Dinde Reformcuların atalarından Muhammed Abduh
Dinde reformda Abduh Ekolü`nün rolü!..
İslam âlemindeki dinde reform hareketleri hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki ülkelerde …
Merhum Mehmet Oruç
Sık sık; dinde reform, dinde yenilik, dinde güncelleme, dinde değişiklik yapılmak istendiğinden bahsediyoruz. Bu düşünceyi İslam dünyasına yayan Muhammed Abduh ve onun ekolüdür. Bunun için bu ekolü ve fikirlerini ve perde arkasında kimlerin bulunduğunu iyi bilmemiz lazımdır…
Avrupalı İslam karşıtları, asırlardır güç kullananak yaptıkları mücadelede istedikleri neticeyi alamayınca mücadele metotlarında değişikliğe gitmeye karar verdiler. Asırlardır Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan, Ehl-i sünnet mezheplere ve âlimlere ve bunların kitaplarına itimadın devam etmesi halinde İslama bir zarar veremeyeceklerini anlamışlardı.
KALE İÇERİDEN FETHEDİLİYOR
Bunun için öncelikleri Ehl-i sünnet âlimlerinin koyduğu esasları yıkmakla işe başladılar. Bu yıkım işini de ancak Müslümanların içinden birileri yapabileceği için, içeriden adam ayartmaya, satın almaya ve Müslüman kılığında kendi casuslarını yetiştirmeye yöneldiler. Bu işin öncülüğünü yapan da İngilizlerdi.
İslam âlemindeki dinde reform hareketleri hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki ülkelerde filizlenmiştir. Bu hareketin belli başlı öncüleri Afganistan`da Cemâleddin Efganî(1839-1897); Mısır`da Muhammed Abduh(1849-1905) ile Reşîd Rızâ(1865-1935); Hindistan`da Sir Seyyid Ahmed Han(1817-1898), Şiblî Nûmânî(1857-1914) Pakistan`da Muhammed İkbâl(1877-1938) olmuştur.
Bu zararlı, yıkıcı akımın yayılmasında en etkili olan Muhammed Abduh`tur. Hocası, üstadı olan Cemaleddin Efgani ile Paris`te ve daha sonra Beyrut`ta Urvetu`l-Vüska adlı dergiyi çıkarttılar. Derginin, İslam dünyasında Arap milliyetçiliği fikirlerinin uyandırılmasında, Osmanlıdan ayrılmalarında büyük tesiri oldu.
Daha sonra Abduh, reformcu fikirlerinden dolayı İngilizlerin desteği ile Mısır Baş Müftülüğü`ne atandı. Mısır Baş Müftüsü olarak edindiği etkin konum sayesinde dinde reform fikirlerini sadece Mısır`da değil, tüm İslam dünyasına yaydı.
Bütün bunlar, kendi gayretiyle değil dış desteklerle olmuştur. Beyrut mason locası başkanı Hannâ Ebî Râşid 1961`de yayınladığı (Dâire-tül-me`ârif-ül-masoniyye) kitabında bu desteği şöyle ifade etmektedir: “Cemâleddîn-i Efgânî, Mısırda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üç yüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk ruhunu Arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez.
ETKİ ALANI GENİŞ…
Abduh Ekolü`nün fikirleri bütün İslam ülkelerini etkisi altına almıştı. Çünkü, her türlü propaganda ve istismar yolu kullanıldığı için bilerek veya bilmeyerek çok kimse bu fikirlere büyük ilgi gösterdi. H. Mehmet İmamoğlu, “İslam Modernizminin Öncüleri ve Kur`an Yorumları adlı makalesinde her kesimde görülen bu ilgiyi şöyle ifade ediyor: Efgani`nin fikirleri, Muhammed Abduh vasıtasıyla İslam dünyasında yayılmıştır. Batıcı, Türkçü, İslamcı olarak farklı ideolojilere mensup birçok Osmanlı münevveri onun sohbet ve yazılarından, ya doğrudan yahut da dolaylı olarak faydalanmış ve etkilenmişlerdir. Bazı Yeni Osmanlılar, Jön-Türkler, M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçüler, Mehmet Akif gibi `İslamcılar.` Abdullah Cevdet gibi dinsizler, Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi değişimci/yenilikçi şahıslar bunlar arasındadır. Mesela Cemâleddin Efgani hakkında eski başbakanlardan Şemseddin Günaltay, `Şeyh, Peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona itiraz edenler Ebu Cehil kadar lânete müstehaktır` demiştir.
Listeye; Mevdudi, S.Kutup, Hamidullah ve Fazlurranman`ı da ilave etmezsek, bunlara haksızlık etmiş oluruz.
Bugün Abduh Ekolü değişik fikir akımlarına mensup hemen bütün Türkiye aydınlarını tesiri altına almıştır. Dini yayınlarda bu fikirlere geniş yer verilmektedir. Yarın da, Abduh Ekolü`nün belli başlı fikirlerini ele almak istiyorum.
.
MASON ABDUH VE HEZEYANLARI
Muhammed Abduh miladi 1849 yılında Mısırda doğdu ve 1905’de orada öldü. O dönemde Mısır’da çıkan Vekayı’-ul-Mısrıyye gazetesinde ve El-Menar dergisinde ve El-Ahram gazetesindeki yazıları, bozuk düşüncelerini ortaya koymaktadır.
Bir müddet Beyrut’ta da faaliyette bulundu. Ehli sünnet alimleri bunun kötü maksatlarını anladığı için yüz bulamayınca Paris’e gitti. Orada İslam’a karşı mason planlarını hazırlamaya çalışan Afgani’nin çalışmalarına katıldı.
Orada “El-urvetulvuska” dergisini çıkardılar. Sonra Beyrut ve Mısır’a gelerek alınan planları uygulamaya ve genleri aşılamaya başladı ise de hidiv Tevfik Paşa hükümeti, derslerinin ve yazılarının zararlı olduğunu anlayarak onu mahkeme ve memurluklarında kullandı.
Masonları desteği ve entrikaları ile Mısır müftüsü oldu. Ehlisünnete saldırmak için iyi fırsat bulmuştu. İlk olarak Cami-ul Ezher üniversitesini ders programlarını bozmaya, gençlere değerli ilimlerin öğretilmesini engellemeye başladı. Üniversiteden birçok dersi kaldırdı. Lise ve ortaokulda okutulan kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu.
Masonlar daha önce Osmanlı’da da böyle yapmıştı. Tanzimat’ta medreselerden fen dersleri kaldırılmış, din dersleri de yüksek bilgilerden mahrum edilmişti. Çünkü İslam dini ilm üzerine kurulmuştur. İlmin olmadığı yerde zulüm olur. İlim olmayınca hakiki din adamı yetişemeyeceğinden dinin bozulması daha süratlenecektir.
MASON ABDUH!
Beyrut’taki mason locasının başkanı Hanna Ebu Raşid 1961’de yayınladığı “Dairet-ül me’arif-ül masoniyye” kitabının 197. Sayfasında diyor ki: “Cemaleddin Afgani, mısırda mason locası reisi idi. Âlimlerden ve devlet adamlardan 300’e yakın üyesi vardı. Ondan sonra imam üstad Muhammed Abduh reis oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk ruhunu Arap memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez.”
Bugün Abduh’un mason olduğunu kimse inkar edememektedir. Ancak “yok şunun için mason oldu, bunun için mason oldu” gibi kendilerinde aklamaya çalışmaktadırlar. Koyu kara mason olan Abduh’un üzerine Karadeniz’i de dökseler aklayamazlar. Çünkü onun ehli sünnete olan düşmanlığı, düşünceleri ile meydana çıkmış, bir çok ehlisünnet aliminden reddiye yemiştir.
Mesela Elmalılı Hamdi Efendi bile “Fil” suresinin tefsirinde bunun bozuk yazılarından bir kısmını ortaya koymaktadır.
SAPIKLIKLAR SERİSİ – TANIDIK BİR GÖRÜŞE RASTLAYACAK MISINIZ?
İşte alimlerin tesbit ettiği sapkınlıklarından sadece bir kaçı:
1- Akıl ile dini, birbirinden ayrı sanarak “bunları ilk birleştiren ben olacağım” demektedir.
2- kendinden önce İslam alimlerin mantık, matematik, tarih, coğrafya okumadıklarını, fen dersleri öğrenmenin günah sanıldığını, bu bilgileri İslama sokacağını söylemektedir.
Zır cahil bunların asırlardan beri medreselerde okutulduğunu ve binlerce kitap yazıldığını inkar etmektedir. Böylece ehlisünnet kitaplarının okutulmasına son verip, İslam düşmanlarının flesefe adı altında yazdıkları dinsizlik propagandalırının, İslam memleketlerine yayılmasına çalışmaktadır. Bu düşman propagandalarına karşı koyan Cami’ül ezher profesörlerine ilim, fen, mantık düşmanı, gerici damgası vurmaktadır.
3- 1880’de resmi gazetede, dört evliliğe saldırmaktadır.
4- Kendinden önce gelen binlerce İslam aliminin dinle, İslamla ilgisinin bulunmayan şeyler sokduklarını, nassları anlarken yanıldıklarını söylemekte, bunları düzeltmekte olduğunu söylemektedir.
5- “İslamiyet ve nasraniyet” kitabında, “Bütün dinler birdir, dış görünüşleri değişiktir” demekte, yahudi, hıristiyan ve müslümanların birbirini desteklemelerini dilemektedir.
Londra’da bir papaza yazdığı mektupta: “İslamiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak heryerde okunur ve her milletçe saygı görür” diyor.
(İşte bu gün diyalog adına yapılanların ve söylemlerin birebir tıpkı aynısı… Bir mason o gün bunları söylüyor. Ya bugün aynı nakaratı tekrar edenler acaba hangi karanlık oluşuma hizmet ediyor?)
6- Kur’an cahili şöyle diyor: “Mü’minler doğru yoldan ayrılmış, bugünkü hale gelmiş. Din ilimle el ele verecek, o zaman Cenab-ı Hak nurunu bütünlemiş olacak”
Allah’u Teala’nın nurunu (İslamı) Resulüllah Efendimiz zamanında tamamladığından habersiz olan Mason Abduh şu ayeti görmemiş olmalı: “
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Maide 3)
7- “İslamiyet ve nasraniyet” kitabında: “Bir kimseden, yüz bakımdan kafirliği, bir bakımdan iman bildiren bir söz işitilirse o kimse imanlı kabul edilir. Herhangi bir filozofun, fikir adamının yüz bakımdan kafirliği gösterdiği halde, bir bakımdan imanı göstermeyen söz söylemesini düşünmek, ahmaklıktır. O halde herkes imanlı bilinmelidir. İslamiyete zındık kelimesi yoktur. Sonradan meydana çıkmıştır.”
Sanki bugünkü hoşgörü elçileri gibi mesaj vermiş. Ancak bu ifadeler sadece art niyetin bir ürünüdür. Küfrü açıkça görülmeyen müslümanın sözündeki bir iman, onu küfürden kurtarır kaidesini yanlış anlatarak kafirlere, filozoflara mü’min demektedir. (La ilahe illallah diyen hıristiyanın Müslüman olacağını söyleyenler gibi)
Ayrıca kendisi de bir zındık olduğu için zındık kelimesini yasaklamaya çalışan mason Abduh Künuz’ud-Dekakik ve Deylemid’de geçen: “Ümmetim arasında zındıklar çoğalacaktır” hadis-i şerifinden de habersizdir.
8- Zilzal suresindeki “Zerre ağırlığında hayır işleyen, karşılığına elbet kavuşur” mealinde olan ayet-i kerimeyi tefsir ederken: “Müslim olsun, kafir olsun Salih amel işleyen herkes cennet girecektir.” Diyor.
(Bu ifadeleri de yine birilerinden duymuş olmalısınız, o halde çok şaşırmadınız)
En cahil adamların bile güleceği, çömezlerin bile kabul etmeyeceği bu saçma tefsir, Abduh adındaki masonun ne derece tahrifat peşinde olduğunun ifadesidir. Ve adeta bize günümüzdeki talebelerinin adresini vermektedir.
9- “Asr suresi” tefsirinde “İman; akıl ve vicdanın elde edemeyeceği şeylere, taklit ile inanmak değildir. Anadan babadan işitilen bir takım sözleri ezberlemek, söylemek iman olmaz. İslamiyet taklit düşmanıdır. Önceden gelmiş olmak bir değer sağlamaz. Herşey akıl ile araştırarak çözülür.” Demektedir.
“Tevhid risalesi”nde ise: “Dinde bulunan bir şeyi akıl kavrayamaz ise, ona inanması lazımdır” diyerek zaten kendisi ile çelişmektedir.
10- “Fatiha” suresinin tefsirinde “Kur’an-ı Kerim, o zaman yaşayan kimselere hitap etmiş, bunlara bir üstünlükten değil, onlar da insan olduğu için hitap etmiştir.”
Mason Abduh “Ashab-ı Kiram” bile diyemediği yüce insanların faziletlerini de böylece inkar etmektedir. Büyük mason kendisi ile o yüce insanları aynı terazide tartmaktadır. Sen esfele safilin kimsin ki böyle bir şeye cüret ediyorsun!
