.
Gülden Bülbüllere 1 Özet
SOHBET 1 9 ARALIK 1989
“Sen benim her şeyimsin
Canımsın candan yakın
Unutur sanma sakın
Unutmam unutamam”
· Bir genç ile yaşlının Allah’ı anma hikâyesi anlatılıyor
· Kulum iste vereyim. Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.
· Mezhepler arasındaki namaz kılma farklılıkları
· Herkes bildiğiyle amel ederse biz bilmediklerini ona öğretiriz
· Zahir ûlemanın da bir kâmil müçtehide teslim olması lazım.
· Noksanını bileceksin.
· Arşa kürse sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.
· Gafil olan insanların kalbi nedir, nasıldır?
SOHBET 2 10 ARALIK 1989
“İnsan yakınlaştıkça
Yakınlarından ayrı
Belli ki yakınımız yoktur
Allah’tan gayrı”
- Din nasihâttir. Nasihat ikidir. 1- Vaaz (Zahir) 2- Sohbet (Batın)
- Sohbeti kim ediyor. Kim meydana getiriyor.
- Abdûrrahim ne demek? Rahimin kulu demek. Rahimin kulu konuşmuyor. O halde konuşturan kim?
- İnsanların kalbi masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lazım.
- Müridin Fiiliyatı nasıl olmalı?
- Kabız hali – Basıt hali. Kabız halinden nasıl kurtulunur?
- Mürit nurunu esmadan alıyorsa o zaten rabıtasına sığınır.
- Cenabı Hak Peygambere Efendimizi bin sene ders verir gibi okutmuş.
- Bizim öyle kullarımız var ki ticaretleri zikirlerine mani değildir.
- Velayet parmağıyla bir mürit nasıl uyarılır.
SOHBET 3 11 ARALIK 1989
“Öl ve öl”
- Bir velinin büyüklüğü maneviyattaki gücü 4 milyar insanı eritseler birleştirseler bir velinin velayeti kadar olamaz.
- Yakub-u Çerhi ve Hoca Ubeydullah Hz. arasındaki hikâye anlatılıyor.
- Tahareti olmayanın cesedi temizi olmaz. Rabıtası olmayanın kalbi temiz olmaz.
- İnsanlardaki ayıbı mürşitler setr eder.
- Kuluma nimet veririm. Kıymetini bilmez ise çeker alırım.
- Makamlar. (Kalp gözü, altıncı makamla ilgili sohbet
- Yakup (a.s) la Yusuf (a.s) hikayesi anlatılıyor.
SOHBET 4 11 ARALIK 1989
“İlim Bildirir. Amel yakınlaştırır
İhlas kazandırır.
İhlas veren Allah’tır”
- Hz Âdem ve diğer Peygamberlere gelen kitaplar ve ne kadar yaşadıklarıyla ilgili sohbet.
- İbrahim (a.s) la Abidin hikâyesi anlatılıyor.
- Hızır (a.s) la Musa (a.s) arasında yaşananlar.
- Keramet göstermekle ilgili husus anlatılıyor.
- Peygamber Efendimizin miracı ikidir.
SOHBET 5 12 ARALIK 1989
“Tasavvuf seni senden alır
Seni sana sensiz verir”
- Evliyanın yüzünde Fatiha Suresi yazılıdır.
- Her kim ki tuttu dest’ini/ Soyundu varlık postunu.
- Kemale erişmek ulaşmak için her şeyden geçecek.
- Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesinin adedinin çokluğu kadardır.
- Kepenekteki arzu nedir?
- Evliyaullahın yüzünde Fatiha Suresi yazılıdır.
SOHBET 6 13 ARALIK 1989
“Tasavvuf nefsin hizmeti,
Ruhun zaferidir”
- Bizim tarikatımızın büyüklüğüyle ilgili sohbet.
- Mürit, halî, fiilî, amelî ile terakkî eder.
- Mürit üç harften ibarettir. 1-Mim, 2-Ra, 3- Tı
- Müritte üç şart.
- Fikir, şükür, zikir ile mürit terakki eder.
- Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.
- Baba himmet, oğul hizmet.
- Dünya sevgisi.
- Kul ile Allah arasında 70 bin perde var
SOHBET 7 14 ARALIK 1989
“Gel canını terk eyledi
Canan doğa senden”
- Meşayihsiz olmaz.
- Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.
- Salih Babayla ilgili sohbet.
- Evliyaullahın iki nuru vardır.
- Fena fişşeyh Fena firresul nasıl olunur?
SOHBET 8 15 ARALIK 1989
“Ömür bahçesinin, gülü solmadan
Uyan gel gözlerim gafletten uyan”
· Allah için birbirinizi sevin Allah için bir araya gelin.
· Her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi. Başa taç olamaz.
· Yüzüne silleyi vuranla ağzına şerbeti veren bir olacak.
· Nasıl derviş olunur?
· Kulum beni sev sevdiklerimi sev.
· İbrahim (a.s)’ın Beytullahı yaptığı zaman yaşanan olaylar. İbrahim (a.s) ın uzlete çekilmesiyle ilgili yaşananlar anlatılıyor.
· Bazı tasavvuf kitaplarında yazar. Evliyullahın velayeti nübüvvetinden daha büyüktür. Ama nübüvveti değildir şüphesiz. Nebilerin velâyetleri nübüvvetlerinden daha güçlüdür. Peygamber Efendimizin nübüvveti var. Cebrail geldi. Kuranı getirdi. Bu bilindi. Bu nübüvvet. Peygamber efendimizin velayeti o kadar güçlü ki, büyük ki buna akıl ermez.
· Kişi refikinden azar.
· Musa Aleyhisselâmın doğumuyla ilgili konular.
· Akl-ı maaş, akl-ı maad.
· İnsanlarda nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmainne vardır.
· Peygamber efendimizin miraca çıkması.
· Vücudumuzdaki dört madde. Ateş, su, hava, toprak.
· Bir müridin tatbik etmesi gereken maddeler.
1- Beş vakit namazınızı kılın
2- Hatmeye geldiğiniz zaman siyasetten konuşmayınız.
3- Ruhtan şundan bundan katiyen konuşmayın.
4- Gıybet konuşmayın.
5- Malayani konuşmayın
6- Allaha şükür okuma biliyorsunuz. Divan var elinizde okuyun.
7- Bilenlerde şu kelam şunu ifade ediyor bu kelam bunu ifade ediyor diye izah etsin.
8- Size başkaları ve yaptıkları ne lazım.
9- Tarikattaki eksikliklerinizi tamamlayın.
10- Tarikattaki hizmetimiz. 1- Evvabin namazı. 2- 24 Saat için 15 dakikalık dersimiz. 3- Teheccüd namazı 4- Namazlardan sonraki virdler.
· Şeriattaki tarikattaki hizmetlerinizi görün gerisine karışmayın.
SOHBET 9 15 ARALIK 1989
“Kimi görsen Hızır bil,
Her geceyi kadir bil.”
- Aldadı aldadı dünya beni aldadı,
Dibinde zehir dolu, yüzünde var bal tadı.
- Cenabı Hak taşı da konuşturur ağacı da konuşturur. Hz.Musanın asası Hz. İsanın taşı gibi.
- Dört şahtan mana.
1- Zahirde: Edilleyyi şeriyye (Kitap, sünnet, icma, kıyas)
2- Tasavvuf: Muhabbet, ihlas, edep, teslimiyet. Bunlar İnsanı beşeri sıfattan meleki sıfata geçirirler.
- Cinlerle ilgili soru, cevap. Cinlerden de müritler vardır. Onlarda Peygamber olmadığı gibi onlarda veli de yoktur.
- Cemalin nuruna aşık olanlar cenneti ne yapacak? İşte kemale de bunlar erecek.
- Belanın en büyüğünü Peygamberlere verdik buyuruyor Cenabı Hak.
- Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden sefa
Senden bana hastır gelen
Ya hil’etü ya kefen
Ya gonca gül yahut diken.
- Ceset nerden geliyor? Bir damla kirli su.
Bu nerden meydana geliyor? İnsanların almış olduğu gıdalardan.
- Zeliha ile Yusuf (a.s) hikayesi ve Yusuf (a.s) güzelliği anlatılıyor.
- Hayvani sıfattaki insanı bir ceset perde olmuş örtüyor. Beşeri sıfatta olanı da bu ceset perde olmuş örtüyor.
- Soru: Beşeri sıfattaki suret dünyadaki surete benzeyecek mi?
Cevap: Eğer beşeri sıfatta ise cennette herkes 33 yaşında aynı boyda olacak.
Soru: Yüz hatları nasıl olacak?
Cevap: Yüzleri de aynı olacak ama beşeri sıfata geçmişlerse. Melek sıfatına geçenlerin sıfatından bahis yok.
Evlat, makam, rütbe, ilim hepsi bizim varlığımız. Bilgimiz marifetimiz. Hepsi cisim. Cisimleri ateşe atıp yakarsak yok olur. Kalpteki cisimleri ne yakar? Allah ateşi yakar, Resulullah aşkı yakar. Meşayih aşkı yakar. Onun için buyuruyor.
Ciğer yandı kebap oldu,
Yürek yandı şarap oldu,
Gönül şehri harap oldu
Seni arayı arayı
- Hz. Ebubekir’in evinden gelene et, kebap konusu anlatılıyor.
- Hakikate nasıl ulaşılır? Tarikatla. Şeriat, tarikat, hakikat, marifetle ilgili sohbet.
- İbrahim (a.s) Cenabı haktan iki isteği.
1- Yarabbi sen, bu insanları dirilteceksin. Acaba nasıl? İnandığı halde sordu ve devamında dört kuşu parçalayıp farklı yerlere bıraktığı bölüm anlatılıyor.
2- Yarabbi sen yemekten içmekten gitmekten, gelmekten münezzehsin. Bu dünya hanemde seni göreyim. Ne olur buraya gel. Diyor ve cenabı hakkın yaşlı adamın kalbinde İbrahim (a.s) evine geldiği anlatılıyor.
- Şeyh Efendimizin zamanında bir tanesi dedi ki;
- Hocam nasıl edelim. Biz sokağa çıkmayalım mı? O kadar açık saçık hanım var ki? Biz kurtaramıyoruz kendimizi onlardan? Mübarek dedi ki;
- Siz onlara hayvan sıfatı ile bakın. Eğer insan olsalar eksiklik duyarlar. Eksiklik göstermiyorlarsa demek ki onlar hayvan. Hayvandan namahrem olmaz insanlara.
SOHBET 10 17 ARALIK 1989
Teveccüh
“Allah de, ötesini bırak”
- Allah’ı zikreden kalp diri. Teveccühte diriliyormuş. İnsanların kalpleri. Teveccühte kalbe zikir tohumu ekiliyor. Devamında teveccühün kutsiyeti anlatılıyor.
- Meşayihin emri de Allah’ın emri , Resulullahın emridir.
- Abdurrahman Tagi Hz.nin tebliğe gittiğinde sofilerden birinin evine misafir oluşu ve hayatında öyle tatlı, leziz yemek yemediğini anlattığı olay.
- Teveccüh kalbi selim istiyor. Kalbi selim ne demek? Maddi manevi bütün arzularınızı kalbinizden atın.
- Bir müridin kalbini meşayih yarar, temizlermiş. O bilmez. Senin kalbin yarılıyor burada. Meşayih almış seni ameliyat masasına temizliyor. Sen bilmiyorsun. Ama bunu hal sahipleri görür. Söyleyemez. Söylemek yasaktır.
- 79 Ahlâki zemimeden bir tane bile kalsa kemal sıfata ulaşamazsın.
- Diğer tarikatlarda muhalefet’ül hevadan başlıyor. Ama bizimki böyle değil. Muhabbetül mevladan başlıyor.
- Bizim tarikatımızda cezbe ile nef’i ispata birde şuğulu batını ile terakki ettiriyorlar. Şuğul ve cezbeyle ilgili konunun detayları anlatılıyor.
- Hızır (a.s) Musa’nın gemi yolculuğunda gemiyi deldiği gibi, Meşayihte müridinin vücuduna ne yapıyor o delinen vücutta varlık, benlik olmuyor. Burada gemiden mana bizim vücudumuz.
- Muhammed Şemsettin’i Hüda Hz. Alimmiş geç yaşta meşayih oluyor. Diğer tarikatları geziyor. Sonunda Nakşibendi Halifelerinden Sadettini Kaşgari Hz.ni buluyor. Hafi ve Cehr-i zikir hakkında bilgiler anlatılıyor.
- Bizim bu teveccühümüzde cezbe sahipleri biraz kendilerini teskin etsinler. Fazla bağırıp çağırmasınlar.
- Şeyh Efendimiz; “Oğlum cezbe zulmettir. Meşakkattir. Ve de bir haldir. Ondan geçmek lazım ki terakki etsin insan” derdi.
- Teveccühte neler yapılacağını tarif ediyor.
SOHBET 12 10 MAYIS 1990
“Sev….
Mürşitler benzer güle
Müritler benzer bülbüle
Sev hakkı seven ile”
- Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmak, Allah’ı görmek. Bilmek bir ihsandır. Aramak lütuftur. Nimetine ulaşmakta daha büyük bir lütuftur.
- Nuh (a.s)’ın oğlu, ebedi cehennemde yanacak. Oysa Eshab-ı Kehfin köpeği cennete velilerle ebedi yaşayacak. Çok ihsan var bu ihsandan içeru.
- Alaattin-i Atar Hz ile mütezile alimleri arasında geçen ruyetullah arzusu anlatılıyor.
- Bizim tarikatımızın bidayeti de amentü billah nihayeti de Amentü billah.
- Eğer sen dünyayı ahiretten çok seviyorsan ehli dünyasın. Ahireti çok seviyorsan ehli dünya değilsin.
- İyi bir ağızla dua edin ki günah işlenmemiş olsun.
- Meşayihimizin ismine leke getirecek noksanınız olmasın.
-
SOHBET 13 11 MAYIS 1990
“Aldadı aldadı dünya beni aldadı
Dibinde zehir dolu
Yüzünde var bal tadı”
- İnsan Allah’ın gazabına neden uğrar? İsyan ettiği için, isyan neden olur?
- İnsanlarda iki akıl vardır.
1- Aklı Maad
2- Aklı Maaş
- Biz Ademi topraktan halk ettik. Kendi ruhumuzdan ruh üfledik.
- Ey kulum 8 saat maişetin için çalış 8 saatte ibadetini yap. 8 saatte istirahat et buyuruyor.
- İbadet iki türlüdür.
1- Bedenen amel
2- Manen amel
- Meşguliyet gelmeden beş vaktinizin kıymetini bilin “Siz dört şey gelmeden dört şeyin kıymetini bilin” buyuruyor.
1- İhtiyarlık gelmeden gençliğinizin kıymetini bilin.
2- Size hastalık gelmeden sağlınızın kıymetini bilin.
3- Fakirlik gelmeden zenginliğinizin kıymetini bilin.
4- Mesuliyet gelmeden boş vaktinizin kıymetini bilin.
- Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.
- Peygamber efendimizin hilafeti manevi geliyor.
- Zahir hilafeti dört halifeyi raşidinde sona erdi. Aman manevi hilafet kıyamete kadar devam edecek velilerde bu.
- Veysel Karani Hz. Vahdeti vücut olmuş. Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmış.
- Peygamber Efendimizin hırkasının Veysel Karani Hz.lerine götürülüşü anlatılıyor.
- İki günü müsavi olan zarardadır.
SOHBET 14 13 MAYIS 1990
Teveccüh
“Sen çık aradan kalsın yaradan”
- Tarikat Allah’a giden yoldur. Zahirde vasıtası şeraittir. Şeraitte kıl kadar eksikliğin varsa senin vasıtan bozulmuş. Teveccühte Esma nuru tecelli edecek. Evliyaullahın velayeti. Sıfat nurundan manâ Peygamber Efendimizin nübüvveti. Zat nurundan manâ cenabı hakkın zatının nuru. Bu üç nurda burada tecelli edecek.
- Hz. İbrahimin ateşten kurtuluşu anlatılıyor.
- Cenabı Hak buyuruyor ki. Günde 70 defa bir kulumun nazarı? Gafil olan alır mı?
- Peygamber efendimiz buyuruyor. “Cennet bahçelerine girin. Cennet meyvelerinden yiyin” “Cennet bahçeleri zikir halkaları. Almış olduğumuz feyizlerde meyveleridir.
- Kalbinizi, gönlünüzü boşaltın.
SOHBET 15 14 MAYIS 1990
“Efendim derdimizin dermanı sensin”
· Leylek ile bülbülün hikayesi anlatılıyor.
· İnsanların dünyadaki azabı ne ile? Hastalık geçim darlığı, fakirlik, birde huzursuzluklar oluyor.
· İnsanların iki kıblesi vardır.
1- Cismin cesedinin kıblesi
2- İnsanların ruhunun kıblesi
· İlmel yakin bilmek. Hakkel yakin bilmek.
· Hakikate insan nasıl geçer?
· Biz ruhumuzu nasıl yetiştirelim?
· İsmail (a.s) babasına nasıl teslim olmuş ise müritte şeyhine böyle teslim olursa neye malik olur?
· Behlül danenin hikayesi anlatılıyor.
· “Biz insanı çok kıymetli halk ettik.Güzel halk ettik.”
· Dört anasır-ı zıddıyet.
- Su, ateş, toprak, hava ve bunların etkileri, terbiye edilmiş ve edilmemiş halleri anlatılıyor.
· Bir mürit deridir. Meşayihte deriyi değiştiren bir ustadır. Onun anasır-ı zıddıyetini değiştiriyor. Anasır-ı zıddıyeti de çile değiştirir.
SOHBET 16 15 MAYIS 1990
Hanımlara
“Muhabbet bağına girdim bu gece,
Açılmış gülleri derdim bu gece,
Vuslatın sırrına erdim bu gece,
Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş.”
· İnsan düşünerek iş yapmalıdır. Şükür, fikir, zikir.
· Zulüm üçtür.
1- Nefsimize zulüm
2- Karşısındakine zulüm
3- Allah’a zulüm. Kul Allah’a zulüm edebilir mi?
· Muhabbetten Muhammed oldu hasıl. Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl.
· Hz. Musa ile Firavunun hikayesi anlatılıyor.
· Ümmetimin zamanında öyle bir an gelir ki onlardan riba yemeyen kalmaz. Riba (Faiz) yemeyenler varsa tek tük. Onlarında kokusu burnuna gider.
· İnsanların ruhu Allah’tan gelmiştir. Ama yine bir vasıta ile gidilir. Bu vasıta da Şeriat, tarikat, hakikat
· Alim bozulmazsa alem bozulmaz. Ama hakikat sahipleri mevcuttur. Onlarda gizleniyor.
· - “Tefrika yapmayın, bölünmeyin, parçalanmayın.”
· - “Ümmetim 73 fırka olacak. Bunların bir tanesi fırkayı Naciye 72 tanesi fırkayı nar” yani 72 tanesi ateşe gider.
· Herkes ruhtan bahsedemez. Peygamber Efendimiz bildiği halde bahsetmedi. O ruhtan soranlara dedi ki “Ruh rabbimin emrindedir”
· Hadis var “Dünyada Müslümanlara rahat olmaz”
· 1983 de Efendim Hazretlerinin patlayan apandistinin Erzurum’da yapılan tedavisi detaylı anlatılıyor.
· Nakşi halifelerinden Nizamettin Kamu’nun müridi ve babası ile aralarında geçen mevzu. (Zımmına alıp kendi hayatından 20 yıl verdim)
· Meşayihler İsevi meşrep, Musevi meşrepli olurlarmış.
· Allah Cafer-i Tayyar Hz. Tebük savaşında nurdan kanat verdi. Peygamber efendimizin duası anlatılıyor.
· Muhyittin-i Arabi Hz.nin ayağını vurup sizin taptığınız tanrı benim ayağımın altında demesiyle ilgili mevzu anlatılıyor.
· Şeyh buyuruyor. Kabzası yere gömülmüş iki tarafı keskin sivri bir süngü. Deli bir insan bağrı açık gelip o süngünün üzerine düşerse süngü onu deler. Süngünün ne kabahati var burada.
· Zengi Ata’ya rastlayan üç müridin hikayesi anlatılıyor.
· Yakub-u Çerhi Hz.lerinin zahir ve maneviyattaki yüzü.
· Şuğulu batın anlatılıyor.
SOHBET 17 16 MAYIS 1990
“Işık bağlamak için,
Işık alan olmalısın”
· Cüz’i irade külli iradeye bağlıdır
· Meşayihin bir tanesi müridini testiyle suya yollamış. Fakat gecikmiş. Bunun devamı anlatılıyor.
· Rızk ezelidir. Cenab-ı Hak zamanı gelince halk eder.
· İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler.
· İmamı Azamın akarsudan alıp ısırdığı elmayla ilgili mevzu anlatılıyor.
· Üç yerde yalan söylenebilir. 1- Mazlumu zalimden kurtarmak için 2- İki küs kimseyi barıştırmak için 3- Düşmana savaşta Müslümanların sırrını vermemek için.
· Evliyaullahtan Yazıcıoğlu Ahmet Muhammed kardeşlerin abdestsiz bir kere süt verildiğindeki farkı.
· İki türlü şeytan vardır. Manevi şeytan insanların içinde olur. Suri şeytan insanların dışında olur.
· Hak talibi için üç şey lazım. 1- Zaman 2- Mekan 3- İhvan
· Hak talibi Allah’tan gelen ruhu Allah’a ulaştıran demektir.
· Peygamber Efendimiz dört kimseyi cübbesinin altına aldı. O dört kişi ehl-i beyt oldu. Evladı Resul oldular.
SOHBET 18 17 MAYIS 1990
“Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın”
Varsam Lokmana Lokman’a.
- En büyük nimetimiz: İnananlardan yaratmış. Bununda kıymetini bileceğiz.
- Tarik-i müstakim nedir?
- Habibim bana itaat eden sana tabi olsun.
Sana tabi olmayan bana itaat etmiş değildir.
- “Bu dünyada sadıklarla beraber olun”
- Herkes sevdiği ile beraber olur.
- Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.
- Zikri kalpten yapmak lazım. Kalbinde başka şeyler oluyorsa, bu zikir değildir. Bu zikir hakkında Cenabı Hak buyuruyor ki “Onların zikirleri zikir değildir. Onların zikirleri onların kalplerini karartır”
- Cenab-ı Hak “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım” buyuruyor.
- Hab-u Gaflet : Gaflet uykusu nedir? Allah’ı unutanlar Allah’ı zikretmeyenler uykudadır.
- Halis niyet nedir?
- Bütün tarikatlar haktır. Ama hepsinin başı Nakşibendi Tarikatı.
- Evliyaullah mir’attır. Allah aynasıdır.
SOHBET 19 18 MAYIS 1990
Hanımlara
“Hakla oturanı ara,
Onunla otur”
- Mürit ne gelirse rabıtasından bilecek.
- Tarikatta riyazet haktır. Ama riyazet ikidir.
1- Nefsini, gıda vermeyip aç koymak
2- Nefsini rabıtanın karşısında eritmek. Terbiye etmektir.
- İnsanlarda ruhun üç makamı vardır.
1- Ruhu revan makamı.
2- Ruhu sultani makamı.
3- Ruhu nurani makamı.
· Hz. Adem cennetten çıkarılınca 200 sene ağladı. Sade günahı için değil üç şey için ağladı.
1- Noksanlık işledi Cennetten atıldı.
2- Cennet çok zevkli bir yerdi.
3- Çok yüksek, aydınlık bir yerden bir karanlığa indi.
· Şeytan. Ya rabbi ben ne yiyeceğim?
- Ya mel’ün senin yediğinde benim ve habibimin ismini anmadan yiyenlerin de yediği senin olsun.
· Az yiyin. Az uyuyun. Az konuşun.
· Bizim tarikatımız rabıta tarikatı.
· Muhabbetül Mevla
Muhabbetül Heva.
· Gavs Sıbgatulluh Hz. İle Molla Abdurrahman (Tagi) Hz. arasında yaşananlar anlatılıyor.
· Efendim gördüğü rüyayı anlatıyor. Rüyada, Dede Paşa Hz.lerinin Efendim Hz.lerine söyledikleri ve o hali anlatılıyor.
· Allah’ın üç emri vardır. 1- Sadıklarla olun. 2- Allah için birbirinizi sevin. 3- Allah için konuşun
SOHBET 20 18 MAYIS 1990
Hanımlara
“Mü’minin hayırlısı,
Mü’minin kalbine surur verendir”
· Biz velilerimizi yeşil kubbemizin gizledik.
· Ney Mevlevilerin zikir aleti. Kudüm de Safavilerin veya Kadirilerin zikir aleti haktır. İnkâr edilemez. Yalnız bid’at karışmıştır.
· Bizim zikrimiz Peygamber Efendimizin Hz. Ebubekir’e mağarada tarif ettiği zikirdir. İşte Nakşi tarikatında bu zikir değişmemiş.
· Şems’in kendisi hangi tarikattanmış.
· Muhammed Baba varmış. Emir Külal Hz. Onun müridi. Emir Hz.lerini “Muhammed Babanın güreş meydanına çekmesi ve olanlar anlatılıyor.
· Ebu cehilin öldürülmesi. Başının kesilmesi
· Peygamber Efendimizin Ebu Cehil’le yaptığı güreş anlatılıyor. Ve güreşe sebep olan olaylar anlatılıyor.
SOHBET 21 19 MAYIS 1990
“Sabrın evveli acı,
Sonu tatlıdır.”
· Ru’yetullah hakkında sohbet.
- Mu’tezilelerle ehli sünnet alimleri çatışıyor ki onlar ru’yetullahı inkar ediyor. Ehli sünnet olanlarda var diyor. Alattin Attar Hz. “getirin ben onlara göstereyim” diyor.
- Vaktin padişahı Muhyiddin-i Arabi Hz. Türbesine gitmiş. Tekkenin dervişlerinden birini denemek için, demişler ki “Derviş şeyhini nasıl biliyorsun? Derviş, şevketlim ben şeyhimden nasıl bahsedeyim? Haddime mi demiş” ve aralarında geçen mevzular anlatılmış.
- Veliler Peygamber Efendimizin velayetinin varisleri. Alimlerde nübüvvetinin varisleri. Tarikat:Velayet, batın demek, Nübüvvet: Şeriat, zahir demek.
- Yarabbi tembellikten sana sığınırım.
SOHBET 22
“Senden utanmadım heman,
Ettim günah gizli ayan,
Vurma yüzüme el aman,
Cürmüm ile geldim sana.”
- Sen kendi ayıbını bil de bana sığın. Bana gel,
Setr eder hem ayıbımız, halk içre rüsvay eylemez.
Der hemen af eylerem ben, kaçma gel divanıma.
· İbrahim (a.s) Beni rabbim yedirir. Beni rabbim giydirir. Beni Rabbim kaldırır. Rabbim konuşturur. Rabbim yürütür. Hasta oluram. Rabbim şifamı verir demiş. Burada hasta olurum demesi noksanlık olmuş.
· Yunus (a.s) ateş bölgesinden izinsiz çıkması.
· Yunus (a.s) ateş bölgesinden izinsiz çıktığı için onu deryaya attırdı. Balığa yutturdu.
· Yar’dan mana Rabıtadır. Ateşe yaklaştıkça hareret çoğalır. Fakat yaklaştıkça yanar. İş yanıncaya kadar. Cefa da bitti. Mihnette bitti. Her şey yok oldu.
SOHBET 22 20 MAYIS 1990
Teveccüh
“Sev”
- Allah aşkı insanları sarhoş ediyor. Bu da aşk şarabı oluyor. Aşk badesi oluyor.
- Yunus Emre cenneti istememiş? niçin?
- Kullar üç şey için ibadet yapar.
1-Cennete girmek için
2-Cehennemden kurtulmak için
3-Allah’a ulaşmak için
Bunların üçü de haktır. Aşık olanların yüreği yanar.
· Cebrail (as) rivayetlerine göre 600 kanadı varmış.
· Diğer meleklerle ilgili kısa bilgiler.
· Tasavvuf ehlinin 2 kıblesi vardır. Birisi cesedinin kıblesi diğeri ruhun kıblesi.
· Rabıta bizim için bir aynadır.
· İbadet on cüzdür dokuzu helal lokma.
· Dünya da Allah’ın azabı vardır. Ne ile gelir.
· İki kaşın arasından gider Allah’a yol. İki kaşın birisi Resulullah, birisi Allah.
SOHBET 23 22 MAYIS 1990
Hanımlara
“idrak ve iraden maddeden yüksek ise ,
sen maddeye hakim olursun yoksa o sana hakim olur.”
- Cemaat cazip olacak sohbeti çekecek niçin?
- İnsanlar uykudadır, ölünce dirilirler.
- Hubb-i dünya bizi sarhoş eyledi.
- Eğer kulum bana hizmet ederse, biz ona dünyayı hizmetçi yaparız.
- Kulum dünyaya hizmetçilik ederse biz dünyayı onun sırtına yükleriz.
- Nereden ne geliyorsa kendini huzursuz eden ondan bilecek. Alıp bağrına basacak.
Ondan ne gelirse yahşidir.
Zira ol dostun bahşidir
- Hz. İbrahim’e İsmail(as) ı kurban etmek istediği anlatılıyor.
CEZBE
- Mevlana demiş ki müritlerine: cezbe gelince benim yerden ayaklarım kesildiği zaman bir tabağa veya tepsiye vurun ki ben onunla şuğullanayım da sema ya çıkmayayım. Onu değiştirmişler bidat olmuş.
- Paşam Hz., Erzincan’dan ayrılırken, Paşam, Efendim Hz.lerine niçin bu kadar üzülüyorsun. bir müritte muhabbet ile ayrılık birleşirse avını yakalayan kara kuşa benzer, demiş.
SOHBET 24 22 MAYIS 1990
Hanımlara
“insanların hatalarını görmemek, Allah ahlakı ile
ahlaklanmanın başlangıcıdır.”
- Mesayihsiz aşk aşkı mecazdır.
- Aşk insanları derviş yapıyor. Dervişin anlamı nedir?
- Allah’a kim bağlar? Evliyaullah bağlar. Evliyaullah bir vasıtadır.
- Abdulkadir Geylani Hz.lerinin müridinin katırının uçurumdan yuvarlanışı anlatılıyor.
- Ahlakı hamide nedir?
- Ben affediciyim. Affedenleri de severim.
- Sürüsünü yedirmez kurt ile kuşa
- Piri Sami gibi sultanımız var.
- Hz Ebubekir’in, kendi kölesi ile Bilal-i Habeşi Hz.lerinin değiştirilmesini anlatıyor.
- Peygamber efendimiz (sav) bir evlilikte hanımda 4 şeye önem verirmiş. Nikah olabilmesi için
1-Müslüman olması
2-Asaletli olması
3-Güzelliği olması (vücut arızası olmaması )
4-Zenginliği
- Mansur Peygamber Efendimizin sakalını teline asıldı.
- Cenab-ı Hak tembellikten men etmiş insanları.
- Bu dünyada eteğine sarılanlara sorgu sual olmazmış.
- Evliyaullah‘ın zahiri ile kalmayın. Mecazinizi hakikate götürün.
- Bedeniz bir güzel gördüm efendim, ilikten damardan ,kandan içerir.
- Bedensiz güzel kimdir?
Giriş
"G İ R İ Ş"
İnsan... Yaratılmışların en şereflisi. Yani eşref-i mahlûkat. Nefsininin hakimiyetiyle esfel-i safiline, ruhunun hakimiyetiyle rü'yetullaha gidecek yaratıktır.
Bulûğdan ölüme kadar süren imtihan... Mezar hayatı... Ve mahşer...
Zaman tünelinin düsturunu kutsal kitaplar'ın sonuncusunda bildirmiş Yaradan:
"Ey iman edenler! Allah'ın razı olmadığı işlerden sakının ve sâdıklarla beraber olun." Tevbe Sursi, 119. âyet.
Öyleyse insana düşen, bir sâdık aramak, O'nunla beraber olmaktır. Sâdık'ın götüreceği yol, ALLAH'a ulaştıracak yoldur. ALLAH'a ulaşacak olan ruhtur. Ama ahlâk-ı zemimelerle malûl insan ulaşamaz Allah'a pisliklerden temizlenmedikçe varılamaz yüce huzura. Ruhun paklanması, eğitilmesi gerek!
ALLAH, insanların imtihanda olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiş. Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.). Peygamberlerin dayandığı iki büyük güç var: Nübüvvet ve Velâyet.
Gerçek âlimler nübüvvet varisleridir. Velâyetteki varisler ise velillerdir.
ALLAH'A ulaşmış ve ALLAH'tan gelerek kulları irşat etmekle vazifelendirilmiş seçkin veliye mürşit denir. Mürşit, kulların ruhunu eğitmek görevini almış sâdık kişinin diğer adıdır. İrşat edildikçe değer kazanır mürit. Ruhu eğitildikçe meydana gelen gelişme, dıştan da fark edilir. Zâhir bâtının aynasıdır.
Bilinen dört hak dinde de tarîkatlar mevcuttur. İslâmî tarîkatların tarihi 622 yılına kadar iner. İlk mürşit Peygamberimiz, ilk mürit sâdık iman arkadaşı Hz. Ebubekir'dir.
Bütün büyük İslâm alimleri bir mürşide bağlanıp, O'nun bâtınî eğitimden feyz alma yoluna girmişlerdir. Hatta, asıl adı Numan olan İmam-ı Azam bu yola geç girdiğini ima ederek: "Son iki sene olamasaymış, Numan helâk olurmuş" buyurmuştur.
Tarîkatlarla ilgili bilim dalına tasavvuf adı verilir.
Tarîkat, mürşit önderliğinde ALLAH'a ulaşma yoludur. Bu hedefe ulaşmaya lâyık olanlar, her şeyden önce iyi insan, iyi anne, iyi baba, iyi evlat, iyi vatandaştırlar. Onların gözü dünya nimetlerinde değildir. Cennet hayatı da gözlerinde yoktur. Almaktan çok vermenin gönüllüleridir. Halk içinde imtihan vererek Hakk'ın rızasını kazanmaya çalışırlar.
Bu yolda verilen kıyasıya mücadelede esas hasım, nefis denilen ve ruhun gelişmesine engel teşkil eden unsurdur.
Kişinin cüz'i irâdesiyle nefsini terbiye edip ruhunu yüceltmesi zor iştir. Öğretmensiz okul bitirip diploma almaya çalışan öğrencinin işi gibi zor.
Allah her maksada bir kapı tayin etmiştir.
Bu zor yolun kapısı da mürşid kapısıdır. Müridin nefsini törpüleyip ruhunu geliştirme işinin ustası, mürşittir.
Arayan bulur. Arayana bulması ihsan edilir.
Hakikî mürşit mütevazidir.
Şöhretten kaçınır. Keramete ne kadar az başvuruyorsa o ölçüde büyük mürşittir. Menfaat beklemez. O'na hizmet eden kazanır.
Hakikî tarîkat Kur'an ve sünnete sıkı sıkıya bağlıdır.
Belli bir zümereye dayanmaz. Çeşitli meşrep, görgü, tahsil, yaş ve zenginlik seviyesindeki müritlerden oluşur. Yani, Allah'ın çeşitli özellikteki kullarının örnek topluluğudur. Müritlerin en azından bazılarında cezbe görülür. Cezbe, ilahî nurun tecellisidir.
Bu kısa girişten sonra sunacağımız sohbetler teyb kayıtlarından yazıya geçirilmiştir. Her hangi bir yanlışlık ihtimaline karşı, sohbet sahibinin kontrolünden sonra kitap halinde basılmıştır. Sohbet sahibinin üslûb özelliklerini koruma hususunda azami gayret gösterilmiştir.
Gayemiz bu değerli tasavvuf bilgilerini kalıcı hale getirerek daha fazla kişinin faydalanmasını sağlamaktan ibarettir.
Kusurumuz varsa iyi niyetimize bağışlanır inşaallah.
Derleyen
-Sen benim her şeyimsin, Canımsın candan yakın
"Sen benim her şeyimsin,
Canımsın candan yakın.
Unutur sanma sakın,
Unutmam, unutamam..."
Elhamdülillah, bir meşâyihe gidip nefsini teslim edersen, o senin nefsini zulmetten kurtarır. Tarîkatte bütün azalara zikir yaptırmak lâzımdır.
Geniş zamanlarımızda onunla beraber olalım ki, dar hâlimizde o bizi bilsin. Her hâlimizde Allah Azimüşşan'la beraber olalım. "Her hâlinizde bana sığının" diyor. İnsanların iyi günleri olur, dar günleri, hasta günleri olur. Her hâlimizde biz Allah Azimüşşan'a sığınalım. İyi günlerde de sığınalım, dar günlerde de... Sığınmak da zikirle oluyor. Geniş günde sığınınca, dar günümüzde de O bizi bilir.
Bir genç ile yaşlının hikâyesi :
Bir kimse uçurumlu bir yerden gidiyormuş. Bir tanesi önceden şarkı söyleyerek geçmiş. İkincisi geçerken çok zikretmiş, salavat getirmiş, tevhit getirmiş, şükretmiş, ama uçuruma yuvarlanmış. Ehlûllah'ın bir tanesi sormuş:
- Ya Rab! Herşeye kâdirsin. Önce geçen kabadayı bir şekilde geçti, onu düşürmedin. İkincisini düşürdün" demiş. Evvel giden seni hiç zikretmedi, ama sonraki sana çok yalvardı.
Cenâb-ı Hakk'tan nidâ geliyor:
- "Ey benim kulum! Evvel geçen her ne kadar sana hâkir göründüyse de Ben onun daima kalbindeydim. Geniş zamanlarında o Beni hiç unutmuyor. Ama diğeri dar yere gelinceye kadar beni hiç hatırlamadı. Onun için onu düşürdüm." diyor.
İşte bundan dolayı geniş günlerimizde Allah'a sığınalım, yani safâlı günlerimizde de Allah'ı unutmayalım. O gün gelmeden o güne hazırlanalım. Safâlı ve iyi günlerimizde Allah'ı unutmayalım. Ölümü düşünelim. Ölümü düşünmek dar günlerimizi düşünmektir. İnsanlara en büyük nasihat ölümü düşünmektir. Cenâb-ı Allah buyuruyor:
"Kulum iste vereyim."
Ama her isteyene vermez. Hepimizin böyle günü var. Her zaman Rabbimizi hatırlayalım. Ölümü düşünelim. Kendimiz için, müslümanlar için, ihvanlar için her şeyi veriyor. Ama biz yine de maddî şeyleri istemeyelim. Maddiyatı her isteyene vermez. Veren yine Allah. O vermezse hiç kimse mal sahibi olamaz. Ama biz maddî şeyleri istemeyelim. Biz dünyada her şeyi istiyoruz. Maddî isteklerle avlanmayalım.
Biz kulluğumuzu yapalım, emir ve yasaklara uyalım. Veren Allah ne verirse ona uyalım (şükredelim). Tecelli neyse ona rıza gösterelim. Bizi müslüman halk etmiş. Maddî istekler istemeyelim.
Hak tecelli etmeyince nutka gelmez bir ahad
İzn-i Bâri olmayınca nutka gelmez bir ahad
Hayır ve şer fermanı var. İnanmak müslümanlığın bir parçasıdır. O zaman inancımızı hayra yoralım. Hayır ve şer Allah'tan gelir. Cüz'î irâdemizle şerre yönelmeyelim. Şer istemeyelim. Hayrı isteyelim. Bize şer görünenler hayırlıdır, biz bilmeyiz. Cenâb-ı Hakk'ın şerre rızası yoktur.
Hadis-i Şerif:
"Sizin için güzel görünen şeyler, sizin için çirkin olabilir."
Onun için biz hayırlısını isteyelim. Ne gelirse Allah'tan, hayır da şer de Allah'tan.
Hayır ne? Bizi her yönden mesut eden, varlık, sağlık, itibar, insanlardan görmüş olduğumuz kıymet, sıhhat, âfiyet, zenginlik. Ticaret sevaptır. Allah'ın emridir. Bütün ticaret yapanlar zengin olmaz, kimisi az kazanır, kimisi çok kazanır. Kimisi zarar eder. Evet bunun bir say'ı var. Niçin böyle oluyor. Bir beklediği var. 5 kuruşa aldığını 6 kuruşa satarsa 1 kuruş kâr eder. Ama 100 lirada 100 lira kâr etse kanaat etmez, yüzde100 kazanca bile kanaat etmiyor.
İnsanlar kanaat etmiyor. Bir şey haddini geçince haram oluyor. Tahmin ettiği bir şey var, 10 liraya satacağı bir şeyi 15 liraya sattı. İsteyerek değil, pahalı olduğunu bilerek değil, piyasa değişmiş. Burada veren kim? Cenâb-ı Hakk. Alan kim? Cenâb-ı Hakk. İnsanlar zarar ederse zarar ettiren kim? Cenâb-ı Hakk. "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanında kâr, zarar, hepsi var. Hastalık, sağlık hepsi var.
Bizim için büyük zarar, manevî zarardır. Büyük kârımız amelle olur. Büyük zararımız da isyanla olur. Manevî kârımız, büyük kârımız Allah'a itaatle olur. Allah'a itaatta ölçü yoktur. Zâhirde bizim bildiğimiz beş vakit namazdır. Namazdan başka ibadetler de vardır. Cenâb-ı Hakk:
"Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır." buyuruyor.
Nafile ibadetlerin de çeşitleri vardır. Herkesin görüşü bir değildir. Çeşitli mezhepler vardır. Şafî mezhebi, Hanefi mezhebi, Hanbeli mezhebi, Maliki mezhepleri var. Bunlarda başka ameller eftal olmuş. Biz de başka ameller eftal olmuş.
Şafilerle, hocaları, meşâyihleri hepsi orada iken toplu yatsı namazı kıldık. Kaamet okuyorlar, sünneti kılmıyorlar, hemen farzı kılıyorlar. İmam olan hoca efendi de ayağından çorapları çıkarıyor. Halbuki bizde çorapsız namaz kılmak eftal değil. Namaz kıldıktan sonra duayı da yaptılar. Fakat Horasan Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi:
- "Her zaman biz size tâbi oluyoruz. Bu sefer de siz bize tâbi oldunuz. Duanın evvelinde fazilet var, âhirinde de fazilet var "dedi.
Biz önce sünnet; farz, son sünnet, vitri vâcib kılarız. Onlar ne yaptı? Farzı kılıp dua ettiler sonra da tekrar iki rekat sünnet kıldılar. Ama sünneti herkes kendi kendine kıldı. Başka da dua etmediler. Vitri hiç kılmıyorlar. Yatsıdan ayrı olarak, gece namazı olarak vitr kılıyorlar. Şimdi burada farklılıklar var. Bütün ameller seçildikten sonra bir fazilet aranmış. Edille-i Şeriyye ile aranmış. "Kulum bana nâfile ibadetle yaklaşır" buyuruyor ya Cenâb-ı Hakk. Büyüklerden birisi buyuruyor:
Savm, salat, hac ile sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Bu da bir ilimdir. Kalb ilmini bilenler meşâyihlerdir. Çünkü onlar kalb ilmi okurlar. Cenâb-ı Hakk bizi inanmış olarak göndermişse bize kâr ve zarar bildirmiş. Manevî kârımız itaat, zarar ise Allah'a isyan etmektir. Fakat isyan edenler müsavi değiller, itaat edenler de müsavi değiller. İtaat edenler müsavi olsalar bile, birisi daha makbul olur. Diğerinin ki o kadar olmaz.
İlim, amel, ihlas ile itaatlar tamam oluyor. İlim: Allah'ı bilmektir. Amel: Bildiğini işlemektir. İhlas: İlmini de, amelini de Allah'tan bilmektir.
Bu ilmi, Allah verdi, bu ameli Allah verdi. Cenâb-ı Hakk fırsat verdi, kuvvet ve gayret verdi. Onun verdiği güçle ben bu ameli işledim. İşte ihlas budur. Esas ihlasın anlamı: Ben yapamadım, işlemedim, bilemedim.
Onun için, itaatı makbul olan kimse yaptığıyla övünmeyendir. Yapamadım zannedendir. Diğeri de itaat işlemiştir. Ama makbul olanı yapamadım diye düşünüyor. Onun için Cenâb-ı Hakk amelinizi, ibadetinizi rızası dahilinde istiyor. Benim ilmim yok diye üzülmeyin, ilim Allah'ı bilmektir. Herkes bildiğinin âlimidir. İlmimiz inancımızdan
"Herkes bildiği ile amel ederse, biz bilmediklerini ona öğretiriz."
Burada "bilmediklerini biz ona öğretiriz" diyen Cenâb-ı Hakk, insanlara ilhâmı kalbinden doğduruyor. Hoca ilmi, medrese ilmi de inkâr edilmez. Hoca ve medrese ilmi ile de tasavvuf bulunmuştur. Fazîlet var. Amellerin makbulleri, amellerin kıymetlileri bunlarla bilinmiştir. Bir zâhir ulema kendi bildiği ile kalırsa, ilminden, amelinden dolayı bir kâmile kendini teslim etmezse, bir kâmil insan bulamazsa onun ilminden, amelinden ledünnî doğmaz. İlmi olsa bile. Eğer bir kâmile teslim olmazsa, ilmi yüksek de olsa ondan ledünnî doğmaz. Çünkü:
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni
Bütün azaları dil olmayınca
Nefsi emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca
Her kalbe ledünni doğmaz, bütün azaları dil olmayınca. Evet, bütün azaları yasaklardan korumalıdır zâhirde. Ama mâneviyatta, tarîkatta anlamı bu değildir. Bütün azalara zikir yaptıracaksın. Bütün azalar denilince vücudunda kılların dahi zikir yapacak. "Çok zikredin" diye Cenâb-ı Allah'ın bir emri var. Rakam vermiyor. Çok zikredin diyor. Bunu tasavvuf alimi nasıl izah ediyor? Diyor ki:
"Zikren kesîrâ"
Bunun manası ancak müntehide olana tecelli eder. Bir de kesîrin manası tecelli etmez. Kesîr demek, rakam yok demek. Sabahtan akşama kadar zikretmek demek. Müptedi irâde sahibi. Bunda rakam var. Kelâm-ı kibârda buyurulmuş:
Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır
Mürebbî kâmil: Mürşit, en üstün terbiye edici.
Hem mürebbîdir, O'nu bir yetiştiren var ama kendiliğinden yetişmemiş. Mevlânâ'yı o kadar ilmi ile bir yetiştiren var. Eğer kendiliğinden yetişmiş olsaydı Abdurrahman Câmi Hazretleri, o kadar ilmi ile yetiştirdi. Nice âbidler amelleri ile kendilerini yetiştirirlerdi. Yetiştirememiş bunlar. Yarıda kalmış. "Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar olamamışlardır.
Mürebbi olmak kimdedir ?"Mûtû kable en temûtû"sırrına mazhar olmaktır. "Mûtû kable en temûtû"sırrına ermemişse bir insan, yetişmemiştir. Yetiştirici değildir.
"Mûtû kable en temûtû"sırrına kimler mazhar olur ? Ancak râbıta sahipleri mazhar olur.. Yani kâmil mükemmil mürşidi kendisine hakikat aynası yaparsa.. Evliyaullah hakikat aynasıdır. Hak aynasıdır. Orda kendisini bilir, aynada kendi eksiklerini görür ve tamamlar. Başka yerde tamamlayamaz.
Bu denli ilme mâlik iken iblis,
Senin ilmin bilmedi o telbis.
Bu kadar ilmi ile imansız gitmiş. Öyle ise insan bir hakikat aynasının karşısına geçecek ki noksanını bilsin. Zaten Cenâb-ı Hakk bizi noksan yaratmış ama biz noksanımızı bilemiyoruz. "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz" Ama sen ârif olmak için noksanını bileceksin. Noksanını bilemiyorsan, sen kendini çok mahâretli, hünerli, marifetli biliyorsun. Noksanını nasıl bileceksin? Hakikat aynasının karşısına geçersen, yani bir râbıta sahibi olursan.
Bakın, kelâmlara bakın:
Men aref sırrına vakıf olmadın
Çok muhbire vardım haber almadım
Her giz bundan eşed bir derd görmedim
Aslımdan bir haber vern yok bana
Çok habercilere gittim de onlardan kıymetli bir söz alamadım. Nereden geldiğimi onlar bana bildiremediler. Nereye gideceğimizi de söyleyemediler. Nereden gelip nereye gideceğimizi bilememek ise, benim için bundan daha büyük dert bundan daha büyük ihtilaf olamaz.
Bak ne diyor:
Râbıtamda Hazreti Pîre dedim Ey Sâmi'yâ
Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyadan garaz
Râbıta yapmış, hakikat aynasının karşısına geçmiş. Bu dünyaya niye geldiğini bilmiş ama nasıl bilmiş? Bak:
Hep zuhûrat pîrimindir yazdığım aklamiye
Dedi ikmâl-i meratibdir bu süflâdan garaz
Aklamiye : Sözler.
Anasır-ı zıddıyet var sende. Çok muhalif olan dört madde var. Sen bu dört muhalif maddeyi çevirdin, tebdil ettinse işte o zaman sen nerden geldiğini de bildin, nereye gideceğini de bilirsin.
Bu gelmek gitmek, sadece doğmak, ölmek değil efendiler. Zaten herkes doğuyor, ölüyor. Bu herkesin gördüğü bildiği bir şey. Bu gelmek, gitmek bizim bürhânımız (Bürhân: Kurtuluş).
Nerden gelmiş, niye gelmiş, nereye gidecek bilmektir.
Bunu herkes bilmez. Ancak bunu bildiren meşâyihtir. Bildirmekten maksat, seni ulaştırıyor. Senin ruhun çok yüksek, ulvî bir makamdan geldi. Fakat, o yüksek, o ulvî makama sen çıkamıyorsun. Gidemiyorsun, ancak seni götüren kim oluyor? Meşâyihin oluyor.
Canım kurban olsun Resulullah'a
Bizi kabul etti âli dergâha
Emreyledi şeyhim Muhammed Şâha
Çıkardı zulmetten bâlâya bizi
Bâlâ nedir ?
Yüksek demek. Zulmet bu dünya, zemin. Zulmet bu dünyadır. Anasır-ı zıddiyetimizi çeviremedikse zulmetteyiz. Noksan sıfatımızı çevirmedikse cesedimiz de zulmettedir. Cesedimiz de nefsimizin, vücudumuzun zindanı.. Bu ruhu zindandan kurtarmak lâzımdır.
Nasıl kurtaracaksın ?
Bir meşâyihe gider nefsini teslim edersen o senin ruhunu nefsinden kurtarır. Bunun için, insandan, bir kimse de sultanî zikir meydana gelirse, onun sadece kalbi zikretmiyor, bütün azâları zikrediyor. Onun vücudundaki bütün kılları zikrediyor. Bir de eğer onda kalp alemi açılıyorsa, kalp alemi açılınca kalbin hakikatinde bütün mükevvenâtta halkıyyeti, Cenâb-ı Allah'ın hakikatı var o kalpte.
Bütün nebatâtın büyümesi gibi, onların hepsi bir vücut gösteriyorlar. Onlar harekete geliyorlar, canlanıyorlar. Onlar canlanınca bu sefer... Bir nefeste bütün kâinatın nefesi kadar zikreder bir evliyaullah. Ne ile ? Manevî büyüklük ile. Kalbinin açılması ile. Bir insanın kalbi açılırsa büyük varlık oluyor bu insan. Cenâb-ı Hakk:
"Arşa kürse hiç bir yere sığmam Ben. Mü'min kulumun kalbine sığarım." diyor. Onun için kalp Beyt-i Celîl'dir.
-Bütün insanların mı?
-Haşa, bazı insanların.
-Gâfil olan insanların kalbi nedir? Onların kalbi de, affedersiniz bir mezbeleliktir, pistir. Onların kalbi pistir. Ama Allah'ı zikreden kalp, temizdir. Allah'ı zikreden kalp büyüktür. Allah'ı zikreden kalp geniştir.
-Ne kadar büyük? Ne kadar geniş?
Akıllar onu idrak edemiyor. Ama ne kadar dar? Ne kadar pis? Dar dediğimizden daha dar. Tahmin ettiğimizden daha pistir, affedersiniz. Niye? Çünkü, bak Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor? Peygamber Efendimiz hadisinde ne buyuruyor?
"Gönlünüzde neyi beslerseniz ma'budunuz odur."
Mabut puttur. Bir insan putperest olursa bundan daha pis bir şey olur mu? Ondan daha habis bir kimse olur mu? Ama kelâmda:
Ey tahâretten habersiz râbıta bilmez habîs
Tahâreti olmayanın cesedi temiz olmadığı gibi, râbıtası olmayanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü râbıta kalpten herşeyi atar, çıkartır. Râbıta olmazsa o kalpte çok şeyler var. Onlar mâsivâ ile kirlenmiştir, paslanmıştır, mülevves olmuştur.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
2-İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı, Belli ki yakınımız yoktur Allah'tan gayrı
" İnsan yakınlaştıkça yakınlarından ayrı,
Belli ki yakınımız yoktur Allah'tan gayrı"
Elhamdülillah!
Şeriat cisimle, cesetle olan bir şey. Kalbimizi bütün kötü niyetlerden kötü düşüncelerden muhafaza etmek lâzımdır.
Allah'ın emirlerini yaparsak şeriatı işlemiş oluyoruz. Cesetle olan ibadete ŞERİAT diyoruz.
Tarîkat'a gelince, kalb ve ruh çok önem taşıyor. Daha ziyâde kalbimizi gafletten koruyacağız.
-Gaflet hangisidir?
-Allah'tan başka, Resulullah'tan başka, kalbimizde ne varsa bunların hepsi muhâliftir. Bunları atmaya çalışacağız. Niçin? Çünkü kalbimiz vücudumuzun padişahıdır. Herşey kalbimize geliyor ondan sonra vücudumuzu fiiliyata geçiriyor. Bunun için
"Din nasihattır, din nasihattır" buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Nasihat ise ikidir:
1. Vaaz vardır (Zâhir).
2. Sohbet vardır (Bâtın).
Sohbet insanların kalbinden. Sebep ne oluyor buna, sohbeti kim çekiyor, kim meydana getiriyor?
Sohbeti ancak dinleyenlerin ruhu çeker. Mesela şöyle ki: Hasta gider, doktora hastalığını söyler. Doktor onu dinler, kitaplarına bakar, senin derdin şuymuş, hastalığının ilacı da şu der. İşte bunun gibi, ruhumuz da bir hastalık içerisinde, kalbimiz de bir hastalık içerisinde olduğu için, biz de burada toplanmışız. Sanki muayenehaneye gelmişiz. Doktor bizi ne yapıyor? Dinliyor. Ama bu ruh muamelesidir. Beşeriyette insanlar ayrı ayrıdır. Hani bir müptedi var bir de müntehi var. Bir avam var. Bir de havas var. Fakat mâneviyata gelince, tarîkata gelince bunlarda ayrılık yoktur. Ruhlar birbirleriyle anlaşıyorlar Burada sohbeti ruhlar cezbediyor.
Bakın kelâm-ı kibârda şöyle:
Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i mevlâ ile
Katreler deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile
Bahr-i aşk : Allah için birbirlerini sevenler. Allah için birbirleriyle buluşanlar.
-Niçin geldik buraya?
-Allah için geldik. Herhangi bir maddî iş değil. Birimizin menfaati değil veya bir akraba ziyâreti değil. Bu cemaatin her birisi bir memleketten gelmiş. Hiçbir kuvvet tutamaz bunları. Bunları bir araya Allah sevgisi toplamış.
Buraya Allah için gelmişler. Âlimdir. Kâdirdir Cenâb-ı Hakk. Toplamaya kâdirdir. Toplananların da ne için geldiklerinden haberdardır. Âlimdir Cenâb-ı Hakk. Ehl-i aşklar, bir araya gelirlerse onların sözleri Hak'tan tecelli eder. Ruhtan tecelli eder. Ruhlar cezbeder. Cezbeder ama, bir cemaatta 100 tane insan varsa bir tanesi konuşur.
-Ama konuşturan kim olur onu?
-O cemaat konuşturur. Fakat cemaat ne kadar çok olursa orada cezbe o kadar fazla olur.
"Katreler derya olur cemiyet-i kübrâ ile"
Büyük cemiyetler olunca katreler deryâ olur. Buradaki katrenin anlamı ne? O cemaatin muhabbetleri, sevgileri... Muhabbetler birleşince ne yapıyor? Bir cüz'î irâde sahibinde, bir kişide tecelli eden sözler deryalar gibi çoşturuyor. Söylenen sözler deryalar gibi coşturuyor. Allah diye bağırıyorlar. Bunlar kendileri mi bağırıyorlar? Onları bağırtan ne oluyor? Konuşulan kelâmlar. Bu kelâmlar nerden zuhur etti . Ruhtan. Ruhu konuşturan kim oldu ? Cemaatin isteği oldu.
Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir Pir-i Tâgi Mevlâsı
Daim cezbederler me'vâya bizi
Yani bu cemaati buraya toplamışsa kim toplamış? Bizim şeyh efendimiz. Dede Paşa Hazretleri. Onunla tanıdık birbirimizi. O'nunla tanıdık. O zaman demek ki bu günahkâr, Abdurrahîm konuşmuyor. Abdurrahîm ne demek? Rahîm'in kulu demek, bu günâhkâr, Rahîm'in kulu konuşmuyor. O hâlde konuşturan kim oluyor? Sizin arzunuz. Sonra Mübarek Dede Paşa'nın bize zâhirde olan bir emri var. Bir de mâneviyatta da bizim ruhumuz O'ndan alıyor. O bizim ruhumuza veriyor gücü, kuvveti, ilmi, bilgiyi. Konuşturan O oluyor. Biz konuşmuyoruz. Onun için bir kelâm-ı kibârda:
Ey birâder sözlerime tut kulağ
Sanma anı söyleyen dil ya dudağ
Hey dinleyenler diyor sanma ki bunu dil, dudak konuşuyor. Bunu ruhu konuşuyor.
-Ruhu kim?
-Ruhu râbıtasıdır.
Efendim sultanım ruhu revânım
Vermezem terkini bin kan olursa
Ne mümkün ayrılmaz çıksa da cânım
Alemde kâinat düşman olursa
Cenâb-ı Hakk bu gibi nimetleri bahşetmiş, onun için kelâm-ı kibârda buyuruyor ki:
Yalnız natüvan cismim değil masum-u kalp hasta
İnsanların kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lâzımdır. Nasıl bir çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa . Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız. Burda bir de akıl var. Aklımızla düşünecek olursak eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza edersek eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor. Eğer yasak olan şeyleri yaparsak, bu masum kalbe hakaret etmiş oluyoruz. Zulmetmiş oluyoruz. Onun için insanlar, hâli, fiili, ameli ile terakki ederler. Vücut aslında fiilinden ve amelinden mes'uldur. Hâlinden mes'ul değildir. Hâlinden olan mesuliyeti şu kadar ki: Gönlüne gelen kötü bir niyeti varsa onu atması lâzım. Atarsa mesul değil. Atmazsa mes'uldür. Atmazsa eğer, o kötü şey onda büyür, çoğalır.. İnsanların kalbini neye temsil etmişler? Bir suya temsil etmişler.
Bir nehir var akıyor. Bir de göl suları var. İnancımız var, Allah, bizi halk etmiş. Günah, hayır, şer. Bunlara bir inancımız var. Günah sevap, hayır, şer gibi düşünceler kalbimize geliyor. Onun günah olduğunu biliyoruz, işliyoruz. Şer olduğunu biliyoruz, yine işliyoruz. İnanmayanlar için böyle şeyler zaten yok. Günah, sevap, hayır, şer onlar için yok. Ama inananlar da vardır. Hayır, hayırdır. Şer de şerdir. Her an bunlara itikat etmek lâzım. Hayıra hayır demek lâzım. Şer'e de şer demek lâzım. Haram'a haramdır diye inanmak lâzım. O inancı yaşamak lâzım. Haram olduğunu bilmiş de yine işlemiş. Yine onu işlememek lâzım. İşte bizim de gönlümüze bazı yasak olan şeyler gelebilir. Bunu fiiliyata geçirmeyeceğiz.
Sonra tasavvufa gelince kabız hâli, basıt hâli vardır. İnsanların kalbinde tecelli eden hâller var. Halbuki hâli, fiili, ameli ile terakki eder insanlar. Kimler? Müslümanlar. Hâli, fiili amelleri ile cemaat gelişir. Ameli, ibadeti. Ameli, tarîkattan almış oluduğu hizmetleri. Fiiliyatı da tatbikatı, hareketi, sözleri ve işlemleri. Bunları da madem ki tarîkatı varsa ona göre işleyecek. Kim? Bu cemaat. Yani her geleni söylemesin. Konuşmasın. Onu bir defa düşünsün. Ondan sonra onu konuşsun. Şeriata, tarîkata tatbik edince, söylemiş olduğu sözün bir zararı gelecekse söylemesin. İnsanlara zarar, kendisinedir. Söylediği söz birisini küstürüyorsa, darıltıyorsa veya o söz birisini aldatıyorsa yine zarar kendisi içindir. Evet sözlerini düşünerek yapacak. Bunlar fiiliyatıdır.
Fakat hâl deyince: Hâl irâdenin dışındadır. Yani verilen verilmiştir. Ameli, ibadeti, hizmeti. Bunu kendi irâdesiyle işliyor. İşleyeceği fiiliyatı da onun elindedir.
Kabız hâli, basit hâli :
Kabız hâli nasıl olur?
Kabız hâli: Sebebli, sebepsiz, görünür, görünmez, bilinir, bilinmez, bir kimsenin kalbine gelip de, kalbinde onu rahatsız eden her ne olursa olsun, bu kabız hâlidir. Bu gelir; buna mani olunmaz. Bunu atarsa, bu geleni atarsa ne yapmış oluyor? İşte onun kalbi câri bir nehir, kuvvetli büyük bir nehir. Bazı şehirlerin içerisinden akıyor nehirler. O nehire bütün insanlar tarafından ev zibilleri, sokak zibilleri ne kadar atılsalar bu nehiri kirletebilir mi? Kirletemezler. Çünkü bu nehir büyük bir nehir, düşeni alıp götürüyor. Büyük cisimleri de alıp götürüyor. O nehir kirlenmiyor. Yalnız eğer bir göl suyu varsa; bir birikmiş su varsa, insanlar tarafından atılan herşey orada kalıyor. Götürmüyor. Götürmeyince ne oluyor? Göl suyu pis oluyor. Ama nehiri pis edemezler. Zaten şeriatımızda cihad vardır. Tarîkatta da cihad vardır. Tarîkattaki cihat nefis cihadıdır. Nefis mücadelesidir. Nefis mücadelesi ne ile doğar? Kabız hâli, basıt hâli ile doğar. Kabız hâlinde de mücadele, cihad vardır. Basıt hâlinde de mücadele, cihad vardır. Basıt hâlindeki cihad, onunla meşgul olup onu anlamak, onu oyalamak. Onu kendi hâline bırakırsan, o da gidebilir. Onunla biraz meşgul olup direnmezsen, o kabız hâli sende durur. Çoğalır. Kabız hâli geldiği zaman onda da bir mücadele var. Onu da atmak lâzım. Onu atamazsan eğer o orada durur. Hem o göl suyu pis etmiş gibi kalbi pis eder. Hem de orada büyür. Çoğalır.
Yalnız burada müridin görevi nedir? Kabız hâlini atmak için cihad edecek. Attı. Geldi. Attı. Geldi. Atar, yine gelir. Atar yine gelir. Ama atmazsa devamlı duracak onda. O mekan tutacak orada. Ama atıyor yine geliyor. Ata ata ne olacak? O neyse ondan kurtulacak. Atamazsa eğer, o orada kökleşir. Temelleşir. Müzminleşir. Müzminleşirse atamaz. İşte burada kabız hâlinin gelmesinden maksat vücudun havflenmesi, ilticası, yalvarması.
Kime yalvaracak? Allah'a yalvaracak.
Kime yalvaracak? Resulullah Efendimize yalvaracak.
Kime yalvaracak? Râbıtasına.
Bu da yine bir hâldir. Her mürit değişiktir. Kimi mürit Allah'a sığınır. Bu gibi şeylerde bazısı da Resulullah Efendimize sığınır. Haktır. Bazısı da râbıtasına sığınır. O da haktır. Niye bu böyle oluyor? Mürit esmadan alıyorsa nurunu, o zaten râbıtasına sığınır. Onun alış verişi râbıtasındandır. Kurtulmak istediği şey için râbıtasına yalvarır. Bunu ancak erbabı bilir.
Her mârızın derdine göre verirler şerbeti
Bak her ne kadar bir mürit râbıta nuru ile ihâta edilmişse de, bu ancak kendi itikadındadır. Muhâliflerin yanında bunu gösteremez.
Onun için :
"Tarîkatı olmayanın yanında tarîkat sohbeti yapmayın. Tarîkatı olmayanın yanında meşâyihten bahsetmeyin." deniliyor. Çünkü onlar anlamazlar. Bilmezler. Tarîkatı olmayanlar, meşâyihi bilmezler. Tarîkatı olmak, meşâyihi bilmek, Allah'ın büyük bir lütfudur. Büyük bir sırrıdır. Niye? Çünkü insan esmâ nuruna ulaşmazsa sıfat nuruna geçemez ki. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın düsturudur. Esma nurundan sıfat nuruna geçilir. Sıfat nurundan zat nuruna geçilir. Demek ki burada bizim anlayacağımız nedir?
Fenafişşeyh olmadan fenafirresul olunmaz. Fenafirresul olmadan da fenafillah olunmaz. Bu haktır. Allah'tan gelen ruh Allah'a gitmiyor mu? Ayet-i Kerime ne buyuruyor?
"Allah'tan geldiniz. Allah'a gideceksiniz."
Ama bu zâhir anlamda. Aslında Allah'tan gelmedi cesedimiz. Cesedimizi Allah halk etti ama...
"Biz, Adem'i topraktan halk ettik." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
Tealallah ne hûb zibâ yaratmış kâmil insânı
Cenâb-ı Hakk :
"Biz insanı çok güzel yarattık, çok güzel halk ettik" buyuruyor. Ama kim bu kâmil insan? Kendisini yetiştiren bir insan. Ama insanlar kendilerini yetiştiremezler. Bir yetiştiriciye muhakkak ihtiyaç vardır. Bizim mürebbimiz Meşâyihimiz.
Özün bir pîre teslim et müdâvim ol kapısında
Meşâyihten murad şâhım mürebbî kâmil olmaktır
Bir meşâyihe teslim ol. Özünü ona teslim et diyor. Onun kapısında bekle diyor. O yetişmiştir. Seni de yetiştirir.
Fiilimiz, amelimiz elimizde. Fiiliyatımız elimizde. İrademize verilmiş. Fakat hâl de ikidir.
1. Kabız hâli
2. Basıt hâli
Kabız hâli sıkıcıdır. Meşru ve gayri meşru şeyleri düşündürür. Maddiyâtı düşündürür. Veyahutta kin, buğz, haset, herşey..
Bunlar ne oluyor? Bunların hepsi kalbimizi rahatsız eden, bunaltan, sıkıntı içerisinde bırakan şeylerdir. Bunlar gelir.
Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.
Bunlar gelir. Gelmesinden maksat vücudun havfi, havfe düşmek, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının tecellisinden oluyor. Fakat insanlar, Celâl'inden gelen, her ne gelirse gelsin Cemâl'e çeviriyor. İbrahim Hakkı Hazretlerinin emri budur:
"Hak şerleri hayır eyler." buyuruyor.
Hakk şerleri hayr eyler. Anlaşılmasın ki sen veya ben şer işleyelim de Hakk bunu hayır etsin. Hayır! Madem ki Peygamber Efendimiz :
" Benim mürebbim Rabbim. Beni Rabbim terbiye etti." diyor.
