini Batı kültürünün doldurması istenir. Buna en tipik örnek Prens Sabahattin’dir. İkincisi, İslam-Batı uzlaştırmacılığıdır. Buna göre İslam kültürü ve Batı kültürü uzlaştırılabilir. Özellikle temel dini meselelerde yeni yorumlara gidilerek, bu uzlaşmanın zemini hazırlanıp İslam kültürel değerleriyle Batı kültürel değerleri uzlaştırılmalıdır. Bu görüşü ortaya atan Fransız Müslüman R. Guenon’dır. İslam reformculuğu, modernizmi ve gelenekselciliği adıyla ortaya çıkan akımlar bu ikinci zihniyetin ürünleridir. Burada gelenekselciliği, gelenekçilikten ayırmak gerekir. Gelenekselcilik, bütün dinlerin ortak bir geleneği olduğunu iddia ederek temelde dinî kültürlerin uzlaştırılabileceğini savunan bir anlayıştır. Üçüncüsü İslamcılıktır. Buna göre İslam kültürü kendi başına yeterlidir; bunu devam ettirmek gerekir. Zaman ve zeminin ihtiyacına göre İslam’daki içtihad yöntemiyle yeni sorunlar çözümlenebilir. Sultan II. Abdülhamid’in de öncülüğünü ettiği Panislâmcılık bu akımın ilk örneklerinden birisidir. Konumuz bu zihniyetleri uzun uzadıya tartışmak olmadığından bu kısa bilgilerle yetinerek, İslam kültür ve medeniyetini anlatabilmek için bazı kesitleri vermeye çalışacağız. İSLÂM KÜLTÜRÜNDEN KESİTLER Bundan sonra İslam kültürünün çeşitli alanlarından kesitler vererek İslam kültürünün zenginliğini ve derinliğini anlatmaya çalışalım. Kültür Bilimi Kültürler daima vardı, ama bir kültür bilimi yoktu. Tarihten sosyolojiye birçok alanı içerisine alan beşeri bilimler, Aristo’nun ilim anlayışına göre ilim veya bilim sayılmıyordu; bu gelenek büyük ölçüde İbn Haldun’a kadar devam etmiştir. İbn Haldun (1332-1406) el-Mukaddime (Giriş) adlı eserinde “İlmu’l-Umrân” (Kültür İlmi) adı altında başta tarih, sosyoloji ve ekonomiyi kültür ilminin disiplinleri olarak vaz etmiş ve kurallaştırmıştır. İbn Haldun doğa ve aklî ilimler gibi, kültür ilimlerini de nedensellik ilkesi gibi kendisine has ilkeleri olduğunu, değişim kurallarının da birer kural olduğunu ortaya koymuştur. Böylece tarihî ve sosyal olayların doğru tahlillerinin ve değerlendirmelerinin yapılabileceğini göstermiştir. Böylece İbn Haldun kültürün de bir bilim olduğunu göstermiştir. Bunun için bugün İbn Haldun’a tarih felsefesinin, sosyolojinin ve ekonomi ilminin kurucusu olarak bakılmaktadır. Sanat İslam kültürünün estetik anlayışı, Allah’ın Mutasavvir (Sanatçı, Ressam) isminin ruhuna dayanır. Hangi sanat türü olursa olsun, İslam sanatının üç temel ilkesini, soyutlama veya sterilizasyon ve geometri oluşturur. Allah ilmiyle resmettiği şeyleri yaratıcı ismiyle evreni bir sanat eseri olarak yaratmıştır. Müslüman sanatçılar, soyutlama ilkesiyle Allah’ın yaratıcılık ismini taklit etmemeyi ve ona ortak olmamayı amaçlamışlardır. Dolayısıyla sanatta sterilizasyon yöntemini seçmişlerdir. Özellikle minyatür, tezhip, ebru ve hat sanatında, hatta musikide bu ilke hâkimdir. Görsel sanatlarda nesneler resmedilirken, belirli ölçüde asıl görüntülerinden bilinçli olarak kısmî deformasyonlara gidilmiştir. Böylece sanat eserlerinin yalınlaştırılması sağlanmıştır. İbn Haldun tarafından kurulan ve tarih felsefesi ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri içerisinde barındıran ilim. 94 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Geometri ilkesiyle nesnelerin çizimlerinde ve tasvirinde ahenk ve ritim sağlanmıştır. Geometri ile resimlerde, süslerde ve hatta sonluluk içinde sonsuzluk görsel hale getirilerek ifade edilmiştir. Görsel sanatlar için geçerli ilkeler, edebî sanatlar için de geçerlidir. Şiir türlerindeki aruz ve hece vezinleri, nakaratlar, o ilkeleri sağlamaya yönelik ölçütlerdir. İslam dünyasında ortaya çıkan birçok edebî tür; konusunu ve varlığını İslam’dan almıştır. İlâhiler ve Nefesler; Notlar; Mirâcnâmeler bunlardandır. Allah Kur’an’ın okunmasını güzel sesle ve tevil üzere okumayı emredince, Kur’an’ı ses sanatı olan belirli musiki formlarıyla okumak geliştirilmiştir. Diğer taraan yazı da, İslam dünyasında bir sanata dönüştürülmüştür. Böylece hat sanatı ortaya çıkmıştır. Çeşitli hat sanatı türleri oluşmuştur. Kûfî, Celî, Sülüs ve Nesih türleri en meşhur türlerdendir. Türkler yazı sanatını çok geliştirdikleri için “Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü darbı mesel haline gelmiştir. Sanat bilim ve felsefe için önemli midir? Eğitim ve Öğretim Kurumları Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy “Oku” olduğundan daha kendi döneminde O, okuma ve yazmaya ayrı bir önem vermiştir. Daha sonraları İslam dünyasında bu alanda kurumlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazılar hakkında kısaca bahsedelim. Mektep ve Medrese Hz. Peygamber, Bedir savaşında alınan esirlerden, Müslüman çocuklara okumayazma öğretmelerin istemiştir; bunun karşılığı olarak da onları serbest bırakmıştır. İlk mektep, onun evine bitişik açtığı mescidin giriş kısmıydı (sua). Burada ilim öğrenenlere “Ashâb-ı Suâ” adı verilirdi. Dolayısıyla bu örnek üzere uzun süre ilkokul eğitimi ve öğretimi câmiler ve mescitlerde yapılmıştır. Yükseköğretim için örnek, Me’mun’un 829 yılında açtığı Beyt’ül-Hikme sayılabilir. Sonra Fatimiler’in Kahire’de açtıkları Ezher ve Selçukluların Bağdad’ta açtıkları Nizâmiye medreseleri, ilk önemli yükseköğretim kurumlarıdır. Daha sonra medreseler büyük kentlerde yaygınlık kazanmıştır. Kütüphane Kütüphanecilik, MÖ. 3500’de yazının icadından itibaren, kil tabletlere ve papirüslere yazılan yazıların arşivlenmesi ile başlamıştır denebilir. Özellikle Çinli Ts’ai Lun’un MS. 105 yılında kâğıdı icadıyla yazılanların kitap şekline getirilip taşınması ve kolaylıkla çoğaltılır hale gelmesiyle kütüphane denen müesseseler oluşmuştur. İslam dünyasında gerçek anlamıyla ilk kütüphane Emevi halifesi Şam’da kurulmuştur. Müdür olarak Halid b. Yezid atanmıştır. Halid bin Yezid’in kendi evinde özel bir kütüphanesi de olduğu bilinmektedir. Kütüphanecilikte ikinci önemli gelişme Me’mun’un Bağdad’ta 829 yılında açtığı Beytü’l-Hikme’dir. Bu üç örnek ilke İslam dünyasında özel, kurum ve halk kütüphaneciliğinin gelişmesine örnek olmuştur. Birçok bilgin özel kütüphaneler oluşturmuştur. Sultanlar saraylarında Saray kütüphaneleri açmışlardır. Büyük camilerin yanında halk için kütüphaneler açmışlardır. Kahire’de 970 yılında Fatimiler döneminde açılan Ezher ve Selçuklar döneminde vezir Nizamülmülk’ün Bağdad’ta 1064 yılında Nizamiye medreseleri gibi önemli eğitim kurumlarında kurum kütüphaneleri açılmıştır. 4 Hz. Muhammed tarafından açılan ilk mektebin öğrencileri. 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 95 İlk dönemlerde kütüphaneler “Mahzenü’l-Kütüb” ve “Hazâinü’l-Kütüb” adlarıyla biliniyordu. İslam dünyasındaki bu tür kütüphanelerde çok zengin kitaplar vardı. Örneğin Endülüs Emevilerinin başkenti Kurtuba Saray Kütüphanesinde 11. yüzyılda 400.000 kitap olduğu söylenir. Abbasiler ve Selçuklular döneminde de kütüphanelerde sayı ve kalite olarak büyük gelişmeler olmuştur. Selçuklular döneminde Diyarbakır Ulu Cami’nin kütüphanesinde 1.040 cilt kitap vardı. Osmanlılar döneminde de kütüphanecilik yaygınlık kazanmıştır. Saray kütüphaneleri, eğitim kurumu kütüphaneleri ve cami kütüphaneleri yanında vakıf kütüphaneleri de kurulmuştur. Kısaca kütüphaneler İslam dünyasında, medreseler gibi bilimsel gelişmenin en önemli kurumları olmuştur. Sosyal ve Ekonomik Kurumlar İslam kültürüne has birçok sosyal ve ekonomik kurum vardır. Bunların kaynağı doğrudan İslam dinidir. Örnek olarak bazılarını kısaca tanıtalım. Hisbe Teşkilatı Kur’an’ın bazı ayetlerinde Müslümanlara “İyi olanı emretmek, kötü olandan sakındırmak” ilkesi emredilince, İslam toplumunda daha hicri ikinci yüzyılda “Hisbe” denen bir teşkilat kurumlaştırılmıştır. Bu kurumun çok yönlü amacı vardır: Üretici ve tüketici haklarını korumak, malların kalitesini ve fiyatlarını denetlemek, köle haklarını korumak, kişiler arasındaki ihtilaarı çözüme kovuşturmak bunlardandır. Hisbe teşkilatının ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemekle birlikte, bunun ilk örneğinin Hz. Ömer’in halifeliği zamanında kurulduğu rivayetleri vardır. Bu teşkilat XIII. ve XIV. yüzyıllara kadar önemli bir kurumdu. Ancak bu yüzyıllardan sonra, başka teşkilatların ortaya çıkmasıyla önemini yitirmiştir. Hisbe teşkilatı hakkında daha fazla bilgi için Ziya Kavakçı’nın Hisbe Teşkilatı adlı eserini okuyunuz. Vakıar Kur’an kişiler arasında manevi bağları güçlendirmek için zekâtın yanında zengin Müslümanlara sadaka vermeyi ve infak etmeyi emretmiştir. Hz. Muhammed sadakanın sürekli olması için “Sadaka-i Câriye” kavramını kullanmıştır. İslam dünyasına has vakıf kurumu ve sistemi işte Kur’an’ın sadaka ve Peygamberimizin Sadaka-i Câriye kavramlarından doğmuştur. Vakıf sadece Allah rızasını kazanmaya yönelik kurulan ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir hayır kurumudur. İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren çeşitli türden özel amaçlı vakıar kurulmuştur: eğitim-öğretim vakıarı, para vakıarı, aş evleri gibi yiyecek-içecek dağıtan vakıar, hayvan vakıarı bunlardan bazılarıdır. Vakıf kurumları özellikle Selçuklular ve Osmanlılar arasında yaygın hale gelmiştir. Bunun için İslam Kültürüne “Vakıf ” kültürü denmiştir. Ahilik Ahilik bir zanaat ve esnaf teşkilatı olup özellikle Türk İslam dünyasında yaygınlık kazanmıştır. İlk ahi teşkilatının Abbasi Halifesi en-Nasır li’dinillah (1180-1225) zamanında kurulduğu kabul edilir. Ancak daha IX. yüzyılda Karahanlılar’da bu teşkilatın var olduğu bilinmektedir. XII. yüzyıldan itibaren Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde önem kazanmış ve yaygınlaşmıştır. Bu teş- 96 İslam Tarihi ve Medeniyeti II kilatın kuruluşu ve ilkeleri, İslam kardeşliğini anlatan ve erken dönemlerde yazılan Fütüvvetnâme gibi eserlere dayanır. Kırşehir’de XIII. yüzyılda Şeyh Nasirûddin Ahî Evran’ın ahiliği yeniden düzenleyip sistemleştirmesiyle Türkler arasında ahilik yeni bir döneme girmiştir. Anadolu’nun birçok şehrinde ahilik teşkilatı kurulmuştur. Bu teşkilat hem İslam kardeşliğini kuramsal hale getirerek yaygınlaştırmıştır, hem de ekonomik hayatı canlı tutmuştur. Ahilik hakkında daha fazla bilgi için Neşet Çağatay’ın Bir Türk Kurumu Ahilik adlı eserine bakınız. Kervansaraylar ve Hanlar İslam hayır ve hayrat öğretilerinden esinlenerek oluşturulan başka bir kurum da kervansaray ve han teşkilatıdır. Kervansaraylar özellikle ticari yolların kenarlarına kurulmuşlardı. Seyyahlar ve tüccarların konaklamaları, gece mallarını ve hayvanlarını koruma altına almak amacıyla açılmışlardır. Hanlar daha çok yerleşim yerlerine kurulmuştur. Tüccarlar ve misafirler buralarda konaklıyor, tüccarlar ve tacirler mallarını orada satışa sunuyorlardı. Posta Teşkilatı Hz. Muhammed’in zamanın İran, Bizans ve Habeş krallarını İslam’a davet için mektuplar göndermesi örnekliği ve dört halife döneminde İslam dünyasının Arap yarımadasının sınırlarını aşması, bir posta teşkilatının kurulmasını zorunlu kılmıştır. Dört halife döneminde beytülmâlden ayrılan ödenekle hususi develer tutulmuş ve postacı olarak yeminli kimseler seçilmiştir. Böylece düzenli bir posta teşkilatı kurulmaya çalışılmıştır. Emeviler döneminde daha düzenli posta teşkilatının ortaya çıktığı söylenebilir; develerin yerini daha çok atlar almıştır. Yollar üzerine ve sınır boylarına kurulan ribatlar posta olarak da kullanılıyordu. Abbasilerin ilk dönemlerinde de benzer uygulamalar vardır. Karahanlılar ve Büyük Selçuklular döneminde posta teşkilatında önemli gelişmeler olmuştur. Posta teşkilatı “ulak” ismiyle anılıyordu. Genel haberler kulelerde ateşler yakılarak duyuruluyordu. Osmanlılarda XVI. yüzyıla kadar atlı posta teşkilatı vardı; postacılara “koşucular” deniyordu. Bunlar ulak, tatar ve çapar olmak üzere üç sınıan oluşuyordu. XVII. yüzyılda “Menzil Teşkilatı” adıyla postacılıkta yeni gelişmeler oldu. Büyük şehirlerde “Menzilhâne” denilen özel posta evleri açıldı. I. Abdülhamid (1774- 1789) döneminde posta teşkilatı “Tatar Ocağı” adıyla yenilendi. II. Mahmud döneminde 1821 yılında özel posta arabaları yapıldı. 23 Ekim 1840 tarihinde bugünkü PTT’nin temeli olan “Posta Genel Müdürlüğü” kuruldu. Çek ve Noterlik Kur’an’da Allah’ın Müslümanlara, aralarında borçlanma ve para ödünç verme gibi bir ilişki olduğu zaman, bunu şahitlerin huzurunda yazmaları tavsiyesi İslam kültüründe noterlik müessesesinin ve çek geleneğinin doğmasına neden olmuştur. İslam dünyası coğrafya olarak genişleyince çok uzak mesafelerdeki para karşılığı mal alış verişleri için para aktarmak kolay olmadığı için para karşılığı “çek” denen bir çeşit senet yazılıyordu. Bu çekle gelen kişi büyük şehirlerde belirlenen 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 97 özel kimselerden parasını tahsil ediyordu. Bu gelenek de daha sonra Batı’ya geçmiştir. Bugün Batı dillerindeki “şek”, “çek” gibi kavramlar Arapça “şek” kavramından gelir. İSLÂM MEDENİYETİNDEN KESİTLER Burada İslam dünyasındaki doğa bilimleri ve teknoloji alanındaki gelişmelerden bazı örnekler vererek, İslam medeniyetini kısa da olsa anlatmaya çalışacağız. Bilim Felsefesi Bilim felsefesi bilimin ne olduğu, bilimsel kuramların nasıl oluştuğu, bilimsel yöntemlerin nasıl olması gerektiği gibi meseleleri konu alır. Bilim felsefesi bir felsefî disiplin olarak XIX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Ancak ele aldığı konuların tartışması çok eski zamanlara kadar gider. Müslüman bilginler ve filozoar da dönemlerinde bu konuları tartışmışlardır. Müslümanların bilim felsefesiyle ilgili bütün tartışmalarını teferruatıyla burada anlatma imkânı yoktur. Sadece çok genel bir özet yapmakla yetineceğiz. İslam bilim felsefesinde temel iki ekolün olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi Meşşâîlerin bilim felsefesi; ikincisi Doğa Felsefecilerinin bilim felsefesidir. Meşşâî Bilim Felsefesi Meşşâî, kelime anlamıyla “yürüyen” demektir. İlk meşşâî kabul edilen Kindî’den İbn Rüşd’e bir kısım Müslüman filozoarı Aristo etkisinde felsefe yaptıkları için “yürüyen” olarak nitelendirilmişlerdir. Bunun sebebi, Aristo’nun Lise’nin bahçesinde öğrencilerine yürüyerek ders vermiş olmasıdır. Meşşâî filozoar çerçeve itibariyle bilim anlayışında Aristo’yu takip ettikleri için bilimi, felsefî düşünceye, metafiziğe ve mantığa dayandırırlar. Bunun için bilim her şeyden önce zihinsel bir etkinlik olarak görülmüştür. Bu sebeple bilim anlayışlarında bir yöntem olarak deney ve tecrübeyi önde tutmazlar. Yöntem olarak Aristo gibi tümden gelimi benimserler. Doğa Felsefecilerin Bilim Felsefesi Câbir İbn Hayyân (721-805), İbn Firnas (öl. 888), Ebû Bekr Zekeriya er-Râzî (864-925), Bîrûnî (öl. 1053), İbn Heysem (965-1051) gibi birçok Müslüman bilim adamı, felsefe yapmayla bilim yapmayı ayırırlar. Bilimin tümel kavramlarla değil, tikel kavramlarla yapılabilir olduğunu söylerler. Bilimde tüme varım esastır. Bilim deney ve tecrübeye dayanmalıdır derler. Deney ve tecrübesiz bilimin olamayacağını iddia etmişlerdir. Bu kısa açıklamadan sonra İslam medeniyetinin bilim ve teknolojiye katkılarından bazı örnekler verelim. Bilime Katkı Müslüman bilginler matematikten fiziğe her bilim dalında bilime önemli katkılarda bulunmuşlardır; hatta bazı bilim dalları disiplin olarak Müslümanlarca kurulmuştur ki, bugün evrensel olarak o bilimler Arapça isimleriyle anılırlar. Örneğin batı dillerindeki Algebra, Arapça el-Cebr’in, Alchemy, Arapça el-kimya, Algoritma, ünlü matematikçi Musa el-Harezmî’nin isminden bozmadır. Matematiğe Müslüman bilginlerin çok önemli katkıları olmuştur. En büyük katkı, Sıfır’ın (0), ilk defa sayı olarak kullanılmasıdır; bunu yapan ilk matematikçi ünlü Türk matematikçi Musa el-Harezmî (öl. 863)’dir. Cebirin, matematikten ayrı bir bilim dalı haline gelmesinde Türk bilgini İbn Türk’ün rolü büyüktür (VIII. yüz- Sıfır (0) sayısını ilk olarak kullanan Türk bilim adamı. 98 İslam Tarihi ve Medeniyeti II yıl). İslam dünyasının ilk matematikçileri, Türk bilginleridir. Türkler matematik ve diğer doğa bilimlerine daha çok meyletmişlerdir. Bunu ünlü İranlı tarihçi İbnü’tTiktaka (1262-1309) “el-Fahrî” adlı tarih eserinde şöyle anlatır: “Türkler edebiyat ve felsefe ilimlerinden daha çok matematik, siyakat (bir çeşit şifreli yazı çeşidi), tıp ve astronomi gibi bilimlere önem verirlerdi.” Ondalık sayıları ve kesirli sayıları Müslüman bilginler icat etmişlerdir. Bunların başında İran asıllı Gıyaseddin Cemşit (öl. 1429) ve Ali Kuşçu (öl. 1474) gelir. Ondalık ve kesir sayıları İstanbul’dan Batı’ya geçtiği için batılılar bu sayılara “Türk Sayısı” demişlerdir. Bugün dünyanın kullandığı 1.2.3.4.5... şeklindeki rakamları Kuzey Afrikalı matematikçi İbnü’l-Benna icat etmiştir. Batı bu rakam sistemini Müslümanlardan aldıkları için Batı’da bunlara “Arap Rakamları” denir. İbnü’l-Benna ve Kalsadî aynı şekilde bugün kullanılan cebirsel sembolleri ve işaretleri de icat etmişlerdir. Trigonometri, her ne kadar bugün Yunanca bir isimle anılıyorsa da, bunu ayrı bir geometri dalı haline getiren Müslüman bilginlerdir. Sinüs, kosinüs, tangent, kotenjant gibi formülleri bulup geliştirenler Arap asıllı Battanî ve Türk bilgini Bîrûnî’dir. Öklid’in beşinci postulatını yanlışlayıp bugün Anti-Öklidçi geometri olarak anılan geometrinin ilk öncüsü bir Türk bilgini Nasrüddin Tûsî (öl.1274)’dir. Bazı örnekler de fizikten verelim. Görme kuramını ilk defa doğru açıklayan bilgin İbnü’l-Heysem (965-1051)’dir. Modern optiğin kurucusu kabul edilen bu bilgin Kepler’den önce ışık yansımaları ve kırılma kurallarını tesbit etmiştir. Newton’dan çok önce yerçekiminin varlığını ilk tesbit eden Bîrûnî’dir. Kimyayı bilim olarak kuran Câbir İbn Hayyân (721-805)’dir. Bir Türk olduğu da söylenen bu bilgin, Bağdad’ın Şam kapısı yanında kurduğu laboratuvarda çeşitli kimyasal fırınlarda bugün de Arapça isimleriyle anılan temel asitleri bulmuştur. Al-Kuhl=Alchol, al-Kali=Alkali, Rehcü’l-Ğar=Realgar (Arsenik Sülfit), al-Tûtiya=Tutti (Çinko oksit) gibi. Birçok kimya apartüsünü de o icat etmiştir ve bunlar da bugün Batı’da Arapça isimleriyle anılırlar. Cisimlerin özgül ağırlığını, Batı’da “piknometre” ismiyle anılan bir alet icat ederek ilk tesbit eden Bîrûnî’dir. Tıp alanında da Müslüman bilginlerin sayısız katkısı vardır. Bunların bazıları şöyledir; küçük kan dolaşımı, bunu tesbit eden ilk bilgin Arap asıllı tabip İbn Nefs (1210-1288)’tir. Kızıl ve kızamık hastalıklarının ayrı iki hastalık olduğunu keşfeden ve çocuk hastalıklarıyla ilgilenen tabip, Ebû Bekr Zekeriya er-Râzî (864- 925)’dir. “Tohum” adıyla mikrop ve virüslerden ilk bahseden ünlü Osmanlı tabibi Akşemseddin (1389-1459)’dir. Çiçek aşısı yapma usulünü İstanbul’dan 18. yüzyılda İngiltere’ye taşıyan Lady Montagu’dur. Astronomi (gökbilim) alanında Müslüman bilginlerin çok katkısı vardır. Bunların en önemlisi Bîrûnî ve hocası el-Siczî ile birlikte Batlamyus (Ptolemy)’nin yer merkezi (jeosantrik) evren sistemi yerine, Güneş merkezli sistemi (heleosantik), Kopernik’ten çok daha önce önermişlerdir. 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 99 Teknoloji Uçma Denemeleri İnsanın uçabileceği düşüncesini ilk olarak Müslüman bilginler ortaya koymuşlardır. Böylece uçak yapımına öncülük etmişlerdir. İlk uçuş denemesini yapan Endülüslü Arap veya Berberî asıllı bilgin Abbas İbn Firnas (öl. 888)’tir. İcat ettiği kanatlı bir uçma aleti ile Endülüs’ün başkenti Kurtuba şehrinin yüksek bir tepesinden atlayarak uçma denemesi yapmıştır. Bilinen ikinci deneme Türkistanlı Türk bilgini Ebû Nasr İsmail Cevherî’ye (12. yy.) aittir. Cevherî o zamanlar Gaznelilerin sınırları içinde bulunan Nişapur şehrinde ders veriyordu. 1002 yılı içinde kanatlı bir uçma aletiyle imamlık yaptığı caminin şerefesinden uçma denemesi yaptı. Ancak kanatlarından birisinin uçuş esnasında kopması sonucu yere düşerek vefat etmiştir. İstanbul’da bulunmuş batılı diplomatların ve seyyahların yazdıklarına göre Kanûnî Sultan Süleyman döneminden itibaren İstanbul’da uçma denemeleri yapılmaktaydı. Bilindiği gibi, daha çok bilinen uçuş denemeleri IV. Murat zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi’nin 1636 yılında ve Lagarî Hasan Çelebi’nin aynı yıllarda yaptıkları uçuş aleti bir çeşit tepkimeli roket veya füzeye benzeyen bir alettir. Ancak Osmanlılar bu denemeleri geliştirme yerine ulemanın yanlış yönlendirmeleri nedeniyle Hezarfen Ahmet Çelebi bir kese altınla Cezayir’e sürgüne gönderilmiştir. Lagarî Hasan Çelebi ise Kırım Hanı Selâmet Giray’ın yanına gitmiştir. Ne tesadüür ki, ilk modern füze ve roket denemeleri Kırım’ın da içinde bulunduğu Ukrayna’da başlamıştır. Şekil 5.1 Leonardo Da Vinci’nin tasvir ettiği İbn Firnas’ın uçma aleti Kaynak: http://www.elendulus.com/index. php? Şekil 5.2 Lagarî’nin uçuşunu anlatan 17. yüzyıl gravürü Kaynak: http//www. tayyareci.com/ lagari.htm 100 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Otomatlar İslam dünyasındaki teknolojik gelişmeyi anlatma bakımından vereceğimiz ikinci örnek kendiliğinden otomatik olarak çalışan çeşitli alet ve edevatın yapılmasıdır. Mekanik aletlerin yanında otomatik ürünler yapımı Bağdad’ta IX. yüzyılda Benû Musa (Musa Kardeşleri) ile başlar. Ahmed, Hasan ve Muhammed adlı üç kardeş teknikle uğraşan ilk önemli mühendislerdir. Bize ulaşan en önemli kitapları, Kitabü’lHiyel (Teknik Kitabı)’dir. Onlar birçok mekanik aletin yapımı yanında bazı otomatik olarak çalışan aletler de yapmışlardır. Sibernetik ilkeleri kullanarak otomatik ve robot türü aletler icat etmekle meşhur olmuş bilgin, Cezerî (1136-1206)’dır. Ebû’lİzz el-Cezerî, Artukoğulları’nın başkenti Âmid (Diyarbakır)’teki sarayında yetişmiş ve orada otuz altı yıl mühendislik yapmış bir teknisyendir. Artukoğlu Karaaslan’ın isteği üzerine Kitabü’l-Câmi beyne’l-İlm ve’l-Amel fi Sınaati’l-Hiyel (Teknik Sanatında İlim ve Ameli Birleştiren Kitap) adlı meşhur eserini yazmıştır. Bu eserde kendi yapmış olduğu elli otomatik ve robot türü aletin yapımlarını ve çizimlerini anlatır. Tıp Teknolojisi Bu alanda da Müslüman bilginlerin büyük katkısı vardır. Ameliyatlarda kullanılmak üzere önemli aletler icat eden tabiplerin başında Endülüslü ünlü tabip elZahravî (936-1470) gelir. Osmanlı tabibi Şerafeddin Sabuncuoğlu (1386-1470)’nu da anmak gerekir, o da bazı cerrahi aletleri icat etmiştir. Astronomi Teknolojisi ve Rasathane Astronomi (gökbilim) matematik gibi eski bir bilimdir. Ancak bu bilimin kavramsal olmaktan çıkıp uygulamalı bir bilim haline gelmesi Müslüman gökbilimcilerle olmuştur. Bunda İslam dünyasında Rasathane (gözlemevi)’nin kurulması ve orada çok çeşitli gözlem aletlerin icat edilmesidir. Yunanlılarda gözlemevi yoktur; yaptıkları basit gözlemleri yüksek tepelerde yapıyorlardı. Me’mun, etrafına topladığı bilginlerle Bağdad’ta ilk defa bir gözlemevi ve usturlâb (astrolâb) olarak bilinen aletlerle gözlemler yaptırmıştır. Daha sonra İslam dünyasının birçok şehrinde gözlem evleri yapılmış ve yeni gözlem aletleri icat edilmiştir. En önemli gözlem evlerinden birisi, İlhanlılar döneminde bugünkü Azerbaycan sınırları içinde kurulan Merağa Gözlemevidir. Hülâgü Han bu rasathaneyi ünlü matematikçi ve gökbilimci Nâsırûddin Tûsî’nin isteğiyle 1256 yılında kurmuştur. Buranın müdürlüğünü uzun süre bu bilgin yapmıştır. Dönemin diğer ünlü bilginleri de orada görev yapmışlardır. İkinci önemli gözlem evi, Uluğ Bey (1394-1449)’ın Semerkant’ta 1419 açtığı Semerkant Rasathanesi’dir. Aynı zamanda ünlü bir gökbilimci olan Uluğ Bey’den Şekil 5.3 Cezerî’nin Filli saati Kaynak: http//www. muslimheritage.com Ortaçağ İslâm dünyasında otomat ve robot icatlarıyla meşhur bilgin 5. Ünite - İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 101 başka Gıyaseddin Cemşid, Ali Kuşçu, Kadizâde-i Rûmî gibi birçok bilgin de orada çalışmıştır. İslam dünyasında kurulan diğer önemli bir gözlemevi de, İstanbul Rasathanesi’dir. Bunu dönemin ünlü bilgini Takiyuddin (1521-1585) III. Murad zamanında 1576 yılında kurmuştur. Kendi icat ettiği yeni gözlem aletleri vardır. Avrupa’da bunlar o dönemde henüz bilinmekteydi. Ancak bu gözlemevi uzun ömürlü olamamıştır. Kıskançlık ve yanlış din anlayışları yüzünden aynı yıl içerisinde yıktırılmıştır. İSLÂM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN BATIYA ETKİSİ Son olarak kısaca bu konuya değinelim. Bugünkü Batı kültür ve medeniyetinin temelinde İslam dünyasında üretilen felsefi ve bilimsel düşünceler vardır. Batı X. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında üretilen felsefî ve bilimsel düşünceleri çeşitli yollarla kendisine aktarmıştır. İlk batılı bilginler eğitimlerini Endülüs’te ve Kuzey Afrika ülkelerinde yapmışlardır. Örneğin Batı’nın ilk matematikçisi sayılan İtalyan Leonardo Fibonacci (1175-1250) eğitimini Cezayir ve Fas’ta yapmıştır. İkinci ve en önemli yol, Papa II. Sylvester de Sacy’nin 910 yılında Kuzey İspanya’nın Ripoll şehrinde kurduğu tercüme mektebinde Arapça eserlerin Latinceye çevrilmesidir. II. Sylvester de Sacy, papa olmadan önce eğitimini Endülüs’te yapmış Arapça da bilen bir bilgindi. Bu terimlerle Batı’ya geçen İslam düşüncesi Batı’yı Karanlık dönemden rönesans ve reform çağlarına hazırlamıştır. Kısaca Batı, felsefe ve bilimi yeniden keşieri İslam kültürü ve medeniyetinin tesiriyle olmuştur. Birkaç alıntıyla bunu anlatalım: Ünlü Fransız matematikçi Libri (1803-1869) şöyle demiştir: “Müslümanları tarihten silebilseydiniz, bilimsel Rönesans’ımız yüzyıllarca geri kalmış olacaktır”. İngiliz tabip ve arkeolog Brioult da “Making the Humanity” adlı eserinde şöyle demektedir: “İslam medeniyetinin modern dünyaya en büyük hediyesi ve yardımı bilimdir...... Fakat Avrupa’yı yeniden hayata kavuşturan şey, sadece bilim değildir.....Avrupa’nın ilerlemesinde İslam kültürünün kesinlikle etkisini görmeyeceğimiz bir kesit yoktur. Bu etkinin, bütün açıklığı, büyük ve devam eden gücüyle kendini gösterdiği, en büyük zaferlerim kazanılışına neden olduğu alan, doğa bilimleri ile bilim zihniyeti olmuştur”. İslam dünyasının Batı’ya etkisi konusunda daha geniş bilgi için Dr. Sigrid Hunke’nin Allah Güneşi Batı Üzerinde adlı eserini okuyunuz. 102 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet İslâm Kültür ve Medeniyetini ile kaynaklarını açıklayabilmek İslam kültür ve medeniyeti, en temelde Kur’an ve Sünnet’in anlaşılması ve hayata geçirilmesi olarak Hz. Muhammed’in döneminde oluşmaya başlamıştır. Müslümanlar bununla yetinmemiş kültür ve medeniyetlerini Türk ve İran gibi büyük kültürlerin yardımıyla genişletmiş, Hind ve Yunan kültürlerinden de geniş ölçüde istifade etmiştir. İslâm Dünyası bütün bu kültürlerden istifade etmekle birlikte orijinal bir senteze de ulaşmıştır. İslâm Dünyasında teşekkül eden felsefe, kelâm, tasavvuf ve bilim ekollerini tanımlayabilmek İslâm Dünyasında VIII. yüzyıldan itibaren kelâmî, tasavvufî, felsefî ve bilim mektepleri oluşmaya başlamıştır. Bu gelişmeler “Altın Çağ” denen 14. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu yüzyıldan sonra eski döneme göre bir duraklama ve daha sonra da özellikle medeniyet açısından 16. yüzyılda bir gerileme dönemi yaşamıştır. Bunun en büyük sebebi, bilim kavramının etrafındaki bozulmadır. İslâm kültür ve medeniyetinin Batı Dünyasına tesirlerini açıklayabilmek İslam kültür ve medeniyeti X. yüzyılda Batı’ya aktarılmıştır. Batı da Karanlık Çağından İslam mirasıyla kurtulabilmiştir. Dolayısıyla İslam kültür ve medeniyeti, en temel ilkeleri, kaynaklarıyla ve bilimsel ve kültürel katkılarıyla insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Müslüman bilginler, kendi özel katkıları yanında, eski milletlerin düşünce ve bilim miraslarının tarihten silinmesini önlemişlerdir ve onların bugüne aktarılmasına neden olmuşlardır. Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar, Yunan-Roma düşüncesini, pagan düşünce diye yasaklamışlardır. Bir Aristo, bir Eatun (Platon) unutulmuştu. Onların eserlerini bulup, Arapçaya tercüme ederek Müslümanlar yaşatmışlardır. Batı bu bilginleri Müslümanlar yoluyla yeniden keşfetmiştir. Bunun için örneğin Aristo’dan Latinceye yapılan ilk çevriler Arapçadan olmuştur. 1 2 3 5. Ünite -İslam Kültür ve Medeniyetine Genel Bir Bakış 103 Kendimizi Sınayalım 1. Beytü’l-Hikme’yi aşağıdakilerden hangisi kurdurmuştur? a. Me’mun b. Mu’tasım c. Hârun Reşid d. Muaviye e. Hz. Osman 2. Suhreverdî aşağıdaki hangi felsefî mektebinin kurucusudur? a. Dehriye b. Meşşâiye c. İşrâkiye d. Revakiye e. Reybiye 3. İbn Sînâ aşağıdaki hangi felsefî mektebe mensup bir filozour? a. İşrâkiye b. Meşşâiye c. Dehriye d. Tabiat Felsefesi e. Rivakiye 4. Ezher medresesi kimler tarafından kurulmuştur? a. Emevîler b. Abbasîler c. Selçuklular d. Fatimiler e. Gazneliler 5. Vakıarın kurulmasında aşağıdaki İslâmî kavramlardan hangisi etkili olmuştur? a. Namaz b. Hac c. Oruç d. Tevbe e. Sadaka 6. Aşağıdakilerden hangisi İslam Hukuk (fıkıh) mekteplerinden biri değildir? a. Hanefîlîk b. Mâlikîlik c. Hanbelîlik d. Mutezile e. Şâfiilik 7. Kültür Biliminin kurucusu aşağıdakilerden hangisidir? a. İbn Heysem b. İbn Haldun c. İbn Sina d. Farabi e. Sühreverdî 8. İslam Dünyasında ilk uçuş denemelerini aşağıdakilerden hangisi gerçekleştirmiştir? a. Hezarfen Ahmet Çelebi b. Ebû Nasr İsmail Cevherî c. Abbas İbn Firnas d. Lagarî Hasan Çelebi e. Ebü’l-İzz el-Cezerî 9. İslâm ülkelerinde ilk rasathane (gözlemevi) aşağıdakilerden hangisinde hangi şehirde kurulmuştur? a. Semerkant b. İstanbul c. İskenderiye d. Meraga e. Bağdat 10. Aşağıdakilerden hangisi Hisbe teşkilatının görevlerinden biri değildir? a. Tüketici haklarını korumak b. Vakıar kurmak c. Malların kalite ve fiyatlarını denetlemek d. Köle haklarını korumak e. Kişiler arasındaki ihtilaarı gidermek 104 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültür ve Medeniyetinin Kaynakları kısmını yeniden okuyunuz 2. c Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültür ve Medeniyetinin Gelişme Saasını yeniden okuyunuz 3. b Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültür ve Medeniyetinin Gelişme Saasını yeniden okuyunuz 4. d Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültüründen Kesitler bölümünün eğitim ve öğretim kurumları kısmını yeniden okuyunuz 5. e Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültüründen Kesitler bölümünün vakıar kısmını yeniden okuyunuz. 6. d Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültürü ve Medeniyetinin Doğuşu ve Gelişmesi adlı bölümü yeniden okuyunuz. 7. b Yanıtınız yanlışsa, İslam Kültüründen Kesitler bölümünün Kültür Bilimi kısmını okuyunuz. 8. c Yanıtınız yanlışsa, İslam Medeniyetinden Kesitler bölümünün Uçma Denemeleri kısmını okuyunuz. 9. e Yanıtınız yanlışsa, İslam Medeniyetinden Kesitler bölümünün Astronomi Teknolojisi ve Rasathane kısmını okuyunuz. 10. b Yanıtınız yanlışsa, Sosyal ve Ekonomik Kurumlar bölümün Hisbe Teşkilatı kısmını okuyunuz. Sıra Sizde 1 İbadetler de dâhil her eylem özgür irade ile yapıldığı zaman özgün ve kişisel olur. İşte bu açıdan İslam eylemin değerini kişiselliğe ve özgürlüğe bağlı gördüğü için her konuda bireyciliği öne çıkarmıştır. Burada bireyciliği, egoizm olan bireyselcilikle karıştırmamak gerekir. Sıra Sizde 2 Kültür ve medeniyetin kaynaklarının hepsi insanî veya toplumsal olmasa da, kültürü de medeniyeti de yapıp üreten insan olduğu için kesin ayrım yapmak mantıksal değildir. Sıra Sizde 3 Felsefe ve felsefî ilimler doğrudan insanın düşünme yetisi olan aklı ve zihni konular aldığından, bunların gelişimi ancak felsefe ile olabilir; düşünce ve bilim ancak gelişmiş bir zihinle yapılabilir. Sıra Sizde 4 Sanat insanın hayal ve algı gücünü geliştirdiği için felsefe ve bilim için önemlidir. Felsefî düşünce ve bilim de büyük ölçüde tahayyüle dayanır. Bu açıdan sanatın hayal gücünü geliştirmesi insanın bilim ve felsefe üretmesine doğrudan katkı sağlar. Yararlanılan Kaynaklar Aslanapa, Oktay (1993), Türk Sanatı, İstanbul. Bayraktar, Mehmet (1985), İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara. Derman, Uğur (1977), Türk Sanatında Ebrû, İstanbul. Hitti, K. Philip (1980), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. S. Tuğ, İstanbul. Kafesoğlu, İbrahim (1977), Türk Milli Kültürü, Ankara. Kazıcı, Ziya (1985), İslami ve Sosyal Açıdan Vakıar, İstanbul. Öney, Gönül (1977), Türk Çini Sanatı, İzmir. Serin, Muhittin (2006), Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul. Tanındı, Zeren (1996), Türk Minyatür Sanatı, Ankara. Turan, Osman (1969), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul. Yetkin, S. Kemal (1965), İslam Mimarisi, Ankara. 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hilâfet kurumunun ortaya çıkış sürecini açıklayabilecek, Merkez teşkilatı ve buna bağlı kurumları tanımlayabilecek, Beytülmalin oluşumu, gelir ve giderleri hakkında bilgi sahibi olabilecek, Adliye teşkilatının oluşumu ve bağlı kurumları anlatabileceksiniz Anahtar Kavramlar • Hilâfet, Halife, Biat, Saltanat, Sultan, Mezâlim • Saray, Vezâret, Vezir, Divan, Eyalet, Vilayet, Emîr, Hâcib • Beytülmâl, Dîvanü’l-harac, Fey, Cizye, Humus, Öşür, Âmil • Kaza, Kadı, Kadılkudât, Ahdâs, Şurta, Hisbe, Sahibü’s-sûk, Reis İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Siyasi ve İdari Kurumlar • HÜKÛMET TEŞKİLATI • MALİYE TEŞKİLATI • ADLİYE TEŞKİLATI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II HÜKÛMET TEŞKİLATI İslâm öncesinde Arapların, Roma ve Sâsânî imparatorluklarıyla mukayese edilebilecek veya günümüzdeki anlamda bir hükümetleri yoktu. Aynı şekilde aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için başvuracakları bir adalet teşkilatı, düzen ve asayişi sağlayacak bir emniyet teşkilatı ve dış tehditlere karşı kendilerini savunacak bir orduları da bulunmuyordu. Bu durum Arabistan’da yerleşik veya göçebe olarak yaşayan insanların her hangi bir otoriteye bağlı olmadan, ulusa oranla daha kapalı, etnik merkezli ve daha küçük hacimli olan kabileler halinde yaşamaya alışmış olmalarından kaynaklanıyordu. Bundan dolayı her kabile birbirinden tamamen ayrı ve tam bağımsızlığa sahip bir topluluk oluşturuyordu. Basit bir siyasi teşkilatı olan kabilenin yaşlıları arasından seçilen reisinin yaptırım gücü yoktu; daha çok hakemlik yapardı. Benzer bir durum İslâm’ın doğduğu Mekke için de söz konusuydu. Burada bir devlet vardı. Fakat bir başkanı olmayan hükûmet bir topluluğun elindeydi. İslam’a göre hükûmet evrenin kaçınılmaz bir gerçeği olup ilk insandan itibaren mevcuttur. İktidar sahipleri Allah’ın iradesini yeryüzüne yansıtmak ve O’nun koyduğu yasaları uygulamakla yükümlüdürler. Allah ilk olarak Hz. Âdem’e ondan sonra gelen peygamberlere ve son olarak da Hz. Muhammed’e bu yasaları insanlara duyurarak uygulamalarını emretmiştir. Mekke dönemi tecrübesi, İslâm’ın evrensel boyutta tebliği ile Müslümanların barış ve güvenlik içinde yaşama imkânı elde etmeleri için siyasi egemenliğin büyük önem taşıdığını açık bir biçimde ortaya çıkardı. Bundan dolayı siyasi örgütlenme açısından İslâm tarihinde devlet oluşumu Akabe biatleriyle birlikte başlayan bir süreç içinde gelişti. Akabe’de tamamen dinî etkenlerle İslâm Peygamberi’ne biat eden Medineliler, merkezî otoritenin bulunmadığı şehirlerinde düzen ve barışın sağlanması için kişisel otoritesini tanımaya söz verdikleri Hz. Muhammed’in hicretinden çok şey umuyorlardı. Zira Medine’de Arap kabileleri arasında sürüp giden düşmanlık ve huzursuzluk ortamı, geleneksel kabile kurallarıyla değil ancak üstün bir otorite ile giderilebilirdi. Hicretle birlikte oluşan şartlar çerçevesinde Hz. Peygamber’in kuruluş hâlindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkarak dinî rehberliği yanında siyasi liderliği de önem kazanmaya başladı. VII. yüzyılın ortalarına doğru Arabistan’daki kabilelerin büyük kısmı Müslüman oldu. Çevredeki bazı Arap, Yahudi ve Hıristiyanlarla yapılan antlaşmalarla, Hz. Muhammed’in önderliğinde geniş bir siyasi birlik oluştu. Böylece kabileler hâlinde yaşayan Araplar ilk defa Hz. Peygamber’in etrafında birleşerek Siyasi ve İdari Kurumlar 108 İslam Tarihi ve Medeniyeti II millet oldular. Hz. Peygamber’in hayatın bütün alanlarına yayılan kapsamlı liderliği, o dönem Arap toplumundaki kabile yapısında ve Ortaçağ Avrupa toplumlarının feodal yapılarında egemen olan daraltılmış ve bireyselleşmiş otorite kalıplarını aşan bir devlet anlayışını beraberinde getirdi. Hz. Peygamber’in öncülüğünde oluşan Medine toplumu siyasi örgütlenmenin bütün fonksiyonlarına sahipti; ortaya konan yapılanma, Batı siyasi kaynaklarındaki devlet anlayışından çok farklı özelliklere sahip bir anlayış ve kültürün eseriydi. Teori ile pratiği, siyasi ideal ile gerçekliği birleştiren Medine toplumu, Batı siyasal tarihinde görülen şehir devleti, imparatorluk devleti ve millet devleti anlayışlarından ayrı bir devlet yapılanması gerçekleştirdi. İnanca dayalı ve her türlü üyeliğe açık olan Medine toplumunda bu devletlerde görülen etnik farklılaşmaya dayalı siyasal katılım kısıtlamaları ve katı üyelik kalıpları yoktu. Medine’deki siyasi yapılanma, Helen ve Roma imparatorluklarından da gerek fert ve toplum gerekse siyasi merkez ve çevre ilişkileri açısından köklü bir şekilde ayrılır. Aynı şekilde felsefî temelini Hegel’in oluşturduğu millet-devlet kavramı da bu anlayışa büsbütün yabancıdır. İslâm tarihi içinde siyasi yapılara model teşkil eden bu ilk uygulamada, devletin toplumdan bağımsız, soyut ve baskın bir varlığa sahip olması teori ve pratikte hiçbir zaman söz konusu olmadı. Siyasi örgütlenme olarak devlet, inanç sisteminin belirlediği ahlakî ve sosyal idealleri gerçekleştirmek için sadece bir araçtı. Dolayısıyla birey ve toplumu devlet adına denetlemeye dayalı siyasal mekanizmalar da yoktu. Siyasi ve idari kurumlar, özellikle de Hz. Peygamber dönemindeki örnekler hakkında geniş bilgi için M. A. Kettânî’nin et-Terâtibü’l-idâriyye (İstanbul 2003) adlı eserine başvurabilirsiniz. Devlet kavramı tarihsel süreç içinde bir takım anlam değişikliklerine uğradı. İslâm tarihinde devlet kelimesinin siyasal bir kavram haline gelmesinin ilk evresinde kazandığı anlam ‘zafer, güç’ veya ‘hâkimiyetin dönüşümlü olarak el değiştirmesi’ şeklindeydi. İkinci saada hâkimiyetin değişmesinden çok sürekliliğini ifade eden bir kavram haline gelerek, nihaî siyasi otorite ve yapı için kullanılmaya başlandı. Özellikle Abbasî hilâfetinin zayıadığı dönemlerde görüldüğü gibi devlet kavramı egemen bir hanedanı veya onun siyasi hâkimiyetini ifade etti. Türk devletlerinde daha yaygın olan ‘devlet-i ebed-müddet’ şeklindeki kullanımda da bir taraan gücün ve zaferin, diğer taraan da siyasi yapının sürekliliği vurgulanır. Tarih görüşünü ‘devletlerin ömrü’ fikrine dayandıran İbn Haldun da devleti, süreklilik arz eden siyasi yapı anlamında kullanmıştır. Devlet kelimesi üçüncü evrede çağdaş siyaset literatüründeki karşılığı olup milletlerarası sistemin her bir unsuru anlamını taşır. Hilâfet Peygamberlerin amacı sadece belli ilke ve esasları insanlara bildirmek değil bireysel ve sosyal planda bir dönüşümü de gerçekleştirmekti. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in biri vahiy yoluyla aldığı Kuran-ı Kerim ayetleriyle İslâm’ın esaslarını insanlara tebliğ ederek öğretme, diğeri de içlerinde devlet ve kamu yönetimiyle ilgili birçok örneğin yer aldığı bu esasları bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. Bu âlemden ayrılmasıyla son peygamber olan Hz. Muhammed’in görevi sona erdi. Bundan sonra İslâm toplumunun karşılaştığı ilk ve en önemli sorun, devam edecek olan ikinci göreve karşılık gelen siyasi liderliğin kurulmasıydı. Hz. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 109 Peygamber’in vahye dayalı bir bilgiden kaynaklanan ve hayatın herhangi bir sahasıyla sınırlı olmayan kesin ve tartışmasız liderliğinden hilâfet sistemine geçiş, İslâm toplumunun devlet anlayışının temel dönüm noktasını teşkil etti. Sözlükte “birinin yerine geçmek, ardından gelmek veya gitmek, vekâlet veya temsil etmek” gibi anlamlara gelen hilâfet kelimesi, İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eden bir terimdir. Devlet başkanı için aynı kökten çoğulu hulefâ olan halife terimi kullanılır. İslâm toplumlarında devlet başkanlığına hilâfet denmesi, halifenin peygamberlik görevi hariç Hz. Muhammed’in yerine geçerek onun dünyevî otoritesini temsil etmesi, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilâfet ve yetkiyi üstlenmesi gibi sebeplerle açıklanır. Bundan dolayı ilk dönemlerden itibaren halifelik görevini üstlenen kimselere ‘Hz. Peygamber’in halifesi’ unvanı verilmiştir. Hz. Ebû Bekir’den itibaren devlet başkanları için halife tabiri kullanılmaya başlanmışsa da, İslâm medeniyetindeki hilâfet kavramı ve kurumu uzun bir tarihî gelişimin, birbirinden oldukça farklı uygulamaların ürünüdür. Hz. Peygamber’den sonra İslâm toplumunun idaresini en yüksek seviyede üstlenen kişinin görev ve makamı ‘imâmet’ kavramıyla da karşılanır. Kelâm ve fıkıh bilginleri, siyasi nazariyelerle ilgili görüşlerini genellikle imamet başlığı altında incelerken tarihçiler, Hz. Ebû Bekir’den başlayıp Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden tarihsel süreci hilâfet kavramıyla karşılarlar. Bu çerçevede imamet daha çok kuramsal anlamda devlet başkanlığını, hilâfet ise fiilî otoriteyi belirtir. Kuran ve hadislerde hakka ve adalete bağlı olma, danışarak iş görme gibi kamu yönetimiyle ilgili genel ilkelerden söz edilse de devlet başkanlığı, bunu üstlenenlerin görev ve sorumlulukları gibi konularda detaylı hükümler yer almaz. Bundan dolayı İslâm geleneğinde, üst bir kurum olan devletin yönetim biçimi ve siyasi yapılanması gibi konularda ayrıntıya girilmez; bu konuların toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakından ilgili olduğuna vurgu yapılır. Hz. Peygamber de kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirtmeyerek bu konuyu topluma bırakmıştır. Bundan dolayı siyasi liderliğin Hz. Muhammed’den sonra ilahî tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil, toplumun ortak tercih ve onayıyla gerçekleşeceğinin altı çizilmiştir (Görmez, (1997), s. 214, 294). Medineliler, Hz. Peygamber’den sonra İslâm toplumunun birliğinin bozulmaması için bir lidere ihtiyaç olduğunun farkındaydılar. Halife seçilen Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan yeni süreçte siyaset ve devlet olgusu insanın sorumluluk, yetenek ve ehliyet alanı içinde kavrandı. Buna göre devletin oluşum ve devamında ihtiyaç duyulan bilgi kaynağını bilimsel içtihatlar sağlarken, İslâm dünyasında baskın anlayışı teşkil eden siyasi liderliğin oluşturma yöntemi de toplumun biat ve şûrası şeklinde formüle edildi. Siyasi liderliğin tayin ve tesisinde ilahî bir kural olduğunu iddia eden Şiîler ise tevarüs esasına dayalı bir imamet teorisi geliştirdiler. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devlet halife, vilayetlerde valilerle yönetilen bir siyasi ve idari yapıya sahipti. Devletin başı olan halife Medine’de bulunan Müslümanlar tarafından tespit ve tayin ediliyor, daha sonra da diğer vilayetlerde bulunan Müslümanların biatı alınıyordu. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer halef bırakma suretiyle, Hz. Osman da şûra yoluyla halife oldu. Halifeliğe gelişi sahabenin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen Hz. Ömer kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyeSosyo-politik bir akid olarak devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelir. Halifenin kamuoyu nezdinde meşruluk kazanabilmesi için gereklidir. Sakıfetü Benî Sâide’de olduğu gibi belli sayıdaki kişi tarafından yapılan biata ‘el-bey’atü’l-hâssa’, Mescidi Nebevî’de bütün Medinelilerin biat etmelerine ise ‘el-bey’atü’l-âmme’ denilir. Hz. Ebû Bekir’den itibaren her halife değiştiğinde biata başvurulurdu. Ancak Emevîlerle birlikte veliaht tayini esasına geçildiğinden bağlılık sunma anlamı öne çıktı. 110 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tine bıraktı. İkinci halifenin bu tercihi sonraki dönemlerde oluşacak olan hilâfet nazariyelerinde, devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili ‘ehlü’lhal ve’l-akd’ adlı bir heyetin olması gerektiği fikrine temel oldu. Aynı şekilde Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında artan iç karışıklıkların sonucunda şehit edilmesi, halifenin sorumluluğu, görevini yerine getirmede kusur ettiğinde görevden uzaklaştırılıp uzaklaştırılamayacağı, isyan ve siyasi muhalefet gibi konularda farklı görüşlerin oluşmasına zemin hazırladı. Hz. Ali’nin icraatına karşı gösterilen tepkiler, meşru halifeyi tanımayan Muâviye b. Ebû Süfyân’nın Hz. Osman’ın kanını bahane ederek başlattığı iktidar mücadelesi, ashabın ileri gelenlerinin de katıldığı iç çatışmalar, günümüze kadar devam eden siyasi uyuşmazlıklara başlangıç oldu. Hz. Ömer’in veliaht tayin edilmesinin sonraki dönemlerde yapılan veliaht tayinlerinden farkını araştırınız. Bir devlet geleneğine sahip olmayan ilk Müslüman Arapların, bütün dünyada eski çağlardan beri uygulanan verasete dayalı aile iktidarı düzenine ilgi göstermemeleri önemli bir gelişmedir. Dört halifeden hiçbiri, ölümünden sonra yerine geçecek kimseyi belirlerken kendi ailesinden birini düşünmedi. İktidarını doğrudan Allah’tan aldığı, böylece yeryüzünde O’nun temsilcisi durumunda olduğunu iddia eden bir otorite anlayışı da bu dönemde hiçbir zaman olmadı. Onlar yürütme, yargı ve belirli ölçüde yasama yetkisini ellerinde tutmalarına rağmen İslâm’ın temel kaynaklarına dayanan bir iktidara sahip olduklarının farkındaydılar. Ayrıca onlar devletin ve toplumun menfaatleriyle kişisel menfaatlerini birbirinden ayırabilen idealist insanlardı. İslâm’ın temel ilkelerinden danışmayı en iyi biçimde kullanarak devletin şûra ve biat esasları etrafında kurumlaşmasını sağladılar. Emevîler ve Hilâfet Hz. Ali’den sonra Kûfe’de Hz. Hasan’a biat edildi. Ancak Hz. Hasan Müslümanlar arasında yeni bir savaşın çıkmaması ve mevcut siyasi ortamın iktidarının devamı için uygun olmadığını düşünerek halifelikten çekildi (661). Kûfe’de Muâviye’ye yapılan biat ile İslâm toplumundaki iktidar mücadelesi geçici bir süre için sona erdi. Muâviye, Hz. Osman’ın kanını dava etme gerekçesiyle başlattığı kabile hâkimiyeti yönü ağır basan bir mücadeleyi, kılıç kuvvetiyle kazanarak ilk dört halifenin seçilme usullerinden tamamen farklı bir biçimde iktidara geldi. Râşid halifelerin seçiminde ilk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından biri olma ve istişare yoluyla seçilme ilkeleri rol oynarken, Muâviye siyasi ve askerî mücadele sonunda halifeliği ele geçirmişti. Bundan sonra halifeler ‘Hz. Peygamber’in halifesi’ veya ‘müminlerin emîri’ unvanı yerine, Allah’ın halifesi anlamında ‘halîfetullah’ı kullanmaya başladılar. Halifelik kurumunun özünde esaslı değişikliklere sebep olan Muâviye, oğlu Yezîd’i veliaht göstererek hilâfetin intikalinde veraset sisteminin ortaya çıkmasının da öncüsü oldu. Böylece mutlak verasete dayalı bir hükümdarlık hâline gelen hilâfet saltanata dönüştü. Emevîler, saray çevresindeki destekçilerinden oluşan kimselerin onayına dayalı seçimden ziyade kayıtsız şartsız itaate dayanan biat uygulamasını şeklen de olsa sürdürdüler. Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr gibi hilâfet kurumundaki bu değişime karşı çıkan veya ilk dönemdeki uygulamalara dönülmesini isteyenlerin başarılı olamayışı halifeliğin intikalinde alternatif usullerin gündeme gelmesini engelledi. Bundan sonra halkın yönetiminde Kitap ve Sünnet’in uygulanması için çaba gösteren, Hz. Peygamber’in vekili sıfatıyla iş gören ve devletin menfaatiyle şahsî ve ailevî 1 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 111 menfaatlerini birbirinden ayıran Râşid halifelerin yerini, kuvvete dayanarak devleti idare eden halifeler aldı. Bundan dolayı Emevî hilâfetinin meşruiyeti İslâm tarihi boyunca tartışılan bir konu oldu. Dinî ve siyasi niteliklerin yanında mahallî ve kabilevî sebeplere dayanan çeşitli ayaklanmalarda daima bu gerekçe kullanıldı. Abbasîler ve Hilâfet Abbasî hilâfeti, Emevîlere karşı yürütülen muhalefet hareketinin lideri Muhammed b. Ali’nin oğlu Ebü’l-Abbas es-Seâh’a Kûfe’de biat edilmesiyle başladı. Hilâfet merkezini Kûfe’den Hâşimiye’ye, oradan da Enbâr’a nakleden Ebü’l-Abbas ölünce (754) yerine kardeşi Ebû Ca’fer el-Mansûr halife oldu ve Bağdat’ı kurarak hilâfet merkezini buraya nakletti. Abbasîler de Emevîler gibi saltanat sistemini korudular. Fakat toplum içinde kötü bir intiba bırakmış olan Emevî hilâfetinin alternatifi olma avantajını iyi kullanarak Hz. Muhammed’e soyca yakınlıklarını meşruluklarının temel gerekçesi yaptılar. Me’mun’un veliaht olarak hanedan dışından Ehl-i beyt mensubu Ali er-Rıza’yı tayin etme çabası aile içinden gösterilen tepki ve Ali er-Rıza’nın vefatıyla bir sonuca ulaşmadı. Me’mûn’dan sonra Türklerin desteğiyle halife olan kardeşi Mu’tasım, 836’da Sâmerrâ şehrini kurarak hilâfet merkezini oraya nakletti. Bundan sonra Türk kumandanları ile halifeler arasında nüfuz mücadelesi başladı; hatta Halife Mütevekkil’den itibaren Türkler halifelerin iş başına gelmesinde veya azledilmesinde etkin rol üstlendiler. 945’de Şiî Büveyhîlerin Bağdat’ı işgali Abbasî halifeliği için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bundan sonra bütün siyasi ve askerî otoritelerini kaybeden Abbasî halifeleri tamamen Büveyhîlerin etkisi altına girdi. Bununla birlikte Büveyhîler, dinî liderlik açısından merkezî yönetimin meşruluk kaynağı olan Sünnî-Abbasî hilâfetinin devamına karşı çıkmadılar; Şiî bir halifelik kurma yoluna gitmediler. 