11- “Facirlerin amel defteri Siccindedir” mealindeki ayeti tefsir etmeye kalkışarak: “Bazı kimselerin kitabında “Sencum” Habeş dilinde çamur demek olduğunu gördüm. Bu kelime Habeş’ten Yemen’e gelmiş olabilir. Ayetin manası ‘facirlerin ameli çamur gibidir’ oluyor” diyor.
Böyle bir garabeti biz kaldıramıyoruz artık yorum sizin…
12- “Fil suresi” tefsirinde: “Ebabil kuşları, sivri sinek olabilir. Asker de çiçek veya kızamıktan ölmüş olabilir” diyor.
Bu adam tam bir deha. Cehalet dehası… Bakın nasıl da bulmuş manayı! Ebabilleri sivrisinek yaptın da attıkları taşları ne yapacaksın?
Hani çocuk babasının yanında gaz kaçırınca “yellenmedim” demiş. Babası: oğlum hadi sesi gelmedi de kokusunu ne yapacaksın demiş ya! Aynı o hesap. Cahil bilmiyor ki peygamberimiz bu surelerin tefsirini yapmış ve açıklamıştır.
Cehalet ala vezni rezalet…
13- “Nas” suresini tefsir ederken de “her insan içinde bir şeytan vardır. Fakat bu, insan içinde kötülük arzularını doğuran bir kuvvet demektir. Cine benzetilen bir tesirdir” diyor.
Büyük mason Abduh’un bu yazdıkları kelam, fıkıh, tefsir ve tasavvuf bilgisinin olmadığını, İslamın ve imanın tadını tatmadığını gösteriyor. Kendisi kaptırdığı felsefe girdabında boğulup gitmiştir.
Tabi ki icraatları, yapmaya çalıştığı tefsirleri Mason olmasının ve bir plana hizmet etmesinin ürünüdür.
Bu gün bir Müslümanın bu sapıkları iyi bilmesi gerekmektedir. Buların zihin yapısını çözmesi gerekmektedir. Çünkü günümüzde tıpa tıp aynı olan söylemlere rastlıyoruz.
Müslüman uyanık olmalıdır…
www.ihvanlar.net
.
Hayatını yanlışa adayan adam Fazlurrahman
İhsan Şenocak Hocaefendinin kaleminden Fazlurrahman gerçeği… Sonuna kadar okuyalım:
İslam Dünyasının Batı karşısındaki konumunun ciddi manada sorgulanmaya başlandığı on dokuzuncu yüzyılda yeni arayışlar gündeme geldi. Müslümanlar, Kuran ve Sünneti algılayış biçimlerini yeniden incelemeye aldılar. Bu aşamada klasik Tefsir Usulune karşı, Batı aklının icat ettiği yeni anlayış usulleri benimsendi. Yirminci yüzyılın eşiğine gelindiğinde ise, bu usullerin okullaşma süreci başladı.
Kendi içlerinde farklılık arz eden bu usullerin ortak buluşma noktası, hepsinin Batı’ya ve Onun değerlerine karşı, Batının anlayış usullerini kabullenen bir gündeme sahip olmalarıydı.
Kur’an ve Sünnetin kendi dinamiklerinden neşet eden Tefsir Usulu’ne ve o usul çerçevesinde istinbat edilen anlamlara bir başkaldırı tarzında gerçekleşen yeni yaklaşımların Kur’an’ı anlayış usulunde önerdikleri köklü değişiklikler içinde; Muhammed Abduh’un ‘İctimai’[1], Seyyid Ahmed Han’ın ‘Modernist’[2], Emin el-Huli’nin ‘Edebi’[3] ve öncülüğünü Fazlurrahman’ın yaptığı ‘Tarihselci’ tefsir anlayışları önemli bir yer tutmaktadır. Öncekilere nisbetle daha yeni olan ve bu yüzden ne olduğu ve nereye ait olduğu noktasında alimler tarafından ciddi hiçbir tenkide tabi tutulmamış olan tarihselci anlayış -bu cihetle- daha fazla bir öneme sahiptir.
Kuran’ın, Hz Rasulullah’ın (s.a.v.) yaşadığı miladi yedinci asra yönelik ilahi bir müdahale olduğunu ve mevcut hükümleri ile bu günün insanına hitap etmediğini iddia eden tarihselciler içerisinde Fazlurrahman, Mısırlı felsefe hocası Hasan Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Cezayirli Muhammed Arkoun, Fransız Roger Garaudy ve Muhammed Abid el Cabiri önemli bir yer tutmaktadır. Fakat, Kur’an’ın tarihselliği fikrinin neler önerdiğini anlayabilmek için İslam dünyası ve özellikle de Türkiye’de tarihselciliğin öncü ismi olarak kabul edilen Fazlurrahman’ın[4] görüşleri ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu yüzden biz bu makalede Fazlurrahman’ın Kur’an’ın tarihselliği iddiasına delil olarak gösterdiği şahit ve yorumların İslamiliğinin tahlil ve tenkidini yapacağız.
Fazlurrahman’a göre, Müslümanların çağdaş dünyada var olabilmeleri için iki yol vardır. Ya bütünü ile laik Batı’ya entegre olmak yahut da İslam’ı yeni bir içtihat metodu (tarihselci yorum usulu) ile yorumlayarak yeniden hayatın bütün alanlarına sokmak, böylece çağdaş dünyaya, laik olmayan, fakat İslami geleneğe değil, Kur’an’ın ahlaki ve sosyal amaçlarına uygun yeni kurum ve kurallara dayanan bir alternatif model sunmak. Ona göre, tutulması gereken yol bu ikincisidir. Gelenekçi ve muhafazakar yaklaşım ve tutumlar ile bazı Müslüman modernistlerin ‘süküt, ikiyüzlü idarecilik, geleneği kullanmak ve tedrici-seçmecilik’ tavır ve yaklaşımlarının varacağı sonuç, İslam dünyasında ve Müslümanların hayatında giderek laisizmin ve sekülarizmin hakimiyet kurması olacaktır.[5]
Müslümanları Kuran’ın indiği devre dönmeye çağıran Fazlurrahman önerdiği “etkin tarih”[6] teziyle Allah’ın (c.c.) ezeli kelamı Kuran’ı, tarihi ve kültürel değerlerin karşı konulamaz yönlendiriciliği altında şekillenmekle izah ederken şunları söyler: Kuran’ın anlaşılması için onun nesnel ortamı şüphesiz ki olmazsa olmaz bir usuldür; çünkü özellikle Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kuran, Allah’ın (c.c.) tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamberin (s.a.v.) zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.[7]
Fazlurrahman vahyi Allah Rasul’u (s.a.v.) ile irtibatlandırırken Ehl-i Sünnet ulemasını, Hz. Peygamber’in (s.av.) Kuran’a karşı olan konumunu pasifize etmekle itham eder.[8] Zira, ona göre vahyin anlamsal yönü Cenab-ı Hakk’a lafza aktarılışı ise Hz. Rasulullah’a (s.a.v.) aittir: ‘Kur’an yanılmaz olması ve mutlak olarak yanlıştan beri olması ciheti ile tamamen Allah kelamıdır; ancak vahiy, Peygamber’in kalbine (zihin anlamında kullanmaktadır) ve buradan onun diline intikal etmesi açısından onun şahsiyeti ile derinden ilgilidir.’[9]
İlahi emri, yedinci yüzyıl Arabistan’ının çevresel durumu ile ebedi kelam arasındaki ilişkiden ibaret gören Fazlurrahman çevresel durumun değişmeye maruz kaldığı gerçeğinden hareketle İlahi emirlerin de değişeceğini iddia eder. Buna kanıt olarak da ashap tarafından şiddetle karşı konulmasına rağmen Hz. Ömer’in Kuran’daki bazı içtimai konularda köklü değişiklikler yapmış olmasını gösterir.[10]
Kur’an’ın ihtiva ettiği hükümleri küllî ve cüz’î olmak üzere iki kategoriye ayıran Fazlurrahman, küllî diye isimlendirdiği genel hükümleri zaman üstü bir duruşla tahlil eder. Buna mukabil siyaset, hukuk, ekonomi gibi cüz’î/tikel kabul ettiği hükümleri ise tarihsel olarak görür. Ona göre, tikel hükümler ancak gayelerinden genel hükümler çıkarılarak işlevsellik kazanabilirler.[11]
İktisat, hukuk ve siyasetle ilgili hükümleri yöresel ve dolayısıyla tarihsel kabul eden Fazlurrahman onlara modern zaman içinde uygulama alanları bulamaz. Ona göre, hukukla ilgili ayetler indikleri cemiyetin özelliklerini taşımaktadırlar. Örneğin: savaş ve barışla ilgili bütün ayetlerde yedinci asır Hicaz Yarımadasının etkileri görülmektedir.[12] Bu tür yöresel ayetler (tabir ona ait) ancak dolaylı hukuk referansı olabilirler.
Fazlurrahman’a göre, evrensel olan ayetler oldukça sınırlıdırlar. Onlarla iktifa etmek hayatın önünü tıkar. Müslümanların modern zamanla birlikteliklerini tesis etmeleri birçok hükme kaynaklık edebilecek ilkeler tesbit etmelerine bağlıdır.
Yazar, Kur’an’ı Kerim’i anlamak için önerdiği ilke tespitinin nasıl yapılacağı ve tespit edilen ilkelerin nelere dikkat edilerek pratize edileceği noktasında akla gelen muhtemel sorulara iki yönlü bir hareketi öngören yöntemiyle cevap verir (Ki bu yöntem yazarın önerdiği tefsir usulunun en temel unsurudur.):
‘Gerçekçi ve gelecek vadeden bir İslam Hukuku ve İslam kurumları tesis etmek istiyorsak, iki yönlü bir hareket yapmak zorundayız. Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak, Kur’an’ın, somut olayları işleyişinden, bir bütün olarak Kur’an’ın hedeflediği genel ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi bu genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum şartlarını göz önünde tutarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya doğru hareket etmektir.’[13]
Fazlurrahman, ulemanın Kuran’ı anlama usulünün “parçacı-lafızcı” olduğunu söyler. Parçacı oluştan, ayetlerin Kuran bütünlüğü içerisinde tefsir edilmediğini, lafızcı oluştan ise, mesaj yerine lafza bağlı kalındığını ve lafzının ezeli ve ebedi telakki edildiğini kasteder. Yazar, tenkit ettiği “parçacı-lafızcı” usulün karşısına, “bütüncül-tarihi” perspektifi getirir. ‘Tarihi’likten tarihi olduğunu iddia ettiği Kuran’ı Kerim ve Sünneti tarihi birer olgu olarak kabul etmeyi ve kabul ediş neticesinde “tarihselci” okumayı; “bütüncül”den ise her ayeti Kuran’ın bütünlüğü içerisinde anlamayı hedefler.[14]
YANLIŞIN SORGUSU
Modern zamanın buyurgan aklının yönlendirdiği modernist akımlar, İslam coğrafyasında farklı anlayış usulleri geliştirdiler. Geliştirilen bütün usullerin özünde ise, geleneği ret anlayışının hakim olduğu sorgulama zihniyeti vardır. Buna göre, ‘Ehl-i Hadis’ anlayışı İslam hukuk sistemini, ‘Ehl-i Kur’an’ hareketi Sünneti, tarihselci yaklaşım ise Kur’an’ı sorgulamaktadır. “İslâmî” olan her görüşte ise asıl olan küfrü sorgulamaktır. Nitekim bütün rasuller yaşadıkları zamanın hakim ideolojilerini sorgulamış ve onların akıl ve usulleri ile hayatı idare etmeyi reddetmişlerdir.
Modernistlerin anlayış usullerini peşinen İslami olma özelliğine sahip değerleri sorgulama üzerine bina etmeleri, geliştirdikleri usullerin Batı daki uygulanış şekillerini tahlil etmelerine mani oldu. Bu yüzden tarihselcilik -Kur’an’ı sorgularken- kendi menşeini, hangi şartlarda ve niçin doğduğunu yeterince tartışamadı.
Tarihselcilik
Fazlurrahman’ın, İslam ümmeti için yegane kurtuluş yolu olarak gösterdiği tarihselcilik gerçekte kilisenin skolastik müktesebatını insanileştirmek için doğan bir anlayış tarzıdır. Aydınlanma devrinde öz adıyla tedavüle çıkan tarihselcilik, Hıristiyanlık kültürü içinde oluşum sürecini tamamlayınca, oryantalistler tarafından İslam dünyasına taşındı ve Kur’an’a tatbik edildi. Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmeyen Oryantalizm, tarihselci anlayış çerçevesinde ayetlerin evrensel duruşlarını reddetti. Onlara göre, Kuran-ı Kerim belli bir tarihliliğe sahipti ve yalnız o bağlamda ele alınmalıydı.
Oryantalizmin, vahiy gerçeğini inkar edebilmek için Kur’an’ı Kerim’e uyguladığı tarihselciliği Fazlurrahman’ın İslam ümmetinin sekülarizme esir olmaktan kurtulmasının tek çaresi olarak göstermesi sadece İslam düşmanlarını inandırabilir. Zira böyle bir anlayış zehiri ilaç kabının içine koyup şifa niyetine hastaya içirmekten başka bir şey değildir.