Bunun zâhirdeki anlamı nedir? Peygamber Efendimiz ümmîdir. Yetimdir. Annesi yoktu. Babası yoktu. Okutmadılar. Mektep medrese görmedi. Ama O tıfl iken, onda bir ilim vardı.
Tıfl iken ol dilerdi ümmeti
Sen gocaldın terk edersin sünneti
Tıfl iken! Bu ne? Anasından dünyaya geldi, hemen secdeye kapandı. Seni, beni, ümmetini diledi. Hani onda bir ilim olmasaydı, ne bilyordu ümmetini? Nereden biliyordu? Meşâyih sohbetinde tarîkat sohbetinde buyuruyorlar ki büyüklerimiz, Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimizi O'nu bir hoca talebeye ders verir gibi bin sene okutmuş. Zaten kendisi de buyuruyor ki Peygamber Efendimiz :
"Evvel benim ruhumu halk etti, evvel benim aklımı halk etti, evvel benim nurumu halk etti."
Öyle ise, bizim de bir mürebbiye ihtiyacımız vardır. Biz de ruh sahibiyiz. Cenâb-ı Hakk bize de ruh üflemiş. Öyle ise, bizim de ruhumuzun mürebbisi olacak. Mürebbisiz, ruh yetişmez.
Bizim mürebbimiz kim? Mürşidimiz. Allah, şeriatımıza göre cüz'î irâdemize göre bize emretmiştir. Şerden sakının, kaçının demiştir. Şerre rızası yoktur. Hayra rızası vardır. Ama Hak'tan tecelli eden hayırlar, şerler var. Bizim hastalığımız bize şer görünüyor. Bizim fakirliğimiz bize şer görünüyor. Bu da nedir? İllet, gıllet, zilllet. Ama bir tane mi illet var? Bin tane illet var. Bunlar nereden geliyor. Allah'tan geliyor. Ama bunların hepsi bizim için şer. Mademki herhangi bir hastalık bizi rahatsız ediyorsa, rencide ediyorsa.. Fakirlik, yoksulluk, büyük zararlar, üzüntüler, kederler.. Nedir bunlar? Şer görünür. Allah'tan tecelli eden şer bunlardır. Bir de biz hayır düşünüyoruz. Hayra yoruyoruz. Sen iyi niyetlisin, insanlara iyilik yapmak istiyorsun. Fakat senin karşına çıkan insan da sana kötülük yapıyor. Bak! Ondan da kötülük geliyor sana. Nedir işte bunlar: İllet, gıllet, zillet.
İllet: Hastalık. Gıllet: Maişet darlığı, fakirlik. Zıllet: Cemiyette itibar yokluğu.
İlim olmazsa cihanda
İnsanlar azar kalır yabanda
Böyle tarîk-i müstakîmden kaymış, kitaptan, sünnetten kaymış bir insanın da irâdesi var. Onun da fiiliyatı var. İşte bunlardan insana hayır gelmez. Kitaptan, sünnetten haberi olan iyi insana kitaptan sünnetten haberi olmayan insandan şer gelir. Bunu da Allah'tan bileceğiz ki Cenâb-ı Hakk bunu hayıra tebdil etsin. İşte burada ne oluyor? Kabız hâli oluyor. Kabız hâli gelince ondan sıkılacağız ki Allah bizi ondan kurtarsın.
Basıt hâli geldiği zaman çok şükredeceğiz, şükredeceğiz ki Cenâb-ı Allah bizde basıt hâlini çoğaltsın. Burada ne oluyor? Burada cihad yapılıyor. Yapılan cihad da kabız hâlini küçültüyor. Tamamen atmıyor. Tamamen atmış olsa bile daha geliyor. Kabız hâlinde, insanların kalbinde yüz bin çeşit düşünce olur. Bu düşünceler birden atılmaz. Bunlar zaman zaman gelirler. Her geldiğinde mürit, bunlardan atarsa, cihad yaparsa azaltabiliyor. Kabız hâli küçülüyor. Kabız hâli küçülünce basıt hâli büyüyor. Nasıl ki geceler kısalınca günler uzar. Kabız hâli bir müridin kalbinde karanlıktır. Kalbini sıkar bunaltır. Karanlık gecede insanların kalbi nasıl sıkılıyorsa, müridin kalbi de öyle olur. Ama bunu atmaya çalışmalıdır. Eğer kendi hâline bırakırsa orada kalacaktır. Atamazsa orada kalır. Ne ile atar? Allah'a sığınmakla. Resulullah'a sığınmakla. Râbıtasına sığınmakla. İyi şeyleri düşünmekle. İyi işlemler yapmakla. Bunları ancak böyle atar. Ama bunu kendi hâline bırakırsa kökleşir, büyür, perçinleşir. Müzminleşirse atamaz. Atıyorsa o bir daha gelir. Üç saat sonra, bir saat sonra yine gelir. O gelişinde evvel ki gelişi gibi durmaz. Onu bir daha atar cihâdını yapar. O üçüncü gelişinde ikinci gelişi kadar bile durmaz. Yani böyle tedricen tedricen bu kabız hâlini insan zamanla cihad yapa yapa azaltır.
Basıt hâlini de cihadla çoğaltır. Biri azalır, biri çoğalır. Ne zaman ki kabız hâli onda tamamen kesilirse, basıt hâli de tamamen kalırsa o zaman cihadını yapmış olur.
Cihâd-ı Ekberi yaptı, mücadelesini kazandı. Zaten büyük cihad, nefisle mücadeledir.
Kahraman olanlar hasmını bastı
Kemankeş olanlar yayını astı
-Burada kahraman kimdir ?
-Kahraman, güçlü.
-Hasım kimdir?
-Bizim en büyük hasmımız nefsimizdir. Nefsini yenen kahramandır. Kemankeş olanlar da vurucu, atıcı demektir. Avını vurduktan sonra silahını taşımaz. Çünkü bu silahı avı için taşıyordu.
-Bu cihad ne zamana kadar devam eder?
-Kabız hâlinden kesilene kadar devam eder. Az da olsa bu cihad devam eder.
-Kabız hâlinden kesildikten sonra gelen basıt hâli ne oluyor?
-O hâller bitince müritte makam oluyor. İnsana gelip giden hâldir. Eğer ki o ne zaman yerleşiyorsa makam oluyor.
-Bu ne zaman olur?
-Anâsır-ı zıddıyet değişirse o zaman olur. Anâsır-ı zıddıyet, dört eczadan halk edilen ceset. Bunlar su, ateş, toprak, hava. Bu maddeler değişiyorlar. Bize zararlı olan sıfatları bize yararlı sıfatlara dönüşüyor. Bu da ne ile oluyor ?
Nefsimizle olan cihad çok çetindir. Çünkü Cihâd-ı Ekberdir. Peygamber Efendimiz de buyuruyor: Muharebe-yi Kebîr. Yani insanın nefsi ile mücadelesi Uhud Muharebesinden daha büyük diye buyuruyor. Uhud Mücadelesinde çok zayiât verilmiştir. Nefis mücadelesi ondan daha büyük oluyor.
Bakın şimdi, amelimizde bir eksiklik bırakmıyacağız. Bırakacak olursak eğer, hatamız olur, noksanımız olur. Fiiliyatımızda da eksiklik bırakmayacağız. Hâlimizi de cihadla tebdil edeceğiz. Çalışmakla, sa'yla tebdil edeceğiz.
-O hâlde nedir?
-İşte, sebepli, sebepsiz, bilinen, bilinmeyen, görünen, görünmeyen, kalbimizdeki bizi rahatsız eden herşey kabız hâli. Bunları ancak Allah'a sığınmakla, Allah'ı zikretmekle, şeriatımızı, tarîkatımızı işlemekle, râbıtamıza sığınmakla tedricen, tedricen azaltırız.
Bunları zamanla değiştireceğiz. Değişiyor bunlar.
Meşâyihe gerektir tâbi erler
Sülûke girüben tevbe ederler.
Fiiliyatımız elimizde, amelimiz elimizde, hâlimiz elimizde değilse, Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor?
"Her hâlinizle Bize, Azimüşşan'a rücu edin."
Her hâlinizle. Sadece sıkıntılı zamanımızda mı Allah'a yalvaracağız? Yok. Geniş zamanlarımızda da, safâlı zamanlarımızda da Allah'a şükredeceğiz. O'nu unutmayacağız. O'nu zikredeceğiz. Fakat sıkıntılı zamanımızda da yine Allah'a sığınacağız. Kurtulmamız için Allah'a sığınacağız. Bunun için Cenâb-ı Hakk:
"Her hâlinizle Bize, Azimüşşan'a sığının." buyuruyor.
Muhakkak bizim de bir cihâdımız oluyor. Cihâdımız ise: Bu kötü zamanlarımızda bize vesvese veren, bize kötü düşündüren, kötü niyetlerle mücâdele. Bunları ne yapmak lâzım? Bunları tebdîl etmek lâzım.
Onun için bakın:
Hevâyı Hû'ya tebdîl et
Bir nefes var insanın içinde "Ha", "Ha", "Ha" ile alınıp verilen bir nefes, nefesinden insanlar haberdâr olsunlar olmasınlar, bir "Ha" ile bir de hava ile girip çıkıyor. Bu nefesleri insanlar Allah'ı zikretmeden alıp veriyorlarsa boşuna. Bunu Hû'ya tebdîl etmek ne demek? Bir kimse nefesini Allah'ı anaraktan, alıp veriyorlarsa, O da hevâyı Hû'ya tebdîl ediyor.
Bu "Hû" da Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir ki, o nasıldır? Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi sıfatlarının ismi. Lafza-ı Celâl de Cenâb-ı Hakk'ın zatının ismi. Sıfatları var. Sekiz sıfatı var. Bu binbir isim (esma) Allah'ın sıfatları olan isimlerdir. 99 Esma-ı Hüsna var. Bu da binbir isminden seçilen isimlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın zatına mahsus olan bir isim Lafza-i Celal'dir. Bu, insanların kalbinde yazılı imiş. Cenâb-ı Hakk onun için buyuruyor:
"Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım."
Fakat, eğer bir insan, kalbindeki o Lafza-ı Celâl'i diriltiyorsa.. Neyle diriltir? Zikrederek. Allah, Allah, Allah, diye. Ama zannetmeyelim ki 24 saatin içinde bizim 15 dakikalık zikrimiz var. Bu diriltemez, onu. Bu bir hizmettir. Ama himmettir.
Bizim kalbimizi dirilten himmettir. Bunun için de hizmet vardır.
Meşâyihler ne buyuruyorlar? Alırken unutmayın Allah'ı, verirken unutmayın Allah'ı, yerken unutmayın Allah'ı, içerken unutmayın Allah'ı. Her işi yaparken unutmayın. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah dedirtin. Bunu lisana getirmeye gerek yok. Bir an evvel kalbinize Allah, Allah, Allah, dedirtin.
Bu nasılmış? Bakın bir insanın kalbine Allah dedirtinceye kadar, bir say'ı var. Zorlanması var. Çalışması var ama kalbi dirilip çalışıyorsa, o zaman bırakıyor. O zaman da Allah'ı unutmak istiyor da unutamıyor. Yani kendisini neyle meşgul ederse etsin, o Allah'ı unutsa bile Allah onu unutmaz. Allah'ı unutayım diye zorlasa bile Allah'ı unutamaz. Çünkü orada bir sıfat, meleke meydana geliyor. Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Bizim öyle kullarımız var ki, onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz."
Kimler bunlar? Zamanında Allah'ı unutmamışlar. Kalpleri ile zikretmişler. Çalışırken, yerken, içerken, gezerken, alırken, satarken, Allah, Allah, Allah diye diye onların kalpleri dirilmiş. Harekete gelmiş canlanmış. Kalpte yazılmış olan Lafza-ı Celal'in arkasında bir ampul yanınca parlaması gibi.
" Kulum, Ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor Cenab-ı Hakk. Demek ki insanlar Allah'ı zikrede zikrede Esma Nuru, Sıfat Nuru, sonra Zat'ının Nuru tecelli eder insanların kalbine.
Esma nuru nedir? Biz tarîkata girdik. Esmâ nuru çekiyoruz. Bu nedir? Allah, Allah, Allah.
Başka tarîkatlarda da Allah'ın binbir isminin herhangi birisi ile zikrediliyor. Yalnız buradaki himmet kudsiyet. Onun için Nakşî tarîkatı hepsinden üstün oluyor. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuş ki:
"Sâir tarîkatların nihâyetini biz bidâyete getirdik."
Yalnız, bütün tarîkatlarda çalışırlar, çalışırlar... 3 sene, 10 sene, 20 sene, 30 sene bir kâra ulaşırlar. Biz onu tarîkata ilk girene veriyoruz. Sâir tarîkatların nihâyet kârını biz bidâyete getirdik.
İşte bunlar, sâir tarîkatlar, esma nurundan sıfat nuruna, sıfat nurundan zat nuruna geçiriyorlar. Onlara çeşitli esmâ çektiriyorlar. Ama bizim zikrimiz Lafza-ı Celâl. Bütün isimleri, binbir isimi toplanıp geliyor. Lafza-ı Celâl'de toplanır. Orada bitiyor. Öyle ise yeter ki kalbimizi Allah ile meşgul edelim. Allah, Allah, Allah...
Allah ile meşgul edebilelim. Ne lâzım bize? Sa'y lâzım.
Zaten Cenâb-ı Hakk:
"Beni çok zikredin." Buyuruyor.
"Beni ayakta zikredin, otururken zikredin, yerken, içerken, gezerken, uyurken zikredin." buyuruyor.
İrâde sâhibiyiz. Bir şeyle uğraşırken unutuyoruz Allah'ı. Ama o meşguliyet içinde sen sahiplisin. Senin sahibin var. Vazifen var. Seni bir ikaz eden var. Nedir o? Râbıtan. Velâyet parmağı vardır. Yani bâtın eli vardır. Bâtın parmağı vardır. O uzanır sana. Sen unuttuğun zaman o uzanır, seni uyarır. Ama zâhirde ne olur? İş görürken, mesela yazı yazarken, kalem kayar. Veya elin bir yere sıkışır. Veya yürürken ayağın takılır. Bunlar velâyet parmağı. Geliyor seni uyarıyor. Unuttunsa, uyan diyor. Velâyet parmağı seni dürtüyor. Bir de ne vardır?
Herhangi bir şeye çalıştığın zaman yekün tutmak. Mesela bir vâsıtaya binip gidiyoruz. Bindiğimiz vâsıtadan bir ses gelir kulağımıza. Sen kalbini zikir ile meşgul edersen vâsıtadan aldığın ses zikir oluyor. Bakarsın ki o da Allah diyor. Öyle midir? Amenna ve saddakna. Ehl-i zikir için öyledir. Ehl-i zikir için makina sesi değil bu ses. Bütün duyulan seslerin tümü Allah der.
Bütün birbirine vurulan sert cisimlerin, arabaların, insanların, kuşların çıkardığı ses Allah. Bunların hepsi Allah'ı zikir ediyor. Ehli zikir olmuştur bunlar.
Kâmile her eşya olmuştur evrat (zikir).
Buyuruyorlar ya... Her eşya kâmile zikir, tevhid. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın:
"Sizin cansız olduğunu zannetiğiniz her şeyin zikri vardır..." Diye ayeti kerimesi vardır. Evet bu nedir ? Bidayette sen yolcusun. Yayan yürüyorsun. Yolda yürürken adımlarını Allah Allah diye at. Gâfil atma. Fakat buna da hudut tesbit et unutmamak için. Nasıl? İlerde görünen bir nokta var. Bir ağaç var veya belli bir şey var ilerde. Oraya kadar dikkat edeceğiz nazarımızı vereceğiz. Adımlarımız ne kadar olursa olsun saymayalım. O noktaya gidinceye kadar adımlarını gâfil atma. Allah Allah diyerek yürü. Bunun çok büyük eciri var. Ecire etkisi var. Orada büyük bir ağaç var. Veya boyalı ev var. Bütün dikkatini kullanarak Allah Allah diyerek gittin oraya. Oradan da ileriye yine bir nokta tayin et. Yine Allah Allah diyerek yürü oraya. Yani her işinde insanlar böyle yaparsa, zaman zaman, bu sa'y ile onda olan gaflet azalır.
Gaflet ne ? Hani bir gaflet var ki günah sevap, hayır şer, haram helal şeylerdir ibadeti olmayanlarda. Müridin de bir gafleti var. O da râbıtasını unutursa, Rabbini unutursa, Peygamberini unutursa müridin gafleti budur. Bunlardan kurtulması için ne yapması lâzım? Bu gibi sa'yları, bu gibi gayretleri göstermesi lâzım. Bu gayretlerle, gafletleri, tamamen atıyorsa kendinden, asıl kabız hâli o zaman kesiliyor. Kabız hâli o zaman kalkıyor. Basıt hâli kalıyor. O zaman onda bir sıfat, bir meleke meydana geliyor.
Yerken, içerken, yürürken, sa'y ede ede bu meleke yerleşiyor. O kişi bir işle uğraşırken bile Allah'ı unutamaz. Unutamaz, çünkü kalp Allah dedikten sonra sen ye, iç, ne iş yaparsan yap, kalp devam eder. O zaman ne oluyor? Senin zâhirin halk ile; kalbin, batının Hak ile oluyor. Bunlar sa'ysız olmaz. Bunun için çalışmak lâzım. Şeriatte çalışmak var, tarîkatte çalışmak var. Hakikate ulaştın. Orada da sen oluyorsun alet. Yaptıklarını sen yapmıyorsun. Konuştuklarını sen konuşmuyorsun. Sen bir âletsin. Allah'ın bir âletisin. İrâden yok. Seni konuşturan Allah, yediren Allah. Bakın İbrahim Aleyhisselam:
"Beni Rabbim yedirir, beni Rabbim içirir, beni Rabbim yatırır, beni Rabbim kaldırır." diyor. İşte müridlerin sonu da böyle olur. Cüz-î irâdesinde de bu var mıdır? Vardır. Bunlar cüz'î irâdede taklit oluyor. Cüz'î irâdede bunlar mecaz oluyor. Mecazdan hakikate geçiliyor. Mecaz ne oluyor? Râbıta-yı Nakş-ı Hayâl bizim için mecazdır. Ama Nakş-ı Cemâle gelince mecazımız hakikat oluyor.
Oh Yarabbi, çok şükür Elhamdülillah!
Ya, işte öyle efendiler. Cenâb-ı Hakk bize ne nimetleri halk etmiş. Nimetlerimizi bilelim. Nimetlerimize ulaşalım, çok nimetler halk etmiş Cenâb-ı Hakk. Ama tabii insanların irâdesine bırakmıyor ki... İnsanların irâdeleri ile elde ettiği nimetler vardır. İradesi ile elde edemeyeceği nimetler vardır. Ama irâdeleri ile elde edeceklerini edecek tabii. Elde edemeyeceğini de Cenâb-ı Hakk ihsan edecek.
Allah'ın kullara, insanlara çok ihsanları vardır. En büyük ihsanı: Bizi müslüman halk etmiş. Buna inancımız var. İnancımız dahilinde günah, sevap, bunlar var. Bunlara bir sa'yımız olacak. İbadetimiz olacak. Allah'ın bütün emirlerini tutacağız. Yasaklarından kaçacağız. Tarîkattaki hizmetlerimizi göreceğiz ki, himmet alabilelim. Hizmetsiz de himmet alınmaz.
O zaman zâhirdeki çalışmalarımızla, tarîkattaki hizmetlerimizle ne yapıyoruz? Büyük nimetlerimizin kapısına gidiyoruz. Ama o kapıya gitmezsek o kapı bize gelmez. Biz o kapıya gideceğiz. o
.
3-Öl ve ol..
"Öl ve ol.."
Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiştir. Bütün, her maksadın bir kapısı vardır. Her maksat sahibi kapısını bulacak. Kapısına gitsin ki maksadına ulaşsın. Kapı gelmez. Mesela bu neye benzer? Sen, bir yün takım elbise alacaksın. Sen, evinde oturduğun zaman takım elbise gelmez. Kimse, senin alacağın elbiseyi bilmez. Gidersin bir kaç mağazaya, her mağazada, senin alacağın elbise olmaz. Bir kaç mağazaya gideceksin, rengini kalitelisini arayacaksın.
Hz. Musa, niçin gitti Tûr-ı Sinâ'ya? Tûr-ı Sinâ, O'nun maksadının kapısı oldu. Bir müridin Tûr-i Sinâ'sı da vardır. Hz. Musa da bir ruh sâhibi, biz de bir ruh sâhibiyiz. Fakat O peygamber ve seçkin bir ruh, Cenâb-ı Hakk onları peygamber seçmiş göndermiş. Ama bir de veliler vardır. Veliler peygamber olarak gelmişler mi? Hayır. Dünyaya geldikten sonra veli olmuşlar. Senin benim gibi dünyaya gelmişler, çalışmaları ile kendi sa'yları ile veli olmuşlar. Ama onlar da insanlardan seçilmişler. Çok seçilmişler, insanlardan. Bir velinin mâneviyattaki varlığı, büyüklüğü, mâneviyattaki vücudu... Bu dünyada dört milyar insan olduğu söylenir. Bu insanların hepsini eritseler, birleştirseler bir velinin velâyeti kadar olamaz. Bu dört milyar insanın gücü o kadar olamaz. Niye? Çünkü evliyaullah demek ki, Allah'ın gücü onda tecelli ediyor. Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmış oluyor. İşte o Allah'ın âleti olmuş oluyor. Gücünü, istidâtını da nereden alıyor? Allah'tan alıyor?
İbrahim Aleyhisselam'ı ateşe attıkları zaman, Cenâb-ı Hakk dört tane melek gönderdi. Melekler onu kurtarmak için geldiler. Ama onları reddetti. Meleğin bir tanesi diyor ki:
- "Ya İbrahim sen müsâde et, ben yüksek dağları getireyim, bu ateşi dağların üzerine çıkarayım." diyor. Yüksek dağları mesela Ağrı Dağını getireyim diyor. Soruyor:
- "Sen bu gücü nerden alıyorsun? Hangi selâhiyetle yapıyorsun? Sen bunu nasıl yapabiliyorsun?"
- "Rabbimin vermiş olduğu kuvvetle yapıyorum."
- "Sen çık aradan. Rabbim beni görüyor. Rabbim bana yeter, sen girme araya." diyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları bir kulda tecelli ederse, bir insanda Cenâb-ı Hakk'ın kuvveti tecelli ederse... Peki bu olur mu? Oluyor.
Cenâb-ı Hakk Kur'an'da ne buyuruyor:
"Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik."
Kim bu veliler? Bilinmez ki... Bu kubbenin içerisinde... Allah bilir.
Bir de buyuruyor ki:
"O velimizin gören gözü bizim gözümüz,işiten kulağı bizim kulağımız, uzanan eli bizim elimiz, yürüyen ayağı bizim ayağımız, düşünen aklı bizim aklımızdır."
Akl-ı küll bu demek, küllî irâde bu demek. Cüz'î irâde Cenâb-ı Hakk'ın kula vermiş olduğu ne ise, noksan sıfatlarında tecelli eden aklı, ilmi, bilgisi, becerisi, gücü ve kuvvetidir. Ama küllî irâdeye geçince bu sefer Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları da tecelli ediyor.
Onun için Mevlânâ buyurmuş:
Yek nazar eylese Ârif-i Billah
Aslı kemhâreyi mücevher eyler
Erenlerin himmeti dağları yerinden kaldırır. Şeriatımız, tarîkatımız, hakikatımız, marifetimiz, vardır. İnsanlara bahşetmiş ama, şeriatı yaşamıyorsak, tarîkat davasında bulunmayalım. Kâzip olursun, yalancı olursun. Şeriatımız tamam olacak. Şeriat cisimle, tarîkat da ruh ile.
Ceset temiz olmazsa, ruh nerden temiz olsun? Çünkü ruhu ceset taşıyor. Ceset ruhun bir kalıbıdır. Çok temiz bir kaba pis bir şey koysalar, kabın temizliği onu temizlemez. Çok pis bir kaba da temiz madde koysalar, kabın pisliğini o şey temizlemez. Onun için bir tâlip cismi ile şeriatte, aklı ve ruhu ile tarîkatte olacaktır.
Tâlip : Hak tâlibi, Hakk'ı talep eden. Hakk'ı isteyen.
Hak'tan gelen ruhumuz Hakk'a ulaştırmak için, cismi ile şeriatte, aklı ile tarîkatte, sırrı ile bila vuslatta olacakmış. Tâlip bu.
Onun için kelâm-ı kibârda:
Ey tahâretten habersiz, râbıta bilmez habîs. buyuruyor.
Tahâret ne? Namazın şartlarından. Necasetten tahâret. Tahâret olmazsa namazımız, abdestimiz olur mu? Olmaz. Cismi temizleyen ibadettir. Çünkü ibadet yapmayan bir cisim hayvanî sıfattan kurtulamaz. İbadet yapacağız ki hayvanî sıfattan kurtulalım.
Kalbi de temizleyen ne oluyor? Râbıta. Râbıta olmazsa o kalp pis. Niye pis? Meşâyih sevgisi bir müslümanın kalbinde olmazsa, onun kalbinde çok arzular, çok düşünceler olur. Meşâyih sevgisi bir kelâmda şöyle ifade ediliyor:
Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam
Veya
Pervâneler geçti ateş bâbından
Ateş kapısından içeri girerse pervâne, daha onun cismi kalır mı? Pervâne nedir? Kepenek, kelebek. Kendini ne yapıyor ? Ateşe atıyor. O da ateşe âşık. Cenâb-ı Hakk onu da öyle ihsan etmiş. Kepenek kendi arzusu ile ateşe atıp yakıyor kendisini. Ateşe düşen kepenekte vücut kalır mı? Yok eder ateş. Bizim kalbimizde de arzularımızın her biri bir kepenektir. Bir cisimdir bunlar. Bunları ne yapar kalbimiz? Bunları ancak Allah aşkı, peygamber aşkı, meşâyih aşkı yakar.
Meşâyih Aşkı: Meşâyihi sevmektir. Meşâyihi sevmek, Resulullah'ı sevmektir. Resulullah'ı sevmek, Allah'ı sevmektir.
Cenâb-ı Hakk öyle buyurmadı mı?
"Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevmez."
Resulullahı ne ile seveceğiz ki O'nu sevebilelim? Vârisi olan velileri seveceğiz ki O'nu sevebilelim.
Çünkü Peygamber Efendimiz, Sıddıki Ekber Efendimize buyurdu:
" Senin elinden tutan benim elimden tutmuştur. Sana biat eden bana biat etmiştir. Senin kabulün benim kabulümdür. Senin reddin benim reddimdir."
İşte tarîkat böyle gelmiştir. Meşâyihler, veliler böyledir. Bu sıfatla sıfatlanmışlardır. Bu emir hepsi içindir. Herhangi bir meşâyih, bir müridine bu hilafeti veriyorsa, aynısıdır. Nitekim Nakşibendi Efendimizin halifelerinden Yakub-u Çerhi Hazretlerini Hoca Ubeydullah Hazretleri bulmuştu (Hâce-i Ahrar ismiyle geçiyor Reşahat kitabında). O, çok meşâyihler ile samimi olmuş, onlara hizmet etmiş, onlarla dostluk kurmuş, ama hiç birinden de ders alamamış. Hiç birisi ders vermemiş ona. Arayı arayı bulmuş. Neyi aramış? Muhammed Bahaeddin Nakşibendi Efendimize yetişemedim de diyor, onun elinden tutanı bulacağım. Yakub-u Çerhî Hazretlerini en son neticede bulmuş. Yakub-u Çerhî Hazretleri onun niyetini bildiği için, ne demiş:
- "Tut bu elden."
Elini uzatıp demiş ki:
- "Bu el Nakşibendi Efendimizin elidir. Nakşibendi Efendimiz bize buyurdu ki: "Senin elinden tutan benim elimden tutar, senin kabulün benim kabulüm, senin reddin benim reddimdir." demiştir.
Bak işte demek ki bizim tarîkatımızda Nakşibendi Hazretlerinin, Yakub-u Çerhî Hazretlerine böyle bir emri varsa; Yakub-u Çerhî Hazretleri ondan sonra gelene, o da ondan sonra gelene, o da ondan sonra gelene...
Onun için kelâm-ı kibârda:
Beraberdir Piri Sami Mevlâsı
Daim cezbederler me'vâya bizi buyuruyor.
Ama o el nasıl bir el?
Elinde var iken fırsat , geçirme ede gör gayret
Tutagör bir yed-i kudret , olunsun menzilin bâlâ.
Bâlâ ne? Bâlâ yüksek. Zaten senin ruhun yüksekten geldi. Bu yükseğe o el çıkaracak seni. Bu elden tutmazsan seni hiçbiri çıkaramaz. Çıkamazsın sen. Bu nedir? Hakikate ulaşmaktır. Hakikate ulaşmaksa, insanların ruhun makamına ulaşmasıdır. Bir başka tabirle: Allah'tan gelen ruhun, Allah'a ulaşmasıdır. Hakikatten maksat, mana budur. Ama bu tarîkatsız olmuyor. Cesedimiz şeriatta, aklımız, ruhumuz tarîkatta olacak ki terakkî olsun bizde.
Onun için" "Ey tahâretten habersiz râbıta bilmez habîs" buyuruyor. Tahâreti olmayanın cesedi temiz olmaz. Râbıtası olmayanın da kalbi temiz olmaz. Ama tahâreti var; cesedini temizlemiş. Fakat râbıtası yok; kalbi temizlenmemiş. Ne yapmış? Getirmiş temiz bir kaba pis bir şey koymuş. Kabın temiz olmazsa o şeyi temiz etmez. E.. ne olmuş peki? Râbıtası var ama, şeriatte eksikliği var, tahârette eksikliği var. O da ne olmuş? O da getirmiş temiz bir kaba pis bir şey koymuş. Kabın temiz olacak içindeki madde de temiz olacak ki... Burada kaptan mana, bizim cesedimizdir. İçindeki madde ise ruhumuzdur. Ceset ruhun kalıbı, kabıdır.
Bir defa, şeriatla cesedi temizleyeceğiz. Tarîkatla da zikir yapa yapa, yapa.. Ne yapacağız? Kalbimizi herşeyden zikirle arındıracağız. Kalbi sahibine teslim edeceğiz. Kalbin sahibi kimdir? Allah'tır. Hakikatte insanların Beytullah'ı kalbidir. Arşa, kürse hiçbir yere sığmayan Allah "Ben mü'min kulumun kalbine sığarım" diyor. Ama hangi kalbe? Allah'ı daima zikreden kalbe. Allah'ı zikrede zikrede ne oluyor? O kalb Allah'ın nurunu cezbediyor. Allah'ın zâtını cezbediyor. Azâmetini de cezbediyor ki; işte o zaman Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanıyor. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanıyor. Resulullah'ın sıfatlarıyla sıfatlanıyor, ahlâkı ile ahlâklanıyor. Onun için kelâm-ı kibârda:
Senin gördüklerin ayıbı veliler setreder cümle
Bir meşâyihe bir mürit geldiği zaman, bu mürit acaba dersini yapar mı yapmaz mı? Bu mürit nasıl bir insan? Bunun sıfatı nasıl? Hangi günahları işlemiş? Meşâyih bunu bilmez mi?
Mesela: Bir sarhoş geliyor, diyelim ki geliyor ders alıyor. Sarhoşluğu terketmiyeceği hâlde niye buna ders veriliyor deniyor. Denilmesin.
Senin gördüklerin ayıbı veliler setreder cümle
Sen şu sıfattasın git demez ki.. Onun için Mevlânâ:
"Ne olursan ol, gel" demiş.
Bak Nakşibendi Efendimiz de ne buyuruyor.
"Bizim dergâhımız günâhkârların dergâhı. Günâhı olanlar gelsin bize, günâhı olmayanları biz istemiyoruz."
Yani buradaki anlam, buraya gelsin de günah işlesin anlamına değil. Yani kendilerini günahkâr bilsinler. Günâhlarını bilerek gelsinler.
Bir de buyuruyor ki :
"Alâyı ednâyı seçmek Mürşid-i kâmilin kârı, kemâlı değildir. Ameli değildir."
Sen iyisin, sen kötüsün demez. Evet efendim, Allah'a şükür, Allah'a çok şükür. Bak nimetimiz büyük. Nimetimizin kadrini, kıymetini bilelim. Allah'ın emri öyle:
"Ben bir kuluma nimet veririm, bu nimetin kıymetini bilirse büyütürüm, yükseltirim, artırırım onun nimetini. Yoksa çeker elinden alırım."
Burada anlayacağımız bizim:
Allah bizi müslüman olarak halk etmiş. Eğer müslüman olarak yaşarsak Allah bizi cennetine koyacak. Cenâb-ı Hakk âhirette bize çok ihsanlar verecek.
Yok!.. Müslümanlğımızı yaşamazsak, Allah bizi cehennemine koyacak. Bunu Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Biz insanı güzel, çok güzel halkettik. Çok güzel halk ettiğimiz insanı biz cehennemin esfeli sâfilinine düşürürüz."
Ama bu insanın güzelliği ne ile?
Şeriatle, tarîkatle.. Eğer inanaraktan gelmişse bu dünyaya hayvanî sıfatta değil. Bu insan beşerî sıfata geçerse güzeldir. Melekî sıfata geçerse, güzellerin güzeli olur. Çok güzel olur o zaman. Bir güzel var, bir de çok güzeller var.
Dilersen dilberi dilber , kılarsan dilberi dilber
Sana da keşf olur dilber , mühim esrârı dervişân
Sen çok güzel olmak istiyorsun ama, bu güzelliği nerden alacaksın? Güzeli bulacaksın, o güzel seni güzel edecek. Sen artık güzel oldunsa her şey sana güzel olur. Senin için çirkin bir şey kalmaz. Onun için şükür edeceğiz ki nimetimizi büyütsün, artırsın.
Nedir bu nimet? Allah'ın velileri. En büyük nimet de budur. Allah'ın büyük nimetleri, büyük ihsanları bunlar. Bunlarla uğraşacağız. Büyük ihsâna kavuşmak için elimizdeki alete sıkı sarılacağız.
Meşâyihe inanacağız. Meşâyihin hizmetini göreceğiz.
Sev beni , seveyim seni
Unutma beni , unutmam seni
İnsan varlığının hepsinden geçtikten sonra, "ten de onun, can da onun" diyorsa, "benden ne istiyor" diye düşünmemeli. Zaten varlığından geçtikten sonra senden birşey istemiyor. Sen varlığından, nefsinden sorumlusun. Nefsinden geçtikten sonra, ondan senin sorumluluğun yok. Ama insanların nefsinden kurtulması nefsin ıslah edilmesi, terkedilmesidir. Nefsi olmazsa, insanların yemesi, içmesi, uyuması olmaz. Bunlar hep nefsinden olmaktadır. Bunlar da insanlarda vardır. Peygamber de olsa, veli de olsa, avam da olsa bunlar da insandırlar. Ama velilerin nefsi veya beşeriyetten kemal ehline geçenlerin nefisleri ıslah olmuştur ve nefis ıslah olduğu müddetçe vücutta bazı makamları vardır. Oraları işgal etmiştir. Dikkat edin, inkılâp yapan kimse mühim noktaları muhafaza ediyor.
Bir kimse bir yerden bir başka yere geldiğinde bakıyor ki: Altı milyon müslümanı altmışbin tane inanmayan idare ediyormuş.
Burada bu kâfir ne yapmış? Bütün mühim noktaları tutmuş, kilit noktalarına kendi insanlarını yerleştirmiş. Ölüm korkusu görünce, kimse daha kıpırdıyamıyor.
İşte burada da makamları nefsimiz işgal etmiş. Nerde? Beşeriyette. Nefis, beşeriyetten çekince kendisini.. Nefis el çekiyor, inkılâp ediyor. Bu kutsal makamlar, göbekten yukarda oluyor insanlarda. Aşağıda değil (Letâif makamı).
Ahsen-i Takvîm insan olmak: Herkesi kendinden üstün görmektir.
Bu makamlar insanlarda nerelerdedir?
Kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ ve kalp gözü olmak üzere altı makamdır.
Kalb: Zâhirde görünen bir cisimdir. Tıpta da var olarak biliniyor.
Ruh: Ruhun cismi yok. Varsa da cismi nasıl? Şeklini bilmiyoruz. Makamı nerede? Sağ memenin dört parmak altıdır.
Sır: Sol memenin dört parmak yukarısındadır.
Hafî: Hafi de sağ memenin dört parmak yukarısındadır.
Ahfâ: Vardır ki bu da nedir? Ahfânın makamı göğüstür. Bunlar birer sıfat, bunlar birer makamdır. Bu makamları elde ederse insan, ahsen-i takvîm olur. Yani insanlık kıymetini kazanır.
Kalp gözü: İnsanların iki kaşının arası, bunun için râbıtayı buraya yaptırıyorlar. Oraya râbıtayı yapa yapa kalp gözü oradan açılacak.
Bunları nefis işgal etmiş. Körlemiş, onları battal etmiş. İsyanları ile, günahları ile. İnsanlar itaat ede ede, nefsi oralardan el çekiyor. Göbekten aşağıya iniyor. Ruh hâkim oluyor. Nefis oluyor ruhun hizmetçisi. Artık nefsini hapsetmiş, nöbetçileri başına dikmiş.
Çıkmağa derbân bırakmaz cenge yok takatleri
Nâtüvân olmuş çeker bunlar belâyı mihneti
Derban: Bekçi,kapıcı
Nâtüvân: Mecbur bırakılmış, zayıf ve güçsüz düşürülmüş.
Artık zindana atıp nöbetçileri kapıya koyduktan sonra hiç bir şeye gerek yok.
Bakın Yakup Aleyhisselam bir peygamber. Zâhirde bir makamı var. Bir bekçisi var. Yusuf Aleyhisselam kayboldu. Kardeşleri götürdüler, kuyuya attılar. Geldiler kurt yedi dediler. İnanmadı ama. Yusuf yıllar yılı kayıp. Yakup Aleyhisselam onun hasretinden ağlıyor. Fakat cesedi kayıp oldu. Zâhirde yok. Ama Zeliha'nın hadisesinde o gece Yusuf Aleyhisselam'a göründü.. Duvardan göründü. Yusuf elini çek dedi. Kur'an-ı Kerim'de bu böyle. Kelâm da bunu ifade ediyor.
Demek ki burada Yakup'tan mana bizim cesedimiz. Her ne kadar cesedimizde bir ayrılık varsa da ruhumuz ayrı değil. Yakup Aleyhisselam'ın cesedi gitmedi oraya, Yakup Aleyhisselam'ın cismi, ruhu ile o Yusuf'a göründü ki çek elini dedi. Demek ki bizim de burada cismimiz var ise de, ayrı isek te, râbıtamız ve ruhumuz birbirinden haberdâr. Yakup Aleyhisselam nasıl ki Yusuf'un imdadına yetişti ise.. Bunlar söylenmiş ise bir hakikatı var. Tasavvufta aslı var.
Bunlar ruh muamelesi, ruh bilgisidir. Cesedinin haberi olan vardır, ama yasaktır, söyleyemez. Hazmederse gösterirler. Bundan ruhu haberdâr olursa görür. Ama hazmetmezse haberdar etmezler.
.
4-İlim bildirir amel yaklaştırır,İhlas kazandırır. İhlası veren Allah'tır
"İlim bildirir amel yaklaştırır,
İhlas kazandırır. İhlası veren Allah'tır."
124 bin peygamber gelmiş geçmiş. İmâm-ı Azam'ın belirttiği gibi kitap, sünnet, icma, kıyas. Kıyâs-ı fukaha ile 124 bin peygamberin gelip geçtiğini bize bildiriyorlar.
Hz. Âdem'in 10 bin senelik bir devri var. Dünyanın 70 bin sene ömrü varmış. 7 kavim gelmiş geçmiş. En son Hz. Adem. 124 bin peygamber gelmiş geçmiş. Demek ki Peygamber Efendimiz ile Hz. İsa Aleyhisselam arasındaki süre içinde 600 küsur sene hiç peygamber gelmemiş. Ama ondan evvel Ben-i İsrail peygamberleri sık sık gelmişler, teker teker gelmişler. 3'ü 5'i bir arada olmuşlar. İşte Hz. Musa peygamber, Harun Aleyhisselam, Şuayb Aleyhisselam. Çünkü Musa Kelîmullah'da Şuayb'ten kalma. O da peygamber. Bunların hepsi Allah tarafından gönderilmiş. Halkı dalaletten kurtarmak için, halkı irşat için. Halkı Hakk'a yöneltmek için. Görevleri bu.
Onun için sormuşlar:
- "Ya Kelîmullah, bu asırda senden daha âlim kimse var mı?"
- "Bu asırda Tevrat'tan daha âlim kimse olamaz. Tevrat indi diye önceki kitapların hükmü ortadan kaldırıldı. Tevrat da bana indi bu da haktır."
Böyle deyince, bir ateşe suyu dökünce nasıl sönerse, gönlünde Tevrat'a olan sevgisi gitmiş. Peygamberlerde zelle olmuştur. Musa Kelîmullah'ın öyle demesi Cenâb-ı Hakk'a karşı bir noksanlık oldu. Cenâb-ı Hakk da O'nu Hızır Aleyhisselam'a gönderdi. Mesela: İbrahim Aleyhisselam efendimiz üç gün üst üste oruç tutmuş. Misafirsiz olunca açmıyor orucunu. Misafirsiz yemek yemiyor, su içmiyor. Üç gün misafir gelmemiş. O da üç gün yemek yememiş, ne de bir şey içmiş. Oruç tutmuş ve de gönlüne gelmiş.
- "Benim gibi var mı? Üç gündür oruç tutuyorum." demiş.
Cenâb-ı Hakk demiş ki:
- "Ya İbrâhim git sahile doğru da hikmetlerimi gör."
Sahile doğru iniyor. Çöller.. Çölde insan değil, canlı bir şey yok. Tek âbid'i görüyor. Âbid orada ibadet yapıyor. Yiyeceği yok. İçeceği yok. Âbid'i görünce selam veriyor. Âbid:
- "Aleykümselam." diyerek secdeye kapanıyor.
- "Rabbim ihsanına şükrolsun. Rabbim ihsanına şükrolsun ki bana iftarımın gününde ihsan gönderdi." diyor.
İbrâhim Aleyhisselam soruyor :
- "Sen kaç gündür oruç tutuyorsun?"
- "Bir aydır oruç tutuyorum." diyor. Aydan aya orucumu açarım diyor.
İbrâhim Aleyhisselam o zaman öyle teaccübe varıyor ki, öyle mahcubiyet duyuyor ki.. Ben üç gün oruç tuttum da benim gibi var mı diye âlem yaptım zannettim. Âbid bir dua ediyor. Gaipten bir sofra geliyor. Beraber yiyorlar. Şükrediyorlar, sohbet ediyorlar. Ayrılacağı zaman:
- "Senden daha büyük bir âbid biliyor musun?" diyor.
- "Var. Bu yoldan gideceksin. Bu çölde sana bir âbid rastlar. Üç gün, beş gün gideceksin. O benden çok üstündür. O 60 günde bir iftar eder." demiş.
O âbid'i de gide gide buluyor. O da karşılaşınca secdeye kapanıyor. Allah'a dua, şükrediyor.
- "Allah'ım bu günümde bana ihsan gönderdin." diyor.
İbrâhim Aleyhisselam soruyor:
- "Ey Abid kaç gündür oruç tutuyorsun sen?"
O da:
- "60 gün." diye cevap verince İbrahim Aleyhisselam çok üzülüyor. Teaccübe kapılıyor.
Eğer insan ibadetten gurur duyarsa, yaptım diye düşünürse o da kıymetli değil. Ameli güzel işle. İşlememiş gibi bil. O amel bir emniyet veriyorsa, makbul değil.
Neyse ikisi bir açıyorlar oruçlarını.
- "60 gündür oruçluydum." diyor.
Oradaki bir ahuya işaret ediyor. Sofraları geliyor. Yiyorlar içiyorlar. Geyik büryan oluyor. Sonra sabah oluyor.
Âbid'e:
- "Senden daha üstün, daha yüksek amel işleyen bir âbid var mı?" diye soruyor. O:
- "Deniz kıyısına kadar ineceksin orada bir âbid var, o orucunu 90 günde açıyor." diyor.
Gidip onu da buluyor. O da selamını alınca, o da secdeye kapanıyor.
"Rabbimin ihsanına çok şükür ki bugün iftarımın gününde bana bir kulunu misafir gönderdi." diyor.
Oruçlarını açacakları zaman âbid yanında duran asasını alıyor. Oradaki yalçın bir taşa vuruyor. Nasıl vuruyorsa oralar hemen yeşeriyor. Meyvalar oluşuyor. Yemekler oluyor. Yiyorlar sonra sohbet ediyorlar. Âbid:
-"Şu derenin ortasında bir ada var. O adada benim bir hizmetim var. Bana müsaade edeceksin onu görüp geleceğim" diyor.
Âbid'in bir seccadesi varmış atıyor denizin üzerine kayıp gidiyor. İbrahim Aleyhisselam'da postunu atıyor, onun arkasından "Ya Allah! Bismillah" deyip o da denize dalıyor ve yüzüyor. Halbuki o âbid İbrahim Aleyhisselamın şeriatını yaşıyor. Ama onu görmemiş. Âbid bakıyor ki suya batmadan geliyor. Bu yetişkin insan kim diye şaşırıyor.
Adaya çıkıyorlar. Adada çok azametli bir aslan varmış. İnsanları diri diri yutacak kadar güçlü. Âbid diyor ki:
- "Bu aslan buranın bekçisi. Benden gayrısını buruya koymaz" diyor.
İbrahim Aleyhisselam yola devam ediyor. Aslan bir kışkırıyor. İbrahim Aleyhisselam:
- "Dur!" diyor.
Nübüvvetini gösteriyor. O zaman aslan sahibine yaltaklanır gibi yaltaklanıyor. Bu durum karşısında âbid'in teaccübü artıyor:
- "Bu aslan buraya benden başkasını koymazdı" diyor.
Neyse gidiyorlar. İbadet ne ise yapıp geliyorlar, ayrılacaklar. Âbid'e diyor ki:
- "Bana dua et."
Abid öyle ağlıyor ki, hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
- "Niye ağlıyorsun?" diyor.
- "Sen benden dua istiyorsun. Benim kırk senelik bir arzum var. Rabbimden istiyorum da vermiyor" diyor.
- "Nedir bu arzun?" diye soruyor.
- "Kırk sene evvel ben bu adadan, bu karaya girerken denizde bir oğlan çocuğu gördüm. O gördüğüm yüzün etkisindeyim. O kadar güzeldi ki bir türlü unutamıyorum. Suyun yüzüne çıkan o yüzün o görünüşünü bir türlü unutamıyorum. O gördüğüm yüze bakamadım. Gözlerim kamaştı" diyor. Ben bu çocuğa sordum:
- "Sen kimsin?"
- " Ben Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu İsmail'im dedi. O zamandan beri buna âşık oldum." (Bak işte bunlar râbıta)
- "Yarabbi diyorum. Bu İbrahim Aleyhisselam ne kadar güzeldi ki oğlu bana bu kadar güzel göründü diye düşünüyorum" diyor. "Ne kadar güzel onu da bir göreyim" diyor.
Kırk senedir o hayali çekiyor. Kırk sene sonra İbrâhim Aleyhisselam'ı görüyor. O sevgiye ulaşıyor.
Peki Musa Kelîmullah ne oluyor? "Tevrat bana geldi. Ondan üstün kitap yoktur" deyince Allah ondan ateşe suyun döküldüğü gibi Tevrat'ın aşkını alıyor. Bir daha Tevrat okumak istemiyor. Eline almak istemiyor. O zaman Allah'a yalvarıyor.
- "Ne olur benden Tevrat'ın aşkını aldın. İçimde bir aşk var onu bana ver." diyor.
Allah-u Tealâ diyor ki:
- "Ya Kelîmullah! Sen dedin ki, "Benden daha âlim kimse olamaz." Bizim öyle kullarımız var ki biz onlara kendi ilmimizden ilim vermişiz. Sen hiç bilmiyorsun."
O da:
- "Yarabbi! O ilmi de ihsan et bana" diye dua etti.
O zaman Cenâb-ı Hakk, Hızır Aleyhisselam'a gönderdi Musa'yı. Nerde buluşacağını, nasıl buluşacağını, işaretler ne, neler olacak? Hatta Cenâb-ı Hakk emrediyor. Halasının oğlu ""Yuşa'yı arkadaş olarak al" diyor. Bir de diyor ki:
- "Azığının içerisinde muhakkak kızarmış balık bulunsun. Yolculuğunuz deniz kenarında olacak. Her acıktığınız yerde çantanızı açın. O pişmiş balık nerde canlanır, deryaya dalarsa orda buluşacaksınız" diyor.
Cenâb-ı Hakk'ın böyle emirleri üzerine Hızır Aleyhisselam'ı buluyor. Onunla deryalarda yolculuk yapıyor. Köyleri, kasabaları geçiyorlar. Hızır Aleyhisselam'ın zâhirdeki yaptığı işler Musa Kelimullah'a ters geliyor. Bakıyor ki hep suç işledikleri... Cinayet, vapuru delmesi. Vapuru kırıyor. Kendileri de içinde. Bir hayli insan var içinde. Sen bu gemiyi niye deliyorsun diye Musa Kelimullah karşı çıkıyor.
Ama yalnız Hızır Aleyhisselam'ı buldukları zaman. Pişmiş balık dirildi. Denize gitti. Orada buldu nurlu bir insan. Hızır Aleyhisselam sanki bir kumandanmış gibi. Musa Kelimullah onun yanına öyle bir gitti ki yakasını toparlayarak gitti. Ve ondan müsaade almadan selam da vermedi.
- "Efendim, bizim Tevrat'ta selam farzdır. Sizin şeriatınız da da varmıdır selam?"
- "Vardır." Selamlaştılar.
- "Beni Cenâb-ı Hakk size gönderdi bir ilim varmış onu öğreteceksiniz" dedi.
- "Sen öğrenemezsin."
- "Niçin?"
- "Benim işlerim sana hep ters gelir. Sen benimle arkadaşlık edemezsin. Benden öğrenmen için benimle bir zaman arkadaşlık etmen lâzım. Fakat benim işlerime sabredemezsin" dedi.
- "Ederim" dedi. Şartlaştılar.
- "Benim hiç bir işime karışmayacaksın. Ne yaparsam karışmayacaksın. Karıştığın müddetçe ayrılırız." Ama karıştı.
- "Niye deliyorsun bu gemiyi?" dedi.
Çocuk öldürdü ise:
- "Bu çocuğu niye öldürdün?" dedi.
Bir duvar yaptı ise:
- "Sen bu duvarı niye yaptın?" dedi.
- "Gemiyi niçin deldin?"
Cenâb-ı Hakk bildirmiş ki:
- "Ey kulum bu gemiyi del ki içerisinde bana itaat eden has kullarım var. Eğer gemi karaya çıkarsa orada bir zâlim padişah var, o onlara kötülük edecek."
Kimlerin elinde şahsî gemileri varsa ellerinden çekip alıyormuş. Eğer kırmasaymış gemiyi, padişah alacakmış elinden. Onun için bildiriyor ki gemi arızalı görünsün de padişah ellerinden almasın.
Hakikaten karaya uğradılar. Arızalı olduğu için padişah gemiyi almadı. Onlar da arızayı onarıp, yollarına devam ettiler. Bunu Hz. Musa'ya izah edince hakikaten Hz. Musa bakıyor ki, gemiyi kırarken suç göründü ama büyük bir tehlikeyi atlatmış. Çocuğu öldürmek ona suç göründü. Duvarı yaptı. Duvarı yapmak ona zor geldi.
-"Bu köyün insanları bizi aç bıraktı." diyor. Ama yağıştan ve rutubetten o köyü kurtarmış oluyorlar.
Onun için zâhir ilmi var. Bâtın ilmi var. Bâtın ilmi ise insanların kalbinde yazılı. Bunlar Kelâm-ı kibârda vardır.
"Sebul-Mesânî"dir yüzü nutk-u Mesîhâ'dır sözü
Fatiha suresi okuyanın gönlü fetholur. Gönlünde Allah'tan başka arzu kalmaz.
Evliyaullahın kelâmları, sözleri nefesleri bizim için mülktür.
Hadis-i Şerîf var:
"Benim ümmetimin velileri Ben-i İsrail'in Peygamberleri derecesindedir."
Hz. İsa sözleri ve nefesi ile ölüleri diriltmiş. Kalk dediği zaman diriliyor. Hz. İsa Benî İsrail peygamberlerinden, Ümmet-i Muhammed'in velileri de onun derecesinde. O Peygamber. Peygamberin mucizeleri aşikâr oldu. Velilerin ki kerâmetle. Kerâmet gizli kalır. Evliyaullahlar kerâmetleri ancak emirle işlerler. Emirlerini kim verir? Resulullah Efendimiz verir.
Kerâmet deyince: Bir tasarruf vardır. Bir de kerâmet vardır. Kerâmet insanların gözü ile gördükleri şey. Beşeriyetin gücü ile yapamadıklarını Evliyaullah kerâmeti ile yapar. Allah'a itaatını yapan insanlarda kerâmet vardır. Meşâyih olmak gerekmez.
Meşâyih için tasarruf önemli. Yüz bin kerâmet olsaydı da Şems gösterseydi. Mevlânâ yine ayılmazdı. Şems tasarruf etti, kendi velâyetine aldı Mevlânâ'yı. İstemediği hareketleri yaptırdı. Mevlânâ yapmıyor. Bir alet o. Hareketleri Şems yaptırıyor. Tasarruf bu.
Nuru Muhammed'dir özü
Demek: Evliyaullah Peygamber Efendimizin nurunu taşıyor. Peygamber Efendimizin nuru dünyadan çekilmemiştir.
Murâdın teşrif miractan vücudu âlemin gezdin
Zemin ü âsûmânın nuru sensin yâ Resûlallah
...
Hitab-ı "kün fekan" erdi zuhura geldi akl-ı küll
Feleklere gulgule düştü kamu esmâda yangın var
...
Saadet burcunun sultanı sensin yâ Resûlallah
Kamu dertlilerin dermânı sensin yâ Resûlallah
Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar
Zuhûr-u âlem-i ayânı sensin yâ Resulallah
Âlem-i Amâ: Görünmeyen bir âlemde, gaipteydiler.
Cenâb-ı Hakk:
" Bütün eşyaları habibim senin için halk ettim." diyor. Bütün eşyalar esmâdır. Seni halk ettim sonra senin için bu esmâları halk ettim diyor.
Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar.
Eşyalarda isim var. Bitkilerde isim var. İnsanlarda da isim var. Cemâdâtta da isim var. Meleklerde de isim var. Cinlerde de isim var. Bunlar yok iken var oldu. Veya Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi onlara bildirildi. Cenâb-ı Allah buyuruyor ki:
"Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler."
"Küntü kenzen mahviyyen." diye fermanı var.
Burada da, biz gizli hazine idik. İnsanları cinleri halk ettik ki bizi bilsinler. Gizli hazine idik aşikâr olmak için, insanları cinleri halk ettik. Ancak insanlar ilimleri ve amelleri ile Cenâb-ı Hakk'ın esmâ nuruna ulaşıyorlar. İsimlerin sırrına, zâtının nuruna mazhar olamıyorlar.
Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar,
Zuhûr-u âlem-i ayânı sensin yâ Resûlallah.
Bütün bu yok olanların zuhûra gelmesine var olmasına sebep sensin.
Zuhârâtın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem
Dü âlemde Ebû'l-ervah ki sensin yâ Resûlallah.
Bu âlemde de öbür âlemde de Ebû'l-ervah sensin. İki âlemde de sensin. Niye ? Dünyada Peygamber Efendimize ümmet olmak, O'nun şefaatini kazandırıyor. O'na inanmak, O'nun sünnetini işlemek. Peygamber Efendimiz buyuruyor:
"Benim evladım benim peşimden gelendir. Sülbümden gelen değildir."
Her kim ki kitabı sünneti yaşıyorsa Peygamber Efendimizin evladıdır. Ahirette de şefaat edecek. Şefaat etmezse kurtulamayacağız.
Murâdın teşrif miractan vücudu âlemin gezdin
Zemin ü âsûmânın nuru sensin yâ Resûlallah
Zemin: Yer, dünya. Âsumân: Gökler.
Eğer göklerde Peygamber Efendimizin nuru kesilse, güneş ziyasını vermez. Yerden eğer Peygamber Efendimizin nuru kesilse hiç bir ot bitmez. Hiç bir şey de hayat olmaz.
Burada şimdi esrarları var. Sırları var. Miraca teşrif etmekte maksadın, vücudu âlemin gezdin.
Peygamber Efendimizin miracı ikidir.
1. Ruhun Miracı ile Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar varlığı var ise güneş, ay, yıldızlar onları kalbinde seyretti.
2. Cisminin Miracı ile göklere yükseldi.
Yerler ile gökler iddia ettiler. Gökler yüksek olmakla kendilerini iyi görmüşler:
-"Biz daha şerefliyiz" demişler.
Yerler de demiş ki:
-"Yüksek olmakta ne var? Allah'a itaat eden bütün insanlar bende yaşıyor. benim üstümde geziyorlar. Ben onları büyütüyorum" .
Bil neden oldu bu yerin adı yer
Kim meğer üstâdı yer şakirdi yer
...
Doğurur kendisi besler yine sonra seni yer
Sana bir zehr içirir sanma ki yarası geçer
.
5-Tasavvuf seni senden alır seni sana sensiz verir.
"Tasavvuf seni senden alır,
seni sana sensiz verir."
Bir insan meşâyih olmazsa, meşâyihi bilmez. Meşâyih olmak için kemâle ulaşmak lâzım. Nasıl ulaşacak kemâl'e? Her şeyden geçecek. Terk-i dünya, terk-i cisim, terk-i terk olacak. Kâmil insan olunca, insan ruhu küllî irâdeye geçer. Bu nedir? Fenafişşeyh mecazdan hakikate geçer. Noksan sıfattan kemâl sıfata geçer. Ruh o zaman kâmillerin seyrânı oluyor.
Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu
Dest: El.
Kim tutarsa El'i, varlığından kurtuldu. Bu varlık nedir? Mal, mülk, eşyalar... Bunlardan geçer. Âhiretten de geçer. Çünkü hakikatin perdesi vardır. Bunları da geçerek hakikate ulaşır. En son kendi varlığından da kurtulur.
Buldu hakikat dostunu bildi bu düya fanidir
Hakikat dostu kimdir? Allah'tır. İnsanların dünya muhabbetini gönlünden atması için ancak yine bir meşâyihe ihtiyaç vardır.
Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü
Kıl tarîk-i Nakşıbendin hâdimi Allah için
Tarîk-i Nakşibend: Nakşibendi tarîkatıdır.
Tarîkatların sayısı çoktur. Sayısını Allah bilir. Bir Hadis-i Şerîfte şöyle buyuruluyor:
Allah'a giden yollar muhlûkatın nefesinin adedinin çokluğu kadardır.
Çoktur Allah'a yollar. Niye? Çünkü Cenâb-ı Allah'ın binbir ismi vardır. Herbir isim için zikir yapılır. Onun için tarîkatların sayısı çoktur. Veya bazıları 2-3 isimle, 2-3 esma ile zikir yaparlar. Onun için çok oluyor. Fakat Nakşibendi Tarîkatında bir esrar var. Nasıl bir esrar var? Sair tarîkatlarda bilhassa cehrî veya riyazet tarîkatlarında insan dünyadan çekilir. Ölmeyecek kadar yer. İbadete kendilerini veriyorlar. Nefislerini terbiye ediyorlar. Ondan sonra kalblerinde aşk tecelli ediyor. İnsanın kalbinde aşk tecelli ederse, bu dünyayı da çıkarır. Âhireti de çıkarır. Cennet de bir arzu. İnsanlar ne için ibadet yapıyorlar. Cennete gitmek için veya cehennemden kurtulmak için. Âhiret bâkî, dünya fânidir. Dünyayı sevmek haramdır. Dünya insanı batırır. Âhiret haktır. Fakat insanların kalbinde aşk tecelli ederse, o zaman âhireti de çıkarır gönlünden. Sonra kendi cismini de sevmez. Canını da sevmez. Onun için diyor ki:
Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz
Eğer sen başından canından korkuyorsan bu meydana girme. Başından canından geçeceksen bu meydana gir. O zaman ne olur? Cânânı bulursun. Canından geçmezsen cânân bulunur mu?
Bir Leylânın mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır
Bir dilberin meftûnuyam bu can A'nın kurbanıdır
Her zaman her yerde söylenen bir Leylâ ile Mecnûn hikayesi vardır. Fakat çok mecnunlar olmuştur. Burada Leylâ mürşittir. Mecnûn ise mürittir. Müridin meşâyihe olan sevgisidir. Burada aşk mecazîdir. Ama hakikate ulaşacaktır. Aşk, hakikate ulaştıracak aşk, bir evliyaullahın aşkıdır. Bir kıza âşık olmak mecazî aşktır. Evliyaullahı sevmek, ona âşık olmak haktır. Cenâb-ı Allah 'ın emridir.
Bir dilberin meftûnuyam bu can anın kurbanıdır
Tasavvufa girip de, tarîkata girip de meşâyihini sevenler ne oluyorlar? Allah'ı seviyorlar. Çünkü meşâyih sevgisi Allah sevgisidir. Bunlar meşâyihlerini o kadar çok seviyorlar ki, o sevgi bunların her şeyini yok ediyor. Kepenekteki arzu nedir? Ateşe atıp kendisini yakmaktır. O da öyle âşık olmuş. Ateşe atıp, yakıyor kendisini.
Aşk u muhabbet hânesi âlem A'nın divânesi
Hep cümle hüsnün ânesi bir Yusuf-u Kenan'ıdır
Hep güzelliklerin anası. Kepenek aşkının arzusu için kendisini ateşe atıyor. İnsanın kalbinde de türlü arzular vardır. Onların hepsi birer kepenektir. İşte illet odur. Kalbin derdi odur. Onları yakan ne oluyor. Aşk... Meşâyih aşkı. Peygamber aşkı. Allah aşkı.
Şems-i Hüdâ pervanesi cümle maâdin kânıdır
Bilenler onun divânesi. Niye divanesi? Çünkü onda o kadar güzellik var ki, bu güzelliği görenler, o güzellik kimlere aksetmişse, ne olmuşlar?
Divane olmuşlar, kendilerinden geçmişler. Fakat divanenin anlamı akıldan divane değil. Allah'a vermiş kendisini. Allah'a verdiğinden dolayı herşeyi unutmuş. Buna da divâne deniyor. Bir kelâm daha:
"Sebül-Mesânî"dir yüzü...
"Sebul-Mesânî": Fatiha suresi. Evliyaullahın yüzünde Fatiha suresi yazılıdır. Bu okuyana. Okumayana değil. Okuyamayan için aynı senin benim gibi yüzü vardır. Evliyaullahın manevî yüzünü, Fatiha suresini okuyor. Fatiha suresini okuyunca ilmin merkezine dalıyor. İlmin noktasına dalıyor. İlim bir noktadır. O nokta da aşk. Allah aşkı. Bu Allah aşkı da, Allah sevgisi de meşâyih vâsıtasıyla geliyor insana. Aşk-ı mecazlar var aşk-ı hakikat var. Aşk-ı hakikat Evliyaullaha olan sevgisidir. Bütün Kur'an-ı Kerîm'in manası "Fatiha'nın" içerisinde mevcut.
Fatiha'nın manası nedir? O Bismilllah'ın içerisinde mevcut. Bismillah'ın manası nedir? Orda bir nokta mevcuttur ki, o bir nokta nedir? Allah aşkıdır. Kimin kalbinde Allah aşkı tecelli ediyorsa ilmin noktasını okuyor. Bu Allah aşkını insanlar nereden alıyor? Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiş. Bu meşâyih kapısıdır. o
.
6-Tasavvuf nefsin hezimeti, rûhun zaferidir
"Tasavvuf nefsin hezimeti, rûhun zaferidir."
13 Aralık 1989
Yeriniz aşağıda kaldı ama gönlünüz yukarıda kalsın. Allah tarîkatımızı anlamak, yaşamak nasip etsin. Allah'a şükür. Tarîkatımız Nakşibendi. Allah cemaatimizi arzusuna ulaştırsın. Tarîkatımızın en son makamına ulaştırılsın.
Tarîkımız Tarîk-i Nakşibendî
Kamu ehl-i tarîkin serbülendi
Bütün tarîkatlardan üstün bizim tarîkatımız. Ben söylemiyorum. Kelâm-ı kibâr söylemiş:
Girenler hâb-ı gafletten uyandı
Zuhûratı pîrimden söylerem ben
Allah'a şükür. Çok şükür. Zamanımızda battal tarîkatlar da var. Küfrî tarîkatlar da var. Allah onlardan bizi korumuş. Muhafaza etmiş.
Küfrî tarîkat hangisi? Şeriatı olmayan tarîkat küfrî tarîkat. Hak değildir onlar. Bâtıldır. Tarîk-i Nakşibendiye'ye dahil olanlar eğer o yolu takip ederlerse muhakkak veli olacaklar. Velâyete ulaşacaklar. Eğer o yolu takip ederlerse. Allah kaydırmasın. Öbür tarîkatlar için de.
Bırak bu mâsiva ile hevâyı
Pîr-i Sami gibi bul rehnümâyı
Delîl eyle O zât-ı evliyâyı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşânına göçmek dilersen
Rehnümâ : Yol gösterici.
Mâsivâ ile hevâ: Dünya arzuları.
Allah'a şükür Cenâb-ı Hakk büyük ihsanda bulunmuş bize. Büyük lütufta bulunmuş. Bu da bizim bildiğimizden değil. Hamdolsun çok şükür.
İllet, gıllet, zıllet. Bunlar Allah'tan gelir. İllet de olsa, gıllet de olsa, zıllet de olsa hiçbirini geri çeviremeyiz. Geri çevirmeye gücümüz yok. Onun için razı olalım. Yeter ki kalbimiz sâfi olsun. Sâfi olmayan kalp sohbeti celbetmez. Büyüğün küçüğe, sohbet nasihat etmesi sünnet imiş.
Büyük Allah, büyük Pîrimiz.
Allah'a şükür. Hamd ü senâlar olsun. Allah nimetimizin nankörü etmesin. İnkarcısı etmesin. Nimet'imizin kadrini, kıymetini bilelim.
Allah bizi müslüman halk etmiş.
Allah bizi sevgilisine ümmet etmiş.
Allah bizi Peygamber vârislerine tanıtmış.
Bundan ziyâde nimet olur mu? Allah âhiretimize hayır getirsin. Tarîk-i müstakîmden kaydırmasın Cenâb-ı Hakk. Bizim de irâdemiz var. Onu kullanmak, say'ımızı kullanmak farzdır. Tarîk-i müstakîmden kaymamak için sa'yımızı yapacağız. Farzımızı koruyacağız.
Bir gün Peygamber Efendimiz ashabının gözü önünde iki daire çizmiş. O daireyi bir hatla bağlamış. O hattan sağa sola çizgiler çekmiş demiş ki:
- "Bu dairenin birisi biziz. Buraya gelip gireceksiniz. Bu hat da Allah'a giden yol. Bu daire Allah'ın azameti. Oraya gitmek için bizim dairemize gireceksiniz. Bu hattan çıkan çizgilere ayrılmayın. Bunların her birisinin başında şeytan var. Helâk olursunuz."
İşte bu nedir? Bu kitap, sünnet. Öyle değil mi? Öyle.
Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.