1055’te Tuğrul Bey Bağdat’a gelerek Büveyhî hâkimiyetine son verdi. Böylece Selçuklu himayesine giren Abbasî hilâfetinde yeni bir dönem başladı; halife ve sultanın görev ve yetkilerinin sınırları değişti. Halifenin görevi, yasal sultanın adının hutbelerde kendi isminden sonra anılmasını sağlamak ve saltanat makamınca hazırlanan temlikname ve menşurları onaylamakla sınırlandı. Devlet idaresi, saltanat ve hükümranlıkla siyasi nizam ve asayişin temini gibi işler ise sultana devredildi. Sözlükte güç, kuvvet, otorite, iktidar gibi anlamlara gelen sultan (çoğulu selatin) kavramı İslâm’ın erken döneminden itibaren yönetici, hükümdar, devlet başkanı gibi anlamlarda kullanılır. Aynı kökten gelen saltanat ise ‘sultanlık, hükümdarlık ve iktidarın veraset yoluyla intikali’ demektir. Sultan kelimesini unvan olarak siyasi ve idari anlamda ilk defa Halife Hârûnürreşîd veziri için kullanmıştır. Abbasîlerde merkezî otoritenin zayıadığı dönemde tayin edildikleri bölgelerde siyasi güç kazanan valiler ile Büveyhî hükümdarları da bu unvanı aldılar. İslâm hilâfet kuramında aynı anda iki halifenin olamayacağı ve bütün Müslümanların tek bir halifeye bağlı olması temel ilkedir. Bununla birlikte Abbasî hilâfetinin yanında Şiî-Fatımî ve Endülüs Emevî halifeliğinin ortaya çıkışı İslâm dünyasında fiilî olarak aynı anda üç halifenin varlığı sonucunu ortaya çıkardı. Bu sebeple çeşitli dönemlerde kurulan Müslüman devletlerin hükümdarları, halifenin manevî otoritesine saygı duyarak sultan unvanını alıp siyasi egemenliklerini kabul ettirme yoluna gittiler. Bundan dolayı hükümdarlar halife ile olan ilişkilerine büyük önem veriyor ve kendilerini onun hizmetinde sayıyorlardı. Bundan dolayı İslâm dünyasında farklı coğrafyalarda hüküm süren sultanlar yukarıdaki ilkeye istinaden 112 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tek bir halifeye bağlı olmayı benimsediler. Onlar halife adına hutbe okutup bağlılıklarını ifade ederken halife de saltanatlarını tasdik etmekte, verilen unvan, lakap ve hediyelerle siyasi otoritelerini kuvvetlendirmekteydi. Hz. Peygamber’den sonra hutbe dinî fonksiyonu yanında siyasi hâkimiyetin de sembolü oldu. Camilerde okunan hutbeler sırasında devrin halifesinin adını anmak egemenliğinin tanınması anlamına geliyordu. Bu gelenek Hz. Ali’nin halifeliği zamanında ortaya çıktı. Abbasî Halifesi Emin’den itibaren hutbede ismi geçen halifenin adının yanında sıfatını da söyleme âdeti başladı. Bağdat Abbasî halifelerinin güçlerini kaybettikleri günlerde yeni ortaya çıkan devletlerin hükümdarları Halife Tâi’-Lillâh zamanından itibaren kendi adlarını halifeyle birlikte hutbelerde okuttular. Bundan sonra hutbe halife ile sultan veya eyalet valileri ve yerel hanedanlar arasındaki güç dengesinin bir işareti hâline geldi. Sikke bastırmak da hilâfet ve egemenlik alametlerindendi. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân, o güne kadar İslâm devletinde kullanılan Bizans ve Sâsânî paralarını tedavülden kaldırıp üzerinde kendi adı bulunan dinar ve dirhem adlı sikkeler bastırdı ve bu uygulama daha sonraki halifeler tarafından da sürdürüldü. Abbasîler, Emevîlerin benimsediği devlet anlayışının aksine halifelik fikir ve idealini temsil eden kimseler olarak karşılandılar. Cuma ve bayram namazlarına diğer törenler gibi hilâfet alayı ile giden halifeler, bu sırada bellerine siyah bir kuşak bağlayıp üzerlerine siyah bir kürk alırlardı. Başlarında sarıklı uzun bir külâh, ellerinde de Hz. Peygamber’in asası bulunurdu. Emevîler ve Abbasîlerde halifeye mahsus en önemli alamet olarak kullanılan asa tahta çıkan halifeye hırka ve mühür ile birlikte sunulurdu. Çevrelerinde devlet işlerinde görüşlerini aldığı din bilginleri bulundurmaya önem veren Abbasî halifeleri, yerlerine geçtikleri Emevî halifeleri gibi dünyevî zihniyet ve temayülde oldukları halde etrafa karşı dindar görünmeyi ihmal etmiyorlardı. Emevîler gibi Allah’ın halifesi ‘halîfetullah’ veya Allah’ın yeryüzündeki gölgesi anlamındaki ‘zıllullah fi’l-arz’ unvanlarını taşıyan halifelerin güçlerinin kaynağı ilahî bir temele dayandırılıyordu. Abbasîler devrinde halife bir hükümdar, hilâfet de verasete dayalı bir hükümdarlık şeklinde sürdü; veliahtlık kurumu pratikte halifeliği Abbasî ailesinin elinde tutabilmek amacıyla korundu. Endülüs Emevîleri ve Hilâfet Abbasî ihtilâlinden sonra Emevîlere yönelik katliamdan kurtularak Endülüs’e kaçan Hişâm b. Abdülmelik’in torunu Abdurrahman ed-Dâhil 756’da bağımsız bir emirlik kurmayı başarmışsa da III. Abdurrahman’a kadar hükümdarlar halife unvanını kullanmadı. III. Abdurrahman sağladığı siyasi birliği sürdürebilmek ve Kuzey Afrika’da hızlı bir biçimde yayılan Şiî Fatımîlerle mücadele edebilmek için 929’da Nâsır-Lidînillâh unvanıyla kendini halife ilân etti. Böylece İslâm dünyasında Abbasî ve Fatımîlerden başka üçüncü bir halifelik daha ortaya çıktı. Endülüs Emevî Halifeliği 1031’de ortadan kalkmakla birlikte hilâfet sona ermedi. Mülûkü’t-tavâif döneminde bazı hükümdarlar kendi meşruiyetlerini kabul ettirebilmek için hilâfeti sürdürdüler. Bazen aynı anda birden fazla emîr kendini halife ilân ediyordu. Hıristiyanlara karşı kazandığı zaferlerle meşhur olan Murâbıt Emîri Yûsuf b. Tâşfîn’e VI. Alfonso’ya karşı Zellâka Savaşı’nı kazanması (1086) üzerine Abbasî Halifesi Muktedî-Biemrillâh tarafından bir menşur gönderilerek emîrü’l-müslimîn unvanı verildi. Kendilerine verilen bu unvanı benimseyen Murâbıtlar bir nevi yerel hilâfet Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren halifeler namazlarda bizzat imamlık yapmakta ve cuma günleri hutbe okumaktaydılar. Vilayetlerde ise bu iş valiler tarafından üstleniliyordu. Abbasî Halifesi Râzî-Billâh’tan (934-940) sonra halifeler cuma günleri nâdiren hutbe okumuş ve bu görev hatiplere bırakılmıştır. Hz. Peygamber’e mahsus minberin yanında asası da özel ilgi görmüş ve ikisine birlikte ‘ûdeyn’ denilmiştir. Muâviye b. Ebû Süfyân’dan itibaren bazı Emevî halifeleri Hz. Peygamber’den kalan minber ve asayı Medine’den Dımaşk’a nakletmek istemeleri, bu alametlerin hilâfetin meşruluğu açısından taşıdığı önemi göstermektedir. Asa Fatımîlerde de önemli bir halifelik alametiydi. Halifeler törenlerde Hz. Peygamber’in şair Kâ’b b. Züheyr’e hediye ettiği bürde adlı hırkayı giyerlerdi. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Kâ’b’ın vârislerinden satın aldığı bu hırka veraset yoluyla önce Emevî daha sonra da Abbasî halifelerine initikal etti. Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra diğer mukaddes emanetlerle birlikte İstanbul’a getirdi. Hâlen Fatih’teki Hırka-ı Şerif Camii’nde korunmaktadır. Hz. Peygamber’in mührünün kaybolmasından sonra her halife kendi adına mühür kazdırmıştır. Halifenin mührü önemliydi ve hilâfet makamından çıkan yazılar bununla onaylanırdı. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 113 kurarak, tanıyıp bağlandıkları Abbasî halifelerinden bir derece aşağıda bulunduklarını kabul ettiler. Müminlerin emiri unvanını kullanan Muvahhidler ve Hafsîler ise Abbasî hilâfetine rakip olmaya çalıştılar. Moğolların Bağdat’ı işgali üzerine Hafsî Emîri Muhammed el-Müstansır’a Mekke şerifi Abbasî halifesinin vârisi olduğunu bildiren bir berat gönderdi. Fatımîler ve Hilâfet Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de geniş bir coğrafyada egemenlik kuran Fatımîler, Abbasî hilâfetinin karşısına güçlü bir rakip olarak çıktı ve Endülüs Emevî halifeliğinin doğmasına da zemin hazırladı. İmametin Ca’fer es-Sadık’tan sonra oğlu İsmail’e ve onun soyuna ait olduğunu savunan ve Şiîliğin İsmailiyye kolunun anlayışını esas alan Fatımî hilâfetinin Abbasî ve Endülüs Emevî halifelikleriyle rekabeti de bu temele dayanıyordu. Fatımîlerde masum kabul edilen halifeler kutsal bir mahiyet kazandı. İmam olarak davetin başı ve bütün bilgilerin kaynağı olan halife, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiydi ve bütün otorite ona aitti. XI. yüzyılın sonlarına doğru imamın otoritesi sarsıldı. İsmailî davetinin bölünmesinin ardından asker kökenli vezirler şartlarına bakmaksızın diledikleri kimseyi halifeliğe getirdiler. Mısır Abbasî Hilâfeti 1258’de Moğol istilâsıyla Bağdat Abbasî halifeliği sona erince İslâm dünyası üç yıl halifesiz kaldı. 1260’da Aynicâlût Savaşı’nı kazanarak Moğolları durduran, ardından Sultan Kutuz’u öldürüp Memlük tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Baybars, Moğolların Bağdat’ı tahribi sırasında Dımaşk’a giden son Abbasî halifesi Müsta’sımBillâh’ın amcası Ebü’l-Kasım Ahmed’i hilâfeti canlandırmak amacıyla Kahire’ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebü’l-Kasım Ahmed’in Abbasî hanedanına mensubiyetini gösteren ve Abbas b. Abdülmuttalib’e kadar uzanan şeceresi bilim adamları, devlet büyükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okunarak onaylandı. Daha sonra Müstansır-Billâh lakabıyla halife ilân edilerek halktan biat alındı. Böylece Abbasî hilâfeti üç yıllık bir aradan sonra yeniden kuruldu. Baybars’ın asıl hedefi tahtının meşruiyetini sağlamak ve İslâm dünyası nezdinde itibar kazanmaktı. İsmen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri bulunmayan Mısır’daki Abbasî halifelerinin adları sikke ve hutbelerde Memlük sultanlarıyla birlikte anılıyordu. Bu durum son Abbasî Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın Ridâniye Savaşı’ndan sonra İstanbul’a gönderilmesine kadar sürdü (1517). Vezâret İslâm devlet teşkilatı temelde halife bazen de imam terimleriyle karşılanan devlet başkanına dayanır. Zaman içinde vezâret ve divan gibi bazı yardımcı kurumlar ortaya çıkmışsa da bunlar bağımsız değil bizzat devlet başkanının iradesiyle oluşan ve ona bağlı olan kurumlardır. Ortaçağ Müslüman devletlerinde vezir, halifeden sonra gelen en büyük yetkiliydi. Vezirlik kurumunun İran tesiriyle İslâm devlet teşkilatına girdiği ve vezir kelimesinin de Farsçadan geldiği ileri sürülmüş, ancak bu iddia yeterli delillerle desteklenmemiştir. Kavram olarak vezir kelimesi İslâm devlet teşkilatında ‘halifenin yardımcısı’ anlamında ilk defa Abbasîler devrinde kullanılmış ise de, Arapçada çok erken dönemlerden itibaren kullanılmaktadır. Kuran’da-ı Kerim’de Hz. Musa’nın “Bana ailemden kardeşim Harun’u da vezir kıl” (Tâhâ 20/29) diyerek Allah’tan yardımcı talep ettiği kayıtlıdır. Burada vezir kelimesinin sonraki dönemlerde kazandığı ‘başkan yardımcılığı’ anlamının esas unsurları yer almaktadır. Vezirin devlet başkanının yardımcısı anlamında kullanılışına hadisler- 114 İslam Tarihi ve Medeniyeti II de de rastlanır. Bu konuda Hz. Peygamber’in bir sözü şöyledir; “Allah bir emîre hayır dilerse ona iyi bir vezir verir; unutursa hatırlatır, hatırlarsa yardımcı olur. Bir emîr için hayırdan başkasını dilediğinde ise ona kötü bir vezir verir; unutursa hatırlatmaz, hatırlarsa yardımcı olmaz” (Ebû Dâvûd, “İmâre”, 4). Sakîfetü Benî Sâide toplantısında hilâfet tartışmalarında “bizden bir halife sizden bir halife” şeklindeki ensarın teklifine Hz. Ebû Bekir’in “emîrler bizden vezirler sizden” şeklindeki cevabı, kelimenin sonraki dönemlerdeki kullanılışıyla uygunluk arz etmektedir. Hilâfet kurumunun oluşumuyla birlikte halifeler, kendilerine resmî bir görev ve ayrı bir unvan vermemekle birlikte bazı yardımcılardan faydalanıyorlardı. Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir’in, Abdullah b. Abbas da Hz. Ali’nin her konuda yardımcısı ve danışmanıydı. Emevîler döneminde halifelerin en yetenekli ve yetişmiş kâtiplerden yardımcılar görevlendirdikleri ve bunların fonksiyonlarının ad ve unvanlarının çağrıştırdığı anlamdan çok öte olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte bu dönemde devlet güçlerinin hepsi halifenin elinde toplandığından vezirlik hukuki bir statüye kavuşmadı. Abbasîlerden itibaren bu yardımcılar ‘vezir’ unvanıyla anıldı; ‘divan’ adıyla da hükümeti ve merkez bürokratlarını oluşturan bir yapı ortaya çıktı. Başlangıçta halifenin şahsında toplanan yönetim erki, zaman içinde vezir ve divanlardan oluşan organlara devredildi. İslâm tarihinde ilk defa vezir unvanı Abbasîlerin Irak’taki temsilcisi Ebû Seleme el-Hallal’e verildi. Abbasî ordusu Kûfe’ye girdiğinde (Eylül 749) burada bulunan Ebû Seleme, ‘vezîrü âl-i Muhammed’ unvanıyla henüz belirlenmemiş olan Abbasî halifesinin vezirliğine getirildi ve burada ihtilalın yönetimini üstlendi. Abbasîlerin kuruluşuyla birlikte idari yapı içerisinde halifenin vekili ve idari teşkilatın başı olan vezir daima mevcut oldu. Halifeden sonra gelen en önemli icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Bazen mezâlim mahkemelerine başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden gerekli gördüğü harcamaları yapar, bürokraside gerekli gördüğü tayin ve görevden almaları gerçekleştirebilirdi. Başlangıçta halifede toplanan yürütme fonksiyonu, vezâret kurumunun gelişimine paralel olarak vezire geçti. Bununla birlikte bu yetkisini halifeden alan vezir, bir anlamda halifeyi temsil etmekteydi. Vezirlik İslâm tarihinde her devletin tarihî ve siyasi şartlarına bağlı olarak kuruluş ve fonksiyonları açısından bazı değişikliklere uğramışsa da halife ve sultana yardımcı olan siyasi ve idari bir kurum olarak varlığını daima korudu. Abbasîlerde iki çeşit vezirlik vardı. Bunlardan ilki tam ve sınırsız yetkilere sahip olan halifenin nâibi sıfatıyla hilâfet mührünü taşıyan ‘vezâret-i tefvîz’ idi. Hârûnürreşîd ve oğullarının vezirliğini yapmış olan Bermekîler bu türdendi. Diğeri ise sadece yürütme ile ilgili yetkilere sahip olup halifenin verdiği emirleri yerine getirmekle yükümlü olan ‘vezâret-i tenfîz’ idi. Yetkileri sınırlı olan tenfîz vezirleri genellikle uzman kâtipler, basiretli ve parlak zekâlı kişiler arasından seçilirdi. Halifeler önemli işlerde ve tayinlerde onlara danışırdı. Vezirler tavsiye ettikleri kişilerin hatalarından sorumluydular; onların yanlış hareketleri vezirlerin cezalandırılmasına, hatta görevden alınmalarına sebep olurdu. Divan Teşkilatının Oluşumu Ortaçağda Müslüman devletlerin yönetiminde divan teşkilatının önemli bir yeri vardır. Merkezî idare, vezirlerin başkanlığında ilk dönemlerden itibaren yürütme fonksiyonunda önemli bir yer işgal eden birçok divandan oluşuyordu. Ancak vezirlerin ve divan üyelerinin sorumluluğu ferdî olup, günümüzdeki gibi hükümet üyelerinin kolektif mesuliyetleri yoktu. Türkçe başta olmak üzere çeşitli dillerde farklı anlamlarda kullanılan divan, devlet idaresinde çeşitli hizmetlerin yürütül- 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 115 mesinde kullanılan deerlerle, bunların ve devlet memurlarının bulunduğu yerin adıdır. 641’de Hz. Ömer tarafından muharip güçleri kaydetmek ve hazineyi düzene koymak için vergi gelirleri ve ganimetlerle ilgili olarak oluşturulan divan teşkilatı, Emevîlerden itibaren büyük bir gelişme göstererek merkez ve taşra yönetiminin bel kemiğini oluşturdu. Böylece yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan divan ifadesi, Emevîler, özellikle de Abbasîler zamanında, başta askerî ve mâlî alanlar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan kurumların ortak adı oldu. Emevîler ve Divan Emevîler döneminde en önemli divan, Dımaşk’taki toprak vergilerinin takdiri ve toplanmasıyla ilgili işleri üstlenen Dîvânü’l-harâc’tı. Yazışmalarla ilgili Dîvânü’rresâil’i aktif hâle getiren Muâviye b. Ebû Süfyân, her mektup veya dokümanın orijinalinin kontrol edilip mühürlenerek gönderilmesinden sonra bir kopyasının saklanacağı Dîvânü’l-hâtem’i oluşturdu. Muâviye, Hz. Peygamber zamanında ilk nüvesi oluşturulan berîd’i merkez teşkilatının bir parçası hâline getirdi. Posta ve istihbarat işlerini yürüten Dîvânü’l-berîd Emevîler zamanında sürekli gelişti. Dîvânü’l-cünd aralıklarla kabile esasına göre Arapların kayıtlarını tutmak için nüfus sayımlarını sürdürdü. İlk defa bu dönemde oluşturulan Dîvânü’t-tırâz sancaklar, bayraklar, resmî elbiseler ve bazı eşyanın üretiminden sorumluydu. Abdülmelik b. Mervân divanlarda, tırâz ve sikkelerde Arapçalaştırma politikasını başlattı. O zamana kadar haraç divanlarında Irak ve İran’da Farsça, Suriye’de Grekçe, Mısır’da Kıptîce ve Grekçe kullanılıyor, deer tutma ve kayıt işlemelerinde eski uygulamalar geçerli kabul ediliyordu. Bu dönemden itibaren Arap şekil ve usuller divanlarda esas alındı; resmî dil olarak Arapça yaygınlaştırıldı. Eski takvimler hicrî takvime göre düzenlendi. Merkezdeki divanların benzerleri taşra teşkilatında da mevcuttu. Deyrülcemâcim Savaşı’nda bütün divanların yanması, Emevîler zamanında divanın nasıl işlediği konusunda bilgi edinilmesini engellemektedir. Abbasîler ve Divan Emevî divan sistemini geliştirip yaygınlaştıran Abbasîler vezâret makamı aracılığıyla kabile aristokrasisinin yerini alan merkezî bir bürokratik yönetim oluşturdular. Divanlarda görev alan kâtipler, devlet bürokrasisini kendi tekelleri altında tutmayı başararak pratik bilgi ve yetenekleriyle askerler, hâcibler ve bilginler karşısında üstün bir konuma yükseldiler. İktidara geldikten sonra el konulan Emevî toprakları için oluşturulan divan, ileride halifelik mülklerine bakacak olan Dîvânü’d-dıyâ`a esas oldu. Ebû Ca’fer el-Mansûr döneminde müsadere edilen (el konulan) mallar için geçici olarak oluşturulan divanın yanında saray hizmetindeki kişilerle ilgili olarak Dîvânü’l-ahşâm ile halifeye verilen dilekçeleri takip etmekle görevli Dîvânü’rrika kuruldu. VIII. yüzyılın ikinci yarısında divanların hesaplarını kontrol eden, işlerini denetleyen ve bir divanla vezir veya diğer divanlar arasında koordinasyon görevini yerine getiren merkezî bir divan olan Zimâmü’l-ezimme oluşturuldu. Hâkimlerin görev yaptığı Dîvânü’l-mezâlim, halkın üst düzey devlet görevlileri aleyhindeki şikâyetlerine bakmak için kuruldu. Başka bir bölüm, Dîvânü’l-berîd ve Dîvânü’r-resâil içinde de olan, ilgili kişilerin adlarıyla, gelen ve giden mektup ve dokümanların kaydının yapıldığı Meclisü’l-esküdâr’dı. Toprak vergileriyle ilgilenen Dîvânü’l-harâc’daki yazışmalar Dîvânü’l-hâtem’de kontrol edilirdi. İki bölümden oluşan Dîvânü’l-cünd, rütbelerine göre tasnif edilmiş askerî kıtalar ve onların ödeme veya iktâlarının kayıtlarını tutardı. Bu dönemde ahırlar harcamaların önemli bir yekûnünü teşkil ediyordu. Bundan dolayı Dîvânü’n-nafakat’a bağlı olarak büOrtaçağda Müslüman devletlerin istihbarat ve posta işlerini üstlenen kurumdur. İslâm tarihinde resmî postanın düzenlenmesiyle ilgili çalışmalar, ilk defa Hz. Peygamber zamanında başladı. Bu dönemde yazışma, yönerge ve anlaşma metinleri özel elçiler vasıtasıyla gönderiliyordu. Dört halife devrinde posta sadece resmî işlerle sınırlı kalmayarak halkın da faydalandığı bir kurum haline getirildi. ‘Yazmak’ fiilinden türeyen çoğulu ‘küttâb’ olan ‘kâtip’, tarih boyunca yazı işleriyle uğraşanların ortak adıdır. Yazı işiyle uğraşanlardan sözün telifi ve anlamın düzeniyle ilgilenenlere ‘inşâ kâtibi’, malların tahsili ve sarf edilmeleriyle uğraşanlara ise ‘emvâl kâtibi’ denilir. Başlangıçta doğrudan halifeye bağlı olan kâtipler vezirlik müessesesinin ortaya çıkmasıyla birlikte bu makama bağlandılar. 116 İslam Tarihi ve Medeniyeti II yükbaş hayvan, deve, at, katır, yarış ve av hayvanlarının satın alınması, bunların her türlü ihtiyaç ve bakım giderlerinin karşılanması, otlaklarının korunması gibi görevleri üstlenen Dîvânü’l-kürâ kuruldu. Divanlar özellikle IX-X. yüzyıllarda büyük bir gelişme gösterdi. IX. yüzyılın ortalarında her eyaletin merkezinde özel bir haraç divanı vardı. Mu`tazıd-Billâh (892-902) bunları birleştirerek Dîvânü’d-dâr adlı tek bir divanda topladı. Ondan sonra gelen Müktefî-Billâh devrinde bu teşkilat doğu bölgeleri için Dîvânü’l-maşrık, batı bölgeleri için Dîvânü’l-mağrib, Irak için Dîvânü’s-Sevâd olmak üzere üçe ayrılarak yeniden örgütlendirildi. Büveyhîlerin Bağdat’a hâkim olmalarından sonra sadece Dîvânü’s-Sevâd ayakta kalabildi. Diğer Devletlerde Divan Endülüs’te divan kavramı daha ziyade Dîvânü’l-ceyş adıyla, beytülmalden kendilerine maaş ve atıyye tahsis edilen askerlerin kaydedildiği deer anlamında kullanılır. Endülüs Emevî Devleti’nde Dîvânü’l-ceyş’ten başka resmî yazışmaları yürüten ve X. yüzyıldan itibaren giderek daha fazla önem kazanarak alt şubelere ayrılan Dîvânü’r-resâil ve’l-kitâbe ile mali işlerle ilgilenen ve gelir giderleri kontrol eden Dîvânü’l-harâc ve’l-cibâyât adlı iki divan daha mevcuttu. Divandan sorumlu olan görevliye kâtib veya sâhib adı verilirdi. Abbasî divanlarıyla benzer olan Fâtımîlerde, bütün divanlardan gelen kararların toplandığı Dîvânü’l-meclis, gerektiğinde bütçe hesaplarını yapmakla yükümlüydü. Dîvânü’n-nazar, mali divanlarla, memurlarının genel kontrolünü sağlıyordu. Bu divana bağlı olan ve diğer mali divanların hesaplarını denetleyen Dîvânü’t-tahkik, Abbasîlerin merkezdeki zimâm divanına karşılık geliyordu. Dîvânü’l-has sarayın mali işlerine bakarken Dîvânü’l-ahbâs da vakıarla ilgileniyordu. Eyyûbîler’de devlet işlerini yürüten Dîvânü’l-inşâ, Dîvânü’l-ceyş, Dîvânü’l-mâl adlı üç büyük divan ve buna bağlı bürolar vardı. Başkanına kâtibü’s-sır da denilen, posta ve haberleşme işlerinin düzenlenmesini de üstlenen ve öteki divanlar üzerinde konrol yetkisi olan Dîvânü’l-inşâ devlet idaresinde bürokrasinin merkeziydi. Fâtımîler devrindeki Dîvânü’t-tahkik’in vazifesini gören ve küçük örnekleri eyaletlerde bulunan bu divanın başkanını, Meclisü ashâbi’d-devâvîn adlı bir heyet belirlerdi. Memlüklerde de devlet işleri öncekilere benzer tarzda çalışan çeşitli divanlar tarafından yürütülürdü. Dîvânü’l-inşâ en önemli devlet dairesiydi. XIV. yüzyılın sonlarına doğru kâtibü’s-sır adı verilen bu divanın başkanı, görevi gereği devlet sırlarını bildiği için son derece güvenilir ve muhatabına göre farklı üslûplarla mektup yazabilen kimseler arasından seçilirdi. el-Evkafü’l-hükmiyye, el-evkafü’l-ehliyye ve ahbâs adlı üç bölümden oluşan Dîvânü’l-ahbâsi’l-mebrûre cami, ribât, hankah ve medrese gibi hayır müesseseleriyle ilgili vakıara bakmakla yükümlüydü. Saray Görevlisi Olarak Hâcib İslâm tarihinde Emevîlerle birlikte sarayların ortaya çıkması saray teşkilatının oluşumunu beraberinde getirdi. Merkez teşkilatını oluşturan unsurlardan olan saraydaki en önemli görev hâcibliktir. Hâcib bir kişinin bir yere girmesine engel olan kimse veya kapıcı demektir. İslâm tarihinde ilk defa hâcib denilebilecek görevliler Râşid halifeler döneminde görülür. Hz. Ebû Bekir’in Şedîd, Hz. Ömer’in Yerfâ, Hz. Osman’ın Humrân ve Hz. Ali’nin Kanber adında hâcib olarak adlandırılabilecek hizmetlileri vardı. Ancak bu dönemde halkın içinde yaşayan halifelerin saray hayatından bahsetmek mümkün olmadığından bunların halifelerin yakınında hizmette bulunan kimseler olduğunun altını çizmek gerekir. İslâm tarihinde ilk defa saray hiyerarşisinin başlaması hükümdarlık merasim ve protokollerinin ortaya çıkması Farsçada ev anlamındaki saray kelimesi X. yüzyıldan beri Türkçede kullanılır. Ortaçağ Müslüman devletlerinde saray, hem hükümdarın ailesiyle birlikte yaşadığı özel alan hem de devlet işlerinin görüldüğü yer olarak ana merkez konumundadır. İslâm mimarisinde ilk saray örneği, Hz. Osman zamanında Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Dımaşk’ta yaptırdığı Kubbetü’l-hadrâ’dır. Emevî Devleti kurulunca halifelik sarayı olan bu binanın benzerleri taşrada yaygınlaştı. Valiler tarafından yaptırılan ‘dârülimâre’ veya ‘kasrülimâre’ denilen bu saraylar, Kubbetü’l-hadrâ gibi şehrin merkezinde ve cuma camisinin yanında planlanıyordu. Erken dönem Abbasî sarayları Emevî saraylarının devamı niteliğindedir. Ebû Ca’fer el-Mansûr, Bağdat’ı kurarken şehrin merkezinde cuma camisinin yanına Kubbetü’lhadrâ adıyla anılan sarayını yaptırdı. Sâmerrâ’da Halife Mu’tasım-Billâh tarafından 836’da yaptırılan el-Cevsaku’lHâkanî, Abbasî saraylarının en büyüklerindendir. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 117 Emevî halifelerinden Muâviye b. Ebû Süfyân ile birliktedir. Muâviye’den itibaren halifelere, halkla görüşmeleri için belli vakitler ayrılmaya ve salonlar tahsis edilmeye başlandı. Bundan dolayı gerçek anlamda hâciblik Emevîlerle birlikte Bizans ve Sâsânî tesirleriyle saray hayatının başlamasından sonra ortaya çıktı. Muâviye, hükümdarlık makamı olan taht üzerinde oturma geleneğini de başlatan ilk halifedir. Daha sonra bütün İslâm devletlerinde halife ve sultanlar tahtı egemenlik ve hükümranlık sembolü olarak kullanmaya başladılar. Emevîler zamanında hâciblerin vazifesi sadece görevlileri ve ziyaretçileri halifenin huzuruna çıkarmaktan ibaret değildi. Kâtiple aynı seviyede olan hâcib törenleri de düzenlerdi. Ayrıca halifeyi suikastlara karşı korumak ve halkın halifeyi meşgul etmesini önlemek de görevleri arasındaydı. Sarayda halifeyi koruyan bir bölükle çeşitli hizmetlilerin bulunduğu biliniyorsa da hâcibin dışındaki görevliler hakkında fazla bilgi yoktur. Râşid halifeler ile Emevî halifelerine adlarıyla hitap edilir ve huzurlarına rahatlıkla girilirdi Abbasî halifeleri saray hiyerarşisinin teşrifatı ve debdebesiyle halktan ayrıldılar. Abbasîler döneminde vezirliğin ortaya çıkması ve kurumların gelişmesiyle birlikte saray teşkilatı da genişledi. Bu dönemde saraydaki en önemli iki görevli vezirle hâcibdi; ancak hâcib vezirden daha aşağı konumdaydı. Hâcib, sarayda halifeyi korumak, saray görevlilerini kontrol etmek ve törenleri düzenlemekle görevliydi. Ayrıca halife ile divanlar arasında irtibatı sağlardı. Abbasî sarayının debdebe ve ihtişamı arttıkça maiyetinde çok sayıda hâcib vekilleri olan hâciblerin sayısı da çoğaldı. İbn Râik emîrü’1-ümerâ unvanını alınca hâciblere ‘hâcibü’l-hüccâb’ denilmeye başlandı ve 940’tan itibaren bu unvanı alan hâciblere başkan oldu. Halifelerin en mahrem sırlarına vâkıf olmaları hâciblere büyük bir nüfuz ve itibar kazandırıyordu. IX. yüzyıldan itibaren hâcible vezir arasında rekabet başladı ve birbirlerine üstünlük kurma çaba ve mücadelesı içine girdiler. Abbasîlerde doğrudan saray işleriyle ilgili divanları araştırınız. Abbasîlerden sonra kurulan Müslüman devletlerde de hâciblik mevcuttu. Endülüs Emevî Devleti’nde özellikle X. yüzyıldan itibaren hâcib kavramı, vezir gibi mülkî idarenin başında bulunup hükümdarın emriyle onun bütün yetkilerini temsil eden en büyük emîr anlamına geliyordu. Çeşitli idari bölümlerin başında birer vezir vardı; bunlarla devlet başkanı arasındaki teması sağlayan ve doğrudan ona bağlı olan en büyük âmir, gerektiğinde hükümdarın nâibliği görevini de üstlenen hâcibti. Devletin bütün nüfuzunu şahsında toplayan hâcib, iktidarda bir çocuk veya iradesiz biri bulunduğunda hanedan için tehlike oluşturmasından endişe edildiği için bu makam bazen boş tutulurdu. Hâcib unvanı, Endülüs Emevî Devleti’nin parçalanmasından sonra eski geleneği sürdürmek isteyen mülûküttavâife (beylikler) mensup hükümdarlar tarafından da kullanıldı. Mağrip’teki (Kuzey Afrika ve Fas) Müslüman devletlerde, Mısır ve Endülüs’ten gelen idari geleneklerin etkisiyle hâcib unvan ve görevi vardı. Hâciblerin durumuna göre saray hiyerarşisi içinde en yüksek görev olduğu gibi bazen de sadece protokol işlerine münhasır kalıyordu. Hükümdarın kapısı önünde bekleyen hâcib onun vereceği emirleri yerine getirmek ve cezaları uygulamakla yükümlüydü. Merînîler zamanında hâcib sarayın âmiri ve maliye bakanı, sultanın da en yakınındaki kişi oldu. Ünlü bilgin ve tarihçi İbn Haldun da Merîni sultanına hâciblik yaptı. 936’da Halife Râzî tarafından kurulan emîrü’l-ümerâlık, halifelerin siyasi otoritelerinin zayıaması üzerine, devlet erkânı arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesine son vermek amacıyla oluşturuldu. Emîrü’l-ümerâ geniş yetkilere sahipti; adı hutbe ve sikkelerde halifenin isminden sonra geçerdi. 936-945 yılları arasında İbn Râik, Beckem ve Tüzün adlı üç Türk bu görevi üstlendi. Büveyhîler Bağdat’ı işgal ettikleri zaman emîrü’lümerâ unvanını aldılar. 2 118 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Memlûk Devleti’nde ikisi hâcibü’l-hüccâb, diğerleri onun yardımcısı olmak üzere beş hâcib vardı. Hâcibü’l-hüccâbın başlıca görevi sultana gelen kişileri ve heyetleri huzura çıkarmaktı. Memlük sarayında vezir ile hâcibü’l-hüccâbın maiyetinde olan görevliler arasında mihmandar, câmedar, üstâdüddâr, hâzindâr, emîr-i cândâr, emîr-i şikâr, çaşnigîr, bundukdâr, zimâmdâr ve nakîbü’l-ceyş sayılabilir. Ortaçağda Müslüman devletlerde sarayın ve ülkenin sağlık işlerinden sorumlu kimseler için genellikle ‘reîsületıbbâ’ unvanı kullanılır. Aynı anlamdaki ‘hekimbaşı’ tabiri ise Osmanlılar dönemiyle birlikte yaygınlık kazandı. Reîsületıbbâlar, başlangıçta halife veya sultanlar tarafından ülkenin en bilgili ve deneyimli doktorları arasından seçilip görevlendirilirdi; daha sonra bu yetki vezir veya nâibe bırakıldı. Taşra Teşkilatı Ortaçağda bir şehir veya bölgenin yönetiminden sorumlu kimseye vali denirdi. Çoğulu vülât olan valilerin sorumluluğu altında bulunan yerlere ‘vilâyet’, şehirden daha geniş bölgeler ise ‘eyalet’ şeklinde adlandırılırdı. Eyalet valileri sorumluluk ve yetki olarak vilayet valilerinden daha etkin olup, vilayet valisini tayin edebildiği gibi gerek gördüğünde azletme yetkisine de sahipti. Halifenin bir kişiyi vali olarak tayin etmesine ‘imâretü’l-istikfâ’, merkeze uzak şehirlerde halifenin izni ve bilgisi dışında şehrin yönetimini zor kullanarak ele geçirip halifeden vali olarak tayin edilmesini istemeye de ‘imâretü’l-isti’lâ’ denir. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler döneminde valilere ‘emîr’ veya ‘âmil’ deniliyordu. İlk dönem İslâm fetihleriyle birlikte komutanlar genellikle fethettikleri yerlere vali tayin edildiklerinden emîr unvanı alıyorlardı. Mâlî konular da valilerin görev alanı içinde olduğundan vergi memurlarına verilen âmil unvanı onlar için de kullanılıyordu. Taşra teşkilatının oluşmasının ilk adımlarını atan Hz. Peygamber İslâmiyet’in henüz yeni yayıldığı dönemlerde bir kabileye veya bir yerleşim birimine yönetici tayin ederken genellikle o bölgeye mensup kimseleri, hatta Müslüman olmuşlarsa eski yöneticileri tercih ediyordu. Müslümanların siyasi, ekonomik ve sosyal yönden güçlenmeleriyle birlikte Hz. Peygamber, valileri merkezden göndermeye başladı. Bu valiler taşrayla merkezî yönetim arasında siyasi ve idari yönden daha uyumlu çalıştılar. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde vilayetlerde valilerle yönetilen bir siyasi ve idari yapı kuruldu. Hz. Ebû Bekir halife olunca Hz. Peygamber’in valilerini değiştirmedi, ancak bazılarını kendi görüşlerini de alarak daha iyi hizmet verecekleri yerlere tayin etti. Hz. Ömer valilerin tespit, tayin ve denetimi, devlet ve halkla ilişkileri gibi konularda kurumsallaşmaya yönelik uygulamalarda bulundu. Valilerin görevleri esnasında uymaları gereken hususları ayrıntılı bir şekilde belirledi ve bunlara uyup uymadıklarını da sıkça denetledi. Hediye almalarını, ticaret yapmalarını, gündelik yaşamlarında lüks ve israfa düşmelerini yasakladı. Kendisine ulaşan şikâyetleri hemen incelemeye tabi tutarak gereken önlemi aldı. Bu dönemde büyük vilayetler Hicaz, Yemen, Bahreyn, Suriye, Irak ve Fars ile Mısır idi. Hz. Osman döneminde üç vilayetten oluşan Suriye Muâviye b. Ebû Süfyân’a verilirken Trablus, İrmîniye ve Taberistan ile Kıbrıs ayrı vilayetler halinde yönetildi. Hz. Osman, valiliklere akrabalarını tayin etmesi dışında Hz. Ömer zamanındaki düzeni korumaya çalıştı. Ancak iktidarının ikinci altı yıllık döneminde taşradaki vilayetlere tayin ettiği çoğu yakın akrabası valilerin kötü yönetimleri ve bizzat kendi uygulamalarının doğurduğu huzursuzluklar katledilmesine sebep oldu. Hz. Ali döneminde ise önce şikâyet edilen valilerin değiştirilmesi, arkasından başlayan iç savaş sonucunda bazı vilayetlerin Hz. Ali’yi halife olarak tanımamaları ve Medine’nin yerine Kûfe’nin yeni başşehir haline getirilmesi taşra idaresindeki belli başlı gelişmelerdi. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 119 Emevî halifeleri, gücünü kabilesinden değil de kendi şahsî özelliklerinden alan kabiliyetli ve devlete sadık, Arap olan kimseleri geniş yetkilerle vali olarak atadılar. Hanedan mensupları, valilik makamına ya hiç atanmadılar ya da genellikle diğer bölgelere nispetle daha az problemli ve merkezî siyasetten uzaktaki Hicaz şehirlerinde görevlendirildiler. İslâm devletinin en geniş sınırlarına ulaştığı Emevîler zamanında ülke, devlet merkezi olan Suriye ve civarı dışında, halife tarafından atanan umumi valiler tarafından yönetilen beş büyük eyalete ayrılıyordu. Eyalet valisi, kendisine bağlı şehirlerin valilerini bizzat tayin hakkına sahipti. Bu eyaletler, merkezi Medine olup Arabistan’ın tamamını içine alan Hicaz; merkezi Kûfe olan Basr; Uman, Bahreyn, Kirman, Sicistan, Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerini içine alan Irak; İrmîniye, Azerbaycan ve Anadolu’nun Müslümanların elinde olan kısımlarını içine alan el-Cezîre; Mısır; Mısır’a bağlı iken bağımsız hale getirilen ve merkezi Kayrevan olan Endülüs’ün de bağlı olduğu İfrîkıye’den ibaretti. Horasan’ın merkezi olan Merv, bazen Irak’tan ayrılarak doğrudan halife tarafından tayin edilen valilerce yönetilirdi. Eyaletlerin vali ve emîr tarafından yönetildiği Abbasîlerin idari yapısı merkeziyetçi bir karaktere sahipti. Emevîler zamanında valilerin çoğunluğu Arap asıllı iken Abbasîler döneminde çoğunluğu bürokrasiden olan önce İranlılar, daha sonra da Türkler bu görevleri üstlendiler. Mâlî işlerden sorumlu olan sâhibü’l-harâc ve âmiller yönetimde valilere yardımcı olurlardı. Hilâfet merkezinden uzak eyaletlere hanedana mensup kişiler veya son derece güvenilir kumandanlar tayin edilirdi. Ancak bu göreve tayin edilen kumandanlar zamanla Bağdat veya Sâmerrâ’da oturmayı tercih ederek yerlerine nâibler göndermeye başladılar. Merkezî otoritenin zayıaması üzerine bu valiler veya vekilleri bağımsızlıklarını ilân ettiler. İfrîkıyye’de Ağlebîler, Mısır’da Tolunoğulları ve İhşîdîler, Azerbaycan’da Sâcoğulları, Horasan’da Tâhirîler, Mâverâünnehir’de Sâmânîler bu şekilde kuruldu. Abbasîler döneminde yetki ve sorumluluklarına göre’imâretü’lâmme’ve’imâretü’l-hâssa’ olmak üzere iki tür valilikten söz edilebilir. İmâretü’lâmme genel valilik olup vilayetle ilgili hemen her konuda sorumlu ve yetkilidir. İmâretü’l-hâssa ise özel valilik anlamında olup bu durumdaki valinin yetki ve sorumlulukları kısıtlıdır ve görevleri arasında hukuki ve mali meseleleri çözüme kavuşturmak yoktur. Valiler, vezirlerin tavsiyeleriyle tayin edildiğinden, kendilerini halifeye arz ve takdim eden vezirler azledilince, valiler de görevden alınırlardı. Abbasîlerin ilk devirlerindeki başlıca eyaletler arasında, İfrîkıyye (Kuzey Afrika), Mısır, Suriye ve Filistin, Hicaz ve Yemâme, Basra, Sevâd, el-Cezîre, Azerbaycan, Irâk-ı Acem, Hûzistan, Fars, Kirman, Mukran, Sicistan, Kûhistan, Kumis, Taberistan, Cürcân, Horasan, Hârizm, Fergana, Taşkent, Suğd sayılabilir. Endülüs Emevî Devleti’nde başşehir Kurtuba dışında kalan yerler idari bakımdan şehirler anlamında ‘küver’, sınır bölgeleri anlamında ‘sugûr’ olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Vilayetler doğrudan devlet başkanı tarafından atanan valiler, sınır bölgeleri ise ‘kâid’ adlı kumandanlar tarafından yönetilirdi. Ortaçağda kurulan İslâm devletleri idareleri altındaki toprakları eyalet ve şehirlere bölerek yönetmeyi sürdürdüler. Ortaçağ’da bazı Müslüman devletlerde X. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar günümüzdeki vali ve belediye başkanı karşılığı olarak ‘reis’ kavramı kullanılmıştır. Reisler daha çok Büveyhîler, Fatımîler, Selçuklular ve Eyyûbîlerin egemenliğindeki bölgelerde görev yapmış, Suriye şehirlerinde idari işlerin yanında hisbe ve şurta örgütlerinin üstlendiği çarşı ve pazarların kontrolü, emniyet ve huzurun sağlanması gibi hizmetlerle de yükümlü tutulmuşlardır. 120 İslam Tarihi ve Medeniyeti II MALİYE TEŞKİLATI Sözlükte ‘mal evi’ anlamına gelen beytülmâl, devlete ait malların muhafaza edildiği fizikî yerin yanında devlete ait taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili idari ve tüzel kurumu da ifade eder. Buna göre beytülmâl, devlete ait her türlü mal varlığı ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara ehil bağımsız bir kurumdur. Beytülmâlin maliyeyle ilgili örgütlü bir kurum olarak ortaya çıkışı Medine dönemiyle birliktedir. Zira bu dönemden itibaren kurulan bir devlet ve buna bağlı olarak tedricen oluşan bir mali yapı söz konusudur. Bu dönemde devlet gelirlerinin ihtiyacı karşılamadığı durumlarda Hz. Peygamber tarafından toplanan bağışların dışında devlete ait ilk önemli gelir Bedir Savaşı’nda elde edilen ganimetlerle esirlerin serbest bırakılması karşılığında alınan fidyelerdir. Bütün ganimetler bir araya toplanarak savaşa katılanlar arasında her hangi bir ihtilafa meydan vermemek için savaşa katılanlara eşit olarak dağıtıldı. Enfâl süresinin ganimetin beşte biri Allah’a, Resulü’ne, onun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara ait olduğunu belirten 41. ayeti geldikten sonra uygulama buna göre yapılmaya başlandı. Bu ayetin hükümleri ilk defa Benî Kaynukâ Yahudilerinden alınan ganimetlere uygulandı (Nisan 624). Zekât sorumluluğu da aynı yıl başladı ve ilk defa devlet tarafından düzenli vergi bu yıl toplandı. İslam tarihinde ilk elde edilen topraklar ise Uhud’dan altı ay sonra alınan Benî Nadîr arazisidir. Barış yoluyla alınan bu arazi Haşr süresinin 6. ayetine göre beytülmâle intikal etti. Hicretin dokuzuncu yılında (631) bu gelirlere cizye de eklendi. Bütün bu gelişmeler Medine döneminde henüz beytülmal adı kullanılmasa da, ilk temellerinin atıldığını göstermektedir. Benzer bir durum devlet mallarının muhafaza edildiği fizikî bir mekân anlamındaki beytülmâl içinde söz konusudur. Beytülmâle ait nakitler çok kısa bir sürede elinden çıkaran Hz. Peygamber’in evinde korunuyordu. Ziraî ürün türünden olan devlet gelirleri mescidin üst katındaki bir odada muhafaza ediliyordu. Bunları koruyan, Hz. Peygamber adına bazı ödemeleri üstlenen, zekât gelirlerini ve verildiği kimseleri kaydeden sahibü beytilmâl adlı görevliler vardı. Aynı şekilde zekât olarak toplanan hayvanlar da Medine yakınlarında Nakı mevkiinde muhafaza ediliyor ve bizzat Hz. Peygamber tarafından sayılıp işaretleniyordu. Bütün bunlar maliye teşkilatının omurgasını oluşturan beytülmâl divanının basit şekliyle de olsa Hz. Peygamber zamanında varlığını göstermektedir. Hz. Peygamber toplanan bu gelirlerin bir kısmını zekâtta olduğu gibi Kuran-ı Kerim’de belirtilen sarf yerlerine harcamakta, bir kısmını da gerekli yerlere kendi takdirine göre kullanmaktaydı. Bu harcama kalemlerinin başında savaş giderleriyle yoksullara yapılan yardımlar gelmekteydi. Öte yandan İslâm devletinin çeşitli bölgelerine tayin edilen memurlara, ortaya çıkmaya başlayan beytülmâlden maaş bağlama uygulamasına da geçildi. Oluşan bu devlet gelirleri üzerinde Hz. Peygamber bir mal sahibi olarak değil bir kamu görevlisi veya bir devlet başkanı olarak tasarrua bulunuyordu. Bundan dolayı devlet başkanının mal varlığından ayrı olarak devlete ait bağımsız bir mal varlığı kavramı ilk dönemlerden itibaren mevcuttur. Devlet hazinesini veya çeşitli depoları korumakla ve gerekli harcamaları yapmakla görevli memura hazinedar denilir. Hz. Peygamber zamanında ve sonraki dönemlerde beytülmâl görevlisi daima olmuştur. Abbasîler zamanında beytülmâl divanında hazinedardan başka nâzır, müşrif, reîsü beytilmâl, sâhibü beytilmâl, mübâşir, müstevfî, hâzin gibi görevliler de bulunuyordu. Fâtımîlerde hazineye bakan görevliye önceki dönemlerde olduğu gibi sâhibü beytilmâl, Hazîne-i Evrâk veya Dîvânı İnşâ’da çalışan arşiv memuruna da hâzin denilirdi. Eyyûbîler devrinde Dîvânı Mâl’de görevli olan hâzin aynî ve nakdî vergileri teslim alır, bunları devlete ait ambar ve depolarda muhafaza eder, vermeyenlerden de ödemelerini isterdi. Memlükler’de sultana ait her türlü nakit, mücevherat ve kumaş gibi kıymetli eşyayı muhafaza etmek ve muayyen merasim günlerinde hediyeleri dağıtmakla görevli olan kişilere hâzindar denilirdi. Görevi alanı zaman içerisinde üç kişi arasında paylaştırılan hâzindar, sadece hazineyi muhafaza ve sarfetmekle değil zaman zaman vergilerin tahsiliyle de meşgul olurdu. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 121 Hz. Ebû Bekir’in halife olunca, Hz. Ömer’in halifenin maaş almasının gerektiğini söylemesine kadar şahsı için beytülmâlden harcama yapmamış ve devlet hazinesi karşısında kendisini sadece bir kamu görevlisi olarak görmüştür. Halifeye ait şahsî malların beytülmâlden ayrı bir kurum olarak örgütlenmesi sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Emevî halifeleri bazı harcamalarını şahsî mallarından yaparken, Abbasîler söz konusu malları idare etmek üzere özel bir divan oluşturdular. Bu dönemde halifelerin şahıslarına ait mallara ‘beytülmâl-i hâssa’, devlete ait diğer mallara da ‘beytülmâl-i âmme’ deniliyordu. İki hazine arasındaki sınır zaman zaman beytülmâl-i hâssa lehine aşılmışsa da tam tersi oluyor ve beytülmal-i hâssa olağanüstü dönemlerde beytülmâl-i âmmeyi takviye için kullanılıyordu. Bu ayırım daha sonraki Müslüman devletlerde de görülür. Memlüklerde sultanın şahsî malları, başında ‘nâzır-ı hâs’ adlı görevlinin bulunduğu Dîvân-ı Hâs tarafından yönetilirdi. Beytülmâlin bu yapısı ve işleyişi Hz. Ebû Bekir’in kısa süren halifeliğinde büyük bir değişikliğe uğramadı. İslâm topraklarının genişlemesi ve devlet gelirlerinin ciddi şekilde artması, Hz. Ömer döneminde beytülmâlin kurumlaşmasını ve devletin mali yapısını oluşturacak şekilde örgütlenmesini gerektirdi. Bu dönemden itibaren eyaletlerde Medine’deki merkez hazineye bağlı beytülmâller oluşturuldu. Hz. Ömer eyaletlere tayin ettiği valilerden ayrı olarak devlet gelirlerini tahsil etmek ve ihtiyaç fazlasını merkez hazineye göndermek üzere beytülmâl görevlileri de tayin ediyordu. Beytülmâlin sonraki yüzyıllarda büyük ölçüde varlığını sürdüren örgütlenmesi bu dönemde tamamlandığından Hz. Ömer bu müessesenin kurucusu kabul edilir. Beytülmâl örgütlenmesi Abbasîler döneminde en gelişmiş düzeyine ulaştı. Hazineye giren ve çıkanların kayıt ve idaresiyle sorumlu bağımsız bir ‘Dîvânü beyti’l-mâl’in yanında Dîvânü’l-harâc, Dîvânü’s-sadaka, Dîvânü’lcünd ve Dîvânü’n-nafakat gibi divanlar beytülmâl idaresiyle yakından ilişkiliydi. Dîvânü beyti’l-mâl’de her grup mal için müstakil bir sicil tutulurdu. Özellikle vilayetlerdeki Dîvânü’l-harâc’lar devlet hazinesinin işlevini yerine getirmekteydi. Memurların maaşları ve ordunun giderleri buradan karşılanır, fazlalık nakit para veya mal olarak Bağdat’taki merkez hazineye gönderilirdi. Beytülmalin koruma ve idaresinde kadılar önemli rol üstleniyorlardı. Ortaçağda devlete ait birçok fonksiyon camide icra edildiğinden bazı bölgelerde beytülmal burada oluşturuluyordu. Endülüs’te sadece vakıf gelirleri veya Müslümanların yapmış olduğu yardımlardan oluşan ve genel beytülmalden ayrılması için ‘beytü mâli’lmüslimîn’ denilen mallar başkadının gözetimi altında şehirdeki en büyük camide korunurdu. Bundan dolayı genel hazinenin yanında özel birtakım gelirlerin özellikle de şer’î vergilerin korunduğu daha dar kapsamlı ikinci bir beytülmal ortaya çıktı. Beytülmâl adı daha ziyade ikincisinde muhafaza edilerek kadıların denetim görevi de çoğunlukla bunun üzerindeydi. Diğeri ise bütün devlet gelirlerinin toplandığı ve ‘hizânetü’l-âmme’ denilen genel devlet hazinesidir. Fâtımîler ile Memlükler’de de beytülmâl üzerinde başkadının denetleme görevi vardı. Beytülmâlin Gelirleri Ortaçağ müslüman devletlerinin mâlî yapısının temelini oluşturan beytülmâl çeşitli vergiler ve diğer gelirlerle beslenmekte, bunlar belirli harcama kalemlerinde kullanılmaktaydı. Zaman içinde bu gelir ve giderlerde farklılıklar doğmuş bulunmakla birlikte, hiçbir dönemde değişmeyen gelir ve gider kalemleri söz konusuydu. Devlet hazinesinin belli başlı gelirleri olarak şunlar sayılabilir: 122 İslam Tarihi ve Medeniyeti II a. Zekât. Müslüman mükelleerden para, ticarî mal, toprak ürünleri ve hayvanlardan % 2,5 ile % 10 arasında değişen oranlarda alınan vergi. b. Humus. Savaş yoluyla elde edilen menkul ganimetlerden beytülmâle intikal eden beşte bir oranındaki paylar. c. Fey. Gayri Müslim tebaadan alınan cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinin ortak adıdır. Bunlardan haraç, gayri Müslim toprak sahipleriyle haraç statüsüne tâbi toprakların sahibi Müslüman yükümlülerden alınan ve sabit bir oranı olmayan toprak vergisidir. Cizye, İslâm devleti tebaası olan gayri Müslim erkeklerden alınan vergidir. İslâm devleti tebaası olan gayri Müslimler tarafından ithal edilen ticaret mallarından % 5, yabancılar tarafından ithal edilen mallardan da % 10 oranında veya mütekabiliyet esasına göre alınan ticaret malları vergisidir; uşûr da denilir. d. Devlet arazisinden ve emlâkinden elde edilen gelirler. e. Mirasçı bırakmadan ölenler ile buluntu ve sahipsiz mallar. f. İnfak gelirleri. Bunlar olağanüstü durumlarda Müslümanlardan istenen bağışlardır. Hz. Peygamber özellikle savaş masraarını karşılamak veya fakir ve düşkünlere yardım etmek için Müslümanlardan infakta bulunmalarını isterdi. Devlet hazinesinin bunlardan başka gelirleri de vardı. İhtiyaç halinde ve beytülmâlin boş olduğu durumlarda devlet gerek servet gerekse gelirler üzerine yeni vergiler koyabilirdi. Çeşitli Müslüman devletlerde tarih boyunca bu türden birçok vergi belirlenerek tahsil edilmiştir. Beytülmâl Geliri Olarak Müsadere Sözlükte ‘çekip almak’ anlamındaki müsadere, devlet tarafından hazineye gelir kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere ceza veya önlem amaçlı bir mala el konulması demektir. İslâm tarihinde ilk müsadere uygulamaları kamu görevlilerinin haksız yollarla elde ettikleri gelir veya emlakin tamamına ya da bir kısmına devletin el koyması şeklindedir. Müsadere, Hz. Ömer zamanından itibaren hazinenin önemli gelir kalemlerinden biri olmuştur. Hz. Ömer bürokraside göreve getireceği kimsenin sahip olduğu malların bir listesini alır ve daha sonra malında kaynağını açıklayamadığı bir artış görürse bu kısmı müsadere ettirirdi. Emevîler iktidarıyla birlikte müsadere uygulamaları bir tehdit ve intikam aracı hâline geldi ve bazı kişilerin mirası da müsadere edilmeye başlandı. Valilerin ve maliye örgütündeki görevlilerin hazineyi zayıatmak pahasına kendilerini zenginleştirmeye çalıştığını gören Hişâm b. Abdülmelik çeşitli tedbirlerle müsadere uygulamasını kurumsal hâle getirmeye çalıştı. Abbasîler idareyi ele alınca yaptıkları ilk iş Emevî ailesi mensuplarının mallarına el koymak oldu. Bu dönemden itibaren devlet malını haksız bir şekilde ele geçirenler mezalim mahkemelerinde yargılanmaya başlandı. Başlangıçta müsadere edilen mallar doğrudan hazineye gelir kaydedilirken, daha sonra bunların idaresi için önce Beytü mâli’l-mezâlim, daha sonra da Dîvânü’l-müsadere adlı özel bir birim oluşturuldu. Özellikle X. yüzyıldan itibaren müsadere uygulamasında köklü değişiklikler meydana geldi. Bundan sonra müsadere, baskı, tehdit ve intikam aracı olmasının yanında özellikle rakipleri iktidardan uzaklaştırmak için kullanılmaya başlandı. Başta vezirler olarak bürokraside görev yapan üst düzey görevlilerin vazifelerinden ayrıldıklarında uydurma bir sebeple mallarına el konulması adet oldu. Hatta önceki bürokratların yardımcı ve kâtipleriyle, ölmüş olan idarecilerin malları da buna dâhil edilmeye başlandı. Sivil 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 123 halktan ticaretle meşgul olanlarla zengin kimseler de uygulamaya eklendi. Cezalandırmanın yanında bütçe açıklarının kapatılmasını da hedeeyen ve hazinenin başlıca gelir kaynaklarından biri hâline gelen müsadere hem kişisel servet edinimine darbe vurdu hem de ekonomik hayatı olumsuz yönde etkiledi. Abbasîler döneminde ve sonrasında kurulan devletlerde müsadere uygulaması özellikleri iktidar muhalierini cezalandırma ve iktidardan uzaklaştırma aracı olma özelliğini sürdürdü. Beytülmâlin Giderleri Beytülmâl gelirlerini devlet başkanının harcama yetkisi bakımından ikiye ayırmak gerekir. Bazı gelirlerin naslarda (dini metinlerde) belirtilen sarf yerlerine harcanması zaruri olup başka yerlere kaydırılması imkânsızdır. Ortaçağda Müslüman devletlerin harcama kalemleri şu şekilde sıralanabilir: a. Beytülmal giderlerinin en önemli kalemi rızık adı verilen maaşlar. b. Beytülmâlin bir diğer önemli gider kalemi orduya yapılan harcamalar. c. Bayındırlık, eğitim, sağlık başta olmak üzere devletin diğer kamu giderleri. d. Zekât ve humus giderleri ki bunlar Kuran’da açıkça belirtilen kimselere dağıtılırdı. e. Beytülmâlden ihtiyaç sahibi kimselere yapılan yardımlar bir diğer gider kalemini oluşturuyordu. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde zekât dışındaki devlet gelirlerinden Müslümanlara belli esaslar dâhilinde ödemeler yapılmıştır. Hz. Ömer bu ödemeleri İslâm’a girmede öncelik ve cihada katılma esasına dayanan bir sınıandırmaya göre yapmaktaydı. İslâm tarihinde beytülmâlin başka fonksiyonlar da icra ettiği görülür. Bunların başında şahıslara borç verilmesi gelir. Özellikle ilk dönemlerde beytülmâlin bu fonksiyonunun büyük işlerlik kazanmıştır. Ortaçağda devletlerin mali işleri ve bunların denetlenmesiyle ilgili görevliler var mıdır? Araştırınız. ADLİYE TEŞKİLATI İslâm’dan önce Arabistan’da merkezî bir otorite mevcut olmayıp kabile ve aile birliğine dayalı ve genelde göçebe olan bir hayat tarzı egemendi. Sosyal düzen ve hukuksal hükümler ecdattan kalan örf ve âdetlere dayanıyordu. Bundan dolayı kaza fonksiyonlarını yerine getiren tüzel bir yapılanma oluşmamıştı. Siyasi ve hukuki otorite boşluğunu aynı soydan gelen kimseler arasındaki yardımlaşma ve şeref duygusu demek olan kabile asabiyeti dolduruyordu. Bundan dolayı hukuki uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesinde gelenekler, kabile büyükleri ve özellikle de hakemler önemli bir rol üstleniyordu. Hakem usulü, uyuşmazlık içinde olan taraarın ortak iradesiyle açılabilecek özel bir yargı ve çözüm imkânı gibi görünse de her zaman aynı sonucu vermiyordu. Câhiliye’de hakemler ve kabile ileri gelenleri eliyle yürütülen, görüş, örf ve geleneğe dayalı sözlü yargılama usulü İslâm’la birlikte düzeltilerek belli esaslara bağlı bir kamu görevi hâline getirildi. İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedricîlik uyarınca hukuki ilişkiler alanındaki düzgün olmayan yapının düzeltilmesi için önce inanç ve ahlak esaslarının oluşmasına ağırlık verilerek toplu bir düzenleme yapılmadı. Bundan dolayı Mekke döneminde başlayan hukuki kurumların oluşum süreci Medine döneminde daha belirgin hâle geldi. Hicretten sonra kaleme alınan Medine vesikası, Mekke’den farklı olarak hukuki yaptırımları olan kurallar döneminin başladığının ilk adımıydı. Buna göre Hz. Peygamber, yeni kurulan siyasi birliğin başkanı ve içeride farklı Sözlükte “nasip, pay; yiyecek, azık” anlamlarına gelen çoğulu erzâk olan rızık kelimesi İslâm tarihinde hak sahiplerine devlet tarafından erzak olarak aynî veya atâ (atıyye) şeklinde nakdî olarak dağıtılan şeyleri ifade eder. Maaş Hz. Peygamber döneminden itibaren beytülmâl tarafından karşılanmıştır. Başta halife, vali ve kadı olmak üzere mülki ve askerî erkânın maaşları beytülmalin fey gelirlerinden karşılanırken zekât memurlarının maaşları zekât gelirlerinden verilir. Beytülmâl gelirleri yetmediğinde maaşlar yeni konulan vergilerden karşılanır. 