[Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanlığı – 15 Mayıs 2009 Cuma günü Sâat 14.00-16.00 – Kıbrıs – Gâzî Magosa?da Verilecek Olan Konferans]
Uzaktan yakından teşrîf eden Kıymetli Dinleyiciler,
İstikbâlimizin Ümîdi Sevgili Gençler!
Konferansımıza başlamadan önce, 2 vecîbenin îfâsını lüzûmlu görüyorum:
Birincisi, bir teşekkürün yerine getirilmesi:
Bu mübârek Cuma günü?nde ve kudsî Mevlid Kandili?nde, YAVRU VATAN KIBRIS?ımızda, siz değerli dinleyicilerle bir arada bulunmamızı sağladıkları için, Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkan ve Üyelerine, bu organizasyonda emeği geçen bütün kardeşlerimize, konferans için gerekli izinleri veren, salonu tahsis eden yetkililere, şahsım adına, ayrıca bu seyâhatte bana refâkat eden değerli eğitimci dostumAyhan Özbek ve kıymetli komşum İş adamı İhsan Çerkeşli adına en kalbî şükrânlarımızı sunuyoruz.
İkincisi, bir tebrîkte bulunmak istiyoruz:
Hicretten 53 sene önce, Rebî”ül-evvel ayının 12. gecesinde, Pazartesi günü sabaha karşı (bu sene 30 Mart 2007 Cumayı Cumartesiye bağlıyan bu gece), Mekke-i mükerreme”de, çok önemli, hem de dünyâ çapında mühim bir hâdise meydâna geldi.
Bu Mevlid-i Nebevî?nin, yavru vatan Kıbrıs?ımıza, azîz vatanımız Türkiye?ye, bütün Türk âlemine ve tüm İslâm âlemine nice hayırlar getirmesini, yine yüce Rabbimizden dileriz.
Önemine binâen, konuşmamızın hemen başında belirtelim ki:
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki sâhip oldukları millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, gelecek nesillere aktardıkları oranda varlıklarını sürdürürler.
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bakınız bunu isbât için hemen önemli bir nakil yapalım: İngilizlerin Osmanlıdaki câsûsu Hempher?in hâtırâtının 45. sayfasında şu i?tirâf yapılmaktadır:
?800 yıllık Endülüs?ü şarâba alıştırarak, aralarına fitne sokarak, dînî ve millî inançlarından kopararak yıktık. Osmanlıyı ve diğer İslâm ülkelerini de aynı metotla yıkacağız!..?
MİLLETLERİ MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLER AYAKTA TUTAR
(15. 07. 2005 Cuma Yeni Dönem 5. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Senelerce önce, ?Türkiye Yeşilay Cemiyeti? eski başkanı, Em. Alb. merhûm Salâhaddîn Kaptanağası, ülkemizde alkol, sigara ve uyuşturucu yüzünden, yılda en az 350 kişinin [ şimdi bu sayının kaça çıktığını tesbit için yeni istatistiklere ihtiyaç var] hayatını kaybettiğine işaret ederek, “Kanunlar işletilmeli, Anayasa”nın kesin hükümleri gereği, Milli Eğitim başta olmak üzere, ülkemizin neresinde eğitim veren kurum ve kuruluş varsa, hepsi uyuşturucuyla mücâdele konusunda kendisini görevli saymalı? demişti.
Yine eski Diyânet İşleri Başkanı Mehmed Nuri Yılmaz da, uyuşturucu madde bağımlılığının, okulların çevresinde tezgâh kuran teşkîlâtlar, örgütler aracılığıyla gençlerimize yöneldiğini ifâde etmişti. Hattâ Mehmet Nuri Yılmaz, anarşi âfetinin kökünü kazımaya uğraşan milletimizin, toplumumuzun yakasının, bu defa bir başka yıkıcıya kaptırılmaktan korunması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Yılmaz, gazetelerde de yer alan o konuşmasında: ?Anarşi yolu ile maksatlarına ulaşamıyacağını anlayan bazı kirli eller, namluyu bu defa başka yönlere çevirme yolunu tutmuşlardır. Geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, uyuşturucu maddelere ve alkole alıştırarak, onları rûhen ve bedenen çökertmek için, kirli eller tarafından çalışmalar yapılmaktadır” demişti.
Peki, iki ayrı müessesenin eski başkanlarının sözleri, şimdi nereden hatırınıza geldi diyebilirsiniz. Yakın zamanda, 30.06.2005 tarihinde, bir İnternet sitesinde, ?Uyuşturucu kâbûsu dünyayı sardı? başlığıyla bir haber çıkmıştı. Merkezi Stockholm?de bulunan ?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?nun yayınladığı yıllık ?uyuşturucu raporu?, ?küresel yasadışı uyuşturucu ticaret hacmi?ni gözler önüne seriyordu.
Stockholm kaynaklı bu ?Rapor?da, uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edildi ve gelirin, ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğu belirtildi.
?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?, ilk kez dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarının hacmine ilişkin bir tahmin açıkladı. Bu raporda, gerçekten korkunç rakamlar var.
Şöyle ki, adı geçen ?Büro?nun hazırladığı raporda; 2003?te küresel uyuşturucu ticaretinde, 321 milyar dolar hâsılât yapıldığı belirtildi. Söz konusu rakamın, dünya gayr-i sâfî hâsılasının yüzde 0.9?una eşit ya da ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğuna dikkat çekildi.
Uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edilen raporda, küresel uyuşturucu pazarından elde edilen hâsılâtın, 214 milyar dolarlık bölümünün sokak satışlarından geldiği bildirildi.
Raporda, kuzey Amerika?nın yüzde 44 ile en büyük uyuşturucu alıcısı olduğu, bunu yüzde 33 ile Avrupa?nın izlediği ifâde edildi. Afrika?nın ise yüzde 4 ile en son sırada yer aldığı kaydedildi.
2003 ve 2004 rakamlarının değerlendirildiği BM raporunda, dünyada 200 milyon kişinin, yılda en az bir kere uyuşturucu kullandığı belirtildi.
Rapor ayrıca uyuşturucu kullananların sayısının 2004?te, bir yıl önceye göre 15 milyon arttığını da ortaya koydu.
Bu istatistiki bilgileri kısaca özetledikten sonra ifâde edelim ki, herkesçe bilindiği gibi, Peygamberler tarihini incelediğimizde, hepsinin gayelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydana getirmekolduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da “iyi insan”, orijinal ismiyle söylemek gerekirse “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Adem”den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 ?ülü”l-azim? peygamber, 313 ?resûl?, 124 binden ziyâde ?nebî?nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100”ü küçük 4”ü büyük kitap olmak üzere, bu peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedi saâdete kavuşmalarıdır.
Burada hemen büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî”nin bir sözünü hatırlıyoruz. Buyuruyor ki: “İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir, herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır.”
Bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkil etmek için uğraşmışlardır.
Makalemizin sonunda belirtelim ki, son peygamber olan Hazret-i Muhammed”in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı ümmet” meydâna getirmesi, onların da 50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs”ten Çin”e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLERE SÂHİP ÇIKMAK LÂZIM
(16. 07. 2005 Cumartesi Yeni Dönem 6. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bu itibârla geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî ve sivil kuruluşlar ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
Nitekim Yüce Allah, dinî ve ahlâkî prensiplere sâhip çıkarak, kimlik ve şahsiyetimizi korumamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu (dîn), benim dosdoğru yolumdur; artık ona uyun. Başka yollara uymayın; yoksa o yollar, sizi parça parça edip, doğru yoldan (Allah?ın yolundan) ayırır. İşte bunları, sakınasınız diye Allah size emreder.” (En”âm, 6 / 153)
Sevgili Peygamberimiz de (aleyhisselâm), bizleri ahlâkî çöküntüye sebep olabilecek, birlik ve beraberliğimizi bozacak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemekten sakındırmıştır.
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette, oranda varlıklarını sürdürürler.
Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine güzel dînimizin prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, manevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.
Özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü gençlerin dînî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.
Bugün, toplumumuzda, bazı eğlencelerde, aklı ve sağlığı tehdit eden içki içmek, uyuşturucu kullanmak, âile bütçesini sarsan kumar ve isrâf boyutundaki harcamalar, âdet hâline gelmiştir. Bunları dînî ve millî değerlerimizle bağdaştırmak aslâ mümkün değildir. Ayrıca millî ve manevî değerlerimize ters düşen bu tür eğlence ve âdetler, kültürel tahrîbâta da yol açmakta, bizleri millî kimliğimizden de uzaklaştırmaktadır.
Bunun için kültürel mirâsımızdan, dinî anlayış ve heyecânımızdan kaynaklanan değerlerimizi yaşatmaya gayret etmeli, bu değerlerimizi genç kuşaklara aktarmaya çalışmalıyız. Dînî ve millî değerlerimizle çelişen başka kültürlerin örf ve âdetlerini de körü körüne taklit ve özentiden kaçınmalıyız.
Bu vesîleyle belirtelim ki, 01 Temmuz 2005 tarihinde, bazı gazete ve İnternet sitelerinde yer alan bir haber, akl-ı selîm sâhibi insanları şok etmiştir:
?İspanya eşcinsel evliliklerini onaylayan üçüncü ülke olmuştur.?
İspanya”da da, bu konudaki tartışmaların dinmediği anlaşılıyor. Maalesef El Pais gazetesi, insan fıtratına aykırı bu iş için, “bu cesur yasa, İspanya”yı eşcinsel haklarını savunmanın ön saflarına koyuyor” ifadelerine yer veriyor.
Yine gazete, adıgeçen kepâzelik için, “Eşcinsellerin evliliği, heteroseksüel evliliklerin önemini azaltmıyor, geleneksel aileye de saldırmıyor. Sadece ayrımcılığa uğrayan bir gruba haklarını sunuyor. Bu demokratik zaferle, tüm toplum gurur duymalı” iddiâsında bulunmaktadır.
Almanya”dan Die Tageszeitung gazetesi de, mezkûr karar hakkında, ?Vatikan, modernliğin getirdiklerini durdurmaya çalışıyor, ama artık başaramıyor? diye yazmıştır.
Fakat Polonya gibi bazı ülkelerde, eşcinsellere hâlâ korkuyla yaklaşıldığını belirten gazete, “Avrupa Birliği”nin üyesi olmak isteyenler modern toplum anlayışını benimsemeli” şeklinde indî bir iddiâda da bulunmuştur.
Ama İspanya?da bile, El Pais”in yukarıdaki bozuk görüşlerine katılmıyan, işin tehlikelerine işâret eden bazı basın organları da var. Meselâ, başyazısına “Gereksiz bir yasanın tehlikeleri” diye manşet atan ABC, yukarıdaki akla ve beşer fıtratına uymayan görüşlere katılmıyor ve yasanın alelacele geçirildiğini söyleyip“evlilik kurumuna vurulan bir darbe” olduğunu belirtiyor.
Gerek erkek, gerek bayan, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
( 26 Ağustos 2005 ? 21 Recebü?l-ferd 1426 Cuma )
Ahmed Doğrusözlü
Bugün, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?nin bir yıldönümü.
Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ve Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, bu muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
Bunları ifâde ettikten sonra, harp hakkında kısa bir bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.Hattâ Diojen, heyet başkanına:
?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e:
?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
Sultan Alparslan, bu muhârebede, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cuma namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece tâcîz ederek onları yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- Cumâ günü (26 Ağustos) askerlerini toplayan Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultan, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldi.
NETÎCE:
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Diojen, onca cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE – 1
(26.05.2006 ? 28 Rebîu?l-âhır 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
İstanbul Fâtihi Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs, nâşının İstanbul?a getirilmesi 22 Mayıs, İstanbul?u fethi de 29 Mayıs?ta olmuştur. Bu bakımdan Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. (Eski ta?bîrlerle revâ ve sezâdır.)
Sultân Fâtih?in vefâtı 3 Mayısta olduğu için, bu ayın başından itibâren makaleler yazılabilirdi; ama bir çağın kapanıp diğer bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen ve dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan ?İstanbul?un Fethi? târihine denk getirmek için, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.
Osmanlı padişahlarının yedincisi, II. Murad Hân?ın oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1431”de Edirne”de doğdu. Daha 21-22 yaşında iken, İstanbul”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son veren bu büyük hükümdar, Arnavutluk”u, Bosna ve Hersek”i de almış, Yunanistan”ın fethini tamamlamış ve Balkanları idâresi altında birleştirmiş, Trabzon-Rum Pontus Devleti”ne de son vermiştir.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip ve târihin en büyük hükümdârlarından olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, maalesef zehirlenmiş, vatanından sonra en çok sevdiği kahramân ordusunun başında, askerleriyle berâber iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir. Onun vefâtı ile Hıristiyanlık dünyası bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.Cenâzesi İstanbul?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdârdır. Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Hocazâde, Molla Gürânî, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı. Astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi. Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı.
Fâtih, medreseleri bizzat teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarayda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
AKŞEMSEDDİN?İN FETİH MÜJDESİ
Bilindiği gibi, İstanbul”un fethi, 6 Nisan – 29 Mayıs 1453 tarihleri arasında 53 gün süren muhâsaradan sonra gerçekleşmiştir.
?Menâkıb-ı Akşemseddin? isimli kitapta anlatıldığına göre:
İstanbul?un fethinin zorlandığı bir günde Sultân Mehmed Hân, vezîri Veliyyüddîn oğlu Ali Paşa?yı Akşemseddin?e gönderdi.
?Kale feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümîdi var mıdır?? dedi.
Şeyh cevap verip; ?Muhammed ümmetinden bu kadar Müslümanlar ve gâzîler bir kâfir kalesine hücum edeler, inşâallah feth olunur? dedi.
Padişah, bu kadar işâretle yetinmedi. Adı geçen Vezîri yine gönderdi: ?Vaktini de ta?yîn eylesin!?
Molla Akşemseddîn murâkabeye daldı. Mübârek yüzü güldü:
?Bu yılın Rebîu?l-evvel ayının 20. günü, seher vaktinde, ihlâs ve gayretle filân taraftan yürüsünler. O gün feth ola, Konstantîniyye?nin içi ezân sesiyle dola!?
Bundan sonra, o gün o sâat oldu. İslâm askerine yürüyüş emir buyuruldu. Asker hisâra hücûm eyledi. Sultân Mehmed, Şeyh?i davet eyledi. Meğer Şeyh, talebesine tenbîh etmişti ki, ?Benim yanıma kimse girmesin!?
Padişah, Şeyh gelmeyince kalktı, onun çadırına geldi. Çadırın kapısını aralayıp baktı ve gördü ki, Şeyh namaza durup, secdeye varmış. Sarığı, başından düşmüş. Saçını sakalını ve yüzünü toprağa bulamış. Gözünden yaşlar akar. Sofra kadar yer yaş olmuş, duâ eyler.
Şeyh?in bu hâlini ve inleyişini görüp döndü, makâmına geldi. Kaleye baktı. Gördü ki; İslâm askerinin önünde, ak abalar giyinmiş bir grup hisâra hücûm ederler. Hemen o sâat kale feth oldu.
Hadîs-i şerîfle müjdelenen Konstantîniyye fethi tamâm olduktan sonra, Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn?i arattı, ama bir müddet bulunamadı. O günden sonra, Edirnekapı yakınında bir vîrânede, ibâdet eder hâlde buldular. O zamandan beri o mahalleye ?Ak Şemseddin Mahallesi? diye ad koydular.?
İstanbul fethinin çok önemli bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle özetliyebiliriz:
1- Bizans”ın çöküşü ile ?Ortaçağ? kapanıp ?Yeniçağ? açıldı. Bu; ilmin, tekniğin, sanatın ve îmânın eseriydi.
2- Fetihten sonra Tuna”nın güneyi ile Fırat-Toros hattının batısındaki sâha Osmanlılara katıldı.
3- Boğdan, Sırbistan, Mora, Amasra, Çandarlı Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Akkoyunlu Beyliği, Kırım Hanlığı Osmanlılara ilhâk edildi.
4- Venedik?in deniz üstünlüğü bitti.
5- Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya, câmi hâline getirildi.
6- Dünyânın her tarafından ilim adamları akın akın İstanbul?a geldi. İstanbul bir ilim ve san?at merkezi oldu.
7- Hıristiyan halk, hattâ Papazlar bile İstanbul?da lâtin şapkası yerine, Türk sarığı görmeyi tercîh ettiklerini söylediler.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE ? 2
(27.05.2006 ? 29 Rebîu?l-âhır 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahramân ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbul?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitaplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasıfları vardır.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Donanmayı, Beşiktaş?tan Haliç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Haliç?te, Kasımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kasımpaşa-Ayvansaray arasında 5.5 m eninde köprü teşkil ettirmesi, onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Fâtih Sultan Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşman hatlarına girerek göstermiştir. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhurdur.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Rahatlıkla söylenebilir ki, Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını bizzat kendisi yaptı.
Dün de bir nebze temâs ettiğimiz ?İSTANBUL?UN FETHİ? hâdisesi üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde duralım:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben şehri alırım, ya şehir beni! ? cevâbını verdi.
Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan surlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri ve göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, öğleden sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, Topkapı”dan şehre girdi. 29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda İstanbul düştü.
Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı. İstanbul?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi.
Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı. İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı. Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sadece üzüntülerini bildirdi.
SULTÂN MUHAMMED ALPARSLAN?IN ZAFERİ
(26.08.2006 ? 02 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk-İslâm târihinde çok önemli zaferler vardır. Bu makalemizde, bugün bir sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almak istiyoruz.