"Ben iki şey bıraktım. Kitapla sünnetimi bıraktım. Kitap ve sünnete sarılanlar, Nuh'un gemisine binip, Nuh tufanından kurtulan gibi kurtulanlardır. Küfrün arz üzerine istila ettiği zamanlarda. Ümmetimden her kim ki kitap ve sünnetime sarılırlarsa, onlar Nuh'un büyük tufanında, Nuh'un gemisine binip kurtulanlar gibi kurtulacaklardır. Küfür deryâlarında boğulmaktan kurtulurlar. İşte biz şimdi bu zamanı yaşıyoruz." Dikkat edelim. Allah bize madem ki bir şeriat, tarîkat nasip etti. Bir delilimiz var. O delilimizin izini izleyelim. Onun izinden ayrılmayalım. Delilimiz kim burada? Şeyh Efendimiz, rehberimiz. Onun izinden ayrılmayalım. Çünkü o da Allah'ın emri:
"Sizler sâdıklarla olun."
buyuruyor. Sâdıkların yolunda olmak lâzım. Sâdıklar kimler? Meşâyihlerimiz.
Bir de buyuruyor ki:
"Hangi kavme kendinizi teşbih ederseniz o kavimle haşr olursunuz."
Şunu kabul etmek lâzım ki, kitaptan, sünnetten ayrılıyor insanlar. Hâricîlerin, Avrupalıların yaşantıları girmiş içimize. Bu girince amelden ibadetten yoksun etmiş insanları. Onun için biz Allah'a şükür bir delil bulmuşsak, delilimiz, mürşidimiz ne diyor, ne buyuruyorsa onu yapalım.
Buyuruyorlar ki:
"Mürit, hâli, fiili, ameli, ile terakki eder."
Bir de mürit dört harften ibarettir:
1. Mim. 2. Ra. 3. Ye. 4. Dal.
Mim'den mânâ : Peygamber Efendimize olan muhabbettir. Çünkü :
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl
...
Muhabbetten murad ancak Muhammed hâsıl olmaktadır
Muhammed'den murad şahım visâle vâsıl olmaktır.
Bu ne ? Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Habibim ben seni muhabbetimden yarattım. Sevgimden yarattım. Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevemez."
Bunlar hep hadise dayanıyor. Demek ki burada Mim'den manâ müridin Peygambere, Allah'a olan muhabbetidir. Meşâyih'e de olan muhabbetidir. Allah'a, Resulullah'a olan muhabbetse: Kul Ru'yetullah'a neyle mazhar olur? Ancak Resulullah'ın muhabbeti ile mazhar olur.
Mürit'te üç şart:
1. Dâimâ vücudu abdestli, 2. Lokmada ihtiyat, 3. Hıfzı nispet
Bir de mürit, hâli, fiili, ameli ile terakki eder. Fiiliyatı müridin irâdesine bağlanmış. Hâl ise irâdenin dışında kalmış. Onun için "hâlinizi düşünmeyin, fiilinizi düşünün" buyuruyor büyüklerimiz.
Amellerimiz: Emr olunan ibadetimiz ve tarîkattaki hizmetimizdir.
Fiiliyatı: Yaşantısı, sözleri, konuşması, alması, vermesi. Hep bunları kitaba, sünnete tatbik edecek.
Hâli: İrâdenin dışında kalmış. Basıt hali, kabız hali veyahut da onda olan meşakkatli, mihnetli günleri. Bir de sefâlı, sürûrlu günleri. Bir de müridin kalbinde tecelli eden kabız hâli, basıt hâli var. Kabız hâli sıkıcı bir hâl. Elinde değil, gelir. Basıt hâli ise müridin çok ferah, rahat olduğu zamanlardır. Bunların ikisi de gelir, gider.
"Gam gelmez dememişler. Gam eğlenmez demişler."
Bunlar büyüklerin kelâmları, emirleri.
Bir de buyuruyorlar ki:
"Fikir, şükür, zikir ile mürit terakki eder."
Şükür nimetini artırır. Allah onu müslüman halk etmiş. Allah onu habibine ümmet etmiş. Allah ona Peygamber vârisi olan velileri tanıtmış. Sevdirmiş. Buna şükredecek.Çok şükredecek ki nimeti artsın. Cenâb-ı Hakk öyle buyurmuyor mu?
"Kulum nimetinin kıymetini bilirse Biz onun nimetini artırırız. Bilmezse onun nimetini elinden alırız."
Şükür, demek ki nimetimizi artırır.
Fikir de bizi tarik-i müstakîmden ayırmaz. Her sözümüzü düşünerek söylersek. Şeriatımıza, tarîkatımıza uygun mudur? Değil midir? Uygunsa söyle. Değilse söyleme. Her işimizi düşünerek yaparsak tarik-i müstakimden ayrılmayız. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi:
"Bu hattan ayrılırsanız, ayrıldığınız o hatların her birinin başında bir şeytan var. Helâk olursunuz."
Bu da nedir? Zamanımızda bid'atlar artmış. Biz mümkün olduğu kadar bid'atlardan kaçınalım. Sünnetleri işlemeye bakalım.
Bir de zikir var. Zikir de bizi Allah'a ulaştırır. Allah'a yaklaştırır. Daima Allah'ı unutmayacağız. Peygamber Efendimizi unutmayacağız. Meşâyihimizi unutmayacağız. Bunun sa'yında bulunacağız. Sıkıntılı günlerimizde unutmayacağız. Safâlı günlerimizde de unutmayacağız. Unutuyoruz. Sa'y et ki ondan kurtulasın.
Bu nedir? Bir unutkanlık olduğu zaman ondan nedâmet duymasan eğer bu unutkanlığı atamazsınız. Bu birden atılmaz. Zaman zaman, tedricen tedricen olur. Kabız hâli işte budur. Zaman zaman, tedricen tedricen bu azalıyor. Yani Allah'a olan unutkanlığımızı atmak için sa'y edersek Allah'a yaklaşırız. Ayık olmak lâzım. Cenâb-ı Hakk bir kulunun kalbine günde 70 kere nazar eder. Ama, onun ayık olan kulunun kalbi cezbeder. Ayık olmayana cezbetmez.
Yâr dâim sana nazar eyler
Seni gâfil görürse güzâr eyler
Yâr'dan mana: Allah. Daim sana nazar eder. Sen Allah'tan ayık olursan Allah'ın rahmetine vâsıl olursun. Allah'tan gâfil olursan, Allah'ın rahmetinden uzak kalırsın.
"Kulum sen Beni zikret ki Ben de seni zikredeyim." diyor.
İşte zikir de bizim gafletimizi atarsa Allah'a yaklaşırız. Kelâm-ı kibârda ne diyor:
Kul vara vara sultan olur
...
Kapında kul var sultandan içerü
...
Kul iken sultan olursun ta ebed
Vavı gitti evhadin kaldı Ahed
Evet bunlar söylenmişse haktır. Hakikattır. Mecaz kelâmı değil bunlar. İşte Cenâb-ı Hakk günde 70 defa nazar kılar. Kelâm-ı kibârda da geçer:
Günde yetmiş kez hitâb-ı irci'îden bî-haber
"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan derviş midir
İşte Cenâb-ı Hakk'ın günde 70 defa nazarını cezbetmek için mümkün olduğu kadar, iş ile de olsak, meşakkat karşısında da olsak, Allah'ı unutmayacağız. Unutmamanın belli bir saati yok. 24 saat içinde ne kadar ayık olursan o kadar o nazarlardan cezbedebilirsin. Ne kadar gâfil olursan o kadar da kaybedersin. Mahrum kalırsın. Ama tarîkatımıza gelince, râbıtamızı unutmayacağız. Bizim gönlümüzün bekçisi râbıta'dır. Bizi gafletten ayıracak, uyaracak olan râbıtadır. Çünkü Ayet-i Kerîme'de Cenâb-ı Hakk:
"Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"Kul ile Allah arasında 70 bin perde vardır, her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadar."
Abd ü Hak beyninde yüzbin hicâb var
Her hicabda yüzbin sual cevab var
Burada inceden ince hisab var
Abd: Kul. Hak: Allah.
Bu perdeler, bu kalınlıklar, bu uzaklılar ne? Kulun Allah'ı unutmasıdır. Gâfil olmasıdır.
"Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım."
Ne zaman ki bir insan kalbinde Allah'ı hiç unutmazsa o kadar yakın. Şah damar ne? İnsanların kalbindeki damar. Vücuda dağılan 366 damarın merkezi. Birleşip, toplaşan derin bir damar. İşte onun için insanlar sultanî zikir olunca, kalbi harekete gelince, kalbi Allah'ı hiç unutmuyorsa, o zaman kalbindeki o merkezi damarlardan azalara da o zikir etki eder ki bütün azaları da zikreder. Onun için:
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî
Bütün azaları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca
Söz ile insanların kalbinde ledünni ilmi doğmaz. Ledünni ilmi olmayınca da bütün azaları dil olmaz. Zikretmez. Ama bunun zâhirdeki anlamı bütün yasaklardan korunmaktır. Fakat tasavvufta böyle değil. Tasavvufta eğer bir insan tamamen gafletten kurtulursa, ârifler sınıfına geçerse işte onun bütün azaları dil olur. Niye ? Çünkü kalp vücudun padişahı, merkezi. Bir ülkeye nerden emirler çıkar? Padişahtan. Bir ülke nerden idare edilir? Padişahtan. Kalp padişah olduğuna göre, onu muhaliflerden kurtarırsak, yani puthânelikten kalbi kurtarırsak eğer, gafletten kurtulmuş oluruz. Kalp puthâne olur mu? Olur. Gönlümüzde neyi besliyorsak kalbimiz onun puthânesi olur. Neyi seversen mabudun odur.
Gönlümün puthânesinden hubb-u dünya nakşını
Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi
Perva: Kepenek, Kelebek.
Gönlümün puthanesi : Bütün maddi arzular, istekler. Bunların hepsi cisim olarak gönlünde. Put olarak dolmuş kalbine. Ama bunları silen, yakan, atan kim olur?
Pute-i aşk: Aşk potası... Ancak mabudu, aşkını bilirse bir insan, onun sevgisi kalbinde doğarsa, o zaman onlar hep çıkar. Yanar gider. Onun için buyuruluyor:
Pervâneler geçti ateş bâbından
Azmeyledi gülistandan içerü
Onun için efendiler! Burada bize ne lâzım? Amellerimiz, ibadetimiz. Allah'a şükür ibadetimiz. Tarîkattaki hizmetlerimiz. Bunları yapacağız. Çok azimli olacağız. Fiiliyatımız, yaşantımız, sözlerimiz, oturmamız kalkmamız, giyinmemiz, kazanmamız, harcamamız.. Bunlar da şeriatımıza, tarîkatımıza uygun olacak. Ama hal ise irâdenin dışındadır. Bir gaflet hâli var. Bir de ayıklık hâli var. Gaflet halini azaltmak lâzım. Yani Allah'a olan ayıklığımızı çoğaltmak lâzım. Bu da kalbinizde olan bütün düşüncelerden, bütün sıkıntılardan, kötü niyetlerden kurtulmak, bunları da atmakla olur.
Bunları ne ile atacağız? Zikirle, fikirle, şükürle. Allah'a sığınmakla. Resulullah'a sığınmakla. Mürşidinize sığınmakla. Demek ki mürit kabız halini kendi say'ı ile azaltıyor. Basıt halini çoğaltıyor. Tedricen tedricen, zaman zaman azalıyor, çoğalıyor. Azala, azala ne oluyor ? Affedersiniz, eğer evinizde bir yerde pislik var. Bunu atacaksınız. Eğer bu pisliği atmak uzun sürecekse, bunu atmakla usanırsanız o pislik oradan biter mi? Bitmez paklanmaz. Ama direnecek. Gayret edecek. Say'ı gayret edecek. Yoruldum demeyecek. Usandım demeyecek. Ata ata bitirecek. Gönlümüzde olan kabız hâlimizi azaltmak içinde zaman zaman say'ımızı yapacağız. Bu oluyormuş. Ne zaman ki kabız hali onda tamamen azalıyorsa, bu sefer, hali onda makam oluyor. Makam sahibi oluyor. Hâl gelip giden, makam oturandır. Öyle ise bizim kabız hâlimiz, muhabbetimiz hal oluyor. Öyle ki, müridin gönlüne öyle bir muhabbet doğuyor ki hiç bir şeyi dert etmiyor. Sanki dünya onunmuş gibi rahat, şen, şakrak. Muhabbetli. Bu halinde insanlara çok yarayışlı olur. İnsanları çok sever. Onlara hürmet eder. İhsanda bulunur. Kabız halinde insanları da rencide eder.
Demek ki Allah'a olan unutkanlığımızı, günden güne, herhangi bir işle meşgul olduğumuz zaman aklımıza getirelim. Râbıta sahibine muhakkak O'nun parmağı uzanır.
Râbıta târifesinde diyoruz ki: Bizi bir uyuz köpek şeklinde atmışlar ayaklarının dibine. Şeriat kamçısı ile kamçılıyor. Başımıza vurup terbiye ediyor. İşte bunlar nefsimizin melanetleri, nefsimizin oyunları. İşte Evliyaullah velâyet parmağı ile dürtüp seni uyarıyor, nefsimizden gafletten kurtarıyor. Diyor ki: Ayık ol, kendine gel. Nereye gidiyorsun? Ne konuşuyorsun? Ne yiyorsun? Niye gâfil oldun sen? Gâfil olan kimse öyledir ki.. Gaflette olan kimse âhirette zifiri karanlıkta yatıyor. Uyuyor. Allahtan gâfil olan kimse âhiret kârına karşı öyledir. Zâhirde maddiyette olan bir kimse vermiş kendini, karanlık gecede yatmış uyumuş. O bir kâr sahibi olmaz. Düşmanlardan kendisini koruyamaz. İşte gaflette olanlar âhiret için de böyledir. O zaman da râbıtamız bizi uyarıyor. Aklımıza geldiği zaman bir nedâmet, bir pişmanlık duyacağız. Onu kendimize kusur edineceğiz ki unutmayalım. Unutursak çok sürmesin bu.
Beşerdir ol dâim eyler ziyânı
Nefis seni gaflete düşürmek ister. Nefis dünyaya çok meyyaldir. Onun için gaflete düşürmek ister. Ama senin râbıtan var. Her zaman parmağı ile seni uyarıyor. İşte o uyandırmada nedâmet duyman lâzım. Böyle zaman zaman, günden güne, sende olan gaflet azalıyor. Gaflet azala azala bitecek. Ne zaman bitecek? Ne zaman ki 24 saat hiç Allah'ı unutmuyorsan bitmiş, gaflet kalmamıştır. O zaman ne oluyor. Zâhirin halk ile batının Hak ile oluyor.
O zaman Cenâb-ı Hakk ne diyor?
"Benim öyle kullarım vardır ki onların ticaretleri, zikirlerine mâni değildir." diyor.
O zamana kadar sa'y edeceğiz. Zaten o nimete mâlik olduktan sonra sa'ya gerek kalmıyor.
Allah umduklarınıza ulaştırsın. Allah iki cihanda korktuklarınızdan emin etsin. Allah iki cihanda umduklarınızı nasip etsin.
İşte böyle beylerim. İnanmaktan maksat tutmak. Biz de inandık tarîkata girdikse çalışmak lâzım. Kazanmak lâzım.
"Baba himmet oğul hizmet"
Niye buyurulmuş? Bu tasavvuf kelâmı. Velilerin kelâmı. Abdurrahman Tâgi Hazretlerinin oğlu Ziyaeddin halife çıkacak mertebeye ulaşmış. O dönemde sülûkte işkence çok oluyor, sülûkte insan ölüyor, yeniden diriliyor. Gönlünden geçirmiş ki:
- "Hem şeyhim, hem de babam. Bana evladı olduğum için şefkâti vardır. Mümkün olduğu kadar kolay geçirtir." demiş.
Abdurrahman Tâgi Hazretleri hemen demiş ki :
- "Ziyaeddini alın gelin."
Çıkarmışlar, getirmişler. Bir insanın sülükten çıkacağı zaman koltuklarına iki tane adam girmezse yürüyemiyormuş. Çünkü bir taraftan aşk-ı İlâhi onu ihata etmiş. Bir taraftan da nefsin gıdasını vermemiş. Koltuklarına girmiş, getirmişler. Gelince demiş ki:
- "Oğlum Ziyaeddin! İlmine güvenme. Şeytan aleyyi'l- lâneyi düşün .(Çok âlimmiş.) Ameline güvenme. Bağran-ı Mugarrayı düşün" demiş.
Bağran-ı Mugarra isminde bir âbid varmış. Ameli çokmuş. Çok amel işlemiş. Çok kerâmetleri varmış. Fakat imansız gitmiş. Mürşidi yokmuş. Çünkü itimat edin, mürşidi olmayanlar da amel varlığı olur. Varlık ise şeytanî sıfattır. Ama mürşidi olan amel varlığına düşmez.
- "Babana güvenme. Nuh Aleyhisselamın oğlunu düşün. Nuh Aleyhisselam büyük peygamber fakat oğlunu kurtaramayacak ateşten." O zaman demiş ki:
-" Baba himmet, oğul hizmet." Burada baba oğul yok. Hizmetini gör de himmetini al" demiş.
Onun için hizmet çok önemlidir.
Kelâm-ı kibârda geçiyor:
Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü
Kıl tarîk-ı Nakşibendin hâdimi Allah için
Demek ki insanların gönlünden dünyayı atmak ne ile oluyor? Nakşibendi tarîkatında hizmet görüyorsa bitiriyor.
Hep hatıatın büyüğü hubb-ı dünya bilirem
buyuruyor Salih Baba divanında. Onu terketmek de güç. Sevmemek de güç. Dünyaya muhabbet edenler helâk oluyor. Sevmemek güç. Dünya ile senin bir bağın var. İlgin var. Ancak aşk-ı ilâhî ile kopuyor. O ilgi kesiliyor senden. Bu elçilerin kârı ki dünyanın karşısında hem dünyasını imar etsin, hem âhiretini imar etsin. Çok akıl, güç, idrak, say, gayret lâzım. Bir de var ki:
Hubb-ı dünya şuğlu süflâ ile varılmaz yola
Bu da bir kelâm. Madem ki insanlar yolcudur. Allah'tan geldiler. Allah'a gidecekler. Bu insanlar âhiret yolcusudur. Ama dünya şuğulu ile yolculuk yapılmaz.
Râbıta sahibinde hubb-ı dünya olmazmış. Bundan emin olsun. Eğer sizde hubb-ı dünya varsa râbıta sahibi değilsiniz. Şuglu süflâdan kurtulmak için, ehl-i kanaat, ehl-i sâdık olun ki şuglu süflâdan kurtulasınız. Yolunuzdan geri kalmayasanız. Yolculuğunuzdan geri kalmayasınız. Yolculuğunuzu yapın. Bu yolculuk ruhî yolculuk. Nefsî yolculuk değil. Tembeli de gidiyor. Çalışkanı da gidiyor. Zengini de gidiyor. Fakîri de gidiyor. Delisi, akıllısı, genci, yaşlısı hepsi gidiyor. Cismi yolculuk yapanlar, nimetine ulaşırlar. Allah'ın kul için halk etmiş olduğu o nimete onlar ulaşırlar. Hangi nimet?
"Ben kulum için sayısız nimet halk ettim." buyuruyor. O nimetin sayısı yok. Bu dünyada âhirette görünen görünüyor. Bilinen biliniyor. Öyle inanacağız ki, bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var. Gördüklerimizden çok görmediklerimiz var.
"Bu sayısız nimetleri kulum için halk ettim. Kulu kendim için halk ettim." buyuruyor.
Kulu için halk etmişse, kulun Allah'ın zâtını tanıması, Allah'a itaat etmesi, Allah'ın rızasını kazanıp, Allah'ın cemâliyle buluşması, Cemâlullah'ı müşahede etmesi lâzım. İşte yolculuk, bu yolculuktur. Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz. Allah'tan gelen ruhumuz, Allah'a gider ruhumuz. Cismimizi de Allah halk etti. Ama cisimimiz topraktan geldi. Toprağa gidiyor. Onun için:
Bir kişi ister ise olsun cihân mülküne şah
Sarınır bir kefene devlet-i Dârâ'sı geçer
Bir kişi dünyaya sahip olsa bile bir kefene sarınıp padişahlığı, devleti saltanatı yok olacak. Dünyaya hâkim olan da yok olacak. Çok fakir, dilenen de yok olacak. Ama o dilenen, râbıtasını bildi ise, itaatını yaptıysa, öbür tarafta o padişah olur. Ama padişah da esas padişahı tanımadıysa, öbür tarafta o dilenci olur.
Ahiretin fakirliği cehenneme gidip azap görmektir. Âhiretin zenginliği cennete gidip zevk safâ sürmektir.
Ahirette cennet ve cehennemden başka bir şey var mı? Yok. Evet Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz. Ama ceset Allah'tan gelmedi. Ruhumuz geldi. Allah'a gidecek de ruhtur. Cesedi topraktan halk etti Cenâb-ı Hakk, toprakta kalacak.
Onun için:
Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola
Andelibi gör nice feryat eder gonca güle
Burada andelib, mürittir. Gül ise meşâyihtir. Bülbülün güle nasıl feryadı varsa müridin de meşâyihine karşı böyle bir feryadı olacak.
Pîre kulluk eyleyüben nefsini bilmek dile
Mevlâyı fehm eylemektir bil ki nefsinden garaz
Pîre tapacak değilsin. Secde edecek değilsin. Rabbın Allah'tır. Ama niye ona kul olacaksın? Ona kul olacaksın ki, O sana kulluğunu bildirsin. Sen ona kul olmazsan kulluğunu bilemezsin. Çünkü niye? İnsanlar var, herşeyi ilmel yakîn bilir. Ayne'l-yakîn bilir. Hakke'l yakîn bilir. Hakke'l-yakîn bilmedikten sonra nefsinden emin olamaz. Nefs-i mutmainliğe dahil olamaz. Bu meşâyihsiz olmuyor. Meşâyihsiz bir insan nefsi mutmainliğe dahil olamaz. Dahil olamayınca da nefsini bilemez. Nefsini bilemeyince Rabbısını da bilemez. "Men aref sırrı" var. Nefsini bilen Rabbını bildi. Nefesinden ayık olan Rabbını buldu.
Kapısına gelenler olur irşâd
Bilir nefsiyle Rabbını olur şâd
...
Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu
Buldu hakikat dostunu bildi bu dünya fanidir
Hakikat dostu kim? Allah.
Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu
Dest : El.
Allah ne ile bulunurmuş? Her kim ki meşâyihin elinden tutarsa varlığından kurtulur. Varlığından kurtulan Allah'a vâsıl olur. Kul ile Allah arasında çok perdeler vardır. Varlıkta çok perde var. Onun için Peygamber Efendimiz:
"Kul ile Allah arasında 70 bin perde var." buyuruyor.
İlim de perde olur. Ameli de perde olur. Zenginliği, kendi sa'yı. Kendisi için farz olan sa'y bile onu perdeler. Sa'y bir noktaya kadar, bir makama kadar gerekli. O noktaya gittikten sonra ne oluyor. O say varlık oluyor. Perde oluyor.
Orta yerden götürürler seni ben
Ol denizde garka vara canı ten
Kendini kendi göre kendi bile
Bâkisini deyemezem gelmez dile
Aşk A'nındur âşık Oldur mâşuk Ol
Ahir Andan Ana varır cümle yol
Aşık imdi varlığın ver yokluğa
Yokluk içinde sana varlık doğa
Kul iken sultan olursun tâ ebed
Vav'ı gitti evhad'ın kaldı Ehad.
Evet İhlas suresi Cenâb-ı Hakk'ın zatına mahsus.
Vav'dan mânâ : Kulun varlığıymış.
Kul varlığından kurtuldu mu? Kalıyormuş Ahed.
.
7-Gel cânını terkeyle ki cânan doğa senden.
"Gel cânını terkeyle ki cânan doğa senden."
14 Aralık 1989
İşte meşâyihsiz olmaz. İnsanlar herşeyi Hakke'l-yakîn meşâyih ile bilir.
Niyazi Mısrî:
Mürşit gerektir bildire Hakk'ı sana Hakk'el yakîn.
Bir de buyuruluyor ki:
Her kim ki şeyhini hak bilmedi, Hakk'ı dahi bilmez
Yok eylemeyen varını maksuduna ermez
...
Bulam dersen eğer aynî imanı
Çalış ki olasın şeyhinde fani
Sana senden yakın olanı tanı
Burada öyle bir mana var ki. Nasıl bir manâ var? Hani Cenâb-ı Hakk:
"Kulum Ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor.
Hz. Resulullah'a da buyuruyor ki:
"Resulüm sen Allah'tan çok uzaksın." Bu uzaklığı yakınlaştıran kim oluyor?
Mürşid gerektir sana Hakk'ı bildire Hakke'l-yakîn. Her kim ki şeyhini Hak bilmedi, Hakk'el yakîni bilmez.
Cenâb-ı Hakk:
"Kulum sen Allah'a ulaşmak için bir vasıta, bir vesile ara bul." diyor.
Biz de düşünelim şimdi. İşte bizim ruhumuz Allah'tan geldi. Cesedimizi topraktan halk etti. Ama vasıta ne oldu burada düşünelim. Vasıta annemiz, babamız oldu.. Herhangi bir tanemiz ot gibi yerden bitmedik. Taşın toprağın deliğinden çıkmadık. O ulvî âlemden gelen ruhumuza annemiz, babamız vasıta oldu, geldik. Öyle ise düşünelim. Bir insan vasıta ile gelmiş olduğu yere vasıta ile gider. Vasıtasız gelseydi, vasıtasız giderdi.
İnsanlar Cenâb-ı Hakk'ı ilme'l-yakîn bilirler. Ayne'l-yakîn bilirler. Hakke'l-yakîn bilirler. İlme'l-yakîn bilenler âlimler. Ayne'l-yakin âbidler bilirler. Yani ibadet yapanlar. Hakke'l-yakîn bilenler, varlığından kurtulanlar. İlimden, amelden, her varlığından geçip yok olanlar.
Âşık imdi varlığın ver yokluğa
Yokluk içinde sana varlık doğa
Elhamdülillah Yarabbi çok şükür!
Yarabbi aldanmışlardan etme. Yarabbi Habibinin hürmetine!
Aldanmış kimler? Günahı sevabı bilmeyenler. Şeriatı, tarîkatı olmayanlar. Bu zamanda bu tip insanlara bakın görün ne yapıyorlar? Bunlarda şeriat tarîkat var mı? Bunlar günahı sevabı biliyorlar mı?
Biz çok şükredelim. Şükredelim ki Allah nimetimizi artırsın. Bakın kelâm-ı kibâr'da ne geçiyor.
Salih bu sözlerin yalan olamaz
Her beşer suretli insan olamaz
Hepimiz de beşeriz. Ama her beşer suretli insan değildir.
Her bir kimse ehl-i irfan olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
Koparmak değil! Kılı kırk yerden yaracaksın, ehl-i irfan olmak için. Bu şeriat işte. Tarîkat bu işte. Biz yaşamadığımıza göre şeriatı da bilemiyoruz. Tarîkatı da bilemiyoruz. Tarîkatı bilsek de yaşayamıyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk âlim, kâdir, kulunu esirgeyen, koruyan, acıyan... Cenab-ı Hakk bize işaretler, müjdeler veriyor.
Nasıl müjdeler veriyor? Evet müttaki olan kurtaracak. Olmayan kurtaramaz. Yine işaret veriyor. Sizin en çok müttaki olanınız, Allah'tan çok korkuyorsa, bu zamanda, o kadar çok yararlanıyor. İlim irfan sahibi oluyor. Çünkü Allah'a olan aşkın nihayeti yoktur. Bu zamanda şer, fitne var. Küfür hakim olmuş. Onun için Allah'a sığınacağız. Her hâlinizde Azimüşşan'a sığının.
Ben anladım işim bitmez sana yalvarmaktan gayrı.
Affet Yarabbi! Abdurrahman Cami hazretleri tarîkata o kadar karşıymış ki meşâyihleri, dervişleri hiçe sayarmış. Nasıl ki Abdurrahman Cami hazretleri tarîkata girmiş, bir mürşide tabi olmuş, o zaman o âlimler hep susmuşlar ve demişler ki:
- "İnsaf edelim, Abdurrahman Cami gibi bir âlim gelmemiş beş asır boyunca. Öyle olduğu halde demek ki dervişlik hocalıktan üstün ki, hocalığı bıraktı derviş oldu."
Buyuruluyor ki:
"Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz."
Ama tasavvuf bunu nasıl izah ediyor?
Yunus Emre diyor ki:
Niceleri gitti mürşit arayı
Arayanlar buldu derde devayı
Bin kez okur isen akla karayı
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz
Bin sene medrese ilmi okusan yine senin mürşide ihtiyacın var diyor.
Salih Baba daha güzel açıklıyor:
Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen
Sohbet-i pire devam et ruz u şeb usanma sen
Zat-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz
Gece gündüz durma. Fırsatın varsa, bir pîrin toplantısına git ki, o zaman Hakk'ı bilirsin. Bir kaç esma bilmekle Hakk'ı bildim sanma. Âlimler Allah'ı İlme'l-yakîn bilirler. Abidler Ayne'l-yakîn bilirler. Aşıklar Hakke'l-yakîn bilirler.
Aşıklar kim? Kendisini bir meşâyihe teslim edip, kendisini yok edenler.
Gâh ahdine vefasını gösterir
Gâh Salih'e safasını gösterir
Gâh şiddetle cefasını gösterir
Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet
Tarîkata girenler ahd-i misakı tazelemiş oluyor. Meşâyihin de bir ahd-i misakı var.
Muhabbet çok sefalıdır. Muhabbete doyum olmaz. Yaklaştıkça yakar seni muhabbet. Muhabbetten mânâ Cenâb-ı Allah'ın azametidir. Veya velâyetidir. Bir mürit Allah'a vasıl olmak için evvelâ fenafiş-şeyh olacak. Sonra fenafirresul olacak. Sonra fenafillah olacak. Demek ki, yardan manâ bu müptedi âleminde Râbıtadır. Sonra nübüvvettir. Sonra Allah'ın Zatıdır. Ama müntehi âlemine nasıl geçer mürit? Velâyetsiz geçemez. Mürşitsiz geçemez. Yaklaşmak için râbıta şarttır. Velâyete yaklaştıkça şiddet çoğalıyor. Ama velâyetin içine girdi mi ? Tamam hiddet de bitti. Şiddet de bitti. Hepsi biter.
Karşına almışsın gonca gülünü
N'oldu sana terkeyledin ilini.
Onun için bunlar dert değildir. Hamdolsun şükrolsun. Allah'a şükür. Bunlar nimettir. Ekmektir bizim için bunlar. Herşeysiz olur, ekmeksiz olmaz. İnsanlar ekmeğin yanına katık istiyorlar.
Allah cemaatimizin hepsini arzularına ulaştırsın.
Soru: Bir Salih Baba'da bizde olsa ?
Bizim tarîkatımızda, tarîkat boyunca, o bir tane olmuş, Onun ki bir emirdir.
Salih gibi vardır çok ehl-i diller
Pir-i Sami bahçesinde bülbüller
Piri Sami'nin velâyetinde gelişen, ona dahil olan, müritlerin ruhları. Salih gibi çok varmış. Bu da bir arzuymuş.
- "Salih söyle !" Demiş. O da:
- "Söylemek bir mârifet midir?" Demiş.
Çünkü Salih ihvanlar içerisinde çok mahcup bir kimse. Ümmî. Bir şey bilmiyor. Kimse onu ihvan yerine de koymuyor. Öyle birisi. Mübarek söylemeye başlamış. Kırk gün devam etmiş. Kırk günden sonra:
- "Yeter Salih kes" demiş. O da kesmiş. Kelamlar sona ermiş.
Yeter ettin bu Salih'e itâbı
Bir zaman gösterdin yevmül-hisâbı
Şimdi arzeylersin ümmül-kitabı
Büsbütün lâl ettin dillerimizi
Soru : Efendim, Yunus Emre'nin söylemesi daha mı uzun sürmüş.
Onun ki devamlı sürmüş. Devamlı da söylemiş. Peyder pey söylemiş. Salih Baba kırk gün devamlı söylemiş. Çok Kelâm-ı kibârlar var ama hiç birisi Salih Baba'nın sanat yönünü tutmuyor. Bütün sözleri getiriyor, râbıtasına bağlıyor. Her kelâmında râbıtasından bahsediyor. Kendisinden de bahsediyor. Bütün hepsinde öyle.
Bakın şimdi:
Pir-i Sami gibi sâhib-irşâdı
Bulup kapısında kılak feryadı
Hiç birimiz bulamazık necâtı
Bizim delîlimiz Ol olmayınca
Salih bu sözlerin yalan olamaz
Her beşer suretli insan olamaz
Her bir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
Burada olduğu gibi önce râbıtasından söz ediyor. Sonra kendi kelâmını söylüyor.
Müptedi âleminde mürid için en sağlamı, en kolayı Râbıtadır. Burda nefsimizi siyah bir köpek gibi mürşidimizin önüne atmışız derken, bu nefsin terbiyesidir.
Çünkü şöyle:
Evliyanın iki nuru vardır. Zâhir ve batın. Râbıta nuru, velâyet nuru. Râbıta zâhir görünüş. Bu nur nefsi terbiye ediyor. Bir de velayet nuru vardır. Bu da müridin ruhunu yetiştiriyor. Görülmüyor. Onun için zâhirimizden haberimiz var. Batınımızdan haberimiz yok. Zâhirdeki eksikliğimiz batınımızı etkiliyor. Manevî gelişmemizi önlüyor. Ruhumuzu geliştiren meşâyihimizdir. Nasıl ki zâhir de medrese de ilim tahsil ediyorlar. Gitmeseler tahsil edemezler. İşte ruhta böyle. Meşâyihten eğitilirmiş. Ama zâhire bağlı. Zâhirde eksiklik olursa eğitilemez. Okuldan kaçan talebe gibi. Okula gitmeyen talebe ne öğrenir. Terakki etmez. Onun için fenafişşeyh olmak demek, zâhirde bir çocuğun ilkokulu bitirmesi gibidir. Hizmetini yapınca ondan sonra orta tahsilini yapmaya başlıyor. Bunu da nübüvette yapıyor. Nübüvettin dahilinde yapıyor. Oradan da mezun olunca Fenafirresul oluyor. Sonra fakülte tahsiline başlıyor. O zaman da Cenâb-ı Hakk'ın zat nurunun içerisinde yapıyor. Oradan da diploma alınca Fenafillah oluyor.
Şeriatı olan insanın hayvanî sıfatı yoktur. Hayvanî sıfat küfür sıfatıdır.
.
8-Ömür bahçesinin gülü solmadan Uyan, gel gözlerim gafletten uyan
"Ömür bahçesinin gülü solmadan
Uyan, gel gözlerim gafletten uyan."
15 Aralık 1989
Allah arzunuza ulaştırsın. Allah niyetinizi halis etsin, niyetinizin neticesine ulaştırsın, ameller niyete bağlıdır. Bu da bir ameldir. Allah'ın emirleri insanlara amel oluyor. İşte Allah'ın emri:
"Allah için birbirinizi sevin, Allah için bir araya gelin."
Kelâm-ı kibârda şöyle geçer:
Gelin ey yâr-ı sâdıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Bütün cem olsun âşıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir
Sadıkların, inananların, müslümanların ruhları Cenâb-ı Hakk'a belâ demiş. Allah'ın fermanına, "Elestü birabbiküm" fermanına inanmışsa müslüman, kim olursa olsun, sadıklarla beraber. Yani Allah'a vermiş olduğu sözün üzerinde durur. Yani sadıktır.
- İşte bu nedir?
- Allah'a vermiş olduğu söz için büyük bir amel için gelirler. Bundan büyük amel olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk tekrar buyuruyor ki: "Allah için iki müslüman bir araya gelirse," akraba olarak değil, iş ortağın var, işinden dolayı gitmişsin, veyahut birinden ihsan görmek için gitmişsin bunlar değil. Sırf Allah için. Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: "İki müslüman Allah için bir araya gelir konuşurlarsa üçüncüsü biz oluruz. O cemaat üç kişi olursa dördüncüsü biz oluruz, dört kişi olursa beşincisi biz oluruz. Cemaat ne kadar çoğalırsa çoğalsın mevcut olanların bir fazlası biziz".
Büyük bir ameldir, bu tarîkat sohbeti. Allah'ın büyük bir lütfudur. Büyük bir ihsanıdır insanlara. Niye? Çünkü:
Anın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşad eder sohbette
Sohbet ne yapıyor? Müridi irşad ediyor.
Derviş kim? Allah için her işini bırakıp bir araya gelenler. Sohbet dinleyenler, amel işleyenler.
İrşattan mana: Tarîkat sohbetidir. İnsanları derviş eden, tarîkat sohbetidir. İnsanları mecazdan kurtaran, muhalefetlerden kurtaran, insanları hakikate ulaştıran tarîkat sohbetidir.
"Her kim ki düşmedi ayağa, çıkmadı başa."
Her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi, başa tac olamaz; bu da tarîkatın tevazu sıfatıdır. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Her kim ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz."
Alçalmaktan maksat, tevazu. İnsanların türap olması lâzım. Ayaklar altında çiğnenmesi lâzım. Her kim ki düşmedi ayağa, her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi, başa tac olamaz.
Payine yüz süremedim ne çare
Bir de bir kelâm daha:
Her kim ki payine yüz sürdü, etti sebatı, Ol buldu necatı.
Yüzümüz meşâyihimizin ayağının altında. Aslında bütün insanların ayağının altında olması lâzım, derviş olmak için. Dervişlik büyük bir makamdır. Derviş olmak için bütün insanlara yüzünü çiğnetmesi lâzım. Gerçekten çiğnetecek değil. Yani herkesten kendisini aşağı görsün. Yüzünü herkesin ayağının altına koysun, dervişlik sıfatı buymuş.
Dervişlik sıfatı şuymuş ki: Yüzüne silleyi vuranla ağzına şekeri veren bir olacak. Seni birisi sevdi, okşadı, ağzına tatlı bir şey verdi. Birisi de geldi vurdu. İkisi de bir olacak. Böyle olsa ki derviş olabilesin. Öbürü beni sevdi diye ona iyi diyeceksin, ama diğeri dövdü diye ona kötü demeyeceksin. Mübarek Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretlerinin zamanında:
Hüsamettin Çelebi'yi çok seviyor, daima en yakın müridi o. Selçuklular zamanında padişah, bize bir tane şeyh gönder demiş. Padişah bir şeyh istiyor. O da sıradan bir mürit gönderiyor. Hüsamettin Çelebi demiş ki:
- "Sultanım padişah şeyh istedi, sen bir derviş gönderdin."
O da :
- "Hüsamettin, padişah şeyh istedi. Derviş isemedi ki..." demiş.
Gelin dergâha dervişler
Kılalım zevk ü cünbüşler
Hüdâ'nındır kamû işler
Bu meydan-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir
Burada bir araya gelmek, konuşmak, sünnet oluyor. Sünnetini işleyenler şefaati kazanıyor. Resulullah'ın şefaatini kim kazanacak?
Sünnetini işleyenler. En büyük sünnet budur işte.
Peygamber Efendimiz bir gün ashabına buyuruyor ki:
- "Sizler yarım saat için müslüman olunuz."
Hepsi çok korkuyorlar ve demişler ki:
- "Anamız, babamız sana feda olsun Ya Resulullah. Müslümanlık neden ibaretse bize öğret."
Buyurumuş ki:
- "24 saat içinde her bir işinizi bırakın,bir araya gelin, sohbet edin."
İşte sohbet, sünneti müekkede olan bir ameldir.
Sünneti Müekkede: Terki mümkün olmayan sünnet demektir. Ama hubb-i dünya sarhoş eylemiş, menfaat deyince koşuyoruz, nasihat, amelden kaçıyoruz. Haşa bu cemaat için değil. Onların bu amellerden haberi yok. Bütün nefsanî arzuların peşinde, ticaret peşinde. Kelâm-ı kibârda buyuruyor:
Niceleri yar der gönlü binada
Niceleri yar der gönlü zinada
Nicesinin gönlü bey ü şirâda
Bu yar kimdir bilemedim ne çare
Çok kimseler yar diye gönlü lüks binalar yapmak, oturmak, parasını almak, yar diye sanki onlardan bir menfaat gelecekmiş gibi onu düşünüyorlar.
Niceleri de affedersiniz şehveti peşinde. Serveti kazancı var. Kız kadın peşinde, bunlar da yar diye ona sarılmış.
Nicesinin gönlü bey ü şirada: Nicesi de var ki gece gündüz alıyor, satıyor, ne ilimden, ne amelden, ibadetten, nasihatten, vaazdan, sohbetten hiç haberi yoktur. Mütemadiyen alış veriş peşinde. Kelam-ı kibar da diyor ki: Bunların hangisi doğru, hangisi hakiki yardır bilemedim. Ama bir de var ki:
Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş
Dillerde söylenen kuru laf imiş
Aslını sorarsan "nûn" u "kâf" imiş
Pâyîne yüz süremedim ne çare
Burada çokları binalara yar diye sahip çıkmış. Çokları da var ki zinada. Ona yar diye sahip çıkmış. Nicesinin gönlü de bey ü şirada olanlar, hırs ve tamahta. Bunların hangisi yardır bilemedim.
Diyor ki:
- "Benim Hüsamettinim, padişah benden şeyh istedi derviş istemedi ki. Derviş isteseydi ya kendim giderdim, yada seni gönderirdim. Şeyh istedi diye ben de bir mürit gönderdim." Burada bir esrar var şimdi: Mürit daha müptedi âleminde. Varlığından kurtulamamış. Varlığından kurtulsa zaten müritlikten meşâyihliğe geçiyor.
Zaten biliyorum demekle ne oluyor insanların ilmi, ameli ne oluyor? Perdeliyor. Her ne kadar mürittir ama o unutmamış.
Kelam-ı kibarda geçer :
Bu gaflet uykusundan kalk kamu bildiklerin bırak
Cihana bir güzelce bak gelen durmaz gider yâ Hu
Senin bildiklerini bırak. Ne kadar olsa mürit irâde sahibi. Yani daha kendi varlığında. Bildiklerini unutamamış atamamış. Veliler atmıştırlar. Bilgilerini atmışlardır. Çünkü onların bilgisi Hak'tan oluyor. Kendilerinden değil, kendi bilgilerini atmışlar. Cenâb-ı Hakk'ın bilgisi tecelli etmiş. Demiyor mu Cenâb-ı Hakk:
"Konuşan dili biz oluruz."
Ledünni ilmi budur, kalp ilmi budur. Tasavvuf ilmi budur. Dervişlik büyük bir sıfattır. Yüzüne silleyi vuranla ağzına helvayı veren bir olmuşsa derviştir. Dervişlik bir elenmiş topraktır. İnce elenmiş toprak. Buna biraz da su ilave edince, o kadar güzel yumuşak bir toprak olur ki ona basan ayak incinmez. Ayağına toz da konmaz. Dervişliğin bir sıfatı da bu.
Evet ama nasıl derviş olur insan?
Oldum vatanımdan cüdâ
Görün beni aşk neyledi
Yaktı bizi aşk-ı Hüda
Görün beni aşk neyledi
Âhiri derviş eyledi
Demek ki aşk-ı ilahi bir insanı yakıyorsa varlığından kurtuluyorsa derviş olabiliyor. Biz de aşk var ama, bizdeki aşk cüz'idir. Aşk bizde kemâle ulaşmamış. Aşkın henüz hakikatına ulaşmamışız. Aşkın daha mecazındayız. Ne için mecazındayız? Ne zaman ki aşk bizi ihata ederse, yediğimizden haberimiz olmaz, içtiğimizden haberimiz olmaz, nerede olduğumuzu bilmeyiz, o zaman hakikatına ulaşırız.
İlâhi bir aşk ver bana
Kandalığım bilmeyeyim
Ya Rabbi öyle bir aşk ver bana ki ben nerede olduğumu bilmeyeyim. Kim olduğumu bilmeyeyim, ama bu aşkla insanlar mecazdan hakikate geçiyor. Mecaz olan aşk büyüte, büyüte hakikate ulaştırıyor. Bütün aşkı elde ediyor. Böyle söylerken yanlış anlaşılmasın. Aşkın bütünü Allah'tır. Sonra Resulullah'a, sonra insanlara paylaştırılmıştır. İnsan Allah'ı ne kadar severse sevsin Hz. Resulullah kadar sevemez. Allah da Resulullah'ı çok sevmiş. Demek ki Allah'ın Resulullah'ı sevdiği kadar da, Resulullah Allah'ı sevemez. Neden? Çünkü Habibim: "Ben seni muhabbetimden, sevdiğimden, yarattım" buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, sevgisinden muhabbetinden yaratmışsa, demek ki Allah'ta olan muhabbet, Resulullah'ta olan muhabbetten daha çok. Onun için buyuruyor:
Muhabbetten yarattı Ol Habibi Hazret-i Mennân
Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ'da yangın var
Bu yangın, muhabbet yangını. Yoksa Allah'ta yangın olur mu? Haşa estağfirullah. Hz. Allah'ta bir sevgi var. Sevgi var ki evvela sevmiş istemiş ve kendi muhabbetinden Habibini yaratmış. Bütün mevcudatı da Peygamber Efendimizin nurundan yaratmış. Bizde de bir muhabbet var. Cüz'isi var. Küllisi var. Hz. Resulun muhabbeti mi bizde oluşacak? Olmaz. Allah'ın muhabbeti mi bizde oluşacak? Olmaz. Allah'ın ilmimi bizde tecelli edecek? Etmez. Resulullah'ın ilmi mi bizde olacak? Olmaz. Hz. Allah'ın adaleti mi? Hayır. Cenâb-ı Hakk ne vermiştir insanlara? Cüz'iyi vermiştir. Ama insanlar cüz'iden külliye ulaşabiliyorlar mı? Ulaşıyorlar. İşte insanların kalbinde olan cüz'i muhabbet, cüz'i ilim, cüz'i akıl. Bunlar ne oluyor? Büyüyor, çoğalıyor. İnsanların say'ı gayreti ile büyüyor, çoğalıyorlar. Kalbinde olan bir cüz'i muhabbet. Baş parmağın kalınlığında olan feyz-i ilahi müridin kalbine geliyor. Nerden geliyor? Şeyhi Efendisinin iki kaşının ortasından geliyor. Buna inanın. Zaten Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor?
" Kulum beni sev, sevdiklerimi sev."
Bu bunu ifade ediyor. Bu buna işarettir. Bir evliyaullah'ı seviyoruz. Bu sevgi bize görünüyor mu? Görünmüyor. Nerede bu sevgi? Kalbimizde. Ama bunun da bir cismi var. Onun da bir vücudu var. Cismi olmayan şey asla söylenmez. Akla gelmez.
Maddiyat: Zâhirde cisim gösteren şeyler.
Maneviyat: Cisim göstermeyen varlıklar.
Bizim de cesedimiz maddiyattır. Cisim gösterdiği için cesedimizde olan gözlerimiz, kulaklarımız, dilimiz, birer maddiyattır. Bunlar mecazdır.
Bunların hakikatı var mı? Var. Nerede bunların hakikatı? İnsanların kalbinde. Hakikate ulaşınca, insanların kalbindeki hakikat gözü açılıyor. Her şeyin hakikati insanların kalbinde. Hakikate ulaşınca kalbindeki kalp dili de açılıyor, manevî dil de açılıyor. Manevî kulağı da açılıyor. Manevi göz, manevî kulak, manevî akıl, manevî el. Bunlar var ama görünmüyor. Bunlar nerede? İnsanların kalbindedir.
İbrahim Aleyhisselam Beytullah'ı Cenâb-ı Hakk emretti yaptı. Bütün müslümanlara bir ibadethane oldu.
Cenâb-ı Hakk'ın emri:
-"Kim gelir burayı ziyaret ederse Ben onun günahlarından geçeceğim. Ya İbrahim seslen. Kullarıma seslen gelip burayı ziyaret etsinler. Öyle sesleneceksin ki kıyamete kadar herkes duyacak o sesi ve herkes gelecek."
- "Yarabbi benim sesim buradan şuraya ancak gider. Değil kıyamete kadar. Şimdi mevcut insanlara da ne kadar duyurabilirim ben?100 metre, 200 metre veya 1000 metre ileriye gider sesim."
Cenâb-ı Hakk:
- "Ya İbrahim! Sen seslen ben duyururum", buyuruyor.
Bu ses ruhlara, tâ bizlere kadardır. Allah'ın emri daha sonra devam edecek. Kıymete kadar Allah'ın emridir. Bu ses devam edecek. İlm-i ezelide de Cenâb-ı Hakk ruhları halk etmiş.
"Elestü birabbiküm?" Ben sizin sahibiniz değil miyim?"
Biz müslümanların ruhu "Belâ" demişler. Cenâb-ı Hakk "Belâ" diyenlere Hac'cı nasip ediyor. Fakat şurasını izah edeceğim. Beytullah'ı yaptı. Cenâb-ı Hakk "seslen insanlara" dedi. "Burayı ziyaret etsinler." İşte o zaman İbrahim Aleyhisselam'a tabi olanlar, kendi ümmeti olanlar geldiler. Beytullah'ın etrafını tavaf ettiler veya Beytullah'ın etrafındalar. Müşrikler galip geldiler. Yapıtığı binayı İbrahim'in elinden zorla aldılar, işgal ettiler. İnananlar müşriklerle, kafirlerle başa çıkamadılar ve üzüldüler. Zâhirdeki güçleri de kafi gelmiyor. Döğüştüler, savaştılar. Ama güçleri kafi gelmedi. Cenâb-ı Hakk ne emretti:
- "Ya İbrahim sen Beytullah'ı böyle kurtaramazsın. Sen gir uzlete. Kendini halvete çek. "La ilahe illallah" zikrine devam et" buyruyor Cenâb-ı Allah. Tabi İbrahim Aleyhisselâm "lâ ilahe illallah" zikrine devam edince, yanında olanlar ne yapsınlar, onlar da gizlendiler. İbrahim Aleyhisselam kalbinden 39 gün bu zikre devam edince bakıyor ki, kendi kalbinden öyle avazlar, öyle sedalar geliyor. Bir tane mi yüz tane mi? Çok, daha çok. "La ilahe illallah" 40 gün olunca İbrahim Aleyhisselam vücudu o kadar büyüyor ki, dünyayı istila ediyor. Kendi kalbinden, gönlünden eller, çıkıyor. Manevî eller. O eller, Beytullah'ı işgal eden kâfirleri tutup tutup atıyorlar. Öyle bir el ki çarpıp çarpıp atıyor. Bu eller İbrahim Aleyhisselam'ın kalbinden çıktı. Fakat ümmeti o ellerin İbrahim Aleyhisselam'dan çıktığını görmüyorlar. Kâbe'den çıktığını görüyorlar. Beytullah'tan çıkıp müşrikleri attığını görüyorlar. Sesleniyorlar:
- "Ya İbrahim gel, neredesin? Beytullah'tan büyük büyük eller çıktı. Müşrikleri tuttu attı. Dağlara yabanlara attı. Temizlendi, kimse yok gel."
İbrahim Aleyhisselam nübüvvet sahibi olduğu halde onları atamadı. Velayet gücü ile atıldı. Bazı tasavvuf kitaplarında vardır. Velâyet nübüvvetten daha güçlüdür diye. Bu yalan değil yanlışı vardır. Evliyaullah'ın velâyeti nübüvvetinden daha büyüktür. Ama nübüvveti değildir şüphesiz. Nebilerin velâyetleri nübüvvetlerinden daha güçlüdür. Peygamber Efendimizin nübüvveti var. Cebrail geldi. Kur'anı getirdi. Bu bilindi. Bu nübüvvet. Peygamber Efendimizin velâyeti görünmedi. Ama Peygamber Efendimizin velâyeti o kadar güçlü ki, o kadar büyük ki buna akıl ermez.
Hadis-i Şerif:
"Şeytan benim varisim olan velinin suretine giremez. Benim varisim olan veliler de benim nurumu taşıyorlar. Onların suretine de giremez."
Burada bizim için önemli olan şudur: Çok âbidler ne olmuşlar? Çünkü meşâyihleri yokmuş. Şeytan gelmiş onlara: "Ben meleğim" demiş. "Feriştahım" demiş. "Allah gönderdi beni" demiş. İşte şöyle oldu, böyle oldu demiş. Sureti Hak'tan görünüyor. Onlar da ne oluyor? Amel varlığından dolayı helâk oluyor. Bir de isyan ettiriyor. İnsanları isyan ettirerek helâk ediyor. Burada ifade edeceğim şudur:
Şeytan istemiş Allah'tan:
-"Yarabbi demiş kıyamete kadar bana mühlet vereceksin ve bana ruhsat vereceksin ve Adem'in oğullarından intikamımı alacağım."
- "Verdim" diyor.
Hz. Adem bunu görüyor, duyuyor ve Allah'a sığınıyor. Aman Yarabbi diyor.
- "Cennet gibi emniyetli mülkünde ben bunun şerrinden kurtulamadım. Cennet'e geldi düşmanlığını yaptı. Beni cennetten arttırdı. Sen buna yetkiyi verdinse, benim evlatlarım bunun elinden nasıl kurtulur?"
Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor:
- "Tevhidim ile kurtulurlar. Ya Adem! Ben ona evet öyle bir yetki verdim. Ama sana ona karşı atom bombası veriyorum. Bemin ismimi, Resulümün ismini anarsanız, o size yanaşamaz, kaçar."
Manevî düşmanlarımızdan biri de şeytandır. Ona karşı silahımız var. Kullanırsak kaçar. Bir de bizim nefsi emmaremiz var. Ona karşı silahımız yok. Ona karşı silahımız da Şeyh Efendimizin yumruğu. Nefsini ona teslim ettinse, onun yumruğunu nefsinin başına vurdurdunsa kurtulursun. Niye:
Hazreti Pirim delilimdir halilimdir benim
Dil sarayı ravza-i beyt-i celilimdir benim
Ana teslim ettiğim nefs-i zelilimdir benim
Öyle buyuruyor. Sen de İsmail Aleyhisselam gibi (Babasına teslim oldu) meşâyihine teslim oldunsa, İsmail Aleyhisselama olan Allah'ın ikramı sana da olacaktır. Hiç şüphe yoktur.
Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezbeder nâre
Cehdet ki bulasın sen sana çâre
Ellerin aybını gözleme kardaş
Bizim için dört tane manevî düşmandan, dördüncüsü nedir?
İsyan eden insanlar. Allah'a isyan eden insanlar. Günah işleyen insanlar. Hz Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Kişi refikinden azar."
Kişi arkadaşından azar. Kişinin arkadaşı kötü olursa, onu da kötü eder. Arkadaş iyi ise onu da iyi eder.
Onun için dört tane manevî düşmanı bilmemiz lâzım. Nefis, şeytan, dünya muhabbeti, kötü arkadaş. Bunlardan kendimizi korumamız lâzım.
Hakikatsız andelibin zârına
Goncasını seven bakmaz hârına
Yandır bu Salih'i aşkın nârına
O narın nurundan abad et meni
Bu kelâmları anlamak, yaşamak, cemaatimize Cenâb-ı Hakk nasip etsin. Sözü söyleniyor ama özünü anlamak lâzım. Büyüklerimiz:
" Bizi söyleyin de sui hâlimizi söyleyin."
Diyorlar. Yeter ki kelâm-ı kibriyadan, âşıklardan, velilerden konuşulsun. Ne için? Çünkü bir nefes Merdan-ı Hüda sohbetinde bulunmak 70 bin rekat namaz kılmak kadar amel oluyor. Merdan-ı Hüda kim oluyor? Allah'ın ismi. Mert ne? Nefsine hakim olanlar. Nefsin arzularını terkedip de Allah için bir araya gelenler. Allah'tan, Peygamberden, Evliyaullahtan konuşuyorlarsa, Merdan-ı Hüda sohbeti oluyor.
İşte burada bir hakikat var. Ne dedi orada:
Hakikatsız andelibin zârına
Andelip: Bülbül.
Bülbülün güle karşı bir ahu zarı var ya onu tenkit ediyor âşık. Niye? Eğer bülbülün güle karşı ahu zarı hakiki olsaydı. Gül nerede bitiyor? Bir çalıda bitiyor. Yıl boyunca o çalıyı beklerdi. Niye gülün açtığı zamanda geliyor da bağırıp, çağırıyor ve gül solduğu zaman yüz çevirip gidiyor? Bunu gören âşık, onu tenkit ediyor.
Yandır bu Salih'i aşkın nârına.
Salih: Amel işleyen. Bütün tasavvuf ehline söylenmiş.
Aşkın nârına denilince: Aşk da yakıcı bir maddedir. Ama insanların cesedini yakmaz.
Ateş neyi yakar ? Cisimleri yakar. Bizim de kalbimizde cisimler var. Kalbimizdeki cisimleri yakar. Kalbimizi yakmaz ama. Kalbimizdeki cisimleri yakınca ne yapar? Nimetimize malik oluruz. Ayrılıktan kurtuluruz. Dertlerimizden kurtuluruz, noksan sıfatımızdan kurtuluruz. Niye? Bizi rencide eden varlığımızdır, benliğimizdir. Başka bir kelâm:
Salihem usandım dar-ı fenadan
Bir an kurtulmadım renc-i enadan
Diyor ki: Bu dünyadan usandım. Usandıran ne olmuş? Renc-i ena olmuş. Bir an kurtulamadım renc-i enadan.
Renc: İnsanlara olan zahmet.
Zahmete koşan benliğimizdir. Benliğinden kurtulunca, zahmetten kurtuluyorsun, her yükten kurtuluyorsun. Benliğinden kurtulmayan zahmetten, yükten kurtulamaz.
Her kim tedbir-i kaydındadır, bil fiil cehennemdedir.
Her kim ki Cenâb-ı Hakk'ın takdir mütalâasındadır, bil fiil cennettedir. Bu dünya âleminde tedbirini takdirde bağlayan bir kimse cennette yaşıyormuş gibi olur. Ama herşeyi kendi tedbirinden biliyorsa, cehennemde yaşıyormuş gibi olur bu dünya âleminde.
Yandır bu Salih'i aşkın nârına
O nârın nurunda abad et meni
Burada neyi ifade etmek istiyor? Bak, İbrahim Aleyhisselamı Cenâb-ı Hakk ateşe attırdı, ama ateşin nârından kurtardı. Niye yakmadı. O kendisini Allah'a teslim etti. Biz teslim edemiyoruz. Bu, sözle olmaz. Bir de şu var: Yusuf Aleyhisselam Zeliha'nın hadisesinden dolayı 5 sene hapis yattı. Hapisten çıkan bir tanesine:
- "Git padişaha söyle ki ben burada suçsuz yatıyorum. Beni buradan çıkarsın" dedi.
Gitti, ama unuttu söylemedi. Cenâb-ı Hakk ona ilham yoluyla bildirdi:
- "Ya Yusuf sen padişahtan mı imdat istiyorsun. Padişah mı seni buradan çıkaracak?"
Yedi sene daha yattı. Nefis noksan sıfat, ama ruh noksan sıfat değil. Nefis cisimden ibarettir, ceset de ruhun bir kalıbıdır. Ama nefis de cesede hakim olabiliyor. Ruh da cesede hakim olabiliyor. Başlangıçta nefis hakim oluyor. Ruh masum, güçsüz. Körpe çocukla, büyük bir kimse gibi. İnsanların nefsi deccaldir. Ruh da mehdidir. Nefis firavun, ruh Musa gibi. Firavun'la Musa'nın hadisesi Kur'anda mevcut.
O zaman kâhinleri gelip Firavun'a Musa'nın saltanatını kaldıracağını söylemişler. Firavun ne yaptı? Musa'nın gelmemesi için hanımları beylerinin yanına yollamadı. Çok çok elemanlara eğitim yaptırdı. Bunları görevlendirdi. Bütün insanlar gözetim altına alındı. Hiç kimse ailesinin yanına gelemedi. Çünkü Musa'nın ana rahmine düşeceği zamanı bile hesaplamışlardı. İşte o gece Firavun itimat ettiği adamları herkesi kontrol altına aldı. Hanımlarını beylerinin yanına yollamadı. Ama baş vezire Allah bir şehvet verdi. Duramadı, gitti hanımının yanına. Musa Kelimullah ana rahmine düştü. Sonradan baktılar, dediler ki düşmüş ana rahmine. Bu sefer de ne yaptı? Ebeleri mahalle ve sokaklarda görevlendirdi, onlara pratik eğitim yaptırdı. Hamile olan hanımların doğacağını hesaplıyorlar, doğduğu anda kesiyorlar. Musa Aleyhisselamın annesi hamile oldu ama bildirmedi. Sezdirmedi. Ne ebesi ne başkası bilemeden bu çocuk dünyaya geldi. Bu çocuğu öldürmesinler diye ne yaptı? Nil nehrine attı. Atmadan önce marangoza sandık yapmasını söylüyor. Verdiği ölçülere göre marangoz bunun çocuk için yaptırıldığını hissediyor. Üç defa şikayet etmek için gidiyor, dili tutuluyor. Konuşamıyor. Sonunda bu işte bir sır var diyerek sandığı yapıp götürüyor. Annesi de sandığa koyup atıyor Nil'e. Firavun'un Nil üzerinde bir köşkü varmış. Köşkün önünde de Nil üzerinde zevk için yaptırdığı yerler, bölümler varmış. Sandık geliyor, orada duruyor. Firavun bakıyor orada bir sandık var. Dönüp dönüp duruyor.
Firavun:
- "Getirin onu" diyor. Açıyorlar sandığı. Çocuk içinde. Firavun onu kestirmek istiyor. Ama kesmekten vazgeçip besliyor.
İşte burada nefis Firavun, ruh da Musa, çocuk. Musa çocukken büyüdü. Firavunu yok etti. Tarîkatte de işte böyle. Tarîkatın ruha olan muamelesi budur. Evliyaullahın eğitiminde ruh nefsi küçültüyor. Düşünelim bir insan yetişmiş, büyümüş. Onun da nefsi var. Herkesin nefsi var. Nefis ancak ölünce yok olur. Ama bazı nefisler ıslah olmuştur, bazıları ıslah olmamıştır.
Yüzü nakş-ı hayal imiş
Özü başka bir hâl imiş
Bilen ehli kemâl imiş
Neyi? Ruhun esrarını bilen, ruhtan haberdar olan. Ehli kemal bilir ama bildiremez. Bildirmeye bir emir yok. Bildirmeye gücü yetmez. Bilir ama bildirmez.
İnsanlarda iki akıl vardır. Aklı maaş, aklı maad. Her inanan kimse de iki akıl kullanılır.
Aklı maaş nefsin aklı. Aklı maad ruhun aklı. Niye kullanılır ?
Cenâb-ı Hakk :
"Dünyaya da çalışın, ahirete de çalışın." buyuruyor.
Eğer aklı maaşını kullanmazsa insanlar, ne bir sanat yapabilirler, ne bir ticaret yapabilirler. Hiçbir şey yapamazlar.
Aklı maaş dünyayı kazanmak için. Aklı maad ahireti kazanmak için. İnananlar her ikisine de çalışıyorlar. Cenâb-ı Hakk:
"Dünyaya da çalışın ahirete de çalışın" buyuruyor.
Ne olur dünyaya çalıştığın zaman? Ticaretini de yaparsın. İbadetini de yaparsın. İbadet saatı ayrı, ticaret saatı ayrıdır. Cenâb-ı Hak insanlar için 24 saat vermiş. 8 saat maişetiniz için çalışın, 8 saat ibadet yapın, 8 saat de istirahat yapın diyor. Emir böyledir. 24 saat üçe bölünmüştür.
İnananlar ne yapıyor ?
Aklı maaşlarını kullanarak dünyayı kazanıyorlar. Helalinden kazanıyorlar. Aklı maad ile ahirete hazırlanıyorlar.
İnanmayanlar aklı maad'ını körletmiş. Mesela bir lavabo var. İki tane musluk var. Birisinden sıcak su akıyor. Diğerisinden soğuk su. Sadece sıcak su kullanmak da olmaz, sadece soğuk su musluğu da kullanılmaz. Sıcak suyun yeri de var, soğuk suyun yeri de var.
Aklı maaş nefsin aklı, aklı maad ruhun aklı. Ruhun da bir isteği var. Nefsin de bir isteği var. Nefis dünyayı istiyor, ruh da ahireti istiyor.
Bu ten kuşu hevâ ile heveste
Murg-u canım feryat eder kafeste
Murg-u can: Ruh.
Nefis nasıl dünyayı istiyorsa, ruh da Allah'ı istiyor.
Nefsin gıdaları neler?
Yemek, içmek, gezmek, uyumak.
Ruhun gıdası nedir?
Zikrullah. Allah'tan başka ruhun gıdası yok. Aslında ibadet de nefse. Ama zikrullah nefse değildir. Ruha gıdadır. Ruhun gıdası zikrullahtır. Ruhun eğitimi zikrullah iledir. Ruhun makamı, yükselmesi zikrullah ile oluyor.
Zikrullah deyince: Namaz da bir zikirdir. Ku'ran okumak da bir zikirdir. Allah'ın binbir ismini zikretmek de bir zikirdir. Ama şeriat var, tarîkat var. Şeriatın emri tarîkatın emri değişmiyor ki.. O da Allah'ın emri, o da Allah'ın emri. Şeriatın emri aşikâr gelmiş. Kur'anın emrini Peygamber Efendimiz herkese bildirmiş. Bu cesededir, nefisleredir. Tarîkatın emirleri de Allah'ın emridir. Ama Resulullah Efendimiz onu ancak ehline bildirmiş. Onu herkese bildirmemiş. Bu da ruh ile ilgili oluyor.
Burada nefsimiz cesedimiz madde ile ilgili arzularımız. Bunu yine cesedimiz yaşıyor, gezmesi, tozması, yemesi.
Bir yüzü nurudur biri nârıdır
Âriflerin bu bir büyük kârıdır
Evliyaullahta hem celâl, hem cemâl sıfatı vardır.
İnsan öldükten sonra nefis ölüyor. Ama bir de nefsin ölmeden önce ölmesi var. Yahutta nefsin bir arınması var, temizlenmesi var. Yahutta nefsin bir ıslah olması var. Eğer ibadeti olmazsa bir insanın, şeriatı olmazsa onun nefsi hayvan.. Hayvanî sıfatta kalıyor. Şeriatı varsa hayvanî sıfattan kurtuluyor. Beşerî sıfata geçiyor. Beşerî sıfat da noksan sıfattır. Ama melekî sıfata geçince noksan sıfattan kurtuluyor.
Nefis ruhu mahkûm etmiş, almış esaretine. Ruh masum. Firavun Musa doğmadan önce Musa'yı haber aldı.
Ama Cenâb-ı Hakk ne yaptı?
Musa'yı Firavun'a besletti. Ama bir sebebi var. Firavun kesecekti. Asiye validemiz Firavun'un hanımı. Cenâb-ı Hakk Asiye validemizi ona o kadar sevdirmiş ki... Ama Asiye validemiz de Allah'a inanmış. Firavun' dan inancını gizliyor. Firavun'un da yatağına asla girmiyor. Onun suretinde Cenâb-ı Hakk cin halk etmiş, Asiye validemizle konuşuyorlar. Zannediyor ki Asiye geldi. Asiye validemizi çok sevdiğinden dolayı onun isteği üzerine çocuğu öldürmüyor. Çünkü O "bizim çocuğumuz yok" diye istiyor.
- "Senin bu saltanatın kime kalacak? Çok güzel bir çocuk. Şimdiye kadar kimsede görülmemiş" diyor.
Onu kıramadı, büyütmeye başladı. Çocuğu öldürülen annelerin hangisini getirdilerse memelerini tutmadı. Sadece annesi gelince onun memesini tuttu. Ama annesi olduğu bilinmiyor. Gerçek annesini Firavun Musa'ya ücretli tuttu. Çok bol da ücret veriyor. Çocuk artık emekliyor. Seviyorlar. Bir gün Musa Kelimullah Firavun'un kucağında. Elini sakallarına dolayarak çekti, Firavun'un sakalları çocuğun elinde kaldı. Firavun'un canı çok acıdı. Acıyınca:
- "Bu çocuk beni öldürecek. Kasıtlı yaptı." dedi.