3 124 İslam Tarihi ve Medeniyeti II gruplar arasında çıkabilecek ihtilâarın en son yargı merciiydi. İlk kadı ve hâkim olan Hz. Peygamber’in hukuki problemleri çözerken Mescid-i Nebevî’de oturduğu yer ‘kaza revakı’ adıyla meşhur oldu. İslâm Peygamberi’nin hukuki ilişkiler alanında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle ortaya koyduğu örnek uygulamaların ortak hedefi bilgisizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet devrimi gerçekleştirmekti. Bu bağlamda ilahî iradeye aykırılık taşımamak şartıyla adalet ve düzenin dengelenmesine dayalı bir meşruiyet anlayışı oluşturuldu. Yargılama usulleriyle ilgili bir takım prensip ve kaideler konuldu. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde hukukun egemen kılınması ve birey anlayışın geliştirilmesi asıl hedei. Valilerinden adalet işlerini yürütmelerini ya da bu alanda görevli istihdam etmelerini isteyen Hz. Peygamber, hâkim sıfatıyla taşıdığı görevlerin bir kısmını sayıları altıya kadar ulaşan sahabelerine devretti. Adliye teşkilatının oluşumu ve ilgili kurumlar hakkında geniş bilgi için F. Atar’ın İslâm Adliye Teşkilâtı (Ankara 1999) adlı eserine başvurabilirsiniz. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devlet teşkilatlanmasında önemli yapısal değişiklikler oldu. Suçlular için ilk defa hapishane kuran Hz. Ömer başta yargılama usulleri olmak üzere hukuk sahasında sonraki dönemlerde takip edilen çok sayıda kural ve esası yürürlüğe koydu. Ülkenin fetihlerle genişlemesine paralel olarak yönetim ve adaletle ilgili işlerin çoğalmasının ardından başta Medine olmak üzere Mısır, Irak ve Suriye bölgelerindeki şehirlere kadılar tayin edildi. Medine’de halife, şehirlerde valiler sınır ve cinayet davalarına bakarken kadılar sadece medenî davalar ile ta’zîr cezası gerektiren davalara bakmakla yetkiliydiler. Bundan dolayı kadıların faaliyeti bir yönüyle fetvaya benzediği için onlara müü adı da verilmekteydi. Kadı ve müü kavramları arasında fark var mıdır? Araştırınız. Emevî Devleti’nin kurucusu Muâviye’nin başkent Şam’da (Dımaşk) hukuken sahip olduğu yargı yetkisini tayin ettiği kadıya devretti. Onun yargı işleriyle hiç meşgul olmaması taşrada valilerin de yargı yetkilerini tayin ettikleri kadılara devretmeleri sonucunu beraberinde getirdi. Bundan sonra kadılar medenî ve cezaî davaların tamamına, halife ve valiler ise sadece mezâlim mahkemelerindeki davalara bakmaya başladı. Bu dönemde kadılara yargının yanında idari, mali ve eğitimle ilgili görevlerle yetim ve vakıf mallarını koruma ve kollama vazifeleri de verildi. Abbasî halifeleri kazâî yetkilerini İslâm hukuku alanında uzman olan bilginler arasından seçilen kadılar vasıtasıyla kullanmayı sürdürdüler. Başlangıçta eyaletlerdeki kadılar vali tarafından tayin edilirken daha sonra halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin etmeye başladılar. Ancak şehirlerin yerleşim alanları genişleyip nüfusları artınca buralara birden fazla kadı tayin etmek gerekti. Bunun üzerine Hârûnürreşîd, adli işleri yürütebilmek ve görevlendirilecek kadıların seçiminde kendisine yardımcı olması için Hanefî mezhebinin meşhur hukukçusu Ebû Yusuf ’u kâdılkudât olarak atadı. Bundan sonra bu görevi üstlenenlerin, kadıların tayin, terfi ve azli konusundaki yetkileri tedricî olarak arttı. Kadılkudâtlar, halife adına ve onun vekili sıfatıyla görev yaptıklarından kadılkudâtlık süresi belli bir sınırlamaya tâbi değildi. Ancak ciddi bir görev ihmali, yolsuzluk, sağlık veya aşırı ihtiyarlık gibi sebeplerle azledilmez ya da istifa etmezlerse hayatlarının sonuna kadar görev yaparlardı. Ayrıca bu dönemde eyaletlere İslâm hukukunda belirli bir cezası olmayan, miktarı ve uygulaması yönetici veya kadıya bırakılan suçlarla ilgili cezalardır. Bunlar toplumların kendi şartlarına göre düzenlenmek üzere cezaları belirlenmemiş iş ve tutumlara yöneliktir. Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin haksızlık yapmalarına engel olmak için kurulan mezâlim mahkemeleri kadılık teşkilatından daha yetkili bir adli otoriteyi temsil eder. Kadıların bakmaktan aciz kaldıkları davalara bakan bu üst mahkemeler, doğrudan halife, sultan veya umumi vali ya da onlara vekâlet eden bir ‘kâdı’l-mezâlim’ başkanlığında toplanarak karar verirdi. Bilhassa üst seviyedeki idarecilerin yargılandığı olağanüstü yetkilere sahip mezâlim mahkemesinde duruşmaların yapılabilmesi için muhafızlar, kadılar, fakihler, kâtipler ve şahitlerden müteşekkil beş grup görevlinin hazır bulunması gerekirdi. Kadıkudât bilirkişi sıfatıyla yer alırdı. Ortaçağda Müslüman devletlerinin adliye örgütünün başındaki görevlidir. Kadılkudât, IX. yüzyılın sonlarına kadar genellikle başkent kadısına verilen bir şeref unvanı iken sonraki dönemlerde devletin ülke ya da bölgedeki yargı teşkilatının üst yöneticisi oldu; ülkenin çeşitli bölge ve şehirlerinde görev yapan bütün kadılar onun nâibi oldular. XI. yüzyılın ortalarına doğru rütbe bakımından kadılkudâttan sonra gelen ve ona naiplik eden ‘akda’l-kudât’ unvanlı yüksek hâkimler görevlendirildi. Endülüs’te kadılkudât unvanından daha önce kullanılan, zamanla burada ve Mağrib’te kurulan bütün İslâm devletlerinde görülen ‘kadılcemâa’ başkent kadılığı makamına getirilen kişinin unvanıydı. 4 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 125 atanan kadılara da vekil, halife, nâib adıyla yardımcı tayin etme yetkisi de tanındı. İslâm hukukuyla ilgili pratik örneklerle beslenen teorik çalışmalar artarak sürdüğü Abbasîler dönemi, yargı hukukuyla o zamana kadar oluşan fıkhî birikimi yansıtır. Ortaçağda Dîvân-ı Mezâlim, hisbe ve şurta kurumları belirli yetkilerle yargılama faaliyetinde bulunurlardı. Bununla birlikte bunlardan hiçbirinin yöneticisine kadı veya hâkim unvanı verilmedi. Şurta Başkent ve diğer büyük merkezlerde emniyet ve asayişin sağlanması, düzenin korunması, suçluların takibi ve yakalanması görevlerini yürüten emniyet güçlerine şurta denir. Kurumun başındaki kişi sâhibü’ş-şurta unvanını taşır. Arap dünyasında emniyet örgütünün günümüzdeki adı da şurtadır. Bu adın verilme sebebi başkentte halife veya sultana, vilayetlerde valilere bağlı görev yapan bu kurum mensuplarının kendilerine mahsus üniformalarının olması ve özel işaretler taşımalarıdır. Tarihsel gelişimi içinde idari, askerî ve adli görevler ifa eden şurtanın görevleri dönemlere ve coğrafyaya göre değişiklik gösterse de genellikle yönetimsel ve sosyal alanla ilgili olanlar ve yargı alanını içerenler olmak üzere ikiye ayrılır. Emniyet ve asayişi sağlama, olağanüstü hallerde savaşa katılma, itfaiye işleri, elçilerin güvenliklerini temin etme, vergileri denetleme, ihbar ve ilân gibi görevler idari ve sosyal alanla ilgilidir. Yargıya ilişkin olanlar arasında ise sanıkların yakalanıp sorguya çekilmesi, suçluların ortaya çıkarılması ve suçu sabit olanlar hakkında verilen cezaların uygulanması, cezaevi güvenliğinin sağlanması ve suçlara engel olma sayılabilir. Medine döneminde Hz. Peygamber’i koruma görevini Sa’d b. Ebû Vakkas üstlenirken, Kays b. Sa’d b. Ubâde de sâhibü’ş-şurta konumundaydı; ayrıca bekçi görevlendiriliyordu. Hz. Ebû Bekir zamanında Abdullah b. Mes’ûd’un gece bekçiliğine getirilmesiyle sürekli bekçilik görevi başladı. Hz. Osman zamanından itibaren başkent Medine başta olmak üzere büyük şehirlerde sâhibü’ş-şurta unvanlı kişiler görevlendirildi. Şurta teşkilatı Emevîlerle birlikte bürokrasinin birincil unsurlarından oldu. Muâviye b. Ebû Süfyân sadece halifenin güvenliğini sağlamak üzere özel bir muhafız birliği oluşturdu. Bu dönemde sâhibü’ş-şurtalar halife veya valilerin en sadık adamları veya akrabaları arasından seçilirdi. Halifeler veya valiler görevde olmadıklarında ve imamlık hizmetinde sâhibü’ş-şurtayı vekil tayin ederlerdi. Emevîler zamanında şurta örgütü muhalif gruplarla mücadelede etkili olarak bazı isyanların bastırılmasında önemli rol üstlendi. Hz. Ali evlâdı taraarları, Zübeyrîler ve Hâricîler gibi gruplarla ilgili istihbarat çalışmalarına ağırlık veren şurta teşkilatı, Ömer b. Abdülazîz devri hariç halk üzerinde uygulanan baskı politikasının da aracısı hâline geldi. Hişâm b. Abdülmelik şurtayı kadılık makamından ayırarak bağımsız bir hâle getirdi. Büyük merkezler dışındaki yerleşim birimlerinde güvenliği sağlamak için başında sâhibü’l-ahdâs veya vâli’l-ahdâs denilen âmirin bulunduğu ‘ahdâs’ adıyla bir nevi jandarma teşkilatı kurdu. Askerî yönü ağır basan ahdâs, şurta ile ordu arasında bir yerde ve her ikisiyle de yakın ilişki içerisindeydi. Abbasîlerle birlikte daha da geliştirilen şurtanın idari ve adli görev alanı genişledi. Adliye, maliye ve posta yöneticisiyle birlikte dört önemli devlet teşkilatından biri olarak görülen şurtanın başkanı başkent Bağdat’ta emîr yahut valilere denk konumdaydı. Protokolde halifenin hemen önünde yer alır ve çoğu kere vezirliğe tayin edilirdi. Hisbenin de müstakil bir kurum haline geldiği bu devirde emniyet ve adaletin sağlanması hizmetini gören, iki kurum arasında sıkı iş birliği vardı. Şurta ve hisbe görevlerinin tek kişiye verildiği de olurdu.
.Hârûnürreşîd zamanında Bağ- 126 İslam Tarihi ve Medeniyeti II dat şurta teşkilatı görev alanları itibariyle şurtatü’l-âsıme ve şurtatü’l-cisr şeklinde ikiye ayrıldı. Daha sonra şehrin doğu ve batı yakasında birer şurta görev yapmaya başladı. Merkezde olduğu gibi taşradaki bütün şehirlerde şurta teşkilatı mevcuttu. Başlangıçta yargılama fonksiyonu bulunmayan ve sadece kadıların hükümlerini yerine getiren şurtaya Abbasîlerle birlikte ceza ile ilgili acil çözüm gerektiren davalara bakması için hukuki yargılama yetkisi de verildi. Endülüs Emevî Devleti’nde emniyet örgütü saray erkânı dâhil olmak üzere önemli devlet adamları ve yakınlarının güvenlik işleri ve onlarla ilgili şikâyetlerin takibiyle ilgilenen ‘eş-şurtatü’l-kübrâ’ ile halkın emniyet ve asayiş işlerine bakan ‘eş-şurtatü’ssuğrâ’ olmak üzere iki bölüme ayrıldı. Endülüs’te şurta görevlisine hâkimü’lmedîne, sâhibü’l-leyl ve sâhibü’l-medîne gibi unvanlar da veriliyordu. Hisbe Hisbe, Kuran-ı Kerim’de yer alan ‘iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak’ prensibi uyarınca, genel ahlakı ve kamu düzenini korumak ve denetlemekle görevli kurumu ifade eder. Bu işle görevli kimseye muhtesib denir. Hisbe faaliyetleri genel olarak kamu hukuku çerçevesine girer, hisbe örgütünün idare hukukundaki yeri ise muhtesibin yetki ve sorumluluklarına göre değişir. Resmî statü itibariyle muhtesibler vali ve kadılardan sonra gelir, görev yerlerine göre de kendi aralarında ayrı bir derecelendirmeye tâbi tutulur. Muhtesibin kadılık makamına vekâlet etmesi mümkündü. Vali ve şurta görevlisinin yardımına başvurduğu gibi, bazı şurta görevlileri de emrine verilirdi. Zaman içinde muhtesiblerin yetkileri genişletildi ve şurta mensupları kararlarını icra ve uygulamak zorunda kaldıkları gibi, ‘arîf, emin, gulâm, avn, müsâid, halife’ denilen yardımcılar edindiler. Hisbe teşkilatının görev alanı temelde Allah hakkı, kul hakkı, her iki yönü de bulunan haklar olmak üzere üç ana başlık altında toplanabilir. Muhtesib, Allah hakkının ihlâli halinde aetme yetkisini kullanabilirken kul haklarının ihlâli durumunda böyle bir yetkiye sahip değildir. Muhtesib ile adalet örgütünün diğer üyeleri arasında çeşitli benzerlik ve farklılıklar vardır. Hisbe idari, kadılık ise yargıyla ilgili bir makamdır. Kadıların yetkisiz olduğu idari davalara mezâlim mahkemesi, geri durdukları bazı anlaşmazlıklara da ihtisab örgütü bakar. Bundan dolayı adliye örgütü içerisinde mezâlim, kazâ ve hisbe şeklinde hiyerarşik bir idari yapılanma söz konusudur. Muhtesib ile şurta arasında dayanışma ve yardımlaşma bağı vardır. Muhtesible müü arasındaki benzerlik, her ikisinin de halkı dinî konularda bilgilendirip uygulamaya teşvik etmeleridir. Hz. Peygamber bizzat çarşı ve pazar teişlerine çıkarak yasal olmayan davranışlarda bulunanlara gerekli uyarıları yapardı. Onun iyiliği yaymak ve kötülükten vazgeçirmek faaliyetleri çarşı ve pazarla sınırlı değildi; toplum hayatının tamamını kapsıyordu. Hz. Peygamber kişisel sorumlulukları artınca uygun vasıı bazı kişilere bu görevini devretti. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali de bizzat çarşı ve pazar denetimi yaptıkları gibi bu işler için özel görevliler tayin ettiler. Ortaçağda çarşı ve pazar görevlilerine sâhibü’s-sûk veya âmilü’s-sûk denirdi. Bu unvanlar yerine muhtesib ilk defa VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kullanılmaya başladı. Bununla birlikte Mağrib ve Endülüs başta olmak İslâm dünyasında bu iki unvanın yanında sâhibü’l-hisbe veya nâzırü’l-hisbe gibi tabirler de kullanılıyordu. 6. Ünite - Siyasi ve İdari Kurumlar 127 Dünyevî zihniyet ve temayülde oldukları hâlde çevrelerine dindar görünmeyi ihmal etmeyen Abbasîler, iktidarlarının ilk yıllarında hisbe faaliyetleri hususunda titiz davranıyorlardı. Bu çerçevede bazı meşhur bilginlerin muhtesib olarak tayin ettiler. Seyfiye ve kalemiye şeklinde ikiye ayrılan Abbasî devlet teşkilatında kalem erbabının görevleri dinî ve divanî olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. Muhtesibin görev alanı bunlardan birincinin kapsamına giriyordu. Halife, muhtesib dâhil Bağdat’taki din işlerine bakacak kalem erbabını bizzat tayin ederdi. Diğer bölgelerin tayinleri ise vezir veya ilgili divanların başkanları yahut kadı gibi üst düzey bürokratlar tarafından gerçekleştiriliyordu. Zamanla hisbe de öteki idari işler gibi sultan adına mülkî âmirlik yapan valilerin görev alanına dâhil oldu; halife sadece başkentteki muhtesibleri bizzat tayin etti. Özel kıyafetleri olan muhtesiblerin elbiseleri Dîvânü’n-nafakat tarafından sağlanırdı. Hisbe örgütü bazı görev değişiklikleri veya ilavelerle bütün Müslüman devletlerde ilk dönemlerdeki özelliklerini sürdürerek varlığını korudu. Ortak görevleri arasında çarşı ve pazarları, ölçü ve tartı âletlerini, gıda maddelerini kontrol etmek, ibadetlerin ve dinî ödevlerin zamanında yerine getirilmesini sağlamak, sokak ve caddelerin temiz tutulmasını temin etmek, komşular arasındaki uyuşmazlıkları çözmek, çeşitli işlerde insanlara ve hatta hayvanlara kötü muamelede bulunanları cezalandırmak sayılabilir. 128 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet Hilâfet kurumunun ortaya çıkış sürecini açıklayabilemek Hz. Peygamber’den sonra İslâm toplumunun karşılaştığı ilk ve en önemli sorun siyasi halefinin belirlenmesiydi. Kuran’da ve hadislerde devlet başkanlığıyla ilgili konularda ayrıntılı prensipler yoktur. Hz. Peygamber de kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirtmeyerek bunu topluma bırakmıştır. Hz. Ebû Bekir halife seçilerek siyasi liderliğin oluşturma yöntemi toplumun biat ve şûrası şeklinde ortaya konuldu. Devletin başı olan halife Medine’de bulunan Müslümanlar tarafından tespit ve tayin ediliyor, daha sonra da diğer vilayetlerde bulunan Müslümanların biatı alınıyordu. Dört halifeden hiçbiri, yerine geçecek kimse için kendi ailesinden birini düşünmedi. Muâviye, Hz. Osman’ın kanını dava etme gerekçesiyle başlattığı kabile hâkimiyeti yönü ağır basan mücadelesini kılıcının kuvvetiyle kazanarak ilk dört halifeden tamamen farklı bir biçimde iktidara geldi. Ayrıca oğlu Yezîd’i veliaht göstererek halifelik müessesesini mutlak verasete dayalı bir hükümdarlık haline dönüştürdü. Saltanat sistemi sonraki dönemlerde de sürdü. Merkez teşkilatı ve buna bağlı kurumları tanımlayabilemek İslâm öncesinde Arapların bir hükümetleri ve bununla ilgili kurumları yoktu. Hz. Peygamber’in öncülüğünde oluşan Medine toplumu siyasi güç örgütlenmesinin bütün fonksiyonlarına sahip bir yapılanma ortaya koydu. İslâm devlet teşkilatı halife adı verilen devlet başkanına dayanır. İlk defa Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtmak için kurduğu divan teşkilatı sonraki süreçte ise merkez ve taşra yönetiminin bel kemiğini oluşturdu. Zaman içinde vezâret ve divan gibi bazı yardımcı kurumlar ortaya çıktı. Merkezî idare, vezirlerin başkanlığında ilk dönemlerden itibaren yürütme fonksiyonunda önemli bir yer işgal eden birçok divandan oluşuyordu. Emevîler ve özellikle Abbasîler zamanında, başta askerî ve mali alanlar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan divanlar oluşturuldu. Beytülmâlin oluşumu, gelir ve giderleri hakkında bilgi sahibi olabilmek Beytülmâlin maliyeyle ilgili örgütlü bir kurum olarak ortaya çıkışı Medine dönemine kadar uzanır. Maliye teşkilatının omurgasını oluşturan beytülmâl basit şekliyle de olsa Hz. Peygamber zamanında mevcuttu. Hz. Ömer döneminde beytülmâlin kurumlaşması ve İslâm devletinin mali yapısını oluşturacak şekilde örgütlenmesi tamamlandı. Beytülmâl örgütlenmesi Abbasîler döneminde en gelişmiş düzeyine ulaştı. Ortaçağda devletlerinin mali yapısının temelini oluşturan beytülmâl çeşitli vergiler ve diğer gelirlerle beslenmekte ve bunlar belirli harcama kalemlerine sarf edilmekteydi. Zaman içinde bu gelir ve giderlerde farklılıklar doğmuş bulunmakla birlikte yine de hiçbir dönemde değişmeyen gelir ve gider kalemleri söz konusuydu. İhtiyaç halinde ve beytülmalin boş olduğu durumlarda devlet gerek servet gerekse gelirler üzerine yeni vergiler koyabilirdi. Beytülmal gelirlerini devlet başkanının harcama yetkisi bakımından ikiye ayrılır. Adliye teşkilatının oluşumu ve bağlı kurumlarını anlatabilmek İslâm’dan önce Arabistan’da kaza fonksiyonlarını yerine getiren hukuki bir yapılanma yoktu. Câhiliye devrinde hakemler ve kabile ileri gelenleri eliyle yürütülen, sözlü yargılama usulü İslâm döneminde belli esaslara bağlanarak kamu görevi haline getirildi. Mekke döneminde başlayan hukuki kurumların oluşum süreci Medine döneminde daha belirgin hâle geldi. İlk kadı ve hâkim olan Hz. Peygamber, yargı işlerinin çoğalması üzerine bu görevlerinin bir kısmını sahabelerine devretti. Râşid halifeler döneminde yönetim ve adaletle ilgili işlerin çoğalması üzerine başta Medine olmak üzere Mısır, Irak ve Suriye bölgelerindeki şehirlere ayrıca kadılar tayin edildi. Emevîlerle birlikte halifeler yargı yetkilerini tayin ettikleri kadılara devretti. Bundan sonra kadılar medenî ve cezaî davaların tamamına, halife ve valiler ise sadece mezâlim mahkemelerindeki davalara bakmaya başladı. Abbasî halifeleri kazâî yetkilerini İslâm hukuku alanında uzman bilginler arasından seçilen kadılar vasıtasıyla yürütmeyi sürdürdü. Şehirlerin yerleşim alanları genişleyip nüfusları artınca buralara birden fazla kadı tayin etmek gerekti. Bunun üzerine adli işlerin yürütülebilmesi ve görevlendirilecek kadıların seçimi için başkadılık makamı oluşturuldu. Ortaçağ adliye örgütlenmesinde mezâlim mahkemeleri-kazâ-hisbe şeklinde yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir idari yapı mevcuttu. 1 2 3 4 6. Ünite -Siyasi ve İdari Kurumlar 129 Kendimizi Sınayalım 1. Râşid halifelerin iktidara gelişleriyle ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İlk Müslümanlardan olmalarıdır. b. Hz. Peygamber’in maddi ve manevi yakınlarıdır. c. İstişare yoluyla seçilirler. d. Siyasi ve askerî mücadele sonunda iktidarı ele geçirmeleridir. e. Kureyşlidirler 2. Aşağıdakilerden devletlerden hangisi Abbasî valileri tarafından kurulmayan devletlerden bereder? a. Ağlebîler b. Tolunoğulları c. Hafsîler d. İdrisîler e. Samanîler 3. Sultan unvanını vezirine veren ilk Abbasî halifesi aşağıdakilerden hangisidir? a. Me’mûn b. Hârûnürreşîd c. Mu’tasım d. Mehdî e. Mansûr 4. İslam tarihinde ilk divan aşağıdakilerden hangisi zamanında oluşturulmuştur? a. Hz. Osman b. Muâviye b. Ebû Süfyân c. Abdülmelik b. Mervân d. Hz. Ömer e. Hz. Ali 5. Emevîler zamanda Endülüs idari açıdan hangi eyalete bağlıydı? a. el-Cezîre b. İfrîkıye c. Hicaz d. Irak e. Horasan 6. Hz. Ali’nin vefatından sonra Kûfe’de kime biat edilmiştir? a. Muâviye b. Ebû Süfyan b. Hz. Hüseyin c. Abdullah b. Zübeyr d. Amr b. Âs e. Hz. Hasan 7. Beytülmalden maaş bağlanan ilk halife aşağıdakilerden hangisidir? a. Hz. Ebû Bekir b. Mansûr c. Hz. Ali d. Muâviye e. Hz. Ömer 8. Aşağıdaki beytülmal gelirlerinden hangisi gayri Müslimlerden alınmaz? a. Cizye b. Zekât c. Haraç d. Humus e. Fey 9. İlk kadıkudâtın kim olduğu ve kimin tarafından atandığı aşağıdakilerden hangisinde sırasıyla ve birlikte verilmiştir? a. Kadı Şüreyh, Muâviye b. Ahmed b. Hanbel, Mehdî c. Ebû Hanife, Mansûr d. Ebû Yusuf, Hârûnürreşîd e. İbn Hazm, Seâh 10. Aşağıdakilerden hangisi şurta teşkilatının yargıya yönelik görevlerinden biri değildir? a. Sanıkların yakalanıp sorguya çekilmesi b. Suçluların ortaya çıkarılması c. Hapishane güvenliğinin sağlanması d. Suçlara engel olma e. Elçilerin güvenliklerini temin etme 130 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız doğru değilse “Hilâfet “ konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Taşra Teşkilatı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse “Vezâret” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse “Divan Teşkilatının Oluşumu” konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse “Taşra Teşkilatı” konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “Hilâfet” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Maliye Teşkilatı” konusunu yeniden okuyunuz. 8. b Yanıtınız doğru değilse “ Beytülmalin Gelirleri “ konusunu yeniden okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse “Adliye Teşkilatı” konusunu yeniden okuyunuz. 10. e Yanıtınız doğru değilse “Şurta” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Hz. Ömer’in halife oluş şekli saltanat sistemi içinde yapılan veliaht tayinlerine benzemez. Onun hilâfete gelişi, sahabenin büyük çoğunluğu tarafından benimsendiği gibi ileri dönemlerde asabiyet (soy, nesep) esas alınarak yapılan veliaht tayinlerinden de oldukça farklıdır. Hz. Ömer’in kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyetine bırakmış olması da bu hususu teyit etmektedir. Sıra Sizde 2 İlk olarak saray hizmetindeki kişilerle ilgili olarak Dîvânü’l-ahşâm kuruldu. Daha sonra Dîvânü’l-ahşâm ile aynı görevi üstlenen saray görevlileri ve kölelerle ilgilenen Dîvânü’l-mevâlî ve’l-gılmân oluşturuldu. X. yüzyılın ilk çeyreğinde sarayın kadınların bulunduğu bölümlerindeki işlere bakan Dîvânü’l-harem’den bahsedilirse de bununla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Sıra Sizde 3 Ortaçağda Müslüman devletlerin mali işleriyle ilgili divanın başkanı ve buna bağlı memurlar müstevfî terimiyle karşılanıyordu. Eyyûbîlerde mütevelliler adına işleri yürüten müstevfînin yardımcısı muîn idi. Nâzırü’l-ceyşin maiyetinde müstevfîlerin bulunduğu Memlüklerde, mali divanların hesaplarının toplandığı daireye ‘istîfâ-yı sohbe’, başkanına da ‘müstevfi’s-sohbe’ denirdi. Ayrıca Mısır ve Suriye arazileriyle ilgili muameleleri, Arapların arazi imtiyazı ve askerlerin maaşına ait evrak ve senetleri tutan müstevfîler vardı. Devletin askerî ve adli alanları dışında her türlü mali işlerini ve hesaplarını kontrol eden denetçi ve müfettişlere ise müşrif denirdi. Devletin aktif mali politikasının belirlenmesiyle korunması görevini üstlenen müşrier mali muhasebe konusunda uzman kişiler arasından seçilir, mali muvazeneye tesir edecek her şeyi, her kararı kayıt ve kontrolden sorumlu tutulurdu. Müşrif ayrıca ortaçağda nâzır, mütevelli, kayyım, anlamında cami, hastane, sultan hazinesi, vakıf, kütüphane gibi kurumların yönetim ve denetimine bakan kimseler için de kullanılıyordu. Sıra Sizde 4 İlk devirlerde kadı ve müü ayırımı çok açık olmasa da ileri dönemlerde kadı ve müü İslâm toplumunun dinî ve sosyal hayatının şekillenmesinde çok önemli rollere sahip iki ayrı şahsiyeti temsil eder. Müüler daha çok fetva vermekle öne çıkarken kadılar fetvaları uygulamaya geçiren ve yorumlayan kimselerdir. 6. Ünite -Siyasi ve İdari Kurumlar 131 Yararlanılan Kaynaklar Atar, F. (1999). İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara. Aykaç, M. (1997). Abbasî Devletinin İlk Dönemi İdari Teşkilâtında Dîvânlar, Ankara. Crone, P. (2007). Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi Düşünce (çev. Hakan Koni), İstanbul. Fayda, M. (1989), Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, İstanbul. Görmez, M. (1997), Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. İbn Haldun, (1401). Mukaddimetü İbn Haldûn (nşr. A. A. Vâfî), I-III, Kahire. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-II, Beyrut. Kalkaşendî, (1987). Subhu’l-a’şâ fî sınâati’l-inşâ, I-XIV, Beyrut. Kettânî, M. A. (2003). Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtibü’l-idâriyye (çev. Ahmet Özel), İstanbul. Taberî, (ts.). Târîhu’r-rusûl ve’l-mülûk, (nşr. Muhammed Ebü’1-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Abbasîler”, “Beytülmâl”, “Devlet”, “Divan”, “Ebû Bekir”, “Emevîler”, “Endülüs”, Eyyûbîler”, “Fey”, “Hisbe”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Kadı”, “Memlükler”, “Mezalim”, “Muhammed”, “Müstevfî”, “Müşrif ”, “Ömer”, “Rızık”, “Şurta”, maddeleri. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İslâm tarihinde Askerî teşkilatın oluşum sürecini tanımlayabilecek; İlk Müslüman devletlerdeki askerî kurumlar hakkında bilgi sahibi olabilecek; Abbasîler döneminde Türklerin orduya katılmalarını anlatabilecek; İslâm donanmasının oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Ordu • Asker • Leşker • Ceyş • İktâ, • Dîvanülceyş • Ribât • Savaş • Silah • Bahriye • Dârüssınaa İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Askerî Teşkilat • ASKERÎ TEŞKİLATIN OLUŞUMU • İSLÂM DONANMASININ KURULUŞU VE GELİŞİMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II ASKERÎ TEŞKİLATIN OLUŞUMU İslâm öncesinde Arabistan’da o dönemdeki Roma ve Sâsânî imparatorluklarıyla karşılaştırılabilecek veya günümüzdeki anlamda bir devlet yapılanması olmadığından düzenli ve sürekli bir ordu yoktu. İslâmiyet öncesi Arabistan’da Mekke’de ordu komutanlığı anlamına gelen kıyâde gibi bazı örnekler dışında askerî kurumlar da oluşmamıştı. Mensup oldukları kabilenin sosyal yapısına uygun bir hayat süren Araplar bazen topraklarını koruma ihtiyacı duyuyorlardı. Bu durumda geçici olarak eli silah tutan erkekler kılıç, ok, mızrak ve kalkan gibi o dönemin bilinen silahlarıyla, yaya veya süvari olarak kabile liderinin komutasında düşmanla savaşıyorlardı. Savaş aletleri içinde çeşitli tip ve ebatta mızrakların özellikle bedevî Araplar için ayrı bir önemi vardı. Araplardan her birinin toplumdaki yerine ve ekonomik gücüne göre bir mızrağı olurdu. Fakir bedevîler normal ağaç dallarından, zengin bedevîler ise Hindistan’dan gelen kıymetli ağaçlardan yapılmış mızraklara sahiptiler. Genellikle bambu türü içi dolu kamışlardan yapılan gövdenin baş tarafına yaralamayı ve öldürmeyi sağlayan demir uç geçirilirdi. Önceleri yaban öküzü boynuzundan yapılan bu öldürücü bölümün metale dönüştükten sonra çeşitli şekilleri ortaya çıktı. Bunların en yaygın tipleri kama gibi her iki ağzı da düz olanlarla yaralamayı daha zararlı hale getiren ağızları dalgalı ve çentikli olanlardı. Mızrakların hepsi aynı boyda değildi. Araplar kısa mızrakları bu alet atıcılığında becerileriyle tanınan Habeşlilerden aldılar. Ordunun sefer halindeki düzenini ifade eden ‘hamîs’ aynı zamanda beşli düzene karşılık geliyordu. Ordunun merkezinde başkumandanla onun muhafız kıtası bulunur ve bu kısma ‘kalbü’lceyş’ denirdi. Merkezin sağında yer alan birliklere ‘meymene’, solundaki birliklere ‘meysere’, önde bulunan zırhlı süvarilerden oluşan birliklere ‘talîa, mukaddeme, nezîre, pîşdar’, arkadaki birliklere ise ‘sâkatü’l-ceyş ve muahhira’ adları verilirdi. Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi Mekke döneminde mevcut ortam ve fiilî durum bir ordu oluşturma ihtiyacı ortaya çıkarmamıştı. Müslümanların düşmana karşı korumaları gereken toprakları olmadığı gibi savaşa da izin verilmemişti. Medine döneminde ise durum tamamen değişti. Müslümanların bir devletleri ve üzerinde bağımsız olarak yaşadıkları toprakları oldu. Medine vesikasıyla farklı sosyal gruplar Hz. Peygamber’in liderliğinde bir araya getirildi. Başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas alan Hz. Peygamber, özellikle Mekke’de yaşanan acı deneyimden dolayı askerî bakımdan güçlü Askerî Teşkilat Türkçede hakanın oturduğu şehre veya otağının kurulduğu yere ordu denir. Ordunun Arapçadaki karşılıkları ise savaşmak için bir araya gelen insan topluluğu ve yardımcıları anlamındaki ceyş ve cünd ile bir araya gelmek, toplanmak anlamındaki askerdir. 134 İslam Tarihi ve Medeniyeti II olmanın gerektiğini düşünüyordu. Müslümanları yurtlarından çıkaran Mekkeli müşrikler düşmanlıklarını sürdürmeleri, Medine otlaklarına kadar ulaşan müşrik hücumları ensar ve muhacirlerin topraklarının istilâ edileceğinden endişe duymalarına sebep oluyordu. Bu saldırılara karşı koymak, her türlü dış tehlike ve tehdide karşı önlem alarak bu endişeleri gidermek gerekiyordu. Haksız saldırıya uğramaları sebebiyle savaşma izni verilen Müslümanlardan düşmana karşı hazırlıklı olmaları da isteniyordu. Bundan dolayı Hz. Peygamber Medine döneminde saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlara yönelik bir dizi askerî harekât ve savaşa girişerek askerî kurumların ortaya çıkmasının öncülüğünü yaptı. Hz. Peygamber dönemindeki askerî yapılanma söz konusu olunca gazve ve seriye kavramlarının bilinmesi gerekir. Çoğulu gazavât olan gazve, akın, saldırı ve din uğruna yapılan savaş demektir. Asker sayısı az veya çok olsun, savaş ya da başka amaçla hareket edilsin, çarpışma olsun veya olmasın Hz. Peygamber’in bütün seferlerine gazve denir. Hz. Peygamber’in bizzat yönettiği gazvelerin sayısı yirmi yedidir. Bunlardan yalnız dokuzunda savaş meydana gelmiştir. Gazvelerin ilki 2. yılın Safer ayındaki (Ağustos 623) Veddan Gazvesi, sonuncusu da 9. yılın Receb ayındaki (Ekim 630) Tebük Gazvesi’dir. Hz. Peygamber’in bizzat katılmayıp görevlendirdiği kumandanlarla sevk ve idare ettiği seferlere askerî birlik, silahlı tim anlamında seriyye denir. Bu askerî birlikler, görevleri icabı çok defa geceleyin yol almaları, gizli hareket etmeleri ve baskın şeklinde harekât planı yürütmelerinden dolayı bu adı almışlardır. Harekât planları, asker sayısı ve eylem biçimleri açısından gazve ile seriyye arasında fark varsa da bu iki terim arasındaki en belirleyici unsur Hz. Peygamber’in bizzat kumanda edip etmemesidir. Hz. Peygamber döneminden sonra genel olarak Müslüman olmayanlara karşı yapılan seferlerle bu amaçla gerçekleştirilen askerî faaliyetlere gazâ, bunu gerçekleştirenlere ise gazi denir. Hicretten kısa bir süre sonra başlayan fiilî mücadele döneminin en önemli faaliyetlerinden olan seriyyeler gerek strateji ve savaş taktikleri gerekse dinî ve siyasî sonuçları bakımından büyük önem taşır. Ayrıca seriyyeler kalıcı ve düzenli askerî gücün oluşumunda planlı tatbikat rolü oynamış, askerî ve idarî açıdan uygulamalı eğitim imkânı da sağlamıştır. Seriyyelerin amacı gazvelerle bütünlük içinde, İslâm’ın yayılmasına engel oluşturan unsurları bertaraf etmek, Müslümanları maddî ve manevî baskılardan kurtararak dinlerini özgürce yaşayabilecekleri bir ortam temin etmektir. Genellikle gönderildikleri yerin ya da kumandanın adıyla anılan seriyyelerin sayısı için otuz beş ile elli altı arasında değişen rakamlar verilir, hatta bu sayı yetmişin üstüne çıkarılır. Seriyyelerin ilki, Hz. Hamza kumandasında hicretin 1. yılı Ramazan ayında (Mart 623) Îs mevkiine (Sîfülbahr Seriyyesi), sonuncusu ise Hz. Ali kumandasında 10. yılın Ramazanında (Aralık 631) Mezhic’e gönderilmiştir. Her biri özel stratejik amaçları olan askerî operasyonlar olan seriyyeler sebep ve sonuçları bakımından dört ana grupta toplanabilir: 1. Suriye ticaret yolunu kontrol altına almaya yönelik olarak Kureyş kervanlarının takip edilerek ekonomik ve siyasal ambargo stratejisi uygulanması için gönderilenler. 2. Medine’nin iç ve dış güvenliğini sağlamaya yönelik olarak, Mekke müşriklerinden ve Medine civarındaki düşman kabilelerden gelen saldırıları karşılamak, yerinde bastırmak ya da gerçekleşen saldırılara cevap amacını taşıyanlar. Gazve ile aynı kökten türeyen, savaş, savaş yeri, savaş anı gibi anlamlara gelen ‘megzâ’nın çoğulu olan megazî Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerinin tamamını içerir ve bu konuda yazılan eserlere ‘kitâbü’l-megazî’ denir. 7. Ünite -Askerî Teşkilat 135 3. İstihbarat toplamak ve keşif yapmak amacıyla gönderilenler. 4. İslâm’a davet, İslâm düşmanlarını cezalandırmak ve Lât gibi putları yıkmak gibi özel görevlerle gönderilenler. Müslüman Arap ordusunun nüvesi Hz. Peygamber tarafından oluşturuldu. Medine döneminden itibaren savaş durumuyla sınırlı olsa da, ordunun belli bir düzene göre kurulması, savaş araç ve gereçlerinin temin edilmesi gerekiyordu. Savaş hâlinde orduya katılacak kimseleri bizzat kendisi tespit ederek adlarını kaydettiren Hz. Peygamber, sefere katılacak olanları silahları, binekleri, yol azıkları ve diğer levazımatıyla birlikte şehir dışında bir karargâhta toplardı. Gerekirse Medine dışında oturan kabilelere reisleri aracılığıyla seferberlik emri ulaştırılırdı. Normal şartlarda ihtiyaç duyulduğu kadar askerin gönüllü katılımı söz konusu olmakla birlikte Tebük Gazvesi gibi umumi seferberliği gerektiren durumlarda özürlüler, Hz. Peygamber’den izin alanlar veya onun tarafından geride bırakılanlar dışında savaşabilecek bütün sahabeler hazır asker kabul edilirdi. Sahabeleri savaş teknikleri hususunda yetiştirmek için tedbirler alan Hz. Peygamber, sefer öncesinde ve sefer sırasında askerlerini savaşa hazırlamaya çalışır, ok atma ve ata binmenin önemi üzerinde dururdu. Karargâhta toplananları seferden önce teiş eder, sıcak temas öncesinde saarı bizzat düzenlerdi. Ayrıca ‘emîrü’l-ceyş’ veya ‘emîrü’l-cünd’ denilen kumandanlarını uğurlarken askerlerine ve düşmana karşı nasıl hareket edecekleri konusunda bilgilendirirdi. Bedir Gazvesi’nde askerlerine nasıl savaşacakları sorusunu yöneltmiş, içlerinden Âsım b. Sâbit şöyle cevap vermişti: “Kureyş bize 200 arşın veya buna yakın bir mesafeye kadar yaklaştığı zaman ok atarız. Kureyş bize taş atımı mesafesinde yaklaşınca taş atarız; mızrak erişecek kadar yakınımıza geldiklerinde kırılıncaya kadar mızraklarımızla savaşır, kırılınca da onu bırakıp kılıçlarımızı alırız.” Bu sözleri çok beğenen Hz. Peygamber orduya hitaben yaptığı konuşmada mızrağın kılıçtan önce, düşman iyice yaklaşınca kullanılacağını bir defa daha vurgulamıştı. Hz. Peygamber sefer ve savaş sırasında mümkün olduğu kadar parola ve üniforma sayılabilecek belli işaretler ile çeşitli renkte sarık ve elbise kullanılmasına önem verirdi. Gazve ve seriyyeler için livâ denilen beyaz bayraklar ile râye denilen siyah sancaklar bağlanırdı. Ayrıca kabilelerin beyaz, siyah, kırmızı, sarı, ortasında kırmızı hilâl olan beyaz, ortası kırmızı ve iki tarafı beyaz olmak üzere çeşitli renk ve şekillerde beraberlerinde taşıdıkları bayrakları vardı. Bayrak ve sancaklar mızraklara veya uzun sırıklara bağlanır ve develer üzerindeki süvariler tarafından taşınırdı. Savaşa katılanlar elde edilen ganimetten pay alırlar, savaş bitince de ailelerinin yanına dönüp işlerini sürdürürlerdi. Hz. Peygamber bilinen her türlü silahı temin etmeye çalışırdı. Silahlar devlet imkânları yanında büyük ölçüde bağış yoluyla temin edilirdi. İslâmiyet’in ilk döneminde İran ve Bizans’tan yeni silahlar ve savaş teknikleri öğrenildi. Hz. Peygamber bazı sahabeleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendirdiği gibi yapılan tavsiyeleri de dikkat alırdı. Hendek Savaşı’nda Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle hendek kazarak savunma savaşı taktiği uygulandı. Hayber’de ele geçirilen mancınık ve debbâbeler Tâif kuşatmasında kullanıldı. Ancak sığır derisi kaplı debbâbelerin kaleden atılan kızgın demir parçalarıyla yanması sonucu içinde bulunanlar şehit olmuştu. Tarihi milâttan önce V. yüzyıla kadar götürülebilen mancınığın ilk olarak Çin’de icat edildiği ve Türkler kanalıyla Batı’ya tanıtıldığı yaygın görüştür. Hz. Peygamber zamanının en önemli silahlarındandır. Özellikle bedevîler mızrak kullanımında çok becerikliydiler. Diğer silahlar gibi mızrakların büyük bölümü dışarıdan getirilirdi. Çinliler tarafından icad edilen bu savaş aleti topun olmadığı dönemlerde kale ve surlara çeşitli ebatta taş ve yanıcı madde atmak için kullanılırdı. İlkel ve basit bir tür zırhlı araç sayılabilecek kuşatma silahıdır. Kalın ve sıkı ahşaptan tekerlekli olarak yapılırdı. Üzeri taşıdığı askerlerin surlardan atılan ateşten ve taşlardan korunması için kalaslarla örtülüp yanmaya karşı özel terbiye edilmiş deri ve köseleyle kaplanır ve Kale duvarlarına tırmanmak için kullanılırdı. 136 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kılıç, mızrak, ok gibi silahlar yanında zırh, miğfer, kalkan gibi aletler bizzat Hz. Peygamber tarafından kullanılmıştır. Yapıldığı malzemeye, yere ve yapan ustaya göre değişik adlar alan ve genellikle süvariler tarafından kullanılan zırhların çoğu Bizans ve İran yapımıydı. Hz. Peygamber’in ‘sa’diyye’ ve ‘fidda’ adlı zırhları çok meşhurdu. ‘Beyza’ veya ‘hûze’ denilen ve genellikle zırhın bir parçası sayılan ve Çin yazılı kaynaklarında Türkler arasında kullanımının önemine dikkat çekilen miğfer, demir gibi metallerden veya kalın köseleden yapılır, bir kısmının tepesi gerektiğinde kullanılmak üzere mızrak ucu gibi sivri olurdu. Miğferin üzerine sarık sarılır veya külah giyilirdi. Hz. Peygamber’in ‘müveşşah’ ve ‘sebûğ’ adı verilen iki miğferi vardı. Uhud Gazvesi’nde Resûl-i Ekrem’in miğferindeki halkalardan ikisi yüzüne batarak yanağını yaralamıştı. Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde şehre girdiği sırada başında miğfer bulunuyordu. Eskiden beri kahramanlığın, bağımsızlığın ve gücün temsilcisi sayılan kılıç düz ve eğri olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan düzlerin iki, eğrilerin bir tarafı keskindir. Eğri kılıçların diğerlerinden daha kısa, uç bölümü geniş, kavsinin içi keskin ve gittikçe enlileşerek daha ağır bir silah görünümünde olanlarına pala denir. Düz kılıç kadar yaygın olmayan ve Ortaçağ’da İslâm kılıcı, Arap kılıcı, daha çok da Türk kılıcı adlarıyla ün kazanan eğri kılıç Yakındoğu’da ortaya çıkarak yaygınlaşmıştır. En ünlü kılıç ustaları Türkler ve İranlılar arasından çıkardı. Türklerin çeliğe su vermedeki maharetlerinden Çin kaynakları da söz eder. Medine’de kılıç yapımındaki becerisi sebebiyle Ebû Seyf (kılıççı) künyesiyle tanınan ensardan bir demirci vardı. Hicaz ve çevresinde Yahudilerden bu sanatla uğraşanların sayısı daha fazlaydı. Hz. Peygamber’in, çoğu savaşlarda ganimet olarak elde edilen ve niteliklerine yahut yapıldıkları yerlere göre adlandırılan dokuz kılıcı vardı. Bunlardan namlusundaki nakışları veya parlaklığı sebebiyle me’sûr adlı olan babasından miras kalmıştı. Topkapı Sarayı Müzesi’nde ikisi Hz. Peygamber’e, biri Hz. Dâvûd’a ve diğerleri Hulefâ-yi Râşidîn ile sahabelere izafe edilen yirmi kadar kılıç vardır. Câhiliye devrinde olduğu gibi İslâmî dönemde de ağırlık ve büyüklüğüne göre değişen çeşitli kalkanlar kullanılıyordu. Çok sayıda askerin arkasına sığınarak surlara yaklaşmak için kullandıkları büyük kalkanlara ‘el-kaf ’ denilirdi. Okçuluğuyla tanınan Ebû Talha el-Ensârî, Uhud Gazvesi’nde üç adet kalkanı olan Hz. Peygamber’i deriden kalkanıyla korudu. Benî Kurayza Yahudilerinden alınan ganimetler arasında 1500 adet küçüklü büyüklü kalkan da vardı. Müslümanlar, Kadisiye Savaşı’nda ‘hacefe’ adını verdikleri sığır derisinden yapılmış küçük kalkanları kullandılar. Fetihlerden sonra deri yerine demir ve çelikten yapılan kalkanlar edindiler. Kalkan özellikle kılıcın kullanımdan kalkmasıyla sembolik bir hale geldi ve ateşli silahların yaygınlaşmasından sonra işlevini tamamen yitirdi. Düşman hakkında bilgi edinmek veya yol güvenliğini sağlamak için keşif kolları çıkaran Hz. Peygamber bütün sefer ve savaşlarında gizlilik prensibine uyar ve hazırlıkları son derece gizli yürütürdü. Kılavuz ve casus kullanır; gerektiğinde henüz Müslüman olmayan kimselerden de yararlanırdı. Mekke’nin fethi sırasında Şekil 7.1 Topkapı Sarayı Müzesi’nde Hz. Peygamber’e nispet edilen kılıç ve kını (TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 406). 7. Ünite -Askerî Teşkilat 137 Suriye yönünde Batn-ı İdam’a bir askerî birlik yollaması gibi daima harekâtın hedefini gizli tutardı. Aynı şekilde bu seferde ordusuyla Merrüzzahrân’a ulaştığı gece askerlerini olduğundan daha kalabalık göstermek için çok sayıda ateş yaktırmıştı. Genellikle taarruzda bulunarak önceliği elinde tutan Hz. Peygamber teklifin karşı taraan gelmesi durumunda Câhiliye döneminde yaygın olan iki taraan birer kişinin çıkarak çarpışması demek olan mübârezeye izin vermiş, fakat kendisi böyle bir teklie bulunmamıştır. Gerek Hz. Peygamber ve gerekse Hulefâ-yi Râşidîn döneminde meşruluk gerekçesi olmayan bir savaş uygun görülmemiştir. Girilen savaşlarda keyfîlikten uzak ve temel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcanmış, özellikle çocuk, kadın, mabetlerinde ibadet eden din adamları ve yaşlıların öldürülmesine kesinlikle izin verilmemiştir. Ekili tarlalar ve ağaçlar başta olmak üzere yeşil alanların korunmasına özen gösterilmiştir. Katıldığı savaşları daima ilk örneği Bedir’de kurulan ve bir muhafız birliği tarafından korunan çadırından yöneten Hz. Peygamber genç ve yetenekli kumandanların yetişmesine büyük önem verirdi. Bizzat kendisi askerî harekâtlarda önderlik yaptığı gibi seriyyelerde özellikle kişisel öncelik tanıdığı genç komutanları görevlendirirdi. Dört halife devrinde başkumandanlık halifelerin görevleri arasındaydı. Ancak halifeler genellikle seferlere bizzat katılmayıp, yerlerine kumandan tayin ederek yürütmeyi benimsediler. Vilâyetlerin idaresini yürüten valilerin çoğu fetihleri gerçekleştiren kumandanlar olup emîr veya âmil adıyla anılırdı. Hâlid b. Velîd, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Amr b. Âs, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Sa’d b. Ebû Vakkas, Umeyr b. Sa’d, Utbe b. Gazvân, İyâz b. Ganm gibi sahabeler hem kumandan hem de vali idiler. Kumandanların seçiminde harp sanatını iyi bilme, sağlam bir karakter ve ahlak, devlete sadakat, cesaret ve yüreklilik, azim ve sebat, süratli ve isabetli karar verme kabiliyeti, ihtiyat ve metanet, cömertlik, iyi ve düzgün konuşma şartları gözetilirdi. Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerinin kaçında sıcak temas olmuştur? Kayıplar ne kadardır? Araştırınız. Ana hatlarıyla Câhiliye devrinin beşli sistemi hem Hz. Peygamber hem de Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde sürdü. İslâm öncesinde sıkça uygulanan saldırıp geri çekilme yerine düzgün saar halinde çarpışma, taktik için geri çekilip tekrar saldırma ve manevraya izin veren kararlı hücum usulleri getirildi. Hz. Peygamber zamanında on askerin başına bir arîf, on arîfin üzerine bir nakib görevlendirilerek ordunun birliklere ayrılmasının ilk adımları atıldı. Hz. Peygamber dönemi uygulamalarının geliştirilerek sürdürüldüğü Hulefâ-yi Râşidîn döneminde buna bölük ve tabur sistemi eklendi. Elli askerin kumandanına halîfe, on arîfin kumandanına nakîb, kaid, kaidü’l-mie, 1000 askerin kumandanına ise emîrü’l-kürdûs denilirdi. Yaklaşık 5000 askerin kumandanın unvanı ise emîrü’t-ta’bie idi. Hz. Peygamber zamanında kadınların orduya katılarak savaşan askerlere su taşımak, yaralıları tedavi etmek gibi geri hizmetlerde çalışmaları Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de sürdü. İlk fetihlerden itibaren tamamı Araplardan oluşan orduya mevâlî adı verilen Fars ve Kıptî kökenli Müslümanlar da alınmaya başlandı. Hz. Ömer, halifelik merkezinden uzak yeni fethedilen bölgelerde asayişi ve fetihlerin devamını sağlayabilmek için Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh şehirleri kurdurdu. Bu şehirlerle Suriye’de Şam (Dımaşk) Filistin’de Remle, Mısır’da İskenderiye gibi merkezlere çeşitli Arap kabilelerine mensup askerleri aileleriyle birlikte yerleştirilerek daimi garnizon haline getirildi. Bu şehirlere yerleştirilen Arap kabileleriyle bunlar vası1 Hz. Peygamber döneminde bu unvan sadece kumandan anlamında değil, kabile temsilcileri için de kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde de komutan anlamında kullanımı sürmüştür. Endülüs’te kırk veya 100 kişilik birliği kumanda eden kimseye bu unvan verilirdi. 138 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tasıyla İslâmiyet’i kabul eden mevâlî daimi silah altında kabul edilen savaşcı sınıfın ana kaynağını oluşturuyordu. Ayrıca askerî kışlalarda geniş kapasiteli ahırlar inşa edildi. Hz. Ömer, 641 yılında fey (vergi) gelirlerini hak edenlere dağıtmak için Dîvânü’l-atâ adlı teşkilâtı oluşturdu. Bu arada ordunun deerleri de tutularak düzenli orduya geçişin temeli atıldı. Böylece orduyu bir kurum haline getiren ve maaşlı askerlerden düzenli bir ordu kuran Hz. Ömer, askerlerin ticaret veya ziraatla uğraşmasını yasakladı ve Ebü’d-Derdâ’yı Suriye’deki bir askerî birliğe kadılcünd tayin ederek askerî kadılık görevini de başlattı. Hz. Peygamber ve dört halife dönemindeki askerî teşkilat hakkında daha geniş bilgi için M. Z. Terzi’nin Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askerî Teşkilat (Samsun 1990) adlı eserine başvurabilirsiniz. Emevîler Dönemi Hz. Ömer’in başlattığı askerî örgütlenmeyi oluşan yeni şartlara göre geliştiren Emevî halifeleri zorunlu askerlik sistemini getirdiler. Emevîlerden itibaren Dîvânü’l-cünd askerlik işlerine tahsis edildi ve kabilelere göre kayıt sistemi sürdürüldü. Bundan dolayı Emevî ordusunun esasını, mürtezika denilen düzenli ve sürekli statüdeki muvazzaf askerler oluşturdu. Devletten düzenli maaş alan muvazzaf askerlerden hastalananların maaşları da aksatmaksızın ödenir, öldürülen veya ölenlerin hakları vârislerine intikal ederdi. Bunun yanında cihadın faziletinden istifade etmek amacıyla kendi arzularıyla cepheye gidenler de vardı ki, bunlara mütetavvia adı verilirdi. Bunlar maaş almayıp, sadece ele geçirilen ganimetten pay alırlar ve çoğu sınır boylarında inşa edilen ribâtlarda yaşardı. Hulefâ-yi Râşidîn dönemiyle başlayan orduda görev alan Arap olmayan unsurlara bu dönemde Berberî ve Türk asıllı Müslümanlar da eklendi. Ubeydullah b. Ziyâd’ın 674’deki Buhara seferi dönüşünde beraberinde getirdiği 2000 kişilik Türk okçu birliğini Basra’ya yerleştirmesiyle Türkler ordu saarına katıldı. Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehir seferlerinde İranlılar ve Türkler, Kuzey Afrika ve Endülüs fetihlerini gerçekleştiren ordularda ise Berberîler önemli bir yekûn teşkil ediyordu. Bununla birlikte Arap olmayan askerlerin kumandanlık makamına getirilmesine çok seyrek rastlandığı Emevîlerin yıkılışına kadar ordunun esası Araplardan oluşuyordu. Emevî ordusunda kılıç, kalkan ve mızrak taşıyan piyadelere müşât veya reccâle denilirdi. Kılıç, kalkan, mızrak, savaş baltası, yay ve ok kullanan süvariler ise fürsân adını alırlardı. Okçuların mât, ne ateşi atmakla görevli askerlerin neâtûn adını aldıkları orduda istihkâmcı sınıfının yanında mühendisler de bulunurdu. Müslüman Araplar, Emevîlerden itibaren ok kullanımında İranlılar, Türkler ve Nûbeliler’den etkilendiler. Emevîler zamanında İranlılardan beşli ta’biye usulü alındı. Buna göre ordu ortada başkumandanın emrinde savaşan birlikler ‘kalbü’l-ceyş’, sağ kanat ‘meymene’, sol kanat ‘meysere’, süvarilerden oluşan öncü birlikler ‘talîa veya mukaddeme’ ve artçı birliklerden ‘sâkatü’l-ceyş’ oluşuyordu. Önceki dönemlerde geri hizmetlerde görev alan kadınların bu dönemde sefere çıkmaları yasaklandı. İslâm tarihinResim 7.2 Endülüs’te kullanılan mancınıklara bir örnek (Cengiz Tomar Arşivi) Sınır boylarında askerlerin atlarını bağlayıp nöbet tuttukları mekânlara ve buralarda inşa edilen müstahkem yapılara verilen ad. 7. Ünite -Askerî Teşkilat 139 de ilk muhafız birliği, Emevî halifelerinden Muâviye’nin çoğunluğunu Kelb kabilesinden seçtiği askerlerden oluşturduğu ‘haresü’l-halîfe’ denilen birliklerle ortaya çıktı. Emevîler döneminden itibaren fetihlerde, iç isyanların bastırılmasında, özellikle Anadolu’daki şehir ve kalelerin güvenliğini sağlamada mancınıktan faydalanıldı. Mekke, Abdullah b. Zübeyr’in hâkimiyetine son vermek için 683’de Husayn b. Nümeyr, 692’de Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî tarafından Ebûkubeys dağına kurdurulan mancınıklarla dövüldü. 