26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?, Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, mezkûr muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ
Şimdi Malazgirt harbi hakkında kısa bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabûl etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Bizzât ben, ordunun başında bulunarak bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Irâk-ı Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Romen Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın hey?eti, müslümânlardan sulh teklîfi götürmesine ve bütün iyi niyetlerine rağmen, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.
Hattâ Romen Diojen, heyet başkanına: ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e: ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Romen Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
SULTAN ALPARSLAN?IN ALDIĞI MADDÎ VE MA?NEVÎ TEDBÎRLER
Malazgirt Meydan Muhârebesi?nde çok büyük bir zafer elde eden Sultân Alparslan, bu meydân muhârebesinde, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cum?a namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar?ın kandırarak kendi saflarına kattıkları Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece onları tâcîz ederek yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan Gâzî, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Muhammed Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultân, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldiler.
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Romen Diojen, onca cengâverliğine rağmen, Sultân Alparslan?ın kahramân ordusu karşısında hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
TARİH BOYUNCA KURULMUŞ OLAN BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(01.09.2006 ? 08 Şa?bân 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bundan önceki makalemizde, Müslüman Türklere Anadolu?nun kapılarını açan ve Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almış; bu Selçuklu-Bizans Savaşından sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusunun, Türklerin eline geçtiğini ifâde etmiştik.
Gerçekten Malazgirt Zaferi Türk, İslâm ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ma?lûm olduğu üzere Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta, ?büyük bir İslâm tehlikesinden bahsetmiş ve bu tehlikeyi kesin olarak ortadan kaldıracağını? belirtmiştir. Ama bilindiği gibi o da, tarih boyunca onun gibi düşünen başkaları da bu emellerine nâil olamadılar.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Günümüzde de bu en son İlâhî dîn, hiçbir misyoner teşkîlâtı olmadığı, propagandası için devlet hazîneleri sarf edilmediği hâlde, başka dînden olan birçok insan tarafından benimsenmekte ve Müslümanların sayıları günden güne artmaktadır. Bilhassa Afrika?da bir çığ gibi büyüyen İslâmiyet, Amerika, Avrupa, Çin, Japonya… gibi dünyânın her tarafındaki devletlerde de hızla yayılmaktadır. Günümüzde yeryüzünde, yaklaşık 26 milyon km2 toprak üzerinde, bir milyardan fazla (tahminlere göre 1,5 milyar civârında) Müslüman yaşamaktadır.
Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, şimdi târihe bir göz atalım:
DÖRT HALÎFE DEVRİ
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed?in (aleyhisselâm) 632 (H.11) târihinde vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm arasından sıra ile; Hazret-i Ebû Bekir (632?634 / H.11-13), Hazret-i Ömer (634-644 / H.13-23), Hazret-i Osmân(644-656 / H.23-35), Hazret-i Ali (656-661 / H.35-40) halîfe seçildiler.
Böylece ?Dört Halîfe devri? başladı. Bu devir otuz yıl kadardır. Bunlar, Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından, kendilerine ?Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler? denir. Dört Halîfe Devri (632-661 / H.11-40), İslâmî fazîletlerin yaşandığı ?Altın Çağ? olarak kabul edilir.
Bu devirde İslâm orduları Kuzey Afrika, Kıbrıs, Sûriye, Anadolu, Irâk, Îrân içlerine seferlere çıktılar. Buralarda pekçok ülke ve şehir fethederek, İslâmiyeti insanlara ulaştırdılar. Muhârebelerden alınan ganîmetler ile İslâm memleketleri i?mâr edildi, Müslümanlar, hattâ onların idâresi altında bulunan bütün insanlar râhat ve huzûr içerisinde yaşadılar.
EMEVÎLER
İslâm târihinde Dört Halîfe?yi Emevî halîfeleri tâkib etti. Bu arada tabîî ki Hazret-i Hasan Efendimizin 6 ay kadar süren kısa bir halîfelik dönemi de vardır. Dört Halîfe Devrinden sonra İslâm devletinin başına, halîfe (devlet başkanı) olarak, Peygamberimizin kayınbirader ve kâtiplerinden Hazret-i Muâviye seçildi. Onun Ümeyyeoğullarına mensûbiyetinden dolayı devlet, ?Emevîler? adı ile anıldı. Böylece İslâm târihinde Emevîler devri başlamış oldu.
Emevîler Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika?dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler. Emevîler, İslâm dînini İspanya?dan Avrupa?ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Şam?daki Emevî halîfeleri 661(H.41)?den 750(H.132)?ye ve İspanya?daki Endülüs Emevî Sultânlığı da 756(H.138)?dan 1492 (H. 898) târihine kadar devâm etti. Şam?daki Emevî Halîfeliğini Abbâsîler devri tâkib etti.
ABBÂSÎLER
Emevîler?den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs?ın soyundan olan Ebü?l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H.132?de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm?dan Bağdât?a nakledildi.
İslâm dîni, doğuda Büyük Okyanus?tan, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, kuzeyde Rusya içlerinden, güneyde Hind Okyanusu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu
Abbâsîler [750-1517 / H.132-923] devrinde, hicrî ikinci asırdan îtibâren Abbâsî halîfeleri adına hutbe okutan emîrlikler ve devletler kuruldu.
Irak?taki Abbâsî hilâfeti, 750(H.132)?den 1256(H.656)?ya ve Mısır?daki Abbâsî hilâfeti ise 1257(H.656)?den 1517(H.923)?ye kadar devâm etti.
Abbâsîlerden sonra halîfelik, Osmânlı sultânlarına geçti.
OSMANLI DEVLETİ
En uzun ömürlü Türk-İslâm devletidir. Bu devlet, Mısır?daki son Abbâsî halîfesinin, 1517(H.923)?de,Osmânlı Sultânı Yavuz Sultân Selîm Hân?a hilâfeti bırakmasından sonra, dünyâdaki bütün Müslümanların başı olmuştur. 1281(H.680)?den beri Kayı Aşîreti Reîsi olan Osmân Gâzî tarafından 1299(H.699)?da Söğüt kasabasında kuruldu.
İlk başşehirleri Yenişehir?di. Daha sonraları da 1326(H.726)?da Bursa, 1364(H.767)?te Edirne, 1453(H.857)?te ise İstanbul başşehir yapıldı. İslâm dîni ile idâre edildi.
Osmânlı Sultânları, 1517(H.923)?de Yavuz Sultân Selîm Hân?ın Mısır?ı fethetmesiyle, halîfeliğin de kendisine verilmesi üzerine bütün Müslümanların da halîfesi oldular. 1908(H.1326)?de halîfelerin salâhiyetleri sınırlandı. Osmanlı Devletinin 1922(H.1340)?de yıkılmasından sonra, 1924(H.1342)?te hilâfete de son verilerek, İslâm halîfeliği yeryüzünden kaldırıldı.
Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa?da Viyana?ya kadar olan yerlerde, Asya?da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu ülkeleri, Afrika?da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san?at eserleri inşâ edildi.
TARİHTEKİ BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(02.09.2006 ? 09 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makalemizde zikrettiğimiz gibi, İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Önce Anadolu?da, sonra yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde, daha sonra da dünyanın diğer ülkelerinde kurulan İslâm devletlerinden birer nebze [sadece isimlerinden, kuruluş ve yıkılış tarihlerinden] bahsedelim.
ANADOLU?DA KURULAN DEVLETLER
Dânişmendliler (1072-1177), Saltuklular (1072-1202), Mengücekler (1072-1277), Türkiye Selçukluları (1077-1307), Dilmaçoğulları (1085-1192), İnaloğulları (1098-1183), Ermenşâhlar (1100-1207), Çobanoğulları (1227-1309), Eşrefoğulları (13. yy. ortaları-1320), İnanoğulları/Ladik Beyleri (1261-1368), Sâhibataoğulları (1275-1341), Pervâneoğulları (1277-1322), Candaroğulları (1292-1462), Alâiye Beyleri (1293-1471), Karasioğulları(1297-1360), Germiyânoğulları (1300-1429), Hamîdoğulları (1301-1423), Saruhanoğulları (1302-1410),Aydınoğulları (1308-1426), Eretnaoğulları (1335-1381), Dulkadiroğulları (1339-1521), Tâceddînoğulları (1348-1428), Ramazânoğulları (1352-1608), Akkoyunlular (1378-1508), Kâdı Burhâneddîn Ahmed Devleti (1381-1398).
ARABİSTAN YARIMADASINDA KURULAN DEVLETLER
Karmatîler (894-11. yy sonu), Ressîler/Yemen Zeydî İmamları (9. yy.-1969), Süleyhîler (1047-1138), Resûlîler(1229-1454), Birleşik Arap Sultânlığı (1741-1964), Suudî Arabistan Krallığı (1746-Devâm ediyor.)
IRÂK, SÛRİYE VE MISIR?DA KURULAN DEVLETLER
Mezyedîler (661-1150), Tolunoğulları (868-905), Hamdânîler (905-1004), Fâtımîler (909-1171), İhşidîler (935-969), Mervânîler (983-1085), Ukaylîler (990-1096), Mirdâsîler (1023-1079), Eyyûbîler (1169-15. yy sonu),Memlûkler (1250-1517), Kavalalılar (1805-1953).
İSPANYA ve KUZEY AFRİKA?DA KURULAN DEVLETLER
Endülüs Emevîleri (756-1031), Mülessimînler (11.yy.-12.yy ortası), Murâbıtlar (1056-1147), Muvahhidler(1130-1269), Nasrîler/Benî Ahmer (1230-1493), İdrisîler (789-926), Rüstemîler (777-909), Ağlebîler (800-909),Zîrîler ve Hammâdîler (972-1152), Merînîler ve Vattâsîler (1196-1549), Hafsîler (1228-1574), Fas Şerîfleri(1711-Devam ediyor), Sünûsiyye (1837-1969).
BATI ve ORTA AFRİKA?DA KURULAN DEVLETLER
Gao Sultanlığı (1009-1593), Keita Sultânlığı (1200-1670), Timbuktu Sultânlığı (1336-1468), Bagirmi Sultânlığı(1512-1935), Vaday Emîrliği (1635-1912), Tukulör (Sokoto) Sultânlığı (1801-Devâm ediyor) Futa Callon Emîrliği(1692-1900), Adamava (Yola) Sultânlığı (1809-1901), Kaarta Emîrleri (1670-1891), Bornu Sultânlığı (1097-Devâm ediyor), Kano Sultânlığı (998-1807), Katsina Sultânlığı (1554-1806), Nupe Sultânlığı (1531-1835), Kebbî Sultânları (1515-Devâm ediyor), Kano Emîrleri (1807-Devâm ediyor), Dagomba Sultânları (1500-Devâm ediyor.)
[ Devam edenler, prenslik şeklindedir.]
ÎRÂN, KIRIM, ORTA ASYA, AFGANİSTÂN VE HİNT YARIMADASI?NDA KURULAN DEVLETLER
Bâvendîler (665-1349), Sâmânîler (819-1005), Tahîrîler (821-873), Karahanlılar (840-1212), Saffârîler (867-1495), Ziyârîler (927-1090), Büveyhîler (932-1062), Şeddâdîler (951-1174), Gazneliler (963-1186), Müsâfîrîler(10.yy-11. yy.), Ravvâdîler (10.yy-1071), Hârizmşâhlar (10.yy-13.yy ortası), Kâkûyîler (1008-1119),İsmâîlîler/Haşşâşîler (1090-1273), Büyük Selçuklular (1038-1194), Artuklular (1102-1408), Zengîler (1127-1222), İldenizliler (1137-1225), Salgurlular (1148-1286), Delhî Sultânlığı (1206-1555), Çağataylılar (1227-1370),Altınordulular (1227-1502), İlhânlılar (1256-1353), Muzafferîler (1314-1393), Celâyirliler (1336-1432), Bengâl Sultânlığı (1336-1576), Keşmîr Sultânlığı (1346-1589), Behmenîler (1347-1527), Tîmûrlular (1370-1506),Karakoyunlular (1370-1468), Handeş Fârûkî Sultânlığı (1370-1601), Gucarât Sultânlığı (1391-1583), Cavnpûr Şarkî Sultânlığı (1394-1479), Malvâ Sultânlığı (1401-1531), Giraylar (1426-1792), Buhârâ Hânlığı (1428-1924),Kazan Hânlığı (1435-1552), Kasım Hânlığı (1445-1556), Astırhânlılar (1460-1556), Şeybânîler (1500-1598),Safevîler (1501-1732), Gürgâniye/Bâbürlüler (1526-1858), Afşarlılar (1736-1786), Afganistân Şâhlığı (1747-1973), Zendler (1750-1794), Kaçarlar (1779-1924), Haydarâbâd Nizâmlığı (18.yy-1948), Hîve Hânlığı (1804-1924), Pehlevî Şâhlığı (1924-1979), Îrân [Şîî] İslâm Cumhûriyeti (1979-Devâm ediyor).
İnsanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle Anadolu?da, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz.O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın.
İSTANBUL”UN FETHİNE DÂİR – 1
(01.06.2007 – 15 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir çoşku ile kutlandı. İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz. Ama biz bugün önce, Türkiye?de, ?Eyyûb Sultân? denilmekle meşhûr olan, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Eyyûb Ensârî?den bahsedelim.
İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi ?Ebû Eyyûb?dur. Medîneli Müslümanlardan olduğu için ?Ensârî? nisbesiyle meşhur olmuştur. Babasının adı Zeyd, annesinin ismi Hind binti Rebîa?dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde İstanbul?da şehîd oldu. Peygamber Efendimizin ?mihmândârı?; yâni Resûlullah, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, deve bunun kapısında [bunun evinin yakınında bulunan bir arsada] çöktüğü için, Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay onu evinde misâfir eden sahâbîdir.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Mekke?den Medîne?ye hicret buyurduğu sırada, Medîne?nin ileri gelen kimselerinden bâzıları, devesi Kusvâ?nın yularından tutup; ?Yâ Resûlallah! Bize buyurun…? diyerek istirhâmda bulundular.
Peygamber Efendimiz onlara; ?Devemin yularını bırakınız. O memûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum? buyurdular. Kusvâ da gide gide bugünkü ?Mescid-i Nebevî?nin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinden inmediler. Hayvan tekrâr ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere tekrâr gelip çöktü ve bir daha kalkmadı.
Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ?nın üzerinden inip; ?İnşâallah menzilimiz burasıdır? ve ?Burası kimindir??buyurunca; ?Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl?indir? diye cevap verdiler.
Peygamberimiz; ?Akrabâmızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?? buyurdular. Zîrâ Resûlullah Efendimizin dedesi Abdülmuttalib?in annesi, Neccâroğullarındandı. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri sevinçle; ?Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı? diyerek Resûlullahı evine buyur etti.
Peygamber Efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin evini teşrif edince, önce alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler; ama sonradan ısrâr üzerine yukarı kata çıktılar. Böylece Peygamberimizi, Mescid-i Nebî ve meşrûtaları inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasib oldu.
Peygamber Efendimiz, Mekke?den Medîne?ye hicret etmeden önce bi?setin, yâni Peygamberliğin bildirilmesinin onbirinci senesinde müslüman oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslüman olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde de bir kızı vardı.
Ebû Eyyûb-i Ensârî; Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde), Resûlullah Efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebede ?sancakdârlık? hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kedisine ?Sancaktâr-ı Resûlullah? ünvânı verildi.
Hâlid bin Zeyd Hazretleri, Cemel ve Sıffîn vak?alarında, Hazret-i Ali?nin yanında bulundu. Onun kumandanları arasında yer aldı. Suriye ve Filistin muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs?ın fethinde bulundu. Gâyet şecâatli ve pek kahramandı. Bir muhârebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.
Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), ihtiyâr olduğu hâlde, Hazret-i Muâviye?nin, 670 (H.50) senesinde İstanbul?un fethi için teşkil ettiği orduya da katıldı. Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki bu ordu ile İstanbul?u almaya geldi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber Efendimizin; ?Kostantiniyye?de kalenin yanında bir recül-i sâlih [sâlih bir insan] defnolunacaktır? hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve ?Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin? diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslim ederek şehid oldu.
O gün Müslümanlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah Efendimizin mübârek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârî?yi defnettiler.
Aradan sekiz asır geçmiş, Hazret-i Hâlid bin Zeyd?in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, Müslümanlar tarafından defâlarca kuşatılmıştı. Muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed?e nasib olmuştu. Fetihten sonra Fâtih?in ricâsı ile, Hâcı Bayrâm-ı Velînin yetiştirdiği Evliyâdan, hocası Akşemseddîn tarafından Ebû Eyyûb-i Ensârî?nin kabri, kerâmetle keşfedilerek tesbit edildi.
Sultan Fâtih, Akşemseddîn Hazretlerinin kerâmetine hayrân kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, bir de yanına câmii şerîf binâ ettirdi. Burası bütün Müslümanların ziyâretgâhı hâline geldi. Osmanlı Pâdişâhları, bu türbeye saygı gösterirlerdi. Yeni Hükümdarlar bu türbe ve câmi önünde kılınç kuşanırlardı.
[Cenâb-ı Hak, hepimizi, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin şefâatlerine nâil eylesin.]
İSTANBUL”UN FETHİNE DÂİR – 2
(02.06.2007 – 16 Cemâzi”l-evvel 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne?de dünyâya gelen Fâtih Sultan Mehmed, İkinci Murâd Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu olup Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihidir.
Hazret-i Peygamberin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn de, onun İstanbul?u fethedeceğini müjdelemişti.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul?un fethi ile meşguldü.
Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, vezîri Çandarlı Halil Paşa?yı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhtan özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telâşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul?un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Küçük yaşta, tahsîline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtâz âlimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegân?dı. Meşhûr dîn ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn Hazretleri, şehzâdenin her şeyi ile bizzât ilgilendi. Başka hocaları da vardır.