- "Yok bilmeyerek yaptı" dediler.
O sırada bunların içerisinde akıldaneleri geldi.
- "Bu kolay. Bilmeyerek mi yaptı. Kasıtlı mı yaptı?"
- "Nasıl deneyeceğiz?"
Bir tepsi. Tepsinin bir tarafına ateş koydular. Köz ateş. Bir tarafına altın koydular.
Dediler ki:
- "Eğer altını alırsa kasıtlı yaptı. Ateşi alırsa bilmeyerek yaptı" uzattılar tepsiyi. Musa Kelimullah hemen altına götürdü elini. Ama Cebrail geldi hemen.. Kanadı ile ateşe doğru dürttü. Ateşi aldı. Musa ağzına götürdü. Dili yandı. O yanmadan dolayı dilinde bir kepezlik kalmış. Böyle kurtuldu neticede. Bir güç sahibi olunca İsrail oğullarına yapılan zulümü görünce dayanamadı Musa Kelimullah. Daha yaşı küçük ama kendisi büyük. Başladı İsrail oğullarını kayırmaya. Firavun yine şiddetlendi. İsrail oğullarını ezmeye başladı. Ne zaman ki o taraftan birisini öldürdüler, o zaman aşikâr oldu.
- "Daha ben burada duramam" dedi.
Kaçtı gitti, Şuayib Aleyhisselamı buldu. Ondan asayı aldı. O da peygamberdi.
Şimdi demek ki nefis Firavun. Ruh Musa'dır.
Ama Evliyaullah ne yapıyor?
Tarîkata giren bir müridin ruhunu nefsin esaretinden kurtarıyor. Nefse onu göstermeden, nefse onu belli etmeden. Ruhu öyle büyütüyor ki, öyle güçlendiriyor ki güçlendiği zaman nefsin karşısına veriyor. Evliyaullah yapıyor bunu Ruh o zaman inkılâp yapıyor.
Ne yapıyor? Firavunu alıyor tahttan, kendisi geçiyor tahta.
Yüzü nakş-ı hayal imiş
Râbıtayı hayal ediyor. Neyini? Yüzünü, zâhirdeki cesedini. Zâhir yüzünü hayal ediyor, zâhirdeki yüzüne râbıta yapıyor. İşte nefsi ancak bu râbıta ıslah ediyor. Bu ıslahla anasır-ı zıddıyet değişiyor. Ruhu da nefsin esaretinden kurtulmuş oluyor. Yani diyelim ki bir mazlum çocuk var. Yetim bir çocuk var. Buna birisi zulmediyor, eziyor. Buna acıyan birisi ne yapıyor? Bu çocuğu sen niye eziyorsun diyor. Eğer bunu yedirmek, giydirmek, beslemek zor geliyorsa ver de götüreyim, büyüteyim diyor.
İyilikle veya zorla o çocuğu onun elinden alıyor. Ona göstermeden o çocuğu büyütüyor. İşte senin düşmanın hadi git, git kozunu onunla pay et! O zaman ruh güçlendi. Nefse gücü yetiyor artık. Bu ne ile oluyor? Evliyaullah'ın manevî gücü, manevî kuvveti ile oluyor. Evliyaullah'ın zâhiri, müridin zâhirini ihata etmiş. Nefsini ihata etmiş. Zâhir râbıta nuru taşıyor. Evliyaullah'ın velayet nuru var. Batını var, müridini ihata etmiş. Zâhiri ile nefsi terbiye ediyor, maneviyatı ile ruha eğitim yaptırıyor. Ruhu besliyor, büyütüyor, tahsil yaptırıyor. Ne zaman ki ruh nefsi yenmeye bir güç sahibi olursa, o zaman inkılâp yapıyor.
Ama bu inkılâp nerede olur? Ne zaman olur? İnsanlarda 79 ahlâki zemime var. 79 ahlâki hamide var. Ahlâki zemime kötü huylardır. Bunlar vücuttan gitmedikten sonra, 79 ahlâki hamide bunların yerine gelemez. Bunların her birisi bir teşkilâttır. 79 ahlâki hamideler ahlâki zemimelerin altında. Her bir ahlâki zemime gidince, ahlâki hamide çıkıyor. Mesela diyelim ki teyp kara bir cisim. Bunun altında ne var? Beyaz bir cisim. Teyp alınınca beyaz bir cisim ortaya çıkıyor. Bunu da Cenâb-ı Hakk öyle halk etmiş. Noksan sıfatımızı ikmâl etmek, şeriatle, tarîkatle oluyor. Şeriatle hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçiyor, Tarîkatla da beşerî sıfattan melekî sıfata geçiyoruz.
İnsan ne zaman bu 79 ahlâki zemimelerin hepsini atarsa altında 79 ahlâki hamideler çıkıyor. Güzel ahlâklar çıkıyor meydana. O zaman insan beşerî sıfata geçer. Ama bir insan hayvanî sıfattan beşerî sıfata geçmiş. Onda ahlâki zemime de vardır. Ahlâki hamide de vardır. Ahlâki zemimelerin hepsini atmamış, ahlâki hamidelerin hepsini elde etmemiş. Ama herşey ekseriyete tâbidir. Bir insanda onun için, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne var.
Nefs-i emmarede bütün ahlâki zemimeler var. Hiçbir ahlâki hamide yok orada. Küfür sıfatı nefsi emmare. Hayvan sıfatı. İşte nefs-i emmareden geçmek için, küfür sıfatından kurtulmak için, şeriatımız olacak, ibadetlerimiz olacak. Namazı, abdesti, her ibadeti olacak. Allah'ın emirleri işlenecek. Günah-ı kebairlerden kurtulacak ki nefs-i emmarelerden kurtulmuş olsun.
Nefs-i emmarelerde zaten cihat yoktur. Cihad zaten levvamede başlıyor. Bir insan içki içiyor, kumar oynuyor, hırsızlık yapıyor, adam öldürüyor. İbadet yok. Günah sevap bilmiyor. Haram helal bilmiyor. Bunda cihad var mı? Yok. Cihad levvamededir. Levvameye geçer ama levvame ile emmarenin bir merbudiyeti var. Diyelim ki bir müslüman, bir gayri müslim ile komşu olmuş. Bitişik komşularda komşuluğun çok iyi olması lâzım ki, o gayri müslim olana ondan bir şey bulaşsın, o küfürden uzaklaşsın. Levvameye geçmiş ama levvamede cihad ta çok büyüktür. Müridin en çetin hali levvamede, en çetin cihadı levvamededir. Çünkü küfüre yakınlığı var. Emmareye yakınlığı vardır, levvameden mülhimeye doğru küfürden uzaklaşıyor. Fakat mülhimede tamamen noksan sıfatından kurtulamamıştır. Beraat etmemiştir. Ta ki nefsi mutmayinneliğe geçinceye kadar.
İnsanlar meşâyihsiz tarikatsız nefsi mutmainneliğe geçemez. Hani bak Cenâb-ı Hakk:
"Ancak sizin kalbiniz zikrullah ile mutmain olur." buyuruyor.
Zikrullahla mutmain olur ama bu zikrullahı insanlar kendi kendine yapamaz, kendi kendine yapmış olduğu zikir asla asla..
Ancak belki yine namaz kılmak zikirdir. Kur'an okumak zikirdir. Allah'ın isimlerini zikretmek zikirdir, fakat bu zikirler icabında emir aslında. Bakın farz var, vacip var, sünnet var. Farz Allah'ın emri. Şüphesiz delil. Keza Kur'an var. Peygamberimizin nübüvvetine en büyük delil, en büyük müjde Kur'anın inmesi. Bu nedir? Farz. Bir de vacip var. Vacip nedir? Peygamber Efendimize Cenâb-ı Hakk'ın meleksiz ve vahiysiz indirmesidir. Bu ne oluyor? Hadis-i şerif, Hadis-i kutsi diye ikiye ayırıyorlar.
Kutsi Hadis: Vacip makamında.
İnsan Kur'andan bir şey inkâr etse, bir kelimeyi inkâr etse, kâfir olur. Vacip çünkü. Şüphe götürmeyen bir delil. Nasıl mesela konuşması olmuşsa, bu olmuş mudur? Olmamış mıdır? Bakın: Peygamber Efendimiz Miraç yaptı. Miraçtan indi. Miraç da sordu:
- "Yarabbi ben bu Miracı söyleyeyim mi kullarına?"
- "Söyle, habibim."
- "Yarabbi kim inanır buna?"
- "Ebu Bekir inanır. Habibim kimse inanmasa o inanır." İndi söyledi. Peygamber Efendimizin Ebu Bekir Efendimizi görmeden söylediği kişiler inanmadılar. Haşa haşa.
- "Muhammed göklere çıktım, melekleri gördüm. Cenneti, cehennemi gördüm, diyor. Böyle yalancılık olur mu?" diye inanmayanlar arasında yayıldı. Sıddık-ı Ekber Efendimize dediler ki:
- "Gel bak, senin Muhammed diye inandığının yalanı çıktı meydana." diyor ki "Ben göklere çıktım cenneti cehennemi seyrettim"
Sıddık-ı Ekber Efendimiz:
- "Kimden işittiniz bunu? "
- "Muhammed'den işittik."
- "Doğrudur. O söyledi ise ben inandım, doğrudur."
Vacip: Meleksiz, vahiysiz, Cenâb-ı Allah'ın habibine bildirmesidir.
O da ne yapmış? Cebrail'in getirdiğini bütün bildirmiş. Bunu herkese bildirememiş. Zaten onun için buyuruyor ki Hadis-i Şerifte:
"Rabbim benim sadrıma ne doğdurduysa ben onu yâr-ı gârım Ebu Bekir'in göğsüne aktardım."
Sadr: Göğüs. Yâr-ı gâr: Mağara arkadaşı.
Bundan ashabının haberi var mı? Hayır. Ama ashabın Kur'an'dan haberi var. Altıbin altıyüz küsur ayet gelmiş. Ashabının önünde okudu öğretti. 114 sûre 23 senede tamamlandı. Ama Peygamber Efendimiz Miraçta 90 bin kelâmı Cenâb-ı Hakk'la konuştu. Bir miraçta 90 bin kelâm konuşuyor. İşte vacip budur.
Bir de sünnet var. Peygamber Efendimizin kendiliğinden işlediği ameller sünnet olmuştur bizlere.
Ashabının işlediği sünnet olmuş mudur? Nasıl olmuştur? Çünkü o zaman cahiliye devri. İslamiyet gelişiyor, çoğalıyor, yayılıyor. Ashaptan da bir amel işlemişler, Peygamber Efendimize sormuşlar:
-" Ben bunu böyle işledim." Diye danışmışlar.
Efendimiz:
- "Güzel işlemişsin" demiş. O da olmuş sünnet. Yok bir daha bunu, böyle işleme demişse. Terketmişler. Onun için kitap, sünnet, icmâ var.
Kitap: Allah'ın emirleri. Kur'an.
Sünnet: Peygamber Efendimizin emirleri.
İcma: Külli bir amelin çoğunlukla kabul edilmesi, ekseriyeti elde etme.
Nefs-i emmâre: Nefs-i emmarede 79 ahlâki zemime dolu. Nefs-i levvâmeye geçince yarıya düştü. Ahlâki zemimelerin bir kısmını atmış oluyor, ahlâki zemimeleri azaltmış oluyor. Her bir ahlâki zemime gidince yerine ahlâk-ı hamide, her bir çirkin ahlâk gidince yerine güzel ahlâk geliyor. Ne zaman ki 40 tane ahlâki hamide oluyorsa, yarıdan bir fazla ekseriyet bir tarafa geçiyor. O zaman ruh inkılâp yapabiliyor. Nefsi aşağılanıyormuş. O zaman ne oluyor? Yine nefis ölmez. Ancak 79 ahlâki hamideyi elde eden bir insan yani bu cesedi nefisten kurtarıp ruha teslim etmek için inkılâp yapan insan ne oluyor o zaman:
"Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyor ki: Noksan sıfatlardan beraat ediyor. Noksan sıfatlardan, kemâl sıfatlara geçiyor. Zaten noksan sıfatlardan kemal sıfatlara geçiyorsa o zaman "Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyor. Halbuki nefis ölmez. Bir peygamberin de nefsi vardır. O da beşer, o da bir kul. Yemesi var. Peygamberler yerlermiş, içerlermiş, uyurlarmış, hasta olurlarmış. Velilerde de bu var, insanlarda da bu var. Demek ki nefis ölmüyor.
Onların nefisleri ne olmuş? Islah olmuş. Nefisleri ıslah olmuş. Nefis anasır-ı zıddiyettir. Anasır-ı zıddıyet değişmiş. Ceset var ya, dört maddeden yapılan ceset. Su, ateş, toprak hava bunlar değişiyor. Bunların ham maddeleri has maddeye dönüşüyor. Ham maddeden, has maddeye dönmek için şeriat, tarîkat, hakikat.. Şeriatsız, tarîkatsız bir insan hakikate geçemez. Tarîkattan hakikate geçince bir insan, bu ham maddeleri atıyor, veyahutta bu ham maddeleri, çeviriyor has maddeye. Bakın:
Bilinmez âlemin sırrı- nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihandır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd
Evrat: Zikir.
Bu kelâm buyurulmuş "Bilinmez alemin sırrı nihandır." Nedir bu?
Vücudumuzun sırrına akılımız ermiyor. Ruhumuzu bilemiyoruz. Ruhumuz var. İnkâr edebilir miyiz? İnsanın hayatı ruhtadır. İnsanın hayatı gidiyor. Hayat demek: Bu dünyadaki beşeriyeti, yaşantısı. Bu gidiyor. Anasır-ı zıddıyet değişiyor.
Nedir anasır-ı zıddıyet?
Vücudumuzdaki dört madde. Anasır-ı zıddıyet değişmediği müddetçe, bunların çok büyük zararları var.
Ateş: Bizi kavgaya, nizaha sevkediyor, onun zararı bu.
Su: Bizi, sürüklüyor. Yani bir sebat yok. Yok o tarafa, yok bu tarafa kayıyor. Halbuki insanlara sebat lâzım.
Her kim ki pâyına yüz sürdü etti sebatı, ol buldu necâtı.
Bu ancak meşâyihe intisapla olur, demek ki su bizi kaydırıyor. Zâhirde de böyle. Bir kimse senin aleyhinde bir şey konuşsun, hemen onunla dostluğun bozulur. Bu defa düşman olursun.
Hava: Senin vücudunda olan hava sana benlik getiriyor. Kendini dağlardan yüksek görüyorsun.
Toprak: Senin vücudunda bir de toprak var. O da sana tembellik veriyor. Amelini işleyemiyorsun. Bunların görevleri bu. Nasıl ki dabak ham deriyi aldığı zaman, hem de pis hayvanın derisini, affedersiniz merkebin, ayının, kurdun, tilkinin... ne kadar pis hayvan derisi varsa hepsini alır, kabul eder. Temiz hale getirir. Onu bırakalım. Herhangi bir hayvanın dabak görmemiş derisinde bir sertlik vardır. Onda bir çirkinlik vardır değil mi ? Kötü bir rengi de var. Hem çirkin, hem sert. Hem de pis. Ama dabağa girince ne oluyor? Pisliği de gidiyor, sertliği de gidiyor. Çirkinliği de gidiyor. Sonra kullanılır hale geliyor. İşte burada ibadetin aleti olmuş. Her şeyi bizim için kolaylaştırmış. Ruhsat verilmiştir bizim için. İbadeti kolaylaştırıyor, 24 saatte bir defa. Hatta soğuklarda, acil zamanlarda ne yapıyor? Kolaylaştırıyor.
Ama bu deri dabak görmeseydi nasıldı? Pis bir deriydi. Yahutta çirkin bir şeydi. Ne oldu burada? İnsanların anasır-ı zıddıyeti değişince dabak görmüş deri gibi olur. Onun pisliği gider. Sertliği gider. Çirkinliği gider.
Ama bu dört anasır herkeste vardır. Bazı insanın ateşi daha galipse o hükmünü yürütüyor. Yani bir insan hem kavgacı, hem teşvikçi, hem de benlikli olamaz. Ama bir insanda bu dört maddenin hangisi galipse mesela ateşi daha galipse, o hükmünü yürütüyor. Kavgacı oluyor, cinayet işliyor, adam öldürüyor. Ötekinin suyu galipse teşvikçi oluyor. Kim ne derse onun sözüne kayıyor. Ama hak, ama batıl, evet ondan ekseri batıla gider. Havası galipse onda da benlik vardır. O da hiç kimseyi beğenmez. Kendisini herkesten yüksek görür. Kimisinin de toprağı galip olur. Tembel olur, battal. Kur'an'ı Kerim'de geçiyor. Cenâb-ı Hakk battalları sevmiyor. Bu tembellik maddi tembellik değil. Çok iş görür. Çok çalışır ama ameli olmaz. Bu o tembelliktir. Onun tembelliği galiptir. Amel tembelliği var. Ama bunlar değişince ne oluyor?
Bilinmez âlemin sırr-ı nihândır
Dört şahın hükmüyle döner cihandır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd
Allah'ı zikrediyor her eşya. Ayetle de sabit:
"Sizin cansız gördüğünüz her eşya beni zikreder." buyuruluyor:
Fakat burada dört şahtan murat ne? Edilleyi şeriye. Zâhirde: Kitap, sünnet, icma, kıyas. Bunlar olmasa insanlar hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçemez. Bunlar olunca hayvâni sıfattan beşerî sıfata geçilir.
Dört şahın hükmüyle döner cihandır
İnsanlar bir cihandır. İnsanlar bir varlıktır. İnsanlarda kalp âlemi vardır. İnsanlarda o kalp âlemi var ya, o kalp âlemi dünyalardan, göklerden, yerlerden büyük.
Orada neler var? Kainatta Cenâb-ı Hakk ne halk etmişse hepsi orada var. Bu nedir? Dört şahın hükmüyle edilleyi şeriye olursa, seni hayvanî sıfattan beşerî sıfata dönderir. Olmazsa hayvanî sıfatta kalıyorsun.
Bir de tarîkatta bu dört şahtan murat: O da seni beşerî sıfattan melekî sıfata çevirecek, bu da nedir?
Bu da: Muhabet, ihlas, âdap, teslimiyet. Bunlar olunca, beşerî sıfattan da geçince ne oluyor? Ârif oluyorsun. Ondan sonra kâmil oluyorsun.
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd
Ariflerin de bu eşyayı ayrı bir görüşü var. Bizim görüşümüz gibi değil. Burada nasıl bir şey var? Biat etmişler. Cenâb-ı Hakk'ın varlığını seyrediyorlar. Niye?
Çünkü kendi noksanlarını ikmal etmişler. Bizim noksanımızdır, bu eşyayı bize noksan gösteren. İnsanlar demek ki ârif sınıfına geçince (Ârif: Ayık demek) her eşyanın hakikatine mâlik oluyor. Mahiyetine mâlik oluyorlar. Halbuki eşyanın hakikatini düşünecek olursak dikkat edin, hiç bir eşya kendi gücünden kaim değildir. Hiç bir madde. Bunlara hep Cenâb-ı Hakk "Kün" yani "ol" demiş olmuş bunlar. Bir sanatkâr bir şeyi icat eder. Bu sehpayı yapmış bir adam. Peki tahtasını bulmasa ne ile yapacaktı bunu bu adam? Bunun için burada dikkat edin.
Filan adam şunu yaratmış deniliyor. Bu sözü sakın ihvan arasında konuşmayın. Bu hatalı bir söz. Çünkü yaratmak, yoktan var etmek Allah'ın zatına mahsustur.
İnsanlar icat ederler. İcat ise bir maddeyi çevirmek. Bu neymiş, sehpa olmuş. Maddesini bulmuş sehpa yapmış. Maddesini bulmasaydı neden yapacaktı? Ama Cenâb-ı Hakk yok iken "ol" demiş olmuş bütün mahlukat, mesnuat, cemadat.
Cemâdat: Yer cismi Nebatât: Bitkiler. Mahlukat: Canlılar.
Ama bu canlılar sade insan değil. Yerde gezen böcekleri düşünelim. Ormanlarda, dağlarda, vahşi hayvanları düşünelim. Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var, gördüklerimizden çok görmedilerimiz var.
Cemâdat ta böyledir. Yani yerin altında olan madenler, maddeler... Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var. Gördüklerimizden çok görmediklerimiz var. Bir de nebatat var. Bitkiler, sebzeler, meyvalar.
Bir de canlılar: Denizde, karada, havada bunlar var. Bunları Cenâb-ı Hakk bir maddeden yapmamış ki... Zaman ve işlemli olmamış ki bunlar... Bu sehpayı usta yapmış. Ama buna bir işlem yapmış. Bir zaman harcamış. Bu kadar halkiyet Cenâb-ı Hakk'ın "kün" demesiyle var olmuş.
Ârif olanlara özge seyrandır. Denilince burada şunu anlayacağız.
Hiç bir madde bütün cemadat, nebatat, mahlukat, kendiliğinden kaim değil. Bütün hepsi Cenâb-ı Hakk'ın "ol" demesiyle olmuştur. Kıyamette her şey yok olacak. Ta ki gökteki ziyası ile parlayan yıldızlar, ay, güneş, onların hepsi yok olacak. Melekler, o büyük melek-i mukarrabin, Cebrail, Azrail, Mikail bunlar hep yok olacak. Allah'ın zatından başka kimse kalmayacak.
İşte ârifler eşyayı ne yapıyorlar? Özge seyran ise eşya onlar için bir mir'at olmuş, ayna olmuş, ama onlar önce kendilerini arındırmışlar ki, eşya da onlar için ayna olmuş, ayna edinmişler eşyayı. Tasavvuf öyledir. Büyükler ne demiş:
Kâmil o'dur ki: Onlar bütün eşyayı mir'at eder. Allah'ın varlığını onda müşahede ederler. Allah'ın zatının varlığında bütün eşyanın yokluğunu müşahade eder.
İşte böyle bakın:
Kamu varım sen oldun.
Yunus Emre ne diyor?
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Havadaki kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
O niye öyle söylüyor? Bakmış ki dağlarda, taşlarda, nebatlarda, bitkilerde, kuşlarda her ne varsa Allah diyor. Zikir ediyor.
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd.
Kâmil insanda öyle olmuş ki her şey ruh olmuş. Cisim gidiyor. Her eşya zikir ediyor. Lâ ilâhe illallah.
"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker
...
"İllâ"ya geçir bırakma bizi menzil-i "lâ" da
Hicrân oduna yakma şahım eyle keremi
Burada bir mürit tasavvuf ehli râbıtaya müracaat ediyor. "İllâya geçir bizi." Bırakma menzili "lâ" da. Hicranın daha büyük. Kerem eyle. Bize iyilik et, kerem et de ayrılıkta bırakma. Ayrılık büyük bir ateştir. Lâ'da bırakma bizi. Evvel Allah, zâhir O, batın O. Zâhir de olsa biz O'nu göremiyoruz. Bizim varlığımız perdelemiş O'nu. Biz varlığımızdan kurtulacağız ki O görünsün.
Onun için illâ'ya geçir bizi bırakma lâ da. "Lâ" hâşâ Estağfirullah, var olan Allah'ın yokluğudur. Bu arada Allah'ı göstermeyen ne oluyor? Bu eşya, senin benim varlığım. Sen ben varlığından geçince eşyanın varlığından da geçiyorsun. Sen de bir aynasın. Eşya da bir ayna. Neyi gösterir? Cisimleri gösterir. Kendini gösterir.
Bu berzâh âlemin geç gör neler var
Eriş nûra ki sende kalmaya nâr
Olursun âlem-i ruhtan haberdar
Burada bize zarar veren benliğimizdir. Anasır-ı zıddıyetimizdir. Noksan sıfatlarımızdır. Nur ise ruhumuzu makamına ulaştırmak. Bunun esası da şeriat, tarîkat, hakikat, mârifettir.
İşte böyle. Beyler, Efendiler! Allah'a şükür, çok şükür bin şükür.
Ruh şöyleymiş böyleymiş, biz onları anlayamayız. Ancak bizim şeriatımız var, tarîkatımız var. Bu nefsimizle, bu cesedimizle bunu tatbik edeceğiz. Birbirimizden bilmediğimizi öğreneceğiz.
- Beş vakit namazınızı kılın.
- Tarîkattaki hizmetlerinizi görün.
- Hatmeye geldiğiniz zaman siyasetten konuşmayın.
- Ruhtan, şundan bundan katiyen konuşmayın.
- Gıybet konuşmayın.
- Malayanî konuşmayın.
- Allah'a şükür okuma biliyorsunuz. Divan var elinizde okuyun.
- Bilenler de, şu kelâm şunu ifade ediyor, bu kelâm bunu ifade ediyor diye izah etsin.
- Size başkaları ve yaptıkları ne lâzım?
- Tarîkattaki eksikliklerinizi tamamlayın.Tarîkatta ki hizmetimiz:
- 24 saatlik süre içerisinde,
- 15 dakikalık yapmış olduğumuz dersimiz.
- Namazlardan sonraki virdler.
- Evvabin namazı.
- Teheccüd namazı.
.
9-Kimi görsen Hızır bil, her geceyi kadir bil
"Kimi görsen Hızır bil, her geceyi kadir bil"
16 Aralık 1989
Aldadı aldadı dünya beni aldadı
Dibi zehir dolu yüzünde var bal tadı
Bu yolda hüzün de var. Bal da var. Bal gibi tatlı görünen bu dünya zehirliyor da haberimiz yok. İnsanın tanıdığı bir dostu olur. Yüze dost. Ama içinde düşmanlığı var. Seni öyle kolluyor ki, seni gâfil bulsa da düşmanlığı yapsa... Dost görünen kimseye gidersin, o da sana bal şerbeti diye içerisinde zehir doldurur getirir. Sen de, benim dostum bana şerbet verdi, ikram etti diye alır içersin. Zehirlenirsin.
Biz de bir aletiz konuşturuyorlar, konuşuyoruz. Cansızı da konuşturur. Kelâm-ı Kibarda şöyle:
Gâhi şecerden söyler ol gâhi hacerden söyler ol
Gâhi beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır
Hacer: Taş. (İsa Kelimullah'ın taşı.)
Şecer: Ağaç. (Musa Kelimullah'ın yanındaki asası, ağaç.)
Bürhan: Kurtuluş.
Cenâb-ı Hakk taşı da konuşturur. Ağacı da konuşturur.
Bunlar hizmet görmüşler. İnsanların göremediği güçleri kuvvetleri, sanatları bunları yapıyorlar. Deryaya vuruyor. Derya yükseliyor yol açılıyor. Firavun tâ şarktan, garbe hükmediyordu. Musa'nın yaptığı işleri biliyordu. Ama inadı vardı. Haşa, Musa'yı sihirbaz zannediyordu. Firavun şarktan garbe bütün sihirbazları topladı.
Tefsirde şöyle geçiyor:
Bütün topladığı sihirbazlar gelmişler ki Musa Kelimullah'ın sihirini bastıralım. Hâşâ Estağfirullah. Bu sihirbazların 200 deve yükü sihir aletleri varmış. Artık kendileri kaç kişiydi belli değil. Yılanlar, canavarlar vardı. Musa Kelimullah asasını nasıl bırakıyorsa bunların hepsini yutuyor.
Firavun yine:
-" Ya Musa! Sana inanacağım" diyor.
Musa Kelimullah:
- "Tut şunu" diyor.
Asaya elini atıyor. Ama asa elinde. Bir de bakıyor ki 200 deve yükü sihirbazların âletleri yok olmuş. Bütün sihirbazlar Hz. Musa'ya inandılar. "Sen hak Peygambersin" dediler.
Firavun etrafı sargıya almıştı askerleri ile.
- "Vay ben sizi Musa'yı yenmeniz için getirtmiştim. Siz ne yaptınız?" diyor.
Öldürüyor. Öldürtüyor. Fakat hepsi şehit gidiyorlar. Çünkü Musa Kelimullah'ın peygamber olduğunu tasdik etmişlerdi.
Cevlan eder bu arada pertev-i nûr-u Hüdâ
Şeyhim Muhammed Sami de ol dilber-i ruhanidir
Hz. Musa'nın asasının aslı bir ağaç ama çok maharetler görüyor. Hz. İsa'nın bir taşı varmış, o da ona hizmet veriyormuş. Konuşuyormuş. Beşer nedir burada? Ümmî bir kimseye Cenâb-ı Hakk ilim verirse beşer de o..
Ağacı konuşturan Allah, taşı konuşturan Allah, ümmî bir kimseyi de konuşturur. Şimdi burada konuşmamız ilmimizden, bilgimizden değil. İtimat edin. Bu cemaatin muhabbeti ve ihlası konuşturuyor. Bizi değil Cenâb-ı Hakk taşı bile konuşturur. Ama görecek göz lâzım, işitecek kulak.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Sizin cansız gördüğünüz cemâdatlar beni zikrederler."
Biz niye göremiyoruz?
Biz niye duyamıyoruz? Eğer bizim de görecek gözümüz, işitecek kulağımız olsa bütün eşyanın "Lâ ilahe illallah" dediğini müşâhede edeceğiz.
Bilinmez âlemin sırr-ı nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihândır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuş bir evrâd
Yani şimdi sen de kâmil insan olsan her eşya sana hizmet verir.
Hz. Musa'ya asası, Hz. İsa'ya taşı niçin hizmet verdiler? Kâmil insan oldukları için, nebî oldukları için. Nebîler için her eşya konuşur. Canlı, cansız her cisim konuşur. Kâmiller ile de konuşurmuş.
Burada dört şâhtan mana:
Zâhirde: Edille-i şeriyye. (Kitap, sünnet, icma, kıyas) Edille-i şeriyye ancak insanları hayvanî sıfattan kurtarır. Beşeri sıfata geçirir. Bunlar olmazsa insanlar hayvanî sıfatta kalırlar.
Tasavvufta ise: (Muhabbet, ihlas, edep, teslimiyet) Bunlar insanı beşerî sıfattan melekî sıfata geçirirler.
Buyuruluyor ki:
Çoğu bu halkın cinnîdür
Mü'min olana kinnîdür
Bazıları var sünnîdür
Cinni bırak cân ara bul
Bir kâmil insan ara bul
Burada bize ne kadar nasihat var. Bize ne kadar kurtuluş var bu kelâmda. Çünkü insanların şerlerini Cenâb-ı Hakk cinlerle beraber zikretmiş.
"Gul eûzü birabbinnasi" de Cenâb-ı Hakk cinlerle, şerli insanları beraber zikretmiş. Halbuki cinler insanlara çok zararlıdır. Çok da kinlidir. Bir müslümana musallat olurlarsa bırakmazlar bir daha.
Soru: Cinlerden müslüman yok mu Efendim?
- Var Efendim. Onlarda da yine kin var. "Müslüman yok mu" denilince şimdi zâhirde bir müslümandan sana zarar gelmiyor mu? Oysa ki müslüman hacı olmuş, ehl-i salat, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, sana zarar gelmiyor mu? İcabında hoca da. Fakat onda da bir kin oluyor. Yani incitecek bir söz söylesen veya ona zarar verecek bir şey yapsan ne yapıyor?
- O da sana kin besliyor. İnsanın müslümanında bu varsa, cinnîlerin müslümanında da bu daha çoktur.
Cinnîlerde kemâl yok. Onlar da peygamber olmadığı gibi, onlarda veli de yok. Onların peygamberleri de insandan. Mürşitleri de insandan. Ama onlardan da tarîkatlı olanlar var. Eğer bir meşâyih "Mürşid-i Sakaleyn" olursa, yani cinlerin meşâyihi olursa zaten peygamberleri de mürşid-i sakaleyndir. Cinlerden de müritler vardır. Ama ne de olsa onlar insanlar kadar yetişemiyorlar. İnsanlarda da kemâl ehli çok az.
Bu halkın çoğu kâl ehli kimi olmuş vebâl ehli
Kati azdır kemâl ehli yalan davaya düştüm ben
Bu zaten görünen, bilinen bir şey herkes tarafından. Şimdi bu zamanın insanlarında ibadet yapan mı çok yapmayan mı çok? Günahtan kaçan mı çok? Kaçmayan mı çok?
Herkes bunu biliyor. Öyle ise namaz kılmayan oruç tutmayan çok ise, onlar hep kâl ehli. Zaten ilm-i ezelide insanın halkiyetinde de öyle. Cenâb-ı Hakk insanı halk etmiş. On bölüm yapmış. Yani onlara dünya hayatını göstermiş, bunların dokuz bölümü ehl-i dünyayı kabul etmişler. Bir bölümü kabullenmemiş. Tekrar onları Cenâb-ı Hakk on saf etmiş. Bunlardan dokuz bölümü âhireti istemiş. Bir bölümü de âhireti istememiş. Şimdi ne oluyor burada %90'ı küfre ayrılıyor. %10 müslüman, %10 ehli âhiret, %1 de âhireti istemiyor. Cenneti de istemiyor. Cenâb-ı Hakk bunlara tekrar Ferman-ı Celili ile soruyor:
-" Siz dünyayı almadınız. Ahireti de istemediniz. Ne istiyorsunuz ?"
Onlar diyorlar ki:
-"Yarabbi, biz, Senin rızanı isteriz!"
Bu ruhların doğuşu tâ oradan geliyor.
Onun için Yunus Emre ne diyor:
Sensin benim canım canı sensiz kararım yoktur
Cennette sen olmaz isen vallah nazarım yoktur
Salih Baba divanında da vardır aynı böyle:
Cemal'in şem'ine müştak olanlar
N'eder cennetteki ebrarı leyli
Cemâlin nuruna âşık olanlar cenneti ne yapacak? Cennetin varlığını ne yapacak? İstemez. İşte bunlar %1 içine giren kısımdır. Bunlar ehl-î huzur oldular. Huzur sahipleri bunlar. Kemâl ehli de bunlar oluyor. Yetişkin insan da bunlar oluyor. Veli sınıfına geçenler, veliler bunlar oluyor. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak istiyorlar. Cenâb-ı Hakk da diyor ki:
"Siz Benim dünyada rızamı kazanmak istiyorsunuz ama sizin üzerinize belâmı, çilemi yağmurlar gibi yağdırırım."
Onlar soruyor:
- "Yarabbi! Bunlar nereden gelir?"
- "Bizden gelecek" diyor.
- "Sen'den gelecekse hoş." Belayı da kabulleşmişler.
"Eşeddü belâ" fermanı var. "Burada belânın en büyüğünü Peygamberlere verdik." buyuruyor. Cenâb-ı Hakk:
"Onlardan biraz hafifini velilere verdik." Bizim de burada bir payımız var. Onun için bunu idrak edenler ne demiş:
Gelse celâlinden cefâ
Yahut cemâlinden sefâ
Senden bana hoştur gelen
Ya hil'etü yahut kefen
Ya gonca gül yahut diken
Burada gonca gülden maksat, insanların varlığıdır. Mesut olmasıdır.
Dikenden maksat, İnsanların dünyada çilesi, hastalığı, fakirliği, zilleti. Bunların ikisi de hoştur.
Andan ne gelse yahşidir zira ol dostun bahşidir
Burada çok büyük mana vardır. Aslında biz "..vebil kaderi, hayrihi ve şerrihi.." fermanının bir türlü özüne inemiyoruz. İşte bu fermanın sözünde değil de özüne geçenler için böyledir. Hepsini oradan bildiği için, hastalık, sağlık bir oluyor. Varlık, yokluk bir oluyor. Sefâ, cefâ bir oluyor. Bunlar kim oluyor? Bunlar ehl-i huzurdurlar. Kâlû: belâ'da ruhlardan başlıyor bu. Cenâb-ı Hakk diyor ki:
"Siz dünyaya gideceksiniz. Benim rızamı dünyada kazanacaksınız. Benim rızamı kazanmanız için sizin üzerinize belamı çilemi yağmur gibi yağdıracağım."
Onun için Kelâm-ı kibârda da:
Bu dünya hep benim olsa gamım bitmez nedendir bu
Ezelden gam türâbı ile yoğrulmuş bir bedendir bu
Dünya, insanın gamını götürür mü? Götürmez. Çok zengin olsa. Dünyaya hâkim olmuş olsa. Kendisi hasta. Vücudu çok arızalı. Vücudunda ağrısı, ızdırabı var. Onun zenginliği hastalığını, gamını götürür mü? Öyle ise Allah'tan gelen iptilalar illetle gelir, zilletle gelir. İllette de bir sınır yoktur. Yani hastalıklar, kazalar belalar çoktur. Sayılmayacak kadar. Çünkü bildiklerimizden çok bilmediklerimiz var. Gördüklerimizden çok görmediklerimiz var. Allah'ın dertleri de böyle. Hastalıkları da böyle. İllet hastalık demek. Çeşitlidir. Cenâb-ı Hakk "Biz Ademi topraktan halk ettik" diyor. Bizim maddemiz topraktır. Bizim cesedimiz topraktan halk olmuş. Gerçi biz toprağı göremiyoruz ama, ceset neden oluştu? Toprak, su, hava, ateş. Dört anasırdan mürekkep. Mayamız dörttür bizim. Ne buyuruyor divanda:
Kâlemden şak olup seyrâne geldim
Bulut yağmur olup ekvâne geldim
Nebât hayvân olup insâne geldim
Bundan ne anlayacağız şimdi? İnsanların ruhu var ya, çok âlemler dolaşmış gelmiş. Bir de cesedimizin gelişi var. Ceset nereden oluyor? Bir damla su. Bu nereden meydana geliyor? İnsanların almış olduğu gıdadan.
Bunlar görülenler, bilinenler. İdrak edilen şeyler. Âlemler çoktur. Bazı âlemler var ki bilinmiyor. Görünmüyor. Onların esrârına, sırrına erilmiyor.
Ekvandan mânâ, dünyadır. Ben bulut oldum. Buluttan yağmur oldum. Dünyaya geldim. O yağmurdan dünyada ot bitti. O otu hayvan yedi. O hayvanı da insan yedi. İnsanda da (affedersiniz) men'i meydana geldi. Ondan da insan meydana geldi.
Ne buyuruyor divanda:
Kâlemden şak olup seyrâne geldim
Bulut yağmur olup ekvâne geldim
Nebat hayvan olup insane geldim
Bu ancak cesedin gelişidir. Aslında bir de ruhun gelişi vardır. Ruhun gelişi ise Allah'tan oluyor. Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor:
Bir çocuk ana rahminde dört aylık oluncaya kadar onda can yok. Bir et parçası. Dört aylık olunca ona ruh üfleniyor. İşte Cenâb-ı Hakk:
"Biz Ademi topraktan halk ettik. Kendi ruhumuzdan ruh üfledik." buyuruyor.
Bu ruh bütün insanlara üfleniyor. Ruhtan bahis yoktur. Ruhun şekli nasıl bilinmez. Tadı nasıl? Ruhun bir varlığı var. Çünkü ruh çıkınca cesedin kıymeti kalmıyor. Cesetteki kıymet ruh taşıdığı içindir. Ve ne oluyor? Bu ceset toprak oluyor. Çürüyüp gidiyor. Ruh yok olmuyor ki.. Ruh yok olmaz. Tekrar dirilecek olan ruhtur. Ceset tekrar dirilmez. Ama Cenâb-ı Hakk o ruha yine bir cisim halk edecek. Fakat bu cisim ikidir. Birisi hayvanî sıfat. İkincisi beşerî sıfat. Hayvanî sıfatta kimler? Şeriatı olmayanlar. Tarîkatı olmayanlar. İnsan olarak görünürler ama sıfatları hayvanîdir. Perde var. Perdenin arkasında köpek var. Affedersiniz ama görmüyoruz. Perde mani oluyor. İşte hayvanî sıfattaki insanı da göremiyoruz, insan zannediyoruz. Zeliha ne yaptı? Zeliha kölesi ile söylendiği gün onu kınadılar. Zeliha'nın bir büyük evi varmış. Mısır'ın bütün ileri gelenlerinin hanımlarını davet ediyor. Hizmetçilerini de hizmete getiriyor. Bunlara birşeyler ikram edecek.
Kâlemden şakk olup seyrâne geldim
Cenâb-ı Hakk Peygamber Efendimizin nurunu halketmiş. En evvel O'nun nurunu halk etmiş. Onun nurundan kâlemi halk etmiş. Bu sefer Celâlinin tecellisinden kâlem iki parça olmuş. Onun için arş, kürs, levh, kâlem geliyor. Arş büyük. Kürs ondan büyük. Kâlem ondan da büyük. Dünyadan daha büyük yıldızlar var. Bunların hiçbirisi buradaki sayıda yok. Arş, kürs, levh, kâlem.
Kudsî hadis var.
"Ben arşa, kürse, levhe, kâleme sığmam. Mü'min kulumun kalbine sığarım." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
İşte Cenâb-ı Hakk celâl sıfatını kâleme gösterince kâlem parçalanmış.
Biri yazdı semavâtı bütün me'vâyı cennatı
Biri yazdı küsûfâtı oluben mazhar-ı ekvân
Yani bütün güzelleri, makbul olanları birisi yazmış. Biri de küsufat. Yani halkiyetin içerisinde küçük, daha kıymetsiz olanları yazmış. İnsanlarda dahil burada. Eğer insanlar ulvî makama ulaşırlarsa, o güzelleri yazan kâleme dahil oluyor. Süflî âleme düşerse bu sefer küsufatı yazana dahil oluyor.
Tin suresinde buyuruyor:
"Biz insanı çok güzel halk ettik. Güzellerin güzeli halk ettik. Çok güzel halk ettiğimiz insanı biz cehennemde esfel-i sâfiline düşürürüz."
Cehennemdeki esfel-i sâfilin ne?
Cehennemin en derin, en karanlık, en cefalı yeri.
Cennete de en yüksek makam: Alâ-yı illiyn. Birden başlıyor yüze kadar. Cehennemde de birden başlıyor, yüze kadar. En çukur yer esfel-i sâfilin. Şeytanlar, en çok isyan edenler orada.
Ne ikram ediyor Zeliha Mısırlı hanımlara? Bir tane tabak. Birer tane turunç veriyor veya elma veriyor. Artık rivayetler var burada. Nar veriyor.
Diyor ki:
- "Herkes almış olduğu narları kesmesin. Ben "kesin" deyince keseceksiniz bu narları."
Herkesin tabağı yanında, narlar ellerinde, bıçakları yanlarında. Tamam olduktan sonra onlara:
- "Kesin" diyor.
Onlar kesmeye başlayınca perdeyi kaldırıyor. Yusuf Aleyhisselam'ı perdenin arkasına koymuş. Evin içine siyah bir perdenin arkasına gizliyor. Nasıl ki kaldırıyor, bu ev bir ışıldıyor! Nerden geldi bu ışık? Bakıyorlar ki karşıda bir sûret var. Bir cisim var. Yusuf Aleyhisselam'ın güzelliği. Ev ışıdı. O güzellik bunların gönüllerini, kalp gönüllerini çekti. Daha kendilerine hakim olamıyorlar. Hepsi oraya bakıyorlar. Fakat oraya bakayım derken, narı keseyim derken herkes ellerini kesti. Kanları akıyor hiç haberleri yok. Ne kandan haberleri var. Ne de ellerini kestiklerinden haberleri var. Gözlerini oradan bir türlü ayıramadılar. Yusuf Aleyhisselam'dan. Neyse ki perdeyi indirdi. O zaman oradan gözlerini ayırabildiler. O zaman baktılar ki ellerini doğramışlar.
- "Sen haklısn."
Ellerinin acısını bile duymamışlar. Biz daha sana birşey söylemiyoruz. Dediler.
- "Haşa bu beşer değil, melektir." dediler.
Hayvanî sıfatta olan bir insana bu ceset perde olmuş örtüyor. Beşerî sıfatta olanı da bu ceset perde olmuş örtüyor. Melekî sıfatta olanı da ceset perde olmuş örtüyor. Sıfatları vardır insanların. Bunların önünde perde var görülmüyor. Bu perde cisim, ceset. Bu sıfatları perdeleyen bu cisim çürüyor. Ama o hayvanî sıfatta kalmışsa Cenâb-ı Hakk onu bir hayvanî sıfatta diriltecek. Ruh da o cisimle beraber cehennem azabı görecek. Beşerî sıfata geçmişse, beşer sûrette Cenâb-ı Hakk buna bir cisim halk edecek o cesetle o ruh kalkacak, gidip cennete sefâsını sürecek.
Bu dünya âleminde işte bunlar kazanılıyor insanlar tarafından. Allah'a isyan edenler hayvanî sıfatta kalıyorlar. Allah'a itaat edenler beşerî sıfata geçiyorlar. İtaat varlığını da geçenler melekî sıfata geçiyorlar.
Soru: Beşerî sıfattaki sûret dünyadaki sûrete benzeyecek mi?
-"Tabii benzeyecek ama yalnız. Mesela Hacı Efendi 80 yaşında ölüyor, bir başkası 20 yaşında ölüyor, genç. Öbür dünyada herkes 33 yaşında olacak. Ama beşerî sıfatta ise cennette herkes aynı yaşta aynı boyda olacak."
Soru: Yüz hatları nasıl olacak?
- Yüzleri de aynı olacak. Ama beşerî sıfata geçmişlerse böyle olacak. Melek sıfatına geçenler. Onlar başka. Melek sıfatına geçenlerin sıfatından bahis olmaz ki. Ondan bahis yok. Onun için buyuruyor ki kelâmda:
Bir Yusuf-i cemal server-i hûbân
Hz. Şeyhimden gösterir nişan
Kâbil mi vasfını söylesin lisân
Yandırır büsbütün dünyayı zülfün
Hûblar meydânında Yusuf-î sani
Haraca bağlamış hep Gürcistânı
Al yanak üstünde eyler seyrânı
Gözetir gonca-yı hamrayı zülfün
...
Yanağında feryad eyler andelib
Râkipler dermesin güllerimizi
Server-i hûban : Çok güzel, güzelliği her şeyi yok ediyor demek.
Salih Baba'nın divanında vardır ki:
Şeyhim güneştir ben onun zerresiyem
Bir de buyuruyor ki:
Bu girye-i nalanıma kıl merhamet ey şah
Pek güç bulunur sen gibi bir ârif-i billah
Övmüş de yaratmış seni Ol Hazret-i Allah
Görün nice mahbub-u Hüda var bu beşerde
Sevdim seni seyda-yı cihan hayır ve şerde
Allah'ın güzel insanları var. Nerede? Bu beşer insanların içerisinde övmüş de yaratmış diyor.
Girye-i nalan ne? Yani onun ruhu Evliyaullah'ın maneviyâtını görmüş. Onun güzelliğini görmüş.
Girye-i nalan: Ağlamak, giryan çok yanarak, çok feryat ederek ağlamak. Niye? Evliyaullahın maneviyatını hissetmiş. Maneviyatını görmüş. Ruhu yanaraktan onu arıyor, istiyor. Ağlaması, yanması ona. Âşıkların ciğeri yanarmış, pişermiş. Sen ben görebiliyor muyuz onu?
Ama yanarmış. Bunu gören var mı? Biz bilemiyoruz. Göremiyoruz. Gören bilen var mıdır ? Vardır. Senin ciğerin yanmasını biz bilemiyiz ama onu erbabı bilir. Evliyaullah bilir. Zaten O yakıyor. Yakan O. Niye yakıyor. Seni varlığından kurtarıyor. Seni cânâna ulaştırıyor. Senin varlığın bir benliktir. Ayrılıktır. Allah'tan ayrılığın senin varlığındır. Senin varlığın, Allah'tan ayrılık. Varlığından kurtulsan Allah'a ulaşırsın. Varlığından nasıl kurtulacaksın? Parça, parça etsen yok olmaz. Ateşe atsan yok olur.
İşte bu cisim nerede? Bizim varlığımızda. Evlat, makam, rütbe, ilim hepsi bizim varlığımız. Bilgimiz mârifetimiz.. Hepsi cisim. Cisimleri ateşe atıp yakarsak yok olur. Kalpteki cisimleri ne yakar. Allah ateşi yakar. Resulullah aşkı yakar. Meşâyih aşkı yakar. Onun için diyor:
Ciğer yandı kebap oldu yürek kanı şarap oldu
Gönül şehri harap oldu Seni arayı arayı
Bir başka Kelâm-ı kibâr:
Aşık olanın ciğeri yanar da pişer de
Sevdim seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde
Görün nice mahbub-u Hüda var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde
Ama bunu kimse bilmez. Erbabı bilir. Nasıl ki Peygamber Efendimize şikayet ettiler.
Neyi şikayet ettiler?
Mekke'den Medine'ye hicret etmişler. Medine küçük bir yer. Mekke'ye karşı çok küçük. Orada kalabalık olunca kıtlık oldu. Yemek, yiyecek yetişmedi. Hz. Ebubekir Efendimizin kapısından geçenler et, kebap kokusu alıyor. Herkes ekmek bulamıyor. Aç. Onun kapısından geçen kebap kokusu alıyor. Resulullah Efendimiz'e şikayet ediyorlar.
- "Ya Resulullah senin sâdık arkadaşın her gün et pişiriyor. Biz ekmek bulamıyoruz. O et yiyor" diyorlar.
Resulullah inanmıyor.
- "Bunda bir yanlışlık var" diyor.
Israr ediyorlar:
- "Her gün kokusu geliyor. Dumanı görüyoruz." diyorlar.
- "Haydi gidelim beraber" diyor.
O şikayet edenleri alıp beraber geliyorlar. Kapıdan sesleniyorlar.
Sünnettir. Kapıdan seslenmeden Peygamber Efendimiz içeri girmezdi. Kimin kapısı olursa olsun kapısını çalmadan içeri girmezdi.
Bir de şu vardır: Kardeşin, teyzen, halan, kızkardeşin hariç nikâh düşen bir hanımın evine erkeği olmadan girilmez. Bu da yasak.
Neyse Ebu Bekir Efendimiz çok seviniyor. Resulullah'ı içeri alıyorlar. Hepsi birden oturuyorken Peygamber Efendimiz soruyor :
- "Hani ne ateş var? Ne et var? Ne de kebap?" diyor.
Ama koku geliyor.
- "Haydi Ebu Bekir'in vücudunu koklayın!" diyor.
Kokluyorlar ki koku oradan geliyor.
Diyor ki:
- "Ebu Bekir'in ciğerleri Allah aşkı, Resulullah aşkı ile yanıyor."
İşte bu da Peygamber Efendimize aşikâr olmuş. Diğerlerine aşikâr olmamış. Bir müridin de yandığını meşâyihi bilir, ama başkası bilemez.
Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana
Niye yakıyor? Meşâyih neyi yakıyor? Muhalifleri yakıyor. Kalbinde mekan tutmuş olan cisimleri yakıyor; orada. Allah'tan başka birşey bırakmıyor. Sevginin muhabbetin sonu mahviyettir. İşte muhabbet kalbinde herşeyi yakar atarsa, kendi varlığını da yok ederse o zaman ne olur? Mahviyet olur. Yok olur. Kendi yok oldu, eşya yok oldu. Kim var? Allah.
"Ölmeden evvel ölün!"
Ölmeden evvel ölmek, varlığından kurtulmak. Varlığından kurtulursa kâmil oluyor. Kâmile her eşya evrat. Her cisim, canlı, cansız, taş, ağaç, kuş, bakar ki her cisim tevhit çekiyor. "Lâ ilahe illallah." Başka bir şey yok.
"Lâ"yı ıskat eyleyenler daim illa "Hu" çeker
Sen kendini yok ettinse, eşya da yok oldu. Sen yok olmakla bu mülkün sahibi de mi yok olacak? Evvel de O. Âhir de O. Bâtın da O. Zâhir olan şey nedir? Allah'ın varlığı. Ama niye göstermiyor? Senin varlığın perde olmuş. Onun için göstermiyor.Evet senin varlığın kalkarsa ortadan, o zaman ne olur? Vâcib-ül vücud olan Yüce Zatın varlığı çıkar meydana. Bunlar haktır. Hakikattır. Hakikate ulaşanlar içindir bu nimetler. Ulaşamayanlar için değil. Ama hakikate nasıl ulaşılır? Tarîkatla.
Şeriat, tarîkat, hakikat, mârifet.
Şeriat cesetle. Şeriat, cesedi hayvanî sıfattan beşerî sıfata geçirir.
Tarîkat beşerî sıfattan melekî sıfata geçirir. Beşerî sıfat yine noksan sıfattır.
Elhamdülillah!
İşte Cenâb-ı Hakk bu nimetleri bizler için halk etti.
Onun için buyuruyor ki:
"Biz insanı büyük halk ettik. Biz insanı kıymetli halk ettik."
Ama ne zaman kıymetli oluyor? Hakikate geçince. Hakikate geçmeden büyük de değil, güzel de değil. Kıymetli de değil. Hakikate geçince Allah'ın zatından sonraki büyük varlık o insandır.
Cenâb-ı Hakk:
"Hiç bir yere sığmam mü'min kulumun kalbine sığarım" diyor.
O insan hakikate ulaşıyorsa Allah'ın sıfatları ile sıfatlanıyor. Onun için Cenâb-ı Hakk buyuruyor.
"Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik, onları bizden başka kimse bilmez."
Bir de buyuruyor ki:
"Yeşil kubbemizin altında gizlediğimiz o veli kullarımızın gören gözü bizim gözümüz, işiten kulağı bizim kulağımız, konuşan dili bizim dilimiz."
Onun için Evliyaullah'ın bâtın eli vardır. Bâtın kulağı vardır. Bâtın gözü vardır. Bâtın dili vardır. Onların nefisleri konuşmaz. Ruhları konuşur. Ruhun da bir makamı vardır. Oraya gelince konuşur. Velilerin ruhu oraya ulaşır. Bunlara inanmak lâzımdır bunun için de bir meşâyihe bağlanmalı.
Onun için ne buyurulmuş ?
Özün bir pire teslim et müdavim ol kapısında
Meşâyihten murâd şâhım mürebbi kâmil olmaktır
Burada ne var? Hani "Ne olursan ol gel" demiş ya. İnsanı bir kere hayvanî sıfattan geçiriyor. Kurtarıyor. Bütün günahlarını hafiflettiriyor. Bak bizim tarîkatımızda boy abdesti var ya, çok kıymetli. Başka tarîkatlarda yok. Sadece bizde var. İnsan kaç yaşında olursa olsun. Ne kadar günahı olursa olsun. Bir boy abdesti almakla bütün günahlarından kurtuluyor. Ve hiç günah kalmıyor. Onun için kaza namazları da emretmiyor, büyüklerimiz. Çünkü kazası da kalmıyor. Geçmişte bütün isyan içinde olan hayvanî sıfattaki bir insan, el tutup da boy abdesti almakla hepsinden kurtuluyor. Onu hayvan sıfatından kurtarıyor.
Seni hayvan iken insan eder şeyh
Gönüller şehrine mihmân eder şeyh
İçirip bir kadeh aşkın meyinden
Gedâ iken seni sultan eder şeyh
Geda: Kul. Sana Allah'ı sevdirir. O sevgiyle seni Allah'a ulaştırır, "Kapısında kul var sultandan içerü" buyuruyorlar.
Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm
Onun için Mevlana " O geliyor O" diyor. Şems'in kemâline demiş. Şems'in kemâlinde ise Allah'ın sıfatları tecelli etmiş.
İbrahim Aleyhisselam Cenâb-ı Hakk'tan iki şey istemiş. Peygamberimizden sonra Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği peygamber O'dur.
Birinci isteği şu oluyor.
- "Yarabbi sen bu insanları ölünce dirilteceksin. Acaba nasıl dirilteceksin çok merak ediyorum?" diyor. İnandığı halde.
Cenâb-ı Hakk ne emrediyor:
- "İbrahim! Dört tane büyük kuşun başlarını kes. Onların herbirini götür bir dağın başına koy. Vücutlarını da bir dibekte döv. Tüylerini, kemiklerini iyice döv." Yapıyor bunları, vücutları karıştı ve macun oldu. Başları dağların başında.
- "Ya İbrahim sen bunların isimleri ile seslen."
- "Tavuk, hindi, ördek, kaz.."
Macun olmuş etlerden her bir kuşun eti bir tarafa ayrılıyor. Kemikleri bütünleşiyor. Etleri kemiklere yapışıyor. Tüyleri, etleri bütünleşiyor. Başları gelip takılıyor.
Secdeye kapanıyor Hz. İbrahim.
İkinci isteği de şu.
- "Yarabbi sen yemekten, içmekten, gitmekten, gelmekten münezzehsin. Bu dünya hanemde seni bir göreyim. Ne olur buraya gel!"diyor.
Cenâb-ı Hakk:
- "Ya İbrahim filanca gün filanca saatte geleceğim" diyor. İbrahim Aleyhisselam ne yapıyor. Onda hizmet gören çok. O kadar temizlik o kadar hazırlık o kadar hizmet ki.. Neyse misafir geldi. O kadar ihtiyar ki beli bükülmüş, ağzından salyalar akıyor. Dura dura yürüyen bir ihtiyar geliyor. Gözünü çapak bürümüş. Üstü başı eski bir halde, böyle değişik bir halde geliyor.
- "Ya İbrahim sen benim karnımı doyur." diyor.
O da diyor ki:
- "Git baba sen buralarda durma. Al sana ekmek git de şuralarda ye," diyor. Ekmek verip gönderiyor. Aradan zaman geçiyor.
- "Yarabbi sen vaadinden dönmezsin, verdiğin sözden dönmezsin. Niye gelmedin?" diyor.
Cenâb-ı Allah:
- "Ya İbrahim ben geldim de sen benim yüzüme bile bakmadın, kuru ekmek verip savdın." diyor.
- "Aman Yarabbi estağfirullah bu nasıl olur. Bilemedim affet." diyor.
- "Bu nasıl olabilir?"
Allah-ü Teâla diyor ki:
- "Ya İbrahim sana çok kerih görünen bir ihtiyar vardı ya ben onun kalbindeydim. Eğer sen ona hizmet etseydin bana yedirmiş olurdun." diyor.
Evet ama demek ki o ihtiyar öyle görünüyor ama onda bir kemâl sıfat varmış. Cesedinin görüntüsü onu gizlemiş. Cisim bir perdedir. Hayvanî sıfatı da gizlemiş göstermiyor. Melekî sıfatı da gizlemiş göstermiyor. Beşerî sıfatta da olsa göstermiyor. Ama bizim inancımıza göre, Allah'a şükür Amentünün şartlarına inandık. Allah'a, meleklere, kitaplara inandık.
İnanıp hakikatını yaptıksa niye hayvanî sıfatta kalalım? Çünkü Peygamber bizlere geldi. Kur'an'a, peygambere uyduksa daha niye hayvanî sıfatta kalıyoruz? İnsanız. Kur'an'ı, peygamberi olmayanlar insan olmuyor. Hayvan sıfatında kalıyorlar.
Şeyh Efendimin zamanında bir tanesi dedi ki:
- "Hoca nasıl edelim, biz sokağa çıkmayalım mı? O kadar açık saçık hanım var ki, biz kurtaramıyoruz kendimizi onlardan." dedi.
Mübarek dedi ki:
- "Siz onlara hayvan sıfatı ile bakın. Eğer insan olsalar eksiklik duyarlar. Eksiklik göstermiyorlarsa demek ki onlar hayvan. Hayvandan nâmahrem olmaz insana."
Öyle cevap verdi.
Fakat daha takva ehli bir kimse için de ne vardır? Tesettürlü olanlar için de ne vardır? Bulara karşı da yaşlı ise anneniz, akran iseniz bacınız, yaşı küçük ise evladınız olarak bakın.
Her neye bakarsan Hak gözüyle bak
Böyle bakan gözlere olmaz yasak
Elhamdülillah, hepinizin şeriatı tarîkatı var. Hanımlarınız da tesettürlü. Tesettürlerine de rıza gösterin. Eğer bir hanım örtünmek isterse de kocası mani olursa günahı kocasınındır. Hanımın değildir. Tesettür de Allah'ın emridir. Hanımlar için açıklık büyük günahtır. Ama sözün geçmiyor. Yani örtün diyorsun örtünmüyor. Ona vurmak, sövmek, onu evden kaçırmak bir yuvayı dağıtmaktır. Belki 3-4 tane çocuk. Onlar ne olacak? Ne olacak vurup, çalınca, evden kaçırınca? Nasihat edeceksin. "Örtün" diyeceksin. Örtünmüyorsa günah onun boynuna. Ama bir de var ki hanım örtünmek istiyor. Beyi mani oluyor. Bu sefer de günahı beyinin boynuna. O hanımın günahını beyi çekecek.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
10-Allah de, ötesini bırak
" Allah de, ötesini bırak"
17 Aralık 1989
(teveccüh)
Teveccüh olunca kalb-i ihvâna
Mürde kalplerimiz geliyor câna
Mürde kalp : Allah'ı zikretmeyen, Allah'tan gafil olan, ölü kalp.
Allah'ı zikreden kalp diri. Teveccühte diriliyormuş insanların kalpleri. Teveccühte kalbe zikir tohumu ekiliyor. En azından Teveccühün kudsiyeti şudur ki:
Kalplerimiz fırçalanıyor, kalaylanıyor, temizleniyor, kiri, pası gidiyor. Nasıl ki bakır bir kap kalaylandıktan sonra güzelleşiyor veyahut tozu alınmış bir eşyanın fırça ile temizlenince tozu gidiyorsa teveccüh de ihvanın kalbini kalaylar, fırçalar, temizler. Kalplere zikir tohumu ekilir. Zamanla biter. Yeter ki tarla sağlam olsun. Tohumu çürütmesin. Çürütmese bitecek. Sizde bu tohumu çürütmemeniz için bu teveccühten almış olduğunuz nuru, feyzi muhafaza etmeniz lâzım, muhakkak alacaksınız. Az, çok alacaksınız. Bunu muhafaza edeceksiniz ki ekilen tohum bitsin. Muhafaza edemezseniz, kalbinizde kabız halleri gibi bir haller olursa ne olur? Ekilen tohumu çürütür.
İşte teveccüh büyük bir amelimiz. İşliyeceğiz. Gerçi Allah'a şükür bizim hatmemiz var. "Hatme teveccühün bir küçüğüdür. Hatmeye devam edin, ihmal etmeyin."
Peygamber Efendimiz de ashabına teveccüh yapmıştır. Eşrefoğlu kitabında yazar. Teveccühde başının sarığı düşmüş kapışmışlar, parça, parça etmişler herkes tırnağının üzeri kadar almış, onları ömürleri boyunca saklamışlar.
Teveccüh sünnettir. Tarîkatın her âmeli sünnettir. Sünneti müekkededir. Terk olmayan bir sünnettir, ama büyüklerimiz buyuruyor ki: Farz var, vacip var, sünnet var. Edille-yi şer'iyye.
Farz: Allah'ın emri.
Vacip: Resulullah'ın vasıtasıyla yine Allah'ın emri.
Sünnet: Resulullah'ın emri. Resulullah'ın amelleri. Cenab-ı Allah ne buyuruyor:
"Bana itaat eden sana tâbi olsun. Habibim sana tâbi olmayan bana itaat etmiş değildir."
Onun için kitap ve sünnet önemlidir. Allah'a ve Resulullah'a yaklaşmak sünnetle oluyor. Kitapla değil. Sünnetle. Kitapsız, sünnetsiz zaten hiç olmaz. Evet kitaptan sonra sünnet geliyor. Tarîkatın her ameli sünnettir. Ama yaşayan için hem farzdır, hem vaciptir, hem sünnettir.
Ne için? Allah'ın emri var. Meşâyihin emri var. Meşâyihin emri de Allah'ın emri. Resulullah'ın emridir. Onun emriyle olduğu için çok sünnetleri işler insanlar. İnsanların işlediği sünnetler farz vacip olmaz. Ama bir mürit için, meşayihine inandığı için sünnetler hem farz, hem vacip, hem de sünnettir. Buna inanın. Mesela bir müride emredilmiş evvabin namazı. Eğer farz namazı terk etmiş isek ancak o zaman evvabin namazını da terk edebiliriz. Eğer akşam namazının farzını kıldıksa, yolculukta da olsa, hastalıkta da olsa evvabin namazını da kılacak. Ama insandır, olur ya kılamadı, kaçırdı. Ne yapar. Akşam namazını kaza eder. Salat-ı Evvabin'i kaza etmez.
Abdurrahmani Taği Hazretleri tebliğe giderken mübarek, bir yayladan geçiyormuş. Tebliğ sünnettir, meşâyih için. Dağlık oralar tabi. Mevsim yaz. Köylüler çıkmışlar yaylaya. Koyununu, keçisini alan çıkmış. Şafilerden bir tanesinin de 3-5 tane keçisi varmış. Oradan giderken:
- "Seyda bırakmam seni, benim misafirim olacaksın." demiş.
O'nu alıkoymuş. Sonra keçisini mi sağmış. Sütü pişirmiş, bir parça arpa ekmeğini de önlerine koymuş.
- "Seyda, kurban. Bundan başka var da getirmedimse Allah benden sorsun, sen de buna tenezzül edip yemezsen Allah senden sorsun." Yemişler, sohbet olmuş. Yatacağı zaman getirmiş altına bir hasır veya keçe. Yaylada nerden olacak yatağı?
- "Seyda bundan başka yatağım var da getirmedimse Allah benden sorsun. Sen de bunda yatmazsan Allah senden sorsun." demiş.
Ne buyuruyor:
- "Hayatımda öyle tatlı, öyle lezîz yemek yemedim. Ömrü hayatımda o sütle, arpa ekmeğindeki tadı, yemiş olduğum gıdaların hiç birisinde bulamadım. Hayatımda öyle rahat bir yatakta yatmadım. Öyle rahat etmişimki teheccüd namazına işte orada kalkamadım."
Teheccüd namazı da bizim için çok önemli. Bunu da ne zaman yolculuk olursa, mecbur kalırsan, hasta olursan kılamazsın. Yoksa terkedilmiyor.
Neyimiz var? Teheccüd namazımız var, Evvabin namazımız var. Bir de hatmemiz var. Bunlar terkedilmez. "Mümkün olduğu kadar bunları terk etmeyin." Bunlar mühim olanlar. Bunların kudsiyetini bilenler için böyledir. Emirdir, devamlıdır.
Fakat bu amelimiz ne istiyor ? Kalb-i selim istiyor. Yani Teveccüh kalb-i selim istiyor.
Eriş kalb-i selîm içre huzura
Seni mahv et erem dersen sürûra
Kalb-i selim olursanız, teveccühte Cenâb-ı Hakk'ın tecelli edeceği, ikram edeceği nurları bizim kalbimize dolar. Şöyle ifade ediyor büyüklerimiz. Mesela: İnsanların kalbinin bir bina olduğunu kabul edin. Bina yapılmış. O binadan içeriye kâinatı aydınlatan güneş, bir pencere, bir delik olmasa vurmaz. Vurmayınca ne olur ? Karanlıkta kalır. Hiç bir yerden ışık almayınca ne olur? Zifiri karanlıkta kalır. Muhakkak kâinatı aydınlatan güneşin o binayı ışıtması için onda bir pencere açılması lâzım. Eğer burada sen kalb-i selim sahibi olmadınsa, yani başka alacağını vereceğini düşünürsen, bu teveccühümüzde sen kalbe olan pencereni kapattın. Burada tecelli eden nurlardan istifade edemezsin. Burda muhakkak kalb-i selim sahibi olmak lazım.
Kalb-i selim sahibi ne demek?
Bütün düşüncelerinizi atacaksınız. Gelir ama tutmayın. Gelen şeyle kalbinizi meşgul etmeyin. Atın, geleni atın. Eğer bir yönden sıkıntınız var da o geliyorsa, gelsin, siz atın, bu da bir cihaddır. Burada bir cihad yapıyorsunuz siz. Cihad da Allah'ın emri. Siz burada bu cihadı yaptığınızdan dolayı nimetiniz ihsan edilecek burada.