127’de (744-45) Emevî Halifesi II. Mervân’ın kendisine karşı başlatılan isyanın merkezi Humus kuşatmasında şehre seksenden fazla mancınıkla taş ve gülleler atıldı. Abbasîler Dönemi Abbasîlerde askerlikle ilgili işleri yürüten Dîvânü’l-ceyş Meclisü’t-takrîr ve Meclisü’l-mukabele adıyla ikiye ayrıldı. Bunların ilki askerlerin ücretleriyle ödeme zamanlarını tespit eder, ikincisi ise askere alınanların kayıtlarını tutardı. Büveyhîler zamanında ordunun esasını teşkil eden iki etnik unsur olan Türkler ile Deylemliler için ikiye ayrılan divana Dîvânü’l-ceyşeyn denildi. Kütüklere askerlerin adlarının yanına yaşları, tanınmalarını sağlayacak fiziksel bilgiler, atlarının rengi ve nişanları da yazılırdı. Abbasî ordusunun esası ücretli düzenli ve sürekli statüdeki muvazzaf askerlerdi. Bunlar yaptıkları askerî hizmet karşılığında devlet bütçesinden maaş alırlar ve her türlü ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. Asker maaşları aylık, birkaç aylık veya yıllık devreler üzerinden ödenirdi. Kuruluş yıllarında piyadeler erzakları dışında ayda 80 dirhem, süvariler ise bu miktarın iki katını alıyordu. Bazen askerlere ödenen ücretlerde kesintiye gidildiği olduğu gibi, yüklenilen görevin durumuna göre ilave ödemeler de yapılırdı. Mesela sınır garnizonlarını tahkim ettiren Hârûnürreşîd Tarsus’ta görev yapan askerlere yıllık 10 dinar fazla ödeme yaptırmıştı. İsyanları bastırmak için gönderilen askerlere de maaşlarından ayrı bağışlarda bulunulurdu. Devletin zayıadığı dönemlerde hazine nakit darlığı çektiği için özellikle asker maaşlarını nakden ödeme yerine arazi iktâı yoluna gidiliyordu. Emevîlerden sonra da halife veya sultanların muhafız birlikleri oluşturma uygulamaları sürdü. Abbasî ordusu başşehirde bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olarak görev yapan muhafız birlikleri, vezir, veliaht ve valiler gibi büyük devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler, vilâyetlerde bulunan kuvvetler, avâsım ve suğur adı verilen sınır garnizonlarındaki birlikler olmak üzere dört ana gruptan oluşuyordu. Emevîlerde olduğu gibi beşli tertibi benimseyen Abbasî ordusunda kuşatma silahlarının yapımı ve onarımıyla ilgili teknik elemanların yanında marangoz ve duvarcı gibi çeşitli zanaat erbabından oluşan istihkâm sınıfı daha da geliştirilmişti. Mancınık mühendislerinin başı emîrü’l-mancınîkıyyîn idi. Bu dönemden itibaren tıbbın gelişimine paralel olarak orduda her türlü ilaç ve tıbbî aletin bulunduğu seyyar hastahane denilebilecek birimler oluşturuldu; veterinerler görevlendirildi. Orduda cihadın faziletini anlatarak kahramanlık duygularını harekete geçiren Resim 7.3 Ortaçağ İslâm kalelerine bir örnek: Aclun Kalesi/Ürdün (Cengiz Tomar Arşivi) 140 İslam Tarihi ve Medeniyeti II ve askerlerin moral gücünü yükselten hatip, vâiz ve karîlerin yanında kahramanlık şiirleri okuyan şairlerle geçmişte savaş meydanlarındaki cesaret ve fedakârlık örneklerini anlatan kıssacılar görevlendirildi. Orduda ayrıca kâtipler, ganimetleri toplayıp taksim eden sâhibü’l-akbâzlar, elçiler, tercümanlar, İslâm’a çağıran duâtlar, süratle hareket edip kumandanlar arasında haberleşmeyi sağlayan suât adlı görevliler de bulunuyordu. Çok eski tarihlerden itibaren ordularda askerî bando olarak nitelendirilebilecek bir mûsiki takımı da bulunuyordu. Emevîler beyaz livâ (sancak) kullanırken Abbâsîler resmi kıyafetleriyle bayrak ve sancaklarda siyahı yeğlediler. Ebû Ca’fer el-Mansûr, askerler de dâhil reâyânın kalensüve adı verilen uzun başlıklar giymesini şart koşarken, Mütevekkil-Alellah askerlerin kül rengi elbise giyme ve kılıçlarını boyunlarına asma yerine bellerine bağlama uygulamasını başlattı. İslâm öncesinde Araplar savaş sırasında zil ve def çalarlardı. Emevîler bunlara davul ve kösü, Abbasîler ise zurnayı eklediler. Daha sonra boru, tabl, kös, nakkare, nefîr, debdâb, zurna ve zil gibi müzik aletlerinden oluşan bir nevbet takımı bütün İslâm ve Türk devletlerinde hükümdarlık alametlerinden biri olarak kullanılmaya başlandı. Abbasî halifeleri başlangıçta sadece kendi saray kapılarında nevbet çaldırırken kendilerine tâbi hükümdarların saraylarının önünde nevbet çaldırmalara izin vermediler. Merkezî otoritenin zayıadığı dönemlerde kendilerine tâbi hükümdarlara egemenlik haklarını tevcih ederken menşur ve sancakla birlikte davul ve kös göndermeye başladılar. Ortaçağ’da halife ve sultanlara ait muhafız birlikleri ilk defa ne zaman oluşturulmuştur? Ortaçağda Müslüman devletler ile gayri Müslim devletlerarasında sınır teşkil eden askerî maksatlarla tahkim edilmiş şehir ve kalelerin bulunduğu uç bölgelere ile geçiş noktalarına sugûr denilir. Emevîler zamanında iskân edilmeye ve müstahkem yerlere kurulmaya başlanan bu uç bölgeleri zaman içinde merkezi Maraş olan es-Sugûrü’ş-Şâmiyye ve merkezi Malatya olan es-Sugûrü’l-Cezîriyye olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu bölgelerde askerî yolların birleştiği noktalarda ve geçitlerin girişlerinde oluşturulan şehirler idarî bakımdan Suriye’deki Cündikınnesrîn’e bağlıydı. Hârûnürreşîd 786 yılından itibaren sınır şehirlerini tahkim ettirdiği gibi bunlardan bir kısmını Cündikınnesrîn’den ayırarak Avâsım adıyla müstakil bir bölge haline getirdi. Tamamen askerî teşkilata bağlanan Avâsım’ın müstahkem noktalarına savaş birlikleri yerleştirildi. Bu bağlamda Sugûr Bizans İmparatorluğu sınırlarına en yakın bölgede yer alan kale ve şehirleri, Avâsım ise bu hattın güneyindeki müstahkem kale ve şehirleri kapsıyordu. Nüfus bakımından çeşitlilik gösteren Sugûr şehirlerine özellikle Ebû Cafer el-Mansûr ile Hârûnürreşîd dönemlerinde çok sayıda Türk yerleştirildi. Sugûr ile Avâsım asırlar boyunca süren İslâm-Bizans mücadelesine sahne olan en hareketli noktalar olarak temayüz etmekteydi. Bu mücadelenin en yoğun olarak yaşandığı yaz ve kış seferlerine katılan orduların asker sayısı önemli ölçüde artmış, gönüllülerin seferlere yoğun katılımı bu artışı daha da hızlandırmıştı. Abbasîler döneminde de cihad davetine uyarak kendi istekleriyle orduya katılan, sadece ganimetten pay alan mütetavvia grubu da orduda yer alıyordu. Bu gönüllüler arasında bedevîlerin yanında köy, kasaba ve şehir halkı da vardı. Abbasî ihtilâliyle birlikte bu harekete yoğun bir şekilde katılan İranlılar hilâfet ordusunun en önemli unsuru haline geldi ve askerî kadroların büyük bir bölümü onlara teslim edildi. Araplar yönetim kadrolarıyla birlikte ordudaki etkinliklerini de kaybettiler. Abbasîlerde Türklerin askere alınmasına ikinci halife Ebû Ca’fer el2 7. Ünite -Askerî Teşkilat 141 Mansûr’dan itibaren başlandı. Hârûnürreşîd muhafız birliklerine çok güvendiği Türk asıllı askerlere daha çok yer verdi. Ancak Abbasî ordusuna Türklerin yer almasıyla ilgili asıl süreç Arap ve İranlı askerlere karşı güveni sarsılan Me’mûn döneminde başladı. Me’mûn Türk gençlerinden, kısa süre sonra yaygınlaşan memlük asker sisteminin ilk örneği sayılabilecek özel birlikler kurdu. Onun zamanında Türk kumandanların emrindeki Türklerin sayısı 8.000-10.000 civarındaydı. Annesi Türk olan Mu’tasım-Billâh’ın ordunun büyük bölümünü Türk asıllı gençlerden oluşturması ve muhafız birliklerini onlardan kurmasıyla orduda Türk nüfuzu en yüksek seviyeye ulaştı. Bu süreçte halifelerin yanı sıra sultanlar ve valiler de memlük asker edinmeye başladılar. Memlüklerden oluşturulan askerî birlikler onların arasında yetişen kumandanlar tarafından yönetilirdi. Türk kumandanların yönetim üzerinde kurduğu nüfuz Büveyhîlerin Bağdat’ı işgaline kadar devam etti. Türk birliklerinin hilâfet ordusunun saarına katılmasından sonra rütbelerde bazı değişiklikler oldu ve Türklerdeki onlu sistem esas alındı. Buna göre arîf 10 askeri, halife 50 askeri, nakib 100 askeri, kaid 1000 askeri, emîr 10.000 askeri komuta ediyordu. Abbâsîler’de kullanılan emîrü’l-ümerâ unvanı, başlangıçta yalnız askerî bir yetkiyi ifade ederken zamanla sivil idareyi de kapsayacak şekilde genişletilerek ülkenin idaresi bunlara teslim edildi. En üst rütbeli kumandanlar için kaidü’l-ceyş, reîsü’r-rüesâ, sipehsâlâr, atabekü’l-asker, atabekü’l-asâkir, mîri mîrân ve beylerbeyi unvanları kullanılıyordu. Abbasî ordusunda Türkler hakkında daha geniş bilgi için H. D. Yıldız’ın İslâmiyet ve Türkler adlı eserine başvurabilirsiniz. Abbasîler zamanında önceki devirlerde kullanılan başlıca silah, araç ve gereçlerde her hangi bir değişiklik olmadı. Emevîler döneminde başlanan sahil şehirlerinin denizden gelecek saldırılara karşı surlar ve kalelerle tahkim edilmesi Abbâsîler zamanında da sürdü. Bağdat gibi surlarla çevrili şehirlerin güvenliği için burçlara mancınıklar yerleştirildi. Mancınık, arrâde, hücum kulesi, koçbaşı ve nee bulanmış yanıcı maddeler genellikle kale muhasaralarında kullanılırdı. Dabr ve debbâbeler altına saklanan askerlerin kale surlarına yaklaşmasını sağlardı. Bunlar sayesinde düşman oklarından korunan askerler kale surlarına yaklaşarak merdivenlerle surlara tırmanırdı. Dikenli teller ise savunma silahı olarak düşman hücumunu engellemeye yarardı. Düzenli orduların kurulmasıyla birlikte askerlere diğer silahların yanında özel mızrak eğitimi de verilmeye başlandı. Abbasîler döneminde askerler halkın seyrine açık silah tâlimlerinde ve saray çevresinde yapılan törenlerde bu alandaki hünerlerini gösterirlerdi. Ortaçağda savaşlarda genel olarak ‘saldırıp geri çekilme’, merkez, sağ ve sol kanat birliklerinin yan yana, artçıların ise bunların arkasında yer aldığı ‘düz hat’, sağ ve sol kanatlar az ileride, merkez kuvvetlerin ise biraz geride yer aldığı ‘hilâl’ ve sağ ve sol kanatların hafif geride, merkez birliklerin ise ileride yer aldığı ‘eğik hat’ denilen dört ana muharebe taktiği uygulanırdı. Her bir taktiğin savaşın gelişimine göre değişik yöntemleri vardı. Endülüs Emevî Devleti, kısa süreli barış dönemleri hariç bir taraan kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklarıyla, 9. yüzyılın ortalarından itibaren de Fatımîlerle sürekli savaş halinde bulunduğundan 25.000-50.000 kişilik bir daimi orduyu hazır bulundururdu. Sefer sırasında buna çok sayıda gönüllü de katılırdı. Valiler döneminin sonuna kadar ordu Araplar ve Berberîlerden oluşurken, I. Abdurrahman 142 İslam Tarihi ve Medeniyeti II döneminden itibaren çeşitli Avrupa ülkelerinden getirtilen sakâlibe denilen kölelere de yer verildi. Ordunun düzeni ve kullanılan silahlar çağdaşları Müslüman devletlerle büyük oranda benzerdi. İktâ Uygulaması ve Askerî İktânın Yaygınlaşması Devlet başkanı veya onun adına yetki kullanan merci tarafından arazi başta olmak üzere taşınmaz mallarla maden ocağı vb. doğal kaynakların mülkiyet, işletme veya faydalanma hak veya imtiyazlarının ya da bir bölgenin vergi gelirlerinin uygun görülen kimselere tahsisine iktâ denir. Hz. Peygamber İslâmiyet’in yayılmasını hızlandırmak, fetihleri teşvik etmek ve ölü arazilerin canlandırılmasını sağlamak başta olmak üzere çeşitli sebeplerle çok sayıda kişiye iktâ vermiştir. Hz. Ömer iktâyı daha sonra Hz. Ali tarafından da benimsenen daha çok ölü arazilerin ihyasıyla sınırlı tutmuştur. Hz. Osman döneminde daha farklı bir yol izlenmiş ve benimsenen iktâ politikasıyla çok sayıda Arap kabilesinin Doğu Akdeniz sahil şeridi gibi fethedilen uç bölgelere iskânı sağlanmış, iç bölgelerde ise savaş ganimeti olarak ele geçirilen servetle ölü araziler canlandırılarak ülkenin tarıma uygun bölgelerini: ziraat alanında kalkındırmak hedeenmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde verilen iktâları daha sonrakilerden ayıran temel özellik, bunların öncelikle ölü arazilerin ihyasına yönelik olması ve İslâm’ın yayılmasını etkileyebilecek kimselere verilmesidir. Emevîler devrine gelindiğinde iktâların fazlalaştığı görülür. Her şeyden önce iktâlar, saltanat sisteminin mantığı uyarınca öncelikle Emevî ailesinin fertlerine ve onların etrafında toplanmış olan kabile ve şahıslara verilmiştir. Abbâsîler devrinde de iktâların yine devletin siyasî öncelikleriyle bağlantılı olarak verildiği ve genellikle şehirleşmeye paralel iskân amaçlı bir politika takip edildiği görülür. Ancak iktâlar dağıtılırken her zaman olduğu gibi siyasî davranılmış ve halifelerin şahıslarına bağlı bir soylular sınıfının yetiştirilmesi hedeenmiştir. Abbasîlerin birinci döneminin sonlarına doğru askerî aristokrasinin yükselişine bağlı olarak iktâlar kumandanlara verilmeye başladı. Ancak her dönemde daima ölü arazilerin canlandırılması ilk planda tutulmuş, bunların yanında ilmî ve kültürel hayatı desteklemek amacıyla muhtelif alanda temayüz etmiş bilim ve kültür insanlarına geçimlerini sağlayacakları araziler iktâ edilmiştir. Bazı iktâlar, düşman tehditlerine karşı sınır boylarındaki şehir, köy ve ribâtlara asker ve sivil nüfus yerleştirmek amacıyla verilmiştir. IX. yüzyılda Abbasîlerin merkezinde çoğunluğu Türklerden oluşan ücretli bir ordunun bulunması ve maliye üzerinde gittikçe ağırlığını hissettirmesi iktâ sistemini derinden etkilemiştir. Bu dönemde, iktâ edilebilecek durumdaki devlet topraklarının azalması, meslekten yetişen profesyonel ordunun masraarının artması kadar baş gösteren isyanları bastırmak için hazinenin boşaltılması, bir kısım büyük memur ve komutanlara maaş ve ücret yerine ‘iktâu’l-istiğlâl’ denilen bazı arazilerin haracını toplama hak ve yetkisi tanındı. Zamanla daha da yaygınlaşan bu uygulama özellikle kumandanlara verilen iktâlardan dolayı büyük huzursuzluklara sebep oldu. Büveyhîlerin Bağdat’ı istilâsı, iktâ sisteminin tarihî seyri açısından önemlidir. Bundan sonra bazı imtiyazların hizmetlerine karşılık komutanlara tanınmasıyla askerî iktâ sistemine geçildi. Fatımîler döneminde Mısır’da yaygın olan iktâ düzeni kabile sistemiyle bağlantılı olup iktâu’l-ceyşten farklıydı. Büveyhîler tarafından başlatılan askerî iktâ sistemi Selâhaddîn Eyyûbî tarafından Mısır’a taşındı. Buna göre sultan bir bölgeyi belirli miktarda asker beslemek ve devletin savaş giderlerine katkıda bulunmakla mükellef bir emîre iktâ olarak verir, o da bundan askerlerine dirlik dağıtırdı. Bu sistem devamlı hazır asker bulundurmanın yanında topraklaDevlet tasarrufunda olan arazi ve taşınmaz malların mülkiyet, faydalanma veya işletme haklarının şahıslara devri için kullanılan terim. 7. Ünite -Askerî Teşkilat 143 rın ekilip biçilmesini de sağlardı. İktâlar Dîvânü’l-ceyş tarafından dağıtılır ve bazı askerler maaşlarını devletten nakit olarak alırlardı. Mısır’da Kurulan Devletlerin Askerî Yapısı Memlüklerin desteğini alarak Mısır’da ilk Müslüman Türk devletini kuran (868) Ahmed b. Tolun, Abbasî askerî sistemini sürdürdü. İlk defa birliklerine aldığı Sudanlı zencilerin yanında Türkler ve Araplardan oluşan ordusunun mevcudu 100.000’i aşmıştı. Komuta kademesini Türklerin oluşturduğu bu ordu başşehir Katâi’in yanı sıra Berka, İskenderiye, Şam, Halep ve Tarsus gibi garnizon şehirlerinde konuşlanıyordu. Emrindeki 8.000 memlükün desteğiyle Mısır’da iktidarı ele geçiren Muhammed b. Tuğc’un kurduğu (935) İhşîdîlerin Türk, Mağribli ve Sudanlı askerlerden meydana gelen, Mısır ve Suriye’de konuşlanan askerlerinin sayısı 400.000’e ulaşmıştı. Memlük askerlerden faydalanma İhşîdîlerden sonra da sürdü. Mısır’a hâkim olan Fatımî ordusu Rumlar, Sicilyalılar, Franklar, siyah köleler gibi çeşitli unsurlardan olup düzensiz bir durumdaydı. Mağrib ve Mısır’ı Fatımîlere kazandıran kumandan ve devlet adamı Cevher es-Sıkıllî’nin komutasındaki ordunun en büyük bölümünü Kütâmeliler oluşturuyordu. Fatımîler Suriye’ye geçip Büveyhîler ile Bizanslıların talimli ve düzenli askerleriyle karşılaşınca orduda bir düzenleme yapma ihtiyacı duydular. Bu düzenlemeyle önce Türk ve Deylemliler, 981’den itibaren de Hamdânîler ve Bekcûrîler Fatımî ordusuna katıldı. Kahire’de konuşlanan ordu mensuplarının her bir grubu kendilerine ait mahallelerde oturuyordu. Ordudaki bu çeşitlilik çatışmalara yol açıyor ve istikrarsızlığa sebep oluyordu. Müstansır-Billâh halife olunca Türk askerlerin sayısını çoğalttı. Halifenin annesinin 50.000 civarındaki köle birlikleriyle Türk askerleri arasındaki çekişme ve mücadele X. yüzyılın ortalarında ülkede siyasî anarşiye yol açmıştı. Fatımî Devleti’nin ilk dönemlerinde ordu halifenin emriyle hareket ederdi. Bedr el-Cemâlî’nin vezirliğe gelmesinden sonra ordu kumandanlığını da (emîrü’lcüyûş) üstlendi. Fatımî ordusunun idaresi Dîvânü’l-ceyş tarafından yürütülürdü. Diğer devlet memurlarının yanı sıra askerlerin ödemeleri ise Dîvânü’r-revâtib tarafından yerine getirilirdi. Bu dönemde askerî mimari hakkında fikir edinilebilecek en önemli eserler de inşa edilmiştir. Bunların en önemlileri Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından tamir ettirilen Kahire surlarıyla şehir kapılarıdır. 1091 yılında tamamlanan ve halen ayakta olan kulelerle takviyeli Bâbünnasr, Bâbülfütûh ve Bâbü Züveyle gibi kapılar Ortaçağ askerî mimarisinin en güzel örneklerindendir. Eyyûbîler dönemi boyunca Haçlı tehlikesi daima mevcut olduğundan hiçbir sultan ordu mevcudunu azaltamamış, devlet gelirlerinin çoğunu askerî amaçlar için harcamak zorunda kalmıştır. Eyyûbî ordusunda Türklerin yanında Araplar ve Kürtler de vardı ve kara ordusunun esasını iktâlı süvari birlikleri oluşturuyordu. Bunlar memlûk anlamında tavâşî ve kara gulâm olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Tamamı süvari olan ve genellikle Türk asıllı olan ve kendilerini yetiştiren emîre nispet edilen memlükler Eyyûbî ordusunun savaşçı sınıfını ve esas gücünü meydana getiriyordu. Eyyûbîler döneminde piyade askeri genellikle kalelerin kuşatması ve savunmasında görevlendiriliyordu. Daimi askerlerden başka ihtiyaç halinde askere çağrılan milis kuvvetleri de vardı. Savaşlara gönüllüler de katılabilirdi. Kara savaşlarında kullanılan bütün silahlar deniz savaşlarında da kullanılırdı. Ordunun silah başta olmak üzere askerler için gerekli her şeyin satıldığı bir çarşısıyla ‘zerdhâne’ denilen bir silah deposu vardı. Eyyûbîler döneminde memlûk asker sayısı sürekli arttı. Sonunda Bahrî Memlükleri Memlûk Devleti’ni kurdular. 144 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Memlük sistemi Abbâsîlerden itibaren İslâm ordularında kullanılmakla birlikte son önemli Eyyûbî sultanlarından Melik Salih Necmeddin Eyyûb çok miktarda Türk Memlük satın alarak Nil nehri üzerindeki bir adaya yerleştirdiğinden Bahrî Memlükler olarak adlandırılan grup 1250 yılından itibaren Memlük Devleti’ni kurmuş ve kendi aralarından sultan seçmişlerdi. Memlük Devleti’nde ordunun vurucu gücünü sultanlar ve emirler tarafından satın alınarak asker olarak yetiştirilen memlük birlikleri oluştururdu. Divanü’l-ceyş’e bağlı orduda çeşitli askerî sınıar mevcuttu. Sultan tarafından satın alınan memlükler (memâlîk-i sultâniyye, kapıkulu askerleri) kale’deki garnizona yerleştirilmişlerdi ve aynı zamanda sultanın muhafızıydılar. Memlük emirlerinin de kendilerine ait memlük birlikleri vardı (memâlikü’l-ümera). Bunun dışında ecnadü’l-halka adı verilen iktâlı askerler önemli bir gruptu. Tımar sahibi emirler arazilerinin büyüklüğüne göre asker beslemekle mükellei. Bunlara ilave olarak memlüklerin oğullarından oluşan (evlâdü’n-nâs) yedek askeri birlikler mevcuttu. İSLÂM DONANMASININ KURULUŞU VE GELİŞİMİ Denizciliğin çok yaygın olmadığı Arabistan’da tarih boyunca Fenikeliler, Himyerîler ve Sebeliler gibi denizci kavimler yaşadı. Bununla birlikte özellikle Orta Arabistan’ın büyük bölümünde göçebe hayat tarzını benimsemiş olan bedevîler denizcilik kültürüne oldukça uzaktılar. İlk Müslümanlar denizcilik geleneklerini İslâm öncesinde Kızıldeniz ve Basra körfezine yelken açan Araplardan öğrendiler. Hz. Peygamber’in deniz yolculuğu yaptığına dair bir bilgi yoktur. Kuran-ı Kerim ve hadislerde denize oldukça geniş yer verilir. Kur’an’da denizle ilgili kırktan fazla ayette, uzak mesafelere ulaşmaları için insanların hizmetine sunulan gemilerden, taze balık, inci ve mercan gibi deniz nimetlerinden bahsedilerek o dönemde çoğunluğunu bedevîlerin oluşturduğu ticaret veya ziraatla meşgul olan Arap toplumunun uunu genişletecek mesajlar yer alır. Hadislerde ise deniz seferlerine fikren hazırlanma, denizde gazâ konusu işlenerek buna katılma teşvik edilir. Bahriye kelimesi Arapça deniz anlamındaki bahrden türemiş olup denize ait, denizle ilgili demektir. Kelimenin askerî alandaki terim anlamını muhtemelen Hz. Peygamber’den sonraki dönemlerde kazandı. Araplar genel olarak denizciliği ifade ederken ‘el-milâha’, donanma için ise Grekçe kökenli ‘üstûl’ kavramlarını kullanıyorlardı. Müslümanlar gemi yapılan yerlere dârü’s-sınâa adını verdiler. Türkçe’ye tersane şeklinde geçen kelime Batı dillerine de ‘darsena, arsenale, arsenal’ gibi şekillerde intikal etti. Nitekim donanma kumandanı karşılığında kullanılan ‘emîrü’l-mâ’ da Avrupa dillerine amiral şeklinde geçmiştir. Donanmada ikinci derecedeki kumandanlara reis denilirdi. İslâm tarihinde denizden ilk defa Habeşistan’a hicret sırasında faydalanıldı. 630 yılı Temmuz ayında Mekke’nin limanı Şuaybe açıklarında görülen Habeşli korsanlar üzerine Alkame b. Mücezziz el-Müdlîcî kumandasında 300 kişiden oluşan bir kuvvetin gönderilmesi, İslâm denizcilik tarihinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Her hangi bir sıcak temasın yaşanmadığı bu olay MüsResim 7.4 Ortaçağ İslam Dünyasında kullanılan bombalar (Cengiz Tomar Arşivi) 7. Ünite -Askerî Teşkilat 145 lümanların kumandaları altında erken dönemden itibaren deniz taşıma araçlarının varlığına delalet etmektedir. Ayrıca Mekke müşriklerinin Müslümanların Medine ve çevresinde kervan yollarını kesmeleri sebebiyle daha uzun olmasına rağmen deniz yolunu tercih etmeleri, deniz yolculuğunda deniz suyu ile abdest alınabileceğine izin verilmesi ve Hz. Osman başta olmak üzere ashaptan bazılarının gemi sahibi ve deniz ticareti yaptıklarına dair bilgiler de bu hususu teyit etmektedir. Alkame b. Mücezziz’in seferi istisna edilirse ilk deniz akınları ve donanma oluşturulması çabaları Hz. Ömer zamanında başladı. Bu dönemde gerçekleştirilen fetihler sonunda Müslümanlar Doğu Akdeniz sahillerinin büyük bir bölümünü fethettiler. Fethedilen Suriye ve Mısır’ın askerî bakımdan korunması, Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesi ve Bizans’la mücadele edebilmek için güçlü bir donanma kurulması gerekiyordu. Aslında Mısır ve Suriye’nin Akdeniz sahillerindeki tersanelerinin ele geçirilmiş olması ihtiyaç duyulan donanmanın meydana getirilmesi için kullanıma hazırdı. Eskiden beri burada denizci bir halk vardı ve gerekli personel kolaylıkla sağlanabilirdi. Önceleri denizciliğe kuşku ile bakan Müslümanlar çok geçmeden gözlerini denize çevirdiler. Bizans’ın denizdeki üstünlüğü devam ettiği sürece Mısır ve Suriye’deki hâkimiyetlerinin tehdit altında olduğunu anladılar. 639 yılında Suriye valiliğine tayin edilen Muâviye b. Ebû Süfyan Bizans’a karşı mücadelenin donanmanın desteği olmadan yürütülemeyeceğini sezdi. Hz. Ömer’e yazdığı Akdeniz’e açılma izni isteyen mektubunda sahillerin durumunu anlattı ve zenginlik içinde bulunan adaların fethinin büyük bir cazibe taşıdığını vurguladı. Benzer bir istek Doğu Akdeniz’i Bizanslılar kontrol altında tuttukları sürece özellikle Mısır’ın ani saldırılarla karşılaşma tehdidi altında bulunduğunu gören Mısır fatihi ve valisi Amr b. Âs’dan geldi. Hz. Ömer Müslümanların özellikle Rumlara ve Frenklere göre henüz denize açılabilecek bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olmadığı kanaatindeydi. Muâviye’den kaleleri tamir ettirmesini, buralara asker yerleştirmesini, gözetleme kuleleri yaptırıp nöbetçi koydurmasını ve geceleri buraların fenerlerle aydınlatılmasını istedi. Amr’a da Müslümanları deniz savaşlarından uzak tutmasını emretti. Bununla beraber Hz. Ömer sivil ve ekonomik amaçlarla denizden faydalanmada bir mahzur görmedi. Mısır’dan elde edilen haraç gelirlerinin Kızıldeniz yoluyla Medine’nin Câr Limanı’na, oradan da Medine’ye sevkedilmesine izin verdi. Amr’ın Akdeniz’i Kızıldeniz’e kanalla bağlama teşebbüsüne ise Haremeyn’i düşman donanmasına açık hale getireceği için karşı çıktı. Bundan dolayı Müslüman Araplar başlangıçta Akdeniz’de Bizans’a karşı her hangi bir deniz harekâtına girişmeyi düşünmediler. Akdeniz’e kıyısı olan sahil bölgelerindeki egemenliklerini daha ziyade savunma tedbirleriyle korumayı benimsediler. Bununla birlikte donanmayı güçlendirmek için çeşitli tedbirler aldılar. Mısır ve Suriye’de var olan gemi sanayi devam ettirilerek geliştirildi. Sadece buralara Müslüman idareciler tayin edilerek Grek ve Kıptî marangoz ve işçilerin tecrübelerinden yararlanıldı. İslam tarihinde ilk gemiler fethedilen ve denize kıyısı olan Suriye, Mısır sahil kentlerinde ve Nil nehrindeki Ravza Adası’nda inşa edildi. Gemilerin önemli bir kısmı İskenderiye, küçük çaplı olanları ise Sur, Akka ve Trablusşam tersanelerinde yapılıyordu. Bir zamanlar dünyanın en büyük birkaç şehrinden biri olan İskenderiye’de Müslümanlar fethettiklerinde dönemin en büyük tersanesi vardı. Bizans döneminde Akdeniz’in en canlı pazarlarından biri olan şehirde en gelişmiş sanayi gemi yapımıydı. Bununla birlikte gemi malzemesinin neredeyse tamamına yakını Mısır dışından Lübnan, Suriye, Yemen, Güney Anadolu ve Orta Afrika’dan sağlanıyordu. 146 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Hulefâ-yi Râşidîn döneminde donanma oluşturulması niçin gerekmiştir? Doğu Akdeniz’de Bizans’a üstünlük sağlamak, Anadolu’daki seferleri sürdürmek isteyen ve İslâm donanmasının oluşturulmasıyla ilgili sürekli bir çaba içerisinde olan Muâviye Hz. Osman döneminde de Kıbrıs’a sefer konusundaki ısrarını sürdürdü. Muâviye’nin ısrarında Bizans’ın Hz. Ömer döneminde kaybettiği toprakları geri almak istemesi ve özellikle Mısır sahil kentlerinde meydana gelen gelişmeler etkili olmuştu. Halifeliğinin ilk yıllarında Muâviye’nin denize açılma isteğini Hz. Ömer gibi kabul etmeyen Hz. Osman 27 (647-648) yılında Kıbrıs’a sefer konusunda ikna edildi. Sahillerin askerî bakımdan takviye edilmesi, Muâviye’nin yanına eşini de alması ve kimseyi sefere zorlamaması ileri sürülen şartlar arasındaydı. 28 (648-649) yılında çok sayıda gemi İskenderiye ve Akkâ’dan denize açıldı. Kıbrıs barış yoluyla fethedilerek yıllık 7200 altın vergiye bağlandı. Hz. Peygamber’in deniz seferiyle ilgili müjdesini duyan Ümmü Harâm da bu seferde bulundu ve çıkarma sırasında atından düşerek şehit oldu. Kıbrıs’ın fethinden sonra Müslümanlar Mısır ve Suriye’deki üslerden deniz seferleri düzenlemeye başladılar. Alınan tedbirler ve izlenen strateji kısa sürede sonuç verdi. Mısır Valisi Abdullah b. Sa’d’ın kumandası altında yaklaşık 300 gemilik İslâm donanması Antalya’nın Finike ilçesi açıklarında Herakleios’un oğlu II. Kostans’ın kumandasındaki 500 parçadan oluşan Bizans donanmasını büyük bir yenilgiye uğrattı. Gemilerin çokluğu sebebiyle gemi direkleri anlamında Zâtü’s-savârî adıyla anılan ve Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyeti sona erdiren bu savaş Müslümanların ilk büyük deniz zaferidir. Böylece Bizans’a üstün gelecek donanmayı oluşturan Müslümanlara İstanbul yolu açıldı. Ortaçağ’da iç denizlere ve gemilerin çalışmasına uygun nehirlere sahip olan İslâm dünyasında çok sayıda tersane vardı. Bir kısmı eskilerin çalışır hâle getirilmesi, bir kısmı da yeniden yapılan bu tersanelerde çeşitli büyüklükte savaş gemileri yanında yük ve yolcu gemileri de yapılıyordu. Kızıldeniz’den daha yoğun bir trafiğe sahip olan Nil’den başka Dicle ve Fırat gibi nehirlerde gemiler çalışırdı. Gemilerin işlevlerine göre adları vardı. Atların binip inebilmesi için yapılmış özel kapaklı, bölmeli nakil gemileri süvarisi ve teçhizatıyla birlikte kırk kadar at taşıyabiliyorlardı. Ayrıca erzak veya eşya taşıyan, çok sığ yerlere sokulabilen küçük gemiler de vardı. Özellikle Fatımî ve Endülüs donanmalarında hafif ve seri gemiler çok geliştirilmişti. Muhtelif katlardan oluşan özellikle asker taşımak üzere yapılan ve yelkenlerinin sayısı kırka kadar ulaşabilen gemilerin kapasitesi 700 askere kadar çıkabiliyordu. Mancınık ve arrâde taşıyan ve üzerinde savunma amaçlı burçlar bulunan uzun savaş gemileri 140 kürekliydi. Düşman donanmasını yakmak üzere ne gibi yanıcı maddeler taşıyan 100 kürekli gemiler aynı zamanda resmî ve özel törenlerde gösteri yaparlardı. Eyyûbîler dönemiyle birlikte ticaret gemilerini koruyan savaş gemileri de denize açılmaya başladı. Gemilerde kullanılan savaş alet ve edevatı olarak zırhlar, miğferler, deri ve demirden yapılmış kalkanlar, kargı, zemberek, yaylar, çengel, kancalar, mancınık ve arrâdeler sayılabilir. Bunların dışında gemi direklerinin üst kısmında bulunan ve ‘tabut’ denilen bölmede savaş sırasında düşman üzerine fırlatılmak üzere taşlar, çömlek içinde ne, düşmanın hareket kabiliyetini azaltmak gayesiyle sabun tozu, korku ve panik yaratmak için yılan-akrep gibi hayvanlar da saklanırdı. Emevîler Döneminde Donanma Muâviye halife olunca denizciliğe daha çok önem verdi. Kaynaklarda Muâviye’nin İskenderiye ve bütün sahil şehirlerinde gemiler hazırlattığı ve İstanbul kuşatmasında biner süvari taşıyan 300 büyük gemi, 5000 kadar da yüzer kişi taşıyan ha3 Kocası Ubâde b. Sâmit ile birlikte Kıbrıs seferine katılan hanım sahabi karaya çıkıldığında bugün türbesinin bulunduğu yerde attan düşerek şehit oldu. Halk arasında Hala Sultan olarak Larnaka’daki türbesi Kıbrıs’taki önemli ziyaret yerlerindendir. 7. Ünite -Askerî Teşkilat 147 reket kabiliyeti yüksek hafif gemilerin bulunduğu kaydedilir. Bu rakamlar biraz abartılı olsa da Emevîlerin ilk döneminde İslam donanmasındaki gemi sayısının 1700’e ulaştığı bilinmektedir. 669 yılında İstanbul’u kuşatan Müslümanlar bir netice alamadılarsa da, Bizans başkentine deniz yoluyla ulaşabileceklerini gösterdiler. İslâm kaynaklarında dört, Bizans kaynaklarında ise yedi yıl sürdüğü ileri sürülen ikinci İstanbul kuşatması 679 yılında sona erdi. Birinci kuşatmaya göre daha hazırlıklı olan Bizanslılar İslâm donanmasına Grek ateşi adı verilen silahla büyük hasar verdirdiler. Muâviye’nin ölümünden sonra iç mücadeleler sebebiyle İslâm donanması geriledi. Kökeni konusunda farklı görüşler olan barut kelimesi Farsçaya ve bazı Balkan dillerine Türkçeden geçti. İlk defa Çinlilerin bulduğu tahmin edilen barutun insan toplulukları üzerindeki etkisi büyük oldu. Silah endüstrisinin gelişmesi, çok değişik büyüklük ve ağırlıkta silahların kullanılmaya başlanması, siyasî tarih kadar devletlerin iktisadî yapısına, hatta hukuk kavramlarına da tesir etti. Müslümanların Avrupa’dan önce tanıştığı barutun kullanılması özellikle Haçlı seferlerinden sonra gelişim gösterdi. Doğu ile Batı dünyasının birbirini tanımasında önemli rol üstlenen bu seferler esnasında İslâm dünyasında yaygın olan barut, kale kuşatmalarında hem kuşatan hem de kuşatılanların büyük ölçüde işine yaradı. Batı dünyası bu patlayıcı maddenin gücünü İspanya’daki Endülüs Emevî Devleti aracılığı ile öğrendi. Donanmanın önemini iyi bilen Emevi halifesi Abdülmelik, Afrika Valisi Musa b. Nusayr’a Mısırlı 1000 gemi ustasını göndererek bir deniz üssü kurmasını emretti. Musa daha kolay müdafaa edilen Tunus gölü kıyısında Tunus şehriyle tersanesini kurdu. Burada yapılan 100 savaş gemisinin 704’te Emevî donanmasına katılmasıyla Akdeniz’de Mısır ve Suriye’den sonra üçüncü bir deniz gücü merkezi oluştu. Artık Akdeniz’de daha çok görülen İslâm donanması sayesinde Kuzey Afrika ve Endülüs’ün fethi tamamlandı. 717 yılında Süleyman b. Abdülmelik zamanında Ömer b. Hübeyre kumandasındaki İslâm donanması ile Mesleme b. Abdülmelik kumandasındaki kara ordusu İstanbul’u kuşattı. Fakat bu kuşatmada başarılı olamadı. Bizans kaynaklarında İslâm donanmasında 1800 geminin olduğu kaydedilir. Süleyman b. Abdülmelik’ten sonraki Emevî halifeleri donanmayı ihmal ettiler. Bununla beraber Doğu Akdeniz’de iki tarafın deniz gücü birbirine yakın olmakla beraber Orta ve Batı Akdeniz’de Müslüman donanması daha üstündü. Ortaçağ’da donanma ve denizcilik hakkında J. H. Pryor’in Akdeniz’de Coğrafya, Teknoloji ve Savaş Araplar, Bizanslılar, Batılılar ve Türkler, (İstanbul 2004) adlı eserine başvurabilirsiniz. Abbasîler Döneminde Donanma Abbasîler ilk dönemlerinde denizciliğe önem vermediklerinden İslâm donanması bir duraklama dönemine girdi ve Bizanslılar Akdeniz’de üstünlüğü ele geçirdiler. Bizans ve Akdeniz siyasetinin ihmal edilmesi ve Endülüs Emevî Devleti’nin kurulması gibi çeşitli sebepler bunda temel etkendi. Abbasîler, Bizans’a karşı deniz savaşı yapmamayı esas alan bir politika izlemekle birlikte İskenderiye donanmasına önem verdiler ve ondan İfrîkıye ve Mağrib’deki isyanları bastırmak için yararlandılar. Hârûnürreşîd devrinde Doğu Akdeniz donanması güçlendiyse de, bu kalıcı bir üstünlüğe dönüşmedi. 868’de Fustat ve çevresine vali tayin edilen Ahmed b. Tolun, İskenderiye’yi de yönetimi altına aldıktan (870) sonra sahilleri korumak için Savaş silahı olarak kullanılan yanıcı, yakıcı ve patlayıcı bir madde olup daha çok Bizanslılarca kullanıldığı için âteş-i Rumî veya Grejuva ateşi adıyla ünlüdür. Su üzerinde de yanabilme özelliğinden dolayı âteş-i bahrî adıyla da anılır. 148 İslam Tarihi ve Medeniyeti II güçlü bir donanma kurmaya çalıştı. Bugün de ayakta olan Akkâ Kalesi’ni ve Akkâ Limanı’nı inşa ettirerek Yafa ve İskenderiye’de hisarlar yaptırdı. Bundan sonraki süreçte Ravza adası, Akkâ, Dimyat ve İskenderiye’de bulunan tersaneler yeniden işler hâle geldi; savaş ve ticaret gemilerinin büyük çoğunluğu burada inşa edilmeye başlandı. Emevîler ve Abbasîler döneminde İstanbul kaç defa kuşatılmıştır? Araştırınız. Abbasîlerden ayrı olarak İdrîsîlerin Fas’ta (788), Ağlebîlerin Tunus’ta (800) birer denizci devlet olarak bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra, İslâm donanmasını Akdeniz’de temsil etmeye başlandı. Endülüs’ten sürülen 10.000 kadar denizci bir süre İskenderiye’de kaldıktan sonra 827’de reisleri Ebû Hafs el-Bellûtî kumandasında kırk parça gemiyle Girit’e gelerek adayı fethettiler. Kandiye şehrini kurarak bir tersane inşa ettiler. Ağlebîler de Sicilya’nın fethini tamamladılar (902). Stratejik bakımdan önemli bu iki adanın fethi Akdeniz’de Müslümanların üstünlüğü ele geçirmelerine yol açtı. Bundan sonra Müslümanlar yaklaşık bir buçuk asır boyunca Ege denizini kontrol altında tutarak Bizans deniz gücünü etkisiz hale getirdiler. Sicilya’dan yaklaşık iki buçuk asır boyunca İtalya, Batı Yunan adaları, Sardunya ve Korsika adalarına akınlar yaptılar; Bizans’ın en etkili silahı olan Grek ateşini kullanmaya başladılar. Hâkim oldukları Palermo ve Messina’da tersaneler kurdular. 844 ve 858 yıllarındaki Viking akınlarından sonra donanmaya önem veren Endülüs Emevîleri özellikle III. Abdurrahman döneminde (912-961) düzenli bir deniz gücüne sahip oldular. Bu donanma sayesinde Kuzey Afrika’da Fatımî hâkimiyeti zayıatıldı ve bazı sahil şehirleri Endülüs Emevî Devleti’ne bağlandı. Bu devletin yıkılmasından sonra Endülüs Müslümanları Hıristiyanlara karşı Murâbıtlar Devleti’nin hükümdarı Yusuf b. Tâşfîn’den yardım istediler. Özel bir donanması olmayan Yusuf yük ve yolcu gemileriyle buraya asker çıkardı. XII. yüzyıl başlarında Barselona ve Fransa’dan gelen 500 kıtadan oluşan birleşik donanmaya karşı Balear adalarından yardım istenince Ali b. Yusuf b. Tâşfîn’in 300 gemiden oluşan bir donanmayı çok kısa sürede hazırlayıp göndermesi, Murâbıtların kısa zamanda denizcilikte ilerlediklerini göstermektedir. Selâhaddin’in ve Hıristiyan krallıklar arasındaki ihtilaarda Navarra Kralı Sancho’nun kendilerinden yardım istemesi Muvahhidlerin de donanmaya önem verdiklerini göstermektedir. Muvahhidler Sebte ve Tanca’yı aldıktan sonra bu iki şehirdeki tersanelerden ve Endülüslü denizcilerden yararlanarak kuvvetli bir donanma kurdular. Endülüs’e geçtikten sonra donanmaya daha da önem vermeleriyle dış ticaret de gelişti. İbn Haldun, Muvahhidlerin donanmayı o zamana kadar bilinen en mükemmel duruma getirdikleri görüşündedir. Fatımî Devleti’nin kurulması, Akdeniz’de kuvvet dengelerini değiştirebilecek önemli bir gelişme oldu. Kara birlikleri her ne kadar Mısır sınırları dışına çıkmadıysa da donanması Akdeniz’de önemli rol üstlenen Fatımîlerin Kızıldeniz’de de küçük bir donanmaları vardı. Bu sayede uzun müddet Hicaz ve Yemen’i kontrol altında tuttular. Fatımîler liman şehirleri ve donanma için ayrı divanlar kurdular. Limanlarla ilgili divana Dîvânü’s-sügur, donanma ile ilgili divana Dîvânü’l-cihâd veya Dîvânü’l-amâir deniliyordu. İlk omurgalı gemi inşaatını geliştiren Fatımîlerin son zamanlarında marangoz, demirci, kalafatçı gibi tersanede çalışanlar dışında 10.000 kadar denizci divana kayıtlıydı. Mısır’da Maks ve Ravza adasında olmak üzere iki tersane kuran Fatımîler Mehdiye ve Sûse donanmasının yeniden inşa ettiler. Fustat, İskenderiye ve Dimyat’taki tersaneleri canlandırdılar. Ayrıca bu dönemde Akdeniz kıyısındaki Reşîd, Beyrut, Trablus, Sûr, Akkâ, Askalân gibi sahil 4 7. Ünite -Askerî Teşkilat 149 şehirlerindeki tersaneler aktif hale getirdiler. Denizcilik alanındaki bu gelişmeler Akdeniz’de o zamana kadar mevcut olan Sünnî kuvvetlere düşman bir donanma gücünü ortaya çıkardı. Akdeniz’in tamamına hâkim olmak isteyen Fatımîler Ağlebîleri ortadan kaldırdıkları gibi Endülüs Emevîleri ve Doğu Akdeniz’deki Müslüman deniz güçleriyle rekabete giriştiler. Kuzey Afrika’daki Endülüs Emevî nüfuzunu kırmaya çalıştılar. Oluşturdukları donanma sayesinde Sûr, Trablus, Askalân gibi şehirleri Haçlılara karşı uzun müddet ellerinde tuttular. Fatımîler’in son dönemlerinde bu donanma iyice zayıayarak on savaş gemisine kadar düştü. Bu sebeple Eyyûbîler Fatımîler’den çok zayıf bir deniz gücü devraldılar. Kara ordusunun yanında donanmaya da büyük önem veren Selâhaddîn Eyyûbî Mısır’a hâkim olmanın deniz gücünden geçtiğini biliyordu. Tersanede kullanılan malzemeden sadece sint ağaçları ülkede mevcuttu. Sint ağaçlarını devlet tekeline alıp donanmaya tahsis eden Selâhaddin, Kahire, İskenderiye ve Dimyat’taki tersaneleri yeniden işler hale getirdi. İtalyan şehir devletleriyle yaptığı ticaret anlaşmalarında ülkesindeki tersanelere demir, zi ve kereste sağlamalarını şart koştu. Personeline gazi denilen donanmaya vakıar, akarlar tahsis ederek 572’de (1176- 1177) donanma ile ilgilenecek olan Dîvânü’l-üstûl’ü kurdu. Bundan beş yıl sonra bir ferman çıkarıp valilere donanma kumandanının isteklerini yerine getirmelerini emretti. Donanma kumandanından sıkça denize açılıp Akdeniz adalarına gazâ yapmasını istedi. Eyyûbî donanması 1187’deki Filistin’in fethinde de deniz emniyetini sağladı. Selâhaddin ile Haçlılar arasında Akkâ önünde iki yıla yakın süren şiddetli savaşlar oldu. Haçlıların bir dereceye kadar başarılı olmasının asıl sebebi donanma desteği ve dinç kuvvetlerle savaşmalarıydı. Selâhaddin, Haçlıların elindeki Suriye limanlarının denizle irtibatını kesmek için Muvahhidler’den donanma yardımı istemiş, fakat destek alamamıştı. Selâhaddin’in ölümü ve onu takip eden iç karışıklıklar donanmanın ihmalini beraberinde getirdi. Zayıamış bir donanma devralan Memlüklerin ilk yıllarında Dîvânü’l-üstûl ilga edildi. Memlük sultanı I. Baybars kara ordusu kadar donanmaya da önem vermiş, İskenderiye ve dimyat tersanelerinde bir donanma inşa ettirmişti. Baybars’ın Kıbrıs’a gönderdiği bu donanma tahrip olunca yeni bir donanma kuruldu. Memlük donanması 1302 yılında Suriye sahilinde Haçlılar elindeki son kale olan Arvad adasını fethetti. Sultan Barsbay’ın donanması art arda yaptığı seferlerle 1426 yılında Kıbrıs’ı fethetmeyi başarmıştır. Memlüklerin Kızıldeniz’de bulunan donanması özellikle Kansu Gavri döneminde Portekizliler’e karşı mücadele vermiştir. Onun gönderdiği donanma Hindistan yakınlarında Portekiz donanmasını mağlup etmeyi başardı. Memlükler Portekiz donanmasıyla rekabet edebilmek için Osmanlılar’dan da yardım aldılar. Resim 7.5 Ortaçağ İslam ordularında Süvari tasviri (Cengiz Tomar Arşivi) 150 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet Askerî teşkilatın oluşum sürecini tanımlayabilemek İslâm öncesinde Arabistan’da Roma ve Sâsânî imparatorluklarıyla mukayese edilebilecek veya günümüzdeki anlamda bir devlet yapılanması olmadığından düzenli ve sürekli bir askerî güç yoktu. Hz. Peygamber devrinde de askerî kurumlar oluşmadı. İlk yıllarda savaş yapmak gerektiğinde Hz. Peygamber Müslümanlara çağrıda bulunur, onlar da silâh, yiyecek ve bineklerini alarak gönüllü olarak orduya katılırlardı. Bu uygulama Hz. Ebubekir devrinde de devam etti. İlk defa düzenli ve sürekli orduya geçişin adımı Hz. Ömer zamanında atıldı. Emevîlerden itibaren Dîvânü’l-ceyş’e bağlı düzenli ordular kuruldu ve devletten maaş alan bu sınıfa mürtezika denildi. İlk Müslüman devletlerdeki askerî kurumlar hakkında bilgi sahibi olabilmek İslâm öncesinde Arabistan’da askerî kurumlar oluşmamıştı. Hz. Peygamber’in Medine döneminde gerçekleştirdiği bir dizi askerî harekât ve savaş askerî kurumların ortaya çıkmasının öncüsü oldu. Müslüman Arap ordusunun nüvesi Hz. Peygamber tarafından oluşturuldu. Hz. Peygamber zamanında on askerin başına bir arîf, on arîfin üzerine bir nakib görevlendirilerek ordunun birliklere ayrılmasının ilk adımları atıldı ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde buna bölük ve tabur sistemi eklendi. Hz. Ömer ordunun deerlerini tutturarak düzenli orduya geçişin temelini attı. Halifelik merkezinden uzak yeni fethedilen bölgelerde asayişi ve fetihlerin devamını sağlayabilmek için Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh şehirlerini kurdurdu. Hz. Ömer’in başlattığı askerî örgütlenmeyi oluşan yeni şartlara göre geliştiren Emevî halifeleri zorunlu askerlik sistemini getirdiler. Emevîlerden itibaren Dîvânü’l-cünd askerlik işlerine tahsis edildi ve kabilelere göre kayıt sistemi devam ettirildi. Emevîler’den sonra kurulan Müslüman hanedanlarda halife veya sultanlar muhafız birlikleri oluşturdular. Abbasîlerde askerlikle ilgili işleri yürüten Dîvânü’l-ceyş Meclisü’t-takrîr ve Meclisü’l-mukabele adıyla ikiye ayrıldı. Bunların ilkinde askerlerin ücretleri ve ödeme zamanları tespit ediliyor, ikincisinde ise askere alınanların kayıtları tutuluyordu. Abbasîler döneminde Türklerin orduya katılmalarını anlatabilmek Hulefâ-yi Râşidîn dönemiyle başlayan orduda görev alan Arap olmayan unsurlara Emevîler döneminde Türkler eklendi. Abbasîlerde Türklerin askere alınmasına ikinci halife Ebû Ca’fer el-Mansûr’dan itibaren başlandı. Hârûnürreşîd’in muhafız birliklerine çok güvendiği Türk asıllı askerlere daha çok yer verdi. Ancak Abbasî ordusuna Türklerin yer almasıyla ilgili asıl süreç Arap ve İranlı askerlere karşı güveni sarsılan Me’mûn döneminde başladı. Me’mûn zamanında Türk kumandanların emrindeki Türklerin sayısı 8.000-10.000 civarındaydı. Annesi Türk olan Mu’tasım-Billâh’ın ordunun büyük bölümünü Türk asıllı askerlerden oluşturması ve muhafız birliklerini onlardan kurmasıyla orduda Türk nüfuzu en yüksek seviyesine ulaştı. Türk kumandanların yönetim üzerinde kurduğu nüfuz Büveyhîlerin Bağdat’ı işgaline kadar devam etti. Türk birliklerinin hilâfet ordusunun saarına katılmasından sonra rütbelerde bazı değişiklikler oldu. İslâm donanmasının oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilmek Arabistan’da denizcilik çok yaygın değildi. Kuran-ı Kerim ve hadislerde denize oldukça geniş yer verilir. İlk deniz akınları ve donanma oluşturulması çabaları Hz. Ömer zamanında başladı. Fethedilen Suriye ve Mısır’ın askerî bakımdan korunması, Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesi ve Bizans’la mücadele edebilmek için güçlü bir donanma kurulması gerekiyordu. Müslümanların özellikle Rumlara ve Frenklere göre henüz denize açılabilecek bilgi, beceri ve tecrübeye sahip olmadığı kanaatinde olan Hz. Ömer sivil ve ekonomik amaçlarla denizden faydalanmada bir mahzur görmedi. Başlangıçta Bizans’a karşı her hangi bir deniz harekâtına girişmeyi düşünmeyen Müslüman Araplar Akdeniz’e kıyısı olan sahil bölgelerindeki egemenliklerini daha ziyade savunma tedbirleriyle korumayı benimsediler. Mısır ve Suriye’de var olan gemi sanayi devam ettirilerek geliştirildi. Doğu Akdeniz’de Bizans’a üstünlük sağlamak, Anadolu’daki seferleri sürdürmek isteyen ve İslâm donanmasının oluşturulmasıyla ilgili sürekli bir çaba içerisinde olan Muâviye Hz. Osman döneminde Kıbrıs’a sefer düzenleyerek burayı fethetti. Alınan tedbirler ve izlenen strateji kısa sürede sonuç verdi. Zâtü’s-savârî zaferiyle Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyeti sona erdirildi. Böylece Bizans’a üstün gelecek donanmayı oluşturan Müslümanlara İstanbul yolu açıldı. 1 2 3 4 7. Ünite - Askerî Teşkilat 151 Kendimizi Sınayalım 1. Ortaçağda askerlik işleriyle ilgilenen divan aşağıdakilerden hangisidir? a. Dîvanülinşâ b. Dîvanülceyş c. Dîvanülmâl d. Dîvanürresâil e. Dîvanülharaç 2. Ortaçağ İslâm dünyasında daimi statüdeki askerlere ne ad verilir? a. Mevâlî b. Müşât c. Mürtezika d. Reccâle e. Mütetavvia 3. Ortaçağ İslâm dünyasında ilk defa düzenli ordu kurulması adımını aşağıdakilerden hangisi atmıştır? a. Hz. Ebû Bekir b. Hz. Osman c. Hz. Ali d. Muâviye b. Ebû Süfyân e. Hz. Ömer 4. İlk deniz seferinin kimin zamanında yapıldğı ve hangi adanın fethedildiğiaşağıdakilerden hangisinde sırasıyla ve birlikte verilmiştir? a. Muaviye b. Ebû Süfyan, Rodos b. Hz. Ömer, Kıbrıs c. Hz. Ali, Sicilya d. Hz. Osman, Kıbrıs e. Hz. Ebû Bekir, Girit 5. Hz. Peygamber’in bizzat kumanda ettiği son gazve aşağıdakilerden hangisidir? a. Veddân b. Mekke c. Uhud d. Bedir e. Tebük 6. Abbasî ordusunda Türkler ilk defa aşağıdakilerden hangisi hangi halife zamanında yer almaya başlamışlardır? a. Seâh b. Hârûnürreşîd c. Mehdî d. Mansûr e. Mu’tasım 7. Aşağıdakilerden hangisi zırhlı aracın ilk örneği sayılabilir? a. Debbâbe b. Müveşşah c. Miğfer d. Fiddâ e. Beyzâ 8. Askerî iktâ sistemini aşağıdakilerden hangisi başlamıştır? a. Selçuklular b. Büveyhîler c. Fatımîler d. Emevîler e. Eyyûbîler 9. Ortaçağda kılıç yapımıyla ünlü olan millet aşağıdakilerden hangisidir? a. Berberîler b. Yahudiler c. Çinliler d. Mısırlılar e. Türkler 10. Ortaçağda en büyük tersane aşağıdakilerden hangisinde kurulmuştu? a. Bağdat b. Şam c. İskenderiye d. Kurtuba e. Cidde 152 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Emevîler Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 3. e Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse “İslâm Donamasının Kuruluşu ve Gelişimi “ konusunu yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 6. d Yanıtınız doğru değilse “Abbasîler Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 8. b Yanıtınız doğru değilse “Mısır’da Kurulan Devletlerin Askerî Yapısı” konusunu yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 10. c Yanıtınız doğru değilse “İslâm Donamasının Kuruluşu ve Gelişimi “ konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber büyük bir beceriyle uyguladığı savaş stratejisiyle düşmana daima sürpriz yapmış, büyük harekâtların altısında, küçüklerin dokuzunda düşmanı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Bundan dolayı askerî seferlerinin sadece üçte birinde savaş olmuştur. Seriyyelerin otuz ikisinde düşman tamamen sürprizle karşılaşıp direnememiş, yalnız dokuzunda küçük çaplı çatışmalar, Mûte’de ise savaş meydana gelmiştir. Savaş stratejisinde insan ve mal kaybının en alt düzeyde tutulmasını benimseyen Hz. Peygamber, harekâtlarda silahlı çatışma olmaması için özel önlemler almış, anlaşmazlığın savaş yapılmadan çözümü için büyük çaba göstermiştir. Hz. Peygamber döneminde gazvelerde Müslümanların kaybı kaynaklardaki farklı bilgilere göre en çok 147, düşmanın kaybı ise 288’dir. Seriyyeler için farklı rakamlar verilse de savaşlarla birlikte her iki tarafın toplam kaybı 1000 civarında bir rakama ancak ulaşabilmektedir. Sıra Sizde 2 Emevîler ve onlardan sonra kurulan Müslüman hanedanlarda halife veya sultanlar ‘haresü’l-halife’ denilen muhafız birlikleri oluşturdular. Bu birlikler Abbasîler zamanında başkentte bulunur ve doğrudan halifeye bağlı görev yapardı. Bu dönemde özellikle Arap olmayan unsurların nüfuz ve hâkimiyeti döneminde muhafız kıtaları getirildikleri ülke veya bölgelere göre adlandırılan birliklerden oluşuyordu. Hassa ordusu da denilebilecek bu birlikler koruma görevi yanında resmî kabullerde de görevlendirilirdi. Sıra Sizde 3 Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleştirilen fetihler sonunda Müslümanlar Doğu Akdeniz sahillerinin büyük bir bölümünü fethettiler. Fethedilen Suriye ve Mısır sahillerini Bizans saldırılarından korumanın, denizden gelebilecek düşman saldırılarına cevap vermenin, Anadolu’daki kara seferlerini güvenlik içerisinde sürdürebilmenin, fetihlerin kalıcı olmasının sağlanmasının ve nihai hedef olan İstanbul’un fethinin yolu güçlü bir donanma oluşturmaktan geçiyordu. Suriye ve Mısır’ın askerî bakımdan korunması kadar, Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesine olan ihtiyaç da güçlü bir donanma kurulmasını gerektiriyordu. 7. Ünite - Askerî Teşkilat 153 Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 4 Emevîler zamanında İstanbul’a kadar ulaşan 668, 674 ve 712 tarihlerinde olmak üzere üç sefer vardır. İlk sefere Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere önemli şahsiyetler katılmıştır. 674’deki kuşatmada Bizanslılar Grek ateşi kullanarak Müslümanların geri çekimlerini sağlamışlardır. Abbasîler zamanında 782 ve 970 yıllarındaki kuşatmalar antlaşmayla sonuçlanmış, 854 ve 869 yılındaki kuşatmalarda ise sonuç alınamamıştır. Cevad Ali (1968-1978). el-Mufassal fî târîhi’l-Arap kable’l-İslâm, V, Beyrut. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. Hitti, P. (1980). Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. Pryor, J. H. (2004) Akdeniz’de Coğrafya, Teknoloji ve Savaş Araplar, Bizanslılar, Batılılar ve Türkler (çev. Füsun-Tunç Tayanç), İstanbul. Terzi, M. Z. (1990) Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askerî Teşkilat, Samsun. Yıldız, H. D. (1976), İslâmiyet ve Türkler, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Abbasîler”, “Arap”, “Âteşi Rûmî”, “Donanma”, “Emevîler”, “Endülüs”, “Fâtımîler”, “Eyyûbîler”, “İktâ”, “Kıyâde”, “Kalkan”, “Kılıç”, “Miğfer”, “Muhammed”, “Murâbıtlar”, Muvahhidler”, Nevbet”, “Gemi”, “Ordu”, “Ribât”, maddeleri. 