12 yaşına gelince, devlet idâresini öğrenmesi için, Edirne?den Manisa?ya vâlî olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde, Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan ve durumun vehâmetini takdîr eden İkinci Murâd, İstanbul Boğazı?ndan Avrupa?ya geçerek Edirne?ye geldi. Derhâl idâreyi ele alarak Varna?ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu?daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. Ama 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murâd?ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandân olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd?in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne?de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisârının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisârın yapımında 1.000 taşçı ustası, 5.000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezîrler sırtlarında taş taşıyarak hisârın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını, işçi ücretleri dâhil, vezîrler üzerine aldılar. Rumeli Hisârı?nın inşâsı esnâsında, Bizans İmparatoru elçi göndererek, ?kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını? bildirdi.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; ?Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisâr yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın? diyerek niyetini az çok ortaya koydu.
Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisârı ile İstanbul?un Karadeniz?den ikmâl yolu tam kontrol altına alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibâtı kesilmiş oluyordu. İstanbul?un muhâsarasına kadar da her geçen gemi; yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisini) altın olarak vermeye mecbûr bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu, karşı konulamaz ve dayanılamaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında donanmayı Beşiktaş?tan kara yolu ile Haliç?e indiren teknik bir dehâya, çeşitli muhâsara makinalarına ve seyyâr kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere, boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre enindeki bir köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde ?yağla makina soğutmasını?, havan topunun balistik hesâplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silâhı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan?ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle, genç Pâdişâh?a İstanbul seferinin meşrûluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu.
[İnşâallah öbür hafta da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 1
(08.06.2007 – 22 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayı sayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır.
Şimdi bu fethi özet olarak ele alalım:
İkinci Mehmed (Fâtih), 23 Mart 1453?te ordusuyla Edirne?den hareket etti. İstanbul kuşatması 6 Nisan?da başladı. 18 Nisan?da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisan?da sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; ?Ya ben şehri alırım, ya şehir beni? cevâbını verdi.29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda nihâyet İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
FETHİ MÜTEÂKIP YAPILAN BAZI İŞLER
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Sainte-Sophie (Ayasofya), müslümanların fetihlerden sonraki âdetleri vechile, fethin bir sembolü olmak üzere, câmiye çevrildi. Fâtih, bu ma?bedin kıyâmete kadar câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet etti ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Tabîî ki bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder. Fâtih isteseydi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi.
Fetihten önce Cenevizliler, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fakat İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerlerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sâdece üzüntülerini bildirdi ve hattâ Galata?da oturan bu Cenevizliler için bir fermân çıkarttı; ?Evvelden olduğu gibi herkes san?at, ticâret ve ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır? şeklindeki bu emriyle, ölüm bekleyen insanları sevindirdi.
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, ?Türklerin Avrupa?da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa?nın kolay fethini? bu müsâmahalı, hoşgörülü davranışa bağlarlar ve ?Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi? şeklinde yazarlar.
21 yaşında İstanbul?u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa?ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul?u kurtarmak için, papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardım va?dinde bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen, İstanbul?u korumak için Avrupa?dan az bir gönüllüden başka kimse gelmedi. İstanbul?daki papazlar ve halk da ?dinlerini korumak için, İstanbul?da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini? belirttiler.
İstanbul?un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne?ye dönen Fâtih Sultan Mehmed Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirmek istedi. Çünkü devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans?ın düşmesini, Avrupa?nın hoş karşılamayacağı tabîî idi.
İSTANBUL FETHİNDEN SONRAKİ BAZI SEFERLER
İstanbul seferinden sonra, 1453?te Cenevizlilerden Enez?i aldı. 1454?te, Kırım?a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı. Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad?ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455?te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi.
1458?de Mora?ya ilk seferini yaptı. 1459?daki Sırbistan Seferi sonunda, Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460?ta çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgâsı, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461?de Ceneviz?den Amasra?yı fethetti. Baharda Sinop?a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi. Oradan Trabzon?a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu. Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi, Trabzon ve Rize gibi Anadolu?nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini halletti.
Fâtih, 1462?de Yayçe?nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463?te Bosna?ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466?da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67?de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.
[İnşâallah yarın da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 2
(09.06.2007 – 23 Cemâzi”l-evvel 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde ele aldığımız, İstanbul fethini takip eden ve ardı arkası kesilmeyen seferlerde Fâtih, kendisine çok büyük hedefler tesbit etmiş, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihan-şümûl hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna?nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz?i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de, kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya?yı fethetmek istiyordu.
Bu plân, artık dünyâca da bilinmeye başlamıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye?nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun yıllar sürecek olan savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifâka karşı koymasını bildi. Düşmânlarını bâzen teker-teker, bâzen ikişer-üçer, bâzen beşer-onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihân İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmânlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik?in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans?ı yıkıp Venedik?i sindirmiş oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar, 1463?te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhûriyeti Osmanlılara savaş i?lân etti. Macaristan da Venedik?in yanında savaşa girdi. Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmânı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi. Venedik?in Batı Ege?deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat?a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472?de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek, işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473?te Üsküdar?dan hareket etti. 11 Ağustos?ta Erzincan yakınlarında Otlukbeli?nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih?in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına ve Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa?yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476?da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478?de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480?de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya?ya gönderdi. Temmuz 1480?de Otranto?yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cuma günü, kapıkulu askerleriyle Üsküdar?a geçti. Pâdişah, Üsküdar?a geçtiğinde, hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih?in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler, bu dönme Paşa?ya, Fâtih?in zehirlenmesi karşılığında büyük bir servet va?d etmişler, maalesef Yâkub Paşa da nefsine mağlûb olarak, veliyy-i ni?metine karşı bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti.
Fâtih?in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan?ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, askerler tarafından parçalanarak öldürüldü.
Fâtih?in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti. Ama ölüm haberi Roma?ya ulaşınca, İtalya?da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.
Fâtih?in nâşı İstanbul?a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul?da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti.
Londra?da, National Gallery?de, Fâtih Sultan Mehmed?in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery?de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini?nin İstanbul?a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah?ı gördüğü de belli değildir.
30 Mart 1431?de doğan, 3 Mayıs 1481?de de vefât eden 7. Osmânlı pâdişâhı Fâtih?in, birinci defa tahta cülûsu 1444 senesinde, II. cülûsu ise 18 Şubat 1451?de olup Osmanlı tahtında 31 sene kaldığı kaynaklarda yazılıdır.
Fâtih Câmii?nin bahçesindeki türbesinde bulunan Fâtih Sultân Mehmed Hân?a rahmetler diliyoruz; nûr içinde yatsın.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 1
(29.06.2007 – 14 Cemâzi”l-âhır 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir sevinç ve coşku ile kutlanmıştı. Biz bu konuyu, ancak 01-02 Haziran 2007 tarihlerinde [?İstanbul”un Fethine Dâir-1-2?] başlıklı ve 08-09 Haziran 2007 tarihlerinde de [?Fâtih Sultân Mehmed Hakkında-1-2?] başlıklı Cuma-Cumartesi makalelerimizde ele alabilmiştik.
01 Haziran tarihli makâlemizde, [?İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz?] deyip ilk dört makâlede, ?Eyyûb Sultân?, ?Fâtih? ve ?Fetih?ten birer nebze bahsetmeye çalışmıştık.
15-16 ve 22-23 Haziran târihli makâlelerimizde de, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden bahsetmiştik.
08 Haziran tarihli makâlemizin başında, [Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur?meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayısayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır] cümlelerine yer vermiştik.
Geçen hafta Cumartesi günkü (23 Haziran 2007 tarihli) makâlemizde ise:
[“Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, ânîden atının hâzırlanmasını istedi. Atı hâzırlanınca, binip sür?atle Semerkant”tan dışarı çıktı?..
Ubeydullah-ı Ahrâr, daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. “Türk Sultânı (Fâtih Sultân) Muhammed Hân, kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu] cümlelerine yer vermiştik.
Onun için, bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?Fâtih Sultân Muhammed Hân?dan biraz daha bahsetmek istiyoruz.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır.
Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihi olan Fâtih Sultân Mehmed?in, yukarıda mezkûr hadîs-i şerîfteki müjdeye lâyık kumandân olduğu âşikârdır.
Belki dünyânın en güzel şehri olan İstanbul?umuzu, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih hakkında Şark?ta ve Garp?ta çok şeyler söylenmiş, o, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiştir. Şimdi, onunla ilgili bazı özet bilgiler sunmak istiyoruz:
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos?un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa?nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları bir araya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa?dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkîlâtçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tâm bir intizâm içinde yürütmek için lüzûm ve ihtiyâç gördükçe, İslâmın esâslarına uygun kânûnlar ve fermânlar yayınladı. Tanzîmât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânûnu olarak mer?iyyette kalan Fâtih Kânûnnâmesi çok mühim bir eserdir.Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânûnnâmeyi, Nişâncı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultân Süleymân devrinde hazırlanan kânûnnâmede de bu eser esâs alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel teşkîlât ve müesseseleri, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabîatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu.
Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu.Maârif sistemini kânûnla tanzîm ederek ?Ulemâ? sınıfına büyük değer verdi ve idârenin temelini meydâna getiren diyânet ve hukûk kurumlarını teşkîlâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esâs aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul?a topladı ve onların talebe yetiştirmeleri için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ meşhûr âlim Molla Câmî bile İstanbul?a gelmekteyken, Pâdişâh?ın ölüm haberi üzerine yoldan geri döndü.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 2
(30.06.2007 – 15 Cemâzi”l-âhır 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Büyük cihângîr Fâtih hakkında, günümüze kadar yüzlerce, hattâ binlerce kitap yazılmıştır denilse mübâlağa olmaz. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan Fâtih?in sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
İyi bir komutan ve devlet reîsi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Şiirde, devrin üstâdları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, san?atsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu.
Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuûruyle geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstâd şâirlerini topladı. ?Avnî? mahlâsıyla, edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdîr edilen iki mısrâlık basît şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşîş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve kâmil bir kişidir.
Arapça, Farsça ve Türkçe?nin yanında Latince ve Rumca?nın bütün inceliklerine vâkıftı. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkip etmiş, ama Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa?dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, ?Tîmûr Hân devri medeniyeti?denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmânlılarda tahakkuk etti.
Fâtih Sultân Mehmed, soğuk kanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, önlerine geçip düşmân hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok müslümanın şehîd edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa?sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü.
Fâtih, vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul?a girdiği vakit, ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenâplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: ?Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren, artık ne hayâtınız, ne de hürriyetiniz husûsunda, gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!?
Fâtih, gayr-i müslim tebeasının dîn ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul?un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esîrlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha, o devir dünyâsının hayâlinden bile geçiremediği bir olgunluk eseriydi.
Bizanslılar, surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Ama Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya?yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni olmuş ve ?Size, malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim? diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı.
Otuz senelik saltanatı devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, yaz-kış demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün teferruâtını hâzırlardı.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini, en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı.
Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur. Böyle hareket etmeyi, muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde, İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.
?ÇANAKKALE ZAFERİ?NİN MA?NEVÎ YÖNÜ-1
(21 Mart 2008 – 13 Rebîu”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Aslında bu yazıyı, ?Çanakkale Zaferi?nin 93. yıldönümü olan 18 Mart 2008 günü yazmamız lâzımdı; ama bizim makalelerimiz Cuma ve Cumartesi günleri neşredildiği için, bazen böyle târih uyuşmazlığı oluyor. Nitekim ?Mevlid Kandili?nin sene-i devriyesi de 19 Mart Çarşamba günü idi, ama biz ?Mevlid-i Nebevî?ye dâir yazılarımızı da 14-15 Mart Cuma-Cumartesi günleri yazabilmiştik.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, güzel yurdumuzun hemen her yöresindeki her evden bir şehîdin bulunduğu [benim de bir dedem ile 2 amcam şehîd ve bir amcam da gâzîdir], Osmânlı Devleti?nin, son bir gayretle yazdığı şanlı destânın, ?Çanakkale Zaferi?nin ma?nevî yönlerinden bahsetmeye çalışacağız.
Evvelâ şunu belirtelim ki, ?Çanakkale Savaşı?, dünyâ târihinin en kanlı ve Türkiye Târihinin de en büyük zaferlerinden biridir. İngiltere ve Fransa?nın Akdeniz donanmaları, Çanakkale Boğazı?nı cebren geçerek İstanbul?a erişmek istediler. Denizden geçemeyen düşman kuvvetleri, 25 Nisan günü Gelibolu Yarımadası?na asker çıkartarak ünlü Çanakkale Savaşı başladı.
[Türkiye Gazetesi Başyazarı Yılmaz Öztuna beyin de, 18-19 Mart 2007 tarihli makâlelerinde belirttiği gibi, Çanakkale Savaşı Komutanı, ?18 Mart Kahramanı? diye anılan, ama şimdiki törenlerde adı bile geçmiyenCevad Çobanlı Paşa (1870-1938) idi; kendisi bir mareşalın oğludur ve 1919?da da Genelkurmay Başkanı idi.]
Düşman kuvvetleri, 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gittiler. Çanakkale Zaferi, İngilizler?e 205.000, Fransızlar?a 47.000 askere mal oldu; biz de 250.000 şehit verdik.
Gerek ?Mukaddes İslâm? târihinde, gerekse şanlı ?Türk Milleti?nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok ?ZAFER? vardır.
Bilindiği gibi ?ZAFER?: ?Savaşta kazanılan başarı; düşmanın bozguna uğratılması? demektir. Yarın inşâallah misâl olarak bazı zaferleri zikredeceğiz.
Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, müslümânların ?ölürsem şehîd, kalırsam gâzî?düstûruyla hareket etmeleridir.
Müslümânları, asırlar boyu, harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzû, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Dünyânın fânîliğine, âhirette Cennetin ve nîmetlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân eden müslümânlar, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydânlarında kahramânca dövüşen ve düşmândan yılmayan müslümân askerler, şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir.
Bütün kâmil müslümânların samîmî bir şekilde arzû ettiği şehîdlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. [Makâlemizin hacmi müsâid olmadığından, burada sâdece 2 âyet-i kerîme meâli verebileceğiz.]
Allahü teâlâ, Kur?ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
?Allah katında öldürülenleri, sakın ölüler sanma! Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah?ın kendilerine verdiği ihsândan (şehîdlik rütbesinden) dolayı neş?eli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehîdlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında şunu müjdelemek isterler: ?Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.? (Âl-i İmrân sûresi, 169-170)
?Kim Allah ve Peygambere itâat ederse, işte onlar Allah?ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve sâlihlerle [iyi kimselerle, velîlerle] berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.? (Nisâ sûresi, 69) [Şehîdlerle ilgili olan Bakara sûresinin 154, Âl-i İmrân sûresinin 157-158, Hacc sûresinin 58. âyetlerine de bakınız.]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurmuşlardır ki:
?Allahü teâlâ, şehîdin, kul borcundan başka bütün günâhlarını affeder.?
?Allah yolunda şehîd olmayı gönülden isteyen kimse, şehîd olmasa dahî şehîdlik sevâbına nâil olur.?
ÇANAKKALE ZAFERİNİN MANEVÎ YÖNÜ-2
(22 Mart 2008 – 14 Rebîu”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osman Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı.
Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkardı.
Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, [1361-1389 yılları arasında], devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşîretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti:
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim
Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Gerçekten de bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedân mensûplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da, ?Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vak?alarından biridir? demektedir.
TÜRK MİLLETİNİN BAZI ZAFERLERİ
Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir neticesi vardır:Meselâ [751 Temmuz?unda Çinlilere karşı kazanılan] ?Talas Zaferi?, Türklerin müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071?de Bizanslılara karşı kazanılan] ?Malazgirt Zaferi?, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922?de Yunanlılara karşı kazanılan] ?30 Ağustos Zaferi? de, Türkiye?nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır.
Türklerin kazandığı en önemli zaferlerden bazıları şunlardır:
Miryakefalon Zaferi, 17 Eylül 1176?da Bizanslılara,
Hattin Zaferi, 3 Temmuz 1187?de Haçlılara,
Ayn-ı Câlût Zaferi, 3 Eylül 1260?ta Moğollara,
Koyunhisâr Zaferi, 27 Temmuz 1301?de Bizanslılara,
Sırpsındığı Zaferi, 1363 yılında Haçlı ittifâkına,
Çirmen Zaferi, 26 Eylül 1371?de Balkan ittifâkına,
Birinci Kosova Zaferi, 9 Ağustos 1386?da Haçlı ittifâkına,
Niğbolu Zaferi, 25 Eylül 1396?da Haçlı ittifâkına,
Varna Zaferi, 10 Kasım 1444?te müttefik Haçlılara,
İstanbul?un Fethi, 29 Mayıs 1453?te Bizanslılara,
Otlukbeli Zaferi, 11 Ağustos 1473?te Akkoyunlulara,
Çaldıran Zaferi, 23 Ağustos 1514?te Safevîlere,
Mercidâbık Zaferi, 24 Ağustos 1516?da Memlûklere,
Ridâniye Zaferi, 22 Ocak 1517?de Memlûklere,
Mohaç Zaferi, 29 Ağustos 1526?da Macarlara,
Preveze Deniz Zaferi, 27 Eylül 1538?de müttefik Haçlı donanmasına,
Cerbe Zaferi, 14 Mayıs 1560?ta müttefik Haçlı donanmasına,
Haçova Zaferi, 26 Ekim 1596?da Haçlı kuvvetlerine,
Vadiüs-Seyl Zaferi, 4 Ağustos 1578?de Portekizlilere,
Çıldır Zaferi, 9 Ağustos 1578?de Safevîlere,
Koyunadaları Zaferi, 18 Şubat 1695?te Venediklilere karşı kazanıldı.