Alacağınız, vereceğiniz, hastalığınız mı var. Borcunuz mu var. Kendi vucudunuzda bir hastalığınız mı var. Arızanız mı var. Veyahutta bunlar değil de bir nefsanî arzunuz mu var. Maddi arzularınız mı var. Bunların hepsini gönlünüzden atın. Kalbinizi Allah'a yöneltin, Allah ile meşgul olun. Amelimizin nuru tecelli edecek burada. Velayet nuru tecelli eder. Çünkü burada velilerin isimleri okunacak. Ta ki Resulullah Efendimizden alınıp, silsilemizdeki büyüklerin isimleri, meşâyihimize kadar okunuyor. Bunların hepsi velâyet sahibi. Velâyet demek, Allah'ın varlığına ulaşmışlar. Allah'ın varlığı onda tecelli etmiş. Bunlar gelirlerse, teşrif ederlerse zâhirde gördüğümüz cisimleri ile gelmiyorlar. Onlar manevî cisimleriyle geliyorlar. Ama onlar boş gelmezmiş, hepsi bir hediye ile gelir. Fakat Kelâm-ı kibârda şöyle geçiyor:
Seni hayvan iken insan eder şeyh
Gönüller şehrine mihmân eder şeyh
İçirir bir kadeh aşkın meyinden
Geda iken seni sultan eder şeyh
Haber verir hakikat illerinden
Sana çok tuhfeler ihsan eder şeyh
Sana çok hediyeler gelecek ama zahirde ki bir metaha benzemiyor ki.. Dille söylenecek bir şey değil ki. Nurdur, Allah'ın nuru. Veyahutta burda bir makam, mevki var, mânevî nimet, çeşitli, çeşitli nimetleri vardır. Onlar manevî doktordur. Burda belli ki bir hasteneye geldiniz. Burada herkes tedavi görecek. Ama burada ruhî tedavi göreceksiniz. Bir insan doktora gidip te derdini söylemese, doktor onun evine girip te senin derdin şudur demez. Bakın bir kelâm-ı kibâr var:
Evvelâ derdi kazanıp sonra gel derman ara
Bahr-ı aşkı nûş edüben âbı yok umman ara
Bahr: Deniz.
Umman: Daha büyük deniz. İcabında aşk badesi, senin kalbini umman eder.
Şimdi burada bize ters düşen bir kelâm var. Hiç kimse dert istemez. Dertten kaçarlar. Hiç kimse hasta olmak istemez. Hastalıktan kaçarlar. Ama bu manevî dert isteniliyor. İstenmesi de gerekir.
Ne için? Eğer bu manevî derdimizi istemesek, manevî derdimiz olmasa, ebedî firakta, ebedî ayrılıkta, ebedî azapta kalacağız. Onun için ehl-i kelâm buyuruyor.
Hasret-i hicrân odundan var mı artık bir azap
Ayrılık ateşinden daha büyük bir azap olamaz insanlar için. Ama bu ayrılık bizim ruhumuzun ayrılışı, Allah'a ne ile ulaşacağız? İşte bu gibi amellerle. Şeriatımız, tarîkatımız, hakikamız var. Hakikate ne ile ulaşacağız? Tarîkatı yaşamakla. Tarîkatın en büyük ameli de bu teveccühtür. İşte burada çok büyük ihsanlar olur. Müritte olan 79 ahlâk-ı zemimenin en zararlısı hangisi ise onu alırlar. Manevî tedavi budur. 79 ahlâk-ı zemime vardır. Bu haktır.
"Elemneşrahleke" sûresi ne için nâzil oldu. Hatmelerde niye 79 tane "Elemneşrahleke" sûresi okuyoruz. Esrarı, sırrı nedir? Bunların bir önemi var. "Elemneşrahleke" sûresinde buyuruyor ki:
"Habibim biz senin sadrını yardık, kalbini temizledik."
Bir müridin kalbini de meşâyih yarar, temizlermiş. O bilmez.
Ama bilenler var mı? Var. Senin kalbin yarılıyor burada. Meşâyih almış seni ameliyat masasında temizliyor. Sen bilmiyorsun. Ama bunu hâl sahipleri görür, söyliyemez. Söylemek yasaktır. Filancayı ameliyat masasında gördüm, şeyh efendimiz ameliyat ediyordu diyemez. Ama bunlar muhakkak olur. İnanın buna.
İşte burada demek ki manevî tedavi görecek sizin kalbiniz. En azından kalbinizde olan muzır sıfatlardan, 79 ahlâki zemimeden sizin için en zararlı olanı alınır, bir dahasında yine bir zararlısı alınır. Böylece tedricen tedricen, kalbinizdeki bu illetlerden kurtulursunuz. İnsanların zâhirde cesedinde bir hastalık bir illet olur, iki, üç, beş illeti vardır. Beş tane illeti olsun.
Ama kalpte beş tane mi, yüz tane mi, bin tane mi illet vardır? Çok. Sayısız, sayısı yok.
Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü
Kıl tarîk-i Nakşibendin hâdimi Allah için
Demek ki masiva bizim vücudumuzu mülevves etmiş. Affedersiniz bir beldenin çöplüğüne her şey atılıyor. Orada pis olarak her şey var. Bizim insanlarda da dünya isteyen kalp böyledir. İnsanların 79 ahlâki zemimesi var. 79 ahlâki hamidesi var. Hikmet-i ilâhi, Allah'ın cilveleri, düstur-u İlâhi. Karışamayız ki.. Bizim 79 ahlâki zemimemiz var. Kötü ahlâkımız var. Biz bunları görebiliyor muyuz. Göremiyoruz. Cismi var mı? Var. Nerede? Derûnumuzda. 79 ahlâki zemimenin giderilmesi lâzım. Bir ahlâki zemime gidince peşinden ahlâki hamide gelmesi lâzım. Ahlâki zemimenin hepsi bir anda bitmez. Zaman zaman azalır, biter. Burada müridin de gayret göstermesi lâzım. Ancak o zaman kemal sıfata erişir. 79 ahlâki zemimeden bir tane bile bulunsa kemal sıfata ulaşamazsın. Beşer sıfattan melekî sıfata geçemezsin.
Mazhar olmaz, nefsi mutmainliğe eremeyen kişi, "Mûtû kable entemûtû" sırrına.
Nefsi mutmainliğe dahil olmak, 79 ahlâki zemimeyi atmakla, yani ölmeden evvel ölmekle olur. Sûret değiştirmek. İnsanları hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçiriyor. Ne ile? Tarîkatla. Nasıl oluyor bu? Hatmelerle. 79 Elemneşrahleke okuyoruz ya, onlar bizim ahlâki zemimelerimizden her birini atıyorlar. Çünkü Elemneşrahleke sûresi manevi çekiç. Zaten Cenâb-ı Hakk bu sûrede "Habibim sadrını yardık, kalbini temizledik" buyuruyor. Demek ki bu Elemneşrahleke sûresi onun için okunuyor hatmelerimizde. Niye bundan geri kalalım.Hatmelere gelirken inanaraktan gelin. 79 ahlâki zemimenin en az bir tanesini atarsınız. Onun için bizim tarikat nazenin, kibar, çok kibar tarikat. Azizler tarîki ve hacegan tarîki.
Nakşî neye deniyor? İnsanların kalbine nakış işleniyor. Bir boya vardır. Bir de işleme vardır. Bir eşyaya bir nakış işlenirse, o nakış oradan gitmez. Bir de yapmacık vardır, üzeri boya ile yapılan. O silinir gider. İşte bizim tarîkatımız böyledir. Kalbimize işlenir. İşleyen kim oluyor ? Meşâyihimiz.
Niye buyuruluyor:
Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkaş'ını
Ama nakşîler nakışta kalmıyor. Bu görünen eşyalar var ya bunları kastediyor.
Ne yapmış.Kim yapmış?Bilmiyorlar. Ama bilen var mıdır? Vardır. Sade nakışı değil ki nakkaşı gören var. Kul Allah'ın Cemalullahını müşahade etmezse, Allah'ın rûyetinde mazhar olmazsa nakışta kalıyor. Aldın bir eşya, üzerinde nakış var. Ama bunu kimin yaptığını, kimin işlediğini bilmiyorsun. Bunu yapanı görmek, bulmak lazım. Maharet, marifet budur. Onun için:
Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkaş'ını
Bu kim? Tarîkatları olmayanlar veya başka tarîkatlar. Nakşi olmayanlar. Haşa tarikatların hepsi haktır. Ama yalnız şöyledir. Nefisleri ile, bir de kalp yoluyla. Muhalefet-i heva'dan başlayanlar var. Muhabbetü'l Mevla'dan başlayanlar var. Cehrî tarîkatlar, riyazet tarîkatları, uzlet tarîkatları, seyâhat tarîkatları var. Onların ameli o. Diyor ki mesela: bir belde veriyor. Orayı yaya gezeceksin! Hiç vasıtaya binmeden. Aç da kalsan, çıplak da kalsan, ölsen de bu beldeyi gezeceksin. Bir de uzlet tarîkatı var. Halktan kendisini hapsediyor. Değil halk ile, kendi mahremleriyle bile görüşmüyor. Evladı ile, hanımı ile de görüşmüyor. Bir de riyazet tarîkatları vardır. Ölmeyecek kadar çok az yerler, içerler. Öyle etlisi sütlüsü ile yemek yeme yok. Bir çeşit gıda yiyor. Diyelim ki bir parça ekmek ile zeytin yiyor, veya bir parça ekmek ile bir dilim peynir veyahut üç tane hurma. Ölmeyecek kadar 24 saatten 24 saate gıda veriyor nefsine. Bu da böyle terbiye ediyor kendini. Bunlar muhalefetü'l-heva'dan başlayanlar. Ama bizimki böyle değil. Muhabbetü'l Mevla'dan başlıyor. Onun için Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki:
Sair tarîkatların nihayetteki kârını biz bidayete getirdik.
Onlar çalışırlar, çalışırlar en son ulaştıkları kârı biz başlangıçta müride veriyoruz diyor.
Bu divanda da buyuruluyor :
Hazret-i pirin yedinden mes edelden Salihâ
"Mûtû kable entemûtû" ile tebşir olmuşuz
Yani bizim meşâyihimizin kim ki elinden tuttu. "Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar olmuştur. Yalnız o eli muhafaza edecek. Mest ettiği eli muhafaza edecek. Eğer o eliyle bir kimseyi incitirse veya o eli bir yana uzatırsa o mest bozuluyor. Onun için Kelam-ı kibârda şöyle geçiyor.
Elinde var iken fırsat geçirme edegör gayret
Tutagör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ
Bunlar söylenmişse haktır. Bizim tarikatımızdadır bunlar. Muhalefetü'l heva'dan olan tarikatlar da haktır. Ama bütün nefsanî arzulara, meşru olanlara riyazet ediyor adam, uzlet ediyor adam. Aç, susuz, perişan, kirli, paslı yırtık elbiselerle geziyor.
Bunların hepsini ne için yapıyorlar? Nefislerini ıslah etmek için yapıyorlar.
Bizim nefsimizi ne ıslah ediyor? Bizim nefsimizi rabıta ıslah ediyor. Sen râbıtanın yüzünün altına koydunsa nefsini, helalinden ne yersen ye, ne giyersen giyin.
Kesretten erüp vahdete
Mir'at olmuştur Hazret'e
Hazret: Allah'ın zatı.
Bizim meşâyihlerimiz halvetten vahdete ulaşmamışlar ki.. Halvetten vahdete ulaşmaktansa, kesretten vahdete ulaşmak çok daha üstündür. Çok daha güçlüdür. Halvetten vahdete ulaşanlar, kesrete çıktıkları vakit bocalıyorlar. O bozulabiliyor. Ona dalga geliyor. Ama kesretten vahdete ulaşanlar için asla ve asla hiç birşey tesir etmez; çünkü onun zâhiri halk ile, bâtını Hak ile. Çünkü öbürü Hak'ka ulaşmış ama halkın içerisinde ulaşmamış. Halk ile teşrik-i mesai yapmadan Allah'a ulaşmış.Halkın içine çıkınca bozulabiliyor.
Muhalefetü'l heva ile başlayanlar önce esma nuru ile başlıyorlar. Sonra sıfat nuruna geçiyorlar. Ondan sonra zat nuruna geliyorlar. Bizim tarikatımızda önce kalbe Allah muhabbeti veriliyor ve muhabbetle başlanıyor. Allah aşkı ile hiç dolaştırmadan kolayca ulaştırılıyor.
Sair tarikatlar Allah'ın binbir ismi ile zikir yaptırırlar. Neticede Lafza-i Celâl'e gelirler. Biz onlarla uğraşmıyoruz. Bizim ki doğrudan doğruya Lafza-i Celâl. Kalbimizle Lafza-i Celâl. Bu bir böyledir, bir de muhalefetü'l hevadan başlıyorsa, zaman zaman, nefsin arzularını terk ede ede üç senede beş senede, on senede, yirmi senede, muhabbetü'l mevla onlarda tecelli ediyor. Allah aşkına o zaman ancak ulaşıyorlar. Ama bizim ki öyle değil. İlk başlangıçta sana bir aşk, muhabbet veriyor. Dikkat eder misiniz. Bu kadar tarikat var. Hangi tarîkatta cezbe var. Bu ağlamalar, bu bağırmalar, bu çırpınmalar hangi tarîkatta var?
Halidî kolunda var. Adıyaman'la bizde var. Bir çok tarikatlar var. Şimdi burada saymayalım onları. Onlarda niye cezbe yok? Çünkü onlar nefis yoluyla terakki ediyorlar. Yani ibadetle, amelle terakki ediyorlar. Biz de ibadetten fazla terakki cezbededir. İnsanın kalbindeki Allah aşkından Resulullah aşkından, meşâyih aşkından bu cezbe doğuyor.
Cezbe ile de yol alınıyor mu? Alınıyor. Bir müridin mesela: Çok zikri var, ibadeti var. Cezbe sahibinden alırlar zikri. Cezbe sahipleri bizim tarikatımızda fazla cezbeye kapıldığı zaman, diyelim ki beşbin ders yapıyor.
Yok oğlum sen daha dersini çekme derler. İcabında sen hatmeye de karışma, gelme derler. Veya seyrek gir, veya bir zaman girme derler. Müridin haline göre.
Her marızın derdine göre verirler şerbeti
Demek ki bizim tarikatımızda: Cezbe ile, nefy ü isbatla, bir de şuğlu batınî ile terakki ettiriyorlar.
Nefy ü isbat ne?
Diyelim ki 70 bin evrat çeken bir müridi düşünelim. Cezbe de hiç bir evrat yoktur, dersi yoktur, onda da muhabbet var, aşk var. O 70 bin evratla beraber gidiyor, o muhabbetle o da terakki ediyor.
Bir de şuğlu batını var: O da istemeyerekten ona gelen şuğullar. Şuğuldan kurtulmak istiyor, şuğul gelince ona azap geliyor. Müteessir oluyor, nedamet duyuyor. Allah'a sığınıyor. Bununla da terakki ediliyor. Hiç bir tarikatte yoktur bunlar. Cezbe ile başka tarikat yok ki terakki etsin. Şuğulu batınî'yi zaten onlar kusur sayıyorlar. Küfür sayıyorlar. Ama bizim tarikatımız öyle değil. İnsanda şuğul olur ama şuğul ikidir: Bir istiyerekten bir de istemiyerekten. İstiyerek olan şuğullar dünya muhabbetinden gelir. İstemiyerek olanlar da dünyayı sevmiyor. Dünyadan nefret etmiş. Ama nasıl nefret etmiş:
Bu vücudun fülkesini Hızrıma deldireli
Nefretü dünya kazandım cennetül me'vâ gibi
Fülke: İnsanların vücudu.
Hızır: Mürşidi (Yani Hızır A.S. misali).
Musa'nın gemi yolculuğunda Hızır A.S. gemiyi delerken Hz. Musa muhalefet etti. Niye deliyorsun diye. Deldi ama padişahın gözünden düşürdü o gemiyi.
Meşâyih bir müridin vücudunu ne yapıyor?
O delinen vücutta varlık, benlik olmuyor. Burada gemiden mana bizim vücudumuz. Hızırdan mana da mürşidimiz. Mürşit koltuklarımızı deliyor ki onda artık varlık, gurur, kibir kalmıyor. Şişimiz iniyor. Kabarma olmuyor onda artık. Bir balon düşünün, şişiyor, şişiyor. Ama onda ufak bir delik olursa şişer mi. Şişmez ama sağlam olunca ne olur? Şişer, şişer güm diye patlar yok olur. İşte burada meşâyihlerimiz ne yapıyorlar? Bizim benliğimizden kurtulmamız için, varlığa sahip olmamamız için ne yapıyorlar. Koltuklarımızı delmişler. Bizi ne kadar övseler, ne kadar meth etseler biz ondan sefa kesbetmeyiz. Bir insan medh edildiği zaman, veya övgüden, yapılan hizmetten haz duyuyorsa korksun, korksun, çok korksun. Yok eğer yapılan hürmetten yapılan hizmetten haz duymuyorsa korkmasın bu nereden tecelli eder.
Methe lâyık şeyhimiz var zemme lâyık nefsimiz var
Meşâhiyi olan içindir bu. Meşâyihi olmayan için değil. Râbıta sahibi olan için ne var.O çıkıyor aradan. Râbıta var çünkü orada. Benim şeyhimi meth ediyorlar. O olmasaydı beni kim tanırdı. O olmasaydı bana kim hürmet ederdi. Şeyhim olmasaydı beni kim medh ederdi diye düşünüyor. O zaman benlik olmuyor. Gurur olmuyor. Zemmedildiği zaman da diyor ki: Nefsim bunların dediğinden daha aşağı. Benim daha yüz tane kusurum var da bir tanesini görmüşler, diğerlerini râbıtam gizlemiş. Benim ne olduğumu bilseler elime ekmek bile vermezler. Böyle diyeceğiz. Ancak o zaman terakki ederiz.
Şimdi teveccühte ifade ettik, kalb-i selim lâzım. Teveccühün başlangıcından nihayetine kadar gönlünüze gelen bütün şuğulları, düşünceleri, hepsini atın. Ne yapacaksınız? Şeyh Efendimizin râbıtası karşımızda, onun şeriat kamçısı elinde sanki. Aklınıza, gönlünüze bir şey geldiği zaman, sanki tepeden aşağıya vuruyor. Allah kalbinde. Her bir geleni atacaksın, kalbini Allah'la meşgul edeceksin. Biz de en efdalı budur. Bütün ehl-i sünnet âlimleri, bil ittifak kararı "Lâ ilahe illallah" efdal-ı zikirdir. Bize göre değil. Bize göre o ibadettir. Bize göre efdal olan kalbi Allah ile meşgul etmektir. Cenâb-ı Hak'da ne buyuruyor ayette:
"Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor.
Burada bir sohbet aktarayım :
Muhammed Şemsettin-i Hüda Hazretleri âlimmiş. Genç yaşta meşâyih arıyor. Çok aramış âlim olduğu için. Âlimler öyle herkese kapılmazlar. Kaşgar vilayetine gelmiş. O bölgeyi aramış. "Tekkeler zaviyeler nerededir" diye sormuş. Orada zâhirde çok kalafatlı, çok etraflı olan Müredim-i Havafi isminde bir zat varmış. İlmi de fazla imiş. Fakat cehrî zikir yaptırıyormuş Onu göstermişler. Gitmiş onları zikirde bulmuş. Bakmış ki bağırıyorlar, çağırıyorlar, sallanıyorlar.
- "Haktır" demiş. İnkâr etmiyor ama hoşuna gitmiyor. Arıyor.
- "Başka daha yok mu?" diyor. Hepsini geziyor. En son Nakşibendi halifelerinden Sadettin-i Kaşgarî Hazretlerini tarif ediyorlar. Gelip onları da zikirde buluyor. İkindi namazını kılmışlar, ikindi namazının peşinden hatmeye oturmuşlar. Ama ses yok. Halka olmuşlar, başlar eğilmiş. Orada Cenâb-ı Hakk'a bir ilticada bulunuyor:
- "Yarabbi, küllî şey'in kaadirsin. Her şey sana âyandır. Her şeyden haberdârsın, onlar seni zikrediyorlar. Ses yok. Hareket yok. Bu nedir?"diyor.
Cehrî zikir yapanları sevmiyor. Hoşuna gitmiyor. Âlim olduğu için bunların bu sessizliklerinden o kadar zevk alıyor o kadar hoşuna gidiyor ki...
Hafî zikir hakkında çok ayet var, ama cehrî zikir hakkında bir hadis var. Sonra hatmeyi bitiriyorlar, gözlerini açıyorlar. Şeyh Efendi Sadettin Kaşgarî Hazretleri bakıyor ki kapıda bir genç dikiliyor. Eli ile işaret ediyor.
- "Buraya gel, ileri gel" diyor. Çekiyor yanına ve şöyle bir ifade de bulunuyor:
Şüphesiz nâdân-ı abdâl kârıdır
Zikirde beyhude feryad eylemek
"Nahnu akrabu" sırrın fehmetmeyip
Hazırı gâib gibi yâd eylemek
Diyor ki ne tereddüt ediyorsun?
- "Şüphe yok ki onlar fehm edemiyorlar, anlayamıyorlar. Cenâb-ı Hakk: "Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor. Şah damarı da kalbimizde olduktan sonra.. Allah kalbimizde. Daha niye bağıralım.Hazır olan bir şeyi gaibteymiş gibi, aramak.." Tabii kendisi alimdi zaten. Kendisini ona teslim ediyor. Yakın zamanda, az zamanda çok büyük bir insan oluyor.
Bizim bu teveccühümüzde de cezbe sahipleri biraz kendilerini teskin etsinler. Fazla bağırıp çağırmasınlar. Çünkü evet cezbedir, inkâr edilmez. Hak'tandır fakat cezbe de bir hâldir. İnsanlar hâli atamıyor ama hali büyültebiliyor, küçültebiliyorlar. Say'ı ile cezbeyi ne kadar muhafaza ederse o kadar terakki ediyor. Cezbede terakki var. Ama cezbeyi ne kadar muhafaza ederse o kadar terakki var. Cezbe bağırarak olur, çırpınarak hareketle olur. Ağlamaktan gelir. Hepsinden efdal olan da ağlamaktır. Peygamber Efendimiz "Çok ağlayın az gülün" diyor ya onun için ağlamakla gelen cezbe bağırmaktan, çırpınmaktan daha kıymetli oluyor. Ama bu haller iradeyle olursa bu sefer de günah işliyor. Bir sevap kazanayım derken günah işliyor. Birisinde bir cezbe var. Heveslenip ben de yapayım derse günah işliyor. Biz de irade ile Allah diye bağırmak suçtur, günah-ı kebairdir. Bizim zikirimiz sessiz, hareketsiz. Ama cezbe ile olursa suç değil. O bir muhabbetten geliyor, makbüldür. Ama bunun daha makbülünü elde etmek için cezbeden de geçmek lâzım. Zamanla, tedricen tedricen geçecek. İtimat edin bizde de vardı cezbe. Tavuğun, horuzun başı kesilince nasıl çırpınırsa bizde öyle idik. Fakat evde olsa dahi kardeşlerim, affedersiniz hanımım dahi uzaklaşırdı. Bir gözümü açardım ki annem almış başımı dizlerine, ağlıyor. Ama annem de ehl-i cezbe idi. Hani "dertli bilir dertli halini" diyor ya.
Şeyh Efendimiz:
-"Oğlum cezbe zahmettir. Meşakkattir ve de bir haldir. Ondan geçmek lâzım ki terakki etsin insan" derdi.
Gelelim diğer cemaatimize: Bağıran bir kimseye kimse gözünü açıp bakmasın, bu niye bağırdı diye. Şeyh Efendimizin bir sefer teveccühünde bir kimse öyle bir cezbelendi ki affedersiniz bir beygir nasıl debelenir, silkinirse öyle oldu. Cemaatin içerisinde korkanlar da olmuş. Sade vücudu sallanmıyor. Salonu da sallıyor. Öyle cezbe vardır. Bu çırpınan kimdir. Açmayın, bakmayın. Bunlar yasak. Teveccühe başlarken teveccühün bir oturma usulü var, oturtturacaklar. Oturduktan sonra teveccühe başlarken bir kimse tarafından bir nidâ olur. "Estağfirullah." Hatmelerde olduğu gibi. Estağfirullah nidâsı olunca herkes gözlerini yumacak. O andan itibaren bütün düşüncelerini kalbinden atacak, râbıta yapacak, kalbinde de Allah Allah, zikrine devam edecek. Bütün gelen düşünceleri, şuğulları atsın, kalbini Allah ile meşgul etsin. Ta ki teveccühün sonuna kadar açmasın. Oturmaya müsaade edilmiştir. Yani müsait ise diz üstü otururken bacağı ağrıdı ise değiştirir. Bu olabilir.
Gözlerinizi kapatınca 25 estağfirullah okuyun. Kendiniz işiteceğiniz kadar, hatmelerdeki gibi. Ama sağınızdaki, solunuzdaki duymasın. Kendi işiteceğiniz kadar. Sonra yapacağınız bir şey: kalbinizle, gözünüzü muhafaza edin. Râbıta karşınızda Allah da kalbinizde. Ne zamana kadar. Teveccühün sonuna kadar. Teveccühü bu günâhkâr yapacağız. Fakat bizim için iki rekat namaz var. Kılıyoruz. Namazdan sonra üç defa "Estağfirullah" aşikâr okuyoruz. Okuduğumuz zaman siz hiç okumayın. 25 "Estağfirullah" okuyoruz ama, üçüncü aşikâr 22sini gizli okuyoruz. Biz üç defa "Estağfirullah" okuduğumuz zaman siz hiç okumayın. Ondan sonra dualar var. Gizli aşikâr okuyoruz, kalkıyoruz. Teveccühte bu safların arasında gezeceğiz. Kelâm-ı kibar gönlümüze ne himmet olursa onu okuyacağız. Sırtınıza da el vurulacak. Bu Kelâm-ı kibar okunduğu zaman, sırtınıza el vurulduğu zaman deyin ki Şeyh Efendimiz Dede Paşa Hazretleri bu teveccühü yapıyor. Zaten Kelâm-ı kibarda öyle geçiyor.
Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Bu nedir? Evliyaullahın kelâmı ne yapar? Kalplerden kiri, pası atar.
Kirden pastan mana: Mâsivâ. Dünya sevgisini çıkarır insanların kalbinden. Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, âhiret sevgisi yerleştirir insanların kalbine. Değil mi zaten "din nasihat, din nasihat, din nasihat." Okunurken, sırtımıza el vurulurken deyin ki "bunu Dede Paşa Hazretleri yapıyor."
Kibrid-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir Pir-i Tagi mevlası
Dâim cezbederler buraya bizi
Denilmiş ama biz de diyoruz ki:
Beraberdir Dede Paşa mevlâsı
Dâim cezbederler buraya bizi
İşte böyle Kelâm-ı kibar okunur, sırtınıza eller vurulur. Bunlar bittikten sonra yine hoca efendilerin bir tanesi aşir okuyacak, aşir okunduktan sonra tamam. Amel tamamlandı diye düşünülür. Herkes gözlerini açar. Teveccühün şeklini de bozar. Ben de bir abdest alayım. Bu amel de sünnettir, abdest üzerine abdest almak.
.
11-Sev...Mürşitler benzer güle Müridler benzer bülbüle Sev Hakk'ı seven ile
"Sev...
Mürşitler benzer güle
Müridler benzer bülbüle
Sev Hakk'ı seven ile."
10 Mayıs 1990
Hoş geldiniz, safa geldiniz. Allah arzunuza ulaştırsın. Arzularınız aldatmasın. Arzular insanı aldatabilir. Çünkü arzuların bir kısmı nefisten gelir. Çok şükür. Allah bize her türlü ihsanda bulunmuş. Bizden daha bilgili, daha tahsilli kimselere bu nimeti vermemiş. Bunun kıymetini bilelim. Salih Baba ne diyor:
Salih ne yatarsın uyan dediler
Sıdk ile Allah'a dayan dediler
Hak gizli değildir ayân dediler
Çok ihsan var bu ihsandan içerü
Çok ihsan nedir? Allah'ı bilmek, Allah'ı bulmak, Allah'ı görmek. Bilmek bir ihsandır. Aramak lütuftur. Nimetine ulaşmak da, daha büyük bir lütuftur. Cenâb-ı Hakk: "Biz bir gizli hazine idik. Aşikâr olmak için, cinleri, insanları halk ettik." buyuruyor.
Muhammed Piri Sami'den kemâlin eyledin izhar
Saadet afitabından cemâlin eyledin izhar
Hakikat ilminin her bir meâlin eyledin izhar
Cevâhir kenzinin dürrün anın kalbinde düzdürdün
Nihayet kuru bir namım mezar taşına kazdırdın
Cevâhir: Çok kıymetli bir şey, mücevher. Kenz: Gizli hazine.
Küntü kenzi mahviya: Bir gizli hazine idik, insanları, cinleri aşikâr ettik.
Bu gizli hazine nerede bulunuyor? Evliyaullah'ın kalbine giren kimse gizli hazineyi buldu. Ama Evliyaullah'ın kalbine ne ile girilir? Sevmekle, sevilmekle. Kelâm-ı kibarda buyuruyor:
O kim âmâdurur çeşm-i basîri
Göremez Pir-i Sami gibi cânı
Yine buyuruyor:
Seni Hak bilmeyen ol geçreviler
Büluğa ermez anların imanı
Yine buyuruyor:
Her kim ki şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez
Yok eylemeyen varını, maksûduna ermez
...
Hak gizli değildir ayan dediler
Çok ihsan var bu ihsandan içerü
Bu ihsanın birincisi : Allah bizi müslüman halk etmiş. İkincisi de : Sevgili Habibine ümmet etmiş. Çünkü bütün ümmetlerden, ümmet-i Muhammedin Allah'a makbuliyeti var. Ahirette de Cenâb-ı Hakk, bütün peygamberlerden çok bizim peygamberlerimizin ümmetine, bizlere ihsan edecek. Diğer peygamberler bizim peygamberimize ümmet olmayı dilemişler. Kelâm-ı Kibar:
Saadet burcunun sultanı sensin ya Resulallah
Kamu dertlilerin dermânı sensin ya Resulallah
Bu anlaşılıyor. Peşinden gelen kelâm:
Dahi hem alem-i âmâda iken cümle esmâlar
Zuhûr-u âlem-i ayânı sensin ya Resulallah
Esma: Canlı, cansız bütün isim taşıyan cisimler.
"Habibim seni halk etmeseydim bu varlıkları halk etmezdim." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
Gönülden perde-i hicâb açıldı
İlm-i ledünniden bezmi içildi
Cümle esma birbirinden seçildi
Herbiri bir guna elvan eyledi
Gönülden perde açılınca, mani olan, göstermeyen perde açılınca, "Hiç bir mekâna sığmam mü'min kulumun kalbine sığarım" buyuruyor Cenâb-ı Hakk. İnsanlar Cenab-ı Hakk'ın esma nuruna da malik olurlar, sıfat nuruna da mâlik olurlar. Sıfat nuru tecelli eder. Zat nuru da tecelli eder.
Zuhûratın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem
Zemin ü âsumânın nuru sensin ya Resûlallah
Dahi hem "küntü kenz" esrarının bil mahremi sensin
Makamındır senin hem "Gâbe gavseyn" ya Resûlallah
"Habibim sen bana iki kaşının yaklaştığı kadar yaklaştın." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
Cemi-i enbiya cümle sana hep ümmet oldular
Hüviyyet bâbının miftahı sensin ya Resûlallah
Salih Baba "Çok ihsan var bu ihsandan içerü" buyurmuş ve bu kelâmda bir hakikatten bahsetmiş:
Birinci ihsan: Cenâb-ı Hakk müslüman halk etmiş.
İkinci ihsan: Sevgili Habibine ümmet etmiş.
Üçüncü ihsan: Tarîkat nasip etmiş.
Şeriat bir şeyi bildiriyor. Ama erdiren ne oluyor? Tarîkat.
Şeriat tarîkat yoldur varana
Hakikat marifet andan içeru
Bu yol nedir? Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Cenâb-ı Hakk bunları bahşetmiş ama, kazananlara. Kazanmayanlara bir şey yok.
Bu nimeti kazanamayan insanlar ne olur? Allah korusun hayvanî sıfatta kalırlar. Hayvandan onun bir farkı olmaz. Bir şu fark vardır. Hayvan azap görmez, o görür. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de iki tane hakikat var:
Birincisi: Nuh Aleyhisselamın tufanında Nuh Aleyhisselamın oğlunun boğulması. Aynı zamanda o ebedî cehennemde yanacak. Halbuki Nuh Aleyhisselam büyük bir peygamber. İnsanların ikinci babası Hz. Adem'den sonra. Kıyamet gününde bütün insanlar Hz. Adem'e şefaate gidecek o da gidin Nuh'a diye ona gönderecek. Öyle iken oğlu ebedî cehennemde yanacak.
Ashab-ı Kehf'de Ben-i İsrail'in velileri. Onlara tâbi olan, onların peşine takılan bir köpek de diriltilecek. Cennete ebediyyen onlarla yaşayacak. Halbuki insanlardan başka dirilecek hiçbir mahluk yoktur. Cenâb-ı Hakk o köpeği yeniden halk edecek. Kaadir Allah, ona özel muamele yapıyor. Hiçbir hayvanî mahlukatı var etmezken, onu var edecek. Cennette velilerle beraber ebedî yaşayacak. İşte bunun için "Çok ihsan var, bu ihsandan içerü" deniliyor. Bunun bir hakikatı var, çok delilleri var.
Cenâb-ı Hakk seçmiş, bizi Peygamber Efendimizin ümmeti etmiş. Yüzyirmi dört bin peygamberin ümmetinden etmemiş. Cenâb-ı Hakk onu da bildiriyor.
Ayet-i Kerimesinde:
"Habibim, Biz senin dininde eksiklik bırakmadık. Dinlerin içerisinde en üstün din olan İslâm dinini seçtik. Sana bahşettik." buyuruyor.
Öbür dinlere ve peygamberlere inanıyoruz. Fakat bizim dinimiz İslâmdır. Kitabımız Kur'ândır. Peygamberimiz Hz. Muhammed'dir. Onun için biz geçmiş ümmetlerden farklıyız. Ama fesat ümmet zamanındayız. Bunu da bilmeliyiz. Peygamber Efendimiz: "Bir sünnetimi işleyene yüz şehit sevabı var" buyuruyor. Bir emri daha var. Ashabına buyuruyor ki:
"Ey ashabım sizler öyle bir zamanda geldiniz ki; Allah'ın emirlerinden onda dokuzunu işleseniz de, bir tanesini işlemeseniz helâk olursunuz. Ama öyle bir zaman gelir ki, Allah'ın emirlerinin onda birini işlerler, dokuzunu işliyemezler onlar kurtulurlar." Bu bir Hadis-i Şerif.
Niçin? Onlar Nur-u nübüvvetin içine girdiler. Nur-u nübüvvet zamanında halk edildiler. Gün gibi aşikâr gördüler Peygamber Efendimizi. Bizler gıyaben biliyoruz. Allah'a şükür ki inanlardanız. Bu da Allah'ın ihsanı, Peygamber Efendimizin şefaatidir. Bu zamanda fesat ümmetten değiliz.
Fesat ümmet kimdir? Ezan okunduğu zaman câmiye koşup gitmeyenler.
Oraya buraya koşan hareket eden bu kadar insandan, camiye koşup gidenler ise itaat edenlerdir. Aşikar olan bir şey.
Fesat Ümmet: Allah'a itaat etmeyen demektir. Bu zamanda Allah'a itaat etmekte başta namaz geliyor. Çünkü namaz ibadetin ufuğudur. Hadisler böyle. Namaz mü'minin miracı. Namaz dinin direği ve namazı Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok yerde emrediyor. Şimdi bu zamanda beş vakit namazı kılan, orucunu tutan, helali, haramı tefrik eden, sevabı, günahı tefrik eden... İşte itaat ümmet. Böyle olmazsa, gerisi fesat ümmet.
Cenâb-ı Hakk bakınız bizi itaat ümmetten halk etmiş. Bu da bize büyüklerimizin duası himmetidir. Büyüklerimizi tanıdığımız için fesat ümmetten olmadık. Onları tanımak bizim için bir şereftir. Onun için Ashab-ı Kehf'in peşine takılan köpek cennette yaşayacak. Biz onları sevdikse eğer, onların duası himmeti bizi o fesat ümmetten etmiyor. Ve âhirette onunla beraber olacaksınız. Burada Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsanı var. Şöyle özetleyebiliriz.
Bizim müslüman olmamız, ümmet-i Muhammed'den olmamız, tarîkat ehli olmamız, daha da büyük ihsanlar, tarîkatı bildik, yaşadıksa, tatmışsak, muhakkak Ru'yetulllah'ı da göreceğiz. Ru'yetulllah haktır. İnkâr edenler bâtıl oldular. İslâm'dan ayrıldılar. Mu'tezile mezhebi diye ayrıldılar. Bunu tasavvuf kitapları yazar Reşahat'ta yazar. Orada:
Alaaddin-i Attar Hazretleri, Nakşibendi Efendimizin üçüncü halifesi. Onun zamanında ehl-i sünnet âlimleri ile Mu'tezile âlimleri Ru'yetulllah hususunda bir çatışma yapmışlar. Bahse dalmışlar. Onlar Ru'yetullah'ı inkâr ediyorlar. Ehl-i Sünnet âlimleri:
-"Ru'yetulllah vardır" diyorlar. Haktır diyorlar. Hayli bir çatışmadan sonra Ehl-i Sünnet âlimleri aciz kalıyorlar. İkna edemiyorlar. Her iki taraf da çok deliller getiriyorlar.
Cenâb-ı Hakk:
-" Sen beni göremezsin" buyurdu. Bu onların elinde bir delil oluyor. Ayetlerin tevili vardır. Tefsiri vardır. Ulema tevili de yapar, tefsirini de yapar. Ehl-i Sünnet olanlar ikna edemeyince Alaaddin Attar Hazretleri'ne koşuyorlar.
- "Efendim din gidiyor. Sen bize yardım et" diyorlar. O zaman Alaaddin Attar Hazretleri diyorlar ki:
- "Siz bana onların âlimlerini getirin."Gidiyorlar,getiriyorlar."Diyor ki bunlara :
- "Ben size Ru'yetullah'ı hakke'l-yakîn göstereceğim. Yalnız şartımız şudur: Üç gün taharetle, nezâfetle bizim sohbetimizde bulunacaksınız. Boy abdesti alacaksınız. Sabahleyin geleceksiniz, ikindiye kadar bizim sohbetimizde bulunacaksınız." Bir yapmışlar, iki gün yapmışlar, üçüncü ikindi zamanında bunlara mübarek manevî gözü ile bakmış. O gözü bunlara isabet edince ne olmuş. Hepsi sökülmüşler. Yere serilmişler. Cezbe almış bunları. Bayılmışlar. Kendilerinden geçmişler. İradelerini kaybetmişler. Çırpınmışlar. Ağızlarından köpükler saçılmış. Bağırmışlar. Ayılınca, ayılan ayağına kapanmış.
- "Haktır, kabul ettik Ru'yetulllah'ı demişler. Sen de Hak meşâyihi bir velisin. Biz de tarîkata gireceğiz. Kabul et demişler." Hepsi de ihvan olmuşlar.
Onun için çok şükür; şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. İnsanlar marifete de ulaşıyorlar. Marifet insanların en yüksek makamı. Şeriat da Cenâb-ı Hakk'ın emri. Şeriat hepsinin başı.
Nakşibendi Efendimiz'den sormuşlar: Sizin tarikatınızın bidayeti nedir, Nihâyeti nedir?
Buyurmuşlar ki:
- "Bizim tarikatımızın bidâyeti de Amentü billah, nihâyeti de Amentü billah. Yani bidayeti de Allah'ın varlığına inanmak, nihayeti de Allah'ın varlığına inanmak. Yani bu altı şarttan başlıyor İslâm. Bu altı şart ile insan sona eriyor. Kemâle ulaşıyor."
Cismi ile şeriatta, aklı, ruhu ile tarikatta, sırrı ile vuslattadır bir Hak tâlibi.
"Kulum iste vereyim" diyor Cenâb-ı Hakk.
Hak tâlibi: Allah'ı isteyen, Allah'ın rızasını isteyen, Allah'ın cennetini isteyen, Allah'ın cemalini isteyen, herkes taliptir.
Cenâb-ı Hakk talip olanın isteğini verir. Yalnız biz müslümanız. Allah bizi tarikat ehli halk etmişse bizim bir çok isteklerimiz var ki, onları vermezse Cenâb-ı Hakk, onları da kendi bilir. Biz bilmeyiz.
Ehl-i dünya, ehl-i âhiret, ehl-i huzur. Bunu yaşayan bilir. Allah ile kulun arasında olan bir şeydir. Ben kimsenin ehl-i dünya mı, ehl-i âhiret mi olduğunu bilemem. Ama sen iyi bilirsin.
Sen nasıl bilirsin.Ölçü nedir burada? Eğer sen dünyayı ahiretten çok seviyorsan ehl-i dünyasın. Ahireti çok seviyorsan ehl-i dünya değilsin. Dışardaki bilemez. Dışardaki ancak amelinden tahmin eder. Amel de insanı aldatır. Niçin.Bu amelini riya için mi yapıyor. Şöhret için mi.Ne maksat için yapıyor? Onu bilemeyiz. Yalnız bizim tasavvufun bir kelâmı var. Ne buyuruyor Salih Baba:
Nefsim bana râm ol düşme teşvişe
Hep fasiddir bu kurduğun endişe
Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa
Pir-i Sâmi gibi sultanımız var
Evliyaullah bir manevî çobandır. Müritler onun sürüsüdür.
Kim inanarak tarikata girdi ise o bu sürünün malı oldu. Onu artık kurt, kuş yemez. Buradaki kurttan, kuştan mânâ zamanımızın şerri, fitnesi. Zamanımızda israf var. İsraf haramdır. İnsanlar kurtulamıyorlar bundan. Faiz haram, bundan kurtulamıyorlar.
Bizi ancak bundan kurtaran nedir? Büyüklerimizin himmetidir. Pirimizin himmetidir. Onların duasıdır. Fesat ümmetten değiliz. Yine onların himmeti, duasıdır. Niçin?
Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden
Adûvler yıktılar seddi ne yatarsın gâfil insan
Şeyh-i kâmil: Evliyaullah. Eğer onun himmeti sana ulaşmazsa, düşmanlar senin evini yıktılar. Seni de öldürürler.
Adû: Düşman. Sed: Seni muhafaza eden duvar. Duvar da yıkılır.
"Öyle bir ağızla dua edin ki, günah işlememiş olsun" denilmiştir. Biz bu günah işlememiş ağıza muhtacız.
Kim bu günah işlememiş ağız? Evliyaullah'ın ağzı. Onun duası bizi muhafaza eder, kurtarır. Kurda kuşa yedirmez. Bizi zamanımızın şerrinden fitnesinden muhafaza eder. Bizi fesat ümmetten etmez. Ancak bizim de Meşâyihimiz'in ismine leke getirecek noksanımız olmasın.
Olursa ne olur? Allah korusun bir tokat yersiniz.
Bu tokat da iki türlüdür.
Gadap tokatı, Şefkat tokatı.
Celâlinden gelen tokat olursa, Allah korusun ne malını koyar, ne canını koyar, ne imanını koyar, ne de amelini.
Şefkat tokatı terbiye içindir. Bunu da taşıyamayız. Niçin? Bela ve çile verilir. Bu zamanda çileyi taşımak kolay mı.Bu kadar safahat, bu kadar bolluk içerisinde insanlar bela taşıyabilir mi .Eski insanlar taşıyormuş. Onun için Şeyh Efendimiz sohbetinde buyurmuş ki:
"Bir müridin hizmetinden eksikliği olursa veya bir mürit sözünde veya işinde, tarîkatına meşâyihine noksanlık işlerse, ona tokat vururlar."
Bu noksanlıklar bizi terbiye etmek için. Münkir olmadınsa bir şefkat tokatı vururlar. Ama tokatı yemek kolay değil. O tokatı yemek kolay değil. O tokatı yedikten sonra bilmiş ol ki dünyada senin için hiç rahat olmaz. İşin hiç rast gitmez. Artık ne bilelim, kazalar, belalar, büyük büyük zararlar, çeşitli musibetler seni bırakmaz. Ama âhiretine bir zarar gelmez.
.
12-Aldadı aldadı dünya beni aldadı,Dibinde zehir dolu, yüzünde var bal tadı
"Aldadı aldadı dünya beni aldadı,
Dibinde zehir dolu, yüzünde var bal tadı"
11 Mayıs 1990
Gelenlere cümleten merhaba !
Allah aşkınızı muhabbetinizi artırsın. Allah ilminizi, bilginizi artırsın. Allah şerefinizi, makamınızı yükseltsin. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah dünyada ve ahirette korktuklarınızdan emin etsin.
Korktuğumuz nedir? İnancımıza bir noksanlık gelmesin. Ahiretimize bir zarar gelmesin.
Umduğumuz nedir ? Cenâb-ı Hakk dünyada Cenâb-ı Hakk'a isyan edenlerden etmesin. Nefse, şeytana uydurmasın. Ahirette de azaba düçar etmesin. Umduğumuz rahmeti olsun. Rahmeti ancak rıza ile kazanılır. Rızası ise amel ile kazanılır. Amel de ihlas ile yapılırsa rızayı kazandırır.
İnsan Allah'ın gazabına neden uğrar? İsyan ettiği için. İsyan neden olur. Gafletten. İnsan gafil olmazsa, isyan etmez. Günah işlemez. O noksanlıklar nerden geliyor? Dünya sevgisinden, dünya muhabbetinden. Bir kelâm var:
Hubb-i dünya bizi sarhoş eyledi
Bir ticaret erbabını düşünelim.
Gaflette kalır çıkmaz ise bu garip insan
Dünyaya gelen bir insan ahirete hazırlanmazsa ne olur? Kendi kendine zulmetmiş olur. Eğer insanlar gafletten çıkamazlarsa, Peygamberimizin nuruna, Peygamber Efendimizin varlığına ulaşamazlar. Hz. İsa'nın nefesi de tecelli etmez onlarda. Bu tecellinin de olması gerekir. Niçin?
Cenâb-ı Hakk:
"Biz insanları kıymetli halk ettik, insanları büyük halk ettik, insanları çok güzel halk ettik." buyuruyor.
Peygamber efendimizin bir hadisi de var ki:
"Benim ümmetimin velileri, Ben-i İsrail peygamberleri derecesindedir."
Bir insan dünyaya gelirken veli olarak gelmemiştir. Ama peygamberler, peygamber olarak gelmişlerdir. Onların ruhlarını Cenâb-ı Hakk öyle halk etmiş. Ama biz bilemeyiz. Kimin ruhunu şöyle halk etmiş. Kimin ruhunu böyle halk etmiş. Bir insan Dünya'ya gelince şakî mi, saîd mi, zengin mi, fakir mi olacak?
Şaki: İsyan eden, azaba dûçar olan.
Saîd: İtaat eden, Allah'ın rahmetine nail olan.
Bunlar da ilmi ezelînin esrarıdır, biz ilm-i ezelîyi bilmeyiz. İlmi ezeli günümüz, saatimiz, dakikamızdır. Madem ki Cenâb-ı Hakk irade vermiş, akıl vermiş, kârımızı, zararımızı bileceğiz. Burada kâr, zarar ahiret için. Dünya için değil. İnsanlarda iki akıl vardır: Aklı maad, Aklı maaş.
Cenâb-ı Hakk :
"İnsanlar hüsrandadır." buyurmuş.
Burada hüsran : Amelsizilk, ahireti düşünmemek.
Bir de buyuruyor ki:
"İnsanlar uykudadır, ölünce dirilirler." "O işlemiş oldukları zararları bilerek işlerler." İnananlar içindir bu, zerre kadar hayır da işleseler, şer de işleseler, hepsi karşılarına çıkacak. Hepsi sorulacak.
Akl-ı Maadını kullananlar ahireti düşünenlerdir. İnsan sadece dünyayı düşünürse aklı maaşını kullanmış olur. İnanan insan her ikisini de kullanacak. Akıllı insan dünyadaki kârını zararını biliyorsa, ahiret için de bilecek. Ama inancı olmayanlar, onlar başka... Onlar zaten aklı maadlarını körlemişler, kullanmıyorlar.
Onun için"Dünyaya da çalışın, ahirete de çalışın." buyuruluyor.
Dünyaya nasıl çalışacak? Bedenen çalışacak. Sanatçı sanatını işleyecek, ziraatçı ziraatını yapacak. Yani geçimini sağlamak için bir kazanç sahibi olacak. Ahirete nasıl çalışacak? Amel işleyecek. Zaten Cenâb-ı Hakk bizi ahireti kazanmak için dünyaya getirmiş. İnananlar için "Amentü" geçerlidir. Nasıl? Allah'a inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, Resullere inanmak. Herşeyi Allah takdir ve halk eder. Buna da inanacak. Öldükten sonra dirilmeye de inanacak. Bu altı şarttan bir tanesine inanmamışsa onun imanı eksik.
Meleklere inanacak. Çünkü melekler kitapları getirmiş. Kitapları kimlere indirmişler? Peygamberlere indirmişler. Peygamberler niçin gönderilmiş? İnsanlar Rabbını tanısın, Rabbını bilsin diye gönderilmiş.
Ama inanmayanlar ne diyor:
- "Öldükten sonra dirilmez insan" diyorlar. "İnsan da maymundan geldi" diyorlar. Bu kadar varlıkları, bu kadar halkiyeti tabiattan biliyorlar.
Halbuki Allah "Kün" emri ile halk etti. Havada ve karada, deryada yaşayanlar var. Bilmediklerimiz de çok, görmediklerimiz de çok. Bunların hepsini Allah halk etti.
Kitapta ne buyuruluyor:
"Biz Ademi halk ettik. Kendi ruhumuzdan ruh üfledik."
Kendi nurundan nur verdi. Can verdi. Bir başka kelâm:
Bedensiz bir güzel gördüm efendim
İlikten damardan kandan içerü
Canan illerinden sordum efendim
Bir gizli can vardır candan içerü
Ruh demek can demektir. Allah üflemiş. Ademe ruh üfledik demesinde, Hz. Ademe can gelmiş. Can gelince pıskırmış. Pıskırınca "Elhamdülillah" demiş.
İnanmayanlar ne kadar akıllı olursa olsunlar, onlar iblisin aklından. Ne kadar ne icat ederlerse etsinler, onların aklı şeytanî. Ama inananların aklı İbrahim Aleyhisselam'ın aklından. İbrahim Aleyhisselam aklı ile buldu Allah'ı. Hz. Adem'in aklından. Çünkü Hz. Adem cansız bir cemadat idi. Cenâb-ı Hakk can üfledi, pıskırma verdi. Onun için pıskırmak haktır. Haktandır. Pıskırdığınız zaman da Elhamdülillah deyin. Elhamdülillah dedi. Allah'a hamd etti. İblis ise o kadar ilmi ile, o kadar ameli ile Allah'a isyan etti. Allah'a karşı geldi. Bir insan kârını zararını biliyorsa akıllıdır. Bu aklı maadını da kullanacak. İster inansın, ister inanmasın. İnanmayanlar zaten kullanmıyorlar. Onlar cehenneme gidiyorlar. Çünkü inanmayanlara cennet haramdır.
Bu denli ilme malik iken iblis
Ademin ilmini bilmedi o telbis
Madem ki inandık. Biz iki aklımızı da kullanacağız. Aklı maadımız, aklı maaşımız. Cenâb-ı Hakk 24 saati 3'e bölmüş.
"8 saat maişetin için çalış. 8 saat ibadetini yap, 8 saat de istirahat et"
Dünya maişetiniz için ne olmanız gerekiyorsa olacaksınız. Memur var, sanaktar var, ticaret var, ziraat var. Kazanç bu dört yönden gelir.
Akıllı olanlar bu işleri yapıyorlar. Aklı olmayanlar hiç bir işini yapamıyorlar.
İşte akıllı olan nasıl ki sanatını yapıyor, kârını, zararını biliyorsa, âhiretle ilgili kârını zararını da bilmekle mükelleftir.
İnsanların içerisinde en çok sevilen, Peygamber Efendimizin en çok sevdiği ümmeti kimdir? Ticaretini ve ibadetini müsavi götüren. Bu kim olur? Ticaret ibadetine mani olmuyorsa, ibadeti de ticaretine mani olmuyorsa, makbul insan budur. Allah'ın emrini de bu tutmuştur. Allah'ın rızasını da bu kazanmıştır. Ahireti de kazanır. Dünyayı da kazanır.
Dünya insanlar için nârdır veya nurdur.
Dünyayı da ahiret için kazanacak. Bu hadistir. Dünyayı ahiret için kazanıp harcayanlar için dünya nurdur. Dünya demek, insanların varlığıdır. Mücevherleri, gayri menkulleri, apartmanları, fabrikaları vs.
Dünya için kazanır, harcarsa, bir kısmını da ahiret için ayırırsa, ibadetini de yaparsa işte ehl-i nur bu kimsedir.
İbadet de iki türlüdür: Bedenen amel (ibadet), Malen amel (ibadet).
Bedenen ameli: Zengin, fakir ikisi de yapacak. Ama malen ameli zenginler yapacak. Yalnız bu zengin, bedenî amelini yapmıyorsa mal ile yaptığı ameli onu kurtarmaz.
Dünyaları kazansa, hepsini hayıra, hasenete harcasa bile bedenî amelini yapmıyorsa, yine kurtulamaz. Burada ibadet denilince başta namaz geliyor. Namazsız hiçbir ibadette makbuliyet yoktur. Bir cismi, bir cesedi düşünelim. Bu ceseti ne dolandırıyor. Baş dolandırıyor. Bir insanın başını kesince mümkün mü yaşasın.Ama kolunu kestikleri zaman yaşar. Bacağını keserler yaşar. Tek böbrekle yaşar.
Demek ki: Namaz ibadetin ufuğu. Namaz dinin direği. Namaz mü'minin miracı. Namazsız hiç bir şey olmaz.
Kulun hiç bir saati boş değilir. Oyun, içki, kumar yerlerinde gezenler var. Bunlar işte battal oluyor. Kur'ân-ı Kerîm'de tembellere battal deniyor. Battal ise batmış, batırmış. Zengin bir insanın malını kaybedince sıfıra düşmesi batmış demek değildir.
Gam o değil gide dünya gele din
Gam odur ki gide din gele dünya
Onun için bir insanın dünyası hep gitsin de imanına bir zarar gelmesin. İnancını yaşasın. Ama bir insan dünyayı celbetmiş. Din yok. Onun için "gam" vardır.
Demek ki insanın boş vakti yok. Sadece istirahati var. İbadetini yapmayanlar. Belki ticaretini yapmayanlar var. Niçin .Babadan kalmış bir serveti var. Veyahut az zamanda çok bir şey kazanmış. Çok kimseler var ki zamanımızda kısa bir süre de zengin olmuşlar. Çarkı dönüyor. Ama ne yapıyor. Ancak zevkinde. Safa yerlerinde. İbadet yok.
Sekiz saat ibadetimiz olacak, bunu yapmamız lazım. Çünkü Cenâb-ı Hakk:
"Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz ise:
"Size dört şey gelmeden dört şeyin kıymetini bilin." buyuruyor.
1."İhtiyarlık gelmeden gençliğin kıymetini bilin."
Çünkü gençlik bir defadır. Bir daha gelmiyor. Ahiret de gençlikte kazanılıyor. Dünya da gençlikte kazanılıyor. O genç ibadetini yaparak dünyayı kazanıyorsa, onun kazancı da ahiret içindir. İnsanlar için en kıymetli olan şey gençliğidir. Servetten, maldan daha kıymetli. Bunu zayi etmeyecek. İbadet etmeden, isyan ederek ölmüşse gideceği yer zaten cehennemdir. İhtiyarlıkta amel çok çetindir. Güçtür. Yalnız ihtiyarın gençlikte yaptığı amel sıhhatlidir. Onun nimetidir. Niçin? İhtiyarlık insanlar için bir musibet ise, bir hastalıksa Cenâb-ı Hakk Peygamber Efenimizin lisanı ile ne buyuruyor:
"Kulum bana itaat ederse, ben onu yed-i kudretimde muhafaza ederim."
2. "Size hastalık gelmeden sıhhatinizin kıymetini bilin."
3. "Fakirlik gelmeden zenginliğinizin kıymetini bilin."
İnsanlar zengin de olur fakir de olur. Ama zengin olursa, geleceğini düşünecek. Bir zaman gelir çarkı bozulur. Belki kazanç temin edemez. İhtiyacını gideremez. Bu böyle. Bir de insan beşerdir. Hasta da olur. Kazancından bir şey artırırsa, bir köşeye koyarsa, hasta olduğu zaman birikmiş parası onu mağdur olmaktan kurtarır.
Aslında bol kazançla malî amel yapılır. Bir insan belli bir kazançla ancak kendi ihtiyacını karşılar.Bir fakiri doyuramaz. Bir çıplağı giydiremez. Bunları zengin yapabilir. Zengin ne ile yapar.Bol kazançla. Bu bol kazancı israf ederse, işsiz kalırsa veya hasta düşerse perişan olmaz mı?
4."Meşguliyet gelmeden boş vaktinizin kıymetini bilin."
Farz olan amel meşguliyeti dinlemez. Binbir meşakatte olsa o işlenecek. Ondan kurtuluş yok.
Cenâb-ı Hakk ne buyruyor:
"Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır."
Kelâm-ı kibar:
Savm-ı salat-ı hac ile sanma zahid biter işin
İnsan-ı kâmil olana lâzım olan irfân imiş
İnsanlar ne ile irfan sahibi olur?
Namaz kılmakla, ibadetle mi. Amennâ. İbadet olacak. Fakat bunlarla irfan sahibi olamaz. İnsanlar ancak Allah'ı çok zikretmekle, çok teslim olmakla, çok ibadet yapmakla irfan sahibi olurlar.
İrfan Sahibi: Kalbini tamamen Allah'a vermiş, Allah kalbinden hiç eksik değil.
Açılmış mekteb-i aşkın kapısı
Okuyup ilm ile irfana gel gel
İrfan da bir ilimdir. İrfan ne ile elde ediliyor. İrfan kalb ilmidir. Zahir ilmi var, batın ilmi var. Sadır ilmi var, satır ilmi var.
Satır ilmi: Kağıtta yazılı olan ilim.
Sadır: İnsanların göğsüdür.
Bu ne ile elde edilir. Bu ancak aşk ile elde edilir. Allah aşkı. Neresi bu mekteb. Burası işte. Bu sohbete gelenler mekteb-i aşka girmişler. Çünkü niçin. İnsanı, kâmil eden sohbettir. Kitap insanı irşat etmez. Kitap ta Allah'ın emridir. Amel kitap ile olacak. Kitap ta bilinecek. Onun için:
A'nın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşad eyler sohbette
Cemalini görenler kalır hayrette
...
Benlik berzâhından âzâd olmuşuz
Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz
Böyle bir sultana evlâd olmuşuz
Daha bundan büyük ne şânımız var
"Meşguliyet gelmeden boş vaktinizin de kıymetini bilin." buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Bir de şu var. Madem ki Cenâb-ı Allah 24 saati bizler için üçe taksim etmiş. 8 saat ibadet, 8 saat ticaret, 8 saat istirahat... Ama nasıl çalışıyorlar insanlar. Hırsı tamahı olanlar ibadeti de terketmişler. 16 saat çalışıyorlar.
Ama bizler için şu var. Sekiz saat ibadet saatında nasıl ibadet yapacağız. Ne ile dolduracağız?
5 vakit namazımız var. Namaz meşguliyet dinlemez. Ateşte de olsa insan, namazını kılacak. Nafile ibadetini ne zaman yapar.Boş saatinde yapar. 8 saat ibadeti, bir tasavvuf ehli eğer tasavvufu yaşıyorsa, o dolduruyor. 5 vakit namaz 5 saat sayılıyor. 24 saat içerisinde dersin var. Onu namaz vakitleri dışında çekersen, etti bir saatte o, 6 saat. Bir de teheccüd namazımız var. Bir saatte o oldu, 7 saat. Evvabin namazı akşam namazı ile kılındığından, o saat olarak sayılmıyor. Bir de hatmemiz var. Bir saatte o, etti 8 saat. Bunları yaptınsa, tarikattaki hizmetini de gördünse, işte 8 saatin doldu. Allah'ın emrini yerine getirdin. Ama tarîkat ehli olmayanlar daha çok ibadetler yapıyorlar. Fakat onların ibadetleri, amelleri, onları perdeler. Onlara varlık olur. Ama tarîkat ehlinin ki olmaz. Niye.Çünkü bizim tarikatımızda müridi halinden haberdar etmiyorlar. Etmezler. Bizim için öylesi çok daha iyi. Biz hâlimizden haberdar olursak yol alamayız. Terakki edemeyiz. Muhakkak bir makam mevki vardır. Tarikata girdikten sora bir insan, onun ruhu bir görev alıyor. Onun ruhu bir hizmet görüyor. Bizim tarikatımızın manevî kisvesi askeriye. Tarikata giren bir kimse manevî bir kisve giyiniyor.
Emanet Sıbgatullah'a dayandı
Cemâli Hak boyası ile boyandı
Kabâil cümle gafletten uyandı
Füyuzatı Semerkand'e dayandı
Zuhurat-ı Pirimden söylerem ben
Bu yolda canı kurban eylerem ben
Kabâil: Kabileler, boylar.
Emanet ne? Peygamber Efendimizin hilafeti. Manevî geliyor bu. Zahir hilafeti 4 hulfâ-i raşidîn'de sona erdi. Ama manevî hilafeti kıyamete kadar devam edecek. Velilerde bu. Peygamber Efendimiz Hırkayı Saadetini Veysel Karani Hazretlerine gönderdi. Veysel Karani Hazretleri ile dünyada iken hiç birbirlerini görmediler. Görmedikleri halde, niçin ümmetin en hayırlısı buyurmuş.Niçin ümmetin en büyüğü buyurmuş.
"Ben Allah'ın kokusunu Yemen'den alıyorum" buyurmuş Peygamber Efendimiz.
Veysel Karani Hazretlerine işaret bu. Veysel Karani Hazretleri o zaman vahdet-i vücut olmuş. Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmış. Resûlullah'tan büyük mü olmuş. Estağfirullah haşaa. Binlerce velâyet bir nübüvvetin içindedir, nübüvvetin dahilindedir.
Velayet daima gücünü nübüvvetten alır. Onun için Veysel Karani Hazretleri'ne hırkasını göndermiştir. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
(Arabistan'da çok geniş iki kabile var onların da çok koyunları var.) "Bu iki kabilenin koyunlarının kılları sayısınca ümmetimin günahkarları, Üveys'in şefaati ile cehennemden, ateşten kurtulup cennete gidecekler."
Hz. Ömer (Radiyallahu Anh.) Hazretleri hac yaptığı zaman, veda hutbesinde Peygamber Efendimiz'in Veysel Karani Hazretleri hakkındaki meth-u senalarını da hutbede okumuş. Hutbeyi bitirdikten sonra demiş ki:
-"Yemen hacıları ayrılsınlar." Ayrılmışlar.
-"Karen köyünden varsa ayrılsınlar" demiş. (Veysel Karani Hazretleri'nin köyü). Bir kişi ayrılmış, ona sormuş:
- "Üveys'i tanır mısın?"
- "Tanırım" demiş. Ama yüzünü ekşitmiş. İçinden de:
- "Yeryüzünün halifesinin sorduğu adama bak. Ondan daha fakir, ondan daha miskin, ondan daha zelil adam yoktur." Diye düşünüyor. Üveys, köyün develerini güdüyormuş. Görünüşü fakirmiş.
Hakk'ın emrettiği yola giderdi
Validesine canın fedâ ederdi
Bin deveyi bir akçaya güderdi
Veysel Karanî gibi çobanı nettin
Bu kimsenin Veysel Karani hakkında ki düşünceleri Hz. Ömer'in içine doğuyor. Mübarek celâlleniyor. Diyor ki:
- "Ben Hz. Resulullah'tan işittim. Bu kulağımla işittim."
Hadis-i Şerif'i söylüyor.
"İki kabilenin koyunlarının kıllarının sayısı kadar ümmetim, Üveys'in şefaati ile ateşten kurtulacaktır."
Peygamber Efendimiz'in vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Hz Ömer (Radıyallahu anh) hırkasını, Veysel Karani Hazretleri'ne götürüyorlar. Ama bu zahirdeki görüntü. Batında ise hilafet gidiyor. Aslında velayet gidiyor.
Üveysî tarikatları vardır. Meşayihleri yoktur zahirde. Olsa bile itiraz etmesinler diye.
Meselâ: Nakşibendi Efendimiz Üveysi. Zahirde görmüş olduğu meşayih Emir Külal Hazretleri. Kendisi seyyidlerden. Ondan zikir almamış. Bir insan herhangi bir tarikata girince ondan zikir alıyor. Ondan zikir almamış. Zikir yapmamış ama, ondan icazet görmüş. Zahirde izin almış. Ama nerden yetişmiş. Mâneviyattan yetişmiş. Yani zahirde hiç görmediği bir zatın ruhundan yetişmiş.
Allah'a çok şükür Allah bizi müslüman yaratmış. Ama bütün müslümanlar bütün inananlar müsavi değiller. Cenâb-ı Hakk:
"İnsanlar zarardadır." buyuruyor. Bu zararın inceliğine bakın: Peygamber Efendimiz ne buyuruyor hadisinde?
"İki günü müsavi olan zarardadır."
Nasıl iki günü müsavi?
Amelden müsavi, ibadetten müsavi. Meselâ düşünelim. Sen bir sanatkârsın. Bu gün ne kazandın.Yüz bin lira, yarın yüzbin lira kazanamazsan zarardasın. Ama bu misal olarak. Bu amelde de böyle.
Bunun inceliğini kim anlar. Kim tatbik eder bunu?
Takbikatı mümkün değil. Eğer anlayıp tatbik edecek olursak bir inceleyelim. Her gün ibadetimizi çoğalttık, çoğalttık. Ne oldu? Gün doldu. Tıkandı. İbadetle doldurduk günümüz. Günü uzatamayız ki, ibadetimizi artılaralım. Bu mümkün değil. Niye buyurmuş Peygamber Efendimiz. Ancak bu tasavvufa ait bir emirdir. Tasavvufu anlayan, tasavvufu yaşayan bunu tatbik edebilir. Tasavvufu anlamayan bunun tatbikini yapamaz. Nedir?
"Allah'a olan aşkın nihayeti yoktur. Allah'a olan havf'in nihayeti yoktur. Allah'a olan gurbiyetin (yakınlık) nihayeti yoktur."
Allah'a insanlar ne ile yaklaşır? Allah'ı sevmekle, Allah'a fazla zikir yapmakla. Allah'tan fazla korkmakla yaklaşır insanlar Allah'a. Bunun sonu, nihayeti yoktur. Niçin.İnsanlar Allah'a ne kadar yaklaşsa Resulullah gibi yaklaşamaz.
"Ey Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın." buyurdu Cenâb-ı Hakk.
Nerede? Miraçta. Bir kelam var;
Himmet-i evliyâ bize yâr iken
Şâh-ı Nakşibendi ser-hünkâr iken
Seyid Taha Sıbgatullah var iken
"Gabe Gavseyn"e dek seyranımız var
Kapalı değil. Açık. Gidebiliyorsan git. Ama mümkün mü gitmek. Bir velâyet neyi ifade eder. Peygamber Efendimiz'in varisi olan milyonlarca velisi vardır. Bunların hepsi Peygamber Efendimiz'in nur-u nübüvvetinde yok oluyorlar.
