Mevlana münkir aklın yurdu Bizans’ın sınırında, bütünüyle Batı ve Doğunun duyabileceği bir noktada Mesnevi’yi yazdı. Aklın egemen olduğu devirde, terk edilen ruh adına konuşan Büyük Veli, İslam’ın ezeli-ebedi oluşunu anlattı. Öyle ki Mesnevisiyle yeniden kalbe dayalı aşk kelamını sundu. Anadolu ilk büyük fetreti, Onun bu sunumuyla izale etti. Anadolu, ikinci ve birinciye nispetle daha derin olan manevi fetreti ise, modern zamanın Büyük Velisi Ahıskalı Ali Haydar Efendiyle aştı.
Bu yüzden Ali Haydar Efendiyle, Mevlana arasında kafa kağıdı, görev, zaman ve zemin itibariyle ciddi benzerlikler vardır: İkisi de sufi babaların çocukları. İkisi de Anadolu’ya doğudan hicret etti. İkisi de zahiri ilimlerde zirveye ulaştı. İkisi de umutların tükendiği devirlerde “has duruşlarıyla” insanlığa usve-i hasene oldu. Mevlana Moğol, Ali Haydar Efendi ise modern zamanın enkazından adam kurtardı.
Mevlana’nın yaşadığı fetrette Müslümanlar, her şeye rağmen potansiyel konumlarıyla ciddi bir güçtüler. Yani ruhi bir dirilişe iştirak edecek maddi vücuda sahiptiler. Bunun içindir ki Mevlana’nın Batıda tutuşturduğu aşk ateşi, sair sufilerin nefesleriyle kısa zamanda, bütün İslam coğrafyasını kuşattı. Dolayısıyla fetretin müddeti tahribatı kadar uzun olmadı.
Modern zamanın getirdiği fetret ise, hayatı çepeçevre sardı. İslam’ın medresesi, tekkesi, camisi sadece zarflarıyla ayaktaydı. Sufice bir dirilişin zihni alt yapısını oluşturacak ulema, ciddi manada nüfuzunu kaybetti.
Egemen güç tarafından kabul görmenin ilk şartı, Batıcı olmaktı. Düşünce, kütüphanemizden ayrılmış, Batıya ameleliğe gitmişti. Yani Ebussuud, Fuzuli birlikteliği parçalanmıştı.
Sebeplerin Ahıska’dan İstanbul’a taşıdığı Ali Haydar Efendi, hem mürit hem murat oldu. O Allah’ın muradıydı. Bütün bu olumsuzluklara müdahale edecek ve tepetaklak olmuş ehramı yerli yerine oturtacaktı. Tanzimatla hız kazanan Batılılaşmayı red ve yerine cemiyetten tecrit edilen İslam’ı tekrardan ikame etme ödevine talipti.
Mücadelenin merkezi Doğuyla-Batının kesiştiği şehir İstanbul’du. Fatih’in dünyaya meydan okuyuşunun fotoğrafı İstanbul… Şairin;
“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu ni’met-i Bâri
Habib-i Ekrem’in yarî Eyyube’l-Ensarî”, dediği İstanbul…
İslam’ın zafer kürsüsü İstanbul, varlığından şüphe etti. Zafer kürsümüzden kültürümüzün hezimet haberleri okundu. Mazi sorgulandı. İslam’a ait her şey reddedildi. Vaziyete direnen ulema, Teşkilatı Mahsusa tarafından tespit edilip, tecrit edildi. İttihatçı zihniyet, ilerleyen yıllarda farklı adları taşıyan yönetim şekilleri altında devam etti.
Ali Haydar Efendi, İslam’a karşı açılan bu çok cepheli savaşın tam ortasında yer aldı. İlahi iradenin infazında kendisine verilen görevi noksansız yapabilmek için, resmi sıfatlarını terk etti.
O, “Telif-i Mesail Heyeti” reisi, Dersiam Ali Haydar olarak değil Çarşamba “İsmet Efendi Dergahı” postnişini Şeyh Ali Haydar olarak mücadeleye devam etti. Bunun için, yeni devirde satırlardan çok sadırlara konuştu. Kendisini anlayanları İslam’a yardımcı olmaya çağırdı. Müminlere cesaret aşısı yaptı. Onlara bilmek zorunda oldukları şeyleri öğretti. Korkunun durdurduğu kalplere, kuruyan damarlara zikir soluklarıyla hayat sundu.
Küfür tufanına yakalanan mazlum halka, sığınak oldu. Medreseyi, tekkeyi, aileyi hasılı top yekün cemiyeti helak eden tufanın ortasında dik kalabilen bir dağ gibiydi. Tufanın şiddeti o dağın belli bir noktaya kadar eteklerini tahrip etti, yollarını kapattı. Fakat azametini gölgeleyemedi. Ruhunu sökemedi. Çünkü üzerine “Halidi” yazılıydı.
Tufanın ortasındaki has duruşuyla, küfrün izafi, İslam’ın daimi olduğuna işaret etti. Bir gün suların çekileceğini medreseye, tekkeye giden yolların tekrardan açılacağını anlattı.
***
Mevlana, aklın egemen olduğu bir devirde ruh adına konuştu. Konuşmalarını kayda geçti, Mesnevi’yi yazdı. Üstat ise küfrün ve cehaletin hakim olduğu bir zamanda, hem irfan hem ilim adına konuştu. Konuşmalarını kitaplara değil zamanın “Büyük Veli”sinin ruhuna kaydetti. Şimdi o “Büyük Veli” üstat adına konuşuyor, has duruşuyla, Batıyla-Doğunun kesiştiği noktada, İslam’ın yenilmezliğinin destanını yazıyor.
***
inkişaf dergisi, dizi halinde “Bedihi Hayat” başlığı altında Ahıskalı Ali Haydar Efendi Hazretlerinin hayatını yayımlayacaktır. İşte buyurun Allah yoluna adanan ömrün hikayesi…
Namsız Nişansız Dervişin Oğlu
Namazını ezan okunur-okunmaz eda edebilmek için, beline bağladığı ibrikle dolaşan ve bundan dolayı da, kendisine “Molla” denilen, Şerif Efendi’nin, takvim miladi 1865 yılını gösterirken, adını Ali Haydar koyduğu bir oğlu dünyaya geldi.
Ahıska’nın namsız nişansız dervişlerinden baba Molla Şerif hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, onun zahit ve müttaki bir mümin oluşu.
Molla Şerif “Refik-i Â’lay”a yani Yüce Dost’a erken ulaştı. İki yaşında annesini Allah Azze ve Celle’ye uğurlayan Ali Haydar Efendi, dört yaşında babasının tabutu ardından yürüdü. Küçük yaşta yetimlik nisbesi oldu. Bu yüzden Molla Şerif’in yetimi diye anılırdı.
Yıkık Medreseler ve Yetim Talebeler
Ali Haydar Efendi ilk tahsillerini Ahıska’daki civar medreselerde yaptı. Fakat, o yıllar itibariyle ne tekkede ne de medresede eski ruh yaşamaktaydı. İslam’ın yurduna matem çökmüş, Şeyh Şamil’in sayhalarına alışkın dağlarda baykuşlar ötmeye başlamıştı.
Molla Şerif zamanında İmam Mansur’la başlayan Kafkasya’nın diriliş hareketi, Nakşi Şeyhlerden İmam Şamil’le zirveye ulaşmıştı. İmam Şamil’in mücadelesi öylesine olağan üstüydü ki Karl Marx bile ona hayran kalmış ve işçilere, Çarlık sistemini devirebilmek için onun mücadele şeklini örnek almaları gerektiğini söylemişti. Fakat, İmam Şamil’in esareti ve ardından Kafkasya’yı terk edişi, toplumsal anlamda büyük bir kırılmaya neden oldu.
İmam Şamil’in diriliş hareketinden geriye, bir dik duruş bir de cihatta şeyhleri, müderrisleri şehit olan tekkeler, medreseler kalmıştı.
Ali Haydar Efendi’nin çocukluk yıllarında -Kafkasya’da- talebeler yetimdi. Çünkü medreseleri yıkılmış, müderrisleri şehit olmuştu. Bu yüzden birçoğu tahsiline devam edebilmek için Anadolu’ya hicret etti. Zira orada baykuş sesleri henüz duyulmuyordu.
Erzurum ve Çile
Evliya Çelebi gibi “Seyahat ya Rasulellah” diyenler yollara düşmüştü. Bir farkla ki Evliya Çelebi, tahsilin nihayetinde, Ahıska’nın yetim talebeleri ise bidayetinde yürüyüşe çıkmıştı. Çünkü, “er-Rıhle fi Talebi’l-ilm” (ilim uğrunda yol kat etmek), İmam Buhari’den, Müslim’den gelen bir İslam geleneğiydi, Sadatın sünnetiydi. Kafkasya’nın medresesiz kalan çocukları da bu sünnete uydu. Kimi Trabzon’a, kimi Erzurum’a hicret etti.
Kaderde, Molla Şerif’in yetimi Ali Haydar Efendi’ye Erzurum yazılmıştı. Vur ha vur yürünen, yalın ayak kat edilen yollar bir noktada tükendi ki orası; Erzurum’du. Şehre varır varmaz Bakırcı Medresesi’ne kaydoldu. Öylesine gayret gösterdi ki, geceleri gündüzlere ekledi. Kandillerin diplerine oturur gece boyu mutala eder, yorulduklarında ise uyumamak için başını rahlenin üzerine koyduğu bıçağa dayardı. Yine böyle bir geceydi. Uyumamak için başını bıçağa dayamışdı. Fakat o kadar yorgundu ki, bıçak acısını hiç duymadı, daldı uykuya. Tam bu esnadaki bir sendelemeyle bıçak alnına battı. Acıyla uyandı. Ne ki alnından kan akmaktaydı.
Talebelik yıllarında alnına fedakarlığın imzasını kazıdı. Çünkü o en Sevgiliye; Allah’ın habibine (s.a.v.) aşıktı. Ona varmanın yolu da kitap sahifelerinden, Onun şeriatını tanımaktan geçmekteydi. Bu yüzden bütün zamanını Onu tanımaya adadı.
O Sevgili (s.a.v.) bütün zamanlar için bir ışıktı (Mişkat’un-Nübüvve). Ona (s.a.v.) doğru yaklaşıldıkça ışık bir şehrayine dönüşmekteydi. Bunu bildiklerinden daha hızlı, en hızlı nasıl varılırsa öyle varmak istiyorlardı. Bu yüzden uykuya paydos demişti.
Ali Haydar Efendi, fakr-u zaruret içinde, yurdundan ırak yerlerde her türlü zorluğa göğüs gerdi. Biliyordu ki tahsil hayatında karşılaştığı bu tür sıkıntılar neredeyse bütün fakihlerin kaderiydi. İmam Malik’ten, İmam Şafi’ye ulu hocalar hep aynı ızdırabı yaşamıştı. Okuyabilmek için hiç yüksünmeden, hanlarını, hanümanlarını satanlar vardı. Hatta İmam Malik fakirlikten o kadar muzdarip olmuştu ki; ilme devam edebilmek için, evinin tavan tahtalarını söküp satmak zorunda kalmıştı.