Bugünkü ana konumuzu teşkîl eden Çanakkale Zaferi, 18 Mart 1915?te müttefik İ?tilâf Devletlerine karşı kazanıldı.
Sakarya Meydan Muhârebesi de, 13 Eylül 1921?de Yunanlılara karşı kazanıldı.
[Bunları daha fazla çoğaltmıyalım; çünkü bizim için, yüzlercesi arasından seçerek zikrettiğimiz bu misâller, konuyu yeteri kadar anlatmaya kâfîdir.]
Bunları ifâde ettikten sonra şimdi de burada, üzülerek belirtelim ki, asîl milletimizin yükselmesini ve güzel memleketimizin ve ebed-müddet devletimizin ilerlemesini istemeyen düşmân güçler, maalesef bilhâssa çocuklarımızın ve gençlerimizin, millî ve manevî değerlerden mahrûm, mâzîsine, târîhine, kültürel değerlerine yabancı, hattâ düşmân olarak yetişmelerini arzû etmekte ve bu husûsta büyük gayretler göstermektedirler.
Şu mısralar, bizlere ne güzel mesajlar vermektedir:
?Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!?
?Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.?
?Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehîd oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyâları alsan da bu Cennet vatanı!..?
BÂBÜR ŞÂH KİMDİR?
(18 Nisan 2008 – 12 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
[Geçen haftaki 2 makâlemizde, birazcık Hindistân?dan bahsetmiştik. Siz bu yazımızı ve yarınki makâlemizi okurken, biz inşâallah Hindistân?da olacağız. Bu bakımdan, Nisan ayı sonuna kadar yazacağımız makâlelerimizde, -dolaylı da olsa- yine Hindistân?dan bahsetmek istiyoruz.]
14 Şubat 1483?te Fergana?da doğan, asıl adı ?Zahîreddîn Muhammed? olan [doğduğu zaman, bu ismi kendisine zâhirî ve bâtınî ilimler hazînesi, büyük mutasavvıf Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vermiştir] veTîmûr Hân?ın soyundan gelen [beşinci batından torunu] Bâbür Şâh; Hindistân?da kurulmuş bulunan en büyük İslâm Devleti ?Gürgâniye Devleti?nin kurucusudur. [1526?da kurduğu devlet, 1858 senesinde İngilizlerin işgâline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür.]
Fergana hükümdârı olan babası Ömer Şeyh Mirzâ?nın [o da Sultân Ebû Saîd?in oğludur], 1493?te ölümü üzerine Fergana hükûmetine vâris oldu. 11 sene Özbek ve Tatar Melikleri ile savaş edip, nihâyet oralara hâkimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi.
1504?te Kâbil?i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne?yi aldı ve kısa zamanda Afganistân?ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekim?inde Semerkand İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent?i, Buhârâ?yı aldı; böylece bütün Maverâünnehr?e hâkim oldu.
Bâbür Şâh, 1519?da Hindistân?a girdi. Pencâb?a düzenlediği beş sefer sonunda, bütün kuzey Hindistân?ı fethetti. 1526?da [ya?nî Osmânlılar?ın Mohaç Zaferi?nden birkaç ay önce], Pânipüt Meydân Muhârebesi?nde,Sultân İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 asker ve 1.000 fîlden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle, Bâbürlüler (Gürgâniye) Devleti?ni kesin olarak kurmuş oldu (1526). Böylece Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı, Lûdîlerden Bâbür?e geçti.
Bu başarıdan sonra Delhî, Agra ve Hânpûr?u alan Bâbür Şâh, Agra?yı başşehir yaptı. 1527?de Hindûlar üzerine yürümek için Agra?dan çıktı. Hindûlar, aralarında ittifâk kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fîlle yeni Hindistân fâtihinin üzerine yürümeye başladılar.
Çok kritik ve târihî bir ândı. Bâbür?ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hindûların eline düşmesi, netîce itibâriyle Müslümân-Türk hâkimiyetinin Hint kıt?asından atılması demekti. Bâbür, sâdece 13.500 kişilik, ama pek seçkin bir Türkistân atlı birliği ile düşmân üzerine yürüdü. Yanında Osmânlı Türkleri?nden Mustafâ Rûmî?nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu. Hindûlarda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silâhlar ve Türk atlısının üstün savaş kâbiliyeti, Bâbür?e bu savaşı kazandırdı. Biyana civârında geçen bu ?Kanva Meydân Muhârebesi?nde, düşmân tamâmen imhâ edildi. Bu zafer, birkaç sâat içerisinde düşmânı yok eden Bâbür Şâh için, Pânipüt Meydân Muhârebesi?nden daha büyük bir zaferdi.
Bâbür, bu muhârebeden sonra ?Gâzî? ünvânını almıştır; ölümünden sonra ise ?Cihân Fâtihi? diye anılmıştır. Meşhûr Zeynüddîn Hâfî?nin torunu Şeyh Zeyn Hâfî?nin kaleme aldığı ?Zafernâme?, bütün İslâm memleketlerinin hükümdârlarına gönderildi. Ard arda yapılan fetihlerle, Bâbür İmparatorluğu?nun sınırları çok genişledi.
Bâbür Şâh, memleketin imârı için gayret gösterdi. Hindistân ve Afganistân?da birçok yollar, kervânsarâylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri ma?mûr hâle getirdi.
Âlim, edîp bir zât olan Bâbür Şâh, hayâtını da kendisi yazdı. ?Tüzük-i Bâbürî (Bâbürnâme)? adını verdiği bu kitâbı, Ekber Şâh zamanında Çağatay Dili?nden Farsça?ya, sonra İngilizceye tercüme edilerek neşredildi.
Bâbür Şâh, Türkçe?den başka pek mükemmel sûrette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu.
Türkçe pek değerli bir ?Arûz Risâlesi? yazdı; şiirlerini ?Dîvân?ında topladı. Orijinal yazı stili, ?Hatt-ı Bâbürî? adıyla meşhûr oldu. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin Hanefî fıkhı üzere yazdığı, Farsça ?Risâle-i Vâlidiyye?sini Türkçe nazma çevirdi. Yine kendisi, Hanefî mezhebine âit fıkıh bilgilerini içine alan ?Mübeyyen?adlı bir eser yazdı.
Bâbür Şâh, 25 Aralık 1530?da Agra?da öldü ve vasiyeti üzerine, çok sevdiği Kâbil?e götürülüp, orada gömüldü.Kabri üzerine, Şâh Cihân tarafından 1646?da muhteşem bir türbe yaptırılmıştır.
BÂBÜR İMPARATORLUĞU HAKKINDA
(19 Nisan 2008 – 13 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü Afganistân, Özbekistân ve özellikle Hindistân toprakları üzerinde kurulan Türk-İslâm devletlerindenBâbür İmparatorluğu, dünkü makâlemizde de bahsettiğimiz gibi, 1526 yılında, Tîmûr Hân?ın beşinci batından torunu olan Bâbür [1483-1530] tarafından kurulmuştur. [Kuruluşundan itibâren, İngilizler tarafından yıkılışına kadar 17 şâh gelip geçmiştir. Bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyoruz.]
1- Fergana?da dünyaya gelen Bâbür, 1494?te babası Ömer Şeyh Mirza?nın ölümü üzerine Fergana hükümdârı oldu. Bâbür, dünkü makâlemizde bahsettiğimiz muhtelif seferlerden sonra Kuzey Hindistân?ı da fethetti.
21 Mayıs 1526?da Pânipüt Meydân Muhârebesinde İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 kişilik büyük ordusunu yok edince, Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı Bâbür?e geçmiş oldu.
1527?de de, bu zaferden daha büyük bir zaferle, yine 100.000 kişilik bir orduya sâhip Hindûları parlak bir zaferle tamâmen imhâ edince, Bâbür İmparatorluğu çok güçlü bir devlet oldu.
2- Agra?da 25 Aralık 1530 yılında vefât eden Bâbür Şâh?ın yerine, 1508?de Kâbil?de dünyâya gelen 22 yaşındaki büyük oğlu Hümâyûn Mirzâ [Nasîreddin Hümâyûn Şâh] geçti.
22 Haziran 1555?te Sûrîlerle yapılan Maçivara Meydân Savaşının kazanılması, Hind kapılarının tamâmen açılmasını sağladı. Bu zafer, Bâbür Devleti?nin ikinci kuruluş tarihi olarak kabûl edilmektedir.
Hümâyûn, 28 Ocak 1556?da vefât etti; Delhî?de defnedildi. Hanımı Hamîde Bânû, onun için, bugün bile san?at yönünden herkesin ilgisini çeken muazzam bir türbe yaptırdı.
3- Hümâyûn?dan sonra devlet idâresi, oğlu Celâleddin Ekber?in eline geçti. Ekber zamanında Bâbür İmparatorluğu sayılı dünyâ devletleri arasına girdi. Ama Ekber Şâh, ?Dîn-i İlâhî? adı ile derleme bir dîn kurmaya çalıştı. Bu dîn sâyesinde bütün tebeası üzerinde manevî ve rûhânî hükümdârlığını tesîs etmek arzûsundaydı. Ancak Mecûsî, Brehmen ve Hıristiyânlara hürriyet tanırken, Müslümânlara zulüm ve işkence ediyordu. [O zamanın büyük dîn âlimlerinden ve Hindistân?ın Serhend şehrinde yaşamış olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri Mektûbât adlı eserinde, Ekber?in İslâm düşmânlığını uzunca anlatmaktadır.]
4- Ekber, 1603 yılında dizanteriden öldü. Ölümünden önce tayîn ettiği oğlu Selîm, ?Muhammed Cihângîr? adıyla tahta geçti. 35 yaşında olan Cihângîr, saltanat değişikliğinden faydalanarak başkaldıranların Delhî?ye bağlanması için çalıştı.
Onun en büyük icrââtı ve hizmeti, babasının İslâm alimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırmasıdır. Ayrıca, ağır ve ezici cezâlara da son verdi.
5- Cihângîr, Ekim 1627?de Keşmîr?den Lahor?a giderken yolda vefât etti. Cihângîr?in yerine oğlu Şâh Cihân, ?Şehâbeddîn? ünvânı ile tahta geçti. Devrinde, İrân, Osmânlı ve Avrupa devletleri ile münâsebetler kuruldu.
6- Şâh Cihân 1652?de hastalanınca, oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib adındaki oğlu, kardeşlerine hâkim olduktan sonra, babasını da tahtından indirerek Temmuz 1658?de Agra?da sultânlığını ilân etti.
Gürgâniye Devleti, 6. şâh olan Evrengzib Âlemgîr zamanında, eski haşmetli devirlerini yaşadı. Evrengzib, dînine bağlı olup, âlimleri severdi.
“Ebü?l-Muzaffer”, “Muhyiddîn Evrengzib”, “Padişâh” ve “Gâzî” ünvânlarına sâhib olan Evrengzib, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma?sûm Fârûkî ve onun oğlu Muhammed Seyfüddîn Fârûkî hazretlerinden feyz aldı. 50 sene adâletle hüküm sürdü.
Hanefî mezhebine göre yazılan ?Fetâvâ-i Hindiyye? adındaki çok kıymetli fetvâ kitâbını, Şeyh Nizâm Muînüddin-i Nakşibendî başkanlığındaki bir hey?ete o hâzırlattı.
Evrengzib, dış siyâsete de önem verdi. Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi. Basra ve Arabistân?la mektûplaşmalar oldu. Mekke şerîfine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu. Bu devrede Osmanlı-Gürgâniye münâsebetleri de ileri safhada idi. Padişâh İkinci Süleymân?ın Hindistân elçiliği ile vazîfelendirdiği Ahmed Ağa, 1690 yılında büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu?nun temsîlcisi olarak kabûl edildi.
Mart 1707 yılında vefât eden Evrengzib?den sonra Gürgâniye Devleti parlaklığını kaybetti. [İnşâallah başka bir fırsatta, kalan 11 şâhtan da bahsederiz.]
GAZNELİ MAHMÛD VE GAZNELİLER
(02 Mayıs 2008 – 26 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Gazne?de 962-1187 (H. 351-583) yılları arasında hüküm süren Türk-İslâm devleti olan ?Gazneli Devleti?nin kurucuları, Sâmânoğulları Devleti?nin hizmetindeyken, orduda en küçük dereceden başlayarak ?Hâssa Ordusu Kumandânlığı?na ve ?Hâcibü?l-huccâb?lığa kadar yükselen Alp Tigin ile onun yardımcısı ve dâmâdı olan Sebüktekin?dir.
Alp Tigin, Sâmânoğulları?ndan Abdülmelik?in hükümdârlığı esnâsında fiilen idâreyi eline aldı (961). Abdülmelik?in ölümü üzerine, çocuk yaştaki kardeşi Mansûr hükümdâr oldu ise de, Alp Tigin, bunun iktidâra getirilmesini istemedi. Bu sebepten Belh şehrine çekildi ve burada Sâmânîler tarafından üzerine gönderilen orduyu yenerek Gazne?ye gitti (962).
Gazne?deki yerli hânedânlığı devirerek müstakil bir devlet kurdu. Ölümü hakkında kesin bir târih yoksa da, bazıları 963?de öldüğünü kabûl ederler. Vefâtından sonra, yerine, yardımcısı ve dâmâdı olan Sebük Tegin[Sebüktekin] geçti. Bunun oğlu meşhûr Mahmûd Sebüktekin [Gazneli Mahmûd] zamanında, Gazne Devleti en parlak devrini yaşamıştır.
GAZNELİ MAHMÛD
2 Kasım 971 (H. 361) târihinde doğan ve otuz üç sene adâlet ve muvaffakiyetle saltanat süren Gazneli Mahmûd; Gazneliler Devleti?nin en büyük hükümdârı, Hindistân Fâtihi ve büyük İslâm kahramânıdır. [1030?da Gazne?de vefât etti. Gazne?deki türbesi pek mükemmel ve müzeyyendir. Yerine oğlu Celâlüd-devle Muhammed geçti.]
Sultân Gazneli Mahmûd, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biridir. O, daha gençlik yıllarında, babasının yanında savaşlara katıldığı için, ömrünün kırk beş senesini savaş meydânlarında geçirdi. Babası Gazneliler Devleti?nin kurucularından Sebük Tegin [Sebüktekin], annesi ise Zâbulistân bölgesinden asîl bir âilenin kızıdır.
Gazneli Mahmûd, dîne, medeniyete pek büyük hizmetler yaptı. Parlak bir devir açtı. Ebü?l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, onun zamânında yaşamış en büyük İslâm âlimlerinden biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin yetiştirilmesine büyük gayret sarf eden Gazneli Mahmûd, bid?at ehline karşı sert, hak mezhep ve ehline karşı pek yumuşaktı.
Gazneli Mahmûd, daha gençlik yıllarında devlet idâresinde görev almaya başladı ve babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesâret ve zekâsıyla kendini gösterdi. Babası Sebük Tegin[Sebüktekin]?in vefâtı üzerine, Sultân Mahmûd hemen Gazne?ye giderek, küçük bir engeli kaldırdıktan sonra saltanatını i?lân etti (997).
Sâmânîlerin elinde kalmış olan Buhârâ, Horasân, Herât, Belh, Bust ve Kâbil?i zaptetti. İrân ve Irâk taraflarında hüküm süren Şîî Büveyhîler (932-1062) ile önce savaş ve sonra sulh ederek saltanatını tanıttırdı.
Şâfiî âlimi Ebû Hâmid İsfehânî?yi, Bağdâd?daki Abbâsî Halîfesi?ne gönderdi. Halîfe el-Kâdir (991-1030), Gazneli Mahmûd?un elçisini memnûniyetle karşıladı. Yeni hükümdâra saltanat alâmetlerinden hil?at, tâc ve bayrakla birlikte, sâhib olduğu ülkelerin ?Ahd?ini gönderip, ?Yemînü?d-Devle?, ?Veliyyü Emîri?l-Mü?minîn? ve ?Emîrü?l-Mille? lakablarını verdi.
Sultân, gönderilenleri kabûlden sonra, İslâm dînini yaymak ve İslâm düşmânlarıyla mücâdele etmek için, her yıl Hindistân?a sefer yapmayı vâdetti. Bundan sonra başşehir Gazne?de büyük bir merâsimle hil?at ve tâc giyen Mahmûd, Abbâsî Halîfesi El-Kâdir adına hutbe okuttu.
Sultân Mahmûd, sırasıyla Horasân ile bugünkü Afganistân ve Belûcistân denilen ülkeleri tamâmen hükmü altına aldı. Mâverâünnehr Hânı İlik Hân ve sonra Kâdir Hân?la savaşarak, Ceyhûn?un ötesine ve Hârezm?e kadar sınırlarını genişletti. Şîî Büveyhîlerden İrân ve Irâk taraflarında Rey, İsfehân, Kazvîn, Sâve, Zencân, Ebher şehir ve kalelerini alıp, sapık akımlara kapılanları şiddetle cezâlandırdı. Râfizîliği ve felsefî ideolojilere âit kitapları imhâ ettirip, yıkıcı faaliyetlere katılanları sıkıca tâkîb ettirdi.
Gazneli Mahmûd, böylece ülkesinin kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemîne ve verdiği söze sâdık kalarak Hint seferlerine başlamaya karâr verdi. Eylül 1.000 târihinde, ilk Hind Seferine çıkan Sultân Mahmûd, bu târihten 1027 yılına kadar Hindistan?a onyedi büyük sefer düzenledi.