Yol açık... Ama, bir insan Hz. Adem zamanından bu zamana kadar yaşasa, ve bütün ömrünü ibadetle geçirse, Hz. Resulullah'ın makamına ulaşabilir mi. Ulaşamaz. Onun için, Allah'a olan gurbiyetin nihayeti yoktur. Peygamber Efendimiz bunu demiş. Rumuzludur hadisler.
"İki günü müsavi olan zarardadır."
Biz bu zarardan kendimizi nasıl kurtaracağız. Ancak tarikatı anlamakla, yaşamakla, Allah'ı sevmekle, Allah'a olan aşkımızı artırmakla.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
13-Sen çık aradan Kalsın YARADAN
"Sen çık aradan
Kalsın YARADAN."
13 Mayıs 1990
(Teveccüh)
Şeriat da Allah'ın emri, tarikat da Allah'ın emri.
Şeriat da, tarikat da, Allah'a giden yol ise fark nedir?
Fark şudur ki tarikat delilli bir yol. Tarikat Allah'a giden bir yoldur. Zahirde vasıtası şeriattır. Şeriat da Allah'a giden bir yol ama delilsiz bir yol. Şimdi zamanımızda delil kitap deniliyor. Delîl peygamber deniliyor. Öyle ise, Peygamber delîl ise, varisi evliya olmayaydı. Meşayihler niye olmuş. Aksi halde kıyamete kadar tarikat gitmezdi. Yürüyemezdi. Peygamberimizle beraber giderdi. Tarikat gidince sadece kalırdı şeriatı. O halde tarikatsız olmaz.
Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat marifet ondan içerü
Tarikat Allah'a giden bir yoldur. Zahirde vasıtası şeriattır. Şeriatta kıl kadar eksikliğin varsa, senin vasıtan bozulmuş. Senin ayağın kırılmış, yürüyemezsin. Vasıtan bozulmuş gidemezsin. Çünkü şeriatın tamamı ile tarikat oluyor. Şeriatın nihayeti, tarikatın başlangıcı oluyor. Onun için:
Cismi ile şeriatta, akl-ı ruhu ile tarikatta, sırrı ile bila vuslatta. Tarikatın olursa rahat yürürsün. Tarikatsız Allah'a giden yolda eşkiyalar var. Ama tarikatın olursa o yol emniyete alınır. O yolda hiç bir eşkıya, vurucu, kırıcı yoktur.
Bu ne demektir? Zamanımızda kitap ve sünnetler var. Bunların yerlerini bid'atlar almış. Sen bir evliyayı kendine delil edersen. O senin delilindir, kurtuldun. O ne işliyorsa haktır. O bid'at işlese bile onun işlediği bid'at, bid'atı hasenedir. Hayıra giden bid'attır. Bir de bid'atı seyyie var. O da şerre gider. Günaha gider. Biz bunu bilemeyiz. Allah bildirir. Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor:
"Herkes bildiğinin alimidir. Herkes bildiği ile amel ederse biz bilmediklerini ona öğretiriz."
Cenâb-ı Hakk her şeyi bir sebeple halkediyor. Cenâb-ı Hakk Kasım-ul Erzak adında bir melek halk etmiş. Onu bütün mükevvenatın memuru etmiş. Karada, denizde, havada. Hayvanların, cinlerin, insanların memuru Kasım-ul Erzak adın-daki bu melek.
Yâr daim sana nazar eyler
Seni gafil görürse güzar eyler
Sevilen sevdirmedikten sonra seven sevemez.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Benim hidayet etmediğime sen şefaat edemezsin."
Kelam-ı kibar:
Bırak bu masivâ ile hevâyı
Pir-i Sami gibi bul rehnümayı
Delil eyle o zat-ı evliyâyı
Bu berzah alemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Bu dünya arzularını bırak! Bunlar hava. Hava tutulur mu. İnsanın karnını doyurur mu. Seni nimetine ulaştıracak bir delil bul. Onu bulduktan sonra da onu delil eyle. Onun peşinden ayrılma.
Dünya berzahtır. Dünya mü'minin zindanıdır. Peygamber Efendimiz de öyle söylüyor. Sen bir karanlıktasın. Öyle bir karanlıktasın ki zifiri karanlık. Çıkmak istiyorsun ama nasıl çıkacaksın. Mümkün değil. Nereden çıkacağını bilmiyorsun. Sana o sırada birisi dese ki:
- "Oğlum sen burada çok mu bunaldın? Çıkmak mı istiyorsun? Tut şu elimden de çıkalım" derse. Tutmaz mısın onun elinden?Muhakkak ki tutarsın.
Buradaki bu amelde (Teveccühte) esmâ nuru tecelli edecek. Evliyaullah'ın velâyeti. Sıfat nurundan mana, Peygamber Efendimizin nübüvveti. Zat nurundan mana, Cenâb-ı Hakk'ın zatının nuru. Üç nur da burada tecelli edecek. Bu üç nur da Allah'ın nuru. Evliyaullah'ın esma nuru nübüvvetin içerisinde. Resulullah Efendimizin nübüvvet nuru da Zat nurunun içerisinde. Onun için bu nur da burada tecelli eder.
Bu nurları kim cezbeder? Ayık olanlar. Ayık kim? Kalbini tamamen boşaltmış. Kalbinden herşeyi çıkartmış. Allah ile meşgul ediyor kalbini. Resulullah ile meşgul etmek. Meşayihi ile meşgul etmek. Bunların üçünün de birbirinden farkı yok... Aynı da değil, Gayrı da değil.
Zattan mana Cenâb-ı Allah'ın azametidir, şanıdır, zatıdır. Sıfattan mana Peygamber Efendimizdir. Peygamber Efendimiz Allah mı? Değil. Cismi ile Allah değil. Haşa, Allah'tan gayrı mıdır? Değil. Niçin buyurdu ki: "Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın." Evliyaullah da bu nimete mazhardır. Evliyaullah da Allah'a o kadar yaklaşmıştır. Çünkü Evliyaullah'ın Gabe Gavseyn'dir kaşı. Salih Baba öyle buyurmuyor mu?
Arşı muazzam başıdır hem "Gabe Gavseyn" kaşıdır
Ol akl-ı evvel cuşûdur "kün" emrinin fermanıdır
Bu Kelâm-ı kibardır. Haktır. Bizim bu âmelimiz kalb-i selîm istiyor. Kelam-ı kibarda geçer:
Eriş kalb-i selîm içre huzura
İnsanlar huzur isterler. Huzurlu olmak isterler. Kimler huzurlu olur? Kalb-i selîm olanlar. Madem ki bu dünyaya gelmişiz. Bu dünya berzahtır. Bu dünya süflî bir alemdir. Bu dünyada şer fitne vardır. Cenâb-ı Hakk buyurmuyor mu. Bizim çok sevdiğimiz, göz bebeğimizden çok sevdiğimiz evlatlarımız da bizim için fitnedir. Çok mallarımız da bizim için fitnedir.
Niye bunlar fitne olur?
Eğer âşık isen yâre sakın aldanma ağyare
Düş İbrahim gibi nâre o gülşanda yanan olmaz
İbrahim Peygamber için Cenâb-ı Hakk diyor ki:
"Onu ateşten kurtarın. Ama ona kendinizi bildirin." Melekler kendilerini söylediler.
Bir tanesi dedi ki:
- "Ben yerlerin müekkiliyim. Büyük dağları bu ateşin üzerine dökerim söndürürüm."
Birisi de dedi ki:
- "Ben suların müekkiliyim, denizleri buraya aktarırım. Bu ateşi söndürürüm."
Birisi dedi ki:
- "Ben rüzgarların müekkiliyim. Şarkten, garbten rüzgarları getiririm. Bu ateşi savurturum."
İbrahim Aleyhisselam:
- "Bu gücü siz nereden aldınız.Nasıl yapıyorsunuz?"
- "Bize Rabbımız verdi" dediler.
- "Eee. Ben Rabbımı tanıyorum. Ben Rabbımı biliyorum. Siz ne karışıyorsunuz . Ne giriyorsunuz aramıza. Siz aradan çıkın dedi. O bana yeter."
Demek ki İbrahim Aleyhisselam Allah'a o kadar salih. O kadar seviyor ki... Bir tek oğlu, nur topu gibi mübarek. Bıçağı koydu boğazına kesmek için, bıçak kesmedi asla.
Bu nasıl oluyor. Göz bebeği gibi titriyoruz. Neden fitne oluyor evladımız acaba? O Allah'tan fazla sevilirse fitnedir tabii. Allah'tan başka sevilecek yâr yoktur insana. Çünkü seni kurtaracak Allah'tır. Senin o gözbebeğin gibi sevdiğin oğlun seni kurtarmayacak. Malın seni kurtarmayacak. Ama bunları sana Allah verdi. Onları emanet bilirsen, o senin için fitne olmaz. Evladın sana emanet ise ölünce niye ağlıyorsun? Olunca niye seviniyorsun? Allah'ın verdiği birşeyi alınca sevinmezsen ölünce kederlenmezsen tamam... Bunlar fitne olmazlar. Allah ile arana girmezler, seni Hak'tan ayıramazlar.
Demek ki bu amelimiz (teveccüh) ne istiyor. Kalb-i selîm istiyor. Kalbimizde her şeyi düşünüyoruz. Fakat Allah'ın öyle kulları var ki Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Benim öyle kullarım var ki, onların ticaretleri zikirlerine mani olmaz."
Kim bunlar? Veliler. İnsanların içerisinden seçilmiş bunlar. Neleri ile? İlimleri, amelleri ile. Şeriat tarikat ile olmuşlar. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Bunlarla o nimete malik olmuşlar. Öyle ise tarikattan, şeriattan maksat nedir?
Şeriattan maksat: Cesetle ilgili olan. Cesedinle şeriatı yaşayacaksın. Kalbini ancak zikrullahla temizlersin. Senin o çok kıymet vermiş olduğun o amel senin kalbini temizlemez. Eğer ilmin sana varlık oluyorsa, ben âlimim, ben biliyorum diyorsan, o ilim senin kalbini temizlememiş. Benim şu kadar amelim var. Ben üstün insanlardanım diyorsan, o amel de senin kalbini temizlememiş.
Ya nasıl temizlenecek senin kalbin? Her şeyi kalbinden çıkaracaksın. Amelin mi var. Çıkaracaksın. Mal sevgisi, evlat sevgisi, herşeyi çıkaracaksın ki kalbin temizlensin ve kalb-i selîm olasın. O zaman huzura ulaşasın.
Eriş kalb-i selîm içre huzura
Seni mahv et erem dersen sürura
Ölümden evvel öl gel gir kubura
Sefa, sürûr mahviyettedir, yokluktadır. Varlıkta sefa, sürûr olmaz.
"Mûtû kable entemûtû" buyurmuyor mu Cenâb-ı Hakk.
"Ölmeden evvel ölün."
Ölmeden evvel ölürsen ne olur? Berzah alemini geçtin.
Hakikat güllerin görmek dilersen
Marifet meyvasını dermek dilersen
Hakikate ulaşmak istiyorsan, marifete ulaşmak istiyorsan ne lazım? Kalbi selim lâzım. Mahviyetle olur kalbi selim. Ne ile olur? Allah'ı zikrede zikrede olur. Allah'ın sevgisi karşısında bütün sevgiler muhaliftir. Bir kalbteki dünya sevgisi ahiret sevgisi de manidir buna.
Ahirete karşı dünya kuru dava. Ama ehl-i huzura karşı da ahiret kuru davadır. Niçin. Sen ahiret için işledinse o ameli, Allah verir sana da ahireti. Cenneti verir. Cehennemden kurtulursun.
Amelli insanlar için üç türlü amel vardır. İnsanlar ameli üç maksatla yapıyorlar:
1. Cehennem korkusu: Haktır. Allah'ın gazabından korkuyor. Çünkü onu kurtarır. Allah azap etmez.
2. Cenneti kazanmak için.
3. Allah için amel edenler.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
"Günde 70 defa bir kulumun kalbine nazar ederim.'"
Ama kim alır bu nazarı. Gafil olan alır mı? Gafil olan bir kimsenin kalbi güneş ışığı girmeyen bir bina gibi karanlıktır. Güneşe pencere, delik açacaksın ki bu ışık buraya girsin. Kelâm-ı kibar ne diyor:
Günde yetmiş kez hitab-ı "irciî"den bî-haber
"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan derviş midir
Derviş söyleniyor dillerde. Dervişlik çok yüksek bir makamdır Allah'ın indinde. Dervişlikten yüksek bir makam yoktur. Niçin? Dervişler safiye makamına ulaşmışlar. Safiye makamı ne demek? Her şeyi Allah için yok etmişler. Allah'tan başka arzu kalmamış onlarda.
Teveccüh büyük bir amel. Buna inanmak lazım.
Teveccühe gelir ihvân
Kuruldu halka-i Rahman
Açıldı ravza-i rıdvan
Ravza-i rıdvan: Cennet bahçesi. Yani orası cennet bahçesi oldu.
Peygamber Efendimiz buyuruyor :
"Cennet bahçelerine girin. Cennet meyvalarından yiyin."
Sormuşlar :
- "Ya Resulullah cennet bahçeleri nereler. Meyveleri nelerdir?"
Buyurmuş :
-"Cennet bahçeleri zikir halkaları. Almış olduğunuz feyizleri de meyvalarıdır."
Onun için:
Teveccühe gelin ihvan
Kuruldu halka-i Rahman
Açıldı ravza-i Rıdvan
Bu meydân-ı muhabbettir
Bu bir uzma-yı nimettir
...
Bu meydân-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir
...
Bu meydân-ı muhabbettir
Bu bir ıyd-i meserrettir
İyd: Bayram demektir. Burada ruhlar bayram yapıyor.
Nakşibendi Efendimiz:
"Bizi nerede anarsanız, biz oradayız" buyuruyor.
Büyüklerden kimi anarsanız o oradadır.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
14-Efendim,derdimin dermanı SEN'sin
"Efendim,
derdimin dermanı SEN'sin"
14 Mayıs 1990
Süleyman Peygamber buyurmuş :
- "Simurg'a kim gidip Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismini öğrenip gelir?"
Leylek ile bülbül talip olmuşlar:
-"Ben giderim" demişler. (Simurg : Bir makam) Bülbül kuşların en ufağıdır. Ama en kıymetlisidir. Çünkü bülbül (1001 esmayı) Cenâb-ı Hakk'ın binbir isimini zikir yaparmış. Bunlara :
- "Peki, gidin" demiş.
Fakat orada Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismini cezbetmek için, uyumak yokmuş. Ayık kalınacakmış sabaha kadar. Bülbül aşık Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine. Uyumamış. Gece yarısına kadar beklemişler. Leylek gece yarısı olmuş veya olmamış uyumuş. Sabaha kadar bülbül uyumamış. Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi tecelli etmiş. Bülbülü cezbetmiş. Leylek uyumuş. Sabahtan bir kapı takırtısı gelmiş lak, lak, lak... Onunla uyanmış leylek.
Gelmişler Süleyman Aleyhisselam'ın yanına.
- "Haydi öt bakalım" demiş.
Leylek :
- "Lak, lak, lak.." ötmüş.
- "Sen dur, kapı tıkırtısı dinlemişsin" demiş.
Bülbül ötünce:
- "Sen cezbetmişsin" demiş.
Evet, "Ben zikredeceğim, sayı ile sayacağım." diyenlerin zikirleri laklakayı lisanda kalır.
Cenab-ı Hakk ayetinde buyuruyor ki:
"Çok zikredenler var ki, zikir onların kalplerine kasvet getirir. Kalplerini karartır, sertleştirir, taşlaştırır."
İnananlardan birisi varmış. Âlim aynı zamanda. Bir iki sefer hatmeye itiraz etmiş. Peygamber Efendimizin hadisi var:
"Her kim ki İhlas suresini bir kere okusa, Kur'an-ı Kerîm'in üçte birini okumuş olur. İki defa okursa, üçte ikisini okumuş olur. Üç defa okursa Kur'an-ı Kerîm'i hatmetmiş olur."
İnkâr mı edecek? Hatmede 1001 ihlas okunuyor. 1001 ihlası üçe taksim etsin bakalım ne çıkıyor. O salavatlar, Elemneşrahlekeler, Fatihalar onları bir tarafa koyalım ve sayalım. Hesap edelim. Ona itiraz edememiş. Ben bilemedim, doğrudur demiş.
İnsanlar huzur isterler. Huzursuzluk zillettir. Zillette insanları yıpratır. Daha doğrusu azaptır. İnsanların dünyadaki azabı ne ile.Hastalık, geçim darlığı, fakirlik. Bir de huzursuzluk oluyor. Ama bu azabın zahmetini ne çekiyor? Kalp çekiyor. Bir arızadan dolayı olan ağrıyı, sızıyı kalp duyuyor. Fakirliğin, zilletin hepsinin azabını kalp duyuyor. Ama kalbin bir sahibi var. Kalbe tasarruf edecek olan ancak Cenâb-ı Hakk'tır. Onun için Cenâb-ı Hakk :
"Sizin ancak kalbiniz zikrullahla mutmain olur. Başka bir şey sizin kalbinizi doyurmaz, tatmin etmez." buyuruyor.
Onun için kalbini Allah ile meşgul ederse daha o kalbe bir şey girmez ki onu rahatsız etsin. Onu huzursuz etsin. Gönül Allah'ı anmazsa o gönül herşeyden rahatsız olur. İnsanlar Allah'a zikirle yaklaşıyorlar. Ne kadar Allah'tan gafil olursa o kadar uzaklaşıyorlar. Allah'tan ne kadar ayık olurlarsa o kadar yaklaşıyorlar. Onun için bilhassa bizim tarikatımızda ki kalbî zikir, gizli zikir, hafî zikirdir. Bunun hakkında hem ayet var hem hadis var. Ayeti Kerime'de Cenâb-ı Hakk:
"Beni gizli zikredin" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de hadisinde:
"Zikrin en hayırlısı gizli yapılandır" buyuruyor.
Allah bizi inananlardan halk etmiş. Amentünün şartlarına inanmışız. Yaşayalım. Tarikata da inanmışız. Yaşayalım. Nakşibendi Efendimize sormuşlar ki:
- "Sizin tarikatınızın bidayeti nedir, nihayeti nedir? Nerden başlar, nereye varır?"
- "Amentü billah ile başlar. Amentü billah ile sona erer" demiş.
Burada anlayacağımız şudur:
Amentünün şartlarına inanacağız ve yaşayacağız. Yaşamazsak taklidî iman olur. Taklidî iman insanı kurtarmaz. Muhakkak yaşanması lâzım. Bir de amentünün şartlarının kendisinde tecelli etmesi var.
Tecelli etmek ne demektir?Avam Allah'a inanıyor. Gıyabî imanı var.
Avam kim? İrade sahibi. Buna müptedi de deniliyor.
Bir de müntehi var.
Müntehi: İradesinden kurtulmuş, geçmiş.
Müptediler amentünün 6 şartına inanacak ve yaşayacak. Ya müntehiler? Onlar da bunu yaşıyorlar. Avam'ın gıyabî imanı var. Allah'a secde ediyor. Namaz kılıyor. Allah'ı görüyor mu? Göremiyor. Allah'a ibadet edenlerin hepsinin gönlü bir mi?
Avam namaz kıldığı zaman gönlüne her şey geliyor. Ama huzur sahiplerinin, müntehi alemine geçenlerin gönüllerine bir şey gelmez. Bunların cesetleri Beytullah'a yönelmiştir. Bunların kalpleri de yönelmiştir. Ruhların kıblesi Zat-ı Hakk'tır.
İnsanın iki kıblesi vardır :
1. Cisminin, cesedinin kıblesi: Beytullah. Cenâb-ı Hakk'ın İbrahim Aleyhisselam'a emredip de yaptırmış olduğu Kâbe .
2. İnsanların ruhunun kıblesi. Herkes o kıbleyi bilemez. Herkes o kıbleye yönelemez. Avamın hepsi Beytullah'a yönelir. Müntehi de yönelir oraya. Fakat müptedi cismi ile yönelmiş, Beytullah'a. Başka bir şeyden haberi yok.
Müntehi her ne kadar cismi ile Beytullah'a yönelmiş ama, ruhu nereye yönelmiş? Ruhu da Cenâb-ı Hakk'kın zatına, azametine yönelmiş. Hz. Ali Efendimiz:
-"Ben görmediğim Allah'a secde yapmam." demiş.
Ama secdesinde Beytullah'tan dönmemiş ki. Cismi Beytullah'a secde yapmamış. Bizler de Beytullah'a dönüyoruz ama secde etmiyoruz. Zaten Beytullah'a secde etsek o da küfür. O da batıl.
Amentü'ye, müptedi inanıyor ve inancını yaşıyor. Ama müntehi de müşahede var. İnandığını görüyor. Görerek yaşıyor. "Amentü billahi" ile başlamasından gıyabî inancı var. Sona ermesi, müşahedesi inancına şahit oluyor. İnandığını görerek yapıyor.
"Ametü billahi: Ben Allah'a inandım." İnandık biz. Müptedi de inanmış. Müntehi de inanmış. Müntehi inanmış olduğu Allah'ı görüyor. Söyliyemez ki görenler. Ben şöyle gördüm, rengi şu idi. Boyu şu idi. Güzelliği şu idi diyemezki. Akıllar idrak edemez ki. Cenâb-ı Hakk'ta noksan sıfat yok. Mekan yok. Sıfat olmadığı için, mekan olmadığı için, görünür ama söylenmez. Niçin?
Gördüğü nedir bilemez
Kendini yoklar kendini bulamaz
Ne oluyor? Kendi varlığından kurtuluyor. Kendi varlığından geçiyor. Onda yeni bir varlık tecelli ediyor. O varlıkla O'nu görüyor. Gören de kendisi, görünen de kendisi.
Kendini kendi göre kendi bile
Bâkisin edemezem gelmez dile
Bunu dile getirse, zahire, şeriata muhalif. Küfür. Mansur'u niçin astılar. Burada Mansur değil, Mansur'da tecelli eden bir sıfat; Mansur söylemedi ki... Mansur orada bir alet oldu. Mansur'un dilinden Hz. Allah konuştu, Hz. Resulullah konuştu. Kelam-ı Kibara bakın:
"Zat sıfat'ın aynı mıdır. Değil. Gayrı mıdır. Değil. Aynı da değil. Gayrı da değil."
Divan bütün kelamı kime söylemiş? Rabıtaya söylemiş. Rabıtadan söylemiş. Rabıta Allah mıdır. Allah'tan gayrı mıdır? Değil.
İşte Amentünün şartları. Allah'a gıyabî inancımız var. Meleklere gıyabî inancımız var. Kitapları göremiyoruz, bilemiyoruz. Onların da Hak kitabı olduğuna inanıyoruz. Çünkü bu kitaplar Peygamberlere gelmiş. Bu kitaplar elde olmadığı için gıyabî inanıyoruz. Âlim olmasak, Kur'an'ın manasını bilmesek, ona da gıyabî inanıyoruz. Hak kitaptır. Hepsi Cenâb-ı Hakk'ın emridir diye inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini görmedik. Yine onlara da inanıyoruz.
"Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" Her şeyi, hayır ve şerri Allah halk eder. Buna da inanıyoruz.
"Velba'su badel mevt" öldükten sonra dirileceğimize de inanıyoruz.
Bunlara inanmak başka. Bir de yaşamak var. Müntehi bunları yaşıyor, görüyor. Hakke'l-yakîn biliyor. Bilmek birbirinden farklıdır.
İlme'l-yakîn bilirler. Ayne'l-yakîn bilirler. Hakke'l-yakîn bilirler.
İlme'l-yakîn bilen biliyor. Ama bir mesafe var. Ayne'l-yakîn bilen, o mesafeyi yaklaştırıyor.
Yani bilinen bir varlık var. Bunu üç kimse biliyor. Birisi kitaptan okumuş. Uzaktan bunu biliyor. İlmi ile biliyor. Bir de var ki yürümüş gitmiş ona yaklaşmış. Bir de var ki onu tamamen elde etmiş.
Hakkel yakın bilmek: Bilen ve bilinen bir olmaktır.
"Bilen ve bilinen o can değil midir." Diye buyuruluyor, Kelam-ı Kibar'da. Yani Nakşibendi Efendimizin:
"Bidayetinde Amentübillah, nihayetinde Amentübillah" demesi bundandır.
Zaten mürakebe, muvazene, müşahede var.
Müşahede: İnanmak.
Müptedi inancı: Gıyabîdir.
Müntehi inancı: Aşikârdır. İnandığını görüyor.
Gıyabî inancı olan hakikate ulaşınca ruhu şahit oluyor. Ruhu görüyor. Hakikate ulaşanlar melekleri de görüyor. İnsan iradesinden kurtulduktan sonra melekleri de görüyor.
"Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanında, sebeplerini kaldırırlar. Hakikisini görürler. Kelam-ı kibarda:
Bu fena gülzarı içre faili mef'ûlünü
Her sıfattan Zât-ı Hakk'ı bilmeyen derviş midir
"Her sıfattan" denilince, bütün cisimler. Sadece insanlar değil, eşya. İnsan hakikate geçince Allah'ın varlığını eşyada seyrediyor. Ama hakikate geçince.
Hakikate insan ne ile geçer? Tarikatla. Şeriat ve tarikatla. Sadece tarikatla da geçilmez. Sade şeriatla da geçilmez. İkisini de yaşayacak. Şeriat cesetle ilgilidir. Tarikat ruh ile ilgilidir. Ruh ile ilgili ama bizim ruhumuzdan haberimiz yok.
Biz ruhumuzu nasıl yetiştirelim? Şeriatın tamam oldu ise, tarikatını da bir Mürşide inandınsa o yetiştirecek. Senin iraden, ancak cesedine geçerlidir. Ruhuna da geçerli değildir. Ama şarttır. Sen bir defa cismini arındıracaksın. Temizleyeceksin. Hayvanî sıfattan kurtarcaksın. Ruha tahsili kim yaptıracak? Kim nimetine malik edecek? Onu kim yetiştirecek, onu kim büyütecek? Meşayih.
Özün bir pire teslim et müdavim ol kapısında
Meşayihten murad şahım mürebbi kâmil olmaktır
Meşayih: Evliyaullah.
Özünü bir pire teslim et, kendini teslim et. İnsanın O'nu sevmesi, inanması, O'nu büyük görmesi budur. Tarikatın şartlarından birisi teslimiyet. Teslimiyet hepsinin başı.
Sermaye bu yolda heman
Teslim olup şeyhine inan
Sıdk ile Allah'a dayan
Gör olmaz mı ihsan sana
Hazreti Pirim delilimdir halilimdir benim
Dil sarayı razva-i beyt-i celîlimdir benim
Ana teslim ettiğim nefs-i zelîlimdir benim
İnkıyad ettim bıçağa uymuşam İsmail'e
Yani İsmail Aleyhisselam nasıl ki babasına teslim olmuşsa. Cenâb-ı Hakk ona kurban gönderdi. Cennetten bir koç geldi. Koç kesildi, onun yerine. İşte onu da zikrediyor.
Menem salih şeci'âne
Girip aşk ile meydane
Getirdim koçu kurbâne
Bu meydan-ı muhabbettir
Aşk ile meydana girenin nefsi ölüyor. Koç nefsi kesiliyor. Aşk nedir? İnanaraktan veya severekten, İsmail Aleyhisselam nasıl babasına teslim oldu ise, boynunu rızası ile verdi bıçağa. Bağlamışken ellerini çözdürdü.
- "Niçin bağlıyorsun baba ellerimi. Ben âsi değilim. Karşı gelmiyorum sana. Çöz ellerimi. Bildiğini işle." dedi. Bıçağa boynunu uzattı.
Şeyh efendiye mürit böyle teslim olursa neye malik olur?
Dil sarayı razva-i beyt-i celîlimdir benim
Dil sarayı evliyaullahın kalbidir. Beyt-i celîlidir (Allah'ın evidir). Teslim olursa eğer, ona malik olur.
Cenâb-ı Hakk buyurmuştur :
"Ben hiç bir yere sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım."
Mü'min kulumun kalbi denilince: Veliler de müslüman sınıfında, nebiler de müslüman sınıfında, avam da müslüman sınıfında, her insan müslüman sınıfında. Ama veliler avamdan seçilmiş.
Alimlerde bir esrar var ki, alim olmayanlar bilmiyorlar. Ne var?
Onlarda ilim sıfatı var. Onlar Hakk'ı daha iyi biliyorlar. Okumuş oldukları kitaplardan.
Velilerde bir esrar var ki, alimler onu bilmiyorlar.
Nebilerde bir esrar var ki, veliler onu bilmiyorlar.
Amentünün şartlarını biz inanarak biliyoruz. Ama bir insanın ibadeti olmazsa, bu şartlara inandım demesi yalancılıktır. İnanıyorsa yaşasın. Yaşamıyorsa demek ki samimi olarak inanamıyor.
Hayır ve şer Allah'tan gelir. İnandım. Eee buna inandınsa, Ahmet sana ne yaptı.Seni dili ile, eli ile incitti. Senin hakkını gaspetti. Seni dövdü. Mehmet te seni sevdi. İnsanlık etti. Ahmet dövdü. Ahmet'ten bilmezsen, Mehmet sevdi, Mehmet'ten bilmezsen "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanına hakke'l-yakîn inandın demektir. Senin müşaheden var. O zaman bütün mecazlar çıktı aradan. Faili mecazlar aradan çıktı. Faili hakiki göründü sana.
Behlül Dâne varmış. Evliyaullah'tan. Bazı veliler de deli görünürlermiş. Sözleri, işleri, hareketleri deli gibi imiş. Behlül Dâne, Behlül Divâne; Halkın bir kısmı Behlül Dane diyormuş. Akıllı anlamına. Bir kısım halk da Behlül Divâne diyormuş. Deli anlamına. Bazıları onun zahirdeki işlerini, hareketlerini anlayamadıkları için deli Behlül demişler. Bilenler de akıllı Behlül demişler.
Bu şahıs Abbasi Devleti idarecisi Harun Reşid'in kardeşi imiş. Harun Reşid yeryüzünün halifesi. O kadar da saltana düşkün. O kadar da diktatör ki. Dur diyenin durağını kesiyor. Senden bana kardeş olmaz diye Behlül Dâneyi evinden kovuyor, dövdürüyor. O kadar güçlü bir halife olan Harun Reşid kardeşinden ar ediyor. Hiçbir meslekte çalıştıramıyor. Hiç bir işi yaptıramıyor. Evi yok, barkı yok, işi yok. Ailesi yok. Hiç bir şeyi yok. Koyunlara bile sahip olamadı. Baktı ki olmadı. Bıraktı. Nerde akşam orda sabah. Mekânı yok. Gecesi yok. Gündüzü yok. Ne yiyeyim, ne içeyim yok. Ama halktan sevenler var. Hürmet edenler var. Yediriyorlar, giydiriyorlar. Gençler çocuklar bununla oynuyorlarmış. Alay ediyorlarmış. Bir gün taş atmışlar. Başı kırılmış. Kan akaraktan gidiyormuş.
Rastlayanlardan birisi sormuş.
- "Başını kim yardı?"
Hiç ses vermemiş. Cevap vermemiş. Bir başkası sormuş ona da söylememiş.
- "Behlül aç mısın?" demiş.
Aç olduğunu işaret etmiş. Götürmüş buna çorba içirmiş rastlayan adam. Çorba içip giderken üçüncü rastlayan adam soruyor.
- "Behlül başını kim kırdı?"
Behlül cevap veriyor :
- "Çorbayı içiren başımı kırdı."
- "Çorbayı kim içirdi" diyor.
- "Başımı kıran çorbayı içirdi" diyor.
Bunu anlayamıyor halk. Herkes anlayamıyor bunu. Ama "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanını hakke'l-yakîn gören o imiş.
- "Ne yapıyor. Başını kırandan bilmiyor. Allah kırdırdı diyor. Çorbayı içirenden bilmiyor. Allah içirdi diyor."
Şu halde biz "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanını tatbik edemiyoruz. İnancımız ancak laklakayı lisanda kalıyor. Kalbimize bir türlü yediremiyoruz bunu. Biz onu becerirsek, bizi sevenle, döven bir olur. Bizi zem edenle, meth eden bir olur. Bize iyilik yapanla, kötülük yapan bir olur.
Amentünün altı şartını yaşamak lazım. Hakikate ulaşan kimse yaşıyor ve inandığını görüyor. Ona şahit oluyor. Görerek yapıyor. Dahası da var. Kendisi yapmıyor zaten. Kendisinin de bir alet olduğunu biliyor. Kendi iradesi, sözleri, hepsi oluyor bir alet. Aleti ancak ustası çalıştırır.
Özün bir pire teslim et müdavim ol kapısında
Meşayihten murad şahım mürebbî kâmil olmaktır
Mürebbi: Yetiştirici.
Meşayihe teslim olunca o seni yetiştirir. Peygamber Efendimiz de
"Benim mürebbîm Rabbim, beni Rabbim terbiye etti" buyuruyor.
Peygamber Efedimizi zahirde bir hoca, bir terbiye eden oldu mu? Hayır. Yetim kaldı. Fakir kaldı, mektep görmedi. Medrese görmedi. Zahirde bir ailesi var. Annesi var. Babası var. Sülâlesi var. Bunlar görünen bilinen şeyler. Bir sanat, bir şey öğreten olmamış ona. Rabbısı onun neyini terbiye etmiş? Ruhunu terbiye etmiş. Ruhuna öğretmiş ne öğretti ise. İşte meşayih de müridin ruhunu terbiye ediyor. Ruhuna öğretiyor ne öğretirse. Onun için insanlar tarikatsız hakikate geçemezler. Hakikate geçemezler. Hakikate geçemezse bir insan kıymetini kaybeder.
Gider bu "Ahsen-î Takvim" bozulur
Varıp hep yerli yerine dizilir
Bozulur ne olur.Yerli yerine düzülür, ne olur?
Cenâb-ı Hakk:
"Biz insanı çok kıymetli halk ettik" buyuruyor. "Güzel halk ettik" buyuruyor. "Büyük halk ettik" buyuruyor.
Bu güzellik, bu büyüklük cesedinde midir?
Cesedinde güzellik. Tahsil yaptıysa, güçlü ise, sanatkarsa, cesedindeki güzellik budur. Ama bunlar silinecektir. Yok olacaktır. İnsanlardaki kıymet ruhtadır. Ruhunu ne ile kıymetlendiriyor insan? Şeriat, tarikat ile. Eğer bu olmazsa ruh kıymetini kaybediyor. İnsanlarda dört makam vardır. Bu cesettedir.
Bir de insanları dört eczadan halk etmiştir Cenâb-ı Hazreti Allah. Bu dört eczanın muhalif halleri var, mutabık halleri var. Bu dört eczayı insan ne ile tebdil ediyor? Şeriat, tarikat ile tebdil ediyor. Bunları değiştirmezse muhaliftir. Bunlar değişirse mutabık oluyor. Yararlı, faydalı oluyor. Değişmezse ruha zararlı oluyor. Daima zarar vermekte, ona hakaret etmekte. Yararlı olursa ruhun kıymetini daima yükseltmekte.
Bu dört madde nedir?
Su, ateş, toprak, hava. Anasırı zıddiyet. Eğer şeriatı, tarikatı olmazsa değiştirmezse, bunların zararlı tarafları nedir? Toprağın tembellik vermesi insana. Ateşin insanı kavgaya, nizaha götürmesi. Suyun insanları teşvikçiliğe sevketmesi. Havanın da insanlara enaniyet vermesi, kibirli yapması. Bunlar ne kadar zararlı? Tembelleri Allah sevmiyor. Tembellikten Cenâb-ı Hakk insanları men etmiş. Kitapta "battal" diye zikrediliyor. "Battal" ise batmış batırmış. Demekki toprak tembellik veriyormuş insana.
Ateş: İnsanları vurmaya kırmaya, kavgaya sevkediyor. Bunları Allah semavî kitapta yasaklamış. Peygamberimiz yasaklamış.
Su: İnsanları birbirine sürtmek, bulaştırmak, teşvik etmek. Bu da iyi bir şey değil. Zararlı.
Hava: Enaniyet, kibir, benlik sahibi etmekte. Bu da iyi bir şey değil.
Fahrettin Razi Hazretleri şöyle bir şey yazıyor:
"Oğul diyor, dört şeyden, dört şey doğar. Dikkat et! İnatlıktan rüsvaylık doğar. Öfkeden nedamet doğar. Bir söz söyler bir iş yaparsın, ne ettim dersin. Tembellikten zelillik doğar. Kibirden de düşmanlık doğar."
Bizim dört eczamız var. Cesedimiz dört eczadan halk edilmiş. Dört eczayı da taşıyor. Bunun bir tanesi eksik olsa yaşayamaz.
Havayı insanlar teneffüs etmezse yaşar mı? İnsanları besleyen bir ısı var. Bu çıksa veya fazlalaşsa yaşar mı? Bunlar cisim göstermiyor ama bunların yetkileri var. Hava sana enaniyet veriyor. Ateş seni kavgaya sürüklüyor. Katı cisimler et, kemik, topraktır. Kan vesaire sudur. Su da seni teşvikçi yapıyor. Toprak ta seni tembelliğe sevkediyor. Ama sen bunları tebdil ediyorsun. Değiştiriyorsun. Zahir tedbirin şeriat. Bir de meşayihe gidip teslim olmak, ondan almış olduğu hizmeti devam ettirmek. Tarikat bir meşayihe gidip teslim olmaktır. Zikir talimi almaktır. Bununla ne oluyor? Dört anasırı zıddiyet sana zararlı iken yararlı hâle geliyorlar. Seni kavgaya, ateşe sevk eden bir ateş var ya, Allah aşkına dönüyor. İnsanları vurup kırayım derken, insanları seviyorsun.
Yaratılmışı severim Yaradan'dan ötürü
Yaradan: Allah.
Allah'ı sevenler Allah'ın mahlukunu da sever. Sendeki kavga nizah, vurma, kırma durumu seni uysal bir hâle getiriyor. İnsanlara hürmet ediyorsun. Onları seviyorsun, Allah'ı sevdiğin için.
Allah kavgayı yasaklamış. Allah'ı seviyorsan niye yapıyorsun. Adam öldürmeyi yasaklamış. Niye yapıyorsun?
Toprak sende güzel ahlâk oluyor. 79 ahlâk var sende. 79 ahlâki hamideyi elde ediyorsun. Toprak üzerinde her şey yetişiyor. Onun için sende tam bir ahlâk oluşuyor. Ne ile oluyor. Şeriat, tarikat, hakikat. Hakikate geçersen, sendeki zararlı sıfatlar yararlı oluyor. Dünyada insanlara yapmış olduğun zararlı sıfatlar sana dönecek. Yaptığın zarar kendine. Rabbına karşı mesul olduğun zararları sen bilemezsin. İşte bu dört ecza tebdil olunca güzel ahlakları elde ediyorsun. İç aleminde oluyor bu değişiklik.
Seni teşvik eden su : Allah'ın feyzi oluyor. Nehir gibi feyiz oluyor.
Hava: O sendeki enaniyet, kibir, kendini beğeniyorsun ya. Sende bir hakikat oluyor. Her şeyin mecazından kurtuluyorsun. Her şey sende bir Hak aynası oluyor. Her şeyin hakikatında o var. Her şey "Kün" emriyle meydana geldi. Canlı ve cansız ne kadar cisim varsa "kün" emriyle meydana geldi. Yok idi bunlar. Allah "ol" dedi oldular. Bu eşyaları senin varlığın görüyor. Sen kendi varlığını yitiriyorsun. O zaman hakiki varlık meydana çıkıyor. Kelâm-ı kibar :
Kakıyıp döğerse artır hubbunu
Sevdiği deriyi çok çiğner dibağ
Deri ne kadar sert olursa olsun. Ne kadar çirkin olursa olsun. Dabak onun rengini değiştiriyor. Sertliğini gideriyor. Çirkinliğini güzelleştiriyor. Pis hayvanların derisini bile dabak yaptığı zaman değiştiriyor. Onu bile hizmete sevkediyor.
Meşayihe gerektir tâbi erler
Sulüke giriben tevbe ederler
Bir mürit deridir. Meşayih te deriyi değiştiren bir üstattır. Onun anasır-ı zıddiyetini değiştiriyor. Anasır-ı zıddiyeti de çile değiştirir.
Çile nedir? Haktır. Onun için Cenâb-ı Hakk "Eşeddül bela" fermanı buyurmuş. Bizim burada bir hissemiz var. Ruha çok zararlı olan anasır-ı zıddiyetin değişiyorsa işte o zaman ruhun kıymetini buluyor. O zaman terakki ediyor. Ruh yükseliyor. İrade sahibindeki sıfatlar, küllî iradeye geçince değişiyorlar.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
15-Muhabbet bağına girdim bu gece,Açılmış gülleri derdim bu gece,Vuslatın sırrına erdim bu gece,Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş
"Muhabbet bağına girdim bu gece,
Açılmış gülleri derdim bu gece,
Vuslatın sırrına erdim bu gece,
Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş"
15 Mayıs 1990
İnancımıza göre, bir insan düşünerek iş yapmalıdır. Şükür, fikir, zikir.
İnsanlarda rahatlık gönül rahatlığıdır. Yer, zenginlik, hiç bir şey insanları rahat ettiremez.
- İnsanların gönlü ne ile rahat olur?
- Gönül Allah'ın mülküdür. Gönül Allah'ı anacak bir yerdir.
Zulüm üçtür.
1. Nefsine zulüm. 2. Karşısındakine zulüm. 3. Allah'a zulüm.
Kul Allah'a zulüm edebilir mi? Kul mahlûktur. Allah halîktir. Herşeyi Allah yaratmıştır. Kul Allah'a nasıl zulmedebilir?
Buyurmuşlar ki:
- "Gönül Hak Sübhanallah Hazretlerini anacak bir yerdir. Onu koymaz da başkalarını koyarsa bu zulüm değil mi?"
Ama zulüm yine kendisine dönüyor. Bir insanın evi olur. Evinden, başka bir insan zorla, cebbarlık yaparak onu çıkarırsa, onun evini elinden almış oluyor. Burada ne oluyor? Kalbimiz Allah'ın mülküdür. O mülkü sahibine teslim etmezsek. Kalbimizi Allah ile meşgul etmezsek, üçüncü zulüm de budur.
Allah'a şükür gönlümüzde tecelli eden Cenâb-ı Hakk'ın nuru sizleri topladı, buraya getirdi. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah imanınızı, amelinizi muhafaza etsin. Allah muhabbetinizle yaşamak nasip etsin. Muhabbet demek ki Allah sevgisi. Bundan daha büyük bir zevk, daha büyük bir varlık, daha büyük bir devlet, daha büyük bir sıhhat, daha büyük bir nimet olamaz. İnsanlar için en kıymetli şeydir.
Buyuruyor ki:
Eğer âşık isen yâra sakın aldanma ağyara
Yâr: Allah.
Ağyar: İnsanı sevdiğinden ayıran.
Burada Yâr'dan mânâ Resulullah, Yar'dan mana meşayih. Meşayihsiz insan Resulullah'a ulaşamıyor. Resulullah'ın rızasını kazanamıyor.
Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, meşayih sevgisi aynıdır. Hiç farketmez. Niçin?
Cenâb-ı Hakk:
"Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevemez." buyuruyor. Hem de :
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez." buyuruyor.
Öyle ise, bir insan Peygamber Efendimizi sevmezse Allah'ı sevemez.
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl
Evliyaların kelâmı bu. Muhabbetten Muhammed var oldu. Cenâb-ı Hakk:
"Habibim ben seni en evvel sevgimden yarattım" buyuruyor. Sevmiş, övmüş, yaratmış.
Bizim de ancak muhabbetimizdir bizi nimetimize kavuşturacak olan. Allah'tan ayrılan ruhumuzu Allah'a ulaştıracak olan. Muhabbetin cismi görünmüyor. Meselâ: Gönlümüzde bir Allah sevgisi, bir Allah muhabbeti var. Ama bunun bir cismi var mı, rengi var mı, şekli var mı? Yok ama bir insan Allah'a ulaşırsa. Evet Cenâb-ı Allah vacib-ul vücut. Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfat-ı subitiyesi vardır. Bir de sıfat-ı zatiyesi vardır. İnsan Cenâb-ı Hakk'ın zatına ulaşırsa bir varlık görür. Bir varlığa ulaşır. Ama o nasıl bir varlık? Ondan bahsedemez. Onu görür ama gördüğünü söyleyemez. Çünkü niye? Görünen bir şeyin cisim olarak göründüğünde onun rengi şöyle idi. Tadı şu idi. Şekli şu idi der bir insan. Ama cisim olarak görmezse onun nasıl benzerini söyleyecek? Şeklini anlatacak? Söyleyemez. Onun için bu da haktır. Allah'tan gelen ruhu Allah'a ulaştırınca ne oluyor insanlar? O muhabbetin neticesinde ulaşıyorlar. Allah'ı seviyorlar. Allah'a ulaşıyorlar. Allah'ı görüyorlar. Allah'ı buluyorlar. İşte bu ne ile ?
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez."
Zahirde çok hocalar var. Onlar biliyorlar mı? Biliyorlar Peygamber Efendimizi. Onlar ilmel yakîn biliyorlar. Ama "Seni bulan beni bulur."
Bunlar kimler? Ümmetlikte sünnetin tamamen hepsini işleyenler. Kitab'ın ve sünnetin tamamen hepsini işleyenler. Kitab'a ve sünnete tamamen bağlanıpta yaşayanlar. Bilinen bir şey tarikatsız bulunmaz. Çünkü niçin? Şeriat, Allah'ın emri. Kitap sünnet ancak bildiriyor. Bulduran nedir? Bulduran tarikat oluyor. Tarikat! Sen Ankara'dasın. İstanbul'da bir nimetin olduğunu biliyorsun. Bunu ne ile biliyorsun? Okudun veya vaaz dinledin ki, İstanbul'da bir nimet varmış. Herkes bunu bilmiş. Bilmişler ama onu bulmak için ne lazım? Onun yoluna yürümek lâzım. Yürüdü gitti. Buldu. Buldu ama bir de onu tatmak lâzım. Tadamazsa eğer, bulduğundan ne fayda olacak. Onun tadından tadınca zevk alıyor. Onun için :
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez." buyuruluyor.
"Seni bulan beni bulur, seni bulmayan beni bulamaz. Seni gören beni görür, seni görmeyen beni göremez."
Allah'ın emirleri böyle.
"Habibim ben seni sevgimden yarattım. Bütün varlıkları senin için yarattım." buyuruyor Cenâb-ı Hz. Allah.
Onun için kelâm-ı kibarda :
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl
Madem ki Muhammed, Allah'ın sevgisinden, muhabbetinden meydana geldi ise, sen Muhammed'i sevmezsen, sen o zaman muhabbet ehli değilsin. Allah'ı sevmiş değilsin. Bir de buyuruyor ki :
Muhabbetten murad ancak Muhammed hasıl olmaktır
Muhammed'den murad şahım visâle vasıl olmaktır
Visâl: Ulaşmak.
İnsanlardaki muhabbetten maksat Peygamber Efendimizi kazanmak. O'nu bulmak. O'nu buldunsa eğer, bu sefer isteğine ulaşacaksın.
Ama bu istek hangi istek? Dünyadaki istekler değil veya ahiret istekleri değil. İstek nedir? Vuslat. Neye ulaşmak? Allah'a ulaşmak.
Allah'tan başka hiç bir şey insanı tatmin etmez. Ama insanların nefsi var. Ruhu var. Nefsi dünyada herşeyi ister. Çok şeyi elde eder ama, yine tatmin olmaz. Yine doymaz. Şunum olsun der, elde eder. Bunum olsun der, onu da elde eder. Ama yine tatmin olmaz. Ama bunlar aldatıcı oluyor. Ahiret de bir arzudur insanlarda. Ahiretin karşısında dünya batıldır. Madem ki ahiretin karşısında dünya batıl, Allah bize akıl vermiş. Bir inancımız var. Hakk'ı batılı bize seçtirmiş. Biz Hakk'a sahip olalım. Batıla niçin sapıyorsun? Hakk'a sahip olursak, Allah'ın nimetine rahmetine sahip olacağız. Batıl olana sahip olursak azap göreceğiz. Çünkü batıl yasak olanlar... Hak olanlar ise Allah'ın emirleri, Allah'ın emirlerini işlersek Hakk'a sahip oluruz.
Meselâ bakınız; bunlar olmuştur: Hz. Musa Kelîmullah'ı Allah ne ile denedi? Firavun'un sakalını yoldu Musa. Firavun Musa'yı öldürtmek istiyor? Bütün doğan çocukları öldürttü. Ama Musa'nın annesi onu, Firavn öldürmesin diye sandığa koydu. Nil'e attı. Nil de götürdü Firavun'un köşkünün önüne getirdi. Firavun onu aldırttı. Öldürmek üzere iken, Asiye validemiz öldürtmedi. O, Allah'a inanmış yetişkin bir hanımdı. Onu kurtardı. Halbuki o zaman ki âlimler, sihirbazlar:
-"Bu yılki doğan çocuklardan biri seni öldürecek, saltanatını elinden alacak" demişlerdi. Firavun o kadar tedbir aldı ki... Bütün doğan çocukları cellatlara öldürttü. Hz. Musa'nın annesini de Cenâb-ı Hakk sezdirtmedi. Bildirmedi. Kimse bilemedi ki bu da hamile.Bu da çocuklu hiç bilen olmadı. Doğunca da ağladığı duyulur, görülür diye Nil'e attı. İşte Firavun onu aldırttı. Büyütüldü. Firavun'un sakalını yoldu.
- "İşte bu çocuk beni öldürecek" dedi. Olayın sonunda Cebrail kanadını vurdu. Çocuk altın yerine ateşe uzandı öldürülmedi.
Bizim de önümüzde tepsi içerisinde bir tarafta ateş var. Bir tarafta altın var. Allah'ın emirleri var, nehiyleri var. Emirleri tuttunsa altını aldın, kurtuldun. Nehiyleri yaptınsa ateşe uzandın, yandın. Allah'a çok şükür bizi inananlardan halketmiş. Ya ehli küfür yaratsa idi halimiz ne olurdu?
Bazılarının da nüfuslarında dini mezhebi İslâm diye yazıyor. Zannediyorlar ki bunların nüfusları onları kurtaracak. Kurtarmaz. Nüfus kağıdı insanları kurtarmaz. Cisim insanları kurtarmaz. Ancak emire uymak insanları kurtarır. Emir de Kur'ân. Çünkü Kur'ân Allah'ın emri. Ancak sünnet insanları kurtarır. Sünnet ne? Resulullah'ın yaşantıları. Kim Resulullah'ın yaşantısını örnek alarak yaşadı ise kurtuldu.
Çünkü Peygamber Efendimiz ne buyuruyor :
"Ben ümmetime iki şey bıraktım. Kitap ve sünnetimi bıraktım. Kitap ile sünnetime sarılanlar, Nuh'un gemisine binip kurtulanlar gibi kurtulurlar. Kitap ve sünnetime sarılmayanlar küfür deryalarında boğulurlar, giderler."
60 yaşında da olsa, 30 yaşında da olsa değişen ne olur ki? Değişen nedir? Eğer mükellef olmadan ölürse, o insan azap görmez. Kim olursa olsun. Hıristiyan, mecusi, taşa tapan, ne olursa olsun. Eğer mükellef olmamışlarsa Cenâb-ı Hakk'ın emri bunlara tecelli etmiyor.
Cenâb-ı Hak'k'ın emri 15 yaşında olanlara tecelli eder. 15 yaşından sonra insanları kurtaran ne olacak? Kitap, sünnet. Peki kurtulamayacak olanlar? Kitabı, sünneti yaşamıyorsa hemen ölsün. Yaşayacaksa kitabı sünneti, yaşasın ki kurtulsun. Bunların hepsi inanca bağlı. İnancı ve imanı kurtaracak olan şey nedir? Amel. Amelsiz iman kurtulmaz. Şu halde iman ile amelin birleşmesi gerekir.
İman: İnançtır, inanmaktır. Amel: İnancını yaşamaktır.
Neye inanmış? Günaha inanmış. Günahtan kaçacak.
Neye inanmış? Sevaba. Onu yapacak.
Neye inanmış? Harama. Ondan kaçmazsa sadece inanmak onu kurtarmaz.
Neye inanmış? Helâle. Helâle koşacak. Helâl lokma arayacak.
Neye inanmış? Şerre. Şerden kaçacak. Kaçamazsa kurtulamaz. Bu insanları Cenâb-ı Hakk niçin halk etmiş?
"Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabud bilsinler" buyuruyor.
Bildiren Allah. Madem ki Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor ; Bu müşrikler niye bilmiyorlar onu? Bu müşrikler niye Allah'ı bilmiyorlar? Ağaçlara, insanlara, taşlara tapıyorlar. Onlara Allah iman nasip etmemiş. İlmi ezelde bunlar inanmamışlar. "Elestü bi rabbiküm?" fermanına onlar "bela" dememişler. İnananların ruhu "bela" demiş. Allah'ın varlığına inanmak, Allah'a ortak koşmamak demek. Taşlara, putlara, insanlara tapanlar Allah'a ortak koşmuş oluyorlar. Ehli küfürle ehli şirk aynı şeydir, hiç değişmez.
Ehli küfür: Allah'ı inkâr eden.
Ehli şirk: Allah'a şirk koşan, ortak koşan.
Ehli iman Allah'a inanıyor ama, Allah'a isyan ediyor. Bunlar kimler? Bizleriz. Yani bu cemaat değil. Ama bu cemaatin hepsinin bir ailesi var. Kardeşi var. Evladı var. Mütemadiyen şikayetler geliyor. Babası oğlundan, hanımı kocasından, bir başkası başkasından şikayet ediyor. Tabii ki bunların bizi etkilemesi lâzım. Allah'a yalvarmamız lâzım:
"Yarabbi sen hidayet et. Yarabbi sen zamanımızın fitnesinden, şerrinden bizleri kurtar. Aile efradımızı fesat ümmetden etme."
Fesat ümmet: Azaptan kurtulamayacaklar. Şimdi fesat ümmet zamanı.
Ehli nar: Yolunu izini kaybetmiş. Yolu izi nedir? Kitap, sünnet. Fesat ümmet kim? Kitabı sünneti yaşamayan. Nasıl oluyor? Haram yiyor. İşliyor. Helâle hiç meyletmiyor.
Peygamber efendimizin bir emri var. Buyuruyorlar ki :
"Ümmetimin zamanında öyle bir an gelir ki onlardan riba yemeyen kalmaz. (Riba: Faiz) Yemeyenler varsa tek tük onların da burnuna kokusu girer."
Buradaki cemaatın şeriatı ve tarikatı var. Allah'a şükür, ibadetiniz, ameliniz de var. İnancınız, amelinizle buraya toplandınız. Buraya geldiniz. Fakat hanenizde beyiniz, oğlunuz, kızınız var. Bunlar günahtan kaçmıyorlar. Haramdan sakınmıyorlar belki. Haram nedir? Mükellef olmuş, 15 yaşına girmiş, örtünmemiş. Hatta kız çocuklarının daha da erken örtünmesi lâzım. Başını açınca hergün her saat günah işliyor. Allah yasaklamamış mı? Yasaklamış. Eee bu herkesin evinde var mı? Var. Bundan nasıl kurtulacağız? Bir taraftan Allah'a sığınacağız. Bir taraftan da onun önüne geçmeye çalışacağız. Tavsiye edeceğiz. "Yapma kızım, günahtır. Haramdır. Bak gençler de ölüyor. Ölür gidersin, ölmezsen de günah kazanacaksın" diyeceğiz. Sonunda yine öleceksin denilecek. Bir oğlumuz var meselâ: Cami tanımaz, cemaat tanımaz. Gidiyor meyhanelerde günah işliyor. Buna da mani olacağız. Bu günahtan belki bir kâr elde ediyor. O kazancı eve getiriyor. Halbuki onun kazancı helâl değil. Buna da engel olmak lâzım. Yine de çok şükür ki Allah bizi, sizi, bu cemaatı ehli sünnet olarak halk etmiş. Fakat İslâm da cihad var: Dille cihad, kalbî cihad.
Dille cihad: Bu cihad herkes için vardır. Çünkü Allah'ın emridir. Kadında da var bu cihad, erkekte de var. Sen bir annesin. Hanım olarak kızlarının tesettürüne hakim olacaksın. "Ama ne yapalım. Bu zamanda herkes böyle" demekle sen bundan kurtundun mu sanıyorsun? 15 yaşına kadar, mükellef oluncaya kadar ne yapacaksın? Bunun tesettürünün üzerinde duracaksın. Ama 15 yaşında girdi. Mükellef oldu veya evlendi. O zaman senden çıktı. Allah senden sormaz.
Onun için Salih Baba'nın divanında bir kelâm vardır :
Eğer simurgu ankasan gurabın yanına varma
Hakikat andelibi ol gözünü gülden ayırma
Gurab: Karganın ismi, karga pistir. En pis hayvan.
Simurgu anka: O kadar temiz bir kuş ki pisliğe yanaşmak değil, pisliği gördüğü yok.
Andelib: Bülbül
Pis şeyler nerede olur? Zeminde, karada olur. O karaya inmiyor ki, pisliği görsün. Bu hayvan havada yaşıyor. Neslini bile havada üretiyor. Yumurta yapıyor. Civcivini uçuruyor. Cenâb-ı Hakk onu öyle yaratmış. Aşağıya inmiyor.
İşte bu kelâmda nakşilerin ruhu, nakşi müritlerinin ruhu simurgu ankaya benzetiliyor.
Gurab kim? Şeriatı, tarikatı olmayan. Şimdi gurab evlerimizde değil mi? Sen namazı kılarsan beyin kılmazsa, senin dersin var, beyinin yoksa sen simurgu anka'sın. Beyin gurab. İşte o zaman ne yapmak lâzım? Allah'a sığınmak lâzım. Bir taraftan da cihad. Yani onlara neme lâzım değil de ikaz yapmak lâzım. Tavsiyede bulunmak lâzım. Bir taraftan da üzülmek lâzım. Bir taraftan Allah'tan hidayet isteyeceğiz. Dua edeceğiz. Bunu yapacağız.
Yani şeriatı, tarikatı olan bir kimsenin cismi de ruhu da temizdir. Şeriatı, tarikatı olmayan bir kimsenin de o kadar pistir, gurabtır.
Eskiden hacca vapurla gidiyorlarmış. Gidişleri gelişleri altı ay sürüyormuş. Hacca gidecek kimsenin vapuru buluncaya kadar yürümesi gerek. Yürümezse vapuru bulamaz. Yürüdü. Vapuru buldu. Binecek, vapuru bulduktan sonra da yürümesi gerekmez. Vapur giderse onu hacca götürecek. Yoksa vapurun içinde dolaşsın dursun. İşte burada vapuru buluncaya kadar ki kısım şeriattır. Burada vapurdan mana meşayihtir. Madem ki vapur sana deryayı geçiriyor. Menzile ulaştırıyor. Evliyaullah da seni varlığından kurtarıyor. Bir vapur oluyor. Uçak oluyor. Seni Allah'a ulaştırıyor. Herkesi gelip uçak evinden almaz. Vapur evinden almaz. Uçağa binmek için havaalanına gideceğiz. İşte şeriat ancak insana bir vasıta buldurur. Tarikat ise Allah'a giden vasıta. Tarikatı bulamamışsa bir insan, Allah'a giden vasıtayı bulamamıştır.
İnsanların ruhu Allah'tan gelmiş ama yine bir vasıta ile gelmiş. Vasıta ile gelinen yere ancak vasıta ile gidilir. Bu vasıta da şeriat, tarikat, hakikat.
Hakikat nedir? Cenâb-ı Hakk'ın varlığıdır. İnsanların ruhundadır. Ama ruhu nimetine malik edersek, ruhu nimetine ulaştırırsak, bizde bir hakikat sahibi oluyoruz.
Şeriat, kitap, sünnet. Tarikat ta kitap, sünnettir. Ama biz kitabı, sünneti bilemiyoruz. Kitabı sünneti kim biliyor? Âlimler biliyor. Ama bu zamanda âlim bozulmuş.
Âlim bozulmazsa alem bozulmaz. Ama hakikat sahipleri mevcuttur. Onlar da gizleniyorlar.
Cenâb-ı Hakk'ın emri öyle. Tarihler boyunca, küfür hakim olunca ehli iman gizlenmişler. Küfrün dalgasında kalmışlar. Bazı zamanlarda iman hakim olunca bu sefer her şeylerini aşikâr etmişler. İmanlarını aşikâr etmişler. Burada iman denilince: Avamın bir imanı var. Velinin de bir imanı var. Nebilerin de imanı var. Şimdi nebilerin zamanı geçmiştir. Ama varisi enbiya var. Kıyamete kadar devam edecek. Onlar da iman sahipleri. Onlar da gizlemişler imanlarını. Biz de gizlemek mecburiyetinde kalıyoruz. Etrafımızda, çevremizde küfür varsa, gizliyoruz. Ailemizde varsa yine gizliyoruz. Küfür dolu bir ailenin içinden genç bir erkek veya kıza Allah iman nasip etmiş. Bir de idraki var. Bu genç annesinin, babasının yanında ailesi içinde cehennemde yaşıyormuş gibi yaşar. Çünkü bunun bir inancı var. İnancını yaşamak istiyor. Ailesi mani oluyor. O da gizlemek mecburiyetinde kalıyor. Hak olan tarikatı hanım almış beyinden gizliyor. Oğlu babasından gizliyor. Kardeşinden gizliyor. Akrabasından gizliyor. Ama gizlemek ona üzüntü veriyor. Azap veriyor. İnanan, inancını serbestçe yaşamak ister.
Bahrîler ummana daldı pek çoğaldı dehriler
Böyle mülhidler ile bahs-i dine dalmak da güç
Bâhrî: İlim sahipleri. Dehrî: İlim sahibi olmayanlar.
Şimdi onların ilmi de yok. Bildiklerini de yaşayamıyorlar. Niçin. Bir ülkeyi idare eden amirlerdir. Şimdiki düzen ise küfrün düzenidir. İslâmî düzen yoktur. Makamlara işyerlerine kendi adamlarını getiriyorlar. Meselâ: Hoca olan bir kimse dururken, hoca olmayan kimseleri getirip koyuyorlar. Öyle âlimler var ki söz sahibi değiller. Makam mevki sahibi değiller. Çekilmişler evlerinde oturuyorlar. Şimdiki âlim geçinenler ne yapıyor? Halkı bölüyorlar. Süleymancı, Nurcu, Işıkcı, şucu, bucu diyerek. Çok sapık düşüncede olanlar var. Meselâ Cuma namazı kılmayanlar var. Kılmayın diyenler var. "Bu hocaların peşinde namaz kılınmaz" diyenler var. Bunların İslâm'a zarardan, bölücülük ve tahribattan başka bir şeyleri yoktur. Meşâyihlerin kisvesine de yalancılar girdiler. Onları da aramak çetin. Onlar da gizlendi. Ama arayan bulur. Bir kul Allah'ına sığınsa, bir doğru yolu Allah ona buldurur. Zamanımızda işte Allah bize buldurmuş. Şimdi zamanımızda küfür veya batıl tarikatlar var.
Peygamber Efendimizin emridir :
"Tefrika yapmayın, bölünmeyin, parçalanmayın."
Tefrika zamanına ulaştınızsa Hakkı nerede gördünüzse oraya gidin. Şimdi hepsi de benim ki Hakk diyor. Biri öbürünü batıl sayıyor. İslâmda böyle birşey olur mu? Ancak birleşmek var. Ancak, şeriat, tarikat var. Evet şeriat, tarikat var. Evet şeriat zahirde birleşmeyi emrediyor. Birleşin. Tefrikaya düşmeyin, kim ki tefrikaya düşüyorsa kitaptan sünnetten ayrılmış. Bir de Peygamber Efendimizin bir emri var:
"Ümmetim 73 fırka olacak. Bunların bir tanesi fırkayı naciye 72 tanesi fırkayı nâr ." Yani 72 tanesi ateşe gider.
- "Ya Resulullah bu fırkayı naciye hangi fırka?" diye soruyorlar. Buyurmuş ki :
- "Kitaba ve sünnete sarılan. Benim ve ashabımın izini izleyen."
Öyle ise kitap da birleşmeyi emrediyor. Ayrılmayı yasaklamış. Dikkat edin. Sünnette birleşmeyi emrediyor. Demek ki tefrika yapanlar kitaptan sünnetten ayrılmışlar. Ama ne yaptıklarından haberleri yoktur. Bunlar niye bölünüyor ve bölüyorlar? Birincisi benlik. Benim demek, İkincisi menfaat. Lider olurum geçinirim.
Allah'a şükür biz ayrılmıyoruz. Şeyh Efendimizden de öyle gördük. Bizim cemaatimizde siyaset konuşulmaz. Her partiden cemaat vardır. Fazla aşırı partici olanlar da bırakıyor. Sertlikleri gidiyor. İki ayrı zıt partiden olanlar birbirlerine sevgi ile bağlanıyorlar. Kardeş oluyorlar.
Cenâb-ı Allah'da öyle istiyor. Allah için bir araya gelin. Allah için konuşun. Bir mecliste siyaset konuşulursa, Allah için konuşmuş olur mu? Demek ki çok ölçüler var. Fırkayı naciye kimdir? Çok belirtileri var. Zaten söylenmiş ve buyurulmuş :
Yetmiş üç fırkanın sertacı benem
Kangısına sorsam der "nacî benem"
Bildim ki cümlenin muhtacı benem
Yetmiş üç fırkanın başı benim ama, hangisine sorsan bizim elimizden alıyorlar. Hepsinin muhtacı biz isek. Biz Allah'a sığınalım.
Başka bir kelam da buyuruyor ki :
Hz. Şeyhimden giymişem tacı
Bu tac nedir? Şeyh Efendi hangi müridin başına tac koymuştur? Hangi bir müslüman gitmişde bir yetkili meşayihten ders almışsa, işte onun başına tac konulmuş.
Hazreti Şeyhimden giymişem tâcı
"Ved-Duha" yüzüdür "vel-Leyli" saçı
Olmak isteyenler fırka-i nacî
Ziyaret eylesin pîrlerimizi
Bunu söyleyen ehli dil. Ehli kelam. Madem ki bu nimeti Cenâb-ı Hak bize ihsan etmişse bunun kadrini bileceğiz. Bir defa inancımızı, şeriatımızı, tarikatımızı yaşayacağız. Şeriat nedir? Allah'ın emirlerine uymak. Bildiğin kadar günahlardan şerlerden haramdan kaçınmak.
Tarikat: Meşayihin hizmetinde bulunmak.
Bunların büyük nimeti var. Bunlarla hakikate ulaşacaksın. Bir kelâm var ki:
Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin
İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti
Ne kadar benim şeyhim büyüktür. Ben onun müridi oldum desen de zahirde bir eksikliğin varsa sen ondan istifade edemezsin. Asla sana sahip olmaz. Ama bir de batın vardır. Zahirde suyu üfürerek içerler ama meşayihleri yoktur.
İnsanların nimeti nedir? Nerden geldiğini bilsin. İnsanlar Allah'tan gelmiş. Allah'a nasıl ulaşırlar? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Hakikate geçince insanlar ruhlarını gelmiş olduğu makama ulaştırmışlardır.