Ali Haydar Efendi, vatanından ırak yerlerde Allah Azze ve Celle’den başka kimsesi olmayan bir yetim çocuktu. Ne hanı ne de hanümanı vardı satacak. Bu yüzden azmini, sabrıyla katık yapıp, sıkıntıların üstesinden gelmeye çalıştı.
İslam Ruhunu, sağnak sağnak yağan küfür necaseti altında, muhafaza edip sonraki nesillere lekesiz ve defosuz bir şekilde taşımayı başaran “Veli”ye ana gibi yar oldu Erzurum.
Ustalık Devresi ve İstanbul
Tahsil hayatının çıraklık devresini; Ahıska’da, kalfalık devresini; Erzurum’da yapan Ali Haydar Efendi ustalık devresi için İstanbul’a revan oldu.
İstanbul’da ilk olarak, devrin en ciddi eğitim kurumu; Fatih Medresesi’ne kaydoldu. Buradaki tahsilini ikmal edince, zamanın alim-i şehir-i Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi’nin derslerine iştirak etti. 1906’da Ahmet Hamdi Efendi’den umumi icazetname aldı. Ardından da Medresetu’l-Kudat’a devam etti.
Ali Haydar Efendi, İstanbul’da bir taraftan okuyor diğer taraftan ise okutuyordu. Fakat Medresetu’l-Kudat’ta ki tahsilini ikmal ettikten sonra bütün mesaisini ders vermeye ayırdı.
İlmiye Salnamesi’ndeki kayıtlara göre Ali Haydar Efendi Hazretlerinin müderrislik serüveni şöyledir; İlk olarak 1325 yılında Sadi Bey Medresesi üçüncü müderrisliği görevine getirildi. Ardından sırasıyla: Dar’ul Hılafet-i Aliyye Medresesi kısm-i âli fıkıh müderrisliği, Fetvahane Musevvitliği, Hey’et-i İftaiyye reisliği, Sahn Medresesi müderrisliği görevlerinde bulundu. 1334 tarihinden 1337 tarihine kadar ve bilahare 1340-1341 senelerinde de “huzur derslerine” “muhatap” ve “baş muhatap” olarak iştirak etti. -Ali Haydar Efendi’nin bulunduğu görevlerde bila fasıla terfi etmesi malik olduğu ilmi kudretin en önemli nişanesidir.-
İstanbul’un Ak Sarıklı Ulu Hocası
Molla Şerif’in yetimi Ali Haydar Efendi, Doğuyla Batının hesaplaştığı şehirde, doğu adına konuşan ve sesi en yüksek tizden gelen ak sarıklı bir ulu hocadır artık. Dersleri ve vaazları büyük ilgi görmektedir. Dinleyenler: “Bir de şu sufi karşıtlığı olmasa”, diye temennide bulunmaktadır. Çünkü İlmin zirvesindeki bu adam henüz aşk ocağının dışında ve aşk ocağına mesafeli durmaktadır. Fakat zaman, hızla onu aşk ocağında yanmaya, yanıp da kemale varmaya taşımaktadır.
Aşk Ocağı ya da Bandırma
“Te’lif-i Mesail Heyeti” reisliğine atandığı, yani ilmi birikiminin çağın hukuki problemlerini çözmeye malik olduğu kanaatinin “Meşihat-ı İslamiyye” tarafından tasdik edildiği yıllar… Yer: Bandırma… Mübarek Ramazan ayı…
Şehirde şu muhtevada bir haber yayılır: ”İstanbul ulemasından Dersim Ali Haydar Efendi Merkez Camii’nde akşam namazını müteakip vaaz edecek.” Haberi alanlar, hınca hınç camiyi doldurmuş ve sabırsızlıkla Ali Haydar Efendi’nin gelişini beklemektedir.
Beklenen anla o anı beklenmeye değer kılan Ulu Hoca gelir ve kürsüdeki yerini alır. Besmele, Hamdele ve Salvele’den sonra vaazında Şeriat’tan, Şeriat’a karşı direnenlerden, yıkılanlardan, yıkanlardan bahseder. İslam cemiyetini istila eden bidatlerden, hurafelerden söz eder ve bunları terviç eden tekkelerin yanlış yolda olduğunu, tamir adına tahripte bulunduklarını anlatır.
Ali Rıza Bezzaz Hazretleri
Ali Haydar Efendi tekkeleri tenkit ediyordu. Çünkü, ziyaret ettiği tekkelerin bir çoğunda Şeriat’a muhalif işlerin meşru kabul edildiğine tanık olmuştu. Aslında şeyhlere değil müteşeyyihlere karşıydı. Konuşmanın akışı içerisinde yer yer ağır cümleler de geçiyordu. Fakat, bütünüyle mücerret ifadeler kullanıyordu. Dolayısıyla kimse kendini eleştirilerin muhatabı görmüyordu. Ne var ki, konuşmanın sonlarına doğru ifadelerini muşahhaslaştırdı ve Bandırma’lı Şeyh Ali Rıza Bezzaz Hazretlerini, isim vererek tenkit etmeye başladı. Bunda, hissiyat-ı diniyyesi etkili olmuştu. Fakat, Onu tenkide yönelten gerçek amil, kendisine Ali Rıza Bezzaz Hazretleriyle alakalı anlatılan yanlış malumattı.
“Muşahhas Tenkit” dinleyenleri inkisar-ı hayale uğrattı. Çünkü, Bandırmalılar Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’nin Şeriat’a muhalif bir duruşunu görmek şöyle dursun, Büyük Veli’den Allah Rasulü (s.a.v.)’ne bütün mevcudiyetleriyle bağlanmaları ve hasenesiyle de olsa bidatı terk etmeleri gerektiğini öğrenmişlerdi.
Merak Etmeyin Yakında Gelecek
Ali Haydar Efendi’nin vaazı bitti, namaz kılındı ve cemaat üzgün bir şekilde evlerine dağıldı. Dinleyenler arasında bulunan Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’nin bağlılarından Börekçi Hasan Efendi ise vaazda söylenenleri mütala etmek için doğruca şeyhinin evine gitti. Börekçi Hasan Efendi, Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’ne vaazın muhtevasını arz edince evde kısa süreli de olsa bir sessizlik oluştu. Büyük Veli oluşan sessizliği şu iki cümleyle bozdu: “Merak etmeyin! Yakında Ali Haydar Efendi yanımıza gelecek.”
Vaazdan sonra Ali Haydar Efendi’yi müthiş bir pişmanlık hali kuşattı. Öyle ki, yaşadığı her an muzdarip bir hastanın şeb-i yeldası gibiydi. Saat durmuş, zaman akmıyor, ızdırap tükenmiyordu. Yaşadığı an, tam bir inkılap iklimiydi. O an, ruhunda beliren ukdeyi çözmek, ızdırabını inkilaba dönüştürmek için, hakkında hiç de hoş olmayan ifadeler sarf ettiği Büyük Veliyi arayıp bulması gerektiğini düşündü. Arayışa koyuldu. Bu sırada, Ali Rıza Bezzaz Hazretleri, kumaş dükkanında insanlarla meşguldü. Gelenler, gidenler… Halvet yeri şehrin tam göbeği… Kumaş dükkanında bir veli, Allah Teala ile beraber olmak için insanlardan kaçmıyor, bilakis Onunla birlikte olmanın yolunu insanlarla birlikte olmada arıyordu. Meselenin hulasasını Şah-ı Nakşibend’ten dinleyelim: “Bizde halvet bizde uzlet yoktur. Bizde halk içinde Hak’la birlikte olmak vardır. Halimizin şahidi ise Kuran’ın şu ayetidir: “Kendilerini ne ticaretin, ne de alış-verişin Allah’ı anmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı adamlar.” (Nur.37) Ali Rıza Bezzaz Hazretleri, Nakşiliğin bu bakış açısını bütün mevcudiyetiyle benimsediğinden tekkesinde anlattıklarını-yaşadıklarını, dükkanında hayata taşımaktaydı. Alış-veriş akdini Hanefi fıkhına göre yapar, takvasından dolayı da satacağı her kumaşı iki defa ölçerdi.
Kumaş Dükkanındaki İnkilap
Kumaş dükkanına iş için gelenler, fetva soranlar derken beklenen misafir de kapıda görünür. Gelen, Ali Rıza Efendi’nin “Merak etmeyin, yakında yanımıza gelecek” dediği Ali Haydar Efendi’dir. Zamanın “Ulu Hocası”, akşamdan sabaha çektiği ızdırabı Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin huzurunda, söze aktarır. Büyük Veli tarafından affını ve evlatlığa kabulünü ister.
Buluşmalarında kalden ziyade haller konuştu. Öyleki Dersiam Ali Haydar Efendi kumaş dükkanında ruhi iletişimin dilini öğrendi. Ayrılırken, Ali Rıza Efendi; “Demek Çarşamba’da ikamet ediyorsunuz, orada Ahmet Efendi vardır, onu ziyaret ediniz ve bizim gönderdiğimizi söyleyiniz.”der.
Sen Huzur Dersleri Baş Muhatabısın
Ali Haydar Efendi, Bandırma’dan ayrılıp Çarşamba’ya varınca direkt olarak Hacı Ahmet Efendi’yi bulur. O da kendisine; Karagümrük’te Maşlaklı Ali Baba isimli bir zatın olduğunu önce onu ziyaret etmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine Ali Haydar Efendi, Maşlaklı Ali Baba’nın evine gider. Kapıyı bir kız çocuğu açar ve kimi aradığını sorar. O da Maşlaklı Ali Baba ile görüşmek için geldiğini söyler. Kız “buyrun” der ve onu kırık dökük bir evin holüne alır. Ali Haydar Efendi holde, bir saat Ali Baba’yı bekler. Nihayet kapıda saçı başı ağarmış, hali pejmürde fakat yüzü nur desenli kambur bir zat görünür. Manzara Ali Haydar Efendi’ye pek iç açıcı gelmez. Maşlaklı Ali Baba ona, “benimle birlikte gel” der. Yürüdükleri yol boyu kömürlükten geçerken Maşlaklı Ali Baba “ben burada Rabbimi çağırırım.” der. Ali Haydar Efendi bu söze kızar fakat belli etmemeye çalışır. İlk fırsatta kendisini Hacı Ahmet Efendi’nin gönderdiğini söyler. Maşlaklı Ali Baba’nın bu ifadeye yanıtı: “Benden şeyhlik öğrenip başkasına satacaklar” şeklinde olur. Ortam gittikçe gerilir. Maşlaklı Ali Baba konuştukça Ali Haydar Efendi sinirlenir. Derken Maşlaklı Ali Baba, Ali Haydar Efendi’ye ne işle iştigal ettiğini sorar. Ali Haydar Efendi, Hoca olduğunu söyler. O da, “Ne hocalığı” diye mukabelede bulunur. Ali Haydar Efendi, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zumer:9) ayetini okur. Maşlaklı Ali Baba: “ Sus, Sus! Bir de ayet okuyorsun” der. Ali Haydar Efendi: “ Ben cünüpmüyüm ki ayet okumayayım?” der. Maşlaklı Ali Baba: “Cünüb olsan iyi, cünübü bir teneke su temizler seni ise Karadeniz temizlemez.” şekline karşılık verir.