Gerçekten Müslüman modernistler İslam dünyasını kuşatan sosyo-kültürel krizi aşmak istiyorlarsa, öncelikle işe, modern değerlerin ve de Batı’da olduğu hali ile iktibas ettikleri tarihselciliğin tarihselliğini ilan ederek başlamalıdırlar. Çünkü İslam coğrafyasının fikri rekaketi içi doldurulmadan ithal edilen modern değerlerin tahribatıyla oluşmuştur. Bu yüzden tedavinin gerçekleşmesi, teşhisin doruluğuna bağlıdır.
Tarihselciliğin İslam coğrafyasındaki versiyonunun öncelikle müstemleke muamelesi gören insanların ülkelerinde neşvü nema bulması, onu kabul eden Müslüman modernistlerin zihnen tükendiklerinin, terkib ve tahlil ameliyelerini yitirdiklerinin ve bu yüzden de kendileri olabilmeyi düşünemediklerinin izharıdır. Bu nedenle tarihselcilik, zihnen mağlubiyetin getirdiği reaksiyoner bir anlayış sistemidir. Bu anlayış, İslami ilimlere kısmen vakıf olan modernistleri bütünü ile İslam geleneğinden koparmıştır. Ortaya, İslam’a göre şekillenen bir hayat yerine, hayata göre şekillenen bir İslam çıkmıştır. Çünkü yaşanan krizi, cemiyete müdahale eden müceddit akılla aşan geleneksel ulemanın yerini her türlü müdahaleye açık tarihselci müteceddit akıl almıştır.
Kur’an’ı Kerim Telakkisi
Fazlurrahman’ın Müslümanları Kur’an’ın nazil olduğu döneme giderek onu anlamaya çağırması Sünnet ve Cemaat anlayışının bu güne kadar uyguladığı tefsir usulune ciddi bir muhalefet içermemektedir. Çünkü bütün müfessirler Kur’an’ı tefsir ederken nüzül ortamını göz önünde tutmuşlardır. Ancak muradı ilahiyi nüzül ortamından bügüne taşıma noktasında Fazlurrahman’ın önerdiği usul, klasik tefsir usulünü kökten değişime tabi tutmaktadır. Klasik usul, Kur’an’ı Kerim’i lafız ve mana ciheti ile Allah’a (c.c.) ait kabul ettiğinden, onu tefsir ederken lafızdan hareket eder ve ayetlerin bütün zaman ve mekanlarda geçerli olduğunu söyler. Fakat yazarın önerdiği usule göre nüzül döneminde aranması gereken en temel unsur Kur’an’ı Kerim’in kültürel değerlerden nasıl etkilendiğinin tespiti ve bu etkinin ilkelerle lafızdan ayıklanarak sadece mana itibari ile bu güne taşınmasıdır. Zira yazara göre, içinde ‘etkin tarihin’ kodlarını barındıran Kur’an’ı Kerim bu hali ile evrensel değildir.
Hakikat şu ki; İslamilik iddiasında bulunan her anlayış usulu, Kur’an’ı Kerim’i lafız ve mana itibari ile Allah Teala’ya (c.c.) ait olan ve bütün zamanlara hitab eden evrensel hakikatler atlası kabul eder ve bu kabul gereği davranırsa meşruiyet kazanabilir. Çünkü Kur’anı Kerim sadece nüzül devrine hitab etmediğini, tarih üstü duruşuyla kıyamete kadar gelecek ins ve cinne hükmettiğini bildirmektedir: ‘Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın (c.c.) şanı yücedir.’[15] Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı Allah Rasul’ünün (s.a.v.) belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı bilakis onunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün insanları kapsadığı yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade etmektedir.[16]
‘O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.[17] Yani sadece indiği o ilk toplumu değil kıyamete kadar gelecek bütün milletleri irşat etmek de onun uhdesindedir.[18] Davet zaman ve mekanla sınırlı değildir.
Etkin Tarih Tasavvuru
Fazlurrahman “etkin tarih” teziyle, Kur’an’ın Peygamber’imizin (s.a.v.) zihnine indiğini iddia ederek şunu söylemek istemektedir: Bir takım hakikatler suretinde inen ayetleri Cenab-ı Peygamber Efendimiz, (s.a.v.) çevre kültürünün etkisiyle lafzi kalıplara sokarak ifade etmiştir. Yani kırk yaşına kadar Arap kültürü ile yaşayan, düşünen, konuşan Peygamber zihni, kırk yaşından sonra çevre kültürünün yanı sıra sadece anlam itibari ile vahyi de kuşanmıştır.
Fazlurrahman, ifade ettiği bu yaklaşımın mucidi değil sadece Batı kültüründen İslam’a taşıyıcılığını yapan bir amelesidir. Eğer amele değil de fikir adamı olsaydı kendisine telkin edilen oryantalist ezberlere şüpheyle yaklaşacak, Kur’an’ı Kerim’in beyanı doğrultusunda onları öz posa ayrımına tabi tutacaktı. Fakat bunu yapamadı.
Yazar, Batı kültüründen kes-kopyala-yapıştır tarzında iktibas ettiği ‘etkin tarih’ tezini öncelikle Kur’an’a danışmış olsa idi, Kur’an’daki hakikatlerin bir kısmının önceki rasullerin şeraitleri ile ayniyet ya da benzerlik arz etmesinin, dinin Hz. Adem’den (a.s.) bu güne, öz itibari ile değişmediğinden İslam’ın ise değişmeyen o dinin en son sunumu olduğundan kaynaklandığını görecekti. Nitekim Hz. İbrahim’in (a.s.) Müslüman olarak tavsifi, önceki dinlerin İslam üst başlığında cem edilişi, iman esaslarının insanlık tarihi boyunca ayni kalışları, hitabi ilahi’nin değişmediğini gösterir. Niçin değişsin ki? Madem bütün rasuller Allah Tealaya (c.c.) davet etmişlerdir. O takdirde isim, zaman, mekan ve tarihin dışında söylenenler özde aynı olmalıdırlar. Bu yüzden Kur’an’ı Kerim ’Sana ancak senden önceki peygamberlere söyleneneler söylenmektedir.’[19] buyurmaktadır.
Şer’u men kablena’nın (bizden önceki Peygamberlerin şeriatı) bir çok konuda Müslümanları da bağlaması, Kur’an’ı Kerim’in ifade ettiği hakikatlerin bir yönü ile Hz Adem’e (a.s.) diğer bir yönü ile ise kıyamete kadar uzanmasının yani halidi/ebedi oluşunun göstergesidir.
Bizzat Kur’an, İslam’ın önceki rasullerin şeriatları ile bir çok konuda ayniyet ya da benzerlik ifade ettiğini söylemesine ve fukaha da hükme medar olan kaynakları sayarken şer-u menkablana’yı dikkate almasına bakmaksızın çıkıp da Kur’an’daki hükümlerin önceki şeriatlara benzemesi, Onun etkin tarihin kodlarını taşıdığına işaret eder türünden beyanda bulunmak Kur’an’ı anlamamak için ısrar edişten başka türlü izah edilemez.
Modern zamanın teknolojik gelişmişliğini gerekçe göstererek, ahkam ayetlerinin tarihselci bir bakış açısıyla yeniden okunmasını talep etmek en basitinden aklı vahiyden, yedinci asırda yaşayan Allah Rasul’ü (s.a.v.) ve ashabını da fikri anlamda bu günün insanından daha geri görme zafiyetidir. Modern zamanın şımarttığı adam bilmiyor ki Kur’an’ı Kerim Hz. Adem’den (a.s.) kıyamete kadar; düşünmek, konuşmak, evlenmek, sevinmek, üzülmek gibi değişmez fıtrı özelliklere sahip ve bu özellikler itibariyle hep aynı kalan insana hitap etmektedir.
Fazlurrahman, oryantalist ezberini bütün bu gerçeklere tercih edip, sanki Allah Teala (c.c.) Hazretlerine sen bilirsin fakat ben de bilirim demektedir. Halbuki Allah Teala (c.c.) ‘Allah bilir siz bilmezsiniz.’[20] buyurmaktadır. Böyle bir bakış açısının ciddi bir akidevi probleme neden olacağı, sıradan bir müslümana bile aşikardır.
Vahiy Kalp İlişkisi
sayi-12Kalbi selim; geleni geldiği gibi nakleder. Zihin ise, sahip olduğu tarihi ve kültürel özellikler sebebi ile duyduklarını sosyo-kültürel duruşuna göre şekillendirir. Yani zihin, duyduklarını izah ederken onlara kendi rengini verir. Bu yüzden Fazlurrahman, Kuran’ın tarihselliği tezini ispat ederken; vahyi, Allah’ın (c.c.) tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamberin (s.a.v.) zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar şeklinde tarif eder. Fakat Kuran, vahyin Peygamber’mizin (s.a.v.) zihnine değil, kalbine indiğini söylemektedir.
Vahyin Allah Rasul’üne (s.a.v.) gelişini anlatan ayetler ( 2/Bakara, 97; 26/Şuara, 193-4) intiha/ulaşma bildiren ‘ila’ harf-i cerri ile ‘ila kalbike’ şeklinde değil de istila/sahip olmak, hakimiyeti altına almak anlamına gelen ‘ala’ harf-i cerri ile ‘ala kalbike şeklinde nazil olmuştur.[21] Çünkü Kur’an’ı Kerim Allah Rasul’ünün (s.a.v.) kalbini bütünü ile hakimiyeti altına almış ne nasıl vahyedildi ise Hz Rasulullah (s.a.v.) tarafından hiçbir şey eksiltilmeden ya da artırılmadan aynen kabul edilmiştir.
‘Ala kalbike’ ifadesi Peygamberimizin (s.a.v.) kalbine farklı fonksiyonlar yüklemek isteyen, ‘Kur’an hem tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır’ türünden üstü örtülü ifadelerle vahyi beşerileştirmek isteyen yazarın aleyhine bedihi bir delildir.
Kuran’ın Allah Rasülünün (s.a.v.) kalbine indirilmesinin nedeni; kalbin, şuurun, idrakin merkezi olmasından dolayıdır. Kalp, anlamada ne bir noksanlığa ne de bir fazlalığa imkan tanır.[22] Geleni geldiği gibi nakleder. Bu yüzden kalb-i selimin üzerinde “etkin tarih”in değil İlahi Hitabın tasarrufu vardır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın, Necmettin-i Kübra’nın tefsirinden naklettiği şu mütaala kalbin vahyi idrak etmede ne derece önemli olduğunu açıkça göstermektedir: “Musa’ya (a.s.) verilen levhalar Onun kalbine indirilseydi, gazap halinde onları yere atmayacak ve de ilmi ledün tahsili için Hızır’ı aramaya gitmeyecekti.”[23]
Vahye Allah Rasulünun Dahli Yoktur
Fazlurrahman’ın iddiasının aksine, Ehli Sünnet uleması Allah Rasulü’nün (s.a.v.) vahiy karşısındaki konumunu küçümseme gibi bir ameliye içinde olmamıştır. Sadece yaptıkları, Kur’an’ı Kerimdeki vahiy- Peygamber münasebetini anlatan ayetleri istikra/tümevarım yolu ile tesbit ederek olanı olduğu gibi izah etmektir. Nitekim Allah Teala, H.z. Peygamber’in (s.a.v.) vahiyle olan münasebetini anlatırken Onun her gelen vahyi bildirildiği surette ezberleyip muhafaza eden pasif bir alıcı olduğunu anlatmaktadır. Yazarın üstü örtülü bir şekilde ifade etmeye çalıştığı vahyin oluşumunda Allah Rasulü’nün (s.a.v.) etkin oluşu iddiası Kur’an’ın anlattığı vahiy-peygamber münasebetine bütünüyle zıttır. Vahyin oluşumunda Allah Rasul’u (s.a.v.) öylesine tepkisiz bir alıcıdır ki vahyin mücmel bırakılan yönlerini izah bile, yine Allah Teala tarafından kendisine bildirilerek yapılmıştır: ‘Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.’[24]
Şayet yazarın vahyin oluş sürecinde Allah Rasulü’nün (s.a.v.) etkinliği iddiası doğru olsa idi Cenab’ı Hak Rasulune hitaben şöyle der miydi: ‘(Rasul’üm!)onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphe etme ki, onu toplamak (Senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okuyuşunu takip et.’[25] Yani Cebrail’in kıraatine birleşik olarak okuma. O okuyuşunu bitirinceye kadar sessiz bir şekilde bekle. Ne zaman O, vahyi tamamlayıp sukut edince sen okumaya başla.[26] Zira “Sana Kur’an’ı okuyacağız, sen onu hiç unutmayacaksın.”[27] Kur’an’ı Kerim’in vahyedildiği şekilde Allah Rasulü’nün (s.a.v.) kalbine eksiksiz bir şekilde yerleştirilmesi bir vaadi ilahilidir ve tahakkuk etmiştir.
Bütün deliller Allah Rasulü’nün (s.a.v.) vahye karşı hiçbir müdahalesinin olmadığını bilakis vahyi olduğu gibi alıp muhafaza ettiğini söylerken Fazlurrahman sadece hevasına dayanarak bunu reddetmektedir. Bu tür bir yaklaşımın ciddi akidevi bir problem olduğunu söylemek kelam israfından öte bir şey olmayacaktır.