Gönlüme nakşoldu hubb-u cemali
Terk eyledim cümle hep kîl ü kâli
Dünya-perestlerin çok ise mali
Bizim de İmam-ı zamanımız var
Hakikate ulaşan bir kimse artık dünyayı da atmış. Ahireti de atmış. Başkaları yer, içer, köşklerde oturur. Uçaklarla gezer. Bunlara hiç meyletmez o kişi. Bir eski çul veya hasırda oturur da en yüksek en lüks yalı da oturuyormuş gibi. Çünkü onun ruhu Allah'a ulaşmak istiyordu. O'na dünyada iken ulaşanlar olur. Ruyetullah haktır. Çok büyük âlimler batıl oldular. Niçin? Ruyetullahı inkâr ettiler. Tarikatı olmadan insan hakikate ulaşamaz. Hakikate ulaşamazsa Ruyetullah'a mazhar olamaz. Ruyetullah demek, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini görmektir. Ama bunu ruh görüyor. Cisim görmez. Ama cismin de iki gözü vardır. Bir de kalbin gözü vardır. Kalbinin gözünü ancak tarikat açar. Ancak meşayih açar. Tarikatta hizmet görecek, himmet alacak ki meşayih onun gözünü açsın.
Aç basiret aynimiz ferdâya salma bizi
Kime diyor? Meşayihine. Kalb gözümüzü aç da ayrılıkta bırakma bizi. Sıfat aynı mıdır? Değil. Gayrı mıdır? Değil.
Sıfattan mana: Hz. Allah. Sıfattan mana: Hz. Resulullah.
Ama Resulullah Allah mı? Değil. Allah'tan ayrı mı? Değil. Evliyaullah da böyle. Evliyaullah'ın ruhu, Allah'ın zatının ruhudur. Evliyaullah'ın cesedi de Ravzayı Mutahhara'dır. Zattan mana insanların ruhu. Sıfattan mânâ insanların cesedi. İnsanların sıfatı yok mu? Sıfatı subutiye var mı insanlar da? Allah'ın da sıfatı subutiyesi var mı? Yani 8 sıfatı var mı Cenâb-ı Hakk'ın? İnsanlara da vermiş bu 8 sıfatı.
İnsanlar bu 8 sıfatı Allah yolunda harcarsa, bu mecazi olan 8 sıfatını hakikate tebdil ederse ne olur? Nereye varır? Neye mâlik olur? Vahdet-i vücut diye dillerde söylüyorlar. Ama özünden haberleri yok. Bilinmeyen kelâmları söylemekte de bir fayda olmaz. Niçin?
Ehli aşkın sözlerin alıp satan aşık mıdır
İçini görmez sarayın vasfeder divarını
Bir de şu vardır. Bir insan söylemiş olduğu sözden haberdar olmazsa, yalancı oluyor. Onun için tasavvufun bazı kelâmları var ki bunu ancak yetkilisi söyler. Yetkili olmayan söyleyemez. Yetkili olmayan söylerse halkı tefrikaya düşürür. Halkı inkâra götürür. Ama yetkili olan bir kimse onun izahını yapar ve insanı şüpheye düşürmez.
Çok kulak verme bu halkın ekseri deccâlidir
Hak Teâlâ'nın kelamı Hazret-i Kur'ân'a bak
Sordular ruhtan Resulullah cevâbın vermedi
Ol Ebul-Ervah iken setr ettiği hemyâna bak
Bir takım dehri oturmuş aklı rûhtan bahseder
Halkı idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak
Herkes ruhtan bahsedemez. Peygamber Efendimiz bildiği halde bahsetmedi. Peygamber Efendimiz ruhların babası. Sizler kaç tane evladınız varsa onların özelliklerini iyi bilirsiniz. Bir annenin, babanın evladını bildiği gibi, hatta daha net olarak, ruhları bildiği halde sormuşlar da cevap vermemiş.
Yalnız Cenâb-ı Hakk ayeti kerimeyle bildiriyor :
"O ruhtan soranlara de ki :"Ruh Rabbimin emrindedir"
Onun için ruh burada masum. Mesul olan cesettir. Ama ruhu da mesul ediyor. Ceset mesul olunca ruh ta mesul oluyor. Niçin? Bir insan cesedini düzeltmezse, temizlemezse, pis olursa, bu ruh pis cesette yaşıyor ya, ceset ruhun kalıbı yahutta Cenâb-ı Hakk o pis ceseti çirkin bir cisimle kaldıracak. O ruh yine onun azabını görecek. Onun için ruh masum. Mesul olan cisimdir. Cisim ise nefistir. Ruha zulmeden nefistir. Evet bu cismini insanlar temizlerse, pak ederse, Cenâb-ı Hakk bu sefer ona pak bir cisim halk edecek. O cesedi ile ruh cennete gidecek. Bakınız ne yaptı? Ruhunu kurtardı. Ama öbürü ruhuna zulmetti.
Bir takım dehrî oturmuş aklı ruhtan bahseder
Dehrî: Bilmeyenler.
Oturmuş ruhtan konuşuyorlar. Onların gördükleri ruh değildir. Onların gördükleri cinlerdir. Bunlar söyledikleri yalanla halkı doğru yoldan sapıttırırlar.
Allah'a çok şükür. Cenâb-ı Hakk bize öyle bir ihsan vermiş ki... Şimdi öyle tarikatlar var ki Allah korusun. Çok günah işliyorlar. Günahı da mübah sayıyorlar. Haramlara helaldir diye itikat ediyorlar.
Bizim tarikatımızda çok ihsanlar var. Onun için Salih Baba:
Çok ihsan var bu ihsandan içerü
demiştir. Çok şükür. Cenâb-ı Hakk bizi, zamanımızda batıl bir tarikata, yalancı bir meşayihe rast getirmemiş.
Bunların hepsinin başı: Allah bizi müslüman halk etmiş. Bunlar hep ondan kaynaklanıyor.
En büyük nimetimiz: Cenâb-ı Hakk bizi müslüman halk etmiş. Yeme maddelerinin içerisinde en büyük madde ekmektir. Bunu şöyle izah edelim. Ne kadar yeme maddesi olursa olsun ekmeksiz yenmiyor. Her şeysiz olur. Ekmeksiz olmaz. Ekmek olunca diğerleri olsa da olur, olmasa da olur. Cenâb-ı Hakk ekmeği nimet olarak halk etmiş ama insanlar ona katık istiyor. Bu neye benziyor? Cenâb-ı Hakk bizi müslüman halk etmiş. Ekmeğimiz budur. Katığı nedir? Biz İslâmı yaşıyoruz. Ama ibadetimiz amelimiz ne kadar olursa olsun. Allah'tan gelen hastalığa razı olmak ibadetlerin en makbulüdür. İnsan ne kadar ibadet yaparsa yapsın hastalıktan dolayı aldığı eciri hiç bir ibadetten alamaz. Ama razı olacak. Razı olmazsa o kadar ecrini alamaz.
"Hasta olmayan vücutta, hayır yoktur" diye hadis-i şerif vardır. "Eşeddül bela" fermanı var.
Allah'tan gelen belâ ne ile geliyor? Hastalıkla geliyor. Fakirlikle geliyor. Maişet darlığı. Bir de zillet. Yürek oynatması. Zaten dünyanın azapları da bunlardır. Bir ayeti kerime var, namazda okunur:
"Rabbena atina fid dünya haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve gına azabennâr" Bunu bilenler salavatlardan sonra okuyorlar. Namazı selamlarken son tahiyyatta okunur. Meali, manası :
"Yarabbi, dünyada, ahirette bizi nârdan, azaptan koru. Dünyada, ahirette hayır hasenât işleyenlerden eyle."
Bu ayetin rumuzlu tarafı da var. Hayır hasenatı kim işler? Sağ olanlar işler. Ölüler işleyemezler. İnsan kendi isteği ile vücudunun herhangi bir yerine ateşi tutsa da yaksa haramdır. Günahı kebairdir. Dünyada ahiretteki azaptan alı kor diye isteniliyor. Dünyanın azapları: Fakirlik, hastalık ve zillettir.
Üç kimsenin öldükten sonra da defteri kapanmıyor. Defterine sevap yazılıyor. Kim bunlar? Sadakayı cariye işleyenler. Neler bunlar? Çeşme, cami, köprü yaptırmış. Medrese yaptırmış, okul, hastane yaptırmış. Onlar çalıştığı müddetçe amel defteri kapanmıyor. Bir başka sadakayı cariye hangisi? Salih evlat yetiştirmek. Salih evlat hangisi? Oğlunu okutmuş alim yetiştirmiş. O da açmış medreseyi, hocaları yetiştiriyor. Âlim yetiştirmiş oğlunu, o da hafızları yetiştiriyor. O hafızlar da hafız yetiştiriyor. O da sadakayı cariye oluyor. Oğlunu meşayih yetiştirmiş. O da meşayihler yetiştiriyor. İşte insanlar böyle eserler bırakıyorsa defterleri yine kapanmıyor.
Halka hizmet gören müesseseler yaptırılınca veya katkıda bulununca da defterler kapanmıyor. Bir insanın tahammül edemeyeceği bir hastalık azaptır. Tahammül edemeyeceği fakirlik, bu da azaptır. Dayanamıyacağı bir zillet, bu da azaptır. Bunlardan kurtuluş var mı? Yok, olamaz.
Hadis var.
"Dünyada müslümanlara rahatlık olmaz" Rahatlık olmayacaksa işte, bizim hastalığımız olur, geçim darlığı olur, yürek oynatması olur, olur, olur... Bunlardan maksat Rabbimizi tanıyalım. Rabbimize sığınalım. Bir de burada Cenâb-ı Hakk bizi mecbur tutuyor. Bize bu gibi şeyleri vermiş ki biz ona sığınalım. Çünkü bu nefis öyle bir şey ki rahatlıkta Rabbini unutur. Rahat ve safahat içerisinde olunca Rabbini unutur. Sığınamaz Rabbisine.
Fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, varlık, yokluk, müntehiler için değişmez. Aynıdır. Ama irade sahipleri için böyle değil. Biz de madem ki irade sahibiyiz. Ne yapacağız? Hastalıktan kurtulamıyorsak, dünyada ahirette nârdan azaptan koruması isteniliyorsa, Allah seni hastalıktan korur.
Nasıl korur? Sana tahammül verir. Sabır verir. O zaman o hastalıktan sen şikayetçi olmazsın. Acısını ağrısını duymazsın. Duyarsın ama fazla acı ve ağrı duyurmaz Cenâb-ı Hakk. Amennâ ve saddaknâ.
Haşa öğünmek için değil de örnek olarak anlatıyorum :
1983 de büyük bir ameliyat geçirdim. Apandist patlamış. Doktorlar Erzurum'a havale ettiler. Şeker de var. Gittik Erzurum'a. Apandist ameliyatı gibi değil. Büyük açtılar, içeriyi temizlemek için. On bir tane dikiş. 3 saat 45 dakika sürdü. Çıkardılar. Getirdiler. Kırksekiz saat geçti. Açtılar yarayı. Apseli yara. İki yumruk girer içeri. Başlangıçta akşam sabah günde iki defa pansuman yaptılar. Bir kaç gün sonra günde bir defa yapmaya başladılar. Fakat her pansumanı bir ameliyat sayıyorlar onlar. Çürümüş, kararmış ya... Hep temizliyorlar. Aletlerle çekiyorlar. Sururi bey vardı doktor. Asistanlar var. Mete Bey var Doçent. Bana özel ilgi gösteriyorlardı. Her gelen pansuman için yaklaşınca:
- "Hacı dede canını yakacağız ama kurtuluş için gerekiyor" diyorlardı. On gün yara açık kaldı. Beş gün burnumdan hortumu almadılar. Sekiz gün ağzımdan birşey vermediler. Serum verdiler. Sonra hortumu aldılar. Serumu aldılar. Her gelen üzülüyordu. O hortum öyle acı veren bir şeymiş ki... Fakat itimat edin ben onun da acısını duymadım. Hatta doktora bu horutumu alın diyenler olmuş. O da alamayız demiş. Bağırsaklarda hiç hareket yok. Fitil koyuyorlar, ilâç veriyorlar. Hiç hareket yok. Bir ara gidip geliyorlar.
- "Gaz yaptın mı?"
-"Yok yapamadım." Ama karnıma sanki taş doldurmuşlar. Beton gibi semsert. Doktorlar gidip geliyorlar, hepsi ilgileniyorlar. On günden sonra yarayı dikiyorlar, kermelerini tamamen kazıyorlar. Taze et çıkarıyorlar ki kaynasın diye. Mete Bey başlarında. Şaban Bey ve diğeri iki tarafta. Kazıdıktan sonra dikmeye başladılar. O alet ne ise zorla geçiriyorlar ipliği biri bir taraftan biri bir taraftan geçiriyorlar. Tabi bizi bayıltmadılar. Mete Bey sordu:
- "Hacım acıyor mu?"
Ben hiç ses etmedim. Üç defa sordu. Acıyor da demedim. Acımıyor da demedim. Mete Bey hoca, Şaban Bey asistan ona tekdir etti.
- "Ne sorup duruyorsun, bu soru sorulur mu? Hacıya Allah acısını göstermez."
Cenâb-ı Hakk ne kadar ömür verirse o kadar yaşayacaksın. Genç, ihtiyar her ne ise, her hastalığa ilâç buluyorlar, kansere ilâç bulamıyorlar. Ecel ne ise o olacak. Ama yine de Cenâb-ı Hakk şifa verdikten sonra verir.
Velilerde yetki vardır. Kullanırlar veya kullanmazlar. O da emirle oluyor. Bu zamanda bu gibi yetkiler velilerden alınmış. Ancak müridinin imanını ve amelini muhafaza etmek ve onu terakki ettirmek, onu Ruyetullah'a mazhar etmek için yetkisi vardır. Diğer yetkiler alınmış.
Müttakiler kisvetine müddeîler girdiler
Muhtefî oldu erenler arayıp bulmak da güç
Bahrîler ummana daldı pek çoğaldı dehrîler
Böyle mülhîdler ile bahs-ı dine dalmak da güç
Müttekî: Takva sahibi. Onların suretine takva olmayanlar girdiler.
Dehrî: Yalancı. Âlim değil. Olsa da ilmini yaşamıyor.
Bahrî: Âlim, ulema, erenler, yetişmiş kişiler.
Onları arayıp bulmak güç. Bizim tarikatımızın büyükleri harikuladelikler göstermişler. Çok yakın zamanımıza kadar. Şimdi bunlar yok işte, olmuyor.
Nizamettin Hâmuş isminde bir zat Nakşi Halifelerinden. Bir müridi varmış. O müridin de babası Padişahın köşesinde oturur. Ona fetva çıkarırmış. Nizamettin Hâmuş biraz zayıf cisimli ve ihtiyarca imiş. Padişahın kadısı hastalanmış. Kurtulacağı da yok. Oğlu da telaşla çarşıya çıkıyor. Kefen filan almak için. Şeyh Hazretlerine rastlayınca:
- "Nedir oğlum senin bu telaşın?" diyor.
- "Babam ölüyor, can veriyor. Hazırlık yapıyorum" diyor. O da rabıta yapıyor. Gözünü kapatıp açıyor.
- "Git, haydi. Onu aldım zımmıma. Ona hayat verip yaşatacağım" diyor.
Kendi hayatından hayat veriyor ona. 20 sene yaşıyor. 20 seneden sonra bu mübareğin oğullarına iftira ediyorlar. Tutuklamak istiyorlar. Oğulları kaçıyorlar. Babasını götürüyorlar padişahın makamına. Huzura oturuyor. Rabıtada imiş. Padişah gelip geçince hiç bakmamış. Padişah daha da sinirlenmiş gitmiş yerine.
-"Getirin şu dervişi" demiş. Getirmişler. Kadı karşısında. Padişah buna kötü kötü laflar söylemiş. Bu da dinlemiş. Beklemiş ki suçlu olmadığını kadı müdafaa etsin. Kadı müdafaa etmeyince:
- "Padişahım müsaade eder misin sana bir çift söz söyleyeceğim" diyor.
Padişah da söyle manasına parmağını kaldırıyor.
- "Ben müslümana inandınsa hoş. İnanmadınsa elinden ne gelirse yap."diyor.
Öyle demesi ile bundan bir azamet görünüyor. Saray sallanıyor. Onun celâlinden Padişahın dudağı patlıyor.
- "Bırakın, bu dervişin suçu yok" diyor.
Oradan çıkıp giderken yine o müridi rast geliyor ona. Padişahın kadısının oğlu. Diyor ki :
- "Ben senin hatırın için kendi hayatımdan hayat verdim. Babanı zimmetime aldım yaşıyordu. O beni padişahtan korumadı. Ben de onu zimmetimden bırakıyorum." diyor.
Mürit hiç tereddüt etmiyor. Dört tane adam alıp gidiyor padişahın yanına. Bakıyorlar ki makamında ölmüş. Alıp getiriyorlar.
Meşayihler İsevî meşrep, Musevî meşrepli oluyorlarmış. Hz. Ömer meşrebinde, Hz. Ebubekir meşrebinde oluyorlarmış. Hz. İsa hiç kimseye kızmazmış. Hz. Musa kızarmış. Hz. Ebubekir kızmazmış. Hz. Ömer celâllenirmiş. Bunların birbirinden farkı var mıdır? Yoktur. Burada bizim anlıyacağımız meşahiyte celâl sıfatı da vardır, cemâl sıfatı da vardır. Eğer meşayihte cemâl sıfatı varsa, o affedici olur. Dünyada olsun, ahirette olsun, affedici olur. Bazı yatırlar da çok büyük bir zat olur. Giderler orada günah işlerler. Bir şey olmaz. Daha küçük bir meşayihin türbesinde günah işleseler, ona hakaret etseler, söz söyleseler çarpar onu. Muhakkak onlara bir ceza verir. İsevî meşrepli, Ebubekir meşrepli olanlar affediyor.
Bir de göl meşrepli, derya meşrepli buyuruluyor. Derya meşrepli olan her şeyi hazmediyor. Derya hiç bir şeyi bulandırmadığı gibi, göl meşrepli olanlar bulandırıyor. Derya meşrepli olan meşayih, her ne kadar onun aleyhinde konuşulsa, zahirine zarar verilse onu affediyor. Göl meşrepli olursa, birisi ona dokunan söz söylese, tarafına, etrafına, akrabasına bir söz söylense affetmiyor. Muhakkak bir tokat yer. Canını da malını da, imanını da götürür. Muhakkak bir tokat yer. Onların takatı öyledir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın cilveleri. Bunlara akıl ermez.
Evliyayı Kebîr isminde Mekke'de kalan bir meşayih varmış. O abdallar sınıfındaymış. Evliyalar sınıf, sınıf olur. Kabiliyetlerine göre sınıflar olur. Bu şahıs nefis yoluyla terakki etmiş. Fazla ibadet yapmakla, riyazet yapmakla terakki etmiş. Yıllar boyu oruç tutuyormuş. Senede beş gün, yani haram olan günlerden başka hepsini tutuyormuş. Beş günün birisi Ramazan Bayramı'nda, dördü de Kurban Bayramı'nda tutmayı yasaklamış Cenâb-ı Hakk. Haram oluyor. Bunların haricinde hep oruç tutuyor. Dağarcığında arpa kırmasını koyuyormuş. Bir defaya mahsus olmak üzere koyuyormuş. Bir defaya mahsus. Dördüncü parmağını da asla kullanmıyormuş. İftar edeceği zaman çanağın içerisinde bulunan zemzem ile karıştırıp içiyormuş. Başka hiç bir şey yemiyormuş. Ekmeği, gıdası beslenmesi hepsi de bu imiş.
Meğer hab-ı gafletteydim uyandım
Cümle esmalardan renge boyandım
Bab-ı müsemmada kaldım dayandım
Azalarım ah u figan eyledi
İnsan esmâ nurundan geçiyor da sıfat nurundan geçemiyor kolay kolay. Sıfat nurundan geçiyorsa kurtardı kendini. Tarikatın son makamına ulaştı. Sıfat nurunda Allah göstermesin enaniyet oluyor. Kendisinde bir büyüklük görüyor. Eğer oradan geçiyorsa zat nuruna geçiyor ki tarikatın son makamı. Geçemiyorsa Allah korusun düşmesi oluyormuş. Mürşitsiz olursa orada kalıyor veya düşüyor. Mansur gibi ipe asılıyor. Düşme de böyle oluyor. Allah korusun. Mürşit olursa gidiyor, geçiyor. Geçemeyecek olursa, şeriatta başı gidecek ki (zahirde) günahı kurtulsun.
Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz
Bak şu Mansur'un işine halkı toplamış başına
Ene'l-Hakk'ın feraşına düşenlere hamir olmaz
Şems'in şeyhi ta Tebriz'den Mevlânâ'ya irşad memuru yolluyor. Şems gibi kaç tane irşad memuru varmış. Çok varmış.
- "Mevlânâ'nın ilmi onu perdeliyor. Kim gidip onu ilminden geçirecek. Kim gidip ilmini elinden alacak da onu irşad edecek?"
Şems :
- "Ben giderim" diyor.
- "Git! Başlı gide, başsız gelesin" demiş Şeyhi.
Bu tarikatta, tasavvufta BEN kelimesi yok. Ben kelimesi varsa o daha yetişmemiş olgunlaşmamış.
Ben var Yâr yok
Yâr var sen yok
Yâr: Allah. Ben: İnsan varlığı
İnsanın varlığı kalkmadıktan sonra Yâr'ı bulamaz. Yâr var ise kendi varlığı yok. Demek ki Ben kelimesi yok. Aşkın sonu mahviyettir. Eğer orada sükut etseymiş, onu gönderecekmiş. Sağlam gidip, sağlam gelecekmiş. Şems'in vücudu, kesilen başını almış gitmiştir. Orada kan damlaları görülmüş. Olabilir, bu olmuştur.
Cafer-i Tayyar, Hz. Ali Efendimizin büyük kardeşi. Tebük savaşında Allah ona yeşil nurdan kanat verdi. Cesedi ile uçtu. Herkes gördü. Kafir, mü'min herkes gördüler. Onun için Cafer-i Tayyar ismi verildi. Peygamber Efendimiz ona dua etti. Onun için onda da o hâl tecelli etti. Peygamber Efendimiz namazını kılarken Hz. Ali Efendimiz küçük bir çocukmuş. Hz. Ali Efendimizi küçükken Peygamber Efendimiz aldı, büyüttü. Namazda sağ yanında iken peygamberimizin amcası Ebu Talip deve ile bir yere gidiyormuş. Cafer de terkisinde imiş. Bakıyor ki Peygamber Efendimiz namazda. Yanında Hz. Ali.
-"Oğlum sende dur namaza, gitme" diyor. Sol tarafına da o duruyor. Devenin üzerinde kalıyor. Peygamber Efendimiz selam verince bakıyor ki sağ tarafında Hz. Ali, ondan haberi var. Sol tarafına bakıyor ki Cafer yanında. Daha başını Cafer'den çevirmeden diyor ki :
- "Ya Cafer! Allah sana şahadet rütbesi versin. Nurdan iki kanat versin. Göklere tayyar edesin. Şehit olasın." diyor.
Tebük muharebesinde Peygamber Efendimiz önce dört kumandan gönderdi. Dört bin kişi ile dört kumandan gönderdi. Onlar orada şehit oldular. Gönderirken şöyle buyurdu :
- "Zeyd kumandanınız olsun. Zeyd şehit olursa, Abdullah kumandan olsun. Abdullah şehit olursa, Cafer kumandan olsun. Cafer şehit olursa, Halid bin Velid kumandan olsun."
Herkes anladı ki bu üç kişi orada şehit olacak. Halid bin Velid olmayacak. Gerçekten orada bu üç kişi şehit oldu. O sırada Halid bin Velid düşündü. Resulullah bu kişilere işaret verdi. Bize işaret vermedi. O halde muharebeyi üstlendi. Savunma ile değil de gerileme ile ne kurtardı ise kurtardı.
İşte Tebük muharebesinde, yeşil nurdan kanatları ile, cesedi ile herkes Cafer'in uçup gittiğini gördüler. Hatta şöyle: Muharebede sağ eli düşüyor. Sancağı sol eline alıyor. Çünkü sancakta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı. Sol elini de düşürüyorlar. İki dizinin arasına alıyor, yere düşmesin diye. Şehit olunca kendisi uçup gidiyor. Sancak yere düşüyor.
Evet. Tasavvufun bazı kelâmlarını zahir ehli bilmiyor. Bu kelâmları bilmeyenler izah etmesin. Bazıları vahdet-i vücuttan bahsediyorlarmış. Vahdet-i vücut büyük kelâmdır. Söz ederseniz boğulursunuz. Vahdet-i vücudu ancak yaşayanlar bilir. Yaşamayan ondan bahsedemez. Beyazıd-ı Bestami olmuşta... Hz. Ali Efendimiz vahdet-i vücut olmuşta:
-"Ben görmediğim Allah'a secde etmem" demiş. Mahsur vahdet-i vücut olmuş ta "Enel Hak" demiş. Onlarda aşikâr olmuş. Her velî oradan geçiyor. Zaten ordan geçmezse velî olamaz. Fakat onu oradan ustası geçirir. Nakşibendi Efendimiz buyuruyor ki :
- "Abdulhalik evlatlarından bir tanesi olsaydı, manevi evlatlarından, yetiştirdiklerinden bir tanesi olsaydı, Mansur'u ipe vermezlerdi. Geçirirlerdi." Nakşibendi Efendimiz'in zuhurundan sonra nakşilerin hepsi geçmişler, oradan. Onun için :
Mansur değil can söyledi
Cân içre cânân söyledi
O ruh-u sultan söyledi
Keşf eyleyip esrârını
O esrârını keşfetti. Onu muhafaza edemedi, aşikâr etti. Aşikâr ettiği için başı gitti. Ama imanından birşey gitti mi? Yok. Onu zahirde darağacına astılar ama, asıldığı şey Peygamber Efendimizin sakalının teli idi. Ya Muhiddin-i Arabî Hazretleri?
Gör n'eyledi Muhyiddîni
Boğazlanıp aktı kanı
Dosta feda kıldı canı
Hiç bozmadı ikrârını
Muhyiddîni Arabî Hazretleri ayağını vurup demiş ki :
- "Sizin taptığınız Tanrı, benim ayağımın altındadır." Öyle deyince bu Allah'a şirk koşuyor diye asmaya götürüyorlar.
Demiyor ki :
- Benim ayağımı vurduğum yerin altında hazine var. Çıkmazsa beni o zaman asın.
O aşikar etmedi. Çünkü yasak. Hadisi Şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki :
"Siz gönlünüzde neyi besliyorsanız sizin mabudunuz odur."
O insanlar da parayı çok seviyorlarmış. Parayı çok sevdikleri için, onlara karşı "siz parayı çok seviyorsunuz o da benim ayağımın altında" demek istemiş. Hazine varmış. İçinde külliyetli altın varmış. Son anda demiş ki :
- "Beni asıyorsunuz ama bir yazı yazacağım ona ilişmeyin" demiş.
"Sin Şın'a dahil olunca Muhyiddîn'in sırrı aşikâr olur." diye yazmış.
Dosta fedâ etti cânı
Hiç bozmadı ikrârını
Yavuz Sultan Selim Şam'ı fethedince bu yazıyı görüyor. Padişah tabii ki akıllı. Düşünüyor:
-"Sin ben, Şın bu şehir, işte geldim. Bunu araştırın" diyor.
- "Şeyhi bilen var mı? Şeyhi bilen var mı?"
Araştırılıyor. Şam'ın kenar mahallesinde, yıkık dökük gecekondu gibi bir evde fakir, düşkün 85 yaşlarında bir ihtiyar biliyor bu olayı. Ama Yavuz'un Padişah olduğunu bilmiyor. O'na çıkışıyor :
- "Sen niçin o zındığı soruyorsun?" diyor.
Parayı duyunca ihtiyar :
- "Biliyorum" diyor. Gösteriyor.
- "İşte buraya vurdu ayağını" diyor.
- "Açın şurayı" diyor. Açıyorlar ki altın çıkıyor. Külliyetli miktarda altın.
Mevlânâ Alaaddin'in şeyh efendisi Saaddeddin-i Kaşgari Hazretleri, Evladı Resûlden ve 32 tane halife irşat etmiş. Mevlana Alaaddin hacca gitmeden evvel aralarındaki maceraları şöyle :
Çok âlim olduğu için dinî mecmualar yazıyormuş. 32 halifesinin hepsinden daha üstün. İlminden dolayı. Bir bahar mevsiminde kitabını tamamlamış. Şöyle bir gezmeye çıkıyor. Giderken şeyh efendisinin tekkesinden geçiyor. "Şeyh Efendimin bir elinden öpeyim" diyor. Zahirde şeyh efendisine mecmua yazdığından hiç söz etmemiş. Ama o kerameti ile O'nun gönlündekini bilmiş.
Demiş ki :
- "Mevlânâ Alaaddin mecmua mı yazıyorsun?" demiş.
O da :
- "Evet" demiş.
- "Amel işlemek istiyorsan Allah ile meşgul ol. O sana yeter" demiş.
Ama bu ona ait. Bu kadar âlimler var. Onlar için değil. İslâm'a hizmet vermişler. Onlara değil. Mevlânâ Alaaddin böyle bir makama gelmiş ki kitap yazmak ona mani oluyormuş. Sonra tekrar sormuş :
- "Mevlânâ Alaaddin köyü gezmeye mi gidiyorsun?" demiş. O da :
- "Evet" deyince :
- "Sen eğer köyü gezmeye gidiyorsan Allah'tan gafilsin. Eğer Allah'tan gafil değilsen niçin gezmeye gidiyorsun?"
Bir gün de Mevlânâ Alaaddin mesnevi okuyor. Mesnevi dört kitaba tercümedir.
- "Nedir o elindeki?" diyor.
- "Mesnevi" diyor.
- "Mevlânâ Alaaddin o mesneviyi okumakla birşey anlayamazsın sen" diyor.
Âlim olan bir kişi niye anlayamasın? Mesnevi de Arabi, Farisi hepsi karışık. Buna rağmen diyor ki :
- "Sen mesneviden birşey anlayamazsın. Öyle çalış ki o mesnevideki mânâlar senin kalbinden doğsun" buyuruyor.
Bir gün buyurmuş ki :
- "Mevlânâ Alaaddin şüphe yok ki Cenâb-ı Hz. Allah eşyayı "ve hüve bi külli şey'in muhit." Mevlânâ alim. Mevlânâ korkmuş.
- "Yok, yok" demiş Şeyhi.
- "Ben seni sınadım. Cenâb-ı Hz. Allah "ve huve bi külli şey'in âlim."
"Ve hüve bi külli şey'in muhit" demek, azameti ile eşyayı halk ve ihata etmiş oluyor. "Ve hüve bi külli şey'in alim" demek. Eşyayı ilmiyle halk etmiş oluyor.
Cenâb-ı Hakk eşyayı ihata etmiş olduğu zaman, insan eşyayı kullanamaz. Ama insan kendi varlığından kurtulunca eşya da yok oluyor. Kendisinin bulunmadığı yerde hiç bir şey olmaz ki zaten.
- "Varlığı olmayan bir insan eşyayı nasıl kullanabilecek?" Bunu yine hazmedememiş. Bunu üç defa tekrar etmiş. İşte bu arada hacca göndermiş. Hacca gönderirken demiş ki :
- "Hacda Abdülkerim isminde bir evliyaullah vardır. Abdallar sınıfından. O hiç et yemez. Hep oruç tutar. Ondan çok faydalanırsın. Tavaf, say, hac farizalarından kalan boş zamanlarında onun sohbetini kaçırma. O'nun sohbetinde bulun" demiş.
Bu gitmiş hacca. Tavafını say'ını yaptıktan sonra, haccın zamanını bekliyor. Ertesi sene, tekrar başlasın diye. Boş zamanlarında Abdülkerim Efendi'nin sohbetine devam ediyor. İlk görüşmede elini öpüyor.
Diyor ki :
- "Ben Buhara'dan geliyorum. Şeyh Efendimin sana selâmı var."
- "Ha siz Acemsiniz" diyor. Hangi tarikattansınız diye sorup, öğrenince :
- "Ha siz Azîzlerdensiniz" diyor.
(Bizim tarikatın bir ismi de Azîzan Tarikatı. Azîzler tariki. Bir ismi de Nazenin tarikatı. Kibar demek.)
- "Be efendi, Sizin şeyhiniz hayatta mı?"
- "Hayatta efendim. Selâmı var."
Selâmı alıyor:
- "Siz şeyhinizin huzuruna geldiğiniz zaman ne ifade eder, ne emreder?" diyor.
- "Biz şeyh efendimizin her huzuruna gittiğimizde bize şu emri buyururdu :
- "Bizim huzurumuza geldiğiniz zaman gönlünüzden bütün her arzuyu, bütün düşünceleri, hepsini çıkarın. Sadece Allah'ı kalbinize alın. Allah'ı anaraktan gelin."
- "Eee, siz ne dersiniz?"
- "Biz sûkut ederiz."
- "Siz ne dun-u himmet insanlarmışsınız" diyor. Yani himmet alamamışsınız. "Himmetten mahrum kalmışsınız" diyor.
- "Peki efendim ne dememiz lâzımdı?"diye soruyor.
- "Şeyhinize niye diyemediniz ki "Biz Allah'ı bilemeyiz. Biz Allah'ı fehmedemeyiz. Biz sizi biliriz."
Ayetler var, hadisler var, açıklanıyor. Evliyaullahın eli kudret elidir. Kelam-ı kibarda ne geçiyor ?
Elinde var iken fırsat geçirme ede gör gayret
Tuta gör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ
Bâlâ: Yüksek.
Ruh ile yükselinir. Ruh yüksek bir yerden gelmiş. Bir kudret eli tut. Allah'ın zahirde bir eli var mı? Nasıl biz onun elinden tutalım? Ama Evliyaullah'ın elinden tutan, kudret elinden tutmuş olur. Sıdk-ı sadakatla tutmalı.
Dest-i kudretiyle tuttu elimden
Masivalar ref' olundu dilimden
Halâs oldum ayrılıktan ölümden
Katre iken bahr u umman eyledi
İşte böyle. "Siz ne himmetten mahrum kalmış insanlarsınız? Biz Allah'ı bilemeyiz biz seni biliriz." demediniz. Ondan sonra, orada kaldığı müddetçe sohbetlere devam ediyor. Birçok maceralar oluyor aralarında. Birisi de şu :
Büyük bir cemaat var. Şeyh onlara sohbet ediyormuş. Zahir ülemadan bir kişi sohbete karışıyor. Soru açıyor. Soru açınca sohbet kesiliyor. Sorularını cevaplandırıyor. Sükut geçtikten sonra sohbete başlıyor. O kişi yine soru soruyor. Neticede :
- "Soru sordum ama vermiş olduğunuz cevaplar beni tatmin etmedi" diyor. Ama bu arada soru sordukça sohbet kesiliyor. Cemaat da bundan mütazarrır oluyor.
- "Benim şüphem var, tatmin olmadım" diyor.
Bu sefer şeyh efendi dizlerinin üzerinde doğrularak :
- "Nedir şüphen?"
Demesi ile adam ölüyor. Celâllenerek söylemiş. Sohbet dağılıyor. Cemaat dağılıyor. Bizim büyüklerimizden Mevlânâ Alaaddin Hazretleri bu durumu görüyor. Gönlüne geliyor ki :
- "Bu hocayı affetseydi de bu hoca ölmeseydi."
Burada sohbetimizin konusu : Celâl meşrep, Cemâl meşrep, Hz. Ebubekir meşrepli, Hz. Ömer meşrepli, İsevî meşrep, Musevi meşrep, derya meşrepli, göl meşrepli. Bu olayları anlatıyoruz ki, iyi anlaşılsın. Muallakta kalmasın. Nakşibendi Efendimiz de buyurmuştur. Tasavvufta şüpheye düşülecek kelâmları iyice biliyorsanız, anlatın. Açıklansın. Ama bilmiyorsanız anlatmayın. Ağzınıza çok büyük lokmayı almayın, boğulursunuz.
Şimdi burada Mevlânâ Alaaddin Hazretlerinin gönlüne geliyor. "Meşayihtir affetseydi" diye. Büyüklüğe o yakışırdı, diye düşünüyor. O sırada meşayih onun gönlünden geçeni biliyor:
- "Be Acem, benim de sana bir sualim var. Cevabını ver."
O da toparlanıyor.
- "Buyurun efendim" diyor.
Şeyh Efendi buyuruyor :
- "Kabzası yere gömülmüş, iki tarafı keskin sivri bir süngü. Deli bir insan bağır açık, gelip o süngünün üzerine düşerse, süngü onu deler. Süngünün ne kabahati var burada?" diyor.
- "Efendim tabii ki süngünün kabahati yok."
- "O halde bizim ne kabahatimiz var? Biz Hak ile meşgulüz burada. O geldi bize çattı. Çarptı ve parçalandı." diyor.
Demek ki şimdi burada Cemâl vardır. Celâl vardır. Cenâb-ı Hak'kın cemâli ve celâli vardır. Amenna.
Cemâlinden ne doğuyor? Hayır doğuyor "ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi" hayır ve şerri Allah halk ediyor. Ama Allah'ın şerre rızası yoktur. Halk ettiği için, inanıyoruz. Şer işleyene rızası yok. Cezası var. Hayır işleyene mükâfatı var. Bunu da bildirmiş Cenab-ı Hakk. Allah'a itiaat edenler Allah'ın cemal sıfatına sahip oluyorlar. Cemal sıfatının tecellisi ile hayırı da işliyor. Ameli de işliyor. Her nimete malik oluyor. İsyan edenler Allah'ın celal sıfatına sahip oluyorlar. Her bir günahı ve isyanı işliyorlar. Cezaya da çarpılıyorlar.
Bir de bir gün mübarekler Beytullah'ı tavaf ederken, Mevlânâ Alaaddin bakıyor ki bir rüzgar esiyor. Beytullah'ın örtüsü bir taraftan havalanıyor. Oradan bir nur görünüyor. Ama öyle bir nur ki, gönlünü alıyor.
Mevlânâ Alaaddin şeyhin sohbeti ile Beytullah arasında bocalayıp kalıyor. Hayal ettiği nuru Beytullah'ın örtüsünden göreceğini zannediyor. Bir gün yine şeyhin sohbetini dinlerken beytullah'ın örtüsünden tecelli eden nuru hayal ediyor. Ama gidiyor göremiyor. Geliyor sohbet dinleyemiyor. O gönlünde iken sohbeti dinleyemiyor. O zaman şeyh efendi diyor ki :
- "Her zaman, her yerde tecelli eden bir nur-u hakikati, insanlar sadece Beytullah'ın örtüsünden mi görürler?" diyor.
Elini ne tarafa uzatırsa o taraftan görünüyor. Duvar mı var? Duvardan. Direk mi var? Direkten. Adam mı var? Adamdan. Bina mı var? Binadan. Taş mı var? Taştan. Her şeyden görüyor nuru. Bakıyor ki, hiç eşya yok. Kendi de yok. Bu nurun içinde kendisi de yok oluyor. O zaman şeyh efendi :
- "Mevlânâ Alaaddin. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk eşyayı, azameti ile ihata etmiştir. Bunlar kimler için? Şeyh Abdülkerim Efendi için."
Lâ mabuda illallah
Lâ maksuda illallah
Lâ mevcuda illallah
Hatta bu zikirdir. Ama bize göre değildir.
Lâ mabuda illlallah makamdır. Müritte bir sıfattır. Bize göre, burada iken lâ maksuda illallah makamını düşünmek küfürdür. Küfürden mânâ yalan söylemek. Yalan söylemek günah değil midir? Kâzib oluyor. Allah'a yöneliyor. İbadet yapıyor. Namaz kıldığı zaman bir insan, onun gönlüne Allah'tan başka birşey gelmiyorsa, maksudum Allah demekle kazib değildir.
Ama herhangi bir ibadeti yaparken gönlüne başka bir şeyler gelirse, benim maksudum Allah demekle yalancı oluyor. Maksudu Allah ise gönlüne Allah'tan başka birşey gelmeyecek. Allah'tan başka birşey düşünmeyecek.
Lâ mevcuda illallah makamı : Lâ maksuda illallah, makamında Lâ mevcuda illallah derse küfürdür. Yani mevcudata Allah derse küfürdür. Ama o makam onda tecelli edince, kendi cismi yok oluyor. Eşyanın cismi yok oluyor. Kim var? Allah'ın azameti var.
Allah'ın tecelli zatı var. Zat'ının nuru tecelli eder. İnsanlar esmâ nurunu isimlerden görür. Sıfat nurunu cisimlerden görür. Zatının nurunu isimsiz, cisimsiz görür. Bir insanın kendi cismi ortadan kalkmazsa, kendi varlığında kurtulmazsa, eşyanın varlığı ortadan kalkmazsa, o varlık görünmez.
Zengi Ata'ya rastlayan üç mürit meşayih aramak üzere yola çıkıyorlar. Medrese ilmini bitirmişlermiş. Zengi Ata ikamet ettiği köyün sığırlarının çobanı imiş. Çıplak ayakları ile dikenlerin üzerinde otları yoluyor. Bu durumu görüyorlar. Selâm veriyorlar. Selâmı alınca :
- "Siz hoca mısınız?"diyor.
- "Evet" diyorlar.
- "Peki nereye gidiyorsunuz?"
Onlar da diyorlar ki :
- "Buhara'da zahir ilmini bitirdik. Bir meşayih arıyoruz ki kalp ilmini okuyalım."
Zengi Ata :
- "Siz beş dakika durun. Nereden bir mürşit kokusu alırsam size haber vereyim" diyor.
- "Ne yapıyor?" Bir doğuya doğru derin bir nefes alıyor. Batıya, kuzeye, güneye dört bir tarafı kokladıktan sonra bir de kendi vücudunu kokluyor.
Diyor ki onlara :
- "Dünyanın her tarafını kokladım. Ancak sizi irşad edecek mürşidi bu siyah gövdede buldum" demiş.
Birincisi olan Seyyid Ata'ya hemen inanmış.
- "Amennâ ve saddaknâ. Nurunu bu siyah gövdede gizlemiş olabilir" diye düşünmüş. Diğer ikisi Uzun Hasan Ata ve Bedir Ata :
- "Şu dudağı uzun araba bak" diye kalblerinden geçiriyorlar.
Tabii ki yüzüne karşı söylemiyorlar. İlk defa inanıp teslim olan Seyyid Ata irşad oluyor. Diğerleri yedi sene geçtiği halde bir türlü irşad olamıyorlar. O kadar hizmetini görüyorlar. Çalışıyorlar. Zengi Ata'dan şefaat istiyorlar. Sonra irşad oluyorlar.
Ubeydullah Hazretlerinin de maceraları var. Hadiseleri var. Çok meşayihler tanımış. Çok meşayihlere hizmet etmiş. Onlara teslim olamamış. Onlar tasarruf edememişler. Güçleri yetmemiş. Peygamber Efendimiz Hazretlerini rüyasında görmüş. Dağın dibinde bütün ervah toplanmış.
-"Gel Ubeydullah. Beni sırtında şu dağın tepesine çıkar" diye sesleniyor. Çıkarırken de diyor ki :
- "Ben sende bu kuvvetin olduğunu biliyordum. Ama ervahın görmesi için böyle yaptırdım" diyor.
Bir gece de rüyasındada Şahı Nakşibendi Hazretlerini görüyor. Ona çok sevgi bağları ile bağlanıyor. Zahirde görmemiş. Ona rüyasında, tasarruf etmesinde, nazar etmesinde, keyfiyab oluyor.
Nakşibendi Efendimize gönül vermiş. Ubeydullah Hazretlerine, Alaaddin Attar Hazretleri ve Nizamettin Hamuş Hazretleri bir türlü tasarruf edemeyince, o artık Taşkent, Semerkant, Azerbaycan, Maveraünnehir, bütün oraları geziyor. Hiç birisine kendisini teslim edemiyor. Ama bunlara da hizmetleri olmuş. Nihayet Nakşibendi Efendimizin halifelerinden olan Yakub-u Çerhi Hazretlerinin müritlerinden birisi ile bir yerde karşılaşıyorlar. Onu seviyor.
- "Sen kimsin, neredesin?" diye soruyor.
O da :
- "Ben Yakub-u Çerhi Hazretlerinin evladıyım" diyor.
- "Ben zaten onu arıyorum. Nakşibend Efendimizin elinden tutanı arıyorum" diyor.
- "Müridini bu kadar sevdimse meşayihini göreceğim" diyor. Gidiyor. Fakat biraz fakirmiş. Geç gidiyor. Yakub-u Çerhi Hazretleri :
- "Niye bu zamana kaldın?" diyor.
Bir süre geçince Celâl sıfatı gidiyor. Cemâl sıfatı geliyor. İyi karşılamaya başlıyor. Sohbet arasında diyor ki :
- "Tut bu elden. Nakşibendi Efendimizin eli."
Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki :
"Senin elinden tutan benim elimden tutar. Sana biat eden bana biat eder. Senin kabulün benim kabulüm. Senin reddin benim reddimdir."
- "Tut bu elden" diyor. Tutmuyor.
Çok bir arzu ile sevinerek gitti. Tutmuyor. Niye tutmuyor? Yakub-u Çerhi Hazretlerinin yüzünü sevmemiş. Zahirdeki yüzünü sevmemiş. Aşikar etmiyor ama çekiyor elini tutmuyor.
İçinden diyor ki :
- "Ben bu yüzü sevmedim. Ben bu yüze rabıta yapamam."
O zaman Çerhi Hazretleri :
- "Bu yüzü sevmedinse, rabıta yapamazsan, şu yüze rabıta yap." diye işaret yapıyor.
Yüzünden perde kaldırıyor. Manevi yüzünü gösterince kendisinden geçiyor. O kadar hal görmüş. O kadar tasarruf güçleri ile karşılaşmış. Fakat o yüze dayanamamış. Bayılmış, düşmüş.
Ayılınca :
- "Tut "demiş. Tutmuş o zaman elini. O anda irşad etmiş.
Demiş ki :
- "Sen müritleri üç yönden Allah'a götürürsün.
1. Cezbe yolu, 2. Nef'i isbat yolu, 3. Şuğulu batın yolu"
Şimdi başka tarikatlar şuğulu bâtını kabulleşmiyorlar. Küfür sayıyorlar. Ama bizim tarikamızda şuğulu batınla da irşâd ediyorlar. Ama şuğulu bâtın onların anladığı gibi değil. Bakınız Salih Baba nasıl ifade ediyor :
Bilmezem kimden kime şekva edem bu gönlümü
"Lâ"yı gördüm firkat-i Mevlâ'ya düştüm gel yetiş
Bir de şu var:
Tevbe kıldım sıdk ile sen Şah'a biat eyledim
Olmuşum her bir kusurun nadimi Allah için
Şuğulu Batın: Mürit birşeyi düşünmek istemiyor. O geliyor. Gelince atmak için çalışıyor. Bazan atamıyor. Orada bir işkenceye düşüyor mürit. Bir meşakkat, bir ezilme. Orada terakki ediyor işte.
Bazı tarikatlar da cezbeyi hoş görmezler. Bizim tarikatımızda cezbe çok süratli bir vasıtadır. 75.000 ders çekenle beraber cezbe sahibi terakki eder. 1000 ders verirler. 5000 ders verirler, sen çekme derler. Çünkü onda cezbe var, aşk var. Muhabbet var. O aşk, o muhabbet onu terakki ettiriyor.
Cezbe nef'i isbattan daha süratli gidiyor. O kadar ders çekiyor.
Demek ki şuğulu bâtın: Müridin istemediği düşünceler. O ona üzüntü, azap veriyor. Bunlar için Allah'a sığınıyor. Rabıtasına sığınıyor. Mühim olan sığınmaktır. Onunla da terakki ediyor. İşte Ubeydullah Hazretleri o kadar selâhiyetli irşâd etmiş oluyor. Fakat bunun bu derece çabuk ve bu kadar selâhiyetli irşad edişini diğerleri tenkit etmişler.
- "Niçin bu Türk gencini bu şekilde irşad ettiniz?"diye.
Yakub-u Çerhi Hazretleri de buyurmuş :
- "Her gelen Ubeydullah gibi gelsin. İrşad olup gitsin. O bize tam geldi. Fitilini çarşıdan almış. Gazını doldurmuş, Fitilini takmış. Camını takmış. Ancak bir ateşleneceği kalmış" diye cevap vermiş.
16-Işık bağışlamak için,önce ışık alan olmalısın
"Işık bağışlamak için,
önce ışık alan olmalısın"
16 Mayıs 1990
Cüz'î irade küllî iradeye bağlıdır. Mü'minlerinki, müslümanlarınki de, inananlarınki de öyledir. Hayırlısı, herşeyin hayırlısını isteyelim. Gitmemiz mi hayırlı? Durmamız mı hayırlı? Bir şey istediğimiz zaman olması mı hayırlı? Olmaması mı hayırlı? Biz onu bilemeyiz. Sonra insanları dolandıran rızkı. Gideceği yerden rızkı vardır. Ayrılacağı yerden rızkı kesilmiştir. Alacağı, elde edeceği rızkın zamanı gelecek.
Meşâyihin bir tanesi müridini testi ile suya yollamış. Çeşmeden su getir demiş. O da gelmemiş. Gecikmiş... Meşâyihinin hiç canı sıkılmamış. "Bu gitti, niye gelmedi." dememiş. Oradaki cemaatin canı sıkılmış.
- "Bu kadar gitmek olur mu?" diye söylenmişler.
Meşâyihleri demiş ki :
- "Gidin bakın. Eğer o derviş suyu testiye doldurmuş olarak bekliyorsa, o onun tembelliğinden. Suyu doldurmadan bekliyorsa bizim rızkımız gelmemiştir. Bize nasip olacak su gelmemiştir. Onu bekliyordur."
Hakikaten gidiyorlar ki içi boş testi ile bekliyor. O zaman diyorlar ki :
-" Sen buraya niçin geldin, niçin bekliyorsun?"
Hemen testiyi dolduruyorlar.
- "İşte bize nasip olan su geldi. Bundan evvelki su bizim rızkımız değilmiş." demişler.
Rızık ezelîdir. Zamanı geldikçe Cenâb-ı Hakk halkeder. Ezelde takdir etmiştir. İnsan nerede bir bardak su içecek? Nerede bir lokma ekmek yiyecek? Zamanı geldikçe halkediyor. Zuhura getiriyor.
Şimdi bunu nereye getireceğiz. Bu akşam buraya geldiniz. Meselâ yiyeceğiniz bir lokma veya içeceğiniz bir su olabilir. Bu rızık sadece içecek veya yiyecek de olmayabilir. Bu günkü sohbette ve hatmede nasibiniz var. Ruhun gıdaları vardır. Onlar da ibadettir. Ameldir. Bu ibadeti nerede kazanacak ? Bu ameli nerede yapacak? Bunlar da takdirdir. Allah inanmışlardan etsin. Hamdolsun, şükrolsun. İnandık, kabul ettik ki râbıta sahibi aldanmaz. Râbıta sahibi meşâyihini unutmaz. Daima hayali gözünde, sevgisi kalbindedir. Râbıta sahibi budur. Cenâb-ı Hakk, evliyaullaha vermiştir o yetkiyi.
"Unutma beni, unutmam seni, unutursan beni, unuturum seni". Mürit meşâyihi unutmazsa eğer, meşâyih onu unutmuyor.
Nimetimizin şükründen aciziz. Cenâb-ı Hakk nimetimizi büyük vermiş. Salih Baba da :
Seni Hak bilmeyen ol geçrevîler
Buluğa ermez anların imanı
Geçrevî: Eğri gören, sapık.
Meşâyihi tanımıyanların imanları buluğa ermez. Buluğdan mânâ "kemâl". Kemâle ulaşmaz.
O kim âmâdurur ceşm-i basîri
Göremez Pir-i Sâmi gibi cânı
Piri Sami gibi bir piri tanımıyanların basiret gözü kör. Ayet-i kerimede geçer:
"Biz onların gözlerini kör, kulaklarını sağır, dillerini lal halkettik." buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
Kim bunlar? Hakkı batılı seçmeyen göz kör, sohbet nasihat dinlemeyen kulak sağır. Hak kelâm konuşmayan, sohbet nasihat konuşmayan dil lal. Onun için Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki:
"Allah'a, âhirete iman eden hayır konuşsun. Hayır konuşmazsa sussun. Allah'a, âhirete iman eden; vaaz, nasihat, hak kelam dinlesin. Dinliyemiyorsa kulaklarını tıkasın. Allah'a âhirete iman eden Hakk'ı, batılı seçsin. Gözlerini yasaklardan korusun. Koruyamıyorsa gözlerini kapasın."
Kelâm-ı kibâr var :
Gökde uçar iken indirdin beni
Vadi-yi virâna kondurdun beni
Vahşî hayvanlara döndürdün beni
Eyledin dilimi lâl kara bahtım
Gökte uçandan mânâ : Rûhumuz arşı âlâdan geldi. Yüksek bir âlemden geldi.
Vâdi-yi virândan mânâ : Yıkılacak, yok olacak dünya. Yok olacak, çürüyecek ceset.
"Vahşi hayvanlara döndürdün beni." Eğer inancı olmazsa, inancını yaşamazsa hayvanî sıfatta kalıyorlar. İşte hayvanî sıfatta kalanların gözü de kör, kulağı da sağır. Dili de lâl. Onun için Cenâb-ı Hakk, Habibi hürmetine manevi elimizi, manevi gözümüzü, manevi kulağımızı aça da, körlükten, sağırlıktan, dilsizlikten kurtulalım.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki :
"İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler."
İşte bu manevî organlarını açmayan insanlar uykudadır. Çünkü el, ayak ve diğer organlar da emanettir. Âlettir. Ruhun terakkisine ulaşması için âlettir, emanettir.
İmam-ı Azam'ın ismi Nûman. Babası çok âlim bir kişi imiş. O kadar âlim, o kadar takva, o kadar yasaktan sakınıyormuş ki, bir gün bir akarsu ile gelen bir elma görmüş. Elmayı almış, ısırmış. O anda hatırına gelmiş. Çiğnememiş. Koparmamış ama suyu gitmiş ağzına.
-"Ben bunun sahibini bulayım da ondan helallık alayım." demiş. Irmağın geldiği yolu tutmuş. Bir bahçenin kenarına varmış. Bahçenin sahibini bulmuş. Anlatmış :
- "Abdest alırken ırmağın üzerinde elma geldi. Ben de aldım ısırdım. suyu boğazıma gitti. Kimindir diye aradım seni buldum. Bana hakkını helâl et."
Adam demiş ki :
- "Eğer bana yedi sene hizmet yaparsan hakkımı helâl ederim."
Yedi sene hizmet etmiş. Emrinde olmuş, sonra varmış.
- "Tamam, helâl et" demiş.
O da :
- "Hayır. Benim bir kızım var. Gözleri kör, kulakları sağır, dili lâl. Elleri yok, ayakları yok. Bir et parçası. Bunu alırsan hakkımı helâl ederim" demiş.
O da rıza göstermiş. Neyse nikâhlarını kıymışlar. Gerdeğe girmişler. Bakmış ki, o kadar güzel ki... Dünyada onun gibi başka bir güzel yok. Herhalde bu yanlış oldu, diye düşünmüş. Bir türlü kıza yaklaşmamış.
- "Hayır bu bir dilber. Böyle olmayacaktı."
Sabaha kadar bekliyorlar. Sabah oluyor. Kız babasına anlatmış durumu. Babası gelmiş. Bu defa kendisi ona anlatmış :
- "Sen kızını bana sağır, kör, dilsiz, elsiz, ayaksız olarak tanıtmıştın. Bunların hiç birisi bunda yok. Ben de onun için yaklaşmadım." demiş.
O da demiş ki :
- "Oğlum benim bir tek kızım var. Senin gibi birini arıyordum, vermek için. Gözü kör demem şudur ki, harama bakmamış. Dili lâl dedim. Çünkü yalan, gıybet konuşmamış. Kulağı sağır dedim. Gıybet dinlememiş. Eli yok dedim. Harama uzanmamış. Ayakları yok dedim. Herhangi bir yasak olan yere gitmemiş. Bu senin hakkındır. Helâlindir. Yedi yıldır da seni burada tutmaktan maksadım seni iyice tanımak. İnandıktan sonra da kızı sana verdim" demiş.
İşte İmam-ı Azam ondan dünyaya geliyor. Üç günde Kur'ân-ı Kerîmi hatmediyor. Annesi diyor ki :
- "Eğer senin babanın o ısırdığı elmanın suyu boğazına gitmeseydi sen bir günde Kur'ân-ı Kerim'i hatmederdin."
Şimdi burada bize çok ümitsizlik düşüyor. Bu kadar noksanlarımız var. Helâl haram demiyoruz. Desek te bilmiyoruz. Bilsek te kurtaramıyoruz. Ne olacak bizim hâlimiz? Hayır böyle düşünmeyelim. Takva zamanı var, siyaset zamanı var. Bir zaman takva zamanı imiş. Sonra fetvâ zamanı başlamış. Şimdi siyaset zamanı. İnsanların müslümanlıklarında siyaset vardır. Siyaset nedir?
İnsan küçük bir şer işlediği zaman biliyorsa ki ondan hayır doğacak iyilik gelecek, onu işler. Niyet halis ya. Halis niyetle onu işler. İslam dini müsaade etmiştir. Nasıl müsaade etmiştir? İnsan öleceği zaman, ölüm tehlikesi olursa haram bir şey yiyebilir. Bir mazlumu bir zâlimin elinden kurtarmak için yalan söylemek caiz.
Üç yerde yalan söylenebiliyor :
1- Mazlumu zâlimden kurtarmak için,
2- İki küs olan kimseyi barıştırmak için,
3- Düşmana savaşta müslümanların sırrını vermemek için.
Bir de aç kalmışlar. Yemese, ya çocukları ölecek veya kendisi ölecek. Haram olduğunu bildikleri halde ölmeyecek kadar yiyebilir. Müsade edilmiş.
Yazıcıoğulları Muhammed ve Ahmet evliyaullahdan. Bunlar Çanakkale'nin Gelibolu'dan. Orada doğmuş, büyümüşler. Muhammed büyük kardeş. Ahmet de küçük kardeş. İkisi de yetişmiş insanlardan. Fakat her ne hikmetse birinin diğerinden bir farkı varmış. Farkı ne imiş? Ahmet küçük kardeşi. Vaaz edermiş bir camide. Büyük bir cemaata. Yine bir gün vaaz ederken,büyük ağabeysi Muhammed camiye girmiş. Şöyle bir etrafına bakmış. Gülerek dışarı çıkmış. Bunu gören küçük kardeşinin dikkatini çekmiş.
- "Ağabeyim niçin baktı da güldü? Acep benim konuşmamda bir noksanlık mı gördü." diye düşünmüş. Müteessir olmuş. Eve gitmiş annesine sormuş. Ağabeysine soramıyor. Annesinden rica ediyor. Bir öğren bakalım diyor. Annesi de Muhammed'e soruyor.
- "Oğlum niçin böyle yaptın?" diyor.
Muhammed cevap veriyor.
- "Sakın ola anne ben onun vaazında bir noksanlık görmedim. Güldüğümün sebebi şu ki: "Camiye çok sayıda melekler dolmuştu. O kadar cemaatten sonra melekler üst üste oturmuştu. Bir melek öbür meleğin üstüne çıkarken düştü yuvarlandı. Ona güldüm ben." diyor.
Annesi Ahmet'e :
- "Oğlum gülmesinin sebebi budur." deyince.
Bu defa Ahmet:
- "Pekala anne ağabeyime sor bakalım. O melekleri görüyor da ben niye göremiyorum?"
Tekrar bu soruyu sorunca, Muhammed :
- "Anne o sendedir. Ara bul" demiş.
Annesi düşünmüş:
- "Buldum ben sana hiç abdestsiz süt emzirmedim. Ama bir defa Ahmet çok ağladı. Abdest almama fırsat vermedi. Bir defa abdestsiz meme verdim."
Bu durumda şimdi bizim hâlimiz ne olacak? Ümitsiz mi olalım? Hayır. Olmayalım. Müjdeler var. Allah'a şükür. Bizlere Peygamber Efendimizin emri var:
"Fesat ümmet zamanında bir sünnetimi işleyene yüz şehit sevabı var" diyor. Hadisi şerifi var.
Fesat ümmet kim? Amelden, ibadetten uzaklaşmış. Şer, günah, vebâl işliyorlar. Helâl lokmaları yok. Günâh-ı kebâirler işliyorlar. Fesat ümmet bunlar.
Halbuki itaat ümmet zamanında yüz tane sünnetini işleyene bir şehit sevabı bile verilmemiş. Peygamber Efendimizin Hadisi Şerifi var. Buyuruyor ki :
"Ey eshabım siz öyle bir zamanda geldiniz ki! Allah'ın emirlerinin onda dokuzunu işleseniz, birisini işlemeseniz helâk olursunuz. Ama öyle bir zaman gelecek ki, o zamanın inananları, Allah'ın emirlerinden onda dokuzunu işlemeyip birini işlerlerse onlar kurtulurlar."
Bu müjdeler var bizlere. Ama biz şimdi tamamıyle şeriatı da yaşayamıyoruz. Tarîkatı da yaşayamıyoruz. Ama hiç şeriatı, tarîkatı olmayanlara karşı şükretmemiz gerekir. Fakat eksikliğimizden dolayı da havf duymamız icabetmez mi? Eder. Havf duyacağız.
Allah'tan çok korkacağız. Allah'a sığınacağız. Allah'tan ümit kesmek, Allah'ın rahmetini küçük görmektir. Ümitsizlik küfürdür. Sağlam müslüman Allah'tan ümit kesmez. Emin de olamaz, çünkü kulluk Allah'ın keremidir, ihsanıdır. Kendi say'ı ile kendi bilgisi ile kulluğunu yapamaz.
Peygamber Efendimiz:
"Yarabbi nefsim ile beni bir saat başbaşa bırakma." Buyuruyor.
Bütün peygamberlerin şeytanı vardır. Peygamber Efendimizin şeytanı da müslüman olmuştur. Şeytan denilince: İki türlü şeytan vardır. Manevi şeytan insanların içinde olur. Surî şeytan insanların dışında olur. İnsanın içindeki şeytanla dışındaki şeytan bir olursa insanı yanıltıyor. Yoksa yanıltamıyor.
İçerdeki şeytan nedir? Nefsi emmaresidir. Küfür sıfatında olan nefsi emmaresi. Bundan yararlanıyor şeytan. Vesvese vererek herşey yaptırıyor şeytan. Bütün kaleler içten feth edilir. Eskiden insanlar hisarlar, surlar çeviriyorlarmış.Onlarla kendilerini düşmandan koruyorlarmış. Dışardan gelen bir düşman içerden irtibat sağlamadıktan sonra asla bir kaleyi feth edemiyormuş. İçerden bir yardımcı, bir destek bulmadıktan sonra o kaleyi feth edemiyorlarmış. Surî şeytan Adem Babamıza düşmanlık edip cennetten attıran iblis.
Müslüman bir tanesi gitmiş, bir meşâyihten ders almış. Şeytan bu ders alan müridin peşinde dolanıyor. Elinde bir ip, yular. Meşâyih bunu görünce :
- "Mel'un, ne istiyorsun bu müslümandan. Şu kahvelerde, parklarda, çarşılardakilere gitsene" demiş.
Şeytan demiş ki :
- "Onlar zaten benim askerim. Ben bunu onlara katmak istiyorum"demiş.
Emmâre nefsin sözleri dönderdi Hak'tan yüzleri
Div-i recimden bizleri kurtar ki meydan sendedir
Div-i recim: İnsanın, nefsi emmaresi.
İnsanı öldürüyor. Neyini öldürüyor, insanın? Maneviyatını öldürüyor. İnsanın maneviyatı nasıl ölür? Zayıflar, zayıflar, imansız kalırsa ölür.
Ne yaptı bunu nefsi emmaresi?
Peygamber Efendimizin bu zamanda iki emri bizde tecelli etmiş. Allah'a çok şükür. Bin şükür.
Fesat ümmet zamanında hiç işlemesek de bir sünnetini işleriz. Keşke daha çok sünnetini işleyebilsek. Sünnetlerin yerini bid'atlar almış. Bir de bizdeki en büyük noksanlık: Şimdi helal lokma çok azalmıştır. Çok kimsede yoktur. Olmayanda da yine haram bulaşığı var. Onun da zamanı gelmiştir. Çünkü:
"Öyle bir zaman gelir ki, riba yemeyen kalmaz. Yemeyenin de kokusu gider burnuna" buyurmuş Peygamber Efendimiz. Allah'ın peygamberinin sözlerinde hilaf olmaz.
Bu zaman gelmiş midir? Gelmiştir. Niçin? Bu zamanımızda müslümanlar o kadar grup grup ayrılmışlar ki....
Çok kulak verme bu kavmin ekserî deccâlîdir
Hak Teâlâ'nın kelâmı Hazret-i Kur'ân'a bak
Bir de :
Bir takım dehrî oturmuş aklı rûhdan bahseder
Nası idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak
Bir cemaat kitaptan, sünnetten ayrılırsa, dalâlete düşüyor. Kitaptan, sünnetten nasıl ayrılıyorlar? Tefrika yaparak. Nasıl oluyor bu ?
- "Cuma namazı yok". Diyenler var. Bunlar halkı dalâlete düşürüyorlar. Halbuki hadis-i şerif var:
"Özürsüz üç cumayı üst üste terk eden münafıktır." Bu emir var iken nasıl cuma namazı yok diyorlar ? Cuma namazı kılınmaz diyorlar, saf müslümanlara, bilmeyenlere. Onların ümmiliklerinden yararlanıyorlar, onları bölüyorlar.
Bir de "Bu zaman Dar-ül harb olduğu için faiz helâldir" diyenler de var.
Halbuki ne demek? Faizi kesinlikle haram kılmış Cenâb-ı Hakk. Niçin dar-ul harb olsun? Fert olarak İslâmı yaşıyorsun.
Bundan başka: "Bu imamlar devlet memurudur. Bu küfür devletinin memurlarının maaşları helâl değildir." diyorlar.
Halbuki İslâmda kitap, sünnet müslümanların birleşmesini emrediyor. Tefrikayı yasaklamış. Biz şimdi bir taraftan şükredeceğiz. Hiç olmazsa bildiğimiz kadar yaşıyoruz. Günahı, sevabı, hayrı, şerri, tefrik ediyoruz. Edebildiğimiz kadar. Gücümüzün ölçüsünde. İlmimizin dahilinde. Bazı da var ki bilmiyoruz. Bazı da var ki gücümüzün dışına çıkıyor. Nasıl oluyor ? Bir devlet memurunun, herhangi bir sünnete aykırı olan yaşantısı varsa. Onu yapacak mecbur.
Peki inancını yaşayamıyor diye ordan ayrılırsa kimin eline geçer bu görevler ? Büsbütün inanmayanların eline geçer. O zaman da tüm idareye el koyarlar. Ezan da okutmazlar. Caminin kapısını da kilitlerler. Müslümanlar camiyi cemaati çoğaltmak istiyorlar. İnanmayanlar da yok etmek istiyorlar. Böyle bir mücadele de var.
İnancımızı yaşamazsak Cenâb-ı Hakk bizi hidayetten dalâlete düşürür. Dalâlet: Allah korusun helâk olmaktır.Yok olmaktır. Hidâyet kurtuluştur. Dalâlete düşenlerin öldükten sonra ruhları azap görecek. Kurtuluş yok.
Amme Suresinin son ayetinde bakın ne buyuruyor Cenâb-ı Hakk:
"O azabı görenler kafirler" Yalnız burda ehli küfür, ehli azap vardır. Ehli küfür ebedi kalır. Ehli azap yanar, çıkar. O azabı görenler :
- "Yarabbi! Sen bizi dünya aleminde toprak halketseydin, insan halk etmeseydin. Bu azabı da görmeyeydik derler?"Demek ki dünya alemindeki zevki, safası, yemesi içmesi ona ne oluyor ? Azap oluyor.
Bunun için Allah'a şükür. Tasavvufa inanmak, tarîkata inanmak haktır. Bir insan tarîkata tasavvufa girmezse gafil sayılıyor. Cahil sayılıyor.