GAZNELİ MAHMÛD?UN HİNDİSTÂN SEFERLERİ
(03 Mayıs 2008 – 27 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biri olan Sultân Gazneli Mahmûd?un, Hindistân?a 17 sefer yaptığını yazdık.
1. seferine, Eylül 1.000 târihinde çıkan Sultân Mahmûd, Kâbil?in doğusunda Lamgan bölgesinde Hintlilerin elinde bulunan birkaç kaleyi zabtederek geri döndü.
Sultân Mahmûd?un 2. Hind Seferi, Vayhand Racası Caypal?e karşı oldu. 27 Kasım 1.001 târihinde Peşâver yakınlarında yapılan savaşı Gazneli ordusu kazandı. Caypal on beş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandânlarıyla esîr düştü. Sultân Mahmûd?un eline bu zaferden sonra muazzam bir ganîmet geçti.
1.004 yılında Bhatiya bölgesi Racası Beci Ray üzerine yürüdü. Bu seferde Bhatiya Racalığının bütün bölgelerini ele geçirdi. Bölgede mescitler ve minberler inşâ ettiren Sultân, İslâmiyetin esaslarını öğretmeleri için âlimler de tâyin etti.
Sultân Gazneli Mahmûd, 4. seferini Multan üzerine yaptı. Multan Hâkimi Ebü?l-Feth Dâvûd, Karmatî bozuk inanışına sâhib olup, Ehl-i sünnet düşmanıydı. Gazne ordusunun üzerine geldiğini haber alan Ebü?l-Feth, şehri terk ederek İndus Nehri üzerindeki bir adaya kaçtı. Multan?ı zabteden Sultân, buradaki Karmatîleri cezâlandırdı. 1008 yılında Multan?ın yeni vâlisi Suhpal?ın Müslümanlığı terk ederek Moğol dînine dönmesi üzerine, Sultân Mahmûd çetin kış şartlarına rağmen 5. Hint Seferine çıktı. Multan önünde yapılan savaşı kazanarak, Suhpal?ı tutuklatıp Multan ve çevresinin idâresini komutanlarından Tegin Hazin?e bırakarak Gazne?ye döndü.
Aynı yıl, Kuzeybatı Hindistân ve Pencâb bölgesi racalarının, İslâmiyetin yayılmasını önlemek üzere faâliyete girişmeleri üzerine, tekrâr harekete geçen Sultân Mahmûd, müttefik kuvvetlere karşı Vayhand şehri ovasında yapılan muhârebeyi ağır kayıplar vererek kazandı. Ancak bu savaş ile Kuzey Hindistân racalarının kuvvetleri ezilmiş ve Pencâb yolu Müslümân-Türk orduları için güvenli bir hâle getirilmiş oldu.
Sultân Gazneli Mahmûd, Ekim 1009 târihinde büyük bir ticâret merkezi olan Narayyanpur?u zabtetti. 1010 târihinde çıktığı seferde Multan?ı bütünüyle fethetti. Müslümânlara eziyet eden Karmatîlere ağır bir darbe daha indirildi. 1014 târihinde çıkılan 9. Hint Seferinde Nandana Kalesinin fethinden sonra Keşmîr üzerine yüründü. Keşmîr kuvvetleri iki defa bozguna uğratıldı. Bu zaferin Hindistân?daki yankıları pek büyük oldu ve İslâmiyet en uzak yerlere kadar yayıldı.
Sultân Gazneli Mahmûd, 10. seferini, Hintlilerce mukaddes bilinen pekçok tapınak ve putun bulunduğu Thanesar şehrine yaptı. Hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre giren Sultân, bütün putları kırdırdı. ?Çakrasvami? adındaki en meşhur putu Gazne?ye götürerek halka gösterdi. Bu zafer, Hindûların Müslümânları tanımalarına sebeb oldu. Bunun netîcesinde pekçok kimse İslâmiyetle şereflendi. 1015 yılında Keşmîr yolu üzerinde Lokhot Kalesini kuşattı ise de şiddetli kış yüzünden bir netîce elde edemeyerek geri döndü.
Hint dünyâsı, Sultân Mahmûd?dan o derece yılmıştı ki, herhangi bir yere sefere çıksa, şöhreti ondan önce varıyor ve şehirler korkudan teslîm oluyordu.
12. seferini zengin ve bayındır bir ülke olan Kanave?a karşı yaptı. Sirsava Kalesini zaptetti. Baran (Bulendşehr) Kalesi önüne geldiğinde Raca Hardat, Sultânı karşılayarak Müslümân olduğunu bildirdi ve şehri teslîm etti. Onunla birlikte 10.000 taraftarı da İslâmiyeti kabûl etti. Mahmûd Han, sefere devâmla Cumne ile Ganj nehirleri arasındaki bütün şehirleri aldı. 20 Aralık 1018?de de asıl hedefi olan Kanave?i fethetti. Bu seferden tahmînen üç milyon dirhem para, altmış bin esîr ve beş yüz fil ganîmet ile dönüldü.
1020 yılında Kalincar, 1021?de Keşmir ve 1022?de tekrar Kalincar racaları üzerine seferler düzenleyen Sultân, bunları itâat altına aldı. 16. ve en meşhûr seferini, Somnat üzerine yaptı. Bu şehirde bulunan kutsal bir tapınaktaki put, her yıl, yüzbinlerce Hindû tarafından ziyâret edilir ve en kıymetli mücevherlerle süslenirdi. Sultân Mahmûd bunu işitince, bu sapık inançla birlikte, o putu da yıkmaya karâr verdi. Bu sâyede, Hintliler arasında İslâm dîninin yayılması da çabuklaşmış olacaktı. 18 Ekim 1025 târihinde otuzbin atlı ve yüzlerce gönüllüden meydana gelen orduyla harekete geçen Sultân, 8 Ocak?ta Somnat?ı zabtetti. Tapınağa girdikten sonra müezzine, tapınağın üzerine çıkarak ezân okumasını emretti. Tapınaktaki putların tamâmını kırdırdı. Rivâyete göre tapınaktaki ganîmetten Sultân?ın payına düşen beşte bir malın değeri yirmi milyon dînâr idi.
17. seferinde ise Karmatî olan Mansûra hâkimi Hafîf?i cezâlandırdı.
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-1
(30 Mayıs 2008 – 25 Cemâzi”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs?ta, nâşının İstanbûl?a getirilmesi 22 Mayıs?ta, ?İstanbûl?un Fethi? de 29 Mayıs?ta olmuştur.
Aslında bu ayın başından itibâren, onunla ilgili makaleler yazılabilirdi; ama dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen ?İstanbûl?un Fethi? hâdisesi, 29 Mayıs?ta olduğu için, fetih târihine denk getirmek maksadıyla, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.İnşâallah bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?İstanbûl?un fethi? ve ?Fâtih?i hakkında mütevâzı birkaç cümle yazmaya çalışacağız.
İstanbûl?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi. Türk târihi, sayılamıyacak kadar çok kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbûl?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasfı vardır; inşâallah 2 makâlemizde birazcık bunlardan bahsetmek istiyoruz.
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne”de doğan, Osmanlı padişahlarının yedincisi ve İstanbûl?un fâtihi, II. Murad Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olanFâtih Sultan Mehmed Hân, daha 21 yaşında iken, İstanbûl”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son vermiş,târihin en büyük hükümdârlarından biridir.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbûl?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek idealiyle yanıp tutuşan Sultân Mehmed, bu büyük mes?elenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişâh, hep İstanbûl?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük âlim ve velî Akşemseddîn, onun İstanbûl?u fethedeceğini kendisine müjdelemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbûl?un fethi ile meşgûldü.
Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm); ?Kostantîniyye (İstanbûl) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih ve ordusu kavuşmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Donanmayı, Beşiktâş?tan Halîç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Halîç?te, Kâsımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kâsımpaşa-Ayvansarây arasında 5,5 m. eninde köprü teşkîl ettirmesi, yine onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda, Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan sûrlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri-göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, İstanbûl düştü. Bundan önceki, asırlar boyu devâm eden 28 kuşatmada İstanbûl?u almak nasîp olmamıştı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, Salı günü öğleden sonra Topkapı”dan şehre girdi. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
Fetihten sonra, bütün Ortodoks Hıristiyânların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı.
İstanbûl?un düşmesinden sonra, sûrlarda Ceneviz kumandân ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fâtih Sultân Mehmed, bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı; sâdece Ceneviz vâlîsi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi.
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya (Sainte-Sophie),fethin bir sembolü olarak câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? olarak kalmasını yazılı vasiyet etti ve Allah için vakfeyledi.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir. Cenâzesi İstanbûl?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir. [Onun vefâtı ile Hıristiyânlık dünyâsı bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.]
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-2
(31 Mayıs 2008 – 26 Cemâzi”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze temâs ettiğimiz ?İstanbûl?un Fethi? hâdisesi ve ?Fâtih?i üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde durmak istiyoruz:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Fetih, dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdâr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân,Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini de çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı ve astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi.
Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı; sarayda dîvânı olan ilk pâdişâhtır. Fâtih, medreseleri bizzât teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarâyda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Molla Yegân, Molla Akşemseddîn, Molla Akbıyık, Hocazâde, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbûl adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Halîç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine, genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben bu şehri alırım, ya bu şehir beni ?cevâbını verdi.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkîk eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur.
Fâtih Sultân Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşmân hatlarına girerek göstermiştir. İstanbûl Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Râhatlıkla söylenebilir ki, Osmânlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa da gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmânı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydân muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesâplarını bizzât kendisi yaptı.
Cenâb-ı Hak, ona rahmet eylesin ve Cennet?te en yüksek makâmlar ihsân buyursun.
ABDÜLKERÎM SATUK BUĞRA HÂN VE KARAHÂNLILAR
(06 Haziran 2008 – 02 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizde, Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan bahsetmeye çalışacağız. Çünkü o, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
[840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Hân tarafından kurulan ve Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran Karahânlılar Devleti [840-1212]; ilk Müslümân-Türk devletidir.]
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Hân [v. 955 (h. 344)], güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle olmuştur. Babası, ?Karahânlı? hükümdâr âilesinden Bezir Hân idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadîr Hân?ın himâyesinde büyüdü.
Satuk Buğra, henüz on iki yaşlarında iken, Mâverâünnehir ve Horasân bölgesine hâkim olan Müslümân Sâmânlı Devleti şehzâdeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nâsır bin Ahmed, Oğulcak Kadîr Hân?ın ülkesine sığındı. O, buna iyi muâmele edip Artuç nâhiyesinin [veya kasabasının] idâresini verdi. Bu Artuç nâhiyesi [veya kasabası], Nâsır bin Ahmed”in gayretleri ve gelip-giden müslümân tâcirler sâyesinde önemli bir ticâret merkezi oldu. ?Satuk Buğra? da, Artuç”un ziyâretçileri arasındaydı. Karahânlılara sığınan Nâsır bin Ahmed [veya Ebû Nâsır] adlı Sâmânî şehzâdesiyle tanışıp ondan [yahut da diğer müslümân dîn adamlarından] İslâmiyeti öğrenerek müslümân olmakla şereflendi ve ?Abdülkerîm? adını aldı.
Yirmi beş yaşına gelince, müslümân olduğunu açıklayıp iktidârda olan amcası ile mücâdeleye başladı. Onunla ?Fergana Savaşı?nı yaptı. İlk olarak ?Atbaşı Kalesi?ni zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla,Kaşgar üzerine yürüyüp orayı fethetti. Amcası Oğulcak Kadîr Hân?ı da öldürdü. Ülkede hâkimiyeti sağlayıp birliği temîn etti. Türk ülkelerinde İslâmiyeti hızla yaydı. Ebü”l-Hasan Muhammed gibi İslâm âlimleri, Satuk Buğra Hân?a işlerinde yol gösterip hayra teşvîk ettiler.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabîlelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistân şehirlerini birer birer ele geçirdi.
Bu sırada Karahânlılar Devleti?nin doğu kısmına hâkim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Hân, Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?a karşı savaş açtı. Satuk Buğra Hân da, müslümânların yardım ve desteğiyle, onunla ?Balasagun Savaşı?nı yaptı ve gâlib geldi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, işte bundan sonra Satuk Buğra Hân, güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle oldu.
955 (h. 344) senesinde, Kaşgar civârında bulunan Artuç kasabasında vefât edip oraya defnedildi. Kendisinden sonra, Mûsâ Tunga adında bir oğlu, ondan sonra da Baytaş Süleymân Arslan hükümdârlık yaptı. [Başka oğulları ve kızları olduğu da rivâyet edilmiştir.]
Biyografisini, olabildiğince özetlemeye çalıştığımız Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslâm âlimi gelip İslâmiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar.
KARAHÂNLILAR
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan, özetle bu kadar bahsettikten sonra, şimdi de bir nebze, Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devleti olan Karahânlılar Devleti[840-1212]?nden bahsedelim.
Yukarıda da belirtttiğimiz gibi, 840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında kurulan Karahânlılar Devleti?nin ilk kurucusu Bilge Kül Kadîr Hân, Mâverâünnehir?i almak isteyen Sâmânîler Devleti ile mücâdele etmiştir.
Karahânlıların başlangıç dönemi, ilmî yönden pek açık değildir. Kadîr Hân?dan sonra iki oğlundan Bazır Arslan Hân, Balasagun?da Büyük Kağan olarak, kardeşi Oğulçak Kadir Hân ise, Ortak Kağan olarak Taraz?da devleti idâre ettiler. Oğulçak Kadîr Hân, Sâmânî Hükümdârı İsmâîl bin Ahmed ile devâmlı mücâdele etti.Sâmânîler, 883 senesinde Taraz?da devleti ele geçirince, Oğulçak Kaşgar?ı merkez yapıp, Sâmânî hâkimiyetindeki bölgelere akınlara başladı.
Bu akınlar sırasında Oğulçak Kadîr Hân?ın yeğeni Satuk da, amcası Oğulçak?a karşı taht mücâdelesine girişti.Onuncu asrın başlarında, müslümânlardan aldığı yardımlarla da taht mücâdelesini kazanan Satuk Buğra Hân, Karahânlı hükümdârı olarak İslâmiyeti kabûl ettiğini i?lân etti.
KARAHÂNLILAR DEVLETİ HAKKINDA
(07 Haziran 2008 – 03 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde de ifâde ettiğimiz gibi, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadîr Hân tarafından kurulan ve devrin İslâm kaynaklarında ?El-Hâkâniye?, ?El-Hâniye?, ?Âl-i Afrasiyâb?; başka eserlerde de, ?Alp-İlig Hânlar?, ?Arslan-Buğra Hânlar? ünvânlarıyla anılan ?Karahânlılar? Devleti; 840-1212 târihleri arasında Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devletidir.
?Karahânlılar?, Karluk, Çiğil, Yağma ve diğer Türk boylarından meydana gelmektedir. Karahânlılar tâbiri, batılı şarkiyâtçılar tarafından, bu sülâlenin ?Kara? ünvânını çok kullanmaları sebebiyle verilmiştir. ?Kara?, Türkçede,?kuzey yönü?nü işâret etmesinin yanında, ?büyüklük? ve ?yükseklik? de ifâde eder.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan i?tibâren sekiz (8) sultân gelip geçtikten sonra, ilki Muhammed Aynüddevle (tahta geçişi 1041), sonuncusu Osman (tahta geçişi 1204) olan yirmibir (21) aded Batı Karahânlı Kağanı hüküm sürmüştür. Bunlar, 1211?de Harezmşâhların hâkimiyeti?ne girmişlerdir.
İlki Süleymân (tahta geçişi 1032), sonuncusu Üçüncü Muhammed (tahta geçişi 1211) olan 11 (onbir) aded de Doğu Karahânlı Kağanı vardır. Bunlar da 1211?de Noymanların işgâline uğramışlardır.
Ma?lûm olduğu üzere, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes?in torunları olan Türkler, hükümdârlarının müslümân olmasından sonra, fıtratlarındaki temizlikle, seve seve ve büyük topluluklar hâlinde, en son ve en mütekâmil dîn olan İslâmiyeti topluca kabûl etmişlerdir.
Sekizinci asırda müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunduğu Türklerin 10. asırda topluca İslâmiyeti kabûlü, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından pek önemlidir.
Müslümân olunca, Abdülkerîm adını alan meşhûr Karahanlı Sultânı Satuk Buğra Hân, doğudaki amcasına karşı mücâdelesinde, müslümân gönüllülerden de faydalandı. Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, 995 senesinde vefât edince Artuç?a defnedildi. Yerine oğlu Mûsâ hükümdâr oldu. Onun çok kısa sürdüğü anlaşılan saltanatından sonra hükümdâr olan Baytaş Arslan Hân, doğu kağanı Arslan Hân?ı mağlûb ederek sülâlenin bu kolunu ortadan kaldırdı ve bütün Karahânlıları birleştirdi.
Büyük evliyâ Ebü?l-Hasan Muhammed?in yardımı ile ülkenin doğusundakiler de müslümân oldular. Baytaş Arslan Hân, Karahânlı ülkesinde İslâmiyetin yayılması faaliyetlerini tamamlayınca, komşu Türk boylarını hak dîne dâveti, kendisine gâye edindi.
Baytaş?tan sonra oğlu Ebü?l-Hasan Alî hükümdâr oldu. Bu dönemde devletin batı kısmını, kardeşi Buğra Hân Hârûn idâre ediyordu. Buğra Hân Hârûn, 990 senesinde İsbicâb?ı zaptedip, 992 senesinde Sâmânîlerin merkezi Buhârâ?ya girdi. Böylece Horasân ve Mâverâünnehir, Karahânlıların eline geçti. ?Şihâbü?d-devle? ve ?Zahîrü?d-da?vâ? gibi İslâmî ünvânlar kullanan Buğra Hân Hârûn, Kaşgar?a dönerken 996 yılında vefât etti. Yerine Ahmed bin Alî geçti. Müslümânların Halîfesi tarafından tanınan ilk Karahânlı hükümdârı bu Ahmed Hân?dır.