Konuşma bu minval üzere devam ederken Ali Haydar Efendi ciddi anlamda nefsiyle bir hesaplaşmanın içerisine girer. Nefsi bütün mevcudiyetiyle karşısına dikilip ona, “Gönderildiğin ve kapısında bekletildiğin adam bu mu? Kimlerin kapısında bekletiliyorsun. Halbuki sen! “Te’lif-i Mesail Heyeti” reisi, Huzur dersleri baş muhatabı, dersiam Ali Haydar Efendisin” der.
Suretten sirete, maddeden manaya yürüyüşü, bu yürüyüşte yaşanan krizi ve onu aşmanın usulünü, Üstat Necip Fazıl’dan dinleyelim:
“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez.
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli.
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, top yekun?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi,
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berheva;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız onda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez.
İslam’ı dünya çapında temsile layık olan “Büyük Veli”, Şeyhi Ali Haydar Efendi’nin mutasavvıf olduğu anı Onun dilinden anlatırken şunları söylemişti: “Konuşmanın sonlarına doğru bana bir hal oldu, ağlamaya başladım, o zata karşı olan kızgınlığım sukunete, buğzum muhabbete dönüştü. Onu o an o kadar sevdim ki, her hali bana hoş gelmeye başladı.”
Karagümrük’te bir ev ıslanıyordu. Yağmur göklerden değil Ali Haydar Efendi’nin gözlerinden geliyordu. Belki de o akan yaşlar, Büyük Velinin dünya namına sevdiği her şeyi içinden alıp götürmek içindi. Ya da Onu yeni hale, yeni zamana hazırlamak içindi. Bilmiyoruz. Çünkü, yaşanılan bütün bu haller idrak alanımızın dışında cereyan etmişti.
Bu olay Ali Haydar Efendinin “Zülcenaheyn” oluş tarihidir. Müslümanların yaşayacağı o “zor” yıllarda artık onu, ne işgaller, ne hapisler ne de takipler durdurabilecektir.
..
Muasır Bir İsmail Saib Sencer: Bayram Hoca
Bayram Hoca, muhakkik, muttaki bir ilim adamıydı. “Büyük hocalardan” ders okumuştu. Yıllarca Mahmud Efendi, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç ve Mehmet Savaş gibi kudema bezmine ahirde gelen allamelerin ilim halkalarında bulunmuştu.
Bayram Hoca’nın ibare ve ifade vukûfiyeti ilim ehli tarafından takdirle karşılanırdı. “Kem aletle kemâlât olmayacağını” bilenler, Onda ders okumayı Allah Teala’nın bir ihsanı olarak telakki ederlerdi.
Muhterem Mahmut Efendi öğrencileri arasında Ona ayrı bir alaka gösterirdi. Yıllarca ders olarak okuttuğu İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Mektubat”ını okuyup, şerhetme görevini Ona vermişti. Sultan Selim Camii’nde Pazar sabahları, namazdan sonra akdedilen sohbet programının bir bölümünde gür sesi ve geniş müktesebatıyla yıllarca mektupları tercüme ve şerh etti. Bir ara haftanın her günü sabah namazlarından sonra İsmailağa Camii’nde de “Mektubat” dersleri vermişti.
Bayram Hoca, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nden bahsederken kendisini, Onun adını ağzına almaya layık görmez, ismini telaffuz etme yerine “Sultan” kelimesini kullanırdı. Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki bir çok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları kürsüde şerhetti. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanımasına yol açtı.
Bayram Hoca “Mektubat” dışındaki kitapları okutma noktasında da “müşarun bi’l-benan/parmakla gösterilen” bir ilim adamıydı. Zira İstanbul medreselerinde takip edilen klasik eserlerin yanı sıra doğu-batı medreselerinde okutulan bir çok kitabıda okutmaktaydı. Yıllar önce Arapça kitap satan bir dükkanda karşılaştığım bir öğrencisine “hocanız akaitte ne okutuyor?” diye sorduğumda talebesi şöyle demişti: “Said Ramazan el-Buti’nin Kübra’l-yakîniyyâti’l-kevniyye’sini henüz bitirdik, nasip olursa Seyyid Şerif Cürcani’nin Şerhu’l-Mevakıf’ine başlayacağız.” Ne oldu, başladılar mı, başladılarsa ne kadar devam ettiler bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki o da bu devirde Şerhu’l-Mevakıf gibi kitapları okutabilecek hocaların sayısının iki elin parmaklarını geçmeyeceğidir.
Bayram Hoca etraflı bir literatür bilgisine de sahipti. O, neyi, nerede bulabileceklerini araştıran hoca ve öğrencilerin müracaat kaynağıydı. Ömrünü kitaplara vakfeden muasır bir İsmail Saib Sencer’di. Devlet kütüphanelerinin bir çoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahipti. Buna rağmen durmaz, sık sık Sultanahmet’teki İrşad Kitapevi’ni ziyaret ederdi. Kitapevinde Onunla birkaç defa karşılaşmıştım. Yeni gelen kitaplara iştiyakla bakar, ilgisini çekenleri bir tarafa ayırırdı. Orada bulunan diğer kitap taliplileri, eserlerle alakalı istifsari sorular sorduklarında sözü alır, kitabın muhtevasından, tab’ eden yayınevlerine kadar ayrıntılı bilgiler verirdi.
Bayram Hoca iyi bir vaiz olmasının yanı sıra tahkik ehli bir ilim adamıydı. Seçiciydi; her bulduğu kitabı okutmaz, her gördüğü meseleyi anlatmazdı. Bu yüzden muhatapları sözlerini senet gibi güvenilir kabul ederdi. Söylenmesi gereken hakikatleri anlatmaktan da çekinmezdi. Bu yüzden son yılları hayli sıkıntılı geçmişti. Takdir belgeleriyle onurlandırılması gerekirken cami cami sürüldü.
Bayram Hoca’yı en son bu yılın Ramazan ayında görmüştüm/dinlemiştim. Fatih’te ikibinden fazla kişinin hazır bulunduğu bir camide teravih öncesinde vaaz ediyordu. O geceki konuşmasında Osmanlı Devleti’nden bahsediyor, Çanakkale başta olmak üzere diğer cephelerde tahakkuk eden Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem)in manevi yardımlarını anlatıyordu. Konuşurken ifadeler boğazında düğümleniyor, belli bir süre sonra kendini toparlayıp gür sesiyle “Cemaat! Bu topraklara sahip çıkın!” ifadesini tekrar ediyordu.
Ulemanın kıt olduğu nasibsiz bir asırda yaşadığından omuzlarında büyük sorumluluk taşımaktaydı. Eşine az rastlanır bir ilim ve gönül eriydi. Büyük adamdı. Dünyaya “elveda” derken de büyük adamlar gibi gitti.
Kitapseverler, müşkili olan öğrenciler, vaazlarını takip eden cemaat Bayram Hoca’yı unutamayacak. Daha şimdiden özlediklerini söylüyorlar. “Sultan buyuruyor ki” deyişini, kürsüdeki celalli sesini, müeddep duruşunu, en zor metinleri rahat bir şekilde çözüşünü, siyonizme kafa tutuşunu ve istikametini özleyecekler…
.
Osmanlı Olmakla İftihar Eden Şamlı Allame: Muhammed Said Tantavi
İlim, insanı dünyadan tecrit eder. Bu yüzden ulemanın hayatında yemek ve uyumak gibi fıtri ihtiyaçlar dahi asgari düzeydedir. Geldim, geliyorum derken bazen bir iki öğün geçer, sofralar kurulur, kaldırılır; fakat onların mutalaları bitmez.
Ulemanın kitaplarla olan münasebetine tanık olanlar, Ebu Yusuf’un ölen çocuğunun tekfin ve techiz işlerini komşu ve akrabaya havale edip derse gitmesini[2] yadırgamadıkları gibi anlamsızda bulmazlar. Az yemek, az konuşmak, az uyumak sûfinin olduğu gibi alimin de şiarıdır. Az yemekle iktifa etmek kolaydır, çünkü sofradan kalkınca yemekle irtibat kesilir. Fakat uyku öyle değildir. Siz ayrılsanız da, o sizi bırakmaz. Bazen dakikada bir gözlerinizi yoklar. Bu yüzden adap kitaplarında talebelere uykunun giderilmesi ile alakalı bir dizi tavsiyelerde bulunulur.[3]
Yemeği ve uykuyu azaltarak kazandıkları zamanı ilmin hanesine ekleyen alimler, insanlarla konuşma noktasında da titiz davranmış, saniyelerin dahi hesabını yapmışlardır. Amir b. Abdi Kays, kendisi ile sohbet etmek isteyen kişiye: “seninle ancak güneşi dönmekten alıkor, zamanı da durdurursan konuşurum.” demiştir.
Yitirdiği yavrusundan başka çoğu olmayan annenin evladını araması gibi ilmi arzulayan, bulduğunda da bütün uzuvları ile ona kulak kesilen ulema, en sadık dost olarak kitapları görmüştür. Ahmed b. Yahya eş-Şeybani (v. 291) misafirlikte dahi yanından ayırmadığı kitaplarını sokakta mutalaa ederken bir atla çarpmışmış, yaralı halde kaldırıldığı evinde bir gün sonra vefat etmiştir.
Ölüm döşeğinde dahi öğrencileri ile ilgilenen, gündüzlerini ilme, gecelerini ise ibadete ayıran ulema, az zamanda uzun mesafeler kat etmiştir. Nitekim 39 yaşında vefat eden Leknevi geride 110’dan fazla eser bırakmıştır.[4]
Zamanını tüccarın veresiye sattığı malın ücretini kıymetlendirmesinden daha titiz kullanan ve bu yüzden kısa zamanda çok sayıda eser telif eden ulemanın başarısı zaman mefhumuna yüklediği anlamda mündemiçtir.
Onların gündüzünde ders ve mütalaa, gecelerinde ise telif ve ibadet vardır.
“Lisan-ı halin lisan-ı kâlden entak” olduğuna inanan, bu yüzden sözleri yerine yaşantılarıyla fakih ya da müfessir olan ulema, İslam toplumu için ciddi bir kazanım olmuştur. Halen Mekke’de ikamet eden Said Tantavi bu nevi kazanımların en önemlilerindendir.
