kanunlar manzumesi”dir. Temelinde ise Peygamber (s.a.v.) vardır.
kafir”ler ve dâhildeki “münafık”lar, sürekli bir şekilde Peygamberimizi (s.a.v.) tartışılır hâle getirmek için çabalıyorlar. Muvaffakiyetlerinin namümkün olduğunun bilinçsizliğiyle hareket ediyorlar. Anlamıyor, anlayamıyor ve anlamamakta ısrar ediyorlar. Mümkünatı olmaz, olamaz!.. Çünkü Nur-ı İlahinin ipi incelse de kopmaz, ziyası azalsa da asla sönmez…
HADİS VE MEZHEPLERİ REDDEDERLER!..
Geçtiğimiz günlerde bir dost meclisinde, “Kur’an Müslümanlığını nasıl yorumluyorsunuz?” şeklinde bir sualle karşılaşmıştım. Verdiğim cevaptan önce kısa bir açıklama yapayım: Literatürde farklı şekillerde kullanılan Kur’an Müslümanlığı, daha çok “Kur’ancılık”, “Kur’aniyyun” ve “Kur’anizim” şeklinde tabîr edilir. Bu düşünce yapısına sahip kişiler, İslam’ın tek kaynağını, Kur’an-ı Kerim olarak kabul edip “hadis” ile “mezhep”leri reddederler.
Düşünsenize, vahyin ilk talîm edildiği ve ders verildiği Hazret-i Muhammed'i (s.a.v.) devre dışı bırakan; Kur’an ve hadis ile meşguliyeti hayatlarının tek gayesi bilen, anlayan ve algılayan başta İmam-ı Azam Ebu Hanîfe, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbelî ve İmam-ı Malikî olmak üzere; tüm müçtehitleri yok sayan bir zihniyet ve inancın adı Kur’an Müslümanlığı olmuş! Vâ esefâ!..
Kur’an-ı Kerim’e soralım…” dedim. Devamla; “Evet, madem batıl inanç sahibi olan bu kişiler, Kur’an-ı Kerim’i nazara vererek haşa peygamberlik müessesesini, bahusus Peygamberimizi (s.a.v.) devre dışı bırakmaya çalışıyorlar; biz dahî Peygamberimizi (s.a.v.) ve peygamberlik müessesesini, Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederek izah etmeliyiz. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hakk’tan gelip, 'hak' diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur…” diye de ekledim.
CEVABI KUR’AN-I KERİM’DE!..
O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve ‘peygamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz.’ derler ve böylece imanla küfür arasında orta bir yol tutmak isterler. İşte bunlar, gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirler için rüsvay edici bir azab hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiçbiri arasında fark gözetmeyen kimselere gelince, işte bunların Allah, kıyamette mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Nisâ Sûresi / 150-151-152) şeklinde buyuruyor.
Kur’an Müslümanlığı”nın adı, her ne kadar masum (!) görünse de inanç cihetinde batıl olduklarını ve iltizam-ı küfür cihetiyle peygamberi kabul etmemenin, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmanın ve iman ile küfür arasında bir yol bulmanın “tehlikeli” bir yol olduğunu Nisa Sûresi’nin 150-151-152’nci ayetleri açık bir şekilde ifade etmektedir.
Aynı soruya, Nisâ Sûresi’nin 59’uncu âyet-i kerimesinde de cevap buluyoruz: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Sonra bir şey hakkında çekiştiniz mi, hemen onu Allah’a ve Resûlüne arz ediniz; eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız...”
Evet Allah’a itaat etmenin ve onun rızasını kazanmanın tek ve yekta çaresi, Peygamberimize (s.a.v.) itaat etmektir. Çünkü Allah (c.c.) kendisine nasıl itaat etmesi lazım geldiğini, O'na (s.a.v.) talim etmiştir. O’nu (s.a.v.) dinlemeyenlerin akıbeti; gadaba uğrayan Yahudiler ve dalâlette kalan Hristiyanlarla aynıdır.
ALLAH’A MUHABBETİN SAĞLAMASI PEYGAMBERE İTAATTİR!..
Âl-i Îmran Sûresi’nin 31’inci ayet-i kerimesinde, yine bu konu hakkında şöyle buyuruluyor: “(Resûlüm), şöyle de: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’”
Allah’a muhabbetin sağlaması”, Peygamberimize (s.a.v.) itaattir. O’nu kabul etmeyen, O’na itaat etmeyen ve O’nu dinlemeyen mefhum-ı muhalifiyle, “Allah’a âsî olup isyan edendir.” Feteemmel!..
Hülasa: Bu konuyla ilgili pek çok ayet-i kerime bulunuyor. “Kur’an Müslümanlığı” iddiasında bulunanlar, Kur’an-ı Kerim’e muhalif hezeyancılardır. “Kur’an yeter..” derler, sonrasında da bu fikirlerini kabul ettirmek için, yüzlerce kitap neşrederler. Bu konuda Peygamberlere değil de kendilerine ittiba edilmesini isterler. İşte bunlar, bu asrın “Müseylime-i Kezzap”larıdır…
.XXXXXXXXXXXXXXXXXX
Haşa! 'Allah var mı?..'
İnsan “düşünen” ve “düşünce yetisi”ni kullanmakla mükellef bir mahluktur.
Doğruyu, eğriden ayırıp; gerçeği, hayalden öte tutabilir. Mesela, bir şeyin varlığını ispat etmek çok kolay ve yokluğuna ikna zor olduğu halde; hem de varlığını ispat edecek çokça delil bulunmasına rağmen, en ufak bir itiraz o kişiyi şüpheye düşürüyorsa bunun sebebi, aslında o kişinin düşündüğünü zannettiği halde düşünememesidir.
Konuyu şöyle bir misalle açıklayalım:
Sual: Allah var mı?
Cevap: Var!
Sual: Allah’ın varlığına delil nedir?
Cevap: Kitap ve Sünnet…
Sual: Kitap ve Sünnet nasıl bir delil ortaya koyuyor?
Cevap: Her şeyin Allah’ın varlığına bakan cihetini izah etmekle…
Sual: Biraz açabilir miyiz?
Cevap: Elbette!
Kur’an-ı Kerim, manen der ki; “Şu âlemde gördüğünüz her bir ziyafet, rızıklandıran bir Rezzak’a; teşhir edilen her bir sanat, kendini tanıttırmak isteyen bir Sanatkâr’a; asker gibi istihdam edilen her bir canlı, onları terbiye eden bir Kumandan’a; sinema levhası gibi dikkatinizi çeken her değişiklik, o işi bilen bir Senarist’e ve anlam yüklediğiniz her bir fen, hikmet-amiz bir Kâtibe işaret etmekle birlikte varlığını ispat eder….”
“Hem yeryüzü etrafında hem bizzat nefislerinde ayetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceğiz ki, nihayet Peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet / 53)
Evet, bu kadar delilin rağmına embesil bir kişinin ortaya attığı bir şüphe, bazılarının inancını sarsıyorsa burada bir mantık hatası vardır…
“DECCAL AMERİKA”NIN SONU YAKLAŞIYOR!..