KARAHÂNLILAR ZAMÂNINDA KÜLTÜR VE MEDENİYET
?Hâkânî Türkleri? adını taşıyan ve Türk an?anesine göre kurulan ?Karahânlı Devleti?, 10. asırda İslâmiyeti kabûlüyle, ilk İslâmî-Türk eserleri meydana getirdiler. Karahânlı hükümdârlarının ilme hayranlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer medeniyet ve kültür beşiği hâline geldi.
Doğu Karahânlılar devrinde Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib, ?Kutadgu Bilig?; Kaşgarlı Mahmûd, ?Dîvânü Lugâti?t-Türk?; İmâm Ebü?l-Fütûh Abdülğafûr, ?Târih-i Kaşgâr? adı ile, Türk dili, edebiyâtı, kültürü ve târihi için çok mühim eserler yazdılar.
Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukukçu ve âlimleri yetişti. Bunlardan bâzıları şunlardır: Burhâneddîn Merğînânî, Şemsül-Eimme Serahsî, Şemsül-Eimme Hulvânî, Ebû Zeyd Debbûsî, Fahrül-İslâm Pezdevî, Sadrüş-şehîd, Melikül-Ulemâ Kâsânî [Kâşânî], Ömer Nesefî, Sirâcüddîn Ûşî.
?Şâh-i Türkistan? denilen Ahmed Yesevî hazretleri, İslâm dîninin göçebe Türkler arasında yayılmasına hizmet etmiş olup bugün bile, Rusya, Bulgaristan, Çin ve İrân?daki Türklerin Türklüklerini ve İslâmlıklarını muhâfaza etmelerinde tesîri vardır.
Türk hat sanatı Karahânlılar ile başlamıştır. Kûfî, sülüs, celî gibi yazı türleriyle Kur?ân-ı kerîm ve hadîs kitapları i?tinâ ile yazılıp saklanmıştır.
SULTÂN ALPARSLAN VE IV. ROMANOS DİOGENES
(20 Haziran 2008 – 16 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
20 Ocak 1029?da doğan, iyi bir tahsîl görüp sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandânlığı ile ün salanSultân Alparslan; Selçûklu Devleti hükümdârlarından ve Türk milletinin en büyük kahramânlarından biridir. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasân vâlîsi Çağrı Bey?in oğludur. Babasının ölümünden sonra Horasân vâlîsi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063?te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine Selçûklu tahtına Alparslan?ın ağabeyi Süleymân getirildi, fakat Türk beyleri buna i?tirâzda bulundular ve Alparslan?ı hükümdâr tanıdılar.
Alparslan, 27 Nisan 1064?te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezîrliğini yapan ve ağabeyi Süleymân?ın tahta çıkmasını isteyen Amîdül-mülk Kündirî?yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak târihe adı geçen Nizâmül-mülk?ü vezîr ta?yîn etti. Başına buyruk beylerle mücâdeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altında toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devletini derleyip toparladı ve kuvvetlendirdi.
1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu?nun üzerine yürüdü. Gürcistân?ı zaptetti. İsyân eden kardeşi Kavurd?u itâate zorladı. 1065?te Amuderyâ ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdârla anlaştı. Alparslan?ın beyleri, Anadolu?da akınlar yapıp sayısız zaferler kazandılar.
SULTÂN ALPARSLAN?IN İSLÂM DÎNİNE HİZMETİ
Sultân Alparslan, saltanatı müddetince İslâm dînine hizmet etti. İslâmiyet?i içten yıkmaya çalışan gizli düşmânlara ve bâtınî hareketlere karşı çok hassâstı. Hattâ bir defasında; ?Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü teâlânın izniyle silâh kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bid?at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, hâlis Türkleri azîz kıldı? demiştir.
Alparslan, büyük târihî zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maâşlar tahsîs etmek, i?mâr ve sulama te?sîsleri vücûda getirmek sûretiyle de hizmetler yaptı. İmâm-ı A?zam?ın türbesi, Hârezm Câmii ve Şadyah kalesi gibi pek çok eseri inşâ ettirdi. Zamanında, İmâmül-Haremeyn Cüveynî, İmâm-ı Gazâlî, Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Abdülkerîm Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir.
BİZANS İMPARATORU ROMANOS DİYOJENES
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve Kapadokyalı soylu bir âileye mensûp olan IV. Romanos Diogenes(Romen Diojen); Kostantinous Diogenes?in oğludur. Romen Diojen, iyi bir cengâverdi; fakat hânedân mensûbu değildi. Onun askerlik bilgisi, tecrübe ve cesâreti, İmparator Onuncu Kostantinous?un 1067?de ölümüyle dul kalan Bizans İmparatoriçesi Eudoxie[Eudokia]?nin dikkatini çektiğinden, İmparatoriçe kendisiyle evlenme talebinde bulunan diğer adayları ve teklîflerini reddederek, 1068?de Diojen?i tercîh etti. İmparatoriçe ile evlenerek, 1 Ocak 1068?de Bizans tahtına çıkan Romen Diojen, 1068-1071 târihleri arasında Bizans imparatoru oldu.
Hânedân dışından bir şahsın Bizans İmparatorluğuna getirilmesi üzerine asîller, iktidâra karşı cephe aldılar. Ülke içindeki muhâlefeti tasfiye etmekle meşgûl olan Diojen, zekâ ve tecrübesine inandığı şahısları devlet kadrolarında vazîfelendirip, Bizans?ın doğu hudûdundaki hâdiseleri de dikkatle takîb ettirdi.
Selçûklu Devletinin gittikçe kuvvetlenmesi, Bizans İmparatorluğu?nu telâşlandırdı. Romen Diojen, İmparator olur olmaz, Franklardan, Uzlardan ve Makedonyalılardan topladığı orduyla Selçûklulara karşı seferlere başladı. Kayseri, Sivas, Divriği, Toroslar ve Haleb yoluyla güneye indi. Menbic?i aldıktan sonra, İstanbul?a döndü.
1070?te Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu. Palu?ya geldiğinde, Malatya?da bıraktığı ordusunun, Türkler tarafından perîşân edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbûr kaldı.
Muhtelif ırklardan meydâna gelen kalabalık bir ordunun başında Türkleri Anadolu?dan sürmek ve arkasından İran?a yürüyerek Sultân Alparslan?ın merkezini zaptetmek için 13 Mart 1071?de tekrâr yola çıktı.
Ancak bilindiği gibi, 26 Ağustos?ta Malazgirt Savaşını kaybetti. Bütün hazîneleri ile birlikte Sultân Alparslan?a esîr düştü.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ VE BAZI NETÎCELERİ
(21 Haziran 2008 – 17 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bu makâlemizin hemen başında önce şunu ifâde edelim ki, Selçûklu Türkleri, Malazgirt Meydan Muhârebesinden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertib ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespît edildi.
Büyük Selçûklu Devleti Sultânı Alparslan?n 40.000 kişilik kuvveti ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in 200.000 kişilik kuvveti arasında, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda meydâna gelen Malazgirt Meydân Muhârebesi; Türklere Anadolu?yu kazandıran, son derece önemli Selçûklu-Bizans Savaşıdır.
Bu muhârebe, dînî, millî, siyâsî, askerî netîceleri bakımından Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Malazgirt Zaferinden sonra, on beş yıl içinde bütün Anadolu Türkler tarafından ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok mühim bir dönüm noktası oldu.
Şimdi birazcık, târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri olan Malazgirt Meydân Muhârebesinin öncesinde ve sonrasında meydâna gelen bazı hâdiselerden bahsetmeye çalışalım:
1070 yılında Alparslan, Horasân ve Irâk ordularının başında Âzerbaycân?a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslîm oldu. Diyârbekir”den el-Cezîre?ye girdi, Urfa?yı kuşattı. Mısır?da birbirleriyle mücâdele eden Fâtımî komutanları, Alparslan?ı Mısır?ı almaya teşvîk ediyorlardı. 1071 yılında Selçûklu ordusu Halep?te toplandı.
Tabîî ki Selçûklu Türklerinin Anadolu?ya akınları, Bizans Devletini telâşlandırdı. Akıncıların bu gazâlarında, Anadolu ahâlîsine terör ve tahrîbâttan ziyâde adâletle muâmelesi, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal ve ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçûklu idâresini gönülden tercîh etmelerine yol açtı.
Alparslan?ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes, son bir hamle yapmayı düşündü. Âzerbaycân?a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu?dan atmaya karar verdi. Rumeli?de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türkleri?ni de ordusuna kattı. 13 Mart 1071?de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul?dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi va?d etti.
Diyojenes ve ordusu, yol boyunca katliâm yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt?e ulaştı. Haleb?i teslîm aldığı sırada, Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferi?nden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekâtını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyârbekir ve Bitlîs?e ulaştı.
Alparslan, ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat?a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat?ta oldu; Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan İmparator, Malazgirt Kalesine hücûm edip, içerde yaşayan kadın-çocuk-ihtiyar kim varsa hepsini öldürdü.
Malazgirt?e doğru devâmlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt?in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat?a gönderilen kuvvetlerin de gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.
26 Ağustos Cuma günü, askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı; ?Yâ Rabbî! Seni kendime vekîl yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbî! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü; ?Ey askerlerim! Eğer şehîd olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece akıllıca bir harp taktiği planlamıştı. Hilâl şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydânında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilâlin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perîşân oldu. İmparator esîr edildi. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, huzûruna getirilen imparatoru, hiç ümîd etmediği şekilde affetti. [Fâtih Sultân Mehmed Hân da İstanbul fethinden sonra, bütün Bizanslılara karşı aynı âlîcenâplığı göstermişti.]
SELÇÛKLU DEVLETİ HAKKINDA KISA BİR ÖZET
(01.08.2008 ? 29 Recebü?l-ferd 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, Sultân Alparslan ve Malazgirt Meydân Muhârebesini ele almıştık.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde ise, bir nebze ?Selçûklu Devleti? üzerinde durmak istiyoruz. [İnşâallah 22-23 Ağustos târihlerinde de, 26 Ağustosa çok yaklaşılacağı için, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesi?konusunu işlemeyi düşünüyoruz.]
Selçûklular; Çin?den Batı Anadoluya kadar bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sâhilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicâz ve Yemen?den Rusya içlerine kadar yayılan hâkimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsîlcisidirler.
Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerinden olan Selçûklu Devletini, ?Oğuzlar?ın ?Üçoklar? kolunun, ?Kınık Boyu?na mensûp olan Selçûklular kurmuşlardır. Onuncu asrın sonu ile onbirinci asrın başlarında İslâmiyeti kabul eden Selçûklular, i?tikâtta ?Mâtürîdî?, amelde ?Hanefî? olup, ?Ehl-i Sünnet Mezhebi?ndeydiler.
Devlete adını veren Selçûk Bey, Aral Gölüyle Hazar Denizi arasına hâkim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandânlarından Dukak Subaşı?nın oğludur. Dukak ölünce, onyedi-onsekiz yaşlarındaki Selçûk Bey ?Subaşı? oldu. Genç yaşına rağmen, yüksek mevkı?lere ulaşan Selçûk Beyin devâmlı artan bir i?tibâra sâhip olması, Yabgu ve hanımını telâşlandırdı. Onu başlarından atmak için çâre aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçûk Bey, kabîlesiyle birlikte oradan ayrıldı. [Güney yoluyla muhtemelen 985?lerde Seyhûn Nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bu bölge ve şehir, İslâm ülkelerine geçişte hudûd durumundaydı.]
Selçûk Beyin idâresindeki Türkler, kısa zamanda İslâmiyeti kabûl ettiler. Bu durum Yabgu ile aralarını iyice açtı. ?Müslümanlar gayr-i müslimlere harâç vermez? diyen Selçûk Bey, Yabgu?nun harâç memûrlarını kovdu ve istiklâlini i?lân etti. Gayr-i müslim Türkler arasında cihâd faaliyetlerine girişti.
Selçûk Beyin istiklâlini i?lân edip, Yabgu?ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücâdeleye girişmesi, çevrede tanınıp, i?tibâr kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgu?suna karşı olan Türkler, onun etrâfında toplandılar.Müslümânlardan da destek alan Selçûk Bey, müslümân olmayan Türkler üzerine yaptığı gazâlarla şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Mâverâünnehir?de üstünlük sağlamaya çalışan müslümân devletlerden biri olanSâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultânı, Selçûk Beye, devletinin sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına mukâbil, Buhârâ yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçûk Bey; Mîkâil, Arslan, İsrâîl, Yûsuf ve Mûsâ adındaki oğullarıyla Büyük Selçûklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak yüz yaşlarında vefât etti. Selçûk Beyin büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mîkâîl, babasının sağlığında ölmüştü.
İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. ?Yabgu? ünvânını alarak, ?Selçûklular? da denilmeye başlayan âilesini teşkîlâtlandırdı.
Karahânlıların, Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend?den kaçan Sâmânî şehzâdelerinden İsmâîl Muntasır?ın Arslan Yabgu?ya sığınması, Karahânlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçûklular, Karahânlılar karşısında başarılı muhârebeler yaptılar.
Selçûkluların güçlenmesi, bölgenin hâkimi olan Karahânlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. 1025?te Karahânlı-Gazneli işbirliğiyle Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistân?daki Kâlencer Kalesine hapsedildi.
Bu hâdiseden sonra Selçûklularla Gazneliler arasında açık bir mücâdele başladı. Onun esâreti yıllarında Selçûklular, ortak hükümdâr sistemiyle idâre edildi. Mûsâ?yı ?Yabgu?luğa, Yûsuf?un oğlu İbrâhim?i de ?Yınal?lığa getirdiler. Mîkâîl?in oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler, amcalarının hâkimiyetini tanımakla berâber, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mâhir süvârîlerden meydâna gelen Selçûklular, kalabalık hayvân sürüleri ve atları için bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu gâyeyle, zaman zaman komşuları Karahânlılar ve Gaznelilerin sınırlarını aşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular.
Onların bu hâlini kendileri için tehlikeli gören Karahânlılar, Selçûklu âilesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi; hattâ Yûsuf Bey öldürüldü. Mûsâ Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahânlı kuvvetlerini yenerek, Yûsuf Beyin intikâmını aldılar. Siyâsî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçûklular bir hayli zâyiâta uğratıldılar.
[İnşâallah yarın bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.]
SELÇUKLU DEVLETİ HAKKINDA BİRKAÇ KELİME DAHA
(02.08.2008 ? 30 Recebü?l-ferd 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze, Selçûklu Devletinin kuruluşundan, Karahânlılar ve Gaznelilerle mücâdelesinden bahsetmiştik.
Çağrı Bey, dağılan Selçûklulardan üç bin kişilik bir süvârî kuvvetiyle, Gazneli mukâvemet mevkı?lerini aşarak Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından kuzeyde Tiflis?e kadar uzanan bölgede keşif hareketi yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini mağlûp ederek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle gerekli siyâsî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Bol ganîmetle geri döndü.
Çağrı Bey, keşif hareketi netîcesinde, bölgenin Selçûkluların yerleşmesine müsâit olduğunu tespit ederek Tuğrul Beye rapor verdi. Tuğrul Bey, ortalığın yatışması için çöle çekilmişti.
Selçûkluların esîr yabguları Arslan, 1032 senesinde Hindistân?da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde vefât edince, Gaznelilerle münâsebet daha da bozuldu.
Mûsâ Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçûklu ve Türkmen kuvvetleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere âit olan Horasân?a, ânî bir taarruzla girerek; Merv, Nîşâbûr ve Serahs havâlîsini ele geçirdiler.
Gazne Sultânı Mes?ûd, Selçûkluları tanımak mecbûriyetinde kaldı. Mûsâ Yabgu?ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin vâlîliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir müddet devâm etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçûklu mücâdelesi, daha da şiddetlendi. Selçûklular, hafîf süvârî kuvvetleriyle, Gaznelilerin fîllerle takviye edilmiş ağır techîzâtlı, çoğu piyâdeden meydâna gelen ordusuna, gerilla harpleriyle çok kayıp verdirdiler. 1038 senesinde Serahs civârında yapılan muhârebede, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı.
Gazneli Sultan Mes?ûd büyük bir devlet adamı, cesâretli bir kumandân olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nîşâbûr?u Selçûklulara terk edip, kesin netîce alınacak büyük muhârebeyi devâmlı geciktirdi.
Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrâhîm Yınal, 1038?de Nîşâbûr?u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nîşâbûr?a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey ?es-Sultânü?l-Muazzam=Muazzam sultân?, Çağrı Bey de ?Melikü?l-mülûk=Melikler Meliki? ünvânını aldılar. Büyük Selçûklu Devletinin kuruluş ve istiklâlini i?lân ettiler. Selçûklu-Gazneli mücâdelesi, 23 Mayıs 1040?ta yapılan Dandanakan Meydan Muhârebesi ve Selçûkluların üstünlüğü ele almasıyla netîcelendi.
Dandanakan?ın muzaffer başkumandânı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yâni büyük ziyâfette üstün idârecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdîr ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçûklu Sultânı i?lân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda fethedilecek yerlerle, idâreciler tespit edildi.
Ceyhûn ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistân havâlîsi Mûsâ Yabgu?ya, Nîşâbûr?dan i?tibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yâkûtî ile İbrâhîm Yınal, batı cephesinde vazîfe aldılar. Hânedândan Arslan Yabgu?nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan?a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirmân havâlîsine ta?yîn olundular.