Hayatı
Eskiler “ilmin başı zor, sonu tatlıdır.” derler. Fakat kimi alimler için bu istisnadır. Hicri 1347 yılında Şam’da dünyaya gelen Said Tantavi hayatın her iki ucunda da zoru yaşayan istisna şahsiyetlerdendir. 80 yıllık yaşamının başlangıcı ile sonu arasında gözle görülür bir fark yoktur.
Üç yaşında annesini kaybeden Tantavi, çocukluk ve yetişkinlik devresini zor şartlar altında ağabeyi Ali Tantavi’nin yanında geçirir.[5]
Hayatını okumaya adayan Tantavi gündüzün olduğu gibi gecenin de önemli bir bölümünü mütalaa ve ibadete hasreder.[6]
Bir çok şehirde öğrenci, araştırmacı ve hoca olarak bulunan Tantavi ahir ömründe Mekke’ye yerleşir.
Zekası
Zeka ve hafızasının gücü ile dikkat çeken Tantavi okuduğu her kitabı ezberler. Henüz 16 yaşında iken hafızasında 20 binin üzerinde beyit vardır.[7]
Tantavi’nin zekası ve hadiseler karşısındaki sürat-i intikali kısa zamanda keşfedilir ve lise yıllarında hocalarının fevkalade alakasına mazhar olur. Okuduğu ve duyduğu bir metni bir daha unutmamak üzere hafızasına kaydetmesi bu alakanın artmasında etkili olur.
Şu hadise onun bir lise talebesi iken sahip olduğu tahlil ve terkip cehdini gözler önüne sermektedir: Şam Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenleri öğrencilere “yaptığı işin sonunu düşünmeyen bir gün pişman olur.” cümlesi etrafında bir deneme yazmalarını söylerler. Kağıtlar dağıtılır, denemeler telif edilir, daha sonra değerlendirilmek üzere geri toplanır. Kağıtlar arasında bir tane vardır ki hocalar onun hakkında ihtilaf ederler. -Öğrencinin isminin yazılı olduğu bölüm kapalı olduğundan tartışılan yazının kime ait olduğu tartışma esnasında bilinmemektedir.-
Tantavi tartışmaya sebep olan çalışmasında Taberi Tarihi’nde geçen Haccac ile ilgili bir hikayeyi konu edinir. Taberi’nin rivayetine göre Haccac düşünmeden atadığı bir validen dolayı daha sonra pişmanlık duymuştur.
Denemeye müsbet ve menfi not verme noktasında öğretmenler ikiye ayrılır. Bir grup, öğrencinin son derece donanımlı olduğunu savunurken diğer grup, bu tarz bir cevabın edebe aykırı olduğunu iddia eder.
Lisede edebiyat öğretmenliği yapan ve aynı zamanda da Tantavi’nin dayısı olan Sa’dul Afgani akşam eve döner ve övgü ile söz konusu kağıttan bahseder.
Afgani bunları söylerken diğer kağıtlara göre sıradışı olan bu eserin yeğeni Tantavi’ye ait olduğundan henüz habersizdir.
Hayatının erken yıllarında zekasının parlaklığı ile temayüz eden Tantavi, yakın dönem ilim ve fikir adamları tarafından da dikkatle izlenmiştir. Nitekim ağabeyi Ali Tantavi ölümünden kısa bir süre önce Mekke’deki evinde ağırladığı Mahmud Mîra, Hatib el-Accac, Ebu Gudde ve Edip Salih gibi ilim heyetinin huzurunda kardeşinin kendisinden daha alim olduğunu itiraf etmiştir. Davette ağabey bir beyit okumuş, kardeş Tantavi ise o beytin öncesini sonrasını ve benzerlerini söyleyerek haziruna bir edebiyat ziyafeti sunmuştur. Onun bu haline tanıklık eden Ali Tantavi “annem vefat ettiğinde Said küçüktü, ‘anne, anne’ diye ağlar, yüreğimi yakardı. Sonra yetişti, ilim adamı oldu, şimdi ise bizi geride bıraktı.” demiştir.
Tantavi ile yapılan sohbetlerde O’nun edebi derinliğini görmek hiç de zor değildir. Konuştuğu bir konu ya da cevapladığı bir soru ile alakalı onlarca beyit okuyabilen Tantavi, muhataplarına “sonu ‘h’ ya da ‘b’ harfi ile biten bir şiir oku” diyerek onları da edebiyat meclisine dahil etmektedir.
İlmi Yönü
Tantavi lisans eğitimini kimya alanında yaptı fakat Suriye’de çok sayıda alimden İslami İlimler alanında özel dersler aldı. Sabah ve yatsı namazları sonrasında meşhur alimler etrafında kurulan halkalara devam etti. Gençlik yıllarında “Kuduri” ve “Vikaye” gibi metin kitaplarını ezberledi.
Hoca’nın kimyacı olması fakih ya da müverrih olmasına engel olmadı. Öğrencileriyle ders arkadaşlığı yaptı. Lise yıllarında öğrencisi olan Üstat Mehmed Savaş’la Abdulvahhab el-Hafız’ın derslerine katıldı, birlikte Nuru’l-İzah’ın şerhi Meraki’l-Felah’ı okudu.
İslami ilimlerin hemen tamamında behresi olan Tantavi, matbu eserlere olduğu gibi mahtutata da vakıf bir isimdir. Yakın dostu Necati Öztürk Hoca’nın tesbitine göre kendisine bir mesele sorulduğunda cild ve sayfa numarasına varıncaya kadar kitaplardaki yerini söyleyebilmektedir.
Şu anekdot Hoca’nın birikimini müşahhas bir mikyasta ortaya koymaktadır. Bediuzzaman Said Nursi’nin (rahimehullah) eserleri Arapça’ya tercüme edilirken mütercim, risalelerde şairi tasrih edilmeyen beyitlerin bir kısmının kime ait olduklarını tesbit edemez. Konu ile alakalı uzman bir isim araştırılırken Tantavi’ye ulaşılır. Şeyh hiçbir esere bakmadan söz konusu beyitlerin kimlere ait olduklarını söyler.
Tantavi, misafirlerine Said Nursi’nin kim olduğunu sorduğunda “Firuzubadi’nin Kamusu’l-Muhit’ini ‘sin’ maddesine kadar ezberleyen bir ilim adamı” cevabını alır. Bediuzzaman’ın üstünlüğünü Kamus örneği ile anlatan muhataplarına Tantavi şöyle der: “ben de ez-Zebîdî’nin Tacu’l-Arûs’unu ezberlemiştim.”[8]
Hoca, teracim alanında da eşine az rastlanır bir derinliğe sahiptir. Nitekim sohbet esnasında adı geçen her ilim adamının yaşadığı şehri, hocalarını, eserlerini, ne zaman doğup vefat ettiğini, zamanındaki olayları ayrıntısına kadar anlatmaktadır.
Fakih, muhaddis, müfessir ya da mütekellim vasfıyla onu dinleyen herkes söylediklerinden müstağni olmadıklarını yakinen idrak etmektedirler.
Eğitimciliği
Tantavi müktesebatını öğrencileri ile paylaşma noktasında da fevkalade başarılıdır. Üstat Mehmet Savaş’ın anlattığına göre “Şam’da ki İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciler tarafından en fazla takdir edilen Hoca, Tantavi idi. Hoca’ya öğrencilerin ayrı bir ilgisi vardı. Okulun en başarılı öğretmeni O kabul edilir, her ders ile alakalı müşkil sorular O’na sorulurdu. Masasına oturmadan ders anlatır, talebelerin seviyelerini dikkate alarak konuşurdu.”
Hoca geliştirdiği eğitim nazariyeleri ile bir çok İslam ülkesindeki okulların kurulması ve müfredatlarının hazırlanmasında aktif olarak görev almıştır. Özellikle Rus işgalinden sonra mücahitler tarafından kurulan Afgan Devleti’nin açtığı okullara fikirleriyle ciddi anlamda katkıda bulunmuştur.
Kiyafe İlminin Son Temsilcisi
Tantavi İslam toplumunda önemli bir yere sahip olan qiyafe ilminin son temsilcilerindendir. Şeyh, insanların vücut yapılarından hareketle karakterlerinin okunmasına ve neseplerinin tesbit edilmesine yardımcı olan bu ilim dalında oldukça mahirdir.
O bunun da ötesinde karşılaştığı bazı kişilerin yüzlerinden nereli olduklarını tespit edebilmektedir. Necati Hoca’nın naklettiğine göre ilk defa karşılaştığı bir Konyalı’ya “yüzün Mevlana Celaleddin’in diyarından geldiğini söylüyor” demiştir.
Özel Hayatı
Tantavi, ilmi evliliğe tercih eden “el-ulemau’l-uzzab/bekar alimler” zümresindendir. İmam Azam Ebu Hanife, Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyyetinde, önce ilim talep etmesini, sonra helal yoldan mal kazanmasını, bunlar gerçekleştikten sonra evlenmesini telkin etmiştir.[9] Zira aksi bir sıralama kişinin ilim öğrenmesine engel olur. Nitekim Bişr el-Hafi “Ta’e’l-ilm-u fi/beyne efhazi’n-Nisa/ilim kadınların baldırları arasında yok oldu.” demektedir.[10]
Üstat Mehmet Savaş, Tantavi’nin bekarlığı ile alakalı şöyle demektedir: “Mizacı, mizacına uygun bir eş bulamadığından evlenip kimseye eza vermek istememiştir.”
Hoca’nın yakın çevresi onu evlendirebilmek için zaman zaman teşebbüslerde bulunmuş; fakat hepsi neticesiz kalmıştır. Necati Hoca konu ile alakalı şunları söylemektedir: “Hoca’nın eş seçimi ile alakalı özel şartları vardı; yerde yatacak, yerde yemek yiyecek, dışarda çalışmayacak gibi. Bir defasında O’nun bütün şartlarını kabul eden bir hanım bulundu. Fakat üniversite mezunu olduğu öğrenilince Hoca vazgeçti.”
Müstakim Duruşu
Tantavi Mekke’de, mütevazi bir evde gösterişten uzak bir hayat yaşamaktadır. Mutfak dahil üç odası olan evinde buz dolabı, masa, klima, pervane, yer minderleri, kitaplar ve boş şişelerden başka kayda değer bir şey gördüğümü hatırlamıyorum.
Yaşlılık ve hastalıktan dolayı oturup kalkması hayli güç olmasına rağmen evinde ağırladığı misafirlerine bizzat kendisi hizmet etmektedir. 9 kişiden oluşan grubumuza ayrı ayrı dondurma kaseleri ikram etmesi, kalabalık misafirler için önceden hazırlıklı olduğunu göstermektedir.
Hoca, modern zamanda Hacc’a yürüyerek giden eşine az rastlanır hacılardandır. Taif’ten Arafat’a defalarca yaya olarak gitmiştir. Necati Hoca’nın naklettiğine göre 1985 yılının Ağustos ayına tekabül eden hacc mevsiminde güneş çarpmasından dolayı ağır bir şekilde rahatsızlanmış, hastaneye kaldırılarak buz tedavisine tabi tutulmuştur. Bu durum Tantavi’yi azimet telakkisinden vazgeçirememiştir.
Zor yürümesine, oturunca kalkmakta güçlük çekmesine rağmen, cemaatle namaz kılmaktan geri kalmamakta günde beş defa eviyle “Fakih Mescidi” arasındaki 500 metrelik mesafeyi kat etmekte ve nafile namazları dahi ayakta kılmaktadır.
Tantavi yaklaşık 60 yıldır tuttuğu “sıyam-ı Davud”a hala devam etmektedir.
Tantavi, imam olmaktan ziyade cemaat olmayı tercih etmektedir. Hindistan ziyaretinde garda tren beklerken yöre halkı vakit namazını kıldırması için ona ısrar eder, ısrarları kıramayan Tantavi, imameti kabul eder, namazın ilk rekatında Bakara Suresi’ni okur. Selam verdiğinde trenin hayli zaman önce gara girip çıktığı öğrenilir.
Tantavi, Hanefi imamın arkasında namaz kılmaya özen gösterir, bunun için bazen yarım saatlik bir mesafeyi bile kat eder.
Tantavi’nin evinde televizyon olmadığı gibi, konuk olduğu yerlerde de televizyona mesafeli durur. Gözlerinden ameliyat olmak için gittiği hastanedeki odasından televizyon kaldırıldıktan sonra orada yatmayı kabul etmiştir. Ağabeyi Ali Tantavi televizyonlarda program yapınca 27 yıl ona mesafeli davranmıştır.
Medresetü’l-Felah’ta hocalık yaptığı yıllarda okulun bahçesinde öğrencileri dizden yukardaki şortlarla top oynarken görünce okul müdürü İshak Azuz’a; “okulda kaç Hristiyan var?” diye sorar; müdürden “okulda Hristiyan öğrenci yok, hepsi Müslüman” cevabını alınca okuldaki görevinden ayrılır.
Hoca canlı hayvanların sureti noktasında da hassastır. Üzerinde hayvan resmi olan süt paketlerini kesinlikle almaz.
Yemeğini kendisi yapar. Et yemez. Fakat karnıyarık gibi et kullanılarak yapılan yemekleri iyi bilir. Onunla aynı büroda çalışan Necati Hoca güzel yemek yaptığını söylemektedir.
Tantavi inandığı gibi yaşayan, hakikati söylemekten çekinmeyen bir ilim adamıdır. Makam-ı İbrahim’in bugünkü yerinden daha gerilere nakledilmesi ya da üstü camla örtülü halde metaf alanının altına gömülmesi tartışıldığında ilgili heyetin başkanı –yanında danışman olarak çalıştığı- Ummül’-Kura Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Raşid’e “Makam-ı İbrahim babanızdan size kalan bir miras olsa idi bunu tartışabilirdiniz. Fakat öyle değil. Sonra ayet Makam-ı İbrahim’in bulunduğu yer ile alakalıdır. Bu günkü yeri hakkında da Hz. Ömer’in iradesi ve sahabenin icmaı vardır. Böyle bir tartışma abestir.” Tantavi’nin çıkışı söz konusu tartışmayı bitirmiştir.
Tantavi’nin kul hakkı ve devlet malını muhafaza noktasındaki hassasiyeti de dikkat çekmektedir. Çalışma saatinde şahsi işleriyle ilgilenmediği gibi çay, kahve gibi içecekler almayı da uygun görmez. Ayrıca çalışma saatlerinde çay içerken, gazete okurken gördüğü dostlarına sitem etmiştir.
Tantavi bir gün mesai arkadaşı olan Necati Hoca’dan hususi notlarını yazmak için bir kağıt ister. O da enstitüde kullandıkları fişlere benzer bir kağıt uzatır. Tantavi, “bu devletin malı, ona özel notlar yazılmaz” diyerek kağıdı iade eder. Necati Hoca, fişleri parayla satın aldığını söyleyince kabul eder.
Ehl-i Sünnet Hassasiyeti
Ehl-i Sünnet Akidesi’ne bağlılığı ile dikkat çeken Tantavi, selefe karşı fart-ı muhabbet beslemektedir.
Evindeki sohbet esnasında İslam’ın ameli boyutunun anlaşılabilmesi için mezhepleri taklit etmenin gerekli olduğuna vurgu yapan Tantavi, İmam Kevseri’nin “el-Lamezhebiyye Kanteratun Ladiniyye” başlıklı makalesi ile Said Ramazan el-Buti’nin “el-Lamezhebiyye” adlı kitabının önemine dikkat çekti.
Tantavi’ye bazıları “Ebu Hanife hakkında bir takım ithamlarda bulunuyor.” “Bu konuda ne buyurursunuz?” diye sorulduğunda sert bir ses tonuyla İmam Şafi’ye ait olan şu şiiri okudu:
Seninle tartışıldığında sustun dediler,
Onlara, cevabın kötülük kapısının anahtarı olduğunu söyledim.
Cahile ya da ahmağa karşılık vermemek şereftir.
Böyle davranmada itibarı korumak ve hali ıslah vardır.
Arslanları görmüyor musun, onlardan sustuklarında korkulur.
Yemin olsun ki köpek de havladığında taşlanır.[11]
Eserleri
Hocanın en büyük iki eseri destanlaşan hayatı ve yetiştirdiği öğrencileridir. Müslüman gençlik için “üsve-i hasene” olan hayatının önemli bir bölümünde öğrencileri vardır. Üstat Mehmet Savaş, öğrencileriyle olan münasebetini anlatırken şöyle demektedir: “Maaşını alır birkaç parçaya böler, durumlarına göre talebelerine dağıtırdı.”
Necati Hoca’nın tesbitine göre Tantavi’nin telif ve tahkik kabilinden 150’nin üzerinde basılmış ve basılmamış eseri vardır. Bunlar içerisinde Benu Şeybe Kabilesi’nin nesebini anlatan ve 15 defterden oluşan orijinal çalışmalarda mevcuttur. Ne var ki Tantavi şöhret olmak endişesiyle eserlerinin hiçbirisinin vefatına kadar basılmalarına müsaade etmemektedir.
Osmanlı Muhabbeti
Suriye ulemasının Osmanlı muhabbeti takdire şayandır. Şam’da hazırlanan bir televizyon programına konuk olan ak sakallı bir imama “Osmanlı nasıldı?” diye sorulduğunda yaşlı gözleriyle çevresindeki Osmanlı eserlerini göstererek “İşte Osmanlı! Eserleri kim olduklarını anlatıyor.”demişti.
Onlar, Osmanlı olmakla gurur duyuyorlar. Aslen Suriyeli olan Tantavi’de de Osmanlı’ya aidiyetin izzeti var. Şu hatıra bu duygunun O’nda ne kadar yoğun olduğunu resmetmektedir: “Geceleri uykumu giderip daha fazla çalışmak için ağabeyimin evinin bahçesinde ki havuzda duş alırdım. Şiddetli fırtınanın olduğu bir kış gecesinde duş almak için bahçedeki havuza doğru ilerlerken soğuktan titremeye başladım. Sıtmanın etkisiyle bir adım atamaz hale geldim. Tam bu esnada Osmanlı tebası olduğum aklıma geldi, kendimi toparlayıp yüksek sesle “Ene Usmaniyyun” (Ben Osmanlı’yım) diye haykırdım. Vücuduma güç geldi, yürüdüm, duş aldım ve sapasağlam eve döndüm.”
Tantavi’nin Osmanlı muhabbeti duygusal değil ilmi bir zemine oturmaktadır. Zira Hoca bizdeki tarih profesörlerine taş çıkartacak derecede Osmanlı Tarihi uzmanıdır. Kılcal damarlarına varıncaya kadar tarihe vakufiyeti vardır. Osmanlı Hanedanının bütün fertlerini; sultanları, eşlerini, evlatlarını isim ve künyeleri ile bilir.
Tantavi ile birlikte Fakih Mescidi’nden evine doğru yürürken yol boyu Osmalı Devleti’nden bahsetti. Abdulhamid’in yaptığı hizmetleri ve hasımlarının desiselerini anlattı. Bir ara Enver Paşa’dan, eşinden, Çandarlı Halil’den, Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin ifta yönteminden söz etti. Kızılbaş kelimesini tahlil etti. Kızıl kelimesinin sonundaki “lam” harfi atıldığında Arapça “bint” kelimesinin karşılığı “kız” olduğunu fakat kelimenin “lam” ile “kızıl” şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini bu durumda anlamın Arapça “ahmer” yani kırmızı anlamına geldiğini söyledi. Benzer şekilde daha başka kelimelerin de tahlillerini yaptı.
Tantavi aynı zamanda bir Osmanlı müdafiidir. Arap milliyetçisi olması ile dikkat çeken Satı el-Huseri’nin kaleme aldığı “el-Arab ve’d-Devletu’l-Usmaniyye” adlı esere karşı yazdığı reddiye, kitabın tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını ispat etmiş ve reddiyenin etkisiyle eserin Suudi Arabistan okullarında ders kitabı olarak okutulması kararından vazgeçilmiştir.
Sonuç Niyetine
Onu tanıyanlara “Said Tantavi kimdir ve nasıl yaşar?” diye sorulsa zannediyorum şu hususlarda herkes ittifak eder: Okumak, yaşamak ve yazmak temelleri üzerine ibtina eden müstakim bir duruş… Üç yaşında kaybedilen anne ile başlayan ve hala devam eden ıztırablar… Bir kilim, bir kaçminder ve yataktan oluşan ev gereçleri arasındaki mütevazi hayat…
Bütün bunlar dünya sevgisi ile ilim bir arada yaşamaz diyen ve bu deyişi “Allah hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır.”[12] ayeti ile tevsik eden büyük ruhlu ulemayı hatırlatıyor.
Sevgi cihetiyle dünyevi rabıtalarını iptal eden Tantavi’den günümüz müslümanlarının öğreneceği çok şey var. Şöhret olmak için okuyan, yazan, boyundan büyük işlere tevessül eden, sünnet namaz kılmayı zaid gören, geçmişinde Osmanlı Devleti’nin olmasından rahatsızlık duyan, kaleme aldığı birkaç kitapçığı kütüphane çapında büyük gösteren, kendinden başka adam tanımayan ve onun olmadığı yerde hiçbir şeyin düzgün yürümeyeceğini düşünen günümüz akademisyeni ıslah-ı hal için Tantavi’yi mutlaka yakından tanımalıdır.
Dipnotlar:
[1] Ders aralarında zaman zaman Tantavi ile alakalı hatıra ve gözlemlerini öğrencilerine aktaran, özel olarak müracaat ettiğimde ise Hoca ile alakalı mesmuatımı tevsik eden muhterem hocam Mehmet Savaş’a ve uzun bir zaman Tantavi ile aynı odada birlikte çalışan, bu süre zarfında Hoca’ya dair çok sayıda hatıraya muttali olan, bunları bizimle paylaşırken de son derece cömert davranan, yeni dökümanlara ve ilim adamlarına ulaşmamıza yardımcı olan muhterem Dr. Necati Öztürk Bey’e teşekkürü ifası gerekli bir vazife addederim.
[2] Abdulfettah Ebu Ğudde, Kıymetu’z-Zaman, Beyrut, 2002, s. 31.
[3] Bunların en etkilileri şunlardır: Kapalı mekandan açık alana çıkmak, bir odadan diğerine geçmek, soğuk su ile duş almak, bir şeyler içmek ya da yemek, arkadaşlarla sohbet etmek, yüksek sesle Kur’an-ı Kerim tilavet etmek, oturuş şeklini değiştirmek, şiir okumak, okunan kitabı ya da mevzuyu değiştirmek.
[4] Ebu Ğudde, Kıymetu’z-Zaman, s. 82.
[5] Tantavi ailesi biri kız olmak üzere beş kardeştir. Erkek kardeşlerin isimleri şu şekildedir: Ali, Naci, Muhammed, Abdulgani ve Said Tantavi’dir.
[6] Mütalaa esnasında kendisini yoklayan uykuya direnebilmek için kısa aralıklarla ağabeyinin evinin bahçesindeki havuzda duş alır.
[7] Tanışınca adınızı söylüyorsunuz, yıllar sonra karşılaştığınızda hiçbir şey söylemeden adınızı ve nereli olduğunuzu hatırlıyor.
Misafirlerinin adlarını oturdukları yerle birlikte ezberliyor. Meclis süresi içerisinde konuklarından birisi yer değiştirirse isimleri tadat ederken “Yahya nerede, Yahya! Senin yerin şurası değil mi?” diye ikaz ediyor.
Bir ikindi sonrası Fakih Mescidi’nde karşılaştığımızda aslen Of’lu, ikameten de Samsun’lu olduğumu söylediğimde Samsun ve Tarabzon’da yetişen ürünleri tek tek saydı.
İki ay sonra Fakih Mescidi’nde tekrar karşılaştığımızda Hocaya hayatı ile alakalı bir yazı kaleme almayı düşündüğümü söyleyince “benim değil alimlerin hayatını yaz” dedi. Siz de alimsiniz dediğimde O yine “alimlerin hayatını yaz” diyerek önceki cevabını tekrar etti. Peki ya siz alim değilseniz alim kimdir dediğimde “iyiler gitti, en hayırlılar toprağın altında” manasına gelen bir şiir okudu. Bir hafta kadar sonra Hoca’yı tekrar ziyaret ettim. Uzun uzun Osman’lı Devleti’nden bahsetti. Nureddin Mahmud Zengi zamanında iki Hrısitiyan’ın Efendimiz’e karşı yürüttükleri komployu anlattı. Konuşma arasında kendisi ile alakalı yazıyı kaleme aldığımı söyledim; tebessüm etti.
[8] Söz konusu lügatın farklı baskıları vardır. Daru’l-Fikr’den çıkan nüshası 20 cilttir. Bkz. EZ-Zebîdî, Tacu’l-Arûs min Cecahiri’l-Kâmus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 2005, I, XX. Bu ifade, Bediuzzaman Hazretleri için bir noksanlık vesilesi olamayacağı gibi, Tantavi adına da kesinlikle bir üstünlük göstergesi kabul edilemez.
[9] İbn Nüceym, el-Eşbah ve’n-Nezair, Beyrut, 1999, s. 380.
[10] Abdülfettah Ebû Ğudde, el-Ulemau’l-Uzzab, Beyrut, 1999, s. 26.
[11] Bedi’ Yakub, Divanu’l-İmami’ş-Şafii, Beyrut, 2004, s. 63.
[12] Ahzab(33): 4.
.
Reisü’l-Kurra Mehmet Rüştü Aşıkkutlu (1901-1980)
Allah Tealâ “seçkin kulları”(1) vasıtasıyla insanları İslâm’a davet etti, cenneti gösterip müjdeledi, azabı hatırlatıp uyardı. Bu “seçkin kullar” silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) de, peygamber selefleri gibi insanların önüne geçip onlara cennetin ufuklarını gösterdi. Yaşayan ve yaşayacak insanların gözlerine ve gönüllerine hitap eden bir “üsve-i hasene/en güzel örnek” olarak vazifesini kâmil manada ifa etti.
Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) aydınlattığı ufku zaman zaman kara bulutlar kapladı. Fakat en “seçkin kulun” ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren “Kitab’ın vârisi bazı seçkin kullar”(2) , bu kara bulutlar arasından cennete uzanan yolda gerektiğinde canları ve malları pahasına birer kandil oldular. Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanebel (rahimehumullah) gibi ilmiyle âmil imamlar, ilimleri yanında diğergam duruşlarıyla Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve selem)’e vâris, bu ümmete selef olmanın gereğini yerine getirdiler; Saf ve berrak haliyle İslâmî düşüncenin tabii mecrasında akıp gitmesine öncü oldular. Meşşâî ve Batinî hareketlerin zihinleri bulandırdığı bir zamanda mevcut ilmî ve fikrî problemleri çözerek İslamî düşünceyi tasalluttan kurtaran İmam Gazzalî de bu “seçkin kullar” kervanına katıldı. Bu gerçek, kendisine verilen “Huccetü’l-İslam” payesiyle de tevsik edildi.
Dinî değerlerin hayattan tecrit edilmeye çalışıldığı, bu çerçevede İslamî ilimlerle meşgul olanların aşağılandığı bir devirde ise İmam Rabbânî hazretleri zuhur etti. O, “ortada sahipsiz kalan şu şer’î ilimlere sahip çıkın” çağrısı ile müslümanlar üzerinde o derece etkili oldu ki, İslamî ilimleri tahsil etmeye yönelen nesiller, kısa zamanda ilimde yükselmekle kalmayıp kurulu düzenleri İslam’a göre yeniden şekillendirmede de rehberlik görevi yaptılar.
Kısaca, İslâm’a yönelen tehditler hangi noktalarda yoğunlaşmışsa Allah Teâlâ kendi izniyle hayırda yarışan “seçkin kullarını” bu tehditleri etkisiz hale getirip ortadan kaldıracak vasıflarla donatarak herbirine farklı bir hizmet alanı nasip etti.
Bilindiği gibi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren İslamî ilimlerin öğrenimi ve öğretimine karşı takınılan olumsuz tavır, zaman içinde Kur’an’ı öğrenme ve öğretme faaliyetlerine getirilen ciddî kısıtlamalarla o derece dayanılmaz bir hal aldı ki, baskıcı ve dayatmacı icraatlar, milleti çocuklarına Kur’an öğretebilmek için ahırları medrese olarak kullanmaya mecbur etti. “Allah” demenin neredeyse suç sayıldığı, Kur’an-ı Kerim okutanların takiplerle, baskılarla hatta hapislerle yıldırılmak istendiği böyle bir dönemde, millet dinî eğitimden o derece yoksun kaldı ki, insanlar ölen bir yakınını defnedebilmek için “Subhaneke”yi doğru-dürüst okuyabilecek imam bulamaz hale geldi. İşte böyle bir ortamda Allah Tealâ, Of’un Uğurlu (eski ismiyle Çıfaruksa) beldesinde Kur’an-ı Kerim’i bütün kırâat vecihleriyle bilen, okuyan ve bu milletin istekli çocuklarına da öğretip okutan bir âlim kulunu “Kur’an ve ilim hâdimi” seçti, yeniden umutların yeşermesine vesile kıldı.
Kur’an hizmeti için seçilen bu ”nasipli” beldenin bir dağ köyü olması, Allah Resûlü’ne ilk vahyin Hira dağında gelip İslam nurunun bu dağdan dünyayı aydınlatmaya başlaması ile kıyas edildiğinde, hizmete farklı bir anlam kazandırmaktadır. İslamî ilimlerde adeta bir fetretin yaşandığı bu dönemde Uğurlu bir Kur’an-ı Kerîm eğitim-öğretim üssü oldu. Civar bölge ve beldelerden Mekke’ye gelip İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenenler gibi Anadolu’nun muhtelif yerlerinden yola çıkan Kur’an ve ilim aşığı talebeler de Of’un yollarını tuttular, Uğurlu’ya koştular ve merhum üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun rahle-i tedrisinde halka halka oldular, Kur’anî ilimleri tahsil ettiler
İlmî Nesebi
Eğitimde aslolan ilmin müşâfehe yoluyla yani alimlerden bizzat işitilerek alınmasıdır. Aksi takdirde ilim -belki bazı konularda bilgi sahibi olmalarına rağmen- “zarûriyyât-ı diniyye”den habersiz, ilmî emanet ve ehliyetten yoksun insanların elinde oyuncak olur. Böylece yarım hoca diye tabir edilebilecek kimseler, insanların dimağlarına ilim diye cehaleti zerk ederler. Bu nedenle, tıpkı insanların nesebleriyle bilindiği ve neseblerin meşruiyeti “nikah”la korunduğu gibi, ilimde de neseb sistemi vardır ve meşruiyeti “icazet” ile kayıt altına alınır. Bir hocanın muciz (icazet veren) olabilmesi için mücâz (icazet almış) olması gerekir. Hele bu ilmin konusu Kur’an-ı Kerim olursa icazetin önemi daha da artar. Çünkü Kur’an, tilâvetiyle ibadet olunan “vahy-i metlüvv” bir kitaptır ve anlamı bozulacak şekilde okunması ibadeti ifsad eder. Bu ise insanı, yaratılışının gereğini hakkıyla ifa etmekten alıkoyar. Bu nedenle eski âlimlerimiz, “la te’huzi’l-Kur’an min mushafiyyin” (Kur’an’ı kendiliğinden öğrenenlerden almayınız.) buyurmuşlardır.
Haltercemesi Hocamız, 1901 yılında Of’un Uğurlu Beldesinde dünyaya geldi. İlk tahsilini, 40 yıl dönemin Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bünyesinde öğretmen olarak hizmet veren babası Ahmet Cemaleddin Efendi’den yaptı. Hafızlığını köyünde yaptıktan sonra, Arapça ve İslamî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü yine köyünde, yörenin meşhur âlimlerinden Çalıkzade Tahir Efendi (v. 1924), Kâsımzâde Hasan Efendi ve İstanbul Dârulfünûn dersiâmlarından “Çalekli Hacı Dursun Efendi” diye bilinen Dursun Feyzî Güven’den (v. 1977) yaptı. Vârisler arasında mal taksimini ve verâset intikalini konu edinen Ferâiz İlmi’ni Uğurlu’da otuz yıl müderrislik yapan Paçanlı Bakkalzâde İsmail Efendi’den öğrenip icazet aldı. İmtihanla köyündeki Dâru’l-Hilâfe medresesinin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birlikte medreseler lağvedilince, yarıda kalan tahsilini yukarıda mezkür Dursun Efendi’den özel olarak Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid, Kelâm ve Meânî gibi dersleri okuyarak ikmal etti.
Merhum Üstad 1930 yılında İstanbul’a giderek Sirozlu Hacı Hafız Ahmed Şükrü (v. 1932) ve bu zatın “kesik bacaklı” lakabıyla tanınan yeğeni Hafız İsmail Hakkı Bayri (v. 1972) ile Varnalıhocazâde Hafız Ahmed Hamdi hocaefendilerden Aşere-Takrib ve Tayyibe ilimlerini okuyup icazet aldı. 1932 yılında Of’a, köyüne döndü ve Of müftülüğünün şifahi izni ile Kur’an tedrisatına başladı. Bu izin, 1936 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir belgeyle resmiyet kazandı. Bu belgeye dayanılarak açılan Kur’an kursunda talim, tashîh-i hurûf ve mehâric dersleri verdi, çok sayıda hâfız yetiştirdi. Bunlar arasında durumu müsait, istekli ve kabiliyetli olanlara Aşere-Takrib ve Tayyibe dersleri okuttu. Bununla da yetinmeyip Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid gibi “âli” ilimler ile Sarf-Nahiv gibi âlet ilimlerine dair ders halkları oluşturdu. Ayrıca, Ferâiz İlmi’ne derin vukufiyetinden dolayı bu alanda haklı bir şöhret kazandı. Bu durum, özellikle 1950’li yıllarda yapılan müftülük ve vaizlik sınavlarında Ferâiz konusunda çokça soru sorulması sebebiyle bu alanda vazife yapmak isteyen birçok adayın yine onun rahle-i tedrisinden geçmesine vesile oldu.
Diğer taraftan merhum Aşıkkutlu hocamız on yıllarca Of’ta vaaz ve irşad hizmetinde bulundu.1941 yılında Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla atandığı Of vaizliği görevine 1976 yılında bu görevden emekliye ayrılmasına kadar devam etti.
Merhum Aşıkkutlu, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1968 yılında Türkiye’de ilk defa açılan Aşere-Takrib ve Tayyibe İhtisas Kursu’nu kendi gayretleri ve köylüsünün katkılarıyla Uğurlu’da başarıyla gerçekleştirdi. 1974-1975 yıllarında Ankara’da, 1976-1979 yılları arasında İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde açılan benzer ihtisas kurslarında Aşere-Takrîb ve Tayyibe dersleri okuttu. Ömrünün sonuna kadar İslâm ve Kur’an hizmetine devam etmeye azmeden üstadımız, İstanbul-Haseki’deki Kırâat ihtisas kursunda yeni bir dönemin hazırlıkları ile meşgul iken 28 Ağustos 1980 Perşembe günü tedavi maksadıyla Trabzon’dan İstanbul’a götürülürken uçakta rahmet-i rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin.
Merhum Aşıkkutlu, başta Kırâat ilmi olmak üzere -okuttuğu- gerek âlet ilimlerin gerekse âli ilimlerin icâzetini zamanının ehil hocalarından almış “mücâz” bir üstad idi. Bu icazet yetkisine dayanarak sayısı binlerle ifade edilen talebelerinden hak edenlere derecelerine göre kurs diploması veya icâzetnâme vermiştir. Özellikle Kur’an kırâatinde mahir olan bu diplomalı veya icâzetli talebeler, Kur’an okuma ve okutmada ciddî sıkıntı yaşandığı dönemde ve sonrasında tilâvetin hakkını vererek güzel Kur’an okuyan birer “fem-i muhsin” hocalar olarak ülkenin dört bir tarafında sessiz sedasız büyük hizmetler ifa ettiler; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve selem)’den asrımıza kadar devam eden Kur’an kırâatini doğru bir şekilde hafızalara nakşederek günümüze taşıdılar.
İlmî Veraseti
Cenab-ı Hakk “seçtiği kullarını Kitab’a (Kur’an’a) varis kıldı.”(3) Hayırda yarışan bu kullar, ömür boyu Kur’an’a nasıl daha iyi hizmet edebiliriz, mücadelesi içinde oldular. Bunu yaparken de bütün bir insanlığa Kur’an’ı öğretmekle memur kılınan Allah Resulü’nü kılavuz edindiler, O’nun talim ve terbiye usulü neyi, nasıl gerektiriyorsa, onu benimseyip tatbik ettiler.
Hz. Aişe’ye (radıyallahu anha) Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda; “Onun ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuştu. Allah Tealâ’nın Kur’an’a dolayısıyla da Sünnet’e varis kıldığı o ulu hocaların ahlâkının da Kur’an’a uygun olması gerekirdi. Çünkü onlardan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem)’in siretinde “fena” olup ondaki güzel vasıflarda “beka” bulmaları beklenirdi. Merhum Aşıkkutlu hocamızın hayatına bakıldığında da, gerçekten onun Kur’an’la bütünleştiği ve Allah Teala’nın Kur’an’a varis kıldığı kullar arasında olmayı hakettiği görülmektedir. Burada merhum Aşıkkutlu’nun Allah Resulü’nün eğitici ve öğretici vasıflarıyla nasıl bütünleştiğini, bu bütünleşmenin neticesinde ne derece Hz. Peygamber (aleyhisselam)’e varis olmayı hakettiğini 1952 yılından 1960’a kadar yanında kalmış bir talebesi olan Kamil Şenocak Hocaefendi ile ilgili bazı hatıralardan hareketle tesbit etmeye çalışacağız.(4)
Talebeleriyle Münasebeti ve Onlar Üzerindeki Etkisi
Malümdur ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Suffe’deki ilim aşıklarını yakından takip eder, bazen akşam yemeklerinde onları ashab arasında taksim eder, geriye kalanları ise bizzat kendisi alıp evine götürürdü.
Benzer bir durum Uğurlu’da da vardı. Çünkü Merhum Üstad’ın talebeyle münasebeti bu sünnete muvafıktı. Köyde yatakhanesi, yemekhanesi olan düzenli bir kurs yoktu. Zaten o yıllarda böyle bir kurs tesis etmeye ne şartlar ne de imkanlar müsaitti. Fakat bu durum öğrenciler için çok da önemli değildi. Çünkü Üstad’ın onlara karşı yakın alâkası, sıkıntılarıyla bizzat ilgilenmesi, uzaktan gelenlerin memleket hasretini onlarla şakalaşarak gidermesi öğrencilerin zor şartlarda rahat etmelerini temin ederdi.
Hocaefendi, okumaya gelen talebelere, barınmaları için öncelikle kendi evini açardı. Öğrenci sayısı fazla olduğundan ev yeterli olmaz, gelenlerin önemli bir kısmı köydeki boş ev ve odalarda veya durumu müsait olan ailelerin yanlarında kalırlardı. Hocaefendi imkanı nisbetinde buralardaki talebelerin iaşe ve ibatesine bizzat yardımcı olurdu. Evinde ekmek ve yemek pişirir, talebeye meccanen ikram ederdi.
1940’lı yıllarda yaşanan kıtlık döneminde, ekmek yapmak için un bulmak güç hale gelince millet, mısırı koçanı ile birlikte öğütür öyle ekmek yapardı. Hocaefendi bu zor şartlar altında bile ekmeğini talebeleriyle paylaşmaktan asla kaçınmazdı.
Bu kıtlık zamanında bir gün bir talebe medreseye bir kilometre kadar uzaklıkta bulunan Hocaefendi’nin evine ekmek almak için gider. Ekmeği alıp evden çıkarken mahalle sakinlerinden birisi kapıdan içeri girer ve Hocaefendi’ye; “Hocaefendi! Kendi köyünün çocukları aç dururken bu ekmeği öğrencilere nasıl verirsin.” der. Bunun üzerine Hocaefendi, hanımı Ayşe Anne’ye çuvalda kalan unu gelen kişiye vermesini söyler. Fakat hanımı, kıtlık sebebiyle bu emri yerine getirmede isteksiz davranır. Hocaefendi ikinci defa çuvaldaki unu vermesini söyler. Bunun üzerine Ayşe Anne Hocaefendi’nin talebini yerine getirir. Köylü aldığı unla evden ayrılmamıştı ki, kapıdan içeriye elinde zarf olan birisi girer. Hocaefendi zarfı açar bakar ki, köye bir saat kadar mesafedeki Taşhanpazarı nahiyesinden bir esnaf, şu notu göndermiştir: “Hocaefendi, Bafra’dan zati alinize bir çuval un geldi.
Yed-i emin birisini gönderin de çuvalı gelsin alsın.” Hocaefendi bu kez hanımına döner ve “Eğer o unu verirken zorlanmasaydın, belki de iki çuval un gelecekti” der. İşte Allah (azze ve celle), merhum hocamızın Kur’an’a ve İslâm’a hizmetteki ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Of’un dağında Kur’anî ilimler tahsil eden talebeleri yemeksiz, ekmeksiz bırakmadı. Zor şartlarda Kur’an okuyanları koruyup, muhtaç oldukları aşı-ekmeği çeşitli vesilelerle onlara ihsan etti.
Merhum üstadımızın öğrencileri, ondan gördükleri bu sıcak ilgi ve sevgiden dolayı, olumsuz bir durum sebebiyle Hocaefendi’nin huzuruna çıkmaktan büyük hicap duyar ve şiddetle kaçınırdı. Öyle ki, oyun oynarken bile onunla karşı karşıya gelmeyi mahcubiyet sebebi sayar, bu nedenle oyun mahalline onun gelişini haber vermek üzere nöbetçi dikerlerdi. O ise, öğrencilerin yaşları veya öğrencilik gereği yaptıkları hata ve yaramazlıkları anlayışla karşılardı. Bununla birlikte talebeler içinde zaman zaman çok tembellik yapıp dersini ihmal eden veya ciddî yaramazlıklar yapanları ikaz ederdi. Uyarılan öğrenciler aynı şeyleri tekrar yapınca yine ikazda bulunur, bütün bunlara rağmen talebe tembellik ve yaramazlıkta ısrar ederse, asla onu dövmez, fakat ona, “Sen memleketine dön; sana bu kadar okumak yeter. Ailenin işlerine yardım edersin veya baban seni başka bir mesleğe versin. Senin yerine de başka bir öğrenci alalım.” derdi. Mecbur edildiğinde ise sözlü hafif azarlamalarla yetinirdi. Bu tür ikazlar öğrenci için dayaktan çok daha tesirli olurdu. Öğrenciyi geri gönderirken dahi ona lütufkâr davranır; böylece onun içinde hocasının şahsında hocalara, dolayısıyla da dine karşı oluşabilecek muhtemel kin ve nefretin önüne geçerdi.
Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve Anlaşılmasına Verdiği Önem
Hocaefendi dersle ilgilenirken adeta dünyadan kopar, bütün dikkatini ilme verirdi. Gün boyu okutmakla meşgul olduğu Kur’an, gece rüyalarına da girerdi. Bazen onunla aynı odayı paylaşan Kamil Hocaefendi, Üstad’ın Kur’an’la olan münasebetine dair şu hatırasını anlatır: “Hocamız gündüz talim üzere okuttuğu ayetleri bazen rüyasında derste okuttuğu gibi okurdu. Mesela bir gece rüyasında ‘Hicr Sûresi’nden on beş ayet tilâvet etmişti. Sabah olunca kendisine ‘Hocam! Gece falanca sûreyi okuyordunuz’ dediğimde, mütevazi bir şekilde ‘İnsan gündüz ne ile meşgul olursa, gece rüyasında da onunla uğraşır.’ demişti.”
İlginçtir ki, merhum Aşıkkutlu’nun bu rüyada okuduğu sahifedeki bir ayette, Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”
Kur’an’ın 114 sûre içinden Hicr sûresinin 9. ayetinin okunmasının herhalde bir anlamı vardı. Adeta Üstad Merhum rüyadaki bu tilavetiyle, “acaba bu sıkıntılı günler aşılır mı?” diyen talebelerine, Kur’an’ın Allah Azze ve Celle’nin koruması altında olduğunu ve ezelden ebede kadar korunaklı muhkem bir kale gibi ayakta kalacağını ve sığınanları dalâletten koruyacağını haykırıyordu.
Aşıkkutlu merhum, Kur’an-ı Kerîm’in doğru okunmasına olduğu gibi, anlaşılmasına da ziyadesiyle önem verirdi. Aşere-Takrib ve Tayyibe tedrisinin yanı sıra, diğer İslamî dersleri de okuturdu. Kur’an’ı okuyup anlama konusunda derin bir vukûfiyete sahipti. İmam-Hatiplik görevini yürüttüğü Uğurlu Merkez Camii’nde, adeti olduğu üzere Cuma günleri Cuma namazından önce hafızlara aşr-ı şerifler okutur, en son okuyan talebenin tilavet ettiği ayetleri hiçbir esere bakmadan tefsir eder, onlardan hareketle cemaate va’z u nasihatte bulunurdu.
Bir hac yolculuğunda Mekke’de şöyle bir hadise vuku bulur: Hocaefendi, talebeleri Kamil Şenocak ve Mustafa Kılıç Hocalarla birlikte, Kırâat ilmine dair “İthâf” adlı bir kitabı almak için bir kitapçıya girer. Kitapçıya hangi amaçla geldiklerini söylediğinde adam şöyle der: “Aradığınız kitab bizde mevcuttur; fiyatı ise 50 riyaldir. Yalnız siz Türkler’e hayret ettiğimi bildirmek isterim. Gelen-giden kırâat kitabı soruyor. Kur’an’ın tilâvetiyle uğraştığınız kadar niçin tefsiriyle meşgul olmuyorsunuz?”
Hocaefendi gayet vakur bir şekilde:
– Efendim! Biz tefsir de okuruz.
– O halde açacağım bir sahifeyi tefsir edin de göreyim. Hem tefsir etmede muvaffak olursanız kitapları size 30 riyalden vereceğim.
– Peki, aç bakalım.
Dükkan sahibinin açtığı yer Âl-i İmran Sûresi’nin ikinci sahifesidir. Muhterem üstad “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum…”(6) diye başlayan sahifeyi okuyup ortasına kadar tefsir eder. Hem öyle ki, tefsir ettiği her kelimede birkaç mesele izah eder.
Şaşkınlığını gizleyemeyen kitapçı:
“Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Üçünüzün kitaplarını da otuzar riyale indirdim. Fakat yanınızdaki talebeleriniz de tefsir edebilirlerse fiyatı daha da indireceğim.” der. Bunun üzerine Kamil Efendi, “zuyyine linnâsi…” diye başlayan ayeti tefsir eder. Kitapçı, fiyatı 20 riyale indirir. Mustafa Efendi de son ayeti izah edince adam kitapları 10 riyale düşürür. Böylece Hocaefendi ve talebeleri kitapları onar riyal ödeyerek satın alırlar.
Sabır ve Tahammülü
Merhum Üstad, sakin ve sabırlı bir mizaca sahipti. Öğrencilere karşı gösterdiği sabır ve tahammülü başkalarından da esirgemezdi. Ders esnasında yanına gelip oturan, hatta bazen yatan köylülere hoşgörü ile muamele eder, onların olur olmaz, yerli yersiz itirazlarına kızmadan, sabırla karşılık verirdi.
Hocaefendi, kitap bitirme esasına dayalı olan medrese usûlüne göre ders verir, malüm kitapları sırasına göre okuturdu. Bir gün, bu eserler arasında önemli bir yere sahip olan Birgivî’nin İzhar isimli nahiv kitabından “Zeydun kaimun/Zeyd ayaktadır.” örnek cümlesi çerçevesinde mübteda ve haber bahsini anlatırken, zaman zaman yanında oturan ve bu örneği ezberleyen bir köylü, “Yahu hocam, bu Zeyd hep ayakta mı durur, hiç oturmaz mı” deyince, merhum üstad, “Evet efendi; bizim Zeyd bu meselede hep ayakta durarak vazife görür.” der.(7)
Yine merhum Hoceafendi, Haseki’de Kırâat dersi okuttuğu yıllarda bir gün Fatih’te İsmailağa Camii’ne, talebesi Muhterem Mahmut Efendi’yi ziyarete gider. Şadırvanda rastladığı bir derviş, Hocaefendi’ye, sakalın fazileti ve nasıl olması gerektiğinden bahseder, sakalının kısa olması hasebiyle de onu azarlar. Hocaefendi bu cahil dervişe kızmak şöyle dursun onu tasdik eder mahiyette, “Efendi doğru söylüyorsun, sakal dediğin gibi olmalıdır” der. Sonra bu derviş camiye girer ve Muhterem Mahmut Efendi’nin ders halkasına oturur. Bir müddet sonra merhum üstadın geldiği Mahmut Efendi’ye haber verilir, hemen ayağa kalkar, büyük bir hürmetle hocasını karşılar, elini öper ve oturduğu yeri ona takdim eder. Bu duruma hayretle şahit olan derviş, Mahmut Efendi’nin karşıladığı, elini öpüp yer verdiği kişinin şadırvanda azarladığı şahıs olduğunu anlayınca utancından ne yapacağını bilemez. Namazdan sonra Hocaefendi’nin yanına yakalaşır, elini öper ve kendisini affetmesini istirham eder. Merhum üstad bir baba şefkatiyle, “Efendi, söyledikleriniz doğru idi; sakalım uzun olsa daha iyi olurdu.” diye mukabelede bulur.
Hakkında Talebelerinin Şehadeti
Merhum Aşıkkutlu hocamız, Peygamber ahlâkını hayatına hakim kılan bir ilim adamıydı. Ömrü boyunca, zor şartlar altında yılmadan, yıkılmadan Kur’an-ı Kerîm hizmetine devam etti; Allah Teala’nın kitabına varis oldu ve varis olacak binlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerin her biri, onun nasıl bir alim olduğunun şahididir. Onların hizmet ve himmeti üstadın kadr ü kıymetine ve manevi makamına işaret etmektedir.
Onun İslâm ve Kur’an uğruna yaptığı hizmetlerin önemine dikkat çeken muhterem Mahmud Efendi, hakkında şunları söylemektedir: “Biz ona öğrenci olmakla şereflendiğimizde hafızdık, ama Kur’an-ı Kerîm nasıl okunur, doğru dürüst bilmiyorduk. O yetişinceye kadar birçok hafız, “ve in yesteğîsû yuğâsû”yü “ve in yesteğîşû yuğâşû” diye, yani “peltek se” harfini “şin” olarak okurdu. Hafızlar, Kur’an-ı Kerîm’i bihakkın doğru okumayı ondan öğrendi. Onun üzerimizde büyük emeği vardır.”
Muhterem Mahmud Efendi devamla şöyle demektedir: “Vefatından sonra bir gece onu rüyamda gördüm, başında büyük bir sarık, üzerinde Osmanlı cübbesi vardı. Bu durum beni ziyadesiyle memnun etmişti. Merhum Hocam, bu kıyafetiyle alakalı olarak, ‘Kur’an-ı Kerîm’e yaptığımız hizmetten dolayı Allah Teâlâ ahirette de bize bu sarığı hediye etti. Burada sarıkla dolaşacaksın, kimse karışamaz.’ dedi.”
Bir Müşâhade
Merhum Üstad’la altı defa hacca giden Kamil Efendi, hacıların hizmeti dışında kalan zamanlarda üstadla birlikte olmaya gayret ederdi. Böyle bir esnada Hocaefendi, Kamil Efendi’ye beraber tavaf etmek istediğini söyler. Tavaf mahalline inerler ve birlikte tavaf ederler. Hocaefendi’nin bir kolunda rahatsızlık olduğundan dolayı tek başına Haceru’l-Esved’e gitmekte güçlük çeker, bir talebesi ile birlikte orayı ziyaret ederdi. Kamil Efendi Haceru’l-Esved’e doğru üstada yol açmak isterken bir de ne görsün, Haceru’l-Esved’e üç-dört metre kala önleri açılmış, diğer taraflarda ise izdiham devam etmektedir. Üstad yaklaşıp Haceru’l-Esved’i öper, ardından tekrar bölge eski kalabalık haline döner.(8)
Vefatı
Üstad, 1980 yılının 28 Ağustos Perşembe günü Hakk’a yürüdüğünde, geride Ehl-i Kur’an ve ilim sahibi binlerce talebe bırakmıştı. 31 Ağustos Pazar günü Of/Uğurlu’daki cenaze merasimine eski başbakanlardan muhterem Necmeddin Erbakan gibi dönemin önemli bazı siyasetçileri de dahil olmak üzere, Türkiye’nin her yanından akın eden on binlerce kişi iştirak etti. Cenaze namazını talebesi muhterem Mahmut Efendi kıldırdı. Cenazesi yarım asır civarında görev yaptığı Uğurlu Merkez/Büyük Camii avlusuna defnedildi. Allah Tealâ kabrini Kur’an’ın nuruyla pürnûr, mekânını cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.
Dipnotlar:
1: Neml (27), 59
2: Fâtır (35), 32
3: Fatır (35 ): 32
4: Yazıya katkıda bulunan Merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni Emin Aşıkkutlu Bey’e teşekkür ederiz.
5: Kur’an, Hicr(15): 9.
6: Âl-i İmran (3): 10-15.
7: Erbabına malumdur ki, bir mesele anlatılırken verilen örnekler genelde aynı ya da birbirine yakın olur ki, bu örnekler kolay ezberlensin, böylece anlatılan mesele rahat anlaşılsın.
8: Benzer durum, başka talebeleri tarafından da müşahede edilmiştir.