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İslâmiyet’in ilk yüzyılında toplumsal yapıyı tanımlayabilecek, Giyim-Kuşam ve Beslenme kültürünü açıklayabilecek, Emevîler ve Abbasîler devrinde eğlence kültürünü tanımlayabilecek, İslâm toplumunda sosyal yardım kuruluşlarının önemini kavrayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Şehirliler ve göçebeler, • Aile, kadınlar ve çocuklar • Giyim-kuşam, beslenme, eğlence • Dârü’t-Taâm İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Sosyal Hayat • SOSYAL YAPI • SOSYAL ZÜMRELER • SOSYAL YARDIM KURUMLARI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II SOSYAL YAPI Kent Yaşantısı İslâm toplumunu ilk dönemlerinden itibaren göçebeler ve yerleşikler; köylüler ve kentliler şeklinde tasnif etmek mümkündür. Arap yarımadasının önemli bir bölümü İslâmiyet öncesi dönemde ağırlıklı olarak göçebe karakter arzeden kabilelerden meydana gelmekteydi. Şehirler ise, sosyal hayatın her yönünü kapsayan çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı yerleşim birimleriydi. Bilhassa sık sık panayırların düzenlendiği, şenliklerin yapıldığı Mekke şehri önemli bir ticaret merkeziydi. Mekke’nin bu kadar popüler olmasında Kâbe’nin burada bulunmasının katkısı şüphesiz çok büyüktü. Mekke bu vasfını Hz. Peygamber devrinde de muhafaza etti. Kâbe, Müslümanlar için en önemli ziyaret yeri ve hac merkezi olarak büyük bir saygıya mazhar oldu. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in asıl hareket merkezi, aynı zamanda O’nun kurmuş olduğu İslâm Devleti’nin de ilk başkenti olan Medine şehriydi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, gerek Hulefâ-i Râşidîn gerekse Emevîler ve Abbasîler devrinde gerçekleştirilen fetihler neticesinde İslâm ülkesinin sınırları bir hayli genişleyince, Roma, Bizans ve Sasanî İmparatorluklarının önemli kültür ve medeniyet merkezleri Müslümanların eline geçti. Bunların yanı sıra, bizzat Müslümanlar tarafından da yeni şehirler kuruldu. İlerleyen yıllarda çok önemli ilim ve kültür merkezleri, sosyal hayatın en yoğun ve canlı şekilde yaşandığı mekânlar haline gelecek bu şehirler arasında Irak’taki Basra, Kûfe ve Bağdad, Mısır’daki Fustat ve Fas’taki Kayrevan sayılabilir. Yeni şehirlerin kurulmasını İslâmiyet ile birlikte şehirleşmenin gelişmesi şeklinde de yorumlamak mümkündür. Fethedilen şehirlerdeki ahalinin bir kısmı başka bölgelere göç ederken önemli bir bölümü de Müslüman hakimlerinin himayesi altında yaşamlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdi. Fetih sonrasında, eski sakinlerine ilave olarak çok sayıda Arap kabilesi bu şehirlere yerleştirildi. Bu kabilelerin önemli bir bölümü, kabileci karakterlerini yeni yurtlarında da sürdürüyorlardı. Hulefâ-i Râşidîn devrinde de Hz. Peygamber’in geleneğine uygun olarak bu kabileci yapı ikinci plana itilip, İslâmiyet’in getirmiş olduğu eşitlik prensibi ön plana çıkarılsa da, Emevîler devrinde bu tutucu kabileci anlayış tekrar ön plana çıktı. Arap kabileleri bu devletin en güvendiği tabanı teşkil ediyordu. Emevîler bu süreçte güçlü bir Arap milliyetçiliğini benimsemişler, fethedilen bölgelerde veya yeni kurulan şehirlerde yaşayan, Arap Sosyal Hayat 156 İslam Tarihi ve Medeniyeti II olmayan Müslüman unsurları ikinci plana itmişlerdi. Oysa mevali adı verilen bu zümre nüfusun önemli bir bölümünü teşkil ediyordu. Mevali Abbasîler devrinden itibaren İslâm toplumunun en temel dinamiklerinden birisini oluşturdu. Çeşitli kademelerde görev yapan bu grupların aileleri şehirlerin başlıca sakinlerini oluşturdu. Bir İslâm şehri çok değişik unsurları bünyesinde barındırıyordu. Alanı ve sınırları belli olan bu yapının içerisinde, kırsal kesimdeki tarım ve hayvancılığı benimseyen köylü ve göçebelerin aksine, kendilerine belirli bir altyapı oluşturan değişik meslek gruplarına mensup insanlar ve ticaret erbabı bulunuyordu. Şehrin merkezini büyük cami, Dârü’l-imare denilen yönetim merkezi ve ticari faaliyetlerin sürdürüldüğü çarşı oluşturulmaktaydı. Çarşı ve pazarlar gündelik hayatın en yoğun yaşandığı, sürekli bir hareketliliğin olduğu mekânlardı. Bu pazarlarda gündelik hayatının gerektirdiği hemen herşeyi bulmak mümkündü. Bunların dışında büyük şehirlerde devlet görevlilerine ait saraylar, zenginlerin konakları, evler, misafirhaneler, eğlence mekânları, hamamlar, değişik mahallelerde mescidler vs. yer alırdı. Emevîler devrinde kurulan şehirler deniz kenarından ziyade iç kesimlerde kurulmuşlardı. Bunun sebebi, denizden gelebilecek tehlikelere karşı şehir halkını güvence altına almaktı. Camiler şehirdeki sosyal faaliyetlerin yürütüldüğü en önemli mekânlardı. Bilhassa Cuma günleri değişik bölgelerden ve kırsal kesimden gelen insanlar camide toplanırlar, birbirleriyle sohbet ederler, dertlerini, sevinçlerini paylaşıp, fikir alışverişi ve siyasi tartışmalar yaparlardı. Hükümdar veya valilerin emirnâmeleri halka camilerde okunurdu. Genellikle gün boyu açık olan bu mekânlar aynı zamanda en önemli ilim ve kültür merkezleriydi. Şehir yerleşim birimi olarak mahallelerden meydana gelirdi. Mahallelerin oluşumunda soy, din, kültür ve yaşam tarzı, meslekler gibi unsurlar etkili olurdu. Mahalleler birden fazla evin bir araya gelmesiyle oluşurdu. Evler genellikle bir veya iki katlı, avlulu ya da avlusuz olurdu. Bu durum evin sahibinin maddi durumunun iyi veya kötü oluşuna göre değişirdi. Fustat gibi büyük şehirlerde beş veya yedi katlı, içerisinde 200 kişinin yaşadığı evlerin varlığından da söz edilmektedir. Evlerin yapımında kullanılan malzemeler bölgeden bölgeye değişirdi. Yoksul bölgelerdeki insanlar hurma dallarından yapılma barakalarda hayatlarını sürdürürlerdi. Şehirlerdeki zenginlerin gündelik işlerde çalıştırdıkları köle ve cariyeleri olurdu. Şehirlerin içlerinde veya biraz dış bölümünde mezarlıklar yer alırdı. Kırsal Yaşam İslâm coğrafyasında şehirlerin dışında, kasabalar, köyler ve çöllerde de önemli bir nüfus yaşamaktaydı. Hicaz bölgesi daha ziyade çöllük bir alan olduğu için burada göçebe yaşam tarzı ön plana çıkıyordu. Göçebe yapı, kırsal hayatın temel karakteristiğini oluşturuyordu. Göçebe toplumu kabilelerden oluşmaktaydı. Kabile yapısı İslâmiyet sonrasında da varlığını sürdürmüştür. Kabile içerisindeki her fert, kabilesine sıkı sıkıya bağlıydı. Herhangi bir sıkıntı ile karşılaşıldığında kabile üyeleri tekvücut olup birlikte hareket ederlerdi. Kabile içerisinden bir kimsenin işlediği iyi veya kötü bir olay kabileye mal edilir, yine aynı şekilde, kabilenin herhangi bir ferdine yapılan bir saldırı da bütün kabileye yapılmış sayılırdı. Kabile ile ilgili kararları kabile reisi verirdi. Reis, savaş zamanlarında komutanlık yapar, ganimetleri kabile üyeleri arasında paylaştırır, diğer kabilelerden gelen heyetleri karşılar, muhtaç durumda olanların ihtiyaçlarını giderir, kabilesindeki esirleri kurtarır, herhangi bir suç işlendiğinde sorumluluğu üstlenir ve diyetini öderdi. İslâm fetiheleriyle birlikte başta İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintli, Kıptî, Habeşli, Rum, Nebatî ve Berberilerden de İslâmiyeti benimseyenler olmuştu. Daha önceki dönemlerden imparatorluk tecrübesi olmayan Araplar, dinlerini benimseyen fakat kendi soylarından gelmeyen bu insanları tanımlamak için mevali terimini kullanmışlardır. Dolayısıyla mevaliyi ister köle ister hür olsun, Arap olmayan Müslümanlar şeklinde tanımlamak mümkündür. 8. Ünite - Sosyal Hayat 157 Emevîler devlet yönetim anlayışını kabileler üzerine bina etmişlerdi. Muaviye’nin oğlu Yezid Suriye’nin en köklü kabilelerinden birisi olan Kelb Kabilesi’ne mensup bir kızla evlenmişti. Valilerin önemli bir kısmı Sakif kabilesine mensup kişilerdi. Bu nedenle, Emevî halifeleri kabile bağlarının daha da güçlendirilmesi için ciddi çabalar harcadıkları gibi, Arap olmayan unsurları da iktidardan uzak tuttular. Kırsal kesimde yaşayan halk temel ihtiyaçlarını belirli periyodlarla kurulan pazarlardan alışveriş yaparak sağlardı. Haalık olarak kurulan bu pazarların genel özelliği alıcı ve satıcıların en az yarım günlük bir yoldan gelmeleriydi. Çölde, barınmak için en fazla tercih edilen mekânlar çadırlardı. Ancak çoğu zaman açıkta yatılırdı. Kırsal kesimdeki ahalinin temel geçim kaynağı hayvancılıktı. Hayvanların, etinden ve sütünden istifade edilirdi. Ayrıca çok sayıda hayvanı olanlar bu ürünleri götürüp şehirlerdeki pazarlarda satarlardı. Köylerde yaşayan halkın temel geçim kaynağı ise tarımdı. Sıcak bölgelerde hayvancılık yapanlar için otlak ve su ihtiyacı ciddi bir sorun teşkil ediyordu. Dicle ve Fırat gibi nehirlere yakın bölgeler en önemli tarım sahalarıydı. Ortaçağ İslâm toplumunda tarımsal faaliyetler hakkında kısaca bilgi veriniz? Toplum Yapısı İslâm toplumu içerisinde yaşayan tebaayı Müslümanlar ve gayrımüslimler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Müslüman ahali de yine kendi içerisinde Araplar ve Arap olmayanlar şeklinde iki kısma ayrılıyordu. Hz. Peygamber devrinde ekseriyet Arap olmakla birlikte, Selman-ı Farisi, Bilal-i Habeşi gibi Arap olmayan sahabeler de vardı. Daha sonraki dönemlerde yapılan fetihlerle birlikte Berberî, Habeşî, Fârisî (İranlı), Türk, Kürt ve diğerlerine oranla nispeten az da olsa Rumlar İslâmiyet’i benimsediler. Gayrimüslim nüfus ise Rum, Berberî, Fârisî, Türk ve İbrânî ırklarına mensup Hıristiyanlar, Kıptîler, Mecûsîler, Mazdeistler, Budist ve Maniheistler ve Yahudiler’den meydana geliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde Arap olsun veya olmasın bütün Müslümanlar birbirine eşit kabul edilirdi. Bu dönemde üstünlük ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi ve takva ile ölçülürdü. Emevîler devrine gelindiğinde bu durum tamamıyla değişti. Devletin hemen her kademesinde Arapların tartışmasız hakimiyeti görülmeye başlandı. Öyle ki, Abdülmelik b. Mervan döneminden itibaren Arap ırkının üstünlüğü düşüncesi sert bir ırkçılık anlayışını da beraberinde getirmişti. Arap olmayan zümreler Müslüman olsalar bile ikinci sınıf insan yahut köle muamelesi görüyorlardı. Mevâlî adı verilen bu Müslümanlar, daha ziyade Basra ve Kûfe gibi Arap yarımadasında kurulan şehirlere yerleşmişlerdi. Emevîler’in kendilerine karşı benimsediği sert politika, bu zümrelerin onların aleyhinde faaliyet göstermelerine, zaman zaman isyanlar çıkarmalarına neden olmuştur. Abbasîler, Ebû Müslim ve arkadaşları gibi mevâlîye mensup şahsiyetlerin başlattığı bir isyan sonucunda kurulmuşlardır. Dolayısıyla, bu dönemin mevali politikasında Emevîler’e oranla büyük değişimler ve gelişmeler meydana gelmiştir. Bilhassa Halife Mansur devrinden itibaren Fars ve Türk kökenli çok sayıda Müslüman, Abbasî bürokrasisinin değişik kademelerinde kendilerine önemli yerler bulmuşlardı. Harun Reşid devrinin meşhur vezir ailesi Bermekîler İran asıllı idi. Halife Mutasım ve Mütevekkil devirleri Türklerin her kademede görev aldıkları dönemlerdi. Öyle ki, Bağdat’taki Türk nüfusu bir hayli artınca, Halife Mutasım, Bağ1 158 İslam Tarihi ve Medeniyeti II dat yakınlarında Türkler için Samerra şehrini inşa ettirmişti. Mevali sadece devlet yönetiminde değil, ticaret, meslek ve zenaat gibi diğer bazı konularda da son derece faaldi. Aslen Türk olan Mısır valisi Ahmed b. Tolun, 868 yılında Mısır’da Tolunoğulları Devleti’ni kurdu. Bu durum mevalinin Abbasîler devrinde geldiği konumu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Dönemin İslâm toplumuna sosyal açıdan bakıldığında bazı grupların bilhassa saygı gördüğünü ve toplum içerisinde bir prestije sahip olduklarını söylemek mümkündür. Mesela, Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma ile damadı Hz. Ali’nin soyundan gelen ve kendilerine Ehl-i Beyt denilen kesim bunlardan birisidir. Hz. Peygamber’in soyunu oluşturan bu gruba, her ne kadar Emevîler dönemi için bu söylenemese de, Abbasîler ve daha sonraki dönemde kurulan Müslüman Türk Devletlerinde büyük saygı duyulmuş, onlar toplum içerisinde ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmişlerdi. Ehl-i Beyt terimini açıklayınız? Gayrimüslimler Hz. Peygamber devrinden itibaren İslâm toplumu içerisinde gayrimüslimlerle birlikte yaşandığı bilinmektedir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde burada Yahudi kabileleri yaşıyordu. Yahudilere, bazı şartları yerine getirmeleri kaydıyla, Medine’de yaşama izni verilmişti. Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler devrinde Arap yarımadasının dışında geniş miktarda toprak elde edilince, bu ülkelerde yaşayan Hıristiyanlar, Mecusiler, Mazdeistler, Budistler, Maniheistler de İslâm hakimiyeti altına girdiler. Bu sayede Rum, Berberi, Kıpti ve Yahudiler İslâm ülkesinde yaşamaya başladılar. Zımmî adı verilen bu gayrimüslimlerin hukukunun korunması için devlet yöneticileri tarafından bazı tedbirler alındı. Mesela, Hz. Ömer’in bu konudaki icraatları son derece önemlidir. Hz. Ömer’in gayrimüslimlere karşı benimsediği politika hakkında kısaca bilgi veriniz? Gayrimüslimlere İslâmiyet’i seçmeleri konusunda herhangi bir baskı yapılması söz konusu değildi. Can, mal ve çocuklarının güvenliği devlet tarafından sağlanmaktaydı. Buna karşın, onlar da İslâm devletine cizye vergisi ödemek zorundaydılar. Bazı zımmîlerden kendilerine uğrayan Müslüman elçileri misafir etme ve kaybolanlara yol gösterme şeklinde birtakım hizmetler de istenebiliyordu. Bu şartları yerine getirdikleri takdirde zımmîler kendi dinlerinin gereklerini rahatça yerine getirebiliyorlardı. İbadetleri yerine getirme noktasında zımmîlerin hangi dine mensup olduğunun pek fazla önemi yoktu. Hayat şartları bakımından zor durumda olanlar vergiden muaf tutulurlardı. Mesela, Hz. Ömer Suriye seyahati sırasında cizye ödeyebilmek amacıyla dilenen yaşlı bir Yahudiyi görmüş ve onu vergiden muaf tutmuş, hatta beytülmâldaki zekât gelirlerinden kendisine pay verilmesini istemişti. Günümüzde İspanya ve Portekiz’i içine alan Endülüs bölgesi Müslümanlar tarafından ele geçirildiği zaman, burada yaşayan Yahudilere rahatça ticaret yapabilme hakkı verilmişti. Emevî ve Abbasî halifeleri ülkelerindeki Yahudilerin kendi dinlerinin vecibelerini rahatlıkla yerine getirebilmelerine müsaade etmişlerdi. Yahudilerin, yönetime karşı sorumlu dini liderleri vardı. Yahudiler Emevîler devrinde boyacılık, dericilik, hacamatçılık, bakırcılık, elbise boyacılığı ve kasaplık gibi işlerle meşgul oluyorlardı. 2 3 İslâm devletlerinde yaşayan gayrimüslimlerden alınan baş vergisidir. 630 yılında nazil olan ve İslâm ülkesinde yaşamak istediği halde Müslümanlığı kabul etmeyen gayrimüslimlere mâlî yükümlülük getiren ayetle sabit olmuştur. Bu ayetin inmesiyle birlikte Hz. Peygamber devrinden itibaren cizye vergisi alınmaya başlanmıştır. Cizye, gayrimüslim tebaa ile yapılan zimmet anlaşması sonucunda alınıyordu. İslâm ülkesinde bir yıldan daha uzun süre yaşayanların bu vergiyi ödemeleri gerekiyordu. 8. Ünite - Sosyal Hayat 159 Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler ve diğer İslâm devletleri de topraklarında yaşayan gayrimüslimlere karşı son derece toleranslı davranmışlardı. Gayrimüslimler İslâm ülkesinde kendi ibadetlerini rahatça yerine getirebiliyorlar, kilise ve manastırlarını muhafaza edebiliyorlardı. Yine, bu dönemde önemli bazı devlet kademelerinde de görev yapmışlardı. Devlet yöneticileri Hıristiyanların Müslümanlarla eşit şartlar altında yaşayabilmeleri için bazı tedbirler almışlar, zaman zaman kendileri için ibadethane yapmalarına da müsaade etmişlerdi. Hatta bu işi bizzat devlet adamlarının yaptığına da rastlanmıştır. Mesela, Emevîler döneminde Irak valiliği yapan Halid b. Abdullah el-Kasrî aslen Rum olan annesi için Kûfe’deki caminin yanına bir kilise yaptırmıştı. Hıristiyanların durumu diğer dinlerin mensuplarına göre biraz daha iyi, binek hayvanları, giyim kuşamları daha gösterişliydi. Bunlar ayrıca bazı Müslüman isimlerini de kullanabiliyorlardı. İslâm ülkesindeki bütün din mensupları kendi dinlerine ait özel bayramları ve törenleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın rahatlıkla kutlayabilirlerdi. Emevîler döneminde gayrimüslimlerin durumu, sosyal hayat, giyim kuşam, eğlenceler, yeme-içme kültürü vs. konular hakkında Ramazan Altınay’ın Emevîlerde Gündelik Yaşam (Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2006) isimli kitabına bakabilirsiniz. İslâm toplumunda yaşayan Mecûsîler ise daha ziyade İran coğrafyasında yerleşmişlerdi. Bunlar ibadetlerini ateşgedelerde yapıyorlardı. Ateşgedeler çok eski zamanlardan beri Horasan, Cibal, Buhara, Nişabur, Taberistan ve Sicistan gibi önemli şehirlerde mevcuttu. Mecûsîlerde dini liderlik Yahudilerde olduğu gibi veraset usulüyle sürdürülürdü. Zerdüşt, Mecûsîlerin en büyük peygamberi olarak kabul edilirdi. Bunların haricinde Cahiliye döneminden beri Sâbiî inancına mensup kimseler de vardı. Daha ziyade Harran’da bulundukları ifade edilen bu din mensuplarının yıldızları temsil eden büyük heykelleri ve ibadethaneleri vardı. Aile İnsanlığın temeli olan aile kurumuna hemen her toplumda olduğu gibi İslâm toplumunda da büyük önem verilmiştir. Aile, insanın başlıca karakter özelliklerinin belirlendiği yer olması dolayısıyla toplumun çekirdeği olarak kabul edilir. Aynı zamanda aile, kişinin huzur bulduğu bir ortam, neslin devamı için bir vesile, din açısından günah sayılan çeşitli kötülüklerden korumak için bir vasıta olarak kabul edilmiştir. İslâm toplumunda da geniş aile ve çekirdek aile olmak üzere iki aile tipi mevcuttur. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipinde, baba ailenin geçiminden sorumlu kabul edilmiştir. Bu durum, İslâm ailesinin ataerkil bir yapıda olmasının bir sonucudur. Erken dönem İslâm toplumunda, bilhassa şehirlerde geniş aile tipinden söz etmek zordur. Genellikle her ferdin kendisine ait bir evi olurdu. Kırsal kesimde ise, genellikle geniş aile tipi yaygındı. Bu durum kabileler halinde ve göçebe bir yaşam sürmenin getirdiği bir nevi zorunluluktu. İslâm öncesi dönemde çok eşlilik yaygın bir uygulamaydı. İslâmiyet döneminde ise sınırsız sayıda kadınla evliliğe kısıtlama getirilmiş ve bir erkeğin en fazla dört kadınla evlenebilmesine, belirli şartları yerine getirmesi şartıyla müsade edilmiştir. Bu şartların başında da eşler arasında adaleti sağlamak en önemlisiydi. Bununla birlikte İslâm’da ailenin tek evlilik esasına göre kurulduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla dört kadınla evliliğin dini bir emir değil sadece bir ruhsat olduğu görülür. 160 İslam Tarihi ve Medeniyeti II İslâmiyet, belli bir dereceye kadar kan bağı olanların evliliği ile, süt ve sıhri hısımlarla evliliğe yasaklama getirmiştir. Yine, üvey anne ve yenge ile evlenmek de yasaktı. Müslüman bir kadın ancak Müslüman bir erkekle evlenebilme hakkına sahipti. Müslüman bir erkek ise, kendi dininde olan hanımlarla ve ehlikitap olmak kaydıyla, gayrimüslim hanımlarla da evlenebilirdi. Ancak müşrik bir kadınla evlenilmesi yasaktı. Bu durum Kur’an ile belirlenmişti. Aile kurumu İslâm’da dini-sosyal hayatın düzeni ve sürekliliği için en temel kurumlardan birisi kabul ediliyordu. Bu nedenle gerek Kur’an’da ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde aile kurumunun önemine sık sık vurgu yapılmıştır. Ailenin kurulması için evlilik ve nikah temel şartlardı. Hz. Peygamber evliliğin kadın ve erkeğin karşılıklı birbirlerini beğenmeleri suretiyle gerçekleşmesine önem vermişti. Zorla evlendirilen bir kadının Hz. Peygamber’e şikayete gelmesi ve bu sayede nikahını geçersiz kıldırdığına dair rivayetler bunu ispatlamaktadır. Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belli bir para veya mal ödemek yahut ödeme borcu altına girmek zorundaydı. Mehir boşanma dahil hiç bir şekilde geri alınamazdı. Mehir önceleri gelinin annesine verilirken, İslâmiyet sonrasında geline verilmiştir. Kız ya da erkek olsun bütün çocuklar babanın mirasında hak sahibiydiler. Nikah ile başlayan evlilik ölüm ve boşanma yoluyla son bulurdu. Boşanma ancak zaruret halinde gerçekleşebilirdi. Ailenin geçimini temin eden erkek olduğu için, boşama hakkı konusunda kadına nispetle daha geniş bir selahiyete sahip olduğu görülür. Bununla birlikte İslâm, kadının hakkını erkeğe, erkeğin hakkını da kadına karşı koruma altına almıştır. Boşanma bir zaruret haline geldiği takdirde kadın da kocasından ayrılmayı isteyebiliyordu. Gündelik Yaşam İslâmiyet’in ilk dönemlerinde insanlar kendilerine ait evlerde otururlardı. Evin geçimi erkek tarafından sağlanırdı. Gündüzleri değişik işlerde çalışan baba akşam eve gelip çocuklarıyla ilgilenirdi. Vakit namazları mümkün olduğunca toplu bir şekilde kılınır, imamlık görevini devlet başkanı ifa ederdi. Bir Müslümanın gündelik yaşantısı sabah namazıyla başlar, yatsı namazıyla sona ererdi. Öğle vakti kaylule adı verilen kuşluk uykusuna yatılırdı. Devlet yöneticilerinin gündelik hayatları halka oranla çok daha yoğun geçerdi. Hz. Peygamber Mekke’de iken kendi evinde ve Dârü’l-Erkam’da oturmuş, faaliyetlerini buralardan sürdürmüştü. Medine’ye hicretinden sonra ise kendileri için inşa edilen Mescid-i Nebevi de ikamet etmişti. O’ndan sonraki dönemde, halifeler de kendilerine ait evlerde ikamet ettiler. Halifeler gündelik yaşamlarını devlet işleriyle ilgilenerek geçirirler, Cuma ve vakit namazlarında cemaate imamlık yaparlardı. Bu uygulama Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra sadece Muaviye, Abdülmelik b. Mervan ve Ömer b. Abdülaziz tarafından uygulanmış, diğer halifeler bu hususa pek riayet etmemişlerdir. Emevîler devrinde halk ile halifelerin yaşam tarzları arasında ciddi anlamda farklılıklar meydana gelmiştir. Bu dönemde halifeler ve ileri gelen devlet adamları kendilerine ait saraylarda ikamet etmişlerdir. Bu saraylarda eski Roma imparatorlarının saraylarındaki gibi birtakım görevliler, hizmetçiler, nedimler vs. yer alırdı. Muaviye b. Ebu Süfyan, Hz. Ömer devrinden itibaren Bizans sınırındaki bir bölgenin, yani Dımaşk’ın valisi olması dolayısıyla, halifeliğinden önceki dönemlerde de Bizans kültürünü yakından tanıma imkanı bulmuş ve bu kültürden oldukça etkilenmişti. Onun İslâm devletinin başına geçmesiyle birlikte, ilk defa hizmetçi ve kapıda muhafız bulundurma geleneği başladı. Muaviye gündelik hayatının ta- 8. Ünite - Sosyal Hayat 161 mamına yakınını devlet işleriyle ilgilenerek geçirirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra gündelik haberleri getiren görevliyi dinlerdi. Daha sonra Kur’an’dan birkaç cüz okuduktan sonra evine giderek nedimlerini ve vezirlerini dinler, ardından hafif bir yemek yerdi. Yemekten sonra nedimlerine uzunca bir konuşma yapar, kürsüye çıkarak kendisine yapılan şikayetleri dinler, halkın sorunlarıyla ilgilenirdi. Toplumun önemli bir kesimi gündelik yaşamlarında kılık ve kıyafetlerine özen gösterirlerdi. Erkekler sokağa çıkarken temiz kıyafetler giyerler, güzel kokular sürünürlerdi. Kadınlar ise ellerine kına yakarlar, gözlerine sürme çekerlerdi. Dişler her gün misvak ile temizlenirdi. Yaşlı kimseler genellikle saçlarını boyarlardı. Şehirlerdeki ahali ile köylerdeki halkın gündelik hayatı arasında bariz bir fark vardı. Çöldeki hayat daha ziyade avlanma, hayvanların bakımı ile geçerdi. Ayrıca çölde, kentten gelen zengin aile çocukları da eğitilirdi. Bilhassa yazları, aşırı sıcak yüzünden çöldeki hayat şartları hayli zorlaşırdı. Köylerde ise halkın vaktinin çoğu tarlalarda çalışarak geçerdi. Ayrıca, kendilerine yetecek derecede hayvanları olanlar, bu hayvanların bakımı ile ilgilenirlerdi. Buna karşın şehirlerde ilk ikisine oranla daha müreeh bir hayat söz konusuydu. Alışveriş pazarlardan sağlanırdı. Camiler aynı zamanda birer eğitim kurumuydu. Giyim Kuşam Kıyafetler yaşanılan bölgeye, zamana ve giyenin cinsiyetine göre değişiklik arzederdi. Yine giyenin sosyal statüsü de giyilen elbisenin niteliğinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde devlet yöneticilerinin ve valilerin kıyafetleri oldukça sadeydi. Hz. Peygamber genellikle beyaz elbiseyi tercih ederdi. Yine, daha ziyade pamuktan yapılmış elbiseleri ve kolları bileğe kadar kısa olan hırka giymeyi severdi. O, giyim kuşamında son derece titizdi. Aynı şekilde Hz. Ömer’in de son derece mütevazı giyindiği bilinmektedir. Kaynaklarda, vefat ettiği zaman elbisesinde seksen adet yama izin bulunduğuna dair rivayet, onun bu sade ve gösterişsiz giyimine dair en güzel örnektir. Bu dönemdeki elbiselerin büyük bir bölümü, Hicaz bölgesinde dokumacılık yaygın olmadığı için Mısır, Suriye ve İran gibi bölgelerden gelirdi. Bu sadelik Hz. Osman devrinden itibaren yavaş yavaş daha gösterişli elbiselere dönüşmeye başlamış, Emevîler devrinde ise yerini son derece pahalı, gösterişli kumaşlardan yapılan giysilere bırakmıştır. Emevî halifeleri Muaviye, Yezid, Abdülmelik, Süleyman, II. Yezid, Hişam ve Velid’in son derece pahalı, gösterişli ve rengarenk elbiseler giymeyi tercih ettikleri bilinmektedir. Hatta bu dönemde bazı renklerin sadece halifeler tarafından giyildiği, halkın giymesinin yasaklandığı da görülür. Bu dönemden itibaren, Abbasîler ve daha sonraki İslâm devletlerinde de devam edecek şekilde, insanlar sosyal statülerine, mesleklerine ya da görevlerine göre değişen elbiseler giymeye başlamışlardır. Arap coğrafyasında erkeklerin başı açık dolaşmaları hoş karşılanmadığı için sarık dolamaları adettendi. Sarık, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde giyilen en temel başlıktı. Arapların tacı olarak kabul edilen bu giysi değişik renklerde olurdu. Kişinin makam ve mevkisine göre sarığının kumaşı pahalı yahut ucuz olurdu. Sadece gayrimüslimlerin sarık giymesi yasaklanmıştı. Emevîler dönemindeki sarıklar genellikle ipek kumaştan yapılırdı. Sarığın altına kalansüve adı verilen ince bir başlık daha giyilirdi. Bu başlık İslâm’ın ilk devirlerinden beri biliniyordu. Bilhassa yazın sıcağından korunmak için toplumun hemen her kesimi tarafından giyilirdi. İran coğrafyasında giyilen ve taylesan denilen bir diğer başlık türü daha vardı. Bu başlık da toplumun her kesimi tarafından giyilirdi. Yahudilerin de sık- 162 İslam Tarihi ve Medeniyeti II lıkla kullandığı bir başlık olan taylesan Hz. Ebubekir döneminden itibaren Müslümanlar tarafından da giyilmeye başlanmıştır. Erkekler elbise olarak bellerinden aşağıya kadar uzanan ve adına da izâr denilen bir tür kıyafet giyerlerdi. Bu elbise dış giysisi olarak evde, iş yerinde, avda, eğlencelerde, yarışmalarda, kısacası toplum önüne çıkılan veya çıkılmayan hemen her ortamda giyilirdi. Bu elbisenin haricinde zaman zaman gömlek ve pantolon da giyilirdi. Hz. Peygamber, namaz sırasında vücudu daha iyi örttüğü için sahabelere pantolon giymelerini tavsiye etmişti. Cübbe de bu dönemin dış giysilerinden birisiydi. Hz. Peygamber devrinden beri giyildiği bilinen cübbe Emevîler ve Abbasîler devrinde de oldukça yaygındı. Halifeler, emirler, hatipler, fakihler, alimler ve toplumun diğer unsurları cübbe giyerlerdi. Bedenin üst tarafına giyilmekle birlikte tüm bedeni örten, günümüzdeki paltoyu andıran bürde de Hz. Peygamber devrinden beri yaygın kullanılan bir erkek kıyafetiydi. Bu dönemde ayrıca, çeşitli kürkler de giyilirdi. Erkekler ayaklarına iklim şartlarına göre deriden yapılmış nalin veya sandal giyerlerdi. Kadınlar başlarına cilbab adı verilen bir örtü takarlardı. Oldukça geniş olan bu örtü sadece başı değil bedenin üst kısmını tamamen örterdi. Cilbab daha ziyade sokağa çıkıldığında kullanılırdı. Yine, cilbaba göre daha küçük ebatta olan humar bir diğer örtü çeşidiydi. Bunların haricinde yöreden yöreye değişiklik gösteren birtakım baş örtüleri de mevcuttu. Hz. Peygamber döneminde kadınlar üzerlerine kaan yahut yeldirme şeklinde uzun bir elbise giyerlerdi. Ayrıca gömleklerinin altına şalvar giyerlerdi. Bellerine ise nitâk denilen bir tür kemer takarlardı. Kadınların giydiği giysiler de yöreden yöreye farklı olurdu. Kadınlarda mücevher kullanımı ilk dönemlerden itibaren oldukça yaygındı. Altın veya gümüşten yapılmış olan bu takılar, Hz. Peygamber devrinde Medine’de yaşadıkları bilinen Beni Kaynuka Yahudi kabilesinin sanatkarları tarafından imal edilir veya Suriye, Irak, Mısır gibi komşu ülkelerden ithal edilirdi. Beslenme Kültürü Ortaçağ İslâm toplumunda yemek kültürü oldukça önemliydi. Yemekli toplantılar, ziyafetler veya misafir ağırlamak amacıyla verilen yemekler toplumun kaynaşması, kardeşlik bağının artması veya devlet yöneticileri ile önde gelen devlet adamlarının prestijlerinin artması bakımından son derece önemli kabul edilirdi. Zengin veya yoksul, herkes gücünün yettiği oranda misafir ağırlardı. Saraylarda sık sık ziyafetler verilir, yemekli toplantılar düzenlenirdi. Abbasî halifeleri zaman zaman yemek yarışmaları düzenlerlerdi. Yine bu dönemde çok sayıda yemek kitabı da kaleme alınmıştı. İlki gün ortasında ve diğeri akşam olmak üzere genellikle iki öğün yemek yenirdi. Akşam yemeğine daha fazla önem verilirdi. Hz. Peygamber döneminde hurma dal ve yapraklardan oluşmuş hasırlar üzerinde yer sofrasında yemek yenirdi. Yemek sırasında el parmaklarından istifade edilir, yemekten sonra eller iyice yıkanırdı. Mutfakta tüketilen besinler döneme ve coğrafyaya göre değişiklik göstermiştir. İlk dönemlerde sofra çok daha mütevazıdır. İslâmiyet öncesi dönemde genellikle av eti ve evde beslenen hayvanların etleri tüketilirdi. Sonraki devirlerde ise İslâm coğrafyasının genişlemesiyle birlikte değişik tatlar ve çok daha farklı alternatier ortaya çıktı. Emevîler ve Abbasîler döneminde halifelerin mutfağı değişik bölgelerden getirilen besinler sayesinde oldukça zengin hale geldi. Arap yemeklerinin haricinde Acem yemekleri, Türk yemekleri ve Rum yemekleri de sarayın mutfağına girdi. 8. Ünite - Sosyal Hayat 163 Sofrada en yaygın tüketilen ürünlerin başında darı, pirinç, arpa, buğday gibi tahıllardan değişik şekillerde yapılan ekmek gelirdi. Pirinç unundan yapılan ekmek gelir düzeyi düşük halkın başlıca besiniydi. Yöresine göre mercimek, darı ve bakla unundan da ekmek yapıldığı olurdu. Sebze olarak ise bakla, patlıcan, asmakabağı, havuç, pırasa, soğan, sarımsak, şalgam, ıspanak ve kuşkonmaz tüketilirdi. Sebze yemekleri etli yahut yoğurtlu yapılabilirdi. Yemeğin yanında nane, tere, hindiba, turp, pırasa ve taze soğan da yenirdi. Yemeklere lezzet vermesi için çeşitli baharatlar kullanılırdı. Et sıklıkla tüketilen besinler arasındaydı. Halifelerden bazılarının ava olan düşkünlüğü sebebiyle av eti sofrada sıklıkla yer alırdı. Yine kuzu, oğlak, koyun, dana ve deve eti de kızartılarak veya kaynatılarak pişirilmek suretiye tüketilirdi. Muaviye, kuzu veya oğlak etini sık sık tüketirdi. Fırınlanmış kelleler en beğenilen yerlerdi. Zenginler hayvanların daha leziz ve hazmı kolay etlerini yerken, yoksul kesim ise hazmı zor bölgeleri ve karın, ciğer, paça, kelle gibi sakatatları yerlerdi. Et suyunun ekmekle karıştırılması suretiyle yapılan tirit Hz. Peygamber’in en sevdiği yemeklerden biridiydi. Balık da sıklıkla tüketilirdi. Dicle ve Fırat nehirlerinden yakalanmış balıklar taze, tuzlanmış veya kurutulmuş olarak tüketilirdi. Abbasîler devrinde büyük balıklar yüksek kesimin, küçük balıklar ise yoksulların hakkı olarak görülürdü. Arap toplumunda şehirde yaşayan nüfusun en sevdiği yemeklerin başında keşkek ve etli çorbalar gelirdi. Hayvancılıkla uğraşan bedeviler arasında süt ve süt ürünlerinin kullanımı daha yaygındı. Süt genellikle inek, keçi ve koyundan elde edilirdi. Sütten üretilen tereyağı, sadeyağ, peynir, ekşimik ve süt kesiği de tüketilen diğer besinlerdi. Süt en önemli içecekler arasındaydı. Ayrıca çeşitli meyve suları tüketilmekteydi. Abbasîler döneminde yemek ve beslenme kültürü hakkında Muhammed b. elKerim’in Kitâbü’t-Tabih: Abbasî Bağdatından Yemekler, Tatlılar, Çeşniler (çev.: Nazlı Pişkin, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2009) isimli kitabına bakabilirsiniz. Bu dönemde meyve tüketimi de oldukça yaygındı. Hurma Arabistan coğrafyasının hemen her yanında yaygın olup, her kesimden insanın rahatlıkla ulaşabileceği bir besindi. Abbasîler döneminde bilhassa Irak ve Suriye topraklarında çok çeşitli meyveler yetiştirilirdi. Üzüm, elma, kavun, portakal, ağaçkavunu, şeftali, muz, kayısı, erik, nar, firavun inciri, ayva bu dönemdeki meyvelerdi. Kavun Bağdat’ta en sevilen meyvelerden birisiydi. Hatta şehirde bir pazara kavun-karpuz pazarı deniliyordu. Baranc adı verilen bir kavun türü en çok beğenileniydi. Halife Memun (813-833) bu kavunu Harezm’den özel olarak getirtirdi. Bunların dışında badem, antepfıstığı, ceviz gibi sert kabuklu meyveler de mevcuttu. Tatlı olarak, meyvelerin haricinde sütlü tatlılar, kekler, kuru pastalar, şeker ve irmik tatlıları tüketilirdi. Taze meyvelerden salamura turşular kurulurdu. Nane, sirke, nar taneleri katılarak kırmızı ve beyaz şalgamın, hıyarın, patlıcanın turşusu kurulurdu. Yemekleri pişirmek için en fazla tercih edilen kaplar kazan ve çömlekti. Bu kaplar bakır, taş veya kilden yapılırdı. Daha erken dönemlerde ise ağaçtan yapılan malzemeler kullanılmaktaydı. Kalaylı bakır çok daha makbul sayılırdı. Balık kızartmak veya yumurta pişirmek için mukla adı verilen oyma tavalar kullanılırdı. Bu kaplar, ateşte sacayağı üzerine, fırına yahut tandıra konulmak suretiyle yemek pişirilirdi. Kepçe, et maşası, spatula, tahta tepsiler, tabaklar, küpler, bıçak, bardak, kadeh, kase, tahta kutular, şişeler, tulumlar bu dönemin mutfağında kullanılan diğer gereçlerdi. 164 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Eğlenceler, Törenler, Bayramlar Eğlenceler Eğlence kültürünün kökeni İslâmiyet öncesi devre kadar uzanmaktadır. Büyük şehirlerde yılın belirli dönemlerinde düzenlenen panayırlarda bazı seyirlik oyunlar oynanırdı. Eğlence geleneği İslâmiyet sonrasında da devam etti. Eğlenceler belirli bir olayın kutlanması, boş vakitlerin değerlendirilmesi, hayattan zevk alma gibi amaçlarla yapılırdı. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde de yaygın ve aşırı olmamak kaydıyla bazı eğlenceler tertip edilirdi. Emevîler devrinde rakkaselerin oynadığı ve şarkıların söylendiği saray eğlenceleri ve güzel sesli şairlerin şiirlerini okudukları toplantılar oldukça popülerdi. Eğlence düzenlendiği zaman, şarkıcılar, şairler, sihirbazlar, şaklabanlar, soytarılar, mizahçılar, kadın ve erkek dansçılar hünerlerini sergilerlerdi. Ayrıca sık sık tarih ve soy ile ilgili hikayeler de anlatılırdı. Bilhassa şarkılı ve müzikli olanlar Emevî halifelerinin düzenlemekten en fazla zevk aldıkları eğlence türüydü. Halifenin huzurunda şarkılar söylenir, raks edilir, değişik enstrümanları çalanlar kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Bu meclislere katılanların hiyerarşik bir oturma düzeni olurdu. Halifeye en yakın olan birinci sıraya muhafızlar ve halifelerin çocukları, ikinci sıraya ilim adamları, nedimler ve hükümdarın danışmanları, üçüncü sıraya ise diğer katılımcılar otururdu. Tanbur, sanc, düreyc, def gibi müzik aletlerini çalanlar ile halifeyi ve meclise katılanları eğlendirmekle görevli soytarılar üçüncü tabakada otururlardı. Şairlerin kasidelerinin okunmasıyla başlayan törende kısa sürede şarkılara başlanırdı. Muaviye, Mervan, Abdümelik, Velid, Süleyman, Hişam ve II. Mervan gibi halifeler, eğlence sırasındaki coşkuları herkes tarafından görülmesin diye araya perde koydururlardı. Eğlencelerde halifenin yanında cariyeleri de yer alırdı. Bazı halifeler ise perde koymaksızın eğlenceye katılırlardı. Yezid b. Abdülmelik, Velid b. Yezid gibi halifeler bu şekilde davranmışlar, nedimResim 8.1 Emevîler devrine ait bir ibrik Kaynak: http:// www.metmuseum. org/toah/works-ofart/41.65 8. Ünite - Sosyal Hayat 165 leriyle aşırı derecede şakalaşıp laubali tavırlar takınmışlardı. Bilhassa Yezid b. Muaviye ile II. Velid dönemlerindeki eğlence meclisleri çok meşhurdu. Yezid içkiye son derece düşkün olduğu için, şarap arkadaşlarına eğlenceler sırasında bol bol hediyeler dağıtırdı. II. Velid ise değişik bölgelerden çok sayıda şarkıcıyı Şam’a getirtmiş ve hiçbir masraan kaçınmamıştı. Mahzumoğulları’nın kölesi Tuveys bu dönemin en meşhur şarkıcılarından birisi olup, Medine halkı tarafından çok sevilirdi. Medine’de bestelenmiş ilk şarkıyı o söylemişti. Emevîler döneminin bir diğer ünlü şarkıcısı Ebu Mervan el-Garîd idi. Aslen Berberi olan bu şahıs Mekke’nin en iyi şarkıcısı olarak nitelendirilmişti. Bizzat besteler yapar, hacıların önüne geçip şarkılar söylerdi. Emevîler devrinde Mekke, Medine, Şam ve Kûfe eğlence kültürünün oldukça geliştiği başlıca şehirlerdi. Emevî saraylarındaki müzikli eğlence kültürü Abbasîler devrinde de devam etmiştir. Müzikli eğlenceler sadece sarayda değil bazı önde gelen şahısların evlerinde de tertip edilirdi. Kendisi de aynı zamanda bir bestekâr olan Abdullah b. Ca’fer müziğin Hicaz bölgesindeki en önemli hamilerinden birisiydi. İbn Ca’fer müziğin bir sanat haline gelmesinde, değişik enstrümanlarla söylenmesinde, İran ve Bizans müziğinin İslâm toplumuna girmesinde önemli bir paya sahipti. Müziği ve müzisyenleri destekleyenler sadece erkekler olmayıp, bazı kadınlar da müzikle ilgilenirlerdi. Mesela, Talha b. Ubeydullah’ın kızı Aişe ve Hz. Hüseyin’in kızı Sukeyne bunlardan ikisiydi. İnce ruhlu bir kadın olan ve “Leyla” mahlasıyla şiirler yazan Aişe müziğe oldukça düşkündü. Sukeyne ise, oldukça geniş olan evinde dönemin müzisyenlerini toplar, onlarla sohbet edip, şiir ve şarkılarını dinlerdi. Saray eğlencelerinin haricinde bu devirde bazı sportif eğlenceler de düzenleniyordu. İslâmiyet öncesi dönemden beri çok yaygın olan at yarışları bu tür eğlencelerin başını çekiyordu. At yarışlarına mahsus bir hipodrom yoktu. Fakat halk sürekli olarak düzenlenen at yarışlarını izlemekten büyük zevk alırdı. Daha Hz. Peygamber döneminde birisi koşular için diğeri de gündelik işler için olmak üzere iki tür at yetiştirilirdi. At yarışları haricinde deve, eşek hatta insan yarışları da yapılırdı. At yarışları için ticaret kervanlarının konakladıkları geniş bir alan kullanılırdı. Ok atma, savaşa hazırlık, yüzme, koşu, ağırlık kaldırmak, çeşitli harp oyunları oynamak ve seyretmek, güreşmek de diğer sportif eğlencelerdi. Bunların haricinde satranç ve tavla gibi evlerde yahut arkadaş meclislerinde oynanan oyunlar da vardı. Törenler Arap yarımadasında gerek İslâmiyet öncesi gerekse sonrası dönemlerde toplumsal hayatı etkileyen yahut fertler üzerinde önemi olan bazı olaylar için törenler düzenlenmişir. İslâmiyet öncesi dönemde Dârü’n-Nedve bu törenlerin ana merkezini oluşturuyordu. Düğün ve evlenme kararları burada alınır, merasimler yine bu mekânda gerçekleştirilirdi. Aynı şekilde, sünnet törenleri de burada yapılırdı. Sünnet, İslâm öncesi dönemden itibaren uygulanan bir gelenekti. Bu merasimler de yine, diğer pek çok örneği gibi Dârü’n-Nedve’de gerçekleştirilirdi. İslâm toplumunda çocuğun doğumundan büyümesine kadar geçen sürede gerçekleştirilen bazı âyinlerin mevcudiyeti bilinmektedir. Çocuk doğduğu zaman kulağına babası veya ailenin en büyüğü tarafından ezan okunurdu. Yeni doğan bebeğe daha annesini emmeden ağızda çiğnenmiş hurma eziği yahut bal yedirilirdi. Daha sonra ad koyma merasimi gerçekleştirilirdi. Çocuk bir haalık olduğu zaman kız veya oğlan olduğuna bakılmaksızın saçı tıraş edilirdi. Bu tören sırasında koyun kurban edilir, bir kısmı yenir bir kısmı da yoksullara dağıtılırdı. Yine, bebeğin ilk tıraşta Cahiliye döneminde Arap yarımadasında düğün, sünnet törenleri gibi toplumsal merasimlerin ve toplantıların yapıldığı yer. 166 İslam Tarihi ve Medeniyeti II kesilen saçının ağırlığınca gümüş para yoksullara dağıtılırdı. Hz. Peygamber’in ilk eşi Hz. Hatice kız çocukları için bir, erkek çocukları için ise iki koyun kurban etmişti. Çocuklarla ilgili olarak yapılan bir diğer tören, kökleri İslâmiyet öncesi döneme kadar uzanan sünnettir. Hz. Peygamber sonrası dönemde çocuğun eğitime başladığı ilk gün ve ilk Ramazan orucunu tuttuğu günlerde de törenler düzenlenirdi. Sünnet düğünleri oldukça görkemli olurdu. Bu geleneği yerine getirmek için kadın ve erkek sünnetçiler olurdu. Sünnet düğünlerinde eğlenceler düzenlenir, hayvanlar kesilir, davetliler için müzikli eğlenceler tertip edilirdi. Sünnetler zaman zaman devlet yöneticileri tarafından toplu olarak gerçekleştirilirdi. Hanedan üyelerinin sünnet törenleri çok görkemli olurdu. Abbasî halifesi Mu’tezz’in sünnet düğünü için 86 milyon dirhem tahsis edilmesi bu görkemin muhtevası hakkında önemli bir ipucudur. Yetim çocuklar devlet desteğiyle sünnet ettirilirdi. Mesela, Fatımîler’den İsmail b. Kaim, Kayrevan ve diğer şehirlerdeki emir ve komutanların çocuklarıyla birlikte köle, asker ve fakirlerin çocuklarını da sünnet ettirmiş, onlara çok sayıda hediyeler vermişti. İslâm toplumunda çocukla ile ilgili yapılan törenler için Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi (çev.: Salih Tuğ, 2. Cilt, 5. Baskı, İstanbul: İrfan Yayıncılık, 1993) isimli kitabına bakabilirsiniz. Düğünler de yine en önemli törenler arasındaydı. Düğün öcesinde evler dayanıp döşenirdi. Nikah vesilesiyle tertiplenen düğünlerde şarkı söyleyen kadınlar, def ve davul gibi musiki aletlerini çalan müzisyenler bulunurdu. Hz. Peygamber devrinden itibaren bilhassa düğünlerde def çalma geleneği yaygın olup bu uygulama Hulefâ-i Râşidîn döneminde de devam etmişti. Düğünün olduğu akşam meşale alayları düzenlenirdi. Düğün günü gelin süslenir, sürme veya allıklarla yüzüne makyaj yapılır, saçları güzel bir şekilde taranıp şekillendirilir, güzel kokular sürülürdü. Daha sonra kızın evine gidilerek nikah kıyılırdı. Nikahın ilanından sonra gelin ve damadın başından kuru hurmalar ve diğer bazı yiyecekler saçılırdı. Nikah merasimine çağırılanlara düğün yemeği ikram edilirdi. Nikahları kıyıldıktan sonra evine giden gelin ve damadın başına ailenin en yaşlısı tarafından az bir miktar su serpilirdi. Bundan maksat Allah’ın onları her türlü kötülüklerden muhafaza etmesiydi. Düğünlerde duvak açma geleneği vardı. Damat gelinin duvağını açmadan önce ona yüz görümlüğü verirdi. Ertesi gün damat, arkadaşlarını, akrabalarını ve yoksulları davet ederek “velime” denilen bir ziyafet verirdi. Hz. Peygamber devrinde nikâh kıyma işlemi nasıl gerçekleştirilirdi, kısaca açıklayınız? Düzenlenen törenler içerisinde belki de en acısı ölüm ve defin törenleriydi. Ölüm döşeğindeki kimseye Allah’ın bir ve Hz. Peygamber’in onun elçisi olduğu sürekli olarak tekrar ettirilirdi. Savaşta şehid olanlar elbise ve bedenleri yıkanmadan defnedilirdi. Sıradan bir kimse öldüğünde ise yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürdü. Ölüler yüzleri kıbleye dönecek şekilde defnedilirlerdi. Cenaze evine komşuları üç gün süreyle yemek getirirlerdi. Mezarlıklar yılın belli günlerinde ziyaret edilirdi. Mesela, Hz. Peygamber her sene Şaban ayının 15. Günü kabirleri ziyaret ederdi. Arap toplumunda damadın düğünün ertesi günü verdiği yemek. 4 8. Ünite - Sosyal Hayat 167 Bayramlar İslâm toplumunda birisi Ramazan bayramı diğeri de Kurban bayramı olmak üzere iki tane bayram vardı. Bu bayramlarda ahali topluca bayram namazı kılar, namaz sonrasında birbirleriyle bayramlaşırlardı. Bu uygulama Hicri 3. Yıldan (625) itibaren başlamıştı. Oruç tutulan Ramazan ayı boyunca toplumda bir sevinç ve huzur hakim olurdu. Halifeler müminlere görkemli iar yemekleri verirler, fakirleri giydirirlerdi. Mesela, Emevîler’den Hişam b. Abdülmelik’in Irak valisi Yusuf b. Ömer günde 500 sofra kurduruyordu. İar sofralarında çeşit çeşit yemekler olurdu. Gündüzleri oruçlu olan ahali, akşamları teravih namazı kılardı. Sokaklarda dolaşan tellallar halkı kötü işleri terketmeye ve iyi işler yapmaya çağırırlardı. Başta yoksullar olmak üzere evlerinde yiyeceği olmayanlara yemek gönderilirdi. Kökeni Hz. İbrahim’a kadar dayandırılan Kurban Bayramı ise İslâmiyet sonrasında ilk defa Beni Kaynuka Yahudileri ile yapılan mücadele sonrasında bir koyunun kurban edilmesiyle başlamıştı. Bu tarihten itibaren, Kurban Bayramı Müslüman toplumun en fazla rağbet edilen bayramlarından birisi olup, coşkuyla kutlandı. Kurban edilecek koyunlar yaklaşık sekiz ay öncesinden seçilir ve özel olarak beslenirdi. Abbasîler döneminde kurbanlık koyunlar Basra’da onar dirheme satılırdı. Halifenin gösterişli sofrası, Kahire’de muazzam bir halk yığını arasında ana cadde boyunca taşınırdı. Bu sofranın üzerinde değişik şekillerde yapılmış şekerler olurdu. 1024 yılındaki törende sofranın üzerine şekerden yapılmış yedi büyük köşk, 1047 yılındakinde ise bir portakal ağacı yapılmıştı. Saraylarda simit şeklinde şekerler yapılır, bayram günü halk bu şekerleri yağmalardı. Bayram namazları, her iki dinî bayramın vazgeçilmez unsuruydu. Hz. Peygamber devrinde bayram namazı geniş bir arazide, Musallâ denilen bir yerde kılınırdı. Onun kıldırdığı namazlara Medine dışındaki kabilelerden ve değişik bölgelerden çok sayıda Müslümanlar, hatta kadınlar ve genç kızlar da katılırdı. Bu uygulama sonraki devirlerde şehrin en büyük camisinde namaz kılınması suretiyle icra edildi. Namaz sonrasında halkın her kesiminin katıldığı eğlence ve sevinç gösterileri başlardı. Bu gösteriler katılanların zevkine göre değişiklik arz edebilirdi. Bağdat ve Şam’da yapılan bayram kutlamaları çok canlı olurdu. Halifenin sarayı süslenir, nehirler süslenmiş kayıklarla dolar, kıyılarda kandiller yakılırdı. Bayram geceleri çeşitli şehirlerde fener alayları düzenlenirdi. Bayramlarda temiz elbiseler giyilir, köle azad edilirdi. Dinî nitelik taşıyan bu iki bayramın haricinde Müslümanlar için cuma günleri de bayram kabul edilirdi. Bunların haricinde, daha sonraki devirlerde farklı bazı bayramlar da ihdas edilmiştir. Mesela, Hz. Peygamber’in doğum gecesine rastlayan mevlit gecesinde büyük şenlikler yapılır, dualar edilir, salavatlar getirilirdi. Mevlit’in ilk defa 1233 yılında Erbil emiri Ebu Sa’id Muzaerüddin tarafından kutlandığı rivayet edilmektedir. Kadir gecesi, Mir’ac gecesi, Berat gecesi büyük bir coşkuyla kutlanırdı. Bilhassa Abbasîler devrinden itibaren mevalinin bayramları da İslâm toplumu içerisinde önemli bir yer tutmaya başladı. İran takvimine göre yılbaşı kabul edilen Nevruz bayramı bunlardan birisiydi. Bu bayramda çeşitli yemekler pişirilir, şeker dağıtılır, hediyeler verilirdi. Yine Mihrican da İran’da kutlanan bir bayramdı. İslâm coğrafyasında yaşayan gayrimüslimlerin bayramları da bir hayli coşkulu geçerdi. Bilhassa paskalya için günler öncesinden hazırlıklar yapılırdı. Paskalyanın öncesindeki perşembe günü yas yemeği olan mercimek yenirdi. Abbasîler devrinde Bağdat’taki paskalya törenlerine Müslümanlarla Hıristiyanlar birlikte giderlerdi. Bu günlerde sokaklarda renk renk yumurtalar satılırdı. Yine Hz. İsa’nın doğum günü de Hz. Peygamber ve İslâmın ilk döneminde bayram namazlarının topluca kılındığı geniş alan. 168 İslam Tarihi ve Medeniyeti II büyük bir katılımla kutlanırdı. Bu tören farklı bölgelerde farklı şekillerde kutlanırdı. Mesela Mısır’daki Fâtımî halifesi milad günü memurlarına tatlı, gülsuyu ve balık ikram ederdi. Yine, Fısıh bayramı Hıristiyanların en önemli dinî bayramlarından birisiydi. Mısır’da yaşayan ve Hıristiyan olan Kıptîlerin pek çok bayramı vardı. Bu bölgedeki bayramlara halifeler ve Mısır’da görev yapan yöneticiler de katılırlardı. Hıristiyanlar nezdinde önemli bir yere sahip olan Üç Kral Yortusu (İdu’l-Ğitâs) Nil nehrinin kenarında kutlanırdı. Hıristiyanlar alacakaranlıkta yüksek sesle ilahiler söyleyerek, ellerinde haç ve yanan mumlar olduğu halde nehrin kenarına giderlerdi. Bu tören oldukça coşkulu geçerdi. 941 yılında düzenlenen bir bayrama İhşid hükümdarı Muhammed b. Tuğc da katılmıştı. O, Nil adasında yer alan el-Muhtare adındaki evinden töreni izlemiş, su kenarına aydınlatma amacıyla bin adet ateş mangalı koymuştu. Bu bayrama Müslüman-Hıristiyan karışık yaklaşık yüz bin kişi katılmıştı. Yahudilerin en görkemli bayramlarından birisi yılbaşını simgeleyen Roş-ha-Şanah bayramı idi. Bu bayram Müslümanların Kurban Bayramı ile eşdeğer kabul edilebilir. Sumayra Bayramı, Mizalle Bayramı Yahudilerin kutladığı diğer bayramlardır. SOSYAL ZÜMRELER Meslek Grupları Halkın geçimini sağladığı meslekler yaşanılan bölgeye, mensup olunan dine, toplumsal statüye göre değişiklik arz ederdi. Büyük bir kısmı çöllerle kaplı olan Arap yarımadasında şehirlerdeki halkın yaygın mesleği ticaretti. Mekke ahalisinin önemli bir kısmı geçimini ticaretle sağlardı. Hz. Peygamber, risâlet öncesinde ticaretle uğraşmıştı. Bunların dışında derici, bezci, kasap, kuyumcu, kitapçı, ayakkabıcı, oyuncakçı, inşaat ustası, eczacı, attâr vs. çok sayıda meslek grubu mevcuttu. Arap coğrafyasında en fazla bulunan meyve olan hurma önemli bir geçim kaynağıydı. Hurma satıcılığı Hz. Peygamber devrinden itibaren önemli bir meslek kolu haline gelmişti. Bunlar bazen pazarlarda, bazen de sokakları dolaşarak hurma satarlardı. Resim 8.2 Abbasîler devrinde gündelik yaşam, kılık-kıyafet örneklerinden bir kesit Kaynak: http:// sara.theellisschool. org/worldciv/ museum2008/ merediths/index. html 8. Ünite - Sosyal Hayat 169 Kırsal kesimde yaşayan halk gününün tamamını çalışarak geçirirdi. Köylerde ailenin geçimi daha ziyade, çiçilik ve hayvancılık, çölde ise yine çobanlık, hayvan besiciliği ve avcılık yapılarak sağlanırdı. At, koyun ve deve en sık yetiştirilen hayvanlardı. Hayvanlardan süt alınır, tarlalarda arpa, buğday, darı vs. yetiştirilirdi. Tarım daha ziyade kara sabanla yapılırdı. Çiçilerin tarlayı sürme ve ziraat işlerinde danışacakları yaşlı, deneyimli ve bilgili reisleri olurdu. Ekili araziyi hayvanlardan veya çeşitli zararlardan korumak için natûr denilen bir meslek erbabı daha mevcuttu. Kadınlar İslâm toplumunda kadın hür olanlar ve cariyeler olmak üzere ikiye ayrılıyordu. İslâm bir eşitlik dini olarak kadınlara da belirli haklar getirmiş, toplumda söz sahibi olmalarına destek vermiştir. Hür bir kadın aile kurumunun temelini oluşturan iki unsurdan birisiydi ve kocasıyla eşit haklara sahipti. Mirasta kendisine hak verilmek zorundaydı. Kadınlar, hukuki çerçeve içerisinde nikah, hibe, emanet verme, vekalet, şirket, dava, ikrar, sulh ve vasiyet gibi sosyal ve ekonomik haklar bakımından da erkeklerle eşit konumdaydılar. Bunları gerçekleştirirken kocalarının iznini almak zorunda değillerdi. Yine, çarşı-pazar alışverişleri için sokağa çıkabilirler, camilerde cemaatle namaz kılabilirler, dost ve arkadaşlarını ziyaret edebilirlerdi. Kadınların birbirlerinin evlerinde yaptıkları sohbetli toplantılar oldukça yaygındı. Bu toplantılarda Kur’an-ı Kerim ve güzel şiirler okunur, hoş hikayeler anlatılırdı. Hz. Peygamber’in eşleri zaman zaman kendi arkadaşlarını evlerine davet ederler ve onlarla görüşürlerdi. İslâmiyet kadını her bakımdan koruma altına almış, onu erkekle eşit şartlar dahilinde sosyal hayatın içerisine dahil etmişti. Cahiliye döneminde Arap toplumunda yaygın olan erkeğin karısını dövmesi hadisesi Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştı. Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde kadınların haklarının korunmasını vasiyet etmişti. Kadınların eğitim ve öğretimine son derece önem verilmişti. Hz. Peygamber devrinde en önemli eğitim kurumlarından birisi olan sue’de kadınlar için de bir yer tahsis edilmişti. Hz. Peygamber kendi hanımlarına Kur’an okuyup ilim öğrenmelerini emretmişti. Asr-ı Saadet döneminde Hz. Peygamber’in hanımları ve kızları tabii olarak toplum nezdinde son derece büyük itibara sahiptiler. Bu hanımlar hanım sahabelere dersler verirler, güncel olaylarla ilgili fikirlerini açık bir şekilde beyan ederlerdi. Diğer hür kadınlar da aynı şekilde siyasi ve kültürel pek çok olaya dahil olurlardı. Mesela, Aişe bint Talha ve Hz. Hüseyin’in kızı Sukeyne müzik ile ilgilenirler, dönemin müzisyenlerini evlerine davet ederek onları dinlerlerdi. Çocuklar Çocuk denildiği zaman istisnasız hemen her dönemde soyun devam etmesi ve ailenin varlığını sürdürmesi akla gelir. Bu nedenle çocuk evliliklerde en büyük sevinç kaynağı olarak kabul edilir. Hangi düzeydeki ailede olursa olsun çocuk ailenin vazgeçilmez unsurudur. Bilhassa iktidar ailesinde erkek çocuk hanedanın ve dolayısıyla saltanatın sürmesi için çok önemli kabul edilirdi. Çocuk aynı zamanda İslâm toplumunda masumiyetin ve günahsızlığın sembolü olarak kabul edilirdi. Çocuk doğduğu zaman ona ailesi tarafından bir isim verilirdi. Bu isim bazen bir kabile adı, babasının künyesi, taş, bitki, hayvan ve renk isimleri de olabilirdi. Çocuğun doğumu çok büyük ve önemli bir olay kabul edilirdi. Yeni doğan çocuğun kulağına babası veya ailenin en büyük ferdi tarafından ezan okunurdu. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu döneme verilen ad. 170 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Çocuk bir toplumun, medeniyetin, ülkenin, ırkın, fikrî yapısının geleceğinin teminatı olarak da ön plana çıkartılmaktaydı. Bu amaçla çocuğun eğitimine ayrı bir önem verilirdi. Hükümdar ailelerinin çocukları özel bir eğitime tabi tutulurken, diğer ailelerin çocukları camilerde veya küttablarda eğitilirlerdi. Eğitimde cinsiyet ayrımı yapılmazdı. Hem kız çocuklarının hem de erkek çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi tavsiye edilirdi. Bu durum İslâmiyet’in, toplumu kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü Cahiliyye zihniyetinden kurtarıp getirdiği noktayı görmek açısından hayli önemlidir. İslâmiyet, kız çocuklarını toplum içerisinde hak ettikleri konuma oturtmuş, geleceğin anneleri olarak en iyi şekilde yetiştirilmelerini sağlamıştır. Çocuklar, Hz. Peygamber devrinden itibaren daha küçük yaşta iken bir nevi ilkokul denilebilecek küttablara gönderilirlerdi. Küttablardan mezun olan çocuklar eğitimlerini camilerde sürdürürlerdi. Hulefâ-i Râşidîn devrinde de benimsenen bu sistem Emevîler döneminde değişti. Bu dönemde halkın çocukları küttablarda ve camilerde eğitim görürken, halifelerin ve yüksek devlet görevlilerinin çocukları ise saraylarda eğitim görmeye başladılar. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı toplumun en önemli dinamikleri arasında kabul eden İslâm toplumunda şehitlerin ve kimsesizlerin çocuklarına ayrıca bir önem verilirdi. Bu çocukların eğitimi ve bakımını devlet üstlenirdi. Mesela, Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik (705-715) kimsesiz ve fakir çocukların iyi bir şekilde yetişmelerini sağlamak için onları devlet himayesi altına almıştı. Köle ve Cariyeler İslâm öncesi dönemde Arap toplumunda kölelik son derece yaygındı. Cahiliye döneminde köleler, savaşlarda esir edilmek veya Habeşistan, İran, Bizans gibi Arabistan’a komşu ülkelerden satın alınmak suretiyle temin edilirdi. Köleler her türlü işlerde çalıştırılır, çok kötü muamelelere maruz bırakılırlardı. Sahibinin kölesini öldürmesi bile herhangi bir cezayı gerektirmezdi. İslâmiyet ise Allah’a iman eden herkesi eşit kabul ettiği için zengin ile fakir, yönetici ile halk, göçebe ile yerleşik, şehirli ile köylü, siyah ile beyaz ırk arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. Bu nedenle, İslâm öncesi dönemin aksine kölelik hayli azalmış, Hz. Peygamber kölelerin azad edilmesini tavsiye etmişti. Bu tavsiye uyarınca ilk sahabeler kölelere çok iyi muamele etmişlerdi. Köleler bu dönemde, İslâmiyet’in getirdiği eşitlik sayesinde yüksek makam ve mevkiler elde edebildiler. Mesela, Zeyd b. Harise on sekiz yaşında olduğu halde ordu komutanlığına getirilmişti. Bununla birlikte kölelik kesin bir hükümle yasaklanmadığı için İslâmiyet sonrasında da kölelerin mevcudiyetinden söz edilebilir. Ancak bunlar genellikle savaşlarda ele geçirilen esirlerdi. Kölelik, kölenin Müslüman olmasıyla sona ererdi. Savaşlarda ele geçirilen kölelere de kötü muamele edilmesi yasaklanmıştı. Sahibi köleye iyi davranmak, haklarına riayet etmek zorundaydı. Fetihlerdeki artış, savaşlarda çok sayıda kölenin ele geçirilmesi sonucunu da beraberinde getirdi. Bu rakam Emevîler dönemine gelindiğinde yüzbinleri aşmıştı. Bu esirlerin pek çoğu belli şartlar dahilinde serbest bırakılırlardı. Savaş esirlerinin haricinde, zaman zaman hediye olarak yahut köle pazarından satın alınmak suretiyle de köle temin edilirdi. Köle ve cariyelerin belirli usûller çerçevesinde satıldığı pazarlar vardı. Bir köle ya da cariyenin sahibi onları isterse bir başkasına satabilirdi. O dönemin uygulamasına göre köle ve cariyeler efendisinin malı olarak kabul edildiklerinden alınıp satılmalarında da bir mahsur görülmüyordu. Gerek köleler, gerekse cariyeler toplumun en alt tabakasında yer alırlardı. Köleler ev işlerinde, gündelik işlerde, alışverişte, tarla işlerinde, hayvanının yedeklenmesinde sahiplerine yardımcı olurlardı. İslâmın ilk döneminde çocuklara okuma yazma öğretildiği bir çeşit ilkokul. 8. Ünite - Sosyal Hayat 171 İslâm toplumunda kölelerin yaptığı işler ve uğraştıkları meslek dalları hakkında kısaca bilgi veriniz? Müslüman Arap toplumunda cariyelik de oldukça yaygındı. Cariyeler de tıpkı köleler gibi savaş yahut satın alınmak suretiyle elde edilirdi. Cariyelerin fiyatlarında dönemden döneme değişiklikler olurdu. Bu fiyatın belirlenmesinde cariyenin güzelliği, el becerisi, sanatı, fiziki özellikleri gibi faktörler etkili olurdu. Bu yüzden sahipleri iyi gelir elde edebilmek için cariyeleri çok küçük yaşlarından itibaren belirli alanlarda eğitirlerdi. Onlara şiir, görgü kuralları, güzel konuşma, efendilerine hizmet gibi konularda dersler verilirdi. Saraylarda şarkı söyleme geleneği oldukça yaygın olduğu için şarkıcı olarak yetiştirilen cariyeler iyi bir gelir kaynağıydı. Harun Reşid zamanında Bağdat’ta meşhur bir şarkıcının sanatını öğrettiği seksen cariyesi vardı. Sesi çok güzel olan cariyelere “kıyan” denilirdi. Beytü’l-Kıyan adı verilen eğlence mekânlarında çok sayıda cariye şarkı söylerdi. Şarkı, dans, aşk şiirleri gibi konularda oldukça başarılı olan cariyeler yeme içme işlerinde de sahiplerine hizmet ederlerdi. Şarkı söyleyip raks eden cariyeler bilhassa Emevî ve Abbasî saraylarındaki eğlence alemlerinin vazgeçilmez aktörleriydi. Halifenin sarayında çok sayıda cariye bulunur, bunlar eğlence meclislerinde halifelerin yanlarından ayrılmazlardı. Bazı halifelerin cariyelerinin isimleri dönemin tarih kitaplarına kadar geçmiştir. Mesela, Yezid b. Abdülmelik’in cariyesi Habbâbe bunlardan birisidir. Cariyeler Emevîler devrinde musikinin gelişmesinde önemli paya sahip olmuşlardı. Aynı şekilde Harun Reşid dönemindeki cariyeler de bazı masallara konu olacak kadar meşhurdu. Şarkı söyleyenlerin haricinde sırf güzellikleri veya çocuk doğurmaları için alınan cariyeler de vardı. Bunların haricinde cariyeler genellikle ev işlerinde de kullanılırlardı. Bilhassa zengin aileler evlerinde mutlaka cariye bulundururlardı. Yemek işlerinde maharetli olan, kuyu veya sarnıçlardan su taşıyan, çarşı-pazar işlerinde yardımcı olan cariyeler ev hanımları tarafından sıklıkla tercih edilirdi. Cariyelerin yaşam şartları efendilerinin gelir durumuna göre değişirdi. Elinden pek iş gelmeyenler ve güzel olmayanlar oldukça zor şartlar altında yaşarlardı. Çok güzel olup iyi şarkı söyleyen bazı cariyeler ise hayatlarının en azından belirli dönemlerini refah içerisinde geçirirlerdi. Ancak onların rahat yaşantısı, zevk ve eğlence düşkünlükleri, efendilerini yoldan çıkarmaları gibi hususlar toplum nezdinde pek hoş karşılanmazdı. SOSYAL YARDIM MÜESSESELERİ İslâm dini sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya oldukça önem vermiş, insanların birbirlerine yardımda bulunmaları, aç kalanlara, yolda kalanlara, kimsesizlere yardım edilmesi, toplum içerisinde huzurun ve refahın sağlanması yolunda faaliyetlerde bulunulması Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde değişik vesilelerle tavsiye edilmiştir. Durumu iyi olan Müslümanların daha kötü olanlara yardım etmesi uygulaması Hulefâ-i Râşidîn, Emevîler ve Abbasîler devrinde de benimsenmiş bir uygulamadır. Yardımseverlik bazen bizzat halifeler tarafından emirnâmeler gönderilmek suretiyle de teşvik edilmiştir. Emevîlerin adaleti ile tanınan halifelerinden Ömer b. Abdülaziz valilerine gönderdiği bir genelgesinde misafirlerin konaklayacağı, hayvanlarını bağlayabilecekleri, yolda kalmış insanların barınıp yol sorabileceği hanlar ve misafirhaneler yaptırmalarını emretmiş, burada kalacak olanlara iki gün konaklama izni vermelerini, yola çıktıklarında ise ellerine harçlık verilmesini tavsiye etmişti. 5 172 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Erzak Dağıtım Merkezi (Dârü’r-Rızk) Hz. Ömer devrinden itibaren her ay, kadın-erkek, hür-köle ayrımı yapılmaksızın herkese erzak dağıtımı uygulaması başlatılmıştı. Halifenin emri uyarınca fetih gelirlerinden devlete ait beşte bir payın içinde yer alan yiyecek ve giyecekler başkent Medine’de toplanıyordu. Sürekli olarak gelen bu yiyeceklerin toplandığı bu merkeze Dârü’r-Rızk adı verildi. Hz. Ömer’in kurumlaştırdığı bu müessese kısa bir süre içinde Basra, Kûfe, Fustat ve Vâsıt gibi şehirlerde de faaliyet göstermeye başladı. Dârü’r-Rızk, Ramazan ayı boyunca ve bayramlarda halkın yiyecek ve giyecek ihtiyacının karşılandığı bir yerdi. Zamanla bu mekânlar ticari gelir elde edilmek amacıyla pazara dönüştürülerek aslî fonksiyonlarını kaybetmişlerdir. Aşevleri (Dârü’t-Taâm) Yoksulların ve kimsesizlerin yemek ihtiyacının giderildiği mekânlara erken dönemlerden itibaren rastlamak mümkündür. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik fakir fukaranın yiyip içmesi, gündelik yemek ihtiyaçlarını karşılaması için Dârü’tTaam adını verdiği aşevlerini inşa etmiştir. Aynı şekilde onun halefi Ömer b. Abdülaziz de benzer bir kurum tesis ederek burada fakirlerin ve yolcuların yemek ihtiyaçlarını karşılamıştı. Vakıf Kurumu Bu tür yardım kuruluşlarının varlıklarını sürdürebilmesi için vakıf kurumu tesis edilmişti. Herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım etmeyi gaye edinen vakıf müessesi İslâm tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından tesis edilmişti. O, kendisine ait Semg hurmalığını vakfetmiş, Allah yolunda savaşan mücahidler, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler bu vakıan yararlanmışlardı. Hayır ve yardım kurumlarının git gide artmasıyla birlikte, daha sonraki dönemlerde de çok sayıda vakıf tahsis edildi. Abbasîler döneminde vakıarın sayısı bir hayli artınca vakıarı devlet adına düzenleyen bir birim oluşturuldu. Vakıf, insanların ihtiyaç duydukları her alanda yapılabiliyordu. Bu bazen bir arazi, hayır işlerinde kullanılmak için bir bina, okul, hurmalık, çeşme olabildiği gibi bazen de bir kitap da olabilirdi. Vakıf kurmaktaki asıl gaye topluma ve insanlara faydalı olabilmek ve bu sayede Allah’ın rızasını kazanmaktı. Vakıf şartları bir vakfiye ile belirlenirdi. 8. Ünite - Sosyal Hayat 173 Özet İslâmiyet’in ilk yüzyılında toplumsal yapıyı kavrayabilecek, Bu dönemde İslâm toplumu Müslümanlar ve gayrimüslimlerden meydana geliyordu. Müslüman toplum ise kendi içinde şehirliler ve bedeviler olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. Müslüman ahali Araplar, İranlılar, Türkler, Berberiler gibi milletlerden oluşmakta olup, Arap olmayan Müslümanlara mevali adı verilmişti. Emevîler devrinde benimsenen Arap ırkçılığı yüzünden geri planda kalan mevali, Abbasîlerin İslâm devletinin başına geçmesinden sonra, devlet bürokrasinin değişik kademelerinde görev yapmaya başlamıştı. İslâm coğrafyasında çok sayıda gayrimüslim de yaşamaktaydı. Hıristiyan, Yahudi, Mazdeist ve Mecusi inancına mensup bu milletler kendi ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebiliyorlardı. Bunların can ve mal güvenlikleri devlet tarafından güvence altına alınmıştı. Gayrimüslimler cizye adı verilen baş vergisi ödemekle yükümlüydüler. Giyim-Kuşam ve Beslenme kültürünü açıklayabilecek, Giyim-kuşam ve beslenme kültürü bölgeden bölgeye, dönemden döneme ve toplumsal statüye göre değişiklik arz ederdi. Hz. Peygamber devrinde hem giyim kuşam hem de beslenme kültürü son derece sade iken, Emevîler devrinden itibaren oldukça lüks ve gösterişli giysiler kullanılmaya, çeşitli ve zengin sofralar kurulmaya başlanmıştır. Sofralarda çeşitli etli ve unlu yemekler, meyve ve sebzeler tüketilmiştir. Hurma, Arap toplumunda en yaygın olarak tüketilen meyve olmuştur. Giyim kuşamda ise insanlar toplumsan statülerine göre değişen elbiseler giyerlerdi. Kadın ve erkeklerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. Emevîler ve Abbasîler devrinde eğlence kültürünü tanımlayabilecek, Emevîler devrinde rakkaselerin oynadığı ve şarkıların söylendiği saray eğlenceleri ve güzel sesli şairlerin şiirlerini okudukları toplantılar oldukça popülerdi. Eğlence düzenlendiği zaman, şarkıcılar, şairler, sihirbazlar, soytarılar, mizahçılar, kadın ve erkek dansçılar hünerlerini sergilerlerdi. Halifenin huzurunda şarkılar söylenir, raks edilir, değişik enstrümanları çalanlar kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Bu meclislere katılanlar belirli bir hiyerarşik düzene göre otururlardı. Bilhassa Yezid b. Muaviye ile II. Velid dönemlerindeki eğlence meclisleri çok meşhurdu. Yezid içkiye son derece düşkün olduğu için, şarap arkadaşlarına eğlenceler sırasında bol bol hediyeler dağıtırdı. Müzikli eğlenceler sadece sarayda değil bazı önde gelen şahısların evlerinde de tertip edilirdi. İslâm toplumunda sosyal yardım kuruluşlarının önemini ifade edebilecek İslâm dini sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya oldukça önem vermiş, insanların birbirlerine yardımda bulunmaları, aç kalanlara, yolda kalanlara, kimsesizlere yardım edilmesi, toplum içerisinde huzurun ve refahın sağlanması yolunda faaliyetlerde bulunulması Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde değişik vesilelerle tavsiye edilmiştir. Durumu iyi olan Müslümanların daha kötü durumda olanlara yardım etmesi düşüncesi Hulefâ-i Râşidîn, Emevîler ve Abbasîler devrinde de benimsenmiş bir uygulamadır. Yardımseverlik bazen bizzat halifeler tarafından emirnâmeler gönderilmek suretiyle de teşvik edilmişti. Yardım amaçlı olarak misafir ağırlama evleri ile aşevleri kurulmuştur. 1 2 3 4 174 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmiyet döneminde kurulmuş şehirlerden biri değildir? a. Bağdat b. Fustat c. Vâsıt d. Sâmerra e. Mekke 2. Aşağıdakilerden hangisi Abbasî mutfağında tüketilen sebzelerden biri değildir? a. Domates b. Patlıcan c. Bakla d. Pırasa e. Soğan 3. Aşağıdakilerden hangisi mevaliyi oluşturan milletlerden biri değildir? a. İranlılar b. Araplar c. Türkler d. Habeşliler e. Rumlar 4. Emevîler devrinde İslâm ülkesindeki Yahudiler aşağıdaki mesleklerden hangisiyle uğraşmamışlardır? a. Boyacılık b. Dericilik c. Demircilik d. Kasaplık e. Hacamatçılık 5. Aşağıdakilerden hangisi gayrimüslimlerin ödediği vergiler konusunda düzenlemeler yapmıştır? a. Hz. Ali b. Hz. Ebubekir c. Hz. Hasan d. Hz. Ömer e. Hz. Osman 6. Fakirlerin yemek ihtiyacını karşılaması için kurulan yardım kurumu aşağıdakilerden hangisidir? a. Dârü’l-Hikme b. Dârü’l-Hadis c. Dârü’t-Taâm d. Dârü’l-Erkam e. Dârü’n-Nedve 7. İslâm toplumunda erkeğin nikah sırasında kadına ödemekle yükümlü olduğu para veya mala ne ad verilir? a. Yüz görümlüğü b. Mehir c. Velime d. Çeyiz e. Duvak 8. Abbasî halifesi Mutasım’ın Türkler için kurdurduğu şehir aşağıdakilerden hangisidir? a. Bağdat b. Kûfe c. Sâmerra d. Buhara e. Fustat 9. İran coğrafyasına mahsus olan bayram aşağıdakilerden hangisidir? a. Hamis b. Fısıh c. Paskalya d. Mihrican e. Roş-ha-Şanah 10. Yoksullara erzak dağıtmak amacıyla kurulan Dârü’r-Rızk aşağıdakilerden hangisi döneminde tesis edilmiştir? a. Hz. Ebubekir b. Hz. Ömer c. Hz. Osman d. Hz. Ali e. Muaviye 8. Ünite - Sosyal Hayat 175 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Emri altındaki tebaası karşısında herhangi bir hükümdarın sahip olduğu durumdan hiç mukayese götürmeyecek şekilde daha üstün bir seviyeye onu çıkaran Allah’ın elçisi sıfatıyla Hz. Muhammed (sas) siyasi başkan olarak eşitleri arasında birinciydi. Ne tantana ne de debdebeli törenlere tenezzül ederdi. Giydiği elbiseler, oturduğu ev, konuşma tarzı vs. bakımından diğer insanlardan farklı değildi. O devirde herkes birbiriyle senli benli konuşurdu. Savaş hali veya düşman saldırısı haricinde kapısında hiç bir zaman muhafız bulunmazdı. Bu durum hem Medine’deki evi, hem de savaş sırasındaki karargahı için geçerliydi. Halk yığınları arasına girip karışırdı. Halk arasındaki en mütevazı kimseler bile onunla görüşmek üzere kolaylıkla huzuruna çıkabilirlerdi. Şehrin cadde, mahalle ve çarşılarında sıradan bir vatandaş gibi dolaşırdı. Ziyaretçilerin gelişini haber vermekle görevli özel bir habercisi vardı. Evinde kendi elbisesini kendisi diker, bunların yamanmasını veya ayakkabılarının tamirini de bizzat kendisi yapardı. Kendisi geceleri giyilen ayrı bir elbiseye sahipti, gün boyu üzerinde taşıdığı elbiseleri yatmadan önce çıkarır, duvara asardı. Ev işlerinde hanımlarına yardımcı olur, mesela keçileri kendileri sağardı. Mescidde namazı kıldırmak için gün doğmadan kalkardı. Gün boyu dost ve komşularını, en mütevazıları da dahil olmak üzere, ziyaret eder, sıkıntılarını ve sevinçlerini paylaşırdı. Bu alışkanlığı gayrimüslimler için de geçerliydi. O’nun ağır hasta olan bir Yahudi çocuğunu ziyaret ettiği kaynaklarda zikredilmektedir. Herhangi bir cenaze gördüğünde ayağa kalkar, bu şekilde cenaze sahiplerinin de acılarını paylaşırdı. Yakın dostlarıyla zaman zaman gezintilere çıkardı. Bilhassa çocuklara şaka yapmayı çok severdi. Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev.: Salih Tuğ, 2. Cilt, 5. Baskı, İstanbul: İrfan Yayıncılık, 1993. 1. e Yanıtınız doğru değilse “Kent Hayatı” bölümünü yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse “Beslenme Kültürü” bölümünü yeniden okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse “Toplum Yapısı” bölümünü yeniden okuyunuz. 4. c Yanıtınız doğru değilse “Gayrimüslimler” bölümünü yeniden okuyunuz. 5. d Yanıtınız doğru değilse “Gayrimüslimler” bölümünü yeniden okuyunuz. 6. c Yanıtınız doğru değilse “Sosyal Yardım Kurumları” bölümünü yeniden okuyunuz. 7. b Yanıtınız doğru değilse “Aile” bölümünü yeniden okuyunuz. 8. c Yanıtınız doğru değilse “Toplumsal Yapı” bölümünü yeniden okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse “Eğlenceler, Törenler ve Bayramlar” bölümünü yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse “Sosyal Yardım Kurumları” bölümünü yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Müslümanlar eski tarım geleneklerini devam ettirmişlerdi. Bununla birlikte Batı’ya önceleri sadece Doğu’da bilinen değirmen ve şekerpancarı gibi ürünleri tanıtmışlardı. Asya’nın uzak yörelerinden o zamana kadar bilinmeyen portakal gibi bazı ürünleri getirmişler ve özellikle şeker, keten, pamuk gibi belli ürünlerde tarımı oldukça geliştirmişlerdi. Hemen hemen her yerde buğday insanlar için, arpa da hayvanlar için en temel gıdaydı. Bunlara ek olarak bahçelerde her türlü baklagil, kabakgil bitkisi ve baharat yetiştirilirdi. Vahalarda sebzelerin yanı sıra Akdeniz’in bütün meyveleri üretiliyor ve çölün kenarlarında fakirlerin başlıca gıdası olan hurma ağaçları bulunuyordu. Üzüm bağları yanında, Hıristiyanların yerleştikleri yörelerde şarap bulunurdu. Kıraç topraklarda dikilen zeytin ağaçlarından zeytinyağı elde edilirdi. Sıra Sizde 2 Ehl-i Beyt kelimesinin tanımı bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmıştır. O’na göre Hz. Peygamber’in kendisi, Hz. Ali, onun karısı ve Hz. Peygamber’in kızı olan Hz. Fatıma ve çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Ehli 176 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Beyt’i meydana getiriyorlardı. Sonraki dönemde Hz. Peygamber’in soyu bu iki torununun çocukları vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise seyyid deniliyordu. Bu aile mensupları siyasi mücadeleler yüzünden Emevîler devrinde büyük işkencelere ve yaptırımlara maruz bırakılmışlardır. Hz. Hasan, Muaviye döneminde zehirlerenerek, Hz. Hüseyin ise günümüzde bile ağıtlar yakılmaya devam edilen Kerbela hadisesinde şehit edilmişlerdir. Kerbela’da Hz. Peygamber’in amcası Ebu Talib’in soyundan yetmiş iki kişi öldürülmüş, bu saldırıdan, ağır hastalığı yüzünden savaşamadığı için, sadece Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin kurtulabilmiştir. Abbasî halifeleri, Emevîlerden iktidarı bir darbe ile ele geçirdikten sonra seyyid ve şeriere itibarlarını iade etmişler, hutbelerde Hz. Ali ve ailesine sövülme geleneğini yasaklamışlar ve bu ailenin mensuplarına oldukça iyi davranmışlardı. Hz. Peygamber’in soyuna mensup olan bu zümreye daha sonraki dönemlerde de büyük saygı gösterilmiş, devlet yöneticileri onlar için ödenek tahsis etmişler, çok önemli kararlarında zaman zaman onların da fikirlerine başvurmuşlardır. Sıra Sizde 3 Hz. Ömer gayrimüslimlerle yapılan anlaşmalara gerekli hassasiyetin gösterilmesini sağlamıştır. Bundan son derece memnun olan Suriye bölgesindeki Cürcüme, Sâmiriler, Dülûk ve Ra’bân kabileleri casuslar vasıtasıyla Bizansın durumunu öğrenip Müslümanlara haber vermiş, buna karşılık kendilerinden cizye alınmamıştır. Bu zümrelerin çocuklarının her türlü tehlikeye karşı korunması, öldürülmemeleri, sürülmemeleri ve esir edilmemeleri devlet tarafından garanti altına alınmış, devlet aynı garantiyi onların malları için de vermiştir. Hz. Ömer gayrimüslimlerin uyacağı bazı esasları da belirlemiştir. O, gayrimüslimlerin bellerine zünnar takmaları, başlarına çizgili kalansüve giymeleri gibi kıyafetle ilgili bazı hususları da emretmiştir. Bundaki maksadı ülkedeki gayrimüslimleri Müslümanlardan ayırmaktır. Sıra Sizde 4 Mahallenin ileri gelenlerinden birisi (bu bazen bizzat Hz. Peygamber de olabilirdi) kısa bir hutbede bulunur, bu hutbesinde Allah’a hamd ettikten sonra, her iki eşin birbirlerine karşı vazifelerinden ve sahip oldukları haklardan bahseder, aralarında asla zorluk veya sertlik çıkmaması ve evlilik sırasında doğacak çocuklarla ilgili tavsiyelerde bulunurdu. Bundan sonra evliler tebrik edilirdi. Bu nikah merasimlerinde gelinin kendisi bizzat bulunmaz, onun nikah hususundaki rızası genellikle yakın bir akrabası olan şahit vasıtasıyla alınırdı. Bu sırada evliliklerle ilgili şartlar ve ödenecek mehir de görüşülürdü. Evlenmek için gerekli şartlar karşılıklı olarak sağlanmışsa, nikahı kıyan kimse akdin tamam olduğunu belirterek nikahı ilan ederdi. Sıra Sizde 5 Köleler en kötü ve ağır işlerde çalıştırılırdı. Arazi sahipleri tarlalarında kölelerden faydalanırlardı. Emevîler devrinde bazı bataklıkların kurutulmasında, sulama kanalları açılmasında, Fırat ve Dicle nehirlerindeki suyolu taşımacılığında kölelerden istifade edilmişti. Yine, şehir temizliğinde, yolların yapımı, tamiri ve temizliğinde, kanal ve kanalizasyon kazılmasında da köleler çalıştırılırdı. Köleler bu işlerin haricinde, aristokrat Arap toplumunun hor gördüğü bazı meslekleri de icra ederlerdi. Emevîler döneminde, köleler sayesinde Kûfe, Basra, Vâsıt gibi yeni kurulan ve her geçen gün biraz daha gelişen şehirlerde değişik meslek dalları ortaya çıkmıştı. Kunduracılık, terzilik, marangozluk, dokumacılık, mücevher yapımcılığı, demircilik, dericilik, kap kacak yapımcılığı şarap üreticiliği gibi bu meslekler, efendilerinin onayı ile köleler tarafından icra edilirdi. Bazı köleler ise çobanlık yaparlardı. Yine, köleler ev işlerinde de sahiplerinin en büyük yardımcılarıydılar. Bu köleler daha ziyade hadımlardan seçilirdi. 8. Ünite - Sosyal Hayat 177 Yararlanılan Kaynaklar Altınay, R. (2006). Emevîlerde Gündelik Yaşam, Ankara. Cahen, C. (1989). “Ekonomi, Toplum ve Müessese - ler”, Cambridge İslâm Tarihi Kültür ve Mede - niyeti, ed.: P.M. Holt-K.S. Lambton-B. Lewis, 4. Cilt, İstanbul. Can, Y. (1995). İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara. Durî, A. A. (1991). İlk Dönem İslâm Tarihi, çev.: Hay - rettin Yücesoy, İstanbul Durî, A. A. (1991). İslâm İktisat Tarihine Giriş, çev.: Sabri Orman, İstanbul Fayda, M. (1989). Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müs - limler, 2. Baskı, İstanbul. Hamidullah, M. (1993), İslâm Peygamberi, çev.: Salih Tuğ, 2. Cilt, 5. Baskı, İstanbul. Hasan, H. İ. (1985). Siyasî-Dinî-Sosyal-Kültürel İslâm Tarihi, C. I-II, terc.: İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, İstanbul. Küçükaşcı, M. (2009). “Tarihi Süreçte Seyyid ve Şerif Kavramlarının Kullanımı” Osmanlı Araştırmala - rı, sayı: 33, İstanbul. Mez, A. (2000). Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti: İslâm’ın Rönesansı, çev.: Salih Şaban, İstanbul. Muhammed b. el-Kerim (2009). Kitâbü’t-Tabih: Abbasî Bağdatından Yemekler, Tatlılar, Çeşniler, çev.: Nazlı Pişkin, İstanbul. Sarıçam, İ-S. Erşahin. (2008). İslâm Medeniyeti Tari - hi, Ankara. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Abbasîler”, “Aile”, “Cizye”, “Emevîler”, “Fâtımîler”, “Ömer”, “Şehir” maddeleri. 9 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Peygamber dönemindeki eğitim ve öğretim anlayışını kavrayabilecek, Küttâbların, camilerin, mescidlerin ve sarayların eğitimin gelişmesindeki fonksiyonlarını açıklayabilecek, Kütüphanelerin ve sahâarın İslâm kültürünün gelişmesindeki önemini ifade edebilecek, Beytü’l-Hikme’nin İslâm kültür ve medeniyetinin gelişimine katkısını tanımlayabileceksiniz Anahtar Kavramlar • Küttâb • Camiler, Mescidler ve Suffe • İlim Meclisleri • Beytü’l-Hikme İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Eğitim Kurumları • İSLÂM ve EĞİTİM • KÜTTÂBLAR • MESCİT ve CAMİLER • EVLER • SARAYLAR • BEYTÜ’L-HİKME • DİĞER EĞİTİM KURUMLARI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II İSLÂM VE EĞİTİM İslâmiyet, Hz. Peygamber’e risâletinin tebliğinden itibaren eğitim ve öğretime değer veren, bu yöndeki faaliyetleri ön planda tutan bir dindir. Öyle ki, bu dinin Peygamberi olan Hz. Muhammed’e inen ilk ayetlerde “okumak” emredilmiştir. Bu emir, kutsal kitabın daha pek çok ayetinde de tekrarlanmış, öğrenmenin gerekliliği vurgulanmıştır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”, “ Ve şöyle de: Ey Rabbim! ilmimi arttır”, “O halde, siz bilmiyorsanız aranızdaki bilenlere sorunuz” gibi ayetler bunlardan bazılarıdır. Bu dinin tebliğcisi sıfatıyla Hz. Peygamber de daha başından itibaren, ağırlıklı olarak kutsal kitabın dili olan alfabenin yazılması ve okunması, dinin temel gereklerinin öğrenilmesi gibi konuları ön plana almak kaydıyla eğitim ve öğretim faaliyetlerini desteklemiş, ümmetine bu konuda gayret göstermelerini tavsiye ettiği gibi bizzat kendisi de bu yolda büyük çabalar sarfetmiştir. Hz. Peygamber, bir hadis-i şerifinde Allah’ın yarattığı ilk şeyin kalem olduğunu ifade etmiştir. Gerek Kur’an’da yer alan hükümler ve gerekse Hz. Peygamber’in eğitim ve öğretime özel bir önem vermiş olması, hatta onun insanlara İslâm’ı öğretmek için bir muallim/öğretmen olarak gönderildiğinin ifade edilmesi İslâm toplumunda eğitim ve öğretime olan ilgi ve merakın artmasına zemin hazırlamıştır. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn döneminde eğitim ve öğretimde ilk sırayı tabii olarak yeni tebliğ edilen dinin kural ve kaidelerinin anlatıldığı, nispeten daha basit düzeydeki dersler almıştır. Hz. Peygamber döneminde, genel olarak küttâb adı verilen ilk öğretim seviyesindeki kurumlarda, mescidlerde, bazı şahısların evlerinde gerçekleştirilen eğitim faaliyetleri bilhassa Hz. Ömer döneminden itibaren sayıları hızla artan camiler içerisinde bu işe tahsis edilmiş mekânlarda, yine evler ve küttâblarda, çarşı ve pazarlarda sürdürülmüş, İslâm devletinde hilafetin saltanat haline dönüştüğü Emevîler ve Abbasîler döneminde sınırların hayli genişlemesiyle birlikte çok büyük gelişme ve boyut kazanmış, başlangıçta sadece İslâmi ilimler ve yazı sahasında eğitim verilirken bu dönemlerden itibaren değişik dallarda eğitim ve öğretim faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Eğitim Kurumları 180 İslam Tarihi ve Medeniyeti II KÜTTÂBLAR İslâmiyet öncesi dönemden itibaren okuma yazma eğitiminin verildiği, bir çeşit sıbyan mektebi niteliği taşıyan kurumlara küttâb adı verilmiştir. Bu dönemde, Arabistan yarımadasının değişik bölgelerinde küttâbların mevcudiyetine rastlanmakla birlikte, Mekke’de var olup olmadıkları konusunda kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu durum, Mekke’de okuma yazma bilen kimsenin olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Kaynaklardaki ifadeler, İslâmiyet öncesi dönemde de Süfyan b. Ümeyye b. Abduşems, Bişr b. Abdülmelik es-Sekunî, Amr b. Zürare b. Ades b. Zeyd ve Ebu Kays b. Abdumenaf b. Zühre b. Kilâb gibi bazı şahsiyetlerin okuma-yazma bildiklerini ve öğrettiklerini kaydetmektedirler. Aynı şekilde, Mekke’de sadece yazı bilen on yedi kişinin varlığından söz edilmesi, panayırlarda şiir yarışmaları düzenlenmesi, İncil’i okuyabilen kimselerin mevcudiyeti bölgede eğitim ve öğretimin pek ihmal edilmediğini ve Arap yarımadasının önemli bir kısmında eğitim kurumlarının mevcut olduğunu gösterir. İslâmiyet öncesi devirde sadece Arabistan yarımadasında değil, Sâsânî etkisinin yoğun şekilde hissedildiği Hire’de de oldukça fazla sayıda küttâb bulunuyordu. Bu küttâblardan mezun olanlar Sâsânî sarayında katip olarak görev yapıyorlardı. İslâmiyet’in ortaya çıktığı dönemde Arap toplumunda eğitim ve öğretim hakkında bilgi veriniz? Küttâblar, küçük çocuklara eğitim veren kurumlar olarak mevcudiyetlerini İslâmiyet döneminde de sürdürmüşlerdir. Hz. Peygamber zamanında, Mekke’de herhangi bir küttâbın varlığına rastlanmamakla beraber, Medine’de altı tane mecvut olduğu tespit edilmiştir. Bunlar, Küttâbü’l-Urve, Küttâb-ı Benî Amr b. Osman, Küttâb-ı İshak el-A’rec, Küttâbü’n-Nasr, Küttâb-ı İbn Zeyân ve Küttâb-ı Rezin’dir. Bu küttâblar, bilhassa sue’nin toplumun ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmesiyle birlikte Müslüman çocuklarının eğitiminde daha da etkin bir rol üstlenmişlerdir. Bu dönemde, daha ziyade küçük çocuklara eğitim verilmesi hasebiyle, bir nevi mahalle mektebi vazifesi gören küttâblarda hür çocukların yanı sıra köleler, cariyeler ve köle çocukları da eğitim görmekteydi. Bu uygulama İslâmiyet’le birlikte toplumda ayrımcılığa son veren, insanlara eşitlik ve özgürlük getiren anlayışın diğer konularda olduğu gibi eğitim sahasında da uygulandığının açık bir göstergesidir. Zira, İslâmiyet öncesi dönemde, müşriklerin kendi çocuklarına farklı, kölelerin çocukların farklı eğitim verdikleri bilinmektedir. Hazreti Peygamber döneminde ve sonrasında okuma yazma faaliyetlerinin önemli bir bölümü Medine’deki bu küttâblarda gerçekleştiriliyordu. Dönemin eğitimcileri hem mescidlerde hem de küttâblarda eğitim veriyorlardı. Mesela, meşhur hadis râvisi Cabir b. Abdullah, bir yandan Mescid-i Nebevi’de ders verirken diğer taraan Küttâb-ı Rezin’de de hadis rivayet ediyordu. Hz. Peygamber dönemindeki küttâblar sadece Medine’dekilerle sınırlı kalmamıştı. O’nun talimatıyla müfettiş tayin edilen Muaz b. Cebel Yemen taraarında köy köy gezerek küttâblar kurmuştu. Ayrıca, Kayrevan’da bir küttâb vardı. Çocukların eğitimi konusunda Hz. Peygamber’in başlatmış olduğu faaliyetler Hulefâ-i Râşidîn döneminde de devam etti. Bu süreçte, hangi dine mensup olduğuna bakılmaksızın okuma yazma bilen herkesten eğitim-öğretim konusunda istifade ediliyordu. 1 Hz. Peygamber devrinde Medine’de bulunan ve ilköğretim çağındaki çocuklara eğitim veren altı küttâbdan birisidir. Bu küttâb sahabenin defnedildiği Cennetü’lBâkî mezarlığının hemen yanında olup, Hz. Peygamber döneminde oldukça faaldi. Küttâbın sahibi Osman b. Maz’un Medine’de vefat eden ilk muhacirdi. 9. Ünite -Eğitim Kurumları 181 Arap yarımadasının en eğitimli kesimi kabul edilen Hireliler eğitmenlerin başında geliyorlardı. Hireli Müslümanlardan bazıları Hz. Ömer döneminde Medine’deki Müslüman çocuklarına dersler vermişlerdi. Çocukların eğitimi konusuna büyük önem veren Halife küttâblarda ders veren hocaları devlet memuru olarak kabul etmiş, bu hizmetlerinin karşılığı olarak da aylık on beş dirhem maaş tahsis etmişti. Küttâblar küçük çocuklara eğitim veren kurumlar olarak fonksiyonlarını Emevîler ve Abbasîler döneminde de sürdürmüşlerdir. Emevîler Devleti’nin kurucusu olan Muaviye b. Ebu Sufyan’ın eğitim ve öğretim faaliyetlerine verdiği destek dönemin kaynaklarına da yansımıştır. Onun halifeliği zamanında, emsar adı verilen büyük yerleşim yerlerinin hemen her mahallesinde bir küttâb bulunuyordu. Bunlar bulundukları yerin nüfusuna göre büyük yahut küçük olabiliyorlardı. Dolayısıyla, bazı küttâblarda çok az sayıda öğrenci varken, ed-Dahhâk b. Müzahim’in küttâbında olduğu gibi, bazılarında ise bu rakam üç bin civarına ulaşabiliyordu. Kûfe’de Ebû Kâsım el-Belhî (ö. 105/723) tarafından kurulan küttâbda da yaklaşık üç yüz öğrenci eğitim görüyordu. Bunların haricinde Emevîler ve Abbasîler dönemlerinde küttâblarda ders veren diğer bazı öğretmenlerin isimleri de bilinmektedir. Bu şahsiyetlerden birisi, aynı zamanda Mescid-i Haram’da da ders verdiği bilinen Ata b. Rebah (ö. 114/737) idi. Bu şahıs mescide yakın küttâbda çocukları eğitiyordu. Yine, Emevîlerin son ve Abbasîlerin ilk dönemine rastlayan dönemde bir küttâb kurduğu bilinen Alkame b. Ebi’l-Alkame de bu şahıslardan birisiydi. Hazreti Aişe’nin kölelerinden birisi olan ve Abbasî halifesi Mansur devrinde (754-775) vefat eden Alkame küttâbında Arapça, nahiv ve aruz dersleri vermekteydi. Emevîler döneminde küttâbların sayısında artış gözlenmekle birlikte, bu kurumlara Hulefâ-i Râşidîn döneminin aksine devlet tarafından destek verilmediği görülür. Bu nedenle, iktidarın karışmadığı bu süreçte küttâbların, faaliyetlerini öğrenci velilerinin desteğiyle sürdürdükleri, öğretmenlerden bazılarının herhangi bir ücret almaksızın ders verdikleri, bazılarının ise yine velilerden ücret aldıkları anlaşılmaktadır. Küttâblarda Verilen Eğitimin Niteliği Bir medeniyetin geleceğinin temeli olarak kabul edilen çocukların eğitimi konusu, onlara verilecek eğitimin niteliği göz önünde bulundurulduğunda ayrı bir önem kazanmaktadır. Dolayısıyla yeni bir dinin tebliğcisi olarak Hz. Peygamber’in ve onun takipçisi olan halifelerinin hedeeri arasında bu yeni dinin esaslarının çocuklara en iyi şekilde öğretilmesi önemli bir yer tutmuştur. Bu durum, İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren küttâblarda verilen eğitim faaliyetinin müfredatının da belirlenmesinde etkili olmuştur. Hatta, Hz. Ömer, İslâm dininin esaslarının öğretildiği temel kurumlar haline gelen bu kuruma çok önem vermiş ve bizzat kendisi çocukların eğitim ve öğretimi için tespit edilen bir program kaleme almıştı. Dolayısıyla küttâblarda ağırlıklı olarak Kur’an’ın esas alındığı bir program çerçevesinde eğitim verilmiştir. Çocuklara, Kur’an alfabesinin okunmasını ve yazılmasını öğretmek başlıca hedeerdendi. Talebeler yazı eğitimi sırasında yazacakları parçaları da yine Kur’an’dan seçiyorlardı. Bu sayede sürekli Kur’an ile meşgul oluyorlar, onu en iyi şekilde öğreniyorlardı. Küttâblarda genellikle erkek öğrenciler yer almakla beraber, zaman zaman kız öğrenciler de eğitim görürdü. Yine nadiren de olsa gayrimüslim çocuklarının da küttâba geldiği olurdu. Belirli bir yaş sınırlaması olmadığı için küttâb içerisinde yaş gruplarına göre sınıara ayrılarak ders görürlerdi. Eğitim sabahtan akşama kadar devam eder, Ramazan ayında ve bayramlarda tatil olurdu. Küttâbda eğitim gören 182 İslam Tarihi ve Medeniyeti II her bir öğrencinin kendisine ait bir levhası bulunurdu. Öğrenci sabah okula gittiğinde levhasını da yanında götürür, o gün gördüğü dersi bu levhaya yazardı. Eğitimlerini tamamlayıp, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek küttâbdan mezun olan çocukları tebrik etmek için bölgesine göre niteliği ve uygulamaları değişen törenler düzenlenirdi. Küttâblarda Kur’an’a dayalı okuma ve yazma eğitiminin dışında gündelik hayatı pratik hale getirecek bazı alanlarda da eğitim verilirdi. Basit hesap işlemleri, şiir, edebiyat vs verilen derslerden bazılarıydı. Hz. Ömer eyalet yöneticilerine göndermiş olduğu bir genelgede çocuklara yazı ve biniciliğin yanı sıra, yüzme ve halk arasında yaygın olan darbımesellerin öğretilmesini de istemişti. Zamanla, İslâm devletinin sınırlarının genişlemesiyle birlikte, diğer uygarlıkların dilleri, yani Farsça, Urduca, Türkçe gibi diller de müfredata dahil edilmişti. Eğitim genellikle telkin yoluyla gerçekleştirilirdi. Küttâblarda zaman zaman bir eğitim unsuru olarak cezaya başvurulduğu da olurdu. Falaka disiplinin sağlanması için gerekli araçlardan birisi olarak kabul edilirdi. Nitekim meşhur islam filozofu İbn Sina, falakayı öğrenci yetiştirme sanatının en kıymetli yardımcılarından birisi olarak nitelemişti. Bu şekilde küttâblarda eğitim ve öğrenimlerinin ilk saasını tamamlayan çocuklar biraz büyüdükten sonra eğitimlerine genellikle küttâblarının hemen yakınında yer alan cami veya mescidlerde devam ederlerdi. Emevîler döneminden itibaren devlet yöneticilerinin veya vezirlerin çocukları ise daha ziyade saraylarda özel hocalar tarafından eğitilmişlerdir. İlerleyen dönemde, medreselerin kurulmasından sonra, küttâblarda başarılı olan çocuklar doğrudan medreseye de devam edebilmişlerdir. MESCİT VE CAMİLER Cami ve mescitler İslâmiyet’in ilk devirlerinden günümüze kadar uzanan süreç boyunca, İslâm toplumunun en önemli eğitim kurumları olarak faaliyet göstermişlerdir. İslâmiyet’in eğitim ve öğretime verdiği önem bu din mensuplarının başlıca ibadet mekânları olan bu yapıların da birer eğitim merkezi olması sonucunu beraberinde getirmiştir. Mescit ile cami arasındaki terminoloji farkının temelinde ise, ilkinin daha ziyade gündelik ibadetlerin gerçekleştirmek amacıyla kullanılması, caminin ise Cuma Namazı kılınmak amacıyla içinde bir minberin yer aldığı ve kitleleri bir araya getirme amacının güdüldüğü bir yapı olması yatar. Bununla birlikte, ister mescit olsun, ister cami olsun, her ikisi de İslâm kültürünün topluma aktarılmasında ve eğitim öğretim faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinde önemli roller oynamışlardır. Yukarıda da belirtildiği üzere, küttâblarda eğitim gören çocukların bir sonraki eğitim merkezi mescit ve camilerdi. Yine, okuma-yazma, İslâmi ilimler yahut İslâm dini hakkında bilgi edinmek isteyen yetişkin insanlar da mescit ve camilerde eğitim görebilirlerdi. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Dönemi Hz. Peygamber Mekke’de büyük zorluklarla karşılaşmış, İslâmiyet’i kabul edenlerin yeni dinin gereklerini öğrenme ve ibadetlerini yerine getirme konusunda büyük sıkıntılar çekmeleri üzerine Hicret kaçınılmaz olmuştur. Hicret her bakımdan büyük kolaylıklar sağlamış, sıkıntı ve işkencelerden kurtulan müslümanlar eğitim ve öğretim faaliyetlerini daha rahat sürdürebilmişlerdir. Hicretin hemen sonrasında, Yeni İslâm devletinin başkenti olan Medine’de Hz. Peygamber’in gündelik hayatını ve faaliyetlerini sürdürebileceği bir mescit inşa edildi. Mescid-i Nebevi adı verilen bu yapı üç bölüme ayrılarak, birinci bölümü Hz. 9. Ünite -Eğitim Kurumları 183 Peygamber’in ailesine, ikinci bölümü ibadet, üçüncü bölümü de eğitim ve öğretim faaliyetlerine tahsis edildi. Sue Mescid-i Nebevi içerisinde eğitim ve öğretim faaliyetleri için ayrılan kısıma suffe adı verildi. Sue daha sonraki dönemlerde İslâm dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olarak kabul edilmiştir. Mescid-i Nebevi’nin yapıldığı dönemde, Medine’de evleri yahut kalacak yakınları olmayan sahabelerin barınabilmeleri amacıyla da kullanılan sue, kısa süre sonra bu sahabelerin eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir yer haline geldi. Suede kalanlar genellikle yoksul ve kimsesiz bekâr sahabeler olup, bunların geçimini bizzat Hz. Peygamber veya zengin sahabeler üstlenirdi. İçlerinde gücü kuvveti yerinde olanlar gündüzleri mescide su taşıyarak veya dağdan getirdikleri odunları satarak ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır, geceleri de Kur’an tilaveti yahut ilimle meşgul olurlardı. Suenin eğitim işleriyle bizzat Hz. Peygamber meşgul olur, burada kalan sahabeler vakitlerinin tamamını kendisini dinleyip, ondan İslâm’ın esaslarını öğrenerek geçirirlerdi. Sahabeler karşılaştıkları problemleri doğrudan Hz. Peygamber’e danışarak çözebiliyorlardı. Sue’de okuma-yazma, Kur’an ilimleri, akaid ve kıraat gibi konular öğretilirdi. Hz. Peygamber ashâb-ı sue adı da verilen bu sahabelerin eğitimi için kendilerinin dışında bazı hocalar da görevlendirilmişti. Ubâde b. Sâmit yazı yazmayı ve Kur’an okumayı öğretiyordu. Abdullah b. Sa’id b. As hikmet öğretmeniydi. Muallim Mirdas ve Cübeyr ibn Hayyât es-Sakafi de suedeki diğer öğretmenlerdi. Bizzat Hz. Peygamber tarafından dersler verilmesi, İslâm dininin esaslarının en yetkili ağızdan duyulması arzusu zamanla suede kalan öğrencilerin sayısında ciddi bir artış meydana getirdi. Bu artış, sueyi ikametgâh haline getiren kimsesiz ve yoksul sahabelerin haricinde Medine’den yahut şehir dışından gelerek burada kalan yabancılarla alakalıydı. Suede kaç öğrencinin eğitim gördüğünü tespit etmek zordur. Zira kimi öğrencilerin geceleri kalmayıp sadece gündüzleri ders gördükleri bilinmektedir. Bununla birlikte, bu rakamın zaman zaman yüz kişinin üzerine çıktığı rivayet edilmektedir. Sue’de kalan öğrencilere, genellikle Kur’an tedris ettikleri için kurra denilmekteydi. Kur’an-ı Kerim dersleri, ibadetler yerine getirilirken kullanılmak üzere bazı surelerin ezberlenmesi ve bu surelerin belirli ve ahenkli seslerle okunup tilâvet edilmesi şeklindeydi. Yine, Kur’an-ı Kerim’de yer alan hukuk kuralları ve ahlak esasları, gündelik hayatta tatbik edilecek buyrukların açıklanması da bu dersler içerisinde yapılıyordu. Hz. Peygamber döneminde eğitim ve öğretim faaliyetleri ile ilgili olarak M. Hamidullah’ın İslâm Peygamberi adlı kitabına bakabilirsiniz. Suede eğitim gören sahabeler dinledikleri hadisleri diğer Müslümanlara aktararak İslâm dininin gelişmesine büyük katkılar sağlıyorlardı. Burada öğrenim gören öğrenciler, eğitimlerini tamamladıktan sonra ihtiyaç duyulan bölgelere İslâm dinini öğretmek amacıyla gönderiliyorlardı. Bu şahsiyetler İslâmi ilimlerin gelişmesine büyük katkılar sağlamışlardı. Bilhassa başta Ebû Hureyre olmak üzere çok sayıda hadis ravisinin buradan yetişmiş olması bunun en önemli delilidir. Yine, İslâm hu- 184 İslam Tarihi ve Medeniyeti II kuku alanında önemli isimler olan Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ud gibi sahabeler ile Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-i Habeşî, büyük mutasavvıf Ebu Zerr, Selman-ı Fârisî ve Irak fatihi Sa’d b. Ebî Vakkas da sueden yetişen sahabelerden bazılarıydı. Sueden yetişen bazı sahabeler İslâm dünyasının düşünce tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olan tasavvuf akımının da ilk temellerini atmışlardı. Suede ağırlıklı olarak erkeklerin bulundukları bilinmekle beraber, kadınlar için tahsis edilmiş bir bölüm de bulunmaktaydı. Erkeklerin bulunduğu sueden ayrı olarak hazırlanan bu bölümde, sadece gündüzleri eğitim verilmekteydi. Kadınlar kendilerine tahsis edilen bu bölümü ibadet etmek veya Hz. Peygamber’i dinlemek için kullanıyorlardı. Hz. Peygamber haanın bir gününü kadınların eğitimine tahsis tahsis etmişti. O, suffede İslâm esaslarını anlatıyor veya sorulan soruları cevaplıyordu. Hz. Peygamber’in haricinde eşleri de suedeki kadınların eğitiminde aktif olarak görev almışlardı. Suenin, dolayısıyla Mescid-i Nebevi’nin bu fonksiyonu İslâm dünyasının değişik bölgelerinde inşa edilen camilerde de benzer bir işlevin gerçekleştirilmesi, camilerin birer eğitim ve öğretim merkezi olarak kullanılması geleneğini oluşturmuştur. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevi’nin haricinde sayıları dokuz ile otuz arasında değişen bazı mescidleri bu amaçla kullandığı ifade edilmektedir. Cuvasa’daki mescitte ve Medine’nin güneyindeki Kuba Mescidi’nde de eğitim için ayrılmış birer kısım bulunmaktaydı. Hz. Peygamber sık sık Kuba Mescidi’ndeki okula gidip eğitime nezaret ederdi. Bu okullarda görev yapan öğretmenlere Hz. Peygamber devrinde herhangi bir ücret ödendiğine dair kayıt yoktur. Hatta, burada görev yapan muallimlerin öğrenci velilerinin getirdiği hediyeleri bile kabul etmemeleri konusunda uyarıldıkları bilinmektedir. Elbette bu tarz bir yaklaşımın belirlenmesinde Hz. Peygamber’in eğitime ve okumaya verdiği önem etkili olmuştur. Bilindiği üzere, O, Bedir Savaşı’nda esir düşen müşriklere 4.000 dirhem bedel biçildiği halde onları serbest bırakmamış, içlerinde okuma-yazma bilenlerin Medineli on çocuğa okuma-yazma öğretmesi şartıyla salıverilmelerine müsade etmişti. Hz. Peygamber’in eğitim ve öğretim konusundaki hassasiyeti ve Medine, Mekke, Taif, San’a ve Bahreyn’de başlatmış olduğu eğitim faaliyetleri onun vefatından sonra yerine geçen halifeler tarafından da sürdürülmüştür. Bu dönemde Hz. Peygamber devrinde eğitim öğretim hizmeti veren camiler aynı fonksiyonlarını icra etmeyi sürdürmüştür. Hem Hz. Ömer hem de Hz. Osman devirlerinde Mescid-i Nebevi’de ders vermek üzere muallimler tayin edilmiştir. Mesela, Zeyd b. Sabit ve Süleyman b. Ebî Heyseme Hz. Osman döneminde burada görev yapan iki muaallimdir. Yine, Mescid-i Haram da bu dönemde ders verilen bir diğer okul olup, bilhassa Abdullah b. Abbas ve Ata b. Ebi Rebbah’ın ders halkaları oldukça meşhurdu. Bunların haricinde fetihlerin artmasıyla birlikte, ele geçirilen bölgelerde de çok sayıda cami ve mescit inşa edilmişti. Artık sınırları hızla genişleyen İslâm toplumunda, bu müesseseler sadece eğitim öğretim veren yerler olmakla kalmayıp, aynı zamanda dinin en iyi şekilde yayılması ve öğretilmesi için de başlıca merkezler haline geldiler. Hz. Ömer Basra, Kûfe, Suriye ve Mısır’a gönderdiği valilerine, gittikleri yerlerde mescitler kurmalarını da emretmiş; bu mescitleri hemen her yaştan insanın eğitim gördüğü birer okul haline getirmiştir. O, bu okullara görevliler tayin ederek, mescitlerde ikamet etmelerini ve halkı eğitmelerini istemişti. Hz. Ömer halkın eğitimi konusunda sadece görevli şahısların değil aynı zamanda ileri gelen devlet adamHz. Peygamber hicret esnasında henüz Medine’ye gelmeden Kuba denilen bölgede kendisi için bir mescit yapmışlardı. Kuba’ya geldiği zaman henüz tamamlanmamış olan bu mescide son tuğlayı Hz. Peygamber koymuştu. Bu mescid Müslümanların hür ve güvenli ortamda yaptıkları, herkese açık ilk mescid olma özelliğini taşımaktadır. Daha sonra önemli bir eğitim mekanı haline gelen bu mescitteki derslere zaman zaman Hz. Peygamber de nezaret etmiştir. 9. Ünite -Eğitim Kurumları 185 larının da gayret göstermesini istiyordu. Bu doğrultuda Selman-ı Farisi, Muhammed b. Mesleme, Huzayfe b. el-Yeman, Ebu Musa el-Eş’ari gibi isimler mescidlerde dersler vermişlerdi. Hulefâ-i Râşidîn devrinde inşa edilen camiler hakkında bilgi veriniz? Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bilhassa bazı mescitler eğitim ve öğretim konusunda oldukça ön plana çıkmışlardı. Vaktiyle Sa’d b. Ebi Vakkas tarafından kurulmuş olan Kûfe Mescidi bunlardan birisiydi. Hz. Ömer bu mescitte öğretmenlik yapması için Abdullah b. Mes’ud’u görevlendirmiş, o da geniş bir ders halkası oluşturarak çok sayıda talebe yetiştirmişti. Yine Hz. Ömer tarafından kurulan Şam Mescidi aynı dönemde inşa edilen Basra Cuma Camii de oldukça faal eğitim merkezleriydi. Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit ve Ebu’d-Derdâ’nın görev yaptığı Şam Mescidi’nde her bir öğretmen için onar kişilik ders halkaları oluşturulmuştu. Bu mescid kısa sürede dönemin en rağbet gören okullarından birisi haline geldi. Öyle ki, bu mescidde öğrenim gören öğrencilerin sayısı bir ara 1600 kişiye ulaşmıştı. İyaz b. Ganem (ö. 641) tarafından yaptırılan Basra Cuma Camii ise, inşa edildiği dönemden itibaren önemli bir eğitim merkezi haline gelmiş, Abdullah b. el-Muğael el-Muzeni (ö. 679) ve İmran b. Huseyn el-Huzai’nin de aralarında bulunduğu on ilim adamı ders vermeleri için halife tarafından görevlendirilmişlerdi. Hz. Ali ve oğlu Hz. Hasan dönemlerinde de oldukça faal olan bu camide, Abdullah b. Abbas’ın Kur’an okutup tefsir yaptığı büyük bir ders halkası vardı. Emevîler ve Abbasîler Dönemi Emevîler zamanında yapılan fetihlerle İslâm İmparatorluğu İspanya’dan Türkistan’a, Kaaslar’dan Afrika’ya, Yemen’e kadar uzanan geniş sınırlara kavuşmuştur. Yeni fethedilen yerlerde cami ve mescitler inşa edilmiş, eğitim ve öğretim faaliyetleri bütün hızıyla devam etmiştir. Bu dönemde Medine’deki Mescid-i Nebevi aynı şekilde aktif olmayı sürdürmüş, çok sayıda muallim ders vermeleri için burada görevlendirilmiş; yine büyük şehirlerde her biri önemli birer ilim ve irfan merkezi olan büyük camiler inşa edilmiştir. Emevî Devleti’nin başkenti Şam’daki Emevîyye Camii bu konuda en önde gelenlerden birisiydi. Hicri 83 yılında Velid b. Abdülmelik (705-715) tarafından Şam’da inşa ettirilen bu camide çok sayıda bilim adamı dersler veriyor, müderrisler için yeterli maaş ve yiyecek tahsis ediliyordu. Bu caminin batı tarafında Mağrib’li talebelerin toplanıp ders okudukları bir Maliki zaviyesi yer almaktaydı. Kûfe mescidi de bu devirde son derece faal olup, burada kıraat, hadis, siyer, megazi ve tefsir dersleri veriliyordu. Eş-Şa’bi (ö. 722) ve Ebu Abdurrahman esSülemî burada ders veren hocalardan ikisiydi. Sülemi’nin Kûfe Mescidi’nde kırk yıl boyunca ders verdiği, hatta yemeklerini bile burada yediği rivayet edilmektedir. Aynı şekilde Basra Cuma Camii de ilmi faaliyetlerin oldukça yoğun olduğu bir mekân olma vasfını sürdürüyordu. Hasan el-Basrî bu caminin Emevîler devrindeki en meşhur hocasıydı. Onun Mu’tezile mezhebinin kurucusu Vâsıl b. Ata (ö. 748) ile yaptığı kelami tartışmalar oldukça ilgi çekmişti. Şair Müslim b. Velid (ö. 823) de şiirlerini yazmak için bu camiyi tercih etmişti. Abbasî halifeleri her ne kadar asıl ilgilerini daha başından Beytü’l-Hikme’de yoğunlaştırmış olsalar da, camilerdeki ders halkaları da etkin vasfını devam ettirmişlerdir. Yukarıda sözü edilen camilerin yanı sıra, 970’te Cevher el-Sıkıllî tarafından inşa ettirildikten kısa bir süre sonra ilmi tedkik ve araştırmalara tahsis edilen Mı2 186 İslam Tarihi ve Medeniyeti II sır’daki el-Ezher Camii dönemin önde gelen ilim merkezlerinden birisi olmuştur. Abbasî dönemi Mısır’ında, İslâm dünyasının ilk üniversitelerinden birisi olarak kabul edilen bu camiden başka, altı tane daha büyük cami ve çok sayıda mescitte eğitim verilmekteydi. Halife Mansur’un kurduğu Bağdad şehri Abbasîler’in başkenti olmakla kalmayıp, kısa süre içerisinde İslâm dünyasının en önemli kültür merkezlerinden birisi haline de gelmişti. Bu şehirde yer alan ve Halifenin adını taşıyan el-Mansur Camii’nde dönemin önde gelen ilim adamları dersler veriyordu. Burada ders vermekten duydukları memnuniyetlerini değişik meclislerde dile getirdikleri bilinen bu ilim adamları arasında Hatib-i Bağdadi (ö. 1071), şair el-Atahiye ve el-Yakut adlı eserin yazarı Ebu Ömer ez-Zahid’in isimleri sayılabilir. Başlangıçta Abbasîler’in Mısır valisi iken 868 yılında bağımsızlığını ilan ederek Tulunoğulları Devleti’ni kuran Türk asıllı Ahmed b. Tolun’un kendi adıyla anılan camii de önemli bir eğitim merkeziydi. Burada tefsir, hadis, dört mezhebin fıkhı, ve kıraatın yanı sıra, tıp ve astronomi gibi derslerde veriliyordu. Camilerde Verilen Eğitimin Şekli ve Niteliği Hz. Peygamber döneminde mescit ve camilerde verilen eğitim daha ziyade İslâmiyet’in temel kaideleri, Kur’an, yazı yazma ve namaz vakitlerinin hesaplanması için gerekli basit matematiğin öğretilmesi şeklindeydi. Hicri ilk asırdan itibaren Arapça, fıkıh, hadis, kelam gibi alanlarda da eğitim verilmeye başlandı. Emevîler devrinde ise bu dini ilimlerin yanına şiir, edebiyat ve İslâm öncesi dönemde Araplar arasındaki mücadele ve savaşların anlatıldığı Eyyâmü’l-Arab dersleri de ilave edildi. Abbasîler devrinde zirveye ulaşan tercüme faaliyetlerinin bir kısmı yine camilerde yapılıyordu. Cami ve mescidlerde eğitim bir hocanın kurduğu ilim meclislerinin etrafında oluşan ders halkaları şeklinde verilirdi. Bu halkalar mekân olarak kullanılan caminin büyük ya da küçük oluşuna, yahut ders veren hoca sayısına göre azalıp çoğalabilirdi. Camilerdeki halkalarda başta fıkıh, hadis, kelam olmak üzere, felsefe, mateŞekil 9.1 Şam’daki Emevîyye Camii Kaynak: http:// blogs.bootsnall.com 9. Ünite -Eğitim Kurumları 187 matik, tıp kimya gibi farklı alanlarda da dersler verilirdi. Mescitlerde ise, genellikle imam tarafından İslâm akaidi hakkında yüzeysel bilgilerin verildiği tek bir halka oluşturulurdu. Bir mescidin camiye dönüştürülebilmesi için halifenin onayının alınması gerekiyordu. Mescitlerdeki ders halkalarına isteyen herkes katılabilirdi. Buna karşın camilerdeki eğitim daha sistemli ve profesyoneldi. Buradaki eğitim çoğu kez halifenin kontrolünde gerçekleştirilirdi. Mesela, Hz. Ömer, Cuma günü halka ders vermek amacıyla hocalar tayin etmiş ve bunlara maaş bağlamıştı. Ders halkaları İslâm toprakları içerisinde yer alan tüm camilerde mevcuttu. X. Asrın meşhur coğrafyacısı Makdisi doğup büyüdüğü yer olan Filistin ile Suriye’nin yanı sıra, Mısır ve İran’da da fakihlerin, muhaddis ve edebiyatçıların camilerde teşkil ettikleri halkaları bizzat gözlemlemişti. Dönemin önde gelen ilim adamları belirli meclislerde ders verir, hangi hocanın nerede ders verdiği talebeler tarafından bilinirdi. Öyle ki, bunu diğer şehirlerden gelen talebeler bile bilirdi. Mesela, Kûfe’li kıraat alimi Hamza ez-Zeyyât (ö. 773) Mescidu’s-Subey’de kıraat dersleri verir, onun derslerine katılmak isteyenler sadece bu mescitte toplanırlardı. Halkalar arasındaki geçiş son derece kolay olup, talebe bir halkadan diğerine geçebilirdi. Zaman zaman, aynı cami içerisinde farklı köşelerde bir kaç farklı dersin verildiği durumlara da rastlanabiliyordu. Derslerde zaman zaman tartışmalı konulara da yer verilirdi. Dersin süresi hocanın vaktine göre ayarlanırdı. Bazıları günün belirli vakitlerinde, bazıları ise sabah namazından yatsı namazına kadar ders verirlerdi. Kur’an ve hadis dışındaki dersler genellikle öğrencinin soru sorması ve hocanın da bu soruları cevaplaması şeklinde gerçekleştirilirdi. İlim meraklısı öğrenciler bazen şehir şehir dolaşmak suretiyle değişik hocaların halkalarına katılabilir ve kendilerini geliştirebilirlerdi. Şam ve Kahire camilerinde Bağdat’takilerden farklı olarak, dört mezhebin herhangi birisine göre fıkıh dersinin verildiği zaviyeler mevcut olup bunlara medrese adı verilirdi. Mesela, Şam’daki Emevîyye Camii’nde bu amaçla teşkil edilmiş sekiz zaviye vardı. Abbasîler devrinde, camilerdeki ders kürsülerine hoca tayin etmek amacıyla devlet tarafından görevlendirilmiş nakibu’n-nukaba yahut nakibü’lhaşimiyyin adı verilen bir görevli bulunmaktaydı. Endülüs Emevîleri hâkimiyet sahasındaki camiler ve mescitler, öğretmenlerin evleri ve devlet tarafından açılan yatılı mekteplerin dışında eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği yegane mekanlardı. Çocuklara, altı yaşından itibaren yedi yıl süreyle, Kur’an, ilmihal bilgileri, Arapça ve şiir öğretilirdi. Öğretmenlerin ücretleri devlet tarafından ödenir, ilk eğitimlerini tamamlayan öğrenciler şeyh denilen müderrislerin etrafındaki halkalara katılırlardı. EVLER İslâmiyet’in ilk devirlerinden itibaren eğitim ve öğretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir diğer mekân da evlerdi. Bilhassa, Müslümanların büyük zorluklar çektiği ilk yıllarda, dinin temel esaslarının öğretilmesi işi bazı şahısların evlerinde yapılan toplantılar sayesinde gerçekleştiriliyordu. Mesela, Dârü’l-Erkâm adıyla yaygın olarak bilinen Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi bu amaçla kullanılan bir mekândı. Mekkeli müşriklerin zulümleri yüzünden Müslümanlar Kâbe önünde ibadet edemez hale gelince, Erkam’ın evi Hz. Peygamber ve arkadaşları tarafından toplantı, ibadet ve yeni müslüman olanlara din esaslarını öğretmek amacıyla ders ve bilgi verilen merkez olarak seçilmişti. Dârü’l-Erkam’ın haricinde bizzat Hz. Peygamber’in evi de eğitim amaçlı olarak kullanılıyordu. Dârü’l-İslâm adıyla da bilinen bu evi, Mekkeli müşriklerin giderek artan zulümleri karşısında Hz. Peygamber ikametgah olarak seçmiş bir taraftan da ashâba İslâm dininin esaslarını öğretmiştir. Çok sayıda sahabenin bu evde Müslüman olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber’in burada oturması ilk Müslümanların İslâmiyeti kabullerinde bir esas teşkil etmiş, sahabelerin Müslüman oluşları, Resulullah’ın Dârü’lErkam’a girmesinden önce veya sonra şeklinde bir ayrıma tâbi tutulmuştur. 188 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Bu dönemde, Medine’deki bazı şahısların evleri yine aynı amaçla kullanıldığı bilinmektedir. Akabe biatından sonra Medine’ye gönderilen Mus’ab b. Umeyr, Es’ad b. Zürare’nin evinde Medineli müslümanlara İslâm’ın esaslarını öğretmiştir. Yine, Külsüm b. Hidm, Sa’d b. Heyseme ve Makreme b. Nevfel’in evleri de eğitim amaçlı olarak kullanılmıştır. Makreme b. Nevfel’in evinde Kur’an öğretildiği için burası Dârü’l-Kurra olarak anılıyordu. Alternatif eğitim mekânlarının hayli artmış olduğu Emevîler ve Abbasîler devirlerinde de yine bazı evler eğitim mekânı olarak kullanılmıştır. Evlerden bazıları yine bir nevi ilkokul vazifesi görürken bazılarında ise ilmi toplantılar düzenlenmiş, bilimsel konular tartışılmıştır. Kûfe kadısı Abdullah b. Şebrume’nin ve İbrahim en-Nehaî’nin evleri Emevîler devrinde bu toplantıların sıkça yapıldığı yerlerdi. Aristokrat ve kültürlü kimselerin evlerinde ilim meclisleri düzenleme geleneği Abbasîler döneminde de devam etti. Bu toplantılara Mecâlisü’l-Edeb adı veriliyordu. Çoğu kez sabaha kadar devam eden bu toplantılarda fıkhi ve edebi konular üzerinde tartışma ve münakaşalar yapılılırdı. Aynı şekilde Fâtımîler döneminde de eğitim toplantılarının düzenlendiği meşhur evler vardı. İsmailî fıkhı hakkında bir kitap yazdığı bilinen, Fâtımî halifesi elAziz Billah’ın veziri Yakub b. Killis (ö. 990), cuma günleri kendi kitabını ve diğer kitapları okutmak amacıyla evini talebelerin uğrak yeri haline getirmişti. SARAYLAR İslâm dünyasında, Emevîler devrinden itibaren inşa edilmeye başlanan saraylar, bilhassa halifelerin ve ileri gelen devlet adamlarının çocuklarının eğitildiği başlıca mekânlar olmuşlardır. Önceki dönemlerin aksine, halk ile aralarına ciddi mesafe koyan Emevî halifeleri çocuklarını küttâb veya mescidlere göndermek yerine, özel hocalar vasıtasıyla saraylarda eğitmeyi tercih ediyorlardı. Bu özel hocalara müeddib adı verilirdi. Tabii olarak, gelecekte devleti yönetmeye aday olan bir çocuğun eğitimi için gösterilen özen oldukça fazlaydı. Bu nedenle, öğrencilerle daha iyi iletişim kurabilmesi için saraylarda hocalar için de birer oda tahsis edilirdi. Saraylardaki bu özel eğitim için hatırı sayılır bir bütçe ayrılır, çocuklarının göreceği eğitimin müfredatı bizzat halifeler tarafından belirlenirdi. Dolayısıyla, müfredatı belirleyen halifenin ilgilendiği konular öne çıkardı. Tarihe ilgi duyan bir halife çocuğu için tarih, felsefeye ilgi duyan felsefe, edebiyat ve şiire ilgi duyan edebiyat, matematiğe ilgi duyan ise matematik hocası tahsis ederdi. Mesela, kendisi de aynı zamanda bir fakih olan Abdülmelik b. Mervan çocukları için Kûfe’nin ünlü fakihi eş-Şâbi’yi hoca tayin etmişti. Benzer şekilde Hişam b. Abdülmelik de oğluna Süleyman el-Kelbî’yi müeddib olarak atamıştı. Emevîler devrinde sarayda müeddib/özel öğretmen olarak çalışan isimler hakkında kısaca bilgi veriniz? Hişam b. Abdülmelik’in, çocuğu için belirlediği programının biraz daha detaylı bir örneğini Abbasî halifesi Harun Reşid de hazırlamıştı. Saraylardaki eğitim Fâtımîler döneminde daha da gelişmiş, Fâtımî halifeleri saraylarında seçkin ve yüksek mertebe sahibi kimselerin çocuklarının eğitim görmeleri için özel mektepler kurmuşlardır. Yine Endülüs Emevîleri döneminde de Elhamra Sarayı’nın içerisindeki bir bölüm medrese olarak faaliyet göstermiştir. 3 9. Ünite -Eğitim Kurumları 189 Saraylardaki İlmi Toplantılar ve Tartışma Meclisleri Saraylarda bizzat halifenin huzurunda gerçekleştirilen ilmi ve fikri tartışma toplantıları eğitim ve kültürün önemli bir parçasını teşkil ediyordu. Halifeler bu sohbet meclislerin düzenlenebilmesi için saraylarında özel mekânlar tahsis ettirmişlerdi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye b. Ebu Süfyan tarafından başlatılan bu gelenek, daha sonraki Emevî ve Abbasî halifeleri, devlet başkanları ve önde gelen siyaset adamları tarafından da benimsenmiştir. Muaviye, sarayında her akşam, konusu genellikle tarih olan ilmi münakaşalar yaptırırdı. Bu geleneği oğlu Yezid de devam ettirdi. Daha ziyade büyük şairler ve edebiyatçıların katılımıyla gerçekleştirildiği için “edebiyat sohbetleri” adını alan bu ilmi faaliyetlere Yezid sonrası dönemde de ara verilmeden devam edildi. Halife Hişam b. Abdülmelik (724-743)’in sarayında düzenlenen toplantılara Ferazdak (ö. 732), Cerir b. Atiyye (ö. 728), Ahtal (ö. 710) ve Halid b. Safvan (ö. 752) gibi dönemin büyük şair ve edebiyatçıları katılırdı. Emevîler’in uzantısı olarak kurulan Endülüs Emevîleri’nin önemli şehirlerinden Gırnata’da (Granada), 9. Asrın sonlarında inşa edilen Elhamra Sarayı da bu tür toplantılara ev sahipliği yapmıştı. Bu saray, içerisinde yer alan medresesi sayesinde İslâm kültürünün yayılmasında büyük pay sahibi olmuştu. Abbasîler devrinde, saraylarda düzenlenen ilim meclislerinin sayısında daha da büyük bir artış gözlenmiştir. Alimleri himaye konusunda İslâm tarihinin en mümtaz şahsiyetlerinden birisi olarak kabul edilen Harun Reşid’in düzenlediği meclislerde alimler, şairler, edibler, fakihler ve sanatkarlar arasında ilmi münazaralar yapılırdı. Saatlerce süren bu tartışmalara ülkenin her yanından farklı din ve milletlere mensup şair, edip, fakih, muhaddis, filozof, tabip, mantıkçı ve astronomlar katılırdı. Harun Reşid’in kendisi de iyi bir alim olan oğlu Memun ise sarayındaki sohbet meclislerine arkadaşlarının ve devlet adamlarının yanı sıra dönemin hemen her bölgeden gelen farklı inançlara mensup alim ve şairlerini de toplamıştı. Sarayındaki meclislerde Memun da bizzat aktif şekilde söz sahibi olur, münakaşalara katılırdı. Onun bu şekilde aktif olarak tartışmalara katılmasında Mutezile mezhebine mensup olmasının büyük payı vardı. Bu tartışma ortamı Memun’dan sonra Mütevekkil ve Vâsık dönemlerinde de devam etmiştir. Halife Vâsık döneminde edebiyat Şekil 9.2 Granada’da Elhamra Sarayı Kaynak: Haşim Şahin Arşivi VIII. Yüzyılın başlarında Vâsıl b. Atâ tarafından kurulmuştur. Bu mezhebin mensupları Emevîlerin baskıcı politikalarına karşı Ehl-i Beyt’i desteklemişlerdir. Abbasîler döneminde daha da gelişen ve kısa sürede Bağdat ve Basra gibi şehirlerde çok sayıda taraftar bulan Mu’tezile, İslâm dininin asli hükümlerinin temellendirilmesi, sistematik hale getirilmesi, izah ve ispat edilmesi, karşı fikirlerin cevaplandırılması gibi konularla meşgul olmuştur. Bu görüşlerini ispat amaçlı olarak felsefe ve tabii ilimlerle de ilgilenmişlerdir. 190 İslam Tarihi ve Medeniyeti II ve münazara meclislerinde bilhassa Muharık (ö. 842) ve Hüseyin b. ed-Dehhâk (ö. 866) arasındaki tartışmalar meşhurdur. Abbasîler devrinde, İran kültürünün de etkisiyle oldukça geniş bir sahaya yayılan bu sohbet meclisleri sadece halifelerin sarayları ile sınırlı kalmayıp, ileri gelen devlet adamlarının konaklarında da düzenlenmeye başlanmıştır. Çok sayıda ilim ve sanat erbabının rağbet gösterdiği bu toplantılar da oldukça hareketli geçerdi. İlmi münazara geleneği Abbasîler devrinde farklı bölgelerde kurulan Müslüman devletlerde de benimsenmiştir. Mısır’da kurulan Tolunoğulları Devleti’nin hükümdarları başından itibaren saraylarında ilim meclisleri düzenlemişlerdir. Aynı şekilde, İhşidiler Devleti’nde de emir ve vezirlerin sarayları ile ulemanın evlerinde dersler veriliyordu. Mısır’da kurulan bir diğer devlet olan Fâtımîler’in sarayları ilim meclisleri konusunda önceki ikisinden çok daha ileri düzeydeydi. Bunun nedeni, toplantıları tertipleyenlerin Beytü’l-Hikme’nin üstadları olmalarıydı. Bu toplantılarda mantıkçılar, fakihler, muhaddisler, matematikçiler ve tabibler her biri ayrı bir köşede toplanıyor, her bir şahsiyetin etrafında değişik toplantılar tertip ediliyordu. Gazneliler Devleti’nin büyük hükümdarı Sultan Mahmud’un bu tarz toplantılara çok önem verdiği, devrinin ünlü edebiyatçılarını ve âlimlerini tartışma yapmak üzere sarayına topladığı bilinmektedir. Tarihçi el-Utbî (ö. 1036), elBirunî (ö. 1048) ve İran’ın milli şairi olarak kabul edilen Firdevsi (ö. 1020) Sultan Mahmud’un sarayındaki toplantılara katılan alimlerden bazılarıydı. BEYTÜ’L-HİKME Bilgi ve hikmet evi anlamlarını taşıyan Beytü’l-Hikme, Abbasîler dönemine ait bir eğitim kurumu olup, 830 yılında, Halife Memun tarafından Bağdat’ta kurulmuştur. Beytü’l-Hikme, İslâm toplumunda bilhassa yüksek öğretim konusunda oldukça meşhurdur. Asıl faaliyeti tercüme sahasındadır. Fetihler sonucunda İslâm coğrafyasının sınırları bir hayli genişleyince, Hellenistik, İran, Hind ve diğer kültürlerle temas kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu bölgelerin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi, bilimsel faaliyetler bakımından son derece ileri olan eğitim kurumlarının da yeni hakimler tarafından kullanılması sonucunu beraberinde getirdi. Bu dönemde sadece Yukarı Mezopotamya’da bile Yunan ilminin öğretildiği elli civarında medrese bulunmaktaydı. Bunların başlıcaları İskenderiye, Antakya, Nusaybin, Ruha, Kınnesrin, Edessa, Cundişapur ve Harran medreseleriydi. Bu kültürlerin yazılı dilleri ise Pehlevice, Nebatice ve Sanskritçe idi. Ele geçirilen bu merkezler, değişik kültürleri tanımak isteyen halifelerin oldukça ilgisini çekmişti. Bu ilgi, söz konusu kültürlere ait eserlerin tercüme edilmesi zaruretini de beraberinde getirdi. Devlet adamlarının değişik kültürlere mensup bilim adamları tarafından yazılan felsefe ve tıp sahasındaki eserlere karşı duydukları ilgi Abbasîler öncesi döneme kadar uzanmaktadır. Muaviye’nin torunu Halid b. Yezid (ö. 704) tıp, astronomi, kimya ve felsefeye ilgi duymuş, İskenderiyeli alimler Staphon ve Marianos’u Şam’a getirterek, Aristo’nun eserleri başta olmak üzere Grekçe ve Kıptîce eserleri tercüme ettirmiş, aynı zamanda büyük bir de kütüphane kurmuştu. Bu şekilde Halid b. Yezid’in gayretleriyle başlayan çeviri hareketleri Mervan b. Hakem (684-685) ve Ömer b. Abdülaziz (717-720) dönemlerinde de devam etmiş; Abbasîlerin halifesi Mansur devrinde daha da hız kazanmıştır. Hadis, fıkıh, dil ve edebiyat, mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akli ve tecrübi ilimlere büyük ilgi duyan Mansur, Hintli, İranlı, Süryani, Ermeni, Nastûri vb değişik milletlere mensup çok sayıda ilim adamını sarayına getirtmiş, çok sayıda eseri Arapça’ya tercüme ettirmiştir. Halife Mansur döneminde Hintli bir seyyah tarafın- 9. Ünite -Eğitim Kurumları 191 dan getirilen iki eserin tercüme edilmesi sonucunda Hint rakamları İslâm kültür hayatına girmiş oldu. Abbasî halifesi Mansur devrinde hangi eserler, kimler tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir? Halife Mansur devrinde Ermeni Yahya b. Batrik, İranlı Abdullah b. Mukaa ve Hasan b. Sehl, Nesturi Buhtişular, Hindli Sindbad ve Rahhâk el-Hindî, ünlü gökbilimcisi Fazl b. Nevbaht, İbrahim el-Fezâri, Yahudi Maşallah ile Yahya b. Batrik’in oğlu İsa b. Yahya gibi bilim adamları da bulunuyordu. Halife, bu şahıslara Grekçe, Süryanice, Sanskritçe ve Farsça gibi dillerden tercüme ettirdiği çok sayıda eser için sarayında Hizânetü’l-Hikme adını verdiği bir bölüm tahsis ettirmişti. Halifenin bu şekilde unutulmaya yüz tutmuş ilimlere dair son derece az sayıdaki kitapları toplatıp tercüme ettirmesi, alimlere ve ediplere karşı cömert tavrı, tıp, astronomi, mantık ve matematik ile ilgili alanları teşvik etmesi neticesinde İslâm dünyasında büyük bir fikir hareketi başlamış oldu. Halife Mansur’un başlattığı bu kültür hareketliliği iç karışıklıklar yüzünden kendisinden sonraki halife Mehdi devrinde biraz yavaşladıysa da, Harun Reşid döneminde yeniden hız kazandı. Yine de, Mehdi’nin Urfalı Teophilos’a Homeros’un meşhur İlyada ve Odyssea adlı eserlerini Süryanice’den Arapça’ya tercüme ettirdiğini ve Musul yakınlarındaki bir manastırda bulunan Aristo’nun Topiques isimli eserinin bir nüshasını elde etmesi ve tercüme etmesi için Timothee katoliğine başvurduğunu da ifade etmek gerekir. Harun Reşid, önceki dönemlere kıyasla ilim adamlarına karşı daha cömert bir tavır sergilemiş, bürokratlarına gönderdiği bir emirnamesinde ilim meclislerine devam edenlerin ve edebiyatta üstad olanların ödüllendirilmesini emretmişti. Onun döneminde vezir Yahya el-Bermeki’nin de desteğiyle ilmi faaliyetler büyük bir hız kazandı. Bizans üzerine yapılan seferler sonucunda elde edilen pek çoğu matematik, tıp ve felsefe ile ilgili kitaplar Bağdat’a getirtilerek Yuhanna b. Mâseveyh başkanlığında kurulan bir heyete tercüme ettirildi. Hintli Menke, Bâziyer, Sindbad, Korbulkul gibi doktorlar Bağdat’a davet edilerek Hint tıbbının İslâm alemine girmesini sağlandı. Bu arada İran’lı Ebu Sehl el-Fazl b. Nevbaht da Farsça’dan tercümeler yapmaya devam ediyordu. Tercüme edilen eserlerin sayısı hayli artıp, Hizânetü’l-Hikme’ye sığmaz hale gelince, bu eserlerin konulması için sarayda daha geniş bir yer tahsis edildi. Harun Reşid devrinde, Hizânetü’l-Hikme Beytü’l-Hikme adını aldı. Böylelikle Beytü’l-Hikme’nin temelleri onun tarafından atılmış oldu. Harun Reşid’in oğlu Memun devrinde Beytü’l-Hikme sadece tercüme faaliyetlerinin ana merkezi olmakla kalmayıp aynı zamanda Ortaçağ’ın en büyük ilimler akademisi haline de geldi. Kurumun bu başarısında Halife Memun’un yüksek bir kültür birikimine ve ilmi kimliğe sahip olmasının ve Mutezile çevrelerinden yetiştiği için de felsefeye ilgi duymasının büyük rolü vardı. Memun, 830 yılında yapılan Anadolu seferi sırasında Kıbrıs, Efes ve Bergama gibi şehirlerden elde edilen kitapları Bağdad’a getirtti. Ayrıca, Beytü’l-Hikme’nin müdürü Selm’in başını çektiği, içlerinde Ermeni asıllı Leo, Haccac b. Matar, Yahya b. Batrik ve Yuhanna b. Mâseveyh’in de bulunduğu bir heyeti Bizans’a göndererek, bu heyetin kütüphanelerden seçeceği kitapları kendisine göndermesini İmparator III. Mihail’den rica etmelerini istedi. Bu şekilde imparatorluk sınırları içerisindeki kilise okullarından, komşu devletlerden ve Kıbrıs’tan getirilen kitaplarla birlikte Beytü’l-Hikme Ortaçağ’ın en zengin kütüphanesi ve ilmi araştırma merkezi haline geldi. Bu kütüp4 192 İslam Tarihi ve Medeniyeti II hanede asılları değişik dillerde yazılmış, felsefe, mantık, matematik, tıp, hey’et, astronomi, tarih ve coğrafya ile ilgili kitaplar toplanmıştı. Bunlar arasında Yunanca, Farsça, Hintçe, Kıptice, Aramice, Soğdça, Süryanice ve Sanskritçe yazılmış olanlar vardı. Beytü’l-Hikme ve Abbasîler döneminde tercüme faaliyetleri için M. Demirci, Beytü’l-Hikme ve Dimitri Gutas, Yunanca Düşünce Arapça Kültür isimli eserlere başvurabilirsiniz. Memun kısa bir süre sonra Beytü’l-Hikme için yeni bir bina tahsis ettirdi. Yeni binada kütüphaneye ilave olarak, bir rasathane ve okuma salonu da bulunuyordu. Memun’un bu faaliyetleri, felsefi eserleri yoğun bir şekilde tercüme ettirmesi, faaliyetlerin önceki dönemlere daha geniş bir sahayı kapsaması gibi gelişmeler kendisinin Beytü’l-Hikme’nin asıl kurucusu olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Beytü’l-Hikme’deki bu yoğun faaliyetlerin İslâm eğitim ve bilim tarihine büyük katkıları olmuş, çok sayıda alimler, filozoar, kaşif ve mucitler buradan yetişmişlerdir. Mütercim Huneyn b. İshak (ö. 873); tıp, matematik ve astronomi bilgini Sabit b. Kurrâ (ö. 901); felsefeci el-Kindî (ö. 867); matematikçi Harezmî (ö. 846) ile dünyanın enlem ve boylamını ölçen Beni Musa bu isimlerden birkaçıdır. Beytü’l-Hikme, Memun’dan sonra halife olan Muta’sım döneminde, ilgisizlik ve hilafet merkezinin Samerra’ya taşınması yüzünden zayıama belirtileri gösterdiyse de Vâsık (842-846) ve Mütevekkil (847-861)’in halifelikleri döneminde tekrar faal hale gelmiştir. Ancak, Mütevekkil sonrasında Abbasî Devleti’ndeki iç karışıklıklar ve siyasi mücadeleler sırasında kurum eski gücünü kaybetmiştir. Buraya kadar sözü edilen Bağdat’taki Beytü’l-Hikme’nin haricinde, Tunus’un Kayrevan şehrinde de aynı adı taşıyan ikinci bir eğitim kurumu daha bulunmaktaydı. Kayrevan’daki Beytü’l-Hikme’yi Tunus’ta hüküm süren Ağlebiler Devleti’nin hükümdarı III. Ziyadetullah (903-909) kurmuştu. Ağlebi hükümdarları da tıp ve felsefeye ilgi duymuşlar, ülkelerine Mısır, Şam, Irak ve Horasan gibi bölgelerden çok sayıda kitap getirtmişlerdi. Yine, Sicilya’dan davet ettikleri Hıristiyan din adamlarına Grekçe’den tercümeler yaptırmışlardı. İşte bu hükümdarlardan birisi olan III. Ziyadetullah, Kayrevan’ın en büyük caddesi üzerinde büyük bir kütüphane kurmuş ve bu kütüphaneye Beytü’l-Hikme adını vermişti. Kayrevan’daki bu eğitim kurumunda tıp, eczacılık, matematik, geometri, astronomi ve botanik gibi ilim dallarında da araştırmalar yapılmıştır. Burada yetişen ilim adamlarından bir bölümü, Ağlebiler’in Fâtımîler tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Endülüs’e giderek burada İslâm medeniyetinin gelişmesine hizmet etmişlerdir. Dârü’l-Hikme Dârü’l-İlim olarak da bilinen Dârü’l-Hikme, Fâtımî Halifesi Hakim Biemrillah tarafından 1004 yılında Kahire’de kurulmuştur. Bu kurum Fâtımî Devleti’nde eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği en önemli merkezlerden birisi olmuştur. Fâtımî Halifesinin bu müesseseyi kurmaktaki asıl amacı, mensubu oldukları Şii-İsmaili düşünceyi yaymak amacıyla dâiler (propagandacı) yetiştirmekti. Bu sayede, Sünni Abbasî halifeliğine karşı hilafeti temsil hak ve yetkisinin kendilerinde olduğunu ispatlamayı umuyordu. Bu sebeple Dârü’l-Hikme’nin gelişmesi için hiç bir fedakârlıktan kaçınmamış, pek çok arazinin gelirini buraya vakfetmişti. 9. Ünite -Eğitim Kurumları 193 Dârü’l-Hikme büyükçe bir kütüphane, toplantı salonu, oluşuyordu. Burada dünyanın değişik bölgelerinden getirilen, farklı bilim dallarına ait çok sayıda kitap toplanmıştı. Burada kitapların dışında çok sayıda haritalar, gözlem ve ölçüm aletleri ve süslemeli Kur’an-ı Kerim’ler de bulunuyordu. Dârü’l-Hikme’de her sınıan insan eğitim görebilirdi. Burada araştırma yapanların, ders verenlerin bütün masraarı, hatta, okuyucuların ve müstensihlerin kalem, mürekkep ve kağıt ihtiyaçları bile devlet tarafından karşılanıyordu. Fakih ve kadılar Pazartesi ve Perşembe günleri baş dainin başkanlığında toplanırlar, İsmaili mezhebinin fıkhi ve itikadi meseleleri üzerinde görüş alışverişinde bulunurlardı. Toplantılarda konuşulanlar kayıt altına alınarak halifeye takdim edilirdi. Bazen bu toplantılara bizzat halife de katılırdı. Dârü’l-Hikme sadece dini ilimlerin eğitiminin verildiği bir kurum değildi. Burada ayrıca, dil, edebiyat, mantık, felsefe, tıp, kimya, matematik ve astronomi ile ilgili dersler de verilirdi. Dârü’l-Hikme’den alanlarında dünyanın en iyileri arasında yer alan çok sayıda alim yetişmiştir. Optiğin kurucusu sayılan İbnü’l-Heysem bunlardan birisiydi. Bu şekilde İslâm medeniyetinin belli bir dönemine damgasını vuran Dârü’lHikme, Halife Mustansir Billah döneminde iktisadi kriz yüzünden isyan eden ordu tarafından talan edilmesi neticesinde eski gücünü kaybetmiştir. Kurum, sonraki halifeler döneminde, bazı kişilerin zararlı faaliyetleri sebebiyle kapatılıp yeniden açılmışsa da, bir daha eski etkin konumuna kavuşamamış, nihayet Eyyubiler’in Mısır’ı ele geçirmesinden sonra Şafii Medresesi’ne dönüştürülmüştür. DİĞER EĞİTİM KURUMLARI Kütüphaneler Kütüphaneler bilginin en fazla üretildiği ve yayıldığı yerlerdir. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde kütüphanelerin mevcudiyetine rastlanmasa da, Emevîler döneminden itibaren camilerin belli bir bölümünde kütüphaneler oluşturulduğu bilinmektedir. Tercüme faaliyetlerinin hız kazandığı Abbasîler döneminde ise, Beytü’l-Hikme’nin haricinde belirli şahıslara ait kütüphaneler de bulunmaktaydı. Halife Memun döneminde Beytü’l-Hikme’de çalışan alimlerden birisi olan Yahya b. Ebu Mansur’un oğlu olan Ali b. Yahya el-Müneccim, Kerker’deki konağında bir kütüphane kurmuştu. Bu kütüphaneye masraarı Ali b. Yahya tarafından karşılanan çok sayıda alim dünyanın değişik bölgelerinden gelir, bilhassa felsefe ve astronomi konularında oldukça meşhur olan bu kütüphaneden faydalanırlardı. Ali b. Yahya, Halife Mütevekkil’in başmüşaviri Türk asıllı Feth b. Hakan için de bir kütüphane kurmuştu. Bu dönemde şahsi kütüphanesi bulunan bir diğer isim Mutasım, Vâsık ve Mütevekkil dönemlerinde vezirlik görevinde bulunan Muhammed b. Abdülmelik b. Zeyyat’a aitti. Samerra’da bulunan bu kütüphanede kitap istinsah ve tercümesi için aylık bin dinar tahsis edilmişti. Bazen sınırlı sayıda halka açık, bazen de ilim meclislerinin kurulduğu mekânlar olarak faaliyet gösteren bu kütüphaneler İslâm eğitim ve öğretimi içerisinde önemli bir yer tutmuşlardır. Sahâar (Kitap Satış Yerleri) Sahhâarın yerine getirdikleri işlevin bir benzerinin, değişik şehirlerden gelen insanların sadece ticaret değil, edebi sohbetler yapmak, şiir dinlemek amacıyla bir 194 İslam Tarihi ve Medeniyeti II araya geldikleri Cahiliye döneminin meşhur Ukaz, Mecenne, Zilmecaz gibi panayırlarında da gerçekleştirildiği söylenebilir. Bununla birlikte, sahâar sadece kitabın yer aldığı mekânlar olmaları dolayısıyla, çok daha farklı ve ileri düzeyde bir eğitim faaliyetinin merkezleri olmuşlardır. İslâm dünyasında ilk sahâar Abbasîler devrinde ortaya çıkmışlardır. Bir taraan ticaret yapılırken, diğer yandan da eğitim sahasında faaliyet gösteren bu kitapçı dükkanları önce Bağdat, Şam, Kahire gibi büyük şehirlerde, ardından da muhtelif beldelerde hızla çoğalmıştı. Öyle ki, IX. yüzyılın sonlarına doğru Bağdat’taki bir caddede yüzlerce kitapçı dükkânının bulunduğu rivayet edilir. Yine, Tolunoğulları ve İhşidiler devirlerinde, Mısır’da muazzam bir kitapçılar çarşısı vardı. Bu çarşı gelip giden ilim meraklılarının toplanma yeri olmuştu. Kitapçı dükkanlarında hemen her gün düzenli olarak kültür ve edebiyat toplantıları yapılırdı. Alimler, edipler, talebeler, el yazması eser meraklıları ve kitap düşkünleri sürekli sahâara gelip giderlerdi. Bu şekilde, bir entellektüel yapı meydana gelir, bilgi alışverişi sağlanırdı. Bu durum en fazla sahâfın işine gelirdi. Çünkü bu sayede hem kitaplarını satma imkanı bulur, hem de dükkanının bir ilim ve kültür merkezi olmasından memnuniyet duyardı. Sahâarda düzenlenen ilmî toplantılar sayesinde bu mekânlarda çalışan pek çok kimse sonraki dönemlerde önemli eserler kaleme almışlardı. Mesela, meşhur İslâm tarihçisi Yâkut el-Hamevî ve el-Fihrist’in yazarı İbn Nedîm bu şekilde yetişmişlerdi. Sahâardaki ilmi tartışmalar sadece tartışmanın yapıldığı bu mekânlarla sınırlı kalmaz, etkileri bazen kitapçıların ailelerine kadar uzanırdı. Mesela, Gırnata yakınlarındaki Vadi el-Hima’da yaşayan kitapçı Zeyd’in kızları Zeyneb ve Hamde evlerinde yaptıkları bu tartışmalar sayesinde edebiyat ve diğer ilimlerde otorite olmuşlar, devirlerinin önde gelen alimleri ile boy ölçüşebilir hale gelmişlerdi. Çarşı ve Pazarlar Sahhâf dükkânlarında yapılan ilmi faaliyetlerin bir benzeri, daha plansız bir şekilde olsa da, değişik meslek erbabının işyerlerinde yahut çarşı ve pazarlarda da gerçekleştirilirdi. Kimi dükkan sahipleri, dükkanlarını ikiye ayırıp, bir bölümünde mallarını satarken, diğer bölümde de talebelere eğitim verirlerdi. Hemen her dönemde ve her toplumda alışverişin en yoğun şekilde gerçekleştirildiği, dolayısıyla değişik bölgelerden farklı kültürlere mensup insanların geldiği çarşı ve pazarlar, sözlü geleneğin taşınması ve bilginin aktarılması konusunda önemli bir fonksiyon icra ediyorlardı. Pazarların, Hulefa-i Raşidîn, Emevîler ve Abbasîler devirlerinde ticaret merkezi olmanın yanı sıra birer kültür merkezi olarak da faaliyet gösterdikleri bilinmektedir. Kûfe’deki Kunâse ve Basra’daki Mirbed bunların en meşhurları olup, farklı bölgelerden gelen şairler yüksekçe bir yere çıkarak şiirlerini okurlardı. Çömlekçi Ebu’l-Atahiye’nin dükkanı da ilim meraklısı gençlerin ve edebiyatçıların toplanıp, sohbet ettikleri, şiir okudukları bir yerdi. Bâdiye (Çöl) Çöller dayanıklılık ve fasih Arapça’nın öğrenilmesi için tercih edilen başlıca mekânlardı. Araplar, İslâm öncesi devirden itibaren beden, güç ve kuvvet bakımdan sağlıklı bir şekilde büyümeleri için çocuklarını çöle gönderirlerdi. Çöl aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de dili olan Kureyş lehçesinin en iyi şekilde konuşulduğu yerdi. Dolayısıyla, hali vakti yerinde olan aileler dili en düzgün bir şekilde öğren- 9. Ünite -Eğitim Kurumları 195 meleri ve hatasız konuşmaları için çocuklarını çöle gönderirlerdi. İslâmiyet’in ilk yüzyılında Arapça’yı en iyi şekilde kullanan şairler, dilciler, fakihler, müfessirler dil eğitimlerini çölde almışlardı. Çöller aynı zamanda sözlü kültürün en saf haliyle muhafaza edildiği, en heyacanlı şekilde anlatılıp yaşatıldığı mekânlardı. Kahramanlık ve cenk hikayelerine son derece düşkün bir toplum olan Arapların, “eyyâmü’l-arab” adı verilen kahramanlıklarla donatılmış tarihlerini dinleyebilecekleri yerler yine çöllerdi. Suriye çölü bu konuda Emevî halifelerinin çocukları için adeta bir okul vazifesi görmüştü. Fasih Arapça, şiir ve edebiyat öğrenmek amacıyla çöllere giden halifeler arasında Emevî halifesi I. Yezid ile Abbasî halifesi Mutasım örnek olarak verilebilir. Yine meşhur İmam Şafii de çölde eğitim görmüştü. O, küttâbdaki eğitimini tamamladıktan sonra çölde fasih Arapça konusunda en tanınmış kabilelerden birisi olan Huzeyl Kabilesi’ne giderek burada tam on yedi yıl kalmış ve fasih Arapça’yı öğrenmişti. Buraya kadar sözü edilenlerin dışında daha küçük çaplı, daha plansız ve bireysel olmak üzere bazı eğitim faaliyetlerinin mevcudiyetinden de söz edilebilir. Meselâ, felsefe ve tıp eğitiminin verildiği medreseler bunlardan birisiydi. Bu medreseler, İslâm öncesi dönemde, Sasani ve Bizans imparatorluklarının topraklarında hayli popülerdi. İskenderiye, Nusaybin, Antakya ve Cundişapur’da felsefe eğitimi veren medreseler vardı. Bu medreselerin faaliyetleri İslâmiyet sonrasında da sürmüş, Halid b. Yezid, İskenderiye’li Meryanus’tan özel Kimya dersleri de almıştı. Nusaybin ve Antakya’da Süryani kökenli bilim adamları felsefe dersleri veriyorlardı. Eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir diğer mekân nehir kenarlarıydı. Mesela, Kûfe’de, Fırat Nehri’nin kenarında şiir yarışmaları düzenlenir veya Arap tarihine dair sohbetler yapılırdı. Daha ziyade Emevîler devrinde görülen müzik okulları ise adından da anlaşılacağı üzere sadece müzik ağırlıklı eğitim verilen yerlerdi. Zevk ve eğlence alemlerinin gitgide rağbet görmeye başladığı bu dönemde müziğe olan ilgi de bir hayli artmıştı. Kısa sürede Mekke ve Medine’de müzik okulları kuruldu. Bu okullarda müzik eğitiminin yanı sıra müzik eleştirileri de yapılıyordu. Medine’de Ma’bed’e ait müzik okulu oldukça meşhurdu. Buraya Hakem başta olmak üzere diğer bazı şahsiyetler giderek ders alırlardı. Müzik eğitiminde usta-çırak ilişkisi ön planda olur, talebe hocasının kendisini yeterli bulmasına kadar onun yanından ayrılmazdı. Varlıklı aileler çocukları için özel müzik öğretmenleri tutarlardı. Beytü’l-Kıyan denilen eğlence mekanlarında çalışan cariyelerin müzik eğitimine ayrı bir önem verilirdi. Kendileri için önemli bir gelir kaynağı olan cariyelerin en iyi şarkıları öğrenmeleri için sahipleri hiç bir masraan kaçınmazlardı. Bu dönemin İslâm toplumu içerisinde yer alan diğer bir eğitim kurumu ise gayrimüslimlere ait ibadet yerleriydi. Her bir dinin mensubu eğitimini kendi mabedinde gerçekleştirildi. Kiliseler ve manastırlar Hıristiyan çocuklarının eğitim gördükleri yerler olma hususiyetlerini Müslümanların hakimiyeti altına girdikten sonra da sürdürdüler. Doğu Anadolu coğrafyasındaki kiliselerde felsefe ve tıp eğitimi de verilirdi. Manastırlar genellikle yatılı olurdu. İslâmiyet’in ilk yıllarına rastlayan dönemde Siirt’teki Ahşiva Manastırı’nda dört yüz civarında rahibin eğitim gördüğü rivayet edilmektedir. 196 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet Hz. Peygamber dönemindeki eğitim ve öğretim anlayışını kavrayabilmek Hz. Peygamber devrinde eğitim ağırlıklı olarak küttâblarda, evlerde, cami ve mescidlerde verilmekteydi. Resûlullah eğitim ve öğretim faaliyetleriyle bizzat ilgilenmiş, İslâm dininin esaslarını Müslümanlara öğretmiştir. O, kendisinin müminlerin öğretmeni olduğunu ifade etmiştir. Mekke döneminde Darü’n-Nedve’de Kur’an ve iman esaslarını öğretmiş, Medine’de kendisi için inşa edilen Mescid-i Nebevi’nin bir bölümünü sahabelerin eğitimi için tahsis etmiş, burada haanın bir günü kadınlara olmak üzere eğitim ve öğretim faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Bu dönemde okuma-yazma, Kur’an, namaz vakitlerinin tayini için basit hesap işlemleri öğretilmiştir. Küttâbların, camilerin, mescidlerin ve sarayların eğitimin gelişmesindeki fonksiyonlarını açıklayabilmek, Bunlar İslâm toplumunun başlıca eğitim kurumlarıdır. Küttâblar Hz. Peygamber döneminden itibaren bilhassa ilkokul vazifesi görmüş, küçük çocukların eğitiminde önemli rol üstlenmiştir. İlk dönemde küttâblardaki eğitimlerini tamamlayan talebelerin ikinci uğrak yeri cami ve mescitler olmuştur. Camiler İslâm dünyasının en önemli eğitim merkezleridir. Burada ders halkaları oluşturan fakihler ve alimler İslâm kültürünün anlaşılıp yayılmasına büyük katkılar sağlamışlardır. İslâm’ın esaslarının öğretildiği yerler bu kurumlar olup, Hz. Peygamber devrinden itibaren hemen her dönemde değişik kesimlerden insanlar burada eğitim görmüşlerdir. Saraylar ise daha ziyade halifelerin ve devlet ileri gelenlerinin çocuklarının eğitildikleri mekanlardır. Saraylardaki diğer bir ilmi faaliyet halifelerin huzurunda alimlerin katılımıyla gerçekleştirilen tartışma meclisleridir. Bu meclislerde tarih, felsefe, fıkıh, kelam vs konularda bilgi alışverişinde bulunulmuş, edebi sohbetler yapılarak entellektüel bir kültür meydana getirilmiştir. Kütüphanelerin ve sahhâarın İslâm kültürünün gelişmesindeki önemini ifade edebilmek, Emevîler döneminden itibaren kurulmaya başlanan kütüphaneler çok sayıda alimin uğradığı, eserler okuyup kaleme aldıkları yerler olarak İslâm kültürünün gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Halifeler, önde gelen devlet adamları ve kitap dostları dünyanın değişik yerlerinden getirttikleri farklı konularda kitapları okuyarak bilgilerini artırmışlardır. Abbasîler devrinde ortaya çıkan sahaar da aynı şekilde sadece kitapların satıldığı yerler olmayıp, önde gelen bilim adamlarının bir araya gelerek sohbet ettikleri, ilmi münakaşalar yaptıkları, şiirler okudukları mekânlardır. Bağdat, Şam, Kahire gibi büyük şehirlerde, ardından da muhtelif beldelerde hızla çoğalan bu dükkanlar sayesinde çok sayıda bilim adamı yetişmiştir. Beytü’l-Hikme’nin İslâm kültür ve medeniyetinin gelişimine katkısını tanımlayabilmek, Abbasîler devrine ait bir kurumdur. Bilgi ve hikmet evi anlamlarını taşıyan Beytü’l-Hikme İslâm toplumunda yüksek öğretimin yapıldığı ilk yerlerden birisi olarak kabul edilir. Asıl faaliyeti tercüme sahasındadır. Fetihlerle İslâm devletinin sınırları genişleyince Hellenistik, İran, Hind ve diğer kültürlerle temas kaçınılmaz hale gelmişti. Devlet yöneticilerinin bu kültürlere mensup bilim adamları tarafından yazılan felsefe ve tıp sahasındaki eserlere karşı duydukları ilgi kısa sürede büyük bir çeviri hareketinin başlamasına neden olmuş, sonuçta çok sayıda eser, muhtelif dillerden Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu faaliyetler, bilhassa Abbasî halifeleri Mansur, Harun Reşid ve Memun devirlerinde zirvesine ulaşmıştır. Farklı coğrafyalardan temin edilerek tercüme edilen eserler, İslâm toplumunda Yunan düşüncesinin hızla yayılmasında, fesefe, tıp, matematik gibi ilimlerde büyük bir ilerleme kaydedilmesinde etkili olmuşlardır. Bu kurum İslâm dünyasının en büyük kütüphanesi ve ilim merkezi olarak faaliyet göstermiş, buradaki rasathanede astronomi üzerine araştırmalar yapılmıştır. 1 2 3 4 9. Ünite - Eğitim Kurumları 197 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber döneminde faaliyet gösteren küttâblardan biri değildir? a. Küttâb-ı Urve b. Küttâb-ı Ebu Kasım el-Belhi c. Küttâb-ı Rezin d. Küttâb-ı İbn Zeyan e. Küttâb-ı Nasr 2. Aşağıdaki mescidlerden hangisi Hz. Ömer tarafından yaptırılmıştır? a. Dımaşk Mescidi b. Kuba Mescidi c. Mescid-i Nebevi d. Emevîyye Camii e. Mansur Camii 3. Aşağıdakilerden hangisi suede öğretmenlik yapmamıştır? a. Ubade b. Samit b. Mirdas c. Ali b. Ebi Talib d. Abdullah b. Said e. Cübeyr b. Hayyât 4. Beytü’l-Hikme aşağıdakilerden hangisi döneminde kurulmuştur? a. Tulunoğulları b. Gazneliler c. Emevîler d. İhşidler e. Abbasîler 5. Aşağıdakilerden hangisi Müslümanların eğitim gördüğü yerlerden biri değildir? a. Camiler b. Kütüphaneler c. Çöl d. Manastır e. Sahâar 6. Abbasîler Devri’nde kütüphanesi bulunan Türk asıllı devlet adamı aşağıdakilerden hangisidir? a. Feth b. Hakan b. Yakut el-Hamevi c. Boğa el-Kebir d. el-Cahiz e. Muhammed b. Abdülmelik 7. Abbasîler döneminde tercüme yapılmayan dil aşağıdakilerden hangisidir? a. Farsça b. Sanskritçe c. Felemenkçe d. Grekçe e. Süryanice 8. Abbasî halifesi Memun’un benimsediği, felsefenin gelişmesine katkıda bulunan fikir akımı ağaşıdakilerden hangisidir? a. Hanefiyye b. Mutezile c. Sua d. Beytü’l-Hikme e. Hanbeliyye 9. Aşağıdakilerden hangisi Medine’de eğitim faaliyetleri yapılan evlerden biri değildir? a. Ebu Eyyub El Ensari’nin evi b. Es’ad b. Zürare’nin evi c. Külsüm b. Hidm’in evi d. Sa’d b. Heyseme’nin evi e. Makreme b. Nevfel’in evi 10. İslâmiyet’in ilk yıllarında aşağıdakilerden hangisinde eğitim verilmemiştir? a. Küttâblar b. Mescidler c. Evler d. Saraylar e. Camiler 198 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı *** İslâm memleketlerinde en meşhur eğitim kurumu o zamanlar Bağdat’taki baş cami olan Mansur Camii idi. Hatib el-Bağdadi bir defa hac sırasında zemzem suyundan üç kere içerek üç şey dilemiştir. Bunların, Bağdat tarihini yazmak, Mansur Camii’nde hadis imla etme iznine mazhar olmak ve öldüğü zaman Bişr-i Hafî’nin mezarının yanına defnedilmek olduğu rivayet edilmektedir. Bu camide, mesela Zahirî mezhebinin başı olan Neaveyhi elli sene boyunca hep aynı sütuna dayanarak oturmuştur. Öğrenci halkaları en kalabalık olanlar elbette fakihlerdi, çünkü bunlar geçimini temin eden bir ilim öğretiyorlardı. Yine de, günümüzdekine oranla düşük rakamlar verilmektedir. Bu durum burada eğitim görenlerin çokluğuna işaret eder. Bağdat’taki İbnü’lMibarek Camii’nde ders veren, o dönemin en meşhur fakihi ve ikinci Şafii olarak kabul edilen İmam İsferainî’nin 300 ile 700 arasında değişen talebesi vardı. Doğu’nun ilim merkezi kabul edilen Nişabur’un en tanınmış fakihinin 23 Muharrem 387/997 senesinin Cuma gününde beş yüzden fazla öğrencisi vardı. Onun takipçilerinden birisi olan meşhur Cuveyni ise her gün 300 talebeye ders veriyordu. Buna karşı günümüzde dağ başında olan Kaşgar (Doğu Türkistan)’da baş müderris zaman zaman 500 öğrencinin önünde ders veriyordu. Talebeler önlerindeki hokkalara göre sayılırlardı. Çünkü bu hokkalar onların en değerli eşyalarıydı. Bir hoca öldüğü zaman talebeleri şehirde kamış ve okkalarını kırıp feryat ederek dolaşırlardı. Mesela Cuveyni öldüğü zaman minberi tahrip edilmiş, mateme bütün şehir katılmıştı. Kitaplar akademik bir nükteye uygun olarak sürahi (kârûre) ismi verilen bir koruyucunun içinde derslere götürülürdü. Bu dönemde dikte eğitimin en yüksek derecesi sayılırdı. Bilhassa IX. Yüzyılda ilm-i kelam hocaları ve filozoar dikte yoluyla eğitim vermişlerdi. X. Yüzyıla gelindiğinde ise, filozoarın, hadisçilerin ve kelamcıların dikte yolunu bırakarak dinleyicilerden birisine okuttukları bir kitabı izah ederek eğitim verdikleri görülür. (A. Mez, 2000) *** 1. b Yanıtınız doğru değilse “Küttâblar” bölümünü yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse “Cami ve Mescitler” bölümü içerisinde “Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Devri” kısmını yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Cami ve Mescitler” bölümü içerisinde “Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Devri” kısmını yeniden okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse “Beytü’l-Hikme” bölümünü yeniden okuyunuz. 5. d Yanıtınız doğru değilse “Diğer Eğitim Kurumları” bölümünü yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “Kütüphaneler” bölümünü yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “Beytü’l-Hikme” bölümünü yeniden okuyunuz. 8. b Yanıtınız doğru değilse “Beytü’l-Hikme” bölümünü yeniden okuyunuz. 9. a Yanıtınız doğru değilse “Evler” bölümünü yeniden okuyunuz. 10. d Yanıtınız doğru değilse “Saraylar” bölümünü yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İslâmiyet’in ortaya çıktığı dönemde Arap toplumunda okuma yazma oranı çok yüksek değildi. Bununla birlikte, okuma yazmayı bilme açısından isim yapmış, Taiiler ve Sakiiler gibi kabileler de mevcuttu. Sakii Yusuf b. Hakem ve oğlu Haccac bu konuda ün salmışlardı. Yine, ticaretin daha yaygın olduğu sahil kesiminde okuma yazma oranı iç kesimlere göre daha yüksekti. Düzenlenen panayır sayesinde Mekke’de de okuma yazma bilen bir hayli insan vardı. Meşhur Ömer b. Hattab, Ebu Sufyan’ın babası Harb b. Ümeyye, Halid b. Said b. As, Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh el-Amiri, Beğid b. Amir b. Haşim, Ebu’l-Kays b. Abdimenaf, Hz. Hatice’nin akrabası Varaka b. Nevfel bunlardan bazılarıdır. Araplar bu dönemde bilhassa şiir ve ensab konusunda hayli ileriydiler. Panayırlarda şiir yarışmaları düzenlenir, birinci olan şiirler Kâbe’nin duvarına asılırdı. 9. Ünite - Eğitim Kurumları 199 Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 2 Hulefâ-i Râşidîn devrinde İslâm Devleti’nin sınırları çok geniş bir alana yayılmıştır. Halifeler, Kur’an’da yer alan hükümler ve Hz. Peygamber’in bu yöndeki tavsiyelerini dikkate alarak fethedilen yeni yerlerde çok sayıda mescidler inşa ettirmişler; bunlardan bir kısmını da Cuma namazı kılınan camiler şekline dönüştürmüşlerdir. Hz. Ömer Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’de bazı yenileme ve tamiratlar yaptırdıktan sonra Dımaşk, Kufe, Basra ve Fustat’da yeni camiler inşa ettirmiştir. O ayrıca, yeni kurulan yerlerde mutlaka bir merkez camiinin yapılmasını, yine kabileler için de mescitler yapılmasını emretmiştir. Vakit namazlarının mescitlerde kılınabileceğini, fakat Cuma namazlarında mutlaka büyük camilerde bulunulmasını istemiştir. Sıra Sizde 3 Emevîler döneminde sarayda eğitim veren bazı müeddiblerin isimlerini tespit etmek mümkündür. Bunlar arasında en yayın olarak tanınanı Abdülmelik b. Mervan’ın çocuklarının hocası eş-Şabî’dir. Hişam b. Abdülmelik’in çocuklarının hocası Süleyman el-Kelbi bir diğer müeddibdir. Bu ikisinin haricinde Salih b. Keysan, İsmail b. Abdullah b. Ebi Muhacir, Şihabüddin ez-Zuhrî, Ebu Ubeyde b. Muhammed b. Ammar b. Yasir, Avn b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ud, Ebu İsmail, Meymun b. İmran, Abdülvahit b. Kays, Abdüssamet b. Abdu’a’la da Emevî sarayında müeddib olarak görev yapmışlardır. Sıra Sizde 4 Halife Mansur, İranlı Abdullah b. Mukaa’ya Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Prophyrius’un Eisagoge’sini tercüme ettirmiştir. Ayrıca, Hudeyname, Ayinname, Kelile ve Dimne ile Hintli bir seyyah tarafından getirilen matematik ve astronomiye dair iki kitab da tercüme edilmiştir. Halife Mansur bunların dışında farklı bilim dallarında çok sayıda kitabı Arapça’ya tercüme ettirmiştir. Bunlar arasında Yahya b. Batrik’in Yunanca’dan tercüme ettiği Batlamyus’un Mecisti adlı eseri de yer alıyordu. Yahya b. Batrik ayrıca Hipokrat’ın ve Calinos’un eserlerini de tercüme etmişti. Baktır, M. (1990), İslâm’da İlk Eğitim Müessesesi Ashab-ı Sua, İstanbul. Canan, İ. (1984), Peygamberimizin Okuma-Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti, İstanbul. Çelebi, A. (1983), İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, çev.: Ali Yardım, İstanbul. Dağ, M.-Öymen, H.R. (1974), İslâm Eğitim Tarihi, Ankara. Demirci, M. (1996), Beytü’l-Hikme, İstanbul. Gözütok, Ş. (2002), İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Ankara. Gutas, D. (2003), Yunanca Düşünce Arapça Kültür, terc.: Lütfü Şimşek, İstanbul. Hamidullah, M. (1993), İslâm Peygamberi, terc.: Salih Tuğ, C. 2, İstanbul. Hitti, P. K. (1989), Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, terc.: Salih Tuğ, C. 2, İstanbul. Makdisi, G. (2004), Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, terc.: A. H. Çavuşoğlu-H. T. Başoğlu, İstanbul. Mez, A. (2000) Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti: İslâm’ın Rönesansı, çev.: Salih Şaban, İstanbul. Sarıçam, İ-S. Erşahin (2008), İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara. Söylemez, M. M. (2011), “ Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri”, Emevîler Dönemi Bilim Kültür ve Sanat Hayatı, haz.: İ. Aycan-M.M. Söylemez-R. Altınay-F. Erkoçoğlu-N. Parlak, 2. Baskı, Ankara. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Beytü’l-Hikme”, “Câmi”, “Dârü’l-Erkam”, “Dârü’l-Hikme”, “Endülüs”, “Küttâb”, “Kütübhâne”, “Sue” maddeleri 10 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İslâm dünyasındaki felsefî ve bilimsel düşüncenin ortaya çıkışını açıklayabilecek, Farklı düşünce ve bilim ekollerinin farklılıklarını açıklayabilecek, Müslüman filozoarın ve bilim adamlarının katkılarını ve Batı’ya etkilerini değerlendirebilecek, İslâm dünyasındaki düşünce ve bilimin kaynaklarını açıklayabileceksiniz, Anahtar Kavramlar • Düşünce • Felsefe • Bilim • Bilimsel Etkinlik İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti-II Düşünce ve Bilim • DÜŞÜNCE VE BİLİMİN KAYNAKLARI • DÜŞÜNCE VE BİLİMİN DOĞUŞU • İSLÂM FELSEFESİNİN TANIMI • İSLÂM FELSEFESİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ • ÖNEMLİ MÜSLÜMAN FİLOZOFLAR • FELSEFE MEKTEPLERİ • BİLİM İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ II DÜŞÜNCE VE BİLİMİN KAYNAKLARI F. Rosenthal’ın Muzaer Bilgi (Knowledge Triumphant) adlı eserinde de belirttiği gibi İslâm medeniyetini diğer medeniyetlerden en ayırıcı özelliği Bilgi/Bilim medeniyeti olmasıdır. İslâm dünyasında ilk ortaya çıkıp gelişen bilimler, doğal olarak İslâm’ın en temel iki kaynağı Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnet’ini anlamaya yönelik Tefsir, Hadis, Fıkıh (Hukuk), Kelam ve Tasavvuf gibi ilimlerdir. Bunlara “Dini İlimler” veya “İslâmî İlimler” adı verilmiştir. http://ktp.isam.org.tr/?uvl=makaleihl/tahnitimmakle.php adresinden anahtar kavramlar ve ilgili diğer konular aracılığıyla makale araştırması yapıp ek okumalar yapabilirsiniz. VIII. yüzyılın ortalarından itibaren ve özellikle IX. yüzyılda yabancı medeniyetlerden tercüme edilen eserlerin etkisiyle felsefe ve doğa bilimleri ortaya çıkıp gelişti. Bunlara genelde “Aklî İlimler” denmişti. Biz burada sadece XIV. yüzyıla kadarki aklî ilimler yani felsefî ve bilimsel düşünce üzerinde duracağız. İslâm düşüncesinin ve biliminin kaynaklarını İslâmî ve yabancı olmak üzere ikiye ayırabiliriz: İslâmî kaynaklar, İslâm dininin de kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’tir. Kur’an sadece iman ve ibadetlerden bahseden dar anlamıyla bir din kitabı değildir; bilinen anlamıyla da örneğin biyolojik kitabı gibi bir bilim kitabı da değildir. Kur’an’ın bal arısından güneşe, çok farklı anlamlarda ve çok farklı gayelerle, her şeyden bahseder. Bunu yaparken de insana seslenir: “Bakmaz mısınız”, “Akletmez misiniz”, “Düşünmez misiniz” gibi teklierle düşünmeyi en ince ve en son noktasına kadar teşvik eder. Her alana özel olarak verdiği bazı bilgi ve ilkeler, Müslümanları düşünmeye ve bilmeye sevk etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in Sünneti de, Kur’an’ın anlaşılmasının ve yaşam tarzına dönüştürülmesinin ilk örneği olarak, Müslümanların evreni maddi ve manevi boyutlarıyla anlamaya ve anlamlandırmaya teşvik etmiştir. Yabancı kaynaklara gelince; bunlar, Müslümanların İslâm öncesi kendi kültürlerinde varolan düşüncelerinden İslâm dinine aykırı görülmeyerek aktardıkları düşünce öğeleri ile özellikle Yunancadan ve Sanskritçeden Arapçaya çevrilen felsefî ve bilimsel eserlerdir. Yabancı felsefî ve bilimsel eserlerin Arapçaya tercümesi işi, bilim meraklısı olan Emevi Halifesi Yezid’in oğlu Halid ile başlamış ise de, eser tercüme Düşünce ve Bilim İslâm Dünyası’nda 9. Yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan felsefe ve doğa bilimlerini tanımlamak için kullanılır. 202 İslam Tarihi ve Medeniyeti II hareketi Abbasi Halifesi Me’mun’un Bağdad’ta 829 yılında açtığı Beytü’l-Hikme ile başlamıştır. Dış etkiler olmadan bilim ve düşüncede gelişme olabilir mi? Me’mun dönemin bilgini el-Fezarî’yi Sanskritçeden bazı matematik ve astronomiye dair eserlerin çevirtilmesi işiyle görevlendirmiştir. Daha sonra Beytü’lHikme’ye davet edilen ve Yunanca bilen Süryânî ve Sâbiî dinlerine mensup mütercimlere başta Aristo, Eatun (Platon) gibi Yunanlı bilginlerin ve filozoarın eserlerinin tercümelerini yaptırmıştır. Daha sonraki dönemlerde Müslümanlardan da bu yabancı dilleri öğrenenler olmuştur; onlar da tercüme yapmışlardır. Salih Aydın’ın “İslâm Düşüncesine Giriş” adlı eserini okuyunuz. DÜŞÜNCE VE BİLİMİN DOĞUŞU İslâm dünyasında düşüncenin ve bilimin ortaya çıkışının dini ve siyasi-sosyal bazı gerekçeleri ve nedenleri vardır. Bunda Hz. Peygamber örneklik etmiştir. Özellikle 622 yılında Medine’ye hicretlerinden sonra, coğrafî ve nüfuz olarak büyüyen İslâm toplumu oluşunca ve vahyin devam etmesiyle çeşitli dini meseleler ve toplumsal ihtiyaçlar ortaya çıktı. Çeşitli dini sorulara, ya Hz. Peygamber doğrudan kendisi cevap veriyor, ya da sorunlar ve olaylar üzerine inen vahiy cevap veriyordu. Sosyal ihtiyaçların başında eğitim geliyordu. Bilindiği gibi Hz. Muhammed, esirlerden Müslüman çocuklara okuma ve yazma öğretenleri hür bırakıyordu. En önemli ihtiyaçlardan birisi de, hastaların tedavisi meselesiydi. Hz. Peygamber bazı Müslümanları, hatta henüz Müslüman olmayan bazı kimseleri tıp tahsili için, o günün en önemli bir bilim merkezi olan İran’daki Cündişapur’a göndermişti. Ancak Hz. Muhammed’in vefatı İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Özellikle Hz. Ali döneminde ortaya çıkan Cemel ve Sıîn savaşları gibi iç savaşlar ve diğer taraan Emeviler döneminde İslâm dünyasının sınırlarının Endülüs’ten Hindistan içlerine kadar genişlemesi sebebiyle birçok sorun ve ihtiyaç ortaya çıktı. Vahiy bittiği ve Hz. Peygamber de olmadığı için bunların çözümleri için Kur’an ve Sünnet’in yanında kendi akıllarını kullanmak zorunda kalmışlardır. Zaman zaman bazı Müslümanlar, İslâm’ın anlaşılmasında pek akla yer vermek istemezler. Ancak bu doğru olamaz. Çünkü Kur’an anlaşılması için indirilmiştir. Pek tabii akıl yanlış yapabilir. İnsan yanlışından yine aklı ile kurtulabilir. Önemli olan aklı düzgün kullanabilmesidir. Dini sorunların başında, Hz. Osman zamanında başlayan Kur’an’ın toplanıp yazılmasıyla ve çoğaltılması ile Hz. Peygamber’in sözlerinin “Hadis” adı altında derlenip toplanması geliyordu. Özellikle Hz. Ali-Muaviye ile karşı karşıya gelmesindeki Hilafet sorunu, fetihlerde elde edilen ganimetlerin paylaşma, iç savaşlarda ve Kerbela olayında ölenlerin ve öldürülenlerin din açısından sorgulanması başta gelen dini sorunlardı. Bunlar bugün mezhepler dediğimiz dinî düşünce akımlarının oluşmasına neden olmuştur. Hz. Ali taraarlarının oluşturduğu ilk mezhep “Kaderiye”dir; bundan sonra Şiîlik ortaya çıkmıştır. Muaviye taraarlarının ilk oluşturduğu mezhepler “Cehmiye” ve “Cebriye”dir. Tarafsızlar “Hariciye” ve “Mürcie” denen mezhepleri oluşturmuşlardır. Mürcie’den daha sonra Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet denen birçok 1 İslâm tarihinde Hz. Ali taraftarlarını adlandırmak için kullanılan terim. 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 203 fıkhî ve kelâmî mezhepler oluşmuştur: Hanefilik-Maturidilik; Şâfiilik, Hanbelîlik, Malikilik-Eşârilik gibi. Bütün bu mezhepler farklı din ve siyaset anlayışlarıyla dinî ilimleri ve dini düşünceyi oluşturmuşlardır. Bununla birlikte, çözümü dinî olmayan bazı dinî sorunlar da vardı; işte bunlar İslâm dünyasında felsefî ve bilimsel düşüncenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların başında çok geniş sınırlara ulaşan coğrafyada namaz için Kıble yönünün belirlenmesi gerekiyordu. Bunun çözümü matematik ve gökbilimi (astronomi) bilmeyi gerektiriyordu. Aynı şekilde bazı durumlarda Kur’an’ın anlattığı miras taksimi giri hale geliyordu; bunun çözümü de matematik bilmeyi gerektiriyordu. Diğer önemli hem dinî, hem medenî bir ihtiyaç olan büyük camilerin, köprülerin ve benzer müesseselerin yapımı mühendisliği ve geometri gibi bilimleri gerektiriyordu. Ayrıca genişleyen toplumun sağlık sorunları ortaya çıkıyordu; bu da tıp biliminin öğrenilmesini gerekli kılıyordu. İşte bu ve benzer nedenlerden dolayı bu tür sorunların çözülmesi için, matematiğe, gökbilime ve mühendisliğe ihtiyaç duydular. Çünkü bu bilimler o günkü Araplar da gelişmemişti. Bunu eski Yunan ve Hind medeniyetlerinden almayı düşündüler; bunun için de yukarıda sözünü ettiğimiz Beytü’l-Hikme’yi kurdular. İlkçağlarda bu bilimler felsefeden ayrı olmadıkları için Müslümanlar matematik, tıp, gökbilimi aktarırken ister istemez felsefeyi de aktarmış oldular. Böylece 8. yüzyılın ortalarından itibaren İslâm dünyasına felsefî ve bilimsel düşünce girmiş oldu ve çok kısa zamanda da kendi özgün felsefî ve bilimsel düşünceleriyle birçok Müslüman filozof ve bilim adamı yetişmiştir. DÜŞÜNCE İslâm düşüncesinin her açıdan en zengin ve önemli bir kesitini felsefî düşünce teşkil eder. Yukarıda da belirtildiği üzere, VIII. yüzyılın ortalarında İslâm dünyasına giren felsefe, çok kısa sürede büyük gelişmelere sahne olmuştur; böylece genel felsefe tarihinde önemli bir yer edinmiştir. İslâm Felsefesinin Tanımı Bugün “İslâm Felsefesi” adıyla anılan İslâm dünyasında ortaya çıkıp, gelişen felsefeye Müslümanlar sadece “Felsefe” diyorlardı. İslâm Felsefesi tabiri, XIX. yüzyılda Batı’da ortaya çıktı. Felsefe tarihi ile ilgili çalışmaların bu yüzyılda artması neticesinde batılı felsefe tarihçileri İslâm dünyasındaki felsefeyi, diğer kültürlerdeki felsefeden ayırmak için “Müslümanların Felsefesi”, “Arap Felsefesi”, “İslâm’da Felsefe”, “İslâm Felsefesi” gibi isimler kullanmışlardır. Bunlardan bugün hem Batı’da, hem de Doğu’da en çok yaygınlık kazanan kullanım, “İslâm Felsefesi” tabiridir. İslâm felsefesi, en basit ve kısa tanımıyla Müslüman filozoarın felsefesini ve felsefî düşüncelerini ifade eder. Dolayısıyla İslâm Felsefesi, İslâm dinin yani Kur’an’ın ve Sünnet’in felsefesi değildir. Şüphesiz felsefe yapan Müslüman filozoflar felsefî düşüncelerinde İslâm dininden etkilenmişlerdir; ancak bu İslâm Felsefesinin bütünüyle İslâm dininin felsefesi olduğu anlamına gelmez. Aynı şeyler “Batı Felsefesi” için de söylenebilir. Batılı filozoar da kendi dinleri Hristiyanlıktan etkilendikleri halde, Batı Felsefesine bütünüyle “Hristiyan Felsefesi” denmez. Dolayısıyla “İslâm Felsefesi”, “Batı Felsefesi”, “Ortaçağ Felsefesi” veya “Modern Çağ Felsefesi” gibi adlandırmalar, sadece bahsedilen felsefenin hangi kültürlere, hangi zaman ve coğrafyaya ait olduğunu göstermek içindir. 204 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Kısaca ifade edecek olursak, İslâm Felsefesi herhangi bir felsefe gibi bir felsefedir. “İslâm Felsefesi” tabirindeki “İslâm” kelimesi İslâm dinine değil; sadece bu felsefenin ortaya çıktığı İslâm coğrafyasına ve kültürüne işaret eder. Felsefe, bilim gibi gerek konusu ve gerekse düşünce yöntemleri itibariyle evrensel olduğu için, bütün felsefeler felsefe olma bakımından birdir. Felsefeler ancak çeşitli felsefî konularının ve meselelerin irdelenmesi ve çözümleriyle birbirlerinden ayrılırlar; çünkü filozoar onları çözerken sahip oldukları kültürlerden ve dinlerden etkilenirler. Bu etkilenim sonucu felsefî düşüncelerde farklılıklar ve ayrılıklar görülebilir. İslâm Felsefesinin Özgünlüğü İslâm Felsefesi, felsefe olma bakımından, her hangi bir felsefeyle aynıdır dediğimizde, bu sadece felsefenin konusu ve yöntemi açısındandır; ancak felsefe düşünceye Müslüman filozoarın katkısı, bazı felsefî çözümlemeleri farklı olduğundan, her felsefe geleneğinin olduğu gibi İslâm felsefesinin kendin has özelliği ve özgünlüğü vardır. Bazı batılı felsefe tarihçileri felsefenin İslâm dünyasına Yunan filozoarının düşüncelerinin aktarılmasıyla ortaya çıkmasından dolayı, İslâm felsefesini sadece Yunan felsefesinin bir devamı gibi görerek veya Müslüman filozoarı Yunan filozoarını yorumlamakla yetindiklerini öne sürerek, İslâm felsefesinin özgün olmadığını iddia etmişlerdir. Ancak önyargıya dayanan bu iddialar, tarih ve felsefî düşünce açısından yanlıştır. Eğer bu önyargı İslâm felsefesi için doğru olsaydı, her şeyden önce Batı Felsefesi için de doğru olması gerekir. Çünkü felsefe Batı’ya Ortaçağ’ın X. yüzyılından itibaren İslâm felsefesinin Latinceye tercümeleriyle geçmiştir. Tarihi bir gerçektir ki, zaten Yunan felsefesi de, eski Mısır, Mezopotamya gibi önceki düşünce geleneklerin etkisiyle oluştu. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında İslâm Felsefesinin kendine has bir özgünlüğü yoksa hiçbir felsefenin özgünlüğü yoktur denebilir. Her felsefî gelenekte etkilenim ve etkileşim vardır; ancak her felsefenin de kendine has özgünlüğü vardır. İslâm felsefesinin özgünlüğünü bu sınırlı bölümde anlatma olanağı yoktur. Aşağıdaki alt konular anlatılırken, yer yer örnek olarak bunlara işaret edilecektir. ÖNEMLİ MÜSLÜMAN FİLOZOFLAR Burada meşhur Müslüman filozoardan bazılarının hayat ve eserlerinden ana hatlarıyla bahsederek tanıtmaya çalışacağız. Kindî: İlk Müslüman filozof kabul edilir. Soyu, Güney Yemen’de oturan meşhur bir Arap kabilesi Kinde’den gelir. Tam adı, Yakup ibn İshak el-Kindî’dir. Batı’da Alkindus ve benzeri isimlerle meşhur olmuştu. Kindî, babasının valilik yaptığı Kûfe şehrinde yaklaşık 791 yılında doğmuştur. Babasının daha sonra Basra’ya vali atanmasıyla küçük yaşta oraya gelmiştir. İlk eğitimini orada aldıktan sonra, yüksek öğrenim için genç yaşta Bağdad’a gitmiştir. Orada iyi bir bilim adam olarak yetişmiştir. Bu nedenle Abbasi Halifesi Me’mun, onu 29 yılında açtığı Beytü’lHikme’ye bilim adamı olarak atamıştır. Daha sonra orada müdürlük de yapmıştır. Yaklaşık otuz yıl bu kurumda çalıştıktan sonra, 859 yılı civarında oradan ayrılarak, son on yılını kitap yazmakla geçirmiştir. 866 yılında Bağdad’ta vefat etmiştir. Kindî, felsefenin ve bilimin çeşitli dallarına ait büyüklü küçüklü yaklaşık 277 eser yazmıştır. Hepsi günümüze kadar ulaşmamıştır. Bize kadar ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: “el-Felsefetü’l-Ulâ” (İlk Felsefe/Metafizik), “Risâle fî’l-Akl” 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 205 (Akıl Risalesi), “Risâle fî’l-Hudûdi’l-Eşya” (Felsefe Sözlüğü), “Risâle fî’r-Rûh” (Ruh Risalesi). Farabi: Batı’da Alfarabius adıyla muşhur olan Farabi’nin tam adı, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan el-Farabi el-Türkî’dir. Bugün Kazakistan sınırları içinde bulunan Farab şehrinin Vesiç kasabasında 871 yılında doğmuştur. Babası Abbasi ordusunda komutan olduğundan daha çocukluk yaşında Semerkant, Buhara, Merv gibi çeşitli şehirlerde dolaştıktan sonra Bağdad’a gelmiştir. Orada bir taraan Arapça ve Farsça gibi dilleri öğrenmiş, diğer taraan da zamanın meşhur bilim adamlarından mantık, felsefe, matematik ve astronomi gibi bilimleri öğrenmiştir. Bilim adamı olarak uzun süre Bağdad’ta yaşayan Farabi, bazı diğer ilim merkezlerini de gezdikten sonra Şam’a yerleşmiş ve orada 950 yılında vefat etmiştir. Her ne kadar İslam dünyasında ilk filozof Kindî kabul edilirse de, bazı çağdaş bilginlere göre kelimenin tam anlamıyla gerçek ilk filozof Farabi’dir. Farabi, özellikle mantık alanındaki çalışmaları ve katkılarıyla meşhur olmuştur. Bunun için Aristo’dan sonra kendisine “Muallim-i Sânî (İkinci Öğretmen)” denmiştir. Ayrıca Farabi, İslam dünyasında siyaset felsefesi yapan ilk bilgin olarak kabul edildiği gibi ilk müzik felsefesi yapan bilgin olarak da kabul edilir. Farabi, yaklaşık 110 kadar eser yazmıştır. Bize kadar ulaşan bazı önemli eserleri şunlardır: “Tahsîlü’s-Sa’ade” (Mutluluğun Kazanılması), “İhsâu’l-Ulûm” (Bilimlerin Sınıaması), “Medinetü’l-Fâzıla” (Erdemli Şehir), “es-Siyâsetü’l-Medeniyye” (Devlet Felsefesi), “Kitâbu’l-Hurûf “ (Metafizik), “Kitâbu’l-Mûsikî el-Kebîr” (Büyük Müzik Kitabı), “Kitâbu’l-Hiyâl” (Teknik Geometri Kitabı). İbn Sina: Avicenna adıyla Batı’da hem bir filozof ve hem de tabip olarak çok meşhur olan İbn Sina da Farabi gibi bir Türk düşünürüdür. Asıl adı Hüseyin’dir. İbn Sina, kültürlü bir ailenin çocuğu olarak Buhara’ya bağlı Afşana kasabasında 980 yılında dünyaya gelmiştir. Daha çocuk yaşta, babasının kendisine tuttuğu hocalardan özel dersler alarak yetişmiştir. Beş veya on yaşlarında iken Kur’an’ı ezberlemiştir. İbn Sina gençlik çağında özellikle tıp bilimine ve felsefeye merak salmıştır. Dönemin önemli bilginlerinden tıp öğrenerek, tabip olarak meşhur olmuştur. Samanoğulları, Gazneliler, Büveyhiler’in saraylarında saray dokturluğu yapmıştır. Bir müddet Büveyhiler’e vezirlik de yapmıştır. İbn Sina, elli yedi yaşında Hemadan’da vefat etmiştir. İbn Sina’nın hangi mezhebe bağlı olduğu çok tartışılmıştır. Babasının İsmailiye mezhebine bağlı olmasından dolayı, bazıları onun İsmailî veya Şiî olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak bizzat İbn Sina’nın kendisi İsmailiye’den hoşlanmadığını belirtir. Dimitri Gutas gibi çağdaş araştırmacılar, onun Hanefi mezhebine mensup olduğu tespit etmişlerdir. (Gutas, 2004, 13-29). İbn Sina, çağlar boyu uzun süre sadece İslam dünyasında değil; Batı’da da büyük bir filozof ve tıpta tek otorite kabul edilmiştir. Felsefe ve tıp bilimlerine birçok katkısı vardır. Zihin hastalıkları konusunda psikiyatri yöntemini ilk uygulayan bilgindir. İbn Sina da başta felsefe ve tıp alanları olmak üzere birçok alanda önemli eserler yazmıştır. Eserlerinin sayısı, 276 civarındadır. Önemli eserlerinden bazılarını zikredelim: “eş- Şifâ” (Felsefe Bilimleri), “en-Necât” (Felsefe Bilimleri), “ el-Kanûn fî’t-Tıbb” (Tıp’ta Kanun),”Uyûnu’l-Hikme” (Hikmet Pınarları), “İsbâtü’n-Nübüvve” (Peygamberliğin Kanıtlanması). Suhreverdi: Şihâbüddîn Yahya es-Suhreverdî, bugünkü İran’ın kuzeyindeki Zencan şehrine bağlı Suhreverd köyünde 1166 yılında doğmuştur. O, bir Azeri Türkü’dür. İlköğrenimini köyünde tamamladıktan sonra gençlik yıllarında yüksek İslâm Dünyasında gerçek manada ilk filozof olarak kabul edildiğinden Aristo’dan sonra ikinci öğretmen manasına kullanılır. 206 İslam Tarihi ve Medeniyeti II tahsil için, bugün Azerbeycan sınırları içinde olan meşhur Merâğa şehrine gitmiştir. Oradan İsfahana geçmiştir, orada da dönemin bilginlerinden dersler alarak eğitimini tamamlamıştır. Eğitim yıllarında tasavvufa da yönelen Suhreverdi, Kübreviye tasavvuf mektebinin kurucusu meşhur Türk şeyhi Necmüddîn Kübrâ’nın halkasına katılmıştır. Erzurum. Erzincan ve Malatya yoluyla Diyarbakır’a gelmiştir. Diyarbakır emiri Karaaslan kendisine çok hürmet göstermiştir. Anadolu Selçuklu Sultan II. Kılıçarslan’ın kendisini Konya’ya daveti üzerine Başkent’e gelmiş; ona birkaç yıl misafir olmuştur; Sultan’dan çok hürmet ve ikram görmüştür. Daha sonra Halep ve oradan Şam’a geçmiştir. Şam’daki sohbetlerinden ve derslerinden rahatsız olan ulema, fikirlerinin dine aykırı olduğu gerekçesiyle onu Selâhaddîn Eyyûbî’ye şikâyet etmişler. Bu arada Suhreverdi Halep’e geri dönmüştür. Selâhaddin, orada emirlik yapan oğlu Melik Zâhir’e Suhrevedi’nin ölüm fermanını gönderince, 1196 yılında idam edilmiştir. Sevenleri tarafından “eş-Şehîd” ve sevmeyenleri tarafından “el-Maktûl” ünvanlarıyla anılmış olan Suhreverdi, başlangıçta Meşşâî felsefeyi benimsemişti ve özellikle İbn Sina felsefesini takip ediyordu. Sonra bu felsefeyi eleştirmiştir. Kurucusu olduğu İşrâkî felsefeyi gelimiştir. Suhreverdi, felsefe, mantık ve tasavvuf konularında otuza yakın önemli eser yazmıştır. Bunların en meşhurları şunlardır: “ Pertevnâme”, mantıkla ilgilidir; “Heyâkelü’n-Nûr”, metafizikle ilgildir; “Hikmetü’l-İşrâk”, İşrâk felsefesiyle ilgilidir. İbn Bâcce: Endülüs’ün ilk filozofu olan İbn Bâcce, Batı’da Avempace ismiyle anılıyordu. İbn Bâcce, 1077 yılında Endülüs’ün Sarakusta (Saragossa) şehrinde doğmuştur. Orada ilk eğitimini aldıktan sonra, İşbiliye (Sevilla) ve Başkent Kurtuba (Cordoba) gibi şehirlere giderek yüksek öğrenimini tamamlamıştır. Felsefeye ve müziğe rağbet eden İbn Bâcce, Farabi ve Aristo’nun eserleri hakkında yorum eserler yazarak Meşşâîlik felsefesinin Endülüs’e girmesine sebep olmuştur. Devlet ricâliyle arası iyi olan İbn Bâcce, bir süre vezirlik de yapmıştır; eğitim projeleri hazırlayarak eğitim reformunun yapılmasını sağlamıştır. Kendisini kıskananların baskılarına maruz kalan filozof, Fas’a gitmiştir. Orada bir süre kaldıktan sonra, doğum yeri Sarakusta’ya dönmüş ve orada 1139 yılında vefat etmiştir. İbn Bâcce’nin otuz civarında eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Kendi telifi özgün eserleri arasından şunlar çok meşhurdur: “Nefs Kitabı”, “Yalnızlaşmış İnsan’ın Yönetimi”, “Veda Risalesi”, “Akl’ın İnsana İttisali” ve “ İnsanî Gaye”. İbn Bâcce hakkında daha fazla bilgi için Yaşar Aydınlı’nın İbn Bâcce ve İnsan Görüşü adlı eserine müracaat edebilirsiniz. İbn Rüşd: Batı’da Averroes ismiyle ünlenmiş olan İbn Rüşd’ün tam adı Ebû’lValîd Muhammed bin Ahmed’tir. Kurtuba’da 1126 yılında dünyaya gelmiştir. Hukukçu bir aileden gelen İbn Rüşd, çoculuğundan itibaren iyi bir eğitim görmüştür. Gençlik yıllarında daha çok hukuk ve tıp bilmine meraksalmıştır. Bu arada İbn Rüşd, Fas başta olmak üzere başka şehirler seyahate çıkmıştır. Muvahhidlerin iktidara gelmesiyle Endülüste akli ilimlere yönelim artmıştır; bu ortam içinde İbn Rüşd de felsefeye merak salmıştır; özellikle Aristo’nun eserlerini okumaya başlamıştır. 1168 yılında dönemin önemli bilgini vezir İbn Tufeyl ile tanışır. Aristo felsefesine ilgi duyan ve yeni sultan olmuş Ebû Yakub Yusuf, 1169 yılında vezir İbn Tufeyl’den Aristo’nun eserlerinin üzerine şerhler yazmasını kendisinden ister. İbn Tufeyl, yaşlılığını gerekçe göstererek bunu yapamayacağını; ancak bunu yapabilecek birisini bulacağını söyler. Aynı yıl İbn Tufeyl, İbn Rüşd’ü Sultan ile tanıştırır. 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 207 Sultan’ın arzusunu kabul eden İbn Rüşd İşbiliye’ye kadı olarak atanır ve aynı zamanda Aristo’nun eserlerini şerh etmeye başlar. Daha sonra 1171 yılında Başkent Kurtuba’ya Başkadı olarak atanır. Ancak önceki Sultan’ın oğlu Yusuf Yakub, 1194 yılından itibaren İbn Rüşd’ün fikirlerinden hoşlanmamaya başlar ve bu arada ulemanın da tenkidlerinin yükselmesi üzerine Sultan 1195 yılında yaşlı İbn Rüşd’ü Kurtuba yakınıdaki bir kasabaya sürgüne gönderir. Aynı yılın sonlarına doğru afedilen İbn Rüşd, oradan tekrar Fas şehrine gider. Orada üç yıl kadar münzevi bir yaşam sürdürüken 1198 yılında vefat eder. Neredeyse ömrünün ikinci yarısını Aristo’nun eserleri üzerine şerhler yazmakla geçiren İbn Rüşd haklı olarak İslam dünyasında “eş-Şârih” (Yorumcu) ve Batı’da “Commentator” lakabını kazanmıştır ve çoğu zaman da bu lakapla şöhret bulmuştur. Aristo’nun her bir eserine üç ayrı şerh yazmıştır. Bunlar, Büyük, Orta ve Küçük Şerhler olarak bilinir. Tabi, İbn Rüşd’ün kendi özgün eserleri ve fikirleri de vardır. Belki bugüne kadar ömrünü Aristo’ya adamış ve onu iyi anlamış henüz ikinci bir felsefeci de çıkmamıştır. İbn Rüşd’ün önemli özgün eserlerinden bazılarını burda zikredelim: “elKülliyât”, çok hacimli bir tıp kitabıdır. “Faslü’l-Makâl”, din ve felsefe uzlaştırılmasına dair önemli bir felsefe kitabıdır. “Kitâbu’l-Coğrafiyya”, coğrafyaya ait bir kitaptır ki, Kristof Kolomb’un kendi ifadesine göre, Amerika’nın keşfinde kendisine yol göstermiş bir kitaptır. En önemli felsefi eserlerinden birisi de, meşhur “ Tehâfütü’t-Tehâfüt” tür. İbn Rüşd hakkında daha fazla bilgi edinmek için, Hüseyin Sarıoğlu’nun İbn Rüşd ve Felsefesi adlı eserinin okunması tavsiye edilir. FELSEFE MEKTEPLERİ İslâm felsefî düşüncesinde felsefe yapmada farklı ekoller ve akımlar oluşmuştur. Bunların hepsinden az bile olsa burada bahsetme imkânımız yoktur. Sadece önemli olan ve İslâm medeniyet ve kültüre baskın bir şekilde etkili olmuş ve hatta bugün de etkisi az-çok devam edenleri kısaca ele alacağız. Meşşâî Mektep Sözlük anlamıyla Meşşâ’î kelimesi “yürüyen” demektir. Bu ekolün temel felsefe ve bilim anlayışı Aristo’ya dayandığı için ve Aristo da felsefe derslerini ayakta öğrencilere yürüyerek anlattığı için, Aristo geleneğini temel alan Müslüman filozoara bunun için “Meşşâî” ve onların felsefesine de Meşşâîyye (Meşşâ’îlik) denmiştir. Bu mektebin en önemli temsilcileri, doğu İslâm dünyasından Kindî (öl. 866), Fârâbî (871-950), İbn Sînâ (980-1037) ile Endülüs’te İbn Bâcce (1077-1138) ve İbn Rüşd (öl.1198)’tür. Bu filozoarı tek tek tanıtma ve onların düşüncelerini ayrı ayrı ele alma yerine, onları Meşşâîlikte birleştiren düşüncelerini genel hatlarıyla anlatmaya çalışacağız. Mantık: İslâm düşüncesinde “ölçüt” ve “ölçüm” bilmi (İlmü’l-Mîzân; İlmü’lMi’yâr) gibi isimlerle de anılmış mantık, genelde Aristo mantığını temel alır. Ancak Müslüman filozoar ve mantıkçılar buna çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Meşşâîlere göre, mantık çok önemlidir. Çünkü onlar, dilbilimi, bilgi ve varlık kavramlarını mantığa dayandırırlar. Mantık genelde önermeler ve kıyas dikkate alınarak bilinenlerden bilinmeyenleri çıkarma ilmi gibi tanımlanırsa da; bu tam olarak doğru değildir. Esasen mantık bildiklerimizin doğru olup olmadığıyla, bildiklerimizin doğruluklarını ve yanlışlıklarını ispat etme ilmidir. Aristo’nun eserlerini yorumlayan pek çok kitap kaleme aldığından yorumcu (commentator) manasına gelen bu lakapla anılmıştır. 208 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Mantık öğrenmek niçin gereklidir? Düşününüz. Aristo mantığında ilk şekli ve içerik düzenlemesini kendi katkılarıyla Fârâbî yapmıştır; işte bu yüzden kendisine Aristo’dan sonra “İkinci Muallim” unvanı verilmiştir. Fârâbî bütün mantık ilmini, iki alana ayırmıştır. Birincisi tasavvurât; ikincisi tasdikâttır. Tasavvurât; dış dünyadaki nesnelerin insan zihninde nasıl tasavvur edildiği, onların nasıl kavramlaştırıldığı, kavramlarla nesne arasındaki ilişkinin ne olduğu, kavramların kendi arasındaki ilişkinin ne olduğu, kavram-anlam ilişkisinin nasıllığıyla uğraşan mantığın ilk kısmıdır. Tasdikât; önermeler ve dolayısıyla kıyas yoluyla nesneler hakkında hüküm verme ve yargıda bulunma, başka bir ifadeyle çıkarımlarda bulunmayla ilgilenen mantığın ikinci kısmıdır. Fârâbî’ye göre mantıkta esas olan Burhân (Kanıtlama, İspat)’dır. Mantık bir bütün olarak Burhân’a hizmet eder veya mantığın en tepesinde Burhân yer alır. Burhân Aristo’nun İkinci Analitikler dediği mantık kitabına karşılıktır. Ancak Fârâbî’de Burhân çok daha geliştirilmiş bir durumdadır. Fârâbî’den sonraki gerek İslâm mantıkçıları ve gerekse batılı mantıkçılar Aristo yanında Fârâbî’nin mantık çalışmalarından çok etkilenmişlerdir. Bugün “Klasik Mantık” denen Aristo-Fârâbî mantığı modern mantıkçılar tarafından eleştirilse de modern mantık da esasen, mantıksal ifadelerin sembolleştirilmesi dışında bu klasik mantığa dayanır. Osman Bilen’in İslâm Felsefesinin Ara Sorunları adlı eserini okuyunuz. Bilgi Kuramı Meşşâîliğin bilgi kuramı, duyumcu (sensualist) ve aklî (rasyonel) bir bilgi kuramıdır. Mantığa ve klasik psikolojiye dayanır. İnsan bilgiyi, dış dünyadaki nesneleri duyu organları vasıtasıyla algılar; algılar insan zihninde tümel kavramlara dönüşür; akıl bu tümel kavramlardan çıkarımlar yaparak nesnelerin bilgisine ulaşır. Aklî çıkarım yapma üç ilkeye dayanır. Birincisi, insanlığın sahip olduğu deney öncesi bilgiler ve kavramlardır; yani a priori olan şeylerdir. İkincisi, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı gibi akıl yürütme ilkeleridir. Üçüncüsü, tümden gelimdir. Bilgi dolayısıyla aklı çıkarımdan ibarettir. Doğal olarak Meşşâîlerin bilgiden kasıtları, felsefî bilgidir. Çıkarım yoluyla elde edilen bilginin doğrulanması ve yanlışlanması konusunda bu filozoar arasında farklı görüşler varsa da ortak görüş olarak şu iki yöntem söylenebilir. Birincisi tekabüliyet, yani bilginin-bilinene uygunluğunun ortaya konması yöntemidir. İkincisi de bilginin, bilinenine ait nedensellik ilkesiyle uyuşup uyuşmadığını ortaya koymaktır. Çünkü Aristo gibi Meşşâî filozoar da, bir şeyi bilmek demek o şeyin nedenini veya o şeyi nedeniyle bilmek demektir. Varlık Kuramı Metafiziğin veya daha dar anlamıyla ontolojinin konusu olan varlık kuramı, en temel varlık sorunlarıyla ilgilenir. Varlığı en geniş anlamıyla konu alan metafizik konusunda Meşşâîler arasında iki farklı temel yaklaşım vardır. 1 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 209 Birincisi, Kindî’nin temsil ettiği metafiziktir. Buna göre metafizik, fiziğe ve geometriye dayanır. İkincisi, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün temsil ettiği metafiziktir. Buna göre metafizik mantığa ve aritmetiğe dayanır. Metafizik hangi temel ilkelere dayanırsa dayansın, bütün Meşşâîlerde metafiziğin kendi iç ilkeleri konusunda görüş birliği vardır. Bu metafizik ilkelerden birincisi, nedensellik ilkesidir. Aristo’da da bu ilke önemlidir. Ancak bu genel nedensellik ilkesine Fârâbî bir de “Yeter Sebep” ilkesini ilave ederek nedenselliği geliştirmiş ve genişletmiştir. Bu yeter sebep ilkesinden Batı’da ilk bahseden Leibniz (1646-1716)’dır. Meşşâîlerin nedensellik ilkesine göre varlığın ilk ve gerçek nedeni Allah’tır. Bunun için onlar Allah’a “İlk Neden” veya “Yüce Neden” demişlerdir. Metafizik nedenselliğe “ilahî nedensellik” denir. Metafiziğin bu nedensellik ilkesi, Meşşâîlere göre fizik dünyanın da ilkesidir. Fiziksel varlıklar ve olaylar da nedensellikle açıklanabilir. Doğadaki bu nedenselliğe “Doğal nedensellik” denir. Meşşâî metafiziğin ikinci ilkesi, yaratılmışlık ilkesidir. Evren, Allah veya İlk Neden’in bilgisinden yarattığı mümkün varlıktır. Dolayısıyla Evren’in en temel niteliği yaratılmış olması, yani zamansal oluşudur. Meşşâîlere göre varlık en genel kavram olduğu için başka bir şeyle tanımlanamaz; ancak kendisiyle tanımlanabilir. Başka bir ifadeyle, varlık yüklemlenemez; yani yüklemin konusu olamaz. Fârâbî mantıksal açıdan varlığı üç sınıfa ayırır: 1. Zorunlu Varlık, 2. Mümkün Varlık ve 3. Mümteni (İmkânsız Varlık). İmkânsız varlık gerçekte var olması düşünülemeyen varlıktır. Bu varlık gerçekte soyut veya somut şekilde olmadığı için sadece mantıksal bir isimlendirmedir. Zorunlu veya Mutlak Varlık, Allah’tır. Nedensiz, zamansız ve mekansız olduğu için Allah “Zorunlu” varlık olarak nitelenmiştir. Bunun için Allah’ta varlık ve öz, öz ve sıfat ayırımı yapılamaz; Allah için varlık, öz ve sıfat aynıdır. Mümkün varlığa gelince; bu var olması veya olmaması düşünülebilen varlıktır. Mümkün varlık Allah’ın dışındaki bütün soyut ve somut varlıklardır. Bu varlık tümüne mümkün denmesi, nedenli, zamanlı ve mekânlı olmasındandır. Mümkün varlıkta varlık-öz; cevher (töz)-araz (ilinek), madde-şekil (form) ayrımı vardır. Meşşâîlere göre öz, varlıktan önce gelir. Öz veya mahiyet, varlığın “neliği”dir; bütün insanlarda ortak olan “insanlık” gibi. Varlık ise şekilli maddesel unsurdur; örneğin insan söz konusu olunca, beden veya vücut dediğimiz şey varlıktır. Öz esas olup, varlık öze veya töze araz (ilinek) kabul edildiği için Meşşâî metafiziğe “Özcü Metafizik” de denir. Varlık konusuyla ilgili burada belirlenmesi gereken bir husus vardır. Bu da, Meşşâîlerin Fârâbî ve İbn Sînâ’nın varlığın Allah tarafından yaratılışını, Yeni Eatuncu bir model olan Sudûr (Taşma) kuramına göre açıklamalarıdır. Birden bir çıkar ilkesinin hâkim olduğu bu kurama göre varlık, Allah’ın doğrudan yönettiği Küllî (Tümel) Akıl’dan derece derece ve mertebe mertebe çıkarak insanda son bulmuştur. Ay gezegenine kadar on bir akıl oluşmuştur. Burada akıldan kasıt o zaman bilinen on bir gezegendir. Onlara “akıl” demelerinin nedeni, o zamanki anlayışa göre gök cisimlerinin katı maddeden değil, esîrden rûhânî maddeden oluştuğunun düşünülmesindendir. Ay’ın etkisiyle yeryüzü ve ondaki varlıklar su, toprak, ateş ve havanın farklı karışımlarıyla oluşmuşlardır. Başta Gazâlî ve İbn Rüşd olmak üzere bazı Müslüman filozoar sudûr kuramını eleştirmişlerdir. Felsefenin İslâm dünyasına geçmesiyle bazı kelâmcılar ve ulemadan felsefeye karşı bir tepki ve eleştiri gelmiştir. Özellikle İslâm ve felsefenin uzlaşmaz olduğu dile getiriliyordu. Kindî’den İbn Rüşd’e Meşşâî filozoar, ister istemez bu konuya Varlığın Allah’ın küllî aklından çeşitli aşamalarla çıkarak insanda son bulduğunu ifade eden teori. 210 İslam Tarihi ve Medeniyeti II da eğilmişlerdir. Temelde filozoar din (İslâm) ile felsefenin çatışmaz olduğunu savunmuşlardır. Ancak uzlaşmazlık ortaya çıktığında filozoar üç farklı tutum sergilemişlerdir. Bunlardan birisi, Kindî’nin tutumudur. Kindî’ye göre böyle bir durum çıkarsa, dinin söylediği tercih edilmelidir. Zira Allah’ın vahyi, insan bilgisinin üstündedir. İkincisi Fârâbî’nin tutumudur. Fârâbî’ye göre böyle bir durumda, aklın bilgisi tercih edilmelidir; zira vahyin anlaşılması da akla bağlıdır. Ancak Fârâbî, asla vahyin itibarını ve önemsizliğini kastetmez. Aklın anladığı, dinin kastettiği anlamdır demek istemiştir. Üçüncüsü, İbn Rüşd’ün tutumudur. İbn Rüşd, aklın ve dinin uzlaşmaz görüldüğü bir meselede, tekrar tekrar düşünülürse sonunda akıl ve din uzlaşır demektedir. Meşşâî filozoarın özellikle metafizik düşüncelerine eleştiriler yapılmıştır. Eleştiri yapanların en meşhurlarından birisi Gazâlî (1055-1111)’dir. Gazâlî, özellikle Aristo, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın metafiziğini ağır bir şekilde eleştirmiştir. Bu eleştirinin esasını, onların metafiziğinin nedenselliğe dayanmasından dolayı, insanın doğrudan Allah ile ilişkisini ve Allah’ın tabiatla olması gereken ilişkisini ortadan kaldırdığına inanmasıdır. Gazâlî, “Tehâfütü’l-Felâsife” (Filozoarın Tutarsızlığı) adlı eserinde Fârâbî ve İbn Sînâ metafiziğini yirmi üç noktada eleştirmiştir. Bunlardan üçünün küfür gerektirdiğine inanarak onlara “kâfir” demiştir. Bu üç husus: “Evrenin Kıdemi”; “Allah’ın tümelleri bilip tikelleri bilmemesi” ve “Dirilişin sadece ruhsal olacağı” görüşleridir. Gazâlî’nin filozoarı eleştirisi İslâm dünyasında felsefenin gerilemesine bir neden teşkil etmiş midir? Filozoarı savunmak amacıyla da İbn Rüşd “Tehâfütü’t-Tehâfüt” (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı bir eser yazmış ve Gazâlî’yi eleştirmiştir. Sadece Allah’ın bilgisinin insanın bilgisine ait olan tümellik ve tikellik ile nitelendirilemeyeceği konusunda Gazâlî’yi haklı bularak İbn Sînâ’yı o da eleştirmiştir. Fâtih’in girişimi ve öncülüğüyle Gazâlî-İbn Rüşd tartışması Osmanlı bilginleri arasında yeniden gündeme gelmiştir. Konuyla ilgili bazı önemli eserler yazılmıştır. Konuyla ilgili olarak Mubahat Türker’in Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti adlı eseri okunabilir. İşrâkî Mektep İslâm felsefesinin ikinci önemli mektebi, İşrâkîyye’dir. Kavram “doğuş”, “aydınlık” anlamına Arapça işrâk kökünden gelir. Dolayısıyla işrâkîyye bir çeşit “aydınlanma” veya “doğuş” felsefesidir. İşrâkî felsefenin kurucusu, Azerbaycan Türklerinden olan Şehâbeddin Yahya es-Suhreverdî (1166-1208)’dir. Başlangıçta Meşşâî felsefeyi, özellikle de İbn Sînâ felsefesini takip eden Suhreverdî otuzlu yaşlarına gelince bu felsefeyi tenkit ederek kendisinin “İşrâkîyye” dediği felsefe mektebini kurmuştur. Suhreverdî’ye göre, bütün peygamberlerin bahsettiği, bütün filozoarın bulmak isteyerek araştırdıkları ezeli bir hikmet vardır; fakat bütün filozoarın ezeli hikmete ulaştıkları söylenemez der. Ona göre, örneğin Yunan filozoarından Sokrat ve Eatun bu hikmete yaklaşmış filozoardandır. İşrâkîlik Suhreverdî’ye göre bu ezeli hikmeti temel alan bir felsefedir. 3 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 211 Suhreverdî’nin Meşşâîliği bırakıp İşrâkîliği oluşturmasında genç yaşta mürşidi olduğu ünlü sufî Necmeddin-i Kübra’nın tasavvuf anlayışının bir etkisi olduğu söylenebilir. Ayrıca Gazâlî (1055-1111) ve Ebu’l-Berakât el-Bağdâdî (öl. 1164) gibi filozoarın Aristo felsefesini ve Meşşâîliği eleştirilerinin de etkisi olduğuna işaret etmek gerekir. İşrâkî felsefenin yöntemi sezgidir. Bilgi ancak insan nefsinin tezkiyesi ve tasfiyesine dayanan sezgi ile elde edilir. Suhreverdî’ye göre mantıksal yollarla, yani aklî çıkarımlarla bilgi elde etmede yetersiz. “Pertevnâme” adlı eserinde Aristo ve Meşşâîlerin mantık anlayışlarını eleştirir; onların kategori (makûlât) dedikleri on en temel genel kavramı, cevher ve hey’e şeklinde ikiye indirger. Daha sonra Kant’ın söylediği gibi kategorilerin, Meşşâîlerin ve Aristo’nun dediği gibi varlığa değil, zihne ait olduğunu söyler. Suhreverdî cevheri aşağı yukarı Meşşâîlerin dediği gibi bir varlığın “neliği” veya “mahiyeti” olarak tanımlar; ancak onlardan farklı olarak bunu zihinsel olarak görür. Hey’e ise bir varlığın yapısal bütünlüğü ve bünyesidir. Hey’enin gerçekliği vardır. Bütün varlık Suhreverdî’nin Nûr (Işık) dediği Allah’ın ışığını derece derece tecelli ettirmesi, yani yansımasından ibarettir. Varlığın kaynağı Allah’ın Nûr’udur. Varlıklar bu Nûr’un heykelleridir. Söz gelimi, insanda yansıyan Nûr insanın özü ve ruhudur. Nûr’un insanda oluşturduğu gölge insanın heykeli, yani onun hey’esi, yani bedenidir. İnsan kendisinde Nûr’un bu iki türlü yansımasını fark eder ve O’ndan bir pay alırsa gerçekten kendisini ve Rabbini bilebilir. Dolayısıyla Suhreverdî’nin metafiziğine “Nûr (Işık) Metafiziği” denebilir. Suhreverdî Konya, Erzincan, Diyarbakır gibi Anadolu şehirlerinde ikamet ettiği için Anadolu Selçukluları devrinde İşrâkîlik önde gelen bir felsefe akımıydı. Suhreverdî’nin Halep’te 1206 yılında idam edilmesinden dolayı, felsefesinin etkisi uzun bir süre azalmıştır. Ancak XVI. yüzyılda İşrâkîlik hem Osmanlı’da, hem de İran’da canlılık göstermeye başlamıştır. Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebi (1609-1657), İbrahim Kasabbaşızâde (18. yy.), İsmail Ankaravî (öl. 1725), İsmail Hakkı Bursevî (öl. 1725) ve Yirmisekiz Mehmet Çelebi (öl. 1732) İşrâkîliği benimseyen kimselerdir. İran’da (İşrâkîlik) Mir Damad (öl. 1632) ve Molla Sadra (1571-1636) gibi filozoarla canlandırılmıştır. İran’da İşrâkîlik, İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücûd tasavvuf anlayışıyla sentezlenerek bugüne kadar devam eden ve İrfânî Felsefe olarak da adlandırılan bir felsefe geleneği olmuştur. Ahmet K. Cihan’ın Sühreverdî’nin Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri adlı eserini okuyunuz. Felsefî Ansiklopedicilik Kendilerine “İhvânu’s-Safâ” (Temiz Kardeşler) diyen bir grubun oluşturduğu gizli bir felsefe cemiyet ortaya çıkmıştır. Basra ve Kûfe’de şubeleri olduğu söylenir. Bu gizli felsefe cemiyetinin tam olarak ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesinlik kazanmamıştır. İhvânu’s-Safâ mensupları elli iki kitapçıktan oluşan “Resâil” adlı bir eser yazmışlardır. Her birisi bir felsefî disiplin veya konuya ayrılan bu risalelerde, kendilerinden önceki filozoarın görüşlerinden seçmeler oluşturarak eklektik bir felsefî anlayışı sergilerler. Bu açıdan Resâil, bir felsefe ansiklopedisi niteliği taşımaktadır. Bu ansiklopedicilik anlayışı yaygınlık kazanmadığından sürekli olamamıştır ve bilinen başka bir örneği de yoktur. 212 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Batı’da özellikle de Fransa’da 17. ve 18. yüzyıllarda etkin olan felsefî sayılabilecek bir Ansiklopedizm harekâtı vardır. İhvânu’s-Safâ’yı bu hareketle karıştırmamak gerekir. Dehrilik Dehrilik kısaca, zamana tapıcılık demektir; yaşatan, öldüren ve kaderi belirleyen şeyin dehr (sonsuz zaman) olduğunu ileri süren bir düşünce akımıdır. İslâm’dan önce cahiliye dönemi Arapları arasında da olan bu düşüncenin kaynağı, Mecûsiliğin (Zerdüştlik) bir mezhebi olan Zarvanizm (Zurvanizm)’dir; Zarvan başı ve sonu olmayan sonsuz zaman demektir. Dolayısıyla bir çeşit materyalizm ve ateizm olan bu düşünce, İslâm dünyasında VIII. ve X. yüzyıllar arasında, özellikle de Zerdüştlikten geçerek Müslüman olan İran asıllı kimselerde görülmüştür. Mülhitler (Tanrı Tanımazlar) ve Zındıklar (Zenâdıka), dehrilerle aynı gruptan sayılmışlardır. Bilgiyi sadece duyulara indirgeyen bu akımın X. yüzyıldan sonra temsilcisi olmamıştır. Dolayısıyla sürekliliği olan bir felsefe mektebi değildir. Tabiat Felsefesi Felsefeyi doğa bilimleri üzerinden kurmaya ve yapmaya çalışan Müslüman bilginlerin felsefe anlayışlarına tabiat felsefesi akımı denebilir. İbn Türk (8. yy.) ve Câbir İbn Hayyan (721-805)’dan, Bîrûnî (973-1051) ve İbnu’l-Heysem (965-1051)’e kadarki birçok Müslüman bilim adamının anlayışıdır. Bunlar Yunan gelenekli felsefeye, özellikle Eatun ve Aristo’nun metafizik düşüncelerine soyut spekülasyonlar olarak bakarlar; hatta bu tür felsefeyi bir çeşit mitik ve mistik düşünce olarak değerlendirirler. Felsefeyi düşünsel ve zihnî soyut ilkeler üzerinden değil; somut bilim verileri üzerinden kurmaya çalışırlar. Felsefenin doğa bilimlerinden bağımsız olamayacağını savunurlar. Hatta Yunan türü salt metafiziğe Müslümanların ihtiyacının olmadığını bile söylerler. Zira İslâm dünyasındaki kelâm ilminin bu boşluğu doldurduğuna inanırlar. Dolayısıyla bu grup Müslüman bilginler gerçek anlamıyla bir bilim felsefesi kuran ve yapan düşünürlerdir. Müslüman bilginlerin tabiatı bilimsel açıdan araştırılması anlamına gelen tabiat felsefesini, tabiatçılık anlamına gelen modern felsefedeki natüralizm ve natürizm gibi akımlarla karıştırmamak gerekir. Revâkiyye İslâm felsefesi tarihinde çoğu zaman bir gelenek olarak bir de Revâkiyye veya Rivâkiyye adıyla bir mektepten bahsedilir. Revâkiyye kavram olarak Stoacılık veya Stoacı felsefe demektir. Ancak gerçekte, Yunan Stoa felsefe geleneğinin temel alıp felsefe yapan hiçbir Müslüman filozof yoktur. Dolayısıyla İslâm dünyasında böyle bir felsefe mektebi yoktur. Yunanlı Stoa filozoarından hiçbirisinin hiçbir eseri bile Arapçaya çevrilmemiştir. Ancak Müslümanlar eserleri Arapçaya çevrilen diğer Yunanlı filozoar vasıtasıyla az da olsa Stoa felsefesi hakkında bilgiye sahiptirler. Münferit bazı Müslüman bilginlerin bazı konulardaki görüşleriyle Stoa felsefesi arasında bir benzerlik vardır. Örneğin İbn Teymiye gibi bazı kelâmcıların ruh ve maddeyi aynı saymaları; daha doğrusu ruhu maddesel görmeleri ile Stoa felsefesinin ruhsal olan maddeseldir, maddesel olan ruhsaldır sözüyle bir benzerlik arz eder. Ancak bunun bir Stoa etkisi olup olmadığı kesinlik kazanmış değildir. 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 213 BİLİM Felsefî düşünceyi böylece kısa bir şekilde özetledikten sonra bilim konusuna geçebiliriz. Müslüman bilginlerin bilime katkılarını özetlemek yerine onların çeşitli bilim dallarına ait bilim anlayışlarını bilim felsefesi açısından özetlemeyi uygun buluyoruz. http://www.msxlabs.org Matematik İlk ve Orta Çağlarda Aritmetikte felsefe açısından önemli konulardan birisi sayı kuramıdır. İslâm’dan önce bilinen iki önemli sayı kuramı vardı: Fisagorcu (Pisagorcu) ve Eatuncu (Platoncu) kuramlar. Her iki kurum da pozitif doğal sayılarla ilgilidir. Fisagorcu sayı kuramının sadece aritmetik bir anlamı yoktur; ayrıca sayıların metafizik ve sembol anlamları da vardır. Fisagor’a göre sayı varlığın esasıdır, aritmetiksel olan ve olmayan iki tane bir vardır. Birincisi, Mutlak Bir’dir; bu bölünmez ve parçalanamazdır. Varlığın esası olan bir bu aritmetiksel olmayan birdir. İkincisi, bir aritmetiksel birdir; bu sadece nesnelerin sayımında kullanılır. Eatun’un sayı kuramı metafiziksel ve sembolik anlamlar içermeyen sadece aritmetiksel doğal sayı kuramıdır. Her iki sayı kuramı, Fisagor ve Eatun’dan önce de vardı; Mezopotamya, Hind ve eski Mısır medeniyetlerinde bu sayı kuramlarına rastlanmaktadır. Müslüman matematikçiler ve bilginler de bu iki sayı kuramını kullanmışlardır. Genelde Müslüman matematikçiler geliştirerek Eatuncu sayı kuramını benimsemişlerdir. Ancak meslek itibariyle matematikçi olmayan İhvânu’s-Safâ gibi bazı felsefeciler ile Ebcet ve Hurufilik gibi gizemli işlerle meşgul olan bazı kimseler Fisagorun sayı kuramına önem vermişlerdir. Özellikle matematik tarihinde Harizmî’nin ilk defa sıfırı (0) sayı olarak kullanması ve daha sonra Uluğ Bey’in Gözlemevi’ndeki, Gıyasüddin Cemşit el-Kâşî, Ali Kuşcu gibi matematikçilerin ondalık ve kesir sayı sistemini kullanmasıyla sayı kuramlarında yenilikler ortaya çıkmıştır. Cebiri, matematik bilimleri içerisinde müstakil bir uğraşı alanı olarak tesbit eden Müslüman matematikçiler cebirde iki farklı akım geliştirmişlerdir. Bunlardan birincisi, Geometrik Cebir’dir. Bu cebir sistemi, çözümlenen cebir problemlerinin çözümünün geometrik yolla ispatı anlamına gelir. Bu sistemi ilk Müslüman matematikçilerden olan İbn Türk ve Harizmî geliştirmiştir. Daha sonra Ömer Hayyam (öl. 1233) gibi birçok matematikçi onları izlemiştir. İkincisi, Aritmetiksel Cebir sistemidir. Bunun ilk öncüsü el-Kerecî (1019- 1130) ve Ebu’l-Vefâ el-Buzcanî (940-998)’dir. Bu sistem cebrin kendi kendisine yeterli olduğunu savunarak, cebirsel çözümlerin ispatının yine cebir ve aritmetikle yapılabileceği görüşüne sahip olmuşlardır. Daha sonra bazı matematikçiler de bu sistemi izlemiştir. Geometri alanında da büyük gelişmeler olmuştur. Geometri de temel iki sistem vardır. Birincisi, Öklidçi Düzlem Geometrisidir. Öklid bu geometrik sistemi oluştururken yeryüzünün düz olduğunu varsayan astronomi bilgilerine dayanmıştır. İkincisi, bugünkü adıyla “Anti-Öklidçi” geometridir. Bunu ilk defa ünlü gökbilimci ve matematikçi Nasiruddin Tûsî (öl. 1274) temellendirmeye çalışmıştır. O, Öklid’in beşinci postalasının yanlışlığını göstererek, uzun mesafeler için Öklid geometrisinin doğru sonuçlar vermeyeceğini söylemiştir. Yeryüzü ve gökciDünyanın düz olduğu varsayımına dayanan geometri sistemi. 214 İslam Tarihi ve Medeniyeti II simleri dairesel olduklarından paralel uzatılan iki doğru sonsuza kadar paralel gitmeyip birbirleriyle kesişeceklerdir. Böylece Tûsî, Anti-Öklidçi geometrinin ortaya çıkmasında Lobatchewski ve Riemann gibi modern matematikçilere öncülük etmiştir. Nasiruddin Tûsî’nin Öklid’in beşinci postulasının yanlışlığını göstermesine neler neden olmuştur? Gökbilim Başlangıçta Müslüman gökbilimciler gökbilim (astronomi) konusunda özellikle İskenderiyeli Batlamyus’un (Ptolemy) gökbilim modelinden etkilendikleri için Fergânî (9. yy.) ve birçok Müslüman bilgin onun yer merkezli (Jeosantrik) evren anlayışını benimsemiştir. Dolayısıyla Batlamyus gökbilim sistemi, Müslüman bilginlerin benimsediği ilk gökbilim sistemidir. İkinci önemli sistemi, Güneş merkezli (Heleosantrik) sistemdir. Buna ilk şeklini Batlamyus evren modelinin yanlışlığına inanan Bîrûnî (973-1051) ve Siczî (10. yy.) gibi gökbilimciler ortaya koymuşlardır. Ancak Batlamyuscu modelin baskın etkinliği sebebiyle İslâm dünyasında taraar bulamamıştır. Bîrûnî’den sonra Endülüslü İbn Rüşd (öl. 1198) ve Bîtrûcî (13. yy.) gibi bilginler de Batlamyuscu gökbilim modelini çok tenkit etmişlerdir. Ancak bu Müslüman gökbilimcilerin görüşleri Kopernik’in Güneş merkezli evren ve gökbilim anlayışına yol açmıştır. Zira Kopernik kendi eserinde isimlerini anarak bu Müslüman gökbilimcilerin görüşlerinden haberdar olduğunu belirtir. Fizik İslâm dünyasındaki ilk fizik çalışmaları o günlerde büyük ölçüde Aristo’nun ve diğer Yunanlı bilginlerin kuramsal fizik anlayışının etkisiyle gelişmiştir. Bu açıdan Farâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozoarın fizik anlayışı da onun felsefî veya kuramsal fizik anlayışına dayanıyordu; bazı gelişmeler sağlamışlar ise de, temelde kuramsal kalmıştır. Bu birinci anlayışa karşı, başta Bîrûnî ve İbnü’l-Heysem (965-1051) gibi Müslüman fizikçilerle fizik, gerçek anlamda tecrübî ve deneysel bir fizik anlayışı ortaya çıkmıştır. Özellikle fizikte onun bir özel dalı olan optik alanında büyük gelişmeler olmuştur. Işık kırılma ve yansımaları kanunu keşfedilmiştir. İbnü’l-Heysem görme olayını tam bir bilimsellikle açıklamıştır. Kimya Kimya bilimi de, gökbilim ve matematik gibi insanlığın en eski bilimlerinden birisidir. Ancak İslâm’dan önce kimya simyadan ayrı bir bilim değildir. ilk Müslüman kimyacı olan Câbir İbn Hayyan (721-805) ile kimya, simyadan ayrılarak kimya tecrübî ve kantitatif bir bilim halin gelmiştir. Câbir’den sonra Ebû Bekr Zekeriya er-Râzî (865-925) ve Bîrûnî ile kimyada büyük gelişmeler kat edilmiştir. Bugünkü temel asitler, Câbir İbn Hayyân’ın laboratuvar çalışmalarıyla ve kurduğu kimyasal fırınlarla ilk defa elde edilmiştir. Bîrûnî özellikle mad4 Resim 10.1 Ortaçağ Avrupası’nda çizilmiş Cabir ibn Hayyan Portresi Kaynak: E.J. Holmyard, Makers of Chemistry, Oxford 1931, s.49. 10. Ünite - Düşünce ve Bilim 215 delerin özgül ağırlığı tesbit edilmiştir. Bu benzeri yeni keşiflerinden dolayı bu bilginler modern kimyanın kurucusu olarak kabul edilirler. Tıp Son olarak kısaca tıp biliminden de bahsedelim. Bilim tarihi ve felsefesi açısından gelişmenin en çok olduğu alanlardan birisi de tıptır. Kindî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi bilginler, tıp alanında büyük katkılar sağlamış olmakla birlikte, büyük ölçüde Hipokrat’tan Galen’e (Calinus) kadarki Yunan-Hellenistik tıp anlayışını benimseyip geliştirmişlerdir. Yani tıp felsefî ilimler kadrosunda görülmüştür. Buna karşı ikinci bir anlayış olarak, Ebû Bekr Zekeriya er-Râzî, Ali ibn İsa (11. yy.), Ali ibn Rıdvan (öl. 1067), İbnu’n-Nefs (1210-1288), Zahravî (936-1013) gibi tabipler empirik bir tıp sistemini geliştirip uygulamışlardır. Tıp biliminin kimya ve fizik gibi bilimlerle ilişkilerini kurmuşlardır; tıp biliminin bu bilimlerden yararlanmasını sağlamışlardır. Resim 10.2 Zahrâvî’nin Yaptığı Ameliyat Aletleri Kaynak: en.wikipedia,org/ wki/abu-al-qasımal-zahrawi 216 İslam Tarihi ve Medeniyeti II Özet İslâm düşüncesinin özgünlüğünü açıklamak İslâm dünyasında düşünce ve bilimin doğuşunda doğrudan Kur’an ve Sünnet etkili olmuştur. Özellikle tercüme faaliyetiyle aktarılan Yunan düşüncesi ve diğer geçmiş medeniyetlere ait düşünsel miraslar İslâm düşüncesinin ve biliminin gelişmesine önemli bir etki yapmıştır. Bu etkileşime rağmen İslâm düşüncesinin ve biliminin kendine has özgünlüğü vardır. Müslüman bilginler düşünce ve bilime sayısız çok önemli katkıda bulunmuşlardır. İslâm bilim ve felsefe ekollerini tanımlamak İslâm dünyasında felsefe ve bilim açısından çok önemli mektepler ortaya çıkmıştır: Meşşâîlik, İşrâkilik ve Doğa Felsefesi. Bunlardan ilk ikisi, özellikle metafizik, ahlak, siyaset gibi konularla daha çok ilgilenmişler ve bunlara önem vermişlerdir. Üçüncüsü ise, daha çok doğa bilimlerine ve teknolojik konulara önem vermiştir. İslâm düşüncesinin gelişme ve duraklama dönemlerini tanımlamak İslâm düşüncesi ve bilimi, başlangıçtan XIV. yüzyıla kadar çok hızlı bir gelişme dönemi geçmiştir. Ancak bu yüzyıldan sonra duraklama ve gerileme dönemine girmiştir. Bunun bazı nedenleri var ise de, asıl neden bilim kavramı konusundaki anlayış kırılması ve bozulmasıdır. Batılılar X. yüzyıldan itibaren İslâm düşüncesini ve bilimini, Müslüman bilginlerin eserlerini Arapçadan Latinceye çevirmiş ve Batı’da Rönesans ve reformun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Batı bilim ve düşüncesi, gelişimini İslâm düşüncesine borçludur.