Vazîfe taksîminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehir, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirmân ve civârı, Hürmüz Emîrliği hattâ Arabistân Yarımadasında Ummân ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamâmen zaptedildi.
Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvîn, Dihistân, İsfehân, Nihâvend, Rey ve Şehrezûr?u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046?da Gence, 1048?de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havâlisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgâlindeki Bağdat hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultân Tuğrul, Büveyhîlerin işgâlindeki halîfelik merkezi olan Bağdât?ı kurtarmak için, Abbâsî Halîfesi el-Kâim bi-Emrillah?ın da?vetiyle, 17 Ocak 1055?te Bağdât?a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümânların büyük hüsn-i kabûlüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdârlığını yıkarak Abbâsî halîfeliğini yeniden ihyâ etti. İslâm âleminin takdîrini kazanıp, büyük iltifâtlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fâtımî saldırılarını bertaraf etti.
Halîfelik makâmına ve Bağdât şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058?de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan hâlife, onu, doğunun ve batının hükümdârı i?lân etti. Selçûklu sultânının, halîfe tarafından ?Dünyâ hâkânı? i?lân edilmesi, Türklere büyük i?tibâr kazandırdığı gibi, alplik rûhunu okşayarak İslâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrîkler sebebiyle isyân eden üvey kardeşi İbrâhim Yınal?ı cezâlandırdı.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
(22.08.2008 ? 20 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, ?Sultân Alparslan ve IV. Romanos Diogenes?, ?Malazgirt Meydân Muhârebesi ve Bazı Netîceleri? konularını kısa kısa ele almıştık.
26 Ağustos?ta Malazgirt Meydân Muhârebesinin bir sene-i devriyesini daha idrâk edeceğimiz için, bugün ve yarınki makâlelerimizde, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesinin Önemi? ve ?Malazgirt Meydân Muhârebesinden Alınacak Dersler? konularını işlemek istiyoruz.
Fâtimî Devletinin İslâm ülkeleri ve Abbâsî Halîfeliği için tehlike arz etmesi üzerine, 1071 yılında Mısır Seferine çıkan Selçûklu Sultânı Alparslan, Sûriye?de bulunuyordu.
Türklerin Sûriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Sivas?a gelen Diojen, bu bölgedeki Ermeni Prensleri ile ahâlîsini toptan öldürttü. Ermenilerin mallarını askerlerine yağma ettirdi.
ROMEN DİOJEN?İN BÜYÜK KİBRİ
Hâzırladığı güçlü ordusuna güvenen ve çok kibirlenen Diojen, Bizanslılara büyük zaferle dönmeyi va?dediyordu. Hareketinden önce verdiği nutukta da azmini şöyle belirtiyordu: ?Doğu hudûdumuzda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. İşte ben muazzam ordumun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
Büyük Selçûklu Sultânı Alparslan, muhârebe azmiyle ordugâh kurarken, düşmânla döğüşeceğini, önceden Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesi el-Kâim(1031-1075)?e bildirip duâ talep etti. Halîfe, Sultân Alparslan?a, İbnü?l-Mahlebân isimli âlimi, bütün câmilerdeki imâmlara da, cumâ hutbesinde Alparslan ve ordusunun muzaffer olması için okunacak birer hutbe metni gönderdi.
Sultân Alparslan, savaş başlamadan evvel, bütün müslümânların her savaştan önce yaptıkları gibi, sulh teklîfi için, Halîfe?nin gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında sulh teklîfi yapınca hafîfe alınıp, hakârete uğradı. Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.Diojen bir de, hey?et başkanına alay yollu; ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi?? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, kibirli Diojen?e; ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek hakettiği cevâbı verdi.
ROMEN DİOJEN?İN HEDEFİ
Diojen, Türklerin Anadolu?ya bir daha akın yapamamalarını sağlamak için, Îrân?ın içlerine ilerleyip, Türkleri doğuya sürmek, hattâ başşehirlerini zaptetmek istiyordu. İmparator, yalnız Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmıyacak, bütün İslâm ülkelerini de alacaktı. Horasân, Rey, Irâk-ı Acem ve Arap, Sûriye vâlîliklerini komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ va?detmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da aklına koymuştu.
Diojen, Sivas?tan hareket etmeden önce generalleri ile harp meclisi kurdu. Bu harp meclisinde muhârebenin plân ve hedefi ta?yîn edilecekti. Harp meclisinde generallerden, ta?kîb edilmesini lüzûmlu gördükleri teklîflerin ortaya konmasını istedi.
Sivas?taki harb meclisinde, yapılacak harekâtın plân ve hedefi hakkında, iki ana teklîf ortaya çıktı. Bunlardan birincisini bugün zikredelim; ikincisini de inşâallah yarın ele alalım:
Bizans ordusunun en bilgili ve tecrübeli komutanlarından Rumeli ordusu kumandanı General Nikefor Bryennes ile iyi bir stratejist ve tecrübeli bir komutan olan Türk asıllı general Magistors Tarkhal(Jozeph Tarhchaniotes)?dan geldi. Bu iki general, hudût boylarındaki tecrübelerine dayanarak, müslümân Türklere karşı çok ihtiyâtlı olarak harekâta girişmeyi tavsiye edip, ordunun Erzurum?a kadar ilerleyerek, burada Türk ordusunu muhârebeye zorlayacak ve kışkırtacak bir tertîbin alınmasını, bu sûretle muhârebenin kendi toprakları içinde yapılarak lojistik desteğin kolaylaştırılmasını ve Türklerin istifâdesine yarayacak her türlü maddî imkânın tahrîb edilmesini teklîf ettiler.
[Konumuza inşâallah yarın devâm edelim.]
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER (23.08.2008 ? 21 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
İki tecrübeli generalin, harp plânıyla ilgili olarak Diojen?e yaptıkları teklîfe karşılık, İmparator?a hoş görünmek isteyen ikinci teklîf sâhibi muhâlif generaller, hedefin daha derin olmasını ve ordunun vakit kaybetmeden Erzurum?a varıp, Îrân?a yönelmesini ve Türk ordusu ile nerede rastlanırsa orada, daha ziyâde Türk ülkeleri içinde harp edilerek yok edilmesini teklîf edip, birincileri korkaklıkla ithâm ettiler. Bu son teklîf, esâsen Bizans İmparatoru?nun kendi kafasındaki plâna da uygun düştüğünden, hemen ordunun doğuya hareket etmesini emretti.
SULTÂN ALPARSLAN?IN TEVÂZUU
Selçûklu Sultânı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
Sultan Alparslan, muhârebe gecesi, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve nârâlar ile bütün gece ta?cîz ederek yorgun bir hâle düşürdü. Selçûklular, geceleyin Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçûklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
Dünkü makâlemizde belirttiğimiz gibi, Diyojen?in büyük kibrine karşılık, 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Alparslan atından inip büyük bir tevâzuyla secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
Sonra askerlerine dönerek; ?Burada, Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur, emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler. Sultan, beyâzlar giydi. Atının kuyruğunu bağlayıp, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti: ?Askerlerim! Şehît olursam, bu beyâz elbisem kefenim olsun. Eğer şehâdet şerbetini içersem, o zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Eğer zaferi biz kazanırsak, artık istikbâl bizimdir.? [Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler toptan coşup, şevke geldiler.]
SELÇÛKLU ORDUSUNUN HARP TERTÎBİ
Cumâ namazından sonra başlayan muhârebede, Sultan Alparslan kumandasındaki kırk bin kişilik Selçûklu ordusu, fevkalâde güzel bir muhârebe taktiği uyguladı. Türk ordusu, bozkır çevirme hareketiyle, hilâl şeklinde yayıldı. Düşmân ordusunun 1/5?i kadar olan Selçûklu ordusu, yarım hilâl şeklinde tertîbât aldı. Hafîf süvârî kıt?aları, kanatlara yerleştirildi. Muhârebenin başlamasından iki sâat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, millî bir his ile Bizanslılardan ayrılıp müslümân Selçûklu Sultânı?na tâbi oldular.
Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muhârebe meydânını terketti. Bu hâdiseler, Bizanslılarda mânevî bozguna yol açtı.
Türkleri tamâmen imhâ etmek arzûsuyla gelen Bizans ordusunun Türklerin ok, gürz ve kılıç darbeleriyle yerlere serildikleri, bunlardan kurtulanların da, akşam teslîm olmaya can attıkları görüldü. Bütün cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamayan mağrûr Bizans İmparatoru Diojen, bütün mâiyeti ile berâber, kendisi de yaralı hâlde esîr edildi.
Malazgirt meydanındaki mücâdeleden yenik çıkan İmparator, Sultân?ın huzûruna getirildiğinde, utancından başını kaldıramıyordu. Sultân Alparslan, onu nezâketle kabûl edip oturttu ve gönlünü aldı.
Aralarındaki konuşmada Diojen, muhârebe öncesinde, muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını i?tirâf etti. Sultân Alparslan; ?Eğer zafer sizin olsaydı, bana ne yapardınız?? diye sordu. Diojen onu öldürteceğini açıklayamadı; ?kamçılardım? cevâbını verdi.
Alparslan; ?Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?? diye sordu. ?Ya öldürtürsünüz, yâhut İslâm memleketlerinde bir esîr gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Belki de… Fakat onu mümkün görmüyorum, ama… Belki de, affedersiniz!? dedi.
Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı, daha da küçük düşürmek istemedi. Bizans İmparatorunu affetti. Ağır şartlarla antlaşma imzâladı. [Fakat Romen Diojen, memleketine dönüşünde Bizanslılar tarafından, Türklerden görmediği hakâretlere uğrayıp öldürüldü. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail de, Diojen?in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.]
Kazanılan büyük zaferden dolayı Abbâsî Halifesi, Sultân?a tebrîk ve teşekkür mektûpları gönderdi. Birçok İslâm şâiri, Alparslan?ı metheden kasîdeler yazdılar.
Sultân Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, Selçûklu şehzâdelerini Anadolu?yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu?ya hâkim oldular. Şehirler kurulup geliştirilerek kültür, san?at, sosyal müesseseler tesîs edildi. Kıymetli mi?mârî eserlerle bu yerleşim merkezleri süslendi.
SELÇUKLU DEVLETİNE DÂİR
(29.08.2008 ? 27 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Ağustos ayı başında yazdığımız 2 makalemizde, Selçuklu Devletinin kuruluşundan bahsetmiştik. Fakat araya Şa?bân ayı ve Berât gecesiyle ilgili makâleler girince konuya devâm edememiştik. Geçen hafta Malazgirt meydân muhârebesinden bahsedince, bu hafta tekrâr Selçûklular konusunu ele almak istedik.
Büyük Selçûklu sultânı Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhûn?dan Fırât?a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idâresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.
Gaznelilere karşı yapılan Dandanakan Meydân Muhârebesinin muzaffer kumandânı Çağrı Bey, 1060?tayetmiş yaşlarında, kardeşi Selçûklu sultânı Tuğrul Bey ise, 1063?te yetmiş yaşında vefât etti.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan Selçûklu sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının vezîri Amîdül-mülk?ü görevden alarak, yerine Nizâmül-mülk?ü tâyin etti. Sultân Alparslan, tahta geçmek iddiâsında bulunan diğer rakîplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itâati altına aldı. Doğu Anadolu?nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani Kalesini 1064?te fethederek, 16 Ağustos 1064?te Kars?a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bi-Emrillah, Alparslan?a, ?fetihler babası?, yâni çok fetheden mânâsına gelen ?Ebü?l-Feth? lakabını verdi. Sultân, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itâat altına alındı.
Alparslan, 1067 senesinde Kirmân melîki olan kardeşi Kavurd?un isyânıyla karşılaştı. Bu isyânı kısa sürede bastırdı. Öncelikle müslümanlar arasında birliğin temînini arzû eden Sultân Alparslan, Bahreyn taraflarında ve Önasya?da fütûhâtta bulundu. Bunun üzerine Mekke şerîfi, Alparslan?a itâatini arz ederek, hutbeyi Abbâsî halîfesi ve Sultân Alparslan adına okumaya başladı.
Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu?da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071?deki Malazgirt Muhârebesine kadar devâm etti. Malazgirt Zaferiyle Selçûklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, o tahttan indirildiği için tatbîk edilemedi. Sultân Alparslan, antlaşmanın silâh zoruyla tatbîkını kumandân ve beylerine emrederek, bütün Anadolu?nun fethini istedi. Selçûklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya?dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu?daki Bizans hudûduna gönderildi. Selçûkluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sâhillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu iskân edildi. Anadolu?nun Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı.
Sultân Alparslan, çıktığı Mâverâünnehir Seferinde, esîr alınan bir kale kumandânı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük Sultânlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adâletiyle temâyüz etmişti.
Sultân Alparslan vefât ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar?dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneydeYemen?e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan?ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Selçûklu Sultânı oldu. Sultânlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez?de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd?un ölümüyle devlet içinde âsâyişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçûklu hudûduna hücûm eden Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbûr etti.
Doğu sınırlarını garantiye alan Sultân Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve bâtınî akımlara karşı sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye Medreselerini kuran Tûs?lu Nizâmül-mülk Hasan?dan vezîrliğe devâm etmesini istedi. Bu sâyede Selçûklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etti. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
YİNE SELÇUKLULARA DÂİR
(30.08.2008 ? 28 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Sultân Alparslandan sonra tahta geçen Melikşâh, çok halîm-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesnâ bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün Îrân?ı, Arabistân?ı, Sûriye ve Filistîn?i idâresi altına aldı. Anadolu?nun fethi üzerinde hassâsiyetle durup, babasının vazîfelendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleymân Şâh ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansûr, Dolat gibi komutanlarla fütûhatı sürdürdü. Selçûklu kumandânları, Bizans?ın Türklere karşı kurduğu ?Ölmezler? adlı askerî birlikleri mağlûp ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074?te Sapanca çevresinde mağlûp ederek, 100.000?den fazla Türk?ü, İzmit?ten Üsküdâr?a kadar olan sâhaya yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleymân Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşgûldü. Fırât?ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa?ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya?da; Gümüştigin de Nizip, Âmid ve Urfa civârında Bizans kuvvetlerini mağlûp ettiler.
Artuk Bey, Sultân Melikşâh?ın emriyle Doğu harekâtını idâre etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havâlisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gâzi geçerek, Amasya ve civârını Karadeniz?e kadar aldı. Mengücük Gâzî, Şarkî Karahisâr, Erzincân ve Divriği havâlîsini; Ebü?l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzey-batı ve Batı harekâtını Süleymân Şâh idâre edip, Bizanslılarla mücâdele ve onların âsî kumandânlarıyla ittifâk yaptı. Bizanslılar, Balkanlar?daki iktidâr mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçûklulardan yardım istediler. Yardım talepleri Selçûkluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleymân Şâh, İznik?e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçûkluları Devletinin merkezi yaptı. Selçûklular, Anadolu?da sâhil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova?dan Üsküdâr?a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin?e elçilik hey?eti göndererek, Selçûkluların doğudan tazyîk edilmesini istediler. Ancak mürâcaatları netîcesiz kaldı.
Diyârbekir bölgesinin fethi için Selçûklu seferleri, Fahrüd-devle Cüheyr?in İsfehân?a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle berâber Diyârbekir?e doğru yola çıktı.
Fahrüd-devle?nin kumandânlığındaki birlikler, çevredeki Mârdîn, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdiler. Diyârbekir, Fahrüd-devle?nin oğlu Zaîmüd-devle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085?te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Mûsul?un fethine memûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteâkip Mûsul?a gelen Melikşâh, büyük bir merâsimle karşılandı. Mûsul emîrliğine Şerefüd-devle?yi ta?yîn etti.
Sultan Alparslan zamânından beri Sûriye ve daha güneye yürüyen meşhur Selçûklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamânında da sürdürdü. Uzun süre muhâsara ettiği Dimaşk?ı 1076 Martında Selçûklu topraklarına kattı. Dimaşk?ın alınmasından sonra, Cumâ hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultân Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçûklu Devletinin ?Fâtımî Devletinin ortadan kaldırılması? politikasına uygun olarak, Mısır?a doğru sefere devâm etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Sûriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine Melikşâh?ın kardeşi Tâcüd-devle Tutuş getirildi.
Sultân Melikşâh, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleymân Şâhın mücâdelesi üzerine 1086?da İsfehân?dan hareket ederek Sûriye?de âsâyîşi yeniden tesîs etti. Haleb vâlîliğini Aksungur?a, Urfa?yı Bozan?a, Antakya?yı da Yağısıyan?a verdi.
1087 senesinde Sultân Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz?e ulaştı. Böylece Uzak-doğudan Orta-doğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd?ı ziyâret etti. Halife Muktedî tarafından kendisine iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087?de ?Dünyâ hükümdârı? i?lân edildi.
Selçûkluların İslâma ve insanlığa hizmeti sâyesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmânlarını hızlı bir faâliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandânlar sûikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçûkluların meşhûr vezîri Nizâmül-mülk, Hasan Sabbâh?ın fedâîlerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultân Melikşâh Bağdâd?da zehirlenerek şehîd edildiler.
[Makâlemizin hacmi bu kadar olduğu için, konuyu burada bitiriyoruz.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimi Şeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyette de, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu. Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2- Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ; “? Biz kendimize bir oğul bulduk” diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimi Şeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyette de, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu. Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2- Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ; “? Biz kendimize bir oğul bulduk” diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 1
(27.03.2009 – 01 Rebîul-âhir 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Önce şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyesine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler. Osmânlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişâmlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, yirmi milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurduve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi.