İlahi Emir ve Tarihselciliğin Değişim Talebi
Çevresel durumun değişmesine paralel olarak İlahi emrin de değişmesini talep etmenin temelinde Allah’ı (c.c.) yedinci asrın insanına hükmetmeye yetkili fakat modern çağ insanına ise doğrudan hitap etmeye –haşa- yetkisiz görme gibi sekularist bir anlayış vardır. Değişim, mevcudun ihtiyacı karşılayamadığı durumlarda söz konusu olur. Kur’an’ı Kerim insanlığın hangi sorununa çare bulamadı ki yazar onu değişime tabi tutmak istemektedir. Sonra Kur’an’ı Kerim ilahi bir kelamdır. Beşeri olan ifadelerle ilahi olan Kur’an’ı değiştirmek –Haşa- Allah Tela’ya (c.c.) biz de senin kadar biliriz gerekli gördüğümüz yerlerde Kur’an’ı –haşa- değişime tabi tutarız demek anlamına gelmeyecek midir?
Yazarın, değişim projesine meşruiyet kazandırabilmek için Hz Ömer’in (r.a.) ictihatlarını kendine delil göstermesi ise iki türlü izah edilebilir; ya Fazlurrahman sadece okuyan fakat okuduklarını idrak edemeyen ‘Fakih bi’l-İbare’ dir. Ya da nesebsiz çocukların kendilerine benzettiği herkese aidiyet iddiasında bulunmaları gibi meşruiyet telaşına düşmüş akla ziyan bir ameliye içerisindedir. Çünkü Hz Ömer’in (r.a.) içtihatları Kur’an’ın değiştirilmesinin değil bilakis değiştirilmeden zamanın değer yargılarını değiştirebileceğinin şahitleridir.
Nitekim Hz. Ömer’in (r.a.) içtihatları incelendiğinde görülecektir ki, onların özünde -hükümlerin illetleri çerçevesinde- toplumsal faydayı temin ve zararı def etme vardır. Bu ise fıkhın esasıdır. Bundan dolayıdır ki Hz Ömer, (r.a.) uygulamanın şartları tahakkuk etmeyip hükmün illeti ortadan kalktığında, ya da hükmün uygulanmasıyla cemiyet adına bir zarar oluştuğunda o zararı def etme gayesiyle bazı hükümleri geçici olarak tatbik etmemiştir. Bu doğrudur. Fakat bunu yaparken bir başka nassla amel etmiştir. Fazlurrahman’ın zannettiği gibi ne olursa olsun değişim mantığı ile ayetlerin açık anlamlarını kendi görüşü ile değiştirmemiştir. Zaten böyle bir ameliye içerisinde olmasına ne Kur’an’ı Kerim ne de Hz. Ömer’in (r.a.) imanı müsaade eder.
Yazarın değişim projesine delil gösterdiği Hz Ömer’in (r.a.) içtihatlarını, bir örnek üzerinde tahlil ederek gerçekte akla değil fıkhın esas kaynaklarına dayandıklarını ispat etmeye çalışalım: Bilindiği gibi -kesilmesine dair ayet[28] olmasına rağmen- Hz Ömer, (r.a.) aşırı kıtlık yılında hırsızın elini kesme hükmünü durdurmuştur. Nitekim Müzeyne’den bir adamın devesini çalan Hatıb b. Beltea’nın kölelerine sirkat haddini (el kesme cezasını) tatbik etmemiştir. Bunun temelinde ise, Hz Ömer’in (r.a.) hükmün illeti, hikmeti ve uygulama şartlarını etraflı bir şekilde idrak etmesi yatmaktadır. Gerçekte hırsızlık, başkasının malına tecavüz etmek olduğundan aşağılık bir suçtur. Bu yüzden onu ortadan kaldırabilmek için el kesme cezası uygun bir cezadır. Fakat hırsızlığın el kesmeyi gerektirir bir suç olması bir çok şartın gerçekleşmesine bağlıdır. Bunlardan bir tanesi de zaruret halinin olmamasıdır. Çünkü “Zarurutler haramları mübah kılarlar.”[29] Zenginin fakiri doyurmadığı, insanların aç kaldığı, aşırı derecede kıtlığın hakim olduğu bir zamanda yapılan hırısızlık el kesmeyi gerektiren bir ceza olmaktan ziyade, haram olmasına rağmen zaruret halinde mubaha dönüşen ameliyeler kabilinden olur. Dolayısıyla böyle bir durumda hırsıza el kesme cezası uygulanmaz.
Ayrıca Allah Rasulü (s.a.v.) savaşta hırsızın elinin kesilmeyeceğini söylemiştir. Çünkü savaş olağan dışı bir durumdur. Böyle bir durumda hırsızın elinin kesilmemesi ondan daha meşakkatli olan şiddetli kıtlık zamanında evleviyetle kesilmemesini gerektirir.
Hz. Ömer’in (r.a.) bu nevi uygulamaları ne hükmün neshedildiğine ne de kaldırıldığına işaret eder. Bilakis Onun hükmün illeti ve şartların tahakkukunu derin bir anlayışla kavradığına, büyük bir müçtehit olduğuna delalet eder.
Külli ve Cüz’i İlkeler Sistemi
sayi-13Fazlurrahman’ın Kuran’i hükümleri küllî ve cüz’î olmak üzere iki kategoriye ayırması; küllî diye isimlendirdiği genel hükümleri zaman üstü bir kimlikle değerlendirilmesi, cüz’i/tikel dediklerini ise tarihsel olarak niteleyip onların gayelerinden iyilik, adalet, yardımlaşma gibi genel hükümler çıkarması bütünüyle akli delillere dayanmaktadır.[30] Çünkü, onun bu uygulamasına referans olabilecek hiçbir nakli delil yoktur. Gerçi fakihler genellik ifade eden şer’i nassların delaletlerinden, fıkıh usulunün prensiplerinden ve hükümlerin illetlerinden hareketle genel kaideler oluşturmuşlardır. Nitekim Karafi bu noktada şunları söylemektedir: Şeriat-ı Muhammediyye; usul ve furu olmak üzere iki bölümden oluşur. Usul de kendi içinde iki kısma ayrılır: Bunlardan ilki olan ‘Usul-u Fıkh’ın ağırlıklı konusu emrin vucuba, nehyin harama delalet etmesi gibi, Arabi lafızlardan mülhem olan hükümlerin kaideleri hakkındadır. İkincisi ise, (Mecellede olduğu gibi) fıkhi hükümlerle alakalı genel kaidelerden bahseder.[31] Fakat gerek Fıkıh Usulu gerekse fıkıhla alakalı genel kaidelerin hiçbiri had cezaları, faiz, gibi muayyen konulara çözüm getiren ayetlerin uygulama alanlarını ortadan kaldırma gibi bir gayeye mebni değildir. Bu kaidelerin tespit edilmesinin asıl gayesi sınırlı sayıdaki ayetleri sınırsız olaylara etkin kılabilmektir. Fakat Fazlurrahman’ın tespit ettiği külli ve cüz’i sistemin hedefi ise modern zamanda kendilerine uygulama alanı bulunamayan! ayetleri devre dışı bırakmaktır. Nitekim Fazlurrahman bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemektedir: “Hz. Peygamber (s.a.v.) kabilelerle sınırlı dar bir alanda görev yapmıştır; bundan dolayı geniş toprakların ve bütün halkların söz konusu edildiği bir yerde aynı uygulamayı gerçekleştirmek imkansızdır.”[32]
Bu ifadelerin temelinde Aydınlama aklının ilerlemeci tarih anlayışı vardır. Bu yüzden Fazlurrahman Kur’an’ın hükümlerine modern zamanda uygulama alanları bulamaz.
Yazarın tikel olarak nitelediği ahkam ayetlerinin getirdiği çözümlerin belli bir tarihte görevlerini tamamlayarak hukuki alandan çekildiklerini düşünmesi, ayetleri neshetmenin ötesinde bir izah kabul etmez. Halbuki bir ayet, ancak başka bir ayetle nesh edilebilir. Allah Rasulü’nün (s.a.v.) irtihallerinden sonra yeni bir ayet gelmediği ve gelmeyeceğine göre, ahkam ayetlerini neshetme yetkisi, Fazlurrahman’a kim tarafından verilmektedir. Yoksa kendisinde ilahi bir güç mü vardır? Fazlurrahman’ın ilkeler çerçevesinde geliştirdiği anlayış usulunde neler bağlayıcıdır? Mesela neye göre hükümleri cüz’î ve küllî diye ikiye ayırmaktadır. Bu ayırımda ona neler referans olmaktadır? Fıkıhla alakalı hükümler cüz’î kabul edilirken fıkhın ibadet bölümünü oluşturan namaz, oruç, hac ve zekatla alakalı hükümler cüz’î olmalarına rağmen niçin onlardan da birtakım ilkeler çıkarmamıştır? İbadetlerin Batı emperyalizmine zararı, siyasi içerikli ayetlere nispetle daha az olduğundan dolayı mı (şimdilik) onlara dokunmamıştır?
Asırların birikimiyle şekillenen “usul’ü fıkıh” ilmini geçersiz kabul eden ve kabul ediş neticesinde manayı ayetlerin lafızlarından çıkarma yerine- lafzı insani addedip, ayetlerden bir takım ilkeler çıkaran yazar kendisine daha serbest bir hareket alanı icat etmiştir. Bağlayıcı hiçbir esasın olmadığı “ilkeler sisteminin” serbest bölgesinde Batılı değerler daha kolay alınacak ve hiçbir sorun yaşanmadan meşrulaştırılacaklardır.
Kuran tespit edilen ilkelerle doğru anlaşılabilme kriterlerini yitirecek ve her hızlı modernist Ona istediği manayı kolayca söyletebilecektir. Böyle bir anlayışa teslim edilen Kur’an’ın muteber manası, Kelami İlahinin anlattığı mana değil, Kuran’ı anlamak isteyenlerin Kuran’dan anladıkları mana olacaktır. Böyle bir ortamda banka faizinin meşrulaştırılması, had cezalarının kaldırılması, baş örtüsünün tarihselleştirilmesi pekala mümkündür.
Allah Rasülü (s.a.v.) asırlar önce buyurmuşlardı ki; ‘Öyle bir zaman gelecek ki herkes Kuran’dan anlamak istediğini çıkaracaktır.’[33] Tarihselcilik, tarih boyu anlaşılmak istenen hevai manaların Kur’an’a en muhalif duran versiyonudur.
Çift Yönlü Hareket
Fazlurrahman’ın önerdiği tefsir usulunün en temel unsuru olan iki yönlü hareket sisteminin ilk aşaması yani Kur’an’ı anlamak için nazil olduğu zamana gitme ameliyesi klasik tefsir usulunun de önemle üzerinde durduğu bir husustur. Nitekim müfessirler ayetlerin sebebi nüzüller bağlamında anlaşılmasına önem vermişler ve her hangi bir ayetin anlaşılması noktasında bir müşkilleri olduğunda onu nuzul dönemine giderek sebeb-i nüzülün ışığı altında çözmüşlerdir. Ayetlerin –bir kısmının- hususi sebeplere müncer olmaları onlardan genel hükümler çıkarmaya mani değildir, anlayışı çerçevesinde hareket etmişler ve söz konusu ayetleri bu bakış açısıyla bütün zaman ve mekana müdahil kılmışlardır. Müfessirler Kur’an’ı açıklama görevi kendisine verilen Efendimiz’in hadisi şeriflerini de, vahyin inişine, Cebrail’in (a.s.) gelişine tanık olan ashab’ın mütalalarını da dikkate almışlar Onlara rağmen tefsirde bulunmaktan istinkaf etmişlerdir. Ehli sünnet alimleri ile Kur’an’ın nüzül devrine gitme husunda fikir birliği içinde olan Fazlurrahman, Kur’an’ı bu güne taşıma noktasında bütünüyle onlara muhalif olan bir yola sapmaktadır ki o da hevai usullerle tesbit ettiği ilkeler zarfında ahkam ayetlerini neshetme teşebbüsüdür. Yazar, nüzül döneminden modern çağa, Allah Teala’nın vahyettiği Kur’an yerine tarihselci anlama usulunun beşeri formlara hasrettiği bir takım hevai ifadeleri taşımaktadır.
Muayyen çözümler içeren ayetlerden ‘genel sosyal ve ahlaki ilkeler’ çıkarılır, sonra da bunların meşru ve ilahi olduğuna dair başka bir delil getirilmezse, söz konusu çözümlerin ayetin hem lafzı hem de manası ile hiçbir irtibatı kalmaz. Lafız ve mana ciheti ile ayetlerle irtibatı kopan bu nevi ilkelerin de dini bir geçerliliği olmaz.
Israrla Kur’an’ı Kerim’in bir ahlak kitabı olduğuna vurgu yapan, ulemayı da bu ahlak kitabını, hukuki hükümlerin esası kabul etmelerinden dolayı tenkit eden yazarın gelecek vadeden bir İslam Hukukundan bahsetmesi her şeyden önce kendisiyle çelişki içinde olduğunu göstermektedir. Çelişkiden kurtulmasının yolu ise külli, cüzi ya da çift yönlü anlayış usuluyle uğraşarak yeni usullerin tespit edilmesine mesai harcama yerine, açıkça ahkam ayetlerini kabul etmediğini ilan etmesidir. Fakat böyle bir yaklaşım bağlıları nezdindeki sıkı Müslüman imajını zedeleyeceğinden mütalanın, ileriki adımları bu günün tarihselcilerine havale edilmiştir.
Bütüncül-Tarihi Yaklaşım
Fazlurrahman’ın, klasik tefsir usulune alternatif olarak geliştirdiği tarihselci anlayış usulunun önemli unsurlarından biri olan “bütüncül-tarihi” yaklaşımının ‘bütüncül’ bölümü, klasik tefsir anlayışının öteden beri izlediği önemli bir tarzdır. Nitekim müfessirler, kaleme aldıkları tefsirlerin tamamında Kur’an’ın bütünlüğünü dikkate almışlardır. Öyle ki bütüncül okumalar tahsis, delâletü’n-nas, işaretü’n-nas, gibi Kur’ani bütünlüğü gerekli kılan anlayış usullerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Fakat Fazlurrahman’ın arayıp da ulemada bulamadığı bütüncül okuma Kur’an’ı tarihselleştirip yedinci asırda bırakmak sonrada külleri arasından bu güne emperyalizmin menfaatlerine dokunmayan birkaç ahlaki ilke taşımaktır.
Gerçekte bütüncül okumayı ihmal edenler Ehl-i Sünnet uleması değil modernistlerdir. Zira fakülteyi bitirdikten sonra akademik çalışmaya yönelen, çalışmasını da bir konu üzerinde yapan, bu yüzden İslami ilimleri etraflı bir şekilde okuma imkanı bulamayan bir akademisyenin beş altı yaşlarında İslami ilimleri tahsile başlayan yirmi yaşlarına geldiğinde ise bütün ilimlerden umumi icazet alan bir molla kadar İslami ilimlere vakıf olmadığı aşikardır. Örneğin, hadiste profesör olan kaç tane akademisyen bir hocadan Buhari’yi okumuştur. Fakat Buhari’yi baştan sona bir hocadan okumadan Buhari üzerine oryantalistlerin neşrettikleri eserleri okuyan ve bu ameliyeden cesaretle Buhari hadislerini tenkit eden bir çok profesör vardır. Bütüncül anlama için bir müfessirin Kur’an’ı, Kur’an ilimleri ile birlikte, bir muhaddisin de Buhari’yi birkaç şerhi ile birlikte okuması zorunlu değildir derseniz biz de bu adamlar kebabı etsiz de yapabiliyorlar demekten başka bir ifade bulamayız.
Ez her cihet Şer’î ilimlere kısmi vukufiyet modernistlerin Kuran’ı ve Kur’ani ilimleri bir bütün surette okumalarına engel olmuştur.
Yazarın teklif ettiği yaklaşımın ikinci ayağı olan “Tarihi”lik ise Batıya aittir. Pozitivist akla, insanüstü, tarih üstü İsa’yı anlatamayan Batılı adam, tarihselcilikle İsa’yı (a.s.) anlaşılır kılmayı hedeflemiştir. Bir anlamda tarihselcilik, doğruyu yanlıştan ayıklama ameliyesidir. Kilise, tarihselciliği kabul ederek tarihi bir şahsiyet olan İsa’yı (a.s.) aynıyla yarınlara taşıyamayacağını, çünkü şartların tarihin bir devresinde vuku bulup nihayete erdiğini itiraf etmiştir.
Ayrıca tarihselciliğin alenen icra edildiği yıllarda, kilisenin elinde beşeri özellikleri baskın olan bir İncil vardı. Tarihi bir varlık olan insanı idrak etmek nasıl tarihi bir bakış açısını gerekli kılıyorsa beşerileşen İncil de ancak beşeri yoldan hareketle anlaşılabilirdi. Fakat Kur’an’ı Kerim, vahyedildiği şekilde bu güne ulaşan ve kıyamete kadar gelecek insanların kitabı olan, ondan sonra kitap gelmeyeceği bildirilen ve bundan dolayı evrensel olması zorunlu addedilen bir kitaptır. Onun kabul edilmesi ise, Allah Teala’nın yedinci asırdan sonra gelen insanları ihmal etmesi anlamına gelirdi. Bunun için hikmeti ilahi onun tarihi değil evrensel olmasını gerekli kılmaktadır. Fakat bunu anlayabilmek için her şeyden önce Onun Kelami İlahi olduğunu kabul etmek gerekir.
Kuran’ın tarihi bir ortamda inmesi, muhataplarının belli bir sosyo-kültürel konuma sahip olmaları evrenselliğini ihlal etmez. Çünkü O, konuşan, susan, gülen, rızık talep eden, sevinen, üzülen ve bu vasıflarını Hz Adem’den (a.s.) bu tarafa sürekli fıtratında saklayan insana konuşmaktadır. İnsan fıtrat olarak nasıl hep aynı kalıyorsa o fıtrata konuşan Kur’an da değişmeden aynı kalmalıdır. Fakat Doğunun perişanlığını, Batıya galibiyet getiren akılla aşmaya çalışan Fazlurrahman, sürekli evrenselliğine vurgu yapan Kuran’ı Kerimin fıtrata konuşan duruşunu kavrayamamıştır. Çünkü onun referansı Batılı adamın anlayış usuludur.
Tarihsel olduğuna dair tek bir kelimelik beyanı olmayan Kuran-ı Kerim’i modern zamanın pozitivist aklına uydurabilmek için tarihselleştirmek ve bu ameliyeyi “İslâmî” başlıklarla ifade etmek sadece muhatabı aldatabilmek için zarfı değiştirmek gibidir. Bu yüzden tarihselcilik Kuran’a dönmek yani Kuranileşmek değil Kur’an’ileşmek zarfı içinde icra edilen Garbileşmektir
O, ezelden ebede okunan bir ilahi kelamdır. Beşere ait bir nesne değildir. Dolayısıyla tarihselcilik gibi metin yazarlarının niyetlerini anlamada kullanılan hermenötik yaklaşım da ona tatbik edilemez. Zira Ontolojik olarak farklı olanlar farklı usullerle mülahaza edilirler, edilmelidirler.
Ulema
Fazlurrahman, Batı’dan iktibas edip, Kur’an’a uyarladığı tarihselciliğin meşruiyet kazanıp yaygınlaşmasının önünde, en büyük engel olarak fakihleri görür. Bu yüzden onları uygulanabilir bir hukuk sistemini tesis ve hukukla ahlak arasındaki ilişkiyi tesbit edememekle itham eder.[34] Kelam alimlerinin irfan ve iftiharla dolu ameliyelerini ise bin yıllık kutsal ahmaklık[35] olarak niteler.
Fazlurrahman’ın uygulanabilir bir hukuk sistemi tesis edememekle itham ettiği fakihler dünya hukuk tarihinde ilk defa hukuk metodolojisini (fıkıh usulu) tesis eden ve bu noktada bütün dünya hukuk sistemlerine önderlik eden ilim ve fikir tarihinin dehalarıdırlar. Devlet-i Aliye’nin Şeyhu’l-İslam’larından Mustafa Sabri Efendi (r.h.a.) ise bu noktada şunları söylemektedir: Ulemanın tedvin ettiği ve hacimli ciltler içinde bize ulaşan fıkıh ilmi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Peygamberliğine mucize olarak yeter.[36] Bu ifadeler fıkhi hükümleri uygulamadan sorumlu en üst merci olan Meşihat’i İslamiyye’nin sahibine aittir. Şayet uygulamada problem olsaydı bundan ilk önce şikayet edenlerden birisi de Mustafa Sabri Efendi (r.h.a.) olmalıydı.
Mecelle tecrübesiyle zahir olmuştur ki, Fıkıh tek bir mezhebinin muhtevasıyla, bütün bir insanlığı idare edecek bir hukuki birikime sahiptir. Bu gün İslam ülkelerinde fıkhi hükümlerin uygulanmayışı ise fakihlerin acziyeti ya da fıkhın yetersizliğinden değil bilakis Batı Medeniyetine pazarlıksız teslim olan siyasi idarelerin anlayışından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla fıkhın siyasi hayattan tecrit edilmesinin arka planında Fakihlerin acziyeti değil, Batılılaşma sevdası aranmalıdır. Bu yüzden Fazlurrahman tenkit oklarını yanlış hedeflere göndermektedir. Tıpkı acemi bir savaşçı ya da gönüllü bir işbirlikçisi gibi kendi mevzilerini vurmaktadır.
Büyük bir fakih olan Hocam bir tarih Fazlurrahman’ın konferans vermek için ders okuttuğu yere geldiğini, konferanstan önce sınıfını ziyaret ederek Hidaye’nin kölelik bahsini ihtiva eden dersini dinlediğini, dersin sonlarına doğru usul gereği dersle alakalı bir takım mütalalar serdetteğini ve Hanefi Fakihlerinin kölelik bahsini işleyişene hayran kaldığını, A.B.D.’ye dönünce bu hususla alakalı mütalalarını tekrar gözden geçireceğini söylediğini anlatmıştı.
Mustafa Sabri Efendi’nin söylediklerini, Hocam’ın anlattıklarını ve fıkhi eserlerin bedihi mükemmelliğini yan yana koyduğunuzda Fazlurrahman’ın ifadelerinin oryantalist ezberlere dayanmanın ötesinde hiçbir mesnedinin olmadığı görülecektir.
Fazlurrahman’ın söylediğinin aksine fıkıhla ahlak iç içe değerlendirilmiştir. Nitekim fıkhi bir meselenin bir kazai bir de diyani yönü vardır. Diyani yönde ise iman ve ahlakın tahakkümü mevcuttur. Örneğin mahkemede hasmına karşı gerçeği ihtiva etmeyen deliller getiren iddiacı/müddei, hukuken haklı iken, aleyhinde delil getirilen/müddea aley, ise diyaneten haklıdır.
Az gelişmiş coğrafyanın kompleksli aydınına göre, gelenek hurafelerin mahşeridir. Dolayısı ile ulemanın tekrardan ne dediğine dönüp bakmak çok da önemli değildir. Bu yüzden hadiselere oryantalist ezberler doğrultusunda çözümler getirmek en isabetli! yoldur.
Müçtehit imamlarla/mezheb sahipleri ve onların usulerine göre fıkhi ameliyelerini inşa ve idame ettiren fakihlerle anlaşamayan Fazlurrahman Batıdan iktibas ettiği Aydınlanma artığı tarihselci yaklaşımla anlaşmakta hiç de zorlanmamıştır.
Oryantalizmin kurgulayıp Müslüman modernistlerin eline tutuşturduğu kızıl yüzlü tarihselcilik bu gün İslam coğrafyasında yeşil bir maskeyle dolaşmaktadır. Müslümanlarsa, maddi perişanlıklarını aşabilmek için ağzı laf yapan bu yeşil maskelileri hiç yüksünmeden dinlemekte ve gerçekten onları dert ortakları zannetmektedirler. Çünkü dinledikleri insanların tamamı Fazlurrahman gibi müslüman babaların müslüman çocuklarıdır. Ne var ki aldatılmışlar ve masum insanları aldatmaktadırlar.
Hüküm
sayi-15Kur’an’ı Kerim kendinden doğmayan ve Onunla uyuşmayan bütün değer yargılarıyla hesaplaştı. İlahi olanı beşeri olanla, beşerin arzularını dikkate alarak uzlaştırmayı reddetti. Hayata müdahil oldu, hükmetti. Sorunsuz bir cemiyet vücuda getirdi. Çirkini kaldırıp güzeli, en güzeli, güzeller güzelini getirdi. Bu yüzden Onun yürürlükte olduğu çağlar insanlık tarihinin en güzel çağlarıydı. Ne kapitalizmde olduğu gibi zengin adına fakire haksızlık etti ne de Komünizmde olduğu gibi devlet adına zenginin malına el koydu. Fert ve cemiyet nizamını adalet üzerine tesis etti. -Çünkü O, her şeyi en doğrusu ile bilen ve buna göre vahyeden Allah Teala’nın kelamıdır.
Emperyalizmin değer yargılarını reddediyor diye böyle bir kitabı tarihselleştirmeye kalkışmak Kuran’a değil emperyalizme hizmet etmektir. Kur’an’ın emperyalizmle olan mücadelesinde tarihselciliği tercih ederek emperyalizmden yana tavır alan Fazlurrahman, yanlış bir anlayış usulunden yana tavır aldığından Kur’an’ı anlama bahtiyarlığına erememiştir. Zira Kur’an, kendisini etkilemeye çalışan bir bakış açısı yerine kendisinden etkilen bir bakış açısıyla anlaşılabilir. O, kulların istediği manayı değil yalnız Allah Teala’nın muradını verir.
Dipnotlar:
[1] Temelde pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaya özen gösteren İctimai Tefsir Anlayışının en uç örneklerinden bir tanesi Muhammed Abduh’un Fil Suresi tefsiridir. Abduh söz konusu sürenin tefsirinde Ebabil Kuşlarını önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil eder ve bunu garip bir şekilde rivayetlerin ittifak ettiği bir husus olarak niteler. Ayrıntı için bkz: Muhammed Abduh, Tefsiru Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, ty., s.118 vd.