Kur’an-ı Kerim’in işareti ve Hadis-i Şeriflerin açık beyanıyla “Deccal” olduğu ayyuka çıkan Amerika, Afganistan’da kestaneyi çizdirince şamar oğlanına dönüştü. Girdiği savaşta ensesinden bir tokat yiyerek Rusya-Ukrayna Savaşı’nda da istediğini alamadı. Şimdilerde, Fransa’nın da desteğiyle Ermenistan üzerinden Rusya’ya ayar vermeye çalışıyor. Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nda “had” bildirilen Paşinyan ise bunu kendi için fırsat (!) biliyor.
Hülasa: Şaşırmış merkebin kar yemesi gibi Deccaliyetin temsilcisi Amerika, kendi sonunu hazırlayacak hamleler (!) yapmaya devam ediyor.
DAHA NE OLSUN?.. TAŞ DA YAĞDI!..
Geçtiğimiz haftalarda Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan’ın, “Olmaz olmaz deme…” şeklinde naklettiği bir atasözü vardı. Bu sözü anlamayanlar, anlam yüklemek istemeyenler veya bu sözü anlamsız bulanlar da oldu.
Bu konudan kat-ı nazar, Kahramanmaraş merkezli depremlerden sonra depremzede bazı kişilerin “Bunca musibetten sonra daha ne olacak, başımıza taş mı yağacak?” sorusunun en güzel cevabı “Olmaz olmaz deme…” cümlesidir. “Ne mi oldu?”, başımıza meteor düştü. Demek “Olmaz olmaz…” dememek lazımmış…
ARİF OLAN ANLAR:
Kişi hakkında hüsnüzan ve suizan eşit dengede olmadığı zaman, realiteyi arama! Zira; hayal dünyasında var (!) olan, ortadaki soyutluk abidesidir. Hakikat-i halde ise, böyle bir kişi yoktur. Hayalperestlerin kulakları çınlasın…
Selam ve dua ile
Fiemanillah
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
'Sıfır'ın gücü!..
Müellif Bediüzzaman Said-i Nursi, “İhlasın sırrı, sırrı adediyettir” diyor. Müşarih Mehmet Doğan (Molla Muhammed) ise, bu konuyu şu şekilde delillendiriyor: “Kırk sahabi, kırk senede, kırk devleti mağlup etmiştir.”
Evet, “Hakikat-ı Muhammedi” veya “Veresiyeyi nübüvvet” dediğimiz “Tevhid ehli”nin yanında, yani “bir rakamı”nın hemen dibinde “sıfır olmak”, bu işin tek ve yekta çaresidir. O zaman bir rakamının yanındaki sıfır on, ikinci sıfır yüz, üçüncü sıfır da diğer sıfırlarla birlikte bin kıymetini alır.
Şimdi düşünsenize, kırk tane kendisini sıfır mesabesinde gören ashabı kiramın ve risalet-i Muhammedi (a.s.m) yanında oluşturdukları hesap rakamlarına sığmayan harikulade birlikteliği…
Buna günümüz literatüründe “sinerji”; tasavvufta ise “sırrı tefânî” denilir. Yani bu işin sırrı; “bir olmak”, “birlik olmak” ve “tek ruh olmak”tır. Bu da demek oluyor ki; Tevhidi imani, tevhidi kulubu iktiza eder!
Birin yanında “birlik davası”nda olanlar ve “ayrılık-gayrılık” iddiasında bulunanlar; “ihtilaf”ın, “nifak”ın, “şikak”ın, “kin” ve “adavet”in müsebbibidir…
“DESİNLER” DİYE YAŞAYIP ÖLMEK!..
Hayatının merkezinde “ben”lik olduktan sonra; sen, sana “secde” ettikten sonra, insanların sana “teveccüh” ve “iltifat”la “tapmaları”nı arzuladıktan sonra; Allah’ın, senden razı olmasını beklemen mümkün müdür?
Peygamberimiz (a.s.m) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder.
Cenâb-ı Hakk:
"Peki, bunlara karşılık ne yaptın?" buyurur.
"Şehit düşünceye kadar senin uğrunda cihad ettim." diye cevap verir.
"Yalan söylüyorsun. Sen, ‘Babayiğit adam.‘ desinler diye savaştın, o da denildi." buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.
"Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur‘an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder.” Ona da:
"Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?" diye sorar.
"İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızan için Kur'an okudum." cevabını verir.
"Yalan söylüyorsun. Sen ‘Âlim’ desinler diye ilim öğrendin, ‘Ne güzel okuyor’ desinler diye Kur'an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi." buyurur. Sonra emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır."
"(Daha sonra) Allah'ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder."
"Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?" buyurur.
"Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece senin rızanı kazanmak için verdim, harcadım." der.
"Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ‘Ne cömert adam’ desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi." buyurur. Emrolunur bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre 152)
AHMAK OLMAMAK İÇİN!..
Geçtiğimiz günlerde, bir arkadaşın masasında, Newton’un Sarkacı vardı. İsmi yabancı gelse de bir çoğumuz bu aleti görmüştür. Üzerinde altı adet metal topun bulunduğu bu alette, toplardan birini hareket ettirince, her biri diğerini harekete geçirir. Bu aletin çalışmasını görünce kafamda şöyle bir düşünce oluştu:
-“Bu işi sebep yaptı” diyen adam, diğer topların hareketinin sebebi olarak “ilk topu” gösterir.
-“Bu işi tabiat yaptı” diyen adam ise, “Hayır topun çekilmesi neticesinde oluşan itme ve çarpma kuvveti, bu topların hareketini oluşturmuştur” der.
-“Bu iş kendi kendine oluştu” diyen adam da işin ne olduğunu dahi kavrayamamış bir “ahmak”tır.
-“Allah ise buyuruyor ki”; “Bu işi ben yaptım. Ben her şeyi yaratanım. Ve her şeyin vekiliyim. Zira semavat ve arzın anahtarı benim yanımdadır…” (Zümer 62-63)
AYRIŞMA!..
Âlemde sanki “mümeyyiz” ismi tecelli ediyor ve her şey bir diğerinden ayrılıyor. İnsanların insanlıktan ayrılması, ailelerin birdenbire dağılması, devletlerin teker teker parçalanması, bende bu kanaati oluşturuyor…
İTİ, İTE KIRDIRIYOR!..
93 Harbi’nin hemen ardından yaşanan, birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla, yeryüzü “kana bulanmış”tı. Körfez harbiyle birlikte, Âlem-i İslam’a kan kusturan Rusya, Amerika, Fransa ve İngiltere; bu defa da Afrika üzerinden birbirine düştü. Ne diyeyim, Allah, iti ite kırdırıyor. Bu gelişmeler, âlem-i insaniyet ile İslamiyet’in lehine olur inşallah…
ARİF OLAN ANLAR:
Kıymet verdiklerinizin, kıymetsiz olduğunu gördüğünüzde kendinize kızın. Zira, kıymeti veren sizsiniz…
Selam ve dua ile
Fiemanillah
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
Sağanak şeklinde gelen musibetlerden sığınabileceğimiz tek liman!..
Allah’ın yarattığı her şey mutlaka bir “hikmet” ve “maslahat”a dayanır.
Lakin yaratılan şey, zahiren “musibet” ise o musibetin “neden”ini, “sebeb”ini ve gerçek irade sahibinin “murad”ını anlamak veya anlamaya çalışmak; “zi-akıl olmanın” gereğidir.
Zaten akıl, bunun için verilmemiş midir?
“Salgın”lar, “deprem”ler, “yangın”lar, “kuraklık”lar ve “toplu ölüm”ler gibi musibetlerin, üzerimize sağanak gibi yağdığı bir dönemden geçiyoruz. Musibete düçar olmuş Müslümanların ve helak olan kafirlerin kıssalarını okuduğumuz Ayet-i Kerimeler ve hadisi şeriflerde, tahlil ve tetkik ettiğimiz siyer ve tefsirlerde, tasvir etmekte zorlanıyor; “o kadar da değil!” diye nefsimizin dessasâne bir itirazıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Peki ya şimdi?..
İsterseniz aldatıcı nefsimize soralım…
-Hiç bu kadar geniş alanı kapsayan ve aynı günde birkaç defa şiddetli bir şekilde on bir ilimizi sarsarak altını üstüne getiren böylesine şiddetli bir deprem gördün mü?
-İnsanı insandan uzaklaştıran, yıllarca kendi evinde hapsettiren ve musibete uğrayana, en yakın dostunun dahi cüzzamlı muamele yaptığı bir pandemiye şahit oldun mu?
- Devletlerin ayrıştığı, harp ateşinin her tarafa sıçradığı, milletlerin yok olmayla karşı karşıya kaldığı olağanüstü bir kaos ortamına denk geldin mi?
Bu sorular karşısında nefsimiz, istemeden de olsa “Hayır” diyor ve “Allah” dememek için süslü cümleler kurmak istiyor. Gördüğü, şahit olduğu ve denk geldiği bunca olumsuzlukları tercüme edecek bir neden arıyor. “Fay hattı” diyor, “Covid-19” diyor, “Biden veya Putin” diyor ama asla “Allah” demiyor.
Halbuki Allah, “Zümer sûresi”nde, her şeyin “yaratıcı”sı ve “vekil”i olduğunu; her şeyin anahtarının yanında bulunduğunu açık bir şekilde ifade ettiği halde bu küfrün, bu inkârın, bu dalaletin ve bu gafletin sebebi nedir?
Kur’ân-ı Kerîm’de “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (Bakara, 155-157) buyurulur.
UMUMİ MUSİBETLER, EKSERİYETİN HATASINDAN ORTAYA ÇIKAR
Bu münazarada sıkışan, kızan ve çaresiz kalan nefis, kendini ıslahtan ziyade ifsat ederek “Ama Celal Şengör, ama Naci Görür, ama Dünya Sağlık Örgütü, ama savaş uzmanları, ama, ama…” diyerek zırvalamaya başlıyor.
Behey “cahil”, “gafil”, “alil” ve “zelil” nefsim, umumi musibetler ekseriyetin hatasından ortaya çıkar. Bundan dolayı ekser insanlar, topluca tevbe ve istiğfar etmeli ki bela ve musibetler ortadan kalksın.
BİLHASSA GENÇLERİN TAKVASI, TOPLUMU KURTARMAYA SEBEPTİR
Mamafih, umumi musibet karşısında Müslümanlar olarak namazı ikame etmeli, fakir-fukara, garip-gureba, yetim-öksüz gibi Allah’ın indinde makbul insanları gözetip sadaka ve benzeri teberruatla (bağış), Rahmet-i İlahiye’nin celbine çalışmalıdır. Ve bilhassa gençlerimizin takva sahibi olması için gerekli ikazlar yapılmalıdır.
“Eğer takva sahibi gençler, beli bükülmüş yaşlılar, süt emen çocuklar, yayılan hayvanlar olmasaydı belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” (Taberani, el-Evsat, 7/134)”
Demek musibetin sebebi ve def’i, yukarıdaki pasajda saklı…
Selam ve dua ile
Fiemanillah
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
FETÖ, ‘Allah’ın Nuru’nu söndüremedi!..
FETÖ denilen ihanet çetesinin melanetlerini yıllardır yazar, çizerim. Ülkemizin başındaki FETÖ belasının hangi yollara tevessül ettiğini anlatmaya çalışırım. Söz konusu ihanet şebekesinin başındaki zatın, “Allah’ın nurunu söndürme çabasındaki” bir şarlatan olduğunun altını çizer dururum.
İnsanımızın hayatını zehir etmeyi sürdürüyorlar
Daldıkları “tatlı hülyadan” korkuyla uyandıkları 15 Temmuz günü, ihanetlerinin bedelini ödemeye başlayan FETÖ’cü hainler, halen o “tatlı hülyalarını” gerçekleştirecekleri günü bekliyor. O ümitle kendini gizleyen kriptolar da birer ikişer ele geçiriliyor. Devletin kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş böcekler ise boş durmayıp insanımızın hayatını zehir etmenin başka yollarına bakıyor. Kimi sosyal medya denilen çöplükten kimisi de devletin içinde gizlendiği yerden besleniyor.
Kendilerini “seçkinler topluluğu” olarak görüyorlar
FETÖ denilen belanın temelleri 40 yıl önce atılmıştı. Bu 40 yıllık ihanet sürecinin ilk dergisi olan Sızıntı önemli bir mesaj veriyordu. Sızıntı, bir derginin adından çok, FETÖ yönteminin adıydı. Sadece millete, devlete ve kurumlara değil, inanç değerlerine ve genç kuşakların zihinlerine de sızma hareketi yapıldı. Kendisinin, beşerüstü bir ilahi kudretle ilişki içerisinde olduğunu gösteren FETÖ elebaşı; bağlılarının ve sempatizanlarının zihinlerine sızmanın yolunu bulmuştu. Allah, peygamber, melekler ve tarihteki büyük şahsiyetlerle sürekli bir irtibat halinde olduğu izlenimi veren bu şarlatan, bağlılarını bağımlı hale getiriyor, onların gönüllerini ve zihinlerini teslim alıyordu. Kendisine bağlı olan insanlardan müteşekkil cemaati, bir seçkinler topluluğu olarak gösteriyordu. Ona göre; “Cemaati, Allah tarafından seçilmiş ve kurtuluşa erecek bir topluluk”tu. Dini duyguları sömürerek semiren bu sülük zihniyet, inancımızı, örfümüzü ve âdetlerimizi esir almıştı.
Telifini engelleyemeyip manasını bozmaya çalıştılar
1971’den bugüne birden çok nesli yok eden; Kitap ve Sünnete muhalif FETÖ ihanetinin ilk hedefi, Risale-i Nur Külliyatı’ydı. Çünkü Risale-i Nur, şu milletin kendi öz diliyle yazılmış ve Kur’an’ın; her bir ayetinin mucize olduğunu ispat etmekle kalmamış, her bir ahkâmının beşerin saadeti için olmazsa olmazlığını ispat etmişti. Bunun içindir ki “Telifini” engelleyemedikleri Kur’an tefsirinin “manasını” bozmayı denediler. “Risale-i Nursuz bir Nurculuk” denilen akım, bu plandan sonra ortaya çıktı.
Bediüzzaman’ın vefatından sonra, Risale-i Nur’un gerçek varisi olan Hacı Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Hoca Sabri ve Mehmet Fevzi gibi birçok erkân ve esas talebeleri dışlandı. Tecrübesi az, yaşı küçük, ilimden bihaber bazı kişiler ise satın alındı. Satın almaktan imtina edilenler ise kandırıldı. Hücumat-ı Sitte Risalesi’ndeki şeytanın altı desisesinde boğulmuş, ihlas sırrından bihaber bu kişiler, sırf “şöhret” ve “maddi menfaat” elde etmek için bu sinsi plana göz yumdu. Zaten bunlarla mücadele edecek ilmî bir altyapıları da yoktu. Şöhret ve maddi menfaat sebebiyle düne kadar FETÖ liderinden “sitayişle” bahsediyorlardı. Bir kısım “aldanmış” siyasetçi, “aldatılmış” vatandaş, “nemalanan” cemaat ve tarikat liderleri de bu akıma katıldı. Öyle ki “Deizm” denilen dinsizlik hareketine dikkat çeken bir kısım mealciler, FETÖ elebaşını aleni bir şekilde desteklediler. (Sadece bir misali görmek isteyenler; Mustafa İslamoğlu ve Fethullah Gülen isimlerini internetten yan yana aratıp ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayabilirler.)
“Allah” kelimesiyle kandırıp fasit tevilleriyle insanları aldatarak altyapısını güçlendiren FETÖ’ye verilen cevaplara iki güzel örnek vermek isterim. Biri Rumuzul Kur’an, diğeri de Keşf’ül Envar Külliyatları’dır. Bu iki güzide eserin müellifi Molla Muhammed Doğan’a ve onun gibi mücadele erlerine selam olsun.
Fiemanillah…
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
FETÖ’nün Risale-i Nur’u sadeleştirmesine kim mani oldu?
Risale-i Nur, Türkçe yazılmış bir eser olduğu halde, alanıyla ilgili kullandığı bazı “terminoloji”lerden dolayı; “ilimde rüsuh sahibi” olmayan kişiler tarafından, anlaşılması zor bir eserdir. Bu zorluk, sadece Risale-i Nurlara ait bir özellik değildir. Çünkü bu alanın kendine has “ıstılahi bazı tabirleri” bulunmaktadır. “Akademi”lerde de, bu gibi tabirlerle karşılaşmak mümkündür!
Bu konunun farkında olduğu halde; “mürekkep yalamamış” söz sahibi (!) bazı kişiler, konu gündeme geldiğinde, “Risale-i Nur eserlerinin sadeleştirilmesi”ne şiddetle karşı çıkmışlardı. (El-hak bu abd-i aciz dahi, bu eserlerin sadeleştirilmesini kabul etmemekle birlikte, böyle bir muameleyi eser müellifine haksızlık olarak görmektedir. Ancak sadeleştirmek ayrı, şerh etmek ise bütün bütün ayrıdır. Fe teemmel!)
Söz konusu sert çıkışlara bir “anlam veremeyen” bir kısım zevatın ise, bu eserlerin sadeleştirilmesi için verdiği mücadeleyi (!), tarih kaydetmiştir. Bunlardan birisi de esere ilgi duyan kişiler tarafından malum olan, Mustafa Karaman’dır.
Esasen, sadeleştirme olayına şiddetle karşı çıkan yayınevlerine baktığımızda, başta Envar Neşriyat olmak üzere, bir çok yayınevi; başka dillere “tercüme” adı altında, bilinçsiz bir şekilde, aynı “cinayeti” işlemektedir. Zira, “bir eserin motamot çevirisi”; asla mümkün değildir. Tercüme denilen şey; Müellife ait olmayan bir eseri, müellifin kendi eseriymiş gibi, sözde mütercimin kendi anlayışına (!) uygun bir şekilde, müellifin adıyla piyasaya sunmasıdır ki, bu da “cahilane bir çalışma”dır…
Zira, her bir cümlesinin Kur’ân, Hadis, Tefsir, Usul-i Fıkıh, Usul-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedi, Beyan, Meani, Belâgat, Mantık ve Münazara gibi ilimlere muvafık olarak kurulmuş bir eserin tercümesi, hiç mümkün olabilir mi?
Peki, “Bu durumda ne yapmalı?”
“Mezkur ilimlerde mütehassıs olmayanların, kendi öz dilleriyle yazılan Kur’an tefsirinden mahrum kalmamaları, mümkün müdür?”
Ardından da “Müellifin bu hususta herhangi bir tavsiyesi olmuş mudur?” diye sorulan suallere, şu şekilde cevap verilebilir:
Evet, Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursi; eserin doğru anlaşılması adına, “yanlış yollara tevessül” edilmemesi için, kendinden sonra gelecek “ilim ehli”ni, Barla Lahikası isimli eserinde, şöyle bir vazife ile tavzif etmiştir:
“Bu dürûs-i Kur’âniyyenin dâiresi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazífeleri, ulûm-i îmâniyye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve îzáhlarıdır veyâ tanzímleridir.”
“Zannederim ki, hakáik-ı áliyye-i îmâniyyeyi tamâmıyla Risâle-i Nûr ihâta etmiş, başka yerlerde aramaya lüzûm yok. Yalnız ba‘zan îzáh ve tafsíle muhtâc kalmış. Onun için vazífem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazífeniz devâm ediyor. Ve inşallah vazífeniz şerh ve îzáhla ve tekmîl ve tahşiye ile ve neşr ve ta‘lîm ile, belki ‘Yirmi Beşinci’ ve ‘Otuz İkinci Mektûb’ları te’lîf ile ve ‘Dokuzuncu Şuá’ın ‘Dokuz Makám’ını tekmîl ile ve Risâle-i Nûr’u tanzím ve tertîb ve tefsîr ve tashîh ile devâm edecek.”
Üstad Bediüzzaman (ra), mezkur cümlelerinde, Risâle-i Nûr’un şerh, izah, tekmil, tahşiye, neşr ve talimine “ihtiyaç olduğu”nu izah etmiştir. Müellifin (ra) bu ifâdeleri, Risâle-i Nûr eserlerinin her bir meselesinin tam anlaşılmadığını gösteriyor. Bu da demek oluyor ki; eserlerinin anlaşılabilmesi için “şerh ve izaha ihtiyaç var”dır.
Evet, Risâle-i Nûr’da öyle mühim ve müşkil meseleler vardır ki, en mühim bir alim dahi, senelerce uğraşsa, yine de tam manasıyla halledemez. Risâle-i Nûr’un birinci talebesi ve birinci muhatabı olan ve “zahiri ve bâtınî ilimler”i ikmâl eden Hacı Hulusi Bey; “Allah kabul etsin! Elli sene Risâle-i Nûr üzerinde ter döktük. Buna rağmen Risâle-i Nûr’u tam manasıyla anlayamadım.” dediği hâlde; bir kimsenin emek vermeden, ter dökmeden, ilim ve hikmet sahibi olmadan, ulûm-i zahiriye ve batıniyyeyi tahsil etmeden, Risâle-i Nûr’un her bir meselesini anlayabilmesi mümkün müdür? El-hak Risale i Nur eserlerinden herkes kabiliyeti nisbetinde, elbette istifade eder. Hatta çocuklar dahi dersini alır. Lakin
Hacı Hulusi Bey‘in bu sözleri delalet eder ki; Risâle-i Nûr zordur, herkes her bir meselesini kendi kendine anlayamaz.
Bu tetkikattan sonra, “Tahşiye kumpasının ne için yapıldığını…” bir önceki yazımda detaylı bir şekilde yazmıştım. Mezkur yazımda zikretmeyip, ayrı bir bahis açmak üzere; belki de en önemli bir mesele ve en önemli bir detay, FETÖ terör örgütü liderinin; Risale-i Nur Külliyatı’nın “aslını tahrif etmek”, “manasını bozmak” ve “Risale-i Nursuz bir Nurculuk ortaya çıkartmak” için çevirdiği “sinsi plan”ı, Müellif Mehmet Doğan’ın telif ettiği Keşfü'l-Envar ve Rumuzu’l-Kur’an Külliyatı isimli eseriyle bozmasıdır. Evet bu külliyatlar, Kur’ân, Hadis, Tefsir, Usul-i Fıkıh, Usul-i Kelâm, Tasavvuf, Arabca, Bedi, Beyan, Meani, Belâgat, Mantık ve Münazara gibi ilimler çerçevesinde, Üstad Bediüzzaman’ın cümle kurgusunu bozmayarak, “cümlenin aslının hemen altına”, şerh ve izah yaparak, “eseri doğru anlama yolunu ümmete göstermiştir…”.
İşte Molla Muhammed Doğan’a, terör örgütü lideri Fethullah Gülen’in hınç ve gadabının (!) en önemli sebeplerinden birisi de budur…
Selam ve dua ile…
Fiemanillah...
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
FETÖ kumpasının deşifresi 'ikazname'de!..
"Bir örgütü güçlü kılan; fikrî altyapısıdır. Eğer o örgütü ayakta tutan fikrin aksi ispat edilirse; o örgüt çökmeye mecburdur…” şeklinde bir tespitim olmuştu.
Adem (a.s)’dan günümüze kadar, bütün “kavgaların” merkezinde bu husus vardır. Kimisi yanlış da olsa, kendilerini var eden fikrin “meşruiyetini” ispat etmek için mücadele (!) eder. Kimi ise; Hak ve hakikat namına, bâtıl bütün fikirleri reddeder.
Ülkemizin başına bela olan FETÖ de “Allah’la kandırıp”, fasit tevilleriyle insanları aldatmış ve altyapısını güçlendirmiştir. Kur’an hadimi ve Risale-i Nur’un Şakirdi olan Molla Muhammed Doğan (Mehmet Doğan), Rumuzul Kur’an ve Keşf’ül Envar Külliyatlarındaki “tespit”, “tetkik”, “terkip” ve “analiz”leriyle, FETÖ’nün temelini oluşturan fikri (!) alt yapıyı “ilmen yıkmış” ve de “bi-iznillah galip gelmiş”tir.
Dikkat edildiğinde, ehl-i imanı “Allah’la kandırıp” zehirleyen FETÖ elebaşı Fethullah Gülen’in yaptığı bütün tahribatı, Müfessir Molla Muhammed Doğan, Allah’ın muradı olan; Kitap, sünnet, icma ve kıyasla konuları ilmen ispat edip ortaya atılan dehşetli fitneyi “ıslah etmiş”tir.
El-hak, Molla Muhammed’in mücadelesinin mahiyeti, FETÖ’nün “yılan misali akıttığı zehre” karşı, Kur’an-ı Kerim’in manası olan; hadis, icma ve kıyastan süzülen “panzehir”dir. Bu mücadele, ifsat edilmiş toplumu, ıslah etme gayretidir.
Tahşiye Yayınevi’nde neşredilen eserler sayesinde, ilmen mağlubiyet paniği yaşayan terör örgütü elebaşı Fethullah Gülen’in hırçın tavırlarıyla geride bıraktığı “kumpas izleri”ni, rötarlı da olsa, devletimiz 2014’te tespit etmiş, faillerini dikkat ve teenniyle enselemiştir.
Mezkur konuyu Molla Lütfi Karadağ, geçtiğimiz günlerde neşrettiği; Abdulhak Akpolat, Reşit Karakaya ve Ferhat Zencir’inde imzalayarak nurmend.com adlı sitede yayımladığı “İkaz-name” isimli yazıda, Müellif Muhammed Doğan’ın mücadelesi, kronolojik olarak tafsilli bir şekilde anlatılmıştır. Söz konusu mücadeledeki birkaç hususa dikkat çekmek isterim:
Fethullah Gülen, “Haşr-i Cismani yoktur” inancını, alem-i İslâm içinde yaymaya çalışırken; Molla Mohammed Doğan neşrettiği 10. Söz ve şerhi başta olmak üzere; 29. Söz ve şerhi, Yasin ve Rahman Suresi tefsirleriyle bu batıl inancı “izale etmiş”tir.
Keza; Peygamber (a.s.m)’ın “risaletinin umumiyeti”ni inkâr fikrini İslâm aleminde yerleştirmek isteyen terör örgütü, Molla Muhammed Doğan’ın bir çok eseriyle birlikte, İkinci İşaret ve şerhi isimli eserin “engeline takılmış”tır.
Hakeza; “Tesettür füruat meselesidir…” diyerek, bu hükmün ahkâm olduğunu inkâr eden terör örgütü elebaşı; bu ahkâmı ispat eden Tesettür Risalesi ve şerhi karşısında “aciz kalmış”tır.
Hem, henüz “esaret” ve “zillet” altında bulunan alem-i İslâm-ı, “hoşgörü” ve “dinlerarası diyalog” propagandasıyla uyutmaya çalışan terör örgütünün rağmına, yazılan Mir’at-ül Cihad isimli eser; tek kurtuluşun ve çarenin; “devlet eliyle cihad” olduğu şuurunu “ortaya çıkartmış”tır.
Mamafih, ehl-i dalalet ve tuğyanın; “Eser sahibini çürüterek, eseri çürütme …” adet ve metoduna binaen, elde ettikleri bazı “zımbırtı”larla; müellif aleyhinde çeşitli propaganda yaptırarak; hâlâ bâtıl inanç ve fikirlerini İslâm aleminde neşretme cü’retini taşımaktadırlar. Bilmiyorlar ki; Allah ehl-i dalâlet ve tuğyanın rağmına nurunu tamamlayacak; dünya ve ahirette de içerideki münafıklar dahil, hepsini rezil ve rüsva edecektir.
El-hasıl: Keşf-ül Envar ve Ru’muz-ul Kur’an Külliyatı müellifine görülen “revanın” aynısı, Risale-i Nur Külliyatı müellifi Bediüzzaman Said Nursi hazretlerine de yapılmış, öyle ki; yazdığı eserler karşısında aciz kalan gizli zındıka komitesi, elde ettikleri adamlarına “Said hizmetçisine rakı aldırdı…” dedirtecek kadar da alçalmışlardı.
İşte o alçaklar ve o alçakların uzantıları; her türlü, hile, hud’a ve iftiraya kabiliyeti olan uzmanlardır…
Selam ve dua ile…
Fiemanillah
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
“FETÖ’nün mankurtları” boş durmuyor!..
“Pensilvanya’daki Soytarı”, yüzlerce insanımızın kanının aktığı 15 Temmuz ihanetinden yedi sene evvel de, masum insanları hedef almıştı. “Medya”, “emniyet” ve “yargı”daki mankurtlarını kullanarak, başta müellif Mehmet Doğan olmak üzere; birçok insanı, silahlı terör örgütü mensubuymuş gibi göstererek, büyük bir zulme imza atmıştı. Manipülatif bir operasyonla, tutsak edilen masumlar aylarca zulüm görmüştü. Medya, emniyet ve yargıdaki FETÖ’cülerin “Tahşiye Soruşturması” diye adlandırdıkları kumpas, ülkemizin gündemini bir hayli meşgul etmişti.
“Pensilvanya’daki soytarı”nın ülkemize iade edilmesi için hazırlanan dosyalarda, “15 Temmuz ihaneti” ilk sıradaysa, ikinci sırada da “Tahşiye Kumpası” vardır.
Birçok delil olmasına rağmen, sırf bu ikisi bile “iade” için yeterlidir. Çünkü her iki delil de direkt olarak ülkemizin “bekasını” tehdit eden bir terör örgütünü ve onun başındaki kişiyi göstermektedir.
Tahşiye Mağdurları arasındaki müellif Mehmet Doğan’ın yazdığı eserler ve arkadaşlarının faaliyetleri, FETÖ’yü “güçlü kılan” ve “meşru gösteren” ne kadar “materyal” varsa, hepsini “çürüten” ve “yok eden” bir ehemmiyete sahiptir.
Pensilvanya’daki şahsın bir soytarı olduğunu en güzel şekilde ortaya koyan bu ilmi eserler sebebiyle, FETÖ elemanları, o günlerde harekete geçmişti. 15 Temmuz ihanetine “Tiyatro” diyerek ortak olanlar, son bir kaç senedir, “Tahşiye kumpası davası”nı “sulandırmaya” ve “manipüle” etmeye çalışmaktadır.
“FETÖ’nün mankurtları” öylesine bir yapıya sahiptir ki; mağdur ettikleri kişilerle aynı hapishaneye girmeyi göze almış, hatta aynı koğuşlarda kalarak; mazlumların cezaevindeki yaşantılarını, “Pensilvanya’daki Soytarı”ya rapor etmişlerdir. Keza FETÖ, öylesine devlet içinde devlet olmuş ki, “Terör örgütü” diye itham ettikleri kişilerden, sözde örgütün en sadık (!) iki numaralı adamını, “elektrik kesintisi”ni bahane ederek; mahkûmiyetten muaf tutmuşlardır. Hakeza yine bu insanların içine sızan sözde alim (!) ve hoca (!) kılıklı adamlar da, müellif ile birlikte hareket eden kişileri dizayn etmeye çalışmışlardır…
Yahudilik ve Hristiyanlığı “Hak din” olarak lanse eden, ayetle sabit olan tesettüre “Füruat” diyen, devlet eliyle yapılan “Cihad”ı inkar eden, Risalet-i Muhammedi (a.s.m)’ın “umumiyetini” kabul etmeyen ve risalet müessesini “İmanın erkânı”ndan saymayan Fethullah Gülen’e tek bir “söz etmeyenler”in, “Tahşiye kumpası” mağduru Mehmet Doğan’a “yapmadıkları hakaret kalmadı”. Halbuki Mehmet Doğan, FETÖ’cülerin mezkur inkarlarını yazdığı eserlerle “ilmen çürütmüş”, bu “dinsiz hareket”in “can damarını kesmiş” ve tekrar dirilmeyecek bir surette “Kur’an’ın i’cazıyla parça parça etmiştir”.
Mehmet Doğan’a hücum edenler, fikren FETÖ’yle iltisakı bulunan ve beyinlerini “Pensilvanya’daki soytarı”ya teslim etmiş alıklardır.
İlmen mağlup edemedikleri Mehmet Doğan’ı, “türlü bahanelerle mağdur etme gayretine girişenler”, kendisinin, “malını”, “mülkünü” ve “evlatlarının ticaretini”; “manipülatif oyunlarla” olumsuz göstermeye çalışmaktadır.
Üstad Bediüzzaman hazretleri, başta “26. Lem’anın On Beşinci Ricası” olmak üzere, “Mektubat” isimli eserinde, “kerametkarane” bir şekilde, bu “münafık”lardan şu şekilde bahsetmiştir: “Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. "İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar…
Selam ve dua ile…
Fiemanillah
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
İşgalin “kilidi” Hişam Kabbani!
Devletin “asli” ve önemli vazifelerinden biri de Müslümanların “dini” ihtiyacını gidermektir.
Devlet tarafından bu ihtiyacın “giderilmesine” ve de “zinde” tutulmasına, İslam hukukunda “Şeair-i İslamiye” denir. Devlet bu vazifeyi “deruhte” etmediği zaman, “merdiven altı” diyebileceğimiz bazı “müesseselerin” bu işi “üstlenmesi” kaçınılmazdır. Devletin “kontrolü” dışında gelişen bu oluşumlar, “paralel” yapıları “netice” vermektedir.
Burada kastedilen şey, “cemaat” değildir. Elbette müminlerin “cemaati” olur. Mesela her “caminin” bir “cemaati” vardır. Hiçbir cami cemaati, kendisini umum ümmetten “ayrı” tutarak; “alt” veya “üst” “kimlik” edinmez. Belki her cami “cemaati” gibi, ezandaki daveti “esas” alır ve diğer Müslüman kardeşleriyle birlikte, aynı kıbleye “müteveccih” olarak; “kıyam”, “rüku” ve “secde” yapar. Zaten cemaat; “tefrikaya” düşmemiş “topluluk” anlamına gelmektedir. Cemaat; birlik ve beraberliklerini muhafaza eden, “müttefik” ve “mütesanid” insanlardır.
Mamafih, müminlerin tek bir cemaati vardır. O da Muhammed-i Arabi (a.s.m) tarafından, 1444 sene evvel kurulmuş “muazzam” cemaattir. Evet, biz Kâlû Belâ’dan bu yana bu Cem’iyyet-i Muhammedî’ye dâhiliz. Toplanma merkezlerimiz câmiler, mescidler, Ka’be-i Muazzama ve Cebel-i Arafat’tır. Câmi ve mescidlerimizde bütün mümin kardeşlerimizle sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında günde beş defa; cuma namazlarında haftada bir; ve bayram namazlarında yılda ikişer defa omuz omuza ibadet ederiz. Senede bir defa da mümin kardeşler olarak Ka’be-i Muazzama’da umumi kongremizi yapar, Cebel-i Arafat’ta vakfeye dururuz.
Burada “kastettiğimiz” ve “tehlikeli” diye “tasnif” ettiğimiz husus, “Cemaatçilik” adı altında oluşan “yapılanmalardır”. Günümüzde “cemaatçilik” “örgütçülük” haline gelmiştir. 15 Temmuz darbe girişimi, bunun en “bariz” delilidir. Burada sıkıntılı olan husus, bir adama “bağlanmak”, onu da mutlak bir surette “taklit” etmektir. Bunun sebebi de o adamın şahsına “kutsiyet” vermekten geçmektedir. “Kutuptur, gavstır, böyle bir makamdadır…” diyerek onun “yanında” olmaktır. Böyle olduğunu “var” sayarak o şahsın etrafında toplanan ümmet, gittikçe bölünmektedir. O kişi de, bu vesileyle güç elde ettiği için neticede paralel bir “yapı” ortaya çıkmaktadır. Çünkü ümmet, o şahsa davet ediliyor ve o şahsın etrafında kümeleniyor. Bu işin “son” evresi budur. Bunu kesmek, devletimizin “bekası” için “lazım” ve “elzemdir”.
Konuyu, sadece Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) üzerinden değerlendirmek, “eksik” olur. Çünkü FETÖ bir “sebep” değil “sonuçtur”. Bunu doğuran sebepleri ortadan “kaldırmak” lazımdır. Sivrisineği öldürmekle bu işin “mücadelesi” olmaz ve de eksik kalır. Mücadele, ancak “bataklığı” kurutmakla mümkündür. Bu “handikap” Türkiye’de “cemaatçiliğin” yapısından gelen bir yanlışın neticesidir.
Peki, bununla mücadele etmenin yolu nedir?
Elimizde bir “mucize” vardır. O mucize ise “Kur’an”dır. Kur’an ve onun ilk tefsiri olan Hadis ana dava yapılmayınca, yani doğrudan doğruya Kur'an ve Hadis ders verilmeyince; bu sefer onun yerine, ona vekâlet eden müesseseler çıkmaya başlıyor. Böylece Kur’an ve Hadis dolaylı oluyor. O müesseseler, kendi “mesleklerini” gösteriyorlar. Kur’an’ı ise kendileri için “kullanıyorlar”. Bu da paralel ve neo-paralel yapıları netice veriyor. İşte bu girdaptan kurtulmanın tek yolu, doğrudan doğruya; Kur’an’ın “ders” vermesinden geçiyor.
Eğer Kur’an ve Hadis dersi verilirse, diğer dersler bu hakikat karşısında; kar tanesi gibi erir. Kur’an’a bakınca “Demek bu ders, Kur’an’ın dersidir…” diyerek; “üstadının”, “hocasının”, “şeyhinin” anlattığı dersin, Kur’an’dan alındığını “anlayacak” ve nazarını doğrudan doğruya mehazdaki “kutsiyete” çevirecektir. Böyle olunca “ayna” gibi Kur’an “görünecek” ve o kişi ümmetten “ayrışmayacak”. Kur’an ana dava olunca, “Sen bu mesleği nereden alıyorsun?” diyecek ve onu “görmeye” çalışacak. Demek Kur’an’ı göstermek “esas” olunca “taklidin” önü kapanır. O zaman bütün “fitne” kendi kendine hallolur.
Devletin bugünkü “konjonktürde” cemaatleri ve medreseleri “denetlemesi”, “mümkün” olmayabilir. Lakin bir malın müşterisi olmazsa satılmaz. Bu nedenle devletin kendi kurumları olan “ilahiyat fakültelerinde”, “imam hatip liselerinde” ve “Kur’an kurslarında” doğrudan doğruya Kur’an ve Hadis dersi vermesi mümkündür. Böylelikle, halk bilinçlendirilerek; bu şekilde “arz” ve “talep” oluşturulur. Akabinde ise, devlet tarafından oluşturulan “kamuoyuyla”, bütün cemaatlere doğrudan doğruya Kur’an ve Hadisi ders vermeleri için, “telkin” ve “teşvik” yapılabilir.
Dikkat edildiğinde, yakın zamanda, Irak (Saddam Hüseyin’in “devrilmesi” olayında), Mısır, Pakistan ve Libya’da, son olarak da ülkemizde FETÖ yapılanması kullanılarak, yapılan “darbe” girişiminde bulunulmuştur. Merkezinde “şahıs” olan, Kur’an ve Hadisten “uzak” “sufizm” hareketi, bütün devletler için “tehlike” arz etmektedir. Zaten dünya çapında ekser cemaat rüesasının “başı” konumunda bulunan ve şu anda Amerika’da yaşayan ve her ay mutat olarak Beyaz Saray’da Amerikalı yetkililerle toplantı yapan, Muhammed Hişam Kabbani “Eğer Amerika işgal ettiği topraklarda, başarıya ulaşmak istiyorsa, sufilerle çalışmalıdır…” şeklindeki sözü, bu husustaki “tezimi” ispat eder niteliktedir.
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
28 Şubat zihniyeti, bugün de zinde! -II
Milli iradeye yapılan darbeden (28 Şubat) 2002’ye kadar geçen sürede, hepsi koalisyon olmak üzere üç hükümet kuruldu. Her birinin kuruluşu ise yine CHP zihniyetinin tezahürü niteliğindeydi. 28 Şubatçıların, çocukların Kur’an kurslarına gitmesini engellemek için ortaya attığı sekiz yıllık kesintisiz eğitim modelini, siyasi yaşamına mal olsa da çıkaracağını söyleyen Mesut Yılmaz’ı gördük o dönemde. 28 Şubat, sadece başörtülü ve sakallı Müslüman’a vurulan darbe olmakla değil, eğitime yapılan en büyük ihanet olarak da tarihteki yerini aldı. Dindarların önünü kesmek için ortaya çıkarılan ve İmam Hatiplileri katsayı zulmüne boğan o zihniyet, sadece İmam Hatiplileri değil, diğer meslek lisesi mezunlarını da mağdur etti. Sırf dindarların önünü kesmek için ortaya atılan katsayı zulmü, toplumun büyük bir kesimini de hayattan kesip atmıştı. Kısacası; yüz binlerce gencin yükseköğrenim hakkı elinden alındı.
30 MİLYAR 183 MİLYON DOLAR BUHARLAŞTI
O dönemde algı operasyonları başarılı olmuş, sürecin bütün faturası da mağdurlara kesilmişti. Gayrı safi milli hasılanın üçte biri buharlaştı. Onlarca banka batırılıp milyarlarca dolar zarar milletin sırtına yüklendi. 2000 ve 2001’de iki ayrı ekonomik kriz yaşandı. Bülent Ecevit hükümetlerinin başta olduğu o dönemde, gecelik faizler yüzde 7 bin 500’lere ulaşırken 21 banka battı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisi yüzde 9,5 küçüldü. Batan veya batırılan bankaların devlete maliyeti, faizsiz olarak hesaplandığında 30 milyar 183 milyon doları buluyordu. (TMSF'nin 2009 yılındaki resmi açıklamasına göre)
ONLARA GÖRE; MİLLET, GÜDÜLMESİ GEREKEN BİR SÜRÜDÜR
CHP zihniyeti iktidar olamadığı her an, iktidar olmanın yollarını “iktidara gidebilecek her yol mübahtır” anlayışıyla arar. CHP zihniyetine göre bu toprakların asli unsuru kendileridir. Dindarlarla mücadeleyi kendine görev sayan zihniyete göre; geçmişten günümüze, millet yanlış kararlar veriyor. CHP’lilere göre; Adnan Menderes’i seçerek, Turgut Özal’ı liderliğe taşıyarak, Recep Tayyip Erdoğan’ı benimseyerek iktidara getiren millet, iradesi olmayan ve sürekli güdülmesi gereken bir koyun sürüsüydü.
GENÇLERİN ÜZERİNDE ALGI OLUŞTURMAYA ÇALIŞIYORLAR
Şimdi önümüzde yine bir seçim var. Bu seçimde de aynı zihniyet, bir türlü kabullenemediği milli iradeye karşı algı operasyonlarına başlamış durumda. Bu operasyonların büyük bir çoğunluğunu da genç nüfus üzerinden yapma gayretindeler. Çünkü “Gençler, CHP’nin evvelini bilmez, araştırmaz ve algıyı yutar” diye düşünüyorlar. Gençlerin, araştırdığını, sorguladığını ve gerçekleri gördüğünü bilmek istemeyen CHP Zihniyeti, Sabahattin Ali’yi, Nazım Hikmet’i ve daha nicelerini gömüp milletle birlikte ağıtlar yakmıştır.
CAHİL HALK, SEÇMEYİ BİLMEZ
CHP zihniyetine göre halk cahildir. Hiçbir şeyden anlamaz. İradesi yoktur. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemez. Böyle bir milleti, sürü gibi gütmek, yönetmek gerekir. “Değiştik” diyen CHP zihniyetinin sözlerinin de bir palavradan ibaret olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Selam ve dua ile…
YazarMurat Çetin- Mesaj Gönder
28 Şubat zihniyeti, bugün de zinde!..
Vatandaş olarak, partilerin vaatlerini sıraladığı bugünlerde, artıları-eksileri tartmaya gayret gösteriyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi tarihimizi de bilmemiz gerekiyor. Eski sistemi geri getireceğini söyleyen muhalefetle ilgili, çekincelerimi aktarmak isterim. Allayıp-pullayıp önümüze koydukları eskiye(!) şöyle bir bakalım… Yakın tarihi az-çok merak edip okuyanlar, CHP’nin millî iradeye saygısının olmadığını gayet iyi bilir. CHP bir siyasi parti değil, bir zihniyetin adıdır. CHP zihniyeti, dünden bugüne, bütün darbelerin müsebbibi ve baş mihmandarı olmuştur. İsmet İnönü döneminde durum böyledir, Bülent Ecevit döneminde de hiç bir fark yoktur. Bugünkü Kemal Kılıçdaroğlu’nun da temsil ettiği zihniyete göre; Millet, verdiği kararlarda hep yanılgıya düşen, düşünemeyen ve hatta güdülmesi gereken bir sürüden farksızdır.
DEĞİL HÜKÜMETTE, MECLİS’TE BİLE OLMAMALIYDI!..
Bu sözlerime itiraz edecekler elbette çıkacaktır. Sözlerimin doğruluğunun en basit örneği ise 28 Şubat Dönemi ve sonrasında yaşananlardır. Ülkemiz için büyük kayıplara ve acılara sebep olan o dönemin başlangıcı nasıldı bir hatırlayalım: 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi, yüzde 21.38 oy oranıyla 158 milletvekilliği kazanmıştı. Normal şartlarda, seçimlerde birinci olan partinin genel başkanı, hükümeti kurmakla görevlendirilir, koalisyon gerekiyorsa da hükümeti kurmakla görevli olan genel başkan, çalışmalarına başlardı. Malum zihniyete göre, Refah Partisi değil iktidarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde dahi olmamalıydı.
CHP ZİHNİYETİNİN ÜRÜNÜ, 28 ŞUBAT…
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile Doğruyol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller’in kurduğu koalisyon hükümeti, istifaya zorlandı. 12 Mart, 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün aksine, asker yönetime bizzat el koymamış, medya üzerinden bir savaş vermişti. Askerlerin yönetimi zorla ele almaması, onun yerine zorla başkasına verilmesini sağlaması sebebiyle, 28 Şubat’a post-modern darbe adı verildi. Balans ayarı diye adlandırdıkları darbe, millet iradesine vurulmuştu. Halkın yanlış karar verdiği, düşünme yetisini geliştiremediği ve güdülmesi gerektiği anlayışının tezahürü olan 28 Şubat’ta, bir koalisyon vardı. İşadamı, medya ve askerlerden oluşan üçlü koalisyon, korku senaryoları üretmiş ve yürütülen tanklarla hükümeti yıkmıştı. Refah Partisi kapatılmış, yöneticilerine de siyasi yasak getirilmişti. Necmettin Erbakan'ın Başbakanlığında kurulan REFAHYOL koalisyon hükümeti, dönemin komutanları ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in verdiği destekle iktidardan indirildi. Darbe sürecinde her türlü yayın organını ele geçiren ve kendi isteğine göre yayın yaptıran darbeciler, gazete manşetlerine de el atmış, irtica hortladı ve şeriat gelecek yaygaralarının yapılmasını sağlamıştı.
Milletin oylarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giren ve hükümeti kurmayı hak eden bir parti, bir yandan siyasi arenada, bir yandan medyada diğer bir yandan da ekonomik sahada mağlup ettirilmeye çalışıldı. Sonuç olarak 28 Şubat denilen bir mengenede sıkılarak posası çıkartıldı.
Yorum yazarak Diriliş Postası Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Diriliş Postası hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Diriliş Postası editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Diriliş Postası değil haberi geçen ajanstır.