Ma?lûm olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin ?Asr-ı Saâdet?i ve ?Hulefâ-i Râşidîn?devirlerinden sonra, Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslüman-Türk Devleti olan ?Osmânlı Devleti?, XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hanedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Bilindiği gibi, Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkîl etmiştir.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet?i, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
Eski Devlet Arşivleri Genel Müdürü merhûm Prof. Dr. İsmet Miroğlu, bir makâlesinde, Osmânlı Devleti hakkında, yabancılardan bazı nakiller yapmaktadır:
F. Babinger şöyle der: ?Pâdişâhın imparatorluğunda, herkes kendi hâlinde bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.?
F. Grenart fikirlerini şöyle ifâde eder: ?Fethedilen memleketlerdeki Osmânlı idâresinin, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçemeyiz. Türkler, bu memleketlerin ahâlîsini dillerinde, dînlerinde hattâ bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamâmen serbest bırakıyorlardı??
F. Downey kanâatini şöyle özetler: ?Birçok Hıristiyân, adâleti ağır ve karârsız olan Hıristiyân ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmânlı ülkesine gelip sığınıyordu.?
Leopold von Ranke de şöyle der: ?XVI. asırda dünyâya hâkim olan dînlerden hangisinin siyâset bakımından en kuvvetlisi olduğu sorulduğunda, İslâm dînine üstünlük tanımakta tereddüt etmeyiz. Bu dîn, Türk fetihleri sâyesinde, XV. yüzyılda, o zamâna kadar temâsı olmayan yerlerde, Avrupa?nın göbeğinde etrâfa yayılmış bulunuyordu.?
Oskar Kolling?in şu görüşleri de kayda değer: ?Bu eski hakîkati, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu?nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler, bize yeniden hâtırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hudûdunda, aynı hâdisât tekerrür etti. Fakat böyle bir mukâyese yapıldığı zaman, 16. asır Türk idârecilerinin, zavallı halkın hukûkunu korumak husûsundaki gayretleri önünde eğilmek arzûsunu duyarız.?
Yine aynı müellif şöyle der: ?Bu vesîkalardan anlaşılıyor ki, Türk yöneticileri en buhrânlı zamânlarda bile, düşmânlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatâsına aslâ düşmek istememişlerdir. Avrupa?da sulh zamânında bile engizisyon mahkemeleri ve i?dâm sehpâları faâliyette bulunuyordu. Bilhâssa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca, halk, bütün malı ile beraber zulüm âleti hâline geldi. Bunlar, hiçbir vicdân azâbına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Kısacası Türk hükümdârları, gerçekten halkın hayâtı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesîka sûretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.?
Batılıların, Osmânlıları medheden buna benzer pekçok sözleri vardır.
OSMÂNLI DEVLETİNE VE SULTÂNLARINA DİL UZATANLAR
Ama böyle olmasına rağmen, son zamanlarda, bazı gazete ve televizyonlarda, şânlı Osmânlı Devleti?ne veşerefli ecdâdımız Osmânlılara, edepsizce ve hayâsızca dil uzatılmaktadır. Aslında, İslâmî kültürden uzak kalmış, Batı kültürüyle yetişmiş bulunan bu insanlardan tabîî ki başka bir şey beklemek mümkün değildir.
Hâlbuki, bu güzel memleketi, cânlarını fedâ ederek fetheden ve bizlere mîrâs bırakan o şerefli atalarımızdır. Bırakın ilim, irfân, idrâk, iz?ân sâhibi olmayı, sâdece insan olanlar bile, ?bir fincân acı kahvenin 40 yıl hâtırı?nı sayarlar.
[Yarın inşâallah bu önemli konuya devâm edelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 2
(28.03.2009-02 Rebiul-âhır1430 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türklerin ve müslümânların târihteki en büyük ve en uzun ömürlü devletine, bir asra yaklaşan bir zamândan beri, maalesef, sistemli bir şekilde ve haksız yere ağır ithâm ve iftirâlar yapılmaktadır.
Ecdâdımıza dil uzatan kişilere cevap mâhiyetinde, Türk basınında bazı yazılar yazılmaktadır. Biz de, hâdiseye kendi zâviyemizden bakarak, o şerefli ecdâdın torunları olarak, onlara hakâret eden kişileriniftirâlarına, bazı cevaplar vereceğiz. Sultânların kendileri de onlara ayrıca âhirette cevap vereceklerdir herhâlde.
Bazıları, Fâtih Sultân Mehmet, Yavuz Sultân Selîm ve Kânûnî Sultân Süleymân gibi dünyâ çapındaki sultânlar dışındaki pâdişâhlara, bazıları ise toptan bütün Osmânlı sultânlarına hakâret etmektedirler. Bir insanın, ecdâdı olan Osmânlı Sultânları hakkında, hakâret-âmiz cümleler söyliyebilmesi için, edep, terbiye, utanma duygusunu kaybetmiş, ayrıca târihten hiç haberi olmıyan zır câhil bir kişi olması lâzım.
Bazılarınca, Osmânlıların Türk halkını ezdiği iddiâ edilmektedir. Târihî hakîkatler, ancak bu kadar ters yüz edilebilir. Onlar, sâdece kendi halkının değil, müslim veyâ gayr-i müslim bütün mağdûr ve mazlûm insanların yanlarında olmuşlar, dünyâdaki bütün insanların haklarını bile savunmuş kimselerdir.
Yine bazılarınca, Osmânlı târihinin, medeniyete doğru-dürüst bir katkı sağlamadığı iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, Osmânlılar, çok yüksek kültür ve medeniyet kurmuşlardır.
Ecdâdımıza dil uzatanlara, bu konuda birçok kitap tavsiye edebiliriz, ama lüzûm görmüyoruz; çünkü insâf ehli olmayan, hâdiselere adâletle, bî-taraf olarak bakamıyan kişilere, ne kadar delîl getirseniz, onlar kendi bâtıl fikirlerine uymıyan hak sözleri kabûl etmezler.
Hâlbuki târih, arşive dayanır. Bu sâhadaki vesîkalar yeni yeni elden geçirilirken, yapılan asılsız ithâmların elbette kıymetlerinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve istifâde etmek için gayret sarfetmektedirler. Arşivlerimiz, bunun için, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır.
Osmânlı Devleti?nden önce de Türk devletleri vardı, sonra da bir Türk devleti vardır; Türk devletinin sürekliliği esâstır. Devletleri idâre eden hânedânlar, âileler değişmekte, fakat devletler devâm etmektedir.
Dost-düşmân herkesin kabûl ettiği bir husûstur ki, Osmânlı Devleti, İslâmiyet?in emrettiği şekilde, farklı dîn ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir âhenk te?sîs etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık göstermiştir.
Endonezya?dan İspanya?ya, Kırım?dan Yemen?e kadar bütün müslümân milletlerin hâmîliğini yapan Osmânlılar, aynı zamânda, dâimâ mazlûmların yanlarında yer almışlar, feth ettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyân köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kimse kalmaz, kimi-kimsesi olmayan dul kadınlara o gün aş çıkar, giyecek ve barınak te?min edilirdi. Bu sebeple, atalarımız Osmânlı Türk?ünü, hıristiyân âlemi, dâima kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
?DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMÂNİYE?NİN KURULUŞU VE YÜKSELİŞİ
Ma?lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
Osmânlı Devleti ve sultânlarının da?vâları, kendi ta?bîrleri ile ?Nizâm-ı âlem? üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osmân Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95.000 kilometrekareye çıkardı. Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında devletini beş misli daha büyüterek 500.000 kilometrekareye yükseltti. Artık ?Aşîret?ten ?Beylik?e geçen ?Osmanlı Devleti?, ?İmparatorluk?a hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti: ?Bir aşîretten, Cihângîrâne bir devlet çıkarmak.? İlk on Osmânlı pâdişâhı, târihçilerce, dâhîlerden sayılmaktadır.
[İnşâallah, öbür hafta da, bu dâhî sultânlara temâs etmek istiyoruz.]
DÎNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN BÜYÜK ZARARLARI (07 Aralık 2007 – 27 Zil-ka”de 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizin hemen başında, dînler ve medeniyetler arası muhârebelerin büyük zararlarından bahsetmeden önce şunu ifâde etmek istiyorum:
Maalesef şu bir vâkıadır ki, tarih boyunca, hep îmânsızlar îmânlılara saldırmışlardır. Bu çarpışma, önceden harp vâsıtalarıyla, döğüşerek olduğu gibi, şimdi de neşir yoluyla, propaganda ile yapılmaktadır.
Tarihteki ?Saint Barthelmy Katliâmı? ve ?Haçlı Seferleri?, başlıkta zikrettiğimiz dinler arası mahârebelere; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
SAİNT BARTHELMY KATLİÂMI
Şimdi önce birazcık ?Saint Barthelmy Katliâmı?ndan bahsedelim:
Bu katliâmda, o zamanki Paris nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi öldürüldü. Şöyle ki, Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. [Bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sûreti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.]
Bu plana göre:
24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, mukaddes kabûl ettikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortalarında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asîlzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü bu manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
HAÇLI SEFERLERİ
Şimdi gelelim haçlı seferlerine:
Hemen belirtelim ki, îmânsızlar, târih boyunca, İslâmiyeti hem dışarıdan, hem de içeriden, çok çeşitli metotlarla yıkmaya çalışmışlardır. Kitaplı ve kitapsız kâfirlerin, plânlı olarak hazırladıkları uydurma kitapları, radyo, televizyon neşriyâtı ve sinema filmleri, maalesef insanların îmânları ve fikirleri üzerinde çok büyük tahrîbât yapmıştır.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan ?Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır. Asırlarca devâm eden 8 adetsavaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce müslüman kılıçtan geçirilip, hunharca öldürüldü, şehîd edildi; İslâm Devletleri?nin ma?mûr yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve her şey yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar [yarım asırdan fazla bir müddet], belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar; ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
BİRİNCİ VE İKİNCİ DÜNYÂ SAVAŞLARI
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altına alınan asker sayısı 42.700.000?dir. Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyona yakın insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl (1939-1945 yılları arasında) çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince, hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?,Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-1
(03 Mart 2006 ? 03 Safer el-Hayr 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bildiğiniz gibi, bir müddetten beri ısrarlı bir şekilde, Müslümanların en mukaddes değerlerine hakâret edilerek tahrîk edildiklerini görüyoruz.
Halbuki ma?lûmdur ki, iki araba çarpıştığında, her ikisinde de büyük hasarlar meydâna gelir.
Kezâ iki testi çarpışınca ikisi de kırılabilir; faraza biri biraz sağlam olsa ve kırılmasa bile, yine de biraz zarar görür.
Başlatılan yangın, bazan kontrol altına alınamıyabilir.
Meydana getirilen sel de, bazen kontroldan çıkabilir.
Isrârlı bir şekilde Müslümanların üzerine gelindiğine dâir misâller o kadar çok ki, saymakla bitmez. Bu yapılanları ma?kûl karşılamak mümkün değil.
Birkaç misâl verelim:
1- ?Şeytân Âyetleri? adıyla bir kitap yazarak, Müslümanların mukaddes kitâbı ?Kur?ân-ı Kerîm?e hakâret ettiler.
2- Hatırlanacağı üzere, geçen sene, ABD”de yayımlanan ?Newsweek? dergisindeki bir haberde, Guantanamo”daki ABD askerlerinin Kur?ân-ı Kerîm?i, tuvalete attıkları iddiası yer almıştı. Bunun üzerine, Afganistan ve Endonezya”da baş gösteren protesto gösterileri ve çatışmalarda 16 kişi ölmüştü. Dergi, daha sonra özür dilemişti.
3- 19 Mayıs 2005 tarihinde ?habervitrini.com? isimli İnternet Sitesi?nde yer alan, ayrıca CNN TÜRK?te neşredilen bir habere göre:
ABD”de ?amazon.com? isimli İnternet Sitesi üzerinden, bir ?Mushaf-ı şerîf? satın alan Azzâ Basaruddîn adlı ABD”li Müslüman bir kadın, ?Kitâb?ın kapağı içinde ””Tüm Müslümanlara Ölüm”” yazısıyla karşılaştı.
Bunun üzerine, ABD”deki Müslüman Dernekleri, olayla ilgili olarak ?amazon.com?un, kamuoyu önünde, tüm Müslümanlardan özür dilemesini istemiş; olayı araştıran ve doğrulayan şirket, mezkûr kadının parasını iâde edip yeni bir Kur?ân ve hediye çeki göndermiş, kendisinden özür dilemiş, ayrıca kitapların paketlenmesi ve dağıtımından sorumlu kuruluşla ilgili de soruşturma başlatmıştı.
4- Meşhûr 11 Eylül hâdiselerinden sonra, Amerika Cumhurbaşkanı ?Haçlı Seferleri?nden bahsetti.
5- 17 Ağustos 2005?te bir Danimarka Radyosu (Radio Holger), Müslümanlara karşı şiddet kampanyası başlattı. [Hattâ bundan dolayı, Radyo?nun yayın lisansı, 3 aylığına elinden alındı; ama buna rağmen, Radyo yetkilileri, yayınlarını İnternet?ten sürdüreceklerini açıkladılar.]
6- 30 Eylül 2005?te yine Danimarka?nın çok satan bir gazetesi (Jyllands-Posten), yoğun tepkilere sebep olan 12 çirkin karikatürü yayınladı.
7- 01 Şubat 2006 tarihinde, muhafazakar Die Welt (Almanya), France Soir (Fransa), Volkskrank (Hollanda), Blick (İsviçre), La Stampa ve Corriere della Sera (İtalya) ve bazı İspanya gazeteleri, söz konusu karikatürleri tekrâr yayınladılar.
Bu gazetelerde, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, birçok mukaddes değerimize saldırdılar. Meselâ karikatürlere bakıldığında, Peygamberimizden başka, Kelime-i Tevhîd, Kur?ân-ı Kerîm, İslâm harfleri, sakal, sarık, tesettür ve benzerleriyle de alay edildiği görülecektir.
Bu durum karşısında, maalesef ilgili ülkelerin resmî yetkililerince, herhangi bir tedbir alınmadı ve Müslümanlardan da özür dilenmedi.
Artık bardağı taşıran bu olaylardan dolayı, bütün İslâm âleminde, karikatüristler, karikatürleri yayınlıyan gazetelerin sorumluları ve onların ülkelerinin yetkililerine karşı yoğun protestolar başladı, hattâ maalesef bazı yerlerde şiddet olayları da meydana geldi.
8- Ayrıca bu seviyesiz, bayağı karikatürleri tişörtlere de bastılar.
9- İtalya?da bir bakan, ?Papa?ya mürâcaat ederek tekrâr ?Haçlı Seferleri? başlatmasını istedi.
?NetGazete.com? adlı İnternet sitesinde, 08.02.2006 tarihinde çıkan bir habere göre:
Kuzey Birliği Partisi”nden İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, Papa 16. Benedict”i yeni bir “Haçlı Seferi” başlatmaya çağırdı.
Karikatür krizi ve Trabzon”da bir İtalyan rahibin öldürülmesini, “Durum çok vahim” şeklinde değerlendiren Bakan Calderoli, “Papa, 5. Pio ve 11. Innocenzo gibi mücadele etmeli” diyerek Haçlı Seferlerini başlatan papaları Benedict”e emsâl gösterdi.
Calderoli, “Durum çok vahim. Bugün bütün İtalyan vatandaşları, zavallı rahip gibi öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya. Müslüman halkta müthiş bir nefret var. Tedbîr almanın zamanı geldi. Bunu sadece güç kullanarak engelleyebiliriz” diye konuştu.
10- 17 Şubat 2006 tarihinde gazetelerde çıkan haberlere göre, yine İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, katıldığı TG1 haberlerinde, çirkin karikatürlerin basılı olduğu tişörtle televizyona çıktı.
Calderoli, ülkesinde bulunan Müslümanlara hakâret etti ve Berlusconi?ye de bir çağrıda bulundu: ?Hıristiyanlık değerlerine sahip çık, Hıristiyanlığı yaymaya çalış. İslam?ın yayılmasına izin verme? dedi.
Bu misâlleri çoğaltabiliriz.
Makalemizin sonunda ifâde edelim ki, biz, onların mukaddes değerlerine hakâret etmiyoruz. Onlar da bizim mukaddesâtımıza dil uzatmamalıdırlar. Müslümanları tahrîk ve provoke için uğraşmamalıdırlar. İnsanlık, medenîlik, insan haklarına saygı, hukûkî normlar da bunu gerektirmektedir.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-2
(04 Mart 2006 ? 04 Safer el-Hayr 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Papalığın teşvîkıyle, Hıristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı tertip ettikleri ve 1096-1270 yılları arasında devâm eden ?Haçlı Seferleri?ne, günümüzde bir Cumhurbaşkanı ile bir Bakan bazı atıflarda bulundular. Bu konu çok önemli olduğu için, üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.
Tarihteki ?Haçlı Seferleri? ve ?Saint Barthelmy Katliâmı?, dinler arası; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır.
Asırlarca devâm eden 8 adet savaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce Müslüman kılıçtan geçirilip,hunharca öldürüldü; İslâm Devletleri?nin yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir.. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar, belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar. Ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
Şimdi gelelim ?Saint Barthelmy Katliamı?na:
Bu katliâmda, o zamanki Paris nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi katledildi. Şöyle ki, Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. Bu plana göre: 24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, en mukaddes bildikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortasında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asilzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
Târihî konularda uzman, radyo ve televizyon programcısı, yazar, Em. Alb. İsmail Yağcı?nın da belirttiği gibi (15 Şubat 2006 tarihli Türkiye Gazetesi) bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sureti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altın alınan asker sayısı 42.700.000?dir.Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyon insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır. Harplerde ele geçenlerle kayıpları iyi mukâyese etmelidir.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince (1939-1945), hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?, Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur