İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibadeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emir etti.
|
Peygamber efendimiz ve medeniyet
Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğu
Medeniyetler
|
Sual: Medeni ve medeniyet nedir?
CEVAP
Güzel ahlak sahibi olan ve zamanının fen bilgilerinde yükselmiş olan Müslümana medeni denir. Fende ilerlemiş, fakat ahlaksız olan medeni olamaz. Fende geri ve ahlakı bozuk olana vahşi denir. Medeniyet, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ile, sanat ve güzel ahlak ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlak ile birlikte olmasına medeniyet denir.
Medeni bir insan, her şeyden önce, güzel ahlaklı, dürüst ve çalışkandır. Fen ve sanatı insanların hizmetinde kullanır. Din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü, özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Gerekirse, iş saatinden fazla çalışmaktan hiç çekinmez. Böyle çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Yaşlansa bile, kolay kolay işinden ayrılmaz. Âmirlerine itaat eder. Dininin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbadetlerini asla terk etmez. Evladının imanlı, ahlaklı yetişmesine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Vaadine sadık olur. Din ve dünya vazifelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi geciktirmek, yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Görülüyor ki, gerçek Müslüman ilerici; dinsiz olan ise gericidir.
İki çeşit medeniyet görülmüştür
Tarihte iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilahi dinlere inananların ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsızların uygarlığıdır. Eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıkları, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarını göstermektedir. Onların ilah kabul ettikleri putların bazı insanlara, bilhassa krallara (Firavun, Promethe, Afrodit gibi) hulul ettikleri, yani vücutlarına girip yerleştiği, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini dini, ekonomik ve beşeri bakımdan sömürür ve onlara zulmederlerdi. Atina’daki hipodromlarda insanları çıplak olarak spor müsabakalarına sokmak, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’da köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve aç bırakılmış aslanlara parçalattırmak vahşeti, zevkleri idi.
Batı’nın ortaya koyduğu uygarlık, Hristiyan olan milletlerin eski inanç, örf ve âdetleri ile karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i İsa’dan sonra bozulmaya başlayan Hristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve krallarının müdahaleleriyle daha çok bozulmuştur. Böylece Orta Çağ Avrupa’sı, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları etrafında binbir çeşit hurafe ile doldurulmuş kafalar, adalet ve merhametten mahrum kalbler ve cehaletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz ve yarı vahşi insanlarla doldu. Hastalıklar çaresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünürler tehlikeli, kadınlar her türlü hakaret ve zilletin hedefi idi.
İslam medeniyeti
Müslümanların İspanya’yı fethederek burada bir İslam medeniyeti kurmaları ve Haçlı Seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye, İslam âlimlerinin fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik aletleri yapmaya başladılar.
Bu arada İslam âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmi, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslamiyet’in üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevk etti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre yeniden yazarak ve yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara Rönesans, Hristiyanlık dininde yaptıkları değişikliklere de reform adını verdiler.
Böylece Avrupa’da gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru haline gelen bir kilise, ruhi açlıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile maddi refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme başladı. Fransızların övündükleri Versailles sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı.
Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmi ve teknolojik seviyelerine ve ihtilallerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Hristiyanlığın, bir fantezi ve teselli kaynağı olarak kabul ettikleri teslis denilen üç tanrı inancı bir süs eşyası olarak taşıdıkları haçlar ile her türlü eğlencelerinin sembolü haline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak her gün süratle artan ahlaki çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyetler içinde her bakımdan mükemmel olanı İslam medeniyetidir. İslam âlimleri, medeniyeti; beldelerin imar edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da ruhen, maddeten, fikren ve ahlaken yükselmesi şeklinde tarif etmişlerdir. Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saadettir. Tarihte olduğu gibi, bugün de dinimizi iyi öğrenip, ona uymaya çalışırsak, maddi ve manevi sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır.
Batı’yı taklit etmek
Batı’nın bâtıl inanışlarını, moda ve ahlaksızlıklarını taklit etmek, medeniyet değil, milletin bünyesinde tahribat yapmaktır.
İslam dini, Müslümanların tembel, miskin oturmalarına izin vermez. Müslümanların her türlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emreder. Ziraat, ticaret, doktorluk, kimya ve harp sanayiinde herkesten ileride olmalarını emreder. Müslümanlar, başka milletlerdeki her çeşit fen vasıtalarını araştırır, öğrenir ve yapar. Fakat onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklit etmez.
Tarihi bir mektup
Osmanlı devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hatıralarında, Sultan II. Mahmud zamanında 1821 de Rum isyanının planlayıcısı, Patrik Gregoryus’un Rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektubu açıklamıştır. Mektup şöyledir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkansızdır. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, idarecilerine [devlet adamlarına, komutanlarına, büyüklerine] olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidir ve kendilerini müspet yolda yönetecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkan ve gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık duyguları geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlak güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde önce itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini metanetlerini zayıflatmak gerekir. Bunun en kısa yolu, milli gelenek ve dinlerine uymayan yabancı fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, sadece harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hatta, sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceği için, dikkatli olmalıdır. Yapılacak iş, Türklere hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır.)
Bu mektuptaki (Türklerin maneviyat ve dinlerinin yıkılması için, onları yabancı âdetlere alıştırmak ve onlara hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı tamamlamaktır) ifadesi çok ibret vericidir. Bu hedeflere ise, Batı’nın inanç, moda ve ahlaksızlıklarını taklide alıştırmakla ulaşılır. O halde oyuna gelmemelidir.
Batı ve vahşet
İslamiyet’i bir vahşet olarak tanıtan Hristiyanların yaptıkları vahşetler çoktur. Din namına yapılan Engizisyon zulümleri, Sent Bartelemi faciası ve buna benzer toplu öldürmeler, Hristiyanların, mezhepleri farklı olan dindaşlarına ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir. Müslüman idareciler arasında hiçbiri, hiçbir zaman Hristiyanların yaptıkları gibi, zulümler yapmamıştır. İslamiyet’te hiçbir mahluka zulüm yapmak caiz değildir. Müslüman din adamları zulme mani olmuştur.
İngiliz ilim adamı Lord Davenport, Hazret-i Muhammed ve Kur’an-ı kerim adındaki kitabında diyor ki:
(Ahlak üzerinde son derece titizliğidir ki, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muharebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, daima af ile karşılamışlardır.
Juryo diyor ki:
Müslümanların Hristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların Müslümanlara reva gördüğü muamele, asla birbirine benzetilemez. Mesela 1572 yılı Sent Bartelemi yortu günü, IX. Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emri ile Paris ve civarında 60 bin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyet’in, bir zulüm dini olduğu zannından kurtarmak gerekir. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların gayrimüslimlere karşı davranışları, çok yumuşak olmuştur.
Chatfeld diyor ki:
(Müslümanlar, Hristiyanlara karşı, Batılıların Müslümanlara karşı uyguladıkları gaddar muameleyi uygulasalardı, bugün Doğu’da tek Hristiyan kalmazdı.)
İslamiyet, başka dinlerin hurafe ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, akli ve fikri asaletin sembolü olmuş bir dindir.
İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibadeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emir etti. Sosyal adaletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hacet bırakmadan dünyaya kolayca yayıldı. [İslam cihadı da bu demektir.]
İlim davasına Müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemiştir denilebilir. Muhammed aleyhisselamın pek çok hadisleri, samimi bir ilim teşvikçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslamiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Muhammed aleyhisselam, daima ilim öğrenmeyi ve yaymayı emretmiş, Eshabı da, bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyatın koruyucuları, Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Osmanlılar zamanındaki Müslümanlar olmuştur.)
Buraya kadar bazı parçalarını yazdığımız Davenport’un İngilizce kitabı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmiştir.
Arapların Müslüman oluşu
İslamiyet’ten önce Arabistan çölünde oturanlar, yarı vahşi bedevilerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İlkel bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne Büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları halde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hilekârlıkları Araplara bulaşmadı.
İşte böyle aciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara rehberlik eden Muhammed aleyhisselamın getirdiği İslam dini sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, harikulâde [olağanüstü] bir gayret ile 30 yıl içinde, şarkta Türkistan, Hindistan; batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir.
İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şey keşfetmişlerdir.
İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı.
O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, Avrupa’nın manevi inkişafı ismindeki eserinde şöyle demektedir:
(O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, önce onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler İslam’a karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.)
30 yıl içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, herhangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimizin mucizesidir.
Fende ileri olmak
Sual: Fende ilerlemek medeniyette de ilerlemek sayılır mı?
CEVAP
Medeniyet, sadece fende ilerlemek değildir, fen vâsıtalarını insanların hayrına kullanmaktır. Eğer insanların zararına kullanılıyorsa, ona medeniyet değil vahşet denir. Güçlü bir ülke, atom bombası yapıp diğer ülkeleri yok ederse, bu medeniyet olmaz.
İslâmiyet gelmeden önce
Sual: İslâmiyet gelmeden önce bugünkü Ortadoğu’nun, Arap yarımadasının durumu nasıl idi?
Cevap: Bu konuda Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ kitabında diyor ki:
“İsa aleyhisselam göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra Romalılar Kudüs’e hücum ettiler. Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs’ü yağma ettiler, yakıp yıktılar. Tevratları ve başka kitapların hepsini yaktılar. Mescid-i aksâyı yerle bir ettiler. Yahudiler bundan sonra bir daha toplanamadı. Bir devlet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor ve hakir yaşadılar. İsa aleyhisselamın, otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine oniki kişi inandı. Bunlara Havâriyyûn denir. Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, Havariler dağılıp, bu yeni dini yaymaya çalıştılar. Sonra, İncil diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar İsa aleyhisselamı anlatan tarih kitapları idi. Asıl İncil ele geçmemiştir. Her yer küfür ve şirk içinde idi. İsa aleyhisselamın dini üçyüz sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen kimselere işkence ediliyordu. Roma İmparatoru Kostantin üçyüzon senesinde, bu dine izin verdi. Kendi de Hristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma’dan İstanbul’a taşındı. Fakat bu dinin esasları bozulmuş, unutulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu. Miladın 395. senesinde, Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma’daki papaya tabi olanlara Katolik, İstanbul’daki patrike tabi olanlara Ortodoks denildi. Kiliselere resimler, heykeller kondu. Başka milletler de küfür ve şirk içinde idi. Romalılar, bütün Avrupa’yı, Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı aldılar. Fen ve sanatta ileri iseler de, ahlakları bozuktu. Keyfe, can yakmaya dalmışlardı. Aldıkları memleketlere fena ahlaklarını yerleştirdiler.
Romalılar Arabistan yarım adasına saldırmadılar. Ancak Araplar cahil kalmıştı. Kimi Hristiyan, kimi Yahudi, çoğu putperest olmuştu. Hazret-i İbrahim ve hazret-i İsmail’den kalma adetlere bağlı olanlar da vardı. Mekke’dekilerin çoğu, putlara tapıyordu. Bütün dünya da, zulmet ve dalalet içinde idi. Araplar fende geri iseler de, edebiyata çok ehemmiyet veriyorlardı. İçlerinde, kuvvetli hatipler ve şairleri vardı. Şiir söylemekle iftihar eder, övünürlerdi. Arap lisanının kemale gelmesi, Allah tarafından bir kitap indirileceğine bir işaret idi
.
Peygamber efendimiz ve medeniyet
|
Sual: Peygamberimizi gayrimüslimlerden övenler de var mıdır?
CEVAP
Evet. Resulullah efendimiz günümüzde de bütün dünya milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, tarihçi ve askeri şahsiyetlerin ilgisini çekmekte, bunların her biri Onu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler.
Müslüman olmayanlar, Resulullah efendimizin sadece idareciliği, dehası, askeri, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak Onu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri olağanüstü ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, Ona peygamber gözüyle bakmadıkları için, Onu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
İslâmiyetin ilerlemedeki gücü
Sual: Bazı kimseler, İslâmiyetin ilerlemeye, fendeki yeni buluşlara kapalı hatta mani olduğunu söylüyorlar. Gerçekten İslâmiyet, bunların dedikleri gibi midir?
Cevap: İslâmiyetten evvel Arabistan bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşi bedevilerdi ve putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İptidai, basit bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi korkunç adetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar, Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları halde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hilekarlıkları Araplara bulaşmadı. Bunlar mert olarak kaldılar.
İşte böyle aciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara mürşitlik, rehberlik eden Muhammed aleyhisselamın getirdiği Kur'ân-ı kerim sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, olağanüstü bir gayret ile 30 sene içinde, doğuda Türkistan ve Hindistan, batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslâm devleti meydana getirmiştir. İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şeyleri keşfetmişlerdir. İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı. O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, Avrupa’nın manevi inkişafı ismindeki eserinde şöyle demektedir:
“O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hıristiyan dininin başaramadığını, İslâm dini başardı. İspanyaya gelen Araplar, evvela onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar, bahçeler yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan tarihçiler, İslâma karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.”
Tarihe dünyanın en büyük askeri dehalarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransız İmparatoru Napoléon şöyle diyor:
“Allah’ın varlığını ve birliğini, Musa [aleyhisselam] kendi milletine, İsa [aleyhisselam] Romalılara, fakat Muhammed [aleyhisselam] bütün eski dünyaya bildirdi. Arabistan tamamiyle putperest olmuştu. İsa [aleyhisselam]’dan altı asır sonra Muhammed [aleyhisselam] kendisinden evvel gelmiş olan İbrahim, İsmail, Musa ve İsa’nın [aleyhimüsselam] Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakiki İsa dinini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Ruhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı inançları yaymaya çalışıyor, doğunun barış ve huzurunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed [aleyhisselam] onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, Onun ne babası ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
Dünyanın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle diyor ki:
“Muhammed [aleyhisselam] gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Muhammed [aleyhisselam] gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar her taraf birdenbire semaya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zat sanki bir şimşekti. Onun etrafındaki bütün insanlar, Ondan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider Mahatma Gandhi, İslam dinini ve Kur’an-ı kerimi inceledikten sonra şunları söylemiştir:
“İslam dini yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dini saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslamiyet’i benim gibi seveceklerdir. Ben, İslam dininin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslamiyet’in süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sadeliği, mantıki olması ve Peygamberinin büyük tevazuu [alçak gönüllülüğü], sözünü daima tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden İslam dini birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.”
Dünyaca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı Lamartine ise, Türkiye Tarihi adlı eserinde şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed [aleyhisselam] bir yalancı peygamber miydi? Onun eserlerini ve tarihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir manevi ilhamın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devam eden bir “fikir” yani İslamiyet yalan olamaz. Bunun çok samimi ve çok inandırıcı olması gerekir. Onun hayatı, uğraşmaları, memleketinin hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları halde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşerileri arasında türlü hadiseler çıkartmak ve kendini adeta kurban yerine koymak gibi hallere tahammül etmesi, Medine’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan güveni, en büyük felaket zamanında bile duyduğu insanüstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, dini tebliğ etme azmi, sonsuz ibadeti, Allah ile mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devam eden şân ve şerefi, zaferleri Onun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imana sahip bulunduğunu gösterir.
Filozof, hatip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni iman esasları koyan ve yirmi büyük dünya imparatorluğu ile bir büyük İslam devleti kuran kişi: İşte Muhammed [sallallahü aleyhi ve sellem] budur! İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün; acaba Ondan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”
Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888 [h. 1305] senesinde, yayınlanmış olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısından bir bölümü şöyle:
“Muhammed [aleyhisselam], gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zat idi. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, daima Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir Müslümanın bile hatırını gözetmiştir. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasihat ve izah ile hâl etmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zaman içinde, yarı vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları hâline getirmiştir.)”
Başka bir batılının itirafı
Bayan Carly Fiorina, dünyanın en büyük şirketlerinden HP'nin yönetim kurulu başkanı. Bu şirket, Microsoft gibi, Linux gibi dünya devlerinden biri olup esas iştigal alanı Bilişim Teknolojileri. Bayan Fiorina Temmuz 1999'dan beri bu şirkette. Bundan önce 20 yıl ABD'nin telefon şirketi AT&T 'de üst düzey görevlerde bulunmuş ve AT&T ile ilgili bir firmada başkan olarak çalışmış. Stanford Üniversitesi'nin "Ortaçağ tarihi ve felsefesi" bölümünü bitirmiş ve çeşitli dallarda master yapmış.
Minneapolis, Minnesota'da 26 Eylül 2001 "Teknoloji, piyasalar ve hayat tarzımız: Gelecekte neler olacak?" konulu bir konferansa, Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edildi. Konuşmasının son dakikalarında tarihten örnekler vererek değerlendirmeler yapıp şöyle dedi:
"Konuşmamı tarihten bir örnek ile bitirmek istiyorum:
Bir zamanlar tarihte öyle bir medeniyet vardı ki, o dönemin en büyük medeniyeti idi. Bu medeniyet birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, kuzey iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı.
Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada çok konuşulan bir dil haline gelmiş ve farklı kıtalardan insanlar arasında köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki farklı milletlerden olan askerler, dünyanın belki de hiçbir zaman görmediği bir barış sundu, tebaasına ve dünyaya. Bu medeniyetin tacirleri, Latin Amerika'dan Çin'e ve arada kalan bütün ülkelere ulaşmışlardı.
Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel algoritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi. Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, binlerce romantik ve sihirli hikâyeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üstüne şiirler yazmışlardı.
Öteki medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sansür uygularken, bu medeniyet devamlı yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü devamlı canlı tutmuştu.
Günümüz Batı medeniyeti de bu özelliklerin bir çoğuna sahip, fakat benim sözünü ettiğim medeniyet, 800'den 1600 yılına kadar uzanan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman'lar gibi hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir.
Bu medeniyetin bize sunduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin sayesinde vardır. Sufî yazar Mevlana gibi yazarlardan çok şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlardan tolerans göstermeyi ve liderliği öğrendik.
Bu medeniyetten dersler çıkarmalıyız. Bu medeniyetin sunduğu liderlik mirasa değil, yeniliklere dayanmış, Hristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilik gibi farklı farklı din ve kültürler mozaiğini esas almıştı. Zaten bu şekilde de 800 yıl ayakta kaldı.
Şu anki gibi kritik zamanlarda, biz de tarihteki bu medeniyetten ders almalı ve onun gibi sosyal yapı ve liderler yetiştirmeliyiz. Özetle, bu konuya, liderlik mevzuundaki tartışmaya ve fikir teatisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. "
Amerikan astronomi mütehassısı Michael H. Hart, Âdem aleyhisselamdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer tetkik ederek, bunların içinden yalnız 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak, Muhammed aleyhisselamı göstermektedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahiy edildiğine inandığı, muazzam eser Kur’an-ı kerimden gelmektedir) demiştir.
Amerika Chicago Üniversitesi profesörlerinden meşhur ruhiyat mütehassısı yahudi Jules Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda yayınlanan Time mecmuasının hususi nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, tarihte şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tetkik etmekte, bunların hayatlarını tahlil etmekte ve (Bunların en büyüğü Muhammed aleyhisselamdır) demekte ve şu neticeye varmaktadır: (Muhammed aleyhisselamdan sonra, Musa aleyhisselam gelir. İsa [aleyhisselam] ve Buda lider olmaya layık kimseler değildi.) Halbuki kendisi, yahudi olduğu için, Musa aleyhisselamı Muhammed aleyhisselama tercih etmesi beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakikatten ayrılmamıştır.
30 sene içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın resulünün, yani Muhammed aleyhisselamın bir mucizesidir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
(Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise, her zamanda, her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.)
.
|
|
Medeniyetlerin Kuruluşunda Hicret
Prof. Dr. Ayhan Tekineş
Fizik ötesinin nakşının, mekâna, zamana ve insana işlenmesi sonucunda medeniyet ortaya çıkar. Bir bakıma insanların fizik ötesine ait mânâ ve idealleri hayatlarına ve fizikî çevreleri üzerindeki tasarruflarına yansıtmalarıdır medeniyet. Medeniyetlerin kuruluşu ile peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilişi arasında yakın bir alâka vardır. Zira fizik ötesi ile yeryüzü arasındaki münasebeti temin edenler ve bize hakikati bildirenler peygamberlerdir. Nitekim çürümüş medeniyetlerin yıkılış anlarında peygamberlerin getirdiği muştularla geçmişte yepyeni medeniyetler kurulmuştur.
Medeniyet, bir mefkûrenin tezahürüdür. İnsanoğlunun, inancı, ahlâk telâkkisi ve dünya görüşü çerçevesinde ortaya koyduğu maddî ve mânevî eserlerin ve kurumların bütünü medeniyeti meydana getirir. Medeniyet üç ana eksen üzerinde yükselir. Birinci eksen bilgi ve düşünce, ikincisi duygu ve amel, üçüncüsü ise bu ikisine dayanılarak üretilen dünya görüşü ve değerlerdir.
Medeniyetin özü, iman ve mistik coşkudur. Her medeniyet yeni bir aşk ve iman hamlesiyle ortaya çıkmış, gelişmiş ve olgunlaşmıştır. İnsanların bir inanç, ahlâk ve düşünce etrafında toplanmasını temin eden, onları harekete geçiren ve her daim fizik ötesi ile irtibatını sağlayan bu iman ve aşktır. Medeniyetler, tarih içindeki yürüyüşünü fizik ötesi ile bağının gücü ölçüsünde sürdürürler.
İman ve aşkın davranışlara aksetmesi ile birlikte medeniyet anlayışı kuvvetlenir ve hayatiyetini devam ettirir. Canlılığını yitiren, yeni değerler üretemeyen, aksiyon iştiyakını kaybetmiş medeniyetler zamanla durgunlaşır. Durgunlaşmış medeniyetler ise ölüme mahkûmdur. Bu medeniyetlerin, başka medeniyetlerin istilâsından kurtulup geleceğe yürümeleri ve kendi kimliklerini korumaları mümkün değildir.
Medeniyet, başlangıç değil bir sonuçtur. Vahiyle bildirilen hakikatler, tarih içinde yol boyunca bir medeniyet inşa ederler. Nil nehrinin akış güzergahında akışa göre biçimlenip gelişen medeniyetler gibi vahiy ırmağının çağıldadığı mekanlarda ve tarihte de vahiy medeniyeti zuhur eder.
Hak dostları medeniyet kurma gayesiyle yola çıkmamışlardır; onların yürüdüğü yollarda bıraktıkları izlerdir medeniyet. Onların bildirdiği hakikatlerden beslenen insanların eşya ve hâdiselere vurdukları nakıştır medeniyet.
Hicret
Medeniyeti kuran iman ve aşkı toplumlara ilk aşılayanlar peygamberler, farklı beldelere ve zaman dilimlerine taşıyanlar ise onların izinden giden muhacirlerdir. Muhacir, ulvî bir niyetle beldesini terk edip iman, ahlâk ve aksiyonunu farklı beldelere taşıyan kişidir. Hicret, Arap dilinde çölü terk edip şehre yerleşen bedevilerin göçünü ifade eder. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.) ile birlikte O'nun mübarek beldesi Medine'ye göçüp yerleşen insanlara Muhacir denilmiş; hicret de ulvî maksatlarla yapılan mukaddes göçlerin adı olmuştur.
Medine, hicret ile büyümüş medeniyetin merkezi olmuştur. Medeniyet kelimesi ile aynı kökten gelen Medîne, mülkiyet ile münasebetinin yanında ikamet etme mânâsı da taşır. Allah Resûlü'nün (s.a.s.) hicretiyle, adı Yesrib olan belde, inananların ikamet ettiği bereketli şehir, kutsal şehir anlamı kazanarak Medîne adıyla anılır olmuştur. Medînetu'n-Nebî'ye nispet edilen kişilere medenî denilmesi de modern bir kavram olan medeniyet ile Medîne arasındaki münasebete tarihten gönderilmiş bir işaret gibidir.
Medine hicret ile kurulmuş; orada kurulan medeniyet başka Medineler kurmak için hicret ile uzak diyarlara taşınmıştır. İslâm dünyasının değişik beldelerinde Medine adını taşıyan onlarca şehir kurulmuştur. Bunlardan birisi de Medinetu's-Selâm (Barış Şehri) diye anılan Bağdat; bir diğeri de Bağdat yakınlarındaki Medâin'dir (şehirler).
Her büyük dava hicret ile başarıya ulaşmıştır. Bu sebeple "Hicret etmedik büyük bir dava adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazife ve ideal adamı yok gibidir." denilmiştir. Allah Resûlü de "yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için" hicret etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), nebilerin, velilerin ortak kaderi olan mukaddes göç zamanı gelince şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme'den ayrılmış ve İslâm medeniyetinin ana yurdu Medine'ye yürümüştür. "Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O Muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab'lerine dayanıp güvenirler." (Nahl sûresi, 16/41-42) âyetinde bildirildiği gibi Allah için hicret edenleri O, medeniyetlerini inşa edecekleri "güzel bir yere" yerleştirmiştir. Hicret ile nimet arasındaki alâkayı Cenab-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede; "Allah yolunda hicret edenleri, sonra da Allah için öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir. Elbette en hayırlı nimet veren Allah'tır." (Hac sûresi, 22/58) şeklinde haber vermiştir.
Hicret edip gittikleri beldelerde vefat edenler ve şehit olanlar, âhiret yurdunda cennet nimetini kazanmış, bu dünyada bıraktıkları izlerle de yeni bir medeniyet inşâ etmişlerdir. Cenab-ı Hak, bir âyet-i kerîmede Muhacirlerin durumunu; "İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nâil olanlar!" (Tevbe sûresi, 9/20) şeklinde beyan eder. Bir hakikatin değişik rükün ve yönlerinden ibâret olan; iman, göç ve cihad üçlüsünün, bu âyette olduğu gibi Kutlu Beyan'da ekseriya peşi peşine zikredilmesi, hicretin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en parlak delilidir.
Her göç, hicret değildir
Medeniyetlerin inşâsında nefisle mücâhede ve hicret iki önemli esas ve merhaledir. Nefsiyle yaptığı mücâhede ile insan kendini yeniden inşâ yolunda mesafe alırken hicret ile de medeniyetin inşâsı yoluna adım atmış olmaktadır. Ancak iç dünyasını imar edebilenler, dış dünyayı da hakkıyla imar etmişlerdir. Kendini aşabilenler başkalarına rehberlik edebilmişlerdir.
Nefsini aşamamış insanların hicret edebilmeleri de mümkün değildir. Hicret ile nefis terbiyesi arasındaki bu yakın alâkayı Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek mücahid, Allah'a taatte öz nefsiyle mücâhede eden; hakiki muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir." (İbn Hibbân, 7/178) hadîsiyle açıklamıştır. Hicret kelimesinin mânâlarından biri olan terk etme, gerçek muhacirin temel özelliğidir. Günahları, dünya sevgisini, nefsî istekleri hattâ vatanı terk etmeden muhacir olunamaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Gerçek muhacir, Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." (Buhârî, İman 4) buyurmuşlardır.
Hicret, Allah ve O'nun Resûlü için yapılmalı; hicrette ilâ-yı Kelimetullah gaye edinilmelidir. Her göç, hicret değildir. Kimi dünyalık kazanmak, kimi de evlenmek için terk-i diyar eyler. Bunların hicret sevabına nail olmaları düşünülemez. Hicreti Allah'a ve Resûlü'ne olandır gerçek muhacir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.), bir hadîslerinde: "Hicret iki özellik taşır: Birisi, günahları terk etmek; diğeri Allah ve Resûlü'ne hicret etmektir. Hicret, tövbe kabul olunduğu sürece sona ermez. Tövbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür." (Ahmed b. Hanbel, 1/192) buyurmuşlardır.
Hayatın inanç esaslarına göre tanziminde hicretin önemli bir yeri vardır. Hicret, kişiye hayat boyunca aksiyon ve canlılık kazandıracak bir ilk muharrik gibidir. Onunla yeni bir dünyaya uyananlar, hayatlarının her anında hicretin yönlendirici ve belirleyici esintilerini hissedeceklerdir. "Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lâhzasında, göçe sebep teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır."
İlim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyeti, nefsiyle yaptığı mücadeleyi kazanmış fertlerin hicretleri ile kurulur. Hicret düşüncesine kilitlenmiş fertler, dönüp arkalarına bakmamış ve gittikleri beldeleri öz vatanları gibi benimsemişlerdir. Hicreti külfet görenler değil, hicreti nimet sayanlardır gerçek muhacirler.
Hicret medeniyeti
Toplumlar çeşitli münasebetleri neticesinde birbirlerinden karşılıklı olarak etkilenirler. Bir toplumun kendi değerlerini muhafaza edebilmesi farklı kültürlere cevap verebilecek bir ideal ve düşünceye sahip olmasına bağlıdır. Kendi değerlerine aşkla bağlı topluluklar, fikirlerini başkalarına ulaştırmak için her türlü zahmete katlanmayı göze alabilirler.
Göç, sürekli değildir. Aslında her göç, bir arayıştır. Aradığı ilim ve bilgiyi bulan topluluklar zaman içinde farklı toplumlarla girdikleri münasebetlerde aşılanarak bir medeniyet tesis ederler. Göç, insanlar hakikate/bilgiye ulaşıncaya kadar devam eder; yerleşik hayatla birlikte derme çatma bilgiler ilim ve sanat disiplinleri şeklinde temayüz eder, daha sonra ticaret, fetih ve başka milletleri istilâ gibi yollarla farklı kültürlerle münasebete girer. Bu ilişki neticesinde aldığı yeni bilgi ve değerlerle aşılanan toplumlar, kendi kâinat, insan ve hayat telâkkilerinin ürünlerini ortaya koymaya başlarlar.
Peygamber Efendimiz, bi'setten sonra sürekli hicret edip, İslâm'ı tebliğ edebileceği insanlar aramıştır. Allah Resûlü (s.a.s.), hac ve panayırlara katılmak maksadıyla Mekke'ye gelip Mekke civarında konaklayanlara uğramış, "Kureyş, Rabbimin (azze ve celle) kelamını tebliğ etmemi engelledi. Beni kavminin yanına götürecek bir kişi yok mu?" diyerek, hicret edeceği bir belde ya da kabile aramıştır. (Heysemî, 6/35) O'nun maksadı bir kişi dahi olsa insanların kalblerine girmek onları şirkten ve puta tapıcılıktan uzaklaştırmaktı. Taif'e bu maksatla gitmiş, orada kendisine içecek ikram eden Rukayka adlı bir kadına "Onların putuna tapma, ona dönerek dua edip namaz kılma." diyerek, İslâm'ı tebliğ etmiştir. Kadının "Böyle yaparsam beni öldürmelerinden korkuyorum." demesi üzerine "Sana bunu söylerlerse, ‘Rabbime ve bu putun Rabbine' de; dua ettiğinde de sırtını ona dönerek dua et" buyurarak, müşrik kavmi içinde imanını nasıl koruyacağını öğretmiştir. Taifliler, Müslüman olduktan sonra Rukayka'nın çocukları Allah Resûlü'nün huzuruna gelmişler; Resûl-i Ekrem Efendimiz Taif hicretinin meyvelerinden birisi olan Rukayka'nın durumunu çocuklarına sormuş; onlar "Senin bıraktığın hâl üzere öldü." deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "O hâlde anneniz Müslümandır." buyurarak, farklı din mensupları arasında imanı muhafazanın ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir. (Heysemî, 6/35)
İnanmış insanlar, hicret ile kendi inanç ve değerlerini başka beldelere taşımışlar; muhtaç olanlara ulaştırmışlardır. İlk Müslümanlar önce Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan, inançlarındaki yakınlık ve adaletli bir hükümdarın olması sebebiyle özellikle tercih edilmişti. Mekkelilerin şikâyeti üzerine Habeşistan Kralı Necâşî, Müslümanları huzuruna çağırmış, yanına giren Müslümanlar, alışılagelenin hilâfına Necaşi'ye secde etmemişlerdi. Bunun sebebi sorulunca Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.), "Allah bize bir Peygamber gönderdi. O, bize Allah'tan başka hiç kimseye secde etmemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti." diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi ilk Muhacirler, hem kendi değerlerini korumuşlar hem de farklılıklarını, inançlarını başkalarına anlatabilmek için bir vesile bilmişlerdir. Necaşi, onlara Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem hakkındaki düşüncelerini sorunca Meryem sûresinin baş kısmından okuyarak, cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Necaşi, "Ben O'nun Allah'ın Resûlü ve İsâ'nın müjdelediği peygamber olduğuna şehadet ederim." diyerek, Peygamber Efendimiz'e iman etmiştir. (Heysemî, 6/30-31) Müslümanlar kısa bir zaman diliminde hem Peygamberlerini tanıtmışlar, hem O'nun davetinin esaslarını bildirmişler, hem de kutsal kitaplarından bir bölüm okuyarak mesajlarını en kısa yoldan muhataplarına ulaştırmışlardır.
Mekke'den Yesrib'e ilk hicret eden Muhacirler, beraberlerinde Medine'ye inanç, bilgi ve kültürlerini de taşımışlardır. Mus'ab b. Umeyr (r.a.), Medine'ye ilk hicret eden sahabîlerdendir. Medine'ye gelince İslâm'ı tebliğ etmiş ve Müslümanlara Kur'ân öğretmiştir. Birçok Sahabî onun vesilesiyle İslâm'la tanışmış ve bazı sûreleri ezberleyip öğrenmiştir. Mekkeli Müslümanların Medine'ye gelip yerleşmeleri ile birlikte Ensar, onlardan ticareti öğrenmiştir. Zaman zaman Mekkeliler ile Medineliler arasında örf ve âdet farklılıkları yaşanmışsa da güzel alışkanlıklar karşılıklı öğrenilmiş ve benimsenmiştir. Ticaret erbabı olan Mekkeliler ile zîrâatçı olan Medinelilerin kaynaşmasından ilk İslâm toplumu meydana gelmiştir.
Ashab-ı Kiram, Efendimiz'in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra muhacir olarak farklı beldelere gidip yerleşmiş; talebelerine Kur'ân ve Sünnet'i öğreterek İslâm'ın o bölgelere yerleşmesine vesile olmuştur. Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya kadar birçok beldede sahabî kabirlerinin mevcudiyeti, hattâ bu kabirlerin bulundukları bölgelerdeki insanların zihinlerinde dinî açıdan taşıdığı önem, onların kabirleri ile bile halen çağrılarını ve hizmetlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Meselâ İstanbul'da Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin (v. 49/669) ve Semerkant'da Şah-ı Zinde lakabıyla anılan Kusem b. Abbas'ın (r.a.) (v. 57/677) kabirlerinin, bulundukları toplumun hayatında önemli bir yeri vardır. Kusem b. Abbas, Hz. Ali Efendimiz'in şehit edilmesinden sonra Semarkant'a gitmiş ve uzun süre o bölgede kalarak Allah Resûlü'nün (s.a.s.) feyiz ve bereketini o bölgeye taşımıştır. (İbnu'l-Esîr, 4/392)
Fetihler ve diplomatik münasebetler hicret için bir vesile bilinmiştir. Hicret düşüncesi Müslümanları sürekli yeni imkânlar aramaya ve farklı milletlerin arasına girmenin yollarını araştırmaya sevk etmiştir. Mukaddes göçler, her zaman evrensel medeniyet havuzlarının ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. MS. 756 yılında Abbasi Halifesi Ebû Cafer el-Mansûr'un askerleri, bir ayaklanmada Çinlilere yardım etmişler, buna karşılık Çinliler dört bin kadar Müslüman askerin Çin'e yerleşmesine izin vermişlerdir. Çin'e yerleşip, yerli halkla evlenen Müslümanlar, zamanla çoğalmışlar; kıtlık zamanlarında Çinlilerin yetim kızlarını alıp büyütmüşler ve evlendirmişlerdir. Böylece Çin'de İslâm, hicret ile yayılmıştır. Keza Yuan hanedanı döneminde Çin'e büyük bir Müslüman göçü olmuş; âlimler, sanatkârlar ve tacirler gelip Çin'e yerleşmişlerdir. Bu ilk Müslüman muhacirlerin astronomi ve takvim konusundaki bilgileri ve zanaatlarındaki başarıları onların Çinliler tarafından saygı ifade eden Hui-hui şeklinde anılmalarına sebep olmuştur. Bu hanedan döneminde önemli devlet görevlerinin birçoğunda Müslümanların bulunduğu kaydedilmektedir. (Ebulfazl, s. 312-313) Çin'e yerleşen Müslümanlar İslâmî kimliklerini kaybetmemişler; ama Çinlilerin dil ve kültürlerini benimsemişlerdir. Camilerinde, giyim ve kuşamlarında Çin mimarisinin tesirini görmek mümkünse de dinlerini muhafaza etmeleri onlara yeni bir terkip imkânı sunmuş, en eski Müslüman cemaatlerinden birisi olan Çin Müslümanları, varlıklarını ve medeniyetlerini bugün hâlâ devam ettirmektedirler.
Hicret düşüncesi, hem kalblerin ve beldelerin fetih duygusunu coşturmuş hem de ilimlerin fethinin kapılarını aralamıştır. İlim yolunda yapılan göçler ve yolculukların İslâm dünyasının uzak diyarları arasında kültürel birliğin sağlanmasına önemli katkıları olmuştur. Ayrıca bu yolculuklar ve göçlerle, farklı beldelerdeki ilmî birikimin derlenmesi mümkün olmuştur. İlim tahsili maksadıyla ashâb-ı kiram döneminden itibaren uzun yolculuklar yapılmıştır. Hatta birçok âlim tek bir hadisi öğrenmek için uzun yolculuklara çıkmışlardır. Hayatı boyunca birçok beldeye yolculuk yapmış tabiîn âlimlerinden Şa'bî (v. 103/721) "Bir kimse, hikmetli bir tek söz için Şam'ın bir ucundan Yemen'in öbür ucuna kadar gitse bile bu yolculuğu boşuna yaptığını düşünmem." demiştir. (İbn Abdilberr, 1/94,95)
Hicretin boyutlarından birisi de ticaret maksadıyla yapılan seyahatlerdir. Nitekim Allah Resûlü Efendimiz: "Ümmetimin seyahati cihaddır." (Ebû Dâvud, Cihâd 6) buyurmuştur. Müslümanlar ticaretteki dürüstlükleri ile Endonezya'ya, Malay Adalarına ve Güney Çin Denizi'ne ulaşmışlar. Gittikleri beldelerde dürüstlükleri ve bilgileriyle yerli halkların Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Her gittikleri yerde okullar açmışlar; bu okullarda yalnızca belirli bir grubu değil bütün çocukları okutmuşlardır. Meselâ Habeşistan'daki durumu anlatan bir Batılı yazar, Hıristiyanların yalnızca papaz olacak çocuklarını okuttuklarını Müslümanların ise bütün çocukları okuttuklarını nakletmektedir. (Ebulfazl, s. 321) Nerede bir Müslüman topluluk varsa orada muhakkak bir okulun olduğu görülmektedir. Hattâ Müslümanlar azınlıkta oldukları bölgelerde bile daha ilk yüzyıllardan itibaren eğitime önem vermişlerdir. Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz, fethedilen Kuzey Afrika'ya İsmail b. Abdullah'ı vali olarak atamış, yanında da on seçkin âlimi eğitim için görevlendirmiştir. Afrika'da İslâm'ın yayılmasında göçler ve eğitimin önemli bir yeri vardır. Müslümanların gittikleri yerlerde yaptıkları ilk iş, çocuklar ve yerli halk için okullar kurmak olmuştur. (Ebulfazl, s. 322, 323) Böylece her gittikleri yere inanç ve kültürlerini taşımışlar; medeniyetlerini tesis etmişlerdir.
Hâsılı, insanlık tarihindeki önemli safhaların birçoğunun arkasında inanç, duygu ve düşünce ile beslenerek gerçekleştirilen mukaddes göçler vardır. Bilgi, inanç, sanat ve ahlâkî değerlerin farklı iklimlere taşınıp evrensel değerler hâline gelmesinde hicretin önemli bir yeri vardır. Bugünü değil yarını düşünenler, hicretle kanatlanmış; içteki duygu ve düşüncelerini hicretle aksiyona dönüştürmüştür. Hicret düşüncesi ile dünyanın dört bir yanına gidip yerleşen muhacirler, tarihte olduğu gibi günümüz dünyasında da yeni bir medeniyetin doğuşuna vesile olacaklardır.
Hicrete derinlik ve mânevî boyut kazandıran niyetteki samimiyettir. Her göç hicret değildir. Nefsiyle yaptığı mücahedeyi tamamlamış insanların göçleri, gerçek ruh hicretleridir. İnançlarını yaşayan, davasının mümessili olan şahsiyetler, gittikleri beldeleri âdeta kendi ruhlarıyla aşılamışlardır. Onların açtığı yollar yüzyıllar geçse de aşınmamış, açtıkları kapılar kapanmamıştır.
Toplumlar, hicret ile kendi fikir ve düşüncelerini başkalarına aktarma imkânı bulmuşlardır. Medeniyetlerini başka beldelere hicret ile taşımış, hicret ile diğer toplulukları kendi medeniyet havzalarında eritmişlerdir. Hattâ yıkılmış bazı medeniyetler, kimi zaman hicret ile farklı bir beldede yeniden dirilmişler kimi zaman da yeni bir medeniyet filizi vermişlerdir.
Göçebeler ile yerleşik hayattakiler arasındaki münasebette etkileyen ve büyük medeniyet dönüşümlerini gerçekleştirenler hep göçebe kavimler olmuşlardır. Bu göçebe kavimler, hedefsiz ve belli bir mefkûreden mahrum olduklarında fethettikleri toplumlar tarafından eritilmiş ve tüketilmişlerdir. Öte yandan bir dava ve mefkûreye bağlı olarak gerçekleştirilen göçler, büyük medeniyetlerin tesisine vesile olmuştur. Bu sebeple "öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep muhacir kavimler olmuştur." denilmiştir.
Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
atekines@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
1. Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul 1988.
2. Ebulfazl İzzeti, İslâm'ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. Cahit Koytak, İstanbul 1984.
3. Fethullah Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, İzmir 2008
4. Kendi Dünyamıza Doğru, İzmir 2008
5. Heysemî, Nureddin, Mecma'u'z-zevâid, Beyrut 1982.
6. İbn Abdilberr, Câmi'u beyâni'l-ilm ve fadlihi, Beyrut 1978.
7. İbnu'l-Esîr, Usdu'l-gâbe, Kahire ty.
8. İsmail Lütfi Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul 2004.
9. Sezai Karakoç, Düşünceler I Kavramlar, İstanbul 1995.
10. İsmail Ünal, Amerika'da Bir Ay, İstanbul 2001
www.ramazanayvalli.org/?p=9951
15 Mar 2013 - ... ah
.
[Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanlığı – 15 Mayıs 2009 Cuma günü Sâat 14.00-16.00 – Kıbrıs – Gâzî Magosa?da Verilecek Olan Konferans]
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Uzaktan yakından teşrîf eden Kıymetli Dinleyiciler,
İstikbâlimizin Ümîdi Sevgili Gençler!
Konferansımıza başlamadan önce, 2 vecîbenin îfâsını lüzûmlu görüyorum:
Birincisi, bir teşekkürün yerine getirilmesi:
Bu mübârek Cuma günü?nde ve kudsî Mevlid Kandili?nde, YAVRU VATAN KIBRIS?ımızda, siz değerli dinleyicilerle bir arada bulunmamızı sağladıkları için, Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkan ve Üyelerine, bu organizasyonda emeği geçen bütün kardeşlerimize, konferans için gerekli izinleri veren, salonu tahsis eden yetkililere, şahsım adına, ayrıca bu seyâhatte bana refâkat eden değerli eğitimci dostumAyhan Özbek ve kıymetli komşum İş adamı İhsan Çerkeşli adına en kalbî şükrânlarımızı sunuyoruz.
İkincisi, bir tebrîkte bulunmak istiyoruz:
Hicretten 53 sene önce, Rebî”ül-evvel ayının 12. gecesinde, Pazartesi günü sabaha karşı (bu sene 30 Mart 2007 Cumayı Cumartesiye bağlıyan bu gece), Mekke-i mükerreme”de, çok önemli, hem de dünyâ çapında mühim bir hâdise meydâna geldi.
Bu Mevlid-i Nebevî?nin, yavru vatan Kıbrıs?ımıza, azîz vatanımız Türkiye?ye, bütün Türk âlemine ve tüm İslâm âlemine nice hayırlar getirmesini, yine yüce Rabbimizden dileriz.
Önemine binâen, konuşmamızın hemen başında belirtelim ki:
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki sâhip oldukları millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, gelecek nesillere aktardıkları oranda varlıklarını sürdürürler.
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bakınız bunu isbât için hemen önemli bir nakil yapalım: İngilizlerin Osmanlıdaki câsûsu Hempher?in hâtırâtının 45. sayfasında şu i?tirâf yapılmaktadır:
?800 yıllık Endülüs?ü şarâba alıştırarak, aralarına fitne sokarak, dînî ve millî inançlarından kopararak yıktık. Osmanlıyı ve diğer İslâm ülkelerini de aynı metotla yıkacağız!..?
MİLLETLERİ MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLER AYAKTA TUTAR
(15. 07. 2005 Cuma Yeni Dönem 5. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Senelerce önce, ?Türkiye Yeşilay Cemiyeti? eski başkanı, Em. Alb. merhûm Salâhaddîn Kaptanağası, ülkemizde alkol, sigara ve uyuşturucu yüzünden, yılda en az 350 kişinin [ şimdi bu sayının kaça çıktığını tesbit için yeni istatistiklere ihtiyaç var] hayatını kaybettiğine işaret ederek, “Kanunlar işletilmeli, Anayasa”nın kesin hükümleri gereği, Milli Eğitim başta olmak üzere, ülkemizin neresinde eğitim veren kurum ve kuruluş varsa, hepsi uyuşturucuyla mücâdele konusunda kendisini görevli saymalı? demişti.
Yine eski Diyânet İşleri Başkanı Mehmed Nuri Yılmaz da, uyuşturucu madde bağımlılığının, okulların çevresinde tezgâh kuran teşkîlâtlar, örgütler aracılığıyla gençlerimize yöneldiğini ifâde etmişti. Hattâ Mehmet Nuri Yılmaz, anarşi âfetinin kökünü kazımaya uğraşan milletimizin, toplumumuzun yakasının, bu defa bir başka yıkıcıya kaptırılmaktan korunması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Yılmaz, gazetelerde de yer alan o konuşmasında: ?Anarşi yolu ile maksatlarına ulaşamıyacağını anlayan bazı kirli eller, namluyu bu defa başka yönlere çevirme yolunu tutmuşlardır. Geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, uyuşturucu maddelere ve alkole alıştırarak, onları rûhen ve bedenen çökertmek için, kirli eller tarafından çalışmalar yapılmaktadır” demişti.
Peki, iki ayrı müessesenin eski başkanlarının sözleri, şimdi nereden hatırınıza geldi diyebilirsiniz. Yakın zamanda, 30.06.2005 tarihinde, bir İnternet sitesinde, ?Uyuşturucu kâbûsu dünyayı sardı? başlığıyla bir haber çıkmıştı. Merkezi Stockholm?de bulunan ?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?nun yayınladığı yıllık ?uyuşturucu raporu?, ?küresel yasadışı uyuşturucu ticaret hacmi?ni gözler önüne seriyordu.
Stockholm kaynaklı bu ?Rapor?da, uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edildi ve gelirin, ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğu belirtildi.
?Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu?, ilk kez dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarının hacmine ilişkin bir tahmin açıkladı. Bu raporda, gerçekten korkunç rakamlar var.
Şöyle ki, adı geçen ?Büro?nun hazırladığı raporda; 2003?te küresel uyuşturucu ticaretinde, 321 milyar dolar hâsılât yapıldığı belirtildi. Söz konusu rakamın, dünya gayr-i sâfî hâsılasının yüzde 0.9?una eşit ya da ülkelerin yüzde 88?inin gayr-i sâfî yurtiçi hâsılalarından fazla olduğuna dikkat çekildi.
Uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18?inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edilen raporda, küresel uyuşturucu pazarından elde edilen hâsılâtın, 214 milyar dolarlık bölümünün sokak satışlarından geldiği bildirildi.
Raporda, kuzey Amerika?nın yüzde 44 ile en büyük uyuşturucu alıcısı olduğu, bunu yüzde 33 ile Avrupa?nın izlediği ifâde edildi. Afrika?nın ise yüzde 4 ile en son sırada yer aldığı kaydedildi.
2003 ve 2004 rakamlarının değerlendirildiği BM raporunda, dünyada 200 milyon kişinin, yılda en az bir kere uyuşturucu kullandığı belirtildi.
Rapor ayrıca uyuşturucu kullananların sayısının 2004?te, bir yıl önceye göre 15 milyon arttığını da ortaya koydu.
Bu istatistiki bilgileri kısaca özetledikten sonra ifâde edelim ki, herkesçe bilindiği gibi, Peygamberler tarihini incelediğimizde, hepsinin gayelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydana getirmekolduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da “iyi insan”, orijinal ismiyle söylemek gerekirse “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Adem”den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 ?ülü”l-azim? peygamber, 313 ?resûl?, 124 binden ziyâde ?nebî?nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100”ü küçük 4”ü büyük kitap olmak üzere, bu peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedi saâdete kavuşmalarıdır.
Burada hemen büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî”nin bir sözünü hatırlıyoruz. Buyuruyor ki: “İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir, herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır.”
Bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkil etmek için uğraşmışlardır.
Makalemizin sonunda belirtelim ki, son peygamber olan Hazret-i Muhammed”in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı ümmet” meydâna getirmesi, onların da 50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs”ten Çin”e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
MİLLÎ VE MANEVÎ DEĞERLERE SÂHİP ÇIKMAK LÂZIM
(16. 07. 2005 Cumartesi Yeni Dönem 6. makale )
Ahmed Doğrusözlü
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bu itibârla geleceğimizin teminâtı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî ve sivil kuruluşlar ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
Nitekim Yüce Allah, dinî ve ahlâkî prensiplere sâhip çıkarak, kimlik ve şahsiyetimizi korumamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu (dîn), benim dosdoğru yolumdur; artık ona uyun. Başka yollara uymayın; yoksa o yollar, sizi parça parça edip, doğru yoldan (Allah?ın yolundan) ayırır. İşte bunları, sakınasınız diye Allah size emreder.” (En”âm, 6 / 153)
Sevgili Peygamberimiz de (aleyhisselâm), bizleri ahlâkî çöküntüye sebep olabilecek, birlik ve beraberliğimizi bozacak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemekten sakındırmıştır.
Milletleri ayakta tutan, hiç şüphe yok ki millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette, oranda varlıklarını sürdürürler.
Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine güzel dînimizin prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, manevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.
Özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü gençlerin dînî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.
Bugün, toplumumuzda, bazı eğlencelerde, aklı ve sağlığı tehdit eden içki içmek, uyuşturucu kullanmak, âile bütçesini sarsan kumar ve isrâf boyutundaki harcamalar, âdet hâline gelmiştir. Bunları dînî ve millî değerlerimizle bağdaştırmak aslâ mümkün değildir. Ayrıca millî ve manevî değerlerimize ters düşen bu tür eğlence ve âdetler, kültürel tahrîbâta da yol açmakta, bizleri millî kimliğimizden de uzaklaştırmaktadır.
Bunun için kültürel mirâsımızdan, dinî anlayış ve heyecânımızdan kaynaklanan değerlerimizi yaşatmaya gayret etmeli, bu değerlerimizi genç kuşaklara aktarmaya çalışmalıyız. Dînî ve millî değerlerimizle çelişen başka kültürlerin örf ve âdetlerini de körü körüne taklit ve özentiden kaçınmalıyız.
Bu vesîleyle belirtelim ki, 01 Temmuz 2005 tarihinde, bazı gazete ve İnternet sitelerinde yer alan bir haber, akl-ı selîm sâhibi insanları şok etmiştir:
?İspanya eşcinsel evliliklerini onaylayan üçüncü ülke olmuştur.?
İspanya”da da, bu konudaki tartışmaların dinmediği anlaşılıyor. Maalesef El Pais gazetesi, insan fıtratına aykırı bu iş için, “bu cesur yasa, İspanya”yı eşcinsel haklarını savunmanın ön saflarına koyuyor” ifadelerine yer veriyor.
Yine gazete, adıgeçen kepâzelik için, “Eşcinsellerin evliliği, heteroseksüel evliliklerin önemini azaltmıyor, geleneksel aileye de saldırmıyor. Sadece ayrımcılığa uğrayan bir gruba haklarını sunuyor. Bu demokratik zaferle, tüm toplum gurur duymalı” iddiâsında bulunmaktadır.
Almanya”dan Die Tageszeitung gazetesi de, mezkûr karar hakkında, ?Vatikan, modernliğin getirdiklerini durdurmaya çalışıyor, ama artık başaramıyor? diye yazmıştır.
Fakat Polonya gibi bazı ülkelerde, eşcinsellere hâlâ korkuyla yaklaşıldığını belirten gazete, “Avrupa Birliği”nin üyesi olmak isteyenler modern toplum anlayışını benimsemeli” şeklinde indî bir iddiâda da bulunmuştur.
Ama İspanya?da bile, El Pais”in yukarıdaki bozuk görüşlerine katılmıyan, işin tehlikelerine işâret eden bazı basın organları da var. Meselâ, başyazısına “Gereksiz bir yasanın tehlikeleri” diye manşet atan ABC, yukarıdaki akla ve beşer fıtratına uymayan görüşlere katılmıyor ve yasanın alelacele geçirildiğini söyleyip“evlilik kurumuna vurulan bir darbe” olduğunu belirtiyor.
Gerek erkek, gerek bayan, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
( 26 Ağustos 2005 ? 21 Recebü?l-ferd 1426 Cuma )
Ahmed Doğrusözlü
Bugün, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?nin bir yıldönümü.
Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ve Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, bu muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
Bunları ifâde ettikten sonra, harp hakkında kısa bir bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.Hattâ Diojen, heyet başkanına:
?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e:
?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
Sultan Alparslan, bu muhârebede, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cuma namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece tâcîz ederek onları yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- Cumâ günü (26 Ağustos) askerlerini toplayan Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultan, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldi.
NETÎCE:
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Diojen, onca cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE – 1
(26.05.2006 ? 28 Rebîu?l-âhır 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
İstanbul Fâtihi Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs, nâşının İstanbul?a getirilmesi 22 Mayıs, İstanbul?u fethi de 29 Mayıs?ta olmuştur. Bu bakımdan Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. (Eski ta?bîrlerle revâ ve sezâdır.)
Sultân Fâtih?in vefâtı 3 Mayısta olduğu için, bu ayın başından itibâren makaleler yazılabilirdi; ama bir çağın kapanıp diğer bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen ve dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan ?İstanbul?un Fethi? târihine denk getirmek için, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.
Osmanlı padişahlarının yedincisi, II. Murad Hân?ın oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, 1431”de Edirne”de doğdu. Daha 21-22 yaşında iken, İstanbul”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son veren bu büyük hükümdar, Arnavutluk”u, Bosna ve Hersek”i de almış, Yunanistan”ın fethini tamamlamış ve Balkanları idâresi altında birleştirmiş, Trabzon-Rum Pontus Devleti”ne de son vermiştir.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip ve târihin en büyük hükümdârlarından olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, maalesef zehirlenmiş, vatanından sonra en çok sevdiği kahramân ordusunun başında, askerleriyle berâber iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir. Onun vefâtı ile Hıristiyanlık dünyası bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.Cenâzesi İstanbul?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdârdır. Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Hocazâde, Molla Gürânî, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı. Astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi. Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı.
Fâtih, medreseleri bizzat teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarayda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
AKŞEMSEDDİN?İN FETİH MÜJDESİ
Bilindiği gibi, İstanbul”un fethi, 6 Nisan – 29 Mayıs 1453 tarihleri arasında 53 gün süren muhâsaradan sonra gerçekleşmiştir.
?Menâkıb-ı Akşemseddin? isimli kitapta anlatıldığına göre:
İstanbul?un fethinin zorlandığı bir günde Sultân Mehmed Hân, vezîri Veliyyüddîn oğlu Ali Paşa?yı Akşemseddin?e gönderdi.
?Kale feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümîdi var mıdır?? dedi.
Şeyh cevap verip; ?Muhammed ümmetinden bu kadar Müslümanlar ve gâzîler bir kâfir kalesine hücum edeler, inşâallah feth olunur? dedi.
Padişah, bu kadar işâretle yetinmedi. Adı geçen Vezîri yine gönderdi: ?Vaktini de ta?yîn eylesin!?
Molla Akşemseddîn murâkabeye daldı. Mübârek yüzü güldü:
?Bu yılın Rebîu?l-evvel ayının 20. günü, seher vaktinde, ihlâs ve gayretle filân taraftan yürüsünler. O gün feth ola, Konstantîniyye?nin içi ezân sesiyle dola!?
Bundan sonra, o gün o sâat oldu. İslâm askerine yürüyüş emir buyuruldu. Asker hisâra hücûm eyledi. Sultân Mehmed, Şeyh?i davet eyledi. Meğer Şeyh, talebesine tenbîh etmişti ki, ?Benim yanıma kimse girmesin!?
Padişah, Şeyh gelmeyince kalktı, onun çadırına geldi. Çadırın kapısını aralayıp baktı ve gördü ki, Şeyh namaza durup, secdeye varmış. Sarığı, başından düşmüş. Saçını sakalını ve yüzünü toprağa bulamış. Gözünden yaşlar akar. Sofra kadar yer yaş olmuş, duâ eyler.
Şeyh?in bu hâlini ve inleyişini görüp döndü, makâmına geldi. Kaleye baktı. Gördü ki; İslâm askerinin önünde, ak abalar giyinmiş bir grup hisâra hücûm ederler. Hemen o sâat kale feth oldu.
Hadîs-i şerîfle müjdelenen Konstantîniyye fethi tamâm olduktan sonra, Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn?i arattı, ama bir müddet bulunamadı. O günden sonra, Edirnekapı yakınında bir vîrânede, ibâdet eder hâlde buldular. O zamandan beri o mahalleye ?Ak Şemseddin Mahallesi? diye ad koydular.?
İstanbul fethinin çok önemli bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle özetliyebiliriz:
1- Bizans”ın çöküşü ile ?Ortaçağ? kapanıp ?Yeniçağ? açıldı. Bu; ilmin, tekniğin, sanatın ve îmânın eseriydi.
2- Fetihten sonra Tuna”nın güneyi ile Fırat-Toros hattının batısındaki sâha Osmanlılara katıldı.
3- Boğdan, Sırbistan, Mora, Amasra, Çandarlı Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Akkoyunlu Beyliği, Kırım Hanlığı Osmanlılara ilhâk edildi.
4- Venedik?in deniz üstünlüğü bitti.
5- Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya, câmi hâline getirildi.
6- Dünyânın her tarafından ilim adamları akın akın İstanbul?a geldi. İstanbul bir ilim ve san?at merkezi oldu.
7- Hıristiyan halk, hattâ Papazlar bile İstanbul?da lâtin şapkası yerine, Türk sarığı görmeyi tercîh ettiklerini söylediler.
İSTANBUL?UN FETHİ VE FÂTİHİ HAKKINDA BİRKAÇ CÜMLE ? 2
(27.05.2006 ? 29 Rebîu?l-âhır 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahramân ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbul?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitaplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasıfları vardır.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Donanmayı, Beşiktaş?tan Haliç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Haliç?te, Kasımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kasımpaşa-Ayvansaray arasında 5.5 m eninde köprü teşkil ettirmesi, onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Fâtih Sultan Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşman hatlarına girerek göstermiştir. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhurdur.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Rahatlıkla söylenebilir ki, Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını bizzat kendisi yaptı.
Dün de bir nebze temâs ettiğimiz ?İSTANBUL?UN FETHİ? hâdisesi üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde duralım:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben şehri alırım, ya şehir beni! ? cevâbını verdi.
Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan surlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri ve göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, öğleden sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, Topkapı”dan şehre girdi. 29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda İstanbul düştü.
Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı. İstanbul?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi.
Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı. İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı. Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sadece üzüntülerini bildirdi.
SULTÂN MUHAMMED ALPARSLAN?IN ZAFERİ
(26.08.2006 ? 02 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türk-İslâm târihinde çok önemli zaferler vardır. Bu makalemizde, bugün bir sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almak istiyoruz.
26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in kuvvetleri arasında meydana gelen ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?, Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Türklere Anadolu?nun kapılarını açan bu Selçuklu-Bizans Savaşı, dînî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri bakımından çok önemlidir.
Malazgirt Zaferinden sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu.
Selçuklu Türkleri, mezkûr muhârebeden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertîb ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespit edildi.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ
Şimdi Malazgirt harbi hakkında kısa bilgi verelim:
Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabûl etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri?nden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu:
?Doğu hudûtlarımızda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Bizzât ben, ordunun başında bulunarak bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
İmparator, sâdece Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmayıp, bütün İslâm ülkelerini de almak istiyordu. Horasân, Rey, Sûriye, Irâk-ı Acem ve Irâk-ı Arap vâlîliklerini, komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ vâdetmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da kafasına koymuştu.
Sultân Alparslan, Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesine, düşmânla dövüşeceğini bildirdi; o da kendisine bir âlim gönderdi.
Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, bütün müslüman orduların yaptıkları gibi, Halîfe El-Kâim(1031-1075)?in gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Romen Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın hey?eti, müslümânlardan sulh teklîfi götürmesine ve bütün iyi niyetlerine rağmen, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında hafîfe alınıp, hakârete uğradı.
Hattâ Romen Diojen, heyet başkanına: ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi? ? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, Diojen?e: ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek gereken karşılığı verdi.
Romen Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.
SULTAN ALPARSLAN?IN ALDIĞI MADDÎ VE MA?NEVÎ TEDBÎRLER
Malazgirt Meydan Muhârebesi?nde çok büyük bir zafer elde eden Sultân Alparslan, bu meydân muhârebesinde, maddî ve manevî her türlü tedbîri aldı:
1- Muhârebe öncesi Halîfe?den duâ taleb etti. Abbâsî Halîfesi, Cum?a namazından önce câmilerde okunmak üzere, İslâm âleminin her tarafına bir hutbe metni gönderdi ve Alparslan ile ordusunun muzaffer olması için duâ ettirdi.
2- Selçuklular, Bizanslılar?ın kandırarak kendi saflarına kattıkları Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
3- Muhârebe gecesi, Alparslan seçtiği bir kuvvetle, Bizanslılara oklar attırıp naralar ile de bütün gece onları tâcîz ederek yorgun bir hâle düşürdü.
4- Selçuklu Sultanı Alparslan Gâzî, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi mübârek Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
5- 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Muhammed Alparslan, atından inip büyük bir tevâzu ile secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî, niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
6- Sonra askerlerine dönerek; ?Burada Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur; emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
7- Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ senin emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler.
8- Sultân, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bizzât kendisi bağladı, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti:
?Askerlerim! Şehîd olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun; işte o zaman benim rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler coşup, şevke geldiler.
Harpten önce çok kibirlenen, müslümanların 5 katı olan büyük ordusuna güvenen mağrur Bizans İmparatoru Romen Diojen, onca cengâverliğine rağmen, Sultân Alparslan?ın kahramân ordusu karşısında hiçbir şey yapamadı ve yaralı hâlde bütün mâiyeti ile berâber esîr edildi; ordusu da mağlûb ve perişân oldu.
TARİH BOYUNCA KURULMUŞ OLAN BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(01.09.2006 ? 08 Şa?bân 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bundan önceki makalemizde, Müslüman Türklere Anadolu?nun kapılarını açan ve Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan ?Malazgirt Meydan Muhârebesi?ni kısaca ele almış; bu Selçuklu-Bizans Savaşından sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu?nun tapusunun, Türklerin eline geçtiğini ifâde etmiştik.
Gerçekten Malazgirt Zaferi Türk, İslâm ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ma?lûm olduğu üzere Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta, ?büyük bir İslâm tehlikesinden bahsetmiş ve bu tehlikeyi kesin olarak ortadan kaldıracağını? belirtmiştir. Ama bilindiği gibi o da, tarih boyunca onun gibi düşünen başkaları da bu emellerine nâil olamadılar.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Günümüzde de bu en son İlâhî dîn, hiçbir misyoner teşkîlâtı olmadığı, propagandası için devlet hazîneleri sarf edilmediği hâlde, başka dînden olan birçok insan tarafından benimsenmekte ve Müslümanların sayıları günden güne artmaktadır. Bilhassa Afrika?da bir çığ gibi büyüyen İslâmiyet, Amerika, Avrupa, Çin, Japonya… gibi dünyânın her tarafındaki devletlerde de hızla yayılmaktadır. Günümüzde yeryüzünde, yaklaşık 26 milyon km2 toprak üzerinde, bir milyardan fazla (tahminlere göre 1,5 milyar civârında) Müslüman yaşamaktadır.
Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, şimdi târihe bir göz atalım:
DÖRT HALÎFE DEVRİ
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed?in (aleyhisselâm) 632 (H.11) târihinde vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm arasından sıra ile; Hazret-i Ebû Bekir (632?634 / H.11-13), Hazret-i Ömer (634-644 / H.13-23), Hazret-i Osmân(644-656 / H.23-35), Hazret-i Ali (656-661 / H.35-40) halîfe seçildiler.
Böylece ?Dört Halîfe devri? başladı. Bu devir otuz yıl kadardır. Bunlar, Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından, kendilerine ?Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler? denir. Dört Halîfe Devri (632-661 / H.11-40), İslâmî fazîletlerin yaşandığı ?Altın Çağ? olarak kabul edilir.
Bu devirde İslâm orduları Kuzey Afrika, Kıbrıs, Sûriye, Anadolu, Irâk, Îrân içlerine seferlere çıktılar. Buralarda pekçok ülke ve şehir fethederek, İslâmiyeti insanlara ulaştırdılar. Muhârebelerden alınan ganîmetler ile İslâm memleketleri i?mâr edildi, Müslümanlar, hattâ onların idâresi altında bulunan bütün insanlar râhat ve huzûr içerisinde yaşadılar.
EMEVÎLER
İslâm târihinde Dört Halîfe?yi Emevî halîfeleri tâkib etti. Bu arada tabîî ki Hazret-i Hasan Efendimizin 6 ay kadar süren kısa bir halîfelik dönemi de vardır. Dört Halîfe Devrinden sonra İslâm devletinin başına, halîfe (devlet başkanı) olarak, Peygamberimizin kayınbirader ve kâtiplerinden Hazret-i Muâviye seçildi. Onun Ümeyyeoğullarına mensûbiyetinden dolayı devlet, ?Emevîler? adı ile anıldı. Böylece İslâm târihinde Emevîler devri başlamış oldu.
Emevîler Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika?dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler. Emevîler, İslâm dînini İspanya?dan Avrupa?ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Şam?daki Emevî halîfeleri 661(H.41)?den 750(H.132)?ye ve İspanya?daki Endülüs Emevî Sultânlığı da 756(H.138)?dan 1492 (H. 898) târihine kadar devâm etti. Şam?daki Emevî Halîfeliğini Abbâsîler devri tâkib etti.
ABBÂSÎLER
Emevîler?den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs?ın soyundan olan Ebü?l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H.132?de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm?dan Bağdât?a nakledildi.
İslâm dîni, doğuda Büyük Okyanus?tan, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, kuzeyde Rusya içlerinden, güneyde Hind Okyanusu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu
Abbâsîler [750-1517 / H.132-923] devrinde, hicrî ikinci asırdan îtibâren Abbâsî halîfeleri adına hutbe okutan emîrlikler ve devletler kuruldu.
Irak?taki Abbâsî hilâfeti, 750(H.132)?den 1256(H.656)?ya ve Mısır?daki Abbâsî hilâfeti ise 1257(H.656)?den 1517(H.923)?ye kadar devâm etti.
Abbâsîlerden sonra halîfelik, Osmânlı sultânlarına geçti.
OSMANLI DEVLETİ
En uzun ömürlü Türk-İslâm devletidir. Bu devlet, Mısır?daki son Abbâsî halîfesinin, 1517(H.923)?de,Osmânlı Sultânı Yavuz Sultân Selîm Hân?a hilâfeti bırakmasından sonra, dünyâdaki bütün Müslümanların başı olmuştur. 1281(H.680)?den beri Kayı Aşîreti Reîsi olan Osmân Gâzî tarafından 1299(H.699)?da Söğüt kasabasında kuruldu.
İlk başşehirleri Yenişehir?di. Daha sonraları da 1326(H.726)?da Bursa, 1364(H.767)?te Edirne, 1453(H.857)?te ise İstanbul başşehir yapıldı. İslâm dîni ile idâre edildi.
Osmânlı Sultânları, 1517(H.923)?de Yavuz Sultân Selîm Hân?ın Mısır?ı fethetmesiyle, halîfeliğin de kendisine verilmesi üzerine bütün Müslümanların da halîfesi oldular. 1908(H.1326)?de halîfelerin salâhiyetleri sınırlandı. Osmanlı Devletinin 1922(H.1340)?de yıkılmasından sonra, 1924(H.1342)?te hilâfete de son verilerek, İslâm halîfeliği yeryüzünden kaldırıldı.
Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa?da Viyana?ya kadar olan yerlerde, Asya?da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu ülkeleri, Afrika?da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san?at eserleri inşâ edildi.
TARİHTEKİ BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(02.09.2006 ? 09 Şa?bân 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makalemizde zikrettiğimiz gibi, İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Önce Anadolu?da, sonra yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde, daha sonra da dünyanın diğer ülkelerinde kurulan İslâm devletlerinden birer nebze [sadece isimlerinden, kuruluş ve yıkılış tarihlerinden] bahsedelim.
ANADOLU?DA KURULAN DEVLETLER
Dânişmendliler (1072-1177), Saltuklular (1072-1202), Mengücekler (1072-1277), Türkiye Selçukluları (1077-1307), Dilmaçoğulları (1085-1192), İnaloğulları (1098-1183), Ermenşâhlar (1100-1207), Çobanoğulları (1227-1309), Eşrefoğulları (13. yy. ortaları-1320), İnanoğulları/Ladik Beyleri (1261-1368), Sâhibataoğulları (1275-1341), Pervâneoğulları (1277-1322), Candaroğulları (1292-1462), Alâiye Beyleri (1293-1471), Karasioğulları(1297-1360), Germiyânoğulları (1300-1429), Hamîdoğulları (1301-1423), Saruhanoğulları (1302-1410),Aydınoğulları (1308-1426), Eretnaoğulları (1335-1381), Dulkadiroğulları (1339-1521), Tâceddînoğulları (1348-1428), Ramazânoğulları (1352-1608), Akkoyunlular (1378-1508), Kâdı Burhâneddîn Ahmed Devleti (1381-1398).
ARABİSTAN YARIMADASINDA KURULAN DEVLETLER
Karmatîler (894-11. yy sonu), Ressîler/Yemen Zeydî İmamları (9. yy.-1969), Süleyhîler (1047-1138), Resûlîler(1229-1454), Birleşik Arap Sultânlığı (1741-1964), Suudî Arabistan Krallığı (1746-Devâm ediyor.)
IRÂK, SÛRİYE VE MISIR?DA KURULAN DEVLETLER
Mezyedîler (661-1150), Tolunoğulları (868-905), Hamdânîler (905-1004), Fâtımîler (909-1171), İhşidîler (935-969), Mervânîler (983-1085), Ukaylîler (990-1096), Mirdâsîler (1023-1079), Eyyûbîler (1169-15. yy sonu),Memlûkler (1250-1517), Kavalalılar (1805-1953).
İSPANYA ve KUZEY AFRİKA?DA KURULAN DEVLETLER
Endülüs Emevîleri (756-1031), Mülessimînler (11.yy.-12.yy ortası), Murâbıtlar (1056-1147), Muvahhidler(1130-1269), Nasrîler/Benî Ahmer (1230-1493), İdrisîler (789-926), Rüstemîler (777-909), Ağlebîler (800-909),Zîrîler ve Hammâdîler (972-1152), Merînîler ve Vattâsîler (1196-1549), Hafsîler (1228-1574), Fas Şerîfleri(1711-Devam ediyor), Sünûsiyye (1837-1969).
BATI ve ORTA AFRİKA?DA KURULAN DEVLETLER
Gao Sultanlığı (1009-1593), Keita Sultânlığı (1200-1670), Timbuktu Sultânlığı (1336-1468), Bagirmi Sultânlığı(1512-1935), Vaday Emîrliği (1635-1912), Tukulör (Sokoto) Sultânlığı (1801-Devâm ediyor) Futa Callon Emîrliği(1692-1900), Adamava (Yola) Sultânlığı (1809-1901), Kaarta Emîrleri (1670-1891), Bornu Sultânlığı (1097-Devâm ediyor), Kano Sultânlığı (998-1807), Katsina Sultânlığı (1554-1806), Nupe Sultânlığı (1531-1835), Kebbî Sultânları (1515-Devâm ediyor), Kano Emîrleri (1807-Devâm ediyor), Dagomba Sultânları (1500-Devâm ediyor.)
[ Devam edenler, prenslik şeklindedir.]
ÎRÂN, KIRIM, ORTA ASYA, AFGANİSTÂN VE HİNT YARIMADASI?NDA KURULAN DEVLETLER
Bâvendîler (665-1349), Sâmânîler (819-1005), Tahîrîler (821-873), Karahanlılar (840-1212), Saffârîler (867-1495), Ziyârîler (927-1090), Büveyhîler (932-1062), Şeddâdîler (951-1174), Gazneliler (963-1186), Müsâfîrîler(10.yy-11. yy.), Ravvâdîler (10.yy-1071), Hârizmşâhlar (10.yy-13.yy ortası), Kâkûyîler (1008-1119),İsmâîlîler/Haşşâşîler (1090-1273), Büyük Selçuklular (1038-1194), Artuklular (1102-1408), Zengîler (1127-1222), İldenizliler (1137-1225), Salgurlular (1148-1286), Delhî Sultânlığı (1206-1555), Çağataylılar (1227-1370),Altınordulular (1227-1502), İlhânlılar (1256-1353), Muzafferîler (1314-1393), Celâyirliler (1336-1432), Bengâl Sultânlığı (1336-1576), Keşmîr Sultânlığı (1346-1589), Behmenîler (1347-1527), Tîmûrlular (1370-1506),Karakoyunlular (1370-1468), Handeş Fârûkî Sultânlığı (1370-1601), Gucarât Sultânlığı (1391-1583), Cavnpûr Şarkî Sultânlığı (1394-1479), Malvâ Sultânlığı (1401-1531), Giraylar (1426-1792), Buhârâ Hânlığı (1428-1924),Kazan Hânlığı (1435-1552), Kasım Hânlığı (1445-1556), Astırhânlılar (1460-1556), Şeybânîler (1500-1598),Safevîler (1501-1732), Gürgâniye/Bâbürlüler (1526-1858), Afşarlılar (1736-1786), Afganistân Şâhlığı (1747-1973), Zendler (1750-1794), Kaçarlar (1779-1924), Haydarâbâd Nizâmlığı (18.yy-1948), Hîve Hânlığı (1804-1924), Pehlevî Şâhlığı (1924-1979), Îrân [Şîî] İslâm Cumhûriyeti (1979-Devâm ediyor).
İnsanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle Anadolu?da, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz.O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın.
İSTANBUL”UN FETHİNE DÂİR – 1
(01.06.2007 – 15 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir çoşku ile kutlandı. İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz. Ama biz bugün önce, Türkiye?de, ?Eyyûb Sultân? denilmekle meşhûr olan, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Eyyûb Ensârî?den bahsedelim.
İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi ?Ebû Eyyûb?dur. Medîneli Müslümanlardan olduğu için ?Ensârî? nisbesiyle meşhur olmuştur. Babasının adı Zeyd, annesinin ismi Hind binti Rebîa?dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde İstanbul?da şehîd oldu. Peygamber Efendimizin ?mihmândârı?; yâni Resûlullah, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, deve bunun kapısında [bunun evinin yakınında bulunan bir arsada] çöktüğü için, Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay onu evinde misâfir eden sahâbîdir.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Mekke?den Medîne?ye hicret buyurduğu sırada, Medîne?nin ileri gelen kimselerinden bâzıları, devesi Kusvâ?nın yularından tutup; ?Yâ Resûlallah! Bize buyurun…? diyerek istirhâmda bulundular.
Peygamber Efendimiz onlara; ?Devemin yularını bırakınız. O memûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum? buyurdular. Kusvâ da gide gide bugünkü ?Mescid-i Nebevî?nin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinden inmediler. Hayvan tekrâr ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere tekrâr gelip çöktü ve bir daha kalkmadı.
Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ?nın üzerinden inip; ?İnşâallah menzilimiz burasıdır? ve ?Burası kimindir??buyurunca; ?Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl?indir? diye cevap verdiler.
Peygamberimiz; ?Akrabâmızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?? buyurdular. Zîrâ Resûlullah Efendimizin dedesi Abdülmuttalib?in annesi, Neccâroğullarındandı. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri sevinçle; ?Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı? diyerek Resûlullahı evine buyur etti.
Peygamber Efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin evini teşrif edince, önce alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler; ama sonradan ısrâr üzerine yukarı kata çıktılar. Böylece Peygamberimizi, Mescid-i Nebî ve meşrûtaları inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasib oldu.
Peygamber Efendimiz, Mekke?den Medîne?ye hicret etmeden önce bi?setin, yâni Peygamberliğin bildirilmesinin onbirinci senesinde müslüman oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslüman olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde de bir kızı vardı.
Ebû Eyyûb-i Ensârî; Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde), Resûlullah Efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebede ?sancakdârlık? hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kedisine ?Sancaktâr-ı Resûlullah? ünvânı verildi.
Hâlid bin Zeyd Hazretleri, Cemel ve Sıffîn vak?alarında, Hazret-i Ali?nin yanında bulundu. Onun kumandanları arasında yer aldı. Suriye ve Filistin muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs?ın fethinde bulundu. Gâyet şecâatli ve pek kahramandı. Bir muhârebede özrü sebebiyle bulunmadığı için hep üzülürdü.
Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), ihtiyâr olduğu hâlde, Hazret-i Muâviye?nin, 670 (H.50) senesinde İstanbul?un fethi için teşkil ettiği orduya da katıldı. Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki bu ordu ile İstanbul?u almaya geldi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber Efendimizin; ?Kostantiniyye?de kalenin yanında bir recül-i sâlih [sâlih bir insan] defnolunacaktır? hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve ?Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin? diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslim ederek şehid oldu.
O gün Müslümanlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah Efendimizin mübârek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârî?yi defnettiler.
Aradan sekiz asır geçmiş, Hazret-i Hâlid bin Zeyd?in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, Müslümanlar tarafından defâlarca kuşatılmıştı. Muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed?e nasib olmuştu. Fetihten sonra Fâtih?in ricâsı ile, Hâcı Bayrâm-ı Velînin yetiştirdiği Evliyâdan, hocası Akşemseddîn tarafından Ebû Eyyûb-i Ensârî?nin kabri, kerâmetle keşfedilerek tesbit edildi.
Sultan Fâtih, Akşemseddîn Hazretlerinin kerâmetine hayrân kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, bir de yanına câmii şerîf binâ ettirdi. Burası bütün Müslümanların ziyâretgâhı hâline geldi. Osmanlı Pâdişâhları, bu türbeye saygı gösterirlerdi. Yeni Hükümdarlar bu türbe ve câmi önünde kılınç kuşanırlardı.
[Cenâb-ı Hak, hepimizi, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin şefâatlerine nâil eylesin.]
İSTANBUL”UN FETHİNE DÂİR – 2
(02.06.2007 – 16 Cemâzi”l-evvel 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne?de dünyâya gelen Fâtih Sultan Mehmed, İkinci Murâd Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu olup Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihidir.
Hazret-i Peygamberin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn de, onun İstanbul?u fethedeceğini müjdelemişti.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul?un fethi ile meşguldü.
Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, vezîri Çandarlı Halil Paşa?yı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhtan özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telâşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul?un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Küçük yaşta, tahsîline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtâz âlimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegân?dı. Meşhûr dîn ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn Hazretleri, şehzâdenin her şeyi ile bizzât ilgilendi. Başka hocaları da vardır.
12 yaşına gelince, devlet idâresini öğrenmesi için, Edirne?den Manisa?ya vâlî olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde, Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan ve durumun vehâmetini takdîr eden İkinci Murâd, İstanbul Boğazı?ndan Avrupa?ya geçerek Edirne?ye geldi. Derhâl idâreyi ele alarak Varna?ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu?daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. Ama 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murâd?ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandân olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd?in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne?de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisârının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisârın yapımında 1.000 taşçı ustası, 5.000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezîrler sırtlarında taş taşıyarak hisârın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını, işçi ücretleri dâhil, vezîrler üzerine aldılar. Rumeli Hisârı?nın inşâsı esnâsında, Bizans İmparatoru elçi göndererek, ?kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını? bildirdi.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; ?Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisâr yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın? diyerek niyetini az çok ortaya koydu.
Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisârı ile İstanbul?un Karadeniz?den ikmâl yolu tam kontrol altına alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibâtı kesilmiş oluyordu. İstanbul?un muhâsarasına kadar da her geçen gemi; yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisini) altın olarak vermeye mecbûr bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu, karşı konulamaz ve dayanılamaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında donanmayı Beşiktaş?tan kara yolu ile Haliç?e indiren teknik bir dehâya, çeşitli muhâsara makinalarına ve seyyâr kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere, boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre enindeki bir köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde ?yağla makina soğutmasını?, havan topunun balistik hesâplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silâhı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan?ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle, genç Pâdişâh?a İstanbul seferinin meşrûluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu.
[İnşâallah öbür hafta da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 1
(08.06.2007 – 22 Cemâzi”l-evvel 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayı sayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır.
Şimdi bu fethi özet olarak ele alalım:
İkinci Mehmed (Fâtih), 23 Mart 1453?te ordusuyla Edirne?den hareket etti. İstanbul kuşatması 6 Nisan?da başladı. 18 Nisan?da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç?e indirildi. 23 Nisan?da sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; ?Ya ben şehri alırım, ya şehir beni? cevâbını verdi.29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda nihâyet İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
FETHİ MÜTEÂKIP YAPILAN BAZI İŞLER
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Sainte-Sophie (Ayasofya), müslümanların fetihlerden sonraki âdetleri vechile, fethin bir sembolü olmak üzere, câmiye çevrildi. Fâtih, bu ma?bedin kıyâmete kadar câmi? kalmasını yazılı olarak vasiyet etti ve vakfeyledi.
Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Tabîî ki bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder. Fâtih isteseydi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi.
Fetihten önce Cenevizliler, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fakat İstanbul?un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerlerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sâdece üzüntülerini bildirdi ve hattâ Galata?da oturan bu Cenevizliler için bir fermân çıkarttı; ?Evvelden olduğu gibi herkes san?at, ticâret ve ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır? şeklindeki bu emriyle, ölüm bekleyen insanları sevindirdi.
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, ?Türklerin Avrupa?da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa?nın kolay fethini? bu müsâmahalı, hoşgörülü davranışa bağlarlar ve ?Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi? şeklinde yazarlar.
21 yaşında İstanbul?u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa?ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul?u kurtarmak için, papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardım va?dinde bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen, İstanbul?u korumak için Avrupa?dan az bir gönüllüden başka kimse gelmedi. İstanbul?daki papazlar ve halk da ?dinlerini korumak için, İstanbul?da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini? belirttiler.
İstanbul?un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne?ye dönen Fâtih Sultan Mehmed Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirmek istedi. Çünkü devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans?ın düşmesini, Avrupa?nın hoş karşılamayacağı tabîî idi.
İSTANBUL FETHİNDEN SONRAKİ BAZI SEFERLER
İstanbul seferinden sonra, 1453?te Cenevizlilerden Enez?i aldı. 1454?te, Kırım?a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı. Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad?ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455?te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi.
1458?de Mora?ya ilk seferini yaptı. 1459?daki Sırbistan Seferi sonunda, Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460?ta çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgâsı, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461?de Ceneviz?den Amasra?yı fethetti. Baharda Sinop?a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi. Oradan Trabzon?a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu. Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi, Trabzon ve Rize gibi Anadolu?nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini halletti.
Fâtih, 1462?de Yayçe?nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463?te Bosna?ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466?da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67?de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.
[İnşâallah yarın da bu konuya devâm etmek istiyoruz.]
FÂTİH SULTÂN MEHMED HAKKINDA – 2
(09.06.2007 – 23 Cemâzi”l-evvel 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde ele aldığımız, İstanbul fethini takip eden ve ardı arkası kesilmeyen seferlerde Fâtih, kendisine çok büyük hedefler tesbit etmiş, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihan-şümûl hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna?nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz?i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de, kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya?yı fethetmek istiyordu.
Bu plân, artık dünyâca da bilinmeye başlamıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye?nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun yıllar sürecek olan savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifâka karşı koymasını bildi. Düşmânlarını bâzen teker-teker, bâzen ikişer-üçer, bâzen beşer-onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihân İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmânlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik?in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans?ı yıkıp Venedik?i sindirmiş oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar, 1463?te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhûriyeti Osmanlılara savaş i?lân etti. Macaristan da Venedik?in yanında savaşa girdi. Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmânı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi. Venedik?in Batı Ege?deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat?a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472?de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek, işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473?te Üsküdar?dan hareket etti. 11 Ağustos?ta Erzincan yakınlarında Otlukbeli?nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih?in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına ve Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa?yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476?da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478?de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480?de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya?ya gönderdi. Temmuz 1480?de Otranto?yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cuma günü, kapıkulu askerleriyle Üsküdar?a geçti. Pâdişah, Üsküdar?a geçtiğinde, hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih?in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler, bu dönme Paşa?ya, Fâtih?in zehirlenmesi karşılığında büyük bir servet va?d etmişler, maalesef Yâkub Paşa da nefsine mağlûb olarak, veliyy-i ni?metine karşı bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti.
Fâtih?in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan?ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, askerler tarafından parçalanarak öldürüldü.
Fâtih?in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti. Ama ölüm haberi Roma?ya ulaşınca, İtalya?da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.
Fâtih?in nâşı İstanbul?a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul?da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti.
Londra?da, National Gallery?de, Fâtih Sultan Mehmed?in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery?de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini?nin İstanbul?a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah?ı gördüğü de belli değildir.
30 Mart 1431?de doğan, 3 Mayıs 1481?de de vefât eden 7. Osmânlı pâdişâhı Fâtih?in, birinci defa tahta cülûsu 1444 senesinde, II. cülûsu ise 18 Şubat 1451?de olup Osmanlı tahtında 31 sene kaldığı kaynaklarda yazılıdır.
Fâtih Câmii?nin bahçesindeki türbesinde bulunan Fâtih Sultân Mehmed Hân?a rahmetler diliyoruz; nûr içinde yatsın.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 1
(29.06.2007 – 14 Cemâzi”l-âhır 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Geçtiğimiz 29 Mayıs 2007 Salı günü, İstanbul?un fethinin 554. sene-i devriyesi büyük bir sevinç ve coşku ile kutlanmıştı. Biz bu konuyu, ancak 01-02 Haziran 2007 tarihlerinde [?İstanbul”un Fethine Dâir-1-2?] başlıklı ve 08-09 Haziran 2007 tarihlerinde de [?Fâtih Sultân Mehmed Hakkında-1-2?] başlıklı Cuma-Cumartesi makalelerimizde ele alabilmiştik.
01 Haziran tarihli makâlemizde, [?İstanbul?un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed?in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz?] deyip ilk dört makâlede, ?Eyyûb Sultân?, ?Fâtih? ve ?Fetih?ten birer nebze bahsetmeye çalışmıştık.
15-16 ve 22-23 Haziran târihli makâlelerimizde de, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden bahsetmiştik.
08 Haziran tarihli makâlemizin başında, [Sevgili Peygamberimizin; ?Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur?meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Onun ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul?un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayısayılarak bu fethe ?Feth-i Mübîn? denilmiştir.
Aslında bu hâdise, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, aynı zamanda dünyâ ve bütün insanlık târihinde de çok mühim bir hâdise kabûl edilmiş, bundan dolayı ?ortaçağ?ın kapanıp ?yeniçağ?ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır] cümlelerine yer vermiştik.
Geçen hafta Cumartesi günkü (23 Haziran 2007 tarihli) makâlemizde ise:
[“Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, ânîden atının hâzırlanmasını istedi. Atı hâzırlanınca, binip sür?atle Semerkant”tan dışarı çıktı?..
Ubeydullah-ı Ahrâr, daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. “Türk Sultânı (Fâtih Sultân) Muhammed Hân, kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu] cümlelerine yer vermiştik.
Onun için, bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?Fâtih Sultân Muhammed Hân?dan biraz daha bahsetmek istiyoruz.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır.
Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul?un fâtihi olan Fâtih Sultân Mehmed?in, yukarıda mezkûr hadîs-i şerîfteki müjdeye lâyık kumandân olduğu âşikârdır.
Belki dünyânın en güzel şehri olan İstanbul?umuzu, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih hakkında Şark?ta ve Garp?ta çok şeyler söylenmiş, o, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiştir. Şimdi, onunla ilgili bazı özet bilgiler sunmak istiyoruz:
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos?un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa?nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları bir araya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa?dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkîlâtçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tâm bir intizâm içinde yürütmek için lüzûm ve ihtiyâç gördükçe, İslâmın esâslarına uygun kânûnlar ve fermânlar yayınladı. Tanzîmât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânûnu olarak mer?iyyette kalan Fâtih Kânûnnâmesi çok mühim bir eserdir.Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânûnnâmeyi, Nişâncı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultân Süleymân devrinde hazırlanan kânûnnâmede de bu eser esâs alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel teşkîlât ve müesseseleri, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabîatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu.
Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu.Maârif sistemini kânûnla tanzîm ederek ?Ulemâ? sınıfına büyük değer verdi ve idârenin temelini meydâna getiren diyânet ve hukûk kurumlarını teşkîlâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esâs aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul?a topladı ve onların talebe yetiştirmeleri için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ meşhûr âlim Molla Câmî bile İstanbul?a gelmekteyken, Pâdişâh?ın ölüm haberi üzerine yoldan geri döndü.
FÂTİH?E DÂİR BİRKAÇ KELİME – 2
(30.06.2007 – 15 Cemâzi”l-âhır 1428 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Büyük cihângîr Fâtih hakkında, günümüze kadar yüzlerce, hattâ binlerce kitap yazılmıştır denilse mübâlağa olmaz. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan Fâtih?in sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
İyi bir komutan ve devlet reîsi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Şiirde, devrin üstâdları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, san?atsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu.
Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuûruyle geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstâd şâirlerini topladı. ?Avnî? mahlâsıyla, edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdîr edilen iki mısrâlık basît şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşîş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve kâmil bir kişidir.
Arapça, Farsça ve Türkçe?nin yanında Latince ve Rumca?nın bütün inceliklerine vâkıftı. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkip etmiş, ama Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa?dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, ?Tîmûr Hân devri medeniyeti?denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmânlılarda tahakkuk etti.
Fâtih Sultân Mehmed, soğuk kanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, önlerine geçip düşmân hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok müslümanın şehîd edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa?sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü.
Fâtih, vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul?a girdiği vakit, ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenâplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: ?Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren, artık ne hayâtınız, ne de hürriyetiniz husûsunda, gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!?
Fâtih, gayr-i müslim tebeasının dîn ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul?un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esîrlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha, o devir dünyâsının hayâlinden bile geçiremediği bir olgunluk eseriydi.
Bizanslılar, surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Ama Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya?yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni olmuş ve ?Size, malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim? diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı.
Otuz senelik saltanatı devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, yaz-kış demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün teferruâtını hâzırlardı.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini, en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı.
Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur. Böyle hareket etmeyi, muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde, İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.
?ÇANAKKALE ZAFERİ?NİN MA?NEVÎ YÖNÜ-1
(21 Mart 2008 – 13 Rebîu”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Aslında bu yazıyı, ?Çanakkale Zaferi?nin 93. yıldönümü olan 18 Mart 2008 günü yazmamız lâzımdı; ama bizim makalelerimiz Cuma ve Cumartesi günleri neşredildiği için, bazen böyle târih uyuşmazlığı oluyor. Nitekim ?Mevlid Kandili?nin sene-i devriyesi de 19 Mart Çarşamba günü idi, ama biz ?Mevlid-i Nebevî?ye dâir yazılarımızı da 14-15 Mart Cuma-Cumartesi günleri yazabilmiştik.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, güzel yurdumuzun hemen her yöresindeki her evden bir şehîdin bulunduğu [benim de bir dedem ile 2 amcam şehîd ve bir amcam da gâzîdir], Osmânlı Devleti?nin, son bir gayretle yazdığı şanlı destânın, ?Çanakkale Zaferi?nin ma?nevî yönlerinden bahsetmeye çalışacağız.
Evvelâ şunu belirtelim ki, ?Çanakkale Savaşı?, dünyâ târihinin en kanlı ve Türkiye Târihinin de en büyük zaferlerinden biridir. İngiltere ve Fransa?nın Akdeniz donanmaları, Çanakkale Boğazı?nı cebren geçerek İstanbul?a erişmek istediler. Denizden geçemeyen düşman kuvvetleri, 25 Nisan günü Gelibolu Yarımadası?na asker çıkartarak ünlü Çanakkale Savaşı başladı.
[Türkiye Gazetesi Başyazarı Yılmaz Öztuna beyin de, 18-19 Mart 2007 tarihli makâlelerinde belirttiği gibi, Çanakkale Savaşı Komutanı, ?18 Mart Kahramanı? diye anılan, ama şimdiki törenlerde adı bile geçmiyenCevad Çobanlı Paşa (1870-1938) idi; kendisi bir mareşalın oğludur ve 1919?da da Genelkurmay Başkanı idi.]
Düşman kuvvetleri, 1916 kışında bozguna uğrayarak çekip gittiler. Çanakkale Zaferi, İngilizler?e 205.000, Fransızlar?a 47.000 askere mal oldu; biz de 250.000 şehit verdik.
Gerek ?Mukaddes İslâm? târihinde, gerekse şanlı ?Türk Milleti?nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok ?ZAFER? vardır.
Bilindiği gibi ?ZAFER?: ?Savaşta kazanılan başarı; düşmanın bozguna uğratılması? demektir. Yarın inşâallah misâl olarak bazı zaferleri zikredeceğiz.
Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, müslümânların ?ölürsem şehîd, kalırsam gâzî?düstûruyla hareket etmeleridir.
Müslümânları, asırlar boyu, harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzû, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Dünyânın fânîliğine, âhirette Cennetin ve nîmetlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân eden müslümânlar, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydânlarında kahramânca dövüşen ve düşmândan yılmayan müslümân askerler, şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir.
Bütün kâmil müslümânların samîmî bir şekilde arzû ettiği şehîdlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. [Makâlemizin hacmi müsâid olmadığından, burada sâdece 2 âyet-i kerîme meâli verebileceğiz.]
Allahü teâlâ, Kur?ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
?Allah katında öldürülenleri, sakın ölüler sanma! Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah?ın kendilerine verdiği ihsândan (şehîdlik rütbesinden) dolayı neş?eli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehîdlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında şunu müjdelemek isterler: ?Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.? (Âl-i İmrân sûresi, 169-170)
?Kim Allah ve Peygambere itâat ederse, işte onlar Allah?ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve sâlihlerle [iyi kimselerle, velîlerle] berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.? (Nisâ sûresi, 69) [Şehîdlerle ilgili olan Bakara sûresinin 154, Âl-i İmrân sûresinin 157-158, Hacc sûresinin 58. âyetlerine de bakınız.]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurmuşlardır ki:
?Allahü teâlâ, şehîdin, kul borcundan başka bütün günâhlarını affeder.?
?Allah yolunda şehîd olmayı gönülden isteyen kimse, şehîd olmasa dahî şehîdlik sevâbına nâil olur.?
ÇANAKKALE ZAFERİNİN MANEVÎ YÖNÜ-2
(22 Mart 2008 – 14 Rebîu”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osman Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı.
Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkardı.
Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, [1361-1389 yılları arasında], devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşîretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti:
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim
Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Gerçekten de bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedân mensûplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da, ?Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vak?alarından biridir? demektedir.
TÜRK MİLLETİNİN BAZI ZAFERLERİ
Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir neticesi vardır:Meselâ [751 Temmuz?unda Çinlilere karşı kazanılan] ?Talas Zaferi?, Türklerin müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071?de Bizanslılara karşı kazanılan] ?Malazgirt Zaferi?, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922?de Yunanlılara karşı kazanılan] ?30 Ağustos Zaferi? de, Türkiye?nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır.
Türklerin kazandığı en önemli zaferlerden bazıları şunlardır:
Miryakefalon Zaferi, 17 Eylül 1176?da Bizanslılara,
Hattin Zaferi, 3 Temmuz 1187?de Haçlılara,
Ayn-ı Câlût Zaferi, 3 Eylül 1260?ta Moğollara,
Koyunhisâr Zaferi, 27 Temmuz 1301?de Bizanslılara,
Sırpsındığı Zaferi, 1363 yılında Haçlı ittifâkına,
Çirmen Zaferi, 26 Eylül 1371?de Balkan ittifâkına,
Birinci Kosova Zaferi, 9 Ağustos 1386?da Haçlı ittifâkına,
Niğbolu Zaferi, 25 Eylül 1396?da Haçlı ittifâkına,
Varna Zaferi, 10 Kasım 1444?te müttefik Haçlılara,
İstanbul?un Fethi, 29 Mayıs 1453?te Bizanslılara,
Otlukbeli Zaferi, 11 Ağustos 1473?te Akkoyunlulara,
Çaldıran Zaferi, 23 Ağustos 1514?te Safevîlere,
Mercidâbık Zaferi, 24 Ağustos 1516?da Memlûklere,
Ridâniye Zaferi, 22 Ocak 1517?de Memlûklere,
Mohaç Zaferi, 29 Ağustos 1526?da Macarlara,
Preveze Deniz Zaferi, 27 Eylül 1538?de müttefik Haçlı donanmasına,
Cerbe Zaferi, 14 Mayıs 1560?ta müttefik Haçlı donanmasına,
Haçova Zaferi, 26 Ekim 1596?da Haçlı kuvvetlerine,
Vadiüs-Seyl Zaferi, 4 Ağustos 1578?de Portekizlilere,
Çıldır Zaferi, 9 Ağustos 1578?de Safevîlere,
Koyunadaları Zaferi, 18 Şubat 1695?te Venediklilere karşı kazanıldı.
Bugünkü ana konumuzu teşkîl eden Çanakkale Zaferi, 18 Mart 1915?te müttefik İ?tilâf Devletlerine karşı kazanıldı.
Sakarya Meydan Muhârebesi de, 13 Eylül 1921?de Yunanlılara karşı kazanıldı.
[Bunları daha fazla çoğaltmıyalım; çünkü bizim için, yüzlercesi arasından seçerek zikrettiğimiz bu misâller, konuyu yeteri kadar anlatmaya kâfîdir.]
Bunları ifâde ettikten sonra şimdi de burada, üzülerek belirtelim ki, asîl milletimizin yükselmesini ve güzel memleketimizin ve ebed-müddet devletimizin ilerlemesini istemeyen düşmân güçler, maalesef bilhâssa çocuklarımızın ve gençlerimizin, millî ve manevî değerlerden mahrûm, mâzîsine, târîhine, kültürel değerlerine yabancı, hattâ düşmân olarak yetişmelerini arzû etmekte ve bu husûsta büyük gayretler göstermektedirler.
Şu mısralar, bizlere ne güzel mesajlar vermektedir:
?Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!?
?Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.?
?Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehîd oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyâları alsan da bu Cennet vatanı!..?
BÂBÜR ŞÂH KİMDİR?
(18 Nisan 2008 – 12 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
[Geçen haftaki 2 makâlemizde, birazcık Hindistân?dan bahsetmiştik. Siz bu yazımızı ve yarınki makâlemizi okurken, biz inşâallah Hindistân?da olacağız. Bu bakımdan, Nisan ayı sonuna kadar yazacağımız makâlelerimizde, -dolaylı da olsa- yine Hindistân?dan bahsetmek istiyoruz.]
14 Şubat 1483?te Fergana?da doğan, asıl adı ?Zahîreddîn Muhammed? olan [doğduğu zaman, bu ismi kendisine zâhirî ve bâtınî ilimler hazînesi, büyük mutasavvıf Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vermiştir] veTîmûr Hân?ın soyundan gelen [beşinci batından torunu] Bâbür Şâh; Hindistân?da kurulmuş bulunan en büyük İslâm Devleti ?Gürgâniye Devleti?nin kurucusudur. [1526?da kurduğu devlet, 1858 senesinde İngilizlerin işgâline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür.]
Fergana hükümdârı olan babası Ömer Şeyh Mirzâ?nın [o da Sultân Ebû Saîd?in oğludur], 1493?te ölümü üzerine Fergana hükûmetine vâris oldu. 11 sene Özbek ve Tatar Melikleri ile savaş edip, nihâyet oralara hâkimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi.
1504?te Kâbil?i fethedip kendisine başşehir yaptı. Aynı zamanda Gazne?yi aldı ve kısa zamanda Afganistân?ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu. 1511 Ekim?inde Semerkand İmparatorluk tahtına oturdu. Bir ay sonra Taşkent?i, Buhârâ?yı aldı; böylece bütün Maverâünnehr?e hâkim oldu.
Bâbür Şâh, 1519?da Hindistân?a girdi. Pencâb?a düzenlediği beş sefer sonunda, bütün kuzey Hindistân?ı fethetti. 1526?da [ya?nî Osmânlılar?ın Mohaç Zaferi?nden birkaç ay önce], Pânipüt Meydân Muhârebesi?nde,Sultân İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 asker ve 1.000 fîlden müteşekkil büyük ordusunu yendi. Bu zaferle, Bâbürlüler (Gürgâniye) Devleti?ni kesin olarak kurmuş oldu (1526). Böylece Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı, Lûdîlerden Bâbür?e geçti.
Bu başarıdan sonra Delhî, Agra ve Hânpûr?u alan Bâbür Şâh, Agra?yı başşehir yaptı. 1527?de Hindûlar üzerine yürümek için Agra?dan çıktı. Hindûlar, aralarında ittifâk kurduktan sonra, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fîlle yeni Hindistân fâtihinin üzerine yürümeye başladılar.
Çok kritik ve târihî bir ândı. Bâbür?ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hindûların eline düşmesi, netîce itibâriyle Müslümân-Türk hâkimiyetinin Hint kıt?asından atılması demekti. Bâbür, sâdece 13.500 kişilik, ama pek seçkin bir Türkistân atlı birliği ile düşmân üzerine yürüdü. Yanında Osmânlı Türkleri?nden Mustafâ Rûmî?nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu. Hindûlarda ne top, ne de tüfek vardı. Ateşli silâhlar ve Türk atlısının üstün savaş kâbiliyeti, Bâbür?e bu savaşı kazandırdı. Biyana civârında geçen bu ?Kanva Meydân Muhârebesi?nde, düşmân tamâmen imhâ edildi. Bu zafer, birkaç sâat içerisinde düşmânı yok eden Bâbür Şâh için, Pânipüt Meydân Muhârebesi?nden daha büyük bir zaferdi.
Bâbür, bu muhârebeden sonra ?Gâzî? ünvânını almıştır; ölümünden sonra ise ?Cihân Fâtihi? diye anılmıştır. Meşhûr Zeynüddîn Hâfî?nin torunu Şeyh Zeyn Hâfî?nin kaleme aldığı ?Zafernâme?, bütün İslâm memleketlerinin hükümdârlarına gönderildi. Ard arda yapılan fetihlerle, Bâbür İmparatorluğu?nun sınırları çok genişledi.
Bâbür Şâh, memleketin imârı için gayret gösterdi. Hindistân ve Afganistân?da birçok yollar, kervânsarâylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri ma?mûr hâle getirdi.
Âlim, edîp bir zât olan Bâbür Şâh, hayâtını da kendisi yazdı. ?Tüzük-i Bâbürî (Bâbürnâme)? adını verdiği bu kitâbı, Ekber Şâh zamanında Çağatay Dili?nden Farsça?ya, sonra İngilizceye tercüme edilerek neşredildi.
Bâbür Şâh, Türkçe?den başka pek mükemmel sûrette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu.
Türkçe pek değerli bir ?Arûz Risâlesi? yazdı; şiirlerini ?Dîvân?ında topladı. Orijinal yazı stili, ?Hatt-ı Bâbürî? adıyla meşhûr oldu. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin Hanefî fıkhı üzere yazdığı, Farsça ?Risâle-i Vâlidiyye?sini Türkçe nazma çevirdi. Yine kendisi, Hanefî mezhebine âit fıkıh bilgilerini içine alan ?Mübeyyen?adlı bir eser yazdı.
Bâbür Şâh, 25 Aralık 1530?da Agra?da öldü ve vasiyeti üzerine, çok sevdiği Kâbil?e götürülüp, orada gömüldü.Kabri üzerine, Şâh Cihân tarafından 1646?da muhteşem bir türbe yaptırılmıştır.
BÂBÜR İMPARATORLUĞU HAKKINDA
(19 Nisan 2008 – 13 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü Afganistân, Özbekistân ve özellikle Hindistân toprakları üzerinde kurulan Türk-İslâm devletlerindenBâbür İmparatorluğu, dünkü makâlemizde de bahsettiğimiz gibi, 1526 yılında, Tîmûr Hân?ın beşinci batından torunu olan Bâbür [1483-1530] tarafından kurulmuştur. [Kuruluşundan itibâren, İngilizler tarafından yıkılışına kadar 17 şâh gelip geçmiştir. Bunlardan kısa kısa bahsetmek istiyoruz.]
1- Fergana?da dünyaya gelen Bâbür, 1494?te babası Ömer Şeyh Mirza?nın ölümü üzerine Fergana hükümdârı oldu. Bâbür, dünkü makâlemizde bahsettiğimiz muhtelif seferlerden sonra Kuzey Hindistân?ı da fethetti.
21 Mayıs 1526?da Pânipüt Meydân Muhârebesinde İbrâhîm Lûdî?nin 100.000 kişilik büyük ordusunu yok edince, Hindistân-Türk İmparatorluğu tâcı Bâbür?e geçmiş oldu.
1527?de de, bu zaferden daha büyük bir zaferle, yine 100.000 kişilik bir orduya sâhip Hindûları parlak bir zaferle tamâmen imhâ edince, Bâbür İmparatorluğu çok güçlü bir devlet oldu.
2- Agra?da 25 Aralık 1530 yılında vefât eden Bâbür Şâh?ın yerine, 1508?de Kâbil?de dünyâya gelen 22 yaşındaki büyük oğlu Hümâyûn Mirzâ [Nasîreddin Hümâyûn Şâh] geçti.
22 Haziran 1555?te Sûrîlerle yapılan Maçivara Meydân Savaşının kazanılması, Hind kapılarının tamâmen açılmasını sağladı. Bu zafer, Bâbür Devleti?nin ikinci kuruluş tarihi olarak kabûl edilmektedir.
Hümâyûn, 28 Ocak 1556?da vefât etti; Delhî?de defnedildi. Hanımı Hamîde Bânû, onun için, bugün bile san?at yönünden herkesin ilgisini çeken muazzam bir türbe yaptırdı.
3- Hümâyûn?dan sonra devlet idâresi, oğlu Celâleddin Ekber?in eline geçti. Ekber zamanında Bâbür İmparatorluğu sayılı dünyâ devletleri arasına girdi. Ama Ekber Şâh, ?Dîn-i İlâhî? adı ile derleme bir dîn kurmaya çalıştı. Bu dîn sâyesinde bütün tebeası üzerinde manevî ve rûhânî hükümdârlığını tesîs etmek arzûsundaydı. Ancak Mecûsî, Brehmen ve Hıristiyânlara hürriyet tanırken, Müslümânlara zulüm ve işkence ediyordu. [O zamanın büyük dîn âlimlerinden ve Hindistân?ın Serhend şehrinde yaşamış olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri Mektûbât adlı eserinde, Ekber?in İslâm düşmânlığını uzunca anlatmaktadır.]
4- Ekber, 1603 yılında dizanteriden öldü. Ölümünden önce tayîn ettiği oğlu Selîm, ?Muhammed Cihângîr? adıyla tahta geçti. 35 yaşında olan Cihângîr, saltanat değişikliğinden faydalanarak başkaldıranların Delhî?ye bağlanması için çalıştı.
Onun en büyük icrââtı ve hizmeti, babasının İslâm alimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırmasıdır. Ayrıca, ağır ve ezici cezâlara da son verdi.
5- Cihângîr, Ekim 1627?de Keşmîr?den Lahor?a giderken yolda vefât etti. Cihângîr?in yerine oğlu Şâh Cihân, ?Şehâbeddîn? ünvânı ile tahta geçti. Devrinde, İrân, Osmânlı ve Avrupa devletleri ile münâsebetler kuruldu.
6- Şâh Cihân 1652?de hastalanınca, oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib adındaki oğlu, kardeşlerine hâkim olduktan sonra, babasını da tahtından indirerek Temmuz 1658?de Agra?da sultânlığını ilân etti.
Gürgâniye Devleti, 6. şâh olan Evrengzib Âlemgîr zamanında, eski haşmetli devirlerini yaşadı. Evrengzib, dînine bağlı olup, âlimleri severdi.
“Ebü?l-Muzaffer”, “Muhyiddîn Evrengzib”, “Padişâh” ve “Gâzî” ünvânlarına sâhib olan Evrengzib, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma?sûm Fârûkî ve onun oğlu Muhammed Seyfüddîn Fârûkî hazretlerinden feyz aldı. 50 sene adâletle hüküm sürdü.
Hanefî mezhebine göre yazılan ?Fetâvâ-i Hindiyye? adındaki çok kıymetli fetvâ kitâbını, Şeyh Nizâm Muînüddin-i Nakşibendî başkanlığındaki bir hey?ete o hâzırlattı.
Evrengzib, dış siyâsete de önem verdi. Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi. Basra ve Arabistân?la mektûplaşmalar oldu. Mekke şerîfine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu. Bu devrede Osmanlı-Gürgâniye münâsebetleri de ileri safhada idi. Padişâh İkinci Süleymân?ın Hindistân elçiliği ile vazîfelendirdiği Ahmed Ağa, 1690 yılında büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu?nun temsîlcisi olarak kabûl edildi.
Mart 1707 yılında vefât eden Evrengzib?den sonra Gürgâniye Devleti parlaklığını kaybetti. [İnşâallah başka bir fırsatta, kalan 11 şâhtan da bahsederiz.]
GAZNELİ MAHMÛD VE GAZNELİLER
(02 Mayıs 2008 – 26 Rebîu”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Gazne?de 962-1187 (H. 351-583) yılları arasında hüküm süren Türk-İslâm devleti olan ?Gazneli Devleti?nin kurucuları, Sâmânoğulları Devleti?nin hizmetindeyken, orduda en küçük dereceden başlayarak ?Hâssa Ordusu Kumandânlığı?na ve ?Hâcibü?l-huccâb?lığa kadar yükselen Alp Tigin ile onun yardımcısı ve dâmâdı olan Sebüktekin?dir.
Alp Tigin, Sâmânoğulları?ndan Abdülmelik?in hükümdârlığı esnâsında fiilen idâreyi eline aldı (961). Abdülmelik?in ölümü üzerine, çocuk yaştaki kardeşi Mansûr hükümdâr oldu ise de, Alp Tigin, bunun iktidâra getirilmesini istemedi. Bu sebepten Belh şehrine çekildi ve burada Sâmânîler tarafından üzerine gönderilen orduyu yenerek Gazne?ye gitti (962).
Gazne?deki yerli hânedânlığı devirerek müstakil bir devlet kurdu. Ölümü hakkında kesin bir târih yoksa da, bazıları 963?de öldüğünü kabûl ederler. Vefâtından sonra, yerine, yardımcısı ve dâmâdı olan Sebük Tegin[Sebüktekin] geçti. Bunun oğlu meşhûr Mahmûd Sebüktekin [Gazneli Mahmûd] zamanında, Gazne Devleti en parlak devrini yaşamıştır.
GAZNELİ MAHMÛD
2 Kasım 971 (H. 361) târihinde doğan ve otuz üç sene adâlet ve muvaffakiyetle saltanat süren Gazneli Mahmûd; Gazneliler Devleti?nin en büyük hükümdârı, Hindistân Fâtihi ve büyük İslâm kahramânıdır. [1030?da Gazne?de vefât etti. Gazne?deki türbesi pek mükemmel ve müzeyyendir. Yerine oğlu Celâlüd-devle Muhammed geçti.]
Sultân Gazneli Mahmûd, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biridir. O, daha gençlik yıllarında, babasının yanında savaşlara katıldığı için, ömrünün kırk beş senesini savaş meydânlarında geçirdi. Babası Gazneliler Devleti?nin kurucularından Sebük Tegin [Sebüktekin], annesi ise Zâbulistân bölgesinden asîl bir âilenin kızıdır.
Gazneli Mahmûd, dîne, medeniyete pek büyük hizmetler yaptı. Parlak bir devir açtı. Ebü?l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, onun zamânında yaşamış en büyük İslâm âlimlerinden biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin yetiştirilmesine büyük gayret sarf eden Gazneli Mahmûd, bid?at ehline karşı sert, hak mezhep ve ehline karşı pek yumuşaktı.
Gazneli Mahmûd, daha gençlik yıllarında devlet idâresinde görev almaya başladı ve babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesâret ve zekâsıyla kendini gösterdi. Babası Sebük Tegin[Sebüktekin]?in vefâtı üzerine, Sultân Mahmûd hemen Gazne?ye giderek, küçük bir engeli kaldırdıktan sonra saltanatını i?lân etti (997).
Sâmânîlerin elinde kalmış olan Buhârâ, Horasân, Herât, Belh, Bust ve Kâbil?i zaptetti. İrân ve Irâk taraflarında hüküm süren Şîî Büveyhîler (932-1062) ile önce savaş ve sonra sulh ederek saltanatını tanıttırdı.
Şâfiî âlimi Ebû Hâmid İsfehânî?yi, Bağdâd?daki Abbâsî Halîfesi?ne gönderdi. Halîfe el-Kâdir (991-1030), Gazneli Mahmûd?un elçisini memnûniyetle karşıladı. Yeni hükümdâra saltanat alâmetlerinden hil?at, tâc ve bayrakla birlikte, sâhib olduğu ülkelerin ?Ahd?ini gönderip, ?Yemînü?d-Devle?, ?Veliyyü Emîri?l-Mü?minîn? ve ?Emîrü?l-Mille? lakablarını verdi.
Sultân, gönderilenleri kabûlden sonra, İslâm dînini yaymak ve İslâm düşmânlarıyla mücâdele etmek için, her yıl Hindistân?a sefer yapmayı vâdetti. Bundan sonra başşehir Gazne?de büyük bir merâsimle hil?at ve tâc giyen Mahmûd, Abbâsî Halîfesi El-Kâdir adına hutbe okuttu.
Sultân Mahmûd, sırasıyla Horasân ile bugünkü Afganistân ve Belûcistân denilen ülkeleri tamâmen hükmü altına aldı. Mâverâünnehr Hânı İlik Hân ve sonra Kâdir Hân?la savaşarak, Ceyhûn?un ötesine ve Hârezm?e kadar sınırlarını genişletti. Şîî Büveyhîlerden İrân ve Irâk taraflarında Rey, İsfehân, Kazvîn, Sâve, Zencân, Ebher şehir ve kalelerini alıp, sapık akımlara kapılanları şiddetle cezâlandırdı. Râfizîliği ve felsefî ideolojilere âit kitapları imhâ ettirip, yıkıcı faaliyetlere katılanları sıkıca tâkîb ettirdi.
Gazneli Mahmûd, böylece ülkesinin kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemîne ve verdiği söze sâdık kalarak Hint seferlerine başlamaya karâr verdi. Eylül 1.000 târihinde, ilk Hind Seferine çıkan Sultân Mahmûd, bu târihten 1027 yılına kadar Hindistan?a onyedi büyük sefer düzenledi.
GAZNELİ MAHMÛD?UN HİNDİSTÂN SEFERLERİ
(03 Mayıs 2008 – 27 Rebîu”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biri olan Sultân Gazneli Mahmûd?un, Hindistân?a 17 sefer yaptığını yazdık.
1. seferine, Eylül 1.000 târihinde çıkan Sultân Mahmûd, Kâbil?in doğusunda Lamgan bölgesinde Hintlilerin elinde bulunan birkaç kaleyi zabtederek geri döndü.
Sultân Mahmûd?un 2. Hind Seferi, Vayhand Racası Caypal?e karşı oldu. 27 Kasım 1.001 târihinde Peşâver yakınlarında yapılan savaşı Gazneli ordusu kazandı. Caypal on beş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandânlarıyla esîr düştü. Sultân Mahmûd?un eline bu zaferden sonra muazzam bir ganîmet geçti.
1.004 yılında Bhatiya bölgesi Racası Beci Ray üzerine yürüdü. Bu seferde Bhatiya Racalığının bütün bölgelerini ele geçirdi. Bölgede mescitler ve minberler inşâ ettiren Sultân, İslâmiyetin esaslarını öğretmeleri için âlimler de tâyin etti.
Sultân Gazneli Mahmûd, 4. seferini Multan üzerine yaptı. Multan Hâkimi Ebü?l-Feth Dâvûd, Karmatî bozuk inanışına sâhib olup, Ehl-i sünnet düşmanıydı. Gazne ordusunun üzerine geldiğini haber alan Ebü?l-Feth, şehri terk ederek İndus Nehri üzerindeki bir adaya kaçtı. Multan?ı zabteden Sultân, buradaki Karmatîleri cezâlandırdı. 1008 yılında Multan?ın yeni vâlisi Suhpal?ın Müslümanlığı terk ederek Moğol dînine dönmesi üzerine, Sultân Mahmûd çetin kış şartlarına rağmen 5. Hint Seferine çıktı. Multan önünde yapılan savaşı kazanarak, Suhpal?ı tutuklatıp Multan ve çevresinin idâresini komutanlarından Tegin Hazin?e bırakarak Gazne?ye döndü.
Aynı yıl, Kuzeybatı Hindistân ve Pencâb bölgesi racalarının, İslâmiyetin yayılmasını önlemek üzere faâliyete girişmeleri üzerine, tekrâr harekete geçen Sultân Mahmûd, müttefik kuvvetlere karşı Vayhand şehri ovasında yapılan muhârebeyi ağır kayıplar vererek kazandı. Ancak bu savaş ile Kuzey Hindistân racalarının kuvvetleri ezilmiş ve Pencâb yolu Müslümân-Türk orduları için güvenli bir hâle getirilmiş oldu.
Sultân Gazneli Mahmûd, Ekim 1009 târihinde büyük bir ticâret merkezi olan Narayyanpur?u zabtetti. 1010 târihinde çıktığı seferde Multan?ı bütünüyle fethetti. Müslümânlara eziyet eden Karmatîlere ağır bir darbe daha indirildi. 1014 târihinde çıkılan 9. Hint Seferinde Nandana Kalesinin fethinden sonra Keşmîr üzerine yüründü. Keşmîr kuvvetleri iki defa bozguna uğratıldı. Bu zaferin Hindistân?daki yankıları pek büyük oldu ve İslâmiyet en uzak yerlere kadar yayıldı.
Sultân Gazneli Mahmûd, 10. seferini, Hintlilerce mukaddes bilinen pekçok tapınak ve putun bulunduğu Thanesar şehrine yaptı. Hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre giren Sultân, bütün putları kırdırdı. ?Çakrasvami? adındaki en meşhur putu Gazne?ye götürerek halka gösterdi. Bu zafer, Hindûların Müslümânları tanımalarına sebeb oldu. Bunun netîcesinde pekçok kimse İslâmiyetle şereflendi. 1015 yılında Keşmîr yolu üzerinde Lokhot Kalesini kuşattı ise de şiddetli kış yüzünden bir netîce elde edemeyerek geri döndü.
Hint dünyâsı, Sultân Mahmûd?dan o derece yılmıştı ki, herhangi bir yere sefere çıksa, şöhreti ondan önce varıyor ve şehirler korkudan teslîm oluyordu.
12. seferini zengin ve bayındır bir ülke olan Kanave?a karşı yaptı. Sirsava Kalesini zaptetti. Baran (Bulendşehr) Kalesi önüne geldiğinde Raca Hardat, Sultânı karşılayarak Müslümân olduğunu bildirdi ve şehri teslîm etti. Onunla birlikte 10.000 taraftarı da İslâmiyeti kabûl etti. Mahmûd Han, sefere devâmla Cumne ile Ganj nehirleri arasındaki bütün şehirleri aldı. 20 Aralık 1018?de de asıl hedefi olan Kanave?i fethetti. Bu seferden tahmînen üç milyon dirhem para, altmış bin esîr ve beş yüz fil ganîmet ile dönüldü.
1020 yılında Kalincar, 1021?de Keşmir ve 1022?de tekrar Kalincar racaları üzerine seferler düzenleyen Sultân, bunları itâat altına aldı. 16. ve en meşhûr seferini, Somnat üzerine yaptı. Bu şehirde bulunan kutsal bir tapınaktaki put, her yıl, yüzbinlerce Hindû tarafından ziyâret edilir ve en kıymetli mücevherlerle süslenirdi. Sultân Mahmûd bunu işitince, bu sapık inançla birlikte, o putu da yıkmaya karâr verdi. Bu sâyede, Hintliler arasında İslâm dîninin yayılması da çabuklaşmış olacaktı. 18 Ekim 1025 târihinde otuzbin atlı ve yüzlerce gönüllüden meydana gelen orduyla harekete geçen Sultân, 8 Ocak?ta Somnat?ı zabtetti. Tapınağa girdikten sonra müezzine, tapınağın üzerine çıkarak ezân okumasını emretti. Tapınaktaki putların tamâmını kırdırdı. Rivâyete göre tapınaktaki ganîmetten Sultân?ın payına düşen beşte bir malın değeri yirmi milyon dînâr idi.
17. seferinde ise Karmatî olan Mansûra hâkimi Hafîf?i cezâlandırdı.
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-1
(30 Mayıs 2008 – 25 Cemâzi”l-evvel 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Mayıs ayına, ?Fetih ve Fâtih Ayı? dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân?ın vefâtı 3 Mayıs?ta, nâşının İstanbûl?a getirilmesi 22 Mayıs?ta, ?İstanbûl?un Fethi? de 29 Mayıs?ta olmuştur.
Aslında bu ayın başından itibâren, onunla ilgili makaleler yazılabilirdi; ama dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen ?İstanbûl?un Fethi? hâdisesi, 29 Mayıs?ta olduğu için, fetih târihine denk getirmek maksadıyla, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik.İnşâallah bugünkü ve yarınki makâlelerimizde, ?İstanbûl?un fethi? ve ?Fâtih?i hakkında mütevâzı birkaç cümle yazmaya çalışacağız.
İstanbûl?un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona ?Feth-i Mübîn? denildi. Türk târihi, sayılamıyacak kadar çok kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbûl?u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih?in hayâtı, Garp?ta ve Şark?ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamıyacak kadar çok üstün vasfı vardır; inşâallah 2 makâlemizde birazcık bunlardan bahsetmek istiyoruz.
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne”de doğan, Osmanlı padişahlarının yedincisi ve İstanbûl?un fâtihi, II. Murad Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn?un oğlu ve II. Bayezid Hân?ın babası olanFâtih Sultan Mehmed Hân, daha 21 yaşında iken, İstanbûl”u alarak, Bizans İmparatorluğu”na son vermiş,târihin en büyük hükümdârlarından biridir.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbûl?u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek idealiyle yanıp tutuşan Sultân Mehmed, bu büyük mes?elenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişâh, hep İstanbûl?un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Daha Manisa?da şehzâdeyken, hocası büyük âlim ve velî Akşemseddîn, onun İstanbûl?u fethedeceğini kendisine müjdelemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbûl?un fethi ile meşgûldü.
Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm); ?Kostantîniyye (İstanbûl) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur? meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih ve ordusu kavuşmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Donanmayı, Beşiktâş?tan Halîç?e indiren teknik zekâ Fâtih?e mahsûstur. Halîç?te, Kâsımpaşa”dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kâsımpaşa-Ayvansarây arasında 5,5 m. eninde köprü teşkîl ettirmesi, yine onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda, Ulubatlı Hasan?ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan sûrlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri-göğü sarsan ?tekbîr? ve ?tehlîl? sesleri arasında, İstanbûl düştü. Bundan önceki, asırlar boyu devâm eden 28 kuşatmada İstanbûl?u almak nasîp olmamıştı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, Salı günü öğleden sonra Topkapı”dan şehre girdi. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.
Fetihten sonra, bütün Ortodoks Hıristiyânların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı.
İstanbûl?un düşmesinden sonra, sûrlarda Ceneviz kumandân ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fâtih Sultân Mehmed, bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı; sâdece Ceneviz vâlîsi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi.
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa?nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya (Sainte-Sophie),fethin bir sembolü olarak câmiye çevrildi. Fâtih bu ma?bedin kıyâmete kadar ?Câmi? olarak kalmasını yazılı vasiyet etti ve Allah için vakfeyledi.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481?de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze?de vefât etmiştir. Cenâzesi İstanbûl?a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir. [Onun vefâtı ile Hıristiyânlık dünyâsı bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.]
?İSTANBÛL?UN FETHİ? VE ?FÂTİH?E DÂİR-2
(31 Mayıs 2008 – 26 Cemâzi”l-evvel 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze temâs ettiğimiz ?İstanbûl?un Fethi? hâdisesi ve ?Fâtih?i üzerinde, bugün de çok kısa bir şekilde durmak istiyoruz:
İstanbul?un fethi, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Fetih, dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdâr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân,Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini de çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı ve astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi.
Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ ?Avnî? mahlasıyla şiirler de yazdı; sarayda dîvânı olan ilk pâdişâhtır. Fâtih, medreseleri bizzât teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarâyda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta?yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Molla Yegân, Molla Akşemseddîn, Molla Akbıyık, Hocazâde, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, 23 Martta ordusuyla Edirne?den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbûl adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Halîç?e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine, genç Pâdişah İkinci Mehmed; ? Ya ben bu şehri alırım, ya bu şehir beni ?cevâbını verdi.
Fâtih?in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkîk eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. ?Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım? sözü meşhûrdur.
Fâtih Sultân Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşmân hatlarına girerek göstermiştir. İstanbûl Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Râhatlıkla söylenebilir ki, Osmânlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih?tir.
Topçuluğa da gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih?ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmânı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydân muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesâplarını bizzât kendisi yaptı.
Cenâb-ı Hak, ona rahmet eylesin ve Cennet?te en yüksek makâmlar ihsân buyursun.
ABDÜLKERÎM SATUK BUĞRA HÂN VE KARAHÂNLILAR
(06 Haziran 2008 – 02 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizde, Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan bahsetmeye çalışacağız. Çünkü o, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
[840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Hân tarafından kurulan ve Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran Karahânlılar Devleti [840-1212]; ilk Müslümân-Türk devletidir.]
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Hân [v. 955 (h. 344)], güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle olmuştur. Babası, ?Karahânlı? hükümdâr âilesinden Bezir Hân idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadîr Hân?ın himâyesinde büyüdü.
Satuk Buğra, henüz on iki yaşlarında iken, Mâverâünnehir ve Horasân bölgesine hâkim olan Müslümân Sâmânlı Devleti şehzâdeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nâsır bin Ahmed, Oğulcak Kadîr Hân?ın ülkesine sığındı. O, buna iyi muâmele edip Artuç nâhiyesinin [veya kasabasının] idâresini verdi. Bu Artuç nâhiyesi [veya kasabası], Nâsır bin Ahmed”in gayretleri ve gelip-giden müslümân tâcirler sâyesinde önemli bir ticâret merkezi oldu. ?Satuk Buğra? da, Artuç”un ziyâretçileri arasındaydı. Karahânlılara sığınan Nâsır bin Ahmed [veya Ebû Nâsır] adlı Sâmânî şehzâdesiyle tanışıp ondan [yahut da diğer müslümân dîn adamlarından] İslâmiyeti öğrenerek müslümân olmakla şereflendi ve ?Abdülkerîm? adını aldı.
Yirmi beş yaşına gelince, müslümân olduğunu açıklayıp iktidârda olan amcası ile mücâdeleye başladı. Onunla ?Fergana Savaşı?nı yaptı. İlk olarak ?Atbaşı Kalesi?ni zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla,Kaşgar üzerine yürüyüp orayı fethetti. Amcası Oğulcak Kadîr Hân?ı da öldürdü. Ülkede hâkimiyeti sağlayıp birliği temîn etti. Türk ülkelerinde İslâmiyeti hızla yaydı. Ebü”l-Hasan Muhammed gibi İslâm âlimleri, Satuk Buğra Hân?a işlerinde yol gösterip hayra teşvîk ettiler.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabîlelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistân şehirlerini birer birer ele geçirdi.
Bu sırada Karahânlılar Devleti?nin doğu kısmına hâkim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Hân, Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?a karşı savaş açtı. Satuk Buğra Hân da, müslümânların yardım ve desteğiyle, onunla ?Balasagun Savaşı?nı yaptı ve gâlib geldi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, işte bundan sonra Satuk Buğra Hân, güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle oldu.
955 (h. 344) senesinde, Kaşgar civârında bulunan Artuç kasabasında vefât edip oraya defnedildi. Kendisinden sonra, Mûsâ Tunga adında bir oğlu, ondan sonra da Baytaş Süleymân Arslan hükümdârlık yaptı. [Başka oğulları ve kızları olduğu da rivâyet edilmiştir.]
Biyografisini, olabildiğince özetlemeye çalıştığımız Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslâm âlimi gelip İslâmiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar.
KARAHÂNLILAR
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan, özetle bu kadar bahsettikten sonra, şimdi de bir nebze, Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devleti olan Karahânlılar Devleti[840-1212]?nden bahsedelim.
Yukarıda da belirtttiğimiz gibi, 840 senesinde Uygur Devleti?nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında kurulan Karahânlılar Devleti?nin ilk kurucusu Bilge Kül Kadîr Hân, Mâverâünnehir?i almak isteyen Sâmânîler Devleti ile mücâdele etmiştir.
Karahânlıların başlangıç dönemi, ilmî yönden pek açık değildir. Kadîr Hân?dan sonra iki oğlundan Bazır Arslan Hân, Balasagun?da Büyük Kağan olarak, kardeşi Oğulçak Kadir Hân ise, Ortak Kağan olarak Taraz?da devleti idâre ettiler. Oğulçak Kadîr Hân, Sâmânî Hükümdârı İsmâîl bin Ahmed ile devâmlı mücâdele etti.Sâmânîler, 883 senesinde Taraz?da devleti ele geçirince, Oğulçak Kaşgar?ı merkez yapıp, Sâmânî hâkimiyetindeki bölgelere akınlara başladı.
Bu akınlar sırasında Oğulçak Kadîr Hân?ın yeğeni Satuk da, amcası Oğulçak?a karşı taht mücâdelesine girişti.Onuncu asrın başlarında, müslümânlardan aldığı yardımlarla da taht mücâdelesini kazanan Satuk Buğra Hân, Karahânlı hükümdârı olarak İslâmiyeti kabûl ettiğini i?lân etti.
KARAHÂNLILAR DEVLETİ HAKKINDA
(07 Haziran 2008 – 03 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dünkü makâlemizde de ifâde ettiğimiz gibi, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadîr Hân tarafından kurulan ve devrin İslâm kaynaklarında ?El-Hâkâniye?, ?El-Hâniye?, ?Âl-i Afrasiyâb?; başka eserlerde de, ?Alp-İlig Hânlar?, ?Arslan-Buğra Hânlar? ünvânlarıyla anılan ?Karahânlılar? Devleti; 840-1212 târihleri arasında Türkistân ve Mâverâünnehir?de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devletidir.
?Karahânlılar?, Karluk, Çiğil, Yağma ve diğer Türk boylarından meydana gelmektedir. Karahânlılar tâbiri, batılı şarkiyâtçılar tarafından, bu sülâlenin ?Kara? ünvânını çok kullanmaları sebebiyle verilmiştir. ?Kara?, Türkçede,?kuzey yönü?nü işâret etmesinin yanında, ?büyüklük? ve ?yükseklik? de ifâde eder.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân?dan i?tibâren sekiz (8) sultân gelip geçtikten sonra, ilki Muhammed Aynüddevle (tahta geçişi 1041), sonuncusu Osman (tahta geçişi 1204) olan yirmibir (21) aded Batı Karahânlı Kağanı hüküm sürmüştür. Bunlar, 1211?de Harezmşâhların hâkimiyeti?ne girmişlerdir.
İlki Süleymân (tahta geçişi 1032), sonuncusu Üçüncü Muhammed (tahta geçişi 1211) olan 11 (onbir) aded de Doğu Karahânlı Kağanı vardır. Bunlar da 1211?de Noymanların işgâline uğramışlardır.
Ma?lûm olduğu üzere, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes?in torunları olan Türkler, hükümdârlarının müslümân olmasından sonra, fıtratlarındaki temizlikle, seve seve ve büyük topluluklar hâlinde, en son ve en mütekâmil dîn olan İslâmiyeti topluca kabûl etmişlerdir.
Sekizinci asırda müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunduğu Türklerin 10. asırda topluca İslâmiyeti kabûlü, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından pek önemlidir.
Müslümân olunca, Abdülkerîm adını alan meşhûr Karahanlı Sultânı Satuk Buğra Hân, doğudaki amcasına karşı mücâdelesinde, müslümân gönüllülerden de faydalandı. Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, 995 senesinde vefât edince Artuç?a defnedildi. Yerine oğlu Mûsâ hükümdâr oldu. Onun çok kısa sürdüğü anlaşılan saltanatından sonra hükümdâr olan Baytaş Arslan Hân, doğu kağanı Arslan Hân?ı mağlûb ederek sülâlenin bu kolunu ortadan kaldırdı ve bütün Karahânlıları birleştirdi.
Büyük evliyâ Ebü?l-Hasan Muhammed?in yardımı ile ülkenin doğusundakiler de müslümân oldular. Baytaş Arslan Hân, Karahânlı ülkesinde İslâmiyetin yayılması faaliyetlerini tamamlayınca, komşu Türk boylarını hak dîne dâveti, kendisine gâye edindi.
Baytaş?tan sonra oğlu Ebü?l-Hasan Alî hükümdâr oldu. Bu dönemde devletin batı kısmını, kardeşi Buğra Hân Hârûn idâre ediyordu. Buğra Hân Hârûn, 990 senesinde İsbicâb?ı zaptedip, 992 senesinde Sâmânîlerin merkezi Buhârâ?ya girdi. Böylece Horasân ve Mâverâünnehir, Karahânlıların eline geçti. ?Şihâbü?d-devle? ve ?Zahîrü?d-da?vâ? gibi İslâmî ünvânlar kullanan Buğra Hân Hârûn, Kaşgar?a dönerken 996 yılında vefât etti. Yerine Ahmed bin Alî geçti. Müslümânların Halîfesi tarafından tanınan ilk Karahânlı hükümdârı bu Ahmed Hân?dır.
KARAHÂNLILAR ZAMÂNINDA KÜLTÜR VE MEDENİYET
?Hâkânî Türkleri? adını taşıyan ve Türk an?anesine göre kurulan ?Karahânlı Devleti?, 10. asırda İslâmiyeti kabûlüyle, ilk İslâmî-Türk eserleri meydana getirdiler. Karahânlı hükümdârlarının ilme hayranlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer medeniyet ve kültür beşiği hâline geldi.
Doğu Karahânlılar devrinde Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib, ?Kutadgu Bilig?; Kaşgarlı Mahmûd, ?Dîvânü Lugâti?t-Türk?; İmâm Ebü?l-Fütûh Abdülğafûr, ?Târih-i Kaşgâr? adı ile, Türk dili, edebiyâtı, kültürü ve târihi için çok mühim eserler yazdılar.
Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukukçu ve âlimleri yetişti. Bunlardan bâzıları şunlardır: Burhâneddîn Merğînânî, Şemsül-Eimme Serahsî, Şemsül-Eimme Hulvânî, Ebû Zeyd Debbûsî, Fahrül-İslâm Pezdevî, Sadrüş-şehîd, Melikül-Ulemâ Kâsânî [Kâşânî], Ömer Nesefî, Sirâcüddîn Ûşî.
?Şâh-i Türkistan? denilen Ahmed Yesevî hazretleri, İslâm dîninin göçebe Türkler arasında yayılmasına hizmet etmiş olup bugün bile, Rusya, Bulgaristan, Çin ve İrân?daki Türklerin Türklüklerini ve İslâmlıklarını muhâfaza etmelerinde tesîri vardır.
Türk hat sanatı Karahânlılar ile başlamıştır. Kûfî, sülüs, celî gibi yazı türleriyle Kur?ân-ı kerîm ve hadîs kitapları i?tinâ ile yazılıp saklanmıştır.
SULTÂN ALPARSLAN VE IV. ROMANOS DİOGENES
(20 Haziran 2008 – 16 Cemâzi”l-âhir 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
20 Ocak 1029?da doğan, iyi bir tahsîl görüp sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandânlığı ile ün salanSultân Alparslan; Selçûklu Devleti hükümdârlarından ve Türk milletinin en büyük kahramânlarından biridir. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasân vâlîsi Çağrı Bey?in oğludur. Babasının ölümünden sonra Horasân vâlîsi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063?te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine Selçûklu tahtına Alparslan?ın ağabeyi Süleymân getirildi, fakat Türk beyleri buna i?tirâzda bulundular ve Alparslan?ı hükümdâr tanıdılar.
Alparslan, 27 Nisan 1064?te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezîrliğini yapan ve ağabeyi Süleymân?ın tahta çıkmasını isteyen Amîdül-mülk Kündirî?yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak târihe adı geçen Nizâmül-mülk?ü vezîr ta?yîn etti. Başına buyruk beylerle mücâdeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altında toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devletini derleyip toparladı ve kuvvetlendirdi.
1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu?nun üzerine yürüdü. Gürcistân?ı zaptetti. İsyân eden kardeşi Kavurd?u itâate zorladı. 1065?te Amuderyâ ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdârla anlaştı. Alparslan?ın beyleri, Anadolu?da akınlar yapıp sayısız zaferler kazandılar.
SULTÂN ALPARSLAN?IN İSLÂM DÎNİNE HİZMETİ
Sultân Alparslan, saltanatı müddetince İslâm dînine hizmet etti. İslâmiyet?i içten yıkmaya çalışan gizli düşmânlara ve bâtınî hareketlere karşı çok hassâstı. Hattâ bir defasında; ?Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü teâlânın izniyle silâh kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bid?at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, hâlis Türkleri azîz kıldı? demiştir.
Alparslan, büyük târihî zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maâşlar tahsîs etmek, i?mâr ve sulama te?sîsleri vücûda getirmek sûretiyle de hizmetler yaptı. İmâm-ı A?zam?ın türbesi, Hârezm Câmii ve Şadyah kalesi gibi pek çok eseri inşâ ettirdi. Zamanında, İmâmül-Haremeyn Cüveynî, İmâm-ı Gazâlî, Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Abdülkerîm Kuşeyrî, İmâm-ı Serahsî gibi büyük âlimler yetişmiştir.
BİZANS İMPARATORU ROMANOS DİYOJENES
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen ve Kapadokyalı soylu bir âileye mensûp olan IV. Romanos Diogenes(Romen Diojen); Kostantinous Diogenes?in oğludur. Romen Diojen, iyi bir cengâverdi; fakat hânedân mensûbu değildi. Onun askerlik bilgisi, tecrübe ve cesâreti, İmparator Onuncu Kostantinous?un 1067?de ölümüyle dul kalan Bizans İmparatoriçesi Eudoxie[Eudokia]?nin dikkatini çektiğinden, İmparatoriçe kendisiyle evlenme talebinde bulunan diğer adayları ve teklîflerini reddederek, 1068?de Diojen?i tercîh etti. İmparatoriçe ile evlenerek, 1 Ocak 1068?de Bizans tahtına çıkan Romen Diojen, 1068-1071 târihleri arasında Bizans imparatoru oldu.
Hânedân dışından bir şahsın Bizans İmparatorluğuna getirilmesi üzerine asîller, iktidâra karşı cephe aldılar. Ülke içindeki muhâlefeti tasfiye etmekle meşgûl olan Diojen, zekâ ve tecrübesine inandığı şahısları devlet kadrolarında vazîfelendirip, Bizans?ın doğu hudûdundaki hâdiseleri de dikkatle takîb ettirdi.
Selçûklu Devletinin gittikçe kuvvetlenmesi, Bizans İmparatorluğu?nu telâşlandırdı. Romen Diojen, İmparator olur olmaz, Franklardan, Uzlardan ve Makedonyalılardan topladığı orduyla Selçûklulara karşı seferlere başladı. Kayseri, Sivas, Divriği, Toroslar ve Haleb yoluyla güneye indi. Menbic?i aldıktan sonra, İstanbul?a döndü.
1070?te Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu. Palu?ya geldiğinde, Malatya?da bıraktığı ordusunun, Türkler tarafından perîşân edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbûr kaldı.
Muhtelif ırklardan meydâna gelen kalabalık bir ordunun başında Türkleri Anadolu?dan sürmek ve arkasından İran?a yürüyerek Sultân Alparslan?ın merkezini zaptetmek için 13 Mart 1071?de tekrâr yola çıktı.
Ancak bilindiği gibi, 26 Ağustos?ta Malazgirt Savaşını kaybetti. Bütün hazîneleri ile birlikte Sultân Alparslan?a esîr düştü.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİ VE BAZI NETÎCELERİ
(21 Haziran 2008 – 17 Cemâzi”l-âhir 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Bu makâlemizin hemen başında önce şunu ifâde edelim ki, Selçûklu Türkleri, Malazgirt Meydan Muhârebesinden daha yıllar önce, Allahü teâlânın dînini yaymak için Anadolu içlerine gazâ akınları tertib ettiler. Bu akınlarda, Anadolu?nun, Türklerin yerleşmesine müsâit coğrafî husûsiyet ve zenginliklere sâhip olduğu tespît edildi.
Büyük Selçûklu Devleti Sultânı Alparslan?n 40.000 kişilik kuvveti ile Bizans İmparatoru Romen Diojen?in 200.000 kişilik kuvveti arasında, 26 Ağustos 1071 târihinde, Doğu Anadolu?da Malazgirt Ovası?nda meydâna gelen Malazgirt Meydân Muhârebesi; Türklere Anadolu?yu kazandıran, son derece önemli Selçûklu-Bizans Savaşıdır.
Bu muhârebe, dînî, millî, siyâsî, askerî netîceleri bakımından Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biridir. Malazgirt Zaferinden sonra, on beş yıl içinde bütün Anadolu Türkler tarafından ele geçirildi. Bu zaferle Anadolu?nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünyâ târihinde çok mühim bir dönüm noktası oldu.
Şimdi birazcık, târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri olan Malazgirt Meydân Muhârebesinin öncesinde ve sonrasında meydâna gelen bazı hâdiselerden bahsetmeye çalışalım:
1070 yılında Alparslan, Horasân ve Irâk ordularının başında Âzerbaycân?a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslîm oldu. Diyârbekir”den el-Cezîre?ye girdi, Urfa?yı kuşattı. Mısır?da birbirleriyle mücâdele eden Fâtımî komutanları, Alparslan?ı Mısır?ı almaya teşvîk ediyorlardı. 1071 yılında Selçûklu ordusu Halep?te toplandı.
Tabîî ki Selçûklu Türklerinin Anadolu?ya akınları, Bizans Devletini telâşlandırdı. Akıncıların bu gazâlarında, Anadolu ahâlîsine terör ve tahrîbâttan ziyâde adâletle muâmelesi, zâlimleri ortadan kaldırmaları, can, mal ve ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçûklu idâresini gönülden tercîh etmelerine yol açtı.
Alparslan?ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes, son bir hamle yapmayı düşündü. Âzerbaycân?a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu?dan atmaya karar verdi. Rumeli?de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türkleri?ni de ordusuna kattı. 13 Mart 1071?de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul?dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi va?d etti.
Diyojenes ve ordusu, yol boyunca katliâm yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt?e ulaştı. Haleb?i teslîm aldığı sırada, Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferi?nden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekâtını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyârbekir ve Bitlîs?e ulaştı.
Alparslan, ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat?a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat?ta oldu; Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan İmparator, Malazgirt Kalesine hücûm edip, içerde yaşayan kadın-çocuk-ihtiyar kim varsa hepsini öldürdü.
Malazgirt?e doğru devâmlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt?in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat?a gönderilen kuvvetlerin de gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.
26 Ağustos Cuma günü, askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı; ?Yâ Rabbî! Seni kendime vekîl yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbî! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü; ?Ey askerlerim! Eğer şehîd olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbâl bizimdir.?
Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece akıllıca bir harp taktiği planlamıştı. Hilâl şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydânında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilâlin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perîşân oldu. İmparator esîr edildi. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, huzûruna getirilen imparatoru, hiç ümîd etmediği şekilde affetti. [Fâtih Sultân Mehmed Hân da İstanbul fethinden sonra, bütün Bizanslılara karşı aynı âlîcenâplığı göstermişti.]
SELÇÛKLU DEVLETİ HAKKINDA KISA BİR ÖZET
(01.08.2008 ? 29 Recebü?l-ferd 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, Sultân Alparslan ve Malazgirt Meydân Muhârebesini ele almıştık.
Bugünkü ve yarınki makâlelerimizde ise, bir nebze ?Selçûklu Devleti? üzerinde durmak istiyoruz. [İnşâallah 22-23 Ağustos târihlerinde de, 26 Ağustosa çok yaklaşılacağı için, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesi?konusunu işlemeyi düşünüyoruz.]
Selçûklular; Çin?den Batı Anadoluya kadar bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sâhilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicâz ve Yemen?den Rusya içlerine kadar yayılan hâkimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsîlcisidirler.
Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerinden olan Selçûklu Devletini, ?Oğuzlar?ın ?Üçoklar? kolunun, ?Kınık Boyu?na mensûp olan Selçûklular kurmuşlardır. Onuncu asrın sonu ile onbirinci asrın başlarında İslâmiyeti kabul eden Selçûklular, i?tikâtta ?Mâtürîdî?, amelde ?Hanefî? olup, ?Ehl-i Sünnet Mezhebi?ndeydiler.
Devlete adını veren Selçûk Bey, Aral Gölüyle Hazar Denizi arasına hâkim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandânlarından Dukak Subaşı?nın oğludur. Dukak ölünce, onyedi-onsekiz yaşlarındaki Selçûk Bey ?Subaşı? oldu. Genç yaşına rağmen, yüksek mevkı?lere ulaşan Selçûk Beyin devâmlı artan bir i?tibâra sâhip olması, Yabgu ve hanımını telâşlandırdı. Onu başlarından atmak için çâre aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçûk Bey, kabîlesiyle birlikte oradan ayrıldı. [Güney yoluyla muhtemelen 985?lerde Seyhûn Nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bu bölge ve şehir, İslâm ülkelerine geçişte hudûd durumundaydı.]
Selçûk Beyin idâresindeki Türkler, kısa zamanda İslâmiyeti kabûl ettiler. Bu durum Yabgu ile aralarını iyice açtı. ?Müslümanlar gayr-i müslimlere harâç vermez? diyen Selçûk Bey, Yabgu?nun harâç memûrlarını kovdu ve istiklâlini i?lân etti. Gayr-i müslim Türkler arasında cihâd faaliyetlerine girişti.
Selçûk Beyin istiklâlini i?lân edip, Yabgu?ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücâdeleye girişmesi, çevrede tanınıp, i?tibâr kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgu?suna karşı olan Türkler, onun etrâfında toplandılar.Müslümânlardan da destek alan Selçûk Bey, müslümân olmayan Türkler üzerine yaptığı gazâlarla şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Mâverâünnehir?de üstünlük sağlamaya çalışan müslümân devletlerden biri olanSâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultânı, Selçûk Beye, devletinin sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına mukâbil, Buhârâ yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçûk Bey; Mîkâil, Arslan, İsrâîl, Yûsuf ve Mûsâ adındaki oğullarıyla Büyük Selçûklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak yüz yaşlarında vefât etti. Selçûk Beyin büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mîkâîl, babasının sağlığında ölmüştü.
İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. ?Yabgu? ünvânını alarak, ?Selçûklular? da denilmeye başlayan âilesini teşkîlâtlandırdı.
Karahânlıların, Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend?den kaçan Sâmânî şehzâdelerinden İsmâîl Muntasır?ın Arslan Yabgu?ya sığınması, Karahânlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçûklular, Karahânlılar karşısında başarılı muhârebeler yaptılar.
Selçûkluların güçlenmesi, bölgenin hâkimi olan Karahânlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. 1025?te Karahânlı-Gazneli işbirliğiyle Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistân?daki Kâlencer Kalesine hapsedildi.
Bu hâdiseden sonra Selçûklularla Gazneliler arasında açık bir mücâdele başladı. Onun esâreti yıllarında Selçûklular, ortak hükümdâr sistemiyle idâre edildi. Mûsâ?yı ?Yabgu?luğa, Yûsuf?un oğlu İbrâhim?i de ?Yınal?lığa getirdiler. Mîkâîl?in oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler, amcalarının hâkimiyetini tanımakla berâber, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mâhir süvârîlerden meydâna gelen Selçûklular, kalabalık hayvân sürüleri ve atları için bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu gâyeyle, zaman zaman komşuları Karahânlılar ve Gaznelilerin sınırlarını aşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular.
Onların bu hâlini kendileri için tehlikeli gören Karahânlılar, Selçûklu âilesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi; hattâ Yûsuf Bey öldürüldü. Mûsâ Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahânlı kuvvetlerini yenerek, Yûsuf Beyin intikâmını aldılar. Siyâsî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçûklular bir hayli zâyiâta uğratıldılar.
[İnşâallah yarın bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.]
SELÇUKLU DEVLETİ HAKKINDA BİRKAÇ KELİME DAHA
(02.08.2008 ? 30 Recebü?l-ferd 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Dün bir nebze, Selçûklu Devletinin kuruluşundan, Karahânlılar ve Gaznelilerle mücâdelesinden bahsetmiştik.
Çağrı Bey, dağılan Selçûklulardan üç bin kişilik bir süvârî kuvvetiyle, Gazneli mukâvemet mevkı?lerini aşarak Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından kuzeyde Tiflis?e kadar uzanan bölgede keşif hareketi yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini mağlûp ederek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle gerekli siyâsî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Bol ganîmetle geri döndü.
Çağrı Bey, keşif hareketi netîcesinde, bölgenin Selçûkluların yerleşmesine müsâit olduğunu tespit ederek Tuğrul Beye rapor verdi. Tuğrul Bey, ortalığın yatışması için çöle çekilmişti.
Selçûkluların esîr yabguları Arslan, 1032 senesinde Hindistân?da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde vefât edince, Gaznelilerle münâsebet daha da bozuldu.
Mûsâ Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçûklu ve Türkmen kuvvetleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere âit olan Horasân?a, ânî bir taarruzla girerek; Merv, Nîşâbûr ve Serahs havâlîsini ele geçirdiler.
Gazne Sultânı Mes?ûd, Selçûkluları tanımak mecbûriyetinde kaldı. Mûsâ Yabgu?ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin vâlîliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir müddet devâm etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçûklu mücâdelesi, daha da şiddetlendi. Selçûklular, hafîf süvârî kuvvetleriyle, Gaznelilerin fîllerle takviye edilmiş ağır techîzâtlı, çoğu piyâdeden meydâna gelen ordusuna, gerilla harpleriyle çok kayıp verdirdiler. 1038 senesinde Serahs civârında yapılan muhârebede, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı.
Gazneli Sultan Mes?ûd büyük bir devlet adamı, cesâretli bir kumandân olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nîşâbûr?u Selçûklulara terk edip, kesin netîce alınacak büyük muhârebeyi devâmlı geciktirdi.
Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrâhîm Yınal, 1038?de Nîşâbûr?u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nîşâbûr?a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey ?es-Sultânü?l-Muazzam=Muazzam sultân?, Çağrı Bey de ?Melikü?l-mülûk=Melikler Meliki? ünvânını aldılar. Büyük Selçûklu Devletinin kuruluş ve istiklâlini i?lân ettiler. Selçûklu-Gazneli mücâdelesi, 23 Mayıs 1040?ta yapılan Dandanakan Meydan Muhârebesi ve Selçûkluların üstünlüğü ele almasıyla netîcelendi.
Dandanakan?ın muzaffer başkumandânı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yâni büyük ziyâfette üstün idârecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdîr ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçûklu Sultânı i?lân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda fethedilecek yerlerle, idâreciler tespit edildi.
Ceyhûn ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistân havâlîsi Mûsâ Yabgu?ya, Nîşâbûr?dan i?tibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yâkûtî ile İbrâhîm Yınal, batı cephesinde vazîfe aldılar. Hânedândan Arslan Yabgu?nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan?a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirmân havâlîsine ta?yîn olundular.
Vazîfe taksîminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehir, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirmân ve civârı, Hürmüz Emîrliği hattâ Arabistân Yarımadasında Ummân ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamâmen zaptedildi.
Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvîn, Dihistân, İsfehân, Nihâvend, Rey ve Şehrezûr?u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046?da Gence, 1048?de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havâlisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgâlindeki Bağdat hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultân Tuğrul, Büveyhîlerin işgâlindeki halîfelik merkezi olan Bağdât?ı kurtarmak için, Abbâsî Halîfesi el-Kâim bi-Emrillah?ın da?vetiyle, 17 Ocak 1055?te Bağdât?a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümânların büyük hüsn-i kabûlüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdârlığını yıkarak Abbâsî halîfeliğini yeniden ihyâ etti. İslâm âleminin takdîrini kazanıp, büyük iltifâtlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fâtımî saldırılarını bertaraf etti.
Halîfelik makâmına ve Bağdât şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058?de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan hâlife, onu, doğunun ve batının hükümdârı i?lân etti. Selçûklu sultânının, halîfe tarafından ?Dünyâ hâkânı? i?lân edilmesi, Türklere büyük i?tibâr kazandırdığı gibi, alplik rûhunu okşayarak İslâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrîkler sebebiyle isyân eden üvey kardeşi İbrâhim Yınal?ı cezâlandırdı.
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNİN ÖNEMİ
(22.08.2008 ? 20 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Hâtırlıyacağınız üzere, 20-21 Haziran 2008 târihli makâlelerimizde, ?Sultân Alparslan ve IV. Romanos Diogenes?, ?Malazgirt Meydân Muhârebesi ve Bazı Netîceleri? konularını kısa kısa ele almıştık.
26 Ağustos?ta Malazgirt Meydân Muhârebesinin bir sene-i devriyesini daha idrâk edeceğimiz için, bugün ve yarınki makâlelerimizde, tekrâren ?Malazgirt Meydân Muhârebesinin Önemi? ve ?Malazgirt Meydân Muhârebesinden Alınacak Dersler? konularını işlemek istiyoruz.
Fâtimî Devletinin İslâm ülkeleri ve Abbâsî Halîfeliği için tehlike arz etmesi üzerine, 1071 yılında Mısır Seferine çıkan Selçûklu Sultânı Alparslan, Sûriye?de bulunuyordu.
Türklerin Sûriye topraklarındaki harekâtını haber alan Bizans İmparatoru Romen Diojen, 13 Mart 1071?de İstanbul?dan 200.000?den ziyâde Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli?de yaşayan İslâm dînini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli asker alarak Anadolu?ya geçti.
Sivas?a gelen Diojen, bu bölgedeki Ermeni Prensleri ile ahâlîsini toptan öldürttü. Ermenilerin mallarını askerlerine yağma ettirdi.
ROMEN DİOJEN?İN BÜYÜK KİBRİ
Hâzırladığı güçlü ordusuna güvenen ve çok kibirlenen Diojen, Bizanslılara büyük zaferle dönmeyi va?dediyordu. Hareketinden önce verdiği nutukta da azmini şöyle belirtiyordu: ?Doğu hudûdumuzda büyük bir İslâm tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. İşte ben muazzam ordumun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.?
Büyük Selçûklu Sultânı Alparslan, muhârebe azmiyle ordugâh kurarken, düşmânla döğüşeceğini, önceden Bağdâd?taki Abbâsî Halîfesi el-Kâim(1031-1075)?e bildirip duâ talep etti. Halîfe, Sultân Alparslan?a, İbnü?l-Mahlebân isimli âlimi, bütün câmilerdeki imâmlara da, cumâ hutbesinde Alparslan ve ordusunun muzaffer olması için okunacak birer hutbe metni gönderdi.
Sultân Alparslan, savaş başlamadan evvel, bütün müslümânların her savaştan önce yaptıkları gibi, sulh teklîfi için, Halîfe?nin gönderdiği İbnü?l-Mahlebân?ı, değerli komutanlarından Sav Tigin?le birlikte Diojen?e elçi olarak gönderdi.
Sultan Alparslan?ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabâhı, Bizans ordugâhında sulh teklîfi yapınca hafîfe alınıp, hakârete uğradı. Diojen, müslümânların sulh teklîfini şiddetle reddedip; ?Sultânınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzâkerelerini Rey?de yapacağım, ordumu İsfehân?da kışlatıp, Hemedân?da sulayacağım? dedi.Diojen bir de, hey?et başkanına alay yollu; ?Kışlamak için İsfehân mı, yoksa Hemedân mı daha iyi?? diye sordu.
Müslümanların heyet başkanı da, kibirli Diojen?e; ?Atlarınızın Hemedân?da kışlayacaklarından ben de emînim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum? diyerek hakettiği cevâbı verdi.
ROMEN DİOJEN?İN HEDEFİ
Diojen, Türklerin Anadolu?ya bir daha akın yapamamalarını sağlamak için, Îrân?ın içlerine ilerleyip, Türkleri doğuya sürmek, hattâ başşehirlerini zaptetmek istiyordu. İmparator, yalnız Anadolu?yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmekle kalmıyacak, bütün İslâm ülkelerini de alacaktı. Horasân, Rey, Irâk-ı Acem ve Arap, Sûriye vâlîliklerini komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hattâ va?detmişti. İstîlâ edeceği İslâm ülkelerindeki câmilerin yerine kiliseler açmayı ve bu sûretle İslâm dînini ortadan kaldırmayı da aklına koymuştu.
Diojen, Sivas?tan hareket etmeden önce generalleri ile harp meclisi kurdu. Bu harp meclisinde muhârebenin plân ve hedefi ta?yîn edilecekti. Harp meclisinde generallerden, ta?kîb edilmesini lüzûmlu gördükleri teklîflerin ortaya konmasını istedi.
Sivas?taki harb meclisinde, yapılacak harekâtın plân ve hedefi hakkında, iki ana teklîf ortaya çıktı. Bunlardan birincisini bugün zikredelim; ikincisini de inşâallah yarın ele alalım:
Bizans ordusunun en bilgili ve tecrübeli komutanlarından Rumeli ordusu kumandanı General Nikefor Bryennes ile iyi bir stratejist ve tecrübeli bir komutan olan Türk asıllı general Magistors Tarkhal(Jozeph Tarhchaniotes)?dan geldi. Bu iki general, hudût boylarındaki tecrübelerine dayanarak, müslümân Türklere karşı çok ihtiyâtlı olarak harekâta girişmeyi tavsiye edip, ordunun Erzurum?a kadar ilerleyerek, burada Türk ordusunu muhârebeye zorlayacak ve kışkırtacak bir tertîbin alınmasını, bu sûretle muhârebenin kendi toprakları içinde yapılarak lojistik desteğin kolaylaştırılmasını ve Türklerin istifâdesine yarayacak her türlü maddî imkânın tahrîb edilmesini teklîf ettiler.
[Konumuza inşâallah yarın devâm edelim.]
MALAZGİRT MEYDÂN MUHÂREBESİNDEN ALINACAK BAZI DERSLER (23.08.2008 ? 21 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
İki tecrübeli generalin, harp plânıyla ilgili olarak Diojen?e yaptıkları teklîfe karşılık, İmparator?a hoş görünmek isteyen ikinci teklîf sâhibi muhâlif generaller, hedefin daha derin olmasını ve ordunun vakit kaybetmeden Erzurum?a varıp, Îrân?a yönelmesini ve Türk ordusu ile nerede rastlanırsa orada, daha ziyâde Türk ülkeleri içinde harp edilerek yok edilmesini teklîf edip, birincileri korkaklıkla ithâm ettiler. Bu son teklîf, esâsen Bizans İmparatoru?nun kendi kafasındaki plâna da uygun düştüğünden, hemen ordunun doğuya hareket etmesini emretti.
SULTÂN ALPARSLAN?IN TEVÂZUU
Selçûklu Sultânı Alparslan, âlim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muhârebeyi Cumâ günü yapmayı tercîh etti.
Sultan Alparslan, muhârebe gecesi, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve nârâlar ile bütün gece ta?cîz ederek yorgun bir hâle düşürdü. Selçûklular, geceleyin Bizanslılar safında bulunan Türk asıllı birliklerle temâs kurdular. Onların Bizans ordugâhından ayrılarak Selçûklu ordusuna katılmalarını temîn ettiler.
Dünkü makâlemizde belirttiğimiz gibi, Diyojen?in büyük kibrine karşılık, 26 Ağustos Cumâ günü askerlerini toplayan Alparslan atından inip büyük bir tevâzuyla secdeye kapandı; ?Yâ Rabbî sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihâd ediyorum. Yâ Rabbî niyetim hâlistir. Bana yardım et; sözlerimde hilâf varsa beni kahret!? diye duâ etti.
Sonra askerlerine dönerek; ?Burada, Allahü teâlâdan başka bir sultân yoktur, emir ve kader O?nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihâd etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz? dedi.
Askerler coşarak hep bir ağızdan; ?Aslâ emrinden ayrılmayacağız? mukâbelesinde bulundular. Sonra hepsi ağlayarak helâlleştiler. Sultan, beyâzlar giydi. Atının kuyruğunu bağlayıp, eline er silâhı olan gürzü alıp, şöyle hitâp etti: ?Askerlerim! Şehît olursam, bu beyâz elbisem kefenim olsun. Eğer şehâdet şerbetini içersem, o zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşâh?ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Eğer zaferi biz kazanırsak, artık istikbâl bizimdir.? [Bu nutku, hitâbet sanatının ve muhârebe öncesi psikolojik şartların bütün inceliklerine sâhipti. Askerler toptan coşup, şevke geldiler.]
SELÇÛKLU ORDUSUNUN HARP TERTÎBİ
Cumâ namazından sonra başlayan muhârebede, Sultan Alparslan kumandasındaki kırk bin kişilik Selçûklu ordusu, fevkalâde güzel bir muhârebe taktiği uyguladı. Türk ordusu, bozkır çevirme hareketiyle, hilâl şeklinde yayıldı. Düşmân ordusunun 1/5?i kadar olan Selçûklu ordusu, yarım hilâl şeklinde tertîbât aldı. Hafîf süvârî kıt?aları, kanatlara yerleştirildi. Muhârebenin başlamasından iki sâat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, millî bir his ile Bizanslılardan ayrılıp müslümân Selçûklu Sultânı?na tâbi oldular.
Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muhârebe meydânını terketti. Bu hâdiseler, Bizanslılarda mânevî bozguna yol açtı.
Türkleri tamâmen imhâ etmek arzûsuyla gelen Bizans ordusunun Türklerin ok, gürz ve kılıç darbeleriyle yerlere serildikleri, bunlardan kurtulanların da, akşam teslîm olmaya can attıkları görüldü. Bütün cengâverliğine rağmen hiçbir şey yapamayan mağrûr Bizans İmparatoru Diojen, bütün mâiyeti ile berâber, kendisi de yaralı hâlde esîr edildi.
Malazgirt meydanındaki mücâdeleden yenik çıkan İmparator, Sultân?ın huzûruna getirildiğinde, utancından başını kaldıramıyordu. Sultân Alparslan, onu nezâketle kabûl edip oturttu ve gönlünü aldı.
Aralarındaki konuşmada Diojen, muhârebe öncesinde, muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını i?tirâf etti. Sultân Alparslan; ?Eğer zafer sizin olsaydı, bana ne yapardınız?? diye sordu. Diojen onu öldürteceğini açıklayamadı; ?kamçılardım? cevâbını verdi.
Alparslan; ?Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?? diye sordu. ?Ya öldürtürsünüz, yâhut İslâm memleketlerinde bir esîr gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Belki de… Fakat onu mümkün görmüyorum, ama… Belki de, affedersiniz!? dedi.
Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı, daha da küçük düşürmek istemedi. Bizans İmparatorunu affetti. Ağır şartlarla antlaşma imzâladı. [Fakat Romen Diojen, memleketine dönüşünde Bizanslılar tarafından, Türklerden görmediği hakâretlere uğrayıp öldürüldü. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail de, Diojen?in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.]
Kazanılan büyük zaferden dolayı Abbâsî Halifesi, Sultân?a tebrîk ve teşekkür mektûpları gönderdi. Birçok İslâm şâiri, Alparslan?ı metheden kasîdeler yazdılar.
Sultân Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra, Selçûklu şehzâdelerini Anadolu?yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu?ya hâkim oldular. Şehirler kurulup geliştirilerek kültür, san?at, sosyal müesseseler tesîs edildi. Kıymetli mi?mârî eserlerle bu yerleşim merkezleri süslendi.
SELÇUKLU DEVLETİNE DÂİR
(29.08.2008 ? 27 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Ağustos ayı başında yazdığımız 2 makalemizde, Selçuklu Devletinin kuruluşundan bahsetmiştik. Fakat araya Şa?bân ayı ve Berât gecesiyle ilgili makâleler girince konuya devâm edememiştik. Geçen hafta Malazgirt meydân muhârebesinden bahsedince, bu hafta tekrâr Selçûklular konusunu ele almak istedik.
Büyük Selçûklu sultânı Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhûn?dan Fırât?a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idâresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.
Gaznelilere karşı yapılan Dandanakan Meydân Muhârebesinin muzaffer kumandânı Çağrı Bey, 1060?tayetmiş yaşlarında, kardeşi Selçûklu sultânı Tuğrul Bey ise, 1063?te yetmiş yaşında vefât etti.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan Selçûklu sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının vezîri Amîdül-mülk?ü görevden alarak, yerine Nizâmül-mülk?ü tâyin etti. Sultân Alparslan, tahta geçmek iddiâsında bulunan diğer rakîplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itâati altına aldı. Doğu Anadolu?nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani Kalesini 1064?te fethederek, 16 Ağustos 1064?te Kars?a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bi-Emrillah, Alparslan?a, ?fetihler babası?, yâni çok fetheden mânâsına gelen ?Ebü?l-Feth? lakabını verdi. Sultân, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itâat altına alındı.
Alparslan, 1067 senesinde Kirmân melîki olan kardeşi Kavurd?un isyânıyla karşılaştı. Bu isyânı kısa sürede bastırdı. Öncelikle müslümanlar arasında birliğin temînini arzû eden Sultân Alparslan, Bahreyn taraflarında ve Önasya?da fütûhâtta bulundu. Bunun üzerine Mekke şerîfi, Alparslan?a itâatini arz ederek, hutbeyi Abbâsî halîfesi ve Sultân Alparslan adına okumaya başladı.
Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu?da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071?deki Malazgirt Muhârebesine kadar devâm etti. Malazgirt Zaferiyle Selçûklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi.
Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, o tahttan indirildiği için tatbîk edilemedi. Sultân Alparslan, antlaşmanın silâh zoruyla tatbîkını kumandân ve beylerine emrederek, bütün Anadolu?nun fethini istedi. Selçûklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya?dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu?daki Bizans hudûduna gönderildi. Selçûkluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sâhillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu iskân edildi. Anadolu?nun Türkleşip İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı.
Sultân Alparslan, çıktığı Mâverâünnehir Seferinde, esîr alınan bir kale kumandânı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük Sultânlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adâletiyle temâyüz etmişti.
Sultân Alparslan vefât ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar?dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneydeYemen?e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alparslan?ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Selçûklu Sultânı oldu. Sultânlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez?de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd?un ölümüyle devlet içinde âsâyişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçûklu hudûduna hücûm eden Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbûr etti.
Doğu sınırlarını garantiye alan Sultân Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve bâtınî akımlara karşı sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye Medreselerini kuran Tûs?lu Nizâmül-mülk Hasan?dan vezîrliğe devâm etmesini istedi. Bu sâyede Selçûklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etti. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
YİNE SELÇUKLULARA DÂİR
(30.08.2008 ? 28 Şa”bânü”?l-muazzam 1429 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Sultân Alparslandan sonra tahta geçen Melikşâh, çok halîm-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesnâ bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün Îrân?ı, Arabistân?ı, Sûriye ve Filistîn?i idâresi altına aldı. Anadolu?nun fethi üzerinde hassâsiyetle durup, babasının vazîfelendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleymân Şâh ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansûr, Dolat gibi komutanlarla fütûhatı sürdürdü. Selçûklu kumandânları, Bizans?ın Türklere karşı kurduğu ?Ölmezler? adlı askerî birlikleri mağlûp ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074?te Sapanca çevresinde mağlûp ederek, 100.000?den fazla Türk?ü, İzmit?ten Üsküdâr?a kadar olan sâhaya yerleştirdi.
Kutalmışoğlu Süleymân Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşgûldü. Fırât?ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa?ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya?da; Gümüştigin de Nizip, Âmid ve Urfa civârında Bizans kuvvetlerini mağlûp ettiler.
Artuk Bey, Sultân Melikşâh?ın emriyle Doğu harekâtını idâre etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havâlisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gâzi geçerek, Amasya ve civârını Karadeniz?e kadar aldı. Mengücük Gâzî, Şarkî Karahisâr, Erzincân ve Divriği havâlîsini; Ebü?l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.
Orta, Kuzey-batı ve Batı harekâtını Süleymân Şâh idâre edip, Bizanslılarla mücâdele ve onların âsî kumandânlarıyla ittifâk yaptı. Bizanslılar, Balkanlar?daki iktidâr mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçûklulardan yardım istediler. Yardım talepleri Selçûkluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleymân Şâh, İznik?e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçûkluları Devletinin merkezi yaptı. Selçûklular, Anadolu?da sâhil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova?dan Üsküdâr?a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin?e elçilik hey?eti göndererek, Selçûkluların doğudan tazyîk edilmesini istediler. Ancak mürâcaatları netîcesiz kaldı.
Diyârbekir bölgesinin fethi için Selçûklu seferleri, Fahrüd-devle Cüheyr?in İsfehân?a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle berâber Diyârbekir?e doğru yola çıktı.
Fahrüd-devle?nin kumandânlığındaki birlikler, çevredeki Mârdîn, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdiler. Diyârbekir, Fahrüd-devle?nin oğlu Zaîmüd-devle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085?te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Mûsul?un fethine memûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteâkip Mûsul?a gelen Melikşâh, büyük bir merâsimle karşılandı. Mûsul emîrliğine Şerefüd-devle?yi ta?yîn etti.
Sultan Alparslan zamânından beri Sûriye ve daha güneye yürüyen meşhur Selçûklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamânında da sürdürdü. Uzun süre muhâsara ettiği Dimaşk?ı 1076 Martında Selçûklu topraklarına kattı. Dimaşk?ın alınmasından sonra, Cumâ hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultân Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçûklu Devletinin ?Fâtımî Devletinin ortadan kaldırılması? politikasına uygun olarak, Mısır?a doğru sefere devâm etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Sûriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine Melikşâh?ın kardeşi Tâcüd-devle Tutuş getirildi.
Sultân Melikşâh, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleymân Şâhın mücâdelesi üzerine 1086?da İsfehân?dan hareket ederek Sûriye?de âsâyîşi yeniden tesîs etti. Haleb vâlîliğini Aksungur?a, Urfa?yı Bozan?a, Antakya?yı da Yağısıyan?a verdi.
1087 senesinde Sultân Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz?e ulaştı. Böylece Uzak-doğudan Orta-doğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd?ı ziyâret etti. Halife Muktedî tarafından kendisine iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087?de ?Dünyâ hükümdârı? i?lân edildi.
Selçûkluların İslâma ve insanlığa hizmeti sâyesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmânlarını hızlı bir faâliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandânlar sûikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçûkluların meşhûr vezîri Nizâmül-mülk, Hasan Sabbâh?ın fedâîlerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultân Melikşâh Bağdâd?da zehirlenerek şehîd edildiler.
[Makâlemizin hacmi bu kadar olduğu için, konuyu burada bitiriyoruz.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimi Şeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyette de, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu. Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2- Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ; “? Biz kendimize bir oğul bulduk” diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
ŞEYH EDEBÂLΔNİN OSMÂN GÂZÎ İLE MÜNÂSEBETİ
(06.02.2009-11 Safer 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Osmân Gâzî?nin kayınpederi ve hocası olan, Osmânlı Devletinin kuruluşunda da hizmeti geçen büyük İslâm âlimi Şeyh Edebâlî”nin meşhûr bir nasîhati vardır ve bu nasîhatinin önemi de büyüktür. Ama onun nasîhatini başka bir makâlemize bırakarak, burada, onu bir nebze tanımaya çalışacağız:
Karamân civârında, 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilen Edebâlî, ilk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şâm taraflarına gitti. Orada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîl etti; tasavvuf yoluna da meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı ve memleketine döndü. Bir rivâyette, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bir rivâyette de, Bâbâ İlyâs-i Horasânî?nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. İlim ve âmelde yüksek, mal ve mülkte zengin bir kimse idi.
O yıllarda Selçûklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu”da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları, Anadolu”ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı.Bu boylardan biri de, önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen ?Kayılar? idi ve başlarında da ?Ertuğrul Bey? bulunuyordu.
Daha ilk zamanlardan i?tibâren, Ertuğrul Bey ve oğlu Osmân Gâzî?nin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu. Bazı misâller verecek olursak:
1- Ertuğrul Gâzî, bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzî, yüksekçe bir yerde duran bir kitâbı göstererek onun ne olduğunu sordu. Ev sâhibi de: “Bu kitap, Allahü azîmüşşân hazretlerinin, Resûl-i ekremine indirdiği Kur”ân-ı kerîmdir” cevâbını verdi.
Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzî, mushafın bulunduğu odada, sabâha kadar, mushaf-ı şerîfin huzûrunda, hürmet ve ta?zîm ile ayakta durdu. Fakat sabâha karşı, bir ara uykusuzluğa dayanamayıp uyuya kaldı. Bu sırada rüyâda kendisine; “Sen, benim kelâmıma hürmet ve ta?zîmde bulundun; ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim” diye hitâb olunduğunu işitti.
2- Ertuğrul Gâzî, zaman zaman Konya”ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi.Bir gelişinde, henüz küçük yaşta olan Osmân Gâzî?yi de berâberinde Hazret-i Mevlânâ”ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. Hazret-i Mevlânâ; “? Biz kendimize bir oğul bulduk” diyerek küçük Osmân”ın elinden tuttu ve hayır duâlar etti.
3- Bu husûsta 3. büyük müjde ise, Osmân Gâzî ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri, Konya”dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında, ?İtburnu? denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzûr dağıtmakla meşgûl oluyordu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat ediyor, dünyâ ve devlet işlerini ona danışıyordu. Ertuğrul Beyin oğlu Osmân Bey de, bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
4- Osmân Bey, Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik”teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, bir rüyâ gördü. Rüyâsını, hocası Edebâlî hazretlerine anlattı:
Osmân Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğunun altından çıkan bir nûr, gelip Osmân Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osmân Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi.
Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osmân Bey uyandı.Edebâlî hazretleri, Osmân Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti.
Osmân Beyin bu güzel rüyâsını da şöyle ta?bîr etti:
“Oğul sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osmân, babandan sonra ?Bey? olacaksın; kızım Mâl Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar.
Allahü teâlâ, nice insanın huzûr ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek” dedi. Osmân Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti. [İnşâallah, yarın da Şeyh Edebâlî?den bahsedelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 1
(27.03.2009 – 01 Rebîul-âhir 1430 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Önce şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyesine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler. Osmânlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişâmlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, yirmi milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurduve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi.
Ma?lûm olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin ?Asr-ı Saâdet?i ve ?Hulefâ-i Râşidîn?devirlerinden sonra, Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslüman-Türk Devleti olan ?Osmânlı Devleti?, XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hanedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Bilindiği gibi, Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkîl etmiştir.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet?i, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
Eski Devlet Arşivleri Genel Müdürü merhûm Prof. Dr. İsmet Miroğlu, bir makâlesinde, Osmânlı Devleti hakkında, yabancılardan bazı nakiller yapmaktadır:
F. Babinger şöyle der: ?Pâdişâhın imparatorluğunda, herkes kendi hâlinde bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.?
F. Grenart fikirlerini şöyle ifâde eder: ?Fethedilen memleketlerdeki Osmânlı idâresinin, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçemeyiz. Türkler, bu memleketlerin ahâlîsini dillerinde, dînlerinde hattâ bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamâmen serbest bırakıyorlardı??
F. Downey kanâatini şöyle özetler: ?Birçok Hıristiyân, adâleti ağır ve karârsız olan Hıristiyân ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmânlı ülkesine gelip sığınıyordu.?
Leopold von Ranke de şöyle der: ?XVI. asırda dünyâya hâkim olan dînlerden hangisinin siyâset bakımından en kuvvetlisi olduğu sorulduğunda, İslâm dînine üstünlük tanımakta tereddüt etmeyiz. Bu dîn, Türk fetihleri sâyesinde, XV. yüzyılda, o zamâna kadar temâsı olmayan yerlerde, Avrupa?nın göbeğinde etrâfa yayılmış bulunuyordu.?
Oskar Kolling?in şu görüşleri de kayda değer: ?Bu eski hakîkati, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu?nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler, bize yeniden hâtırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hudûdunda, aynı hâdisât tekerrür etti. Fakat böyle bir mukâyese yapıldığı zaman, 16. asır Türk idârecilerinin, zavallı halkın hukûkunu korumak husûsundaki gayretleri önünde eğilmek arzûsunu duyarız.?
Yine aynı müellif şöyle der: ?Bu vesîkalardan anlaşılıyor ki, Türk yöneticileri en buhrânlı zamânlarda bile, düşmânlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatâsına aslâ düşmek istememişlerdir. Avrupa?da sulh zamânında bile engizisyon mahkemeleri ve i?dâm sehpâları faâliyette bulunuyordu. Bilhâssa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca, halk, bütün malı ile beraber zulüm âleti hâline geldi. Bunlar, hiçbir vicdân azâbına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Kısacası Türk hükümdârları, gerçekten halkın hayâtı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesîka sûretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.?
Batılıların, Osmânlıları medheden buna benzer pekçok sözleri vardır.
OSMÂNLI DEVLETİNE VE SULTÂNLARINA DİL UZATANLAR
Ama böyle olmasına rağmen, son zamanlarda, bazı gazete ve televizyonlarda, şânlı Osmânlı Devleti?ne veşerefli ecdâdımız Osmânlılara, edepsizce ve hayâsızca dil uzatılmaktadır. Aslında, İslâmî kültürden uzak kalmış, Batı kültürüyle yetişmiş bulunan bu insanlardan tabîî ki başka bir şey beklemek mümkün değildir.
Hâlbuki, bu güzel memleketi, cânlarını fedâ ederek fetheden ve bizlere mîrâs bırakan o şerefli atalarımızdır. Bırakın ilim, irfân, idrâk, iz?ân sâhibi olmayı, sâdece insan olanlar bile, ?bir fincân acı kahvenin 40 yıl hâtırı?nı sayarlar.
[Yarın inşâallah bu önemli konuya devâm edelim.]
OSMÂNLI DEVLETİ NASIL BİR DEVLETTİ – 2
(28.03.2009-02 Rebiul-âhır1430 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Türklerin ve müslümânların târihteki en büyük ve en uzun ömürlü devletine, bir asra yaklaşan bir zamândan beri, maalesef, sistemli bir şekilde ve haksız yere ağır ithâm ve iftirâlar yapılmaktadır.
Ecdâdımıza dil uzatan kişilere cevap mâhiyetinde, Türk basınında bazı yazılar yazılmaktadır. Biz de, hâdiseye kendi zâviyemizden bakarak, o şerefli ecdâdın torunları olarak, onlara hakâret eden kişileriniftirâlarına, bazı cevaplar vereceğiz. Sultânların kendileri de onlara ayrıca âhirette cevap vereceklerdir herhâlde.
Bazıları, Fâtih Sultân Mehmet, Yavuz Sultân Selîm ve Kânûnî Sultân Süleymân gibi dünyâ çapındaki sultânlar dışındaki pâdişâhlara, bazıları ise toptan bütün Osmânlı sultânlarına hakâret etmektedirler. Bir insanın, ecdâdı olan Osmânlı Sultânları hakkında, hakâret-âmiz cümleler söyliyebilmesi için, edep, terbiye, utanma duygusunu kaybetmiş, ayrıca târihten hiç haberi olmıyan zır câhil bir kişi olması lâzım.
Bazılarınca, Osmânlıların Türk halkını ezdiği iddiâ edilmektedir. Târihî hakîkatler, ancak bu kadar ters yüz edilebilir. Onlar, sâdece kendi halkının değil, müslim veyâ gayr-i müslim bütün mağdûr ve mazlûm insanların yanlarında olmuşlar, dünyâdaki bütün insanların haklarını bile savunmuş kimselerdir.
Yine bazılarınca, Osmânlı târihinin, medeniyete doğru-dürüst bir katkı sağlamadığı iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, Osmânlılar, çok yüksek kültür ve medeniyet kurmuşlardır.
Ecdâdımıza dil uzatanlara, bu konuda birçok kitap tavsiye edebiliriz, ama lüzûm görmüyoruz; çünkü insâf ehli olmayan, hâdiselere adâletle, bî-taraf olarak bakamıyan kişilere, ne kadar delîl getirseniz, onlar kendi bâtıl fikirlerine uymıyan hak sözleri kabûl etmezler.
Hâlbuki târih, arşive dayanır. Bu sâhadaki vesîkalar yeni yeni elden geçirilirken, yapılan asılsız ithâmların elbette kıymetlerinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve istifâde etmek için gayret sarfetmektedirler. Arşivlerimiz, bunun için, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır.
Osmânlı Devleti?nden önce de Türk devletleri vardı, sonra da bir Türk devleti vardır; Türk devletinin sürekliliği esâstır. Devletleri idâre eden hânedânlar, âileler değişmekte, fakat devletler devâm etmektedir.
Dost-düşmân herkesin kabûl ettiği bir husûstur ki, Osmânlı Devleti, İslâmiyet?in emrettiği şekilde, farklı dîn ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir âhenk te?sîs etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık göstermiştir.
Endonezya?dan İspanya?ya, Kırım?dan Yemen?e kadar bütün müslümân milletlerin hâmîliğini yapan Osmânlılar, aynı zamânda, dâimâ mazlûmların yanlarında yer almışlar, feth ettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyân köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kimse kalmaz, kimi-kimsesi olmayan dul kadınlara o gün aş çıkar, giyecek ve barınak te?min edilirdi. Bu sebeple, atalarımız Osmânlı Türk?ünü, hıristiyân âlemi, dâima kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
?DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMÂNİYE?NİN KURULUŞU VE YÜKSELİŞİ
Ma?lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
Osmânlı Devleti ve sultânlarının da?vâları, kendi ta?bîrleri ile ?Nizâm-ı âlem? üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Ertuğrul Gâzî?nin, oğlu Osmân Gâzî?ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gâzi ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95.000 kilometrekareye çıkardı. Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında devletini beş misli daha büyüterek 500.000 kilometrekareye yükseltti. Artık ?Aşîret?ten ?Beylik?e geçen ?Osmanlı Devleti?, ?İmparatorluk?a hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti: ?Bir aşîretten, Cihângîrâne bir devlet çıkarmak.? İlk on Osmânlı pâdişâhı, târihçilerce, dâhîlerden sayılmaktadır.
[İnşâallah, öbür hafta da, bu dâhî sultânlara temâs etmek istiyoruz.]
DÎNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN BÜYÜK ZARARLARI (07 Aralık 2007 – 27 Zil-ka”de 1428 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bugünkü makâlemizin hemen başında, dînler ve medeniyetler arası muhârebelerin büyük zararlarından bahsetmeden önce şunu ifâde etmek istiyorum:
Maalesef şu bir vâkıadır ki, tarih boyunca, hep îmânsızlar îmânlılara saldırmışlardır. Bu çarpışma, önceden harp vâsıtalarıyla, döğüşerek olduğu gibi, şimdi de neşir yoluyla, propaganda ile yapılmaktadır.
Tarihteki ?Saint Barthelmy Katliâmı? ve ?Haçlı Seferleri?, başlıkta zikrettiğimiz dinler arası mahârebelere; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
SAİNT BARTHELMY KATLİÂMI
Şimdi önce birazcık ?Saint Barthelmy Katliâmı?ndan bahsedelim:
Bu katliâmda, o zamanki Paris nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi öldürüldü. Şöyle ki, Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. [Bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sûreti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.]
Bu plana göre:
24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, mukaddes kabûl ettikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortalarında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asîlzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü bu manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
HAÇLI SEFERLERİ
Şimdi gelelim haçlı seferlerine:
Hemen belirtelim ki, îmânsızlar, târih boyunca, İslâmiyeti hem dışarıdan, hem de içeriden, çok çeşitli metotlarla yıkmaya çalışmışlardır. Kitaplı ve kitapsız kâfirlerin, plânlı olarak hazırladıkları uydurma kitapları, radyo, televizyon neşriyâtı ve sinema filmleri, maalesef insanların îmânları ve fikirleri üzerinde çok büyük tahrîbât yapmıştır.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan ?Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır. Asırlarca devâm eden 8 adetsavaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce müslüman kılıçtan geçirilip, hunharca öldürüldü, şehîd edildi; İslâm Devletleri?nin ma?mûr yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve her şey yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar [yarım asırdan fazla bir müddet], belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar; ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
BİRİNCİ VE İKİNCİ DÜNYÂ SAVAŞLARI
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altına alınan asker sayısı 42.700.000?dir. Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyona yakın insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl (1939-1945 yılları arasında) çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince, hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?,Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-1
(03 Mart 2006 ? 03 Safer el-Hayr 1427 Cuma)
Ahmed Doğrusözlü
Bildiğiniz gibi, bir müddetten beri ısrarlı bir şekilde, Müslümanların en mukaddes değerlerine hakâret edilerek tahrîk edildiklerini görüyoruz.
Halbuki ma?lûmdur ki, iki araba çarpıştığında, her ikisinde de büyük hasarlar meydâna gelir.
Kezâ iki testi çarpışınca ikisi de kırılabilir; faraza biri biraz sağlam olsa ve kırılmasa bile, yine de biraz zarar görür.
Başlatılan yangın, bazan kontrol altına alınamıyabilir.
Meydana getirilen sel de, bazen kontroldan çıkabilir.
Isrârlı bir şekilde Müslümanların üzerine gelindiğine dâir misâller o kadar çok ki, saymakla bitmez. Bu yapılanları ma?kûl karşılamak mümkün değil.
Birkaç misâl verelim:
1- ?Şeytân Âyetleri? adıyla bir kitap yazarak, Müslümanların mukaddes kitâbı ?Kur?ân-ı Kerîm?e hakâret ettiler.
2- Hatırlanacağı üzere, geçen sene, ABD”de yayımlanan ?Newsweek? dergisindeki bir haberde, Guantanamo”daki ABD askerlerinin Kur?ân-ı Kerîm?i, tuvalete attıkları iddiası yer almıştı. Bunun üzerine, Afganistan ve Endonezya”da baş gösteren protesto gösterileri ve çatışmalarda 16 kişi ölmüştü. Dergi, daha sonra özür dilemişti.
3- 19 Mayıs 2005 tarihinde ?habervitrini.com? isimli İnternet Sitesi?nde yer alan, ayrıca CNN TÜRK?te neşredilen bir habere göre:
ABD”de ?amazon.com? isimli İnternet Sitesi üzerinden, bir ?Mushaf-ı şerîf? satın alan Azzâ Basaruddîn adlı ABD”li Müslüman bir kadın, ?Kitâb?ın kapağı içinde ””Tüm Müslümanlara Ölüm”” yazısıyla karşılaştı.
Bunun üzerine, ABD”deki Müslüman Dernekleri, olayla ilgili olarak ?amazon.com?un, kamuoyu önünde, tüm Müslümanlardan özür dilemesini istemiş; olayı araştıran ve doğrulayan şirket, mezkûr kadının parasını iâde edip yeni bir Kur?ân ve hediye çeki göndermiş, kendisinden özür dilemiş, ayrıca kitapların paketlenmesi ve dağıtımından sorumlu kuruluşla ilgili de soruşturma başlatmıştı.
4- Meşhûr 11 Eylül hâdiselerinden sonra, Amerika Cumhurbaşkanı ?Haçlı Seferleri?nden bahsetti.
5- 17 Ağustos 2005?te bir Danimarka Radyosu (Radio Holger), Müslümanlara karşı şiddet kampanyası başlattı. [Hattâ bundan dolayı, Radyo?nun yayın lisansı, 3 aylığına elinden alındı; ama buna rağmen, Radyo yetkilileri, yayınlarını İnternet?ten sürdüreceklerini açıkladılar.]
6- 30 Eylül 2005?te yine Danimarka?nın çok satan bir gazetesi (Jyllands-Posten), yoğun tepkilere sebep olan 12 çirkin karikatürü yayınladı.
7- 01 Şubat 2006 tarihinde, muhafazakar Die Welt (Almanya), France Soir (Fransa), Volkskrank (Hollanda), Blick (İsviçre), La Stampa ve Corriere della Sera (İtalya) ve bazı İspanya gazeteleri, söz konusu karikatürleri tekrâr yayınladılar.
Bu gazetelerde, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, birçok mukaddes değerimize saldırdılar. Meselâ karikatürlere bakıldığında, Peygamberimizden başka, Kelime-i Tevhîd, Kur?ân-ı Kerîm, İslâm harfleri, sakal, sarık, tesettür ve benzerleriyle de alay edildiği görülecektir.
Bu durum karşısında, maalesef ilgili ülkelerin resmî yetkililerince, herhangi bir tedbir alınmadı ve Müslümanlardan da özür dilenmedi.
Artık bardağı taşıran bu olaylardan dolayı, bütün İslâm âleminde, karikatüristler, karikatürleri yayınlıyan gazetelerin sorumluları ve onların ülkelerinin yetkililerine karşı yoğun protestolar başladı, hattâ maalesef bazı yerlerde şiddet olayları da meydana geldi.
8- Ayrıca bu seviyesiz, bayağı karikatürleri tişörtlere de bastılar.
9- İtalya?da bir bakan, ?Papa?ya mürâcaat ederek tekrâr ?Haçlı Seferleri? başlatmasını istedi.
?NetGazete.com? adlı İnternet sitesinde, 08.02.2006 tarihinde çıkan bir habere göre:
Kuzey Birliği Partisi”nden İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, Papa 16. Benedict”i yeni bir “Haçlı Seferi” başlatmaya çağırdı.
Karikatür krizi ve Trabzon”da bir İtalyan rahibin öldürülmesini, “Durum çok vahim” şeklinde değerlendiren Bakan Calderoli, “Papa, 5. Pio ve 11. Innocenzo gibi mücadele etmeli” diyerek Haçlı Seferlerini başlatan papaları Benedict”e emsâl gösterdi.
Calderoli, “Durum çok vahim. Bugün bütün İtalyan vatandaşları, zavallı rahip gibi öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya. Müslüman halkta müthiş bir nefret var. Tedbîr almanın zamanı geldi. Bunu sadece güç kullanarak engelleyebiliriz” diye konuştu.
10- 17 Şubat 2006 tarihinde gazetelerde çıkan haberlere göre, yine İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, katıldığı TG1 haberlerinde, çirkin karikatürlerin basılı olduğu tişörtle televizyona çıktı.
Calderoli, ülkesinde bulunan Müslümanlara hakâret etti ve Berlusconi?ye de bir çağrıda bulundu: ?Hıristiyanlık değerlerine sahip çık, Hıristiyanlığı yaymaya çalış. İslam?ın yayılmasına izin verme? dedi.
Bu misâlleri çoğaltabiliriz.
Makalemizin sonunda ifâde edelim ki, biz, onların mukaddes değerlerine hakâret etmiyoruz. Onlar da bizim mukaddesâtımıza dil uzatmamalıdırlar. Müslümanları tahrîk ve provoke için uğraşmamalıdırlar. İnsanlık, medenîlik, insan haklarına saygı, hukûkî normlar da bunu gerektirmektedir.
DİNLER VE MEDENİYETLER ARASI MUHÂREBELERİN ZARARLARI-2
(04 Mart 2006 ? 04 Safer el-Hayr 1427 Cumartesi)
Ahmed Doğrusözlü
Papalığın teşvîkıyle, Hıristiyan Avrupalıların Müslümanlara karşı tertip ettikleri ve 1096-1270 yılları arasında devâm eden ?Haçlı Seferleri?ne, günümüzde bir Cumhurbaşkanı ile bir Bakan bazı atıflarda bulundular. Bu konu çok önemli olduğu için, üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.
Tarihteki ?Haçlı Seferleri? ve ?Saint Barthelmy Katliâmı?, dinler arası; I. ve II. Dünyâ Harpleri ise medeniyetler arası çatışmalara misâl olarak gösterilebilir.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri?ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili?nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır.
Asırlarca devâm eden 8 adet savaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce Müslüman kılıçtan geçirilip,hunharca öldürüldü; İslâm Devletleri?nin yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir.. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204?te) Haçlılar, İstanbul?u işgal ettiler; 1261 yılına kadar, belki de tarihte ilk defa, İstanbul?da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik?i başşehir yaptılar. Ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul?u geri alabildiler.
Şimdi gelelim ?Saint Barthelmy Katliamı?na:
Bu katliâmda, o zamanki Paris nüfusunun beşte biri, yani en az yirmi bin kişi katledildi. Şöyle ki, Fransa tahtında oturan genç kral IX?uncu Charles, Roma?daki Papa XI?inci Leo?nun kız kardeşi, fanatik ve koyu bir Katolik olan annesi (yani Ana Kraliçe) Katherine ile ülkelerinde, Katoliklikten başka hiçbir inanca hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.
Ama ne var ki, Fransa?nın bir kısmında, Ortodoks olan Navar Kralı Henry hâkim durumda idi. Sık sık yazıştığı ağabeyi Papa Leo?nun büyük tesiri altında kalan Ana Kraliçe ve oğlu, Fransa?nın din bütünlüğünü bozan bu durumu düzeltmek, Ortodoksları ortadan kaldırıp, Fransa?da Katolik birliğini sağlamak istiyorlardı.
Papa Leo, bu konuda bir plan yaptı. Bu plana göre: 24 Ağustos 1572 günü, mutaassıp Katolikler, en mukaddes bildikleri Saint Barthelmy Yortusu?nda, o gece Paris?teki bütün Ortodoks evlerini tespit edip kapılarına özel işaretler koydular.
Gece yarısından sonra, Saint Germen Qukcer Kilisesi?nin çanları çalmaya başladı ve bir anda sokaklarda elleri meş?aleli binlerce insan peydah oldu. Bu meş?alelerle, kapıları önceden işâretlenmiş evleri yakmaya başladılar. Yanan evlerden, canlarını kurtarmak için, sokağa fırlayanları, en vahşî şekilde sokak ortasında parçaladılar. Bu cinayetleri işleyenler arasında yaşlı fanatik kadınlar bile vardı. Gözü dönmüş Katolik cânîler ayrıca, Protestan asilzâdelerini de öldürdüler. Bütün bu insanlar, Katolik olmadıkları için katledildi.
Öyle ki, gözleri önünde bu katliâmlar yapılan genç Kral Charles, gördüğü manzara karşısında tahammül edemeyip aklını yitirdi ve olaydan onbeş gün sonra da ?deli? olarak öldü.
Târihî konularda uzman, radyo ve televizyon programcısı, yazar, Em. Alb. İsmail Yağcı?nın da belirttiği gibi (15 Şubat 2006 tarihli Türkiye Gazetesi) bu cinâyeti planlayan Papa Leo?nun, Ana Kraliçe?yi cinâyete azmettirici yazışmalarının birer sureti Vatikan?da hâlen saklanmaktadır.
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
I. Dünya Savaşı?nda, savaşa katılan ?İttifâk Devletleri?(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)?nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000?dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
?İ?tilâf Devletleri? denilen İngiltere, Rusya, A.B.D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ?ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altın alınan asker sayısı 42.700.000?dir.Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyon insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır. Harplerde ele geçenlerle kayıpları iyi mukâyese etmelidir.
57 Devlet?in birbiriyle 6 yıl çarpıştığı II. Dünya Savaşı?na gelince (1939-1945), hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır. İngiltere, Fransa ve ortaklarına ?Müttefikler?, Almanya ve ortaklarına da ?Mihver Devletler? denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa?da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler?in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur
MEDENİYET NEDİR?
.Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation. Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir. Medîne, “şehir” demektir. Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.
İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.
Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “glatyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.
İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaşuyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.
Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleriVersay (Versailles) Sarayında bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.
Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân,îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.
İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”
İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ınöğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.
Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi,asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’daGürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri,İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.
Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçokilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi,mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.
İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar,İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirettehuzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.
Bugün de dînimizi iyi öğrenip, onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medineyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır. Yüce milletimizin bu konudaki târihî mirasından doğan tâlihi, hiçbir millette yoktur.
* MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
Yeni Bir İslam Medeniyeti Tasavvuru İçin Ehl-i Sünnet Öğretilerini Yeniden Okumak
1. Durum Tespiti: Birçok alanda yeni krizlerle karşı karşıya olan insanlığı huzura kavuşturabilecek yeni bir medeniyet tasavvuru üzerine düşünmek gerekiyor.
Dini ve metafizik değerlerden arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar üzerine kurulu Batı medeniyet anlayışının sosyo-politik alanda küreselleşmesiyle insan insanın kurdu haline geldi: Kitle katliamları yapılmaya; bireysel anlamda bencillik, hazcılık, faydacılık ve sefahat öncelenmeye başlandı.
2. Çözüm Önerisi:Hz. Muhammed sav gönderilen İslam, kapsayıcılık açısından önceki şeriatlerin hepsini içerir. İslâm, bu bağlamda, ahlaki ve sosyal bir düstur anlamında sadece bir din va’z etmekle kalmadı, aynı zamanda dünyanın bir kesiminin zihniyetlerini de değiştirdi. Kısa sürede kendine özgü ve özgün bir medeniyet oluşturdu. Bu nedenle Sasani, Grek/Bizans ve Çin-Hind medeniyetleri ile hesaplaşması ve kısa sürede kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet kurgusu oluşturmasının temelleri incelenmelidir. Geçmişte bunu yapmış olmak, yeniden yapılabilirliğinin de teminatıdır.
3. Yöntem: Yüzyıllarca farklı dil, ırk ve dini tasavvurlarla sahip insanlara esenlik ve barışı sağlayan İslam dini ve medeniyeti şimdilerde niçin yitik konumunda ve yeniden diriltmek için neler yapabiliriz? Yitik medeniyetimizin kuruluş kodlarını Atayurt ve Anayurt bağlamında yeniden keşfetmek ve güncel soru/n/lara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim ve felsefesi tasavvuru oluşturmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmak gerekir. Bu bağlamda Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” isimli projeyle Atayurt ve Anayurt irtibatının kültürel kodlarını araştırıyoruz. Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadi yapıyla oluşan resmi İslam tasavvurunu, halka ulaştıran içselleştirilmesini sağlayan Hoca Ahmet Yesevi’nin yol ve yöntemini yeniden okumayı öneriyoruz.
4. Önemi:Horasan erenleri de denilen Yesevi’nin talebeleri elinin emeği, gözünün nuru ile geçinen ve Atayurt’tan (İç Asya) kalkıp, Ön Asya (Anadolu) yürüyen, buraların yurtlandırılıp vatan kılınmasında öncülük yapmış alperenlerden oluşur. Bunların dilinde şiddet, öfke, kavga yoktur. Bunlarda tebliğ söz ile değil hal iledir. Eğer biz bu dili yeniden üretebilirsek, dünyaya yayılan İslam korkusu (Fobia)nın geçersizliğini de göstermiş olacağız.
I. İslam bilgi-bilim-felsefe ve medeniyet tasavvuru
Geçmişte diğer medeniyetlerle yüzleşip, kendimize ait özgün ve özgül bir medeniyet kurmuş olmamız, yeniden yapılabilirliğinin de teminatıdır. Yüzyıllarca farklı dil, ırk ve dini tasavvurlarla sahip insanlara esenlik ve barışı sağlayan İslam dini ve medeniyeti şimdilerde niçin yitik konumunda ve yeniden diriltmek için neler yapabiliriz? Madem insanın amacı dünyada mutluluğu (tahsilu’s-saada) elde etmektir; Yüce Mevla, Hz. Âdem’den itibaren insanlara dünyada refah, ahirette felahı sağlayacak ilkeleri, farklı zaman ve mekânlarda, farklı dillerde farklı uygulayıcılara (nebi/rasul) göndermiştir. Bu da ilk olarak Tanrı-Evren-İnsan ilişkilerinin nasıl olduğunun tabii/pozitif/ideal (b)ilimlerle açıklanmasını, sonra bu evrenin niçin yaratıldığı sorusuyla ilgili olarak ilahiyat ve medeni ilimler (fıkıh, kelam) ile cevabını aranmasından geçer. Diğer bir ifadeyle yitik medeniyetimizin kuruluş kodlarını yeniden keşfetmek ve güncel soru/n/lara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim ve felsefesi tasavvuru oluşturmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmak gerekir. Eğer yeni bir medeniyet anlayışı kurgulamak ve hayata geçirmek istiyorsak, öncelikle 17-19.yüzyıllara hâkim olan pozitivist "bilgi güçtür, güç de bilgidir" anlayışın tutarlılığını tahlil etmek gerekiyor ki, bu yazının amacının dışındadır.
Hz. Muhammed (as) indirilen mesajın kısa sürede kendine özgü ve özgün bir medeniyet teşekkülüyle hasıl olan yüksek kültürü biçimlendirmede oldukça etkin ve büyük ölçüde özerk entelektüel bir faaliyetin klasik kaynaklar bağlamında yeniden okunması gerekir.
Bu bağlamda İslam düşünce geleneğinin teşekkülünde önemli rol oynayan Kindi’nin Fi Aksam el-Ulum; felsefe tarihinde Aristoteles’ten sonraki “İkinci Muallim” sıfatını kazanan Ebu Nasr el-Farabi’nin İlimlerin Sayımı Hakkında Kitap isimli risaleleri nasıl yeni bir yöntem geliştireceğimize dair ipuçları verebilir. Daha sonraki alimlerde aynı yöntemle yani öncelikle Tanrı-evren ve insan münasebetlerini nasıl kurgulanacağına dair beşeri/ şeri ilim ve pozitif bilimlerin mahiyetini ve tasnifi yaparak çalışmalarına başlardı.
Gerek klasik kelam, gerekse felsefe kitaplarında ilk konunun bilgi ve bilginin elde edilmesi ve tasnifi, duyular, akıl ve haber-i mütevatir’in neliği konularıyla başlaması, İslam’ın kendine özgü bir “episteme”si, bir “paradigma”sı olduğunun göstergesidir. Müslüman filozoflar burhan yöntemini önceleyerek, cedel/diyalektik yöntemin farklı görüş/epistemeyi red, tekfir veya ötekileştirmeden kaçınırlar. Böylece reddedilen öğreti için “gerekli bir öteki” konumunu pekiştirme riskinden uzak durulur. Burhan yöntemi, zaruri olarak akli ve yakini bilgiye götürür.
Burada bir “episteme”nin diğeri üzerine mutlaklığı veya reddi, dışlanması değil, paradigmalar arası rekabeti öngören bir düşünce pazarı kurulmasını istediği için yanlışlıklara, aksaklıklara dikkat edilir ama Hak’tan yansımaları barındıran hususlarda ötekileştirilmez. Hatta Muhammedi yol ve yöntem, öncekilerin yöntemleri (şer’u men kablana) bağlamında Hz. Adem’den itibaren temel ilkelerin farklı zaman ve mekanlarda pratiğe aktarılma tarzlarını inceler, nasıl bilimsel modeller geliştirdiklerini bakar ve medeniyet(ler) kurulma süreçlerine dikkat eder. Dönemindeki kadim medeniyetler yüzleşmeden kasıt budur: Çünkü insanların; ne yaptığı, ne düşündüğü ve nasıl düşündüğü arasındaki farklara dikkat ederek, içinde yetiştiğimiz kültürün unsurlarının kavramsal bir tahlile tabii tutulması, bilişsel unsurlarının tahlili, bilgi-bilim ve değer ilişkisinin tespitinde büyük önem arz etmektedir.
Bu çerçevede, sosyo-politik bir canlı olarak insan, modern bilgi ve bilim anlayışında "modern" olanın ne olduğunu, bilimsel keşiflerin ve bulguların değerlerinde ne gibi değişiklikler ortaya çıkardığını araştırmaya başlamıştır. İslam dünyasında oryantalist sömürü sonrasında önemli oranda gerileme yaşanan bilgi, bilim ve felsefe alanında yeniden bir diriliş için S.Nakip el-Attas, İsmail Raci Faruki, Batılı tasavvurları ciddi bir eleştiriye tabii tutarak “Bilginin İslamileştirilmesi” üzerinde çalışmaya başladılar. Bu projede yaşanılan aksaklıklara da dikkat ederek bir İslam bilim tasavvuru geliştirilmesi üzerinde duran S.Hüseyin Nasr ve gelenekselci akım paradigması oluşmaya başladı. Batılı moderniteye ciddi eleştiriler yönelten Fazlur Rahman farklı çözüm önerilerini gündeme getirdi.
II. Yeni Bir İslam Medeniyeti Tasavvuru İçin Atayurt ve Anayurt Birikimini Okumak
11 Eylül 2001 aslında yeni yüzyıl başlangıç tarihidir. Küresel güçler, enerji üretim ve arz merkezlerine, demokrasi insan hakları vb gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya başladı. Irak’tan başlayarak (bir zamanlar ipek yolunun güney hattı olan) Afganistan ve Pakistan bölgesine kadar alanda “sürekli bir istikrarsızlık” durumu oluşturuldu. Arap Baharı adıyla başlayan operasyonlarla Ortadoğu bir kangölüne dönüştü. Önceden “Medeniyetler Arası Savaş” ve “Tarihin Sonu” tezleriyle İslam dünyasına yönelik müdahalelerin alt yapını oluşturmakta kullanıldı.Şimdi Müslümanlar Şii-Selefi ayrımı adı altında bir medeniyet içi çatışmaya süreklenmek üzere. Bu çatışma halinin dışında kalabilmenin yolu Türkiyeli Müslümanlar için Atayurt ve Anayurt birikimini yani Hanefi fıkhı ve özgür iradenin simgesi olan Maturidi akaidini yeniden okumakla mümkün olabilir. Ehli Sünnet’in önemli akımının hal dili olan Ahmet Yesevi ile gönüllere hitap etmesini güncellememiz gerekir.
Bunun felsefi boyutunu ise Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinde yaptığı gibi, Tanrı-Evren ve İnsan ilişkisini açıkladığı gibi bir sunumla yeni bir medeniyet tasavvuru oluşturabiliriz. “Batı felsefesi Platon’a düşünelen dipnotlar” denilir, biz de Muallim-i Sani Farabi’in Tanrı’nın evreni niçin yarattığını, insanın varoluş anlamını ilahiyat bağlamında müzakere etmeye başlayabiliriz. Ardından bu tasavvurun nasıl hayata geçirileceğiyle medeni ilimler (siyaset/fıkıh ve kelam) ilgilenir. Farabi’in ve diğer Müslüman filozofların ahlak ilmini siyaset ilmi ile birlikte “medeni ilimler” kısmına dâhil etmesi, günümüz siyasal sorunlarına dair etik problemlere çözüm önerileri üretmede etkili olabilir. Atayurt ve Anayurt merkezli yeni bir medeniyet tasavvurunun müspet/doğa bilimleri bölümünü ise Biruni merkezli bir yöntem ile yeniden üretilebilir.
“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” diye özelleştirdiğimiz bu medeniyet tasavvuru oluşturma projemizin yerli/milli güncel şahsiyetleri olarak Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu ve Erol Güngür gibi alimlerimizin yöntemlerini inceliyoruz. Özellikle Nurettin Topcu’un Batı materyalist ve pozitivist öğretisinin etkinliğini Bergson’un sezgi felsefesi ve Blondel’in aksiyon felsefesinden hareketle temellendirmesini önemsiyoruz. Topcu’nun Abdülaziz Bekkine ile de dini/milli/yerli kurguyu yaptığını düşündüğümüz zaman bu medeniyet tasavvurunun hal dili olan Yesevi yöntem de güncellenmiş olacaktır.
SONUÇ: Dini-ahlaki ilkelerin temel hedefi; insanlara huzurlu, mutlu, (maddi ve manevi-sosyal açıdan) müreffeh bir ortam sağlamayı hedefler. Döneminde kısa sürede kendine özgü bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturup hayata geçiren Hz. Muhammed (sav) yol ve yöntemini “yaşayan sünnet” haline getirmesi, sonra bunu yitirmemiz, yeniden bul(a)mayacağımız anlamına gelmez. İslam dünyasının içinde yaşadığı sosyo-ekonomik tarihini iyi incelediğimiz zaman Hanefi fıkhı, Maturidi Akaidi, Ahmet Yesevi’nin hal diliyle manevi/tinsel ilimlerle Evrenin ve insanın niçin yaratıldığı; Biruni gibi alimlerin yöntemleriyle de pozitif ilimlerle evrenin dilinin mahiyetini, Farabi gibi alimlerin yaptığı gibi erdemli/medeni bir yönetimin (ahlak/fıkıh/kelam) tarzını yeniden ortaya koyabilecek yeni bir medeniyet tasavvuru oluşturabiliriz. Böylece dünyada mutluluğun elde edilmesi mümkün olacaktır, bunu elde edebilen birisi, ahrette saadetu’l-kusva’ya zaten erişecektir.
XXXXXXXXXXXXX
Osmanlı Devleti’nde Vakıflar
(M. Kemal ve avenesinin neden Vakıfları tarumar ettiklerini merak edenlerin, bu yazıyı mutlaka okumalarını tavsiye ederiz)
Osmanlı Vakıf seneti
***
Vakıf müessesesi, asırlarca Islam devletlerinde büyük önem kazanmış, sosyal ve iktisadi hayat üzerinde derin tesirler bırakmış dini-hukuki bir müessesedir. Bütün Türk-Islam devletlerinde adeta bir yarış halinde gelişen vakıflar, bilhassa Osmanlı Devleti’nde tekamülünün zirvesine ulaşmış ve Islam hukukunun en zengin ve etkili müesseselerinden biri, hatta birincisi haline gelmiştir.[1] Zira dini ve sosyal hizmetlerin görülmesinin yanısıra, fethedilen ülkelerde Türk kültürünün yerleştirilmesi, ordunun teçhiz edilmesi, donanmaya yardım, öğrenci yurtları tesisi, Orta Asya’daki Türklerle münasebet sağlanması gibi hususlarda da önemli bir yer kazanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin daha kuruluşundan itibaren başlayan ve devletin siyasi ve mali kudretinin artmasiyle orantılı olarak gelişen vakıflar iki kısımda ele alınabilir.[2]
Bunlardan birincisi “aynıyla intifa olunan”, yani bizzat kendisinden yararlanılan vakıflardır. Bu tür vakıflara “müessesat-ı hayriyye” adı verilmekteydi. Bu gurup içerisine camiler, mescidler, medreseler, mektepler, imaretler, kervansaraylar, zaviyeler, hastahaneler, kütüphaneler, sebiller ve mezarlıklar girmektedir.
Ikinci kısım ise “aynıyla intifa olunmayan”, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden bina, arazi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır ki, bunlara Osmanlılarda “asl-ı vakf” ismi verilmiştir. Birbirini tamamlayan bu iki tür vakfın bilhassa Osmanlılarda büyük bir gelişme içine girdiği görülür. Nitekim 1540 senelerinde yalnız Anadolu Eyaleti’nde bu şekilde vakıf yoluyla 45 imaret, 342 cami, 1055 mescid, 110 medrese, 626 zaviye ve hankah, 154 muallimhane, bir kalenderhane, bir mevlevihane, 2 darulhuffaz, 75 büyük han ve kervansaray işletilmekte, 121 müderris, 3756 hatib, imam ve müezzin ile 3299 şeyh, şeyhzade, kayyum, talebe veya mütevelliye maaş verilmekte idi.[3]
Yine Kastamonu, Alanya, Teke, Hamid ve Karahisar-ı Sahip sancaklarından meydana gelen Anadolu Eyaleti’nde 1530-1540 seneleri arasında toplam 79.784.960 akça olan gelirin % 17’si, yani 13.641.684 akçası vakıfların geliri olarak görülmektedir.[4] Bulgaristan’da ise 3339 Türk vakfı bulunduğu ve bunlardan 2356’sinin cami ve mescid, 142’sinin medrese, 273’ünün mektep, 174’ünün tekke ve zaviye, 42’sinin imaret, 24’ünün köprü, 16’sinin kervansaray, diğerlerinin de hamam, türbe, çeşme, sebil, kütüphane gibi hayır eserleri olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır.[5] 18. asırda ise bugünkü Türkiye sınırları içinde, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nden tesbit edilebildiğine göe 6000 vakıf bulunmaktaydı.[6]
Türk-Islam kültürünün gelişmesinde çok önemli olan vakıflar, bunun yanısıra hayat şartları bakımından insanlar arasında büyük ölçüde sosyal adaletin sağlanması ve farklılıkların kaldırılması açısından da mühim bir role sahiptir. Ayrıca bugün belediyelerin görevleri arasında bulunan hizmetler, vakıflarca gerçekleştirilmiştir. Bunların başında şehirlerin su ihtiyacının karşılanması gelmektedir. Bunun için su bendleri, su kuyuları, çeşme ve sebiller vs. yaptırılmıştır. Yine, sokakların aydınlatılması, temizlenmesi ve şehirlerin güzelleştirilmesini gaye edinen vakıflar bulunduğu gibi, yol, köprü, konak yerleri tesisi için de vakıflar kurulmuştur. Bilhassa Osmanlı Devleti’nin sosyal refah düzeyini en iyi biçimde bize gösteren imaret sistemi, vakıf müesseselerinin en dikkate değer olanıdır. Zira bunlar, çevrelerinde yer alan külliyelerle, Türklerin imar hususunda olduğu kadar, ilim, sanat, sosyal yardım ve dini müesseseler yapmaktaki maharetlerini ve üstünlüklerini bütün dünyaya göstermiştir.[7] Bu tesislerde vakıf hizmetlerine, mektep ve medrese talebelerine, tekke ve zaviye dervişlerine, fakirlere, yolculara vs. ye, vaziyete göre üç öğüne kadar yemek verilirdi. Yalnız yirmi imaretin bulunduğu Istanbul’da günde sayıları binlerle ifade edilen pekçok kişinin yemek yediği göz önüne alınırsa, ehemmiyetleri hakkında bir fikir sahibi olunabilir.
Müslüman olsun, müslüman olmasın bütün insanlığa tahsis edilmiş hastahanelerde (bîmarhane, darüşşifa) ise, bedeni ve ruhi hastalıkların tedavisi yapılmaktaydı. Yine fakir, vergilerini ödeyemeyecek kişiler için kurulmuş “Avarız Vakıfları” da Osmanlı sosyal hayatının güzel bir nümunesidir. Dolayısiyle vakıflar, beledî ve sosyal hizmetlerin halka en iyi şekilde götürüldüğü, köy ve kasabaların kurulması ve fethedilen yerlerde kültürümüzün benimsenmesinde oynadığı rol bakımından vazgeçilmez bir müessesedir.[8]
**********
KAYNAKLAR:
[1] Islam dünyasında vakıf müessesesinin önemi hakkında bakınız; Fuat Köprülü, Vakıf müessesesinin hukuki mahiyeti ve tarihi tekamülü, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, cild 2, sayfa 1 – 32.
[2] Bahaeddin Yediyıldız, Vakıf, IA, cild 22/2, sayfa 156.
Ayrıca bakınız; Şakir Berki, Imparatorluk ve Cumhuriyet Vakıf Hukukunda Vakıf Şartları, Vakıflar Dergisi, cild 10, sayfa 73 – 77.
[3] Ö. L Barkan – E. H. Ayverdi, 953 (1546) tarihli Istanbul Vakıfları Tahrir Defteri, Istanbul 1970, sayfa 17.
Ayrıca bakınız; Ö. L. Barkan, Edirne ve Civarındaki Bazı Imaret Tesislerinin Yıllık Muhasebe Bilançoları, Belgeler, sayı 2, Ankara 1969, sayfa 236, 237.
[4] Ö. L. Barkan, Edirne ve Civarındaki Bazı Imaret Tesislerinin Yıllık Muhasebe Bilançoları, Belgeler, sayı 2, Ankara 1969, sayfa 236.
[5] Bahaeddin Yediyıldız, Türk Kültür Sistemi içinde Vakfın yeri, Türk Kültürü, sayı 281, Ankara 1986, sayfa 539.
[6] Bahaeddin Yediyıldız, Vakıf, IA, cild 22/2, sayfa 156.
[7] Yusuf Halaçoğlu, 14. – 17 Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara 1991, sayfa 143, 144.
[8] O. L. Barkan, Osmanlı Imparatorluğu’nda Bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak Vakıflar ve temlikler, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, cild 2, sayfa 354 ve devamı.
**********
İslam Toplumunda Vakıf Kültürünün Doğuşu
Prof.Dr. Beşir Gözübenli
Giriş
İslâm kültürüyle özdeşleşmiş bir kavram olan vakıf, yüce insani değerlerin ürünü olarak geliştirilip, geçmişten günümüze, orijinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden hayatiyetini sürdüren müstesna kurumlardan biridir.
Bu kurum, insanlardaki, özellikle İslâm'ın onlara kazandırdığı, dünyevî hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapma, yardımlaşma, her türlü hayır işleme istekleri ve her alandaki güzel davranma duygularının tecessüm etmiş şeklidir. Bir başka ifadeyle, çok yüce duygularla geliştirilmiş müstesna bir kurum olan vakıf, erdemli insanların ulvî, nezih duygu ve düşüncelerinin pratik hayata yansıyan bir ürünüdür.
Vakıf kurumunun hem teorik yönden gelişmesinde ve hem de toplumda benimsenip, revaç bularak yaygınlaşmasında, Müslümanların büyük katkıları sebebiyle, bu kurum, köken itibariyle İslâm kültürünün bir ürünü gibi değerlendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, vakıf kurumu, İslâm kültürüyle âdeta özdeşleşmiş bir kurumdur.
İslâm'dan önce de semavî dinlerin etkileriyle, çeşitli kültürlerde fazlaca yaygın olmasa da vakfı andıran kurumların bulunduğu bilinmektedir. Zira, İslâm'dan önceki semavî dinlerde de, insanlardaki yardımlaşma duyguları başta olmak üzere, tüm canlılara faydalı olma istek ve duygularının gelişmesine yönelik esaslar mevcuttu. Ancak bugünkü anlamdaki vakıf, (özellikle hukuki statüsü ve bu hukuki statünün sonucu olarak ulaşılan hizmet yelpazesinin zenginliği açısından), hemen hemen bütünüyle İslâm kültürünün ürünüdür. Vakıf kurumunun gelişmesine Müslüman bilim adamlarının yaptıkları emsalsiz katkıları, Batılı sosyal bilimciler de tereddütsüz kabul etmektedir.
İnsanların hayır ve güzelliklerde yarışma adına nasıl bir seviyeye ulaştıklarının veya ulaşabileceklerinin, ne ölçüde nezih ve ulvî duygularla bezenebileceklerinin net bir şekilde görülebilmesi için, vakıf kurumunun İslâm kültüründeki gelişme seyri orijinal bir örnektir. Özellikle, vakıfların 16. asır Osmanlı coğrafyasında icra ettiği fonksiyonlar dikkatlice incelendiğinde, Kur'ân referanslı yüce değerlerle bezenmiş insanların, günümüz sosyal siyasetçilerince hayranlıkla araştırılan son derece orijinal hizmet yöntemleri geliştirdikleri, toplumun farklı kesimlerinde çoğu kere hiç fark edilmemiş, ya da yeterince önemi kavranmamış nice hizmet alanları keşfettikleri görülecektir.
Esasen vakıf, Müslüman'ın hayat tarzının şekillenmesindeki temel değerler ile, bu değerlerin hayata geçirilmesi adına oluşan sosyal normların, dünya görüşünün pratiğe dökülmesi kapsamında, hem kamu sektöründen, hem de özel sektörden farklı bir anlayışla ve nevi şahsına münhasır bir statüde geliştirilmiş kurumdur.
Vakıf kurumunun gördüğü fonksiyonları, vakıf malların hukuki statüsünü, vakıfların yönetiminden sorumlu konumda bulunan kimselerin riâyet ve itina göstermek zorunda oldukları hukukî ve ahlâkî esasları ana hatlarıyla ele alacağımız araştırmamızın birinci bölümünü teşkil eden bu çalışmada, öncelikle vakfa hayat veren (sosyal) değerlerin kaynakları üzerinde durulacaktır. Ancak, vakıf kurumuna hayat veren bu değerlerin özellikle Kur'ânî boyutunun daha iyi ortaya konulabilmesi için, vahyin başlangıcındaki sosyal çevre (özellikle iktisadi ticari hayat) ile, yine bu çerçevede, Kur'ân'ın ilk muhataplarının o günkü sahip oldukları sosyal değerler hakkında bazı bilgiler verilmesi yararlı olacaktır.
İslâm'dan Önceki Yıllarda Hicaz Bölgesinde Sosyal Hayata Kısa Bir Bakış
Peygamberimiz'in (s.a.s.) doğup büyüdüğü Mekke şehri ve civarı, asırlardan beri yoğun ticarî faaliyetlere sahne olan, birçok mahallî ve uluslar arası ticaret fuarlarıyla şöhret bulmuş bir yerdi. Halkın temel geçim kaynağı ticaret idi. Arazi yapısının da ziraata pek elverişli olmaması sebebiyle, çiftçilik kültürü fazlaca gelişmemişti. Ayrıca Mekke şehri, Hz. İbrahim (a.s.) döneminden beri, (iktisadî açıdan) inanç turizmi diye nitelendirilebilecek, ticarî hayatı yakından ilgilendiren hareketliliklere de sahne olmaktaydı. Medine ve civarında ise, halkın temel geçim kaynağı ziraat olup, burada ticaret ikinci planda kalmıştı.
Modern kitle iletişim hizmetlerinin bulunmadığı, ulaşım ve haberleşmenin çöl şartlarında geleneksel ilkel usullerle yapıldığı bir dönemde, birbiri ardınca fuarların açıldığı Mekke ve çevresinde yerli yabancı (neredeyse) herkesin ana gündemini ticari faaliyetlerin oluşturması ve dünya hayatını âdeta ticariiktisadi faaliyet olarak görmesi garip karşılanmamalıdır.
Böyle bir sosyal çevrede pratikte ekonomik yönü bulunmayan davranış kalıpları ve değer yargılarının önemini kaybetmeye başlaması da beklenen bir durumdur. Toplum, semavî dinlerin mesajlarındaki insanî değerlerin tesirinden ve yönlendiriciliğinden uzaklaştıkça insanlardaki mal kazanma hırsının gemlenmesi ve sosyal hayatta acımasız davranışların engellenmesi, daha da zorlaşır. İnsanî değerlerle bezenmemiş fertlerin, tüm kabiliyetlerini dünyalık mal kazanmak için ticarî hayatta her şeye rağmen başarılı olmaya yönlendirmesi ve hayatlarının acımasızca mal kazanma yarışından ibaret hale gelmesi tabiî bir durumdur.
Sosyal bir vakıa olarak, o dönemde tüm toplumlarda mevcut olan kölelik kurumu da, insani değerlerin yozlaşması, insanlık dışı davranışların normal görülmesi konusunda önemli ölçüde etkili oluyordu. Zira, kölelere karşı davranışları insani değerler çerçevesinde düzenleyen müeyyideler bulunmayınca, toplumda yaygın olarak insanlık dışı davranışlara maruz kalan kölelerin durumu, o toplumda, özellikle yeni yetişen neslin değer yargılarının, kölelere karşı sergilenen bu kötü (insanlık dışı) davranışların normal görülebileceği yönünde şekillenmesine etken oluyordu.
Kölelerin insanlık dışı diye nitelendirilebilecek hayat şartlarının, toplumda tabiî görülmesi, sırf maddi çıkar elde edebilmek için, hür insanların bile sıkıntıya girmelerine sebep olacak davranışların da normal görülmesine zemin hazırlıyordu. Böyle bir sosyal çevrede, bazıları aşırı derecede zengin olurken, bazılarının açlıktan ölecek seviyede sefaletle yüz yüze kalmaları, hatta sırf kazanç sağlamak için, sahipleri tarafından fuhşa zorlanan cariyelerin hali bile, kamu vicdanını fazlaca zorlamıyordu.
Bu olumsuz tablolar sadece Hicaz bölgesine has değildi. O günkü Roma, Sasani ve daha başkaları gibi, farklı kültürlere sahip toplumlar da, aynı, hattâ daha da kötü durumdaydı. Konuyla ilgili bir fikir vermesi açısından, Roma toplumunda kölelere reva görülen insanlık dışı davranışlar bir yana, borcunu ödeyemeyen hür insanların bile zincire vurulması ve alacaklıları tarafından nice insanlık dışı davranışlara maruz bırakılmaları, dahası, bütün bu muamelelerin hukuken meşru görülmesinin hatırlanması yeterli olacaktır.
Borçlulara yapılan muamele, onlara kötü davranmakla da kalmıyordu. Alacaklıların, vadesinde ödenemeyen borçlara tefecilik boyutunda faiz eklemeleri normal bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Hattâ, eklenen faizlerden dolayı, borçlunun tüm mal varlığını kaybetmesi, zaman zaman yakınlarını bile rehin olarak alacaklılara bırakmak zorunda kalması, ya da eklenen faizlerden dolayı ödeyemediği borçlarının karşılığı olarak köle pazarlarında satılması, sık rastlanan vakalardandı. Bu şekilde, üzerine faiz binmiş borç yüzünden sıkıntıya düşen insanların büyük çoğunluğunun, bu borçları temel (zaruri) ihtiyaçlarını karşılamak için aldıkları ve bu tür olayların yaygınlığı nazara alındığında, toplumdaki değer yargılarının durumu hakkında daha net bir fikir sahibi olabiliriz.
Evet, sözünü ettiğimiz muamele ve davranışların, İslâm öncesi toplumlarda normal görülmesi, bundan da öte, o toplumlardaki değer yargılarının bunlara göre oluşması, meselenin asıl vahim tarafını teşkil ediyordu. Zira, bir toplumda kötülüğün vaki olmasından ziyade, kötülüğün kötülük olarak değerlendirilmemesi esas tehlikedir.
Kur'ân, ilk inen âyetlerinden itibaren, o günkü insanlarda ve toplumlarda artık hastalık halini almış bulunan kötülükleri giderme üzerinde yoğunlaşmış ve ferdlerin yüce insanî değerlerle bezenip, bütün değer yargılarının da bu yönde şekillenmesine öncelik vermiştir.
Vakıf Kurumunun Hayat Kaynağı Olan Değerlerin Benimsenme Süreci
Kur'ân, önce Allah ve Âhiret inancını kalblerde yerleştirme ve namazı mü'minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirme üzerinde durmuş, ayrıca, toplumdaki ahlâkî problemlere dikkat çekmiş ve bir yandan ferdleri ahlâkî zaaflardan arındırırken, bir yandan da onları en yüce insanî değerlerle bezeme ve böyle ferdlerden oluşan bir fazilet toplumu meydana getirme yoluna gitmiştir. Bunun ise, belli bir zamana vâbeste olduğu açıktır.
Bu zaman içinde, ilk inen âyetlerde sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya ters tutum ve davranışlar nazara verilir ve bunlar, zihinlerde ve kalblerde etki bırakacak şekilde kınanırken, hangi din ve milletten olursa olsun açların doyurulması, aç ve açıkta kalan herkese (yetimler, köleler, esirler vs.) yardım elinin uzatılması ise, örnek davranışlar olarak öne çıkarılıyordu. Bu hususlar, farklı âyetlerde farklı üsluplarla ve zaman zaman kıssalar eşliğinde vurgulanıyor, tabir yerindeyse, farklı frekanslardan uyarılar yapılarak, her bir karakter ve haleti ruhiyeye hitap ediliyordu. Meselâ, zor durumda olan kimselere yardım etmeme yollarını araştıran mal (bahçe) sahiplerinin karşılaştıkları felâketlere dair ibretli olaylar naklediliyor; âcilen yardıma muhtaç kimselere yardım eli uzatmama; açları ve fakirleri doyurmama, yetime ikramda bulunmama ve hastalık halini almış mal sevgisi yeriliyor, bu sıfatlara sahip olanlar farklı âyetlerde farklı ifadelerle kınanarak, söz konusu davranışlardan kurtulmaları gerektiği doğrudan veya dolaylı olarak hatırlatılıyordu.
Toplumda muhtaç durumda olanlara yardım duygularının filizlenip gelişebilmesi için, bazı âyetlerde ise, Cennet'i kazandıracak örnek davranış şekilleri anlatılıp, insanlar Cennet'e heveslendiriliyordu. Bu çerçevede Cennet ehliyle ilgili anlatımlarda, onların Kur'ânî değerlerle bezenmiş hasletlerine özellikle dikkat çekiliyordu. Nitekim, onların sosyal yardımlaşma noktasında yetim, miskin ve esiri (hiçbir ayrım gözetmeksizin) doyurma şeklindeki davranışlarından bahsederken, kendilerinin ileri seviyedeki ihtiyaçlarına rağmen, bunu, hem de sadece Allah rızası için yaptıkları, doyurdukları kimselerden de bir karşılık, hattâ bir teşekkür bile beklemedikleri nakledilerek, bu kabil davranışlar örnek gösterilip, insanlar böyle davranışlara özendiriliyordu. (İnsan, 76/89)
Söz konusu âyetlerde özellikle iki husus ayrıca bir öneme sahiptir. Birincisi, bu insanların yetim, miskin ve esiri doyururken, kendilerinin şiddetle ihtiyacı olduğu gıda maddelerinden ikram edip, mevcut az bir gıdayı paylaşmak; ikincisi ise, esirlere karşı sergilenen insani davranışın boyutu. İnsanlık, kişinin kendisinin şiddetle ihtiyacı olduğu az bir gıda maddesini elindeki esirle paylaşması anlayışına ne zaman ulaşabilecek, Kur'ân'da Müslümanların hayat tarzlarını belirleyen değerler arasında sayılan bu değerin, insan haklarının uluslararası boyutunu ilgilendiren gaye değerler arasına gireceği zamanı görecek midir?
Bu konudaki âyetlerin pratik hayata aksettirilmesi sadedinde, Peygamberimizin (s.a.s.), Müslüman'ın sorumluluğu altındaki (işçi, köle, esir gibi) kimseleri, kişinin kendi kardeşi gibi nitelendirip, bu anlayışın gereği olarak, onlara, kendi hayat standartları seviyesinde (yediğinden yedirmesi, giydiğinden giydirmesi...gibi davranışlarla) imkânlar sağlamasının Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair hadisleri (Buharî, Itk, 15) ile, bu konulardaki bizzat örnek davranışları da, batıda sanayi devriminden çok sonra büyük mücadeleler sonucunda oluşan sosyal devlet anlayışının gereği olarak, çalışma barışını (işçinin korunmasını) sağlamak üzere geliştirilen iş hukuku açısından, önemle vurgulanması gereken hususlar arasındadır. Özellikle, konuyla ilgili âyetler paralelinde, Peygamberimizin (s.a.s.) bu konudaki örnek davranış ve uygulamaları, günümüzde insanın sosyal ve ekonomik hakları açısından ütopya gibi değerlendirilebilecek yüce insani değerlerin, tarihin belli bir kesitinde pratik hayata aktarılıp, pozitif hukukta yer aldığı ve uygulandığını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Burada sadece bir kısmını zikrettiğimiz, sosyal hayatın tanzimini sağlayacak değerlerin kaynağını teşkil eden âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) ortaya koyduğu örnek davranışlar, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, toplumda kimsenin açlık ve sefaletle yüz yüze kalmaması anlayışının, İslâm toplumunun karakteristik özelliklerinden birisi olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca konuyla ilgili âyetlerde, toplumdaki yardıma muhtaç kimselere yapılması gereken yardımların, varlıklı kimselerin bu insanlara bir lütfu olarak değil, bunların hakkı olarak tanımlanması da, bu alanlarla ilgilenen sosyal bilimcilerce önemle dikkate alınması gereken bir husustur. (İsra, 17/26; Zariyat, 51/19; Mearic, 70/2425)
Kur'ânı Kerim'de, sıklıkla tekrarlanan rızkı verenin ve dağıtanın Allah olduğu vurgusu (Bakara, 2/212; En'am, 6/151; Nur, 24/38, vs.); dünya hayatının geçici oluşu ve insanın öbür dünya için hazırlık yapması gerektiği, bunun için de kişinin gerek ferdî, gerekse sosyal hayatında dosdoğru ve tertemiz yaşamasının temel şart olduğu; kesinlikle helâl ve temiz kazanca yönelmek gerektiği (Bakara, 2/168; Nisa, 4/29; Maide, 5/88); öbür dünyadaki hesap esnasında durumu iç açıcı olmayan kimselerin, karşılaşacakları sıkıntılardan kurtulabilmeleri için, dünya dolusu her şeyi bir kat fazlasıyla feda etseler de bir işe yaramayacağı (Âli İmran, 3/91; Maide, 5/36; Yunus, 10/54) vb. konulardaki bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı olarak hüküm bildiren âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) her konudaki örnek davranışları, müminlerin Allah'ın mesajındaki sosyal değerleri benimseyip hazmetmeleri ve hayatlarına temel ilke yapmaları sürecinde, önemli etkiler uyandırıyordu. Ayrıca, gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatın düzenlenmesinde esas olan dinî değerler kapsamında, mü'minlerin dürüst, samimi ve güvenilir olmaları, ahde ve akde vefaya hassasiyet göstermeleri (Maide, 5/1; İsra, 17/34), konuşurken gereksiz yere yemin ederek Allah'ın adını dünyalık işlere âlet etmemeleri, dolayısıyla bu kapsamda, dinî değerlerin ticarî hayatta çıkar vesilesi olarak kullanılması gibi samimiyetsiz davranışlardan kaçınmalarına dair âyetler (Nahl, 16/91; Bakara, 2/224) ile, bu ve benzeri konulardaki Peygamberimizin (s.a.s.) örnek davranışları, mü'minleri, yüce insanî değerlerle bezeyerek, onları önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak duruma getirmişti.
Burada önemle vurgulanması gereken bir husus da, İslâm Dini'nin hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili getirdiği değerlerin, sistematik bir bütünlük arz etmesidir. Bu değerler ile, bunlara dayandırılan esaslar, kendi aralarında bir âhenk ve bütünlük içerisinde, birbirini destekleyici fonksiyonlar icra etmektedir. Meselâ, helâl ve temiz kazanca yönelme, ticarî hayatta ölçü ve tartıya riâyet, kul hakkından kaçınılması gibi evrensel ölçüdeki değerlerin toplumda yerleşebilmesi için, Kur'ânı Kerim, bunlarla ilgili doğrudan emirler vermenin yanında, önceki kavimlere dair kıssaları naklederken, bu hususlara riâyet etmeyenlerin karşılaştıkları veya karşılaşacakları acıklı durumları dikkatlere sunmakta ve mü'minleri hassasiyetle uyarmaktadır (En'am, 6/152; A'raf, 7/85; Hud, 11/8485; İsra, 17/35, vs.). Ayrıca, kul hakkının af kapsamında bulunmadığı hususunun, Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmesi (Tirmizi, Cenaiz,1078, 1079; İbn Mace, 2413) yanında, Peygamberimizin (s.a.s.) imkânı olduğu hâlde borcunu ödemeyenlerin (Buharî, Havale, 3; Müslim, Feraiz, 1619) ve devlet malından bir şeyler aşıranların (Muvatta, Cihad, 13; Ebu Davud, Cihad, 133) cenaze namazlarını kılmaması, müminler arasında derin etkiler uyandırıyordu.1 Bu ve benzeri uygulamalar, hukuk normlarının yanında dinî ve ahlâkî normların, sosyal kontrol mekanizması olarak o toplumda ne ölçüde etkili olduğu konusunda bir fikir vermektedir. Kur'ân'ın ve Peygamberimizin sünnetinin, hayatın her alanında 20 yılı aşkın bir süre toplumu mükemmele yönlendirdiği düşünüldüğünde, neticede o toplumun geldiği merhâle, daha isabetli olarak tahmin edilebilir.
Artık mü'minler, insandaki teşebbüs kabiliyetlerini ve insani değerleri dumura uğratıp öldüren ve yaygın olarak bulunması hâlinde, öncelikle bu işlere bulaşanlar başta olmak üzere, tüm toplumun insanî değerler açısından ölümü demek olan durumlarla karşılaşmasına sebebiyet veren kumar, rüşvet, faiz gibi gayrı meşru kazançlar ile, her türlü haksız kazanç yollarını kesinlikle terk etmeleri gerektiğini, sadece karşılıklı rızaya dayanan meşru ticaret yollarıyla kazanç sağlamaya yönelebileceklerini, konuyla ilgili açık hüküm bildiren âyetlerden (Bakara, 2/188, 275280; Nisa, 4/29; Maide, 5/9091) ve Peygamberimizin sözlerinden öğrenmişlerdi.
Kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına bulaşanlar hakkındaki bazı âyet ve hadislerde yer alan ağır ve tehdit edici ifadeler (şeytan çarpmış gibi haşrolma vb.), o günkü toplumun bu tür kazançları tiksintiyle karşılayabilecek bir seviyeye geldiğinin göstergesi olsa gerektir. Ayrıca, bu âyet ve hadisler, dünya ve ahiret dengesini iyi kurabilen, yüce insani değerlerle bezenmiş kâmil bir mümin olabilmek için kişinin, kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına tevessül etmek bir tarafa, bu tür kazançlardan tiksinti duyup, iğrenecek bir ruhi olgunluğa ulaşmasının gerektiğini de göstermektedir.
Allah'ın mesajındaki sosyal değerlerin müminlerce benimsenip hayata hayat yapılması sürecinde sağlanan başarıyı göstermesi açısından, faiz (riba) yasağı somut bir örnektir.
Konuyla ilgili âyet ve hadisler dikkatlice incelendiğinde, insanın sırf dünyalık kazanç hırsıyla, ihtiyaç içinde kıvranan kimselere verdiği kredileri nemalandırma isteğinin, zecri tedbirlerle kaldırılması yerine, toplumun belli bir süreç içerisinde Allah'ın mesajındaki yüce insani değerlerle bezenmesi sonucu bu ve benzeri davranışların kamu vicdanında tiksinti uyandıracak şekilde karşılanıp, dolayısıyla da, o toplumda tutunamayacağı için, kendiliğinden kalkmasının hedeflendiği anlaşılıyor. Bunun gerçekleşmesi için de, toplumun, İslâm'ın getirdiği değerleri gereği gibi benimsemesi gerekiyordu. İşte faiz yasağıyla ilgili âyetlerin, bu terbiye sürecinin en sonlarında gelmesi, faizciliğin o günkü toplumda çok boyutlu ve de yaygın bir sosyal problem olmasıyla da doğrudan irtibatlı olsa gerektir.
Bu sürecin ilk adımını ya da genel anlamdaki alt yapısını, zorda kalan veya ihtiyacı olanlara dünyevi bir karşılık beklemeksizin, sırf Allah rızası için yardım etmenin Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair, yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz âyetler ve Peygamberimizin (s) örnek davranışları oluşturmaktadır. Doğrudan faiz (riba) konusuyla ilgili ise, Kur'ân'da Mekke döneminde nazil olan Rum sûresindeki (39) bir âyettir. Bu âyette, malını artırmak için yapılan faizli işlemler sonucu sağlanan artışın Allah katında artmayacağı, sırf Allah rızasını gözeterek zekat verenlerin ise, sevabının katlanarak artacağı ifade edilmektedir. Görülüyor ki, henüz Mekke döneminde, faizciliğin kötü bir şey olduğu, bundan uzak kalınıp, zaruri ihtiyaçları için borç isteyenlere zekat vermek gerektiği konusunda müminler yönlendirilmektedir.
Nisa sûresindeki (161) âyette ise, Yahudilerin faiz yemeleri ve benzeri gayrı meşru işlemlere başvurmaları gibi zulüm sayılan davranışlar sebebiyle cezalandırıldıkları ifade edilerek, Müslümanların faizi terk etmeleri dolaylı olarak öğütlenmektedir.
Ali İmran sûresi (130) ve Bakara sûresinde (275 280) ise, maliticari hayatla ilgili esaslar açıklanırken, faizin yasaklandığı ve borçlanmalarda hangi şeylerin faiz (riba) kapsamına girdiği, eskiden verilmiş faizler ve devam eden borçların durumuna açıklık getirilmektedir. Ancak Bakara sûresinde, faiz yasağı konusunda son derece önemli bir terbiye safhası dikkat çekmektedir. Bu çerçevede faiz yasağının kapsamı ve gayrı meşru olduğuna dair âyetlerde konuyla ilgili nihai esaslar açıklanırken (eski ve yeni borçlar vs.), toplumun artık faiz yasağını içine sindirebilecek bir seviyeye getirildiği anlaşılıyor. Zira sırf dünyalık mal kazanmak uğruna, ihtiyaç içinde kıvranan insanların karşılaşabilecekleri sıkıntılı durumları hiç dikkate almayan, hattâ birileri sıkıntıya düşse de, daha yüksek oranda faizli borç versem diye beklenti içine giren tüccarların bulunduğu bir toplumda faizin bir daha tutunamayacağı bir sosyal zemin oluşması beklenerek, epeyce uzun sayılabilecek bir terbiye ve eğitim sürecinden sonra bu âyetler gelmiştir.
Faiz âyetlerinin zaman olarak en son gelen âyetlerden olması bir tarafa, Bakara sûresindeki bu âyetlerin yerlerinin belirlenmesi de, bu sürecin bir sonucu olsa gerektir. Zira, diğer sûrelerdeki sırf Allah rızası için yapılan (zekat, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb.) harcamalarla ilgili âyetlere ek olarak, Bakara sûresinde de, başından itibaren bu konularda çok sayıda âyet bulunmakla birlikte, faiz yasağı konusundaki âyetlerden önce, yine aynı konularla ilgili peşi peşine 14 âyetin (yaklaşık üç sayfa) yer alması (Bakara, 2/261274), bu değerlerin tam olarak benimsenip hazmedilmesi adına çok önemli bir zihni hazırlık süreci olarak dikkat çekmektedir
Bu âyetlerde öncelikle, Allah yolunda mallarını infak edenlerin sevaplarının, verilen malın yüzlerce katı kadar olacağı belirtiliyor. Sonra ise, Allah yolunda mal harcayanların dikkat etmeleri gereken davranışlarla ilgili (nezaket ve nezahet konularında), Müslümanlar eğitiliyor. Burada malını sadaka olarak veren kimselerin, Allah rızası dışında başka beklentilerinin olmaması gerektiği, aksi taktirde sadakanın sevabı olmayıp boşa gideceği, farklı açılardan, farklı kültür ve seciyelere sahip insanların dikkatini çekebilecek şekilde, bazı inceliklere de yer verilerek, uzun uzun anlatılıyor. Bu çerçevede, hiçbir şekilde sadakayı başa kakmamak gerektiği, gösterişten kesinlikle uzak kalınmasına dikkat edilmesi, gerçek ihtiyaç sahiplerinin tespit edilerek, yapılan harcamanın yerine ulaşmasına özen gösterilmesi, sadakaların açıktan verilebileceği gibi gizlice de verilebileceği, ancak gizli verilmesinin daha hayırlı olduğu net ifadelerle açıklanıyor. Bütün bunlardan sonra, mallarını gece veya gündüz, açıktan veya gizlice verenlerin Allah katında karşılıklarını görecekleri tekrar vurgulanıyor.
Konuyla ilgili âyetlerde, sadaka verirken insanların hiçbir şeklide rencide edilmemesi, yardım edilenleri küçük düşürücü her türlü söz ve davranıştan kesinlikle ve hassasiyetle uzak kalınması hususunda, müminler sıkça uyarılıyor. Özellikle bu husustaki nezaket ve nezahet esaslarının dayandığı değerler ve bu değerlere göre şekillenmesi gereken davranış standartları, böyle bir süreçten geçilmeden, o günkü toplumlarda hayat bulamazdı. Toplumun bu değerleri hazmetmeleri için zaruri olan bu süreç başarıyla tamamlanmıştı. Yani bu safhada mü'minler, faiz gibi bir illetten insanlığı kurtarabilmek için, kesin ve nihai hükümleri hakkıyla hazmedebilecek durumda idiler. Zira artık, değil ki muhtaç kimselere verilen kredilerden faiz almak, onlara karşılıksız yardım yapabilecek ruh zenginliği kazanmışlardı. İşte, bu safhada konuyla ilgili gelen âyetlerde, faizin öbür dünyada ağır ve aşağılayıcı bir cezası olduğu ifade edilip, derhâl ve kesinlikle terk edilmesi emredilerek, müminler dünyevi kazanç için, tek alternatif olarak helal kazanca, öbür dünyayı ilgilendiren kazanç yönüyle ise, sadakaya yönlendiriliyorlardı.
Esasen Kur'ân'da, Mekke döneminden itibaren müminler faizin alternatifi olarak, zaten devamlı şekilde sadakaya (zekât dahil) yönlendiriliyorlardı. Konuyla ilgili Medine'de inen âyetlerde ise (Bakara, 2/275280; Âli İmran, 3/130), faizin yasak olduğu, faiz eklenerek geri almak üzere önceden verilen borçlar geri alınırken faizinin bırakılıp, sadece anaparanın alınacağı net bir şekilde belirtildikten sonra, şayet borçlu mali darlık içinde bulunuyorsa (ilk etapta ana parayı da ödeyemeyecekse), anaparayı ödeyebilmesi için, ona kolay gelebilecek bir ödeme planı tanınması öngörülmektedir. Âyetin devamında ise, ihtiyaç içinde olduğu için faizli kredi alan ve içinde bulunduğu mali kriz sebebiyle anaparayı bile ödemekte güçlük çeken bu insanlara, anaparanın bile bağışlanmasının (tasadduk) daha hayırlı olacağı bildirilip, insanların yaptıkları iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı tekrar vurgulanmaktadır. (Bakara, 2/280)
Bu âyetler geldiğinde, daha önceden riba almak üzere kredi verenlerin tamamı ribayı bırakmışlar, bir kısmı sadece anaparayı belli bir ödeme planı çerçevesinde geri alırken, bir kısmı anaparayı da borçluya bağışlamıştır.
Görülüyor ki bu insanlar, borç verirken, borçlunun kanını emercesine bir tavırla riba alacağı beklentisinde iken, Kur'ân'ın terbiyesi sonrası, değil riba almak, anaparayı bile sadaka olarak darda kalan borçluya bağışlayabilecek seviyede insani değerlere sahip olmuşlar ve bu değerleri gereği gibi benimseyip hazmetmişlerdi.
Bu insanların İslâm'dan önceki hâlleriyle, Müslüman olduktan sonraki hâllerinin kıyaslanamayacak ölçüde farklılık arz ettiğini görüyoruz. Bu dönem, insana sırf insan olduğu için değer verme anlayışının tarihin hiçbir döneminde ulaşılamayacak ölçüde özümsenip, hazmedildiği bir zaman dilimi idi. Mekke döneminde nazil olup, aç ve açıkta kalanlara yardıma çağıran âyetler, muhataplar tarafından tam anlamıyla idrak edilip, hayat tarzları bu yönde şekillenmişti.
Hangi din ve milletten olursa olsun, hiç bir ayrım yapılmaksızın, kölelere gayri insani davranışlar sona ermiş, önceden sıkıntı içinde yaşayan kölelerin tamamına yakını, sırf kazanılan bu sosyal değerlerin motive ettiği insanların mali destekleriyle azad edilmişti. Mevcut statüsü devam eden kölelerle ilgili olarak da, "köleleriniz sizin kardeşlerinizdir..." (Buharî, Itk, 15) anlayışı, temel bir düstur olarak toplum tarafından benimsenmişti. Neticede, kölelik kurumu tümüyle kaldırılmamakla birlikte, çok kısa bir süre içerisinde kendiliğinden kalkacak hukuki ve ahlâki esaslar getirilmişti. Ancak, sonraki dönemlerde kölelik milletlerarası seviyede devam ettiği ve İslâm'ın bu konuda getirdiği düsturlar âlemşümul çapta hayata geçirilemediği için, kölelik kurumu kalkmamakla birlikte, İslâm toplumlarında kölelere insanlık dışı davranışlar büyük ölçüde son bulmuştur.
Hangi dinden olursa olsun, toplumdaki miskin, fakir, yolda kalanlar başta olmak üzere, sosyal güvenliğe muhtaç herkese, sırf insan olmaları hasebiyle, ekonomik ve sosyal haklar verilmesi anlayışı, Müslümanların dünya hayatını düzenleyen temel sosyal düsturlar arasına girmiştir.
Burada önemle vurgulanacak bir husus da şudur: Batı kültüründe insanlara tanınan sosyal ve ekonomik haklar, menşei ve özü itibariyle, insana sırf insan olması hasebiyle değer vermekten kaynaklanmış değildir. Sosyal güvenlik hakları başta olmak üzere, Batı'da işçi sınıfına tanınan ekonomik hakların saiki ve menşei, açlık ve sefaletle yüz yüze olan insanların taşkınlık ve tahriplerini önlemekti. Yani, işin özünü yine zenginlerin ekonomik üstünlük ve çıkarlarının korunması teşkil ediyordu. Bu bakımdan, insan haklarıyla ilgili teorilerdeki, "insanın sırf insan olması hasebiyle sahip olduğu hak ve hürriyetler" kaydının, ne kadar gerçekçi olduğunun bir daha düşünülmesinin gereği ortadadır.
Zekâtın Dışındaki Sadaka ve Harcamalar
Zekâtın farzıyeti kesinlik kazanıp, mü'minler mallarının çeşidine göre, belirli oranlarda zekâtı gönül rahatlığıyla verebilecek seviyeye getirildiklerinde, zekâtla birlikte diğer sadaka, infak ve Allah'a karzı hasen vermek gibi emir ve tavsiyeleri ihtiva eden âyetler de nâzil olmaya devam etmiştir. Bu âyetler, bir bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde, farz olan zekâtın, şartları uygun Müslümanların asgari ödemek zorunda oldukları mükellefiyet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Medine döneminde nazil olan âyetlerin bazılarında (Bakara, 2/77; Müzzemmil, 73/20), (tek âyet içinde) hem zekât mükellefiyeti ve hem de diğer sadakaları vermek, kâmil mü'minlerin vasıfları arasında zikredilmektedir.
Esasen, Kur'ânı Kerim'deki sadaka, zekât, infak, Allah'a karzı hasen vermek vb. sırf Allah'ın rızasını sağlamak için yapılan harcamalara dair teşvikler yanında, ideal seviyede mü'minlerin vasıflarına ulaşabilmek için, sıradan malları değil, insanın hoşuna giden değerli malları Allah yolunda harcayabilecek duruma gelmeyi ifade eden âyetler de, konumuzla ilgili olarak dikkate alınması gereken âyetlerdir. (Bakara, 2/245; Âli İmran, 3/92; Maide, 5/12, vs.) Bu âyetler Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde kendi aralarında sınıflandırılarak dikkatlice incelendiğinde, İslâm'ın değerler sisteminde, farz olan zekatın dışında, farklı kategorilerde ve derecelerde, farklı fonksiyonlar icra eden ve dolayısıyla da farklı dini hükümlere sahip sadaka (ve infak) çeşitlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Konuyla ilgili mezkûr âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) uygulamaları ve tavsiyelerindeki temel değerleri iyi kavrayıp, hayat felsefesi hâline getiren mü'minler, bu değerleri pratik hayata aksettirme konusunda, önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak konumlara geldiler. Nitekim, Ceyşu'lUsre'nin (Tebük Savaşı) techizi konusunda, neredeyse tüm sahabinin, özellikle de Hz. Osman'ın (r.a.) tavrı, akıllara durgunluk verebilecek boyuttadır. Zira, Ceyşu'lUsre teçhiz edilirken, karşılığını Allah'ın Cennet'te kat kat katlayarak vereceği açıklandığında, sahabiler arasında, adeta bir yarış başlamıştı. Çünkü sahabiler, Allah yolunda mal vermeyi, Allah'ın öbür dünyada karşılığını kat kat katlayarak vermeyi taahhüt ettiği, "Allah'a karzı hasen vermek" olarak görüyorlardı. (İbn Arabî, 1:230231) Bu, aynı zamanda, "hayırda yarışmak" (Bakara, 2/148; Âli İmran, 3/114) âyetinin bir pratiği idi.
Aynı şekilde, Mescidi Nebevi'nin genişletilmesi ihtiyacını Peygamberimiz (s.a.s.) dile getirdiğinde, sahabilerin tavrı yine aynı paraleldedir. Nitekim, Mescidi Nebevi, Müslümanlara dar gelmeye başladığında, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Kim filan oğullarına ait (bitişikte bulunan) arsayı, Cennet'teki karşılığı mukabilinde alıp, Mescid'i genişletir?" buyurduğunda, Hz. Osman bu araziyi yüklü bir bedelle satın alıp, Mescid'in genişletilmesine tahsis etmiştir. (Buharî, Vesâyâ, 33; Tirmizî, 3704)
Medine'deki Rume kuyusunun satın alınmasıyla ilgili örnek de, yine aynı anlayışı teyit etmektedir. Kaynaklarda bu konuda yer alan bilgilere göre, Peygamberimiz (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiğinde, bu şehirde üstün vasıflı içme suyu kaynağı olarak sadece Rume kuyusu bulunmaktaydı. Bir rivâyete göre, bu su kaynağı, Gifar oğullarından bir Yahudi'ye ait bir pınar olup, sahipleri bu suyu kaplarla para mukabili kırbası bir dirhem fiyatla satıyorlardı. Kuyunun suyu ise çok fazla değildi. Hz. Peygamber (s.a.s.), üstün vasıflı bir su olan bu kaynağın sahibinden satın alınıp, suyunun çoğalması için yeniden kazdırılıp, ücretsiz olarak içilmesinin sağlanmasını istiyordu. Bunun üzerine, "Kim Rume kuyusunu satın alıp yeniden ıslah ederek insanların hizmetine sunarsa, onun için bu işin karşılığında Cennet vardır." buyurmuştu. (Aynî, 14/72; Miras, 8/237241) Bunun üzerine, Hz. Osman (r.a.), 35.000 dinar (bir rivâyette ise 25.000 dirhem) vererek, bu su kaynağını sahibinden alıp, tüm insanların yararına sunmuştu. (a.y.)
Kısaca, mü'minlerin tavırlarından, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb. konular başta olmak üzere, özellikle çeşitli sıkıntıları aşmak için Allah yolunda harcama yapmaya teşvik eden âyet ve hadisler karşısında da, karşılığını öbür dünyada almak üzere Allah'a borç vermenin tadını tatmış olmanın hazzı içerisinde bir yarış havası yaşadıkları anlaşılıyor.
Gerek burada zikredilen örnekler, gerekse bunların dışındaki, Peygamberimizin (s.a.s.) pek çok hadisleri ve örnek davranışları ile, bu yöndeki sahabi uygulamaları, konumuzla ilgili yeterli bir fikir vermektedir.
Vakıf Kavramının Doğuşu
Zekâtın nasıl, hangi mallarda, ne ölçüde verileceği belli olduğu için, mü'minler zekâtlarını verirken, bunu en iyi nasıl değerlendireceklerine dair Peygamberimize (s.a.s.) fazlaca bir şey sormuyorlardı. Ancak, zekâtın dışındaki sadaka ve infakların en iyi nasıl değerlendirileceği konusunda, Peygamberimizden (s.a.s.) örnek modeller, tabir caizse, mali olarak öbür dünyaya yapılacak yatırımların en kârlısının hangisi olduğunu ve nasıl yapılacağını öğrenmek istiyorlardı. İktisadi faaliyetlerde en garantili ve yüksek kazanç sağlayacak alternatiflerin araştırılmasında olduğu gibi, sahabiler de, âhirete yapılacak yatırımlar konusunda, en verimli yolları araştırmaya başlamışlardı. Meselâ, Hz. Ömer (r.a.), Hayber arazisinden kendisine düşen ganimet malını görünce, o zamana kadar o ölçüde değerli bir mala sahip olmadığını ifade ile, Kur'ân'ın sevdiğimiz malları infak etmedikçe ideal bir mümin olunamayacağı ifadesini dikkate alarak, bu malını Allah yolunda infak etmek ister ve bunun için en verimli infak şeklini Hz. Peygamberden (s.a.s.) sorar. Peygamberimiz (s.a.s.), gönül rahatlığı içinde tasadduk etmek gerektiğinin ötesinde, bir de tasadduk modeli tavsiye buyurur. Hz. Ömer'e (r.a.) yapılan bu tavsiye, İslâm vakıf hukukuna temel teşkil eden hukuki esasları havidir.
Peygamberimizin tavsiyesi, bahçenin (malın) aslı ile meyvesinin (menfaatlerinin) farklı kategoriye konularak tasadduk edilmesi noktasında idi. Yani, malın aslının (aynının) özel mülkiyete konu olamayacak bir hukuki konumda tutulması, meyvesinin (menfaatlerinin) ise tasadduk edilmesi tavsiye ediliyordu (Habbisi'lasla ve sebbili'ssemerete) (Şafiî, 4/54). Hâdiseyle ilgili diğer rivayetlerde, malın aslı ile ilgili hukuki statü izah edilmekte, onun aslının alınmaz, satılmaz, hibe edilmez ve miras bırakılmaz bir şekilde tasadduk edilmesi tavsiye buyurulmaktadır. (Buharî, Vesâyâ, 28; Hamidullah, 9698)
Bu tasadduk şekliyle, gayrı menkul bir mal sadaka olarak verilirken, malın devamlı şekilde menfaat verecek bir hukuki statüye kavuşturulması hedeflenmektedir. Örneğimizde, söz konusu bahçe dünya durdukça bahçe olarak kalacak, dolayısıyla meyvesi de, sadaka olarak insanların hizmetine sunulmaya devam edecek, tabir yerinde ise, suyu kesilmeyen hayır çeşmesi konumuna getirilecektir.
Peygamberimizin (s.a.s.) hadislerinde bu anlamda kullanılan "habs" kelimesi, zamanla yerini yine aynı anlamı ifade eden "vakf" terimine bırakmıştır. İlk dönemlerde, her iki kavram da kullanılmakla birlikte, zamanla vakıf kelimesi şöhret buldu ve yaygınlaştı. Müslümanların zihninde vakıf anlayışının (kaynağı kurumayan hayır çeşmesi) netleşmesinde ve Müslümanları bu konuda motive etmesinde, Peygamberimizin (s.a.s.), "İnsanoğlu öldüğünde, üç durum hariç ameli (sevap kaynağı) kesilir: sadakai cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlat" hadisi (Müslim, 1631; Tirmizî, 1367) özel bir fonksiyon icra etmiştir.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakıf kurma konusundaki teşvikleri ve örnek davranışı, sahabiler üzerinde çok büyük etkiler uyandırmıştı. Hattâ kaynaklarda yer alan bilgilere göre, sahabinin mali durumu müsait olanlarının hemen hemen tamamı, kendisinden sonra geride vakıf bırakmaya özel gayret göstermişlerdi. Sonraki dönemlerde de vakfa karşı bu ilgi artarak devam etmiştir.
Sonraki dönemlerde, vakfın Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmasının pek çok sebepleri arasından iki temel sebep özellikle dikkat çekmektedir.
Birincisi, vakfın, Kur'ânı Kerim'deki hayır ve iyilik yapmakla ilgili âyetlerin ruhuna uygun bir müessese oluşudur. Zira Kur'ânı Kerim'de, pek çok âyetteki tavsiye edilen yardımlaşma esasları incelendiğinde, yardım alanların rencide edilmemeleri gerektiğinin önemle vurgulandığı görülmektedir. Kur'ânı Kerim'de yardım edenlerden sâdır olabilecek tavır ve davranışlarla, yardım edilen kimselerin onurlarının incinmemesine özen gösterilmesi öğütlenmekte ve bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda bazı davranış modelleri de ortaya konmaktadır.
İşte vakıf müessesesi, yardımların, bizzat yardım eden insanın elinden değil, bir tüzel kişilik aracılığıyla muhtaç kimselere ulaştırıldığı bir kurum olması dolayısıyla, insan haysiyetine ve de Kur'ân'daki yardımlaşma ruhuna uygun görülmüş ve bundan dolayı Müslüman toplumlarda benimsenmiştir.
Vakfın Müslüman toplumlarca benimsenmesinin ikinci önemli sebebi ise, vakıf malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışıdır.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakfa esas teşkil eden tavsiyelerinde, malın özel mülkiyete konu olamayacak şekilde tasadduk edilmesi belirtilmektedir. Müslüman âlimler, hadislerdeki bu ve benzeri tavsiyeleri dikkate alarak, vakfın dokunulmazlığını ve aynı zamanda da devamlılığını sağlamak üzere, vakfedilen malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışını formüle etmişlerdir. Müslüman âlimlerce geliştirilen bu anlayış sonucu, vakıf mallar özel bir statü kazanmıştır. Vakıf malın bu özel statüsü, vakıf mallardan sorumlu olan yetkililere ve bu mallardan faydalanacak kimselere, bazı ek sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumluluklardan başlıcaları, vakfiye şartına uygun davranmak; vakfın gayesine uygun olarak hizmetlerin devam etmesi için gerekenleri yapmak; her ne sûretle olursa olsun, vakfın zararına olabilecek işlemlerden ve davranışlardan uzak durmak şeklindedir.
Vakıf malının bu özel statüsü gereği, toplum, vakıf malına ayrı bir değer vermiş ve hassasiyet göstermiştir. Hatta bu hassasiyet, vakıf malın özel mallardan daha öncelikli olarak korunup kollanması anlayışının yerleşmesini sağlamıştır.
Vakıf, toplumda kendine has manevi bir ağırlığa sahip olduğu ve özel mülkiyete konu olamaması sebebiyle, istismar endişesinden de uzak olduğu için, herkes tarafından güvenle bakılan bir müessesedir. Bu yönüyle de, insanlar üzerinde, vakfın özelliklerini taşımayan diğer kurumların sahip olamadığı ve de
olamayacağı etkilere sahiptir.
Esasen vakıf kültürümüzde oluşan anlayışa göre, kişi vakıf malını kendi özel malından daha iyi korumak zorundadır. Bu anlayışa göre, vakıf malı, vakfın yetkililerinin (mütevelli nazır) elinde emanettir veya emanet hükmündedir. Yetim malı ve devlet malında olduğu gibi, vakfın idarecileri, hiçbir şekilde vakıf malının zararına olabilecek bir işlem yapamazlar. Aksi takdirde, emanete hıyanet etmiş sayılırlar ve vakıf malında sebebiyet verdikleri zararları da tazmin etmeleri gerekir. (Akgündüz, 224 vd.)
Bu anlayışa paralel olarak, Türk toplum yapısında, vakıf malını, yetim malını ve devlet malını haksız yere yiyen kimselerin, dünyada da âhirette de iflah olamayacağı anlayışı yerleşmiştir. Devlet malı başta olmak üzere, yetim malı ve vakıf malı konusundaki bu anlayış, Türk toplumunda yüzyılların birikimiyle oluşan en güçlü ve etkili oto kontrol mekanizmalarından birisidir.
Esasen, vakıf hakkında bu yüce anlayışın yerleşmesinde, vakıf mallarında toplumun her kesiminin hakkı olduğu telakkisinin yanı sıra, vakıf kültürümüzdeki vakfiyelerde, (vakfın kuruluş şartlarına riayet etmeyenlere karşı) yer alan bedduaların da özel psikolojik etkisi göz ardı edilemez. Bu vakfiyelerin bir kısmı, aynı zamanda son derece orijinal edebi eserler olarak, edebiyat kültürümüzde de önemli bir yere sahiptir. Toplumsal değerlerimizin özümsenip yerleşmesinde ve gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılmasında, atalarımızın bizlere miras bıraktığı tarihi eserlerimiz üzerindeki bazı motif ve kitabelerin de, önemli paya sahip olduğunun gözden uzak tutulmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Toplumun bu konudaki değer yargılarına göre, haiz olduğu manevi ağırlığı yanında, müsadere ve yağmalamaya karşı da bir nevi dokunulmazlığa sahip olduğu için, her devirde insanların vakfa duydukları güven artarak devam edegelmektedir.
Vakıf kurumu, bu ve benzeri sebeplerle Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmış ve İslâm tarihinde ilk dönemlerden itibaren, vakıf kurma konusunda Müslümanlar arsında âdeta bir yarış başlamıştı.
Sonraki dönemlerde, insanlar, kendilerinden asırlarca önce kurulan vakıfların kuruluş gayesi doğrultusunda dimdik ayakta durarak hizmet verdiğini görüp, sahip olduğu manevi ağırlığıyla, her türlü istismar endişesinden uzak, hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olması düşünülemeyen bir masuniyet edası içinde, ebedi olarak da hizmet vereceğini düşünerek, bu kuruma daha da fazla güven duymuşlardır. Bu güven duygusu da, onlarda ulvî dinîmillî gayelerle hizmet etme yarışındaki duygu ve arzularını güçlendirerek mevcut vakıflara, birçokları öncekilerden farklı sahada olmak üzere yenilerinin eklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Hadis Kaynakları Dışındaki Kaynaklar
1) Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988. 2) Aynî, Bedreddin, Umdetü'l-Kârî, Beyrut- (ts). 3)Hamidullah, Muhammad, el-Vesaiku's-Siyasiyye, Beyrut 1985. 4) İbn Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, Beyrut 1987. 5) Miras, Kâmil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1974. 6) Şafiî, İmam Muhammed ibn İdris, el-Ümm.
*******************
Türk İslam Medeniyeti
1-7 Aralık vakıflar haftası olarak ayrılmıştır. Daha önceki 365 gün ve gece hizmet gören vakıfları anma günleridir. Bizde bir şeyi unutturulmak isteniyorsa, belirli gün veya hafta ayırıp bazı kurum ve kuruluşlara havale ediliveriyor. Bazı günlere sıkıştırılıyor, işte gün ayırdık, hafta ayırdık yetmiyor mu ? deniliyor. Bugüne kadar sahip çıkmadığımız “Benimdir” demediğimiz her şey elimizden avucumuzdan çıkıp gitmiştir. Geçmişin tarihi mirasına […]
Konunun Devamını Oku... »
Dünya kurulalıdan bu yana gelmiş geçmiş her milletin inancından, milli kültüründen, hayat ve dünya görüşünden doğan milli bir ahlakı olmuştur. Şimdiye kadar tarihe sermaye olan milletler ahlaki bozuklukları nedeniyle yok olmuş, bugün varlığını devam ettiren milletler de ahlaklarının sağlamlığı sebebiyle ayakta kalmışlardır. Türkler, tarihin akışı içerisinde sağlam inanç ve kültür kaynaklarından oluşan güzel ahlaklarıyla, tarih boyunca yaşama imkanı bulmuşlar, devletleri […]
Konunun Devamını Oku... »
Müslüman olmadan önce Türkler, çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunlardan Şamanizm, Türklerin ilk dini olmuştur. Şamanizm, tek tanrı inancının hakim olduğu bir dindir. Türklerin kendi dinlerini kabul etmesini çok isteyen diğer dinlerin temsilcileri, çok uğraştıkları halde kendi dinlerini Türklere kabul ettirememişlerdi. Bir defasında diğer dinlerin temsilcilerini dinledikten sonra Mengü Han : “Biz sadece bir tek Tanrının varlığına, Onun sayesinde yaşadığımıza ve […]
Konunun Devamını Oku... »
Cihan hakimiyeti ideali, bir ırkın veya bir milletin dünyaya hakim olma ve bütün insanları kendi dünya görüşü ve kendi sosyal yapısından doğan kültür ve idealleri ile yönetme esasına dayanır. Bu esasa göre, bütün insanlık tek bir millet olacak ve bu milleti cihan tahtına oturmuş bir devlet idare edecektir. Cihan hakimiyeti idealinin dünya tarihinde canlı örneklerini Komünizmde, Yahudilik’te ve Türklerin ideallerinde […]
Konunun Devamını Oku... »
Türkler, tarih boyunca uzun ömürlü devletler kurmuş, kıt’alara hükmetmiş ve bir çok millet idare etmiştir. İnsanlara adaletle idare etme görevinin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, inandığı idealleri her gittiği yere götürmüş ve zulmü kaldırarak adaleti hakim kılmıştır. Böylece onların özlediği huzuru ve güveni sağlayarak gönlünü kazanmışlardır. Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle der : “Atalarım Türk ülkesini öylesine sıkı tuttular, […]
Konunun Devamını Oku... »
İslam, Cahiliye devri adetlerini ve insanların başına korkunç felaketler giren her türlü davranışı yasaklayarak insanlar için huzur ve mutluluk olmuştur. İslam; insana olduğu kadar onun hak ve hürriyetlerine de büyük önem vermiş ve insanlık şerefi için temek kaynak olmuştur. İnsanlara karşı sert muamele, gasp, tecavüz ve zulüm gibi her türlü insanlık dışı davranışı kesinlikle yasaklanmıştır. Dinlerinin emri ile Müslümanlar, kafirlerin […]
Konunun Devamını Oku... »
Adalet, hak sahibine hakkını vermek, haksızlıktan kaçınmak, haksızlığı düzeltmek ve ölçülü hareket etmek anlamlarına gelir. Adaletin zıddı, zulüm ve insafsızlıktır. Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam manasıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çarpışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir. XX. Yüzyılın insanı sömüren kapitalizmin ve Komünizmin aç gözlülüğüne karşılık, adil […]
Konunun Devamını Oku... »
Tarihte İslam’ın ve Türk hakimiyetinin dışında insan, yerini ve değerini hiçbir zaman bulamamış, çoğu zaman değişik vasıflı hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan, gerçek değerini İslamla ve Türk kültürü içinde bulmuştur. Çünkü, İslam’ın insanı ele alışı ve Türklerin bakışı diğer toplumlardan çok farklıdır. İslam inancı ve Türk düşüncesine göre insan, basit ve anlamsız bir varlık değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. İnsan Allah’ın […]
Konunun Devamını Oku... »
1- Matematik İlmi : Matematiğin temellerini atıp geliştiren Türk-İslam alimleridir. Cebir, geometri ilimleri bugünkü durumunu Müslüman alimlerin buluşlarına borçludur. 9. asırda yaşamış İbn üt-Türk-ül Ceyli matematikle ilgili dört mühim eser yazmıştır ki, kendisine ilminden dolayı “Ebul Fazl” ünvanı verilmiştir. Matematik ilminin meşhur mucitlerinden biri de Büyük türk bilgini Harizmi’dir. Avrupaya cebir İlmi Harizmi’nin koyduğu isimle geçmiştir. Avrupa Rönesansı matematikçileri Harizmi’yi […]
Konunun Devamını Oku... »
Bugün Avrupa’yı ölçü alarak yerimizi, durumuzu tayin eden ve Avrupa ülkelerinden “şu kadar bin sene gerideyiz” diyerek kehanette bulunanlar, Müslüman Türk’ün geçmişini ve geleceğini ortaçağ karanlıkları içinde görmeye çalışırlar. Ortaçağ karanlığı Türklerin ve Müslümanların üzerine değil, Avrupa’nın üzerine çökmüş ve yalnız Avrupa’yı karartmıştır. “Ortaçağ” demekle İslam’ı ve Türklerin hayatını kastedenler, ilme karşı Engizisyon mahkemeleri kuran, düşünmeyi yasaklayan, ilim adamlarını cezalandıran […]
Konunun Devamını Oku... »
Milletimiz, sanatı seven ve onu hayatının bir parçası kabul eden, tarih boyunca icat ve keşifler yaparak yücelmiş bir millettir. Yeryüzünde hiçbir millet bugünkü Türk’ün sahip olduğu mirasa sahip değildir. Dünyanın en zengin kültür mirasına ve sanat hazinesine sahip olan milletimiz hiçbir konuda şan şöhret arzusu, isim yapma sevdası ve para hırsı ile hareket etmemiştir. Türkleri harekete geçiren nedenler Türklerin idealleri, […]
Konunun Devamını Oku... »
Bugüne kadar tarih Türklerden ve İslamiyet’ten çok şey öğrenmiştir. Türk İslam medeniyetinin insanlık alemine sunduğu öyle eserler vardır ki, her biri dünya medeniyetinin hareket noktası ve süsü olmuştur. Medeniyetin özelliği, bütün insanlar için yararlı olmasıdır. Bunun için Türk-İslam bilginleri hayatları boyunca ellerinden geleni yapmış, insanlığa yeni dünya görüşü ve hayat anlayışı kazandırmışlardır. Bu bakımdan tarihin seyri içerisinde Türk-İslam medeniyetinin, dünya […]
Konunun Devamını Oku... »
Tarihte insanlığın ihtiyacı ve medeniyetin icabı olan şeylerin icat ve keşfinde en büyük hissesi bulunan millet, doğuştan mahir ve sanatkar olan Türk Milletidir. Bu güne kadar dünyanın dört bir bucağını Türk’ ün hünerli elleri süslemiş, vahşi yaşayış ve İlker devirler Türk’ ün istidat ve kabiliyeti ile kapanmıştır. Türkler fışkıran zekaları ile sanat heyecanı duymuş, el emeği, alın teri karşılığında Türk […]
Konunun Devamını Oku... »
1- İslamiyet’ten Önceki Durum : İslamiyet gelmeden önce insanlık, gayesinden ayrılmış, başta Arap toplumu olmak üzere bütün insanlık, her alanda bozulmuştu. Kuvvetli zayıfı eziyor, analarından hür olarak dünyaya gelen insanlar köle diye adlandırılarak Allah’ ın verdiği bütün hakları elinden alınıyordu. Allah’ın haram kıldığı cana kıyılıyor, bilhassa kız çocukları diri diri insafsızca toprağa gömülüyordu. Toplum evlat, ana baba katilleri ile […]
Konunun Devamını Oku... »
Tarihi gelişimi içinde insanlık medeniyetin nimetlerinden istifade ederek bugünkü medeniyet seviyesine ulaşıncaya kadar çok sıkıntılı anlar yaşamış, gün geçtikçe hayatında, kullandığı eşyalarda tekamül göstererek medeniyetler kurmuştur. Dünya medeniyetinin kuruluşunda Türklerin rolü büyük olmuştur. Yani dünya medeniyetinin temelini Türkler atmıştır. Türk medeniyeti, en eski bir medeniyet olarak Ortaasya’ da doğmuş, göçlerle dünyanın diğer ülkelerine, göç eden Türklerle beraber yayılmıştır. Gittikçe gelişen […]
Konunun Devamını Oku... »
Ecdad Yadigarı Vakıflarımız
1-7 Aralık vakıflar haftası olarak ayrılmıştır. Daha önceki 365 gün ve gece hizmet gören vakıfları anma günleridir.
Bizde bir şeyi unutturulmak isteniyorsa, belirli gün veya hafta ayırıp bazı kurum ve kuruluşlara havale ediliveriyor. Bazı günlere sıkıştırılıyor, işte gün ayırdık, hafta ayırdık yetmiyor mu ? deniliyor.
Bugüne kadar sahip çıkmadığımız “Benimdir” demediğimiz her şey elimizden avucumuzdan çıkıp gitmiştir.
Geçmişin tarihi mirasına sahip çıkmadık. Bunun içindir ki, sebil toplumu idik, rezil toplum haline geldik. Dayanışma ve yardımı öngören kültürümüz, geleneklerimiz, en önemlisi de fakire yardımı farz kılan, insani görev olarak emreden dinimiz unutuldu, unutturuldu.
Atalarımızı fedakar yapan, harekete geçiren neydi ? Tek sebep dinimizdi, inançları idi. İnsanın gönül hoşnutluğu ve ilahi rıza idi.
Kur’an şöyle buyuruyordu :
“Siz hayıra ne harcarsanız Allah onun yerine başkasını verir.” (Sebe Suresi :39)
“Sakınanlar ve arınmak isteyenler, verdiğimiz maldan Allah yolunda harcarlar” (Bakara :3)
“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Siz hayır işlerinde yarışın” (Bakara :148)
“İnsanların öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerini ve mallarını feda ederler” (Bakara : 207)
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkı ile bilir” (Al-i İmran : 92)
“Bu konuda bu ayetler sadece birkaç örnektir.
Allah Resulü de şöyle buyurmuştur :
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır”
“Komşusu açken tok yatan gerçek mü’min değildir”
“Fakirlik küfür olayazdı” buyurarak inananları hayra çağırmış, teşvik etmiş ve fakirliğin giderilmediği takdirde ne büyük tehlike oluşturacağını ifade etmiştir.
Bu gibi Cenab-ı Allah’ın ve Resulünün emir ve teşvikleri Müslüman dedelerimizi gece rahat yataklarında yatırmamış gündüz de boş durdurmamıştır.
Vahdettin : “ Kuş tüyü yatakta yatmadım, gece gündüz çalıştım. Zira koltukla teneşir arasındaki kısa mesafeyi hiç hatırımdan çıkarmadım” demiştir.
Bizans elçisi Halife Ömer’i arıyordu. Onu fakir bir kadının yapılmakta olan evine kerpiç taşırken buldu. Her tarafı çamur, toz topraktı.
-Nasıl olurda Halife bir kadının evine kerpiç taşır ? diyerek hayretini gizleyememişti. Aldığı cevap :
-Biz fakirlere, muhtaçlara yardım ederiz” oldu.
Yabancılardan bir grup gelmiş, Hz. Peygamberi arıyordu. Orada bulunanlara baktılar, fark edemediler, sordular
-“ Efendiniz kim ? “
Oturan Müslümanlara ikram dağıtmakta olan Allah Resulü bu sorunun muhatabıydı, cevap verdi :
– “Efendi, hizmet edendir “
Yavuz Sultan Selim Cuma günü herkes gibi hasırın üzerine okunan hutbeyi dinliyordu. İmam, kendisi için :
– Hakim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) deyince Yavuz Sultan Selim yerinden fırlayarak :
-Hadim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) diyerek düzeltmişti.
Allah Resulüne göre ve Allah Resulüne gönül verenlere göre hizmet etmeyen efendi olamazdı. Evet Müslüman hizmet edendir. Hizmet edilen değil, Müslüman lokomotiftir, vagon değil. Çünkü Allah’ın rızası Allah’ın kullarına hizmettedir.
Allah Resulünün ve Ona gönül verenlerin insan anlayışını bir olayla anlatmak istiyorum :
Ebu Hureyre’nin (ra) rivayetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz’ e (SAV) gelerek ;
-Ey Allah’ın Resulü ! Ben açım dedi
Resulüllah Efendimiz hanımına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat Mü’minlerin Annesi :
“ – Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok” dedi.
Peygamber (SAV) ashabına dönerek :
“ – Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister ? “ diye sordu.
Ensardan biri :
“ – Ben misafir ederim, Ya Rasülallah!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına :
“ – Evde yiyecek bir şey var mı ? diye sordu. Hanımı :
“ – Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahabi
“ – Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahabi Peygamber’in (SAV) yanına gitti. Onu gören Sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu :
“ – Bu gece misifirinize yaptıklarınızdan Allah Teala ziyadesiyle memnun oldu” (Buhari, Menakıbu’l Ensar, 10)
İslam’ın iyi anlaşılıp yaşandığı dönemlerde hep bu anlayış vardı. Çünkü fakirin düşünülmediği bir yerde Allah’ın rızası yoktur. İslam, bütün canlıların sigortasıdır. İslam’da yardım sadece insana şamil değildir. Hayvanlara, bitkilere kadar uzanmıştır.
Halife Ömer (ra), Konaklayan kervana gece zarar gelmesin diye etrafında gözcülük yaparken, bir çocuğun ağlamasını işitti. O tarafa varıp, Kadına :
– “Sustur, çocuk ağlamasın” dedi.
Biraz sonra çocuk gene ağladı. Bu defa :
– “Çocuğunu niye ağlatıyorsun, acımıyor musun ?” deyince Kadın :
- “Sütüm yetmiyor, çocuğum aç” demişti.
Hz. Ömer, ihtiyaç sahibi emzikli kadınlara maaş bağladı. İslam tarihinde kendini sorumlu hisseden herkes refahı ve mutluluğu için çalışmıştır. Hizmetten hizmete koşmuştur.
Avrupa’da ruh hastaları, içine şeytan girmiş diye yakılırken, zincire vurulurken Müslümanlar tedavi merkezleri açmış, şefkatle muamele etmiş, onları müzikle, hikaye ve masal anlatmakla oylamışlardır. Yani her insana değer vermişlerdir. Böylece insanın problemlerini aşmışlar, hayvanların problemlerini de çözmüşler ve bitkilere kadar uzanmışlardır. Bunun içindir ki, atalarımız insanlığa götürdükleri hizmetlerle, hayvanlara olan farklı davranışları ile bütün dünyanın takdirini toplamışlardır.
a) Vakıf Nedir ?
Vakıf, kişinin menkul veya gayri menkul bir değeri olan malını kendi isteği ile hiçbir beklentisi olmaksızın hayır ve yardım gayesi ile Allah rızası için bağışlamasıdır.
Vakıf, insanı kurtarma konusunda çaresiz kalan diğer sistemlere karşı İslam’ın getirdiği bir çaredir.
Vakıf, İslam’a müslümana yakışan asil ve soylu bir iştir. İnsanlığın toplumun sigortasıdır. Başkalarına yardım etme ve faydalı olma fikrine dayanır. Dil, din, ırk gözetmesizin ihtiyaç sahibine uzanan yardım elidir.
Vakıf, insanlık tarihinin yüz akıdır. Müslümanlar bununla ne kadar iftihar etseler azdır. Faydalı olma duygusu ile gelişen vakıf, bilhassa Türk-İslam tarihinde insan anlayışının sembolü olmuştur. Müslüman Türk dünyasının iyilik, güzellik, şefkat abideleri ve içtimai yardım müesseseleri olarak asırlarca insanlığa hatta diğer canlılara da hizmet etmiştir.
b) Vakfın Başlangıcı ? :
Tarihe baktığımı zaman İslam’dan önce Türklerde sosyal güvenlik faaliyetlerinin olduğunu görürüz. Mesela; Uygur Türklerinde vakıf kuruluşlarına benzer yardım kurumlarının olduğu bilinen bir gerçektir.
Destanlardan, kitabelerden anladığımıza göre Türk beyleri hep sade bir hayat yaşamışlardır. Mal biriktirme sevdasına kapılmamışlardır. Halka zaman zaman mallarını yağmalatmışlardır. Orhun Kitabelerinde açların doyurulması, çıplakların giydirilmesiyle övünülmüştür.
Oğuz Türklerinde ölenin mallarının fakirlere dağıtılma, hayvanlarının kesilip halka ziyafetler çekilme adeti vardır.
Türk tarihinde hep yardım etme ve faydalı olma fikri hakim olmuştur. Servetler zevk aracı yapılmamıştır.
Batı’da ise 19. yüzyıldan itibaren sosyal sigorta faaliyetleri görülmeye başlanmış, ilk defa da 1883 yılında Almanya’da sigorta işlemleri başlamıştır.
İslam tarihinde ise vakıf ilk İbrahim Peygamber zamanında görülür. İbrahim Peygamber Kabe’yi, insanlara vakfetmiştir. Daha sonra insanlığa son peygamber olarak gelen Hz. Muhammed zamanında canlı bir biçimde göze çarpar.
Hz. Peygamber Medine’deki yedi hurma bahçesinin hasılatını fakirlere, Fedek hurmalığını İslam Dininin müdafaası için Hayber hurmalığını üçe ayırıp birini ailesine ve muhacirlere, ikisini Müslümanlara vakfetmiştir.
Hz. Peygamber ilmi gelişmeler için Suffa açmıştır. Yatılı bölge okulu durumunda olan bu Suffa’da kalanların her ihtiyacını karşılamıştır. Hatta onlarla yemiş içmiştir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde : “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır” buyurmuştur.
Bir gün susuzluktan ölmek üzere olan köpeği sulayıp ölümden kurtaran kimseyi Peygamber, cennetle müjdelemiştir.
Bir hadislerinde de Kıyametin kopma sırasında elindeki fidanı dikecek kadar fırsatı olana onu mutlaka dikmesini ve yaş ağacın kesilmemesini tavsiye etmiştir.
Hz. Ömer (ra) yeni doğan çocuklara, kimsesizlere, şehit ailelerine ödenek ayırmıştır.
Peygamberin örnek olması ve tavsiye etmesi, Sahabe, Tabiin devrinde hayır ve faydalı olma anlayışının yaşatılması, daha sonraki devirlerde vakfın devamını sağlamıştır.
Vakıflar, Allah’ın emirleri ve Peygamberin teşvikinden doğmuştur. Geçmişteki uygulamalara bakarsak tamamen Allah rızası kazanma ve faydalı olma arzusuna dayanır. Hayır eserlerinin çoğunda “Rızaenlillah” yazılıdır. Yaptıranın adı yoktur. Amel defterinin kapanmasını istemeyen, ölümsüzlüğü malda değil, ruhta arayan iman sahiplerinin hayır işi olarak günümüze kadar gelmiştir.
c) İnsan Anlayışımız :
Türk kültüründe insana hiçbir milletin kültüründe verilmeyen önem verilmiştir. Türk tarihinde insan, seçkin bir varlık olarak ele alınmıştır. Kutsal bir varlık olarak insana gereken önem verilmiştir.
Diğer kültürlerde dil, din ve ırk ayrımı yapılarak, insan aşağılanırken, Türk kültüründe insan hep saygı gören bir varlık olarak muamele görmüştür. Daima korunmaya, yüceltilmeye çalışılmıştır. İnsanın kendini alçaltmaması sağlanırken başkaları tarafından da alçaltılmaması için tedbirler alınmıştır. Mesela, kötüler, kötülüğe yönelenler, başkalarını kötülüğe teşvik etmeye yeltenenler, şiddetle cezalandırılmıştır. Böylece insanın alçalmasına imkanlar ölçüsünde müsaade edilmemiştir.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah devrinde yoksulları, ilim adamlarını ve sakatları korumak için devlet bütçesine bugünün parası ile 360 milyon lira ödenek konmuştu. Harbiye Nazırı Tacül Mülk bir gün sultana :
– Bu ödenek ordu bütçesine eklense idi, Bizans suralarını açmak mümkün olurdu.” Demişti de, sultan Melikşah şu cevabı vermişti :
-İnsanların korunması Bizans surlarını açmaktan daha önemlidir.”
Halbuki İstanbul’un fethi, her sultanın her padişahın vazgeçilmez arzusu olmuştur. Feth eden komutan ve askerleri övülmüştü. Ama insan sevgisi daha ağır basıyordu.
Selçuklular zamanında insanın korunması ve doyurulması, Bizans surlarının aşılmasından daha önemli görülmüştür. Fakirlerin listesi yapılmıştır, servet sahibi kimseler servetini insan yararına harcamışlardır.
Osmanlılar zamanında aşevleri, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, musluklar, sebilleri sarınçlar, odalar, şifa yurtları hep insanın yüz akı eserler olarak hizmet vermiştir.
Yetimlere, dullara, ihtiyarlara ve sakatlara maaş bağlanmış, zayıf himaye görmüş, ayrım gözetilmeden zekat, sadaka ve hayır dağıtılmış, zenginler borcunu ödeyemeyen fakirlerin borcunu ödemiş, borç yüzünden hapse girenler kurtarılmış, sakatlar, hastalar, düşkün kimseler, sürekli yardım görmüştür. Evlenme çağındaki yoksul kızlara çeyiz hazırlanmış, evlerde hizmetçilik yapan kızların kırdığı tabakların, bardakların ücreti ödenmiş, hastaların tedavi giderleri karşılanmış ve çalışamadığı süre içinde maaş bağlanmıştır. Ağaçların bakımı, dikimi, kuşların hayvanların, mezarlıkların bakımı ihmal edilmeden sürdürülmüştür. Yani hayır hasenat insana, hayvana, ağaca, ölüye, diriye şamil olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı toplumunda aç yoktur, dilenci yoktur, hırsız yoktur. Günlerce para harcamadan, emniyet içinde gece-gündüz ülkenin bir ucundan öbür ucuna yolculuk yapılabilmiştir. Bu olayı bizzat yaşayan yabancı seyyahlar yazmıştır.
Burada iki ayrı toplumun uygulamasını sunmak istiyorum. Bunlardan birincisi, Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetinden bir bölüm :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abduaciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.”
“Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlar ki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
İkincisi de : Yıl 1982 Nisan ayı. Daha evvelki anlaşmalara göre İsrail, Sina çölünü Mısır’a terk ederken yapmış olduğu yer altı ve yerüstü yapıların hepsini yakmış, yıkmış ve imha etmiştir. “Ben çöl aldım, çöl teslim ederim” demiştir.
Kıtalardan, çöllerden çekilen atalarımızı insanlık, hiçbir şeye zarar vermeden çekildiğini seyretmiştir. Bugün bazı ülkelerin Osmanlı özlemi boşuna değildir.
d) Yardımın Önemi :
Cenab-ı Allah Kur’an’da :
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz, Her ne sarf ederseniz şüphesiz Allah onu bilir. “(Al-i İmran Suresi : 92)
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun; öğütlerini dinleyin, emirlerine itaat edin, hayır için harcayın. Nefisleriniz için hayır yapın. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa işte onlar azaptan kurtulanlardır.” (Teğabün suresi : 16)
Buyurarak varlık sahiplerine insanı koruma ve kollama görevini vermiştir.
Hayır severlik, Türk İslam düşüncesinin gereğidir. “Sen çalış, ben yiyeyim”, “Biri leğen tutuyor, diğeri kusuyor” sözlerinin müşahhas örneğine dayanışmacı Türk kültür hayatında rastlamak mümkün değildir. Çünkü İslam’ın telkin ettiği hayat anlayışı, kendi hayatını istediği şekilde yaşamak, zenginin malını dilediği gibi saçıp savurmak şeklinde değildir. Kimse malını “mal benim değil mi” düşüncesiyle israf etme hakkına sahip kılınmamıştır.
İslam’da kuvvetliler yaşar, zayıflar yok olur düşüncesi yoktur. Aksine insanların ihtiyacını gidermek, malla yapılan ibadet sayılmıştır.
İnancımıza göre insana yardım etmekle zengin, malın şükrünü eda etmiş olacaktır. Zira mal bir emanettir. Belirli bir zaman içinde insanları sınamak için verilmiştir.
Varlık sahibi insan, mal benim deyip israf edemez, dilediğince harcama yapamaz. Zenginin malında fakirin hakkı vardır. İnancımıza göre tek başına huzur aramak, malı cimrilik edip başkalarına faydalandırmamak İslam’ın ruhuna terstir. İslam Dini inananları kardeş ilan etmiştir. Peygamberimiz “İnsanlara merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur.
Ayrıca inancımızda çıkar karşılığı yardım olmaz. Karşılık bekleyerek yapılan iyilik, iyilik değildir. İşe yaramaz bir şeyin başkalarına verilmesi de hayır olmaz. Bir şeyler isteyip el açana “hayır” diyemeyip vermek zorunda kalındıysa, bu yardım değildir. Gerçek yardım, istetmeden ihtiyacın tam olarak giderilmesidir. Gösteriş için yapılan yardımların karşılığı Allah’tan beklenemez. İstemeyenler aranıp bulunacaktır.
Türk – İslam geleneğinde sadaka ve zekatın dışında (Karzı hasen) karşılıksız yardım vardır. Ev yapana, düğün edene, sünnet yapana, okuyana, askere, iş kurana yardım yapılır. Kurban eti üç parçaya bölünür. Ölen için fakir fukara yedirilir içirilir. Ölen için hayır yapılır. Allah rızası için açılan hiçbir el geri çevrilmez. Çünkü islamda faydalandırmak esastır. Yakın zamana kadar inancımızın süsü sadaka taşlarını başka bir dinde başka bir toplumda görmek, göstermek mümkün değildir. Hatta hayal etmek bile düşünülemez. Koyan el bilinmez, alan el belli değildir.
Yusuf Has Hacip : “Eğer uzun ömürlü olmak istersen cömert ol, yabancıya ikram et, yedir, içir, iyi muamele et.” demiştir.
Cimrilik dinimizde kınanmış ve yasaklanmıştır. Şeytan insanı fakir düşmekle korkutarak cimrileştirir. Mescit kuşu Salebe’yi ve daha nicelerini mal fitnesi ve cimrilik helak etmiştir.
Peygamberimiz ilk Cuma hutbesinde : “Yarım hurma ile de olsa cehennemden kendini korumaya gücü yeten hemen o hayrı işlesin” demiştir.
İslam, vaat etmemiştir. Çözüm getirmiştir. Müslümanı cömertliği ölçüsünde Müslüman saymıştır. Bencillik ve egoizm yerine paylaşmayı emretmiştir. Ensarla Muhacirlerin arasındaki kardeşlik ve dayanışma örnek teşkil eder.
Çevreci geçinenlerin kulakları çınlasın… Bugün bazılarının sevdiği gibi insan lafla sevilmez. Lafla peynir gemisi yürümez.
e) İnsanın Korunması Fitnenin Önlenmesi Esastır :
Vakıfta gaye, İnsan şahsiyetinin, insan haysiyetinin korunmasıdır, geliştirilmesidir.
Manevi hayatımızda insan kutsaldır. İnsana ait ne varsa her şey kutsaldır. İnsan için yapılan fedakarlıklar ibadet sayılırken, insana yönelik zulüm, sövmek, insanı hakir görmek, ardından dedikodu etmek, iftira atmak, insanı öldürmek yasaklanmıştır.
Peygamberimizin naklettiğine göre Kıyamet günü Allah şöyle buyuracak :
-Ey insanoğlu, hastalandım beni ziyaret etmedin
Kul diyecek ki :
-Seni nasıl ziyaret edebilirdim ?
Şanı yüce Allah buyuracak :
-Bilmiyor muydun ki, falan kulum hastalanmıştı da ziyaretine gitmedin. Eğer onu ziyaret etseydin beni ziyaret etmiş olacaktın.
Yine Allah buyuracak :
-Ey Ademoğlu, acıktım da beni doyurmadın
Kul derki :
- Ay Allah’ım seni nasıl doyurabilirdim ? Sen alemlerin Rabbisin.
Allah buyurur :
- Bilmiyor musun ki, falan kulum senden yiyecek bir şeyler istemişti de vermemiştin. Eğer yoksulu doyurmuş olsaydın şimdi benim rızamı onun yanında bulacaktın.
Allah tekrar buyurur :
- Ey Ademoğlu, senden su istemiştim, bana su vermedin ?
Kul derki :
- Sen varlık aleminin Rabbisin sana nasıl su verebilirdim ?
Allah buyurur :
– Falan kulum senden su istemişti de ona su vermemiştin. Eğer ona su vermiş olsaydın, şimdi onu yanında bulacaktın.
Yunus Emre : “Yaratılanı severin yaratandan ötürü” derken, Halife Ömer, fakirin yiyeceğini sırtında taşımıştır. Melikşah, zulüm gördüğünü iddia eden birini yakasına yapışmasını istemiştir. Alparslan ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamıştır. Osmanlı devlet adamları tebdil kıyafet gezip ihtiyaç sahiplerini tespit etmişleri varsa zulüm onu önlemişlerdir : “Allah’ın kullarına zahmet çektirmek olmaz” demişlerdir. İnsanlığın yararına daha çok eser bırakabilmek için yarış etmişlerdir. Miras bırakma yarışı yapmamışlardır.
Allah iyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. İyiliği emretmeyi, kötülüğü yasaklamayı, müslümana görev vermiştir. İnsandan insanı sorumlu tutmuştur. Gerektiğinde elle, dille, kalple kötülüğe karşı çıkmayı imanın gereği saymıştır.
Varlık sahipleri görevlerini yapmazsa, insan alçalır. Ülke genelinde dilencilik, hırsızlık artar. Zina çoğalır. Gayri meşruluk meşrulaşır. Faizciye, tefeciye gün doğar. Zulüm artar, insani duygular körelir. İnsan katılaşır; şefkat, merhamet ve fedakarlık duyguları unutulur. Herkes kendi hayatını yaşar, kendi derdine düşer.
f) Vakıf Ruhuna Muhtacız :
Yardım, dayanışma, ikram etme gibi duyguların iyice zayıfladığı, insanın insanı değil, insanın kendini düşündüğü günümüzde vakıf ruhuna muhtacız. Başkalarının derdini kendi derdimiz saydıracak inanca muhtacız…
Ata yadigarı eserlerin geçmişte verdiği hizmete muhtacız… Sebile muhtacız… Hayrat hasenata muhtacız… İnfak etmeye de muhtacız…
Batı kültürünün etkisi ile sebil toplumundan rezil toplum haline geldik. Yardım etmeyen, cömert davranmayan kınanırken, şimdi bencil toplum haline geldik. Hayır hasenata garip bakılıyor. Hanlar, kervansaraylar, eğlence yerleri, kumarhaneler olmuştur. Eski kiliseleri tamir edelim derken vakıf eserlerimiz kaybolup gitmiştir. Atalarımız yapmış, biz devam ettirememişiz.
Daha dün sebil edilen servetler bugün çarçur ediliyor. İnsanın huzur ve mutluluğu için boş lafı, insandan daha çok sevilen kedileri, köpekleri bırakıp önce insanı sevmeliyiz. Bunu yapacağımız fedakarlıklarla ispatlamalıyız.
Her şey insan içindir, insanın mutluluğu için bir vasıtadır. Herhalde insan, çevre ve çevredekilerden daha az değerli değildir.
İslam “önce insan” der. Her şey insandan geçer. İstenirse toplum hayatımızı, sevgi ve dayanışma ile cennete çevirebiliriz.
Toplumdaki zenginle fakir arasındaki uçurumu giderip kini, nefreti sevgiye saygıya dönüştürebiliriz.
Vakıf ruhu, bizim toplumumuzda mevcut. İstenirse ve önü açılırsa, vakıf hizmetleri devam edecektir. İnsanımıza hedef gösterilmediği gibi zaman zaman önü kesilmiş, vakıf hizmeti görmek suç sayılmış, hayır anlayışı cezalandırılmıştır.
Bugün kendi imkanları ile ve hayır seven insanımızın desteği ile insana hizmet etmeye çalışan, canla başla çalılan sınırlar ötesinde, okyanuslar ötesinde hizmet veren kardeşlerimiz vardır. Allah yardımcıları olsun, Rabbim hizmetlerini daim etsin.
g) Vakıfların İfa Ettiği Görevler :
Vakıf düşüncesi, asırlarca İslam toplumunu ayakta tutan dinamiklerden biridir. Allah, iyiliği yardımlaşmayı insana faydalı olmayı emreder.
Vakıf ruhunda insan sevgisi vardır. Temelinde hayır duygusu yatan vakıflar, varlık sahiplerine yük yüklemiştir, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılama sorumluluğu vermiştir. Hatta devletin ulaşamadığı yerlere ve kişilere vakıflar ulaşmış, devletin yapamadığını vakıflar yapmıştır.
Vakıflarımız gördüğü vazifelerde, kadın-erkek, Müslim-gayri Müslim arasında, ırklar, mezhepler, tarikatlar, ibadet eden etmeyenler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. Kim olursa olsun hayır hizmetlerinden herkes eşit ölçüde yararlanmıştır. Böylece vakıflarımız ve verdikleri hizmetler sosyal barışı sağlamış, insanları birbirine yaklaştırmıştır. Kötülüklere karşıda, koruyucu aşı gibi olmuştur.
Ecdadımızın bu şekilde yapmaya sevk eden güç, inançları gelenekleri ve ilahi rıza idi. İnancımızda hayır, iyilik yapmak, zekat, sadaka vermek, karşılıksız vermek dini vecibedir. Şefkat ve merhametleri yalnız insanlara şamil olmayıp hayvanlara ve bitkilere de şamildi. Zira onları da Allah yaratmış ve onlarında merhamete şefkate ihtiyacı vardı. Hayvanlara eziyet günahtı, “Yaş kesen baş kesmiş olurdu.”
Hayvanlara fazla yük yükletilmez. Kuşçulardan kuş satın alınarak azad edilir. Kuşların yuvaları bozulmaz. Özellikle kuş evleri yapılır. Sakat, hasta hayvanlar korunurdu. Kediler, köpekler için bile şifa evleri açılmıştı.
Bu görevlerin yapılabilmesi için vakıf kurulurdu. Ödemişte halen kurulu olan vakıf faaliyet halindedir. “Hacı Bayramlar” adı ile faaliyet gösteren vakıf sakat leyleklere bakıyor” (Zaman 12.20.1992)
Ayrıca Gurebahane-i Laklakan adı ile Bursa’da da bir vakıf kurulmuştur.
Osmanlıda, Selçukluda sokakta gezen kedi köpek yoktur, her kasap durumuna göre belirli sayıda kedi-köpek beslemek zorundadır.
Hayrı bizzat yapamayanlarda hayra vesile olurlardı. Çünkü peygamberimiz : “Bir iyiliğe sebep olan o iyiliği bizzat işlemiş gibi olur” buyurmuştur.
Müslüman-Türk Toplumunda Vakıflar Şu Gayelerle Kurulmuştur :
1- Dini ihtiyaçlar için Vakıflar :
- Kur’an, tefsir, fıkıh, hadis gibi İslami ilimlerin öğrenimini temin için
- Cumalarda ve Ramazan aylarında devamlı vaaz edilmesini sağlamak için,
- Ramazan günleri akşam namazından önce camide iftar için hurma zeytin temini,
- Ölmüş kimsesiz, fakir Müslümanların cenazelerinin kaldırılması ve onlar için Kur’an, mevlid okutulması,
- Cami, Mescid ve Kur’an kursu yaptırmak için,
- Kabristanların bakımı ve tamiri için kurulan vakıflar.
2- Sosyal Yardımlar için Vakıflar :
- İmaret, hastane, eczane, sebil, kervansaray, kütüphane, medrese ve odaların giderlerini karşılamak için,
- Yolların tamiri, köprü yapımı ve su getirtilmesi için,
- Fakir çocukların sünnet ettirilmesi, evlenme çağına gelenlerin evlendirilmesi, borcunu ödeyemeyenlerin borçlarının ödenmesi için,
- Hastaların bakımı ve tedavilerinin sağlanması,
- Esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması için kurulan vakıflar.
3- Vatanın savunulması, ordunun bakım ve donatımı, kale yapımı gayesi ile kurulan vakıflar.
4- Hayvan ve ağaçların korunması için kurulan vakıflar:
- Ağaçların dikilmesi, budanması ve sulanması için,
- Meraların sulanması, korunması için
- Kuşlara yem temini için
- Hasta hayvanların tedavisi için kurulan vakıflar.
Vakıf Hizmetleri genel olarak şu şekilde idi :
– Sünnet ettirilemeyen fakir çocukların sünnet ettirilmesi ve evlenme çağına gelen yoksul, kimsesiz gençlerin evlenme masraflarını karşılayan vakıfların da olduğunu söylersek, vakfın ne derece yaygın hale geldiği daha kolay anlaşılacaktır sanırız.
– Rumeli Kazaskeri Esad Efendi, 1845’te iki vakıf kurmuştu : Biri evlenme çağındaki fakirlere çeyiz temin ediyor, diğeri de kenar mahallelerdeki sokakların tamiri ve bakımı için giderleri kaşılıyordu.
– Çanak, çömlek, testi, bardak… gibi şeyleri karıp da ustalarından veya efendilerinden dayak yemekten korkarak ağlayan çırak ve hizmetçilerin zararını telafi için vakıf.
– Sokağa atılmış, sahipsiz kedilere ciğer temin eden vakıf
– Sivas’ta kışın kardan ve buzdan dolayı yiyecek bulamayan kuşlar için yem vakfı
– Kütüphane araştırması yapanlara kalem ve kağıt temin eden vakıf.
– Hizmetçi kızların kırdığı tabakların tazmin edilmesi, böylece şahsiyetlerinin incitilmesinin önlenmesi
– Bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesi
– Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğünlerin yapılması
– Çalışamayacak kadar yaşlanan ya da sakatlanan kişilere yardım için fonlar kurulması
– Borçları yüzünden hapsedilenlerin borçlarının ödenmesi
– Hamallar için “dinlek” taşları yapılması
– Alış-veriş edenlerin aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantarlar konulması
– Et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirler alınması
– Kış aylarında kuşların beslenmesi
– İlkbaharda gelen leylekler için yuvalar hazırlanması, kırılan ayaklarını tedavi edecek imkanın sağlanması
– Islah edilmiş koyunluklar kurulması
– Yaşlı hayvanlar için otlaklar ayrılması
– Yollarda ve mezarlıklardaki ağaçların bakımı
– Çalışamayan yaşlılar ve sakatların bakımı
– Sadaka Taşları
– İhtiyaç sahiplerine akşam karanlığında yemek götürülmesini temin eden vakıflar.
Vakıf eseri bırakmadan ölen bir büyüğümüz olmamıştı. Şu anda yürüdüğümüz yollar, içtiğimiz sular, geçtiğimiz köprüleri istifade ettiğimiz her şey onların eseridir. Onların hepsine minnettarız, hepsinden Allah razı olsun. Sadaka-i cariyeleri kıyamete kadar devam etsin.
Hoca Sadedin Efendi’nin Tacü’t Teravih adlı eserindeki kayda göre, Orhan Gazi, Bursa’da yaptırdığı Cami yanında yoksullar ve bilginler için gerekli tabhane, ribat ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca öğrencilerin kalacağı odalar yapılmış, kurulan vakıftan öğretmen, öğrenci ve yoksullara, imarette çalışanlara maaş bağlanmıştır.
Melikşah, yoksulların, sakatların listesini tutturdu. Gayri Müslimlerin fakir olanları da bu listeye dahil edilir, onlar da yardımdan mahrum edilmezdi.
Alparslan, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlar, yoksulları korurdu. Ramazan aylarında yoksullara maaştan ayrı bir de sadaka dağıtırdı. Bu yardımlar yapılırken ayrıcalık yapılmaz. Kimsesiz çalışamayan sakatlar, aş evlerinde karınlarını doyururdu.
Osmanlı Padişahları da aynı geleneği devam ettirdiler. İnsan yararına eser bırakmadan ölen Osmanlı devlet adamı olmadı. Tebdili kıyafet edip halkın arasına girerler, dertlerini dinlerler ve şikayet konusu olan aksaklıkları giderirlerdi.
Üçüncü Selim bir gün tebdil gezmiş, saraya dönünce sadrazama şunları yazmıştır :
“Bugün tebdil gezerken halkın fırınlarda toplandığını gördüm. Biri : “yiyecek ekmek bulamıyoruz” diyordu. Vicdanım titredi. Derecesiz müteessir oldum. Bunun çaresini tez elden bakasın. Milletime, ibadet ehline zahmet çektirmek bize layık değildir. Ben ve sen onlar sayesinde hükümran oluruz. Bizim nimetimiz onlardır.”
Dünya üzerinde pek çok devlet adamı ve saltanat ailesi gelip geçmiştir. Fakat içlerinden hiç birisi Osmanlılar gibi bazı özel hasletlere sahip değildirler. İşte ilk Osmanlı padişahlarının adetleri :
Osman Gazi : Her üç günde bir aş pişirtir, yoksulları toplayıp yedirirdi. Çıplakları getirtip, sırtlarına elbise giydirirdi. Dul hatunlara dahi, sadaka vermekten hiç vazgeçmezdi.
Orhan Gazi : Bir imaret yaptırdı. Yoksullar gelip, istedikleri an “aş” yediler. Tek dileği o yoksulların duasını almaktı. Ulemayı toplamak için de okul yaptırdı. Toplanıp ilim okudular ve okuttular. Çok sevdiği dervişler için de, ibadet ve ikamet edecekleri yerler yaptı. Nitekim “Geyikli Baba” Cami ve zaviyesi bunlardandır.
Muradı Hüdavendigar : Orhan Gazi’nin oğlu Hünkar’ın huyu ve adeti : Babası gibi O da çeşitli imaretler, medreseler ve camiler yaptırdı. Çok sevdiği Dervişlere, O dahi zaviyeler yapıverdi. Yenişehirdeki Postumpuş gibi… Hüdavendigar Gazi hangi şehirde olsa, Cuma günü namazdan sonra, yoksullara sadaka olarak para dağıtırdı.
Yıldırım Beyazıd Han : O da babası ve dedesinin yaptığı imaretlerden ziyadesini yaptı. Cami ve Mescidleri dahi, ziyadesiyle yaptırdı. Onlardan fazla olarak bir de (Ebu İshak) zaviyesi yaptırdı. Yıldırım Gazi dahi, her mübarek Cuma günü bulunduğu şehirde sadaka verirdi.
Çelebi Sultan Mehmed Han : Yoksullar için Bursa’da, bir büyük imaret yaptırdı. Bir de büyük medrese yaptırdı. Her yıl Mekke ve Medine fukarasına, çok mal gönderirdi. Kendi memleketinde, Medine yoksulları için birçok mülkleri vakfetmişti. Bulunduğu şehirlerde Cuma sadakasını da vermeyi ihmal etmezdi.
İkinci Murad Han Gazi : Bursa’dan sonra Edirne ve başka şehirlerde dahi, yoksullar için imaret ve Ulema için Medrese gönderirdi. Ankara bölgesinde, Balıkhisarı adlı büyük bir Subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl 10.000 altını, kendi mübarek elleriyle Seyyidlere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da, ölünceye kadar kesmedi.
“ Kanuni devrinde Vezir-i Azam Damad İbrahim Paşa yeni fethedilmiş Mısır’ı teşkilatlandırmak için Kahire’ye teftişe gitmişti. Şehirdeki bütün sakat, dul, kimsesiz, yetim ve fakirlerin listesini yaptırıp her birine maaş dağıttı; bu arada 1000’e yakın yetim, fakir çocuğa maaş bağlandı” ( Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
1777’de elsiz ayaksız bir çocuğu olan bir İstanbulluya günde 10 akçe maaş tahsis edilmişti. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
Haseki hastanesi İstanbul’un en eski sağlık vakfıdır. Halen İstanbul belediyesi tarafından işletilmekte olan hastane Kanuni Sultan Süleyman eşi Hürrem Haseki Sultan tarafından yaptırılmıştır.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey savaşa gitmediği zamanlar kendi yaptırdığı imarette yoksullara yemeği bizzat dağıtırdı.
Evliya Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alakalı vermiş şu malumat ne kadar güzeldir.
“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellallar gibi :
<< – Ey Ümmet-i Muhammed ! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır ? >> diye nidada bulunalar. Misafirler hep birden :
<< – Tamamdır. Allah Teala, hayır sahibine rahmet eyleye >> dediklerinde kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak ve :
<< -Gafil gitmeyin ! Dikkat edin, Yolunuzu kaybetmeyin ! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin ! Yürüyün, Allah kolay getire !… diye dua ve nasihat ile uğurlayalar.”
Bir mü’minin ruhi derinliğini gösteren Es’ad Efendi’nin şu vakfiyesi de, ne kadar ilginçtir.
“Kıymetli ve hayırsever devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan acizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedarik edile ! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına !”
Batılı seyyah Hunke’nin Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassasiyetinin gönülleri saran ne kadar bariz bir misalidir :
“Babacığım ! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel ! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel beraber yiyelim !
Hastanelerde fakirlere ilaç ücretsizdi. Sadece duvarda : “İhtiyacı olmadan ilaç alanın Allah derdini artırsın” uyarısı yeterli idi. Kimse ihtiyacı olmadan ilaç almazdı
II. Beyazıd devri müelliflerinden Kantakasin klasik eserinde o devir için şöyle der : “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri cami ve hastane yaptırmaktan geri durmazlar ve başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar yaptırırlar. Yollar, köprüleri imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri bizim senyörlerimizden daha çok hayır sahibidirler. Son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk karşısında yemek yemeyen bir adamla –adam Hıristiyan ve Yahudi bile olsa- yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
g) En Önemli sosyal Müesseseler :
Sosyal müesseseler, bir milletin sosyal yapısının, kültür sisteminin ifade şekilleri ve konuşan dilleridir.
Türk tarihinde topluma öncülük etmesi bakımından en büyük sosyal müesseseler padişahlar tarafından yapılmış, bunu diğer devlet adamları takip etmiştir. Bunun sonucu olarak Selçuklu ve Osmanlı topraklarının her yanı sosyal müesseselerle donatılmıştır.
Şimdi diğer toplumlarda hayal bile edilemezken Türk toplumunda bütün canlılığı ile görev yapan sosyal müesseselerden kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
1- İMARETLER :
İlk İmaret, 1336’da Orhan Gazi tarafından İznik’te kuruldu. Aşık Paşazade tarihinde : “Osman Gazi, ayda bir defa taam (yemek) pişirtip fakirlere yedirirdi. Yoksulları giydirirdi. Dul kadınlara verirdi. Orhan Gazi İmaret yaptı. Kim fakirler geleler her gün taam yiyeler. Onun oğlu Gazi Hüdavendigar da imaret yaptı. Her Cuma sadakalar verirdi. Onun oğlu Beyazıt Han da imaretler yaptı ve Cumaları sadakalar verirdi.” denilmektedir. Orhan Gazi, yoksullara yemek dağıtmayı çok sevdiği için imaretin açılışında ilk yemek yemeye gelelere kendi eliyle yemek dağıtmıştır.
Kayıtlara göre İstanbul’un fethinden önce İznik’ te 7, Bursa’da 28 tane imaret vardı. İstanbul’un fethinden sonra ilk imaret Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldı. Vakıf şartlarına göre imarette sabah akşam her gün iki defa yemek pişirilir ve 320 okka koyun eti kullanılırdı. Bu imarette günde binden fazla insan yemek yerdi. I. Murad’ın İznik’te yaptırdığı imaretten ise bir günde iki bin kişi yemek yiyordu. 1586’da Süleymaniye imaretinin bütçesi bugünkü para ile 238 milyon lira idi.
Seyyah Du Loir imaretlerden söz ederken şöyle der : “Bütün Türkiye’de “imaret” denilen misafirhaneler vardır. Bunlarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nisbetinde yardım edilir. İhtiyaçlarını söylemekten sıkılan fakirlerin sıkıntılarını misli görülmemiş bir alaka ve gizlilikle tahkik edip giderirler.”
“Bazı imaretlerde yabancı diyarlardan gelen misafirlere varışlarında 100, ayrılışlarında 300, Anadolulu fakirlere de 10 dirhem harçlık veriliyordu.” (Prof. Dr. O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi C.1, S.183)
Merhamet ve cömertliğin en büyük meziyet sayıldığı Türk topraklarında kurulan imaretlerde yoksullar ve misafirler arasında ayrım gözetilmeden herkes yemiş, içmiş ve her türlü ihtiyacı karşılanmıştır.
2- HANLAR – KERVANSARAYLAR – ODALAR :
Mutlu dönemlerimizden kalma sosyal müesseseler arasında yer alan hanla, kervansaraylar ve odalar, toplumumuzun sahipsiz, dağınıklıktan uzak medeni bir toplum olduğunu gösteren delillerdir.
Bu müesseseler tam bir teşkilat halinde yakın zamana kadar huzur kaynağı olmuştur. Konak, ikmal ve emniyet yerleri olarak her türlü ihtiyacın karşılandığı bu hayır müesseselerinde yerli, yabancı kim olursa olsun üç gün ücretsiz yer, içer, yatar, kalkar, hayvanların bakımı dahil bütün ihtiyaçları giderilerek misafir edilirdi. Zengin, fakir, Müslüman, Hıristiyan ayrımı gözetilmezdi. Büyük titizlikle herkesin emniyeti sağlanırdı. Akşam olunca kapılar kapatılır, herkes yatar, sabah olunca da herkes uyandırılır, eşyalar kontrol edildikten sonra kapılar tekrar açılırdı.
“Muhteşem kervansarayların Müslüman- Hıristiyan ve zengin-fakir farkı gözetmeden yaprıkları yüksek hayır ve insanlık hizmetleri hayranlık verecek mahiyette olup tarihte emsalleri yoktur. Bu yüksek medeniyet tesislerinde yolcuların ve ticaret kafilelerinin her türlü ihtiyacı meccanen görülürken insan ve hayvanların tedavisi için tabip ve baytarlar bulunuyor; yolcuların temizlenmesi için hamam, namaz kılması için mescid, fakirlere ayakkabı, hayvanların nallanması hep vakıf hesabınca sağlanıyordu. Yolcuların ekmek, et, yağ ve pirinçle yapılan yemekler, hastanın muayyen günlerinde verilen tatlıları vakfiye şartlarına göre idi.” (A.g.e. : C.2, S.183)
Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Osmanlıların sosyal hizmetlerinden bahsederken yol üzerlerindeki konaklama yerleri olan kervansarayları şöyle anlatır :
“Akşama dek kervansarayın kapıları açık dururdu. Gün karardıkta kapılar kapanır, kapıcılar kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldikçe kapıları açarlar yolcuları içeri alırlar. Vakıftan hayvanlarına yem, kendilerine yiyecek çıkarırlardı. Ama içeriden dışarıya kimseyi çıkarmazlardı. Sabah olup kapılar açılmazdan önce bir görevli :
- Ey Ahali ! Maldan, candan bir eksikliği olan var mı ? diye bağırır. Yolcular :
- Allah hayır sahibine hayatta ise selamet, ölmüş ise rahmet eylesin, bir eksiğimiz yok derlerse, kapılar açılırdı. Kervansaray görevlisi son olarak :
- Öyle ise buyurun ! Allah gidenlere selamet, kalanlara rahat versin. Ey yolcu kardeşim ! Yolunda durma, herkes ile yoldaş olma, yüzüne güleni dost sanma, Haydi Allah yardımcın, erenler yoldaşın olsun ! diyerek yolcuları uğurlardı.”
Bir Fransız yazarı, misafirhanelerin durumunu kısaca şöyle ifade eder : “Anadolu’nun en ücra köşelerinde gezmiş, hanlarda yatıp kalkmış olanlara sorun. Bir defa kim olursa olsun misafir oldu mu gerekli iyi muameleyi görür” (Fransız Akademisi üyesi Claude Farrare, Türklerin Manevi Gücü, Sayfa :16)
Giderleri devlet ve vakıflar tarafından karşılanan hanların ve kervansarayların yanında yolcuları barındıran odalar da vardı. Bunlar yolcuların ve hayvanların ihtiyaçlarını karşılayan bir konaklama yeri olarak vazife görürdü. Yolcu hangi saatte gelirse gelsin kapıyı açık, ışığı yakar yakmaz sıcak yemeği hazır bulurdu.
Başka toplumlarda bir benzerini görmemizin mümkün olmadığı bu odaların bir bölümü de hoş sohbetlerin yapıldığı, insanların kucaklaşıp dertleştiği ve meselelerin müzakere edilip tarihi kararların alındığı yerlerdi.
3- HASTANELER :
Türk toplumunda insan sağlığına büyük önem verildiği için sağlık merkezlerinin kuruluşu ve çalıştırılması da titizlikle yürütülmüştür. Bunlardan bir kaçını örnek verecek olursak :
1217’de sivas’ta Darüşşifa (Şifa Evi) kurulmuştur. Burada hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından, yetmeyen kısmı devlet tarafından karşılanırdı. Darüşşifaya gelemeyip de evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir, hastalar iyi oluncaya ve çalışmaya başlayıncaya kadar da ellerine harçlık verilirdi.
1399’da Yıldırım Beyazit Bursa’da, II. Murat Edirne’de Zamanında büyük hizmetler görmüş olan hastaneler yaptırmışlardır. Edirne’deki hastane daha ziyade cüzamlı hastalar içindi.
II. Beyazid’in Edirne’de yaptırdığı külliyenin en önemli bölümlerinden biri Darüşşifa idi. Göz hastalıklarına ait kliniği, akıl ve ruh hastalarına ait bölümü dünya çapında şöhret kazanmıştır. İki asır büyük hizmetler gören bu hastanede ünlü doktorlar görev yapmıştı. Bazı hastaneler müzikle tedavi edilirken bazıları da telkinle tedavi edilirdi. Hastalar için tam perhiz uygulanır ve en güzel yemekler çıkarılırdı. Eczanesinde ise fakirlere ücretsiz ilaç ve verilirdi. Padişahın fakir olmadığı halde ilaç alanların gerçekten fakir düşmesi için ettiği beddua eczanenin duvarına asılı olduğu için bu bedduadan korkulur, hiçbir yolsuzluk olmazdı.
İtalyan Ruh Hekimi Mongeri Pere, Türklerde insana verilen önemi ve bu uğurda yapılan hizmetleri övgüyle bahsederken derki :
“Bir memlekette insanlık, devletin halka gösterdiği ilgi ve hayır müesseselerinin bolluğu ile ölçülürse, İstanbul, Avrupa’dan üç asır önce bu insani hareketin öncüsü olmuştur. Zira fakir ve aciz evleri, dinlenme yerleri, deli şifa evleri takdire değer bir bilgiyle yapılmıştır.” (Ord. Prof. Rasim Adasal Psikozlar.37)
Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesi akıllara durgunluk verecek nitelikte olup bugün bile önemini kaybetmediği gibi ihtiyacını duyduğumuz bir şekildedir. Vasiyetnamenin bir bölümü aynen şöyledir :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abdü aciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlarki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
“Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler, Ancak yemek yemeye veya olmaya bizatihi kendüleri gelmeyü yemekleri güneşin loş bir karanlığında kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” ( Prof. Dr. Naci Bor)
İşte vasiyet böyle. Sanırız bu konuda fazla söz söylemeye lüzum yok.
4 – SEBİLLER :
Sebiller, hastalıksız Türk toplumunun canlılığına can katan, anlamı büyük hayır kurumlarından biridir.
Umuma ait yerlerde, bilhassa yol üzerlerinde devlet adamları ve zenginlerin yaptırdığı sabit sebillerin yanında bir vakıftan maaş alan veya sevap kazanma amacı ile sırtında su dağıtan sebilciler vardı. Bunlar ilahiler söyleyerek her susayana soğutulmuş su dağıtırlardı.
Ayrıca sebillerde bayram, Cuma ve kandil günlerinde halka parasız şerbet dağıtılırdı. Anayollar üzerinde hayrat olarak ayran dağıtanlara da çokça rastlanırdı. Türkiye’ye gelen bir Fransız seyyahı böyle bir şeyi hayatında ilk defa gördüğü için hafızası almamış, yolda ayran dağıtan köylünün deli olup olmadığını sormuştur.
Seyyah Du Loir, Seyahatnamesinde sebillerden söz ederken : “Bazı Türkler yol üzerlerinde hayrat olarak çeşmeler yaptırırlar. Şehir içerisinde de sebiller yaptırmışlardır. Herkes buralardan parasız su içebilir. Sebilhanelerde maaşlı çalışan memurlar vardır. Görevleri su isteyenlere su vermektir” der. (İ Hami Danişmend Eski Türk Ahlak ve Seciyesi : 90)
Türk toplumunda bugün bile su indirme büyük hayır işlerinden sayılır. Köyleri birbirine bağlayan yollar üzerinde yaptırılan musluklar, kışın temizlenerek doldurulan yazın hayvanların ve insanların su içtikleri sarnıçlar, mağaza ve dükkanların önüne konulan soğutucular hep sebil geleneğinin devamıdır.
5 – CAMİLER – MEDRESELER – KÜTÜPHANELER :
Her mahallede kerpiç evlerin arasında yükselen muhteşem camiler ve camilerin, görevlilerin masraflarını karşılamak için yaptırılan dükkanlar, ilmi ihtiyacı karşılamak için devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler, cami ve medreselerin yanında kurulan kütüphaneler, kütüphanelerin idaresi ve kitapların korunması için kurulan vakıflar, Türk toplumunun sağlıklı bünyesinden doğan sosyal müesseselerdir.
Sınıfta Kaldık !.. :
Bugün insanlık, bilhassa Avrupa, Amerika sınıfta kalmıştır.
– Leş yiyicinin önünde ölmek üzere olan çocuğun resmini çekip, ödül almak için yardım etmeyi düşünmeyip stüdyoya koşan Medeni Avrupalı (!) geçenlerde çıldırarak ölmüştür.
– Bugün Afrikada 60 Milyon insan açlık sınırında ölümle pençeleşmektedir. Milyonlarca insan açlıktan ölüyor. Avrupa, Amerika bütçelerinin yarısını insanlığı yok eden silah yapımına harcıyor. Masum çocuklar, günahsız kadınlar, eli ayağı tutmayan ihtiyarlar ölüyor, kimin umurunda ? Sınıfta kaldık !…
– Zenginimiz lokantada içip içip tabakların üstünde tepiniyor, ceket yakıyor, kırdığı tabak başına para ödüyor, ceketi yakan garsona yakma ücreti ödüyor. Böylece zenginliğini ispata çalışıyor… Sınıfta kaldık !..
Esnafımız : “Acıma acınacak hale gelirsin”, “Merhametten maraz doğar” sözlerini çerçeveletip duvarına asmış, ihtiyaç sahiplerini görmüyor, onlardan rahatsız oluyor.
İnsanımız çok kazanma çok miras bırakma sevdasında. Gelsin de nereden gelirse gelsin. Helal, haram fark etmiyor. Sınıfta Kaldık…
– Gıdasızlıktan, ilaç alamamaktan ölenler var,
– Kışı odunsuz, kömürsüz geçirenler var.
- Her taraf dilenci dolu.
- Gasp, hırsızlık, dolandırıcılık almış başını gidiyor
- Zenginimiz yardımı düşünmüyor hortumlamayı düşünüyor… Sınıfta Kaldık…
Osmanlıdan sonra dram yaşanıyor. Koyan elin, alan elin belli olmadığı sadaka taşlarının ancak adını biliyoruz. O da birkaç kişi.
– Yollarda su, şerbet akıtan sebil toplumundan rezil toplum haline getirildik. Daha önce bütün canlılara yeten millet kendine yetemez hale gelmiştir. Yani Aziz millettik, zelil millet haline geldik… Sınıfta Kaldık…
Sakarya depreminde vakıflarımız harekete geçti çadırlar kuruldu, yardımlar başlatıldı. “Hayır, kapatın çadırları, durdurun yardımları” dendi. İnsanımız çamurdan, açlıktan ve çadırdan kurtulamadı. Misyonerlerin tuzağına düştü. Üç bin kadar insan Hıristiyan oldu. İmanını koruyamadı, ahlakını koruyamadı.
Buna sebep neydi ? Vakıfların yardım etmesi istenmedi. Sınıfta kaldık !…
İşin acı tarafı ecdadımız, dedelerimiz yaptı biz devam ettiremedik. Hatta onların yaptığı binaları bile koruyamadık. Kilise, havra restore ettik, tarihi binalarımız çürüdü, yıkıldı yandı gitti onları koruyamadık. Sınıfta Kaldık…
İşin kötüsü, köpek sevdik, maymun sevdik, kuş, balık ve yılan sevdik ama insan sevemedik. Birkaç ailenin gelirini evimize soktuğumuz hayvana harcadık, kapımızı çalan ihtiyaç sahibini kovduk. Sınıfta Kaldık…
Korkarım yarın ecdat bizden davacı olacaktır. Yakamıza yapışacak, benim eserlerimi niye yaşatmadın ? diyecektir.
Toplum olarak geçmişteki vakıfların verdiği hizmete muhtacız. Yalnız biz değil insanlık muhtaç, hayvanlar muhtaç, bitkiler muhtaç…
Son zamanlarda vakıf eserlerini bile yağmaladık. Allah’tan korkmadık. Ayakta tutmamız gerekirken harap olup gitmesine seyirci kaldık. Sınıfta Kaldık…
Atalarımız : “Üç Vav’ dan sakının” derlerdi.
- Vallahi’den,
- Vakıf malından,
- Vasiyetin yerine getirilmemesinden,
Süleyman peygamber, kuşları çağırmış ama bir kuş gelmemiş, Süleyman (as) kızmış. Kuş da ona demiş ki :
- “Bak vakıf malından bir parça alırım, malının üstüne atarım, seni yakarım.”
Büyüklerimiz vakıf malının tozundan bile kaçarlardı. Biz hak gözetmedik, hukuk gözetmedik. Sınıfta Kaldık !…
Bize düşen nedir ?
- Ecdat yadigarı vakıf eserlerinin korunması,
- Vakıf hizmetlerinin devam ettirilmesi
- Vakıf hizmetlerinin devamı için yeni vakıf eserlerinin kurulmasıdır
En güzel sadaka-i cariye vakfetmek ve vakıf hizmeti görmektir.
.
Türk Ahlak ve Seciyesi
Dünya kurulalıdan bu yana gelmiş geçmiş her milletin inancından, milli kültüründen, hayat ve dünya görüşünden doğan milli bir ahlakı olmuştur. Şimdiye kadar tarihe sermaye olan milletler ahlaki bozuklukları nedeniyle yok olmuş, bugün varlığını devam ettiren milletler de ahlaklarının sağlamlığı sebebiyle ayakta kalmışlardır.
Türkler, tarihin akışı içerisinde sağlam inanç ve kültür kaynaklarından oluşan güzel ahlaklarıyla, tarih boyunca yaşama imkanı bulmuşlar, devletleri yıkıldığı halde ahlakları yıkılmadığı için kısa zamanda teşkilatlanarak yıkılan devletlerinin yerine bir yenisini kurmuşlardır.
Ahlakının sağlamlığı sayesinde milletimiz hiçbir devirde sefalete, yoksulluğa sürüklenmemiş, manevi medeniyetten sonra maddi medeniyet ve istikrarlı, huzurlu bir toplum düzeni kurmuştur. Böylece Türk Milleti, tarihin mezarlığına gömülen milletler gibi yok olma şanssızlığı gibi bir acı felakete uğramamıştır. Varlığını sürdürürken insanlık yönünden Türk medeni hayatı, yaşayan milletlere örnek teşkil etmiştir.
Türklere sempati ve hayranlık duyan milletler, Türklerin ortaya koyduğu akıllara durgunluk veren insani ve ahlaki üstünlüklerini tılsımlara, tabiat üstü kuvvetlere bağlarken, bazı milletler de Türklere karşı duydukları kin ve nefretin sonucu, Türklerin barbar ve kaba insanlar oldukları konusunda düzme iftiralarda bulunmuşlardır. Fakat Türkler, üstün vasıfları ve yaşayışlarıyla kanlı fetihler yapan barbar, hunhar bir millet olmadığını her zaman her yerde ispatlamış ve dini husumetin aleyhlerinde oluşturduğu her iftirayı asılsız bırakmışlardır.
Yapılacak sathi bir tetkik bile Türk Milletinin insanlıktan yoksun, iptidai bir millet olduğu yolunda uydurulmuş iftiraların asılsızlığını ortaya koymaya yetecektir. Bu konuda Türkleri tanıdıktan sonra söylediklerinden pişmanlık duyanların itirafları, Türk düşmanı oldukları halde yabancıların Türkler hakkındaki hayranlık ifadeleri, beklemedikleri halde bizzat şahit olduktan sonra anlattıkları olaylar ve bütün bunları içine alan sayısız eserler ortadadır.
Şimdi bu eserlerden ve Türkler hakkında söylenmiş yabancılara ait sözlerin birkaçını nakletmekle yetinelim :
Türkler namuslu, insanlardır. Bunun böyle olduğu birçok yabancı dost ve düşman tarafından açıkça ifade edilmiş, yabancı kaynaklarda Türkler namuslu insanlar olarak belgelenmiştir. T.H.Gatuier : “Türkler saffet ve sadelikle tanınırlar. Namuskarlıkları herkesin malumudur. Türk’ün sözü dünyanın en sağlam senet ve imzaları kadar muteberdir.” Derken Arap Mütefekkiri Cahiz de : “Türkler pek namuslu insanlardır. Ne harpte, ne sulhta hile yapmazlar, fırsattan istifadeye tenezzül etmezler, özleri ve sözleri doğrudur” demiştir. İngiliz Müellifi Th.Thornton ise Türklerin namuskarlığını şu sözlerle ifade etmiştir : “Namuskarlık Türk tüccarının belirgin özelliğidir. Hilekarlıklarına hiçbir tedbirin fayda vermediği Yahudi’den, Rum’dan, Ermeni’den Türk’ü ayırt eden bu özelliktir. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumluğu ve geleneklerin sadeliği çok ilgi çekicidir. Hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda tamamıyla meçhuldür”
Patrik Süryani Mikail meşhur Vakaayi’namesinde şöyle der : “Türklerin meziyetleri vardır. Hilekarlıkla, sahtekarlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihanetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zina ender bir şeydir.” (1)
Baltacı Mehmet Paşa Prut seferinde meşhur seyyah A.de La Matraye’nin yazdığı seyahatnamenin 258 nci sayfasında : “Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de takriben ondört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı haydudun kazıklandığını işittim. Onlarda bu Rum cinsindendi, diye yazılıdır.” (2)
On sekizince yüzyıl başlarında Osmanlı ülkesini dolaşan yazar A de La Montraye, “Asya ve Afrika” adlı eserinde eski Türk seciye ve ahlakını belgeleyen açıklamalarda bulunur. Haşmetli dönemlerimizde ülkemizi dolaşan her Avrupalı gibi o da hayran kalmış, gördüklerini eserinde anlatmıştır. Aşağıda yazarın hatıralarından bir parça sunuyoruz :
“Türklerin namuskarlığını teslim etmek suretiyle kendim için vazife bildiğim hakkın yerine getirilmesinde bir an bile tereddüt edemem. Bir çok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır. Çeşitli dükkanlardan öte beri satın alırken para vermek için boynumdan çıkardığım kesemi veya vakti anlamak için çıkardığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını kaldırıp yanlış verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır. Çünkü bu gibi durumlarda dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta dalgınlığım neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem unuttuğum şeyi iade etmek için kaldığım Beyoğlu’na kadar gönderip bir çok defalar beni aramışlardır.” (3)
Aynı yazar devamla :
“Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk Kur’an’ın hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. İçtimai nizamın Osmanlılar arasında kurmuş olduğu münasebetlerin hepsine temiz yüreklilikle hüsnü niyetin hakim olduğu anlaşılmaktadır. Vatandaşları birbirine karşı taahhüt altında bulundurmak ve bunların hükümlerini icra ettirebilmek için başka memleketlerde olduğu gibi her zaman tahriri ve sikalara ihtiyaç yoktur.”
“Osmanlı Türklerinin methü sena edilebilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti kötüye kullanmak ile insanların safdilliliğinden istifadeye kalkışmaktan veya istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Bu konuda Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler. Zira her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından kötü sayarlar ve meşru bir surette kazanılmış bir servetin ne bu dünyada, ne de öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar.” (4)
Türk tarihi baştan sona ahlaki faziletlerle doludur. Türk tarihinin başlangıcından itibaren asalet, Türklerin ruhu olmuş ve bu ruh Türk topraklarında gerçekleşen saadetin kaynağını teşkil etmiştir. Türklerin ahlaklarının üstünlükleri karşısında aşırı Türk düşmanlıklarına rağmen yazar ve düşünürler, kendilerini mest eden gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Bunlardan Türk ve İslam düşmanlığı ile tanınan Fransız yazarı Guer : “Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğunun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak surette ispat etmektedir ki Türkler hiçbir zaman görülmemiş derecede medenidirler” demekten kendini alıkoyamamıştır.
Alman elçisi Bucbecq de : “Bu muazzam kalabalık içinde imrenilecek diğer bir husus da nizam ve sessizliktir. Aralarında hiçbir bağrışma, gürültü ve uğultu olmaz. Halbuki bizde birkaç kişi bir araya geldi mi gürültüden durulmaz” demiştir.
Türkleri iyi tanıyan Fernand Grenard da Türklerdeki asayiş ve nizamı şu sözlerle ifade eder : “Hükümete düşen vazife sadece asayiş ve nizamı temin etmekten ibarettir. Bu vazifeyi de yabancı müşahitlerin takdirini çekecek şekilde icra eder. Sokakta silah taşımak yasaktır. Kavga olmaz, anlaşmazlıklar seyrektir. II. Henri’nin sefiri olan M.D’aramon’un sekreteri Jean Chesneau şöyle yazıyor : “İnzibat öyle düzenli, sükunet öyle büyük ki, gözüyle görmeyenin buna inanmasına hemen hemen imkan yoktur… Geceleri şehri muhafaza etmek için elinde fener ve baston taşıyan bir kişi, tek başına dolaşır. Ve Paris’te yanında okçularıyla dolaşan nöbetçi kumandanından daha fazla korku verir.” (5)
A.L.Castellan 1811 yılında yayınladığı eserinde Türklerin dürüstlüğünü şöyle dile getirmiştir.
“Dostlarımızdan biri, içinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordu. Tophane iskelesine çıkarken torba yırtılır, paralar dökülüp rıhtımın üzerine dağılır ve hatta bazıları yuvarlanır. Halk hemen üşüşür, herkes bulabildiği kadar toplar. Torbanın sahibi olanları büyük bir endişe ile izler; fakat her taraftan gelip paraları deniz kıyısındaki torbaya koyduklarını görünce içi rahatlar. Hatta kayıkçılar suya dalıp denize düşenleri de çıkarırlar. Avrupa’lı dostumuz bütün bunlara karşı cömertlik göstermek isterse de kimse bahşiş almaya yanaşmaz. Zaten o kalabalığa bahşiş yetişmez. İşte bunun üzerine hamalın biri torbayı yüklenip dostumuzun evine götürür. Zavallı adam büyük bir merak içinde parasını hemen saymış, bin kuruşun tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kalmış. Gözlerine inanamamış ve parayı bir kere daha saymış, tek bir kuruşun bile eksik olmadığını hayretler içinde görmüş.
Halkın en yoksul tabakasında incelikle zarafetin bu derecesi acaba yalnız Türklere mi münhasırdır ? Her halde şurası gerçek ki, bu durum hiç değilse büyük bir hakkaniyetle hüsn-ü niyet şuurunun Türk Milleti’ne şeref veren bir ifadesi demektir.” (6)
“Batılı seyyahlardan A.de La Montraye şöyle demektedir : Din ayrılığından Müslümanlarla Hıristiyanlar birbirlerinden nefret ederler. Fakat bu nefret Türkiye’de hiçbir kötülüğe sebep olmaz. Çünkü Türkler kendi dinlerinden olmayan hiç kimseyi inanç ve imanından ötürü rahatsız etmezler. Eğer dini kin denilen şey bizde aynı şekilde kalsa veyahut atılgan şekiller almasaydı, Avrupa milletleri kendilerini daha mutlu sayabilirlerdi.” (7)
“Fransız Generallerinden Conte de Bonneval diyor ki : “Haksızlık, faizcilik, stokçuluk, ihtikar, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında bilinmez. Bu memlekette yaşayan Hıristiyanlar özellikle Rumlar öyle değillerdir. Sık sık çarpıldıkları cezalara rağmen ahlaksızlıklar içerisinde yaşarlar.” (8)
“İngiltere’nin İstanbul elçilerinden James Forter de Türk köylüsünün saf ve temiz ahlakının bozanların Rumlar olduğunu şöyle açıklıyordu : “Türklerle Rumların karışık yaşadığı köylerde Rumların, Türklerin ahlakını bozduklarını, Türklerin sahtekarlığı Rumlardan öğrendiklerini, Türk aileler arasında fitne fesat tohumlarının Rumlar tarafından ekildiğini, Türkler arasındaki davalara Rumların sebep olduklarını, kadıların Rumlar tarafından rüşvete alıştırıldığını, kadının himayesini sağladıktan sonra haksızlıklarına alet ederek Rumları zengin edecek ortamı hazırladıklarını…”(9) kaydederek Türkler arasında görülen bazı kötü davranışların Rumlar tarafından sokulduğunu belirtir.
Fransız seyyahı Du Loir da diyor ki : “Rumlar da aynı memlekette dünyaya geldikleri halde mizaç itibarıyla Türklerden o kadar farklıdırlar ki, atalarının kötü huylarına, yani hile, düzenbazlık ve benlik, gurularına mirasçı olmuşlardır. Tam tersine Türkler son derece samimi ve alçak gönüllü insanlardır.” (10)
Türkler beraber yaşadıkları azınlıklar arasında güzel ahlakları ile tanınmışlardır. M.de Thvenot, Osmanlı ülkesinde yaptığı bir seyahatten sonra kaleme aldığı seyahat notlarında şöyle der :
“Türkler arasında faiz ve karaborsa büyük bir günah sayıldığı için bu türlü işlere pek rastlanmaz. Çok dindar, gayet şefkatli ve insaniyetlidirler. Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler İslamiyet’i bütün kainata baştan başa yaymak isterler. Eğer bir Hıristiyan’a karşı hürmet ve sevgi duyacak olurlarsa Müslüman olmasını rica ederler.”
“Türkler çok hürmet besledikleri padişahlarına sadıktırlar, gözleri kapalı olarak itaat ederler. Padişahına ihanet edip Hıristiyanlarla işbirliği eden Türk’e rastlanmaz.”
“Birbirleriyle vuruşup dövüşme bilmezler ve şehirlerde kılıç taşımazlar; hatta askerler bile hançer taşımakla yetinirler. Türkler arasında birbirine meydan okuyan azdır. Memleketlerinde düello bilinmez. Bunun sebebi de Hz. Muhammed’in iki büyük ihtilaf kaynağı olan içki ve kumarı yasak eden hakimane siyasetidir. Onun için temiz ahlaklı Türkler hiç şarap içmezler. Gerek içki içenler; gerek afyon ve esrarla kendinden geçenler saygı görmezler.”
“Oyunlara gelince birçok oyun oynarlar, ama bunlar karşılıksızdır. Bundan dolayı da dövüşmezler. Eğer aralarında kavga çıkacak olursa; o sırada ilk önlerine çıkan kimse hemen aralarını bulur. Veya şikayetçi taraf arkadaşını hakim huzuruna davet edip şahitler getirir. Öteki taraf mahkemeye gitmekten kaçınmaz. Çünkü kaçındığı takdirde suçunu itiraf etmiş olur. Hakimin huzurunda her iki taraf da delillerini arz eder. Haksız çıkan mahkum olur ve eğer hak etmişse çok defa sopa cezası yer.” (11)
“XVIII asırda İngiltere’nin İstanbul Sefiri bulunan Sir James Porter bakınız ne diyor :
“Türkiye’de yol kesmek vak’alarıyla ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık, yankesicilik vak’aları adeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun yollarda evler de emindir.”
“Türkler hırsızlığı, ister insanlığa yakışmaz menfur bir hareket, bir şerefsizlik ve alçaklık saydıklarından, ister kanunlardan korktuklarından yapmamış olsunlar, şurası muhakkaktır ki Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak’aları son derece nadirdir.”
“Bu kadar geniş bir İmparatorluğun bir ucundan öbür ucuna bir çok yollardan gidilebildiği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık yapmak da, adam öldürmekte mümkün olduğu halde, kimse bu fırsatlardan faydalanmayı düşünmemektedir.” (12)
“İstanbul’da birkaç sene kalıp tetkiklerde bulunduktan sonra intibalarını Paris’te neşreden tarihçi A. Ubicini de o devrin Türkiye’sindeki emniyet ve huzuru şöyle anlatır :
“Bu muazzam taht şehrinde dükkancı namaz vakitlerinde dükkanını açık bırakıp gider ve geceleri de evlerin kapıları basit bir mandalla kapatılır. Böyle olduğu halde senede üç dört hırsızlık vak’ası bile olmaz.”
“Halbuki ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ve Beyoğlu’nda hırsızlık ve cinayet vak’aları duyulmayan gün yoktur.” (13)
“Türk ahlakının temel unsurlarından biri de doğruluk ve dürüstlük anlayışıdır. Bu anlayış Türklerin tarih boyunca mümeyyiz vasfı olmuş, hiçbir dönemde doğruluktan ayrılmamışlardır.
Orhan Gazi’nin kardeşi Ali, bilgin ve erdemli bir sadrazamdı. Onun sadrazamlığı sırasında bir köylü olan Ahmet Ağa, Mehmet Ağa’ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlasını sürerken bir küp altın buldu. Kendi kendine düşündü.
-Allah var, Ben Ahmet Ağa’dan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Altınlar benim için haramdır. Altınları götürüp sahibine vermeyi kararlaştırdı.
Ahmet Ağa, altınları kabul etmedi. Durum kadıya ve sadrazama intikal etti. Altınlar devlet hazinesine alındı. Bu durum karşısında Ali Paşa :
-Ben, bu kadar ahlak ve erdemli insanlara vezirlik edemem, onların erdemi, benimkinden üstündür, diyerek sadrazamlıktan ayrılmıştır.
İbret dolu diğer bir olay olay da şudur : Yavuz Sultan Selimin Mısır seferi pek çok masraflara sebep olmuştu. Hele askerin gönlünü hoş etmek için dağıtılan para hazineyi güç duruma sokmuş, hatta tüccardan borç alınmıştı.
Tüccar, hükümetten parasını alamadan ölmüş, geride iki çocuğu mirasçı bırakmıştı. Devrin maliye bakanı bu durumdan devletin faydalanması için padişaha bir yazı sundu. Alacaklının öldüğünü, pek çok mal bıraktığını, çocuklarının ise bu paraya ihtiyacının olmadığını bildirdi.
Yavuz Selim bu haksızlığa razı olmamıştı. Kağıdın kenarına şu satırları yazdı : “Ölüye rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, bu kağıdı yazana da lanet.” (14)
Jon Davenport, Türk tüccarının doğruluk anlayışını şu sözlerle anlatır :
“Türk’ün dükkanı önünde durarak bir şeyin fiyatını sorsanız size 50 veya 100 kuruş der. Şayet buranın adetlerine aşina değilseniz ve pazarlığa başlarsanız, onun size vereceği cevap pazarlığı kabul etmemek ve çubuğunu tüttürmeye başlamaktır. Ne kadar ısrar ederseniz ediniz, Türk bir para indirmez. Hıristiyanlarla Yahudiler bambaşkadır. 100 kuruştan 80’e, 60-40 hatta daha aşağı inerler. Bir kaide olarak Ermeni’ye istediği paranın yarısını, Rum’a üçte birini Yahudi’ye dörtte birini veriniz. Fakat Müslümanlarla alış-veriş ettiniz mi istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz.” (15)
Türk dostu Fransız asıllı Pierre Loti, bir Rum kızının kendisine şu satırları yazdığını söyler :
“Hıristiyan dünyası dinle ilgili konularda Türkleri örnek almalıdır. Çünkü onlar bizden daha fazla din kurallarına uymaktadırlar. Biz Hıristiyanlara, çalmak, hile ve düzen kurmak dinimizce yasaklanmıştır. Buna rağmen, hırsızlığı da hile ve düzeni de pekala yapıyoruz. Halbuki Türkler asla… Mesela, bir yaşlı Türk size bir kilo elma tarttığı zaman, tartıda aldatmış olmak korkusuyla fazladan bir elma daha verir. Bunu hangi Avrupalı yapar ? Aksine tarttığı şeyi daha da ağırlaştırmak için parmağını o tarafa kaydırır.” (16)
Aşık paşazade Tarihinde nakledilen bir olayla devlet adamlarının halka zulmettiği ve askerine haram yedirmediği şöyle anlatılır :
“Murat Han Gazi’nin (Sultan II. Murat) huyu ve adeti o idi ki; Bursa’da yoksullar için imaret ve ulema için medrese yaptırdı. Edirne’de ve başka şehirlerde de yaptırdı. Her yıl Kudüs, Halillürrahman, Mekke ve Medine yoksullarına 3500 filöri (O zamana ait bir para birimi) gönderirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılık köyleri Mekke yoksullarına vekfetmişti. Bulunduğu şehirlerde her yıl 1000 filöriyi kendi elliyle Seyyid’lere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da ölünceye kadar kesmedi.”
“Acem ülkesinden bir hakim geldi. Fazlullah derlerdi. Sultan Murat Gazi’ye yaklaşarak sonunda vezir oldu. Beytullah’a (Kabe’ye) gönderilen para yine her yıl gönderiliyordu. Padişah dedi ki :
-Fazlullah ! parayı yine Halilürrahman’a, Kudüs’e, Mekke ve Medine’ye gönder ki Molla yeğen (zamanın büyük alimlerinden) hacca niyet etmiş, parayı o alsın. Medine yollarına versin ki, onlar, hacılar oraya varıncaya kadar beklemektedirler.
Hazinede para bulunmadı. Halil Paşa’dan ödünç aldılar. Padişah :
-Halil ! sakın rüşvet parası verme !” dedi Halil Paşa :
-Devletli Sultanım ! Babamdan miras kalan paradır,” dedi.
Fazlullah gördü ki padişahın helal mala ihtiyacı olur, dedi ki :
-Devletli Sultanım ! Padişahlara hazine gerektir. Eğer Sultanım buyurursa hazine toplayayım” Padişah :
-Nasıl toplarsın ? dedi. Fazlullah dedi ki :
-Sultanım ! Bu memleketim halkında çok mal vardır. Padişahlara adettir ki o maldan bir sebeple padişahın hazinesine getireler. “Padişah sordu :
-Bu dediğin mal ne gibi yerlerden hasıl olur ?”
Fazullah dedi ki :
-Bu memleket halkının çoğu zekat vermez. O halde bütün memleketinden bu halkın zekatlarını zorla almak gerektir. Bu sebeple çok mal toplanır.”
Padişah ona şöyle cevap verdi :
Bre hey ebleh köftehor !. Bu ne sözdür ki söylersin ? Zekat ve sadaka yoksullarındır. Ben zekat yemeye mi layıkım ki, Müslümanlardan zorla zekat alayım ve yiyeyim ? Benim memleketimde üç helal lokma vardır. Benim elimdedir. Bu üç helal lokma başka ülke padişahlarında yoktur. Birisi gümüş madenleri, biri kafirlerden alınan haraç, biri de gazalardan alınan ganimet maldır. Bu benim tanrı yardımı gören askerim, bu helal lokma ile yaşar. Bunlara bu zorla alınan lokma anca haram olur. Askerime haramı yedirip haram kabul etmem.”
O zaman Fazlullah’ı azletti. Bir cevapla hakaret edip yanından uzaklaştırdı.”
Ecdadımızın doğruluk ve namuskarlıkları hakkında İsveç’in İstanbul sefiri Mouradgea d’Ohsson şunları yazar :
“Müslüman Türk meşru yollar dışında hiçbir kazanç temin etmemekle mükelleftir. Haksız kazanılmış bir maldan faydalanmaya kalkışmak Allah’ın nazarında caniyane ve menfur bir hareket sayılır. Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’an’ın en kuvvetli ahkamına dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. Türklerin medh-ü sena edilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti su-i-istimal ile insanların sade-dilliliğinden istifadeye kalkışmaktan vicdan azabı duymalarıdır. Her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından yasak sayarlar. Doğru yoldan kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar. (17)
Ecdadımızın ahlakının bu kadar güzel, seciyesinin üstün oluşunun nedeni, manevi değerlerin baş tacı yapılmasından, dini inanç ve bağlılıklarının tam olmasındandı. Dinlerinin emri karşısında Türkler, diğer milletlerin felaketine sebep olan kötülüklerden uzak kalmışlar, ahlaksızlık ve namusluluklarına leke sürecek fenalıklardan nefret etmişlerdir.
Türkler, üstün ahlaklı olmalarını dinlerine borçludurlar, Türk yaşama tarzı, insanın eğitiminden sonra Kur’an’ın emirleri ve Peygamberin tavsiyelerine bağlı idi. Çökme dönemine gelinceye kadar dillerinden “Haram” “Helal” sözleri hiç düşmezdi. İnançlarına göre fert olarak bir insanın kötülük ve kötülerden uzaklaşıp iyi bir insan olması yetmez. Bu yolla ahlaksızlıklardan kurtulmak büyük bir iş değildir. Esas olan ahlaksızlıklardan uzak kalıp iyi ahlak sahibi olduktan sonra kazanılan iyi ahlakı diğer insanlara aktarmaktır. Türkler arasında ahlaklı insan denilince yalnız ahlaklı olan insan değil, güzel ahlakı yayan ve kötülüklerin karşısında olan insan kast edilirdi. İşte bu sebeple Türk ahlakı devamlı ve umumi idi.
Türklerin inançları tam, ahlakları sağlam olduğu için saadet devirlerinde herhangi bir kötülük gönüllerde değil vatan sathında yer bulamıyordu. Alparslan : “Biz temiz Müslümanlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken Türklerin azizliğini inançlarının yüceliğine bağlamıştır.
Bir Batılı yazar da : “Umumiyetle Türkleri övme hususunda medeni ve dini kaidelere bağlılıklarını; bu bağlılığın nefislerine hakim olmalarını sağladığını rahatça söyleyebiliriz” der. (18) A. Brayer ahlaklılıklarını ve nedenini şöyle anlatır :
“Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta meçhuldür. Zira Kur’an’ın şiddetle men ettiği temayüllerden biri de bunlardır. Bu konuda Kur’an der ki : “Sakın yeryüzünde azametle yürüme. Kibir ve gururlu olandan Allah nefret eder. Hareketlerinde mütevazi ol, yavaş sesle konuş…”
Türkleri yi tanıyan bir yazarda bu konuda şunları yazmıştır :
“Türkler, esasları Kur’an-ı Kerim’de çok bariz şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk, hususunda aynı derecede övülmeye layıktır. Kendi aralarındaki içtimai düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hakim olduğu görülür. Mesela Türkiye’de başka yerde olduğu gibi birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz : Onlar verdikleri sözün kölesidir. Onların birini aldatması, emniyeti suistimal etmesi yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez.”
“İçtimai düzeni ve vatandaşlar arasındaki fazileti muhafaza etmeye yarayan bu inançlar Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleri ile ilgilidir : “Kimseyi aldatmayın; ölçüde hata etmeyin, dikkatle tartın, sözlerinizde, yeminlerinizde” gerçekten ayrılmayın. Hatta sonuç kendinize karşı bile olsa… Konuşmalarınızda ve alışverişinizde hileden sakının, başkalarının malını haksız olarak gasp edenler barsaklarını yakacak bir ateşle besliyorlar demektir.” (19)
Türklerin faziletlerini anlatmak için kitaplar yazan Arap Mütefekkiri el Cahiz : “Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile-i Şer’iyye ile başkalarının malını helal saymazlar…” (20)
Allah korkusu, ahlak anlayışı başta devlet adamları olmak üzere herkesin bağlı olduğu hususlardı.
Selahaddin-i Eyyubi hayatının sonunda oğlu Melik Efdal’i çağırarak şu vasiyeti yapmıştır :
“Oğlum, sana her iyiliğin kaynağı olan Allah korkusu ile doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın buyurduklarını yerine getirmekte kusur etme ki kurtuluş ondadır. Kanı gözyaşı bil, kimsenin kanıyla elini kirletme. Çünkü kan hiçbir zaman uyumaz. Halkının güvenliği ve mutluluğu için daima gözün açık bulunsun. Durumlarını araştırmaya çalış ki, bütün halk Allah’ın emanetidir. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarına iyi davranmaya çalış. Aklından çıkmasın ki, benim bu kadar kuvvete ve yüksekliğe erişmem hep davranışlarımın iyiliğiyledir. Hepimizin bir gün öleceğini düşün de kimse için sürekli kin tutma. Herkesin hakkına riayet et. Çünkü Allah Rahman ve rahimdir. Allah’a karşı işlenen hatalar bir tevbe ile bağışlanabilir, fakat kulların hakları, sahipleri razı edilmedikçe affedilmez.”
Yavuz Sultan Selim’e hayatının son anında Hasan Can :
-Padişahım, Allah ile olunacak zamandır.” Deyince Sultan Selim şu cevabı vererek dünyaya gözlerini kapamıştı :
-Ya bizi bunca zamandır kiminle bilirdin ?”
Kanuni Sultan Süleyman bir sefer dönüşünde, bir köylü atının dizginlerini tutar ve padişaha :
-Sultanım, askerlerine söyle ekinlerimi çiğniyorlar, yoksa seni şikayet ederim, der. Kanuni gülümseyerek sorar :
-Beni kime şikayet edersin ? Köylü ciddi bir tavırla :
-Şeriate, Allah’a der.
Bu cevap karşısında padişahın göz pınarları yaşla dolar ve askerine geri dönmesi için emir verir.
Türk ahlakının sağlamlığını ve üstünlüğünü sağlayan hususlardan biri de kötülüklerin kınanması ve ahlaksızlıkların cezalandırılması idi. Bunun sonucu olarak Türkler, ahlakın güzel örneklerini vermişlerdir.
Milli kültürlerinin ortaya koyduğu, dinlerinin telkin ettiği ahlaki emirler, içinde yaşadıkları toplumda kötülük örnekleri görmemeleri ve Türklerin iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak konusunda hassas olmaları, Türklerin kötülük yapmamaları hususunda birinci derecede amil olmuştur.
Her türlü kötü davranışlara karşı daime toplumun nefreti büyük olmuştur. Böylece en basit kötülükler bile Türk toplum hayatında yer bulamamıştır. Her vesileyle insan şahsiyetini alçaltan davranışlar şiddetle kınanmış, insanın korunması ve toplumun sağlığı göz önünde tutulmuştur. Yalan, zina, içki, kumar, hırsızlık, kötü duygu ve düşünceler insan saadetini gölgeleyen insanlık dışı davranışlar olarak belirlenmiştir.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde bu konuda şöyle der :
“Şarap içe, fesada karışma uzak dur, zina yapma, fısk ve fücur ile kara yüzlü olma.”
“Bu iki hareketten mübarek saadet kaçar, bunlar insana fakirlik yolunu açar.”
“İçki insanı bin türlü günaha teşvik eder; saadet zinadan kaçar ve zaninin yüzüne tükürür.”
“Kötü arkadaşa yaklaşma, sana zarar getirir; kötülük yılandır, dikkat et seni sokar.”
Güzel ahlak, Türk toplum hayatında önemli yer işgal etmiş ve toplum ruhunun bozulmaması için ihtimam gösterilmiştir.
Türkler’de namus ve şeref her devirde hayattan üstün tutulmuştur. Bugüne kadar namusu, kirletilmiş, tecavüze uğramış bir Avrupalı kadının kendi canına kıydığı görülmemiştir. Halbuki Türkler tarih boyunca namusları için yaşamış ve namusları için ölmüşlerdir.
Milli mücadeleye katılmış bir gaziden dinlemiştim : Yunan işgalinde Sultaniye köyüne baskın yapan Yunan askerleri içip içip Türk kadınları ile alem yapma isteğine hiçbir kadın cevap vermemiş, onların iğrenç arzularına alet olmamıştır. Emine adlı genç bir kadın kendisini sürükleyen iki Yunan askerini av tüfeği ile vurup ekmek bıçağı ile de intihar etmiştir. Yunan komutanı hafifliği ile tanınan bir kadını çağırmış, bunun üzerine kadın bir tencerede sarımsak kaynatıp üzerine döktükten sonra gitmiş ve kovulmasını sağladıktan sonra da Allah’a şükretmiştir.
Türkler Batı insanını sefalete iten davranışlara çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar iltifat etmemişlerdir. Mesela dans konusunda İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Porter şöyle der :
“Türkler dansı kendileri için insanlık şeref ve haysiyetini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidai taraflarına hitap eden basit bir maharet telakki ederler. Dans etmek için ya deli yahut sarhoş olmak gerektiğine inanırlar.”
Türkler, ahlaksızlık yapmadıkları ve ahlaksız olmadıkları gibi başkalarının yaptığı ahlaksızlara da lakayt kalmazlardı. Çünkü her türlü kötülüğü insan tabiatına yakışmayan bayağı bir hareket sayarlardı. İnsanlık ve ahlak dışı davranışlardan herkes tiksinti duyar, bir kötülük görüldüğü zaman toptan karşı çıkılırdı.
Türk toplumu ahlaksızlıklar, kavgalar, gürültüler ve huzursuzluklarla dolu bir toplum olarak değil, faziletli insanların oluşturduğu bir toplum olarak tanınmıştır. Ahlaksız kimselerin toplumda itibarı ve yeri olmamıştır. Kutadgu Bilig adlı eserinde Yusuf Has Hacib, bu durumu şöyle ifade etmiştir.
“Ahlakı haris, kendisi iğrenç, yaratılışı acul, utanmaz, hiddetli, öfkeli, adi, sarhoş ve gaddar insanlar padişah hizmetine yaramazlar.”
Türk seciye ve ahlakını bozacak davranışlardan şiddetle kaçınan Türkler, kötülere ve kötülüklere karşı sert ve ağır cezalar koymuşlar, bu cezaları adilane bir şekilde uygulamışlardır.
Türklerin ahlaksızlıklara karşı takındıkları tavır ve uyguladıkları cezalar suçların işlenmemesinde önemi büyük olmuştur.
Türklerin diğer toplumlardan farklı olarak uyguladıkları bu cezalar, hem maddi hem de manevi olurdu. Manevi cezalar genellikle kınama, ilgiyi kesme ve tecrit şeklinde olurdu. Maddi cezalar ise işlenen suçun çeşidine göre dayak, hapis, para cezası, mallarının müsaderesi, meslekten men ve ölüm cezası gibi cezalardı.
Türk tarihinde işlenen bazı suçlara karşı verilen cezalar şu şekilde olurdu : Hırsızlık yapmanın cezası ağırdı. Eğer hırsızlık büyük olursa cezası da ölüm olurdu. “Haydutluk edenlerin başları kesilir, hırsız çocukların kesilen başları babalarının boynuna takılır, baba kafayı ömrünün sonuna kadar boynunda taşırdı.” (21)
“Hunların çok sıkı kanunları vardı. Kan gütmek adeti yoktu. Biri herhangi birisini öldürür ise katil de idam olunurdu. Küçük cezalar kırbaçla dövülerek yerine getirilirdi. Büyük hırsızlık vesair işlerde idam cezası tatbik olunurdu. Hırsızın ailesi aynı derecede mes’ul idi. Hapis cezası ancak on gün kadar sürerdi. Bütün Hun ülkesinde mahpuslara pek az tesadüf olunmakta idi.” (22) Bu ağır cezalar devam ettiği sürece Türk ülkesinde suçlar da pek nadir olarak görülmüştür. Ne zaman ki cezalar hafiflemiş ve suçları cezalandırma mevkiinde olan kimseler tarafından suçlar işlenmeye başlamış işte o zaman suçlar ve suçlular artmıştır.
Mesela Rüstem Paşa, Osmanlı tarihinde ilk rüşvet alan veziri azamdır. Tarihler onun “Vaz-ı irtişa” “Mucid-i Bünyan-ı rüşvet” olduğunu yazmaktadır. Bundandır ki, Rüstem Paşa çok büyük servet sahibi olmuştur.
Rüstem Paşa hakkında şu değerlendirme gayet yerindedir : “Kanuni’nin temsil ettiği azamet devrinde kadın nüfuzuyla rüşvet mikrobunun devlet bünyesine girmesi, Rüstem Paşa’nın vezareti ile olmuştur. Damat Rüstem Paşa işte bu ili fenalığın ilk mümessilidir.” (23)
Zina suçuna gelince : Zina etmenin cezası da ölümdü. Zina yapan erkek evli ise kendi kılıcı ile öldürülür, ikisi de bekar olup evlenirlerse cezadan kurtulurlardı. Eğer evlenmezlerse o zaman ikisi de öldürülürlerdi.
Milli varlığı, insani meziyetleri öldüren ve körelten zina, Türk tarihinin başından itibaren tepki ile karşılanmıştır. Çünkü namus Türklerde en çok önem verilen değerlerin başında geliyordu. Zina edenler yabancı olsalar bile ağır bir şekilde cezalandırılırlardı. Türk sınırları dahilinde zina yapan Çinli Prenses Göktürk kağanı tarafından halkın gözleri önünde kılıçla öldürülmüştür. Çünkü Göktürk töresinde ırza tecavüzün cezası idamdır.
Oğuz destanında zina yapanların gözlerine mil çekildiğinden bahsedilir.
“Türkler arasında zina en büyük cürüm sayılır ve zina eden her iki suçlu da ölüm cezasına çarptırılırdı.” (24) “Uygurlarda zina yapan kimseye üç yüz değnek cezası ile birlikte maddi ceza da verilirdi. Eğer kadın dul ise, üç yüz değnekten sonra erkek onu nikahlamaya mecburdu.” (25)
Göktürklerde “Fuhuş meçhuldür. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdır. Genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmediği takdirde ceza aynıdır. Hırsızlık yapan çaldığının on mislini öder, ödeyemezse hürriyetini kaybederdi.” (26) Türk töresinde bu tür cezaların sonucu olmalı ki “Vamvery’ye göre eski Türkçe’ de alüfte, piç (veledi zina) sözlerine rastlanmazdı” (27)
Görülüyor ki, Türk tarihinde suçlar cezasız kalmamış, herkes kötülüklerden mes’ul tutulmuştur. Türk ahlakının yüceliğini sağlayan disiplin ağır cezalarla sağlanmış ve bu disiplin sayesinde Türkler varlıklarını sürdürüp ayakta kalabilmişlerdir.
Meslek ve ticaret hayatına gelince, Türk ticaret hayatında ahlaksızlıklar hemen hemen yok gibiydi. Eksik tartıp pahalıya satanlar falakaya yatırılırdı. Hırsızın çaldığı malın boynuna takılıp sokaklarda gezdirildiği gibi hile yapanlarında boyunlarına tahta gülle takılıp teşhir edilirdi.
Esnaf ve zanaatkarlar arasında cahil kimse yoktu. Kötü niyetli insan azdı. İhtiraslarla ruhlar kirletilmiyordu. Esnaf teşkilatı sayesinde bütün faaliyetler tanzim edilir, devlet kuvvetlerinin müdahalesi olmadan esnaf kendi kendini idare edip denetliyordu. Böylece en küçük bir mesleki suistimal, yolsuzluk ve ahlaka aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu. Din ve ahlak kurallarına aykırı davrananlar ağır cezalarla cezalandırılıyordu. Yolsuzluk, hile, hilekar gibi davranışlar karşısında esnafa ve zanaatkara suçunun durumuna göre şu cezalar veriliyordu :
- Geçici bir süre, işinden men etmek
- Sanatından uzaklaştırma.
- Dayak cezası
- Para cezası
- Yolsuz cezası (Medeni münasebetleri kesme)
- İkaz ve nasihat
- Malların müsaderesi (28)
Türk ticaret ahlakını bozmak için gayri Müslimlerin bilhassa Yahudi asıllı kişilerin büyük gayretleri olmuştur. Bunların gayeleri Müslüman esnafı iflas ettirmek ve Türk ahlakını bozmak idi. Bu konuyla ilgili iki misal vermekle yetineceğiz.
Hristo isimli gayri Müslim bir bakkal sattığı malları şeriat yoluyla gösterilen fiyat haddi üzerinden vermeyip emre aykırı şekilde yüksek fiyatla satıyor ve eksik tartıyordu. Bütün ikazlara rağmen durumunu düzeltmemişti. En son okka başına fiyat haddi 16 para olan zeytin yağını 18 paraya sattığı tesbit edildi. Ceza olarak Hristo dükkanının önünde asılmış ve diğer gayri Müslimlere ibret olsun diye cesedi birkaç gün bekletilmiştir. (29)
17. asırda Yahudi Yafes oğlu Salamon, eline geçirdiği bir hüccet sayesinde gümüş işletmeciliği sanatına başladı. Sanatında hile yaptığı için Müslüman esnaf Salamon’u aralarından kovup dükkanını kapattı. Salamon sarayla temastan sonra Bursa kadısından aldığı izinle dükkanını yeniden açtı. Yine som altın ve halis gümüş işletmeciliğine hile karıştırarak rekabete başladı.
Bu durum karşısında Müslüman esnaf mahkemeye baş vurup Salamon’un hilelerini ispat ederek Salamon’un dükkanının kapatılmasını ve kendisinin de sanatından men edilmesini sağladı. (30)
İşlenen suçlara karşı gösterilen tepkilerle Türk ahlakı çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar yozlaştırılmadan korundu. Ancak Türk’ün üstünlüğünü ve manevi gücünü kırmak, ahlakını dejenere etmek ve yıkmak için çalışan gayri Müslimlerin gayreti, suçlulara verilen cezaların hafifletilmesiyle suçlar arttı. Bu halin devamı ile de huzurlu, haşmetli dönemler geride bırakılarak çöküş dönemine girildi.
BUHRANLARIMIZIN KAYNAĞI BATI :
Türkler ahlakları zayıf, idealleri sakat olduğu için bugünkü duruma düşmüş değillerdir. Türklerin çöküşünü hazırlayan ve zorlayan sebep, Türklerin kendi ahlaklarını bırakarak çöken Batı’nın kokuşmuş ahlakına yönelmeleridir. Türklerdeki çöküş emareleri iki asır önce çöken Batı’ya yönelmekle başlamıştır. İslam inancının Türk ahlak ve töresine bağlılığın zayıflamasıyla eski dinamizm ve huzur da zayıflamıştır. Tanzimat’la beraber çöken Batı’nın kokuşmuş ahlak ve düşüncesine yönelen azınlığın Müslüman Türk ile Hıristiyan Batı’yı kaynaştırma arzuları, Batı’nın gayri insani sistemlerinden doğan huzursuzlukları, uzlaşmayan bir tehlike olarak bünyemize sokmuş ve Müslüman Türk’ün ahlak yapısını bozmuştur.
Halbuki Türk ahlak ve seciyesi hiçbir zaman Batı’nın ahlakı ile uyuşamaz ve uzlaşamazdı. Çünkü Türk ahlakı Batı ahlakından insani yönden mukayese edilemeyecek kadar üstündü. Batı’nın ahlakı ise baştan buhranlı doğmuştu. Batı en buhranlı anlarını yaşarken Türkler güven dolu, huzurlu bir hayat yaşıyorlar ve inanç, samimiyet, mes’uliyet, fedakarlık duygularıyla insanlığın zirvesine ulaşmışlardı.
Batılıların kendi diliyle ifade ettiği gibi : “Türkler hiçbir zaman, Avrupa sosyetelerinde ve ailelerinde görülen laubaliliğe ve ahlaksızlığa düşmemişlerdir.” (31)
“Türklerin dinlerine bugünkünden daha sıkı bağlı oldukları devirlerde Osmanlı İmparatorluğuna gelmiş ve dolaşmış bulunan Avrupalı seyyahlar, yazıp bıraktıkları seyahatnamelerde, kendi vatandaşlarına umumiyetle şöyle tavsiyelerde bulunmuşlardır :
“Türkiyeye giderseniz sakın Hıristiyan esnaftan alış-veriş etmeyin ve Hıristiyanların işlettikleri hanlarda kalmayın. Çünkü ırzınız, namusunuz, malınız tehlikeye düşer. Müslüman esnaf sizi mister, mösyö, sinyor diye kolunuzdan, eteğinizden çekmez. Dükkanında oturur, gittiğiniz takdirde size misafir muamelesi eder. Kahve ikram eder, pazarlık etmez, aldatmaz da “ demektedirler. İşte Elizabeth Graven, İşte Madame Montegu, İşte Busbesq.
O Busbesq ki, muhteşem Süleyman devrinde Avusturya elçisi olarak memleketimize gelmiş ve Türklerden pek çok zamandır dayak yemekte olan bir milletin çocuğu bulunduğu için bizi hiç sevmemiştir; ve bunu da kitabında şöyle açıkca söyler. Fakat gene de zaman zaman : “Maalesef Müslümanlar bizden çok ahlaklı, çok merhametli, çok sabırlı ve bilhassa çok teşkilatçı… Onları bu cinsten vasıflara sahip gördükçe öfkemden çıldırıyorum. Başımıza daha neler gelecek onu düşünüyorum” demekteydi. (32)
Batı dünyası ahlaksızlıklar üzerine kurulmuştur. Geleceği bakımından da çöküşü kesindir.
Türkler ahlaki ve insani değerlere sahipken Batı, insan yaşayışına uygun düşmeyen ahlaksızlıklar içinde yüzmüştür.
Mesela tarihte Romalılarda, Yunanlılarda ve Roma-Yunan düşüncesine sahip bütün Batı ülkelerinde kötü insanlar saygı görmüş, namuslu insanlar hürmet ve itibardan mahrum kalmıştır. Zina, hırsızlık suç sayılmamış, fuhuş ve hırsızlık tanrıları icat edilerek halk zorla ahlaksızlığa sevk edilmiştir.
Dinleri insan yapısına uygun prensipler ortaya koymadığı için utanç verici vahşet tabloları çizilmiştir. Papazların evlenmesi yasaklanmış, fakat papazların yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Manastırlar, kiliseler fuhuş yuvası olmuştur. Papazlar kan dökmenin günah olduğunu ilan edip bakirelik hakkının kendilerine ait kılmışlardır. Defalarca kilisede erkekle erkeğin nikahını dünya evine sokmuşlardır.
Heliogabal hayatı boyunca kadın elbisesi giymiş ve kadın olabilmek için zamanın doktorlarına servet vaad etmiştir. İktisaden zamanın en kuvvetli imparatorluğu olan Roma, ahlak buhranından yıkılmıştır.
Niğbolu meydan muharebesinde mağlup olan haçlı ordularının arasında bir sürü fahişe görülmüştür.
Evlilik esaret kabul edildiği için kadınlar evlenmeden istediği erkekle serbestçe ilgi kurabilirdi. Buna hiçbir yasak yoktu. Evlenmeden bir kız başkası ile yatar, kısır olmadığını isbat için çocuk sahibi olabilirdi. Bir erkek karısını başkalarına sunabilir ve ondan çocuk sahibi olmasını isteyebilirdi. Veya karısını satabilir, kiraya verebilirdi. Kadınların birden fazla kocası olduğu çokça görülürdü. Kendini korumayan kadını kimse koruyamazdı. Bazı erkekler evlerinden ayrılırken karılarına “iffet kemeri” denilen kilitli bir demir çember takar ve anahtarını yanına almak zorunda kalırdı.
Hırsızlık yasak değildi; hırsızlık tanrıları vardı. Ana-babalar evlatlarının iyi hırsız olabilmeleri için hırsızlık tanrılarına yalvarırdı. Hırsızlık geçim kaynağı olduğundan, hırsızlık yapmayan delikanlıya kolay kolay kız verilmezdi. Bir erkeğin geçimini çalışarak meşru yoldan sağlaması güçsüzlüğünün ve korkaklığının ifadesi sayıldığından ayıptı. Yunan mitolojilerinde bir çok hırsızlık hikayeleri anlatılmış ve hırsızlık övülmüştür.
Batı’da doğruluğun ve namuskarlığın yeri yoktur. Kimse namustan, şereften söz edemez. Batı tarihi namuskarlığın iflasıyla doludur. Din adamları papazlar bile Hıristiyan hükümdarlarına : “Kafirlere verilen sözün asla muteber olmadığını İncil namına beyan edip Müslümanlarla yapılan bütün anlaşmaları bozmuşlardır.
“1444 Temmuzunun 12. günü Szegedin’de Macar Kralı ile Osmanlı Padişahı arasında sulh akdolunmuştu. Muahede iki taraftan yeminle teyit olunmuş Vladislas İncil üzerine, Sultan Murat da Kur’an üzerine yemin etmişlerdi. On yıl müddetle akdolunan muahedenin tarihi üzerinden henüz on gün geçmişti ki Papanın elçisi Kardinal Julien Cesarini kralla meclisin azasına, mukaddes teslis Celil-üs-şan Meryem-i Betül aziz (saint) Etienne ve Ladislas namlarına olarak yeniden ettirdiği yeminle muahedeyi iptal etmişti. Kardinal Julien sözü tutmakta mecburiyet olmadığını iddia etti.” (33)
Bugün her vesileyle insan sevgisini dillerinden düşürmeyen sözde hümanist Batı, insan eti yiyecek kadar yamyamdır. Eflak Voyvodasının eline esir düşen Müslüman Türkler şişe geçirilip kızartılarak yenmişlerdir. Haçlı ordularına katılan askerler Türk kanı içmiş ve çocukları suda haşlayarak yemişlerdir. Son senelerdeki bazı uçak kazalarında sağ kalanlar evvela ölüleri daha sonra da birbirini yemişlerdir. Daha sonra bunu gururla anlatırken bunun sadece bir organ nakli olduğunu belirtmişlerdir. Geçen sene “5’i rahip 6 kişi öldürdükleri adamın etini yemişlerdir.” (34)
Batı’nın dünü ile bu günü aynıdır hatta geçmişin büyüyen bunalımları içinde kıvranmaktadır. Her yönü ile hataları yüzünden yıkılan milletleri unutturacak feci bir manzara arz etmektedir. Fuhuş almış yürümüş, evlilik dışı ilişkiler rekor seviyeye ulaşmıştır. Bugün ortalama Batı ülkelerinde %50’nin üstünde genç kız bakire değildir. Evli olmayan anneler büyük saygı görür. Küçük yaşta ve orta dereceli okullarda uygulanmakta olan seks eğitimi gençleri küçük yaşlardan itibaren fahişeliğe itmektedir. Hatta öz kardeşiyle ilişki kuran, öz babalarından hamile kalan genç kızların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İngiltere’de 1977 Aralık ayında evlilik dışı yaşayanlara normal bir aileye tanınan bazı haklar tanınarak ahlaksızlık temyiz mahkemesince meşrulaştırılmıştır. (35)
“Prof. Melvin Zelnik ve Prof. John Kanter tarafından John Hopkins Üniversitesince yapılan bir inceleme, Amerikalı genç kızlar arasında evlilik öncesi cinsel faaliyetlerin son beş yılda %30 oranında arttığını ortaya çıkarmıştır. (36)
İngiltere’de genç kızlar okula gitmemek için hamile kalmaktadırlar. Bu ülkede henüz reşit olmayan annelerin üçte ikisi gayri meşru çocuklar dünyaya getirmektedirler. İngiltere’de bırakın Londra’yı taşrada bile 16 yaşından küçük genç kızların arasında bakire olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Son olarak İngiliz Parlamentosunda iki üyenin sevici olduğu İngiliz gazetelerinin manşetlerine geçmiştir. Üstelik bu iki sevici parlamenter bunu övünerek açıklamışlardır. İşçi Partisi üyesi bu iki hanım millet vekili bir bayan arkadaşıyla yaşayabilmek için geçen sene kocalarından boşandıklarını ifade ettikten sonra sevici olduklarını ve bununla da gurur duyduklarını söylemişlerdir. (37)
20 milyonun üstünde homoseksüelin bulunduğu Amerika da 1971 Haziran ayında 10.000 homoseksüel New-York’un en kalabalık caddelerinde hürriyet ve hak isteğiyle yürümüşlerdir.
Londra’da bir parkta başka bir adamla uygunsuz vaziyette yakalanan ve seks hayatını anlatan bir “Best-Seller” yayınladıktan sonra kiliseden uzaklaştırılan homoseksüel keşiş, Hıristiyanlık ile homoseksüelliğin birbiriyle bağdaştığını iddia etmiştir. Keşiş Antonio Reig; en önemli görevi umut vermek olan kilisenin homoseksüellere yardım etmediğini belirterek bu yüzden bir kitap kaleme aldığını belirtmiştir.(38)
İşte kurtuluşu uyuşturucu madde alışkanlığında, sekste, şeytana tapmakta, ölümde arayan çöken Batı’nın dramı… Bize kurtarıcı olarak gösterilen Batı…
NETİCE :
Milletler, hayatlarını anlamlı kılan milli ve manevi değerlerinin üstünlükleriyle benliklerini korur varlıklarını devam ettirirler. Değerleri kaybolan milletlerin yaşama garantisi yoktur. İşte Roma, Yunan, Bizans ve aynı yolun yolcusu Batı.
Eğer Türk Milleti olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak kendimizi, yıkılan Roma ve Yunan medeniyetinin enkazı olan Batı’ya teslim etmekten vazgeçmeliyiz. “Batı” kelimesini büyülü bir kelime olmaktan çıkarmalı ve Batının kesin çöküşünü görmeliyiz. Bilmeliyiz ki Batıda doğup gelişen her türlü akım bizim için zararlıdır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı çeşitli sapıklıklar ve ruhi dengesizlikler içerisinde kıvranmaktadır. Batı’ya kurtarıcı olarak sarıldığımız günden itibaren milletimiz Batı’nın kıskacına düşerken aynı zamanda ızdırabın içine sürüklenmiştir.
İnsanlığın yanlış değerlendirildiği Batı düşüncesi içinde ahlak ve insanlık kaybolmuştur. Medeni ülkeler olarak örnek verilip, sürekli propagandası yapılan Batı ülkeleri, insanlık ve ahlak açısından tam bir safahat ve çıkmazın içindedir. İntihar vak’aları, cinsi sapıklıklar, homoseksüellik, insanı köleleştiren seks ve uyuşturucu madde alışkanlığı, şeytana tapma gibi sapıklıklar son hadde ulaşmış, Batı’yı tehdit eder duruma gelmiştir. Bir çok ilim adamı Batı’nın çöküşünü haber verirken Batı insanı, iğrenç yaşayıştan, sonu gelmeyen çılgınlıklardan, kendilerini tatmin etmeyen Batı düşüncesinden bıkmış, huzur ve kurtuluş aramaktadır.
İki asırdan bu yana milletçe büyük bir tahriple karşı karşıyayız. Eğer dışarıdan kaynaklanan bu tahrip karşısında kendimize gelip, milletimizin özünden koparılmasına müsaade etmezsek pek yakında aydınımız başta olmak üzere kendi insanımızla beraber arayış içinde olan Batı insanı da kurtulmuş olacaktır. İnsani ve medeni olmayan Batı düşüncesinin yerini, huzur kaynağı olan Türk-İslam kültür ve medeniyeti alacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- İsmail Hami Danişmen, Garp Menbalarına göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı S.7
2- Danişmend, Age.S.9
3- Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi S.224
4- Gürkan, Age. S.225
5- Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü,S.122-123 (1000 Temel Eser)
6- Danişmend,Age,S
7- Age,S.86
8- Aeg.S.14
9- Aeg.S61
10- Aeg.S.75
11- Gürkan,Age.S.174-175
12- Samiha Ayverdi, Misyonerlik karşısında Türkiye,S.74-75
13- Ayverdi,Age.S.75
14- Dr. Selahaddin Tansel, 100 Tarih 100 Fıkra
15- Jon Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, Tercüme : Ömer Rıza Doğrul,S225
16- Pieerre Loti, Can Çekişen Türkiye,S.71 (1001 Temel Eser)
17- Danişmend, Age.S.18-19
18- D’ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, S.263 (1001 T.E.)
19- D’ohsson, Age, S.189-190
20- El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,S.77, Çev Ramazan Şeşen.
21- Bahaeddin Öğel, İslamdan Önce Türk Kültür Tarihi,S.209
22- H .N.Orkun, türk Tarihi,C.1,S.67
23- İ H.Danişmend, Kronoloji, II.S.249
24- Prof Osman Turhan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1,C.131
25- Turan, Age,C.1,S.132
26- Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi:C.1,S.166
27- Prof. Dr. Lazslo Rosanyı, Tarihte Türklük,S.58
28- Abdullah Yaman, İlim Kültür ve Sanatta GERÇEK Mec.Nisan 1974, Sayı:6,S.39-40
29- Tarih-i Sami, Vukuat-ı Zaptiye,S.208
30- Dr. Osman Şevki Uludağ,Belleten,C.1,S.758’den özet olarak
31- D’Ohsson,Age.S.213
32- Ayverdi, Age.S.52
33- Prof. Dr. Ahmet Reşit Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku,S.105
34- Bayrak Gazetesi, 9 Eylül 1977
35- B.Anadolu Gazetesi, 2.12.1977
36- Bayrak Gazetesi, 11.4.1977
37- Bayrak Gazetesi, 7.5.1978
38- Bayrak Gazetesi, 22.1.1978
.
Türklerin Dini
Müslüman olmadan önce Türkler, çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunlardan Şamanizm, Türklerin ilk dini olmuştur.
Şamanizm, tek tanrı inancının hakim olduğu bir dindir. Türklerin kendi dinlerini kabul etmesini çok isteyen diğer dinlerin temsilcileri, çok uğraştıkları halde kendi dinlerini Türklere kabul ettirememişlerdi. Bir defasında diğer dinlerin temsilcilerini dinledikten sonra Mengü Han : “Biz sadece bir tek Tanrının varlığına, Onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz” demiş kendi dinlerinin daha ileri seviyede olduğunu, bu yüzden din değiştirmeye niyetleri olmadığını belirtmiştir.
Türklerde Tek Tansı inancının yanında, Tanrının her şeyin yaratıcısı, hayır ve şerrin tayin edicisi olduğuna inanılırdı. Dünya hayatının geçiciliği, ölümün yok olmak demek olmadığı ve ebediliğe geçiş olduğu esastı.
Türklerin bir bölümü tarafından inanılan diğer bir din de Budizm dini idi. 572 tarihinde Göktürk Kağanı Tabo Kağan zamanında bazı Türklerin Budizm’i din olarak kabul ettiklerini kaynaklardan öğreniyoruz. Fakat Budizm, halk tarafından rağbet görmemiş, ancak bazı devlet adamları tarafından benimsenmişti. Bunun için Budizm, Türklerin resmi dini olmamıştı. Daha sonra 840 tarihinde Uygur Türkleri tarafından resmi din olarak kabul edildi.
Budizm’in en belirgin özellikleri şunlardır : Budizm her şeyden önce hareketli bir din değildir. Bir yaratıcı ve ahret inancı olmadığı için dinde ayin ve ibadet de yoktu. Her şeyin boş ve geçici olduğunu kabul eden pasif bir dindir. Züht hayatı ile arzuları söndürmek ve yok etmek esasına dayanır. Hayat, ızdırap vericidir; doğmak da ölmek de ızdıraptır. Avlanmak et yemek, savaşmak gibi Türklerin yaşayışına ve karakterine uymayan bazı yasaklar ihtiva etmekteydi.
Budizm’den sonra Türklerin kabul ettikleri diğer bir de Maniheizm dini olmuştur. Uygur Kağanı Bugu Kağan zamanında Mani rahiplerinin gayretleriyle Maniheizm dini Türklerin bir bölümü arasında yayılmıştır.
Bu dinlerin hiç biri Türk’ün idealine, dünya görüşüne ve yaşayışına uymadığı için Türkler arasında hiçbir zaman toptan kabul görmemiş, milli din olma özelliğini taşımadıkları için de milli din olarak benimsenmemiştir.
Tarih boyunca hareketli, teşkilatçı ve savaşçı millet olan Türkler, İslam dinine gelinceye kadar hiçbir dini dinamik hayatlarına ve mizaçlarına uygun bulmamışlardır. Vezir Tonyukuk, Türkler arasında Buda dinini yaymak isteyen Bilge Kağan’a bu dinin insana miskinlik verdiğini, Türklerin yaşayışlarına ve ideallerine yabancı olduğunu söylemiş ve fikrinden vazgeçirmiştir.
Karakterleri icabı İslam’dan başka hiçbir dine iltifat etmeyen Türkler adeta İslam için yaratılmış ve İslam’ı kabul etmeye hazır olarak beklemişlerdir.
a) Türklerin Müslüman Olmaları :
İslam’dan başka bir din, Türklerin ruh yapısına uygun olmadığı için Türkler Müslümanları görüp, İslam’ı tanıdıktan sonra toptan Müslüman oldular. Türkler Müslüman olduktan sonra İslam Dini’ni hayatlarının ve ideallerinin tek sembolü olarak kabul ettiler. İslam prensipleri ile Türk inanç ve düşüncesinin tam bir uygunluk göstermesiyle Türkler, daha önceki hayatlarının ve dinlerinin Müslüman olduktan sonra asla özlemini duymadılar. Çünkü Türkler, ahlakları, sosyal yapıları ve düşünce tarzları ile İslam’a hazırdılar. Komşuları domuz eti yerken Türkler yemiyordu. İslam’ın büyük günah saydığı zina, Türkler arasında cezası ölüm olan büyük bir suç telakki ediliyordu. Diğer taraftan İslam Dini’nin emrettiği ahlak ilkeleri ise Türk toplumunun başta gelen özelliği idi. Yani Türklerin İslam’a ters düşen bir yönü yoktu. Bu sebeple Türkler İslam Dinini her bakımdan kolayca benimsemişlerdir.
Türklerin Müslüman olmalarını kolaylaştıran diğer sebepler de şu hususlar olmuştur :
Daha önce Türklerin Tek Tanrıya inanmış olmalarının İslam’ın tek Allah inancı ile gösterdiği benzerlik, Türklerin Müslüman olmalarında başlıca neden olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türkler Müslüman oluncaya kadar tek Tanrı inancına sahip olarak yaşamışlardır. Bu inanç Türk düşüncesinin temelini teşkil ediyordu. Türklere göre her şeyi yaratan ve her şeyin sahibi tek kutsal varlık Tanrı idi. Mengü Han, çeşitli dinlerin temsilcilerini büyük bir dikkatle dinleyip onlara :
“Biz yalnız tek bir tanrının varlığına, O’nun sayesinde yaşadığımıza ve O’nun emri ile öldüğümüze inanıyoruz” demesi Türk inancının ifadesi idi.
Türklerin inancına göre Tanrı, şekli bilinmeyen, ezeli, ebedi ve güçlü bir varlıktı. Destanlarda, kitabelerde tanrının şekli hakkında hiçbir ifade yoktu. O hiçbir şeye benzemez, ancak kendine benzerdi.
Dede Korkut’ta “Ölümsüz mabut” diye geçen, ezeli ve ebedi olduğu bildirilen Tanrı hakkında şöyle deniliyordu :
“Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin
Aziz Tanrı sen anadan doğmadın
Sen babadan olmadın, kimsenin rızkını yemedin
Kimseye güç etmedin, bütün yerlerde birsin
Sen daim ve baki olan Tanrısın.”
Göktürk kitabelerinde de Tanrının gücünün her şeyin üstünde olduğu belirtilmiş ve “Tanrı lütfettiği, güç, kuvvet verdiği için…” denilmişti.
Türklerde ten Tanrı inancı ile beraber dünya hayatının geçici, ölüm ötesi hayatın ebedi olduğuna inanılırdı. Ölümden sonra mezar bekleme yeri olarak kabul edilirdi. Bunun için ölen bir kimse, kıymetli eşyaları ile beraber gömülür ve mezarda cenaze, istirahat için oturan insan gibi oturtulurdu.
Bundan başka İslam Dini, Puta tapmayı yasaklıyor ve insanın hiçbir şekilde alçalmasına müsaade etmiyordu. İnsan onuruna saygıya dayanan akli, mantıki bir dindi. Bu ve İslam Dini’nin milli değerlere bağlılığı, cihadı emretmesi, vatan sevgisini imandan sayması, vatanına töresine bağlı ve esareti zillet sayan Türklerin milli karakterlerine uygun olan İslam’ı kabul etmelerini sağlamıştır.
Bu konuda kolaylık sağlayan diğer bir hususta, bazı kaynaklara göre İslam Peygamberinin Türkleri övmesi ve Abbasiler başta olmak üzere Müslümanların Türklere hayranlık duyup son derece iyi davranmaları, Türkleri temiz insanlar olarak görüp güvenmeleri, hatta devlet kademelerinde önemli görevler vermiş olmalarıdır.
Türklerin Müslüman olmalarında herhangi bir şekilde zorlanmış olmaları söz konusu değildir. “Eşeği Müslüman olsa da Ömer Müslüman olmaz” diyen Hz. Ömer, nasıl Müslümanların sağlam inancı ve Kur’anın büyüleyici etkisi ile Müslüman olmuş ise, Türkler de İslam’ın yüceliği karşısında Müslüman olmuşlardır. Türklerin kılıç zoru ile Müslüman olduğu iddiası yalandır. Çünkü Türkler o zaman da güçlü idi. Zillete düşmüş ve hakir olmuş bir millet değildi. Bu yüzden İslam’ı zorlama ile değil, kendi irade ve istekleriyle kabul etmişlerdir.
Türklerin Müslüman olmalarıyla, Allah Türkleri İslam’la şereflendirmiş İslam’ı da gerçekten onu yaşayacak, hizmet edece, yayacak Türklerle muzaffer kılmıştır.
b) İslamsız Türk Düşünülemez :
İslamiyet, Türklerin hayatında en köklü müessesesi olmuştur. Türkün karakteri ile İslam’ın prensipleri arasındaki uygunluk, Türklerin çok çabuk olgunlaşmasına sebep olmuş aynı zamanda İslam’ın köklü tedbirleri sayesinde Türkler bozulup yok olmaktan kurtulmuşlardır.
Demek oluyor ki, Türkler, İslam’ı kabul etmekle varlıklarını ve geleceklerini garanti altına almışlardır. Böyle İslamiyet Türklerin milli ve manevi varlığının teminatı olmuştur.
Öyleyse Türklük mü ? Müslümanlık mı ? tartışmasına lüzum yoktur. Nasıl insanın canlılığı bedenle ruhun birliğinden ibaretse, Türklükle İslamiyet de böyledir. Bunun için Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten ayıramayız. Şu anda İslam’ı anlayan, yaşayan ve temsil eden tek millet Müslüman Türk Milletidir. İslam Dini de X. Asırdan beri Türkler için en büyük kuvvet kaynağı olmuş ve Türkler İslam’la benliğini bulmuşlardır. Türk’ün milli değerleri İslam’la yüceltilmiş ve İslam’la yaşatılabilmiştir. Türk tarihinde Türk Milliyetçiliğinin gelişmesi İslam sayesinde olmuştur. İslam prensiplerinin sınırlayıp sağladığı tertemiz bir hayatla da milli ideallerin gerçekleşmesine imkan hazırlanmıştır.
Türklerin islamı kabul etmeleri, Türk tarihinin dönüm noktası olmuştur. İslam’ı kabul etmeyen Türkler, benliklerini tamamen kaybedip yabancı din ve kültürlerin tesiriyle yok olup giderken Müslüman olan Türkler ise İslam’ın diriltici prensipleriyle Türklüklerini ve Milli benliklerini korumuş, küçük bir cemaat halinde yaşamaktan kurtulup dünyanın en büyük , en huzurlu ve en uzun ömürlü imparatorluklarını kurmuşlardır.
Türklerin Müslüman olmakla gösterilebilecek hiçbir kayıpları olmamıştır. Musa peygamberden bu yana gittikleri her yerden kovuldukları, yaptıkları bütün savaşlarda yenildikleri halde milli dinleri olan Yahudilik sayesinde bugüne kadar İsrail nasıl yok olmamışsa, Türkler de varlıklarını İslam sayesinde koruyup devam ettirmişlerdir.
Türkler için İslam’ı kabul etmek, Türk tarihinin en mesut ve en önemli hadisesi olmuştur. İslam imanı ve disiplini Türklere bambaşka bir ruh vermiştir. İslam’la beraber gönüllere sükun, insanımıza huruz gelmiştir. Ahlak ve iman hayatı başlamıştır.
c) Türklerin İslam’a Hizmetleri:
Türkler, hak din olan İslam’ı kabul ettikten sonra tamamıyla onu benimsemişler, İslam’ın fedakar koruyucusu ve kahraman mücahidi olmuşlardır. İman ettikten sonra aldıkları kutsi vazifenin heyecanı ile Türkler, Allah’ın adını cihana yaymak, yeryüzündeki her türlü fitne ve fesadı yok etmek için yerlerinde bir an bile durmamış, rahat yataklarında yatmamışlardır.
Denilebilir ki Türkler İslamiyet’ten, İslamiyet de Türklerden kuvvet almıştır. Müslüman olmakla Türkler :
- Milli birliklerini korumuşlardır
- İslamiyet Türkleri canlı ve diri tutmuştur.
- Türklerin hayat tarzları ve dünya görüşleri değişmiştir.
- Türklerin idealleri değişmiştir. Allah’ın rızası ve insanların gönül hoşnutluğunu kazanmak için yaşamaya başlamışlardır.
Türkler İslam’ın prensipleri ile İmparatorluklar kurmuşlardır. Böylece hem millet hem de devlet gücü ile İslam’a büyük ölçüde hizmetlerde bulunmuşlardır.İslam’ın bayrağı Arapların yorgun ellerinden Türklerin ellerine geçmiş ve Türkler tarafından yükseltilmiştir. Asırlarca Türkler İslam’ın kılıcı ve bayraktarı olmuşlardır.
Her alanda Türklerin İslam’a olan bağlılıkları ve hizmetlerinin sonucu “Müslüman” tabiri artık yalnız Türkler için kullanılmaya başlandı.
İslam’ı korumak ve yaymak için her şeyden önce en iyi şekilde ona uymak ve prensiplerini yaşamak lazımdı. İşte Türkler bunu ihmal etmediler. Türkler, İslam’ın her emrine titizlikle uydular. İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’a en büyük saygıyı gösterdiler. İnançları uğruna Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Kurdukları adil idare ve İslam’ın insana verdiği değer ölçüleriyle gösterdikleri muamele, bu sebeple Türklere kurtarıcı olarak kucaklarını açan insanlar İslam’a ısınmışlar ve Müslüman olmuşlardır.
İslam Dini Arap yarımadasında doğmuştur ama, Allah’ın adını yeryüzüne yaymayı görev bilen Türkler tarafından dünyaya yayılmıştır. Bugün İslam’ı yayma bahtiyarlığına erişen Türklere karşı Müslüman ülkelerinin gösterdiği sevgi ve muhabbetin sebebi, kendilerinin yapamadığını Müslüman Türklerin yapmış olmasındandır. Bir başka sebep de İslam ve Müslüman düşmanı olan Hıristiyan Batı’nın saldırıları karşısında Türklerin yıkılmaz bir kale oluşudur.
Ayrıca Abbasiler zamanında iç isyanların ve mezhep kavgalarının bastırılmasında, Haçlı saldırılarının püskürtülmesinde Türklerin büyük rolü olmuştur.
Türk hükümdarı Gazneli Mahmud, İslam Dinini yaymak için Hindistan’a on yedi büyük sefer yapmış, bu seferlerin sonunda ele geçirilen yerlerde İslam Dininin yayılmasını sağlamıştır. Daha sonra Hindistan’da kurulan Türk hakimiyeti ile de bugün yüz milyonu aşkın insanın Müslüman olması gerçekleştirilmiştir.
Alparslan’ın Bizanslılarla yaptığı savaşları kazanması, Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış, böylece Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sağlanmıştır. Daha sonraki yıllarda Osmanlılar zamanında Viyana kapılarına kadar Türklerin eline geçmesi, İslam Dininin Avrupa’ya yayılmasını ve bütün dünyanın İslam’ı tanımasını gerçekleştirmiştir.
İslam’ın kılıcı Türklerin eline geçtikten sonra İslam’ın bayrağı fedakar Türklerin elinde yükselmiştir. Mezhebimizin kurucusu İmam-ı Azam Hazretleri, Hac esnasında Allah’a niyazda bulunurken : “Ey Allah’ım benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise bana yardım et; Çünkü ben senin rızan için Resulünün Şeraitini takrir ettim” demesi üzerine hatiften bir ses : “Sen doğru söyledin Kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur” cevabını vermiştir.
Zira Türklerin Müslüman olduktan sonra yaptığı her şey, Allah’ın rızası ve Allah’ın adının bütün dünyaya yayılması idealine dayanıyordu. Buna bir örnek verecek olursak :
Trabzon seferi esnasında çekilen zahmetleri gören Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun, Fatih Sultan Mehmed’e :
-Oğul Trabzon için bu kadar zahmet değer mi ? Bunca zahmet nedendir ?
Deyince Fatih :
-Ana bu zahmet yalnız Trabzon için değildir. Biz İslam’ın kılıcını elimizde tutuyoruz. Eğer biz bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur. Biz bu zahmet karşılığında gazi ünvanını hak ederiz; eğer bugün veya yarın bu gayeye erişemeden ölürsek, Allah’ın ve Peygamberinin katında yüzümüze nasıl bakılır ? “ cevabını vermiştir.
Büyük Selçuklu İmparatoru Melik Şah, tahta çıktığı zaman ülke içinde İslam birliğini sağlamak, fitneleri yatıştırmak için kardeşiyle savaşa mecbur kalmıştı. Buna mecbur kaldığı için Veziri Nizam’ül-Mülk ile beraber camide durumun düzelmesi ve Cenab-ı Allah’ın kendisini affetmesi için dua etti. Vezirinin gönülden dua ettiğini görünce, ona niçin ve nasıl dua ettiğini sordu. Veziri Nizam’ül-Mülk :
-Cenab-ı Hak’tan yalnız şunu diledim : Mücadeleyi siz kazanın ve milletin başında siz kalın…” diye dua ettim. Cevabını alan Melik Şah, ben ise şöyle dua ettim :
-Yarabbi, iki kardeş dövüşüyoruz. İçimizden hangimiz milletin başına geçmeye layıksa ve ikimizden hangimiz millet ve ümmet için, din ve devlet için daha hayırlı olacaksa zaferi ona ihsan et.” Dedim diyerek bir asalet örneği vermiştir.
Yavuz Sultan Selim, son anlarını yaşıyordu. Hekimi Hasan Can’a sordu :
-Nasılım, ne haldeyim ?
Hasan Can üzgün bir tavırla cevap verdi :
-Padişahım, Allah’a kavuşmak zamanıdır, O’na teveccüh ediniz.
Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim :
-Ya bunca zamandır sen beni kiminle sanıyordun ? Şimdiye kadar Allah’a teveccühümüzde bir kusur mu sezdin ?
Bu inanç ve bağlılıkla Türkler, Türklüğü ve Müslümanlığı ortadan kaldırmak için girişilen her türlü saldırının ve bilhassa Haçlı sürülerinin karşısına dikilmiş sel gibi Müslüman Türk kanı akıtarak düşmanlarını ağır yenilgilere uğratmış, İslam’a karşı girişilen her türlü saldırının karşısına dikilmiştir. Bu gerçeği 1972 Temmuzunda Cezayir’de toplanan İslam Kongresinde Suudi Arabistan temsilcisi şu sözlerle ifade etmiştir :
“Eğer Türkler olmasaydı, mukaddes topraklar Haçlıların ayakları altında kalacaktı. Bu nasıl unutulur ? “
Türklerin İslam’a yaptıkları hizmetlerin geçmişte olup bugün durduğu söylenemez. Açıkça diyebiliriz ki, bugün İslam’ı en iyi anlayan, İslam’ın prensiplerini en iyi şekilde uygulayan ve Allah yolunda cihadı ter etmeyen tek millet, Türklerdir. Hal böyleyken İslam ülkeleri arasında “Türklerin İslam’ı terk ettikleri ve dinsiz oldukları “propagandası, Müslümanları parçalamak ve İslam ülkelerini Türklere düşman etmek isteyenlerin oyunudur.
Kore’ye giden Türk mücahitleri, koyu Budist olan Kore’liler arasında Müslümanlık ve Türkoloji gibi iki büyük iz bırakmışlardır. O zamana kadar bir tek Müslüman’ın bulunmadığı Kore’de bugün bütün dünyada olduğu gibi İslamiyet büyük bir hızla yayılmaktadır.
Bizim Anadolu Gazetesinin (24.10.1969) verdiği bir haber de bu gerçeği ortaya koyuyordu. Haber aynen şöyle idi :
“Bir hafta kadar yurdumuzda incelemelerde bulunan 15 kişilik Güney Kore Ticaret heyetinin üyesi, İslam Federasyonu başkanı H.Sabri Suh Jung-Kıl, Türk tugayının Kore’ye gelmesinden ve kahramanca savaşmasından sonra Kore’de İslam’ın hızla yayılmaya başladığını söylemiş ve tarihte olduğu gibi İslamiyet halen Türklerin öncülüğü ile yayılmaktadır” demiştir. Ayrıca Kore’de bulunan 5000 Müslüman’ın 1951 yılından sonra Müslüman olduğunu belirtmiştir.
Türk Milleti, asırlarca İslam’ın hizmetkarı olmuş, bilhassa Batı alemi misli görülmemiş bir bataklıkta yaşarken Türkler bütün insanlığa mutlu ve canlı bir hayat mesajı sunmuşlardır. Hala bütün İslam alemi Haçlı seferlerinin muhatabı olan Türklere geçmişin şükranını duyar. Türklere tarihte oynadığı rolün özlemi içinde İslam’ın temsilcisi ve İslam ülkelerinin lideri gözü ile bakar. Çünkü bugün bile İslam’ı en güzel anlayıp yaşamaya çalışan bir millet varsa o da Müslüman Türk Milletidir.
Türkler, dünya görüşü İslam’a en uygun ve dinlerini ihmal etmeyen bir millettir. Allah’ın adını duyup “Celle Celalühü” demeyen, Peygamberin adını anıp da salavat getirmeyen Türk’ e az rastlanır. Bir Müslüman Türk, Allah’ın adını boş yere ağzına almaz. Dini konularda laubalilik göstermez. Peygamberin sünnetlerini titizlikle yerine getirir. Türkler Kur’an-ı belden aşağı tutmaz. Kur’an bulunan yerde yatmaz. Hatta ayaklarını uzatıp oturmaz. Kur’an-ı abdestsiz eline almaz.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Fethinden döndüğü 25 Temmuz 1518 tarihinden Halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihine kadar 405 yıl, 7 ay, 9 gün bir saniye ara verilmeden Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde aralıksız okunmuştur.
Şu anda Peygamber Efendimizin ve O’nun cennetle müjdelenen Ashabının emanetleri, Sancak-ı Şerif, Yüce peygamberimizin mehdine mazhar olmuş aziz Milletimizin sahip olduğu Anadolu topraklarındadır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
Netice:
Türklerin X. Asırdan beri milli dinleri İslam Dini olmuştur. Türkler İslam dininden başka bir dine iltifat etmemişlerdir.
Türklerin İslam’ı kabul etmeleri, Türk ve İslam tarihinin bir dönüm noktası olmuştur. Aktif bir din olan İslam Dini sayesinde Türkler, dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurmuşlardır. İslamdan aldıkları güçle İslam’a hizmet etmişler, Cihad emri ile İslam’ı koruyup yaymışlardır.
Türkler asırlarca İslam ülkelerinin itimadını kazanıp, onların liderliğini yapmışlardır. Bugün de itimada layık, liderlik vasfına sahiptirler.
.
Türk Cihan Hakimiyeti İdeali
Cihan hakimiyeti ideali, bir ırkın veya bir milletin dünyaya hakim olma ve bütün insanları kendi dünya görüşü ve kendi sosyal yapısından doğan kültür ve idealleri ile yönetme esasına dayanır. Bu esasa göre, bütün insanlık tek bir millet olacak ve bu milleti cihan tahtına oturmuş bir devlet idare edecektir.
Cihan hakimiyeti idealinin dünya tarihinde canlı örneklerini Komünizmde, Yahudilik’te ve Türklerin ideallerinde görüyoruz. Hissi davranmama kaydı ile açıkça ifade etmek gerekirse, cihan hakimiyeti tahtına talip olanlar arasında cihan tahtına layık olan tek millet, Türk Milletidir. Cihan hakimiyeti idealinin en insani ve en ideal olanı da Türk cihan hakimiyeti idealidir.
Bugün dünyaya yayılmak ve dünyaya hakim olmak politikası güden Komünizmin ideali hiç de insani değildir. Geçmişi ve bugünü göz atılacak olursa kan, zulüm ve sadizmin korkunç örnekleriyle doludur. Yalanları olsun, vaatleri olsun hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Girdiği her yere zorla girmiş ve cehennem sahneleri sergilemiştir. Bugüne kadarki uygulamalar, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı, insana ve insanın değerlerine iltifat etmeyen sömürge ve sömürü esasına dayanan bir görüş arz eder.
Cihan tahtına oturma hayali ile bugüne kadar varlığını sürdüren Yahudilikte de cihan hakimiyeti komünizm’de olduğu gibi insanlığın mutluluğu ve huzuru üzerine değil, Yahudi olmayan insanların yoklu ve köleliliği üzerine kurulacaktır.
Bu konuda Yahudilere ümit kaynağı olan Tevrat’ın Yahudilerin ideallerini besleyen emirlerinden birkaçını ibret için zikredelim :
“Ayak tabanınızın bastığı yer sizin olacak.” (Tevrat/Tesniye)
“Ve o gün, yerin o bir ucuna kadar Rabbinin öldürdüğü adamlarla dolacak, onlar için dövünülmeyecek ve onlar toplanıp gömülmeyecekler, toprağın yüzünde gübre olacaklar.” (Tevrat/Yeramya)
“Sana kulluk etmeyen hakim ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak.” (Tevret/İşaya)
“Çünkü Rabbin bütün milletlere öfkesi var, onların boğazlamaya verdi ve öldürülmüş olanları dışarı atılacaklar ve leşlerinin bütün kokusu çıkacak ve kanları ile dağlar eriyecek ve gökler tomar gibi dürülecek ve bütün onların ordusu asmadan yaprak dökülür gibi dökülecekler.” (Tevrat/İşaya)
“Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” (Tevrat/İşaya)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yukarıdaki verdiğimiz örneklerde görülüyor ki, Yahudilik ve Yahudiler, Yahudi olmayanlar için hiç de iyi niyetli değillerdir. Yahudi cihan hakimiyeti idealine göre bütün insanlar ya öldürülecek yada Yahudilerin hizmetçisi ve kölesi olacaklardır. Ancak böylece Yahudi cihan hakimiyeti gerçekleşecektir.
a) Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler tarih sahnesine güçlü bir devlet ve millet olarak cihan hakimiyeti ideali ile beraber çıkmış, tarih boyunca bu ideallerini gerçekleştirmek için çalışmışlardır. İlk çağlardan beri cihan hakimiyeti, milli ideal haline geldiği için nereye gittilerse orada evvela devlet ve sonra hakimiyet kurmuşlardır.
Türkler, diğer milletlerin idaresini ellerine alırken hiçbir zaman emperyalist bir zihniyet gütmemişlerdir. Kan dökme, yağmalamak gibi insanlık dışı cinayet ve vahşet örnekleri sergilememişlerdir. Her yerde hak, adalet, eşitlik ve müsamaha esasına dayanan, herkesin gönlünü fetheden insani idare uygulamışlardır. Çünkü Türklerin amacı, cihan tahtına oturarak insanları kul köle edinmek değildir. Türklerin amacı her zaman insanlığın mutluluğu için insanlar arasından zulmü kaldırmak ve yeryüzünde iyiliği, hak ve adaleti hakim kılmak olmuştur.
b) İslam’dan Önce Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türk cihan hakimiyeti ideali Türklerle beraber ortaya çıkmıştır. Bu ideale göre cihan tahtının tek sahibi Türkler olmalıdır. Türklerden başka hiçbir millet cihan tahtına layık değildir. Türk inancına göre dünyada tek bir hükümdar olmalıdır. Diğer milletler hükümdarlığa layık olmadıkları için Türk idaresinde yaşamalıdır.
İlk çağlarda bile, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyanın Türkler tarafından Türk töresine göre idare edilmesi gerektiğine inanılırdı. Gene Türklerin inancına göre, Türklere cihanı idare etme görevi Tanrı tarafından verilmiştir. Buna sadece Türkler değil, Türklerle beraber diğer milletler de inanıyorlardı.
Kaynaklara göre, Tanrı Türkleri özel bir amaçla yaratmıştı. Bu inancı Mehmet Emin Yurdakul şöyle ifade etmiştir :
“Ey milletim, sen bundan tam beş bin yıl evvel
Altaylarda yaşarken,
Tanrım sana dedi ki; “Ey Türk ırkı, bu yerden
Güneşlere süzülen kartal gibi, uç yüksel !..
Senin her bir kuvveti ram edici ellerin
Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak ;
Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısır’ın her yerin
Er isteyen tahtları kollarını açacak…”
Bu inanç Orhun abidelerinde de şu sözlerle ifade edilmiştir :
“Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım Bumin Han, İstemi Han oturarak Türk Milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş…”
Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye Babam Kağan’ı, Anam Hatun’u yükseltmiş olan Tanrı, il veren tanrı, Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye… Türk kavmi batmasın diye, feda olmasın diye üstteki tanrı derimiş…”
Türk hükümdarları da dünyayı idare etmek için Tanrı tarafından gönderilmiştir. Türk hükümdarları, kendilerinin Tanrı tarafından gönderildiklerine ve Tanrının buyruğu ile hükümdar olup tahta çıktıklarına inanırlardı. Bunun için Türklerde tahta çıkmanın kutsal bir anlamı vardı. Türk hükümdarları kendilerini Tanrının dünyayı idare etmek için tahta çıkardığına inanır, yüklendikleri vazifenin de kutsal olduğunu kabul ederlerdi. Ve Tanrının buyruğunu kusursuz yerine getirmeye çalışırlardı.
Gene Türklerin inancına göre, başka milletlerin Türk hakimiyetini kabul etmeleri de Tanrı buyruğu sayılır, Türk hakimiyetini kabul etmeyenler Tanrıya isyan etmiş olduğundan cezalandırılırdı. Hatta Avrupalılar bile Atila’nın Tanrı tarafından kendilerini cezalandırmak için gönderildiğine inanıyor ve Atila’ya “Tanrının kırbacı” diyorlardı.
Türklerde “Kağan” kelimesi, bütün dünyanın hükümdarı anlamında kullanılırdı. Türk kağanları da kendilerinin bütün insanlığın hamisi ve babası olduklarına inanırlardı. Bunun için yedirirler, içirirler, büyük ziyafetler vererek mallarını yağmalatırlar ve halka baba gibi davranırlardı. Yani kendilerinin tanrı tarafından tahta oturtulmasından sonra tek sorumlu kişi olduklarını kabul ederlerdi.
Türkler hakanlarına “Acun Beyi” ünvanını verdikleri Alp Er Tunga’dan sonra hep “Dünya hakimi” adını vermişlerdir. Mesela Mete Han kendisinin tanrı tarafından tahta çıkarıldığına inanıyor ve kendini dünyanın hakanı olarak kabul ediyordu. Bunun için gönderdiği mektuplarda : “Tanrının tahta çıkardığı Hun Milletinin büyük Tan-yu’su” ifadesini kullanırdı. Kaşgarlı Mahmud’a gönderdiği mektupta : “Göklerin sahibi, yeryüzü ülkelerinin hakimiyetini bize verdi.” diye yazmıştır.
Oğuz Han Destanına göre Türkler, yeryüzünü bir tek devlet, Oğuz Kağanı da bu devletin hükümdarı kabul ediyorlardı. Oğuz Han tahta çıkınca : “Ben bütün dünyanın kağanıyım, bundan böyle herkes bana itaat edecektir” dedikten sonra oğullarına ve beylerine dönerek : “Güneş tuğumuz, bayrağımız olsun; gökte çadırımız” demiştir. Daha sonra babasının yerine tahta geçen Oğuz Kağan bütün milletlere elçiler göndererek : “Ben artık bütün dünyanın kağanıyım” diyor ve bütün dünyanın hakanı olduğunu ilan ediyordu.
Göktürkler de, Türk devletinin dünya imparatorluğu olduğuna inanıyor, Türk hakanın oturduğu yeri de dünyanın merkezi kabul ediyorlardı. Göktürk hükümdarlarından Tardu Han, Bizans imparatoruna yazdığı mektupta : “Yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Bizans imparatoruna…” diye başlamıştır. Diğer Göktürk hükümdarları da Çin imparatorlarına gönderdikleri mektuplarda : “Tanrı tarafından gönderilmiş, yeryüzünün kağanı” ifadesini kullanırken Çin İmparatorları da gönderdikleri cevaplarda “Kutsal kağan” ifadesini kullanmışlardır.
Bu gelenek Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları zamanında da devam etmiştir. Padişahlar için “Cihan padişahı” denmiş, “Allah’ın gölgesi”, “Allah’ın vekili” gibi ünvanlar verilmiştir.
Alparslan : “Biz temiz Müslümanlarız, sapıklık nedir bilmeyiz. Bunun için Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken üstün ve seçkin bir miller olduğunu ifade etmiştir.
Türk geleneğine göre Halife, Sultan Tuğrul Bey’e kılıç kuşatırken ona : “Doğunun ve batının padişahı, dinin direği “demiş kılıçı beline takmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, devlet adamlarına gönderdiği mektularda : “Hak Teala’nın taç giydiren sultanlar sultanı Sultan Süleyman Han…” diye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed de : “Yeryüzü tek millet, İstanbul da merkez olmalıdır” demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Türk cihan hakimiyeti ideali, Türklerle beraber doğmuş, Türkler Müslüman olduktan sonra da bütün canlılığı ile yaşamış, İslam dininin cihad emri ile daha da kuvvet kazanarak devam etmiştir.
Buna sebep de cihangirlik vasfının Türklere yakışır olması, Türklerin doğuştan asker, emir vermek ve idare etmekte pek mahir olmalarındandır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifade ettiği gibi : “Türklerin en büyük vasfı, bir toplumun başına geçmekteki istidatlarıdır. Doğuştan hükümdar ve komutan olmak, emir vermek ve toplumları idare etmek için yaratılmışlardır.” (Türkiye Tarihi Cilt:2, Sayfa 37)
İbni Hassul, Türklerin idare etmekteki kabiliyetlerinin doğuştan olduğunu ve Allah’ın Türklere bir ihsanı olduğunu belirterek şöyle der : “Türkler emir vermek ve başkalarını idare etmek için yaratılmışlardır.”
Yusuf Has Hacib de, Kutadgu, Bilig adlı eserinde :
“Körü-berse imdi bu Türk beğleri
Ajun beğlerinde bular yeğleri”
Diyerek Türk beğlerinin dünya beğleri arasında en iyileri olduğunu ifade etmiştir.
Kaşgarlı Mahmud ise : “Dünya milletlerinin idaresi Türklerin eline verildi. Tükrkler tanrı tarafından bütün milletlere üstün kılındı. Allah’ın devlet güneşini Türklerin üzerine doğdurduğunu gördüm. Allah onların mülklerini gökyüzüne çıkardı ve onlara “Türk” adını vererek dünyaya hakim kıldı. Onları hükümdar edip halkın dizginlerini onların eline verdi. Türkler de kendilerine sığınanları aziz ettiler.” Dedikten sonra Divan-ı Lügat it-Türk adlı eserinde de Türkler hakkında şu hadisleri nakleder :
“Türk dilini öğreniniz. Çünkü onların hakimiyeti uzun sürecektir.”
“Benim doğuda “Türk” adını verdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman O kavmin üzerine onları salarım.”
c) Müslüman Olduktan Sonra Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler Müslüman olduktan sonra da cihan hakimiyeti ideali ile yaşamışlardır. Hatta bu ideal, İslam Dininin cihad emri ile daha da canlılık kazanmıştır. Türkler Müslüman olur olmaz, Müslümanların liderliğine talip olmuşlar, İslam’ın bayrağını ellerine alarak onu yüceltmişler ve üç kıtada şerefle dalgalandırmışlardır.
Türklerin cihan hakimiyetine memur edildiklerine inanan İslam ülkeleri de Türklerin liderliğini kabul etmiş, bazıları idarelerini Türklere teslim etmiştir. Diğer taraftan İslam ülkelerini temsil için halifelik, Peygamber Efendimizin kutsal emanetleri ve Kabe’nin anahtarı Türklere teslim edilmiştir.
Selçuklu ve daha sonra da Osmanlı sultanları “Cihan Padişahı”, başka bir ifadeyle “Doğu ve Batının hakimi” sayılıyordu. Bu bakımdan Türklerin yaptığı savaşlarda Türkleri kurtarıcı ve hamileri olarak gören azınlıklar, Türkleri lider kabul eden İslam ülkeleri, Türklerin galibiyet ve hakimiyeti için dua ediyorlardı. Mesela; Malazgirt meydan muharebesinden önce bütün İslam ülkelerinde Müslüman Türklerin zaferi için dua etmişler, Cuma hutbelerinde niyazda bulunmuşlardır.
Türklerin liderliği konusunda İslam ülkelerinin düşüncesi değişmemiştir. 1980 Aralık Ayında Ürdün’ün Ankara Büyük Elçisi Faysal El Hamud, Türkiyeyi İslam ülkelerinin lideri görmek istediklerini belirterek özetle şöyle demiştir : “Türklerin liderliği yeni bir şey olmayacaktır. Türkler tarihten gelen bu sorumluluklarını devam ettirmelilerdir.
“Arap aleminin gözü Türkiye üzerine çevrilmiştir. Türkiye’nin büyük insan gücü, bilgi birikimi ve teknolojik deneyleri vardır. Arapların lehine atılan bu son adımdan sonra, bunların mutlaka Arap toplumlarına yansıyacağına inanıyoruz. Ayrıca bu durum Türklerin orta doğudaki ekonomik etkinliğini de arttıracaktır…” (Bayrak Dergisi, 22 Aralık 1980)
Türklerin cihan hakimiyeti inancı, kılıçlarını çekip ülkeler fethetmek, fethettikleri ülkelerin insanlarına emir vermek ve kuru bir cihangirlik arzusundan kaynaklanmıyordu. Türklerin arzusu, bütün insanlığa gönderilmiş olan son din İslam’ı yaymak “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar savaşınız” buyuran Allah’ın buyruğunu yerine getirmek, “Allah yolunda ayağı tozlananlara cehennem ateşi haram kılınmıştır” diyen peygamberin müjdesine nail olmak ve yeryüzünde adaleti hakim kılarak insanları kılıçlarının gölgesinde rahat ve huzur içinde yaşatmaktı.
Selçuklu Sultanı Sancar bu durumu açıkça şöyle ifade etmiştir : “Biz daima gaza ve cihad ederiz. Zulmün ve adaletsizliğin önüne set çekeriz. Allah dünyayı bizim tasarrufumuza vermiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır.”
Türklerin düşüncesine göre cihan kendilerine emanet edilmişti. Bunun için ülkeleri zorla fethedip, insanlarını öldürmezlerdi. Kötü davranarak insana saygısızlık edemezlerdi. Zira insana iyi muamele ve saygı Allah’ın emri idi.
Tarih boyunca Türklerin savaşı, savaştıkları ülkelerin insanlarıyla olmamış, halka zulmeden idarecilere, uygulanan adaletsizliğe ve insan yaratılışına uygun düşmeyen sistemlere karşı olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, Almanya seferine çıkmadan Ferdinant’a bir mektup göndermiş ve özetle şöyle demiştir : “Hayli zamandır erlik davası edip, merdi meydanım dersin. Birkaç kere üzerinize vardım ortalarda görülmediniz. Avretinden, askerinden utanmaz mısın ? Beç sahasına gel de Allah’ın takdiri ne ise yerini bulsun. Saltanatı paylaşalım. Paylaşalım da reaya ve fukara da asude bir hayata kavuşsun.”
Savaşlardan sonra Türkler, girdikleri yerlere kan selleri içinde değil, “Aman diyene kılıç kalkmaz” düşüncesiyle girdikleri için yerli halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Zaferden zafere koşarken her gittikleri yere insanlık götürmeyi hem dini hem de insani görev bilmişlerdir..
Dünyanın en huzurlu ve en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran Osman Gazi hayatının sonunda oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinin bir bölümünde şöyle demişti : “Adil ve merhametli ol. Bütün insanları eşit olarak muamele ve himaye et. Allah’ın adını yeryüzüne yay. Eğer bu vasiyetime uymazsan ahrette iki elim yakanda olacaktır.”
Bu vasiyete yalnız Orhan değil, bütün osmanoğulları uymuş, bunun için rahat yataklarında yatmayıp gaza ve cihad yaparak ömürlerini geçirmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed; “Dünyada bir tek din, bir tek devlet, bir tek padişah olmalı ve İstanbul da cihan payitahtı olmalıdır” demişti. Bu nedenledir ki, Osmanlı padişahlarının gayreti ile imparatorluk yıkılıncaya kadar Türk devleti bütün Müslümanların ve mazlumların merkezi olma hüviyetini korumuştur.
“Cihan hakimi” ünvanına hak kazanan padişahların ideali, hep cihan hakimiyetini gerçekleştirme yolunda olmuştur. Hayatları boyunca bunun için çalışmışlar, buna inanmışlar ve bu uğurda cihad ve gaza yapmışlardır. Mesela; Yavuz Sultan Selim, cihan hakimiyeti için sabahlara kadar düşünür, çoğu zaman dünya haritasının üzerinde uyur kalırdı. Mısır seferinden önce Peygamberimizin : “kalkıp gelsin, kutsal toprakların hizmeti ona verilmiştir” daveti üzerine Mısır seferine karar vermişti.
Türk padişahları, cihan hakimiyeti idealini gerçekleştirmek için yaptıkları savaşlardan önce “Ya Rabbi bu ordu senin ordundur, onu koru ve düşmanlarına karşı muzaffer kıl” diye dua etmişlerdir.
Osmanlı imparatorluğu kurulduğu sırada Eskişehir-Bilecik-Kütahya arasında 2000 km karelik küçük bir toprağa sahipti. 350 yıl sonra ise bu toprakların büyüklüğü yirmi bin katına ulaşmıştır. Ve Osmanlı, üç kıtaya, yedi denize hakimiyet kuran cihan imparatorluğu haline gelmiştir.
Vaktiyle Osmanlı devleti ile Avrupa devletleri arasında hudut tesbiti için bir komisyon kurulur. Avrupa devletleri murahhasları, Osmanlı devletinin hudutlarını gösterir bir harita isterler. Türk temsilcileri :
-Yoktur, derler, Bu cevap Avrupa murahhaslarının canını sıkar ;
-Tembellik etmişsiniz, diye söylenirler, Bizimkiler de :
-Ne münasebet diye atılırlar. Biz bu ülkeleri arşınla almadık, kılıçla aldık, efendiler derler.
Bütün bunlar, Türklerin tarih boyunca kendilerini cihan devleti kurmaya memur saydıklarını gösterir. Tarih incelendiği zaman görülecektir ki, Türk Milleti, İslam’a hazırlık devirlerinde bu ideale bağlı olduğu gibi; Müslüman olduktan sonra da bu ideali yaşatmışlardır. Bu idealle hakimiyet kurmuşlar, kurdukları hakimiyetler sırasında ayrı din, dil ve ırka bağlı olan insanların kendi toplum sistemleri içersinde yaşamasına imkan verilmiştir. Eğer, Türklerin insanlığa sunduğu idare şekli, adil, insani olmasaydı, biç bu kadar yaşayabilir miydi ? Mesela, “Üzerinde güneş batmaya İmparatorluk” denen İngiliz İmparatorluğu ancak insani ve adil olmadığı için 19. asrın başından 20. asrın ikinci yarısına kadar ayakta kalabilmiştir.
Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temellerin insani olması, Türk cihan hakimiyeti idealinin asırlar boyu yaşamasını sağlamış ve Müslüman Türklerin başarılarının sırları olmuştur.
d) Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin Dayandığı Temeller :
Türk Cihan hakimiyeti idealini kısaca insani ve İslami temeller olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz :
1) İnsani Temeller :
Türk kültürüne ve İslam inancına göre insan, Yüce Allah’ın yaratıp yükselttiği kutsal bir varlıktır. Bu kutsal varlık olan insan, Allah tarafından Türklere emanet edilmiştir. Bunun için Türkler hep insanların huzuru ve mutluluğu için çalışmışlardır, İnsana hizmeti kutsal görev saymışlardır. Hangi dinden, hangi milletten olursa olsun insanı hor görmemişler, zulüm ve kötü muamele ile insanı alçaltmamışlardır. İnsanlık anlayışları ve insana verdikleri değerle insanı yüceltmişlerdir.
Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig adlı eserinde, Türklerin insana verdikleri değeri şöyle ifade etmiştir :
“Tanrının kullarına faydalı ol. Ancak insanlara faydalı olan kimselere insan denilir.”
Tarih boyunca Türkler insanlara adalet ve merhametle muamele etmişlerdir. Ordunun ve milletin başına geçen idareciler, insanlara iyi davranılması için kesin emirler vermişlerdir. Mesela Oğuz Han, kazandığı zaferlerin sonunda yerli halka : “Oğullarım şehri yağladılar mı ? Halka zulmettiler mi ? diye sorar “Hayır” cevabını alınca da Allah’a şükrederdi. Türk töresinde yağmalamanın ve zulmetmenin cezası ölümdü. Tarih boyunca kimseye zulmedilmediği için yabancılar kendi idarecilerinin zulmünden bıkıp, kendi arzularıyla Türk idaresini tercih etmişlerdir. Türkler de kendilerine sığınan insanları Tanrı emaneti kabul etmiş ve insanca yaşamaları için büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardır.
Türkler savaşırken köleci devlet anlayışı ve emperyalist zihniyetle savaşmamışlardır. Fethettikleri ülke halkına huzur, refah, adalet götürmüşlerdir. Halkı her konuda serbest bıraktıkları halde memleketini terk edip giden olmamış, Türk idaresi altında yaşamayı tercih etmişlerdir Hatta Türkleri kurtarıcı kabul ettikleri için kendi idarecilerine karşı Türklerle omuz omuza savaşmışlardır.
Ayrıca Türkler tarihin hiçbir devrinde istilacı ve barbar bir millet olmamışlardır. Türk tarihi tetkik edilecek olursa, bugün dünya insanlarının kardeşliğini savundukları halde insanlara kan kusturan yüzlerini kızartacak zulüm örnekleriyle dolu olduğu görülecektir.
Bugün hümanist geçinen Avrupa’nın savaşları hep saldırı, sömürü, istila ve imha arzusundan doğan savaşlar olmuştur. Dünyaya yayılma politikası güden Komünist Rusya, emperyalist emellerini ne derse desin sosyalizm maskesi ile gizleyemez. Şu anda sömürdüğü ülkelerin insanlarının dramı cehennem tablosu arz etmektedir. İnsanların tek ümidi ise bir gün bu acıklı durumdan kurtulmak olmuştur.
Türk tarihinin muhteşem zaferleri ve fetihleri asla emperyalist arzularla gerçekleşmiş zafer ve fetihler olmamıştır. Türkler her gittiği ülkeye medeniyet taşımış, fethettikleri ülkeleri her yönü ile imar etmişlerdir. İnsanları bunaltan Ortaçağı kapatarak yeni çağlar açmışlardır. İnsan tabiatına uymayan sistemlerden ve kendi idarecilerinin zulmünden bıkanlar defalarca Türkleri kurtarıcı olarak davet etmişler, Türkleri kendi topraklarında sevgi gösterileriyle karşılamışlardır.
Emperyalist olmadıkları gibi emperyalist saldırılara karşı mazlum insanları savunan Türkler, her yerde herkese adaletle davranmışlardır. Çünkü Türklerin inancına göre kutsal yaratık olan insanın huzurunu sağlama ve cihana düzen vereme görevi Yüce Allah’ın kendilerine verdiği görevdi.
Oğuz Destanında Oğuz Han: “Adem topraktan yaratılmıştı ve sonunda toprak oldu. Biz de hepimiz toprak olacağız. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun bunu unutmamalı ve iyilk yapmalı, kötülük değil.” Derken Yusuf Has Hacib de : “Kendi menfaatini düşünme, halkın menfaatini düşün, yükü kendin taşı halka yükleme” diyerek Türklerin insanlık düşüncesini dile getirmiştir.
Türklerin savaşları, etrafa korku vermek, güçlerini düşmanlarını yenmekle ispatlamak ve gururlarını tatmin etmek için yapılmamıştır. Türklerin bütün gayeleri, haksızlığın, zorbalığın yok edilerek, yeryüzünde adil bir düzen kurulmasıydı.
Türklerin fetih arzuları gerçekleştikçe zulümden kurtulan insanlar, Tanrının kendilerini koruması ve zalim idarecilerini cezalandırması için Türkleri gönderdiğine inanıyor ve Türklere bağlanıyorlardı.
Bu durumun sonucunu Kaşgarlı Mahmut şöyle ifade etmiştir :
“Türkler ile beraber olan kavimler aziz oldular. Türkler tarafından her arzularına eriştirildiler… Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular.”
Türklerin bilhassa Osmanlıların ülkeleri zorla fethettikleri, gittikleri yerlerde insanları öldürdükleri, böylece emperyalist bir düzen kurdukları iddiaları mesnetsiz birer yalandır. Bu tür iddialar düşman propagandasından başka bir şey değildir.
Türkler başka ülkeleri hiçbir zaman sömürge olarak görmemişlerdir.. Bunun için Türk idaresi altında yaşayan milletler kendi idarecilerinden görmediklerini görmüşlerdir. Türk hakimiyeti boyunca memnun kaldıkları bir hayat yaşamışlar, Türklerden sonra her zaman Türk idaresinin özlemini duymuşlardır.
Türklerin en belirgin özelliği, zayıfları himaye etmeleri ve zalimleri cezalandırmaları idi. Ayrı dinden, ayrı milletten olmalarına rağmen yabancı halka baba gibi davranmışlardır. Hatta gönderdikleri bir mektup üzerine düşmanlarının bile yardımına koşmuşlardır.
Fransız kralı II. Henri, Charle-Ounitle harbe başlayınca Kanuni Sultan Süleyman’a bir mektup yazmış ve şöyle demişti :
“Şimdiki halde Fransa’nın hiçbir şeyi kalmamıştır. Padişah-ı Alem-penah Hazretleri’nden başka hiçbir yerde de ümit yoktur. Nitekim bundan önce de bir çok defalar Padişah-ı Alem-Penah Hazretlerinin yardımı görülmüştür. Eğer biraz para ve mal yardımı yapılırsa, Fransa bundan ebediyete kadar minnettar kalacak ve Türk cömertliği bir kere daha cihana nam verecektir. Bu yardım, Padişah-ı Cihan Hazretleri için lâ şey mesabesindedir.” (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,Cilt6, Sayfa:64)
Asırlarca Türk adaletinin gölgesinde barınan insanlar, insanlıklarından hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Eğer bugün bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi Türkler, emperyalist ve imha politikası uygulamış olsalardı, altı asırlık bir hakimiyet sonunda Türklerin hakim oldukları yerlerde bir tek Hıristiyan ve Türkleşmeyen bir millet kalır mıydı ?
Tarih okunsun. Orhan Gazi İznik’i alınca halka adaletle muamele etti. Bunun üzerine halkın : “Ne olurdu daha evvel Tükler bize bey olsaydı” dediğini tarihler kaydeder.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra kendisini kurtuluş sevinci ve çiçek demetleriyle karşılayan halka beklediklerinden daha iyi davranmıştı. İstanbul’u Türklerden tekrar geri almak isteyen Haçlı orduları hazırlanırken gizlice bu hazırlığı bildirmek ve durumu anlatmak için gelen casuslara Hıristiyan alimlerden biri : “Eğer İstanbul’u almak için tekrar savaş ederseniz, bizi karşınızda bulursunuz” cevabını vermiştir.
2) Dini Temeller :
İslam’dan önce de kendilerini Allah’ın cihan hakimiyetine memur ettiğine inanan Türkler, Müslüman olduktan sonra İslam’dan aldıkları güçle dünya üstünde dünya kurmuşlar, hakimiyetlerini genişleterek bugünkü topraklarımızdan tam ondokuz misli fazla topraklara hükümran olmuşlardır.
Müslüman Türklerin cihan tahtına sahip olma yolunda takip ettikleri politika, hiçbir zaman kuru toprak kavgası ile topraklarını genişletmek politikası olmamıştır. Müslüman Türklerin gayeleri, ilahi rızayı kazanmak, yeryüzünde küfür ve fitneyi yok ederek “İlay-ı Kelimetullah” Allah’ın adını yer yüzüne yaymak, zalimlerin korkulu rüyası ve mazlumların kurtarıcısı olmak ilkesine dayanır.
Zira İslam Dini, cihadı farz kılmıştır. Bunun için Türkler, Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için verdikleri tarihi karardan sonra İslam’ın cihad farizasını yerine getirebilmek için Allah yolunda durmadan at koşturmuşlardır. Hiçbir Selçuklu ve Osmanlı Padişahı rahat yatağında ruhunu teslim etmemişlerdir. Hepsi de mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdir. Her sıkıntı karşısında Allah’ın azabından daha çetin, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu düşünerek hiçbir zahmet ve fedakarlıktan çekinmemişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’deki Cenab-ı Allah’ın :
“Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Suresi, ayet :190)
“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve bütün din Allah’ın oluncaya kadar inanmayanlarla harbedin. Eğer vazgeçerlerse onları bırakın…” (Enfal Suresi, ayet : 39) emirleri gereğince, Türkler, insafı, adaleti ve merhameti elden bırakmadan küfür ve kötülüklerle sırf Allah rızası için savaşmışlardır.
Bu konuda Türk-İslam tarihinden vereceğimiz şu misaller, Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temel ve yönelik olduğu hedefi açık olarak ortaya koyacaktır sanırım.
Tuğrul Bey ordusu ile Hemedan’a giderken büyük alim Baba Tahir ile Baba Cafere rastlar. Tuğrul Bey derhal atından inip ikisinin de elini öper. Baba Tahir :
– Ey Sultan, Allah’ın kullarına ne yapmak istiyorsun ? diye sorar.
Tuğrul Bey şöyle cevap verir :
– Allah ne emretmişse.
Baba Tahir, Kur’an’dan “Allah muhakkak adaletle davranmayı ve ihsanda bulunmayı emreder” anlamındaki ayeti okur. Ve bu emri yap” der.
Gözleri yaşaran Tuğrul Bey :
-Öyle yapacağım.
Deyince, Baba Tahir, Sultanın elinden tutar. Abdest aldığı ibriğin kapağını parmağına takar ve :
-Bunun gibi dünya ülkelerini eline verdim. Adaletli ol.” Der.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi, Hayatının sonunda görev ve sorumluluklarını oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyet eder :
-“Baka Orhan !… Bizim kavgamız kuru bir cihangirlik kavgası değildir. Gaza ve cihada devam ediniz. İslam’ın kuvvetlenmesine çalışınız. Livay-ı Şerifi yüksek tutunuz.”
“Ruhumu ferahlandıran sen kederlenme, dünyadan üzgün ve gözü açık ayrılmıyorum. Sözlerimi iyi dinle ve unutma.”
“Adil ol, merhametli ol. Bütün halkı eşit olarak himaye et. İslam Dini yaymaya çalış, taptığımız Allah’tır, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Haksızlık edersen ahrette iki elim yakanda olacaktır. Daima haklıların yanında ol. Bu soy daha yüzyıllarca devam edecek ve askerimiz dünyayı dize getirecek cesarettedir. Yeni bir devlet kurduk, onu yüceltmek, yaşatmak sizin elinizdedir. Bu da kalplerinizdeki iman gücüne bağlıdır. Kitabı elden bırakma. Daima Allah’a şükredip, devamlı bu nurlu yoldan yürü.”
Gaza ve cihadlarıyla “Fatih” ünvanını alan Sultan Mehmed, Uzun Hasan’a hücuma hazırlandığı sırada Uzun Hasan Fatih’e bir elçi heyeti gönderdi. Aralarında Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da vardı.
Fatih’in “ana” diye hitap ettiği Sara Hatunla beraber yola çıkılmıştı. Fatih’in ve ordusunun Trabzon’a ulaşabilmek için yolda çekilen zahmetleri gören Sara Hatun, Fatih’ e :
-Evlat, Trabzon nedir ki, bu kadar zahmet niye ? deyince Fatih :
-Ana, Trabzon’a gidişten maksat, kale fethedip servet kazanmak değildir. Maksadımız buraları Müslümanlara vatan yapmaktır. Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmak içindir. Bunun için bu sıkıntıların daha fazlasını çeksek yeridir.” Demiştir.
e) İdealin Zayıflaması :
İki asır öncesine kadar Türkler, dini, milli ve insani idealleri ile dünyanın yarısında Türk bayrağını dalgalandırmıştı. Bu durumu şair M.C. Kuntay “Kimdir” adlı şiirinde şöyle ifade etmiştir :
“Maziye sor, ecdadımı söyler sana kimdi ;
Bir bitmez ufuktum, küre vaktiyle benimdi.”
Nihayet Tanzimat’la beraber Batı kopyacılığı ile benliğinden ve ideallerinden koparılan Türk milletinin inanç ve idealleri de imparatorluğun zayıflamasıyla beraber zayıfladı. Düşman, bu durumu fırsat bilerek Türk Milletini can çekişen hasta ilan edip, mirasını paylaşmak için maddi ve manevi yönden saldırıya geçti. Çar I. Nikola, İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymura : “Kollarımızın arasında hasta bir adam var. Mirasını şimdiden paylaşalım sonra ölürse birbirimize düşeriz.” demişti.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasından sonra, daha evvel Türk hakimiyeti altında insanca yaşayan ülke insanları acımasızca sömürgeleştirildi. Sinsi oyunlarla Türklerle Türklerin, Müslüman’la Müslüman’ın arası açıldı. Hatta Anadolu topraklarının dışında gözümüzün olmadığı ilan ettirilerek burnumuzun dibindeki adalar dahil, yüce bir ideal uğruna şehit kanlarıyla sulanan topraklar terk ettirildi.
En büyük yıkım ve gevşeme ise dini inançların zayıflatılmasıyla olmuştur. İşin en acı tarafı da yarı aydınımızın öç alma arzusunda olan düşmanın oyununa gelmesi ve Türk Milletini Hıristiyan Batı’ya uydu durumuna getirme çabalarının dini ve milleti ideallerin zayıflamasına sebep olmuş olmasıdır. Bu zayıflama ise insanımızın değişmesini ve ideallerinin yozlaşmasını kolaylamıştır.
Bu durumda bazı yarı aydın ve yönetici kesimin zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmemesi, hatta zevk ve eğlencelerini kısıtladığı için Ramazan ayının gelişi ile beliren düşüklük gösterilerinin sergilenmesi, pasifize olmayı ve zaafları kökleştirmiştir.
Bütün bunlara rağmen şunu açıkça itiraf edelim ki, bütün gevşemeler ve zaaflar, beliren yok oluş emareleri, milletimizin tarihi kararlarını ve yüce ideallerini tamamen yok edememiştir.
f) Netice :
İnanıyoruz ki, milletimiz gelecekte yine cihangir olmaya layık bir millettir.
Türk Milleti tarihte bütün maddi güçleri hükümsüz bırakan inanç ve idealleriyle düşmanlarını yenerek insaf ve merhamet kanatlarının altında barındırmışlardır. Bu durum, Türk inanç ve düşüncesinin olgunluğunun delilidir. Bu bakımdan kehanette bulunmuyoruz ama iddia ediyoruz ki, Türk Milleti, kurtuluşu kendinde aradığı ve kendi ideallerine sahip çıktığı gün tekrar cihan tahtına da sahip olacaktır. Büyük alimi İsmail Hakkı Bursalı’nın dediği gibi : “Dünyada ahir tasarruf Türk’ündür.”
Bugün kurtarıcı rolü oynayan sistemlerin mutlak sonu gelecek, kurtuluş arayan insanların acıları Türk hakimiyeti ile son bulacaktır. Zaman buna gebedir.
Bugünkü içine zorla itildiği haline bakılıp, geleceğin cihangir milleti yanlış ve kasıtlı kararlarla ne Batının uydusu, ne de Komünist ülkelerin sömürgesi yapılamaz. Eğer kurtuluş aranıyorsa, Türk Milleti kendine dönmek, geçmişte kendini büyük kılan değerlerine sarılmak mecburiyetindedir.
Kesin olarak bilinmelidir ki, milletimiz bugün hakir olmuşsa, buna sebep Türk ve Müslüman olması değildir. Türk Milletini hakir gören ve geri kalışını Türk olmasında arayanlara Abdulhak Hamit şu cevabı vermiştir :
“Sen Türk adını anıyorken biraz eğil,
Türk’ün sebep sukutuna Türk olması değil !..”
Milletimiz bugünkü durumuna millet düşmanlarının ihaneti ve taklitçilik sevdası ile öz benliğinden koparılması neticesinde gelmiştir. Dönüm noktasında bulunduğumuz şu anda artık gerçekler iyi görülmeli, dost-düşman iyi tanınmalı bize hiçbir fayda sağlamayacak yıkıcı, bölücü sevdalardan vazgeçilmelidir.
Milletimizin düşüncesi, insani idealleri sağlamdır. Bu düşünce ve ideale sahip çıkacak olursak ecdadımızın ulaştığı cihangirlik mertebesine ulaşmamız için hiçbir engel yoktur. Yeter ki kurtuluşu kendimizde arayalım. Kurtuluşu kendimizde aradığımız gün Allah’ın devletimizi daim, milletimizi ebedi ve yolunda mücadele verenleri muzaffer kılacağına inancımız tamdır.
Allah devletimize, aziz milletimize zeval vermesin. Yeni nesli cihan tahtına layık kılsın.
.
Türk İdaresini Tercih
Türkler, tarih boyunca uzun ömürlü devletler kurmuş, kıt’alara hükmetmiş ve bir çok millet idare etmiştir.
İnsanlara adaletle idare etme görevinin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, inandığı idealleri her gittiği yere götürmüş ve zulmü kaldırarak adaleti hakim kılmıştır. Böylece onların özlediği huzuru ve güveni sağlayarak gönlünü kazanmışlardır.
Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle der : “Atalarım Türk ülkesini öylesine sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle idare ettiler ki, Türk Milleti bahtiyar oldu. Atalarıma tabi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadıkları hayatı unutmadılar.
Türklerin idare anlayışları ve davranış şekilleri, diğer milletler üzerinde asırlarca Türk hakimiyetinin devamını sağlamıştır. Türk askerleri savaş bittikten sonra çiğnenen ekinlerin, bozulan bağ bahçenin ve telef olan malların bedelini ödemiş, savaş esnasında mecbur kalıp koparıp yedikleri meyvelerin parasını ağaçlara bağlamışlardır. Savaş sonunda alınan esirlere yapılan iyi muamele, onlara kendi yakınlarını ve memleketlerini unutturmuştur. Sulhta, ve harpte yağma, ırza geçme, çocuklara ve kadınlara zulüm gibi İslam’a ve insanlığa zıt hiçbir davranışta bulunulmamıştır. Bugün Cezayir’in Osmanlı İmparatorluğuna ilhakının bayram olarak kutlanmasındaki tılsım, Tunus’un tarihinden bahsederken Osmanlı hakimiyetini saadet devri olarak görmesinin sebebi budur.
Türkler emperyalist gayelerle değil, kurtarıcı olarak ülkeleri fethetmiş ve yerli halkı adaletle muamele etmiştir. Ülkeleri fethederken gösterdiği müsamaha her zaman kılıçlardan etkili olmuş, yalnız kafirlerin zulmünden bıkan Müslüman halk değil, kendi idarecilerinin zulmünden ezilen Hıristiyan halk tarafından da Türkler, kurtarıcı olarak beklenmiştir. Hatta bir çok zamanlar kendi ordularını ve memleketlerini terk ederek kurtarıcı, gözü ile baktıkları Türklerin safına geçmişlerdir.
Verdikleri her sözde duran, zulmetmeyip merhametle davranan, mal, can, ırz ve namus emniyeti sağlayan Müslüman Türkleri gören Hıristiyanlar, kendi dindaşlarının zulmüne karşı kalelerinin kapılarını Müslüman Türklere açmış ve Türk idaresini tercih etmişlerdir. Zulme, işkenceye doymayan idarecilerinden tiksinti duyup, Türklerin başarısı için dua edip Türk himayesinde insanca yaşamayı arzulamışlardır. Türkler hangi dinden olursa olsun insanların insanlık hak ve hürriyetlerini yok etmemiş, hak ve hürriyetleri yok edilenler Türklere sığınmıştır.
Hıristiyan idaresi altında zulüm ve baskıdan başka bir şey görmeyen “Orta Doğulu Yahudiler, kendilerini Hıristiyanlardan kurtaran Müslümanları kurtarıcı olarak karşıladılar. Her şeyden önce Müslümanların idaresinde daha fazla hürriyete sahiptiler. Kudüs’te istedikleri şekilde ibadet edebiliyor, İslam idaresi altında, Asya’da, Mısır’da ve İspanya’da büyük bir refaha kavuşabiliyorlardı. Halbuki Hıristiyan idaresi altındayken bu refahı akıllarından bile geçiremezlerdi.” (1)
“Türklerin asayiş getirdiğini ve büyük bir imparatorluğun tebaaya temin edeceği her türlü refah ve saadetten nasip alacaklarını bilen halk, İranlı olsun, Arap olsun, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, Selçuklu hakimiyetini dört gözle bekler olmuştu.” (2)
Alpaslan Anadolu’yu fethetmeden yerli halkın gönlünü fethetmişti.Bunun için Hıristiyan ahali, Müslüman Türklere kucağını açıyor ve “Tanrı Türklere yardım etsin, düşmanlarını hor ve hakir etsin. Türk bayrağı daima üstümüzde dalgalandırsın” diye dua ediyordu.
Orhan Gazi Bursa’yı aldıktan sonra meydanlarda büyük kazanlarla yemekler pişirtmiş, yemekleri halka bizzat kendi eliyle dağıtmış ve adli makamlara emir vererek Müslüman-hıristiyan ayrımı gözetmemelerini emrettiği için yerli halk üzerinde kolaylıkla Türk hakimiyetini kurmuştur.
Hıristiyanlar ise Gırnata’yı aldıktan sonra İspanya’da bulunan yüz binlerce Yahudi’nin Hıristiyan olması için zorlamıştır, Hıristiyan olmayacak olurlarsa İspanya’yı terk edeceklerini bildirmişlerdir. Yahudiler Hıristiyan olmayınca mallarına el konarak Portekiz’e kovulmuşlar, Portekiz kralı da 1496-1497’de Hıristiyan olmaları için baskı yapınca 200.000 civarında Yahudi, insanca yaşayabileceklerine inandıkları için Türk topraklarına göç etmişlerdir. Fakat Portekizliler Hıristiyan yapacaklarına inandığı küçük çocukları ana ve babaları ile bırakmayıp alıkoymuşlar, sonra da bu çocukları gerçekten Hıristiyan olmadılar diye zulmetmiş ve birçoklarını da öldürmüşlerdir.
I. Murad zamanında Balkanlar Latin kilisesine bağlanma yerine vicdan hürriyeti tanıyan Türk idaresinde kalmayı tercih etmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet, Rumeli’de fetihlere devam ederek Sırbistan sınırına gelmişti. Ortodoks olan Sırp Kralı Brankoviç, Katolik olan Macarlar ile Müslüman Türkler arasında kaldı. Biri Fatih’e, diğeri Macar kralı Hunyad’a iki elçi heyeti gönderip “Sırbistan idarenize terk edilirse Sırp milletinin mezhepleri hakkında ne gibi müsaade de bulunacaksınız ?” diye sordu. Hunyad : “Sırbistandaki Ortodoks kiliselerini yıkıp Katolik kiliseleri yaptıracağım” dedi. Fatih ise : “Her caminin yanı başında bir Ortodoks kilisesi yapılmasına, burada herkesin kendi dinine göre ibadet etmesine müsaade ederim” diye cevap verdi.
1570’de Kıbrısın fethi sırasında Rumlar ve Ortodoks mezhebine bağlı yerli halk, tam bir bağımsızlık ve hürriyet tanıdığı için Türk ordusunu kurtarıcı olarak karşılamıştır. Zira Venedikliler, halka hayvan muamelesi yapıyor ve vicdan hürriyetini tanımıyorlardı.
“XVI.ncı asırda papalığın tahakkümü ve zulmü karşısında din hürriyetine kavuşmak isteyen Almanya Protestanları adil Osmanlı idaresinin imdada yetişmesini arzu ediyorlardı.” (3)
“İlk haçlı seferinde Rainaud’un kumandasındaki askerler Selçuklu Sultanı ile karşılaşınca Rainaud ve askerleri haçlı orduları Saflarından ayrılarak Türkler arasına girip Müslüman olmuşlardır.
Gazneli Mahmut, Hindistan’a birçok şey götürmüş, İslam’ı, Türklüğü ve kendini kabul ettirerek Türk hakimiyetini tam 332 yıl sürdürürken, Türklerden sonra gelen İngilizlerin siyasetine karşı halk isyan etmek zorunda kalmıştır.
Türk tarihindeki fetihlerin, akıl almaz büyümenin nedenleri araştırıldığı zaman fethedilen ülke halkının Türk idaresini arzuladığı ve kendi idarecilerinin dejenere olmuş siyasetinden bıkmış ve zulmünden usanmış olduğu görüşmektedir. Bu nedenle kendi idarecilerine boyun eğmek yerine Türklerin adil idaresini tercih etmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans idaresinin insanlık dışı uygulamasından iyice usanmış olan Hıristiyan halk : “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığını tercih ederiz” diyorlardı.
“Barbaros Toulonda kaldığı müddetçe şehre Türk bayrağı çekildi. Şehir ve civarı, o yılki verdiği Türk memurlarına ödediler. Şehirde beş vakit ezan okundu. Bu hadisenin hatırasına Toulon Belediye Sarayına üzerine bir Fransız şairinin bir kıtasının yazıldığı bir tablo asıldı. Bu kıtanın son iki mısrası şöyledir : “Bu gördüğünüz hepimizin imdadına gelmiş olan Barbaros ve ordusudur !” (5)
1854’te Türk ordusu mağlup ettiği Rus ordusunu kovalayarak Eflak’ı ele geçirdi. Daha sonra da Bükreşe girdi. Rus istilasının ne demek olduğunu dokuz aylık zulüm devrinde görmüş olan Romenler, kilisede şükran ayini yaptılar. Bir roman heyeti Türk komutanını ziyaret etti. Daha önce kendilerine velinimetlik yapmış, adil Türklerin avdetinden duydukları minnet ve şükranı belirttiler. Bu sırada orada bulunan İngiliz ordusunun müşahidi Albay L. Tuthaym, bu olayı şöyle anlatır.
“Romenlerin sevinç göz yaşları samimi ve gönüldendi. Halk bana Ruslardan çektiklerini anlattı. Bir ihtiyar Romen ise şöyle dedi :
-Bizim felaketimiz Türklerin gidişiyle başlayacak. Tanrı Türkleri başımızdan eksik etmesin.” Ben bir milletin sevinç gözyaşları dökmesini o gün Bükreş’te gördüm.
Can, mal, namus emniyeti ve inanç hürriyetini Türk idaresinde gören ayrı dinlerin, ayrı milletlerin Türkleri kendilerini idare etmeleri için bizzat davet etmişler ve “geliniz, ülkemizi alınız, insanca yaşayalım” diyerek mektuplar göndermişlerdir. Zevk ve sefasına düşkün, kendi halkına zulmeden ve kendi halkının malını yağmalayan idarecilerinin, derebeylerinin, despot şövalyelerinin gürültüsünden baskı ve insanlık dışı davranışlarından bıkan halk, Türklere savaştan önce teslim olmuşlardır.
1382’de Yanya Despotu Thomas tarafından Türkler Arnavutluğa davet edilmişlerdir. Rumeli Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşanın 1383’teki Arnavutluk seferi, Arnavut beylerinin daveti üzerine yapılmıştır.
1388 tarihinde Mora Despotu Katolik Latinlerin zulmüne karşılık Türkleri memleketine davet etmiştir.
1395’te Yunanistan’ın Salona Piskoposu bir ruhani heyetle kilise namına Yıldırım Beyazıt’ten memleketlerinin Türk idaresine alınmasını rica etmiştir.
1458’de Fatih tarafından Atina dükalığının alınması, zulümden bıkan halkın kendilerini insanca yaşatacağına inandıkları Fatih’ e iki defa murahhaslar göndermesinden sonra olmuştur.
Atalarımızın idaresi hakkında Lehliler : “Türk atları Vistül’den su içmeyince bize adalet yoktur.” demişlerdir.
İç ve dış düşmanların sürdürdüğü ihanetler sonunda Türk askerleri geri çekilmek zorunda kalınca Polonya halkı askerlerimizin atlarının ayaklarını öperek : “Adil Türkler ne olur bizi bırakıp gitmeyin “ diyerek çığlıklar atmışlardır. Bazıları da : “Burayı fethetmeyi, Allah Müslüman Türklere tekrar nasip etsin” diye dua etmişlerdir.
İkinci dünya savaşının son günleri yaklaşırken 1944’te Roman Diktatörü General Antonesku, Ankara’ya gizli bir haber göndererek :
“Türk orduları Romanya’yı işgal etsin. Bükreş’te hakiki fatihler gibi karşılanacaklardır. Ruslar topraklarımıza girerlerse bir daha çıkmazlar. Başta Türkiye olmak üzere bütün dünyanın başına dert olurlar” diye yazmıştır.
1971 Aralık’ta İsrail’in işgal ettiği topraklarda perişan bir hale düşen Araplar, bir Türk gazetecisine : “Keşke Osmanlı hakimiyetinde yaşasaydık” demiştir.
9-1-1974 tarihinde Uganda devlet başkanı : “Türkler, sıcak, imanlı ve kuvvetli kucaklarını yıllar yılı ezilen, hor görülen siyah Müslümanlara açmalıdır” şeklinde konuşmuştur.
Eritre’li Müslümanların yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu belirten Eritre sözcüsü Osman Salih, İstanbul’da yapılan Yedinci İslam Ülkeleri Konferansı sırasında BAYRAK Gaztesine verdiği özel demeçte aynen şöyle demiştir :
“Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altında 300 yıl mutlu bir hayat yaşadık. Eritreliler, Osmanlı idaresinde kendilerini hiçbir zaman esaret veya koloni idaresi altında hissetmemişlerdir. 1952’de çekilen İtalyanlar ise tam bir sömürge idaresi kurmuşlardır.”
Türkler tarihin hiçbir döneminde emperyalist bir gaye taşımamıştır. Fethedilen veya Türk idaresini tercih eden ülkelerde Türkler, bugün Batının uyguladığı sömürü düzenine benzer bir düzen kurmamışlardır. Bu sebepten Türk idaresi her zaman beklenen bir idare olmuştur. Bugün Batı siyasetinin oyununa gelen İslam Ülkeleri ve hak ve hürriyetleri kısıtlayan beynelmilel Komünizmin zulmü altında inleyen milletler Türk hakimiyetinin özlemini çekmiştir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, İslam Medeniyeti,S.56 (1001 Temel Eser)
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.2,S.34
3-Prof. Osman Turan, Türk cihan Hakimiyeti Tarihi Mefkuresi,C.1,S.11
4-C.L.J. de Guignes, Historie Generale des Huns Tures des Mogols,S.15
5-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.6,S.28
.
İslam’da ve Türk Töresinde Müsamaha
İslam, Cahiliye devri adetlerini ve insanların başına korkunç felaketler giren her türlü davranışı yasaklayarak insanlar için huzur ve mutluluk olmuştur.
İslam; insana olduğu kadar onun hak ve hürriyetlerine de büyük önem vermiş ve insanlık şerefi için temek kaynak olmuştur. İnsanlara karşı sert muamele, gasp, tecavüz ve zulüm gibi her türlü insanlık dışı davranışı kesinlikle yasaklanmıştır. Dinlerinin emri ile Müslümanlar, kafirlerin İslam’a girmelerini çok arzu ettikleri halde asla zor kullanmamışlardır. “Dinde zorlama yoktur” ayeti ile “Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz, müjdeletiniz nefret ettirmeyiniz” hadisine uyarak mütecaviz bir tutum izlememişlerdir. Dört kitabı, bütün dinlerin peygamberlerini kabul ve tasdik etmişler analarından hür olarak doğan insanları köleler edinmemişlerdir. İnsanlara hür yaşama, hür inanma ve hareket etme hakkını tanımışlardır.
İslam kılıç dini değildir. Kur’an-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmuştur: “Sizinle dövüşenlerle Allah yolunda siz de dövüşün, fakat tecavüz etmeyin. Allah tecavüz edenleri sevmez.” (1)
İslam Peygamberi, Halid Bin Velid’i harp için değil, İslam’ı anlatmak için bir kabileye göndermişti. Halid Bin Velid ve arkadaşının kılıç kullandığını duyan İslam Peygamberi, kıbleye dönerek : “Ya Rabbi ! Halid’in yaptığından beriyim ! “sözünü üç defa tekrar etmiş, daha sonra olay mahalline Hz. Ali’yi göndererek yalnız insanların değil öldürülen hayvanların da diyetini vermiştir.
Hz. Ömer (ra) Kudüs’ün fethinden sonra verdiği beratta, kiliseleri mesken ittihaz edilemeyeceğini, içinde bulunan eşyaların hiçbir şekilde tahrip ve müsadere olunamayacağını, dini hususlarda cebir ve tazyik gösterilmeyeceğini, canların, malların her türlü taarruzdan emin olacağını belirtmiştir.
İslam, şiddet dini değil, şefkat ve merhamet dinidir. Allah’ın yarattıklarına şefkat, merhamet ve adaletle muamele edilmesini emretmiştir. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz; insanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez; Allah’ın yarattıklarına şefkatle muamele ediniz.”
Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber nöbetleşe binen Hz. Ömer (ra), Müslümanları, Yahudileri öldüren ve yakan haçlılar gibi davranmayıp Hıristiyanlara beklemedikleri anlayış ve hoşgörü ile davranmıştır. Hatta Hıristiyanlara gösterdiği anlayış ve hoşgörüden cesaret alan Kudüs Patriği O’nu namaz kılmaz üzere Sen Konstantin Kilisesine götürmüş, fakat Hz. Ömer, burada namaz kılmayı kabul etmemiştir. Patrik, bu davranışın sebebini sorduğunda Hz. Ömer’in verdiği cevap :
-Eğer ben bu kilisede namaz kılarsam, belki ilerde Müslümanlar burayı camiye çevirebilirler” şeklinde olmuş ve Patrik’i şaşırtmıştır.
İslam’da af ve insan hayatının korunması esastır. İslam Peygamberi, kendisini zehirlemek isteyen Beni Nadir kabilesinden bir Yahudi kadını, Amcası Hz. Hamza’yı öldürüp şehit vücuduna saldıranı, fetihten sonra kendisine ve Müslümanlara zulmeden Mekke’lileri hep bağışlamıştır. Onlara karşı kin güdüp düşmanlık göstermemiştir. Harp meydanında dolaşırken Peygamberimiz, bir kadın cesedi görmüştür. Bunun üzerine durmuş ve : “Bu kadın öldürülmemeli idi” diyerek derhal Halid bin Velid’e haber göndererek, kadınları ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir.
Bir hadislerinde de : “Bir milletle savaşıp onları yenersiniz, onlar da kendi hayatları ve çocuklarının hayatlarının emniyeti için size belli bir teminat vermeyi kabul ederlerse, sakın tespit edilen miktardan bir kuruş fazlasını almayın çünkü haramdır.” buyurmuşlardır.
Halife Hz. Ömer’de ordu ve kumandanlara verdiği emirde şunları söylemiştir : “Kimseye zulmetmeyiniz; Allah zalimleri sevmez, Savaşta korkak olmayınız, kuvvetinizi gaddarlık suretiyle kullanmayınız, zafere ulaşınca haddi aşmayınız, insaf ve adaletten ayrılmayınız, ihtiyarları, çocukları ve kadınlar öldürmeyiniz.”
İslam’ın kesin ve açık emirleri karşısında Müslümanlar adaleti ve insanlığı asla elden bırakmamışlarıdır. Ebu Ubeyde, Ürdün’e geldiğinde Hıristiyanlar : “Siz bize zulmetmiyorsunuz. Bugüne kadar Rumlardan çok zulüm gördük. Sizi daha çok seviyoruz” diyerek Müslümanların idaresinden memnun olduklarını belirtmişlerdir.
Halid Bin Velid, (Hasta,kadın,.çocuk ve din adamlarının dışında) Hire halkı ile anlaşma yapınca onlara : “Eğer sizi himaye edersek, cizye almak hakkımızdır. Himaye edemezsek aldığımız vergiyi hak etmiş olmayız” demiştir. Hz. Ömer (ra) da Herakliyus’un Müslümanlara karşı kurduğu orduya karşı çıktığı için, Müslümanlara vergi verdikleri için himaye olunan Suriyeli Hıristiyanlara : “Biz sizden aldığımız verdi karşılığında sizin ırzınızı, malınızı, canınızı koruyacaktık. Bu durumda sizi korumayacağız. Onun için aldığımız verdileri iade ediyoruz” demiş, ne alındıysa noksansız geri vermiştir. Böyle bir davranış karşısında Hıristiyanlar, kendi dindaşlarına karşı Müslümanların başarısı için dua etmişler ve yardımda bulunmuşlardır.
a) Türklerde Müsamaha :
Türk töresinde ahlaka, hoşgörü ve müsamahaya geniş yer verilmiştir. Bunun için Türkler tarih boyunca ahlaki, insani değerlerin koruyucusu ve uygulayıcısı olmuşlardır. Her şeyi insanın yararına ve insanın haklarını korumaya yönelik düzenlemişlerdir. İnsanın benliğini yitirmeden hayatını sürdürmesi için çalışmışlardır.
Kim olursa olsun insanlara vakar ve haysiyetlerine yakışır ölçüler içinde, insan haysiyetine uygun davranmışlardır. Fethettikleri ülkelerin insanına ve Türk adaletine sığınanlara nazik muamelede bulunmuşlar, insanlara cebir ve şiddetle değil, hakanların bile uymak zorunda olduğu Türk töresi ile ayrı milletlerin, ayrı dinlerin insanlarını sulh ve sükun içinde adaletle idare etmişlerdir. O kadar müsamahalı davranmışlardır ki, bu durum yabancı milletlerin uzun müddet Türklere bağlı kalmasını sağladığı gibi “Kemliğe kemlikle muamele edilmez” diyen Türkler, insanlık dışı davranışlarda bulunan düşmanlarını utandırmıştır.
Türk töresine göre alınan esirlerin öldürülmesi yasaktır. Esire yemek veren kim olursa olsun o yemekten evvela kendisi yiyecektir. Esire ve malına asla zarar verilmeyecektir. Hor görülüp adi işlerde kullanılmayacaktır. Kötü muameleye maruz kalan efendisi aleyhinde dava açabilecektir. Her türlü mabede hürmet edilecektir.
Türkler, ellerinde kılıç mağlup milletleri kılıçlarının ucu ile zor kullanarak onlara ait hiçbir şeyi Türkleştirme hareketine girişmedikleri gibi , imha amacı da gütmemişlerdir. Düşmanlarına beklemedikleri şekilde anlayış ve insanlık göstermişler mecbur olmadıkları iltifatlarda bulunmuşlardır. Kendi idarecilerinin vermedikleri hakları onlara vermişler, gelenekleri, inançları yok edilmemiş, geniş bir din ve vicdan hürriyeti tanınmıştır.
J.J.Rousseau, emile adlı eserinde Türk müsamahakarlığını şöyle ifade etmiştir : “Türkler dinleri icabı kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakar ve misafirperverdirler.”
Türkler yıkıcı, zorbacı, istilacı olsaydı, Türklerin hakimiyet kurdukları yerde diğer dinlere mensup az insan kalırdı. Haçlılar gibi kitle halinde kılıçtan geçirme, sağ kalanları ise zorla vaftiz edip Hıristiyan yapmak gibi cinayet ve vahşete yönelmemişlerdir. Türk hakimiyeti altında dinlerini, örf ve adetlerini aynan korumuşlardır. Türkler aşağıdaki misallerde olduğu gibi insan haklarına saygı göstermenin, din ve vicdan hürriyetine değer vermenin açık örneklerini göstermişlerdir.
13 Aralık 1084’de Süleyman Şah, General Plaretos’u yenip Antakya’ya girince şehirde umumi af ilan etmiş, esirleri serbest bırakmış ve hemen Cuma namazı kılmak zorunda kaldıkları kilisenin karşılığı olarak iki kilise yapabileceklerini bildirerek ibadetlerine engel olmadığı halkın minnet ve şükranını kazanmıştır.
Selçuklu devrinin başından beri, Türk hakimiyetinde cami, kilise havra yan yana bulunuyordu. “Hıristiyan azınlıklar Selçuklu devleti hudutları içinde Müslümanlarla her ne kadar aynı haklara sahip olmamışlarsa da hiçbir zaman Bizans’ta olduğu gibi dinsiz avına tabi tutulmamışlardır. İdareleri altındaki Rum ve Ermenilerin hiçbir dini inancına karışmayan Türkler, büyük bir tolerans göstermişlerdir.” (2)
Tarihçi Yedeon : “Ortodoks Hıristiyanların himaye edilmesi, rahat yüzü görmesi ancak sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ile başlar” demiştir. Gerçekten harp sonunda İstanbul’u alan Fatih, diğer millerlerde adet olduğu gibi katliam yapmamış, yerli halkı dilinde, dininde serbest bırakmış, mülkiyet haklarına dokunmamıştır. Bundan başka sürüp giden Katoliklerin Ortodokslara karşı baskısını kaldırmıştır.
Kanuni lütuf ve yardımları ile Rum halkını üstün hayat seviyesine ulaştırmış, oğlu II. Selim ise, bugün masum yavrular dahil Türkleri katlederek insanlık ve minnettarlıklarının derecelerini gösteren Rumları, fethettiği Kıbrıs’a yerleştirip her türlü hak ve hürriyeti onlara vermeyi insanlık görevi bilmiştir. Bugün Rumların iddia ettiği gibi Türkler kötü niyetli insanlar olsaydı, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta bir tek Rum kalmazdı.
Malazgirt’te esir ettiği İmparatorlarının hayatını bağışlayan Alpaslan’dan bu yana Rumlar, Türklerden şefkati yardım ve himaye görmüşlerdir. Son Kıbrıs harekatı sırasında Rum esirlerine Adana ve Mersinde yapılan muameleyi gören yabancı gazeteci radyo ve televizyon muhabirleri, Kızılhaç temsilcileri Rumların iddialarından dolayı başlarını önlerine eğmişler ve Türkler hakkında daha evvelki yazdıklarından dolayı pişmanlık ifadesinde bulunmuşlardır. Aynı kişiler daha sonra Kıbrıs Rum kesiminde toplu katliamların sonunda açılan çukurlarda Türk cesetleri çıkarılırken bozulmuş, Türk komutanın :
– Ne o iğrendiniz mi ? sorusuna şu cevabı vermişlerdir :
– Evet, ama ölülerinizden değil, insanlık ve medeniyet adına işlenen şu vahşetten !..
Türkler, kendilerine yapılan her türlü zulüm ve vahşeti unutarak Türk’ün haysiyetine yakışır bir şekilde davranmışlardır. “ Avrupa Katolik kilisesinin yanında diğer kiliselerin kurulması olayları, kan gövdeyi götürme pahasına olurken, Türkler dini bakımdan büyük bir müsamaha gösteriyorlardı. Osmanlı devletinin kuruluşundan beri onunda idaresine giren halk, dilediği gibi din törenleri yapabilirdi. Bu serbestlik Avrupalıları o kadar kıskandırmıştır ki, reformun babası olan Lüter, Almanya üzerinde Türk idaresinin kurulmasını bile istemiştir.” (3)
Yavuz Sultan Selim, din ayrılığını kaldırmak amacı ile Anadolu’da yaşayan Hıristiyan halka İslam’ı kabul ettirmeyi düşünmüştü. Bu düşüncesini Şeyhülislam Molla Ali Cemali’ye açtı. Şeyhülislam, bu davranışın İslam’a uygun düşmeyeceğini belirterek :
- Hayır, olmaz. Dinde zorlama yoktur” cevabını vermiştir.
1715’te Girit Adasının fethinden sonra Türkler, yerli halkı işlerinde, dini ayin ve ibadetlerinde tamamen serbest bırakmışlardır. “Adanın fatihleri olan Türkler, yerli ahalinin cemaat işlerine karışmayarak, onları dini merasimlerini ifade ve ruhani müesseselerini idarede tamamen serbest bıraktılar. Dini bakımdan böyle mutlak bir hürriyete sahip olan Girit reayası, aynı zamanda hertürlü tetkik ve teftişten vareste kalarak, mektepleri ile adet ve göreneklerinin tanzim ve idaresi hususları da kendilerine bırakıldı. Anadilleri her türlü müdahaleden masun kaldı.” (4)
Türkler, insanla değil, zulüm ve adaletsizlikle savaştıkları için insana zarar vermemeyi özellikle dikkat etmişler, insana karşı kan dökme ihtirası gütmemişlerdir. İnsana kutsal emanet olarak değer vermişlerdir. Bu yüzden insana karşı saldırgan olmamışlar, insanlara verdikleri sözü Allah’a verilen söz kabul etmişler ve insanlarla yaptıkları hiçbir anlaşmayı bozmamışlardır. İnsanlık ve ahlak dışı muamele söz konusu olmadığı için yerli halktan birçoğu Türk uyruğuna kendi isteği ile geçmiştir. Anadolu’nun fethi sırasında Bizans’ın zulmü altında Rum ve Ermeni azınlıklar, Türklere kucak açmışlardır. Türklerin girdiği yerlerden göç etme müsaadesi verildiği halde, Türk idaresine meftun olan halkın pek azı, şahsi nedenlerle göç etmiştir.
“Bursa’nın zabtını müteakip halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet edilmesi, İznik’in tesliminde de gösterildi. Şehir ve kaleyi teslim alan Orhan Bey, halktan arzu edenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Hatta bu müsaade daha ileri giderek İznik halkının kendi tebaasından olmak ve yalnız cizye vermek şartıyla adet ve ananelerini muhafaza edebileceklerini ilan etti. İznik muhafızı olan Rum Beyi deniz yoluyla İstanbul’a gittiyse de halktan çoğu gitmedi. Harp sahasına yakın olduğu için muvakkat bir müddet beylik merkezi İznik’e naklolundu.” (5)
İstanbul’un fethinden sonra “Haşmetle şehre giren ve doğru Ayasofya’ya giden genç hükümdarı, burada toplanmış olan halk ve papazlar karşılarında gördükleri vakit ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah onlara sükut etmelerini söyledikten sonra Patrik’e : “Ayağa kalk ! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” Dedi” (6)
Ayasofya’ya giren Türk ordusu “Her sınıf ve cins insanın sımsıkı buraya dolmuş olduğunu gördü. Ortaçağların bütün müstevli orduları böyle bir topluluğu zaferlerinin mahsulü telakki eder ve affetmekten başka onlar hakkında her şeyi reva görürdü. Fakat yine ortaçağların bu muzaffer ordusu kendilerine iki aya yakın bir zaman her türlü düşmanlığı gösteren bu insan yığınına karşı, insanlığın üstünde bir merhamet ve şefkat hissi duydular ve yirminci yüzyılın bu anında dahi en medeni millerlerde bile görmeye hasret kaldığımız bir asaletle bu aciz insan kütlesine kılıçlarını çekmek lüzumunu duymadılar. İnsanlık tarihi bu zamana kadar hemen hemen böyle bir şey kaydetmemişti. Bu suretle Bizans!ın bütünü affedilmiş oluyordu. Böyle olunca şehirde umumi bir katl yapılmamıştır. Çünkü Osmanlılar zaferlerini, Timurvari, suçsuz insanları öldürmek suretiyle kirletmek istemiyorlardı. “ (7)
Türk örf, adet ve ananesinin bir gereği olaran insanlığa sunulan müsamahakar davranışlar, her türlü kötülüğü, adaletsizliği yasaklayan İslam’ın emri olduğu ve Türklerin de ona göre hareket ettikleri unutulmamalıdır. Tarihin adını deliye çıkardığı Sultan İbrahim, kardeşi dördüncü Murad ölünce kendisini tahta oturtmak isteyen Sadrazama : “Dur Lala” deyince orada bulunanların hepsi şaşırmıştı. Genç adam tahta oturmadan ellerini kaldırarak şu duayı etti :
-“Ya Rab… Sana hamd ederim ki, benim gibi zayıf kuluna bu makamı layık gördün. Bu makamda cihana hükmeden bir kudrete sahip olacağım. Ya Rab… ben bu kudreti kötüye kullanır, kullarını zulüm altında inletirsem, masum insanların üstünde bir kabus olursam, o zaman sen kahredici azamet ve kudretinle beni yok et. Masum insanları benim zulüm ve işkencemden kurtar…”
Ve sonra “Bismillah” deyip tahta çıkıp oturdu.
İşte Türk tarihinde zulüm ve adaletsizlikten bu inanç ve sorumluluk duygusu sayesinde uzak kalınmıştır. Bugün Ayasofya’nın kapalı, Patrikhanenin açık olması, azınlıklar içinde en rahat yaşayanların Türkiye’deki azınlıkların oluşu ve Kıbrıs harekatı sırasında katil insanlara gösterilen insanlık geleneksel Türk müsamahasının her şeye rağmen sürdüğünün delilleridir.
Kıbrıs’ta toplu katliamlar yapan Rumlar, Türkler gelince yaptıklarının karşılığını beklerken türk’ün geleneksel müsamahası ile karşılaşmışlar ve masum insanlara yaptıkları vahşi hareketlerden utanç duyduklarını ifade etmişlerdir.
Diğer bir olay da Beşparmak Dağlarında bir komanda erimiz, bir Rum askerini ayağından vurarak esir alıyor. Rum askeri az bildiği Türkçe ile “Mehmet bana su verir misin ?” diyor. Mehmetçik, matarasını çıkarıp uzatıyor. Rum askeri gülünce, Mehmetçik neden güldüğünü soruyor, cevap olarak :
– Eğer ben seni esir almış olsaydım ve sen benden su istemiş olsaydın, sana su vermez, tabancamı çıkarır ağzından vururdum” diyor.
b) Tek Taraflı Sürdürülen Müsamaha :
Hiçbir millet ve Türklerin himayesinde yaşayan azınlıkların hiçbiri Türkler tarafından zulüm görmemiştir. Her zaman adil, müsamahakar Türklerin ihsanı ile karşılaşmışlardır.
Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, Türklerin müsamahası tek taraflı olarak devam etmiş, iyi muamele ettiği kimselerin her fırsatta hainlik ve nankörlükleri ile karşılık görmüştür. Denilebilir ki Türkler, haddinden fazla adil ve müsamahakar olmalarının kurbanı olmuştur.
Dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Ermeniler rahat nefes alamazken uygulanan politika sonunda bir çoklarının Ermeni oldukları unutturulmuşken, bugün Türklere barbar diyenlerin başında Ermeniler gelir. Kendilerini mazlum ve masum insanlar olarak göstererek, zalimken mazlum rolü oynayarak saldırgan dille Türkiye aleyhinde geniş bir kampanya açmışlardır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Türk intikam anıtları dikmişler, küçük hesaplar uğruna bazı kişileri de kendi gayeleri uğruna kullanmaktadırlar.
“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten bir müddet sonra Ermenilerin Bursa’daki Ruhani reisleri Ovakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikhanesi yanında bir de Ermeni Patrikhanesi tesisine müsaade etti. Rum patriğine verdiği hak ve imtiyazları aynen Ermeni patrikliğine de lutfetti.” (8) Tarih boyunca ayrım gözetilmeden Türk halkı ile aynı haklara sahip olarak yaşadıkları halde, hayali Ermeni katliamları hikayeleri uydurarak iğrenç hareketlere başvurmaktadırlar.
Ermenilerin “Kızıl Sultan” dedikleri Abdulhamid zamanında Ermeniler, İngiliz ve Rus silahları ile Osmanlı Bankasına saldırıp, masum Müslüman-Türk halkını şehit ettiler. Bankayı kuşatan Ermenilerle Türk askerleri arasında çatışma oldu. Birçok insan şehit oldu.
Avrupa basını ve siyaseti bütün açıklığı ile aleyhimize döndü. Türklerin Ermenileri öldürdükleri söyleniyor ve sefirler Abdulhamid’e gelerek “Türk katliamını (!) protesto etmişti. Abdulhamid :
– Ermeniler, tebayı şahanem olan Müslüman halka bu silahlarla saldırmışlardır. Bunların fabrikası memalik-i şahanemde yoktur.” Deyip Ermenilere verilen silahları gösterir. Daha sonra da :
– Teb’am bu sopalarla nefsini müdafaa etmişlerdir. Bunlar ise bizim ormanlarımızdan tedarik edilir” diyerek sopaları gösterir. Sefirlerin söyleyecekleri bir şey kalmadığından hürmetle selamlayıp çıkıp giderler.
Eti, kemiği Türk sofrasında meydana gelen Ermeniler, işgal kuvvetlerini sevinçle karşılamış onlarla birlik olup yediği sofraya ihanet etmiştir. Kendilerinden yardım değil, sadece ihanet etmemeleri istendiğinde “bizim Türklere ödeyecek hiçbir minnet borcumuz yoktur” deyip Yunanla, İngiliz’le, Fransız’la birleşip katliama, ırz namus tecavüzüne, mal yağmasına girişmişlerdir.
Maraş’a tayin edilen Fransız valisi şerefine Ermeniler ziyafet vermişlerdi. Ziyafette Fransız subayı, bir Ermeni kızını dansa davet etti. Ermeni kızı :
– Türk bayrağının dalgalandığı bir yerde sizinle dans edemem dedi. Ve Maraş kalesindeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Ancak Türk bayrağı indirilip Fransız bayrağı çekilince dans teklifini kabul etti.
Bu sebepsiz kin, karşılıksız intikam duygusu hala kasıtlı olarak sürdürülmektedir. Ocak 1972de Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i görev başında şehit eden 77 yaşındaki Mıgırdıç Yanıkyan, mahkemede verdiği ifadede “İki kötüyü temizledim. İntikam aldım” demiş, Türklere karşı açılacak yeni bir savaşın öncüsü olacağından söz etmiştir.
İşgal kuvvetlerinin himayesi altında Türklere karşı yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Ermenilerin her hareketine göz yumulmuş, hatta Türklerle evlenip Müslüman olan Ermeni kadınları tekrar zorla Hıristiyan olmaya zorlanmıştır. “Burası artık Türklerin değildir” denilerek Türklerin bütün hakları ellerinden alınmış, Müslüman ölüler Hıristiyan usulü ile gömülmüş, Müslüman çocukları zorla vaftiz edilmiş, vaftiz edilmeyi reddedenler ise derhal öldürülmüşler veya yerlerinden yurtlarından sürülüp çıkarılmışlardır.
Diğer Hıristiyan milletlerin Ermenilerden kalır tarafı yoktu. “İzmir’in işgal edildiği gün, “Ey Türkler, ay yıldızı artık gökte göremeyeceksiniz” diye bağıran Yahudiler de görülmüştür. Ayrıca Durdoğlu adındaki Yahudi, İzmir’in işgalinden sonra yüksek rütbeli Yunan subaylarına bir ziyafet vermiş ve işgalin ne mesud bir hadise olduğunu söylemiştir.” (9) “Gerek işgal günleri, gerek sonraları katliamlar yapıyorlar yağmalarında ve Türk ırzına tasallutlarında büyük canavarlıklar gösteriyorlardı. Tecavüze uğramamış hane, yağma edilmemiş dükkan ve ev kalmıyordu. Palikaryalar, sokakta Türklerin feslerini alıp ayak altında çiğniyor, Müslümanların Allah’ına küfür ediyor, Kur’an yapraklarını abdesthanelere asıyor, kadınların çarşaflarını çıkarıp zorla “Zito Vezizelos ! “ (yaşasın Venizelos) diye bağırtıyor, her türlü hakaretler yapıp eğleniyorlardı.” (10)
Harp icabı, düşmanlık gereği davranmaktan da öte vahşetler ve cinayetler işleyen bu insanlar (!)dan başka türlü bir davranış beklenemezdi. Yaptıkları her şeyi ancak kendilerine yakışır biçimde yapmışlardı.
Son olarak Müslümanların ve Hıristiyanların insanlık anlayışını ortaya koyması bakımından tarihi iki hadiseyi nakletmekle yetineceğiz :
“İspanya kralı “Müslümanları ne yapalım, onlarla beraber yaşamamızda bir sakınca var mıdır ?” diye papazlara sormuştu. Papazların cevabı şu oldu :
– Biz Hıristiyan’ız, onlar ise Müslüman’dır. Onlar bizim felaketimize sevinirler, Müslümanların felaketine üzülürler, Müslümanların galibiyeti için dua ederler. Biz Muhammedilere düşmanız. Bu düşmanlık asla aramızdan kalkmaz. Bizim aramızda Mesih kullarından başkası olmamalıdır. Müslümanlar toplanıp günde beş vakit namaz kılarlar, bu ise bize çok dokunuyor. Onların bizim aramızda durması hatadır. Onlardan kim Hıristiyan olursa ne güzeldir. Hıristiyan olmayanı ateşte yakarım dersin ve dönmeyeni yakarsın.”
Demeleri üzerine Kral, bir emir çıkararak ne kadar kız, oğlan Müslüman çocuğu varsa kiliselere taksim edilerek İncil öğretilmesini, büyüklerden de Hıristiyan olmayanların yakılacağını bildirdi.
Kralın bu fermanını öğrenen Müslüman halk : “Biz oğlumuzu, kızımızı vermeyiz. Müslüman olarak birimiz kalıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, kalanımız gazi olur” (11) diyerek boyun eğmediler. Fakat daha sonra kilise-kral işbirliği sonunda İspanya’da bir tek Müslüman kalmadı.
Fransız tarihçisi Albert Malet’in ifadesiyle :
“Türkler 17. asra kadar, iki yüz sene Avrupa için devamlı bir tehlike oldular. Macaristan’ı fethettiler, Viyana’ya kadar ilerlediler, orayı da kuşattılar. Bununla beraber, Türkler yendikleri milletlere dinlerini, kanunlarını, adetlerini ve dinlerini kabul ettirmek için zorlamadılar. Onları kendi bünyelerinde eritmeyi ve hepsini tek millet haline getirmeyi denediler. Yalnız hükümetleri yıkmakla ve vergi almakla kaldılar. Onların kiliselerini, okullarını, dillerini, yaşayışlarını ve kanunlarını olduğu gibi bıraktılar.” (12)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- Bakara suresi, Ayet :190
2- F.K.Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.129 (1001 Temel Eser)
3- Doçent A.M. Mansel, DoçC.Baysun,Prof.E.Z.Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi,S.84
4- Prof. Cemal Tukin, İslam Ansiklopedisi, IV.794
5- Ord. Porf. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,C.1,S.121
6- Dr. Selahattin Tansel Osmanlı Kaynaklarına göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyetleri, S.103, İst.1971
7- Age.S.101-102
8- Ermeni Mezalimi,S.29-30 , Veysel Eroğlu
9- Tansel, Mondrostan Mudanyaya, C.1,S.193-194
10- Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi,C.1.S.193-194
11- Barbaros Hayrettin Paşa Hatıraları,C.2,S.96-97 (1001 Temel Eser)
12- Kadir Can Kaflı, Türkiyenin Kaderi, s.46
.
Türk İslam Tarihinde Adalet Anlayışı
Adalet, hak sahibine hakkını vermek, haksızlıktan kaçınmak, haksızlığı düzeltmek ve ölçülü hareket etmek anlamlarına gelir. Adaletin zıddı, zulüm ve insafsızlıktır.
Tarihte adalet temeline dayanan idareler uzun ömürlü olmuş ve idare edilenler için kelimenin tam manasıyla huzurun gerçekleşmesini sağlamıştır. Sağlanan huzur içinde düşmanlıklar, menfaat çarpışmaları ve çözülmeler gibi felaketler görülmemiştir.
XX. Yüzyılın insanı sömüren kapitalizmin ve Komünizmin aç gözlülüğüne karşılık, adil Türk idaresi tarih boyunca mazlum insanların arzuları olmuş ve Türkler, kurtarıcı olarak beklenmiştir. Çünkü Türkler hiçbir konuda emperyalist bir zihniyet taşımamış, kılıçlarını çekip zulüm ve baskı ile insanlık şeref ve haysiyetini lekelememişlerdir. Girdikleri yerleri harabeye çevirmemişler, fethettikleri ülkelerin kültür kaynaklarını kurutmamışlardır. Aksine adalet anlayışları ile zayıfları ve mazlum insanları kendi zalim idarecilerinin zulmünden kurtarmışlar, adaletle onları korumuşlardır.
Türkler’ in siyaseti, adaletsizlik değil, adaleti yaymak, zulmü yok etmek idealine dayanır. Bunun için Türklerin en çok sevdikleri şey adalet olmuştur. Asla adalet ve insafı elden bırakmamışlardır. Bugün Yunanlılaştırılmaya, Ruslaştırılmaya ve Çinlileştirilmeye çalışılan esir Türklerin ızdırap verici manzaraları gibi vahşet ve zulmün benzerine Türk tarihinde rastlanamaz.
Türkler hakkında ileri sürülen yersiz isnat ve iftiraların tarih tetkik edilirse asılsız ve mesnetsiz oldukları kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bu konuda William Pih, şöyle der: “Türkler hiçbir adaletsizlik yapmamışlardır. Fakat hep bunun kurbanı olmuşlardır.”
Tarih şahittir ki, Türkler bütün insanlara karşı daima merhametli davranmışlar ve ihsanda bulunmuşlardır. Türklerin merhameti ve ihsanı, yalnız kendi ırk ve dindaşlarına değil, diğer bütün milletlere ve dinlere mensup insanlara da şamil olmuştur. Türklerde zulüm yoktur, cebir yoktur. Hakimiyetleri altında yaşayan insanları dil,din,örf ve adetleri, can, mal, ırz ve namus emniyetleri ile beraber korudukları bir hakikattir. Türkler iktidarlarının uzandığı yerlerde harabelerin arasından geçip, şan ve şöhrete ulaşan bir millet olmamışlardır.
Daha evvel Türklere insanlık dışı davranışlarda bulunan düşmanlarını bile yendikten sonra halkı tutsak saymamışlar, şehri yağmalamamışlar, onlara Türklüğe yakışır şekilde davranmışlardır. Türk’lere zulmeden barbar insanlara asalet dersi vermişlerdir.
Burada karşılıklı bir-iki olayı karşılaştırmakta fayda vardır :
Haçlılar Kudüs’ü alınca 70.000 müslümanı kılıçtan geçirmişken bir sene sonra Kudüs’ü alan Selahaddin-i Eyyubi bir tek Hıristiyanın burnunu bile kanatmamıştır. Müslümanlar arasında İsa (AS) dan saygı ile bahsedilirken, İncil’e iman, iman esaslarından sayılırken Hıristiyanların İslam Dinine, İslam Peygamberine dolayısıyla Müslümanlara duydukları kin ve nefret, onları kudurtacak hale getirmiştir.
II. Murat’ın Selanik seferi sırasında Hıristiyanlardan hiçbiri hayatları karşılığında dinlerini değiştirmeye zorlanmadı. Kiliseleri kapatılmadı. Dini inançlarına ve hürriyetlerine dokunulmadı. Türk-İslam siyasetinin gereği olarak zulme kalkışılmadı.
II. Sultan Selim tarafından gerçekleştirilen Kıbrıs’ın fethinden sonra gönderilen hattı hümayunda Türk-İslam siyasetinin icabı olarak şöyle denilmiştir.
“Kıbrıs Beylerbeyine, Kadısına ve Defterdarına Hüküm ki :
Kıbrıs adası, aslanca dövüşen ordularım tarafından yeni alınmış bir diyar olduğundan yerli ve fakir halka, harp icabı maddi ve manevi zarara uğramış olup bu yüzden ızdırap çekmektedir. Onlara adaletle, şefkatle muamele ediniz. Rahatlık içinde yaşasın, iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Az zamanda kalkınarak refah ve saadete ermeleri için mahkemelerde, vergi alınmasında, velhasıl her türlü devlet işinde koruyunuz. Onlar bize koruyucu Allah’ın bir emanetidir. Devletin şanına onları korumak ve himaye etmek yaraşır. Her biri ırzından, canından, malından emin olarak gönül rahatlığı içinde yaşasın, iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Benim adaletim bunu icap ettirir. Bu emrimin yerine getirilmesi için her biriniz uyanık ve dikkatli olunuz. Aksini duyarsam, beyan oluna özrünüz kabul olmak ihtimali yoktur, ona göre gaflet etmeyesiniz.”
A.de Lamartine (1001 Temel Eser ) Sona Doğru adlı eserinde Batının gösterdiği vahşet örneklerinden birini naklederken der ki : “Uyvar önlerine gelen Lorraine Dükü 19 Ağustos 1685 günü yapılan bir saldırıdan sonra kaleyi düşürdü. Türklerin kalenin burçlarına diktikleri beyaz teslim bayrağını görmemezlikten gelen almanlar, Türk erkeklerini kılıçtan geçirdiler. Kadınları çocukları Hıristiyan ordusunun kumandanlarına sattılar. Paşanın kesik başını ise Viyana kapısına astılar.”
Türkler, diğer milletler gibi zalim olmamışlardır. Eğer ülkeleri fethettikten sonra himayeleri altına adlıkları insanlara gaddar davransalardı, asırlarca süren hakimiyetlerini devam ettiremezlerdi.
Halide Edip Adıvar, 23 Mayıs 1919’da Sultan Ahmet’te yapılan mitingde “Türklere zalim diyenler öyle günah işliyorlar ki, tarihin karşısında onların günahlarını bütün denizlerin bitmez tükenmez suları bile yıkayamayacaktır” demiş. Türklere yapılan isnat ve iftiraları reddederek, misliyle istilacı ve emperyalist milletlere iade etmiştir.
Türkler, insanlık anlayışlarının gereği olarak insana büyük değer vermişi ona hizmet etmeyi kutsal görev bilmiştir. İnsanlığın idaresinin Türklere verildiğine inandıkları için insan zavallı, aciz ve horlanan varlık durumuna düşürülmemiştir. “İnsan”, “adalet”, “Müsamaha” Türk düşüncesinde kutsal kavram olmuş, zulüm ve haksızlığa asla yer verilmemiştir. Ayrıca Türk kültüründe köleci devlet anlayışı yoktur. Türk devlet adamları saltanat sürüp insanları ezmemişlerdir. Savaşların sonunda mağlup milletler öldürülmemiş, malları yağmalanmamış ve onların üzerinde zalim bir baskı rejimi kurulmamıştır. Oğuz Han, mağlup ettiği milletlere “Askerlerim mallarınızı yağmaladılar mı, size baskı yaptılar mı ?” diye sorar, “Hayır” cevabını alınca da Allah’a şükrederdi. Ondan sonra da merhametle, adaletle davranırdı. Türk töresine göre yağmacılığın ve zulmün cezası çok ağırdı. Askerlerden herhangi biri yağmacılık yapacak olsa derhal idam edilirdi.
Melik Şah için tarihçi Mathieu: “Kalbi Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Fethettiği ülkelerin halkına baba gibi davranırdı. Bu yüzden Rumlar ve Ermeniler Onun idaresine kendi rızaları ile girdiler” der.
Türk idaresi, kılıç kuvveti ve zulüm üzerine kurulmadığından Alpaslan, Bizans halkı tarafından kurtarıcı olarak karşılanmıştır. I. Murad zamanında Balkan milletleri, Latin kilisesine bağlanma yerine, adil Türk idaresini tercih etmişlerdir. II. Murat, bir ferman yayınlayarak: “Tebaamdan Müslüman olanları camide, Hıristiyan olanları kilisede, Musevileri de havrada görmek isterim” derken din ve vicdan konusunda Türk düşüncesini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Türkler, zulme ve adaletsizliğe karşı her zaman keskin kılıç olmuşlardır. Kaşgarlı Mahmut: “Türkler ile beraber olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudu” der. Bu doğrudur. Türkler en güçlü oldukları devirlerde bile kimseye kötü davranmamışlar, hatta kendilerine karşı ettikleri yemini bozanlara karşı bile verdikleri sözde durmuşlardır. Fethettikleri yerleri adaletle fethetmişler, beyleri tarafından zulümle incitilmiş halk, Türkleri kurtarıcı olarak karşılayıp adil idarelerine sığınmışlardır.
Türk atları Vistül’den su içmeyince bize adalet yoktur” diyen Lehliler gibi birçok ülke insanı Türk adaletinin özlemini duymuştur. Çünkü Türk idaresi altında herkes mutlu yaşamış, kendi idarecilerinin ve dindaşlarının zulmünden bıkanlar için Türk idaresi sığınak olmuştur.
“Adil”, “Müsamahakar”, “Sözüne sadık”, “Merhametli” gibi sözlerle kendisinden bahsedilen Türklerin şefkat ve insanlık hissini inkara imkan yoktur. Türk adaleti sayesinde herkes sulh sükun içinde yaşamıştır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, sürüye çoban, hazineye bekçi gerekmemiş, kurtla kuzu aynı yerden su içmiştir.
Türkler, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun haksızlığa uğrayan herkese açık divanlar kurmuş, halka zulmettiği sabit görülen Ferhat Paşa, padişahın damadı olduğu halde idam edilmiştir. Kanuni’ye : “Padişahım bizim işlerimizi adalet üzerine görmen senin vazifendir. Bu kutsal görevi yerine getirmezsen seni Allah’a şikayet ederim” diyen köylü azarlanmadığı gibi atını bir Hıristiyan’ın ekin tarlasında doyuran yeniçeri ağası en ağır ceza ile cezalandırılıyordu. I. Murat, Konya’yı muhasara etmiş ve kimsenin malına canına ilişilmemesini emretmişti. Fakat birkaç asker yağma yapınca sultan Murat’ın emri ile idam edilmiştir.
II.Murat, hazineyi zenginleştirme teklifinde bulunan vezirine nasıl zenginleştireceğini sorar. Vezir, halktan bazılarının fazlasıyla zengin olduğunu ve bunların parlarının bir miktarının alınabileceğini söyleyince Padişah, fena halde hiddetlenmiş, vezirin vazifesinden alındığını bildirirken yanındakilere :
-Bizim askerimiz gazi askerdir. Bir padişah haram yer ve askerine haram yedirirse, asker harami olur” der.
Yer yüzünde Türkler kadar adalet ve hakkaniyet gösteren bir başka millet gösterilemez. Adaletin muhteşem tablolarını çizen Türklerin bu ayrıcalığının nedeni karakter yapılarının sağlamlığı ve İslam’a bağlılıkları ile izah edilebilir.
Türkler, Kur’an’a ve İslam Peygamberine sonsuz bağlılık göstermişlerdir. Emredilen adalet ilkelerini kusursuz yerine getirmişler, sosyal adaletsizlikten ve zulümden uzak, Müslüman Türk olarak yaşamışlardır.
İslam ayrıcalığı ve imtiyazlı sınıfı ortadan kaldırmış, eşitliği ve adaleti getirmişti. Bu konuda birkaç dini emri zikretmekle yetineceğiz :
Mahzun kabilesinden Fatıma adlı bir kadın hırsızlık etmişti. Soylu bir kadın olduğu için ona verilen ceza Kureyşlilerin ağrına gitti. Affı için Hz. Peygambere Üsame’yi aracı olarak gönderdiler. Hz. Peygamber, iltiması kabul etmedi. Üsame’nin isteğini reddetti. Ve dedi ki : “Sizden evvelkiler soylu biri çaldığı zaman onu affettiler, zayıf biri çaldığı zaman onu cezalandırdılar. Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’in kızı Fatıma da çalsa muhakkak elini keserim.”
Bir hadislerinde de adaletin önemini şöyle belirtmiştir :
“Bir saat adaletle hükmetmek, 60 sene nafile ibadetten hayırlıdır.”
Kur’an-ı Kerim’de adaletle ilgili birkaç ayette şöyledir :
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Taşkınlıklardan, kötülüklerden, zulüm ve azgınlıktan nehyeder. Size öyle öğütler verir ki, iyice dinleyip, anlayıp tutasınız.” (Nahl Suresi :90)
“Hükmettiğin zaman onların arasında adaletle hükmet. Allah, adaletle hükmedenleri sever.” () Maide Suresi : 42 )
“Ey iman edenler, verdiğiniz ahitleri yerine getiriniz.” (Maide S.1)
“Harbediniz, fakat zulmetmeyiniz.” (Kasa S.77)
“Allah haddi aşanları, adaletten ayrılanları sevmez.” (Bakara S.190)
“Allah zalimleri sevmez.” (Al-i İmran S.59)
“İnsaf ve adalet dairesinde hükmet, çünkü Allah doğruları ve insaf edenleri sever.”(Maide S.45)
“Görülüyor ki, Türklerin adalet anlayışı, inançlarının gereği olmuştur, Ayetler ve hadislerin ışığı altında Türk-İslam tarihi adalet örnekleri ile dolmuş, Türk idaresi altında yaşayan herkes mutluluk ve emniyet içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.
İnsanlara mutluluk kaynağı olan adalet örneklerinden birkaçını burada zikretmek yerinde olacaktır :
Büyük Selçuklu İmparatoru Melik Şah’ın karşısına bir köylü çıkar ve: “Memurların zulmünden yandık yıkıldık” diye şikayet eder. Melik Şah atından inip köylüye :
-Yakama yapış, beni sarayıma kadar götür” der.
Köylü olmaz dediyse de Padişah ısrar etti. Köylü yakasından tuta tuta saraya getirdi.
Nizamülmülk hayretle padişaha :
-Sultanım bu ne ? Bunu niçin yaptırdınız ? “ diye sorunca Allah’ın huzuruna bu şekilde götürme hakkına sahiptir. Orada verecek cevabım olmayacağından cezamı burada çekiyorum.”
Gazneli Mahmud’un huzuruna Müslüman olmayan biri gelerek ağlar ve :
-Sultanım, güçlü kuvvetli biri evime girip beni dışarı attı. Evde eşim var, adaletinize sığınıyorum, der.
Sultan, yanına birkaç adam alarak mazlumun evine gider. Karalıkta ışık yaktırmayıp, kılıcı ile zorbayı öldürür. Işığı yaktırıp adamın kim olduğunu görünce de Allah’a şükreder. Ev sahibi bütün bunların sebebini sorunca da şu cevabı verir :
-Korkum şu idi. Benim nüfuzumdan biri olabilirdi. Işığı yaktırmadım, belki onu öldürmeye elim varmaz diye. Onu görünce de tanımadığım biri olduğu için Allah’a şükrettim.”
Osman Gazi Cuma günleri halkın şikayetlerine bakardı. Bir Cuma günü Germiyanlı bir Türk ile Bilecik Rum tekfuruna bağlı bir Rum arasındaki anlaşmazlıktan doğan davaya bakmış, neticede Rum’u haklı görerek onun lehine karar vermişti. Osman Gazi’nin Hıristiyan-Müslüman farkı gözetmeden adalet dağıtması, adaleti her şeyden üstün tutması başarılarının sırlarında biri idi. Bu üstün adalet anlayışı altı asır devam edecekti.
Osman Gazi ölürken oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyet etti :
“Allah’ın buyruğundan gayri iş, işlemeyesin, bilmediğini din alimlerinden sorup öğrenesin. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenlere adaletle muamele edip hoşnut tutasın. Asla zalim olma. Alemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şad et. Askerine ve malına gururlanıp şeriat ehlinden uzaklaşma. Bizim yolumuz Allah yolu, maksadımız ise Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.”
Emir Sultan Bursa kadısıdır. Bursa halkından biri, diğerini mahkemeye verir ve dava konusu olayı bizzat gören Yıldırım Beyazıt’ ı da şahit gösterir. Mahkeme günü padişah ismi ile “Murat oğlu Beyazıt…” diye çağrılır.
Emir Sultan Buhari, şahidi aşağıdan yukarı süzdükten sonra der ki :
İçki içmeyi akışkanlık haline getirmiş olan birinin muhakemesi ve şuuru yerinde olmadığından dinen şahitliği kabul edilmez. Eğer başka şahidiniz varsa onu dinleyelim.
“Adalet mülkün temelidir” sözünün anlamını çok iyi bilen Yıldırım Beyazıt, adaletin önünde başını önüne eğerek çıkıp gider.
İstanbul’un fethinden sonra mahkumları serbest bırakan Fatih’in huzuruna hapisten çıkmak istemeyen iki papaz getirilir. Bizans düzeni olmayan bir yerde hapisten çıkmamaya yemin eden papazlara Fatih :
-Memleketi geziniz, Eğer bir haksızlık görürseniz o zaman yalnızlığa çekilip, hayata küsünüz” der.
Dolaşmaya başlayan papazlar, Bursa’da bir davaya tanık olurlar, Bir Müslüman, bir Yahudi’den at satın alır. At hastalıklı çıkınca Müslüman, Bursa kadısına gider. Fakat kadı makamında bulunmadığı için hayvan ölür. Durumu öğrenen kadı :
İlk geldiğinizde yerimde bulunsaydım, atı sahibine iade eder, paranızı verdirirdim. Suç bende, o halde atın bedelini ben ödüyorum” der.
Papazlar daha sonra İznik’e gelir. Burada başka bir olaya şahit olurlar :
İki Müslüman arasında tarla alışverişi olmuş, tarlayı alan, tarlada bir miktar altın bulmuştur. Altını vermek ister. Daha evvelki sahibi “Ben tarlamı her şeyi ile sattım, alamam” der. Mesele kadıya kalmıştır. Altınları ikiye taksim eder.
Şahit oldukları olayların etkisiyle şaşkına dönen papazlar, Fatih’in huzuruna döner. Yanıldıklarını ve Hıristiyanların herhangi bir haksızlığa uğrayacaklarına inanmadıklarını ifade ederler.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Ayasofya’ya giderken bir Rum karşısına çıkıp. Kermiyenzade Ali Şirinoğlu tarafından dövüldüğünü söyleyip şikayetçi olur. Fatih, derhal muhakeme edilmesini ister. Neticede Ali Şirinoğlu suçlu görülür ve cezalandırılır. Rum tekrar Fatih’e gelir, teşekkür eder ve : Sende bu adalet ve kadılar varken bütün dünyayı fethedersin.” der.
Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camiini yaptırıyordu. Rum ustası İpsilanti, sütunları fazla kesmişti. Bu duruma fena halde kızan Fatih, Rumun elini kestirdi. Rum usta, davacı oldu. İstanbul Kadısı, Sarı Hızır Efendi idi. Davacı ve davalıyı ismen çağırdı. Fatih bir yere oturmak isteyince kadının şu ihtarı ile karşılaştı.
-Oturma beğüm ! Hasmınla omuz omuza dur !
İkisini de dikkatle dinleyen kadı, Fatih’in elinin kesilmesine karar verdi. İbsilanti, kısastan vaz geçerek tazminat ödemesini istedi. Kadının kararı ile Fatih, hayatta olduğu müddetçe İbsilanti’ye günde on akçe ödeyecekti. Fatih kendiliğinden tazminatı yürmi akçeye çıkardı. Önemli miktarda mal bağışladı. Kadı Sarı Hızır Efendinin huzuruna dönerek, ona :
-Ben Padişahım diye iltimas edip, adaleti yerine getirmeseydin (kılıcını göstererek) başını bununla uçuracaktım” deyince Kadı :
-Sen de padişahım diye karşıma çıkıp, adaletin kutsallığını ihlal etseydin (minderinin altından çıkardığı hançeri göstererek) vallahi bende bunu kalbine saplayacaktım” diye karşılık verir.
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken bir tüccardan borç para almıştı. Dönüşte tüccarın öldüğü anlaşıldı. Tüccarın iki küçük varisi kalmıştı. Defterdar, borç alınan paranın hazineye aktarılmasını teklifinde bulununca Yavuz Sultan Selim şu karşılığı verdi :
-Ölüye rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, zalime lanet.”
Kanuni Sultan Süleyman’a bir ihtiyar kadın gelerek, evinin soyulduğunu söyleyip şikayette bulundu. Padişah sordu :
-Evin soyulduğu sırada sen evinde değil miydin ?
Kadın cevap verdi :
-Evimdeydim. Fakat derin uykuya dalmışım. “Padişah :
-Etrafta hırsızların olduğunu bildiğin halde neden o kadar derin uykuya daldın?” deyince kadın :
“Ben derin uykuya daldığım zaman, sizin başımızda uyanık olduğunuzu düşünmüştüm” şeklinde cevap vermişti. Kanuni, bu cevap karşısında irkilmiş ve yanındakilere zararın ödenmesini emretmiştir.
Netice olarak, Türk adaletinin örnekleri yazmakla bitmez. Mesele şu ki Türkler dinlerinin emri ve Allah korkusunun sağladığı adaletle insanları idare etmişlerdir, millete zahmet çektirmemiş ve yabancıya zulmetmemişlerdir. Hep İlahi adaletin tecelli edeceğine inandıklarından, adalet ve doğruluktan asla ayrılmamışlardır.
.
Türk İslam Tarihinde Eşitlik ve İnsanlık Anlayışı
Tarihte İslam’ın ve Türk hakimiyetinin dışında insan, yerini ve değerini hiçbir zaman bulamamış, çoğu zaman değişik vasıflı hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan, gerçek değerini İslamla ve Türk kültürü içinde bulmuştur. Çünkü, İslam’ın insanı ele alışı ve Türklerin bakışı diğer toplumlardan çok farklıdır.
İslam inancı ve Türk düşüncesine göre insan, basit ve anlamsız bir varlık değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. İnsan Allah’ın kuludur. Yusuf Has Hacip, Kudatgu Bilig adlı eserinde : “Allah insanı yarattı; seçerek yüceltti; ona fazilet verdi; bilgi, akıl ve anlayış verdi” diyerek insanın yüce bir varlık olduğunu belirtmiştir. Bunun için İslam’da ve Türklerde insana son derece önem verilmiştir. İnsana saygısızlığı, Allah’a karşı yapılan büyük saygısızlık olarak kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman insanı hayvan soyundan kabul edip alçaltmadıkları gibi, insanı yüceltirken de asla tanrılaştırmamışlardır. Kendileri insanların önünde eğilmedikleri gibi, diğer insanları kul köle edinip kendi önlerinde eğilmelerine de müsaade etmemişlerdir.
İslam’ın ilk devrinde Habeşistan’a göç etmek zorunda bırakılan Müslümanlara papaz, Habeşistan İmparatorunun huzurunda diz çöküp selamlamalarını söyleyince, insanları tanrılaştırmak ve putlara tapmaktan kurtulan Müslümanların başkanı Cafer (ra) : “Biz Müslümanlar, ancak, Allah’ın huzurunda diz çökeriz. İnsanın önünde, eğilmeyiz” cevabını vermiştir. Türk hükümdarı İşpara Han, Çin hükümdarının önünde, Cem Sultan sürgün olduğu halde papanın önünde bütün ısrar ve zorlamalara rağmen eğilerek selam vermeyi reddetmiştir. Çünkü Türk-İslam geleneğine göre kula kulluk yoktur. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, önünde diz çöküp yerlere kapanan papa ve Hıristiyan halka, ayağa kalkmalarını söyleyip insan önünde alçalmalarına rıza göstermemiştir.
Türkler, insanlara duydukları saygının gereği yabancılara kendi insanından farklı bir muamele yapmamışlardır, kendi halkına uyguladıkları adaleti başkalarında da aynen uygulamışlardır. Böylece yabancılar Türk idaresinde yaşamak istemişler, Türk himayesine sığınanlar memnun kalmışlar, hatta esaret bile kendilerine ağır gelmemiştir.
Beş yıl kadar Türkiye’de kalan İsveç Kralı Demirbaş Şarl, kız kardeşine yazdığı mektupta Türk’ün insanlık anlayışını şu sözlerle dile getirmiştir :
“Poltava’da esir oluyorum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ Nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, akamda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş !… Su beni boğmak; düşman beni parçalamak; güneş beni eritmek istiyordu. Gene kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptı, beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindan da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim, şefkatin, alicenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenab, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı !..”
a) Eşitlik Geleneği :
Türkler, insanları herkesin uymak zorunda olduğu İslam prensipleri ve Türk töresi ile idare etmişlerdir. Bu idarenin himayesinde tarihin hiçbir devrinde imtiyazlı bir sınıf olmamıştır. Herkesin eşitliği prensibi ile hangi cinsten, hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun insanların güvenliği ve eşitliği sağlanmıştır.
Bugünün insanı hak, adalet ve eşitlik namına neye sahipse hepsini İslam sayesinde elde etmiştir. İslam insanlar arasında eşitliği, insanlar arasında kardeşliği emreder. Bu eşitlik ve kardeşlik emri kuru laftan ibaret değildir. İslama göre “insanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidirler” İnsan olarak kimsenin üstünlüğü yoktur. Üstünlük imanda ve takvadadır. Kul olarak herkesin sorumlu tutulması zengin, fakir, kadın, erkek ayrımının gözetilmemesi, bir işçi ile devlet başkanının omuz omuza Allah’ın huzurunda secdeye varması kısa da olsa İslam’ın eşitlik konusundaki geleneğini ifade eder.
İslam, Müslüman olmasıyla kölelikten hürriyetine kavuşan Bilal ile Ebu Cehil’in aynı safta durmasını ve aynı haklara sahip olmasını istediği için Ebu Cehil Müslüman olmamıştır. “Daha evvel köle olanla ben bir mi olacağım” demiştir.
Bir gün Müslüman olmak isteyen bir zat Peygamber Efendimize ziyarete gelmiştir. Huzuruna girince titremeye başladı. Bu durumu gören Peygamberimiz :
-Korkma ben hükümdar değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” demiştir.
Halka “Ben sizden biriyim, hiç birinizle sorumluluk derecesinden başka bir farklılığım yoktur” diyen Hz. Ömer (ra) zamanında Gassan Hükümdarı Cebele Müslüman olmuştu. Güzel giyimi ve etrafında hizmetçileri ile beraber Kabe’yi tavaf ederken biri eteğine basınca Cebele fena halde sinirlenmiş ve bir tokat atmıştı. Adam durumu Hz. Ömer’e şikayet etti. Hz. Ömer (ra) Cebele’ye davacıdan özür dilemesini veya davacının da ona tokat atacağını bildirince Cebele, kendisinin hükümdar, davacının ise haltan biri olduğunu, kendisinin onunla bir tutulamayacağını söyledi. Hz. Ömer, İslam hukukunun insanlar arasında fark gözetmediğini belirtince Cebele ertesi güne kadar karar için müsaade istedi ve o gece Bizans’a kaçtı.
b) Kadın – Erkek Eşitliği :
Tarihçi Hammer : “Tarihin hiçbir sayfasında kadının hukukuna İslamiyet kadar riayet eden bir din yoktur” demiştir. İslamiyet gelmeden önce kadın horlanan bir varlıktı. Kendisinden şeytandan kaçar gibi kaçılır, diri diri toprağa gömülür, mal gibi alınıp satılır, her türlü hak ve hürriyetlerden mahrum, zevk ve eğlence gözü ile bakılan bir varlıktı.
Diğer milletlerde de durum bundan farklı değildir. Kadın daima ikinci sınıf bir vatandaş, hiçbir zaman hakka sahip olmayan, dosta sunulabilen, satılabilen maldan farksız bir insandı. Hayatı erkeğinin hayatına bağlı idi. Kanunlar, gelenekler kadının bütün haklarını elinden almış, erkeğin sahip olduğu haklardan hiçbirine sahip değildi.
Yakın zamana kadar “kadınların ruhu var mıdır, yok mudur ? “ konusunu birbiri ile tartışan Hıristiyan din adamları kadınların seciyelerinin zayıf, ahlaklarının fena olduğunu, hiçbir kötünün kadından daha kötü olmadığını, kadınların erkeklerin nefsine şeytanı sokan kötülüklerin kaynağı olduğu konusunda birleşmişlerdir.
İnsanlar arasında sınıf farkı gözetmeyen İslamiyet, kadını da erkek gibi, insan kabul ederek kadına yapılan hakareti kınamış ve kadını evinin sultanı yapmıştır.
Bu konuda İslam’ın birkaç emrini izaha lüzum görmeden nakledelim :
“Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, pek öfkelenerek yüzü kararır. Verilen müjdenin tesiriyle insanlardan gizlenir. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak yaşatsın mı, yoksa toprağa mı gömsün ? Ne kötü düşünüyor, ne kötü hükmediyorlar?” (Nahl Suresi : 58-59)
“Erkek olsun kadın olsun kimsenin amelini boşa çıkarmayız” (Ali İmran S.195)
“Erkeklerin kazançlarından hisseleri olduğu gibi kadınların da kazançlarından hisseleri vardır. (Nisa suresi : 31)
“İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.” (Hadis)
“Cennet anaların ayakları altındadır.” (Hadis)
“Sakın kızlardan ikrah etmeyiniz. Kötü muamele etmek konusunda Allah’tan korkunuz.” (Hadis)
“Veda hutbesinde de : “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim… Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır.”
İslam’ın emri gereğince Türkler, kadına gereken saygıyı göstermişler, aile içerisinde kadının yeri ve kadına verilen önem diğer milletlerde görülmeyen bir seviyeye ulaşmıştır. Batıda olduğu gibi evlilik onun değerini düşürmemiş aksine kadının şeref ve haysiyetini korumuş, kendisinden her zaman saygıyla bahsedilmiştir.
c) İmtiyazlı Sınıf :
Türk İslam tarihinde imtiyazlı sınıf yoktur. Herkes eşittir. İnsanlar arasında ayrıcalık, irsi hak tanınamaz. Başka toplumlarda olduğu gibi idareciler sınıfı, asiller sınıfı, din adamları sınıfı gibi sınıflar yoktur. Asiller için, zenginler için ayrı mezarlar yapılmamıştır. Çünkü diğer toplumların yapısında merhamet nedir bilinmez. İnsanlık onlara göre değildir. Şimdiye kadar insanla ya imha etmek yada esir etmek için savaşmışlardır.
Batı düzeni feodal bir düzendir. Devlet idaresi, köleci devlet anlayışı esasına dayanır. İnsanlar arasında eşitlik gözetilmemiştir. Bazı sınıfların doğuştan kazanılan imtiyazları vardı. Bu imtiyaz hayatları boyunca devam ettiği gibi çocuklarına da geçerdi.
Türk tarihine baktığımız zaman asilzadelik mevcut değildir. Toplum sınıfsızdır, halk eşitlik ilkesine bağlı olarak idare olunur. Türk töresinde Mete Han zamanında bile esir, efendisi hakkında dava açma hakkına sahip olmuştur.
Türk devlet adamları imtiyazlı bir sınıf değildir. Onlar da bir insandır. Halk tarafından tanrılaştırılmadıkları gibi, onlar da kendilerini tanrı ilan etmemişlerdir. İnsanları köleleştirip onların üzerinde saltanat sürmemişlerdir. Devlet adamı sadece resmi sıfatı ile üstündür. Bu sıfat da irsi değil, başarının karşılığı elde edilir.
Devlet, belli zümrelerin saltanat aleti değildir. Hakim olanlar ise kişiler değil yasalardır. Padişahlar imtiyazlı kişiler kabul edilip yasaların uygulamasının dışında tutulamaz. Türk devlet adamları başka milletlerin kralları ve imparatorları gibi mutlak yetkilere sahip değildir. Uymak zorunda oldukları prensipler, fikirlerini almak zorunda olduğu kişiler vardır. Diktatörlük söz konusu değildir.
Yıldırım gibi bir padişaha “yaptırdığın cami çok güzel, ama dört köşesinde dört meyhane eksik” deyip ayyaşlığını yüzüne vuran, mahkemede şahitliğini reddeden Emir Buhari vardı.
Molla Ali Cemali, Yavuz Sultan Selim’in huzuruna her girişinde “Allah zalimleri sevmez” hadisini okurda öyle girerdi.
1470 yılında Fatih sultan Mehmet tarafından yaptırılan Fatih Medresesi tamamlanınca Fatih, kendi eliyle tayin ettiği hocalardan kendisine bir oda isteyince hocalar kendisine şu cevabı verdi :
– Sultanımız, her ne kadar burayı siz yaptırdıysanız, biz burada size bir oda veremeyiz. Verebilmemiz için ya hoca, ya da talebe olmanı gerekir.”
Bunun üzerine Fatih, imtihana girdi, kazandı ve böylece bir oda sahibi oldu.
Türk devlet adamları kendi menfaatlerini düşünen, zevk, ve eğlencesine bakan halkın üstünde bir üst sınıf değildir. Halka karşı büyük sorumlulukları vardır. İmtiyaz tanımaksızın herkesin hakkını korumak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve halkın acı ve tatlı günlerini beraber yaşamakla görevlidir. Devlet yönetimi eşitlik ilkesine dayalı olarak yürütülür. Kanuni Sultan Süleyman’ın “Kanunnamesi” mutlak eşitlik ilkesine dayanmaktaydı. Kanunname, insanlar arasında sınıf ayrıcalığı gözetmeksizin eşit olarak yargılanmayı temek kural kabul etmişti. Fatih Sultan Mehmet, Rum ustasıyla adil Türk mahkemesinde yargılanmış ve suçlu bulunmuştu.
Netice olarak her bakımdan Türk toplumu bir bütünlük arz eder. Sınıf ve ayrıcalıklara asla yer verilmemiştir.
d) Köle Sınıfı :
Kölelik, aslına bakılırsa insanlık tarihi kadar eskidir. Fakat Roma ve Yunan medeniyetlerinin geliştirdiği bir sınıf olarak kalıntı halinde daha sonraki tarihlerde devam etmiştir.
Roma’da halk : 1- Asiller, 2- Avam, 3- Rahipler, 4- Köleler olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştı. İmtiyazlı sınıfların hakimiyeti fazla idi. Her türlü hakkın sahibi oldukları gibi köle sınıfına da sahipti. Kölelik resmen kanunla kabul edilmişti. Kölenin eşyadan farkı yoktu. Efendisi tarafından hayvana yapılan muameleye eş muamele görürdü. Efendisi köleyi isterse döver, isterse öldürür, isterse de esir pazarlarında bir mal gibi satabilirdi.
“Roma İmparatorluğunda kölelere davranışın özelliği, katılık ve vicdansızlıktı. Köleler gündüzleri derebeyliklerde çalıştırılırlar, akşam olunca da zincire vurularak geceyi geçirmeleri için mağaralara tıkılırlardı. Başlarında daime, güçlü, azgın ve kötü yürekli muhafızlar bulunurdu. Onlara verilen cezalar ise kırbaçlamak ile çarmıha gerilmek arasında değişirdi. Bundan başka köleler, vahşi hayvanlarla boğuşturulmak suretiyle, yahut arenalarda kesif halk kalabalığı önünde yırtıcı aslanlar ile dövüştürülerek hür adamların eğlenceleri için de kullanılırdı.” (1)
Yunanlıların ataları Dorlar, bugünkü Yunanistan’a geldiğinde Yunanistan’da (asiller,işçiler ve köleler olmak üzere) üç sınıf halk vardı. Asiller, imtiyazlı bir sınıf olarak toprak sahibi olmuş, işçiler ve köleler ise bu topraklarda efendileri için çalışmışlardı.
Aristo ve Eflatun, köle sınıfını kabul etmişler ve toplum için kölelerin varlığını zaruri görmüşlerdir. Eflatun, köle sahiplerini savunurken, Aristo da bir kısım insanların emir vermek, bir kısmının da emir verilmek için yaratıldığını, kölelerin ise boyun eğmek için yaratılmış, hür insanların işlerini gören ehli hayvan, canlı alet olduklarını söylemiştir. Eflatun ve Aristo’nun çocukları borçlu olan insanlardan borcunu ödemeyenleri ve savaşlarda esir aldıkları kimseleri köleler edinmiş, onların tanınması için kulaklarını kesip alınlarına damgalar vurmuşlardır.
984’te Beranger’in elçisi Luitpard, Bizans İmparatoruna esirler takdim etmişti. İtat etmeyen veya kendilerine reva görülen zulüm neticesi bu esirlerin çoğunun azaları eksikti. Hatta aralarında hadımlar da vardı. Çünkü o gün için bu tür köleler muteberdi.
Anlayışa göre, kölenin işlediği hata sonunda bazı organlarını keserek öldürmekten vazgeçmek, köleye yapılabilen en büyük lütuf sayılırdı.
Bu durum daha sonra Yunan ve Roma kültüründen etkilenen toplumlarda da asillerin, devlet adamlarının ve güçlülerin kanunu olarak hüküm sürmüştür. “17. yüzyılda Rusya’da Köylü efendisinin mutlak esiriydi. Efendisi bir köylüyü öldürdüğü zaman, para cezası bile vermezdi. Çünkü toprağa bağlı köle durumunda olan köylünün, fiilen toprağa bağlı hayvandan farkı yoktu. Çarın otoritesi mutlaktı…” (2)
Avrupa’da ise köleler servet olarak telakki edilir, kurulan esir pazarlarında mal gibi alınıp satılırdı. İnsan sayılmaz, hiçbir insanlık hak ve hürriyetlerinden istifade edemezdi.
Türk ve diğer İslam ülkelerinin insana bakışından utanan Avrupa, kanunla insan ticaretinin ve köleliğin önüne geçmeye çalışmıştır. İngiltere 1807’de köle ticaretini, 1838’de de köleliği yasaklayan kanun çıkardı. Fransa’da ise kölelik 1849’da, Amerika’da da 1865’de resmen kaldırıldı. “Köle” adını taşıyan insan kalmadı ama, kölelere yapılan muamele Batı insanının sadist ruhundan sökülüp atılamadı. Bir insanın köle olması için adının illa köle olması gerekmez.
e) İslam Köleliğe Karşıdır :
İslam’da ne despot vardır, ne de köle. Allah’ın kulu insan vardır. Kölelik, İslam’ın icadı değil, eski medeniyetlerin kökleşmiş kalıntısıdır. İslamiyet geldiği zaman insanların bir kısmı efendi, bir kısmı da köle idi. Bu ayrılığı kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için köklü tedbirler getirildi. İlk olarak bazı Müslümanların ve Müslüman olmaları beklenen birçoklarının köleleri olduğu için kesin bir dille yasaklanmamış, efendi ile köleyi aynı haklara sahip kılmış, ikisini beraber aynı sofraya oturtmuş, Allah katında kul olarak insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu ilan etmiştir.
Peygamberimiz : “Elinizin altındakiler sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size emanet etmiştir. Bunun için onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklemeyiniz. Onlara bir iş buyurursanız yardımcı olunuz” buyurarak insanın insana zulmetmesini yasaklamıştır.
Köleyi dövmeyi, öldürmeyi de yasaklamıştır. “Kölesine kötü muamele de bulunan cennete giremez”, Kölesini öldüreni öldürünüz, kölesini hapsedeni hapsediniz, kölesini hadımlaştıranı hadımlaştırınız”, “Kimse kimseye kölem demesin” buyuran İslam Peygamberi köle sınıfı diye bir sınıf kabul etmediğini belirtmiş ve köle geleneğini cahiliye adeti olarak nitelendirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de : “Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşuya, yolculara, kölelerinize, iyilik edin” (Nisan Suresi : 36) Emri ile Müslümanlar kimseye kötülük etmeyeceklerdir.” Kendileri için sevdiğini başkaları için de sevmedikçe gerçek Müslüman olamayacaklardır.”
Hz. Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur : “Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa veya onu dövse, onun kefareti köleyi azat etmesidir.”
Peygamberimiz bir gün kölesini döven birine :” Köleni azat etmelisin” demiştir. Ebu Mesud der ki: “Kendime ait kölemi dövüyordum. Arkamdan bir ses duydum, Baktım ki, Resulullah (SAV) şöyle diyordu: “Allah’ın senin üzerindeki kudreti, senin bu köle üzerinde olan kudretinden daha fazladır.”
İslam tarihinde esirlere ve kölelere her zaman iyi davranılmıştır. Esirler başka milletlerde olduğu gibi köleleştirilmemiş, hoş tutulmuş, evlere misafir dağıtılır gibi dağıtılmıştır. Bedir savaşının esirleri on Müslüman’a okuma-yazma öğretmesi şartı ile serbest bırakılmıştır. “Analarından hür doğan insanları köleler edinmeyiniz” diyen Hz. Ömer (ra) Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber binmiş, sıra hizmetçide olduğu için şehre o halde girmiştir.
İnsanlık tarihi ile beraber başlayan köleliğin kaldırılması için İslam ne lazımsa yapmıştır. Müslüman olduktan sonra hürriyetlerine kavuşan insanları ordunun başına komutan, Medine’ye Vali yaparak yüceltmiştir. Köle azat etmek büyük ibadet sayılmış, günahlara kefaret için köle azat etmek şart koşulmuştur. Peygamberimiz köle azat etmeyi teşvik etmekle yetinmemiş, bizzat para ile köle satın alıp azat etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de (Tevbe:60) köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için harcanmak üzere her sene bütçeden tahsisat ayırma emredilmiştir. Zekatın bir kısmı köle azat etmek için kullanılacaktır. İşte bu emirler karşısında Müslümanlardan servet harcayanlar olmuştur.
İslam Dininin eşitlik emri en mükemmel tatbiki şeklini Türklerin sosyal hayatında bulmuştur. Türk tarihinde asilzadelik gibi, kölelik gibi doğuştan imtiyazlı veya insani haklarını kaybetmiş sosyal sınıf yoktur. İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetilmez. Makam vardır, mevki vardır, rütbe vardır, ama bunların hepsinin üstünde sorumluluk duygusu ve adalet ve eşitlik anlayışına dayanan töre vardır
.
Türk İslam Medeniyetinin Temellerini Atıp Geliştirdiği İlim Dalları
1- Matematik İlmi :
Matematiğin temellerini atıp geliştiren Türk-İslam alimleridir. Cebir, geometri ilimleri bugünkü durumunu Müslüman alimlerin buluşlarına borçludur.
9. asırda yaşamış İbn üt-Türk-ül Ceyli matematikle ilgili dört mühim eser yazmıştır ki, kendisine ilminden dolayı “Ebul Fazl” ünvanı verilmiştir.
Matematik ilminin meşhur mucitlerinden biri de Büyük türk bilgini Harizmi’dir. Avrupaya cebir İlmi Harizmi’nin koyduğu isimle geçmiştir. Avrupa Rönesansı matematikçileri Harizmi’yi “Ukelay-ı Seb’a” dan yani yeryüzünde en akıllı insandan biri saymıştır.
Harizmi 9. asırda sinüs ve kosinüs cetvellerini düzenledi. Trigonometri’yi buldu. Logaritmayı icat etti. El-Cebr ü vel’Mukabele adlı eseri matematikçiler için kaynak teşkil etti.
Cebir adını Müslümanlara borçludur. Bu ilim, İslam aleminde büyük bir gelişme gösterdi. Bu sahanın büyük ismi belki de ortaçağın en büyük matematik bilgini olan ve El-Harizmi diye anılan Muhammed İbni Musa’dır” (1)
“IX. Yüzyılın ilk yarısında, yani Halife Memunun zamanında Doğunun matematikte en önemli devri, Muhammed bin Musa el Harezmi ile açılır. Bu zat, adından da anlaşılacağı üzere Harezm bölgesinde doğmuştu. Suret-ül-arz adıyla bir coğrafya yazan bu zatın Hint-Arap sayılarını ve sayı yazma usulünü önce doğu ve sonra da Avrupalılar arasında yayan ve ancak Latince tercümesi ortada bulunan aritmetik kitabı ve cebiri yeniden dirilten “Hesab-ül Cebir vel-Mukabele”si Matematikte devir açacak derecede önemli eserlerdir. Hatta bugün bütün Avrupa dillerinde mevcut olan “algorithme” yahut “algorisme” kelimesi Elharezmi’nin isminden bozularak yapılmıştır.” (2)
“Muhammed İbni Ahmet 976’da yazdığı “İlimlerin Anahtarı” adlı eserinde onlu sayılar kusursuz olarak kullanılırken sırayı bozmamak için yanlarına küçük daire koymanın doğru olacağını ileri sürdü. Bu küçük daireyi “boş” anlamına “sıfır-sıfır” dendi. Batı dillerinde rakam anlamındaki “chiffre” sözü buradan gelir. Diğer taraftan Latin ilim adamları “sıfır”a “Zephyrum” dediler. İtalyanlarda bunu kısaltarak “Zero” yaptı.” (3)
“Bugün kullandığımız “Pi” adedinin mucidi Müslümanlardır. Gıyaseddin Cemşid Risale tül-Muhittiyye adlı eserde bunu ölçü olarak veriyor ve ölçü şudur : 3,141,592,635,589,743. Bugün elektronik makinalara yaptırılan hesaplarla bunun arasında en küçük bir ayrılık bulunamıyor.” (4)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, İslam Medeniyeti,S.98 (1001 Temel Eser)
2-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din,S.108-109
3-Will Durant, İslam Medeniyeti, S.97-98
4-Halid Sezgin, İnsan ve Medeniyet, S.73
2- Fizik-Kimya İlmi :
Fizik ilminin kurucusu olan Müslümanlar bu konuda da büyük simalar yetiştirmişlerdir. Bundanlar ibni Heysem, fizik ilminin babası sayılır. Molekül nazariyesini ortaya atan, kırılma kanununu keşfeden ve Batılı ilim adamlarına hocalık yapan bir dahidir.
Kepler, ışığın kırılma konusunda sahip olduğu bilgiyi İbni Heysem’den öğrenmiştir. “Muhammed ibni Heysem ışığın şeffaf cisimlerden geçerken kırılma olayı ile ilgili çalışmalar yaptı. Büyütücü mercekleri keşfetmeye çok yaklaştı. Roger Baconi Witelo ve diğer Avrupalı ilim adamları ancak üç asır sonra mikroskop ve teleskopu keşfederken El-Heysem’in eserlerine çalışmalarına istinat etmişlerdir.” (1)
“Robert Grosteste (Ölm.1235), XIII. Yüzyılda ilk defa fizik deneyleri ile ilgilenmiş ve mercekler üzerinde düşünmeye başlamıştır ki, bu iş için kaynağı İbnül-Heysam’ın (365-1039) Kitab-ül Mezazır adlı meşhur eseridir.” (2) R.Grosteste’nin öğrencisi olan Roger Bacon, olayların bilinmesi, ilimlerin öğrenilmesi için Müslümanların eserlerinin ve dillerinin bilinmesi gerektiğini söylediği için Oxford Üniversitesinin karışmasına sebep olmuş ve halk sokaklarda “Bacon Müslüman oldu” diye bağırmış, kilise tarafından aforoz edilmesine sebep olmuştur.
Roger Bacon, ışığın yansıma kanunu, kırılma olayı, küresel aynaların işleyişi üzerinde durdu. Ona bazı şeylerin bulucusu gözü ile bakıldı. Oysa Roger Bacon’un bilgileri İslam aleminden alınmış ve öğrenilmiş bilgilerdi.
Descartes, ışığın hızının sonsuz olduğunu iddia etmişti. İbni Sina ışık konusunda, ışığın gözle duyulması ışık kaynağından bir takım ufacık cisimlerin kopup göze çarpmasıyla meydana geliyorsa, ışığın hızının sonsuz olamayacağını söylemiştir.(3)
Roger Bacon’un faydalandığı diğer bilgin de El-Hazini’dir. El-Hazini, cisimlerin özgül ağırlıkları hakkında faydalı bilgiler verdiği gibi suyun cisimleri özgül ağırlıkları hakkında ağırlığının daha fazla olduğu teorisini ilk defa olarak ileri sürmüştür ki, bu teori sonradan Roger Bacon tarafından genişletilmiştir.(4)
Bu konuda kendisinden gururla bahsedebileceğimiz büyük bilginlerin biri de Biruni’dir. Biruni (973-1051) bilhassa trigonometri ve tecrübi fizik alanındaki çalışmalarıyla batı rönesansı, ilmi ve teknik gelişimlerin temelinde yatan en büyük şahsiyettir.
Birüni, 23 katı, 6 sıvı maddenin özgül ağırlıklarını kendisinin icat ettiği ve “konik alet” adını verdiği bir alet yardımı ile ölçmeye başarmıştır. Ve herhangi bir cismin özgül ağırlığının taşırdığı suyun hacmine tekabül ettiğini ifade etmiştir. Artezyen kuyularının çalışmalarını inceleyen ve ne şekilde çalıştığını açıklayan da Biruni’dir.
“Biruni, yalnız İslam aleminin değil, bütün dünyanın ortaçağda yetişmiş en büyük ilim simalardan biridir. Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi, Kronoloji, Metroloji (ölçüler bahsin) de pek büyük ihtisas ve maharet göstermiştir.
Biruni’nin sıcak su ile soğuk su arasındaki ağırlık farkını 0,041677 olarak tesbite muvaffak olduğunu söylersek, kendisinin ne kadar mahir bir tecrübeci olduğunu ifade etmiş oluruz. Altının, zümrüdün, izafi sıkletlerini Biruni daha o zamanlar tayin etmiştir.” (5)
Diğer ilim dalları gibi kimya ilminin de kurucuları Müslümanlardır. Kimyevi eczacılık Müslümanların icadıdır. Kimya sanayinde Müslüman bilginlerin başardıkları, boyacılık, dericilik keşfettikleri asit sülfirik, alkol, asit, nitrik, amonyak, nitrat, civa… hatırlanacak olursa İslam bilginlerinin kimya ilmine ne derece büyük hizmetlerde bulundukları meydana çıkacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will durant, The Age of Faith
2-A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Sa. 48
3-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, Sa. 112-504
4-Adıvar, Age. Sa. 120
5-İslam Ansiklopedisi, C.2, BİRUNİ
3- Coğrafya İlmi :
Harezmi, Kaşgarlı Mahmut, Piri Reis, Evliya Çelebi, Katip Çelebi coğrafya sahasında isim yapmış Müslüman Türk alimleridir.
Harezmi, Süret-ül Arz adlı eseri ile, Ali bin Abdurrahman Acaibül Mahlukat-ı ile, XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut, Divan-i Lugat-it Türl adlı eserinin sonuna ilave ettiği Türk cihan haritası ile, Piri Reis çizdiği iki dünya haritası ile coğrafya ilminin temellerini atmış, haritacılığın gelişmesine en büyük katkıyı yapmışlardır. Bugün en güzel harita yapma sisteminin Türklerde ve Türkiye’de oluşu, Türklerin coğrafya ilminde ne derece ileri gittiklerini gösterir.
Bugüne kadar Türkler tarafından çizilmiş haritalar bütün dünya otoritelerinin dikkatini çekecek kadar doğruluk ve mükemmelliktedir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
a) Dünya hakkındaki görüşler :
Kopernik’in güneşin merkez olup dünyanın ve gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü, dünyanın yuvarlaklığını söyleyen ilk insan olduğu doğru değildir. Olsa olsa ancak Batı için doğru olabilir.
Galile (1564-1642) XVII. Yüzyılda “dünya dönüyor” dediği için kilise tarafından cezalandırılınca “Zannederim ki, bu dünyada cehlin ilme karşı duyduğu kin ve nefretten daha feci bir kin ve nefret yoktur” demesi Avrupa’nın ne durumda olduğunu ifade eden en güzel delildir.
“İslam bilginlerinden Biruni (973-1051) dünyanın yuvarlaklığını hiç tereddüt etmeden kabul ederek, her şeyi arzın merkezine çeken yer çekim kuvvetini tespit etti. Dünyanın hergün kendi mihveri ve her yıl güneş etrafında döndüğünü ispatladı. Bundan altı asır sonra Galile dünyanın döndüğünü söylemiştir.” (1)
İslam dünyasında ilim ve hür düşüncenin geliştiği çağlarda Hıristiyan Batı cehaletin karanlığı ve tassubu içindeydi. 16. yüzyılda yaşayan Kopernik, Müslüman Türk alimlerinin eserlerinden ve fikirlerinden istifade ederek elde ettiği bilgileri kilisenin taassubundan korkarak ölünceye kadar sır olarak saklamıştır. Yazdığı eserin ölümünden sonra yayınlanmasını istemiştir. Ölümünden sonra yayınlanan kitabı 18. yüzyıla kadar kilisenin yasakladığı kitaplardan biri oldu.
Biruni, dünyanın büyük şehirleri için yapılmış enlem-boylam levhalarını neşretmiş, dünyanın yuvarlaklığını, hem kendi hem de güneş etrafında döndüğünü kopernik ve diğer batılı bilginlerden asırlar önce açıklamıştır. Bu fikri ortaya attığı zaman bazı kimselerin “Dünya dönüyorsa kayaların, ağaçların fırlaması gerekmez mi ? ” sorularını yerçekimi kuvveti ile cevap vermiş ve yerçekimini ispatlamıştır.
Biruni, Gazneli Mahmud’a güneşin aylarca batmadığı bir bölgeyi görmüş olduğunu söyleyip darıltmıştı. Razi, bu hadiseyi izah ederek Sultanı ikna etti.
Bugüne kadar okullarımızda gençlere okuttuğumuz tarih kitaplarında şöyle deniliyordu : “Kopernik (1473-1543) dünyanın yuvarlaklığını ispat etmiş, güneş sistemi hakkında teoriyi ileri sürüp bu husustaki ortaçağ zihniyetini yıkmıştır.”
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
b) Dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi :
Bugün hala İslam’dan habersiz olan bazı kimselerin İslam inancına göre dünyanın düz kabul edildiği ve öküzün üzerinde durduğu sözleri ancak bilgisizliğin eseridir.
Dünyanın yuvarlaklığını İslam ve İslam bilginleri ortaya koymuştur. Öküzün üzerinde durduğuna gelince : İslam tarihinde şöyle bir olay olmuştur. Bir gün bir zat Peygamber Efendimize gelerek :
- Şu anda dünya nerededir, diye sormuş ve şu cevabı almıştır :
- Öküzün üzerindedir.
Buradaki öküz boğa burcudur. Burçlar, gökyüzünde sabit oniki takım yıldızdır. Dünyamız hareket ederken her ay bunlardan geçer. Bu soru Peygamberimize sorulduğu zaman dünyamızın boğa burcunun üzerinde olduğu hesaplanmıştır. Peygamberimizin ulu-orta söz söylemesi düşünülemez. Çünkü Peygamberimiz diğer konularda olduğu gibi bu konuda da bilgisiz değildi.
Peygamberimizin oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk bu olayı İbrahim’in ölümü ile izaha çalışıyordu. Peygamberimiz onlara şu cevabı verdi :
– Güneş ile ay Allah’ın büyüklüğüne delalet eden alametlerden iki alamettir. Onlar ne bir kimsenin ölümü, ne de yaşaması ile tutulurlar.”
Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulur :
“Güneş kendi mihveri etrafında belirli bir vakit için hareket eder. Ayın da hareketine menziller (Miktarlar) takdir ettik, Ne güneşin aya yetişip çatması mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer. Hepsi (güneş,ay,yıldızlar) bir felekte yüzerler, devirlerini tamamlarlar.” (2)
“Biz yeri bir beşik, dağları birer kazık yapmadık mı ?” (3)
“Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın.Halbuki onlar bulutlar gibi geçer giderler.” (4)
Bilgileri Kur’an’a ve Hadislere dayanan İslam bilginleri, Avrupa’dan asırlarca önce dünyanın yuvarlak olduğunu, hem kendi hem güneş etrafında döndüğünü ispat etmişlerdir. Mesela bunlardan Gazali (Ölm.1111) : “Ay tutulması, dünyanın ay ile güneş arasına girmesinden ileri gelir. Çünkü ay ışığını güneşten alır. Dünya yuvarlaktır. Gök her taraftan onu kuşatmıştır. Eğer ay, dünyanın gölgesine düşerse güneşin ışığını alamaz. Güneş tutulması da ayın, güneşe bakanla güneş arasına girmesinden ibarettir.” (5)
Muhyid’din-l Arabi de : “Allah dünyayı küre halinde yarattı. Dünya küre şeklindedir. Ve ekseni etrafında dönmektedir. Bu dönüşünde gece gündüz meydana gelir.” (6)
İslamiyet’ten önce Türklerde dünyanın döndüğüne inanılırdı. “Eski Türk mitolojisine göre dünya dönüyordu. Dünyanın bu dönüşü, hem kendi hem de kutup yıldızı ekseninde meydana geliyordu.” (7) Bu inanç Türklerin Müslüman olmasından sonra kuvvetlendi ve gelişti. Dünyanın çevresini bugünkü ölçülere en yakın (24 Mil) olarak bulanlar Şakiroğulları adında üç Müslüman Türktür.
Dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü Avrupalılar Müslümanlardan öğrendi. Kristof Kolomb, Galile dünya hakkındaki bilgilerine Müslüman Türklere borçludur. “Müslümanların dünyanın yuvarlaklığına dair Coğrafi bilgileri Avrupa’ya intikal etmesi idi Colomb Hindistan’a garptan dolaşarak varmayı düşünemez ve Amerika’yı keşfedemezdi.” (8)
Avrupa’da taassup devam ederken Osmanlı Türklerinde ilmin zirveye tırmandığını görüyoruz. “Murat III. Zamanında Mahmut bin Ali Sipahi-Zade’nin (ölm.1588) Evzab-ül Mesalik ilk Marifet –il Memalik adıyla önce Arapça sonra Sadrazam Mehmet Paşanın emriyle Türkçe yazdığı eser dikkate değer, Önsözde yeryüzünün küre biçiminde olduğunu anlatır, sonraki bölümlerde denizler, gözler, ırmaklar, dağlar ve şehirlerden bahseder. Küre biçiminde olan dünyanın önce suyla kaplıyken, sonradan ancak yüksek yerlerin suyun dışında kalarak karaları meydana getirdiğini yazar.” (9)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will Durant, Historie de La civilisation L’age de la Foi,C.1,S.313
2-Yasin Suresi : 38-39-40
3-Nebe suresi : 6-7
4-Neml Suresi : 88
5-Gazali, Tehafutu’l Futuhat
6-Muhyid-din’l Arabi, Futuhat
7-Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.2.S.186-191
8-Prof. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, C.2,S.199
9-A.Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, S.83-84
4- Astronomi İlmi :
İslam’da ve İslam aleminde astronomi :
Astronomi çalışmalarını Kopernik, Galile gibi Batı alimleri ile başlatmak doğru değildir. İslam ülkelerinde astronomi çalışmaları İslam Peygamberi ile başlar.
İnsanlara yol gösterici olarak inen Kur’an-ı Kerim, insanoğlunun bilmediği konularda yeni yeni bilgilerle inmiştir. Bu konuda birkaç ayeti delil olarak gösterelim :
“Yıldızlarla insanlar yollarını doğrulturlar.” (Nahl Suresi : 16)
“Andolsun biz gökte burçlar yapmış ona ibretle bakanlar için donatmışızdır.” (Hicr Suresi:16)
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde düşünenler için deliller vardır.” (Al-i İmran Suresi :190)
“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı, nasıl bina etmişiz !” (Kaf Suresi : 6)
“O (Allah) karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileri ile yollarınızı doğrultmanız için, sizin menfaatinize yıldızlar yaratandır. Biz ayetlerimizi düşünen ve bilen kimseler için gerçekten apaçık bildirdik. “(En’am Suresi : 97)
Kendilerine bu ayetler inen Müslümanlar, gök cisimleri ve gök cisimlerinin hareketleri ile ilgilenmiş, oruç, namaz, hacc vakitlerini tayin etmişlerdir.
İslam aleminde 8. yüzyılda ilmi bir hüviyete bürünen 9. yüzyılda iyice hızlanmış ve araştırma merkezleri kurulmuştur. Cündi Şapur’da kurulan rasathanede gözlemler yapılmış, elde edilen bilgileri kapsayan eserler neşredilmiştir. Halife Memun zamanında (813-833) Bağdat’ta Şemmasiye ve Şam’da Kassasiyun rasathaneleri yaptırılmış, bu rasathanelerde Yahya bin Mansur, Harezmi gibi alimler gözlemler yapmışlardır. Harezmi, gezegenleri yerlerini ve dolanım sürelerini gösteren cetveller hazırlamıştır.
Battani’nin Fırat Nehri kenarında özel bir rasathanesi vardı. Burada asrolop, gnomon, yatay ve düşey güneş saati, küre, paralaktik cetveller ve duvar kadranı gibi aletler vardı. Harezmi tarafından güneş tutulması ile ilgili hesaplar yapılmış, yıldızların haritaları çizilerek, hareketleri gösterilmiştir.
“Halife Memun, güneş lekelerini incelemek üzere astronomlardan bir heyet kurdu. Dünyanın yuvarlaklığından emin olan bu alimler, güneşin vaziyetini tesbit etmek suretiyle bir arz derecesini ölçtüler. Bunların ölçüsü vaziyetini tesbit etmek suretiyle bir arz derecesini ölçtüler. Bunların ölçüsü 56 2/3 mil çıktı. Bugünkü hesabımızdan ancak yarım mil fazla idi. Bu astronomlar tamamıyla ilmi esaslara göre hareket ediyorlardı. Tecrübe ile sabit olmayan hiçbir şey kabul edilmezdi. Fergani’nin yazdığı (Miladi 860) Astronomi kitabı Avrupa’da yediyüz yıl esas kabul edilmiştir.” (1)
El-Kindi (ölm.873) hayatı boyunca kendini tabii ilimlerle astronomi çalışmalarına verdi. Bu konuda önemli neticeler elde etti.
10. yüzyılda yeniden büyük rasathaneler devri başladı. Şeref-ül Devle, Bağdat’ta sarayının bahçesinde yaptırdığı rasathane devrin en hassas aletlerle donatılmıştı.
El-biruni (973-1048) gezegenlerin hareketleri üzerinde durdu. Gecenin ve gündüzün meydana gelişi, uzayıp kısalmaları ve dünyanın hem kendi etrafında hem de güneş etrafında döndüğünü açıkladı. Biruni’den beş asır sonra Batı’da Kopernik aynı şeyleri tekrar ettiği halde kendini kabul ettiremiyor ve susmayı tercih ediyordu.
Türk tarihinde astronominin tarihi çok eskidir. “Eski Türkler göğe çok önem vermişlerdi. Çünkü oların gökleri Çin ve Hindistan’da olduğu gibi bulutlu değildir. Gece ve gündüz parlak bir gök Türklerin kalplerini ve gözlerini kendine çekiyordu. Çünkü eski Türkler zamanlarını, yollarını ve hatta iklim şartlarının değişip değişmeyeceğini gökteki yıldızlara bakarak öğrenirlerdi. Bunun için de geniş ve iyi gelişmiş bir yıldız bilgisine sahip olmaları gerekiyordu.” (2)
“Uygurlarda yüzyılların tecrübesi ile tababet de teessüs etmiş olup bu mevzua dair yazılmış olan eserler de elde edilmiştir. Daha sonra hey’ete dair yazılmış olan eserler de elde edilmiştir. Daha sonra hey’ete dair bir eser de vardır ki 1308 yılında vücuda getirilmiş olup yıldızların harekatından bahseder. Bu eserin vermiş olduğu malumat Berlin Rasathanesi
tarafından tetkik edilmiş ve hepsinin de doğru olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca 1202’de yazılmış bir eserde yıldızların güneşe göre harekatını tespit etmektedir.” (3)
Tarih boyunca Türk kültürünün bir parçası olarak devam eden astronomi ilmi Selçuklular zamanında da devam etmiş ve yeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. 11. yüzyılın en mühim rasathanesi, Selçuk Sultanı Melikşah tarafından İsfahan’ da kurulmuş olan Melikşah Rasathanesidir. Vezir Nizm-ül Mülk medreseyi bir yüksek tahsil müessesesi olarak açtıktan sonra en değerli ilim adamlarını burada topladı.
12. ve 13. yüzyıllar da rasathanecilik bakımından önemli bir dönem olmuştur. Nasır el Tusi tarafından Meraga Rasathanesi en hassas aletlerle donatıldı. Buradan gök cimleri incelendi. Önemli bilgiler elde edildi ve eserler yazıldı.
Astronomi ilmi Fatih Sultan Mehmet zamanında zirveye ulaştı. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra burayı ilim ve sanat merkezi haline getirdi. Üniversite olarak vazife gören medreselerde astronomi derslerine büyük önem verildi. Büyük alimler yetişti.
Uluğ Bey’den ve Kadızade’den ders almış, onların teveccühüne ve sevgisine mazhar olmuş Ali Kuşçu, o devrin en büyük astronomi alimidir. İlme düşkün olan Fatih tarafından Ayasofya Medresesine hoca tayin edilmiştir. Burada astronomi alanında çok verimli çalışmaları olmuştur. Fatihin daveti üzerine “İstanbul’ a vardığında zamanın en meşhur bilginlerinden Hoca Zade ve başkaları tarafından Üsküdar’da karşılanmış ve kadırga içinde Hoca Zade ile gitgel dalgaları üzerine bir tartışmaya girişmiştir.” (4)
“Bizde ilim olarak astronomi, tarihimizin çok güçlü bir devrinin çok yönlü bir padişahı olan Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra doğu aleminin şöhretli bir astronomu olan Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi ile başlar.
Ali Kuşçu, Timurlengin torunu Uluğ Bey’in 1420 yılında Semerkand’da kurduğu rasathanenin ikinci müdürü ve aslen Bursalı olan Kadı Zade’nin öğrencisi idi. Uluğ bey 1449 yılında oğlu tarafından öldürüldükten sonra zamanının en büyük ve şöhretli rasathanesi olan bu rasathane dağılmış ve Azerbaycan’a geçen Ali Kuşçu da İran Şahı tarafından elçi olarak İstanbul’a gönderilmiştir. Zamanın Padişahı olan Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu’ya büyük itibar göstermiş, Ali Kuşçu, Padişahın İstanbul’da kalması teklifini kabul etmiş ve Fatih Sultan Mehmet de kendisini Ayasofya Medresesine müderris tayin etmiştir. Böylece bizde de ilmi astronominin ilk temelleri atılmıştır.” (5)
Astronomi ilmine büyük katkılarda bulunan diğer Türk büyüğü de Uluğ bey’dir. Uluğ Bey, “Ruh, zeka bakımından sayan-ı dikkat bir insandı; usta bir şair, alim bir din adamı, yüksek bir matematikçiydi. Etrafında parlak alimler, edebiyatçılar ve sanatkarlar vardı. Uzun Müddet naib olarak bulunduğu Semerkandı muhteşem abidelerle süsledi, bir rasathane kurdu. Buraya kapanıp “Astronomik Cetveller”i üzerinde çalışmayı çok severdi; bu cetveller, doğrulukları bakımından daha öncekilerden çok üstündü.” (6)
“Uluğ Bey’in ilmi çalışmalarını gösteren en kudretli tarafı, matematik ve bilhassa astronomiye ait değerli faaliyetleridir. Uluğ Bey, biri Semerkandda diğeri Buhara’da olmak üzere iki büyük medrese yaptırdı. Semerkand’daki medresenin idaresini, Hocası Bursalı Kadı Zade’ye verdi. Uluğ Bey’in bu medreseye tayin ettiği müderrislerin hemen hepsi astronomi ve matematik ilimlerinde devrinin en büyük alimleri idi.
Semerkand medresesi, sadece İslami ilimlerin okutulmasını değil, müsbet ilimlerin de öğrenilmesini vazife edinmiş bir ilim müessesi idi. Bu medresenin büyük kapısının üzerindeki kemer, sema ve yıldızları içine alan kabartma tezyinatı ile gökyüzünü tasvie ediyordu. Şüphe yokki, bu tezyinar Uluğ Bey tarafından medresede müsbet ilimlerin okutulacağına bir işaret olmak üzere yaptırılmıştı.” (7)
Müslüman Türklerde astronomi diğer ilimler gibi bu derece ilerlemişken Hıristiyan Batı başını kaldırıp gök yüzüne bakamıyordu. Astronomi ilmi Batı’ya Müslüman Türklerin uğurlu elleri ile girmiş ve Batı’da ilmi mirasımız olmuştur. Haçlı orduları Sevil şehrini zaptedince daha evvel orada Müslümanlar tarafından yapılan, en hassas aletlerle donatılan rasathanenin ne işe yaradığını tahmin bile edememişlerdi. Çünkü Batı, yıldızları ancak fal için kullanıyor ve işlerini ona göre tayin ediyorlardı.
Günümüzde bile astronominin ülkemizde çok ileri bir durumda olduğu söylenebilir. Bugün Kandilli ve Ege Üniversitesi Rasathaneleri bütün uygulama ihtiyacımıza cevap vermekte ve milletler arası astronomi sahasında milletimizin göğsünü kabartmaktadır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Will durant, Historie de la civilisation L’age le Foi, S.310
2-Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.1, Sa.12
3-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1,Sa.165
4-A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Sa.41
5-Prof. Dr. Nüzhet Gökdoğan, Bilim ve Teknik Mecmuası, Sayı : 72, Sa.2
6-Fernand Grenard, Babur,Sa.10 (1000 Temel Eser)
7-Türk Kültürü Dergisi, Sayı:3 Sa.43-44
5- Tıp İlmi :
Tarih boyunca Türklerde ve İslamiyette insana büyük değer verilmiştir. Türkler’de ve İslam’da hiçbir zaman insan horlanmamış ve insana asla aşağı bir varlık gözü ile bakılmamıştır.
İslamiyet, insan sağlığının ve sıhhatinin korunmasını esas almış, insanın sağlığını ve sıhhatini korumasını, insana başta gelen görev olarak yüklemiştir. Böylece, hayati bir ilim olan tıp ilmi, Müslümanlar arasında gelişmiş ve Müslümanların uğurlu elleri ile insanlığa miras bırakılmıştır.
- Yakın zamana kadar Batı :
19. asrn başlarına kadar Batı’da akıl ve Ruh hastaları, şeytanla işbirliği yapmış, lanetlenmiş, insanlık dışı yaratıklar olarak kabul edilmiştir. Hastaların taşa tutulup öldürülme, ölünceye kadar zincire vurulma veya diri diri yakılmak suretiyle vücutlarına giren şeytanın çıkarılma yoluna gidilmiştir.
Diğer hastalıklara tutulanlar da, lanetlenmiş kişiler olarak kabul ediliyor ve işkencelerle karşılık görüyordu. Hastalıklar, bazı sihirli kuvvetlere bağlanıyor, hastalıklar, kötü ruhların ve yıldızların eseri olarak açıklanıyordu.
Kilisenin inancına göre insanı tanrı yaratmıştı, ona insan dokunamazdı. Bunun için insan vücuduna dokunmak yasaklanmıştı. Bilgi vasıtalarına başvurmak, hastalıklar için tedbir almak, ilaç kullanmak tanrıya isyan etmek olarak ilan edilmişti. İlim adamları insan yapısı ve hastalıklar konusunda yazmaktan ve araştırmaktan men edilmiş, bu yasağa uymayanlar ağır cezalarla cezalandırılmıştır.
Gizli gizli hastalıkları tedavi etmeye çalışanların ücretlerini hastanın varisleri ödemek zorunda kalıyordu. Çünkü konulan yasaklar, tıbbın gelişmesini önlemiş, hastalıkların yayılmasına yol açmış olduğundan, en basit hastalıklar bile korku ve dehşet saçmaktaydı.
“Kont Dedo öyle yağ bağlamıştı ki, bunun müthiş sıkıntısını çekiyordu. Doktoru ona karnını yarıp fazla yağları çıkarma tavsiyesinde bulundu. Bu ameliyat tabii Kont’un ölümüne sebep oldu. 1190” (1)
“Galvin, Cenevre’de Aragon’lu Michel Servetur adındaki ilahiyatçı bir hekimi hafif ateş üzerinde pişire pişire yaktırmıştı. Harvey’den önce ciğerlerde kan dolaşımını keşfeden bu zavallı hekimin tek günahı Hıristiyanlık akidelerinde Galvin’in düşündüğü gibi düşünmekten ibaretti.” (2)
“Tarihte ençok kan döken kurumlarından olan Katolik kilisesi, “kilise kan dökmekten nefret eder” düsturuna uyarak ölülerin teşhirini önleyen gülümç bir sebep daha ortaya attı. Hatta yukarıda zikrettiğimiz 1281 yılı ruhani meclisi, yine bu sebeple keşişlere cerrahi ameliyat yapmayı yasaklamıştı.” (3)
1416 yılında doktor olma arzusu ile Viyana Üniversitesine gelen bir cerrah, arzusunun yüzsüz bir hareket sayılması sebebiyle geri çevrilmişti.
“13. yüzyıl başlarında papa III. Honorius, hekimliği hakir gördüğü için rahipler sınıfının doktorluk yapmasını yasak etmişti.”
“Würzburg’fa 1298 yılında toplanan ruhaniler meclisi, din adamlarına sadece cerrahlık yapmak değil, cerrahi ameliyatlarda hazır bulunmayı da yasak etmişti. Bu yüzden cerrahlık uzun zaman ayıp sayıldı.”
“Bugünde bazı doktorların kullandıkları bir usül hakkında, 1300 yıllarında Montpellier’ de tıp hocalığı yapan Arnoldus Villanovanus’un şu sözlerine rastlıyoruz : “İdrarda bir şey bulamadığınız takdirde karaciğer obstruction’u olduğunu söylersiniz. Hasta tutarda baş ağrılarından şikayet ederse, karaciğer bozuk da ondan dersiniz. Amma “obstruction” kelimesini kullanmayı sakın ihmal etmeyiniz. Çünkü hastalar bunun ne demek olduğunu anlamazlar. Manasını hastaların bilmedikleri kelimeleri kullanmanız mühimdir.” (4)
- İslam Aleminin Durumu :
18. yüzyıl Avrupa’sında hastalar tedavi değil, işkence, merhamet değil lanet görürken, hastaların bedenine mikrop değil, şeytan veya kötü ruhların girdiği kabul edilip, hastalıkların yıldızların eseri olduğu zannedilirken, hastalıklar karşısında acz gösterilip kendiliğinden geçmesi beklenirken 7. yüzyılda insanlığa kurtarıcı olarak gönderilen İslam Peygamberi, hastalıkların nedenini ve tedavi şekillerini açıklamış, bununla da yetinmeyerek şu sağlık kurallarını ortaya koymuştur :
“Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Allah hiçbir dert vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun.”
“İhtiyarlık müstesna Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, ilâcını da yaratmamış olsun.”
“Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere girmeyiniz ve bulunduğunuz yerde veba zuhur ederse o yerden çıkmayınız.”
“Tozlardan topraklardan kaçınınız onlardan hastalık illeti ârız olur”
“Sağlam deveyi hasta olan devenin yanına sokmayınız”
“Beden ilmi, din ilminden üstündür”
“Dünyada iki nimet vardır, sıhhat ve huzur, halbuki insanların çoğu bunlara dikkat etmez.”
“Sünnet olunuz, çocuklarınızı sünnet ettiriniz”
“Fahişelere, delilere çocuklarınızı emzirtmeyiniz.”
“Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız”
“Perhiz bütün devanın başıdır”
“Suyu deve gibi bir nefeste içmeyiniz.”
“Yemeklerinizi çok sıcak yemeyiniz, yemeğe üflemeyiniz.”
Bunlar gibi daha birçok sözle sağlıklı kalmanın yollarını öğütlemiş, hastalıklardan korunma yollarını göstermiş ve her derdin devası olduğunu, eli-kolu bağlı yatmayıp devanın aranmasını emretmiştir.
Peygamberimizin kendisi de ateşli hastalıklarda derin kuyular kazdırmış soğuk su tulumları kullanmış, zehirlenmelerde mideyi boşaltmak için kusturmuş, veremlilerin dağlara çıkıp süt içmelerini söylemiş, sıtma hastalığının önüne geçebilmek için bataklıkları hurma fidanı diktirerek kurutma yoluna gitmiş, her evde lağım çukurları kazılmasını emretmiştir. Ayrıca kan alma ve dağlama usüllerini uygulamış ve hasta hayvanları bile tedaviye çalışıp, uyuz develere katran sürdürmüştür. Kendisine hastayım diye gelenleri çeşitli otlardan ilaç elde eden ve hastalara uygulayan, Haris bin Kelede’ye göndermiştir.
Hepsinden önemlisi; abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, gusletmek gibi emirler, içki, zina gibi yasaklarla gelmiştir.
İslam Peygamberinin getirdiği prensipler dahilinde hareket eden ve O’na bağlı olarak yaşayan Müslümanlar ilk hastaneleri, eczaneleri, dispanserleri kurdular. Hastalıkları ve ilaçları keşfettiler.
“Tarihte ilk dispanserleri, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunun kurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin yazarları da yine Müslümanlar olmuştur. Müslüman hekimleri, banyonun şiddetle taraftarıydılar. Bilhassa nöbetlerde ve buhar banyosu şeklinde bu usule başvuruyorlardı. Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslam hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur.” (5)
Müslümanlar eczaneleri, dispanserleri kurduktan sonra ameliyatlar yapmışlar, tıp ilmine ölmez eserler ve isimler bırakmışlardır.
Horasan’ın Rey şehrinde doğan büyük Türk bilgini Ebu Bekir Razi (850-932) çiçek ve kızamık aşıları üzerinde çalışmalar yaptı, kaytan aşısını buldu. Kalp sektelerinde kan alma yoluna gitti, ateşli hastalıklarda soğuksu kullandı ve idrar yollarındaki taşları ameliyatla aldı veya ilaçlarla parçalama yoluna gitti. “Çiçek ve kızamık hastalıklarını ilk tetkik eden odur. Razi’nin bu keşifleri tıp aleminin şaheserleri sayılır. Bu keşifler, 19. asra kadar tesirlerini yaşattı. Razi bütün Avrupa Üniversitelerinde İbn-i Sina ile müvazi olarak okutulurdu.” (6)
“Hiç şüphesiz ki Razi, ortaçağda Batı ve Doğunun büyük bir Klinik hocasıydı. Kendisinin en önemli eseri, Kimyayı tıpta uygulaması ve tıpta Galenos’un başladığı gözlem esasını bir kat daha kuvvetlendirmiş olmasıdır. Özellikle çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki incelemeleri, Doğu tıp eserleri arasında zamanı için bir şaheserdir. En büyük eseri Elhavi adıyla yazdığı ve Latinceye Continens diye tercüme olunan büyük tıp ansiklopedisidir.” (7)
Tıp denince akla gelen en büyük isim İbn-i Sina’dır İbni Sina (980-1037) Batı’da Avicenna adı ile tanınır ve doktorların sultanı olarak bilinir. “İbni Sina, 16 yaşına vardığı zaman tıp ilmini tamamıyla öğrenmiş bulunuyordu. Bir çok yaşlı tabipler onun yanına geliyor ve onunla birlikte çalışıyorlardı. İbni Sina hastaları da ziyarete başlayarak klinik işlerinde de ihtisas sahibi oldu. 18 yaşına vardığı zaman büyük ve meşhur eseri olan Kanun’u yazdı. Sonra felsefenin dört doktrinine göre Şifa adlı eserini yazdı” (8)
Batının “Avicenna” adını takarak Latinleştirmek istediği İbni Sina’nın Kanun ve Şifa adlı eserleri 12. yüzyıldan 18. asrın ortalarına kadar Batıda temel ders kitabı olarak okutulmuştur. Bir batılı yazar Kanun kitabı için : “Hiçbir tıbbi eser bu kadar okunmamıştır” diyerek eserin mükemmelliğini ifade etmiştir.”
“İbni Sina’nın tıpta hem doğuda hem batıda çok önem kazanmış ve yıllarca ders kitabı yerini tutmuş olan Kanun’u 12. asırda Latinceye çevrilince, o zamana kadar batıda yazılan eserler ve söylenen sözlerin hepsi itibardan düşmüş, aralıksız altı asrı aşkın bir zaman Batı’da esas ders kitabı olarak okunmuştur. Razi’nin ve İbni Sina’nın resimleri Paris Tıp Fakültesinin holünde asılmış Batı üniversitelerine hakim olan eserleri defalarca tercüme ve tab edilerek tedrisatta esas ittihaz edilmiştir.
İbni Sina, eserlerinde 800 ilacın adından, nasıl yapıldığından ve hangi hastalıklarda kullanıldığından bahseder. 16 yaşında. Tıp diplomasını alan İbni Sina, 17 yaşında emir Nuh bin Mansuru tedavi etmiştir. Ruh hastalıkları üzerinde durmuş, delilere şefkat ve merhametle muamele edilmesini tavsiye etmiştir.
İlk şeker hastalıkları üzerinde duran, hastaların idrarındaki şekeri keşfeden ve idrardaki şeker tahlilini yapan, ameliyatlardan önce şuruba afyon karıştırarak hastaya içiren, ceninin ana rahminden iç adalelerin tazyiki ile çıktığını ilk ifade eden, kanın gıdaya taşıdığını ve kanın fonksiyonunu ilk keşfeden İbni Sina’dır.
“Aristo, kanın kalpten çıktığını gördü, fakat kanın kalbe döndüğünü göremedi. İbni Sina küçük ve büyük deveranları vezihen sezip meydana çıkardı. Aristo ve Galien, kanı ruhun makarı telakki ettiler. İbni Sina ise, doğru olarak kanın gıdaya taşıyan bir mayi olduğunu keşfetti.” (10)
Bundan başka İbni sina, cerahatsız yara tedavi usulünü ortaya koydu. İçme suları üzerinde durdu. İyi su olmayınca kaynatma ile tasfiye etme yoluna gitti. Civa ile tedavi usulünü o buldu. Ağrıları hafifletmek için şuruba afyon, ban otu, Hindistan cevizi karıştırarak ameliyatlar yaptı.
Avrupa 14. asırda hastane mefhumunu idrak edebilmişken, İslam aleminde 10. asırda yalnız Kurtuba’da elli hastane mevcuttu. “Avrupa’da akıl hastalarının XIX. Yüzyıla kadar hasta değil, şeytanla işbirliği yapmış insanlar olarak muamele gördüklerini, hatta diri diri ateşte yakıldıklarını kaydetmek icap ed er.” (11)
Müslüman Türklerde ise lanet değil, merhamet, eziyet değil şefkat görmüş ve akıl hastaları için ayrı hastaneler kurulmuştur. Darüşşifa denilen bu yerlerde çeşitli yollarla tedavi ve hayatlarının sonuna kadar insanca muamele görmüşlerdir.
İngiliz doktoru John Heward 1788’de darüşşifalara hayran kalmıştır. Dr. Kraft Ebing, 1897’de yazdığı eserinde : “Batı akıl hastalarını tedavi etmeyi Türklerden öğrenmiştir” diyerek İslam tıbbının ne derece gelişmiş ve Batı üzerinde etkili olduğunu belirtmiştir.
Atalarımız “az ye, az uyu, az konuş” atasözünü, asırlarca Avrupa’ya ilham kaynağı olan İslam tıbbının özünden çıkarmışlardır. Büyük İslam alimleri : “Çok uyuyan gözden, çok yiyen karından, faydasız sözden sana sığınırım Allah’ım” diye dua etmişlerdir. Sümrtebni Cündüp (ra), çok yemek yiyen ve sonra da kusan oğluna: “Eğer bu hal üzere ölmüş olsaydın vallahi namazını kılmazdım” demesi düşündüren bir husustur.
İmam-ı Şafi Hz.lerinin : “İlm-i tıbbın yok olması, ilmin üçte birinin elden çıkmasıdır” demesi de İslam’ın tıbba verdiği önemi belirtir.
İslam’ı ruhlarına sindiren ve hayatlarında uygulayan atalarımız da “Hekimsiz, hakimsiz yerde durulmaz” diyerek insan sağlığına büyük bir önem vermişlerdir. Seyyah İbni Batuta : “Suriye’de bereket, Anadolu’da sağlık gördüm” demiştir.
Dünyada ilk tıp eğitimi modern manada Selçuklular zamanında 1205 tarihinde Kılıçaslan oğlu Keyhüsrev tarafından kurulan tıp okulunda başlar. Bundan sonra 1217’de sivas’ta Darüşşifa kurulmuş, hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından karşılanmıştır. Kayıtlara göre evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir ve hasta iyi oluncaya kadar eline harçlık verilirdi.
1339’da Bursa’da Yıldırım Darüşşifa’sı kurulmuştur.
İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’u bir ilim ve kültür merkezi haline getiren Fatih Sultan Mehmet tarafından 8 fakülteyi içine alan “Sahn-ı Semen” denilen devrin en büyük ilim ve kültür müessesesi olan Sahn-ı Semenden biri tıp fakültesi idi. Burada hem öğrenim hem de tedavi yapılırdı.
Fatih Hastanesinden Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde şöyle söz eder :
“Fatih Hastanesi : 70 oda, 80 kubbe ve 200 memuru vardır. Dersiam hekim başı vardır. Gidip gelenden biri hasta olsa hastaneye götürülüp ona bakarlar, uygun ilaçlarla tedavi ederler. İpek, altın işlemeli, bürümcük gecelikleri vardı. Günde iki defa türlü türlü güzel yemekler verilir. Evkafı öylesine sağlamdır ki, vakıfnamesinde “Eğer mutlaka keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmazsa, bülbül, serçe ve güvercin pişip hastalara bol bol verilsin” diye yazılıdır. Hastalara, divanelere deliliklerinin geçmesi için müzikçiler ve okuyucular tayin edilmiştir.” (12)
Devamla Evliye Çelebi diğer hastanelerden de şöyle bahseder :
“Süleyman Han Hastanesi : Bu şifa yurdu öyle bir deva ocağıdır ki, Allah’ın emriyle hasta üç günde şifa bulur. Çok üstad cerrahları vardır. Bu sığınılacak yeri anlatmakla dil aciz kalır.” (12)
“Sultan Ahmed Han Hastanesi : Bunun da evkafı sağlamdır. Yoksulların ve divanelerin çoğunu şifa yurduna getirirler. Zira bunun da havası güzel ve memurları sevimli ve iyi adamlardır ki, hastalara daima can ve gönülden hizmet ederler.” (12)
14 Mart 1827’de türk Tıbbıyesini kuran Mahmut II Tıbbiyenin açılış fermanında şöyle der :
“Çocuklar bu yüce binaları tıp okulu olmak üzere hazırlatarak adına Mekteb-i Tıbbıye-i Aliyei Şahane dedim. Burada insan sağlığına hizmet gibi aziz bir iş görüleceğinden bu okulu bütün öteki okullardan üstün tuttum” (13)
“Türkiye’de ordunun veteriner hekim ihtiyacının karşılamak amacı ile 1842 tarihinde İstanbul’da ilk veteriner okulu açılmıştır.” (14)
Tıp tarihinde ilk diploma merasimi 20 Eylül 1843 tarihinde Galatasaray Tıbbıyesinde yapılmıştır. Devrin padişahı Sultan Abdülmecid merasimde bulunmak ve imtihanları dinlemek üzere gelmiş, talebelerin oturmalarını söylemiştir. ( O zamanlar Osmanlı padişahının huzurunda Kırım hanlarının dışında kimse oturmazdı.) İlk imtihana Salih efendi girmiş, besmele çekerek sualleri cevaplandırmış ve tıp tarihinin bir numaralı diplomasını almaya hak kazanmıştır. Kendisine bu başarısından dolayı “Muallimlik” bugünkü deyimle Profesörlük ünvanı verilmiş, tıp ilmine bu ünvanla hizmet etmiştir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Türk tıbbı ileri seviyededir. Milletimize milyonlara mal olan tahsilden sonra yabancı ülkelere giden, yeni buluşları ile tıp ilmine katkılarda bulunan doktorlarımız, başka ülkelerde “tedavisi imkansız” denildiği halde, memleketimizde tedavi edilip, şükran ifadesinde bulunan hastalar bunun delilidir.
Türkiyenin tıp dalında sağladığı başarılar hala dünya sağlık teşkilatı tarafından takdirle karşılanmaktadır. 1972 senesinde Türkiye, tüberküloz sahası tatbikatı eğitim merkezi sahası olarak seçilmiş, çeşitli ülkelere mensup 14 yabancı doktor Türkiye’de verem savaş eğitimi görmek üzere gelmiş ve 20 gün eğitim görmüşlerdir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- AhmetGürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenleştirmesi, S.69
2- A.Adnan Adıvar, Tarih boyunca İlim ve Din, S.147
3- Adıvar, Age.S.154
4- Gürkan, Age.S.68-69
5- Will Durant, İslam Medeniyeti, S.105, (1001 Temel Eser)
6- Gürkan, Age. S.235
7- Adıvar, Age.S.109
8- Abül Feraç Tarihi,C.1S.294-295,Ter.Ömer Rıza Doğrul
9- Adıvar,Age. S.112
10- Gürkan, Age. S.236
11- Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, S.308
12- Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler,C.1S.98 (1000 Temel Eser)
13- Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, C.2, S.224
14-Prof. Dr. Nihal Erk,Bilim ve Teknik Mec.Sayı:72,S.36
AŞI – MİKROP – KARANTİNA :
1822’de dünyaya gözlerini açan Louis Pasteur, aşıyı bulan, temizlik kurallarını ortaya koyan modern tıbbın öncüsü, bakteriyoloji ilminin temellerini atan büyük alim, mikrobun kaşifi… İşte yeni nesil Pasteur’ü böyle bilir.
İslam aleminde 7. yüzyıldan itibaren aşı bilinen bir husustur. Bir doktorumuz yazdığı eserinde şöyle diyor.
“160 Hicri senesinde ölen ve 500 kadar telif eseri olan Tavas’lı Musa İbn-i Abu Hayyam’ın El-Halis isimli kitabında, göz hastalıklarında, boğaz anjinlerinde Resulullah’ın su tavsiyesi yazılıdır.
“Mantarları alınır, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf hasıl olur. demir bir şiş alınız, kızdırınız, soğuduktan sonra üç defa küfe sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz ve küfü boğaza tala ediniz.” (1)
Razi (850-932) çiçek ve kızamık hastalıkları üzerinde durmuş bu konuda kitap yazmıştır.
Müslümanlar çiçek ve kızamık hastalıklarına erken keşfettikleri aşı ile karşı koymuş öldürücü ve korku salan hastalıklar olmaktan çıkarmışlardır. “Penisilin ve asper gelius’un küf maddesini, yük eşeklerinin koşum takımlarıyla mantarlardan elde ediyorlar, bunları işleyerek iltihabı yaralarda kullanıyorlardı. Boğaz iltihabında ise, küflü ekmeğin yeşilimsi tozunu hastanın boğazına kuvvetle üflüyorlardı. Mikro organizmanın iltihapları durdurucu tesirlerinin Müslümanlar tarafından bu derece erken öğrenilmesinin hayranıyız.” (2)
Hastalıklar Avrupa’da ölüm ve dehşet saçarken Türklerde keşfedilen aşı sayesinde kolaylıkla önlenebiliyordu. Bu konuda memleketimizde uzun müddet kalmış olan Lady Montagu şöyle diyor :
“Bizde pek çok yaygın ve zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Bir çok koca karının san’atları sırf bu ameliyatı yapmaktır. “devamla bu aşıların ceviz kabukları içinde saklandıklarını yazıyor.” (3)
Türkiye’de durum bu iken bugün medeni sayılan ülkelerde aşı bilinmediği gibi hastalıklara karşı ilaçla tedaviye karşı çıkılıyordu. “Amerika’da aşı aleyhtarlığı otuz yıl kadar şiddetle devam etmiştir. Önce 1721 yılında Bostan şehrinde Dr. Boylston isminde bir zat, ilk aşı ameliyesini kendi oğluna uygulamışsa da, şehrin büyükleri bu ameliyeyi bir daha tekrar etmekten doktoru men ettikleri gibi, bunun bir insanı zehirlemekten farkı olmadığını, bu sebeple doktorun adam öldürmeye teşebbüsten sanık olarak muhakeme edilmesi lazım geldiğini iddiaya kadar vardılar. Hatta Boylston’un hayatı uzun zaman tehlikede kaldı. Geceleri evinden çıkamaz hale geldi. (4)
Netice olarak Tıp tarihinde aşıyı bulma ve kullanma şerefi Müslümanlara aittir. Müslümanların yaptığı keşifler, Avrupa tıbbına ilham kaynağı olmuştur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
1-Dr. Münir Derman, Allah Dostu Der ki, S.78
2-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi, S.202
3-Lady Montagu, 1 Nisan 1717, Edirne tarihli Mektubundan
4-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, S.276-277
-
MİKROP :
18. yüzyıl Avrupasında yıldızlar, şeytanlar ve kötü ruhlar hastalıkların sebebi olarak görülüyor ve hastalıklarla mücadele edilmediği gibi, hastalıkların nedenleri de araştırılmıyordu. Böylece en basit hastalıklar bile salgın hale geliyor ve ölüm saçıyordu.
İslam aleminde ise asırlar önce hastalıklar üzerinde durulmuş, hastalıkların nedenleri ve tedavi şekilleri araştırılmıştır. Çünkü İslam Dini, insanların kendi elleri ile kendilerini tehlikeye atmamalarını, her derdin bir dermanı olduğunu bildirmiş ve insanların tedavi olunmalarını emretmiş, her konuda olduğu gibi hastalıklar konusunda da açıkça değil işaretler yolu ile bilgiler verilmiştir.
Hastalıklardan ve hastalıkların nedenlerinden açıkça bahsedilemezdi. Çünkü İslamiyet her devre hitap etme özelliğine sahiptir. Eğer açıkça bahsedilseydi, İslam’ın hükümleri her devirde geçerliliğini koruyamazdı. Bedeviye hitap ettiği gibi medeniye de hitap eden İslam, bazı konularda açık hükümler ortaya koymuş olsaydı, İslam’la ilk karşılaşan insanların kafaları, akılları almayacak, tenkitler olacak ve İslam’ı kabul etmeyeceklerdi. Daha sonra da demode olacaktı. Bundan başka çalışmaya, gayrete, akla ve ilme iş kalmayacaktı.
Diyelim ki, mikrop konusunda İslam, VII. Yüzyılda bir avuç pis suda binlerce canlı mikrop vardır. Hastalıkların sebepleri bunlardır demiş olsaydı. Araplar bakıp göremeyecek ve bunu anlamayacak, dolayısıyla İslam’ı kabul etmeyecekti. Bunun için İslam bazı konuları açıklıkla değil, işaretle hükümler ortaya konmuştur.
İslam Peygamberi :
“Tozlardan, pisliklerden sakınınız. Zira onlardan Nemse denilen illet arız olur.”
“Vebadan aslandan kaçar gibi kaçınınız.”
“Hiçbir hastalığın kendi kendine sirayeti yoktur. “buyurarak hastalıkların kendi kendine değil Nemse denilen illet yolu ile meydana geldiğini veba mikrobunun aslana benzediğini ifade etmiştir.
622 tarihinde Mekke’den Medine’ye göç eden İslam Peygamberi, Medine’de sıtma hastalığının yaygın olduğunu görmüş ve bataklıkların hastalığın nedeni olduğunu söyleyip, 30 bin hurma fidanı diktirerek bataklıkları kurutmuştur. Daha sonra mikropların barındığı ve yayılmasına sebep olduğu pisliğe karşı çıkmış, temiz olmayı, temizliğe dikkat etmeyi emretmiştir.
X. asırda yaşamış büyük Türk bilgini İbni sina, 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Batı’da ders kitabı olarak kabul edilmiş, Batı tıbbına ilham kaynağı olan “Kanun” adlı eserinde hastalıklar ve tedavi şekilleri üzerinde durmuş ve ilaçların elde edilişinden bahsetmiştir. Sağlıklı su elde edebilmek için suyun kaynatılmasını tavsiye etmiştir. En önemli husus da hastalıkları meydana getiren mikroplardan bahsetmiş ve : “ Hastalıkları yapan bir kurttur. Ne yazık ki onu görecek elimizde mevcut bir aletimiz yoktur. Temizlik bu gibi kurtlardan ileri gelen hastalıkların önünü alır” demiştir.
Bu konuda kayda değer bir kişi de Fatih gibi bir eser yetiştiren Akşemseddin’dir. Akşemseddin Maddet-ül-Hayat adlı eserinde hastalıklar ve sebepleri üzerinde durmuş, mikroplardan bahsetmiş, mikropları tarif etmiştir. Hatta mikropların kuluçka sürelerini de açıklamıştır. Yalnız “mikrop” adını kullanmamıştır. “Küçük canlı varlıklar” deyimini kullanmıştır.
“Akşemseddin, bilhassa bulaşıcı hastalıklar üzerinde durmuştu. Çünkü o devirde salgınlar büyük tahribat yapmaktaydı. Nihayet araştırmaların sonunda vardığı neticeyi “Maddet-ül-Hayat” adlı eserinde şöyle ifade etmiştir : “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatadır. Hastalık insandan insana bulaşma yolu ile geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur.”
İşte böylece bu büyük Türk hekimi beş yüz yıl evvel mikrop teorisini ortaya koymuştur. Pastör aynı neticeye “hem de teknik araçların yardımcılığıyla- ancak dört yüz yıl sonra ulaşabilmiştir. Buna rağmen teori ona mal edilmiştir.” (1)
İslam Peygamberinden, İbni Sina’dan ve Akşemseddin’den sonra Pastör mikrobun kaşifi sayılamaz. Bu konuda ona verebileceğimiz bir şeref payesi yoktur. Çünkü Pastör’ün bulduğu şey mikrobun kendisi değil, “Mikrop” kelimesidir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
- 1-Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, S.244
e) KARANTİNA :
Karantina son yüzyılın icadı değildir. Türk tarihinde ve İslam tarihinde çok eskiden bilinen ve uygulanan korunma şekli idi.
Ortaasya Türklerinde salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için hasta en yakınlarından bile ayrı tutulur ve karantina altına alınırdı. Bu iş için “Kamların hastalık ve ölüm zamanlarında vazifeleri çok ehemmiyet kazanırdı. Bir kimse hasta olunca ona evinin yakınında bir çadır kurlur, çadır üzerine işaretler konularak başkalarının yaklaşmamaları belirtilirdi.” (1)
İslam tarihinde de karantinanın İslam Peygamberi ile başladığını görüyoruz. İslam Peygamberinin :
“Cüzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçınız” buyurarak salgın ve bulaşıcı hastalıklara tutulanlardan uzak durulmasını ermemiş olması, Müslümanların salgın hastalıklara karşı tedbirli olmalarını sağlamıştır.
Diğer bi hadislerinde de :
“Bir yerde veba olduğunu işitirseniz sakın oraya girmeyiniz. Sizin bulunduğunuz yerde veba zuhur ederse oradan da çıkmayınız.” Buyurarak korunma ve tedbirin nasıl olacağını ifade etmiştir.
“Sakın hasta olan deveyi sağlam olan devenin yanına sokmayınız” buyuran İslam Peygamberi hastalıkların hastalardan yakınlık yolu ile geçtiğini, hasta olmamak için hastalara yaklaşılmaması gerektiğini belirtmiştir.
Hz. Ömer (ra) Şam’a gittiğinde, Şam’da veba salgını bulunduğunu işitir işitmez derhal geri dönmüştür. Hatta Ebu Ubeyde :
– Ya Ömer, Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun ? Deyince Hz. Ömer şu cevabı vermiştir.
– Evet, Allah’ın kazasından yine Allah’ın kaderine kaçıyorum ve iltica ediyorum.
İslam’da alınyazısı ne yapalım, yazılmışsa olur düşüncesi değil, tedbir almak ve korunmak esastır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
- 1-Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1, S.56
f) TEMİZLİK :
Temizlik, sağlık ve sıhhat için ilk şarttır. Sağlık ve sıhhat ise hayat için en gerekli şeydir. Kanuni Sultan Süleyman :
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Derken sıhhatin insan için önemini belirtmiştir.
İnsanlığa ve medeniyete ayak uydurmakta geciken Avrupa, daha düne kadar yıkanmayı bilmiyor, temizliği dine aykırı buluyordu. En önemlisi tuvalet yoktu.
Batı yıkanmayı haçlı seferlerinden dönen muharip askerlerin dönüşlerine kadar reddediyordu. Ne kendileri yıkanır, nede elbiselerini yıkarlardı. Giyilen elbise, eskiyip giyilmez hale gelinceye kadar sırttan çıkarılmazdı. Haçlı saldırıları sırasında Türklere esir düşen askerlerin kokularına Türkler tahammül edemedikleri için onları yıkanmaya mecbur tutmuşlardı.
Hıristiyanlığın Kutsal kitabı İncil’de : “Yıkanmamış ellerle yemek insanı kirletmez” (1) denilmektedir.
“Tanrının emirlerine itaat ederek yaşamaya önem veren Hıristiyan sofular, ortaçağın ilk devirlerinde yıkanmazlardı. Azizelerden Elisabeth yıkanma zevkinden öylesine kaçınıyordu ki, kokmaya başlamış, etrafındakiler bu kokuya dayanamaz hale gelince onu yıkanmaya zorlamışlardı. Kadıncağız su ile temasa gelir gelmez fırlayıp kaçtı. İşlediği günahtan dolayı tevbe ve istiğfara başladı.” (2)
“Rahipler beden temizliğini ruh temizliğine aykırı sayıyor ve vücutlarını yıkamaktan çekiniyorlardı. Onların nazarında insanların en müttekisi temizlikten en uzak olan, necaset ve kötülüklere en çok giren kimseydi. Rahip Ethines der ki : “Rahip Antoni ömrü boyunca ayaklarını yıkama günahını irtikab etmemiştir. Rahip Abraham’ın yüzüne veya ayağına elli sene su değmemiştir. “İskenderiye Rahibi bir müddet sonra pişman olarak der ki : “Yazıklar olsun ! Bir zamanlar yüzün yıkanmasını haram addederdik. Şimdi ise haramlara giriyoruz.” (3)
“XVI. Yüzyılın en ünlü heykelcisi Michalengelo’ya babası bir mektubunda şöyle yazıyordu : “Yıkanmaktan sakın. Her tülü hastalık sudan gelir. Gerekirse adam tut, kirlerini kazıt ama, sakın yıkanma ! “
XVII.XVIII. yüzyıl Fransasında insanlar yalnız doğup vaftiz edildikleri zaman suya girerlerdi. Kadınlar, erkekler ağır kokular sürerek kir kokularını örtmeye çalışırlardı.” (4)
“18. yüzyılın sonlarında Versailles’i basan ihtilalciler Kraliçe Marie Antoinette’in banyosunu görünce, Kraliçeye “Bu lüzumsuz ve kimsenin kullanmadığı lüksten dolayı lanet etmiş ve çok şaşırmışlar, banyoya girerek eğlenmişlerdir.” (5)
XVIII. yüzyılın alimlerinden J.J. Ruso saatlerce lazımlık üzerinde oturma adetindeydi. Bu halde edebi münakaşalar yaptığı ve misafirlerini lazımlık üzerinde karşıladığı olurdu. Bu durum o günün Fransa’sında ayıp sayılmazdı.
“J.J. Rousseau saatlerce lazımlıka otururdu. Orlean Dükü etrafında hizmetkarları, lazımlığa kurulmuş Noailles Dükünü o vaziyette kabul etmişti.” (6)
“İnsan, sokaklarda ancak ortadan yürürse başına bir şey dökülmesinden masum kalırdı. Her an bir pencere açılır, “Gare Leau” ihtarını işitmemiş olmak bedbahtlığına uğrayan şahıs bir oturak, yahut kirli bir kova muhteviyatını başından aşağı giyerdi.” (7)
Sokakları kirleten, herkesi rahatsız eden pis kokular karşısında yetkililer Paris’te halkın evlerde lağım çukurları açılmasını, lazımlıkları pencerelerden sokaklara dökmemesi kararını aldılar. Fakat bu karara uyan olmadı. Halk eski alışkanlıklarından kurtulamıyor, lazımlıkları sokaklara döküyordu. “1780’de halkın protestosu üzerine polis, oturak vesair kapların pencerelerden sokağa dökülmesini yasak etti.” (8)
“Türkler haklı olarak temizliğimiz konusunda bizi tenkit ediyorlar. İspanya’da (hiçbir erkek ve kadın ömründe iki defadan fazla yıkanmamıştır” (9)
Avrupa’da olduğu gibi Türklerde de durum aynı değildir. Türkler temizliği çok seven bir millettir. Tarih boyunca kendisi temiz, elbisesi temiz, oturduğu yer temiz olarak yaşamışlardır. Türklerde “aslan yatağından belli olur” atasözü meşhurdur.
Türklerin hayatında temizlik hayat anlayışları ve dinleri icabı mühim yer işgal ederdi. “Avrupa’nın ancak XVIII. Yüzyılda yıkanmaya alışmasına karşılık Bizanslı Priscos’un da dikkatini çektiği gibi V. Yüzyılda Attila’nın ordugahında hamamlar mevcuttu.” (10)
“Türkler öteden beri temiz bir millettir. İslamlığın temizliğe ait hükümlerini de büyük titizlikle benimsediler. İstanbul’u aldıktan sonra binlerce hamam yaptılar. Her evde hamam bulunduğu gibi, Mesela XVII. Yüzyılda yalnız İstanbul’da 168 çarşı hamamı vardı. Türk hamamları XVIII. Yüzyıldan beri Batı’ya örnek olmuş, onlara yıkanmayı, temizliği öğretmiştir.” (11)
“Yıkanma kültürünün, Batı’ya nazaran Doğu’da daha eski olduğunu unutmamalıdır. Türk kültürünün bu hususta da Batıya tesir yaptığına hayret edilmemelidir.” (12)
“Türklerin yaşama tarzlarında çok temiz oldukları, temizlik ve ibadet hususunda çok titiz davrandıkları bir gerçektir. Yıkanırken kullandıkları suyun vücutlarının kirlerini temizlediği gibi günahlarını da alıp götürdüğüne inanırlar.” (13)
1554-1562 yıllarında Türkiye’de Avusturya Sefiri olarak vazife gören Ogier Ghiselin De Busbecg, bir dostuna yazdığı 1 Haziran 1560 tarihli mektubunda şöyle demiştir. :
“Türkler vücut temizliğine çok dikkat ederler. Kirli, pis olanlardan tiksinirler, vücut pisliği onların nazarında ruhun pisliğinden daha fenadır. Bundan dolayı sık sık yıkanırlar. Türkler temizliği çok severler. Kire tahammül edemezler. Sofradan kalkar kalkmaz ellerini ağızlarını yıkarlar.”
D’Ohsson da Türklerden şöyle bahseder :
“Yemeklerin başında ve sonunda dinin emrettiği şekilde kısa bir dua okunur. Sofraya hiçbir zaman eller yıkanmadan oturulmaz. Sofradan kalkınca da sakal ve bıyık mutlaka sabun köpüğü ile temizlenir.” (14)
“Türkiye’de hiçbir kimse evde yere tükürmediği gibi, sokakta da tükürmez. Bu iş için mendil kullanır; evlerde ise bir sehpaya yahut koridorlarda bir köşeye konan fayans veya porselen hokkalar bu işi görür.(15)
1655 tarihinde İstanbul’a gelen Jean de Thevenot : “Türkler çok yaşıyorlar, az hastalanıyorlar. Zannediyorum ki, bu muhteşem sıhhatinin sebebi Türklerin yıkanmayı, temizliği çok sevmeleridir. Türkler sık sık yıkanırlar ve mutedil yer içerler. Hem miktarı hem de çeşidi az yemek yerler, ekseri de asla şarap içmezler. Beden hareketlerine de ehemmiyet verirler.”
“Türkler çok yıkanıyorlar, bundan ötürüdür ki, hem temiz hem de sıhhatlidirler. Şehirlerde birçok hamamlar var. Hatta en sefil ve bakımsız bir kasabada bile hiç olmazsa bir hamam bulunur.” (16) Dedikten sonra Türk hamamlarını tasvir etmekte ve buralarda hırsızlık denilen şeyin hiç görülmediğinden söz etmekte, “Edep yerlerinin görünmesi Türklerde en büyük ahlaksızlık sayılır” demektedir.
Yakın zamana kadar yıkanma, temizlik gibi insan sağlığı için gerekli olan hususların bilinmediği Avrupa’da mendil de bilinmiyordu.
“XVIII. yüzyılda bile mendil kullanmak, kibarlar arasında lüzumlu sayılmıyordu. Mareşal Turenne’in (1611-1675) hazır bulunduğu bir mecliste yüksek rütbeli bir asilzade olan Hauterive De L’Aubespine yemek esnasında bir parmağıyla burun deliğini kapayarak öbür delikteki sümüğü ok hızıyla şömineye püskürtüverdi. Bir tabanca sesine benzeyen infilak karşısında Ravigny, hazırunun pek hoşuna giden bu cümleleri kullandı. “Azizim yaralanmadınız ya.” (17)
“Avrupa’ya en geç ve en güç girebilen şey olan mendildir. Fransız Mondandon, Alman Von le Coq, Rus Bartold vesaire gibi alimler burun mendilinin Avrupa’ya ancak XVI. Asırda Venedik yolu ile intikal edebildiğine müttefiktirler. Orta asya Türklerinin mendil kullandıkları Türkistan fresklerinden başka Kaşgarlı Mahmud’un kaydı ile ve XI. Asırda Anadolu’ya yerleşip bugünkü Türkiye devletini kuran Oğuz Türklerinin de mendilsiz olmadıkları selçuknamelerle sabit olduğu halde, bu kadar basit ve zaruri bir şeyin Anadolu’dan Avrupa’ya tam beş asırda, yani İstanbul’un fethinden bir asır kadar sonra geçebilmiş olması pek şaşılmayacak bir şey olmasa gerek ! “ (18)
Mendil Türkler tarafından çok önce kullanılmış ve Avrupa mendil kullanmayı Türklerden öğrenmiştir. “Kaşgarlı Mahmud’un belirttiği üzere Türkler burun temizlemek için cepte ipek bir kumaş parçası (mendil) taşıyor ve buna”Ulatu” adını veriyorlardı. Nitekim Kaşgarlı Türklerin ütü yapmayı bildiklerini ve bizzat bu kelimeyi kullandıklarını söyler. Avrupalılar mendil kullanmayı XV. asırda Türklerden öğrenmişlerdi.” (19)
Türklerin dini İslam, temizlik dinidir. İslam Dini her şeyden önce insan sağlığının ve sıhhatinin korunmasını esas almıştır. İslam’ın en güzel kurallarından biri temizliktir. Hatta temizlik, dinimizce imanın yarısı sayılmıştır. Çünkü Allah nimetlerinin en güzeli olan sıhhati kulunda görmek ister. İnsanın her türlü sorumluluğunu yerine getirebilmesi için sıhhatli olması şarttır. Bunun için İslam, geleceğin insanının bile muhtaç olduğu kurallar koymuştur. Mesela; namaz kılmak, kur’an okumak, camiye girmek için abdest almak, taharet, etek ve koltuk altı tıraşı olmak, yemeklerden evvel ve sonra elleri, ağzı yıkamak, gusletmek, sünnet olmak, misvak kullanmak gibi Allah’ın emirleri ve Peygamberin öğütleri bu kurallardan bazılarıdır.
Bu konuda Allah’ın bazı buyrukları şunlardır :
“Allah temizleri ve temizlenenleri sever.” (Tevbe : 108)
“Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.” (Bakara : 222)
“Muhakkak ki O Kur’an çok şerefli bir Kur’andır. Onu tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez.” (Vakıa : 77-79)
“Ey iman edenler, namaza kalktığını zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayınız. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alınız.” (Maide : 6)
“Giydiğin elbiseni her çeşit pislikten temiz tut.” (Müddessir : 4)
İslam Peygamberinin bazı öğütleri de :
“Size gelmesi ihtimali olan tehlikelere karşı koruyucu tedbirler alınız”
“Temizlik imandandır”
“Temizliğe devam ediniz ömrünüz uzun olsun.”
“Suyun kasesi bin altına olsa da yıkanma imkanınız varsa her gün yıkanınız.”
“Yemeğin bereketi evvel ve sonra elleri, ağzı yıkamaktadır.”
“Hoşlanmadığım üç şey vardır : Cimrilik, Tembellik ve pislik.”
“Evlerinizin önünü ve çevrenizi temiz tutunuz.”
“Eğer ümmetime güçlük olmasaydı her namaz vaktinde misvak (diş fırçası kullanmayı emrederdim.”
“Sararmış diş ve kokmuş ağızla yanıma gelmeyiniz.”
“Misvak kullanmaya devam ediniz, onda on haslet vardır:
- Ağzı temizler,
- Rabbi razı eder,
- Melekleri ferahlandırır,
- Gözü canlandırır,
- Dişleri temizleyip beyazlatır,
- Diş etlerini kuvvetlendirir,
- Diş aralarında akalan artıkları temizler,
- Yemeği hazmettirir,
- Balgamı keser,
- Meleklerin hazır olmalarına sebep olur, namazın ecrini artırır ve şeytan o kimseden uzaklaşır.”
“Sünnet olunuz, çocuklarınızı sünnet ettiriniz.”
İman kadar sağlık konularına da önem veren İslam Dini, Müslümanların bu kurallara uymasını ve erkeklerin sağlıkları için sünnet olmalarını emretmiştir.
Tıp otoritelerinin bugün sağlık tedbiri olarak nitelendirdiği İslam’ın sünnet olma emri sağlık ve temizlik sembolüdür. 12 Temmuz 1972 tarihinde Prof. W. Kiessling : “Kanseri önlemek için bütün Alman çocuklarını Müslümanlar gibi sünnet ettirmeliyiz” demiştir. İşte İslam’ın bazı kişilerce çocuklara acı vermek olarak değerlendirilen bir emrinin on dört asır sonra Batılı bir profesör tarafından sitayişkar ifadesi…
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- İncil, Matta, Bab:15/20
2- Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, S.69
3- Abul Hasan Ali NEdevi, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, S.135, Tercüme: İ.Düzen, M.Topuz
4- Hayat Ansiklopedisi, “Hamam” Maddesi
5- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C.11,S.274
6- Gürkan, Age.71
7- Age.S.70
8- Age.S.71
9- Manuel Serrano Y.Sanz,Türkiye’nin Dört Yılı, S.175, (1000Temel Eser)
10- Doç. Dr. İbrahim Kafesoğlu, türk yurdu Dergisi
11- Hayat Ansiklopedisi, “Hamam” Maddesi
12- Prof. Gaze Feher, Türk Kültürünün Avrupaya Tesiri,S.317
13- Rıcaut (İngiliz Elçilik Katibi), Türklerin siyasi Düsturları,S.317
14- D’Ohsson, 18 Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler,S.32, (1001 Temel Eser)
15- Age.S.64-65
16- İstanbul ve Türkiye,S.28-29, Çev.Reşad Ekrem Koçu
17- Gürkan,Age.S.67
18- İsmail Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, S.99
19- Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1,S.113
.
Müslüman Türklerde İlim
Bugün Avrupa’yı ölçü alarak yerimizi, durumuzu tayin eden ve Avrupa ülkelerinden “şu kadar bin sene gerideyiz” diyerek kehanette bulunanlar, Müslüman Türk’ün geçmişini ve geleceğini ortaçağ karanlıkları içinde görmeye çalışırlar.
Ortaçağ karanlığı Türklerin ve Müslümanların üzerine değil, Avrupa’nın üzerine çökmüş ve yalnız Avrupa’yı karartmıştır. “Ortaçağ” demekle İslam’ı ve Türklerin hayatını kastedenler, ilme karşı Engizisyon mahkemeleri kuran, düşünmeyi yasaklayan, ilim adamlarını cezalandıran Müslüman Türklerin değil Hıristiyan Batı olduğunu bilmelidirler.
Haçlı ordularına mensup Batılı askerler, Müslümanların kurdukları kütüphaneleri ve medreseleri acımadan yakmışlar ve bunu yaparken büyük bir zevk duymuşlardır. 1492’de Gırnata alındıktan sonra bütün kitaplar yakıldı. Çıkan alevler, yükselen dumanlar görenleri dehşete düşürdü. Kitaplar “hain” denilerek ateşe atılıyor ve keyifle yanışı seyrediliyordu. 1500’de başpiskoposun 5000 kitabı kendi eliyle yaktığı rivayetler arasındadır. İmparator Theodose İskenderiye kütüphanesini ve bütün mabetleri yaktırdı. Rivayete göre kütüphanede 300.000 eser kül haline gelmişti.
a) İSLAM VE İLİM :
İslam Peygamberine ilk inen emir “Oku” oldu. Kur’an, ilmi gündüzün aydınlığına, cehaleti de gecenin karanlığına, bilgini, gözleri gören insana, cahili de gözleri görmeyen köre benzeterek ilmi esas almış, ilmi övmüş, cehaleti yermiştir.
Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de :
“Deki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” (Zümer:9)
“Kör ile gören, karanlıkla aydınlık bir olmaz” (Fatır : 19-20)
Buyurarak yer yüzünden cahilliğin kalkmasını, insanların okumasını, öğrenmesini ve hakikati kavramasını emretti.
Mekke’den Medineye göç eden peygamberlerimizin ilk işi Medine Mescidini ve yanında “Suffa” denilen yerleri yapmak oldu. Suffada aile, geçim gibi problemleri olmayan bekar kimseler kalır, orada yerler içerler ve orada kalırlardı. Sayıları yetmişin altına hiç düşmeyen bu talebeler her konuda bilgi sahibi olarak yetiştirilir. İslam’ı ve ilmi yaymak için başka bölgelere talep üzerine veya lüzum görülen yerlere öğretmen olarak peygamber tarafından gönderilirlerdi. Görevleri, gittikleri yerlerin problemlerini çözmek idi.
Eğtim ve öğretim konusunda bu Suffalar kafi gelmeyince muhtelif yerlerde hazırlık okulları açıldı. Bu çalışmaları da yeterli görmeyen Peygamberimiz savaşlarda esir alınan okur-yazarların serbest kalmaları için on Müslümana okuma yazma öğretmesini şart koştu.
Hicretin ikinci yılı İslam Peygamberi tarafından Medine’de Darul-Kurra (Okuyucular yurdu) açıldı. Muaz bin Cebel açılan okullara müfettiş olarak atandı. Daha sonra Muaz, Yemen’e vali olarak gönderilirken orada eğitim ve öğretimle yakından ilgilenmesi için İslam Peygamberi tarafından kendisine yazılı emir verildi.
Müslümanlar tarafından açılan bütün camiler sadece ibadet için değil, (ilim öğrenmek de ibadet sayıldığı için) aynı zamanda eğitim-öğretim kurumları olarak vazife görmüştür. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında devam eden medreseler İslam Peygamberi tarafından kurulan eğitim kurumlarının devamı sayılır.
İslam Peygamberi kendisinden sonraki Müslümanlara :
“İlim müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa almalıdır”
“İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.”
“Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.”
“Dünyayı isteyen ilim öğrensin, ahreti isteyen ilim öğrensin. Hem dünyayı hem ahreti isteyen ilim öğrensin.”
Buyurarak ilmin yaygınlaşarak devamını istemiştir.
Görülüyor ki İslamiyet, ilmin karşısına çıkmamış bilakis ilmin doğmasına, gelişmesine ve yayılmasına sebep olmuştur.
b) TÜRKLER İLME BÜYÜK ÖNEM VERMİŞLERDİR :
Dünyada Türkler kadar ilme saygı duyan bir millet gösterilemez. Türkler bütün ilimlerin öğrenilmesini dinlerinin icabı saymış, insanlığa ışık tutacak büyük alimler yetiştirmiştir. İbn-i Rüştler, İbn-i Sina’lar, İmam-ı Gazaliler, Farabiler… bütün dünyanın takdirine mazhar olmuş Müslüman Türk alimleridir.
Türk tarihinde kültür hayatına büyük önem verilmiş, devlet ve millet, devleti asırlarca ayakta tutacak, milleti mutlu edecek ellere teslim edilmiştir. Selçuklu vezirleri ilmi hüviyetleri ile tanınmış kişilerdi. Divan üyeleri, vezirler ve devlet kademesinde görev alacak kimseler alimler arasından seçilirdi. Devletin politikası, ulemanın ilmi görüşlerine dayanıyordu. Alimler devlete, devlet alimlere sahip çıkmış, her yerde ilim yuvası açmak, kütüphane kurmak adet haline gelmişti.
Osmanlılarda Selçuklulardan devralınan miras devam ettirilmiştir. Alimler vergiden muaf tutulmuş, ilim yuvaları insan unsurunu yetiştiren yerler halinde çalışmış, eser yazan ve tercüme edenlere eserin ağırlığı kadar altın verilmiştir.
Alimler devlet adamlarının yanında yer almış, bir yandan halkla diyaloğu gerçekleştirirken diğer yandan da hatalarından dolayı devlet adamlarını ikaz etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey’in ilk veziri büyük alim Alaaddin Paşa’dır. Daha sonraki vezirler de alimler arasından seçilmiştir. Bu alimler her zaman padişahın yanında bulunur ve müşavir olarak vazife görürlerdi. Padişah da onlara karşı bir kusur işlemez, onların önünde saygıyla eğilirdi.
c) TÜRKLERDE İLME VE İLİM ADAMINA SAYGI :
Türklerde ilerlemenin ve huzurlu yaşamanın teşvikçisi olan ilim, hiçbir devirde ihmal edilmediği gibi ilim adamlarına da asla sırt çevrilmemiştir. İlim adamları her zaman büyük küçük her türk tarafından saygı gören insanlar olarak insanlığa hizmet etmişlerdir.
Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinde “Bilmediğin bir işe başlama. Bilmediğini alimlerden sor.“diyerek ilim ve ilim adamlarının terk edilmemesini emretmiştir.
Türklere Anadolu’nun kağılarını açan “Malazgirt fatihi Alparslan, bazı kaynakların iddia ettiği gibi, kültürsüz bir hükümdar değildir. Ayrıca büyük bir bilgin olan ve bir çok eserler veren Nizam-ül Mülk gibi bir vezire sahipti. 600.000 esere sahip olan Bağdat medresesi bu kültürlü vezir tarafından kurulmuş, Melik Şah da yine onun tarafından sıkı bir eğitimden geçmiştir. İmam-ı Gazali, Ömer Hayam gibi düşünür ve şairler o devirde yaşamıştır. Bütün Selçuk ülkelerinde kurulan İslam yüksek okullarında din derslerinin yanı sıra hukuk gibi sosyal, matematik, astronomi ve tıp gibi de fen dersleri okutulurdu. Sonunda Anadolu da bu ilim kervanına katıldı. (F.K. Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde : S.122)
İstanbul’un Fatihi büyük Türk padişahının İstanbul’daki ilk işi de ilmi ele almak ve ilim yuvalarını yaptırmak oldu. Fatih Camiinin yanında “Sahn-ı Semen” denilen sekiz medrese yaptırdı. Kaynaklara göre Fatih, Sahn-ı Semen’de ilmi çalışmaları izleyebilmek için bir oda istedi. Medreseye tayin ettiği hocalar : “Bunları siz yaptırdınız ama size bir oda veremeyiz. Çünkü talebe değilsiniz” dediler. Fatih imtihan edildi. İmtihanı kazandıktan sonra hayatı boyunca ilmi araştırma ve çalışmaları o odada takip etti. Fatih’in hatırası için bu oda içindeki minderi ve rahlesi ile beraber 1923 yılına kadar değiştirilmeden muhafaza edilmiştir.
Sultan Melikşah devrinde yoksulları, ilim adamlarını ve sanatkarları korumak için bugünkü Türk parası ile 360 milyon TL.sı konmuştu. Bu ödeneği fazla gören Harbiye Nazırı Tacül mülk, Sultan Melikşah’a :
– Bu para ordu bütçesine eklense Bizans surlarını açmak mümkün olur” demişti. Sultan Melikşah :
– Yoksulların ve ilim adamlarının korunması, Bizans surlarını açmaktan daha önemlidir” cevabını verdi.
Fatih’in babası Molla Gürani’yi hoca olarak tayin ettikten sonra eline bir değnek vermiş ve Manisa’da bulunan oğlu şehzade Mehmed’in yanına göndermişti. Değneği gören şehzade sordu :
– Bu değnek ne içindir ?
– Bunu devletlü baban verdi. Taki derse muhalefet edersen seni bununla cezalandıracağım.
Şehzade ilk önce şaka zannetti. Bir gün derse iyi hazırlanmadığı için dayağı yedi. Bunun için Şehzade babasına şikayette bulundu. Padişah II. Murad, Molla Gürani ile anlaştı. Bir gün Şehzade Mehmedin yanında babasına da değnek kaldırınca II. Murat, Şehzade Mehmed’e dönerek :
– Oğlum çalışmaktan başka çare yok, bak hocan beni de dövecek, demişti.
Bundan sonra Şehzade saygıda kusur etmedi. Yanına geldiğinde her defasında ayağa kalktı.
Fatih’in kendisini yetiştiren diğer hocası Akşemseddin’ e karşı gösterdiği saygı da dillere destandır. İstanbul’un fethi sırasında Fatih hocasının arkasında yürümüş Bizans halkı Akşemseddin’i padişah zannetmişti.
Kanuni, Süleymaniye Camiini yaptırırken temel taşını “Bu işe benden daha layıktır” diyerek büyük alim Ebüssuud Efendi’ye koydurtmuştur. Cami bitince de anahtarını teslim ederken Mimar Sinan’a “Bu camiyi sen yaptın, kapılarını ibadete açmak senin hakkındır” diyerek Camiyi ibadete Mimar Sinan’a açtırmıştır.
Emir Sultan, Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hundi Hatunla evlenmek istemiş ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa’ya aracılık yapmasını rica etmiştir. Çandarlı Ali Paşa :
– Sen fakir bir dervişsin. Soyunu ve haddini neden bilmezsin ? diyerek isteğini reddetmiş ve hakarette bulunmuştu. Hadise Yıldırım’ın kulağına gelmiş ve Veziri çağırarak :
– Lala, Şarkın en büyük bilginine ziyade ayıp etmişsin. Biz de asalete önem veririz. Ancak ilmin de aliminde bir asaleti olsa gerektir. Biz ilim sahibi bilgini kendimize damat edinmeyi münasip buluruz, demiş ve kızını Emir sultan’a vermiştir.
Bursa’da Molla Fenari mahkemede Yıldırımın şahitliğini kabul etmemiştir. Yıldırım ise bu duruma itiraz etmemiştir.
Zenbilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim’le konuşurken daima “Allah zalimleri sevmez” diyerek söze başlardı.
Yavuz Sultan Selim, İbni Kemal’i çok sever, onun sohbetlerinden ziyade hoşlanırdı. Birgün atları ile yolda giderken; İbni Kemal’in atının ayağından sıçrayan bir çamur Yavuzun elbisesini kirletmişti. Yavuz’un asabiliğini bilen İbni Kemal telaşlandı. Yavuz :
– Üzülme hocam, ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için bir ziynettir.” Dedikten sonra yanındakilere dönerek ölünce bu çamurlu elbisenin sandukası üzerine örtülmesini vasiyet etti.
Görülüyorki, bugün bazılarının iddia ettiği gibi Türk padişahları zalim, cahil, insanlar değildir. Bilakis ilmi, alimi seven, saygı duyan, ilim adamlarını yanlarından ayırmayan, ilim yuvaları kurarak ilmin gelişmesi için çalışan kimselerdi.
.
Türk İslam Medeniyetinde İcatlar Keşifler
Milletimiz, sanatı seven ve onu hayatının bir parçası kabul eden, tarih boyunca icat ve keşifler yaparak yücelmiş bir millettir.
Yeryüzünde hiçbir millet bugünkü Türk’ün sahip olduğu mirasa sahip değildir. Dünyanın en zengin kültür mirasına ve sanat hazinesine sahip olan milletimiz hiçbir konuda şan şöhret arzusu, isim yapma sevdası ve para hırsı ile hareket etmemiştir. Türkleri harekete geçiren nedenler Türklerin idealleri, Hakk’ın rızası ve halkın gönül hoşnutluğu olmuştur. Çünkü Türkler, insanlara faydalı olmayı, insanların ihtiyaçlarını gidermeyi dini ve insani görev bilmişlerdir.
Diğer milletlerde icatlar ve keşifler konusunda ilmi araştırmalara müsaade edilmezken, ilim adamları düşüncelerinden dolayı suçlu bulunurken, Türklerin dini ve dünya görüşü düşünmeyi, araştırmayı emrediyor ve “Hayırlınız insanlara faydalı olanınızdır” (Hadis) “Sizden kim Allah ve Resulüne itaat eder, iyi amel ve hareketlerde bulunursa mükafatı iki kere veririz. Hem biz ona çok şerefli bir rızık da hazırlarız.” (Ahzab Suresi:31) Buyrularak Müslümanların eser bırakması istenmiştir.
Tarihte bir şeyin ortaya konuşu, ya bir ihtiyacın veya yüksek bir gayenin eseri olmuştur. İhtiyaç veya gaye insanların kabiliyeti ile birleşmeyince ortaya konan eser uzun ömürlü olmamıştır. Türk tarihinin icat ve keşiflerle dolu oluşu, ihtiyacın yanında kuvvetli bir kabiliyetin, ince duygu ve zevkin gaye ile birleşmiş olması ile izah edilebilir.
Fakat Tanzimat’tan sonra yabancılaşmanın getirdiği dejenerasyonla, her fikrin altına yabancı bir isim, her icat ve keşfin sonuna yabancı adlar koyma alışkanlığı başlamıştır. Böylece aslan payını aslan olmayan almış, daha evvel bulunan, bilinen şeylere yeni sahipler bulunmuştur.
Eğer bir şey daha evvel keşfedilmişse, daha sonraki tarihler de kişiler tarafından icat edilmiş sayılmaz. Bugün Batıya mal edilen icat ve keşiflerin çoğu nereden nasıl alındığı ve bulunduğu belli olmayan icat ve keşiflerdir. Bir çok Batılı da bir nehri görmek, dağa çıkmak, adayı görmek gibi basit buluşlarla büyük mucit veya kâşif sayılmışlardır.
Hani Nasreddin Hoca’ya sormuşlar :
- Bir şey icat ettin mi ?
- Evet ettim, ama beğenmedim demiş.
- Nedir o ? diye sormuşlar.
- Karla ekmek yemek, cevabını vermiş.
İşte Batının icat ve keşifleri de bu tür beğenilmeyen ve ihtiyaca cevap verecek nitelikte olmayan cinstendir.
Geçmişin inkarı içinde bulunduğumuz bu gün, gerçekten münevver Türk aydınlarına zengin kültür mirasımızı, milli kabiliyetimizi, dünyaya tanıtmak sorumluluğu beklemektedir. Her şeyin elden çıkmış gibi görünmesi bizi yıldırmamalıdır. Çünkü tarihte aşılması güç engelleri metanetle aşmış, tezgahlanan oyunları bozmuş bir millet olduğumuz unutulmamalıdır. Eğer bize ait olan mirasa sahip çıkıp dünyaya haykırırsak yeniden kendimizi kabul ettirebileceğimize inanıyoruz.
Şimdi Türk’ün insanlık alemine sunduğu bazı icat ve keşiflerden bahsetmek yerinde olacaktır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
A) ELBİSENİN İCADI :
Tarihte hayvanları ilk ehlileştiren, evvela derilerinden sonra da yünlerinden elbise yapanlar Türklerdir. Elbise yapmayı ve giymeyi diğer milletler Türklerden öğrenmişlerdir.
Dokumacılık, dericilik, keçecilik sanatların mucidi Türklerdir. “Hayvanların yünlerini kadınlar bükerek dokurlar, elbiselerini bundan yaparlardı. Bundan başka kilim dokurlardı.” (1) Hatta keçeden çizmeye benzer ayakkabı bile yapmışlardı. “Kaya resimlerinden anlaşıldığına göre Türkler deri veya keçe çizme giyiyorlardı”. (2)
M.S. I. Yüzyılda yaşamış olan Çin müverrihi Pan-ku, Türklerin pantolon giydiklerinden, üzerlerin de uzunca bir kaput aldıklarından, bunun üzerine de kemer taktıklarından bahseder. Çin seyyahı Hüan-Dzang, Tung-Yapgu Kağan (619-630) zamanında Türklerin ipek elbise giydiğinden, insanca yaşadıklarından, misafirperver olduklarından, Çin ve diğer toplumların iddia ettikleri gibi barbar olmadıklarından bahsetmiştir.
Çinliler pantolon giymesini Türklerden öğrenmişlerdir. “Çin’ e pantolonu ilk defa Ortaasya Türkleri sokmuşlardır.” (3) “Çinliler, Türklerden pantolonu iktibas etmişlerdir. Çünkü Çin kıyafeti ile ata binmek çok zordu. Bu suretle pantolon Avrupa dahil zamanımıza kadar dünyanın her köşesine yayılmıştır. Türklerden aynı yıllarda at eyerleme sistemi de iktibas edilmiştir ki, sonradan bu husus Avrupalılar tarafından da Türklerden öğrenilmiştir.” (4)
Dokumacılık ve elbise yapımı Uygur Türk’leri zamanında en mükemmel şekilde devam etmiştir. “Uygurlar zamanında dokumacılık meşhurdu. Çin dahil Asya’nın her yerine Uygur kumaşları ihraç edilirdi.” (5)
“Romalıların iç çamaşırın ne olduğunu bilmediği devirde Türkler yün gömlek giyiyorlardı. Romalılar güzel giyinen ilk insan olarak Türkleri gördüler. Haçlı derebeyleri zarafet, incelik ve terbiyede asil rakiplerine benzemeye çalışıyorlardı.(6)
Türkler bu fıtri sanatlarını Müslüman olduktan sonra da devam ettirdiler. Çünkü Müslümanların kendisinden aldıkları ilhamla hayatlarını düzenledikleri Kur’an-ı Kerim şöyle diyordu: “Davarları da sizin yararınıza Allah yaratmıştır. Onlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.” (7)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
B) TUZUN İCADI :
Bugün yemeklerimize tad veren tuz, ilk defa Türkler tarafından bulunmuş ve Türkler tarafından kullanılmıştır.
Ebul Gazi Bahadır Han’ a göre Yafes’in oğlu Türk’ün büyük Tütek ava çıkar. Avda bir geyik vurur. Onu pişirip yerken bir parça et yere düşer. Onu alıp yiyince çok hoş bir tadın olduğunu fark eder. Araştırmaları sonunda orada tuz olduğunu keşfeder. Böylece tuz elde edilmiş ve yemeklerde kullanma adeti başlamıştır. (8)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
C) ÇADIRIN İCADI :
İnsan yaşayışına en uygun şekilde inşa edilen çadırlar, sonrada evler ilk defa Türkler tarafından yapılmıştır. Böylece insanlar taş ve ağaç kovuklarında yaşamaktan kurtarılmıştır.
Ebul Gazi Bahadır Han’a göre ilk çadır evi, Yafes’in oğlu Türk yapmıştır.(9) Diğer “Türk menkıbelerine göre de ilk çadırı yapan Türk Handır” (10)
Türkler çadırı mağaralardan daha sıhhi buldukları ve göç ettikleri yerlere kolaylıkla taşınabildiği için tercih etmişlerdi. Daha sonra ise yerleşim bölgelerinde temel üzerine oturmuş, içine güneş ışığı alan ve ağaçtan ve kerpiçten yapılmış evlerin yapımına geçilmiştir.
“İlk Türklerin meskeni çadır idi. Çadırlar son derece sanatkarane yapılardı. İçi de Türk kadınlarının dokuduğu halılarla döşenirdi.” (11) Çadırların içi gibi dışı da süslenirdi.
Türklerin çadır hayatı yaşayan kimseler olduğunu söylemek, ilk Türkleri küçültmek anlamına gelmez. Türklerin çadır hayatına geçtiği zaman diğer milletlerin mağara ve ağaç kovuklarında yaşadığını unutmamak lazımdır. Diğer bir husus da; çadır hayvanları ehlileştirerek meydana getirdikleri sürüleri doyurmak için yaz-kış otlak otlak dolaşan Türklerin göçebe hayatının bir gereği idi.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
D) TAKVİMİN İCADI :
Zamanın tayinini, olayların tesbitine yarayan takvimi bulan ve kullanan Türklerdir.
Türklerin kullandığı takvim, on iki hayvanlı Türk takvimi idi. Bu takvimi Türkler, İslam’ı kabul edinceye kadar kulandırlar. On iki hayvanlı Türk takviminin başlangıcı Zeki Veli Togan’a göre M.Ö. 2000 yıllarına kadar dayanır.
Türklerde çocuklar hangi hayvan yılında doğmuşlarsa o hayvanın adı unutulmaz, bir yere kaydedilir ve doğum yılı böylece bilinirdi.
Orhun Abidelerindeki olayların tarihleri ile beraber kaydedilmiş olması Türklerin o zamanlarda tarih ve takvim kullandıklarının delilidir.
Bahaeddin Ögel’e göre : “Türklerde dört unsur, üçerden 12 bölüm meydana getiriyordu. Bu 12 bölümde, bir takvimve zaman biriminden başka bir şey değildi.” (12)
Türkler, Müslüman olduktan sonra da takdirle karşılanan çalışmalar yapmışlardır. Çünkü Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor ve yol gösteriyordu.
“Güneşi ziyalı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (ayın hareketlerine çeşitli) menziller tayin eden O’dur. Allah bunları (boş yere değil) sabit bir gerçek (bir faide) olarak yaratmıştır. O, düşünen bir toplum için ayetlerini böylece birer birer açıklar.” (13)
“(Ey Muhammed) Sana yeni doğan ayları sorarlar. Deki: O, insanların menfaati için, bir de hacc için vakit ölçüleridir.” (14)
Romülüs takviminde bir yıl 304 gün, 10 ay olarak tesbit edilmişken, Batlamyus bir seneyi 260 gün olarak hesaplarken, El Battani ise bir seneyi 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 47 saniye olarak hesaplamıştır.
Bu konuda sözü fazla uzatmaya lüzum yok “Ömer Hayyam’ın taksim reformu Gregoryen takvimini fersah fersah geçer.” (15)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
E) GEMİNİN İCADI :
Nuh (AS) ın kavmi O’nun nasihatlerini dinlemedi,azdı. Allah Nuh (AS)a bir gemi yapmasını emretti. İnananlar o gemi ile kurtuldular. İnanmayanlar ise suda boğularak helak oldu. Böylece Nuh (AS) tarihte ilk gemiyi yapmış oluyordu.
Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah şöyle buyurur :
“Bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (16)
Bu olaydan sonra sal, kayıkla işe başlayıp gemiyi daha sonra da deniz altını yapanlar Türkler olmuştur. Homere : “ Bir tahta parçasının üzerine binip de enginlere açılabilmek için insanda tunç kadar sağlam yürek olmalıdır.” Demiştir. İşte Türkler tunç kadar sağlam yüreğe sahipti. Sallar yaparak nehirleri geçen, kayıklar yapıp su gezintileri yapan ilk insanlar Türkler olmuşlardı.
“Oğuz Han’ın bir beyi, İtil, yani Volga Nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz Han’ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek düşmanı mağlup etmişlerdi.” (17)
Deniz altının icadı konusunda kaynaklara baktığımız zaman şu yalancı isimleri görürüz: “1776’ da David Bushnell, New-York Limanında “Kaplumbağa” adını verdiği denizaltı ile dalışlar yaptı.” “1819’da Coessin Kardeşleri denizlatı yapıp suya daldı. “1870’de İngiliz asıllı Symons, denizaltı denemeleri yaptı” denilirken, 1719da dünyada ilk defa denizaltı denemesi yapan, İstanbulluları ve Padişah III. Ahmed’i hayrette bırakan büyük Türk mimarı İbrahim ağa’nın adından bile söz edilmez.
1719 yılında Sultan III. Ahmed, oğullarını sünnet ettirmişti. İki hafta süren, eğlence ile devam eden sünnet merasimleri sırasında herkesi şaşırtan bir olay meydana geldi. Deniz altından Mimar İbrahim Ağa’nın yaptığı timsaha benzeyen deniz altı göründü. Etraftaki kayıklar süratle kaçıştı. Timsah tekrar daldı ve bir saat sonra tekrar su üstüne çıktı. Timsah ağzını açtı, içinden çalgıcılar ve oyuncular çıktı. İbrahim Ağa da eğlenceye böylece katılmıştı.
İlk defa pusulayı yapanlarda, engin denizlerde gemilerini yüzdüren Müslümanlardır. Kur’an’da şöyle buyrulur :
“O (Allah) karanın ve denizin karanlıkları içinde kendiler ile yollarınızı doğrultmanız için, sizin yararınıza yıldızları yaratandır. Ayetlerimizi bilir kimseler için gerçekten açıkça bildirdik.” (18)
Müslümanlar pusulanın tanıtılmasında da Batı’ya hocalık yapmışlardır.
Bir batılının itirafına göre :
“Amalfili Flavio Gioja, bizde pusulanın mucidi olarak tanınır. Halbuki bu aleti, Flavio Gioja ilk önce Müslümanlardan öğrenmişti… Roger Bacon’ın Haçlı seferlerinde bir muharip olan hocası Maricourt’lu Petrus, miknatıs ve pusulaya ait bilgileri doğrudan doğruya Müslümanlardan alarak, haçlı seferlerinden dönüşünde Fransa’ya getirir ve onları 1269’ da “Epistola de Magnete” sinin içinde Batı’ya sunar. Elli yıl sonra 1320’de Amalfi’li İtalyan (Flavio Gioja) sözde ilk defa pusulayı keşfetmiş görünür…” (19)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
F) UÇAĞIN İCADI :
“Amerika’lı Wright Kardeşler 1903’te bir uçak yapıp uçmayı başarmışlardır.” Bu söz bize öğretilmek istenen bilgiler arasında yer alır. Halbuki tarihe göz attığımız zaman insanoğlunun göklerde uçma arzusunu gerçekleştirenlerin Türkler olduğunu görürüz.
IV. Murat zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi, kanat takıp İstanbul yakasından Anadolu yakasına boğazı uçarak geçmek suretiyle dünyada ilk uçak denemesini gerçekleştirmiştir. Bu hareket, uçak yapımı için başlangıç noktası olarak kabul edilir.
Evliya çelebi seyahatnamesinde : “Hezarfen Ahmet Çelebi, ibtida Okmeydanının minberi üzerine rüzgarın şiddetinden kartal kanatlarıyla sekiz-dokuz kerede havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu, sultan Murat Han Sarayburnunda Sinan paşa Köşkünden temaşa ederken Galata Kulesinin ta zirve-i âlâsından Lodos rüzgarı ile uçarak Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir” der.
Tarihte ilk defa füze-roket denemesini yapan, barutu keşfedip ateşli silahlarda kullananlarda Türkler olmuştur. İstanbul’un kuşatılmasında kullanılan topların hesap ve planını bizzat Fatih sultan Mehmet yapmış, Mısır seferinde içi yivli topları ilk defa Yavuz Sultan Selim kullanmıştır. Halbuki Avrupa’ da ancak 1868’de Almanların kullandığı bilinmektedir.
Tarihte ilk defa roketi düşünen ve roketle havaya yükselen Lagari Hasan Çelebi’dir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde :
“Lagari Hasan Çelebi, Murat Han’ın “Kaya Sultan” adlı talihli kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu lagari Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fisek yaptı. Sarayburnunda hünkar huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fitili ateşlediler. Lagari : “Padişahım! Seni Tanrıya ısmarladım. İsa Peygamberle konuşmaya gidiyorum. “diyerek Tanrının ve Peygamberin adını anıp göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. Yukarı çıkıp da büyük fişeğin barutu kalmayıp yere doğru inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa köşkü önüne denize indi…” (20)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
G) MAKİNENİN İCADI :
Descartes(1596-1650), Pascal (1623-1662), Leibniz (1646-1716) gibi Batılı ilim adamları makine üzerinde düşünüp hayaller kurarlarken, otomatik makinelerin yapımı 17. yüzyılda gerçekleştirilebilirken, Türklerde otomatik makineler asırlar önce, 1205 tarihinde büyük Türk bilgini Eb-ül-iz tarafından yapılmıştır.
“1205 tarihinde Türk bilgili Eb-ül-iz makimeyi yapmıştı. Bu bir adama benziyordu. Elinde tuttuğu testi içindeki suyu bir kaba boşaltıyor ve bu kabın içinde bulunan bir şamandıra ile otomatik makine ile adamın eli kolu harekete geçer geçmez tepedeki kuş da hareket ediyor ve ötüyordu.
Dr. Toygar Akman, bu konuda şunları yazmaktadır :
“Diyarbakır’ da yayınlanan “Kara Amid” adlı Derginin 1969 yalına ait 2. cildinin 5. sayısını incelerken “8 Asır Evvel Türk sarayları Makineleşmiştir.” Başlıklı bir yazı gözüme çarptı. Sayfaları karıştırdıkça Cizreli Eb-Ül-İz adında bir Türk bilgininin, bundan aşağı yukarı sekiz yüzyıl önce, Diyarbakır’ da hükümranlık yapan Artuk Türkleri Eb-Ül-İz’in yapmış olduğu otomatik makineleri saraylarında kullanmışlardı.” (21)
Dr. Akman, ilginç açıklamalarından sonra Eb-Ül-İz’in bu konudaki kitabının Ayasofya Kütüphanesindeki nüshasının içinden 66 sayfanın çalınmış olduğunu yazıyor.
İbrahim Hakkı Konyalı da :
“Eb-Ül-İz, otomatik makinelerini Hükümdar Mahmud’ un abdest alırken başkalarının su dökmesinden hoşlanmadığı için kendisine bu makineleri yaptığını ve hükümdarın bu makinelerin döktüğü su ile abdest aldığını kaydederek, Hükümdar Mahmud’un Eb-Ül-İz’e : Dünyada eşine rastlanmayan bir şey yaptın, emeğin boşuna gitmeyecektir” dediğini yazmaktadır. (22)
Burada yer veremediğimiz bugünkü medeniyetin doğuşuna, insanlığın hayatının tekamülüne vesile olan, bugün basit gibi görünse de ilk ve başlangıç olması bakımından büyük önem taşıyan nice nice icat ve keşifler aziz milletimizin dehasından, idealinden doğmuştur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,c.1c.140
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,c.1,s.159
3-Prof. Dr. George Montandan.
4-Yılmaz Öztuna,a.e.g. c.12, s.258
5-Öztuna,a.g.e. c.1, s.188
6-Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü, s.9
7-Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi : 5
8-Ebul Gazi Bahadır Han, Türklerin soy Kütüğü, s.24
9-Ebul Gazi Bahadır Han, Türklerin, Şecere-i Terakime, s.24
10-Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s.179
11-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, c.1s.140
12-Bahaeddin Ögel, Türk mitolojisi,c.1, s.102
13-Kur’an- Kerim, Yunus Suresi : 5
14- Kur’an- Kerim, Bakara Suresi :189
15- Prof. Dr. M.Hamidullah, İslam’a Giriş, s.159
16- Kur’an-ı Kerim, Hud Suresi : 37
17- Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.1, S.77
18- Kur’an- Kerim, En’am Suresi, 97
19- Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi, s.49
20- Evliya Çelebi, Seyahatnamesinden Seçmeler, c.1, s.118 (1000 Temel Eser)
21- Bilim Ve Teknik Mecmuası, Sayı:77
22- Kara Amid (Tarih,Turizm,Edebiyat) Dergisi,Sayı:5, Yıl:1969
H) ARABA VE TEKERLEĞİN İCADI :
Bugünkü medeniyetin belkemiği araba, tekerlek ve dönen çarklar Türkler tarafından icat edilmişlerdir.
Kendi yükünün hamalı iken arabayı icat eden, tekerleği düşünen insanın dehası, XX. Yüzyılın en modern uçağını yapan insanınkinden üstündür. Çünkü başlangıç olmadan son olmaz. Bugünün imkanlarına uçak az bile.
Türkler insanlık hizmetine sundukları “arabayı kullanmaya, arabalarla seyahat etmeye ta İskitler devrinde başlamışlardır.” Ziya Gökalp
“Arabanın ilk yurdu Asya’dır. Hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin icadı ilkin bu topraklarda gelişmiş, araba da bu iki olaya bağlı olarak meydana gelmiştir. Çin kaynaklarına göre M.Ö. 2000 yılından çok önce Asya Türkleri arabayı biliyordu.” (1)
“VI. Yüzyıla ait Çin kaynakları Uygurların hayatını şöyle anlatıyordu; Uygurlar sayı bakımından çok değillerdi. Fakat disiplinleri ile cezaları çok şiddetli ve kendileri de çok cesur idiler. Yüksek tekerlekli arabaları vardı. Göçlerde ve harplerde bu arabalarına çok güveniyorlardı.” (2)
“Arabayı icadeden Türklerdir.” (3) “Hunlar araba kullanmakta idiler. M.Ö.119 yılında Çinler Şan-yü’yü muhasara ettikleri vakit hakan, altı katırlı bir araba üzerinde muhasarayı yararak kurtulmuştu. M.Ö. 8 inci yılda Çin hükümdarı Şan-yü’ den bir yer istediği vakit Şan-yü bu arazideki dağlarda yetişen ağaçlardan çadır ve araba yapmak için istifade ettiklerini söyleyerek bu talebi reddetmişti.” (4)
Çin kaynaklarına göre M.Ö. 1450 yıllarında Çine sokulan arabanın bugün hala varlığını devam ettiren “kağnı” adı ile yapılışı Kankılı Bey tarafından düşünülmüştür. “Kağnı arabasını Türkler icat etmişlerdir.” (5) “Bir savaş sonunda Kankılı Bey’e düşen ganimeti götürebilmek için bir kağnı yapar. Kendine düşeni ona yükler ve yola çıkar. Geride kalanlar : “kanga? Kanga? (Nereye? Nereye?) derler. Oğuz Kağan onu icat eden beye Kanguluğ adını verir.” (6)
Ebül Gazi Bahadır Han’ a göre Oğuz Han, Tatar halkı ile savaşmış ve Tatar ordusunu yenince, Oğuz Hanın askerine o kadar çok ganimet düşmüştürki, bunu götürmeye imkan yoktur. Oğuz Han’ın adamlarından iyi akıllı biri araba yapıp hissesine düşen malları yükleyip gitmiştir. Araba giderken “Kank” diye ses çıkardığı için onu yapan askere “Kanklı” adını vermişlerdir. (7) Kankılı Bey’in yaptığı bu araba o günden bu güne kadar “kağnı” adı ile varlığını devam ettirmiştir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Meydan Larousse, Araba Maddesi
2-Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişma Çağları,C.1-sh.85,1000 T.E.
3-Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi C.1,sh.44
4-H. Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1,sh.68,1946 – Ankara
5-Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C.1,sh.74-75
6-Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler,sh.228
7-Ebül Gazi Bahadır Han, Türklerin Soy Kütüğü,sh.30,1001 Temel Eser
İ) KAĞIT VE MATBAANIN İCADI :
Kağıt ve matbaa, insanlık tarihinin en önemli icad ve keşiflerindendir. Biz matbaanın XV. Yüzyılda Gutenberg tarafından icat edildiğini sanırız. İlim ve kültürün insanlık alemine yayılışında en büyük rolü oynayan matbaa, Gutenberg tarafından icad edilmemiştir.” Denilince de her şeyin icadını başkalarına mal eden zihniyet, kağıt ve matbaanın Çinlilerce bilindiğini ve kullanıldığını iddia etmektedir.
Medeni bir millet olan Türk’ün tarihine ve Türk’lerden bahseden kaynaklara göz atılınca, “kağıt”, matbaa”, “harf”, “yazmak” gibi kelimelerin kullanıldığı görülmektedir. Bu demek oluyor ki, kağıt ve matbaa gibi insalık fikriyatını değiştiren iki mühim icat, insanlık alemine Türkler tarafından hediye edilen nimetlerden iki tanesidir. Bunun için Türk’lere ne kadar teşekkür edilse azdır.
Matbaayı bulma ve icat etme şerefi, Gutenberg’e ait değildir. Gutenberg’in bulduğu matbaa değildir. Onun yaptığı tek şey, daha çabuk aşınan tahtadan harflerin yerine madeni harfler kullanmak olmuştur.
Gutenberg’in durumu, bir doktorun dişi çekip yerine madeni diş taktıktan sonra “ben adam yarattım” demesi kadar gülünçtür.
Gerçek, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin kendini kolay kolay saçmalığa terk edemez. Gutenberg, her şey gibi tekamül edecek olan matbaaya sadece basit bir katkıda bulunmaktan ileri gidememiştir. Bu bakımdan “matbaanın mucidi Gutenberg veya Coster olmayıp onlar ancak geliştiricilerdir.” (1)
“Türklerin matbaaya hizmetleri çok, hem de pek çok eskidir. Bu hususta toplu bir malumat verebilmek için size İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Helmuth Bosserti’in ikinci Türk Tarih Kongresine tevdi ettiği “Tab San’atının Keşfi” adlı tezinin başlangıcını buraya aynen naklediyorum :
“Matbaanın keşfi adeta Amerika’nın keşfine benzer. Amerika’yı Kolomb’un keşfettiğini herkes bilir. Fakat Kolomb’un bir kıt’ayı bulmasından asırlarca evvel Norveçlilerin ve Şarki Asya’lıların şimali Amerikaya geldikleri çok daha az kimseler tarafından malumdur. Tıpkı bunun gibi bir çok kimseler Gutenberg’in matbaanın ilk verimlerini 1450 tarihine doğru beşeriyete armağan ettiği zehabındadırlar.” (2)
Gutenberg’ten önce matbaa yok muydu ? Bilinmiyor muydu ? XV. Asırda Gutenberg’in dehası ile mi meydana çıktı ? Evet, Avrupa’da matbaa bilinmiyordu. Avrupa matbaayı 1455’te Gutenberg’in madeni harflerle, Mainz kasabasında İncil’i bastıktan sonra tanımıştır.
Halbuki tarihi kaynaklar tetkik edilince görülecektir ki, “Baskı yolu ile ilk kitap meydana getirmek usulü Uygur Türk’lerinde vardı. Bugüne kadar gelen Uygurca malzemenin mühim bir kısmı blok-basma denilen bir şekilde vücuda getirilmiştir… Avrupa’da ise, modern baskı tekniğinin başlangıcı olan müteharrik harflerle kitap basma işi, yani matbaanın icadı XV. asrın ortalarındadır. Almanya’nın Mainz şehrinde Johann Gutenberg tarafından 1440 yıllarında madeni harfler dökülerek ilk baskı denemelerine girişilmiş ve 1450-1455 yılları arasında da ilk kitap basılmıştır. Kağıt yapma tekniğinin doğudan batıya gelmesi gibi, baskı tekniğinin de Avrupa’ya Almanya içlerine kadar giren Altınordu kuvvetlerinin beraberlerinde basılı kitap getirmeleriyle geldiği fikri vardır.” (3)
İstanbul’ da ilk matbaanın 1727 tarihinde kurulmuş olması, Türk’lerin matbaayı bilmediğini ve bunu Avrupa’dan öğrendiğini ortaya koymaz. Medeni bir topluluk olan Uygur Türklerinde basım işi ve matbaa Avrupa’dan çok daha önce biliniyordu. “Yazma eserler, kağıt üzerine el ile yazılmış olduğu gibi bütün bir sahife klişe halinde hazırlanarak basılmış eserlerde vardır. Demek oluyor ki, Uygur Türkleri matbaayı Avrupa’dan çok evvel biliyorlardı. Daha sonra, ayrıca ağaçlardan ayrı ayrı harfler de kullanarak bunlarla kitap tab etmeyi tecrübe etmişlerdir. Yapılan araştırmalar neticesinde bu harfler de bulunmuştur.” (4) Bundan başka “Uygurlar, kağıttan peçete ve tuvalet kağıdı yapıyorlardı. Avrupa’dan asırlarca önce kağıdı tanıyan Uygurlar 751’de kağıt yapmasını Araplara da öğretmişlerdir. Semerkand’dan kağıt sanayi, bütün İslam dünyasına yayılmıştır. XI. Asırda Sicilya ve İspanya Müslümanları yoluyla kağıt Avrupa’ya da girmiştir. Uygurlar matbaa da kullanmışlardır…” (5)
Kağıt ve matbaa gibi iki büyük keşif de bir çok şeyler gibi ne Çinlilere ne de Avrupa’lılara aittir. İkisi de ihtilafsız Türk’lere aittir. Çinlilere ait olduğu sanılan tabı san’atının keşfi şerefi doğrudan doğruya Türklere aittir.” (6)
F.Kartır : “Matbaa Türk’lerin icadıdır” derken, Paris İslam Enstitüsü Profesörü Risler de : “Kumaşların üzerine tahta kalıplarla desen basma usulünü haçlılar Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Bu bilginin Avrupa’da matbaacılığın teşekkülüne amil olduğu muhakkaktır” demiştir.”
Avrupa’da taassubun hüküm sürdüğü, cehaletin karabulutlar gibi ufukları kararttığı devirlerden asırlarca önce Orhun Abidelerini dikmişler, basım işi ile uğraşmışlar, kütüphaneleri kitaplarla doldurmuşlar ve bugün bile Avrupa’nın sıtayişle bahsettiği kültür merkezleri kurmuşlardır. “Renkli duvar resimleri ile süslü salonlarla ilk olarak Uygur ülkesinde renkli duvar resimleri ile süslü salonlarla ilk olarak Uygur ülkesinde gerçek çehresini kazanan minyatür tezyinatlı eserlerle güzel ve hususi surette ciltlenmiş kitaplar dolu kütüphanelerle donatılmış Kara Hoço, Bişbalık, Bezeklik, Toyok, Murtluk, Yarkent gibi Uygur şehirlerinde çeşitli münasebetleri tanzim eden resmi müesseseler, noterler, gümrükçüler ve türlü mahkemeler faaliyet halinde idi.
Bunları tesbit eden Uygurca yazılmış 130 kadar sandık vesika Avrupa müzelerinde tetkike açık tutulmaktadır. Yine eski Uygur kültür merkezlerinde ele geçen başka bir malzeme var ki, bundan matbaanın aslında bir Türk eseri olduğu anlaşılmıştır. Biz ve bütün medeni dünya Avrupa kültürünün cihana yayılmasında başlıca rol oynayan matbaanın XV. yüzyılda Gutenberg tarafından ortaya konulduğunu sanırız. Halbuki matbaanın ibtidai şekli Uygurlar tarafından tesis edilmiştir. Basım san’atı tarihi ile uğraşan bilgin Carter’ın tesbit ettiğine göre en eski matbaa harfleri Uygur dilindedir. Ve Türkçedir. Matbaanın daha önce Çinlilerce malum bulunduğu yolundaki fikiler doğru değildir. Çünkü silabik karakter taşıyan Çincenin o zamanlarda matbaaya tatbik edilmeyeceği ilgililerce açıklanmıştır. Buna karşılık 14 harften ibaret Uygur Türk alfabesi ile basım tekniğine giriş çok kolay olmuştur. Turfan, İdikut şehirlerinin bulunduğu tarım bölgesindeki araştırmalarda meydana çıkan sert ağaçtan mamül müteharrik hafler, Uygurlar’da matbaanın varlığını ortaya koymuş ve bu kazılardan sonradır ki, basım san’atının Avrupa’ya Uygurlardan intikal ettiği nokta-i nazarı kuvvetlenmiştir.
Esasen Türk’lerde yazı, Batı Türklerinin dilince mevcut “bitiğ” (harf,kitap) ve “ir” (yazmak) kelimelerinin de gösterdiği gibi çok eskiden de vardı. Daha o zamanlarda çeşitli Türk boyları arasında taammüm ettiği anlaşılan Türk yazısının en muhtelem abideleri, bilindiği gibi 726-732-735 yıllarından kalma Orhun Kitabeleridir…”(7)
Matbaa ile beraber Avrupa’dan çok önce “Türk’ler Uygur hanedanı devrinde kağıt kullanmışlardır.” (8) Çünkü kaynak eserlerdeki kayıtlara göre “Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp basılıyordu. Bu Çin kağıdından farklıdır. Uygurların kendi kağıt imalatları olduğu bir gerçektir.” (9) Uygur Türkleri tarafından bilinen kağıt, Avrupa’ya Makro Polo tarafından tanıtılmıştır. Bu da İslam medeniyetinin İspanya’da kurmuş olduğu kağıt imalathanelerinden sonra olmuştur. Samih Nafiz Tansu : “Matbaa ve kağıtçılığın Avrupa’da inkişafı, İslam medeniyetinin İspanya’daki kağıt imalathaneleri ile sıkı bir şekilde münaseveti vardır. Avrupa’nın karanlığını, cehaletin sislerini dağıtan Endülüs’deki İslam medeniyeti, şüphe yok ki, matbaa ve kağıt fikrine hizmet etmiştir. Velhasıl şatoların, sarayların duvarlarına tevcih edilen bu kağıt tomarlarından mürekkep gülleler, hakikatlerinden daha müessir olmuş, feodaliteyi ve onunla beraber orta çağı yıkmıştır.” (10) diyerek kağıt ve matbaanın Avrupa’ya Müslümanlar tarafından kurtuluş devası olarak sunulduğunu belirtmiştir.
Avrupa, Müslümanlar tarafından kağıt ve matbaanın Avrupa’ya sokulması ile yavaş yavaş uyanmaya başlamıştır. Avrupa’nın uyanışında ve Rönesans’ın gerçekleşmesinde “İslamiyet’in Avrupa’ya getirdiği en hayırlı nimetlerden biri de kağıt olduğunda hiç şüphe yoktur.” (11) “Kağıdı Müslümanlar icat etmişlerdir. Eğer İslam, kitap, barut, pusula gibi mirasları elinin altında bulundurmasaydı bizim Rönesans’ın nasıl bir şey olacağını göz önüne getirmeliyiz… Tarihten Müslümanları silerseniz, ilmi Rönesans’ımız yüzyıllarca geri kalmış olur.” (12)
Matbaa, Batı’nın değil, Türk-İslam medeniyetinin meyvelerinden biridir. Bir çok hususlarda olduğu gibi bu hususta da Batı’ ya ve J.Gutenberg’e verilebilecek en ufak bir şeref payesi yoktur.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Prof. Dr. Laszlo Rosanyı, Tarihte Türklük Sh.112,1971 Ankara
2-Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı Sh.10,C.1, 1939 İst.
3-Doç. Dr. Ali F. Karamanlıoğlu, Türk Kültürü Dergisi,Sayı:100,Sh.63.
4-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,C.1 Sh.164,1946 Ankara.
5-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, Cilt 12, Sh.262
6-Selim nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı C.1,Sh.16,1939 İst.
7-Doç. Dr. İbrahim Kafesoğlu-Türk Yurdu Dergisi
8-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi C.1 Sh.158
9-Oktay Aslanapa, Türk Sanatı C.1 Sh.9
10-Samih Nafiz Tansu, Tarihte Yeni ve Yakın Zamanlar, Sh.181-182
11-Prof. Jacgues Risler, La civilisation arabe,Sh.170
12-Prof. E.F. Gauiter Mouers en coutumes des Musulman,Sh.249-250,Paris1955
J) SAATİN İCADI :
Bu konuda kaynaklara baktığımız zaman çeşitli isimler ve çeşitli tarihler görürüz. “İlk dişli saat 14. asırda Milano’ da yapıldı.” “1540’da ilk saat Almanya’da yapıldı.” “1650’de Christion Huygens, rakkaslı saati yaptı.” “Kusursuz işleyen ilk saat, 1728’de Jon Harrison tarafından yapıldı.”… Bunlar ansiklopedik bilgilerdir. Bakınız bir saat için ne kadar çok adam kaşif olmuş…
Her şeyi başkalarına mal etme akışkanlığı burada da kendisi göstermektedir. Halbuki Avrupa’dan asırlar önce Müslümanlar saati biliyor ve kullanıyorlardı. Mesela; “Harun Reşid’in gönderdiği duvar saati Charlemagne’ı hayran bırakmıştı.” (1) “Harun Reşid tarafından Charlemagne’a hediye edilen duvar saati bakır ve deriden yapılmıştı… Zamanı metal süvariler vasıtasıyla bildirirdi. Bunlar her saat başında bir kapıyı açarak saat sayısı kadar bilyayı bir simbalin üzerine düşürüyor sonra çekilerek kapıyı kapatıyorlardı.” (2)
Bugün bile insanları hayrette bırakan saatler ve bu saatleri yapan Müslümanlardan kaynak eserlerde hayranlıkla bahsedilmektedir. “Keskin zekalı Müslümanlar, bilhassa çeşitli ve güneşin saatlerinin icadına da itina gösterdiler. Kürevi trigonometri ve güneşin gök yüzünde bulunduğu yer nazarı itibara alınarak, hesaplanan cetvellerin de yardımı ile , günün zamanlarını böylece daha doğru okumaya muvaffak oldular. Onların bu sahadaki en orijinal icadı, silindir şeklinde taşınabilen bir güneş saati idi. Böylece bir güneş saati Reichenau’da kendisine ulaşan Hermannus Contractus, eserinde onun ustaca yapısını etraflıca açıklamıştı. Bu ilk güneş saati idi. Böyle bir güneş saatinin örnekleri, bir müddet sonra Batı’da daha sık ortaya çıkarlar.
Güneş saatlerine şekil vermede bilhassa bu saatlerin su, civa,yanan mum veya ağırlıkların yardımıyla çalışmalarında; “İslam oyuncakçılığı” kesif bir faaliyet sahası kazanmıştı. Müslüman alet yapıcıları bu arada zil vasıtasıyla her tarafa öğle zamanını hatırlatan çalar güneş saatlerini, bir madeni kupanın içine her saat başı, küreler düşüren su saatlerini; Zodyaklar sayesinde gezegenleri izleyen veya ayın yarım geçişini mütevali parıldamalarla belirten devran aynaları buldular.
Halife Harun Reşid’in elçilerinden Abdullah isimli bir Müslüman 807 yılında Aachen’de Kayzer Büyük Karl’a, Müslümanların harikülade aletlerinden birini sunar. Kayzer’in tarihçisi Einhard kaleme aldığı Salnamesinde : Saatin pirinçten yapıldığını hayrete sayan bir hünerle monte edildiğini” bildirir ve devamla : “Bu su saati on iki saatin geçişini hesaplıyor ve saat başlarında olmak üzere on iki kürecik düşürüyordu. Her bir kürecik alttaki zile çarpınca etrafa ses aksediyordu. Açılan kapılardan aşağı düşen kürecikler, bir saatlik zamanın tamamlanması ile dışarı fırlıyorlardı. Bu sıçrayanların sonunda 12 kapıda teker teker kapanıyordu.” Der (3)
Saati Avrupalılardan asırlar önce Müslümanların icat ettiği muhakkaktır. 1205 tarihinde Türk bilgini Eb-Ül-İz’in Gazneli Mahmut için yazdığı eserinde saatten uzun uzun bahsetmesi, (4) bu iddiayı kuvvetlendiren diğer bir delildir.
Büyük bir kabiliyet ve dehanın mahsulü olan bu icadı da diğerleri gibi ucuza satmışız.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-Fernand Grenard, Asyanın yükselişi ve Düşüşü Sh.212,1000 Temel Eser
2-Will Durant, İslam Medeniyeti Sh.37, 1001 Temel Eser
3-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam güneşi,Ter.Servet Sezgin Sh.116-177
4-Bakınız, Tarih – turizm – Edebiyat Dergisi, sayı : 5-1969
K) TÜRKLERDE HAYVANCILIK VE TARIM :
Tarihte vahşi hayvanların ehlileştirilmesi ve bozkırlarda ziraatın yapılması da Türklere nasip olmuş en büyük inkılaptır.
İnsanlık, vahşi hayvanlara karşı yaşama kavgası ve ölüm kalım mücadelesi verirken Türkler, vahşi hayvanları ehlileştiriyor, onların her şeyinden istifade etmenin yollarını araştırıyordu.
Hayvanların ehlileştirilmesi ve toprağın ekilerek mahsulün yetiştirilmesi, basit bir iş gibi görünse de o devirler için büyük bir tarihi başarı sayılır. Çünkü hayvanların derisinden, yününden, kemiğinden ve gücünden istifade, insani hayatın doğmasına sebep olmuştur.
İnsanlık alemine ışık tutan, hayatına renk ve şekil veren, tekamül kapılarını açarak yeryüzündeki medeniyeti ortaya koyan, hayvanları ehlileştirdiği gibi insanları da medeni ve insani hayata alıştıran Türklerdir. Bunun için Türkler medeniyetin doğuşunda ve bugünkü seviyesine gelişinde müessir bir rol oynamışlardır.
Toprağın ekilip biçilmesi, bunun için aletlerin yapılması ve hayvanların ehlileştirilmesi konusunda kaynaklar şu bilgileri vermektedir :
Orta Asya’nın bozkırlarında ilk devlet teşkilatını kuran, toprağa bağlanan, toprağı süren topraktan ürün elde eden Türkler, sebze, hububat ve meyve elde etmeyi de başarmışlardı. “Çinlilerin rivayetine göre Türkler eskiden beri buğday, arpa, pirinç, darı, mısır ekerlerdi. Asma, elma, dut fidanları yetiştirirlerdi. Araziyi sulamak için pek çok arklar açmışlardı.” (1)
Davut peygamberin elinde hamur gibi şekil verdiği demire hakim olan Türkler, demiri iyi işlerlerdi; demirden kürek, kazma, demir saban gibi ziraat aletleri yapmışlardı. Kaynaklar Orta Asya’daki Türklerde ziraatin ileri olduğunu, her türlü hububatın yetiştirildiğini, bahçeleri tarlaları sulamak için kanallar açtıklarını haber vermektedir. Hatta Uygurlar zamanında kanal suları ile elde edilen mahsulün su değirmenlerinde öğütüldüğü bilinmektedir.
“Asya, değirmenleri biliyordu. Yel değirmenlerini de icat etti.” (2) Mesudi de X. Asırda Türklerin icat ettikleri yel değirmenlerini yakından gördüğünden bahseder.
Ortaasyada en çorak yerler bile açılan kanallar vasıtasıyla sulanarak verimli hale getirilmiş ve muntazam ziraat yapılmıştır. Bugün bile toprak altından çıkan arklar, kanallar ve su boruları insanları hayrette bırakacak kadar ileri teknikte yapılmıştır. Uygurların, Göktürklerin açtığı kanallar bugün bozulmadan durmaktadır. Bunlardan büyük bir hesap işine dayanan ve iki vadiyi birleştiren Tötö Kanalı, 1935 senesinde Rus arkeologlarını hayrette bırakmıştır. Aynı vadiyi sulamak için kanal yapma ihtiyacını duyan arkeologlar yeni bir kanal yapmaktan vazgeçip Tötö kanalını kullanmayı tercih etmişlerdir.
“Orta Asya’ da gittikçe artan kuraklık karşısında ziraatı devam ettirebilmek mecburiyeti, Türkleri ekip biçmeyi kolaylaştıracak bir takım aletler icat etmeye, kanallar açmak suretiyle ırmak ve göllerden istifade etmeye sevk etmiştir.”(3)
Kemerler üzerindeki arklar, vadiden vadiye uzanan kanallar, su boruları kazılar sonunda çıkan ziraat aletleri yanında “Bend tesislerinin ilk nüvelerini araştırmacılar, kanallar, havuzlar halinde Orta Asya’da Türk medeniyetinin göbeğinde bulmuşlardır. Buradan şekil ve mahiyet değiştirerek göç istikametinde Avrupa’ya kadar yayılmıştır. Evvela İran’a sonra sıra ile Mezopotamya, Suriye, Mısır, İspanya ve Avrupa’ya ulaşmıştır.” (4)
“Medeniyetin beşiği Orta Asya’dır. Tarihi tetkikler ve arkeolojik araştırmalar neticesinde medeniyetin doğmasına sebep olan ilk eserler orada bulunmuştur. Bu arada sulama tesislerine ait eserlere de tesadüf edilmiştir. Ziraatın ve sanayinin temeli orada atılınca, su tesislerinin ilk temellerini de orada bulmak tabii idi.” (5)
Ziraatte ve Türklerin hayatlarında hayvanların önemi büyüktü. Çünkü hayvanları vahşilikten ehlileştirerek, insanlığın hizmetine sunan Türklerdi. Diğer milletler hayvanlardan istifade etmesini Türklerden öğrenmişlerdi. “Avrupa araba koşumunu, binicilik tekniğini Türklerden öğrendi.” (6) “Hayvanlardan istifade ederek süvari kuvvetleri teşkil etmeyi, at üzerinde harp etmeyi Bütün Asya kavimlerine Türkler öğrettiler.” (7)
Medeniyetin her alanında emeği ve eseri olan ecdadımızla ne kadar iftihar etsek azdır. İftihar etmek de en tabii hakkımızdır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
1-Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s.337
2-Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü, s.212
3-Şemsettin Günaltay, Tarih, C.1,s.34
4-Vefik Altuğ, Tarihi Su Tesisleri,s.51
5-V.Altuğ, age. S.22
6-Fernand Grenard, A.g.e. S.9
7-Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi, C.1 S.64
K) AMERİKANIN KEŞFİ :
Amerika kıt’asının keşfinin ilk Christophe Colomb’un 1492’de yaptığını daha sonra da Amariko Vespuçi’nin 1507’ de ikinci defa keşfedip “Amerika” adını verdiğini bilmekteyiz ki, bize öğretilen bilgi budur.
Keşif Nasıl oldu ?
“Christophe Colomb, seyahate başlamadan önce dinin itirazına uğradı. Colomb Arapça eserlerden veya (İngilizlere göre) Roger Bacon’dan aldığı düşünceyle dünyanın yuvarlak olduğunu, onun içinde batıya gidilirse Hindistan’a varılacağını iddia ediyor ve kendisine böyle bir seyahati sağlayacak bir büyük makam arıyordu. Tekliflerini Cenova, Portekiz, İngiltere bile reddetti. Zavallı Colomb, Portekiz’den kızının elinden tutarak, dilene dilene İspanya’ya geldi. İddiasını orada Salamonca Üniversitesi Meclisine havale etti. Meclis tarafından bu iddia, bütün azizlerin eserleri, Tevrat ve İncil’le reddolundu. Fakat 1491 yılında Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella, Endülüs Araplarına karşı kazandıkları zaferin sadakası olarak Colomb’un dileğini kabul ettiler.” (1)
Colomb, Venedikli gemicilerle yola çıktı. Yolda korkunç dalgalar ve Cehennem ağızlarının bulunduğu inancı, gemicileri korkuttu. Bu korku isyana sebep oldu. Colomb çok güç durumda kaldı. Dönmek üzere olan gemicileri ikna etmek zorunda idi. Gemicilere aynı istikamette gidiliği takdirde yeni bir kıt’a ile karşılaşacaklarını ve bunu Müslümanlardan öğrendiğini, Müslümanların yalan söylemeyeceklerini anlatıp isyanı bastırmaya muvaffak oldu. Yola devam edip, ilk kendisinin bulduğunu zannettiği Amerika kıt’asına ulaştı.
Colomb’un Amerikaya varmasından önce kıt’a bomboş değildir. Yani Colomb, bu kıtayı ilk bulan ve ulaşan insan değildir. Şarki Asyalılar buraya çok önceden gelmiş ve yerleşmişlerdi. Bunun için Colomb’un büyük (!) keşfini gölgelemek için ortaya atılmış bir iddia değildir.
“Christophe Colomb ve halefleri zamanında İlk Avrupalılar oralarda zenci ahaliyi de bulmuşlardır.” (2)
“Colomb’un kıt’ayı bulmasından asırlarca evvel Norveçlilerin ve Şarki Asyalıların Şimali Amerika’ya geldikleri çok daha az kimseler tarafından bilinmektedir.” (3)
Bu durumda Colomb ve Ameriko Vespuçi, Amerika kıt’asının kaşifi kabul edilemezler. Çünkü Colomb’u kıt’aya ilk ayak basan insan olarak kabul edemeyiz, ondan evvel Amerika kıt’ası bilinmeyen bir yer değildi. Orada yaşayan insanlar vardı. Vespuçi’ye ait olan şey ise “Amerika” ismini koymuş olmasıdır.
Cevap bekleyen sorular :
– Batı’nın dünyanın yuvarlaklığını kabul etmediği, asırlar sonra bile dünyanın yuvarlaklığını kabul edenleri Engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkum ettiği halde Colomb cesaretini kimden ve nereden almıştı ?
– İlim ve din adamlarını karşısına almışken Colomb, fikrinde neden bu kadar ısrar ediyor ve yeni bir kıt’aya varacağından emin görünüyordu ?
– Durup dururken Colomb’da bu seyahat merakını uyandıran neydi ?
– Yolda isyan çıktığı zaman Colomb, kendi toplumunun kesin olarak habersiz olduğu dünyanın yuvarlaklığı ve kıt’anın varlığından nasıl o kadar emin olabiliyordu ?
Colomb, kendinden değil, Müslümanların ilminden emindi.
Amerika kıt’ası, Colomb’dan evvel Müslümanlarca biliniyordu :
Yedinci yüzyılda Müslümanlara inen Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerimde : “Yer yüzünde birbirine komşu kıt’alar vardır” (4) buyrulmuştur.
İbni Haldun (1333-1378) “Mukaddime” adlı eserinde mevsimlerin meydana gelişini izah etmiş, dünyayı yedi iklim bölgesine ayırmış ve Amerika kıt’asından bahsetmiştir.
Piri Reis, Amerika kıt’asından bahseden ilk coğrafyacıdır. Çizdiği haritalar yakın zamana kadar çizilen haritalarla kıyas kabul etmeyecek kadar üstündür.
Piri Reis’in ceylan derisi üzerine çizdiği haritada Batı Avrupa, Afrika ve Doğu Amerika sahilleri açıkca gösterilmiştir. Bu harita Müzeler müdürü H. Ethem Eldem tarafından 9 Aralık 1929 tarihinde Topkapı Sarayında bulunmuştur. Bu haritanın bulunuşu, dünyada derin yankılar uyandırmıştır. Bu harita hakkında Mehmet Önder 13 Ocak 1975 tarihli Tercüman Gazetesinde şu açıklamayı yapmıştır :
“Bilim dünyasında Piri Reis’in Amerika haritası olarak bilinen ve bugün Topkapı Sarayı Müzesinde saklanan iki haritadan büyüğü 90 santim boyunda 65 santim enindedir. Yumuşak bir ceylan derisi üzerine renkli kalemlerle çizilen ve açıklamaları yapılan büyük harita, üzerindeki bilgilerden anlaşıldığına göre, 1513 yılının Mart ve Nisan aylarında Gelibolu’da bizzat Piri Reis eliyle çizilmiştir.
Bu harita hakkında bir yazarımızda şöyle der :
“Piri Reisin coğrafya sahasındaki ilk eseri, Gelibolu’da telif ederek Yavuz Selim’ e hediye ettiği dünya haritasıdır. Bu haritanın tamamı maalesef kaybolmuştur. Elimizde, Avrupa ve Afrika’nın kısmen bazı kısımlarını içine alan parçası bulunmaktadır. Harita, deri parşömen üzerine renkli olarak çizilmiştir. Piri Reis gerek kitabında, gerekse haritalarında, ilmi zihniyetin icaplarına göre hareket etmiştir.” (5)
“Piri Reis’ in Çizdiği harita kopya olamaz :
Piri Reis, çizdiği dünya haritasından bahsederken şöyle demektedir :
“Bundan evvel bir harita yaptım, onda bir çok yerleri göstermeyip böylece Hint ve Çin denizlerini gösterdim ki, yeni yapılan haritalarda Batı’da kimse onu bilememiştir. Ben hepsini kaydedip makamı cennet olası rahmetli Sultan Süleyman Han Hazzerleri’nin kapısına takdim ettiğimde makbule geçmişti.” (6)
Zamanımız tarihçilerinden Yılmaz Öztuna da :
“Piri Reis XVI asrın ilk yıllarında Amerikadan bahsetmiş, hatta iki büyük Amerika haritası çizmiştir. Arzın yuvarlak olduğunu Türk bilginleri arasında ilk defa açıkca ileri süren Piri Reis’in Amerika haritaları, aynı yıllarda Avrupa’ da çizilen yeni dünya haritalarından çok daha doğrudur. Bütün Batılı bilginler, bu noktada birleşmişlerdir.” Der. (7)
“Antartika kıt’asındaki Palmer Yarımadası 1820’de keşfedilmiş kabul edilirken Türk amirali Piri Reis tarafından 1513’te çizilen dünya haritasında bu yarımada gösterilmektedir.
Güney Amerika Nehirlerinin membaları 16. yüzyılın sonunda keşfedilmiş sayılırken, çok daha önce Piri Reis’in yayınladığı haritada apaçık gösterilmiştir.” (8)
Bu naklettiğimiz bilgilerden de anlaşılıyorki, Colomb, Amerika kıt’asına gitmiştir, ama keşfetme şerefi ona ait değildir. Bu konuda Müslüman Türklerin yaptığı çalışmalar ve hizmetler unutulmamalıdır.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-A.Adnan Adıvar. Tarih Boyunca İlim ve Din, S.148-149
2-Prof. Dr. M.Hamidullah, İslam’a Giriş, S.173
3-Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacılığı, C.1,S.10
4-Kur’an-ı Kerim, Rad Suresi : 4
5-Cevdet Türkay, Osmanlı Türklerinde Coğrafya, 1959 İst.
6-Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, S.28
7-Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, S.210
8-New-York Post Gazetesinden naklen, 3 Eylül 1973, Tercüman Gazetesi.
.
Türk İslam Medeniyetinin Tesirleri
Bugüne kadar tarih Türklerden ve İslamiyet’ten çok şey öğrenmiştir. Türk İslam medeniyetinin insanlık alemine sunduğu öyle eserler vardır ki, her biri dünya medeniyetinin hareket noktası ve süsü olmuştur.
Medeniyetin özelliği, bütün insanlar için yararlı olmasıdır. Bunun için Türk-İslam bilginleri hayatları boyunca ellerinden geleni yapmış, insanlığa yeni dünya görüşü ve hayat anlayışı kazandırmışlardır.
Bu bakımdan tarihin seyri içerisinde Türk-İslam medeniyetinin, dünya medeniyetinin oluşmasındaki önemini bilmeden geçmişimizi hakir görüp, aşağılık duygusuna kapılmamız ve başka milletlere hayranlık duymamız doğru değildir.
- İslam’dan Önce Türk Medeniyetinin Tesirleri :
Tarihte ilk medeniyetin ışığını yakan Türklerdir. Türkler ilk çağlarda ileri bir medeniyet oluşturarak, kendileri ile beraber diğer milletleri de medenileştirmişler, her fırsatta medeni bir millet olduklarını ispat etmekten geri kalmamışlardır.
“Eski Türk kültürü yalnız insanlığın ulaştığı bir medeniyet örneği olarak kalmamaktadır. Onun daha da mühim olan tarafı, bugün cihanşümul bir mahiyet arz eden Batı medeniyetinin doğuşunda birinci derecede amil oluşudur” (1)
Türklerin yalnız Batı medeniyetinde değil, dünya medeniyetinde hatıralarını yaşatan değerli kalıntılar mevcuttur. Çinliler masa, sandalye yapmasını, hayvanlardan istifade etmesini, askeri teşkilatın kurulmasını, savaş aletlerinin yapımını ve kullanılmasını, yemeklerini pişirip yemeyi, giyinmesini Türklerden öğrenmişlerdir. Hatta Çin prensleri Göktürkler gibi giyiniyor ve saçlarını onlar gibi tarıyorlardı.
Fernand Grenard şöyle der : “Romalılar güzel giyinen ilk insan olarak Türkleri gördüler. Haçlı derebeyleri zerafet, incelik ve terbiyede asil rakiplerine benzemeye çalışıyorlardı. Avrupa ve Romalıların bilmediği iç çamaşırları, at koşumları, askerliğe dair birçok hususlar, Hunlardan iktibas edilmiştir. Batı Romanın son imparatoru olan Romulus’ un adına Batı İmparatorluğunu idare eden babası Oreste, Attila’nın eski bir subayı idi. Ve askeri terbiyesini Türklerden almıştı. İtalya’ya hakim olan meşhur Odaacre da Attila’nın nazırlarından birinin oğluydu.(2)
Bozkır medeniyetinin en eski bir medeniyet örneği olduğunu ve diğer medeniyetlerin doğuşunda büyük etkiler yaptığı inkar edilmez bir gerçektir. Avrupa daha yeniye kadar müthiş bir barbarlık içinde yaşamıştır. Sırf bu yüzden kendi barbarlığını görememiştir. Gene Fernand Grenard: “ Avrupalı olduğumuz için Asyalının yaptığı ve yapmaya çalıştığını küçük görüyoruz. Müslümanların medeniyeti, barbar Avrupa’nın terbiye edilmesinde en hakim rolü oynamıştır. Biz pratik sahadaki kıymetli keşifleri Müslümanlara borçluyuz” der
Akif’in de belirtiği gibi :
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz !
Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin,
Nur olup, fışkırmışız ta sinesinden zulmetin.”
- Türk-İslam Medeniyetinin Tesirleri :
Dünya nizamı olarak gönderilen İslamiyet, insanlığı kurtarma hamlesi içinde gönüllere şifa olmuştur. Medeniyeti kurma yolunda Müslümanların attığı adımlar insanlığın yüzünü güldürmüştür.
İslam’ın emri ile Müslümanlar, şahsi çıkar anlayışı ve yalnız kendi dünyalarına menfaat temini için yaşayan insanlar olmamıştır. Bu sayede dünya, fedakar Müslümanların gayretleri ile aydınlanmıştır.
Avrupa karanlıklar içerisinde cehaletle kucak kucağa yaşarken İslam alemi medeni bir hayat yaşamaktaydı. İslam aleminin çehresini değiştiren İslamiyet, Müslümanların eliyle Avrupa’nın da çehresini değiştirmiştir. Avrupa kendi kısır mantığı içerisinde yaşarken onu derin uykusundan İslam medeniyeti uyarmıştır. İslam medeniyetinin birçok alanda yapmış olduğu olumlu tesirler, Avrupalının hayatına canlılık katmıştır. Bu bakımdan Avrupa medeniyeti varlığını İslam medeniyetine borçludur.
Charles Seignebos : “Şarklılarla temas ile garplılar medenileştiler. Batının Müslümanlara borçlu olduğu şeylerin hesabı çoktur.” Demiştir. Dr. Sigrid Hunke de şöyle demiştir : “Batı aydınlanmasını ancak İslam medeniyetinden saçılan ışıklara borçludur.” (3) Bugünkü Avrupa medeniyetinin temeli Müslümanlardan öğrendikleri bilgiler üzerine kurulmuştur. Çünkü daha yeniye kadar “Avrupa büyük devletlerinin hepsi, her bakımdan Asya’nın Müslüman Türk İmparatorluklarından geri ve zayıftı.” (4)
Avrupalıların Müslümanlarla temaslarından bu yana İslamiyet, Avrupa’nın fikir hayatına köklü tesirlerde bulunmuştur. Üç kıtaya hakim olan atalarımızın hakimiyeti, kılıç kuvvetine dayanan bir hakimiyet değil, ilim, adalet ve medeni üstünlüğe dayanan bir hakimiyettir. Bugüne kadar mucit, kaşif diye tanıtılan batılı isimler, İslam medeniyetini Hıristiyan Avrupaya nakleden ilim elçilerinden başka bir şey değildir. Batı’ da “Tecrubi aratırmanın mucitleri Roger Bacon veya Bacovon Verulam, Leonardo da Vinci veya Galile değillerdir. (5) “Roger Bacon düşüncesi ve fikirlerinden dolayı 13. asırda hapse mahkum olmuş ve 15 sene kadar hapiste yatmıştır. Müslümanların eserlerini okuyup onlara verdiği önem, gösterdiği hayranlık karşısında ölünce “Müslüman öldü” diyerek aforoz edilmiştir.” (6)
“Güneşin doğduğu ülkelerden gelen yüksek İslam kültürünün binlerce mil Batı’ya yayıldığını ve önüne çıkan her ülkeye onu yıkmak yerine gelişmiş medeniyetinin damgasını vurduğu unutulmamalıdır.” (7) Uzun süren haçlı seferlerinin neticesinde Avrupalılar, Müslüman Türk’ün alicenaplığını gördü. Türk İslam medeniyeti karşısında hayran kalarak geniş ölçüde istifade etti. Bunun için “Avrupa medeniyetinin doğuşunda ilk amil olması şerefi Hıristiyan Garb’a değil, Müslüman şarka aittir.” (8)
İslam alimlerinin Avrupanın düşünce hayatı üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Mesela,14-15. yüzyıllarda Avrupa’da Aristotales’in kaldırılarak ibn-i Rüşd’ün eserleri okutulmuş, Sicilya Kralı II.Fredrik İslam filozofu İbn-i Rüş’ün çocuklarını sarayına davet ederek onlardan biyoloji okumuştur. 17. asırda Louvain Üniversitesi tıp tedrisatının esasını Razi ve İbni Sinanın eserleri teşkil ediyordu. Tam 6 asır Batının üniversitelerinde İbni Sinanın eserleri ders kitabı olarak okutulmuştu.
Türk İslam medeniyetinin en belirgin özelliği, son derece etkileyici ve yapıcı oluşudur. Türkler Hindistan ve Pakistan’da hakimiyet kurup, medeniyet bırakmışlardır. Eğer Türkler girdikleri yerlede bugünkü Avrupa devletleri gibi davranmış olsaydı, oralarda kendilerine ait hiçbirşey kalmazdı. Nitekim İngilizler kovuluncaya kadar Hind Yarımadasında kalmış, giderlerken yok ettikleri milli kıymetlerinin yerine zorla kendi dillerini bırakabilmişlerdir. Bir Gazneli Mahmud’ un yaptığını yapamamışlardır. Hindular, ölülerini su kenarlarında bilhassa Ganj Nehrinin kenarında yakarlarken, dul kalan kadınları da kocasının cesedine bağlayarak diri diri yakarlardı. Bu vahşi adeti Türk kahramanı Gazneli Mahmud yasaklamış ve onlara medeni bir hayat öğretmiştir.
Müslüman Türklerin tesiriyle el bize hayranken bizim ele hayran olmamıza kadar devam etmiştir. Avrupa’ da bir kahvenin içilmeye başlanması bile 1669’ da Türk elçisi Müteferrika Ağa’nın eliyle olmuştur. Müteferrika Ağa’nın Fransa’ya gelişi bütün Fransızların gururunu okşamıştı. Türk elçisinin kahve içmesini gören aristokratlar onu taklide başladılar. Onun diplomatik misyonu dolayısıyle ona hediye vermekte bütün Fransızlar birbirleri ile yarış ederek Türk kıyafet ve adetlerini benimsemişlerdi.
“Sultan Süleymanın saltanatı devrinde İngiltere Kralı olan VIII Henri İngiliz adliye sistemini Türk sistemince doğrultmak ve düzeltmek için Türk mahkemeleri hakkında tatbikat icrasına memur olarak Türkiye’ye bir heyet göndermekle Osmanlılar hükümdarını şereflendirmiştir.” (9)
1896’ da Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlındaki bir heyet tarafından hazırlanan ve Osmanlı İmparatorluğunun temek mevzuatından biri olan “Mecelle” Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından bu yana yarım asır daha varlığını İsrail gibi bir ülkede sürdürmüştür. Ancak 1972 yılında Adalet bakanlığı sözcüsü Uzi sivan : “Mecelle çok mükemmel bir hukuk eseri…” demiştir. Bugünkü anlayış karşısında Mecelle’nin varlığını 1972 senesine kadar İsrail gibi bir ülkede koruyabilmesi izahı güç bir husustur. Fakat şu kadarını belirtelim ki, İslam hukuku canlı ve tatminkar bir hukuktur. İlahi vahye dayanır. Beşeri acz içinde geçerliliğini kaybeden bir hükmü yoktur. Ayrıca İslam başlı başına bir hukuktur. Onda şu veya bu hukukun tesiri söz konusu olamaz.
“Kanun Romalılar için halk iradesinin ifadesidir, İslam hukukunda ise Allah’ın iradesidir. Roma hukukunun karakteristik özellikleri arasında öyle formaliteler vardır ki, Post Gaius’ ün İnstituones Juris Civilis kitabının mukaddimesinde (s.34-35) Onlardan usandırıcı ve yorucu formaliteler diye bahseder.”
“Roma hukuku denilen hukuk da sırf Romalıların değildir. Aynı yazar Post’ a göre Romanın kanunu, şark ile temasa girmedikçe, az gelişmiş, iptidai şartlar içinde kalmaktan kurtulamadı ve Şimal Afrika’nın, Suriye’nin ve Küçük Asya’nın mühim ölçüde tesirinde kaldı. İslam zuhur ettiği zaman Roma hukuku Romanın şark vilayetlerinden kaybolmuştu, yerini mahalli adetlere, rahiplerin, katiplerin hakemliğine terk etmişti.” (10)
Netice olarak, tarihteki üstünlüğümüze rağmen Tanzimat’tan sonra bir bunalım içine itildiğimiz muhakkak. Bugün topyekün Batı’nın kendini inkar edip Müslüman-Türk’ün medeni vasfını itirafını bekleyemeyiz. Bugüne kadar uyguladığımız yanlış kültür politikası ise yabancı emellere hizmet etmiş, bizi Batı’ya hayran durumuna düşürmüştür. Bu hayranlık içinde “Garptaki cereyanlara kapılarak yaptığımız ve ilerlemeyi hedef alan çalışmalarımızın neticesiz kalmasının sebebi, Garp medeniyetini doğuran esas sebeplere vâkıf olamayacak kadar yanılmış bulunmamızdır.” (11)
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1-İbrahim Kafesoğlu, türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s.78
2-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.1, S.254
3-Dr. Sigrid Hunke, Avrupanın Üzerine Doğan İslam Güneşi,S.133
4-Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, C.3.S.233
5-Dr. Sigrid Hunke,a.g.e. S.122
6-A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, S.141
7-Friedrich-Karl Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.12
8-Prof. Osman Turhan, türkiyede Manevi Buhran Din ve Laiklik, S.46
9-Prof. Dr. Ahmet Reşit Turnagil,İslamiyet ve Milletler Hukuku, S.17
10-Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Fıkhı ve Roma Hukuku,S.20-21
11-Said Halim Paşa, Buhranlarımız, S.90 (1001 Temel Eser)
.
Türklerde Sanat ve Medeniyet
Tarihte insanlığın ihtiyacı ve medeniyetin icabı olan şeylerin icat ve keşfinde en büyük hissesi bulunan millet, doğuştan mahir ve sanatkar olan Türk Milletidir. Bu güne kadar dünyanın dört bir bucağını Türk’ ün hünerli elleri süslemiş, vahşi yaşayış ve İlker devirler Türk’ ün istidat ve kabiliyeti ile kapanmıştır.
Türkler fışkıran zekaları ile sanat heyecanı duymuş, el emeği, alın teri karşılığında Türk zevkine uygun eserler ortaya koymuşlardır. Bunların her bireri Türk’ ün sanat gücünü ve kabiliyetini ortaya koyan muhteşem eserlerdir. Madde ve manayı bir araya getirerek ortaya konulan bu eserler, göz alıcı ihtişamı ile hala bütün insanlığın dikkatini çekmekte ve hayranlığına sebep olmaktadır.
Bugün milli gururumuzu okşayan Türk sanatının, Türk Kültürünün ürünlerini ve Türklerin ezeli meziyetlerini, tarihi faziletlerini, yerli olsun, yabancı olsun aklı başında kimse inkar edemez. İnkar etse de asırlara renk ve şekil veren eserleri yok edemez.
Şairin dediği gibi :
“Şu sebiller, imaretler,
Mermer kervan saraylar, yollar bizim işlerimiz
Şu kubbeli memleketler
Medreseler, camiler hepsi bizim eserimiz.”
a) İlk Türklerde Sanat ve Medeniyet :
Tarihi kaynaklar incelendiği zaman Türk sanat ve kültür hayatı çok erken çağlarda gelişmiş ve başka milletlere de örnek olmuştur.
“Türk Kültürünün bozkır ikliminde orijinal bir sanat tipi yarattığı herkesçe malumdur.”(1) Türkler tarih sahnesine medeni bir millet olarak çıkmış ve medeni bir millet olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Çin kaynaklarının verdiği bilgiye göre ilk çağlarda bile Türkler sanat hususunda büyük kabiliyetlerini ortaya koymuşlardır.
“Türkler, sanat hususundaki en büyük kabiliyetlerini madencilikte göstermişlerdir. Bakır, kalay, tunç gibi demir de ilk defa Ortaasya’ da Türkler tarafından keşfedilmiş, sonra da buradan bütün dünyaya yayılmıştır. Altay Dağlarının pek çok yerinde keşfolunan çok eski zamanlarda işlenmiş maden ocakları, eritme fırınları, Türklerin madenleri kendileri çıkarıp kendilerinin işlediklerini göstermektedir. Bugüne kadar elde edilen buluntular, Türklerin madenleri topraktan çıkarmayı, eritmeyi, işlenebilecek hale getirmeyi bildikleri gibi onlardan her nevi alet ve eşya yapmak kabiliyetine vakıf olduklarını da göstermektedir. Madencilik sanatının bütün şekil ve usullerine aşina olan Türkler, bilhassa silah yapmak, ok, yay imal etmek hususunda büyük ilerlemeler göstermişlerdir.” (2)
Türklerde harp sanatı çok ileri idi. Ağır taşlar atan mancınıklar, ok atan yaylar, madenden yaptıkları kılıç, mızrak ve zırhlar Türklerin düşmana üstünlüklerini sağlıyordu. Zırhları yalnız kendileri için yapmıyor, ehlileştirerek bindikleri atlara da giydiriyorlardı.
Türkler demirci idi. Şamanlık dini, demiri kutsal sayıyordu. Bunun için Türkler yemin etmek istedikleri zaman demirden yapılmış silah ve aletler üzerine yemin ediyorlardı. Demirciliği milli sanat haline getiren Türkler, demirden sadece silah değil, ziraat aletleri de yapıyorlardı.
M.Ö. 2000-1000 yılları arasında Türkler, Altaylarda demirden, tunçtan altından kılıçlar, bıçaklar, yüzük, küpe gibi ziynet eşyaları yapıyorlardı. Çünkü Türkler madenlere ilk defa herkesten önce hakim olmuşlardı. Attila öldüğü zaman cenazesi altın tabuta konmuş, daha sonra gümüş tabuta ondan sonra da demir tabuta konularak gömülmüştür.
Türklerin madenleri işleyen usta elleri, sanatkar kabiliyetleri ile meydana getirdikleri alet ve silahlar, Türklerin en büyük geçim kaynağı idi. Bir tarihçimizin ifade ettiği gibi : “Göktürklerin ataları da demirci idi. Onlar en iyi çelikleri işlerler ve Ortaasya İmparatorluklarına bunları silah olarak satardı.”(3)
Türklerin hayvan kemiklerinden iğneler, topraktan çeşitli mutfak eşyaları, altın, bakır, gümüş ve tunç gibi madenlerden ev eşyaları, ziynet eşyaları, ve çeşitli harp aletleri yaptıkları, kazıların sonunda meydana çıkmakta, tarihi kaynaklarda ifade edilmektedir.
Tarihte ilk defa demirden saban yapıp bozkırları eken, elde ettiği ürünü, yaptıkları su ve yel değirmenlerinde öğüten Türkler olmuştur. Hayvanları ehlileştirerek bozkırlarda sürüler meydana getiren, onların derisinden, yününden, kemiğinden sanat eserleri meydana getiren Türkler, asırlar önce kendilerini bütün dünyaya tanıtmış oluyorlardı. “Asya bozkırlarında muazzam sürüler besliyen Türklerin en eski kültürleri kemik eşya yapmakla başlamıştır. İlk Türkler hayvanların kemiklerinden her çeşit eşya ve bilhassa silah yapmakta idiler.” (4)
Türk medeni hayatının eserleri, her bakımdan bilgi, ruh ve ince zevk numuneleridir. Arkeoloji araştırmalarının sonunda meydana çıkarılan Türklerin en eski çağlarda toprağı pişirerek yaptıkları testiler, çanaklar, çömlekleri sürahiler, küpler ve madeni eşyalar, şekilde güzelliğinin yanında üzerine yapılan nakışlarla bugün bile hayranlık uyandırmaktadır.
b) Türk Sanat ve Medeniyetinin Tesirleri :
Tür zekasının ortaya koyduğu, hünerli ellerin meydana getirdiği eserler her devirde başka milletlerin ilgisini çekmiş ve hayatlarına renk, şekil vermiştir.
Çok erken çağlarda gelişen Türk medeni hayatı, diğer milletlerin hayatına etki yapmakta gecikmediği gibi etkisi de kısa devreli olmamıştır. Uzun asırlar boyu devam eden Türk tesirinin izlerini bulmak, eserlerini seyretmek her yerde mümkündür.
“Hun’lar pek erken çağlardan beri göçebe sanatının, Çin Han devri sanatını besleyen unsurları Çin’ e sokmuştur. Böylece Hun’lar, tarihi kültür aracılığı yapan Türk ırkından olan kavimler dizisini açmışlardır.”(5)
Türk’ün sanat ve kabiliyeti Roma ve Çin sanatının kaynağını teşkil etmiş, bir çok konularda Türkleri taklit etmeye mecbur kalmışlardır.
George Motandon: “Çinlilerin ve Romalıların giyinmekten yiyip içmeye kadar her şeyi Türklerden öğrendikleri doğrudur. Ayrıca Çin’lilerin ve Roma’lıların Hun kemerlerini en büyük ganimet sayması, el sanatlarına hayran kalmaları, Türk’lerin kendilerine üstün oluşunun ifadesinden başka bir şey değildir.”
“Göktürk’ler çağında açılmış sulama kanallarından bir çoğunun izleri, zamanımız arkeologları tarafından bulunmuştur. Bunlardan Tötö Kanalı’nın 10km olduğu görülmektedir. Bu kanal, Rus arkeologlarının tetkiklerine göre, işlenmesi son derece güç kayalık bir arazide açılmış, iki vadi birleştirilmişti. Yüksek matematik bilgiye dayanan bir su tevzi şebekesi bu kanala bağlanmıştı. 1935’ te bu bölgeyi sulamak isteyen Rus’lar, aynen Göktürk kanalını yenileştirmişler, daha iyi bir şekil olmadığı kanaatine varmışlardır. Rus arkeologlarına göre bu bölgede Türk’ler tarafından M.Ö. I. Asırdan beri çeşitli bitki ve hububatın ziraatı yapılmıştır.” (6)
c) Türk’ün Sanat Kabiliyeti Ölmemiştir :
Bütün menfi propaganda ve inkar edilen tarihe rağmen Türk’ün tesiri silinip, eserleri yok edilememiştir Bugün dillere destan olan ve bütün dünyanın gözünü kamaştıran Taç Mahal, dünyanın her tarafından toplanan sanatkarlar arasından seçilen Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet İsa Efendi’nin eseridir. Müsteşrik M.Brown’ un “Dünyada Onun kadar çok eser bırakan bir sanatkar yoktur” dediği, muhteşem eserleri ile hala ayakta duran mimar Sinan, dünyanın örnek aldığı bir mimardır. Devri ve eserleri düşünülecek olursa, O’nun eserlerine hayal gücü ile bile ulaşılamadığı görülür. Bugün bile Türk’ün ruhunu, ince zevkini ve kabiliyetini yansıtan eserleri gerçekten örnek alınacak kadar mükemmeldir. II. Bayezid’ den III.Murad’ a kadar beş padişah devrinde 98 Yıl yaşamış olan Mimar Sinan cihan tarihinde eşi görülmeyen bir mimardır.
Daha dün yapılan demir ve betonun ayakta tuttuğu yapılar fırtına ve depremlere karşı koyamayıp yerle bir olurken asırlardan beri ayakta duran sanat eserlerimiz her tülü takdirin üzerindedir.
Tarih boyunca Türk’ün sanat gücünü ve bu gücün ortaya koyduğu eserleri yabancı bir sanatın kopyası olarak kabul etmek mümkün değildir. İlk çağlarda olduğu gibi son zamanlarda da eserlerimizde Roma, Yunan; İran taklidini aramak beyhudedir.
Türk sanat eserleri, kuru yapılar veya resim gibi sadece süslü eserler değildir. Madde ve mananın birleşerek yükseltilen eserlerdir.
1974 Ekim ayında Yunanlıların Türklere uyguladığı zulme karşı çıkıp “Türklerin yok edilmesini müsaade etmeyeceğiz” diyerek haykırdığı için Türk gazetecisi Selahaddin Galip, Yunan mahkemelerinde Türk olma suçundan yargılanırken, salonu dolduran Türkleri “bina yıkılacak” gerekçesi ile salondan atmak isteyen yunan hakimine Türk gazetecisi :
– Merak etmeyin Osmanlı yapısıdır yıkılmaz” diyerek endişenin yersiz olduğunu hissi olarak değil, gerçeğin ifadesi olarak haykırmıştır.
Bugün hala yaşayan örgü, işleme ve süsleme gibi alın teri, göz nuru ile ortaya konan eserlerimizin şu anda başka milletlerde aynen tatbiki mümkün değildir. Süsleme sanatında önemli yer işgal eden çiniciliğimiz dünyaca meşhurdur.
Son zamanlarda oluşturulan dışa hayranlık duygusunun milli sanatımızı körelttiği bir gerçektir. Fakat tekrar ele alınırsa milli sanatımızın eski parlaklığında canlandırılması mümkündür. Çünkü bugün yapılan bir çok yerli malının üzerine yabancı markaların konulması, Avrupa’nın en ünlü satış yerlerinde T.M. damgası ile satılan mallarımızın bulunması henüz milli sanatımızın ölmediğinin delilleridir.
New-York’tan alınıp yurda dönünce yabancı kutudan “T.M.” “Paşabahçe” malları çıkaranlar, Fransız kumaşı, İngiliz Kostümü diye takım takım alıp terziye “aman” derken “T.M.” “Sümerbank” yazıları ile irkilenlerin sayısı az değildir.
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1 – İbrahim Kafesoğlu – Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,s.89
2 – Şemseddin Günaltay – Tarih,c.1,s,35,1939,İst.
3 – Bahaeddin Öğel, Türk mitolojisi,c.1,s.38
4 – Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi : C.1,S.17,1946,Ank.
5 – Prof.Dr.Lazslo Rasonyı,Tarihte Türklük:s.41,1971,Ank.
6 –Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi : C.1,S.156-157.
.
Türk İslam Medeniyeti
1- İslamiyet’ten Önceki Durum :
İslamiyet gelmeden önce insanlık, gayesinden ayrılmış, başta Arap toplumu olmak üzere bütün insanlık, her alanda bozulmuştu. Kuvvetli zayıfı eziyor, analarından hür olarak dünyaya gelen insanlar köle diye adlandırılarak Allah’ ın verdiği bütün hakları elinden alınıyordu. Allah’ın haram kıldığı cana kıyılıyor, bilhassa kız çocukları diri diri insafsızca toprağa gömülüyordu. Toplum evlat, ana baba katilleri ile dolmuştu.
Bizzat insanlar tarafından her türlü ahlaksızlığı, haksızlığı meşru sayan bir düzen kurulmuştu; Faizcilik, tefecilik, kumar, içki, zina almış yürümüş, herkes kadından ve paradan başka bir şey düşünemiyordu. İnsanlar Allah’ı unutarak kula kul, maddeye esir olmuşlardı.
Her taraf koyu bir cehalet içerisindeydi; insanlar tanrılarını kendi elleri ile yapıyor ona tapınıyor, isteği olmayınca da kırıp atıyordu. Bütün hayat falcılık ve büyücülükle düzenleniyor, hayat denilince, ölümle doğum arasına sıkıştırılmış manası akla geliyor ve o kısmı yaşanıyordu.
Diğer milletlerin durumları da Arap yarımadasında yaşayan insanlardan pek farklı değildi. Yer yüzünde her şeyin anlamını kaybetmesi ile beraber, insan da değerini yitirmiş, madde cansızlığında ruhsuzlaşıp alçalmıştı.
b) İslamiyet’le Durum Değişiyor :
Bütün kötülüklerin kol gezdiği, manasızlıkların hakim olduğu böyle bir ortamda insanlık bir kurtuluş ve kurtarıcı bekliyordu. Bu sırada insanlığın kurtuluşu için dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslam Dini, kurtarıcı olarak da insanlığın Efendisi Hz. Muhammed (SAV.) gönderildi.
İslam’la insanlığın şeref ve haysiyetini kırıcı bütün davranışlar yasaklandı. Haram, Helal, günah sevap ölçüleri ile faydalı olan her şey emredildi. İnsanın yapmaması icap ed en şeyler haram kılındı. Böylece yeryüzünde gayesiz ve sahipsiz dolaşan insan, yeni bir disiplin ve hayat görüşü kazandı. Hayat, dar manasından çıkarılarak ebedileştirildi. İnsanlık, kendine hükmeden zararı ve faydası dokunmayan putlardan kurtarılıp, bütün ümitsizlikler, karamsarlıklar gönüllerden silinerek yerine ideal ve iman geldi.
Tabiat olaylarına tapmaktan, batıl inançlarla hayatını düzenlemekten kurtarılan insanlık, hakikat ve düşünce hayatına yükseltildi. Hak, adalet, eşitlik prensipleri ile insanlık layık olduğu mevkiye yükseldi. Hayat, sevgi, saygı esasına dayandırıldı. İnsanların bir tarağın dişleri gibi eşit oldukları ilan edilip üstünlük fikri, ahlak ve takva yönü ile olduğu benimsendi. Herkese Allah’ın nimetlerinden eşit olarak istifade etme hakkı tanındı.
Çalışmak, ibadet sayıldı, tembellik, miskinlik kınandı. Kötülükler yasaklanmakla kalmadı. İyilikler de teşvik edildi. Bununla da kalınmayıp, sorumsuzluk ve başıboşluk yerine sorumluluk duygusu esas kılındı; insanın kendisini kurtarması, yalnız kendinin iyi olması yeterli görülmeyip insana iyiliği emretme, kötülükten sakındırma görevi verildi.
c) İslam ve Medeniyet :
İslam’ın medeniyetle sıkı bir ilişkisi vardır. Çünkü insanlık tarihinde İslam Dini kadar insanlar üzerinde etkili olan bir nizam, bir sistem olmamıştır.
İslamiyet, “Nasıl olsa ölüp gitmeyecek miyim” felsefesini yıkarak, telkin ettiği ebedilik fikri ve kazandırdığı imanla hayatı ölümsüzleştirmiş, insanı yalnız kendi hayatı için değil, başkaları için de yaşamasını öğretmiştir. Huzuru, şahsi çıkarlar ve ferdi hayatta değil toplum huzurunda aranmasını emretmiştir. İslam’ a göre insan, başkalarının sevincine de kederine de ortak olacaktır. Biyolojik varlık olarak hayatının sadece zevk ve eğlence yönünü yaşamayacaktır. Son nefesinde bile gelecek nesiller için ağaç dikme imkanı varsa o ağacı mutlaka dikecektir.
İslami ölçülere göre :
“Komşusu açken tok yatan olgun Müslüman değildir.”
“İnsanların en hayırlısı başkalarına faydalı olandır”
“Kendisi için istediğini başkaları için de istemedikçe kişi iman etmiş olamaz.”
“İnsanların hayırlısı, dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını terk etmiyendir.”
İdeal ve disiplin olmayan hayatta, insanların düşünülmediği bir toplumda medeniyetten söz edilemez. Aletleri yapan, fabrikaları kuran insandır. Medeniyet, insan unsurunun eseridir. Ahlaklı ve olgun insan yetiştirmeden medeniyet kurulamaz. Kurulsa da ayakta duramaz. İşte yunan, işte Roma medeniyeti… Taş yığınları, kuru yapıların enkazı…
Medeniyet ölçüsü, nüfus kalabalığı, şehirlerin büyüklüğü ve fabrikaların bolluğu değildir. O medeniyeti kuran insanların idealleri ve ahlaklarıdır. İslamiyet, insanlara verdiği hayat görüşü, kazandırdığı insani ve ahlaki davranışlarla, daha önce aynı insanların kurduğu Cahiliye Devrini kapatarak insanların problemlerini hallettikten sonra, hayvanların bile huzur içinde yaşadığı bir medeniyet kurmuştur.
d) İslam ve Medeniyeti Ve Müslümanlar :
İslam’ın getirdiği prensipler, bütün insanlık alemi için yeni ufuklar açmıştır. Kısa zamanda yayılan İslamiyet, Müslüman olan toplumları kısa zamanda medeni bir toplum haline getirmiş, ortaçağ taassubunu yıkmayı başarmıştır.
Tarihte kurulmuş, bugün yalnız adlarından bahsedebildiğimiz medeniyetler, İslam medeniyeti ile sona ermiştir. Bugünkü medeniyetlerin ise temelini İslam medeniyeti teşkil etmiş ve yeni medeniyetler İslam medeniyetinden doğmuştur.
İslam’ a gönül veren Müslümanlar, başlangıçta zamanın büyük denilen imparatorluklarını dize getirmiş, dünyanın başlıca ülkelerine hakim olmuşlardır. Kısa zamanda devlet haline gelerek yıktıkları imparatorlukların yerine dünyanın en uzun ömürlü imparatorluklarını, tarihten sildikleri medeniyetlerin yerine dünyaya ışık tutacak İslam medeniyetini kurmuşlardır.
Yeryüzünde İslam’ ı en güzel şekilde kafasına sindiren, hayatında uygulayan millet, Müslüman Türk Milleti olmuştur. Yabancı kaynakların Türkler’ den bahsederken sadece “Müslümanlar” demesi, Türklerin İslami en güzel temsil etmelerinden ve İslam’ın yayılışında en çok hizmetleri olmasından dolayıdır. Türkler başlangıçtan beri medeni bir hayat yaşamışlardır. Fakat Müslüman olmaları ile daha da güçlendiler; rahat yataklarında yatmayıp, Allah’ ın adını, Allah’ın emri olan hak ve adaleti yeryüzüne yaymayı ve insanlığı İslam’la kurtarmayı kendilerine görev saymışlardır.
İnsanlığın zulüm ve cehaletten kurtarılmasında Müslüman Türklerin başarısı büyük olmuştur. Batı’ da insani hayatın başlatılma şerefi Müslüman Türklere aittir. Çünkü, Batı Müslüman Türklerle karşılaştıktan sonra uyanmaya başlamıştır.
Asr-ı saadetten sonra kurulan Selçuklu ve Osmanlı medeniyeti, bütün dünyanın örnek aldığı insanlık, ahlak ve fazilet medeniyeti olmuş, havyaların bile sağlığı, rahatı için vakıflar kurulmuştu. Denilebilir ki, hiçbir medeniyet, Türk-İslam medeniyetinin yapmış olduğu hamleyi yapmamıştır. Bu bakımdan takdire şayan, kusursuz ve ölümsüz bir medeniyettir.
Bugünkü Avrupa medeniyetinin kaynağı Türk-İslam medeniyetidir. Avrupa tam bir gaflet ve cehalet içindeyken, Müslüman Türkler medeni bir hayat yaşıyorlar ve medeniyetin bütün nimetlerinden istifade ediyorlardı.
Fernand Grenard, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü adlı eserinin 36. sayfasında : “İslam medeniyeti, barbar Avrupa’nın terbiye edilmesinde en hakim rolü oynamıştır” der.
Netice olarak : Batı, Müslüman Türklerden aldığı hızla ilerlerken son zamanlarda asırlardan beri süregelen medeni hayatımız aynı canlılıkla devam ettirilememiş ve suç benliğimizden söküp attığımız İslam’ a yüklenmeye çalışılmıştır. İslam’daki geriliğimiz ve kültür kaynaklarımızın kurutulması bizi dirilttiğimiz Batı’ ya yöneltmiştir. Bu durum, geçmişin medeni hayatının kaynaklarına dönülünceye kadar devam edecektir.
İslam’dan Önce Türk Medeniyeti
Tarihi gelişimi içinde insanlık medeniyetin nimetlerinden istifade ederek bugünkü medeniyet seviyesine ulaşıncaya kadar çok sıkıntılı anlar yaşamış, gün geçtikçe hayatında, kullandığı eşyalarda tekamül göstererek medeniyetler kurmuştur.
Dünya medeniyetinin kuruluşunda Türklerin rolü büyük olmuştur. Yani dünya medeniyetinin temelini Türkler atmıştır. Türk medeniyeti, en eski bir medeniyet olarak Ortaasya’ da doğmuş, göçlerle dünyanın diğer ülkelerine, göç eden Türklerle beraber yayılmıştır. Gittikçe gelişen ve fasılasız olarak devam eden Ortaasya doğumlu Türk medeniyeti, maddi ve manevi tesirlerini, günümüz Türkleri üzerinde kendine has özellikleri ile devam ettirmektedir.
Türkler, tarihte diğer milletler gibi başka milletlerin omuzlarında varlıklarını devam ettirmemişler, bilakis kendileri ile beraber diğer milletleri de ibtidai yaşayıştan kurtararak dünya medeniyetinin kuruluşunda büyük rol oynamışlardır. Denilebilir ki, bozkır medeniyeti bugünkü dünya medeniyetinin başladığı hareket noktası olmuştur.
Türkler, tarih sahnesine çıktıktan sonra medeniyetsiz, barbar bir hayat yaşamamışlardır. Ortaasya’ da Türklerin görülmemiş derecede medeni ve insani bir hayat yaşadıkları yabancı kaynakların bile itiraftan kendini alamadığı bir gerçektir. Çünkü Türklerin büyük bir mazileri vardır. Bunun için Türk medeniyetinin başlangıcı da çok eskilere dayanır. Türk medeniyetini inkar etmek veya kısır bir medeniyet olarak göstermek doğru değildir. Bu, gündüzün aydınlığında odanın kalın perdelerini çekip içerdekilere dışarısının da karanlık olduğunu telkin etmek gibi bir şey olur.
Türklerin insanlık alemine sundukları medeniyet, diğer medeniyetlerden çok farklı bir medeniyettir. Türk medeniyeti başlangıçtan itibaren kendi gücü ile inkişaf etmiş müstakil bir medeniyettir.
Türk medeniyetinin sağlam temellere oturmuş olması, milli kültür seviyesinin yüksekliği, sağlam karakter kudretinin oluşu, törenin, ahlakın, siyasi kudretin sağlamlığı, ileriye bakma ve uzun ömürlü olma idealinin bulunması, dilin ve yazının mevcudiyeti gibi medeniyeti gerçekleştiren vasıflara Türklerin başka milletlerden daha erken bir zamanda sahip olmamalarındandır.
a) Türk Medeniyeti Köklü bir Medeniyettir :
Dünya medeniyetinin kurucuları arasında en büyük hissesi bulunan Türk Milleti, tarihte göçebe ve geri kalmış bir millet olarak gösterilemez.
Türkler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar zamanında büyük bir medeniyet kurmuşlardı. Başka milletlerde erişilemeyen devlet, töre, disiplinli ordu, ideal ve ahlak dolu hayat, sanat ve edebiyat Türk toplumunun gerçekleştirdiği hususlardı. Bu bakımdan Türkler, tarih uydurmak, ecdadına medenilik yakıştırmak zorunda değildir.
Türk medeniyeti, Roma, yunan medeniyetleri gibi aldatıcı ve derme çatma bir medeniyet değildir. Yapısı sağlam, her şeyi ile milli bir medeniyettir. Tarihte kendi kültürüne dayalı siyasi ve medeni varlığını tarihe kaydettirirken Türkler, bir ışık gibi parlayıp sönen medeniyet kurmamışlardır. Ayrıca Türkler, başka milletler gibi medenileştikçe ahlaki çöküş, içtimai bozukluklar içerisine düşüp alçalmamışlardır. Çünkü Türklerin kurduğu medeniyet, ruhsuz, manasız kuru madde medeniyeti değil, madde ve mananın birleştiği insani ve ahlaki bir medeniyettir.
Tarih boyunca Türkler, kılıcını kana bulamaktan uzak kalmış, kıtalara hükmederken, milletlere hakim olurken, insanları korumayı, nizam, intizam ve adaleti yaymayı amaç edinmişlerdir. Romalı’nın, Yunanlı’nın zevk aldığı zulümden, vahşi eğlencelerden zevk almamıştır. İnsanları maddeye esir, kula kul etmemiş, insana gereken önemi vermiştir.
Türk tarihini bilme bahtiyarlığına erenler, Türk medeniyetini inkara yeltenmeyeceği gibi her türlü taassuptan uzak kalacakları muhakkaktır. Bunun için bugünkü Türk aydınına düşen görev, Türk tarihine karşı gösterilen taassuba karşı durmak, Türk’ün tarihi gerçeklerini eğri ağızların sözüne bırakıp, sürüp gelen köhne zihniyetin elinden kurtarmaktır.
b) İnsanlık Türklerden Çok Şey Öğrenmiştir :
Türklerin medeniyeti, insanlık üzerinde olumlu etkiler yapmıştır. Bu bakımdan çölün kuraklığında ve tarihin karanlıklarında kaybolup gitmemiştir. Türk medeniyeti, tarih boyunca insanlığa hizmet etmeyi kendilerine görev saymış bir milletin medeniyetidir. Ne yazık ki, bu güne kadar ne tam anlamı ile sahip çıkılmış, nede tam bir değerlendirmesi yapılmıştır. Şairin dediği gibi :
“Bir ömür gömdük o üç bu’du serap ellere biz ;
İşledik çöllere bülbül ve gül efsaneleri.
Tilkiler, diktiğimiz bağlara sahip çıktı ;
Kargalar topladı hep döktüğümüz taneleri.“
Türk milleti, dünya medeniyet tarihine yeni ufuklar açmıştır. “Töre” adı verdikleri hukuk nizamını kurmuşlar, aile müessesesini kutsallaştırmışlar, toprağı ekmiş, hayvanları ehlileştirmişler ve kendilerine has sanat kabiliyeti ile insanlığın muhtaç olduğu şeyleri onların hizmetine sunmuşlardır.
İlk şehircilik ve toprağa bağlı yerleşik hayat tipi Türklerde görülür. M.Ö.36 yıllarında Çin kaynakları Hun İmparatoru Ci-Ci’ nin yaptırmış olduğu belediye nizamları, inzibat teşkilatı, resmi katiplerle kurulan nizam ve intizamın yanında temizliğin önemli yeri vardı. Yabancıların hayranlıkla bahsettiği hamamlar mevcuttu.
Göktürk İmparatoru İstemi’yi ziyaret eden Bizans elçisi Zemarkos, altın eşyalarla süslü İmparator çadırına girince kendi ifadesi ile şaşırıp kalmıştır.
El sanatlarının yanda dokumacılık, savaş aletleri yapımı da çok ileri gitmişti. Mumyacılık Orta asya’ da Türkler tarafından bilinen şeydi. Kırıklar mumya ile sarılırdı.
Türklerin Ortaasya’da a masada yemek yiyip, sandalyede oturdukları, tekerleği icat edip yük taşıdıkları, akarsular üzerinden ulaşımı gerçekleştirdikleri bilinen bir gerçeklerdir.
Türkler ilk çağlardan beri yemekleri pişirerek yerlerdi. Çinli’ler Türklerden bahsederken “Avlarını ve yemeklerini pişirerek yiyenler” diye bahsederdi. “Çin kaynakları Hun’ların eti pişirerek bir nevi çorba yaptıklarını yazmaktadır. Bundan başka Türkler sütlü yemekler de yaparlardı. Ayrıca Hunların hububat ambarları da vardı.” (1)
“Finlerle, Macarların ataları olan Batı Sibiryalılar kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla övünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Orta asya Türklerine “yemeklerini pişirenler” derler ve kendilerini onlardan ayırırlardı.(2)
Türkler Ortaasya’da hayvanları ehlileştirmişler ve onlardan sürüler meydana getirmişlerdi. Hayvanların etinden, sütünden, derisinden, kemiğinden, yününden istifade etmeyi herkesten önce başarmışlardı.
“Muazzam hayvan sürüleri besleyen Türkler kendileri için en hayati olan otlağa sahip olmak gayesi ile daime mücadele etmişler, cesur, muharip ve becerikli olanların etrafındakiler tabii bir surette çoğalmış, neticede teşkilat yapmakta, devlet kurmakta son derece mahir ve muharip bir millet meydana çıkmıştır.”(3)
“Uygurlar “maden kömürü” kullanmasını biliyorlardı. Çinli elçi şöyle diyordu : “Ağzından alev ve dumanlar çıkan dağın eteklerinde siyah taşlar ve kumlar bulunurdu. Uygurlar bu siyah taşları alarak ocaklarında yakarlardı. “Bu önemli belge de bize gösteriyor ki Uygurlar, maden kömürü yakmasını biliyorlardı.”(4)
Netice olarak, Türkler kendilerini insanlığın hizmetine adamış bir millet olup, Tarihçi Hammer’in dediği gibi : “Tarih Türklerden çok şey öğrenmiştir. Bu güne kadar Türklerin insanlığa ve medeniyete yaptıkları hizmetler medeniyetin süsüdür.”
~~~~~~~~~
~~~~~~~~
~~~~~
~~
1- Hüseyin Namık Orkun, Türk Tarihi,C.1,s69,1946,Ank.
2- Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi,C.1,s.52-53
3- Hüseyin Namık, Orkun Türk Tarihi, C.1,s.15
4- Bahaeddin Ögel,Türk Kültürünün Gelişme Çağları,C.1,s.132
Bu yazıyı 95 kişi okudu.
İlgili Diğer Konular:
.
Bizim Rönesans'ımız
Prof. Dr. Ayhan Tekineş
Bizim dünyamızın muasır ülkeler seviyesine ulaşamaması ve bir türlü beklenen rönesansı gerçekleştirememesi, ülkenin coğrafî konumundan, imkânların eksikliğinden, insanımızın kabiliyetsizliğinden değil; yenilenme esprisinin kavranamayışından, düşünce eksikliğinden, ilim aşkının, hakikat aşkının yerini, şablonculuğun almasından kaynaklanmaktadır.
|
Tarihteki büyük değişimlerin birçoğu İlâhî vahiy ile şekillenmiştir. Vahiy, insanın elinden tutup yol göstermiş ve yeni bir hamle gücü aşılamıştır. Vahiyle bağların koparıldığı zaman dilimlerinde ise ya kaba kuvvet hükmetmiş veya insanoğlu aklın gölgesinde yol almaya çalışmıştır. Akıl, hakikati tek yönlü olarak kavradığından felsefenin hâkim olduğu çağlar, insanoğluna saadet getirmemiştir. Vahiy bir kutupta akıl bir kutupta gibi görünse de, gerçekte insan benliği İlâhî olanla çatışmaya çalışmıştır yüz yıllar boyunca. Yeryüzü ile gökyüzü arasındadır rekabet. İnsanın dünyevî arzularını gaye hâline getirmesi ve âhireti unutması ve bilerek, isteyerek dünyevî olanı tercih etmesidir gerçek problem.
İnsanlık tarihinde aklın, vahyin gölgesine sığındığı altın çağlar yaşandığı gibi, aklın tek başına hakikati bulmak için büyük gayret sarf ettiği, cidarlarını zorladığı dönemler de olmuştur. Antik Yunan ve Rönesans dönemleri insanlık tarihinde akıl ve felsefenin hükmettiği zaman dilimleri olarak yerini almıştır. Hür düşüncenin önünün açılması, bilgi ve sanatın değer kazanmasıyla bu dönemlerde tek yönlü de olsa önemli atılımlar yaşanmıştır. Ancak metafiziği ihmal etmiş ve ruh ufkundan yoksun bu atılımlar, insanlık için mutluluk yerine acı ve keder getirmiştir.
Geçmişte vahyin aydınlığında yaşanmış altın çağlar da olmuştur. Bu altın çağların en parlaklarından birisi de İslâm’ın ilk üç asrında yaşanmıştır. Batılı bazı yazarların “İslâm Rönesans’ı” diye andıkları bu dönemle Batı Rönesans’ı arasında karşılaştırmalar yapılabilir. Ancak gelecekte –Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile- inşâ edilmesi düşünülen İslâm Rönesans’ı ile Batı Rönesans’ının karşılaştırılması aynı hataların tekrarlanmaması ve farkların açık bir şekilde ortaya konulması açısından kanaatimizce daha önemlidir. Bu makalede muhterem Fethullah Gülen’in ümit ettiği gelecekteki İslâm Rönesans’ına ilişkin görüşleri Batı Rönesans’ı ile karşılaştırılarak ele alınacaktır.
Rönesans
Antik Yunan, akıl ve felsefe ile Roma ise kuvvet ve zorbalık ile temayüz etmiştir. Her ikisinin ortak noktası ise insanı, kuvveti, zevk ve sefahati merkeze almalarıdır. Onların ruhu 1330 ile 1630 yüzyılları arasında Avrupa’da âdeta yeniden canlanmış ve daha sonrakilerin Rönesans diye adlandırdıkları bir hareket başlamıştır. Rönesans, yeniden doğuş anlamındadır. Kelimenin çağrıştırdığı mânâdan da anlaşılacağı üzere bu hareketle geçmişte yaşanmış parlak bir dönemin yeniden doğuşu ve yeni bir kültürün ortaya çıkarılması hedeflenmiştir.
Modern Batı’nın temellerinin atıldığı Rönesans ile Avrupa orta çağı arasındaki en önemli fark, her iki dönemin insan telâkkilerindedir. Rönesans ile birlikte insan merkezcilik yani hümanist düşünce güçlenmiş; insanın ilâhî olanla bağı koparılarak yalnızca dünya hayatındaki mutluluğu ön plâna çıkarılmıştır. Bunun neticesinde irade ve aksiyon önem kazanmıştır. Modern Avrupa kültürünün temeli olan bu insan tipinin yeniden doğuşu, Rönesans’ın en karakteristik yanlarından birisidir. Hattâ bazı tarihçiler, Rönesans’ı bir dönem olarak değil bir zihniyet değişimi ve yeni bir insan ve toplumun doğuşu olarak değerlendirmişlerdir. Onlara göre Rönesans’la birlikte burjuva sınıfı ortaya çıkmış, bir mânâda yeni bir insan ve toplum doğmuştur.
Yine bu dönemin özelliklerinden birisi de Batı’da hesaplama ruhunun gelişmesi; kâinatı ölçme ve kontrol etme arzusunun güçlenmesidir. Bunun neticesinde, gözlem ve deneycilik ön plâna çıkmış, akılcılık ve eleştiri düşüncesi gelişmiştir. Müslümanların kullanıp geliştirdiği sayı sistemi ve matematik alınmış, Müslüman ilim adamlarının deney ve gözleme dayalı araştırma metotları benimsenmiştir. Daha önceden Batı’ya intikal etmiş olan pusula, usturlâp ve saat gibi mekanik âletlerin geliştirilmesi neticesinde astronomi, denizcilik ve mekanik alanında yeni keşiflerin önü açılmıştır.
Şehirlerin kalabalıklaşıp ticaretin büyümesi, hesaba duyulan ihtiyacı artırmış; Müslümanlardan öğrenilen sayı sistemi ile muhasebe kayıtlarının daha kolay tutulması ticareti kolaylaştırmıştır. Bütün bunların sonucunda sayma ve hesaplama önem kazanmıştır. Halk için yazılmış matematik ve hesap kitaplarının basılıp çoğaltılmasıyla birlikte de bu yeni temayüller halkın düşünce biçimini değiştirmiştir.
Rönesans döneminde bilgi önem kazanmış, matbaanın bulunması ile birlikte de bilginin geniş kitlelere yayılması mümkün olmuştur. Bunlara bağlı olarak dil ve edebiyatta farklılıklar ortaya çıkmış; dil ile gerçeklik arasındaki ilişki sorgulanmaya başlanmıştır. Reform hareketleri sonucunda İncil Almancaya tercüme edilmiş, böylece mahallî diller önem kazanmış, bilgi kilisenin ve din adamlarının tekelinden çıkmıştır. Kâğıt ve matbaanın yaygınlaşması ve Lâtince dışındaki dillerin önem kazanması ile birlikte çeşitli dillerde eserler yayımlanmaya başlamış, okuma-yazma yaygınlaşmış ve bilgi halka mâl olmuştur.
Rönesans düşüncesi, sanat eserlerinde yenilenme ve bazı sanat eserlerinin taklitlerinin yapılması ve çoğaltılması ile birlikte önce İtalya’daki şehir devletlerinde başlamış, daha sonra hızla bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Rönesans düşüncesinin başlangıçta resim, heykel ve mimarî gibi sanat eserlerinde ortaya çıkması bu düşüncenin temelde madde eksenli olduğunun bir göstergesidir. Maddî refahın temini ve eşyaya şekil verme düşüncesine bağlı geliştiği için Rönesans akımı, fizik âlemi, tabiatı, şehirleri ve insanı hep maddî yönleri itibarıyla ele almıştır. Rönesans’ı bilim alanında gerçekleşen büyük dönüşüm ve endüstri devrimi izlemiştir. Böylece Batı dünyasının temelleri hep madde eksenli olarak gelişmiştir. Modern Batı’nın hayat felsefesinde refah ana gaye olmuş; iktisadî kalkınmayı temin için her yol denenmiş; bu uğurda başka ülkeler sömürge hâline getirilmiştir. Zenginliğin artması ile birlikte ilim düşüncesi inkişaf etmiş, teknik ilerleme temin edilerek, modernizmin hâkimiyeti perçinlenmiştir.
İslâm’ın Altın Çağları
Allah Teâlâ, insanlara dünya ve ukbâ mutluluğunu kazanmaları için peygamberler göndermiştir. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ile birlikte dünya tarihinde hem maddî hem de mânevî alanda büyük değişimler ve yenilenmeler yaşanmıştır. İslâm’ın gelişi ile birlikte insanlık tarihinde o âna kadar gerçekleşen gelişme ikiye katlanmıştır. Saadet Asrı diye adlandırılan bu dönemde, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm ile kâinatın, insanın ve hayatın hakikatini açıklamış; insanlara eşya ve hâdiseleri gerçek anlamlarıyla anlayıp yorumlama yollarını göstermiştir. İnsan, hem bedeni hem de ruhu ile bir bütün olarak muhatap alınarak fıtrata uygun bir medeniyet inşasının yolları açılmıştır. Kur’ân’ın yazılması, cem edilmesi, çoğaltılması ve öğretilmesi esnasında birçok sahabi yazıyı, kitap mefhumunu ve yazılı metinlerin nasıl çoğaltılacağını ve yorumlanacağını öğrenmiştir. İlim, toplumun belirli bir kesimi ile sınırlı kalmamış, toplum âdeta yeni indirilen âyet ve sûreleri öğrenmek için seferber olmuştur.
Müslümanlar fetih hareketleri ile birlikte çevreye açılınca ilim zihniyetlerini, kurdukları şehirlere yansıtmışlardır. Şehirlere hem ibadet hem de ilim merkezi olacak mescitler inşâ etmişlerdir. Yeni kurulan Kûfe gibi İslâm şehirlerindeki camilerin her bir köşesinde hattâ her bir direğin dibinde ilim halkaları kurulmuş; toplumun her kesiminin derslere katılıp istifadesi hedeflenmiştir. İnsanlara ilim ve öğrenme aşkı aşılanmış; her fert ilmî faaliyetlere iştirak etmiştir. Böylece kabiliyetler inkişaf etmiş, ilim talebinde içtimaî bir heyecan yakalanmıştır. Devlet başkanlarının da büyük bir aşkla katıldıkları bu ilim faaliyetleri toplumun nazarında o kadar itibar kazanmıştır ki ünlü Abbasi Halifesi Harun er-Reşid evine gelip el-Muvattâ adlı kitabını kendisine okuması için İmam Mâlik Hazretleri’ne (ö. 179/795) ricada bulunduğunda İmam Mâlik, “İlim ayağa gitmez, ilmin yanına gidilir.” diyerek sultanın isteğini kabul etmemiştir.
Müslümanlar farklı kültür coğrafyalarından öğrendikleri bilgileri kısa zamanda özümseyip, benimsemişlerdir. Lakin hiçbir teknik âleti ve kültür mirasını olduğu gibi kabul etmemişlerdir. Batılı bir araştırmacı Müslüman ilim adamlarının öğrenme aşkını, “Onlar, hayrete şâyân bir tarafsızlıkla ve hiçbir otoritenin cazibesine kapılmadan veya ondan çekinmeden, elde ettikleri yabancı bilgilerin neticelerini derhâl kontrole başlayıp hatalarını düzelttikten sonra bunların üzerine yeni inşaata koyuldular.” sözleriyle dile getirmiştir. Meselâ hicrî 156 yılında Bağdat’a gelen Hintli bir matematikçiden Hint sayılarını ve astronomisini öğrenen Müslümanlar, matematiği ve astronomiyi hızla geliştirmişlerdir. Namaz vakitlerinin düzenlenmesi, ayların tespiti, kıble yönünün araştırılması zarureti, vergi miktarlarını ve miras paylarını doğru ve pratik hesaplama arzusu Müslümanların kısa zamanda astronomi ve matematikte ilerlemelerini temin etmiş; saat, pusula ve usturlap gibi günlük hayatlarında kullanabilecekleri aletlerin keşfini ve geliştirilmesini hızlandırmıştır.
İlk üç asırda İslâm dünyasında bilginin derlenmesi ve sistemli hâle getirilmesi yolunda atılan adımlar neticesinde hicrî ikinci ve üçüncü yüzyıldan itibaren farklı ilim branşları inkişaf etmiştir. Fıkıh, hadîs, tefsir, tasavvuf ve kelâm gibi İslâmî ilimlerin farklı dallarındaki temel eserlerin en önemlileri 3. ve 4. yüzyıllarda kaleme alınmıştır. Hattâ 3. ve 5. yüzyıllar arasında telif edilen matematik, kimya, tıp, astronomi ve kültür tarihine yönelik eserler daha sonraki yüzyıllarda Doğulu ve Batılı ilim adamlarına yüzyıllar boyunca ışık tutmuştur.
Bizim Dünyamıza Doğru
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, gelecekte gerçekleşeceğini umut ettiği altın çağı, Ruhumuzun Heykelini Dikerken ve Kendi Dünyamıza Doğru adlı kitapları başta olmak üzere diğer eserlerinde anlatmış ve gelecekteki bu aydınlık dönemi “Bizim Rönesansımız” şeklinde nitelendirmiştir. Bu ifade ile o, muhtemelen tarihî seyri içinde farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış değişim ve yeniden yapılanma dönemlerinin karşılaştırılması zaruretine ve gelecekteki altın çağların bize ait renk ve desenleri taşıyan farklı bir dönem olacağına işaret etmiştir. “Geçmişte hep çağının çok çok önünde yürümüş bizim dünyamız, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağları harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesans’ı gerçekleştirebilir.” diyerek, hicrî ilk üç asırdaki altın dönemlerden sonra bizim ikinci Rönesans’ımızın da ileride gerçekleşeceğine olan itimadını dile getirmiştir. Ancak bu kolay bir hedef değildir. Zîrâ o, dünya çapında bir yenilenmeyi hedefleyen en kapsamlı bir ulu Rönesans’ı ümit etmektedir. Böyle bir hedefin gerçekleşmesi için köklü ve büyük değişimler gerekmektedir. İslâm’ın ruh ve mânâsını duyarak, varlığın yeniden yorumlanması ve tasavvufun engin lâhûtî ikliminden hareketle evrensel metafiziğe ulaşılması; İslâmî muhâsebe ve murâkabeden insana değerler üstü değer kazandıran teyakkuz ve temkin derinliğinin kazanılması ile ancak bu Rönesans gerçekleşecektir. Hocaefendi’nin üzerinde durduğu hususları ana başlıklarıyla şöyle sınıflandırmak mümkündür:
1- Kendi Kaynaklarımızdan Beslenme
Kendi kaynaklarımızdan beslenme kimliğimizi koruma adına son derece önemli olduğu gibi velûdiyeti sürdürme adına da önemlidir. Melez düşüncelerin doğurganlığını sürdürmesi mümkün değildir. Hocaefendi için referans ve beslenme kaynaklarına sadakat âdeta gaye-i hayaldir. “Kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi, bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim.” sözleriyle, bu hissiyatını dile getirmiştir. Kendi kaynaklarımızın yeni bir medeniyet inşâı adına yeterli olduğuna yürekten inanır; “Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve iman sistemimizin içinde vardır; elverir ki o kaynağı ve o ruhu ilk zenginliğiyle kavrayabilelim.” sözleriyle bu inancını dile getirir. Kendi kaynaklarımızdan nasıl besleneceğimizi de “Biz de kendi mazi, kendi mânâ köklerimize sığınarak, örneklerimizi zamanın bulandıramadığı lâhûtîliğin enginliklerinden almalıyız” sözleriyle dile getirir ve idealindeki kahramanı “kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasını bilen” sözüyle resmeder. Batı, Rönesans döneminde İslâm dünyasından ve diğer kültür havzalarından birçok şey almıştır, ama esasta dayandığı iki ana temel Roma ve antik Yunan medeniyetleridir. Farklı kültürlerden aldığı her bilgiyi bu iki potanın içine atıp eritip tanınmaz hâle getirmiş ve kendine göre yeni bir şekil vermiştir.
Yeni tekevvünün tarihî tecrübe üzerinde serpilip gelişeceğini, “Tarihimizin bidâyetinden günümüze kadar gelen evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn çizgisi ve ruhâniyetleri üzerinde serpilip gelişeceğini ümit ettiğimiz gayretlerimiz, ikinci bir Rönesans hareketinin başlangıcı olacaktır.” sözleriyle dile getirir. İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ının kudsî kaynaklarımız, tarihin altın dilimlerindeki örnek şahsiyetler, kendi ilim disiplinlerimiz ve şiir ve edebiyat gibi kendi kültürel birikimimiz üzerinde yükseleceğini, “Bu yeni tekevvün, bizim kendi târihî değerlerimizden, kendi medeniyet, kendi kültürümüzden ve kendi romantizmimizden doğacaktır.” şeklinde ifade eder. Ancak o, tarihin basit bir tekrarını değil, tarihî tecrübenin yeniden üretilmesi gerektiğini vurgular. “Tarihe mirasçı olmak demek, geçmişin bilinen-bilinmeyen, büyük-küçük bütün birikimine, bu birikimi nemâlandırmaya, yeni terkipler meydana getirmeye, sonra da bütün bunları gerçek mal sahibi olan gelecek nesillere intikal ettirmeye vâris olmak demektir.” sözleriyle, tarihî birikimin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini dile getirir.
2- Evrensel Metafizik
Batı Rönesans’ı ile bizim Rönesans’ımız arasındaki en temel farklardan birisi de metafizik düşüncedir. Batı düşüncesi ruhu ihmal etmiş, fizik ötesini yok saymıştır. Her şeyi bir şeye bağlayan ve eşya ve hâdiselere bütüncül bakmayı temin eden metafizik buud eksik kaldığında kâinatı ve hayatı anlamlandırmak mümkün değildir. Metafizik düşünce, bize her şeyi kuşatıcı bir bakış açısı ve yeni terkipler yapma imkânı sunacaktır. Bu sebeple o, tarihî birikimimizi ve geçmişteki örnek şahsiyetlerin “zamanları ve mekânları saran aşk u şevkini, çağımızın usûl, üslûp ve metodlarıyla harman yaparak, Kur’ân’ın devirleri aşan ve eskimeyen ruhuna, dolayısıyla da evrensel bir metafiziğe ulaşmak” gerektiğini vurgular.
Metafizik düşüncenin temel özelliği ilhama açık olmaktır. Yalnızca akıl ve mantık değil aynı zamanda vahiy ve ilham yeni metafiziğin temelleri olacaktır. İnsan, kâinat ve topyekün hâdiseler gerçek sahiplerinin referansı çerçevesinde değerlendirilmeli ve varlığın mâverâsı iyi okunmalıdır. Bir yandan varlık analitik bir mülâhaza ile ele alınmalı öte yandan varlık ötesi gerçekler tutarlı bir şekilde değerlendirilmelidir.
Kur’ân, kâinat ve insanın benlik sırları kavranmadan hakikati bir bütün olarak anlamak ve evrensel bir metafiziğe ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple varlığı tam kavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce, hem ilmî araştırma çifte usûlunün kabul edilmesi gerekmektedir. Kalb ve kafa arasındaki tıkanıklıkların açılması ile birlikte insan enfüsünde ilham ve düşünce koridorları meydana gelebilecektir.
3- İlim ve Araştırma Aşkı
Hocaefendi; İslâm dünyasının ikinci Rönesans’ının “Akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek”le mümkün olduğunu gençlerimizin “ilimle, fikirle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayıp mutlaka kendi yenilenmemizi (Rönesans) tahakkuk ettirmeliyiz.” şeklinde ifade eder. Varlığın özüne ulaşmak, oradan fizik ötesine bir pencere açmak ilimlerin nihaî gayesidir. İmanın insana kazandırdıklarını anlatırken inanan insanı, “Varlığı ve varlığın perde arkasını elli bin defa kurcalar; elli bin defa eşya ve hâdiseleri imbikten geçirir; her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarını araştırır.” sözleriyle tasvir eder.
İlimlerin gelişmesi insanlardaki araştırma aşkının inkişafına bağlıdır. Toplumun her kesiminin ilme yönelmesi yeni yetişecek gençleri ilim ve araştırma hususunda şevklendirecektir. Günümüzde ulu dirilişin gerçekleşmesi gönüllerin aşkla coşup şevkle köpürmesine bağlıdır. “Zira aşk olmadan, neticesi itibarıyla kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir.” Toplumun topyekün ilme yönelmesi ilim ve araştırma aşkını körükleyeceği gibi ruhlarda uyandırılacak heyecanlar da insanımızın şevkini artıracaktır. Zîrâ aksiyon ve hareket önce ruhta başlar. İnsan ruhundaki ilâhî aşk, hareketin sınırsız ve sırlı güç kaynağıdır. Bu sebeple Hocaefendi, “İlk hareket, ruhun hareketidir.” demiştir. Ruh dünyasında başlayan hareket ve aksiyon düşüncenin derinleşmesini, hayata yansımasını temin ettiği gibi kişinin yeniden kendine dönüp tefekkürde derinleşmesini sağlar. Böylece kişi, kısır döngü ve taklitten kurtulup kendi düşünce ufuklarımız istikametinde aktif hâle gelir. Düşünce ve aksiyon insanı “Hareketten düşünceye, düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahat kullanmasını bilen bir hamle insanıdır.” İnsanın yaratılış gayesidir hareket. Bu sebeple bütün insanî kemalât hareket ve aksiyona bağlanmıştır.
4- Hür Düşünce ve Eleştiri
Modern ilimler yeniden gözden geçirilmelidir. Zîrâ modern ilimler birçoğu itibarıyla tıkanmış ve kendini yenileme imkânını kaybetmiştir. Hür düşünce, sürekli araştırma ve doğurgan eleştirilerle ilimler yeni baştan ele alınmalıdır. Ancak bu zor vazife için her şeyden önce hakikat aşkıyla yanan ve hür düşünebilen insanlara ihtiyaç vardır. Hocaefendi: “Pek çok yanlarıyla çürümüş ve demode olmuş bugünkü skolâstik düşünce sistemlerinden ruhumuzu kurtarmak için en azından Descartes gibi ‘hür olmayan düşünce düşünce sayılmaz’ diyebilmeliydik.” sözleriyle, hür düşünce ve eleştirinin vazgeçilmezliğini ortaya koyar ve “Hür olabilme, hürriyeti duyabilme insan iradesinin önemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirli kapısıdır.” der.
Allah’ın halifesi olma unvanıyla eşyaya müdahale edecek cins kafalar, çelik iradeli ve hür düşünceli insanlar, ilimleri İslâmî düşünce menşûrundan geçirerek yeniden temsil ve ifade etmelidir. Zîrâ kâinatı yaratan Allah Celle Celâluhu, kâinatın ve hayatın sırlarını Kur’ân ile açıklamıştır. “Bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var.” ifadesi, işte bu münasebeti ortaya koymakta ve tefekkür metodunu göstermektedir.
Hocaefendi’nin üzerinde durduğu ancak fazla açmadığı hususlardan birisi de “riyazî düşünce”dir. Riyazî düşünce, kâinatta var olan nizam ve ölçüyü keşfedecek sistemli ve mantıklı düşünebilme, aşırılıklardan sakınma ve fantezi arayışı içinde olmama şeklinde anlaşılabilir. Riyazî düşüncenin bir yanı da düşünceyi mücerret ifade edebilme ve olaylar arasında bağlantı kurabilme kabiliyetidir. İlim ve fennin gelişmesi açısından bu düşünce metoduna ihtiyaç bulunduğu gibi aynı zamanda insanı ve hayatı doğru yorumlayabilme açısından da riyazî, yani matematiğe dayalı düşünceye ihtiyaç vardır. Zîrâ “Matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. O, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hattâ düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizle buluşturur.”
Hâsılı, dünya tarihindeki bütün büyük dönüşümler insandaki değişimle başlamıştır. Zihin ve gönül dünyasının değişimi ile birlikte insanın hayata ve kâinata bakışı da değişmiştir. İnsan çevresini kendi düşünceleri ve inancı ekseninde kurabilmek için, içinde yaşadığı kültür ortamını dönüştürmelidir. Çevre kültürlerden ya da geçmişten kendisine intikal eden bilgi birikimini süzgeçten geçirmeli, sonra da kendi dokusuna uygun bilgileri aktif bir şekilde özümseyip dönüştürebilmelidir. Bilginin özümsenip, sahiplenilebilmesi ise, düşünce sistemimize adapte edilmesine ve tevhid eksenli yorumlanmasına bağlıdır. Her şeyin menşeini Cenâb-ı Hakk’a bağlayıp, varlığı yaratılış gayesine uygun idrak edip yorumlama ile birlikte bilginin mahiyeti değişecek; eşya yeni bir buud kazanıp âdeta canlanacak ve anlamlı hâle gelecektir.
İlim düşüncesi ve fikir hürriyeti toplumun her kesimine ulaştırılmalıdır. Geçmişte ferdî dehaların üzerinde yükselen ilimler, bugün tek tek insanların çalışmaları ile ilerletilemeyecek seviyede genişlemiş ve karmaşıklaşmıştır. Topluluk şuuru ile herkesin işin bir tarafından tutması ile ancak ciddi ve ufuk açıcı araştırmalar gerçekleştirilebilir. Ayrıca toplumun ilme yönelmesi ve değer vermesi, kabiliyetli insanların himmetlerini ilmî araştırmalara yönlendirmesine vesile olacaktır. “Gerçek, sahih ve kalıcı vilâdetler” ilim ve araştırma aşkının toplumun her kesimine yerleşmesi ile mümkün olabilir. Sürekli metafizik gerilim içinde, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak, doğurgan tartışmaların önü açılmalı ve gelecekteki Rönesans’ımızı kuracak temel esaslar üretilmelidir.
Geleceğin aydınlık günlerine doğru yürürken hayatın bazı alanlarında gerçekleşen kısmî başarılarla yetinmek doğru değildir. Her şeyin yeniden gözden geçirilip, yeni kalıplara dökülüp ilimlerin önü açılmalıdır. Temel klâsik ilimlerimiz dahi en azından yeni terkiplerle sunularak, insanlar her alanda yenilik ruhuyla coşturulmalıdır. Elde edilen başarılarla yetinmeden hep daha ilerisi ve kalıcı olanın peşinde olmak Rönesans düşüncemizin temel dinamiği olmalıdır. Hocaefendi’nin sözleriyle ifade edecek olursak; “Cenâb-ı Hak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin. Tâ ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz.”
* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi
atekines@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmi’u’s-sahîh, İstanbul 1315.
M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir 2005.
----------, Çağ ve Nesil Serisi.
İbn Asâkir, Keşfu’l-mugattâ fî fadli’l-Muvattâ, Kahire 1954.
Peter Burke, Avrupa’da Rönesans, çev. Uygar Abacı, İstanbul 2003.
Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Tezkiretu’l-huffâz, Haydarâbâd 1956.
Züheyr b. Harb, Kitâbu’l-İlm, nşr. Salih Tuğ, İstanbul 1984.
.
.
BATILI GÖZÜYLE İSLAM VE MEDENİYETİ
Dr. Kenan Dildar
Bugünkü batı medeniyeti sadece kendi kültür birikiminin neticesi olmayıp, bilhassa ilim ve teknoloji sahasındaki gelişmelere temel teşkil eden düşünce itibariyle İslâm medeniyetinin büyük nisbette tesiri altında kalmıştır. Bu duruma bazı İnsaflı batılı bilim adamları da işaret etmektedirler. Meselâ, R. V. Bodley şöyle der: "Rönesansı İslâmiyete borçluyuz."
Charles Seignebos ise "Şarklılarla temas ile garplılar medenileştiler. Bu medenileşmenin suret-i vukuu, tamamen malum değilse de, bizim (garplıların) Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur" demektedir.
John Davenport "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerim" isimli eserinde şöyle der: "Müslümanlar arasında, fen ve san'at 600 senelik bir müddet yükseliş hayatı geçirmiş olduğu devrede, bizim Hristiyanlarımız arasında en kaba barbarlık olduktan başka edebiyat dahi sönük yaşıyordu".
Gustave Le Bon diyor ki: "Avrupa'nın bütünüyle karanlık bir vahşet devri yaşadığı sıralarda İslâmın hâkim olduğu iki büyük şehirde, Bağdat ve Kurtuba'da yeryüzünü parlak ışıklarıyla aydınlatan iki medeniyet sürüyordu."
Maurice Bucaille de "Kitab-ı Mukaddes, Kur'ân" (Bucaille, 175) isimli eserinde şu satırlara yer verir: "Müslümanların yükseliş çağı olan Miladî 8. ve 12. asırlar arasında, bizim hristiyan ülkelerde bilimsel gelişmeye kısıtlamalar uygulanırken, İslâm üniversitelerinde dikkati çekecek kadar bilimsel araştırmalar ve buluşlar gerçekleştiriliyordu. O dönemde kültürün görülmemiş ve yeni imkânlarının bulunduğu yer, İslâm dünyasıdır. Kurtuba'da Halife'nin kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva ediyordu."
G. Rivoire ise bu hususta "Kuzey Afrika ve Endülüs medeniyeti zirveye tırmanırken bencil ve karamsar bir kısım kilise, hastalığı İlâhî bir ceza olarak kabul ettiklerinden fizikî rahatsızlığı ortadan kaldırmayı hedef alan tıp ilmine karşı takındıkları tavır gibi" demektedir.
H. G. Vells (Keskioğlu, 63-64) "Kısa Dünya Tarihi" eserinin 162. sayfasında: "Müslümanların her fethettikleri ülkede bilim gelişti. Sekizinci yüzyılda, müslüman olmuş bütün ülkelerde öğretim ve eğitim teşkilatı mevcuttu. Dokuzuncu yüzyıl İspanya'dakİ Kurtuba mektebindeki bilginler, Kahire, Bağdat, Buhara ve Semerkand'daki bilginlerle muhabere ediyorlardı. Aristo'nun ve İskenderiye medresesinin saçtığı, fakat pek uzun bir zaman kısır kalmış olan tohumlar şimdi filizleniyor, meyvelerini vermeye başlıyordu. Matematik, tıp ve fizik bilimleri alanlarında büyük ilerlemeler oldu. Biçimsiz Roma rakamlarının yerini bugün hâlâ kullandığımız Arap rakamları aldı. Sıfır işareti ilk defa icad edilip kullanılmağa başlandı. İslâm düşüncesi, Fransa'nın İtalya'nın ve bütün Hristiyan âleminin ortaçağ felsefesine yeni bir hayat kazandırmıştır."
Fransız Rosenthal ise İslamiyetin İlime nasıl iyi bir zemin oluşturduğunu şöyle açıklıyor: "İslâm'da olduğu ölçüde hiçbir inanç sisteminde din—ilim kaynaşması ayrılmaz bir şekilde gerçekleşmemiştir."
Aldo Micli "La Science arabe" isimli eserde "Endülüste birçok hristiyan öğrenci okumakta idi. Doğudan mühim kitaplar getirtiliyordu. İslâm ilim ve felsefesi 9-11. yüzyıllar arasında olgunlaştı ve 12. yüzyıldan başlayarak Sicilya ve Endülüs yolundan batıya geçmeye başladı. Böylece batıda büyük bir tercüme devri açıldı " cümlelerine rastlıyoruz.
Philip K. Hitti ise "İslâm Tarihi" (Hitti, 3/919) isimli eserinde batının İslâm medeniyetinden etkilenişini şu şekilde açıklıyordu: "Gerçekten de bu bilgi akımı, onikinci asırda o kadar kuvvetli ve canlı bir hale dönüşmüştü ki, Endülüs üzerinden Avrupa'ya taşmaya başlamıştır."
Corci Zeydan "İslâm Medeniyeti" İsimli eserinde görüşlerini şu şekilde açıklar: "Eski medeniyet, İslâm Tarihi ile biter, halihazır medeniyet ondan meydana gelir." Yine aynı yazar İslâmiyetin medeniyet teşkili için ne kadar müsait bir zemin oluşturduğunu şu cümlelerle açıklar: "Yunanlılar, İranlılar devlet teşkilinden hayli asırlar sonra âlem-i medeniyete isbat-ı vücud edebilmişlerdi. Halbuki müslümanlar devlet teşkil ettikten yalnız bir asır sonra medeniyetlerini, faaliyet-i akliyelerini âleme göstermişlerdir. İkinci ve üçüncü asırlarda ise, İslâm Düşüncesi bütün cihanı istilâ etmiş idi."
Sigrid Hunke de (Hunke, 18) "İslâm Güneşi" unvanlı kitabında takdirlerini şu şekilde sergiliyor: "İşte bu çağda müslümanların Batı ile 750 yıl kadar devam eden yakın komşulukları esnasında, dünyanın kültür nakleden bir camiası olduğunu, Yunanlılara nazaran beşer kültürünü en az iki misli geliştirip Batı'ya birçok mevzularda doğrudan doğruya tesir ettiklerini kim söyleyebilmekte, bundan kim bahsedebilmektedir?" Yine aynı yazar (Hunke, 125) "Rönesansımızın üstadları, onun için Yunanlılar değil, bilakis müslümanlar oldular" Sİgrid Hunke batının doğudan etkilenişini şu cümlelerle belirtiyor: "Yasaklara ve resmi husumete rağmen Batı, teknik, sağlık, hijyen ve devlet organizasyonu bakımından İslâm medeniyetinin umumi kültür varlıklarına yakınlık peyda etti. Yavaş yavaş onun zihnî mirasını eline geçirdi. Bu sayede asırlarca süren bir uyuklama ve uyuşukluk devresinden kurtularak, nihayet kendi kanaatleriyle emsalsiz bir yükselişe doğru harekete başladı. Tabiatiyle Batı, İslâm medeniyetinden yalnız ilim sahalarında değil, bu arada hayatın bütün sahalarında ve san'atta da yaşayışını daha zengin, daha güzel, daha sıhhî daha mes'ut yapan sayısız küçük fakat mühim ilhamlar aldı." (Hunke, 461)
Cl. Sanchez Albornoz "Espagne et L'İslâm" isimli eserinde şunları söylemektedir: "Tabiatiyle artık bugün ortaçağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa'dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısında müslüman İspanya'nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır. Arapların İspanya'daki faaliyetleri hakkında incelemeler yapan büyük üstadlar Mağrib — İspanyol kültürünün genişliği, derinliği, parlaklığı konularında bize yeni ufuklar açıyorlar. Bu kültürün felsefe, bilgi, edebiyat, hülasa Hristiyan Avrupa kültürünün bütün kollarının gelişmesinde büyük bir tesiri olduğunu gösteriyorlar. Onlar bu tesirlerden ortaçağ düşüncesinin şâhikaları sayılan Saint Thomas ve Dante'nin bile kurtulamadığını ifade ediyorlar. Hiç şüphe yok, Pirenelerin iki tarafında veya Akdeniz sahillerinde pek çok kimseler, bu önemli tesiri kabul etmekten bir çeşit tiksinti ile çekiniyorlar. Bugün elde bulunan deliller, bu iddiaları kabule bizi mecbur bırakıyor ve hemen hergün bunlara yeni vasika ve delillerin eklenmesi mümkün oluyor. Rönesans hareketinin doğmasından asırlarca evvel, Kurtuba'da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk menbaları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır."
R.Sediltot ile ayni ismi taşıyan Sedillot: "Histoiregenerale des Ara bes" isimli kitabında batının nankörlüğünü şöyle anlatır: "Müslümanları ve onların bütün Ortaçağ boyunca yeni medeniyet üzerine icra ettikleri tesiri unutulmaya mahkum etmekte herhalde hususi bir kasd olsa gerektir."
Batının nankörlüğü Prof. E.F. Gautier'in "Moeurs et coutumes des Musulmans" isimli eserinde şu şekilde anlatılıyor: "Rönesansın ilk kekeleme anları öyle bir devre tesadüf etti ki, barbarlıktan uyanmakta olan Avrupa, İslâm medeniyetine bitkin bir hürmetle bakmaktaydı: Taklidine imkân olmayan bu örnek karşısında cesaretini kaybeden Garb'ın kolları sarkıyor. Herhalde biz bugün de tamamiyle aksine bir ifrata düşüyoruz. Irkî dalaletlere dayanan bu sersemce nankörlüğümüzden dolayı kendi kendimizi ne kadar ayıplasak yeridir." Yine aynı eserin 282. sahifesinde: "Bizim rönesansımız İslâm medeniyetinin hatırasını çabuk unuttu; halbuki ona karşı çok büyük minnetleri vardır."
Humbolt "Cosmos" isimli eserde: "Müslümanlara bugünkü anlamında telakki etmeğe alışık olduğumuz ilimlerin gerçek kurucuları gözüyle bakılmalıdır. Onlar, eskilerin hemen hiç bilmedikleri fennî ve İlmî tecrübelerde bulunarak çalışmak seviyesine ulaşmışlardır" demektedir. (A. Rıza, 141-42)
Auguste Comte (A Rıza 142) da bunu teyid eder: "Müsbet ilimleri Avrupa'ya sokan müslümanlardır" der ve ilave eder: "Fethettikleri ülkelerde, ilmî araştırma eğitimi yapacak mektepler kurar kurmaz, umumi bir şevk, üstün seviyedeki seçkin aydınları, bu yeni ışığa doğru sevketti. Müsbet ilimlerin ehemmiyeti daha başlangıçta papalık tarafından dahi hissedildi ki, ruhbanın birçok kıymetli ileri gelenleri ve bu arada iki papa bile eğitimlerini tamamlamak için Kurtuba'ya gidip İslâm müderrislerinden ilmî müşâhede ve araştırma usulleri eğitimi gördüler."
Diğer taraftan Draper şunları yazar: "Müslümanlar ilmi geliştirip yazarken, hatta yeni ilimler geliştirirken, Avrupa bugünkü Güney Afrika zencilerinin olduğu kadar medeniydi. Müslümanların felsefede, matematik ve astronomide, kimya ve tıbda elde ettikleri, askerî başarıları ile sağladıklarından daha büyük ve daha devamlıydı." (A. Rıza, 142)
Dr. Gustave Le Bon da eserinde şu satırlara yer verir:"Müslümanların ilmî çalışmaları ve buluşları incelendiğinde, hiçbir milletin, bu derece kısa bir zamanda bu kadar fazla sayıda keşifte bulunmadığı ve verimli olmadığı görülür." İslâmın müsbet ilim metodu, tecrübe ve müşâhede etmektir. Kitaplarda okumak ve üstadların nazariyelerini tekrarlamak ise Ortaçağ Avrupa'sının metodu olmuştur. Aradaki fark fevkalâde esaslıdır." (A. Rıza, 142)
Meşhur Fransız matematikçisi Montucla "Histoire des Mathematiques" isimli kitabında hayranlığını şu şekilde anlatır:"Müslümanlar uzun zaman ilmin yegâne sahipleriydi, 11. Yüzyılın karanlıklarını dağıtmaya gelen ilk ışıkları onlara borçluyuz. Bu dönem içinde matematikde şöhret kazanabilmiş herkes ilimlerini Müslümanlardan elde etmişlerdir." (A, Rıza, 170)
Viardod da "La Civillisation des Arabes" ünvanlı kitabında Müslümanların medeniyete temel teşkil ettiğini şu cümlelerle anlatır: "Dante, Petrarque ve Boccace, Rönesans'ın bu babaları, Provence aydınlarını üstadları sayıyorlardı. Provence aydınları da Arapların müridleri olduklarına göre, edebiyatın olduğu kadar ilmin de yolunu Avrupa'ya açan Araplar olmuştur." (A. Rıza, 179)
Lecky "Rasyonalist Felsefe Tarihi" adlı kitabında: "Avrupa'nın entellektüel anlamda uyanışı ve canlanışı ancak eğitimin manastırlardan üniversitelere, Muhammedi bilimin ve sanayideki bağımsızlığın kilise saltanatını parçalamasından sonra başlayabilmiştir" demektedir.
John Davenport ise "Kur'ân ve Mesajı" isimli eserinde şöyle der: "Bilim ve kültür dâvasına Müslümanların gösterdiği saygıdan daha derin bir saygı gösteren millet gelmemiştir. Bir İslâm şairi: "Bir bilgin gördüğüm zaman onu karşılar ve ona değer veririm" der. Hz. Peygamberin birçok hadisi bilim ve kültüre en içten saygı ile doludur. "Bilginlerin mürekkebi şehidlerin kanı gibidir." "Kalem ve mürekkeb -yani eser- bırakanlara cennet kapıları açıktır." "Dünya dört şeye dayanır: Bilginlerin bilgisi, büyüklerin adaleti, iyi insanların ibadeti, yiğitlerin cesareti." Fakat daha önemlisi, müslümanların dünya zenginliğini önemsiz bir şey tanımaları, buna karşılık bilimi en değerli şey saymalarıdır." "Müslümanlar arasında bilim ve sanatlar 600 yıl boyunca parlak bir hayat sürerken bizim aramızda en kaba bir barbarlık egemendi. Edebiyat da en sönük günlerini yaşıyordu."
Mosheim ise şöyle demektedir: "X. yüzyıldan başlayarak Avrupa'ya yayılan, hikmet, astronomi, felsefe ve matematik gibi bilimlerin Arap okullarından alındığı, özellikle Endülüs müslümanlarının Avrupa felsefesinin üstadı oldukları muhakkaktır."
KAYNAKLAR
1) Abdülaziz bin Abdullah: İslâmın Getirdikleri. Bir yay.lst.983,s.88
2) Ahmed Rıza: Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası. Üçdal yay. İst. 1982, S:141,' 142, 170, 172, 179.
3) Ateşmen, M: İslâm. Yaylacık matb. İst. 1973, S:35, 112, 131, 136.
4) Aydın, M: Bilgi, Bilim ve İslâm, İsav yay. İst. 1987, s:65
5) Bammat H: İslâmın Çehresi. Fatih matb. İst. 1975 s: 103.
6) Bammat, H:Garp Medeniyetinin Kuruluşunda Müslümanların Rolü, Bahar yay. İst. 1966 s: 20.
7) Bucaile, M: Kitab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim, Silm Matb. İzmir, 1981 s:175.
Danişmend, İ. H: İslâm Medeniyeti, Yağmur yay. İst. 1983 s: 18 - 20.
9) Durant, W: İslâm Medeniyeti, Tercüman 1001 temel eser. İst. s: 84
10)Gürkan, A: İslâm Kültürünün Garbı Medenlleştirmesi. Akçağ yay. İst. 1969 s:252, 256.
11)Hltti, P.K: Ulâm Tarihi. Boğaziçi yay. İst. 1980. 3/919
12)Hunke, S: İslâm Güneşi. Bedir Yay. İst. 1975 s: 18, 124, 461.
13)Keskioğlu, O: Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri. Diyanet yay. Ank. s.63.
14)ülken, H.Z: İslâm Felsefesi, Selçuk yay. s: 304.
15)Zeydan, C: İslâm Medeniyeti Tarihi. Fatih yay. İst. 1976 1/3, 21.
16)Seyyid Ali Eşref, Hasan Bilgrami: İslâmi Üniversite Kavramı. Risale yay. İstanbul 1988 s: 43.
17)Davenport, J: Kur'ân ve Mesajı. Kültür Basım yay. birliği, İstanbul, 1988 S: 34-36.
.
İslâm Şehirciliğine Nostaljik Bir Bakış
Dr. Veysel Nargül
Bizdeki bu, gökleri ve yeri, bir arada ruhlara duyurma şehircilik, bina ve peyzaj zevkiydi ki, Piyer Loti gibi kimselerde, cennet bahçeleri kadar âsûde çınarlarımızın dibinde bir uzun uykuya yatma arzusu uyarmıştı.
İlk İslâm Şehirleri ve İslâm Şehirlerinin Karakteristikleri
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) doğup büyüdüğü, peygamberlikle vazifelendirildiği, insanlığı İslâm’ın hakikatlerine çağırdığı şehir olan Mekke, şehir kültürünün derinden hissedildiği tarihî ve stratejik bir konumdaydı. Bu sebeple Mekke, Kur’ân’da “ilk ev”, “şehirlerin anası”, “emin şehir” olarak nitelendirilmiştir. Bu açıdan Mekke şehirlerin, Kâbe ise mabetlerin anası olmuş ve yeryüzünün ilk şehir anlayışı, ilk mabed ile birlikte başlamıştır. İslâm’ın kutsal şehri Mekke’yi mânâlı kılan Kâbe’dir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiy süreci Mekke’de başlamış ve yüce hakikatler orada insanların zihin, kalb ve ritüellerine egemen olmuştur.
Medine ise, İslâm vahyinin ikinci döneminin yaşandığı, kıyamete kadar insanlık dünyasına ışık tutacak şekliyle sonlandığı bir peygamber şehridir. Hicret’ten sonra tesis edilen “Peygamber Mescidi” ile Medine, gerçek bir şehir hüviyeti kazanmış, medeniyetle entegre olmuştur. Hicret’ten önce Yesrip bir şehir hüviyetine sahip olmayıp tarla ve bahçelerin bulunduğu küçük bir yerleşim birimi iken, Hicret sonrasında Mescid-i Nebevî’nin inşasıyla birlikte şehir bu merkezin etrafında oluşumunu sürdürmüştür. Bu bakımdan Yesrib’in İslâmlaşmasıyla Medineleşmesi birbiriyle paralel devam etmiştir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’deki bu uygulaması esas alınarak sonradan kurulan Kûfe, Basra, Füstat gibi şehirlerde, şehir plânında önce cami yeri tespit edilmiş ve yerleşim cami merkeze alınarak gerçekleştirilmiştir.
İslâm şehirleri, evrensel özelliklerini büyük nispette koruyarak günümüze kadar gelmiş ve Müslümanların din, kültür ve medeniyet bakımından dünyaya açılan penceresi konumunda olmuştur. Bu şehirlerde daima din, inanç ve çok kültürlülük hâkim olmuştur. İslâm şehirlerini diğer kültür ve medeniyet şehirlerinden ayıran belirleyici bazı özellikler vardır. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Kahire, İstanbul gibi şehirler, birbirlerinden farklı özellikleri olmakla beraber İslâm şehirlerinin ortak özelliklerini bünyelerinde taşımaktadır.
Elbette hiçbir şehir bütün özellik ve güzellikleriyle diğer şehirlere tam olarak benzemez. Her birinin coğrafya, iklim, kültür ve tarih mirasından tevarüs ettiği farklı özellikleri vardır. Her medeniyetin kurduğu şehirlerde, ayırt edici özellik olarak, kendini gösteren ana semboller bulunur. İslâm şehirleri, özellikle camileriyle öne çıkmakla birlikte siyasî, ekonomik, eğitim, hukuk vb. alanlarda insanların fizikî ve mânevî ihtiyaçlarına cevap veren pek çok boyutuyla da kendisini belirginleştirmektedir. Kültür ve medeniyetin hâkim olduğu İslâm şehirleri, ferdî ve içtimâî iletişimin İslâm’ın ruhuna en uygun sevgi, saygı, hoşgörü, nezaket ve medenî kuralların hâkim oluşuyla farklılığını hissettirmektedir. Kuruldukları dönemden günümüze kadar bu özellikleri istikrarlı bir şekilde devam etmiş, evrensel özellik ve estetik görünümleriyle şehirlilik ve medenilik vasfını kaybetmeden koruyabilmiştir.
İşte bu durum İslâm’ın içselleştirilen evrensel öğretilerinin şehre verdiği tarihî dinamizmdir. Bu sayede şehirler mânâ kazanmış ve sakinlerini o ölümsüz ilkeleriyle âdeta bir eğitim müessesi gibi eğiterek medenî hâle getirmiştir. Şehre ve sakinlerine ruh veren, onları medenî yapan güç, İslâm’dır, İslâm’ın evrensel kaideleridir. Bu mânâda dinin dışlandığı bir şehirden ve medeniyetten söz edilemez.
Her şehrin bir kalbi vardır. Medine’de Mescid-i Nebevî, ondan sonra kurulan şehirlerde de ulu camiiler, içinde bulundukları şehrin kalbi olmuştur. Müslümanların şehirlerinin tamamında ulu cami vardır ve şehir bu camilerin etrafında şekillenmiştir. Yerleşim bölgeleri, ticarî alanlar gibi özgün mekanlar, camii sonrasında içtimâî önemine göre camiinin etrafında yer almıştır.
Barış yurdu olarak bilinen Bağdat’ın bir şehir olarak kuruluşu da çok özgündür. Dünyanın gözbebeği bir şehir olan Bağdat, kurulduğu günden beri bilim, sanat ve edebiyatta tarih boyunca anılan bir şehir olmuştur.
Şehirler içerisinde haklı bir üne sahip olan Nişabur’da, Nizamiye Medresesi dâhil önemli yüksek okullar bulunur.
Sultan Sencer zamanında dünyanın çok anılan şehirlerinden biri olan Merv de, şehircilik bakımından özgündür. Anlatıldığına göre, şehrin giriş kısımlarında büyük çiçek bahçeleri oluşturulmuş, sabah rüzgârının estiği bölgelere güller dikilmiş ve bu rüzgâr estiğinde de şehrin içerisine gül kokusu yayılırmış. Öğle vaktine doğru nergis bahçelerinden nergis kokusu, akşamüzeri ikindi rüzgârının estiği yerlerde de lâle kokusu, şehrin sakinlerine lahuti bir hava veriyormuş. Bu şehir medeniyeti açısından oldukça yüksek bir düzeydir. Fıskiyeleriyle, bahçeleriyle, botanikleriyle hakikaten insanların huzur içinde yaşadığı cennetvari bir şehir olan Merv, İslâm ilim geleneğinin de en önemli merkezlerindendir.
Osmanlı şehirciliğinde şehrin merkezinde cami yer alır. İkinci halka olarak dükkânların toplu olarak yer aldığı çarşılar bulunur. Son kuşakta ise meskenlerin bulunduğu bir şehir modeli mevcuttur. Merkez, daima dinin ve mukaddesatın en ideal mânâda yaşandığı yerlerdir. Merkezin, ilk bakışta din dışı gibi görünen ama din ile sıkı sıkıya irtibatlı olan ticarete ve sivil hayata dalga dalga yayıldığı değişmez odak olduğu görülür. Daha da ayrıntıya girilecek olursa Osmanlı şehri, İslâm ahlâkının ve aynı zamanda teknik ve idari becerilerin mekâna yansımış biçimidir. Kendisine ait kültür dokusuyla renklendirilmiş örneklerdir.
Şehre Kimlik Kazandıran Unsurlar
Şehir, bulunduğu yerin insanlarının ürettikleri ile değer kazanır. Geleneğimizde şehre mensubiyet kişiliğin ve kimliğin bir parçasıdır. Bu kişilik ve kimliğin oluşmasında insan unsurunun çok önemli bir yeri vardır. Ankaravî denildiğinde Ankaralı, Bursevî Bursalı, Davudu Kayserî denildiğinde Kayseri akla gelir. Dolayısıyla insan ile şehir arasında sıkı bir münasebet vardır. İnsanlar şehre mensubiyetiyle tanınır ve şehre kimlik kazandırır.
Mimarî yapılar ve mabetler de şehre karakter kazandırır. Taç Mahal, Elhamra gibi üstün sanat tasarımıyla inşa edilen tarihî eserler, bulundukları şehrin şöhretini geleceğe taşımaktadır. Süleymaniye ve Sultan Ahmet camileri gibi mimarî özellikli eserlerde, o medeniyetin bütün medeniyet birikimlerini görmek mümkündür. Çünkü mimari eserlerin gerisinde, o eserleri meydana getiren ruh vardır. Mimarî eser, aynı zamanda o eserleri üreten zihniyetin ve değerlerin tabiat ve metafizik algısını yansıtır. Meselâ Müslüman şehirlerindeki camilerin hepsi aydın ve ferahtır. Sanat harikası ulu camiler, İslâm estetiğinin değerini yansıtır. Şehre rengini veren bu mimarî eserlerde hem şehrin hem de medeniyetin karakteristiği görülür. O bakımdan minarelerden okunan ezanlar, o burçlarda dalgalanan ay-yıldızlı bayraklar ve minarelerin âlemleri, bu toprakların ötelere uzanan simgeleridir.
Kaybolan Değerlerle Yüzleşen Şehirler
Günümüzde sağlıklı bir şehirleşmenin yaşanamadığı mega kentlerde, birtakım problemlerle karşı karşıya gelinmiştir. Geleneksel değerlerin ve bağların yitirildiği şehirlerde yaşamanın entelektüel, sosyo-kültürel gereklerine sahip olmadıkları için bir uyum sorunu yaşanmaktadır. Bugün birçok şehir, geçmişte sahip olduğu özelliklerini yitirmiştir. Şehirde kaybolan değerler, dinî, kültürel ve sosyal zenginlikler şehirleri yeniden değerlendirmeyi, mevcut sorunları tespit ve çözüm önerileri geliştirmeyi kaçınılmaz hâle getirmiştir. Kaybolan değerleri, fizikî donanımları ve sakinleri ile şehri yeniden inşa etmek gerekiyor. Şehir ve insan birbirinin varlık sebebidir. İnsan şehrin ruhu, şehir de o ruhun cisimleşmiş hâlidir. İnsan, maddî ve mânevî bütün nitelikleriyle kendisiyle özdeş özelliklerini kaybederse, buna bağlı olarak şehir de şehir olma özelliğinden yoksun kalır.
Şehirler, şehir olma özelliğini kaybetmeye başladıktan sonra insan şehirle, şehir de insanla bir mücadeleye başlamıştır. Günümüzde şehir, kaybettiği insanını yani ruhunu aramaya başlamıştır. Ruhundan soyutlanmış şehir, birçok insanı hayal kırıklığına uğratmıştır.
İnsan şehirde öncelikle kendisini sonra da şehri inşa etmelidir. Kendini bilgi, birikim, duygu ve düşünce boyutuyla inşa edemeyenlerin, fizikî ve mânevî çevrelerini inşa etmeleri düşünülemez. İnsanın içinde yaşadığı şehrin imkânlarını gerektiği gibi kullanması, şehirli olmanın erdemlerine ulaşması, fert olarak şehir kültürünü içselleştirmesi, sanata, bilime, kültüre katkıda bulunması, tarihi ile bütünleşmesi, ahlâkî birtakım özelliklere sahip olması, kişiyi gerçek anlamda şehirli bir fert hâline getirecektir.
Şehrin sorunlarını çözmek, kültürünü, çevresini inşa etmek için İslâm’ın ilkelerinin belirleyici bir önemi vardır. İslâm’ın değerleriyle bezenmiş ve şekillenmiş tarihî şehir tecrübesi, bizlere bu konuda çok önemli bir örnektir. Tarihî tecrübeler dikkate alınarak ortaya konacak çözüm önerileri, bugünün şehir problemlerine kalıcı çözümler getirmenin en etkili yöntemi olacaktır.
Nasıl Bir Şehir?
İslâm, insana ferdî sorumluluklar yüklediği gibi sosyal sorumluluklar da yüklemiştir. İslâm’ın idealize ettiği toplum hayatı, büyük ölçüde şehir hayatını gerekli kılmaktadır. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında bunu görmek mümkündür. Hicret’ten önce zulüm ve anarşinin kol gezdiği Yesrib’i sevgi, şefkat, merhamet ve yardımlaşma temeline dayalı ortak bir ruh ve düşünce dünyasında birleştiren ve bu şehri “Medine-i Münevvere/Aydınlık Şehir’ yapan anlayış iyi anlaşılmalı ve özümsenmelidir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’nin çok kültürlü, çok inançlı hayatını tanzim ederken, bir taraftan akraba ve komşu haklarını gözetmiş, diğer taraftan farklı inanç gruplarını ötekileştirmeden herkesi aynı şehrin ve bir tek toplumun dokusunu oluşturan unsurlar olarak kucaklamıştır.
Köyden kente göç ile gecekondulaşma, çarpık kentleşme, çevre problemleri, kapkaç gibi ciddi sorunlar yaşadığımız günümüzde, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehre dâir uygulamaları, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bu kapsamda Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehrin tenhalaşmasını, bir yerde nüfus yoğunlaşırken, diğer bölgelerde nüfusun azalmasını, dolayısıyla şehrin bir noktaya yığılmasını teşvik etmemesi konusu, evrensel bir şehircilik ilkesi açısından dikkate alınabilir. Bununla beraber Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) içtimâî ve medenî hayatın kaçınılmaz bir gereği olan nezaket ve saygı kuralları üzerinde çok ciddi durması da günümüz şehirciğinde fertler arası diyalogun sağlıklı bir zeminde yürümesi konusunda günümüze ışık tutan önemli bir ilkedir. İslâm’ın şehrin imarından ayrı düşünülemeyecek çevre düzenlemelerine ve yeşili korumanın önemine verdiği önemi anlamak için Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’nin etrafında oluşturduğu koruluk alanını hatırlamamız yeterli olacaktır.
Mekânın değeri, içinde bulunanlara göredir. İnsanlar, gelenek ve değer yargılarına göre yaşadıkları mekânları şekillendirir. Tarihe altın harflerle geçen medeniyetlerin, medeniyet seviyelerini günümüze kadar gelen ölümsüz eserleriyle tanırız. İstanbul’daki yalı ve konaklar, Ankara kale içindeki bahçeli evler, Safranbolu’nun kendine özgü sevimli konakları, Diyarbakır, Antep ve Maraş’ta taş işçiliğinin mükemmel örneklerinin sergilendiği ihtişamlı yapıların hepsinde, o devrin insanlarının zarafetini, letafetini, dünyaya ve eşyaya bakışını görürüz.
Günümüz mimarisi ve yerleşim alanları ile geçmişi kıyasladığımızda tarihî yapılarda ortak noktaların bulunduğu görülür. Gelir durumuna bağlı olarak bazı farklılıklar olsa da, hemen her evde ayrıntı gibi görünen fakat önemli şeyler vardır. Gömme dolaplarında ebeveyn odalarındaki banyolara benzer banyolar görülür. Bazılarında yüklük, gardırop mevcuttur. Evlerin tefrişinde, işlevselliğin önplânda olduğu görülür. Mahremiyete uygun inşa edilmiş evlerin pencereleri çoğunlukla baklava dilimli kepenklerle dışarıdan içerinin görülmesine imkân vermeyecek fakat dışarıyı seyretmeye müsait bir şekil ve konumda dizayn edilmiştir. Hemen her evin ufak ya da büyük bir avlusu bulunur. Günümüz şehirlerinde genellikle beton duvarlar arasında sıkışmış durumdayız.
Hayat kalitemizi içinde yaşadığımız mekânlar belirlediğine göre, hayatımızı sürdürdüğümüz evlerimiz, psikolojik ve sosyolojik gelişimimiz için de çok büyük bir önem arz etmektedir. Haklı bir övgüyle bahsettiğimiz Avrupa şehirlerin en önemli özelliği, tabiatla iç içe olması, yerleşim alanlarında kişi başına düşen yeşil alan hesaplaması yapılması, belli mesafeler gözetilerek uygun yerlere park ve bahçeler yapılmasıdır.
İslâm, fert ve toplum hayatında şehir plânlamasına büyük bir değer atfetmektedir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) estetik anlayışına göre çevrenin düzensiz ve kirli olması mümkün değildir. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), oğlu İbrahim’in kabri hazırlanırken: “Kabrin içinde bir çukur görüyorum.” buyurunca kabirci, Ey Allah’ın Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “O ne fayda verir ne zarar.” şeklinde karşılık vermiştir. Peygamberimiz eliyle kabri düzeltirken şunları ifade etmiştir: “Onun ölüye zarar vermeyeceği doğrudur. Fakat dirinin gözüne zarar verir/dokunur. Kul bir iş yapınca Allah onu en mükemmel yapmasını ister.” İşte bu perspektif, Müslümanların sahip olması gereken estetik anlayış ve zevkin oluşmasına zemin teşkil eden bir bakış açısı olarak kabul edilebilir.
Bu mânâda Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şehir plânlaması konusunda da somut önerileri olmuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’de yapılacak evlerin aralarında mesafeleri, yolların genişliğini bizzat kendisi belirlemiştir. Buna göre yolların çeşitli yerlerden gelen develerin rahat geçebileceği bir genişlikte bırakılmasını, normal genişliğin en az yedi zira (yaklaşık 5.5 metre) olmasını talep etmiştir. Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bu uygulaması yolların, insanların ve taşıtların çok rahat gelip geçeceği genişlikte olması şeklinde yorumlanmalıdır.
Yine bu çerçevede Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara mutlu yaşama ile ilgili tavsiyelerde bulunurken daima başkalarının mutluluğuna zarar vermemeyi gözetmiştir. Bir Müslümanların yaşadığı evlerin geniş, yüksek ve avlulu olmasını tavsiye etmiştir. Bu hususlara dikkat edilerek yapılan evler, ev sahibinin rahat bir psikolojide yaşamasını sağlarken, yakın komşulara zarar verilmesini de önlemektedir. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), rüzgârını kesmemesi bakımından evinin damının komşunun evinin damından yüksek tutulmamasına dikkat çekmiştir ve bunu komşu hakları kapsamında değerlendirmiştir.
İslâm tarihinde modern ve sağlıklı şehirleşmeye dair canlı misâller vardır. Basra şehrinin mevkii ve plânı bizzat Hz. Ömer tarafından tespit edilmiş ve on mil mesafedeki Dicle nehrinden şehre kanal açılmıştır.
Kûfe’nin inşası ve şehir plânı hususunda da Hz. Ömer açık talimat vermiş, buna göre ana caddeler kırk, ikinci caddeler otuz, üçüncü caddeler yirmi, tali yollar yedi kol boyu genişliğinde düzenlenmiştir. Kırk bin kişinin namaz kılabildiği caminin etrafında geniş ve boş alanlar bırakılmıştır.
İslâm mimarisinde sade ve yalın inşaat malzemelerine bağlı kalınmış ve enerji kaynağı olarak ışık ve rüzgâr gibi temiz ve ucuz doğal enerji çeşitleri kullanılmıştır. Cami ve ev avluları içinde kirlenmemiş tabiatın sükûnetini, ahengini ve huzurunu yeniden oluşturarak şehirler inşa edilmiştir. İslâm şehirlerinin kalbinde ibadet için düzenlenen mekânlar, eğitim, zanaat ve ticaret işleri için düzenlenen alanlar, özel hayat ve kültürel faaliyet için oluşturulan alanlarla da hep iç içe olmuştur.
İslâm medeniyetinde insanla tabiat arasındaki dengenin korunmasına -ister küçük bir köyde isterse büyük bir şehirde- maksimum düzeyde özen gösterilmiştir. Müslümanların elinden çıkmış ev, cami, cadde, pazar ve şehir hayatının bütün diğer unsurları, tabiî faktörlerden maksimum ölçüde yararlanma esasına dayanıyordu. Evleri serinletmek için kullanılan rüzgâr kuleleri, yaz aylarında serinlemek için yapılan serin bodrumlar, hazırlanan yeraltı sarnıçları bunun ifadesidir. Günümüzde de rüzgâr ve güneş enerjisi gibi atığı olmayan tabii enerji kaynaklarından çokça istifade edilerek çevre kirliliği problemini azaltacak alternatifler geliştirilebilir.
Sonuç
İnsanoğlu tarihte kısa zaman aralıklarıyla devam edebilmiş erdemli şehirlerde yaşama mutluluğuna ve ayrıcalığına sahip olmuştur. Tarihin en erdemli şehirleri peygamberlerin Allah’ın (celle celâluhu) vahyine mazhar oldukları, o ulvî duyguları yaşadıkları kutsal mekânlardır. Mekke, bütün şehirlerin anası ve insanlar için ilk ev olma özelliği taşımaktadır. Kudüs, Davut ve Süleyman peygamberlerin krallıklarına mekân olmuştur. Medine ise İslâm’ın din olarak en mükemmel temsil edildiği bir mekânda tezahür ettiği muhteşem bir şehirdir. Bu üç şehrin de kurucu değerleri İlâhî ve ahlâkî sembollerdir. Ancak bütün şehirlerin, İlâhî ve ahlâkî değerler üzerine bina edildiğini söyleme imkânı yoktur. Aktiviteler olumlu alanlara yönlendirilemediğinde şehir, kötülük ve felaketin potansiyeli hâline de gelebilmektedir. Şehir bu tehlikeye her zaman açıktır. Bu tür tehlikelerin hâkim olduğu modern şehirler, tehlikenin ağına yakın veya ağın içinde olan insanlar için açık bir hapishane, orada yaşayan insanlar da müebbet hapis cezasına çarptırılmış bahtsız ve mutsuz mahkûmlar gibi yaşarlar. Bu özellikleri nedeniyle şehirler güven ve emniyetten uzaktır.
Hâlbuki dinlerde ve kadîm geleneklerde, hayat ve yaşama sanatı da kutsaldır. Bir şehrin yönetimi ülkenin ve ailenin yönetiminden, kısaca mânevî ve ahlâkî değerlerden ayrı düşünülemez. İnsan, kendi öz varlığındaki hakikatleri keşfedip, varlığı ile âlem arasındaki ilişkinin mahiyetini öğrenemedikçe, kendini ve çevresini düzenleme ve yönetme bilgisine de sahip olamaz. Şu hâlde şehrin kurtuluşu insanın kurtuluşuyla yakından ilgilidir. Mademki insanın bozulması kâinatın bozulmasına sebep olmaktadır. Bu durumda insanın kurtuluşu, varlığın sosyal ve tabi çevresinin, yani şehrinin de kurtuluşuna yardım edecektir. Bu mânâda her şey insanda başlamakta ve yine insanda bitmektedir.
İnsanlar var oldukça şehirler de var olacaktır. Çünkü şehirler, insanlığın kendisini en mütekâmil hâle getirebileceği önemli mekânlardan biridir. Şehir, ahlâk ve düzen gerektirir. İnsanın her yönüyle daha iyi bir noktaya erişme arzusunun tatmin edilebileceği yerlerden biri olan şehir, insan fıtratının ait olduğu asli dünyadan kopmayı da zarurî kılar. Bu durum şehirli insanın varlığını her an hissettiği bir gerilimdir. İşte bu gerilim, şehirde yaşamayı cazip kılmaktadır. Fakat şehirlerin bu gerilime dayanıklı hale getirilmesi gerekir.
Aksi hâlde şehir, kendisine yüklenen misyonu yerine getiremeyeceğinden sahip olduğu ahlâkî erdemlerden uzaklaşır. Neticede bundan şehirde yaşayan insanlar zarar görür. Şehirleşmenin bir neticesi olarak, içtimâî yalnızlık, izolasyon ve güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, kentleşmenin ortaya koyduğu yabancılaşmaya sebep olmaktadır. Şehirleşme, ferdi kendi yalnızlığı içine çekmekte, arkadaş ve tanıdıklarıyla olan içten bağlılığını, akrabalık dayanışmasını azaltmaktadır. İçtimâî diyalogları asgari düzeye inen fert, güçsüz ve dayanıksız hâle gelmektedir. Böyle bir süreç, şüphesiz özellikle köyden şehre gelen insanların sağlam bir zeminde olmadıklarını göstermektedir. Görülüyor ki şehirleşme, bünyesinde fizikî olduğu kadar sosyal problemler de üretmektedir. Bugün özellikle kendisi ile çevresi arasındaki dengenin iyi kurulamaması, insanın kendi ruhî ihtiyaçlarıyla uyumlu olmayan mekânda olmasının bir sonucudur.
Şehirde yaşayan insanlar genellikle başkalarıyla alâkasız ve yalnızdır. Onların bir bölümü fizikî olarak, çoğunluğu ise iç yalnızlığının sıkıntıları içerisinde yaşamaktadır. Onlar birçok insanla iletişim hâlinde olmalarına karşılık, bu münasebetler tatmin edicilikten uzaktır. Şehirlerde yaşayan insanlar, birçok arkadaşa sahip olduklarını düşünürler. Fakat arkadaş kelimesinin mânâsı değişmiştir. Geçmişin arkadaşlıkları ile mukayese edildiğinde yeni arkadaşlıkların çoğu önemsiz bir alâka şeklindedir.
Gerçekten yüz binlerce hattâ milyonlarca insanın yaşadığı şehirlerde insanlar, kalabalıklar içinde yalnızlıkları yaşamakta ve çoğu zaman üstesinden gelemedikleri problemler karşısında sessiz çığlıklarını kimseye duyuramamaktadır.
Netice itibariyle şehirlerdeki mevcut problemlerin tespiti, teşhisi ve bunlara çözüm üretmek için fertlere, ailelere, okullara, resmî veya özel iş alanlarındaki her seviyeden insana görevler düşmektedir. Dahası, her kademeden kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütüne de mevcut şartların iyileştirilmesi, daha dinamik hâle getirilmesi için birçok plân ve projenin hayata geçirilmesi noktasında çok önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. İnsanların fizikî ve ruhî ihtiyaçlarını maksimum düzeyde karşılayan, insanı yabancılaştırmayan ve toplumun saygın bir üyesi olduğu hissini daima canlı tutan, onu hiçbir şekilde dışlamayan daha yaşanabilir bir şehir plânlaması ve şehir yönetim anlayışı benimsenmeli ve gereği imkânlar ölçüsünde yapılmalıdır
İslâm Medeniyetinde Hastahaneler
Sabri Çap
İslâm'ın umûmi mânâda ilme verdiği ehemmiyetin bir neticesi olarak tıp ilmi de hızlı bir şekilde gelişmiş, henüz hicrî 1-2. asırlarda İslâm dünyasının önemli ilim dallarından birisi haline gelmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in "Allah yaratmış olduğu bütün hastalıklar için şifa da yaratmıştır."1 hadîsi muvacehesinde Müslümanlar bütün hastalıklar için, çareler aramışlardır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in tıpla ilgili birçok tavsiyeleri bir araya toplanmış, "et-Tıbbü'n-Nebevî" İsmiyle çeşitli kitaplar yazılmış ve hadîs kitaplarının bölümlerinden birini "Kitabü't-Tıb" oluşturmuştur.
Tıp ilmine gerekli ehemmiyeti veren Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in, basit mânâda da olsa, ilk tedavi merkezlerini kurduğunu söyleyebiliriz. Zira, bazı seferlerinde Resûlullah (s.a.s)'in, savaş esnasında yaralananların tedavisi için cephe gerisinde bir çadır tahsis ettiği, Rufeyde el-Eslemi, Ümeyme bint Kays, Ümmü Atıyye el-Ensâriyye, Ümmü Sinan el-Eslemiyye, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen ve Nüseybe el-Mâziniyye (radiyallahü anhünne) gibi sahabiyyelerin savaşlarda hemşirelik, hastabakıcılık, hekimlik yaptıkları bilinmektedir.2
İşte Resûlullah Efendimiz (s.a.s)'in bütün hastalıkların şifasının bulunduğuna dair müjdesi müvacehesinde Müslümanlar daha ilk devirlerden itibaren tıbba ve tıbbî müesseselerin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Biz bu yazımızda İslâm medeniyetinde hastahanelerin durumunu anlatmaya çalışacağız.
İslâm'ın, "İnsanların en hayırlısı insanlar için en faydalı olandır." düsturu fehvasınca İslâm dünyasında birçok sosyal yardım müesseseleri ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de hastahanelerdir. İslâm tarihinde, temeli vakıflara dayanan hasta haneler "Dârü'ş-Şifa, Dârü's-Sıhha, Dârü'l-Âfiye, Bimâristan, Bimarhâne Mâristan, Dâru't-Tıb, Şifâiyye" gibi isimlerle anılırlar. İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi Peygamber Efendimiz (s.a.s) devrine kadar götürmek mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastahanenin hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam'da Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir. Bununla beraber İslâm hastahanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim Harun er-Reşid'in, yapılan her caminin yanında bir hastahanenin açılması için emir verdiği rivâyetler arasındadır.3
Will Durant, Abbâsî devrindeki sağlık hizmetleri ve hastahaneler hakkında bize şu bilgileri vermektedir: "O devirde İslâm dünyasında 34 hastahane vardı. Bildiğimiz en eski hastâhane Bağdat'ta Hârun er-Reşid tarafından kurulmuştu. X. yy'da beş hastahane daha açıldı. 918 yılına ait bir kaynakta Bağdat hastahaneleri Müdürü'nden bahis vardır. İslâm âleminin en büyük hastahanesi ise 706'da Şam'da kurulmuştur. 978 yılında bu hastahanede çalışanların sayısı 24 idi. Tıp öğretimi daha çok hastahanelerde yapılıyordu. İmtihandan geçmeyen ve devlet tarafından verilen diplomaya sahip olmayan kimse asla hekimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşanlar da devletin kontrolü altındaydılar. Hekim-vezir Ali b. İsa 931 yılında tedavi için şehirden şehire dolaşmak maksadıyla, özel bir doktorlar birliği kurmuştu. 931 yılında Bağdat'ta 860 diplomalı hekim vardı."4
Abbasiler döneminde gelişen hastahaneler daha sonra hemen hemen her tarafta vakıf olarak ortaya çıktılar. Selçuklular zamanında da gelişmesini devam ettiren bu hastahanelerden; Şam, Bağdat, Musul ve Mardin'de inşa edilenleri pek meşhurdur.
"Hastahaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları XII. yy'dan itibaren hastahane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına Dâru'ş-şifa, Dâru's-sıhha, Bimâristan, Mâristan gibi isimler vermişlerdir.
Selçuklu hastahaneleri başlangıçtan itibaren tıp öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tıp fakülteleri gibi çalışmışlardır. Meselâ, Kayseri'de Gevher Nesibe tarafından 602/1205'de, Sivas'ta İzzeddin Keykâvus tarafından 614/1217'de yaptırılan hastahaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpâre binalar olarak hizmet görmüşlerdir."5
Selçuklular döneminde Anadolu'da yapılan önemli Dâru'ş-şifalar şunlardır:
Kayseri'de Gevher Nesibe (1206), Sivas'ta İzzeddin Keykavus Şifahânesi (1217), Divriği'de Turan Melik Darü'ş-Şifası (1228), Konya Darü'ş-Şifası (1219-1236), Çankırı'da Atabey Cemâleddin Ferruh Darü'ş-Şifası (1235).6
"İktisadî ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arzeden Selçuklu Devleti'nde tababet o derece ehemmiyet kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabada mevcut hastahanelerde tedavi meccânî olup, her birinin büyük vakıfları vardır."7
"Selçuklular, sağlık hizmetlerini yürütmek için sadece hastahane yapmayı yeterli görmemişler, nerede sıcak ve şifalı bir su kaynağı bulmuşlarsa orayı derhal imar ederek bu sulardan istifadeyi düşünmüşlerdir.8
Osmanlılar'da da sosyal yardım müesseseleri arasında sağlık müesseseleri oldukça boldur. Osmanlılar'da ilk hastahanenin ise, devletin kuruluş yıllarında Sultan Orhan tarafından Bursa'da açıldığı bilinmektedir. Böylece devletin tıpla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çıkmış olmaktadır. Bununla beraber Osmanlılar'ın, tam teşkilatlı diyebileceğimiz ilk hastahanesi Bursa'da 801 (M.1399) tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından şehrin doğusunda, Uludağ'ın eteğinde kurulmuştur. 1400 senesi Mayıs'ında, Bursa kadısı Molla Fenârî Mehmed b. Hamza tarafından vakfiyesi tertip edilmiş olan bu hastahanede vazife görmek üzere, Sultan Bayezid, Memlûk hükümdârı Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabip göndermesini rica etmiş, o da Şemseddin Sağîr isminde bir tabip yollamıştır.9
Ayrıca Osmanlılar'da medreselerin bünyesinde açılan Dârü't-Tıp'lar, tıp tahsili yaptırmakla beraber, devrinin en gelişmiş hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı.10
Osmanlılar'da kurulan önemli hastahaneler olarak Bursa'da Yıldırım Bayezid (1339), İstanbul'da Fatih (1470), Edirne'de Bayezid (1488), İstanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa'da Sultan III. Murad (1591), İstanbul'da Sultan Ahmed (1671) hastahaneleri zikredilebilir.11
Alman Seyyahı Fugger, 1589'da İstanbul'da 100 hastahane olduğunu belirtiyor. Y. Öztuna bu rakamı mübalağalı bulursa da bu rakam İstanbul'da çok sayıda hastahane bulunduğunu göstermektedir. IV. Murat zamanında (1623-1640) İstanbul'da 9 hastahane ve 19 imaret bulunduğu ise, resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır.12
HASTAHANELERDEKİ DURUM
Hemen her büyük vakıfta, bir Bimarhâne veya Dâru'ş-şifa denilen hastahaneler bulunurdu. Osmanlılarda hastahanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlı medrese hastahaneleri de çok zengin akarlara sahipti ve hiçbiri devletçe yaptırılmamıştı. Hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Haseki, Gurâbâ, Şişli Etfal hastahaneleri, bu vakıf hastahanelerin günümüzde de hizmet vermeye devam eden örnekleridir.13
"Dâru'ş-şifaya müracaat eden fakir hastalar zamanlarının en hâzık ve tecrübeli doktorları, göz hastalıkları mütehassısları ve cerrahları tarafından muayene ve tedavi edilmekte ve ilaçların en pahalı ve iyilerinden faydalanabilmektedirler. Hastahaneye yatırılanlar da orada her türlü ihtimamı görmekte, çamaşırları ve kendileri yıkanmakta, türlü devalar, şerbetler ve kuvvet ilaçları ile hastalara şifa imkânları sağlanmaya çalışılmaktadır. Ölenler için teçhiz ve tekfin masrafları da, bu hastalara gösterilen ihtimamların son bir alâmetidir. Hastalıkları zamanında daha fazla yardıma ihtiyacı olan yoksul kişiler için ümit ve teselli kaynağı bir sığınak vazifesini gören Dârü'ş-şifaların, gerçek bir hayır ve şefkat müessesesi olarak vazifelerini gördüklerine şüphe yoktur."14
"İslâm âlemi, hastahanelerinin kalitesi ve techizatı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. 1160'ta Nureddin'in, Şam'da kurmuş olduğu hastahane üç asır boyunca bedava hasta tedavi etti. Ve ilaç dağıttı. Bu hastahanenin bacasının tam 270 yıl hiç sönmeden tüttüğü söylenir. Kahire'de 1285'te yapılan hastahane bütün Orta Çağ'ın en büyük hastahanesiydi. Hastahane, büyük ve şadırvanlarla serinletilmiş bir avlunun etrafına yapılan dört binadan meydana geliyordu. Çeşitli hastalıklar için ayrı ayrı bölümler olduğu gibi, nekahet devresini geçirenler için de ayrı bir kısım vardı, hastahanenin lâboratuvarları, perhiz mutfakları, banyoları, kütüphanesi, mescidi, konferans salonu vardı. Burada genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir, esir-hür farkı gözetilmeksizin herkes tedavi edilirdi, hastahaneden taburcu edilen herkese hemen işe başlamaması için, ayrıca para da verilirdi. Uykusuzluktan ızdırap çeken hastalara musiki dinletilir, özel şahıslar bunlara hikâyeler anlatırdı. İslâm'ın, bütün büyük şehirlerinde ruh hastaları için özel yerler vardı."15
"Halife ve sultanlar, vücuda getirdikleri hayır müesseselerini hükümdar saraylarına has mobilyalarla tefriş etmişlerdi. Devletin en yüksek memuriyetlerindeki uyuma ve ikâmete mahsus odaları süsleyen bütün konfor halka tamamen açık bulunan hastahane tesislerinin hasta odalarıyla yatak ve banyolarına naklolunmuştu."16
"Yalnız halife ve sultanlar değil, hususî servet sahipleriyle meşhur astronom Sabit b. Kurra'nın oğlu Sinan b. Sabit, torunu Sabit b. Sinan gibi doktorlar, köylere kadar uzanan seyyar sağlık istasyonlarının yanında umumî hastahanelerden başka hapishane hastahaneleri de vücuda getirdiler. Vezir İbn Furât, memurlarının parasız muâyene ve tedavileri için 923 yılında Bağdat'ta bir poliklinik tesis etti."17
Hastahanelerin büyük bir kısmı vakıf hastahanesi olduğundan, hastahanelerde nelere dikkat edileceği ve hastalara nasıl davranılacağı da bizzat vâkıf tarafından tayin edildiğinden bu prensiplere muhalefet mümkün değildi. Bir vakıf hastahanesindeki durumu göstermesi bakımından Mısır Kölemenleri hükümdarlarından Sultan Kalavun'un kurup vakfettiği hasta-hanenin vakfiyesini kaydetmek istiyoruz: "Ben bu hastahaneyi Müslümanların, kadın-erkek hastalarının tedavi edilmesi için inşa ettim. Gerek servet sahibi zenginlerden, gerek muhtaç ve fakirlerden Kahire'de ve etrafında oturan veya oraya dışarıdan gelenlerden cinsleri, hastalıkları ve dertleri ne olursa olsun, genç-ihtiyar herkes orada tedavi olabilir. Kadın-erkek bütün hastalar, tedavileri bitip iyileşinceye kadar orada kalırlar. Orada tedavi için hazırlanan her şey ücretsiz sarfolunur. Yerli ve yabancı ayrı tutulmaz, hiçbirine ayrı muamele edilmez. Mütevelli bu vakfın gelirinden hastahanenin ihtiyaçlarını karşılar, hastahane için gerekli olan karyola, yatak, yorgan gibi ihtiyaçları temin eder. Her hastaya, haline uygun olan ve hastalığın gerektirdiği karyola ve yaygılarını hazırlar. Onlardan her birinin tedavisi ile ilgilenir onlara son derece hayırhah davranır..."18
Hastahanelerdeki konforu göstermesi açısından S. Hunke'un zikrettiği ve ortopedik tedavi gören bir hastanın babasına yazdığı bir mektup da kayda değer. İşte mektubun bazı bölümleri: "Babacığım; benden para getirmenin lâzım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel... Başhekim bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcu olabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi, çarşaflar bembeyaz. Her odada akar su var. Soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor..."19
Hastahanelere alınan doktorların durumuna da son derece dikkat edildiği, ehil olmayanların ve hastalara şefkatle yaklaşmayacak olanların hastahanelere alınmadığı görülmektedir. Hekimlerin dikkat edeceği hususlar da açıkça belirtilmekteydi.
Haseki Sultan'a ait, 958/1551 tarihli bir vakfiyede; Dârü'ş-şifa'nın idaresinin, hekimin hastahanede hastalarla olan münasebetlerinin ve mesleğiyle ilgili meselelerin nasıl olması gerektiği hususunda ilgili şu şartlar zikredilmektedir: "Vâkife Hazretleri şart etmiştir ki, iki nefer hâzık, riâyet ve inâyete lâyık, fetanet ve kiyasetle maruf, hazâkat ve ferâsetle mevsuf, tıp ve hikmet kanunlarını bilen, onların bilumum meselelerini tafsilatı ile ihata eden, mizac ahvâlinin hususiyetlerini anlayan, ilaç tertip etmekte mahir olan, şurup ve macunların ahvâlinde tecrübeli, onların, hastaların ahvaline mülayim veya mübayin olanlarına vâkıf, iş görme ve birçok tecrübelerle ilimlerini tekid etmiş ve türlü ahvâl ve atvâl müşâhedesiyle mâriflerini ilerletmiş, ilim tahsilinde ve tatbikatta zamanlar geçirmiş, onları tamamlama hususunda vakitler harcamış kimse doktor olup, bunlardan her biri serin kalpli, kerîm ahlâklı, güzel huylu, endişeden uzak, iyi iş yapar, ince kalpli, uysal, akraba ve ecânib hakkında hayır diler, nasihatte tatlı dilli, hoş sözlü, güler yüzlü, makbul huylu olmalıdır. Hastalardan her birine candan dost gibi, re'fet ile nazar eder, onları asık surat ile karşılamaz, onlara az da olsa vahşet ve nefret uyandıracak söz söylemez. Zira sözde bulunan sert bir kelime, bazen hastaya en büyük dertten daha ağır gelir. Belki hastalara en latif ibarelerle söz söyler, onlara en güzel şekilde hitap eder, sual ve cevapta en şefkatli yolu tutar. Zira sarf olunan nice sözler vardır ki, onlar hastanın nezdinde cennet kevserinden, zülâl ve selsebilden daha tatlıdır. Hastalara şefkatlidir. Hastanın tatlı söze ihtiyacı daha çoktur. Hastalara şefkat ve riâyet kanatlarını indirir, döşer... Onların üzerine inâyet ve himaye kemerlerini gerer... Bu iki tabipten biri bu yazılan şartlara riâyet eder ve bu kaideleri olduğu gibi muhafaza eyler, sene ve ayların ve günlerin her birinde bu şartlardan bir tanesini bile ihmal ve ihlal etmeden bunlara tamamıyla riâyet etmek mecburidir. Her kim ki bu sayılanlardan birini ihlâl eder, üzerine aldığı vazifelerden birini ihmal ederse, vazife mukabili almış olduğu şey ona haram olur. Âhirette de azab ve gazaba düçâr olur..."20
Hastahanelerde fazla miktarda hasta yığılmaları görülmediği gibi, doktor başına düşen hasta sayısı da oldukça azdır. "II. Bayezid'in 23 Mayıs 1484'de, tahta geçmesinin 3. yıl dönümünde bizzat temellerini attığı muazzam Edirne Sultan Bayezid Külliyesi'nde 167 görevli çalışmakta, hastahane 50 kişilik olduğu halde hekim ve hizmetkâr olarak 21 personeli bulunmaktadır ki, bu durum bugünkü modern hastahaneleri bile kıskandıracak bir durumdur."21
Yine batılı seyyah Menavinus, İstanbul'da Bayezid Külliyesi'nin, akıl hastalarına mahsus bölümünde birbirinden tecrid edilmiş 40 akıl hastasına 150 hasta bakıcının hizmet verdiğini nakletmektedir.22
1539'da Manisa'da Kânûnî'nin annesi Vâlide Hafsa Sultan tarafından inşa edilen Manisa Dârû'ş-şifası'nın 20 hastalık kapasitesi bulunmakta, büyük ölçüde ayakta da hasta tedavi edilen bu hastahanede, 5 hekim (bir başhekim, bir operatör, bir akıl hastalıkları mütehassısı, 2 göz hekimi), 4 eczacı ve buna göre personel bulunmaktadır.23
İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği görülmektedir. "İslâm dünyasında hastahaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı. Yâkubî ile Mes'ûdî, eserlerinde Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının tedavisine tahsis edildiklerini belirtirler. Mes'ûdî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hızkıl Akıl hastahanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir. Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastahanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece delilerin tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastahane olmak şerefine daha layıktır. Çünkü bu müessese, batıda ancak XV. asırda ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastahanelerle mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir."24
Akıl hastalarının tedavisi hususunda Evliya Çelebi bir misal olarak şu bilgileri verir. "Yapılışından birbuçuk asır sonra Edirne'de II. Bayezid tarafından tesis edilmiş bulunan vakıf hastahanenin akıl ve ruh hastalarına mahsus bimârhane kısmını gezen Evliya Çelebi burada çiçek yetiştirilerek, onların güzelliği ve kokusuyla hastaların tedavi edildiğinden, bu maksatla bilhassa lâle, sümbül, reyhan, karanfil, nesrin, yasemin, deveboynu çiçeklerinin kullanıldığından, ayrıca musiki ile tedavide de bilhassa nevâ, rast, dügâh, segâh, çârgâh, sûznak, zengûle, bûselik makamlarının çok iyi netice verdiğinden ve haftanın iki günü hastahaneye bağlı eczaneden her isteyene bedava ilaç dağıtıldığından bahsetmektedir."25
Ayrıca pek çok hastahanenin tabhâneleri vardı, hastahanelerden taburcu edilen zayıf hastalar bir müddet buralarda misafir edilir, daha sonra evlerine gönderilirdi. 26 Sağlık hizmetlerinin hemen hemen tamamını yürüten vakıfların, ayrıca gezici sağlık ekipleri oluşturduklarını, hastahaneye gidemeyen hastalar için evlere ücretsiz doktor gönderdiklerini de görmekteyiz. Zira Kütahya'da Germiyanoğlu Yâkup Çelebi'ye ait bir vakfiyede şu şartlar zikredilmektedir: "Ve dahi anda kim ki hasta olan olursa ona hekim götüreler, ilaçettireler ve hekim hakkın vereler ve anda ölen olursa kefen ala, ahsen kılalar."27
İster zengin, ister fakir olsun, tıbbî tedavileri karşılığı hastalardan bir dirhem bile masraf alınmadığı, yatma, iaşe ve ilaçların tamamen bedava olduğu, ayrıca fakir olan hastalara taburcu edilirken kendilerine bir kat elbise ile bir aylık iaşe masraflarını karşılayabilecek miktarda para verildiği malumumuzdur. 28 hastahanelerin pek çoğu vakıflara bağlı oldukları için, daha sonra gelen hükümdarlarca statüleri değiştirilmemiş, böylece uzun müddet daha sağlık hizmetlerini rahatça yerine getirme imkânı bulmuşlardır.29
BATIYLA MUKAYESE
Burada kaydedeceğimiz ifadeler size biraz nostalji gibi gelebilir veya 'züğürt tesellisi' kabul edebilirsiniz. Doğrusu ben de aynı kanaatteyim. Lakin şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim: Dün, böyle medeniyetler kurabilen bir neslin torunlarına, günün teknolojik imkânları içinde daha güzellerini kurmak yakışır; bu aynı zamanda bir borçtur. Bu alıntılardan kastımız, dünü zikrederek avunma değil, aksine himmetleri gayrete getirmedir.
"Müslüman hastahanelerine benzer şekilde, yalnız hastalarla onların bakım ve tedavilerine mahsus müstakil hastahane binaları, batıda ancak haçlı seferlerini takiben kuruldu."30 Akıl hastalarına İslâmî tarzda itina gösterilmesi istikametinde ilk mütereddit adımı ise, 1751'de İngiltere attı. 18. asrın sonlarında Fransa'da Doktor Pinel, yaptığı mücadeleler sonunda zincirlere bağlı delilerin hapishanelerden azad edilip, doktorların ellerine tevdi olunmalarını sağladı.31
"Bilindiği gibi İslâm tıbbı, VIII. asırdan XVII. asra kadar Avrupa tıbbına hâkim olmuştur. Avrupa tıbbının çok geliştiği XVII. asırda bile Türk hastahanelerini Avrupa seyyahları çok beğenmekte ve hayranlıkla anlatmaktadırlar. Zira kendi ülkelerindeki hastahaneler henüz o derecede mükemmel değildi. XVII. asırda Osmanlı, hâlâ Avrupa'ya ilaç ihraç etmektedir. Ve XVII. asra kadar Avrupa üniversitelerinde Arapça'dan çevrilmiş tıp kitapları okutuluyordu...
1596'da Dresden'de yapılan hastahane için, Bursa'da Yıldırım Dâru'ş-şifası'nın plânı esas alınmıştı. Türk kaplıcaları, mimarisi, mûsikîsi, kıyâfetleri, silahları taklit edilirken ve Türklerden aşı öğrenilirken, hastahaneler de örnek alınıyordu.
Türk hastahanelerini Avrupa'dakilerden ayıran çok mühim bir özellik, Türk hastahanelerinde din farkının gözetilmemesidir. Hiçbiri dinî müessese değildir. Avrupa'dakiler hepsi dinîdir ve çoğunda aynı mezhepten olmayanların tedavisi de mümkün değildir...
Diğer bir ayrılık, Avrupa hastahanelerinde hekim bulunmaması idi. İlk hekim Strasburg hastahanesi'ne 1500 yılında tayin edilmiştir. Türk hastahanelerinde ise, daima çeşitli branşlarda birkaç hekim bulunuyordu. Leipzig'de ilk hastahane doktoru 1517'de, Paris'te ise 1536'da görülür...
Diğer bir fark, Avrupa'da hastahanelerin tıbbiyelerle ilgisinin olmaması, tıp okullarının tatbikat hastahanelerinin bulunmaması idi. Selçuklular devrinde olsun, Osmanlılar devrinde olsun, hastahanelerin çoğu, tıp medreselerinin tatbikat hastahaneleri idi. XVI. asırda Verona'da İbn Sina'nın eserlerini okutan bir profesörün, bir hastahane-de ilk defa klinik dersi vermesi, sansasyon olarak telâkki edildi. Tıp talebesi, hastahanede hasta göremiyordu. Türkiye'de ise tıp müderrisi, talebesi ile medreseye bağlı hastahanede çalışıyor ve hastaları talebesine gösteriyordu."
Evet, tarihimiz eğitimde, sağlıkta, sanatta, mimaride, edebiyatta ve topyekûn sosyal müesseselerde eşsiz hazinelere sahip. Yitirdiğimiz bu hazinelerimize tekrar sahip olabilirsek, yeniden bütün cihana medeniyet muallimliği yapabileceğiz.
Dipnotlar
1- Buharî, Tıb,1.
2- Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/84-85; İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu'n-Nebevi, s. 30,31 (Önsöz) Kahire, 1982.
3- Arsian Terzioğlu, Orta Çağ İslâm-Türk hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten, (1970), XXXIV/128,133 (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar. İst. 1985. s. 135'den naklen)
4-Will Durant, İslâm Medeniyeti, s. 106.
5- A. Süheyl Ünver, Selçuklu Tababeti, s.47-48 (Osman Çetin Anadolu'da İslâmiyetin yayılışı, s.210 İst. 1990'dan naklen)
6- Bkz. Mehmet Şeker, İslâm'da Sosyal Yardımlaşma Müesseseleri, s. 132. Ank. 1987.
7- Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, s. 52 (İ. Erol Kozak, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf. s. 19'dan naklen)
8- Osman Çetin, Anadolu'da İslâmiyetin Yayılışı, s. 210,211.
9-1. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 1/544, Ank. 1972.
10- Mehmet Şeker, a.g.e, s. 132. 11- Bkz. Mehmet Şeker, a.g.e. s. 132.
12- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, X1/193.
13- İ. Erol Kozak, a.g.e. s. 23. 14- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/180.
15- Will Durant, a.g.e. s.248.
16- Sigrid Hunke, Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, s. 156 İstanbul 1972
17- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 157.
18- Yusuf el-Kardavi, Fukârâlık ve İsliâm, Terc. Avni İlhan, s. 195-197, İzmir, 1976. 19- Sigrid Hunke, a.g.e., s. 154-155.
20- Haseki Sultan Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 2142 No'lu Vakfiye Defteri, 16-45 (M. Şeker a.g.e. s. 133-135'den naklen)
21- Yılmaz Öztuna, a.g.e., X1/191
22-a.g.e. s X1/192 23-a.g.e. X1/192.
24- Arslan Terzioğlu, a.g. makale, Belleten, XXX10/133 (2. Kazıcı, a.g.e. s. 136'dan naklen)
25- İ. Erol Kozak, a.g.e. s. 24.
26- Bkz. Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/195
27- Vakıflar Genel Müd. Arşivi, 32/617 Nolu Vakfiye Defteri, s. (160-162 (M. Şeker, a.g.e. s. 132,133'den naklen)
28- Sigrit Hunke, a.g.e., s. 157-158.
29- Bkz. Z. Kazıcı, İslâm Müesseseleri Tarihi, s. 214.
30- Sigrid Hunke, a.g.e. s. 152. 31-a.g.e. s. 179.
32- Yılmaz Öztuna, a.g.e. X1/194.
.
Millî Kültürümüzün Bir Yansıması: Vakıflar
Selim Sencer
Türk-İslâm kültürü, asırlarca İslâm dünyasına bunun da ötesinde insanlığa birçok değer bırakmış ve bırakmaya da devam etmektedir. Bu değerler etrafında, fertler benliklerinden sıyrılarak insanlığa katkıda bulunma iştiyakıyla gayret etmiş, toplum yararına dev eserler ve müesseseler vücûda getirmişlerdir. Bu kurumların sağlıklı bir şekilde hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için, onlara "vakıf" kavramı etrafında hukukî bir kimlik kazandırılmıştır. Vakıf kelimesinin sözlük mânâsı, "hapsetme", "hareketten alıkoyma"dır. Terim mânâsı ise bir malı alınıp satılmaktan ebediyen alıkoyarak Allah yoluna sarfetme, Allah'ın kullarının yararına tasadduk etmektir. Vakfeden kimseye de "vâkıf" denir.1Yardımlaşma ve dayanışma anlayışı, geçmişten günümüze milletimizin içtimâî bünyesinin vazgeçilmez bir unsurudur.2 Bu anlayış, liderlerden başlamak üzere toplumun bütün katmanlarına sirâyet etmiştir. Zîrâ, Türklerin ilk yazılı kaynağı Göktürk Kitabeleri'nde hakanlar, kendilerini ifade ederken, mesûliyet şuuruyla açları doyurduklarını, yoksulları giydirdiklerini ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşıladıklarını anlatmaktadırlar.3Türk-İslâm dünyasında kurumsal mânâda Selçuklularla başlayıp Osmanlı ile zirveye çıkan vakıf hizmetlerinin temelinde Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet olduğu da muhakkaktır.4 Bunu vakıfların tüzüğü hükmündeki vakfiyelerde5 açıkça müşâhede etmekteyiz. Vakfiyelerinde vâkıflar, eserlerini oluşturma gerekçelerinden bahsederken şu âyetlere atıfta bulunmaktadırlar: "O gün ki ne mal fayda verir ne de evlâtlar." (Şuara, 26/88), "Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler." (Bakara, 2/3) "Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz." (Bakara, 2/110), "Yerin üstünde olan herkes fânidir." (Rahman, 55/26), "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katında olan ise kalıcıdır." (Nahl, 16/96) ve "Allah'ın mescitlerini yalnızca Allah'a ve ahiret gününe iman edenler imar edebilir." (Tevbe, 9/8).Ayrıca, vâkıfların Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadîslerini kendilerine referans aldıkları görülmektedir: "Kim Allah için bir mescit inşâ ederse, Allah da onun için Cennet'te bir ev inşâ eder." (Müslim, Mesâcid, 24; Buhârî, Salât, 65) "İnsan öldüğü zaman şu üç şey hâriç ameli kesilir: Bunlar; sadaka-i câriye, insanların faydasına olan ilmî eser, dua eden sâlih bir evlât ." (Müslim, Vasiyet, 14; Ebû Dâvut, Vesâyâ, 14). "Dünya ahiretin tarlasıdır." (Keşfü'l-Hafa, c.I, s.368).Bunlarla birlikte vakfiyelerde vâkıfların, daha birçok âyeti ve hadîsi kendilerine rehber edinerek bu eserleri inşâ ettikleri görülmektedir.Vakıflar, milletimizin seciyesinin ve hayırseverliğinin bir terennümüdür. Bu hakîkat, Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye verdiği öğütte "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın."6 cümlesinde veciz bir şekilde ifâdesini bulmuştur. Sadece devlet erkânı ve zenginler değil, çok az mala sahip olanlar bile çağın şartlarına ve gereklerine göre çeşitli mâhiyette vakıflar vücûda getirmişlerdir. Vakıflar; eğitim, sağlık, bayındırlık, savunma, sosyal ve daha pek çok alanda hizmetlerde bulunmuşlardır.Şimdi birkaç örnekten hareketle konuyu açıklamaya çalışalım. Peygamberimiz'in Medine Mescidi bünyesinde oluşturduğu eğitimi kendilerine model alan ecdadımız, yaptıkları câminin yanına mutlaka bir medrese inşâ etmişler7 veya cami içerisinde bu eğitimin devam etmesini sağlamışlardır. Medreseleri bugünkü mânâda bir yerleşke şeklinde yaparak, öğrencilerin kalacakları yerleri, uygulama alanlarını, temizlik ihtiyaçlarını giderebilecekleri hamamları eğitim yuvalarının etrafında inşâ etmişlerdir.8 Söz konusu kurumlarda, insanı merkeze alan hizmet anlayışının ayırt edici alâmetlerinden birisi de, buralarda görev alacak kişilerin şahsiyet özelliklerine hâssaten dikkat edilmiş olmasıdır. Nitekim, muallimlerin büyük bir titizlik içerisinde devrin ehil kimselerinden seçilme şartı vakfiyelerde belirtilmektedir. Bu da, bize, bugün yeni yeni telâffuz edilen "Toplam Kalite Yönetimi"nin ecdâdımız tarafından o günlerde uygulandığını göstermektedir.Öte yandan Osmanlı'nın yükseliş döneminde medreselerde, dînî ilimlerin yanında fennî ilimler de okutulmuştur. Sahn-ı Semân9 ve Süleymaniye10 medreseleri bunun en güzel örneklerindendir. Eğitime büyük önem veren Osmanlılar, bunun vazgeçilmez bir unsuru olarak da büyük kütüphaneler inşâ etmişlerdir."Hayırda yarışınız." (Mâide, 5/48) âyetini kendine kılavuz yapan bu millet, faydalı eser binâ etme arzusuyla âdetâ birbiriyle yarışmış; halka hizmet etmeyi Hakk'a hizmet kabul etmiştir. Vâkıflar, eğitim müesseselerinin yanında birçok imâret,11 şifahâne,12 sebil,13 çeşme yaptırmış ve vakfetmişlerdir. Hasbîliklerinin ve hizmetlerinin karşılığını da sadece Allah'tan beklemişler, muhtaçlara yardımı, onların en tabiî hakkı kabul edip vermişlerdir. 2. Mahmud'un 1. Abdülhamid için yaptırdığı Eminönü-Bahçekapı'daki Hamidiye imâretinin kapısı üzerinde Kur'ân-ı Kerîm'de ebrârın ağzından aktarılan "Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz." (İnsan, 76/9) sözü bu civânmertliğin göstergesidir."Allah rızası için yaptığınız maddî yardımlarınızı açıkça verirseniz ne güzel! Ama bu hayırlarınızı saklı tutar ve muhtaçlara ulaştırırsanız, bu sizin için daha hayırlı olur ve Allah bu sebeple bir kısım günahlarınızı affeder. Allah, yaptığınız bütün şeylerden haberdardır." (Bakara, 2/271) âyetinden ilham alınarak hayata geçirilen sadaka taşları ise bu toplum fertleri arasındaki yardımlaşmanın ne kadar nazik, zarif ve asilce yapıldığını bizlere göstermektedir.. Herkes tarafından bilinen yerlere konulan taşlara zenginler parayı bırakır, ihtiyaç sahipleri de gece veya hiç kimsenin görmediği bir anda giderek, buradan ihtiyacı kadarını alır, fazlasına tenezzül etmez; durumu düzeldikten sonra da aldığını veya daha fazlasını kendisi gibi ihtiyaç sahiplerine, zor zamanlarında kullanması için bırakırdı.Geçmişte vakıflar, bugün belediyelerin ve daha pek çok kurumun yapamadıkları veya yapmadıkları vazifeleri îfa ederek çok büyük bir boşluğu doldurmaktaydı. Zikri geçen kurumların en güzel örneklerinden birisi Hacı Safvet Bey'in 12 Temmuz 1916'da şehit ailelerinin korunmasına yönelik tesis ettiği "dullar evi"dir. Müessesenin kuruluşunda ihmal edilmeyen ilginç nokta, annelerin şefkatinden mahrum kalmamaları düşünülen şehit çocuklarının da burada kalmasının sağlanması ve eğitimlerinin sürdürülebilmesi için de sorumlu müdîre hanımın görevlendirilmiş olmasıdır.14Ecdâdımız, bir yeri fethettiği zaman, savaş sebebiyle orada oluşan hasarı hemen gidermiş, bununla da yetinmeyerek halk için gerekli olan bütün müesseseleri, zaman geçirmeden, kurduğu vakıflar aracığıyla vücûda getirmiştir. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli nokta imâr faaliyetlerinin tümünde, herhangi bir ırk, dil, din ayrımı yapılmamış olmasıdır. Osmanlı'nın altı asır boyunca üç kıtada kalması ve fethedilen yerin halkı tarafından sevinçle karşılanmasının ve kabul görmesinin en büyük sebeplerinden biri de bu olsa gerektir. Gün gelmiş Osmanlı, Balkanlardan ve Ortadoğu'nun yönetiminden çekilmiş; ama geride dev hizmet müesseselerini bırakmıştır. Yani şeklen oraları bırakmasına rağmen, eserleri ve ruhuyla hâlâ oralarda yaşamaya devam etmektedir. Balkanlarda ve Ortadoğu'daki Osmanlı eserlerinin varlığı bu gerçeğin en açık kanıtıdır.Eski Yugoslavya'da, İslâm Birliği Başkanlığı istatistiklerine göre; iç savaştan önce 6.941 adet eski eserden, 2.060 cami, 740 mescit, 1.210 mektep-medresenin faaliyet gösterdiği tespit edilmiştir. Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür ve Tescil Dairesi Başkanlığı Arşivi'nde kabaca yapılan bir tasnife göre Bulgaristan'da 407, Romanya'da 260, Yunanistan'da 854, Bosna'da 162 civarında Osmanlı zamanında kurulan vakıf bulunmaktadır. Tabi ki bu sayı diğer arşiv ve kütüphânelerdeki vakfiye ve belgelerde dikkate alındığında artacaktır.Vakıflar, asırlar boyunca Türk-İslâm medeniyetinin inşâ edici bir parçası olarak yaptıkları hizmet ve gördüğü fonksiyonlarla muhtemel sosyal patlamalara engel olmuş, paylaşma kültürü neticesinde zengin fakir uçurumunun oluşumunu engellemiş, böylece sosyal adaleti ve barışı gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan gelirlerin halkın yararına tekrar sunumu ile ekonominin gelişimine katkıda bulunmuştur. Mevcut vakıf eserlerin devamı için vakfedenlerin dükkân, han, bedesten yaptırmaları ve gelir getirici başka unsurların fabrika gibi küçük işletmelerin işlerliğinin devamını sağlamaları, devlet bütçesi adına mâlî bir disiplin oluşturmuştur.Milletimiz, geçmişte olduğu gibi idealize ettiği ahlâkî değerler istikâmetinde bugün de, Anadolu topraklarından dünyanın dört bir tarafına yayılan emsâli görülmemiş bir yardım kervanı başlatmıştır. Bir nevi Anadolu'da kök salan ve beslenen iyilik ağacı cihânın her köşesine dal budak salmış, meyve vermiştir. Başkalarının rahat ve huzur içerisinde yaşaması adına âdetâ kendini unutan fedâkâr Anadolu insanının yardım elinin Tsunami felâketiyle Endonezya'ya ve Malezya'ya, açlıkla mücadele eden Afrika ülkelerine, savaşla her şeylerini kaybeden Bosna-Hersek, Kosova, Nahcıvan, Filistin ve Lübnan halkına, iftar çadırlarıyla da Balkanlara, hattâ Moskova'ya, New York'a kadar ulaştığı görülmektedir. Pakistan depreminde, Devlet Başkanı Pervez Müşerrerif'in ifadeleriyle devletin yetişemediği en ücrâ yerlere kendilerinden önce digerkâm Anadolu insanı ulaşmıştır. Hele bir ilkokul talebesinin kendisi için hediye alınan bileziği Pakistan'daki kardeşlerine göndermesi Türk milletinin âlîcenaplığının taçlandırılmasıydı. Nitekim o ülkenin devlet başkanı da bu çocuğumuzu devlet madalyası ile mükâfatlandırmıştı.Komşularımızı ve okyanusları aşan bu yardımlarla sağlam dostluklar kuran bizler, Yahya Kemal'in ifadeleriyle kökü mâzide olan âtiyiz. Bu meyânda geçmişte sahip olduğumuz değerlere yeniden sahip çıkmalı, onları çağın şartlarına göre bir kere daha şekillendirmeli ve bugün insanlığın en fazla ihtiyaç duyduğu alanlara cevap verebilecek, toplumumuza ve bunun da ötesinde, dünya insanlığına hayat üfleyecek, iksir olacak müesseseleri kurmalıyız ve yaşatmalıyız.* Araştırmacı-Yazar selim.sencer@yeniumit.com.trDipnotlar 1. Ömer Hilmi Efendi, İthâfu'l Ahlâf Fî Ahkâmi'l-Evkâf, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara (tarihsiz), s.13; Bahaeddin Yediyıldız, XVIII. Yüzyılda Türkiye'de Vakıf Müessesesi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2003, s. 8-9; Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikâtında Vakıf Müessesesi, OSAV Yayını, İstanbul 1996 (II.Baskı); s. 77-78 2. Türkler'deki yardımlaşma anlayışı hakkında bkz. Prof. Dr. A. Caferoğlu, İçtimai Muâvenet, Vakıflar Dergisi, sayı: II, Ankara 1942, s. 185-193; Halim Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri, Vakıflar Dergisi, Sayı:I, Ankara 1938, s. 103-129 3. Mustafa Gökmen, Eski Türk Kitabeleri, İstanbul 1981 (II.Baskı), s. 21,35. 4. Vakıf kurumunun ortaya çıkışıyla ilgili farklı nazariyeler ileri sürülmektedir: Bkz. Fuad Köprülü, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Akçağ, Ankara 2005 (II. Baskı), s. 299-314 5. Vakfiye, vakıfların hüküm ve kâidelerini ihtivâ eden resmî belgedir. Ömer Hilmi Efendi, a.g.e., s. 15 6. Ahmet Şimşirgil, Kayı, Tarih Düşünce Kitapları, İstanbul 2004 (I.Baskı), s. 10 7. Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1983 (I.Baskı), s. 7 (1-26 arası detaylı bilgi) 8. Bununla ilgili örnek olarak bkz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara 1962, s. 13 v.d.; İbrahim Ateş," Eğitim Hizmetleri Açısından Vakıflar", I. Vakıf Haftası, Ankara 1984, s. 37-41. 9. Fatih Sultan Mehmet tarafından Fatih Camisi etrafına yaptırılan sekiz aded olan yüksek ihtisas medreselerine denir. Fahri Unan, Kuruluşunda Günümüze Fâtih Külliyesi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2003, s. 61-68; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, Nesil Yayınları, (II. Baskı) İstanbul Ağustos 2003, s. 45-99. 10. Süheyl Ünver, Süleymaniye Tıp Medresesi'nin başlangıcından XIX. yy. ikinci yarısına kadar geçirdiği merhaleleri, tarîhî vesikalara dayanarak anlatmaktadır. Süheyl Ünver, "Süleymaniye Külliyesinde Dâruşşifa, Tıp Medresesi ve Dârulakâkîre Dâir", Vakıflar Dergisi, Sayı:2, Ankara 1942, s. 195-207; Kemal Edip Kürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyâtı, Ankara 1962, s. 10, 40-42. 11. Medrese talebeleriyle, fakirler için yemek pişirilerek ücretsiz dağıtıldığı yerlere denir. Bugünkü "aşevleri" anlamında kullanılmakla birlikte; geçmişte imâretler, aşevlerinden daha farklı niteliklere sahipti. Bkz. M. Zeki Pakalın, a.g.e., Cilt:II, s. 61. 12. Geçmişte hastaneler, "Bîmâristân", "Dâruşşifa", "Dârussıhha", "Dârulafiye", "Dârurrahha" ve "Mâristan" olarak adlandırılmaktaydılar. Ancak, Osmanlılar'da daha çok hastaneye "Daruşşifa", "Bîmârhâne", "Şifahâne" veya "Tımarhâne" denilmekteydi. Arslan Terzioğlu, "Bîmâristân", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:6, İstanbul 1992, s.163-177 13. Sebil tabiri, hayır yapmak maksadıyla su dağıtılan, etrafı demir parmaklıklarla çevrili genelde kubbeli yapılar için kullanılır. Bunlara "sebilhâne"de denilir. Su görevliler eliyle dağıtılmaktaydı. Yazın suların soğutulması için dağlardan kar ve buz getirilmekteydi. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü, MEB Yayını, c.III, İstanbul 1983, s.135-136 14. İbrahim Ateş, "Bursa'da İnegöllüoğlu Saffet Bey'in Yaptırdığı Dullar Evi", XII. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1995, s. 25-33.Vakıf Düşüncesi Vakıf; geliri, fakir-fukaraya veya dinî bir müessesenin ikamesine, ihyasına vs. matuf olmak üzere kişinin, şahsî malını mülkiyetinden çıkarmasıdır. Kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu mânâdaki vakfın, Devr-i Risalet'te meydana geldiği ve Seyyidina Hz. Ömer'in de bu düşüncenin bânisi olduğu kabul edilmektedir.Emevi, Abbasi ve daha sonraki gelen İslâm devletleri döneminde vakıf anlayışı, doruk noktaya ulaşmıştır. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise, bu mânâda bir vakıf anlayışının güdükleşmiş olmakla beraber vakıf hizmetleri farklı bir çizgide devam etmiştir. Şöyle ki her seviyede talebe okutmak, onların iaşe ve ibatesini sağlamaktan tutun, göçmen kuşları korumaya kadar uzanan çizgide birçok vakıf kurulmuştur. Bu yönüyle Osmanlı Devleti, değişik kültürlerin ortak devleti olduğu gibi, aynı zamanda bir vakıf kültürü devletidir de.Günümüz Türkiye'sindeki yaygın vakıf anlayışına gelince; bu düşünce âbâ ü ecdad'dan tevarüs edilen şeyleri yeniden bir kez daha ihya etmeye yöneliktir. Ne var ki, bu bir dönemde inkıtaya uğradı, vakıflarla inşa edilip desteklenen müesseseler satışa sunulup, zaman zaman amacının dışında istihdam edildi. Muvakkaten öyle bir inkıta dönemi yaşanmasına rağmen, milletimizin ruh ve mânâ köküne yerleşmiş olan bu duygunun yeniden hayat bulması ve ülke sathına yayılması şâyân-ı dikkattir. Açılan yüzlerce imam-hatip, Kur'ân kursu, camiler ve bu müesseseleri besleyecek vâridât kaynakları bu düşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunların yanı sıra çağını idrak etmişliğin bir ürünü olarak karşımızda duran okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır. Bunlar ruh ve mânâ köküne bağlı, ülkesini hemen her sahada temsil edebilecek seviyede insanların yetiştirilmesi gayesine matuf olarak kurulmuştur. Kuruluş gayesine uygun olarak da hizmet etmektedirler. Bu açıdan böylesi müesseseleri, "Bu milleti tekrar nasıl ikame eder, yeniden nasıl ihtişamını kazandırıp misyonunu eda ettiririz ve geleceğimizi, aydınlık gençliğin, nesillerin omuzlarında nasıl bayraklaşmasını sağlarız?." düşüncelerinin bir arayış ve ürünü olarak görebiliriz. Onun için de bütün insanların bu kervana katılımını sağlamamız ve böylece insanımızın eğitim-kültür seviyesini yükseltme adına gerekli müesseselere omuz verenlerin çoğalmasını temin etmemiz, bizlerin üzerine düşen bir vecibe ve vazifedir.M. Fethullah GÜLEN Fasıldan Fasıla - 3 s. 194
XXXX
Risal - i Nur'da İslam Medeniyeti
Muhammed Ruşdi Ubeyd
Bediüzzaman, Batı medeniyetine yeni bir anlayışla yaklaşmıştır. Bu medeniyette mehâsin-i kesire nin var olduğunu kabul ederken, Batı nın bu güzelliklerin yegane kaynağı olduğu iddialarını reddetmiş, onun kaydettiği ilmî ve teknolojik gelişmenin başka yan unsurlardan mücerred kalmadığını, onda bütün âlemin katkısının da bulunduğunu, dolayısıyla bu güzelliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu söylemiştir.1
Medeniyet binasının dört önemli direği
Bu medeniyetin binâsında rolü olan en belirgin dört amil şunlardır;
1. Birincisi zaman âmili ki, telâhuk-u efkâr ve terâküm-ü efkârı (fikirlerin birbirini katılımı ve desteklemesi) ortaya çıkarmıştır.
2. İkincisi insan unsuru ki, insanların aralarında telâhuk-u efkâr oluşturmalarını sağlamıştır.
3. Üçüncüsü îmâni unsurdur ki, (Arnold Tonybee bunu ‘rûhî kıvılcım olarak tabir etmiştir) bu, Bediüzzaman ın dilinde semâvî şerâyi ve hususî şer i Ahmedî , yani vahye dayalı İslâm dan ve O nun şeriatından kaynaklanan bir unsurdur.
4. Dördüncüsü insânî ve onun ihtiyaçları unsurdur ki, bunun için Bediüzzaman ın kullandığı tabir, hâcât-ı fıtriyye-i beşeriyye (beşerin fıtrî ihtiyaçları)dır.
Batı medeniyetinin bütün insanlığın ürünü oluşu, bazı insaflı Batılı düşünürlerce de kabul edilmektedir. Bunlardan birisi olan Roger Garaudy, bu konuda ele aldığı bir çok yazısında, Batı medeniyetine katkıda bulunan unsurlar arasında İslâm medeniyetini zikreder. Garaudy, şöyle der: İslâm âleminin bize kazandırdıkları sadece bazı deney yolları ve müthiş sayıdaki keşiflerin öncülüğü değildir. Bunların ötesinde bize, tabiata ve aynı zamanda insanlığa hâkim olma penceresini aralayan deney yolları ile hikmet, yâni eşyadaki gâyeleri teemmül etmek, ilmin sınırlarını ve esaslarını, bulunan tekniklerin hudutlarını idrâk etmek arasında bağ kurabilme özelliğini kazandırmıştır. 2
Bediüzzaman ın medeniyetin teşekkülü konusuna bakışıyla, Cezayirli Malik b. Nebî nin bakışı büyük paralellik arzeder. Bu düşünür, medeniyetin üç unsurdan meydana geldiğini söyler: insan, toprak ve zaman. Malik b. Nebî, ilâve olarak, üç unsuru birleştiren dinî düşünce den bahseder.3 Fakat o, Bediüzzaman dan farklı olarak, özellikle toprak konusunda yoğunlaşır.
Temelleri ve neticeleriyle modern medeniyet
Bediüzzaman, modern medeniyetin kurucusu ve temsilcisi Avrupa yı ikiye ayırır: Birisi, Îsevilik dîn-i hakîkisinden aldığı feyz ile beşerin içtimaî hayatına yararlı sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri tâkip eden Avrupa; diğeri, materyalist ve tabiatperest felsefenin zulmetiyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik ve güzellik zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden ikinci bozuk Avrupa.
Said Nursî düşüncesinde ikinci Avrupa reddedilmiştir. Çünkü, sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve Îsevî dîninden uzaklaşmıştır. Bir Müslüman ın bu Avrupa yı taklid etmesi, kültürünü, düşünce yapısını kabul etmesi düşünülemez. Zira bu Avrupa insanlığa en büyük kötülükleri getirmiştir. Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehasıyla rûh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye etmiştir. Bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insa-nı a lây- ılliyyînden esfel-i safiline atar; en bedbaht bir hayvan derecesine indirir. 4
Bediüzzaman, medeniyet-i hâzıranın bu süflî yönünü ele alırken, temele, teşebbüh-ü bi l-vâcib i, yani Allah ı hayatımızdan çıkarıp, O nun yerine insanın kendisini, kendi nefsini koymasını ve bunun kemâl-i insâniyet için en erişilmez gâye olarak takdimini koyar. O na göre, eski Yunan dan tevarüs edilen bu anlayış, Batı insanının teâzumuna, tekebbürüne, ulûhiyet taslamasına, müfritâne enâniyetine sebep olmuş, neticede sadece Allah için yapılan ubûdiyyet-i hâlisa yolu tıkanmıştır. İslâmiyet ise, insanları, kibir içinde Allah a ibadetten kaçınmaktan, hevalarına pereştiş edip nefse tapmaktan, zanlarını ilâhlaştırıp, akıllarına taabbüdden kurtararak, hürriyetin zirvesine ulaştıracak bir ubûdiyete çağırmaktadır.
Said Nursî nin mezkûr medeniyet-i hâzıranın fikrî ve terbiyevî temellerini tenkidi, İslâmî düşünce ve terbiye yapısını içine alan çok ince bir anlayış üzerine kuruludur ve Batı medeniyetiyle ilgili derinlemesine yaptığı tahlillere dayanır. O na göre Batı medeniyeti, dinden uzaklaşmakla insan nefsini ve bu nefsin arzularını her şeyin, her türlü değerin, maddî ve mânevî her esâsın mi yârı kabul etmiştir. Onun insanlar arasında gördüğü ve oturtmaya çalıştığı münasebet menfaat ve ırkçılık temeline dayanır. Fazilet yerine hasis bir menfaati hedef alır. Hayattaki kanunu, yardımlaşma yerine kavgadır. En büyük eseri, hevâ ve hevesleri tahrik edip, insanları hevesât ve arzuları tatmin peşinde koşturmak ve sefâhate sürüklemektir. İktisat alanında tekelciliğin, dış siyasette ise sömürgeciliğin zuhuruna sebep olurken, dâhilî siyasette makyavelist düşünce tarzını benimser. Ma rifet-i ilmiyyede dinsizliği, akîdede ilhâd fikrini teşvik eder.
Bütün bunlara ilaveten, Batı toplumunda yaygın bir şekilde kendini gösteren ahlâki anarşi ve içtimaî parçalanmaları da, Batı medeniyetinin eserleri arasında sayabiliriz. Garaudy nin dediği gibi, 16. yüzyıl kalkınma hareketinin temelinde Allah a başkaldırma vardır. Kaynağında, Bediüzzaman ın ifadeleriyle, şu dahilî mantık ve temel anlayış yatar: İnsan, kendisine ulûhiyet verdiği akıl kuvvetiyle her bir unsura rab ve seyyid olabilir. Garaudy, tesbitlerinin sonunda şöyle der: Tarihi seyir içerisinde, 16. yüzyılda İtalya da başlayan kalkınmaya yönelik hareketlenmelerden 5 asır sonra, yirminci yüzyılın sonlarına doğru bütün beşeriyeti tehdit eden ve her türlü alanı içine alan bir iflasla karşı karşıyayız. Ve artık bu kalkınmanın temelindeki prensipleri ve kendi ellerimizle îcad ettiğimiz medeniyetin esaslarını, tekrar köklü bir şekilde gözden geçirmemiz zarûri hale gelmiştir.
Batı medeniyetinin esasları üzerinde bizi tekrar düşünmeye dâvet eden Garaudy den çok zaman önce Bediüzzaman, insanın dünyevî varlığını, fikir ve değer yapısının teşekkülünde yegâne ölçü olarak kabul eden Batı felsefesinin temellerini tartışmıştı. O, her yönüyle kâsır, bildikleri sınırlı, âcilen eline geçen maslahatlara îtibar eden insan aklının, eşyanın ve efkârın sıhhati ve isabetliliği konusunda hakim-i âdil olarak kabul edilmesini reddetmiştir. İnsan, irâdeten ve ihtiyâren en çok imkâna sahip bir varlık olmasına rağmen, tek başına, her şeyden müstağnî bir şekilde yaşayamaz. Sahibi bulunduğu iktidar ve kabiliyetleri, gücünü kullanmada, tabiata müdahalede, kâinattaki kendi aleyhine olan şartlara karşı koyup, onların izalesinde insana belli bir imkân vermekle birlikte, bu imkânat adına sahip olduğu her şey, zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem a gibi bir şuur, çabuk söner bir şu le gibi bir hayat, çabuk geçer bir dakika gibi bir ömür dür.5 Ne zaman ki bu insan, Allah a ubudiyetten ve O nun hidâyet yolundan uzak olarak varolmaya çalışır, düşünce ve hayatını bu şekilde tanzim ederse, kendini derhal azıcık ilminin sınırlarında, bütün gayretlerine ve bütün vesileleri denemesine rağmen kaderin sarsılmaz surları, gaybın aşılmaz duvarları önünde bulur. Musîbete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbaptan başka derdine derman beklemez. Bu duruma düşen nev-i beşerin gündüzü geceye inkılâb etmiş demektir. O, sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye alışabilmek için, yalancı, muvakkat lambalardan medet umuyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehane gülmesine, o ışıklar, müstehziyane gülüp eğleniyorlar.
Modern dünya ve modern insana mukabil Kur an talebesi
Said Nursî, modern medeniyetin kurbanı olan insanı ve dünyasını çok canlı tasvirlerle tanıtır. Onun nazarında, her bir canlı zâlimlerin hücûmuna mâruz, miskin birer musibetzededir. Dünya bir mâtemhâne-i umûmiye, dünyadaki sadâlar, ölüm ve ayrılık elemlerinden gelen vâveylâlardır. Medeniyet dâvâ edenlerin demokrasi ve insan haklarının dokunulmazlığı iddialarına rağmen, modern insan, bilhassa belli bir gücü bulunduran ferd, zahiren bir firavundur; fakat en hasis şeye ibâdet eden ve menfaatine gördüğü her şeyi, kendine rab telakki eden bir fir avûn-u zelildir. Aynı zamanda mütemerrid, yani inatçı ve bükülmezdir; fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır. Fakat kalbinde bir dayanak noktası bulamadığı için, zâtında gayet âciz, kendini beğenmiş bir cebbârdır. Bütün gayreti, nefsanî arzularını tatmin tatmîn ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi şahsî menfaatini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmez. Her şeyi nefsine feda eder.
Buna mukabil Bediüzzaman, Kur ân insanının vasıflarını şöyle anlatır; Kur ân ın hâlis ve tam şâkirdi ise bir kuldur; fakat yaratılmışın en büyüğüne karşı bile kulluğa tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük bir menfaati kulluğuna gaye yapmaz aziz bir kuldur. Hem halim selimdir; fakat Fâtır-ı Zülcelâl inden başkası karşısında, O nun izni ve emri olmadan eğilmeğe tenezzül etmez, himmeti yüce bir halîm selimdir. Hem fakirdir; fakat Mâlik-i Kerîm inin kendisine, varlığına ve bilhassa geleceği adına yığdığı mükâfat ile, kimseye el açmaz bir fakirdir. Hem zayıftır; fakat kudreti nihâyetsiz olan Seyyidinin kuvvetine dayandığı için, belki herkesten daha kuvvetli bir zayıftır.6
Bediüzzaman ın çağrısı ve arzusu, bugünkü Avrupa nın İbrahimî temellere dayalı İslâmiyet e dönmesi, teslis, haç, Hz. İsâ nın çarmıha gerilmesi, aforoz ve başta Hz. Peygamber olmak üzere bir çok peygamberin inkarı gibi kirlerden, bid atlerden arınmasıdır. Bilindiği gibi, Hz. Îsa ya indirilen İncil kısa bir süre içinde Hıristiyan din adamları elinde tahrîfe uğramış, ortaya birbirinden farklı ve bu dinin esasından kaynaklanmayan bir çok hurafeleri ihtivâ eden yüzlerce İncil çıkmıştır. Asırlar sonra, Bizans imparatoru Konstantin in çağrısıyla M.S. 325 yılında İznik te toplanan konsülde bunların içinden 4 tanesi resmî (kanonik) inciller olarak kabul ve diğerleri reddedilmiş, hattâ evlerde bulundurulmaları bile yasaklanmış, bulunduranlar takibata uğramıştır. Bediüzzaman ın dâveti, dîn-i İlâhînin birliği ve bunda tefrikaya düşül-memesine dâir olan emr-i Rabbâninin yer aldığı Kur ânî bakış açısından kaynaklanan sâdıkane bir dâvettir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|