[2] Temelinde Allah’ı inkar yatan doğa bilimiyle, Allah’ın vahyi Kuran’ı anlamaya çalışan ve bunu sistemleştirebilmek için İngilizlerin desteğiyle 1875’de Aligarh’de “Mohammadan Anglo-Oriental College” adıyla -daha sonraları üniversiteye dönüşen- bir kolej kuran Ahmed Han’a göre kainata sebep-sonuç sistemi hakimdir. Kainat bu çerçevede yönetilmektedir. Her şeyin yaratıcısı yani ilk sebebi Allah, tabiat kanunlarını kesin olurluğa bağlamıştır. İşte bu yüzden kainatta bu kanunlara aykırı hiçbir şey cereyan etmemektedir. Bu anlayıştan hareket eden Ahmet Han, peygamberlerin mucizelerini ve velilerin kerametlerini kabul etmeyip bunlarla ilgili nassları tabiat kanunlarına uygun bir şekilde yorumlamaya çalışmıştır. Hayatı ve fikirleri için bkz. Abdulhamit Birışık, Hint Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2001, s.324 vd.
[3] ‘Çağımızda ki tefsirin asıl hedefi sırf edebi olmaktır’ diyen el-Huli’nin görüşleri için bkz. Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rumi, İtticahu’t-Tefsir fi Karni’r-Rabi’ Aşer, Arabistan, 1986, III, 876-892.
[4] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat, Ankara, 2004, s. 81.
[5] ‘İslami Çağdaşlaşma’, İslami Araştırmalar, s. 314-320; Hayrettin Karaman , ‘Tefsirde Eski-Yeni Tartışması’, Kur’an’ı Kerim, Tarihselcilik ve Hermenötik, Yeni Ümit Kitaplığı, İzmir, 2003, s. 30.
[6] Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan Yayınları, İstanbul, 2001, s.182.
[7] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, (çev. Hayri Kırbaşoğlu), Ankara, 1990, s.67.
[8] Fazlurrahaman, İslam ve Çağdaşlık, s. 78.
[9] ‘Eyüp Han Döneminde Bazı İslami Meseleler’ , İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990, IV, 4, s.309.
[10] Fazlurrahman, İslami Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri, (çev. B.Demirkol), İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990, IV, 4, s.4
[11] Fazlurrahman,İslam ve Çağdaşlık, s.91-95.
[12] Fazlurrahman,Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, (çev. Salih Akdemir), Ankara, 1995, s.22-23
[13] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s.94-95.
[14] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s.91-95
[15] Kur’an, Furkan (25):1.
[16] Bkz. Muhammed b. Ömer Fahruddin Razi, Tefsiru’l-Kebir, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XXIV, 40; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, VI, 440.
[17] Kur’an, En’am(6): 90.
[18] Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 505.
[19] Kur’an, Fussilet(41): 43.
[20] Kur’an, Bakara(2): 232.
[21] Ebu Hayyan, a.g.e., I, 488.
[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, Daru’l-Kurani’l-Kerim, Beyrut, 1399, III, 687.
[23] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul, 1936, V, 3644.
[24] Kur’an, Kıyame(75): 19.
[25] Kur’an, Kıyame(75): 16-18; Ayrıca bkz. Taha(20): 16.
[26] Razi, a.g.e., XXX, 198.
[27] Kur’an, A’la(87): 6.
[28] Bkz. Kur’an, Maide(5): 38.
[29] Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1996, III, 13-15; Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Müessesetu’r-Risale, Beyrut, 1999, s.103.
[30] Fazlurrahman,İslam ve Çağdaşlık, s.91-95.
[31] Bkz. Ebu’l-Abbas Ahmed b. İdris el-Karafi, el-Furuk, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, I, 6.
[32] Fazlurrahaman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 187.
[33] Ebu Davut, Sünen.
[34] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 285-287.
[35] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 282.
[36] Mustafa Sabri, Mekıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Alem min Rabbi’l-Alemin ve İbadihi’l-Murselin, Dar-u İhyai’t-Turas, Beyrut, 1992, IV, 315.
FAZLURRAHMAN VE SAPIK GÖRÜŞLERİ
Hakikat güneşi ortalığı aydınlatınca karanlıktan istifade eden mahlukat telaşa düşer. Biz de çeşitli kaynaklardan bid’atçi reformistleri deşifre edip reddiye yapınca birileri fena rahatsız oluyor. Bu konuya ileriki günlerde temas edeceğiz. Şimdi, Türkiye’de özellikle İlahiyat ve Diyanet camiasında görüşleri yayılmaya çalışılan bir reformisti tanıyacağız. İşte Üstad Kadir Mısıroğlu’nun kaleminden, Fazlurrahman’ın kendi kitaplarından derlenmiş sapık görüşler…
Dinler Arası Diyalog felsefesinin ilham kaynaklarından Fazlurrahman 1919’da Pakistan (o günkü Hindistan’ın) Hazara şehrinde doğmuştur. 1940’da Pencap Üniversitesi Arapça bölümünü bitirmiş. 1949’da Durham Üniversitesinde hoca olmuştur. Daha sonra Montreal’de, Mc. Gill Üniversitesi’nde çalıştı. 1961’de Pakistan İslami Araştırmalar Enstitüsünde Profesör olarak vazife gördü. 1969’da bu enstitünün müdür oldu. 1969’da A.B.D Chicago Üniversitesi’nde İslam Düşüncesi Profesörlüğüne getirildi. 26 Temmuz 1988’deki ölümüne kadar bu vazifeyi sürdürdü.
Eserleri, Ankara Okulu da denilen Ankara İlahiyat Fakültesi Profesörleri tarafından Türkçeye çevirtilerek yayınlanmıştır.
Fikirlerine gelince; O hazreti peygamber’in “Miracı” hakkında şu sapık görüşleri ileri sürmektedir:
“Sünniler tarafından İsa’nın göğe çıkışına benzer bir şekilde geliştirilip, hadislerle desteklenen miraç anlayışı, malzemelerini çeşitli kaynaklardan alan tarihi bir kurgudan başka bir şey değildir.” (Fazlurrahman, İslam, (terc: Mehmed Aydın, Mehmed Dağ) Ankara 2004, sh:57)
Diğer taraftan “Garanik” hadisesi ile ilgili olarak, Hazreti peygamberi müşriklere haşa taviz vermek zorunda kalarak, onların putlarını övme durumunda kaldığını ve bu sebeple, güya nesh edilmiş ilgili ayetleri Necm Suresi’ne ilave etmiş olabileceğini ifade etmektedir. (Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık (terc: Alpaslan Açıkgenç, Hayri Kırbaşoğlu) Ankara 1996)
Fazlurrahman, “Hazreti Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Hatice’den (Radıyallahu anha) sonra bir çok kadınla evlendiğini, bunlardan tek bakire olanın Hazreti Aişe olduğunu, bununla birlikte O’nun kadınlardan hoşlandığı gerçeğinin inkar edilemeyeceğini” iddia etmektedir. (zırvlamaktadır) (Fazlurrahman, Alah’ın elçisi ve Mesajı (Terc, Adil Çiftçi) Ankara 1997, sh: 43)
Talak bahsinde ise, üç bain (kesin) boşamadan sonra, bu şekilde boşanan kadının, önceki kocasıyla tekrar evlenebilmesi için Kur’an’da belirtilmiş olan, başka bir koca ile evlenmesi şartının, Hazreti Ömer tarafından konulmuş bir kaide olduğunu iddia etmektedir.” (Fazlurrahman, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıb, sh: 178-179)
Halbuki bu husus Kur’an ayetleriyle sabit olan bir hükümdür: “Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, kadın, onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helal olmaz. (Bu koca da) onu boşadığı takdirde onlar (kadın ile ilk kocası) Allah’ın koyduğu ölçüleri gözetebileceklerine inanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönüp evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, anlayan bir toplum için açıkladığı ölçüleridir.” (Bakara 230)
Hür ve çağdaş dini yorumu üzerine bina ettiği akli yoruma büyük bir önem atfeden Fazlurrahman “Ehl-i Sünnet”i dini akılcılık hareketini yok eden bir müessir olarak görmekte ve bu yüzden Ehli Sünnete saldırmaktadır. O kadar ki, Ehli sünnet ve’l Cemaat’i Hıristiyanlıktaki Ortodoksluğa benzeterek “İslam Ortodoksluğu” olarak nitelemektedir. (Fazlurrahman, İslam, Ankara 2004 sh. 47)
Fazlurrahman tarafından “yaşayan sünnet anlayışı önünde birer engel olarak hadisleri görmektedir. O’na göre “yaşayan sünnet” çoğa göre yapılan değişken ve hür yorumdur. Bu sebeple nebevi hadislerin çok az olduğunu, ilk dönemden itibaren hadislerin çoğunun uydurma olduğunu, sadece ahlak ve ibadetle ilgili hadislerin Hazreti peygamber’a ait olduğunu iddia etmektedir. (Bu konuda çelişmektedir. Zaten bütün tahrifçileri itikadi yöndeki hadisler rahatsız etmektedir)
Fazlurrahman “Kim bana yalan söz isnad edrse cehennemdeki yerini hazırlasın” hadisini bile uydurma kabul etmektedir. (Fazlurrahman, Tarih Boyunca metodoloji Sorunu sh:53)
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, nesai ve Ahmed b. Hanbel rivayetlerinde mevcud olan “Müslüman, herkesin elinden ve dilinden salim olduğu kimsedir” hadisini bile, iç savaşların engellenmesi maksadıyla siyasiler tarafından uydurulmuş bir hadis olarak kabul etmektedir. (Fazlurrahman a.g.e sh:108)
Hadis hareketinde öncü olarak gördüğü ve “hadis şampiyonu” dediği İmam Şafii, Fazlurrahman tarafından en çok suçlu görülen fakihtir. (A.g.e sh:114)
Dini Modernizmi müdafaa eden Fazlurrahman’a göre: “Dini Müdernizmin yapmak zorunda olduğu ilk şey, İslam hukukuna, şeriata değişiklik getirmektir. Çünkü İslami çözüm, sadece Kur’an ve sünnetten çıkarılabilecek ilkelere dayanan çözümden ibaret olamaz.” O’na göre, “değişme ilkesinin gereği Kur’an’ın özel hukuki hükümlerine uzanacak şekilde serbest tutulmak zorundadır.” (Fazlurrahman, İslam Ankara 2004, (Terc: Mehmet Aydın’ın O’nun sh: 141 “İslamic Modernizm” isimli eserinden naklettiği not)
Fazlurrahman “Ana Mevzuları İtibariyle Kur’an” adlı eserinde, uzun uzadıya karmaşık bir şekilde vahiy felsefesi yapmaktadır. Fazlurrahman’a aid sözlerden anlaşıldığına göre kendisine göre vahiy, Hazreti peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kalbinde potansiyel olarak bulunan, ihtiyaç duyduğunda söze dökülen bir olgudur. Her ne kadar;
“Bu duygular Allah tarafından indirilir” dese de, O’nun vahiy anlayışı kabul edildiği takdirde vahyin, hazreti Peygamber’in hayalen gerçekleştirildiği keyfi bir tasarrufu olduğu hususu –haşa- ortaya çıkar. Nitekim o devrin müşrikleri de, bu devrin müsteşrikleri de, bu iddiayı dile getirmişlerdir. Bu anlayış kabul edilirse, vahyin Allah tarafından indirildiği ve Kur’an’ın Allah kelamı olduğu gerçekliği, ortadan kalkar; ortaya Kur’an’ın haşa “halüsinasyon ürünü” fikri çıkar –haşa- böylesi bir düşünce, dini temelinden sarsacak en büyük dinamit değil de nedir?
Fazlurrahman’a göre Kur’andaki muamelatla alakalı hükümler, tarih içinde değerini kaybetmiştir. Çünkü bu hükümler o zamanın şartları ile alakalı hükümlerdir. O’na göre Kur’andaki ahlaki hükümler ise, tarih üstü değerler olup her devirde geçerliliğini korur. (Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık sh:62) O halde Fazlurrahman’a göre sünnetle gelen hükümler değil, Kur’an hükümleri de tarihseldir. Bu bağlamda Fazlurrahman, Kur’andaki ceza hükümlerinde (mesela el kesme cazasının) bu devirde bağlayıcı olmayacağını, suçu önleyici herhangi bir tedbirin yeterli olacağını müdafaa eder. (İslam sh: 15
O’na göre Kur’an’da gerçek ifadesiyle hüküm ihtiva eden pek az şey vardır. Miras hukuku ile ilgili ayrıntılı beyanlar, belirlenmiş olan hırsızlık ve zina suçlarına aid cezalarda bağlayıcı hükümler değillerdir. (a.g.e 124)
Fazlurrahman, Kur’anın hukuki kaidelerinin, indiği çevrenin hususiyetlerini yansıttığını; savaş ve barışla alakalı hükümlerinin de tamamen mahalli olduğunu kabul etmektedir. Aynı şekilde faizin o devre aid bir yasak olduğunu bugün bankanın nasıl çalışması gerektiğine, ekonomistlerin ve para uzmanlarının karar vermesi gerektiğini kabul eder. Bunun için bugün faizin yasak olduğunun ve lanetli bir iş olduğunun müdafaasının yanlış olacağını vurgulayarak, Kur’an ve Sünnette katı şekilciliğe saplanmamamız(!) gerektiğini ileri sürmektedir. (Fazlurrahman, Tarih Boyunca metodoji Sorunu, sh:86)
Fazlurrahman, tarihsellik anlayışının tesiriyle, zaman ve şartlara bağlı olarak dini hükümlerin farklı yorumlanabileceğini ileri sürmektedir. Fıkhı ve fıkıh usulünü kıyasıya eleştirdiği (1) gibi hadis için de yeni bir metodoji oluşturulması buna bağlı olarak da hadislerin ve sünnetin yeniden yorumlanması gerektiğini savunmaktadır. (2)
Fazlurrahman’a göre, Sunni kelamın görüşleri de tam bir determinizm içerisindedir. Kur’an’ın ortaya çıkarmak istediği canlılığa ve şevke oldukça tersdir. (Fazlurrahman, İslam sh.328)
Şimdi umarım hiçbir okuyucu benden, bu baştanbaşa bir sarhoş kusmuğundan farksız küfür ve ilhad tuğyanını cevaplandırmamı beklemez. Bu sözlerin İslam dışı olduğunu takdirde Ağrı Dağı’ndaki çobanların bile acze düşmeyeceklerini bir bedahettir. Ben bunları cevaplandırmak için değil, gizli münafıkların rehberlerinin kim ve ne vasıfta adamlar olduğunu göstermek maksadıyla naklettim.
DİPNOTLAR
1- Fazlurrahman’ın Usul-i Fıkıh ihdas etme gayretleri, Fethullah Gülen’e ilham kaynağı olmuştur. Bunun anlamak için Fazlurrahman’ın “Tarih Boyunca İslami Metodoji Sorunu” adlı eseri ile Fethullah Gülen taraftarı olan İbrahim Canan”ın bu husustaki makaleleri ve hatta Faruk Beşer’in “Fethullah Gülen’in Fıkhını Anlamak (İstanbul 2008) adlı eserini karşılaştırmak kafidir.
2- Fazlurrahman A.g.e sh:55 de yer alan bu fikirlerin aynısı İslamiyat Dergisi temsilcileri ile Diyanetlilerce de müdafaa edilmektedir. Bkz. Mehmed Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoji Sorunu, TDV Yayınları, Ankara; (Mehmed Görmez’in aynı konudaki diğer iki makalesi vardır: “Hadislerde Delalet Sorunu”, “Sünnet ve hadis’in Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoji Sorunu ve Yeni Bir Metodoji için Atılması Gereken Adımlar”) M.E. Özafşar- hadisi Yeniden Düşünmek, Ankara Okulu Yayınları “Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Sayın Ali Bardakoğlu Yönetimindeki Diyanet İşleri Başkanlığının Düşünsel Gidişatının Değerlendirilmesi”, “Prof. Ali Bardakoğlu İdaresindeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yönetsel (mahalli) Yönden Değerlendirilmesi.
.
Cemaleddin Efgani Kimdir?
Afganistanlı politikacı ve gazeteci. Asıl adı Muhammed bin Safder el-Hüseynî olup, Cemâleddîn-i Efgânî diye meşhurdur. 1838’de Afganistan’ın Kabil şehrine yakın Esadâbâd kasabasında doğdu. Onun Hemedan’da doğan İranlı bir şiî olduğunu söyleyenler de vardır. 1897’de İstanbul’da öldü.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Tahsîl için Hindistan’a gitti. Bilhassa lisanlara karşı kabiliyetli olan Cemâleddîn; Farsça, Arapça, Fransızca öğrendi. Milliyeti kesin olmayan, Cemaleddîn-i Eganî’nin; Türk, Afganlı, İranlı ve Hindli olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Türklerle konuşurken Türk’üm, Afganlılarla konuşurken Afganlıyım diyen Cemâleddîn-i Efgânî, din bilgisi az olduğundan, doğru yolda olmayanların te’sirinde kalarak Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı ve İslâm âleminde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin önderliğini yaptı! 1857’de hac bahanesiyle Hicaz’a gidip reform fikirlerini anlatma fırsatı buldu. Hicaz’dan Kabil’e dönüp, Dost Muhammed Hân zamanında hükümet ricali arasında bulundu. Hindistan’a, oradan da Mısır’a geçti.
Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından Alî Paşa tarafından 1868’de İstanbul’a davet edilerek, Meclis-i meârif âzâlığı vazifesi verildi. Osmanlı Dâr-ül-fünûnu’nun açılışında verdiği bir konferansta; “İslâmî Abdülazîz Devleti’nin semâsından ziyâde güneşler çıkararak, onların nurları ile bütün âlemi nurlandıran ve kendilerine vükelâ yaparak hilâfet yolunda karar kıldıran Muhammedi Osmanlı saltanatının feleğinden parlak bedirler gösteren ve onların ziyası ile bütün Âdemoğullarını aydınlatan, kendilerini vezirler yaparak adalet mıntıkasında isbat eden Allah’a hamd olsun.
Salât da; yüce akıllara ve zekî nefslere, bâhusus akl-ı külle ve yolları kânunlaştırana (san’atlardan bir san’atı elde eden peygambere) ve O’nun nurlarından iktibas ederek makamların en yükseğine erişenlere olsun…” diyerek, peygamberliğin san’atlardan bir san’at olduğunu, İslâmiyet’in ilmî ilerlemelere mâni olduğunu iddia etti. Cemâleddîn-i Efgânî’nîn bu konuşması, Osmanlı âlimlerince şiddetle tenkîd edildi. Din ve devlet aleyhinde başka konuşmaları da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fesatçılığı ortaya çıkınca, İstanbul’dan kovuldu. Osmanlı şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, onun cahilliğini ve yanlış yolda olduğunu bütün delilleriyle ortaya koydu.
Sadrâzam Halil Rıfat Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdim ettiği 22 Nisan 1896 tarihli arızaya ilâve ettiği mektubda, Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili şu bilgileri verdi: “Malûmat ve mütâlaât-ı çâkerâneme gelince, Şeyh Cemâleddîn, bâbîlik cemiyeti erkânından ve fesâd erbabından olduğu gibi, hiç bir tarafça hâiz-i îtibâr ve îtimâd olmamış, ehemmiyetsiz bir âdemdir. Ve merkumun mason cemiyeti, ermeni komiteleri ve Jön Türk takımı ile gizli bir muhâberât ve münâsebâtı vardır. Kendisini efendimize mensûb bildirerek, esasen hiç olduğu hâlde, bu şeref-i mensubiyetten dolayı kendisini ve mâhiyetini ve hakikatini bilmeyen bir takım âdemleri celb ve iğfal ederek, yavaş yavaş cemiyetini çoğaltmaya çalışıyor. Bâbîlik mezheb-i habîsi esasen dürzîlik mezhebine müşabih (benzer) olduğundan, merkum Cemâleddîn, Suriye ve Lübnan’dan buraya gelen dürzî gençlerin ahlâksız ve müfsid güruhunu kendisine celb ile tevsî-i mefâsid ediyor (bozgunculuğunu yayıyor) ve Mısırlılar dahî ekseriyetle mesleksiz ve ahlâkı bozuk oldukları için, onlardan da bir çok tarafdâr peyda etmeye uğraşıyor. Bu cümleden olarak, geçenlerde Dersaâdet’den (İstanbul’dan) uzaklaştırılması lüzumu arz edilen Mısırlı Abdullah Nadim adlı müfsîd dahî, Cemâleddîn’in mezhep ve meslekine tâbiiyyetle eski kıyafetini değiştirip, bu günlerde bâbî kıyafetine girdiği istihbar kılınmıştır.”
Sultan İkinci Abdülhamîd Han da, hatıratında Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek, İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyor ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn-i Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı… Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.”
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bir çok yıkıcı faaliyetler yapmak istediyse de engellendi. Bir ara Mısır hidivi Abbâs Hilmi Paşa’yla münâsebette bulunduğu anlaşılınca, sultan İkinci Abdülhamîd Han onu sert bir şekilde azarlayarak; “Abbâs Hilmi Paşa adına bir devlet mi kurdurmak istiyorsunuz?” dedi. Dışarıda daha çok zararlı olacağını farkeden Abdülhamîd Han, Cemâleddîn-i Efgânî’nin İstanbul’dan çıkışını yasakladı, ölünceye kadar göz altında tuttu.
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bâzı yazar ve şâirler üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa Türkçülük ve İslamcılık düşünceleri ile hareket edenler, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul etmişlerdir. Bu da cemiyette ayrılıklara yol açmıştır. Cemâleddîn-i Efgânî’nin asıl gayesi de budur. Hayâtına bakılınca, gidip gezdiği yerlerde dâima tefrikadan yana olmuş ve fitneler çıkarmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada hastalanan Cemâleddîn-i Efgânî, 1897’de öldü. Maçka’ya defnedildi ve kabri bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. 1944 yılında, kemikleri, memleketi olan Kabil’e nakledildi.
Tahsîle gittiği Hindistan’da, din düşmanlarının etkisinde kalarak, Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve ilmi az olduğu hâlde hayâtı boyunca, kendini ilim ve din adamı gösteren Cemâleddîn-i Efgânî, İslâmiyet’in aslının bozulmuş olduğunu ve reform yapmak gerektiğini iddia etti ve asırlardır yetişmiş ve İslâmiyet’in yayılmasına çalışmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarını reddetti. Urvet-ül-vüskâ adlı gazetesinde ve verdiği konferanslarda İslâmiyet ve müslümanlar hakkında küçültücü yazılar yazıp çeşitli sözler sarfetti. Onun İslâmiyet hakkındaki düşünceleri, Fransız yazarı Renan’a, 18 Mayıs 1883 tarihli Le Journal Des Debats gazetesi aracılığıyla verdiği cevabdan çok iyi anlaşılmaktadır. Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda şöyle diyor:
“Efendim! Değerli gazetenizin 29 Mart 1883 tarihli nüshasında, M. Renan’ın bir nutku var. Şöhreti bütün batıyı tutan, doğunun en ücra köşelerine kadar uzanan ünlü filozof bu nutukda, dikkate değer müşahedeler, yeni görüşler serdetmiş. Ne yazık ki bendeniz, nutkun ancak, çok az sâdık tercümesini görebildim. Fransızcasını görebilseydim o büyük filozofun fikirlerini daha iyi kavrardım. Renan’ın nutku iki noktayı kucaklıyor.
1- İslâm dîni, mâhiyeti îcâbı, ilmin gelişmesine mânidir.
2- Arap kavmi, tabiatı icâbı, metafizik ilimleri de, felsefeyi de sevmez.
İyi ama, acaba ilimlerin gelişmesini önleyen bu mâniler; dînin kendisinden mi geliyor, yoksa bu dîni kabul eden kavimlerin hususiyetlerinden mi? Renan bu noktaları aydınlatmıyor. Ama teşhis yerindedir. Hastalığın sebeblerini tâyin etmek güç. Hastalığa çâre bulmak ise, büsbütün zor. Başlangıçta hiç bir millet, sırf aklın rehberliği ile yetinemez. Korkuların pençesindedir. Hayrı şerden ayıramaz. Ne sebeblere yükselebilir, ne neticeleri fark edebilir. Tedirgin şuurunun dinlenebileceği bir vaha arar. O zaman mürebbîler (peygamberler) çıkar ortaya. Bilirler ki onu aklın emrettiği yola sürüklemek imkânsızdır. Hayâlini okşar, ümidlerini kanatlandırır, önünde geniş ufuklar açarlar, insanoğlu ilk devirlerde gözleri önünde cereyan eden hâdiselerin sebeplerini ve eşyanın esrarını bilmediğinden, mürebbîlerinin emirlerine ve öğütlerine uymak zorundadır. Mürebbîler (peygamberler) ona; itaat edeceksin diyorlardı. Mutlak varlık (yani Allah) böyle emrediyor. Şüphe yok ki bu, beşeriyet için boyundurukların en ağırı, en küçültücüsü idi. Fakat müslüman, hıristiyan, putperest, bütün milletlerin barbarlıktan bu dînî terbiye sayesinde çıktıkları ve daha ileri bir medeniyete doğru yürüdükleri de inkâr edilemez.”
Cemâleddîn-i Efgânî, dinlerin insanlık târihinde büsbütün lüzumsuz birer müessese olmadıklarını beyân ettikten sonra, İslâmiyet’le putperestliği aynı kefeye koyuyor ve devamla; “Bu konuda İslâmiyet’in başka dinlerden ne gibi farkı vardır? Dinlerin hepsi de müsâmahasız değil mi?… Hıristiyan toplumları, işaret ettiğim Terakkî ve ilim yolunda dev adımlarla ilerlemektedirler. İslâm cemiyeti ise dînin vesayetinden kurtulamamıştır… Burada Mösyö Renan’ın huzurunda İslâm dîninin müdâfaasını yapıyorum. Bu ümîd (müslümanlıktan kurtulma ümidi) gerçekleşmezse, barbarlık ve cehalet içinde mahvolurlar. Filhakika İslâm dîni, ilmi boğmaya ve terakkîyi durdurmaya gayret etmiştir. Ama hıristiyanlık da aynı şeye teşebbüs etmedi mi? Katolik kilisesinin muhterem reîsleri, bildiğime göre, bugün bile mücâdeleden vazgeçmiş değillerdir… Biliyorum müslümanların, Avrupa ile aynı medeniyet seviyesine yüselmeleri çok güçtür. Felsefî ve ilmî usûllerle hakikate vusul (ulaşmak) onlara yasaktır. Gerçek bir mü’min, konusu ilmî hakikat olan her çeşit araştırmalardan kaçınmalıdır. Oysa bâzı Avrupalılara göre her hakikat, ilme dayanmak zorundadır. Kölesi olduğu nass’a (Kur’ân-ı kerîm ve sünnete), sabana bağlanan bir öküz misâli bağlanan mü’min, ilânihâye (sonsuz olarak) şeriat tefsircileri (islâm âlimleri) tarafından çizilen yolda yürümeye mahkûmdur. Hakikatin zâten bütününe sâhib. Aramasına ne lüzum var. Îmânını kaybederse daha mı bahtiyar olacak? Böyle olunca da ilmi küçümsemesi tabiî değil mi?”
Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda İslâmiyet’in Terakkîye (ilerlemeye) mâni olduğunu, Renan’dan daha büyük bir kabul ile belirttikten sonra, Arab kavmini müdâfaa ederek şöyle diyor: “Ancak fetihlerindeki hızla mukayese edilebilecek fikrî bir yükseliş, bir asır, bütün bir Yunan ve Acem ilminin elde edilişi, hazmedilişi… Arablar başlangıçta ne kadar barbar ve câhil olurlarsa olsunlar, medenî milletlerin yüz üstü bıraktıklarına dört elle sarıldılar. Sönen ilimleri canlandırdılar, geliştirdiler ve o zamana kadar ulaşamadıkları bir ihtişama kavuştular. Bu da ilme karşı besledikleri sevginin işareti ve isbâtı değil midir?” diyerek başka müslüman milletlerin, bilhassa müslüman-Türklerin ilme olan hizmetlerini inkâr ettikten sonra da; “Pekî denecek, Arab medeniyeti bu kadar parlak olduktan sonra nasıl birden sönüverdi? Meş’ale o zamandan beri neden tutuşmadı tekrar? Arab dünyâsı uzun zamandan beri niçin karanlıklarda bocalıyor? Nâmık Kemâl buna sebep olarak haçlı orduları ile Tatar müşriklerini gösteriyor. Burada İslâm dîninin bütün sorumluluğu ortaya çıkıyor. Şurası âşikâr; bu din nerede yerleşmişse ilmi boğmuştur. Bu uğurda istibdâdla el ele vermekte tereddüd etmemiştir. Hıristiyan dîninin mazisinde de buna benzer vak’alar bulabilirim. Dinler, isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmalarına, anlaşmalarına imkân yoktur. Felsefe onu îtikâdlardan kısmen veya tamamen kurtarır. Nasıl anlaşabilirler?.. İnsanlık yaşadıkça, nass (dînin delilleri) ile serbest tenkid, dinle felsefe arasındaki kavga sona ermeyecektir. Kıyasıya bir savaş bu. Ve korkarım ki bu savaşta zafer, hür düşünceye nasîb olmayacaktır” diyerek, Allahü teâlânın bildirdiği din ile insan kafasının mahsûlü olan felsefenin, savaş hâlinde olduğunu söylemekte ve felsefenin gâlib gelmesini istemektedir. Daha da ileri giderek; “Aklın dersleri üç-beş büyük zekâya hitâb eder. İlim ne kadar güzel olursa olsun ideâle susuz olan insanlığı doyurâmaz. İnsanlık, filozofların ve âlimlerin göremedikleri ve giremedikleri karanlık ve uzak bölgelerde kanat açmaktan hoşlanır” diyerek de, din üzerine gâlib gelmesini istediği felsefenin ilimden de üstün olduğunu iddia etmektedir.
Fransız yazarı Renan da, bu yazısından dolayı Cemâleddîn-i Efgânî’yi şöyle medh ediyor: “İki ay kadar önce sevgili meslekdaşım Ganem (hıristiyan Halil Ganem) vâsıtası ile Şeyh’i (yâni Cemâleddîn-i Efgânî’yi) tanımıştım. Üzerimde pek az kimse bu kadar derin te’sir yapmıştır. Sorbon’daki konferansımın konusunu (ilmî zihniyet ile İslâmiyet’in münâsebetlerini) bana o ilham etti. Şeyh Cemlâleddîn, İslâm’ın peşin hükümlerinden sıyrılmış bir Afganlıdır. Cemâleddîn, zinde bir kavmin çocuğudur. Afganistan’da Arya ruhu, resmî İslâmiyet’in sığ tabakası altında bütün zindeliği ile yaşamaktadır. Dinlerin değerini tâyin eden, onlara inanan kavimlerdir. Afganlı bu müteârefenin en güzel delili. Düşünceleri öylesine bağımsız, seciyesi o kadar asîl ve dürüst idi ki, onunla konuşurken İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi eski âşinâlardan birinin, dirildiğini sanıyordum.”
Cemâleddîn-i Efgânî’nin şahsı ile ilgili önemli hususlardan biri de masonluğudur. Hattâ yalnız kendisi mason olmakla kalmayıp, Mısır’da bir çok kimsenin de bu teşkilâta girmesine sebeb olmuştur. Afşar İreç ve Usgar Mehdevînin Farsça te’lif ettikleri Mecmûa-i isnâd ve Medârik adlı eserde, onun mason locasına kaydolmak üzere verdiği dilekçenin mâhiyeti ve şarkın yıldızı locasının 1355 Kâhire-Mısır 7. 1878/5878 sayı ile locaya kayd olduğuna ve locaya ihtiram reisi seçildiğine dâir cevâbı vardır. Ayrıca Hannâ Ebî Râşid, masonluğu Arab memleketlerine Cemâleddîn-i Efgânî ile Muhammed Abduh’un yaydığını yazmaktadır.
Cumhuriyet devri başbakanlarından Şemseddîn Günaltay’ın; “Şeyh, peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona îtirâz edenler, Ebû Cehl kadar lânete müstehâktır. Çünkü peygamberlerin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriftmeye kalkışmıştır” diyerek medh ettiği, dünyâda bir kaç zümre arasında meşhur edilen Cemâfeddîn-i Efgânî’nin, küçücük bir Afgan târihi ile maddeciliği tenkid etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyâde, siyâsî bir hiciv özelliğini taşıyan Red aled-Dehriyyîn adlı eseri vardır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılmış makaleleri vardır.
-CEMALEDDİN EFGANİ HAKKINDA DİĞER BELGELER İÇİN TIKLAYIN-
——-
1) El-Âlâm; cild-6, sh. 168
2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-10, sh. 92
3) Umrandan Uygarlığa; sh. 44
4) Son Sadrâzamlar; cild-2, sh. 817, 890
5) Hâtırât-ı Abdülhamîd-i sânî; sh. 73
6) Târih-i Âbâd-ı lugat-il-Arabiyye; (Corci Zeydan); cild-4, sh. 312
7) A’yân-üş-şîa; (Muhsin Emin, Şam-1935); cild-16, sh. 336
8) Esmâül-müellifîn; cild-2, sh. 394
9) Zuamâ-ul-aslâh; sh. 59
10) Fâideli Bilgiler; sh. 358
11) Din Tahripçileri; sh. 48
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 202
13) Dâiret-ül-meârif-il-masoniyye (Hannâ Ebî Râşid, Beyrut-1381); sh. 197
.
Muhammed Avvame Hoca Cemaleddin Efgani hakkında
Zamanımız alimlerinde Muhammed Avvame Rihle Dergisi ile yapmış olduğu röportajda;
– Cemaleddin Efgani hakkında ne dersiniz?” sualine şu cevapları vermiştir:
“Afgani, sapkınlığın ve dalaletin başıdır. Ben Allah’ın izniyle, karakter olarak övgüde ve medihde mübalağayı sevmem. Afgani ve ekolü, Muhammed Abduh ve takipçileri dalaletin ve sapkınlığın öncüleridir. Cemaluddin Esedabadi adında bir kitap var. Bu kitapta, mutlaka bilinmesi gereken bir hadise anlatılır. Afgani‘nin seferde – hazarda, gece – gündüz yanından ayırmadığı bir çantası vardır. Çantada çok özel belgeleri vardır. Bir defasında geceleyin Tahran’da bir arkadaşının yanında uyumaktayken Sultan Abdülhamid‘den bir haber gelir. Sultan, Afgani‘yi çağırmaktadır… Afgani apar – topar hazırlanır ve yola koyulur. Ancak çantasını arkadaşının evinde unutur. Adam çantayla ilgili olarak dostlarıyla istişarede bulunur. Sonunda tarihe hizmet olsun diye çantanın içindeki belgeleri çoğaltamaya ve Farsça’ya çevirip incelemeye karar verirler. Cemalüddin Afgani‘nin 26 farklı imza kullandığı tespit edilir. Ayrıca, evrakların arasında Afgani‘nin Mason mahfiline sunduğu masonluğa katılma dilekçesi ve masonluğa kabul edildiğine dair belge de vardır. Kabul merasiminin yeri ve zamanı da belirtilmiştir.
Cemaladdin Efangi’nin mason locasına müracaat mektubu;
Başka bir belge, Muhammed Abduh‘un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh‘un bir mektubudur. İngilizler, Muhammed Abduh‘u, Mısır halkı nezdinde popülaritesini artırması için – İngilizler, Mısır ahalisinin kalbini kazanan bir Arap öncü yetiştirmek istiyordu – Lübnan’a sürdüklerinde mektubu buradan yazmış. Diyor ki, Muhammed Abduh:
“Biz, senin sağlam yolundayız. Dinin başını, yine dinin kılıcından başka bir şeyle kesemezsin. Bizi görsen abid, zahid, rüku ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin” Çantada daha bir çok belge vardır.
Riyad’da Dr. Fehd er – Rum, İmam Muhammed Üniversitesi’nde yaptığı doktora tezinin konusu, “Menhecü’l Medrese el – Akliyye el – Hadiese fi’t – Tefsir” (Modern Akılcı Ekolün Tefsir Yöntemi)… Çalışmanın başında bu akımın öncüleri olan Afgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’nın biyografileri var. Benim az önce sözünü ettiğim belgeleri de oraya koymuş.”
RİHLE DERGİSİ, SH: 5 – 6, NİSAN – EYLÜL 2009, SH: 82.
.
Cemaleddin Efgani’nin mason olduğunun belgesi
Kadir Mısıroğlu’nun dev eseri Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri’nde Cemaleddin Efgani’nin masonluk belgeleri de yayınlanıyor. Mason olmayı kendisi isteyen Efgani’ye kabul olunduğuna dair mektup geliyor…
MÜRACAAT MEKTUBU
KABUL OLDUĞUNUN VESİKASI
.
CEMALEDDİN AFGANİ
İslam alemine “alim” olarak lanse edilen din tahrifçilerini sizlere tanıtmaya devam ediyoruz. Bu yazımızda Cemaleddin Afgani’yi tanıyacağız.
Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Han zamanlarında beş defa sadrazamn olan ve 1871’de ölüp, Süleymaniye Cami bahçesinde gömülen Ali paşa mason idi. Dinde reformcu olan Cemalledin Afgani’yi İstanbul’a getirip, dinde reform yapmak için onunla elele vererekçalışmaya koyuldu. Fakat İslam alimleri uyanık davranarak meydanı bunlara bırakmadılar. Cemalledini rezil ettiler. Ali Paşa’da onu destekleyemedi…
Cemaleddin Afgani 1854’de Afganistan’da doğdu. 1861’de Kabil’e geldi. On sene kaldı. Felsefe kitapları okudu. Bir aralık, Ruslara Afganistan hakkında casusluk yapıp, jurnaller verdi. Ruslardan çok para aldı.
1885’de Mısır’a geldi. Mason oldu. Ali paşa, bunu İstanbul’a getirdi. Vazife verdi. O zaman darülfünun yani üniversite rektörü bulunan ve sadrazam Reşid paşa tarafından Paris’te yetiştirilmiş olan ve kafir olduğuna fetva verilen, mason Hasan Tahsin tarafından buna o sene konferanslar verildi. Fakat ulu orta konuşunca o zamanın Şeyhül İslamı olan, Sultan Aziz Mısır’a gittiği zaman hutbesini hazırlayan, bütün alimlerin saygı duyduğu büyük alim Hasan Fehmi Efendi tarafından kafir olduğuna fetva verildi.
Ali Paşa bunu İstanbul’dan çıkarmaya mecbur kaldı.
Edip İshak adındaki bir Mısırlı’nın “Eddürer” adındaki kitabında, Cemaleddinin Mısır’da mason locası başkanı olduğu yazılıdır.
Mısırlılara ihtilal fikirleri aşıladı. Şöhreti arttırmak için “A’rabi Paşa” vakıasını hazırlayanlarla birlikte İngilizlere karşı göründü. O zaman Mısır Müftüsü olan mason Abduh ile dost oldu. İki reformist iyi kaynaşıp birbirlerinden çok istifade ettiler.
Mason Abduh bir yazısında: “Cemaleedin’i görmeden önce gözüm kör, kulağım sağır, dilim dilsiz imiş” diyor.
Londra ve Paris’te dine zararlı çok yazılar yazdı.
1886 yılında İran’a geldi. Orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak beşyüz süvari ile Osmanlı hududuna bırakıldı.
Bağdat’a ve Londra’ya gitti. İran aleyhine yazılar yazdı. Oradan İstanbul’a geldi. Burada da Bahailer ile işbirliği yaparak, dini siyasete alet etti. İran’da da kargaşa çıkarmaya uğraştı.
Bir sene sonra çenesinde kanser çıkarak 1897 yılında öldü. Maçka kışlası yanında şeyhler mezarlığına gömüldü. Bir Amerikalı buna mezar yaptırdı. İkinci cihan harbinden sonra kemikleri Afganistan’a götürüldü.
www.ihvanlar.net
.