Çünkü bakınız :
Bu denli ilme sahip iken iblis
Senin ilmini bilmedi o telbis
Çok âlimler var ki tarîkata girmişler. Tarîkatta kemâl sahibi olmuşlar. Giremeyen âlimler de kemal sahibi olamamışlar. Yetişkin olamamışlar. Girmekten maksat yaşamaktır.
Hak Tâlibi için üç şey lazım :
1. Zaman, 2. Mekân, 3. İhvan.
Hak Tâlibi: Allah'tan gelen ruhu Allah'a ulaştıran demektir.
Arz üzerinde en çok duyulan ve bilinen tarîkat Nakşibendidir. Niçin? Elhamdülillah, "Evliyalar serfirazı Nakşibendi Hazreti." Nakşibendi Efendimiz evliyaların başıdır. Serfirazdan maksat evliyaların en yükseği. Daha ileri gitmiş, yükselmiş, reisi evliya seçilmiş. Evliyaların başıdır.
Pirlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati
Yani Nakşibendi tarîkatında yetişenler tâc, abâ, hilat giyerler. Bu hilat manevî. Tac manevî tâc. Manevî aba. Tac'dan manâ, manevî bir padişahlıktır. Fakat bu tac öyle bir tac ki maddi padişahların tâcına benzemez. O zikir tacıdır. O Cenâb-ı Hakk'ın nurundan, feyzinden elde etmiş olduğu bir tâcdır. Çünkü bir talip tarîkata girip ders alınca, onun başına tâc koyuyorlar. Bu zikir tâcıdır.
Onun için :
Hazreti şeyhimden giymişem tâcı
Buyuruyor.
Kelamımızın başına dönelim :
Evliyâlar serfirâzı Nakşibendi Hazreti
Pîrlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati
Âlemi kılmış ihâta himmetiyle nisbeti
Biz gulâm-ı Nakşibendiz râhı erkân bizdedir
Tac: Zikir tacı. Hil'at: Halifelik. Âbâ: Ehli beyte yaklaşmaktır.
Hz. Resulullah'a yaklaşmaktır. Çünkü âl-i abâ, Peygamber Efendimizin cübbesi, O dört kimseyi aldı cübbesinin altına. O dört kişi Ehli Beyt oldular. Evlâd-ı Resul oldular. Evlâd-ı Resul'a da, Ehli Beyt'e de ne ile yaklaşıyor insan? Onları sevmekle. Onlarla muhabbet etmekle. Tarîkatla yaklaşıyor insan onlara. Onlara yaklaşan kimler olmuş? Veliler olmuş. Biz de velilere yaklaşırsak velilerle beraber, velilerin yaklaştıklarına bizde yaklaşacağız. Velilerin mazhar olduğu nimete biz de mazhar olacağız
.
17-Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın,Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicrânın.
"Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın,
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicrânın."
17 Mayıs 1990
Allah bu günlerimizi aratmasın. Allah'a şükür. Çok şükür. Bin şükür. Sonsuz şükürler olsun. Kelâm-ı kibar vardır :
Günden güne derdim artar, varsam Lokmâna Lokmâna.
Bu kelâm zâhirde hiç sevilecek istenilecek bir kelâm değil. Hiç kimse doktora derdinin artması için gitmez. Derdinden, hastalığından kurtulmak için gider doktora.
Burada Lokman'dan mana meşâyihtir. Manevî doktordur. Dertten mana da bizim noksanlığımız. Bizim gafletimiz. Bizim ayrılığımız. Allah' tan ayrılmamız. Kulun derdi budur. Ceset çürüdükten sonra hepsi bitiyor. Öldükten sonra hepsi bitiyor. Ruhun derdi bitmez tükenmez. Ruhun derdi nedir? Allah'tan gelmiş, Allah'a gitmek istiyor. Cenâb-ı Hakk ondan dolayı :
"Allah için biraraya gelin. Allah için birbirinizi sevin. Allah için konuşun" buyuruyor. Manevî derdimiz ayrılığımız. Bu amelleri işledikçe o dert artar. Artar, artar, artar. Sonunda dermanı elde eder. İnsanlar Allah'ı zikretmekle Allah'tan ayrı kalmaktan kurtuluyorlar. İbadet ederek Allah'a yaklaşıyorlar. Kabir azabından kurtulmak için cehennem azabından kurtulmak için. Ahiretin dehşetlerinden kurtulmak için. Dert bunlar inananlar için. Şükür, fikir, zikir var insanlar için. Cenâb-ı Hakk:
"Biz insanı büyük halk ettik. Biz insanı kıymetli halk ettik. Biz insanı güzel halk ettik." buyuruyor.
Güzellerin güzeli. Bu güzelliği ne ile elde ederler? Şeriat, tarîkat, hakikat.
Şeriat ve tarîkat kitap sünnettir. Kitabı sünneti de yaşamamız için şükür, fikir, zikir vardır. Şükür nimetimizi artırır. Allah bizi müslüman halk etmiş. Esas nimetimiz budur. Eğer Cenâb-ı Hakk müslüman yaratmış olmasaydı hiç bir nimetin şükrünü edâ etmiş olamazdık. Cenâb-ı Hakk insanlar için birçok nimetler halk etmiş. Fakat bu nimetlerden insanlar mesul da oluyorlar, mesut da oluyorlar. Ahirette bu nimetlerden sorumlu olacaklar. Yediklerinden içtiklerinden sorumlu olacaklar. Eğer dünyada bu nimetleri tatmışlarsa mesutturlar. Yani kulluğunu yapmışsa, onun için hep nimetler şefaatçi olurlar. Eğer Allah'a kulluğunu yapmamışsa onun için hep nimetler şikayetçidirler. Öyleyse şükredeceğiz ki maddi ve manevî nimetimizi artırsın Cenâb-ı Hakk:
"Vermiş olduğum nimetin kıymetini bilirse kulum, biz onun nimetini artırırız. Bilmezse elinden alırız". Buyuruyor.
Bizi müslüman yaratmış. Eğer kıymetini bilirsek, Cenâb-ı Hakk bize cennetini ihsan edecek. Cemâlini ihsan edecek. Ama bu inancımızı yaşamazsak? İnancımızı muhafaza ettiren ameldir. İnancımızı yaşayamazsak eğer, Allah korusun imanı elinden gider. Gitmezse bile azabını çeker. İnsanları kurtaran ancak inancı yaşamaktır. İtikat amel birleşmezse insanlar kurtulmaz.
İtikat: İnanmak. Amel: İnandığını işlemektir.
En büyük nimetimiz : İnananlardan yaratmış. Bunun da kıymetini bileceğiz.
Onun için buyuruluyor ki :
Gider bu "Ahsen-i takvim" bozulur
Varıp hep yerli yerine dizilir
Sen zaten kıymetlisin. Cenâb-ı Hakk seni kıymetli yarattı. İnandığın için kıymetlisin. Ama kıymetini, inancını yaşayarak bulacaksın. Cenâb-ı Hakk öyle buyurmuyor mu:
"Kulum bana hizmet ederse, biz ona dünyayı hizmetçi yaparız. Kulum dünyaya hizmet ederse biz dünyayı onun sırtına yükleriz" Şükür etmek bizim nimetimizi artırır.
Fikir ne yapar? Bizi tarik-i müstakimden ayırmaz. Daima hocalar dua ederler: "Tarik-i müstakime getirsin. Tarik-i müstakimden ayırmasın." diye.
Tarik-i müstakim nedir ?
Allah'a giden yol. Zaten Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz. Ruh Allah'tan geldi, Allah'a gidecek. Ceset topraktan geldi, toprağa gidecek.
Tarik-i müstakim: Kitap, sünnettir. İnancını ne ile yaşayacak? Kitaba inanacak. Peygambere inanancak.
Cenâb-ı Hakk öyle buyurmuyor mu:
"Habibim bana itaat eden, sana tâbi olsun. Sana tâbi olmayan, bana itaat etmiş değildir."
Amentünün şartlarından birisi de Resulullah'a inanmak, Resullere inanmak, onlara tâbi olmak. Tâbi olmazsa Allah'a inanmış değil. Allah'a itaat etmiş değil.
Fakat bu zamanda insanlar kitaptan, sünnetten uzaklaşmışlar veya da uymuyorlar.Uyanlar var mı? Var. Tâbi olanlar kurtulacak. Tarik-i müstakimden mânâ Allah'a giden yoldur. Allah'a ne gider? Rûh gider. Rûh ne ile gider Allah'a? Şeriat, tarîkat, hakikat, marifetle gider. Peki bu şeriatı, tarîkatı, hakikatı, marifeti ne ile elde eder? Tarik-i müstakimden ayrımazsa. O da kitap ve sünnete uymaktır. Bunun için de fikir lâzımdır. İnsanlar her sözünü düşünerekten konuşsun. Elbette bu müslümanlar için. Bir defa konuşmadan önce o sözünü şeriata, tarîkata tatbik etsin. Öyle birden konuşmasın. Tarîkatı varsa tarîkata tatbik etsin. Şeriat, tarîkat birbirinden ayrı değil ki.
Tarikat: İlim, amel, ihlastan ibaret.Şeriat: Kitap, sünnet, icmâ, kıyastır.
Biz bu zamanda bunları tam bilemiyoruz. Bizim kitabımız, sünnetimiz, bizim meşâyihimizdir. Biz meşâyihimize uyduksa tamam. Kitaba, sünnete uyduk. Tarik-i müstakimden kaymadık. Niçin ?
Bırak bu mâsivâ ile hevâyı
Pîri Sami gibi bul rehnümayı
Delil eyle O zat-ı evliyayı
Bu berzah âlemin geçmek istersen
Beka gülşânına göçmek dilersen
Piri Sami: Meşâyihtir. Rehnüma: Yol gösteren.
Berzah alemin geçmek: Dünyadan kurtulmak. Dünyayı sevmemek. Dünyayı kim sevmişse amel işletmemiş ona. Ahiretini kazanamamış. Hem kabir azabını görecek. Hem de kabirden sonra cehenneme gidecek. Kurtulamıyacak. Ahireti kazanmak istersen ne lâzım?
Delil eyle O zât-ı evliyâyı
Demek ki Allah'a şükür, Allah bizi müslüman halk etmiş. Büyük nimet budur. Eğer inancımızı yaşamışsak, Cenâb-ı Hakk nimetimizi yükseltecek. Ne yapacak? Cennetini bize nasip edecek. Cemâlini nasip edecek. Ta ki Rûyetullah'a mazhar olacağız. Ama bu ne ile? Bir delilimiz var. Meşâyihimiz var. Onun eteğini bırakmazsak o nereye giderse biz de onunla beraber gideceğiz.
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın emri değil mi:
"Bu dünyada sâdıklarla olun"
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Herkes sevdiği ile beraber olur"buyuruyor.
Şükür nimetimizi artırır. Müslüman olduğumuza şükredeceğiz. Ümmeti Muhammed'den olduğumuza şükredeceğiz. Meşâyihlerimizi tanıdığımıza şükredeceğiz. Çünkü en büyük nimete meşâyihimizle malik oluyoruz. Meşâyihi olmazsa bir insanın Cenâb-ı Hakk'ın belki birçok nimetine mazhar olabilir. Cennetini de kazanabilir. Fakat Cemâlullah'ı kazanamaz. Ruyetullahı insan ne ile kazanır? Bir evliyaullahla. Yunus Emre onun için buyurmuş :
Yunus der ki ey hoca
İstersen var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Hacca ne ile gider insanlar? Bir defa bir müslümana hac farz olmuş. Gitmezse Allah'a isyan etmiş oluyor. Ama bir defa gitmekle itaat etmiş oluyor. Hac farizasını yerine getirmiş oluyor. Ömür boyunca kılmış olduğu namazın karşılığı, ömür boyunca tutmuş olduğu orucun karşılığı, bir defa hac yapmaktır. Niçin? Savm, salât, hac, zekât İslamın şartları. Ondan sonraki gittiği haclar nafiledir.
"Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır."
İmâm-ı Azam 53 hac yapmış. Ey hocalar, ey âbidler! Hacca gitmekle insanlar büyük sevaplar kazanıyor. Ama :
Hepisinden iyice bir gönüle girmektir
Bin defa hacca varan bir kimse Allah'ı orada görebilir mi? Göremez. Allah'ı orada bulabilir mi? Bulamaz. Ama bir evliyaullahın gönlüne giren Allah'ı bulur. Allah'ı orada görür. Hakikatte Beytullah insanların kalbi. Çünkü orada Evliyaullahın azameti var. Cenâb-ı Hakk'ın emri var:
"Yere göğe sığmam ama mü'min kulumun kalbine sığarım."
Bu hadis-i kudsîdir. Bütün ulemâ biliyor. Ama bilmekle olmuyor sade. Duymakla işitmekle olmuyor. Yetmiyor bu. Yaşayan bilir. Allah'ı insanlar ilme'l yakîn bilirler. Ayne'l-yakîn bilirler. Hakke'l-yakîn bilirler.
Alaaddin Attar Hazretleri çok âlim. Bir müridine demiş ki :
Mevlânâ demiş:
-"Allah eşyayı "ve hüve bi kulli şey'in muhit"
O derece âlim. O kadar hizmet görmüş. O kadar da meşayihinin hizmetinde, sohbetinde bulunmuş. Nazarında olmuş. Buna rağmen bu sözü anlayamamış. Anlayamadığı için hazmedememiş. Bunu korku almış. Zıngır, zıngır titremiş.
-"Hayır, korkma."Ve huve bi külli şey'in âlim" demiş. O korku ondan gitmiş, Tekrar aradan zaman geçmiş.
-"Şüphe yok ki Cenâb-ı Allah bu eşyayı azameti ile küllü şey'in muhit" demiş. İnsanlar Allah'ı zikrede zikrede himmet alaraktan, hizmet görerekten, verilen hizmetin büyümesi ile sıfat nuruna ulaşıyor. Gerçi bu esmâ nûruna, sıfat nûruna mürşitsiz olanlar da ulaşıyorlarmış. Ama Allah'ın zât nûruna, mürşitsiz ulaşılamıyor.
Evet Cenâb-ı Hakk'ın esma nûru isimlerden tecellî eder. Cenâb-ı Hakk:
"Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır" buyuruyor. Bu tecelliyi, insanlar görür. Sohbetimizin konusu da şükür, fikir, zikir. İşte insanlar Allah'ı çok zikretmekle Allah'a yaklaşıyor. Fikir de insanları Allah yolundan kaydırmıyor. Fikir yapmazsa, yani söylemiş olduğu sözünü şeriatına tarîkatına tatbik etmezse, Allah'a yaklaşamaz. Çünkü Allah'a giden bir yol var. O yolu sapıtırsa, sağa sola kayarsa nasıl gidecek ? Ama o yolda kaymaması için fikir lâzım. Sözünü ve işini şeriata tatbik etmesi lâzım. Kitaba, sünnete uyması lâzım ki kaymaya. Allah'a yaklaşıyorlar fazla ibâdet yaparak.
Evet insanlar fazla ibadet yaparak Allah'a yaklaşır. Ama zâtına ulaşamazlar. Cenâb-ı Hakk'ın sekiz sıfatı var. Ama zatı birdir. Binbir ismi var. Zatına ne ile ulaşır insanlar? Bir evliyaullaha bağlanmakla ulaşırlar. Bir evliyaullaha teslim olmakla. Bir evliyaullahın gönlüne girecek değil. Onu sevecek. Sevecek ve sevilecek. Sevdi ise gönlüne girdi. Sevildi. Gönlüne girdi ise ne yaptı ?
Kâ'be inşa-i Halil'dir sendedir beyt-i Celil
Bin defa hacca gitsen Allah'ı bulamazsın. Çünkü Allah mekandan münezzehtir. Sadece Beytullah'ta bulacağız diye düşünmeyelim? Mekandan münezzeh ama:
"Hiç bir yere sığmam. Mü'min kulumun kalbine sığarım" buyuruyor.
İnsanlar esmâ nurunu isimlerden görürler. Zat ise evliyaullahın ruhudur. Evliyaullahın ruhu Allah'ın zatına ulaştığı için. Evliyaullahın velayetini bilip, velayetine inanarak, velâyetine dahil olan olur mu? Olur. Amennâ. Mecnun "Leyla" diye diye aşkı mecazdan, aşkı hakikate ulaştı. Leyla'nın suretinde eşyayı gördü. Bu Cenâb-ı Hakk'ın sıfat nurudur. Ama Mecnun'un Leyla'ya olan sevgisi bir meşâyihe olsaydı. Allah'ın zat nuruna ulaşacaktı. Onun için Yunus Emre:
"Hepsinden iyice bir gönüle girmektir" diyor.
İnsan bir evliyaullahı tanırsa, onu severse, ona hizmet ederse, ona kendini sevdirirse, onun himmetini alırsa, gönlüne girerse, Allah'ın zatına ulaşıyor. Allah'ın zatını buluyor. Allah'ın zatını görüyor. Çünkü :
"Allah'u nûrun" nûru
Sende kılmış zuhûru
Cismin tecelli Tûr'u
Gönlün me'vâde sâkî
Bu kelâm böyle buyurulmuştur. Haktır.
Şükür, bizim nimetimizi artırır. Neye şükür? Müslüman olduğumuza şükür. Gece gündüz şükür. Şükür acziyettir. Her zaman için kalpten yüzümüzü yere koyup secde yapacağız. Allah'a yalvaracağız:
"Sen bizi müslüman halk etmişsin. Sen bizi küfürde bırakmamışsın. Ya Rabbi sen bizi Habibine ümmet etmişsin. Ya Rabbi sen bize sevdiklerini velilerini sevdirmişsin. Sevdiklerini tanıtmışsın bize."
İşte o zaman nimetimiz artar. Evliyaullahın velâyetine inanmamız da Allah'ın bir lütfu ihsanıdır. Bu nimetin sonu nedir? Peygamber Efendimizin nur-u nübüvvetine ulaşmaktır. Oluyor bunlar... Fenafişşeyh olunca evliyaullahın velayetini hakke'l-yakîn buluyor. O zaman evliyaullahı hakke'l-yakîn biliyor. O da bir veli oluyor. Kendisi şeyhinin varlığında yok oluyor. Şeyhinin varlığı varlığında var oluyor. Tarîkatın ilk nimeti budur. Ondan sonra fenafirresul olması. Ondan sonra Allah'a vasıl olmak. Ama fenâfirresul olmadan Allah'a vasıl olamıyor insan. Demek ki ilk defa evliyaullaha halis muhlis bir evlat olacak ve onun ötesine geçecek. Onun ötesine geçmezse ümmetlikte makbul olamıyor. Ümmetlikte makbul olmak nasıl olacak?
"Habibim bana itaat eden sana tâbi olsun. Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevemez." buyuruyor Cenâb-ı Hakk. Demek ki şükür bizim nimetimizi artıracak. Sonra fikir: Her sözümüzü düşünerek söyliyeceğiz. Acaba bu sözü söylemekten meşâyihimize, tarîkatımıza bir zarar gelir mi? Gelmez mi? Niçin? Düşün de söyle. Düşün de yap. Senin söylediğin söz halkın nefretini doğuruyorsa, halkın hoşuna gitmiyorsa o zaman nedir bu hal?
- "Şuna bak, gitmiş bu efendiden ders almış da hele şunun söylediği söze bak. Hiç şeriata, tarîkata uyan bir söz mü? Eğer bunun şeyh efendisi iyi olsaydı bu sözü söylemezdi bu. Hani değişen bir şey olmamış. Ne ahlâkı değişmiş, ne sözü değişmiş, sözünü bilmiyor. İşini bilmiyor" dedirtmek sana yakışmazdı.
Delîl eyle O zât-ı evliyâyı
Nerden delil edeceksin? Sen ona uymadın. Uymayınca ondan ayrıldın. Koptun. Yolu da kaybettin. Delili de kaybettin. Demek ki burada fikir: Her sözümüzü düşünerek konuşacağız. Tarîkatımıza uyuyor mu bakalım. Hareketlerimizi de düşünerek yapacağız.
Bir de zikir vardır. Kulu Allah'a yaklaştırır. Eğer kul Allah'ı zikretmezse yaklaşamaz. Fakat bu zikiri de laklakayı lisanda bırakmayalım. Zikri kalbimize sindirelim. Çünkü Cenâb-ı Hakk:
"Ben insanların boyuna, yüzüne güzelliğine bakmam. Ben insanların kalbine bakarım. Kalblerine nazar ederim" buyuruyor.
İşte zikiri de kalpten yapmak lazım. Bu da nedir ? Sen lisanla zikir yaparken, kalbinde başka şeyler oluyorsa, bu zikir zikir değildir. Bu zikir hakkında Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki :
"Onların zikirleri zikir değildir. Onların zikirleri onların kalplerini karartır."
Onların zikirleri kalplerini sertleştirir. Taşlaştırır, kesafet getirir. Ama eğer bu zikiri yaparken bir evliyaullaha bağlılığın varsa, evliyaullaha sevgin varsa o zikir senin kalbini yener. Çünkü niçin? Evliyaullaha olan sevgin sana Allah'ı sevdirir. Evliyaullahı sevmeyen Allah'ı sevemez. Bir veliyi sevmeden Peygamber Efendimizi sevemezsin. Peygamber Efendimizi sevmeden de Allah'ı sevemezsin. Allah'ın emri böyle.
"Habibim seni seven beni sever."buyuruyor. Sonra :
"Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir."
Öyle ise zikir kalben yapılan zikirdir. Lisanla yapılan zikirde kalbinde başka şeyler yaşa. Başka şeyler düşünürsün. Bu zikir Allah'a yaklaştırmaz ki... Ama evliyaullahın sevgisi var ya, kalbindeki o sevgi Allah'ı unutturmaz. Niçin? Evliyaullahı kim için sevdin? Allah için sevdin. Evliyaullahı unuttunsa Allah'ı da unuttun. Üstelik senin râbıtan Hak aynası. Hak aynasıdır râbıta.
Ben Hazreti Şeyhim gibi mir'âtımı buldum
Mir'âtı musaffâyı görüp zatımı buldum
Hem sure-i İhlâs ile isbatımı buldum
Surey-i ihlas nedir? Hakk'a karışmış. Ona karışmış. Onunla birleşmiş. Evliyaullaha insanlar hakke'l-yakîn inanırsa. Yani evliyaullahı Hak için sevdiğinden. İşte bundan dolayı evliyaullah mir'attır. Evliyaullahı unutuyorsan, demektir ki aynanın karşısına geçtinse aynada kendini görüyorsun. Burada çok marifetler var. Çok manalar var. Bir taraftan hak aynası diyorsan Hakk'ı batılı orada seçiyorsun. Bir taraftan da sen kendini orada tanıyorsun. Kendini o aynada görüyorsun.
Kapısına gelenler olur irşâd
Bilir nefs ile Rabbini olur şâd
Allah'a şükür. Nimetlerimiz büyüktür. Allah'a inancımız Cenâb-ı Hakk'ın lütfu ihsanıdır. Ümmeti Muhammed'den olmamız yine lütfu ihsanıdır. En büyük ihsan da bu zamanda meşâyihi olmak. Tarîkata girmek. Tarîkata inanmak. Bir meşâyihe teslim olmak.
Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez
Yok eylemeyen varını maksûduna ermez
Bir böyle kelam vardır.
Bir de buyuruyor :
Bulam dersen eğer ayn-ı imânı
Çalış ki şeyhinde olasın fani
Sana senden yakın olanı tanı
Evet,
"Kün fekân" emriyle döner bir dolab
Öğütür âlemi misl-i âsiyab
İnceden incedir olunmaz hisab
Çok hikmet var "Kün fekân"dan içerü
Abd i Hak beyninde yüzbin hicab var
Her hicâbda yüzbin suâl cevâb var
Burada inceden ince hesap var
Aslımdan bir haber veren yok bana
Hicap: Perde.
Cenâb-ı Hakk:
"Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de:
"Sen Allah'tan çok ıraksın." buyuruyor.
Bu yakınlığı insan ne ile elde ediyor. Allah'ı kalbinde hiç unutmuyorsa, Allah'a yakın. Eğer Allah'ı unutuyorsa Allah'tan uzak. Bu uzaklık Allah'tan gafil olmak. Yakınlık Allah'ı unutmamak. Bizim Allah'a gıyabî imanımız var. Biz beşeriz şaşırıyoruz. Cüz'i aklımız var. Cüz'i irademiz var. Cüz'i aklımız bizi aldatıyor. Birşeyi düşündüğümüz zaman ikinci bir şeyi düşünemiyoruz. Yani iki düşünceyi birden yapamıyoruz. Ama maddi düşünceler çoktur. Biri gider, biri gelir. Birini düşünürken başka düşünce gelir. O çıkar. Ama bir de Allah'ı düşünmek var. İşte bütün bu düşünceler tam onu perdeliyor. Sana Allah'ı unutturuyor.
Ama ne kadar düşüncen olursa olsun, sen râbıta sahibisin. Râbıtanı hatırlayınca bütün bu düşünceler gider. Râbıtam önümde, ben peşinden gidiyorum, dediğin zaman Allah'ı unutmadın sen. Allah Allah diye gidiyorsun. Her nefes alıp verdiğinde Allah Allah diye gidiyorsun. Niçin? Râbıtan sayesinde. Yediğin zaman râbıta ile yersen Allah'ı unutmazsın. Aldığını, koyduğunu, her hareketini râbıtanla yaparsan Allah'ı unutmazsın. Onun için râbıtadan uzak kalmak, Allah'tan gafil olmaktır.
Allah'a yaklaşmak ise Allah'ı zikirle olur. Allah'ı anmakla insanlar Allah'a yaklaşıyor. Bu zikrin hulasası nedir? Evet Allah'ın binbir ismi var. Fakat lisanen yapılan zikir, kalbe inmezse; o zikir, Allah'a yaklaştırmaz insanı. O zikir Allah'tan ayık etmez insanı.
Muhakkak ki insanlardaki ayıklık kalp iledir. Makbul olan zikir kalb ile yapılan zikirdir. Ama cehri zikirler de haktır. Lisanı ile zikir yaptığı zaman kalbi ile de Allah'ı düşünüyorsa o da haktır. Ama cehri zikir de olsa bir yetkilisinden alacak insan. Allah'tan o meşâyih ayık edecek insanı. Onun O'ndan almış olduğu zikir kalbine tesir eder. Sirayet eder.
Allah'a şükür. Şükrümüzü yapalım. Fikrimizi yapalım. Zikrimizi yapalım. Yerken, içerken, yatarken, kalkarken gâfil olmayalım. Allah'ı analım. Bizim bir cüz'i aklımız var.
Birşeyi düşünürken ikinci bir şeyi düşünemiyoruz. Ama cüz'i irademizle, cüz'i aklımızla birşey düşünüp yaptığımız zaman daima râbıtamız bizim karşımızda olursa eğer, o zaman Allah'ı unutmayız.
Yerken, içerken, yatarken, kalkarken Allah'ı unutmayız.
Bir ilahi :
Metaımdan alan gelsin
Derin deryadan almışam
Bugün aşkın pazarıdır
Veren Mevlâdan almışam
Dilim söyler doğru lisan
Demesinler buna noksan
Benim dersim tamam doksan
Dokuz esmadan almışam
Celali cemâlin Cimdir
Okuduğum elif mimdir
Sorsalar mürşidin kimdir
Beşir Efemden almışam
Allah, ibadet amel aşkı versin. Allah tarîkatımızı yaşamak nasip etsin. Anlamak nasip etsin.
Tarîkımız Tarîk-i Nakşibendi
Kamu ehl-i tarîkin serbülendi
Girenler hâb-ı gafletten uyandı
Hab-ı Gaflet: Gaflet uykusu. Nedir? Allah'ı unutanlar, Allah'ı zikretmeyenler uykudalar. Gaflet uykusundalar. Allah'ı zikredenler ayıktır. Biz Nakşibendi tarîkatının Halidi kolundanız. İstiğfar ettik, el tuttuk. Bununla tamam olmadı. Bu ancak Allah'ın emridir. Cenâb-ı Hakk bize tövbe ayeti göndermiş. Her zaman istiğfar yapacağız. İstiğfarı dilimizden bırakmayacağız. İstiğfar: "Estağfirullah"tır. Peygamber Efendimiz günde 70 defa istiğfar yapıyormuş. Haşaa o kusur mu işlemiş? Hayır o bizim için istiğfar yaparmış.
"Ümmetim siz de her zaman istiğfar yapın."
Çünkü Cenâb-ı Hakk bizi noksan halketmiş. Daima her hâlimiz noksanlık. Yememiz noksanlık, içmemiz noksanlık, oturmamız noksanlık, kalkmamız noksanlık, hepsi noksanlık.
Noksanlık denilince: İnsanlar günah işliyorlar. Noksanlık bunu sayıyorlar. Hayır! Sadece bu değil noksanlık, İnsan arif olmadıktan sonra her türlü noksanlığı işler. Noksandır. Arif kim? Arif Allah'ı hiç unutmayandır. Yerken unutmaz, içerken unutmaz, alır unutmaz, verir unutmaz. Yatar, kalkar, oturur, hiç unutmaz. Zaten Cenâb-ı Hakk da öyle buyuruyor :
"Beni ayakta zikredin, otururken zikredin, yatarken zikredin, gezerken zikredin. Beni çok zikredin" .
Onun için arif kim? Arif bunlar? Arif olmayınca insanlar noksanlık yapar. Allah'ı unutaraktan almış olduğumuz o nefesler de bizim için noksanlıktır. Allah'ı unutaraktan atmış olduğumuz adımlar da bizim için noksanlıktır. Noksanlığımız çok. Cenâb-ı Hakk noksanlarımızı ikmal edenlerden etsin.
Demek ki bizim tarîkatımız Nakşibendi tarîkatının Halidî kolu. Her tarîkatın bir usulü vardır. Bizim tarîkatımızın usulün de önce bir boy abdesti alınarak tarîkata giriliyor.
Cenâb-ı Hakk Kulun amellerini niyetine göre kabul eder.
Halis niyet nedir? Bir insan işlemiş olduğu amelini inanaraktan yapıyorsa halis niyet bu oluyor.
Bizim tarîkatımızda altın zincir var. Bu nedir? Silsiledir. Nereden başlıyor? Peygamber Efendimizden başlıyor, Sıddık-ı Ekber Efendimiz, Selman-ı Fârisi Efendimiz, Hz. Kasım, Hz. Cafer, Caferi Sadık, Hz. Tayfur, Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri ve zamanımıza kadar geliyor. İşte bunlara sevgi, muhabbet Allah'a muhabbettir. Bu sevgi öyle bir sevgi olacak ki... Öyle bir seveceğiz ki Peygamber Efendimizi. Sıddık-ı Ekber Efendimizin sevdiği gibi seveceğiz. Mübarek Sıddık-ı Ekber Efendimiz Resulullahı o kadar çok sevmişti ki, malını Resulullah uğruna harcadıktan sonra, cismini de feda etmişti. Malını, cismini bahşetmişti ona. Çünkü tebliğde beraber geziyorlardı. Peygamber Efendimizi müşrikler taşa tutuyordu. Sıddık-ı Ekber Efendimiz O'nun etrafında, pervane gibi dönüyordu. Taşlar bana değsin de Resulullah'a değmesin diye. Peygamber Efendimize bir taş değse, ona yüz taş değiyordu.
Onun için burada :
Mâsivanın illetinden pâk edip bu gönlümü
Kıl tarîk-i Nakşibend'in hadimi Allah için
Bütün tarîkatlar haktır. Ama hepsinin üstünü Nakşibendi tarîkatı. Niçin? Nakşibendi tarîkatı hakkında ayetler hadisler var? Cenâb-ı Hakk:
"Beni gizli zikredin" buyuruyor.
"Kalbinizden zikredin" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz: "Zikirlerin en eftali gizli yapılanıdır" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz: "Tarîkatların hepsi hakdır." buyuruyor.
Fakat Peygamber Efendimiz bir de buyuruyor ki:
"Bütün kapılar kapanacak Yar-ı garım Ebubekir'in kapısı kapanmayacak."
Kapı ne demektir? Kapı demek tarîkatlardır. Tarîkatlarda evliyaullah hak kapısıdır. Bir insan Allah'ı bulmak için varır. Tasavvuf kitaplarında diyor ki : Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiştir. Her maksadın bir kapısı vardır. Her maksadı kapısından istemek lâzım. Maksat insanların arzusu, isteği. İnsanlar ne ister? Yiyecek ister. Giyecek ister. Kullanacak eşya ister. Bunların hepsinin bir maddesi var. Yeri var. Onların herbirinin kapısı var. Meselâ sen bir elbise alacaksın. Bunu manavda, bakkalda bulabilir misin? Manavda, bakkalda yenecek şeyleri bulursun. Muhakkak bir mağazaya gideceksin. Orada da yiyecek maddelerini bulamazsın. Alet makine almak istersen onların da ayrı mağazası vardır. Öyleyse Cenâb-ı Hakk her maksada bir kapı tayin etmiştir. O maksadı o kapıdan almak lâzım. Cenâb-ı Hakk da kendisini tanıtmak için, kulların Allah'a ulaşması için bir kapı tayin etmiş. Bir yol tayin etmiş. Bu yol nedir ? Tarîkattır. Bu yolu bilen evliyaullahtır, meşâyihtir. Evliyaullah Hak kapısıdır.
"Bulmak istersen bul kapısını"
Evliyaullah mir'attır. Allah aynasıdır. Evliyaullahı bulamıyan Allah'ı bulamaz. Cenâb-ı Hakk onun için buyuruyor ki :
"Sadıklarla olun. Allah için sevin. Allah için bir araya gelin."
Bunlar Allah'ın emirleri. Tarîkata girmek demek oradan bir hizmet almaktır.
Cumhuriyetten evvel tarîkatlar varmış. Tekkeler açıkmış. Herkes gidiyormuş. Mevlana: "Ne olursan ol, gel!" Diye seslenmiş. Oraya içkicisi de gitmiş. Kumarcısı da gitmiş. Çalgıcısı da gitmiş. Ama gidince kötü alışkanlıklarını terk etmişler. Bir daha aynı şeyi yapmamışlar. Gidince terk etmişler kötülükleri...
Masivanın illetinden pak edip bu gönlümü
Kıl tarik-i Nakşibend'in hadimi Allah için
Allah rızası için beni Nakşibendi Tarîkatına hizmetçi olarak kabul et ki diyor. Masiva gönlümden çıksın. Paklansın gönlüm. Eğer masiva gönlümüzden çıkmazsa, Allah korusun helâk oluruz. Kurtulacağımız yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ehli dünyayı ehli nar halk etti. Ehli dünyaya necat yoktur. Kurtuluş yoktur.
.
18-HAK'la oturanı ara, onunla otur
"HAK'la oturanı ara, onunla otur"
18 Mayıs 1990
(Hanımlara)
Allah hayırlı mübarek günler geçirmek kısmet etsin. Allah hayırlı ibadetler nasip etsin. Cemiyeti, Hak hayırlı mübarek etsin.
Bir kimsenin kalbindeki muhabbetten cezbe olur. Muhabbet kalbine sığmıyor, taşıyor. O kalbi büyütmek lâzım. Taşırmamak lazım ki büyüsün... Taşırırsa büyümez. Geç büyür. Ağır ağır büyür. Eğer muhabbetini muhafaza ederse bir insan kalbi selim büyür. Büyüyünce muhabbeti daha çoğalır.
Her marızın derdine göre verirler şerbeti
...
Bir kimseye kim yâr ola tevfik-i hidâyet
İrfan ile derya oluben kalbi coşar da
Gönlünde tulû' eyler anun aşk u muhabbet
Görün nice mahbûb-u Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
...
Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de
Bu kelâm çok anlamlı. Allah bu kelâmı anlamak yaşamak nasip etsin. Diyor ki: Bir kula Cenâb-ı Hakk'ın hidayeti olursa, onun kalbinde zatının sevgisini, velilerin sevgisini, habibinin sevgisini doğdurur. Doğunca onun kalbi çoşar, taşar. Nasıl ki güneş doğması ile dünyanın karanlığı gidiyorsa, insanların kalbinde de Allah aşkı, Resulullah aşkı, meşâyih aşkı tecelli ederse, onun da kalbini nurlandırır, aydınlatır.
Görün nice mahbub-u Hudâ var bu beşerde
Mahbub-u Hudâ: Allah'ın güzelleri manasına. Hudâ: Allah.
Allah'ın güzelleri var. Bu beşeriyetteki insanların içerisinde. Kim bu güzeller? Allah aşkı ile yananlar. Allah aşkı ile kavrulanlar. Allah sevgisi ile kalbini doldurmuş. Kalbinden her şeyi atmış. Çıkarmış. İşte güzeller bunlar.
Sevdim seni seydây-ı cihân hayır ve şerde
Seyday-ı cihan: Ne kadar Allah aşkına ulaşanlar varsa, ne kadar tarîkat varsa onlardaki talipler, müridler tasavvuf ehli olanlar. Bunların hepsinin meşâyihleri.
Cihan: Dünya, bu alem demek.
Seyda: Bu alemde seçkin insan. Seydanın manası seyyid.
Seyyidse insanların ulusudur. İnsanların kıymetlisi oluyor.
Demek ki mürit, ne gelirse Râbıtasından bilecek. Bir mürit şer işleyemez. Şer işlerse eğer zaten tarîkattan çıkar. Çünkü neden? Tarîkat şeriatın takva yönüdür. Şeriatta mekruh olan bir şey tarîkatta haram oluyor. Onun için :
İnceden incedir olunmaz hisap
ve yahutta;
Her bir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
...
El çek masivadan bırak bu cahı
Masiva: Dünya.
Dünyayı seven dünyaya uyan, karanlığa girmiş. Kuyuya girmiş. Dünya sevgilerini gönlünden çıkar at. Dünya sevgisini çıkarmazsan sen karanlıktasın.
El çek mâsivâdan bırak bu câhı
Râz-ı derûnunda eylegil ahı
Cânân illerinin açılmaz râhı
Varıp bir kâmile kul olmayınca
Râz-ı derûnundan ah eyle. Niye eylemeyelim. Hz. Ademin evlatları değil miyiz? Hz. Adem babamız. Ne kadar ah etti! 200 sene ağladı. Niye ağladı? Çok yüksekten, çok aydınlık, çok sefalı bir yerden zemine indi.
Zemine indi me'vadan nice yıllar döküp kan yaş
Yalınız ağlayan Âdem değil Havva'da yangın var
Me'va: Yüksek yer. Zemin: Aşağı yer.
Hz. Adem'de yangın varsa, ağlamışsa, Havva anamız da ağlamış. Çünkü o da cennetten atıldı. O da kusur işledi. Esas kusura sebebiyeti o verdi. Hz. Adem Babamıza buğdayı o yedirdi.
Cânân illerinin açılmaz râhı
Canandan mana Hz. Allah'tır. Ruhların hepsi ondan geldi. Yine ona gidecekler ya.
Ama: Bir kamile kul olmayınca, canan illerinin yolu açılmaz.
Herkesin meşâyihi kendisinin mürşididir. Meşâyihlere "PİR" denilmiş. "Hz. Pir", "Pirlerimiz" diye isim verilmiş.
Pir-i Sami gibi sahib-irşâdı
Pirler irşad sahipleri. Onlar insanı şâd ederler. Sana bir daire mi verip sevindirecek? Hayır. Sana bir araba mı alıp sevindirecek? Hayır. Ve yahutta başka bir şey mi alacak? Hayır, hayır... Senin kalbini açacak. O zaman sevineceksin.
Kalbin açılmazsa sen şâd olamazsın. Çünkü insanların bütün meşakkatlerini kim duyuyor? Kalp duyuyor. Sefâyı, zevki hep insanların kalbi duyar. Fakat bu maddiyette böyle. Maneviyatta kalbi açılırsa bir insanın, ne ile açılır kalbi? Evliyaullahın himmeti ile. İşte o kalbi açınca hiç bir mekana sığmayan Allah o kalbe sığıyor. O kalbe Allah girince daha o kalbe hiçbir şey giremez ki. Senin vücudunu parça parça etse dahi acısını duymazsın. Bu acıyı kalp duyuyor. Kalbi sahibine teslim ettinse hiç bir şey girmez. Bunlar haktır. Hakikattır.
Pir-i Sâmi gibi sâhib- irşâdı
Bulup kapısında kılak feryadı
Hiç birimiz bulamazık necâtı
Bizim delîlimiz Ol olmayınca
Necattan mana ateşten kurtulmak. Azaptan kurtulmaktır. Hiçbirimiz kurtaramayız. Bizim delilimiz O olunca amenna O kurtarır.
Kırk yerden yarılıp kıl olmayınca
Kıl kırk yerden yarılır mı? Yarılır. Bu nedir? Tasavvuftur. Takvalıktır. Kim tasavvuf ehli ise takva olacak. Takva olmazsa tarîkatı anlamış, yaşamış olamaz. Tarîkatta terakki etmiş değildir. Şeriatın fetva yönü var, takva yönü var.
Fetva yönü kolaylaştırıyor. Fakat takva ise, bir kılın üzerinden geçeceksin. Mümkün mü o kılın üzerinden geçilsin?
Bir de vardır ki bir büyük nehir üzerinde geniş bir köprü var. Oradan herkes geçer. Bir de var ki kıl gibi ince bir köprü, onun üzerinden geçebilir mi insan ? İşte tarîkat böyle.
Mesela sol elinle bir şey yemen mekruhtur. Şeriata göre mekruh. Ama tarîkata göre haram oluyor.
Mesela sen helal lokman var yiyorsun. Bunu Allah'ı unutarak yersen mekruh olur şeriata göre. Tarîkata geçince haram olur. Tarîkatta riyazet haktır. Ama riyazet ikidir:
1. Nefsini, gıda vermeyip aç koymak.
2. Nefsini râbıtanın karşısında eritmek. Terbiye etmektir. Mürit yediğini içtiğini râbıta ile yiyorsa ruhuna yediriyor onu. Çünkü râbıta sahibinin ruhu mürşididir.
Efendim sultanım ruh-u revânım
İnsanlarda ruhun üç makamı var.
1. Ruh-u revânî makamı,
2. Ruh-u sultânî makamı,
3. Ruh-u nurânî makamı.
Öyle ise ruhu revânî makamı tarîkatta birinci makamdır. Yani meşâyihe tamamen gönlünü vermişse, sevmiş, inanmış, ona hizmet etmiş sevilmişse râbıta sahibidir. Râbıta sahibi şudur ki, hiç unutmaz. Her işinde, her anında hayali gözünde. Nereye giderse sanki karşısındaymış gibidir. İşte bu böyle. Yerken kime yediriyor? Ruhuna yediriyor. Daha da doğrusu mürşidine yediriyor. Mürşidinden gafil yerse kendi nefsine yedirmiş olur.
Hz. Âdem babamız cennetten atılınca zemine indi. Onunla beraber kim indi? Havva anamız indi. Başka kim indi? Şeytan indi. Sonra yılan, bir de tavus kuşu indi. Şeytan cennette yaşamıyordu. Ama onları kandırdı indirtti. Âdem, Havva, yılan ve tavus kuşu. Bu dördü cennette yaşıyormuş. Tavus kuşu çok güzelmiş. Yılan da Hz. Âdem babamızla, Havva anamıza hizmet ediyormuş. Onlara nasihat ediyormuş. Çok âlimmiş. Cennette iken yılanın dört ayağı varmış. Deve suretinde imiş. Fakat o da Allah'a isyan etti. İblisi o soktu cennete. Allah'ın gadabına uğradı. Allah onun ayaklarını yok etti. Ona sürünmeyi bir azap olarak verdi. İşte Âdem babamız ve Havva anamız cennetten atıldıkları zaman tam 200 sene (rivayete göre 300 sene diyenler de oluyor) ağladılar. Günahlarını Allah affetti. Birbirleri ile buluştular. Hac zamanı Arefe günü Arafat dağında buluşmuşlardır. Günahları orada bağışlandı. Ama Adem babamız 200 sene ağladı, sızladı. Sade günahı değil, üç şey onu ağlatıyordu :
1. Noksanlık işledi cennetten atıldı.
2. Cennet çok zevkli bir yerdi. Allah'ın cemâlini cennette müşahade etmişti.
Cemâlini görüyordu. Ondan çok haz duyuyordu. Allah ile konuşuyordu. Cennetten atılınca ondan uzaklaştı. Onunla görüşemiyor da, buluşamıyor da.
3. Çok yüksek, aydınlık bir yerden bir karanlığa indi. Onun için işte 200 sene ağladı.
O cennette kalsaydı biz hep cennette olurduk. Kâfir müslüman olmazdı. Kâfir olmasaydı, cehennem olmazdı zaten. Hepimizi cennette halk ederdi. Bunlar Allah'ın hikmetleri. Hikmetlerden sual edilmez.
İnanan inanmayan bu dünyada ayıklanıyor. Çünkü cennete imansız girilemiyor. Oraya amelsiz girilemiyor. Demek ki orada olsa insanlar, hep imanlı amelli olacaklar. Öyle ise bu dünyaya insanlar kâfirmü'min seçilmesi için gelmişler. Adem babamızın dünyaya inmesindeki tek sebep de budur.
Hz. Adem 200 seneden sonra cennette bir yazı hatırladı. Bu yazı:
"La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah."
Bunu cennetin en yüksek yerlerinde görmüştü. Ama bu yazıyı unutmuştu. 200 seneden sonra aklına geldi. Gördüğü yazıyı hayal etti:
"Yarabbi ben cennette iken gördüm ki bu isimle senin ismin birlikte yazılı idi. Anladım ki sana bundan daha kıymetli isim olamaz."
İşte o zaman Cenâb-ı Hakk affediyor. Tabii günahları bağışlanıyor. Âdem babamıza Cenâb-ı Hakk suhuf indiriyor. Suhuf semavî kitap. İşte onun ameli, ticareti... Öyle ibadet yapacaksın, şöyle kazanacaksın diye emrediyor. İblis de dünyaya indi. Cenâb-ı Hakk'tan mühlet istedi.
- "Ya Rabbi, Ben Hz. Adem'in yüzünden bu felâkete uğradım. Senin gadabına uğradım. Beni dergâhından uzaklaştırdın. Beni kulluktan reddettin. Benim bir dileğim vardır senden."
- "Nedir senin dileğin?"
- "Bana kıyamete kadar ömür ver. Bana fırsat ver. Yetki ver. Âdem'den ve Âdem'in evlatlarından intikamımı alayım. Onların yüzünden ben kovuldum."
Verdi Cenâb-ı Hakk o yetkiyi ona.
Hz. Âdem babamız bunu görünce çok mahsun oldu. O da Allah'a sığındı.
- "Ya Rabbi cennet gibi emniyetli mülkünde ben kendimi bundan kurtaramadım. Geldi orda beni kandırdı. Cennetten attırdı. Sana isyan ettirdi. Buna bu yetkiyi verdinse, benim evlatlarım nasıl bundan kurtulacak?"
O zaman Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor:
- Tevhidim ile kurtulasın. Resulümdür Muhammed Hak bilesin. Sen ve senin evlatların "Lâilahe illallah Muhammedün Resulullah" derlerse iblisten kurtulurlar. O onlara birşey yapamaz."
İnsanların şeytana karşı en büyük silahı bu. Şeytan bunu duyunca kaçıyor. Ama bir şeytanımız var ki yüz bin defa "Lâ ilahe illallah" desek kaçıramayız. Nefs-i emmaremiz. Nefsimiz. Bunu neyle kaçıracağız? Bunu ancak bir evliyaullahın yumruğunun altına vermek lazım. O onu terbiye etsin. Ondan ancak böyle kurtulabiliriz.
Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor: İskender Zülkarneyn Hazretleri Çin seddini bağlamış. Çekmiş. Herkesin Yecüc Mecüc'ü vardır.
Bunlar nefsin sıfatları. Nefsin aveneleri.
Pirim İskender olup Yecüc seddim bağladı
Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi
Demek Evliyaullah ne yapıyor? Ama bu ruha muhafazadır. Zâhirde birşey yoktur. Cesedimiz zâhirde. Bize bir emir var. O emiri tutarsak, ona teslim olursak eğer, ne oluyor? Ruhumuzu muhafaza ediyor. Dört büyük düşmandan muhafaza ediyor bizi. Meşâyih yapıyor bunu.
Pirim İskender olup Yecüc seddim bağladı
Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi
Bir de buyuruyor ki :
Nefsim bana râm ol düşme teşvişe
Hep fasittir bu kurduğun endişe
Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa
Pir-i Sâmi gibi sultanımız var
Hz. Âdem babamız da Cenâb-ı Hakk'tan böyle dilekte bulununca Cenâb-ı Hakk buyurdu ki :
- "Sen ve senin evlatların, Ben ve Habibimin ismini anarsanız, şeytan size bir şey yapamaz."
Hz. Âdem'e suhuf indi. Bu da cennetten geldi. Orada nasıl ekeceğini, nasıl dikeceğini, yemesini, ibadetini bildirdi Cenâb-ı Hakk. Bunun üzerine şeytan :
- "Yarabbi ben ne yiyeceğim?"
Cenâb-ı Hakk buyurdu :
- "Ya mel'un! Senin yediğin de, Benim ve Habibimin ismini anmadan yiyenlerin de yediği senin olsun."
Demek ki bir insan gâfil yiyorsa şeytana yediriyor. Nefsi emmaresine yediriyor. Eğer râbıtayla yiyorsa, tefekkürle yiyorsa, huzurla yiyorsa onu nefis yiyemez? Nefis gıda alamaz. Nefsin gıdası zulmettir. Ruhun gıdası nurdur. Demek ki râbıta ile yenilip içilirse bu nimetin zulmetini gideriyor. Nurunu bırakıyor. Nuru ise ruh alıyor.
Hak olan riyazet tarîkatları var. Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz:
- "Az yiyin, az uyuyun, az konuşun" buyuruyor.
Ama bizde bu yoktur. Fakat bize de buyurulmuş ki:
"24 saat içerisinde 8 saat çalışın, 8 saat ibadetinizi yapın, 8 saat de istirahatinizi yapın"
Bir de buyurulmuş ki:
"Midenizin boşluğunu üçe bölün. Bir payını yemekle doldurun. Bir payını su ile doldurun. Bir payınını da hava yeri olarak bırakın."
Bize emir böyle. Ama her insanın midesi aynı olmaz ki... Bir payını su ile doldurun. Bir payını da hava yeri olarak bırakın. Bize emir öyle. İşte bu da hadistir. Hiç birinin boşluğunu diğerine geçirmemek lazım.
Öyleyse şu unutulmamalı: Her şeyi râbıtayla yemeliyiz. Eğer bir insan sol eli ile bir şey yer içerse bu insan gâfil. Sol eli ile bir şey yemek içmek yasaktır. Şeriatın fetva yönü bu oluyor. Takva yönüne geçince haram oluyor. Niçin haram oluyor? Gafletinden dolayı.
Bizim tarîkatımız râbıta tarîkatıdır.
1. Tarîk-i şeriat.
2. Tarîk-i hatme.
3. Tarîk-i sohbet.
4. Tarîk-i râbıta.
Ne demek oluyor? Yani şeriatımızda hiçbir eksiklik olmayacak. Bakın hak olan zikirler var. Cehri zikirler de yapıyorlar. Bu bizde yasak.
Biz de şu vardır. Eğer mürşidimiz varsa, o mahrem değildir. Ama ondan başkası mahremdir. Meşâyih bir müridin babasıdır. Nasıl zâhirde babası mahrem değilse, tarîkatta da babası mahrem değildir. Onun için meşâyihinizden ve kendi mahreminizden başka bütün erkekler yasaktır. Ama başka tarîkatlarda beraber zikir yapabiliyorlar, bir arada yemek yiyebiliyorlar. Fakat dikkat edelim. Bir insan nefisini öldürmüş, şehvet kalmamış, karşısındakine anne, bacı, kardeş gözü ile bakıyor. Böyle bakan gözlere olmaz yasak. Fakat bu bizde yine yasak. Niçin ? Sen öylesin ama öteki seni öyle bilmez ki. Fitneye yer bırakmayacağız. Bizim tarîkatımız şeriat tarîkatıdır. Şeriatta asla ve asla eksiklik bırakmayacağız.
Muhabbetü'l-mevlâ, Muhâlefetü'l-hevâ var.
Bazı tarîkatlar muhabbetü'l-mevlâ'da başlar, muhâlefetü'l-hevâ'da biter. Bazıları da muhâlefetü'l-hevâ'da başlar, muhabbetü'l-mevlâ'da biter. Sair tarîkatlar tamamen nefsin arzularını terk etmedikten sonra, meşru değil. Nefsi arınmış değil. Onda muhabbetullah tecelli etmiyor. Nefsini arındırmışsa bir insan, büyük olana anne nazarı ile bakar. Yaş emsali ise kardeş nazarı ile bakar. Küçük ise evlat nazarı ile bakar.
Onun için :
Her neye bakarsan Hak gözüyle bak
Böyle bakan gözlere olmaz yasak
Muhâlefetü'l-heva ile başlayanlar böyledir. Bir de muhabbetü'l-mevlâ'dan başlıyor ki, O'na bir aşk veriliyor. O aşk arzusundan bütün muhâlif hallerini terkediyor. Ta ki terk edinceye kadar, bu muhabbeti muhafaza etmesi gerek. Tamam muhabbetini muhafaza etti. Bütün muhalif hallerini de terketti. Yine de zâhir şeriata göre yasak olan bir şeyleri yapmayacak. Halbuki sana göre yasak değil. Ama karşıdaki senin kalbini bilir mi? Gerçi sende şehvet kalmamış. Sen gördüğünü kardeş nazarı ile görüyorsun. Baba nazarı ile görüyorsun. Yasak olur mu? Olmaz. Diğer tarîkatlar da nefisi ölmeden bir arada bulunuyorlarsa günah işliyorlar. Günah-ı kebair işliyorlar. Zaten bizde, öyle olsak da olmasak da, müsaade etmiyorlar.
Molla Abdurrahman daha evvelce riyazet tarîkatında hizmet görmüş. Yıllar boyu her istediğini yememiş. Nefsinin her istediğini almamış, vermemiş. Çok az yemiş. Etlisini, tatlısını yememiş. Riyazet yapmış yani. Neticede Gavs-ı Azam Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretlerini bulmuş. Buna yeniden ikinci meşâyih olarak sarılmış. Evvelki tarîkatının meşâyihini bırakmış. Yenisine öyle bir şekilde sarılmış ki, O'nu ilk gördüğünde gönlü akmış. Daha ayrılmak istememiş. Kış mevsiminde. O yörede de çok kış oluyormuş. Gece gündüz muhabbeti gelince çıkıp geliyormuş. Şeyh Efendisini görmek için. Veya akşam geldiği zaman bakıyormuş ki sohbet bitmiş. Hatme dağılmış. Tekkenin kapısının önünde bekliyormuş. Huzur yapıyormuş. Kar yağıyormuş, karın altında kalıyormuş. Kar onun üzerini kapatıyormuş. Sabahleyin tekkenin dervişleri karları temizleyerek yol açmak isterlermiş. Seyyid Sıbgatullahi Arvasi onları ikaz edermiş:
-"Aman dikkat edin. Şu kar tümseğinin altında Molla Abdurrahman var. Onu incitmeyesiniz" dermiş.
Meşâyih için tebliğ sünnettir. Gavs ile beraber 40 gün tebliğ de gezmiş. Kim Peygamberimizin varisi ise tebliği yapar.
Biz kendimizi meşâyih olarak görmeyelim. Fakat bize bir emir vermişler. Biz emir kuluyuz. Meselâ bu akşam burada çok izdiham vardı. Herkes bunalmıştı. Bütün insanlar ayakta idi. Bir abdest için ayrıldım buradan. Sonra meyva getirdiler yemedim. Dedim ki Ramazan beye:
- "Bu cemaat bu kadar sıkıntı içerisinde. Ben bu meyvayı nasıl yiyeyim?"
Çünkü vicdan azabı duydum. Bana gerek Hacı Hanım, gerekse başkaları işte şöyle yoruluyorsun, böyle yoruluyorsun diyorlar. Ben aldırış etmiyorum. Çünkü bu vazife bize verilmişse bundan iki türlü korkumuz var. Birincisi vazifemizde noksanlık yaparsak, Allah korusun bize büyüklerimiz kahır yaparlar. İkincisi de vebal var. Ben gitmesem. Bir yerde otursam. Maddî durumu müsait olanlar gelir. Sıhhati mani olmayanlar. Bir de zamanı müsait olanlar gelir. Biz gelemiyenlerin vebalinden korkuyoruz. Ders alacak ihtiyar bir kişi gelebilir mi? Gelemez. Onun için tebliğ vardır. Gezmemizin sebebi budur. Ve de sünnettir.
İşte Gavs Sıbgatullah Hazretleri de 40 gün doğuda dolaşıyor. Molla Abdurrahman da yanında. Her köyde bir gün kalmışlar. Doğuda büryan denilen bir yemek vardır. Kuzuyu keserler, gövdesini parçalamadan bir kuyu vardır. Orada ateşi yakarlar. Küpün etrafını sıvıyorlar. Hiç hava almadan orada o pişiyor. Altında pilav yapıyorlar. Çok lezzetli bir yemek oluyor. Buna büryan derler. İşte her gittikleri köyde büryan yapmışlar. Getirmişler. Piri Tagi Hazretleri müritleri ile beraber yiyorlar.
O sırada:
-"Gel Abdurrahman, yemeğin yumuşak ve lezzetli yerlerinden ye Abdurrahman, ye Abdurrahman. Sen yıllar boyu hiç et yemedin. Sen ye bu etleri" diyor.
40 günden son teveccüh yaparken Abdurrahman Taği'ye de el vurmuş. Sırtına vurunca kalp gözleri açılmış. O zaman elini dizlerine vurmuş. Hayıflanmış:
-"Eyvah. Boşuna yıllardır açlık çektim. Boşuna susuzluk çektim. Boşunaymış. 40 gündür Gavs ile beraber geziyorum. 40 gündür Gavs bana kuzu döşünü yediriyor. Bir saklamda beni maksadıma ulaştırdı."
Demek ki ifademiz şu: Bizde riyazet yok. "Yiyin, için israf etmeyin." Yalnız midenizin haklarına tecavüz etmeyin. Midenizin boşluğunu üçte birini yemekle dolduracaksınız. Gâfil yemeyeceksiniz. İşte biz böyle yapıyorsak riyazet yapıyoruz. Nefsimize yedirmiyoruz. Niçin?
Efendim sultanım ruh-u revânım
Yani râbıtaya teslim olmuşuz.
Cenâb-ı Hakk râbıtada öyle bir ihsan halk etmiş ki, hayalî râbıtayı yapa yapa nakşe geçiyor insanlar. Hayâlî nedir? Suyu almış içiyor râbıtası ile. Yiyor râbıtası ile. Geziyor râbıtası ile. Her bir işini gördüğü zaman râbıtası ile. Bunu böyle yapa yapa nakşe geçiyor.
Nakşe geçince ne oluyor? Kendisi oluyor râbıtası. Bakıyor ki kendisi yapmıyor. Râbıtası yapıyor. O zaman ruh-u revân makamına ulaşıyor bir mürit. O zaman fenafişşeyh oluyor. Ancak ne ile olur? Meşâyihini çok sevecek. Nefsinden çok sevecek. Meşâyihini büyük görecek. Meşâyihi ne kadar uzaklarda olursa olsun. Onu uzaklarda değil yakında görecek. "Beni görüyor. Her sözümü işitiyor. Her hareketimi görüyor" diye düşünecek. Ne kadar uzakda olursa olsun.
Saadettin Kaşgarî Hazretleri Nakşi Halifelerinden. O'nun bir müridi çok ırak yerden gelmiş. Ondan ders almış. Şimdiki gibi değil ki otobüslerlerle, uçaklarla, gitsinler.
Demiş ki :
- "Şeyh Efendimi çok sevdim. Çok mübarek. Ben gideceğim. Bir daha şeyh efendimi göremem. Başıma bir hal gelirse ben ona hâlimi arz edemem. O benden nasıl haberdâr olur?" diye gönlüne gelmiş. Lisana getirmemiş.
O zaman ne buyuruyor şeyh efendisi :
- "Ne tereddüt ediyorsun. Benim şimdi bir müridim var. Çok uzakta. Kendisi Kaşgar da, dükkanında tezgahının başında. Ben şimdi onu kendisinden daha iyi görüyorum" diyor. İşte o anda o tereddüt çıkmış o müritten.
Gala eski Erzincan'dadır. Pîr-i Sâmi Hazretlerinin müritlerinden Molla Bilal isminde bir hoca varmış. Âlim. O da askermiş orada. Üç tane asker varmış. Birisi Ahmet, birisi Mahmut, birisi de Muhammed. Hikmete bakınız. Ahmet, Muhammed, Mahmut isimleri ile seçkin olan bunlar demişler ki :
-"Erzincan, Erzincan derler ama, böyle bir büyüklerden kimseleri göremedik" demişler. O sırada bu demiş ki :
-"Siz subaylarınızdan, komutanlarınızdan izin alın. Ben sizi bir yere götüreyim bu akşam."
İzin almışlar. Pîr-i Sâmi Hazretlerinin sohbetine götürmüş bunları. Sohbeti dinleyince tabii bunların gönüllerine bir sevgi doğmuş. Çok sevmişler. Demişler ki çok mübarek adam. Ama biz burdan ders alırsak bir daha birbirimizi göremeyiz. Biz taa Zile'deyiz. Mübarek Ercincan'da. İki tanesinin gönlüne böyle gelmiş. Bir tanesinin gönlüne hiç gelmiyor. Piri Sami Hazretleri sohbet esnasında şöyle buyurmuş, demiş ki :
-"Bir meşâyihin dört tane müridi olsa. Birisi şarkta, birisi garpta, birisi şimalde diğeri de cenupta olsa. Dördü de aynı saatta aynı dakikada can veriyor olsalar. Şeytan Aleyhillâne bunların imanlarına musallat olsa, o anda o dördünü de o şeytanının elinden kurtaramayan o şeyhin başına topraklar insin. Nerde kaldı ki, Ahmet, Muhammed." O zaman ayıkmışlar. İkisi de ders almışlar. Mahmut ders almamış.
Bizim büyüğümüz sohbetinde buyurdu ki :
-"Bizim meşâyihlerimizin bir milyon müridi olsa. Bir milyonu da arz üzerine serpilmiş olsa, Vallahi de billâhi de hepsinden haberdâr olur." Hepsinden haberdârdır. Hepsini görüp gözetmektedir. Bu böyle ama kime bu? Görene, bilene. Yani inanana ve teslim olana.
Sermaye bu yolda heman
Teslim ol şeyhine inan
Sıdk ile Allah'a dayan
Gör olmaz mı ihsân sana
Sen bir yerde isen her yerdesin. Bir meşâyih Allah'ın varlığına ulaşamazsa zaten meşâyih olamaz. Allah'ın birliğine ulaştı ise onun görüşü Allah ile, bilişi Allah ile. Cenâb-ı Hakk kudsî hadisinde buyuruyor :
"Veli kulumun gören gözü bizim gözümüz. O veli kulumun işiten kulağı bizim kulağımız. O veli kulumun konuşan dili bizim dilimiz. O veli kulumun uzanan eli bizim elimiz."
Ancak inanmak lâzım. Şeyh efendilerimiz böyle imiş. İtimat ediniz. Bizim şeyh efendimizin zamanında, Erzincan'da. Erzincan'ın etrafı dağlık, ortasında düz ovalar uzanıyor. Çok güzel bir tabii güzelliği var. Yumurta şeklinde düz bir arazi uzanıyor. Ortasında Fırat nehri akıyor. Uyumuyorum, ayık da değilim. Hâl içerisindeyim. O Fırat nehri baharda coşar. Geçmek mümkün değil. İnsan geçit yerlerini bilmezse geçemez. O nehir daha da büyümüş. Fakat çok çirkin siyahımsı bir su. Batak gibi pıhtılaşmış. Oraya giden nereye gittiğini bilmiyor. Halk toplanmış onun başına. O su doğudan batıya uzanır. Kuzey tarafta halk. Mübarek Paşam da orada. Benim nefsimde orada. Bu toplanan halkın hepsi geçecekmiş. Geçmek mecburiyeti varmış. Ama halkı bir korku almış. Zangır zangır titriyorlar. Ben halkın ne olduğunu bilmiyorum. Ama suya giren kayboluyor. Giren kayboluyor. O sırada beni de bir korku aldı. Mübarek Paşam bana şöyle buyurdu :
-"Bak oğlum Abdurrahim. Ben gidiyorum, sen de tam izlerime basacaksın. Eğer izimden ayağını kaypıtırsan sen de kayarsın, batarsın. Eğer tam izlerime basarsan batmazsın."
Böylece tam izlerine basaraktan geçerken korkuyorum ki tam izine basamazsam, yine batacağım, boğulacağım, diye. İzine basa basa geçtik. Vefatına yakın zamanlarında idi. Bu nedir ?
-"Oğlum ben gidiyorum. Dünyayı değişiyorum. Sen tamamen benim izimden yürü. İzimden yürümezsen batarsın, yok olursun."
İşte bunun korkusundayız. Bunun havfindeyiz. Bundan dolayı ben de sizin duanıza, himmetinize sığınıyorum.
Onun için diyorum ki :
-"Ya Rabbi Pirimize lâyık bir hâlimiz yoktur. Hâlimizi arz etmeye de yüzümüz yoktur. İhvanlarımızı sen Pirimize bağışla. Bu günahkâr kulunu da ihvanlarına bağışla" diye dua ediyorum. Çünkü niçin:
Küllî boş değildir aşka düşenler
Katre düşmeyince sel uyanır mı
Bu çırpınmalar, bu bağırmalar boşuna değil.
Kınamayın bizi Hakk'ı sevenler
Allah'ı seven kul kınanır mı
Bu cemaat buraya niçin geldi? Bu kadar parklarda gezmelerde zevkinde sefâsında olanlar var. Burada ter dökerek bu sıkıntıya katlanıyorlar.
Demek ki bu cemaatte bir arzu var. Boş değil. Öyle ise Yarabbi ihvanların muhabbetine bağışla bizleri. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah iki cihanda korktuklarınızdan emin etsin. Allah iki cihanda umduklarınıza nail etsin. Dünyada birbirimizi sevdik tanıdık. Allah âhirette de bizi birbirimizden ayırmasın. Allah bizi velâyet dairesinin altından ayırmasın.
Allah'ın üç emri var :
1. Sâdıklarla olun.
2. Allah için birbirinizi sevin.
3. Allah için konuşun.
İşte Allah'ın üç emri burada birleşmiş.
Sâdık kim? Meşâyihimiz. O'nun kanadının altında toplandık.
Kibrit-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Beraberdir Pir-i Tagi Mevlâsı
Burada ise :
Beraberdir Dede Paşa Mevlâsı
Daim cezbederler buraya bizi
Bunların muhabbeti bizi buraya topluyor. Herbirimiz bir memleketteniz. Kim topladı buraya bizi? Eğer Şeyh Efendimizi biz tanımasaydık, o vasıta olmasaydı, acaba devlet kuvveti bu cemaati buraya toplayabilir miydi? Bunlar aşikâr olan şeylerdir. İdrak edelim.
Allah'a çok şükür geliyoruz. Bir araya toplanıyoruz. Siyaset konuşmuyoruz, ticaret konuşmuyoruz. Allah için konuşuyoruz. Yeter ki birbirimizi unutmayalım. Sürüden ayrılmayalım. Sürüden ayrılanı kurt yer. Bizim sürümüz ihvan topluluğudur.
Sürüden ayrılan da râbıta hafifliği olur. Amel azlığı olur.
.
19-Mü'minin hayırlısı,mü'minin kalbine sürur verendir.
"Mü'minin hayırlısı,
mü'minin kalbine sürur verendir."
18 Mayıs 1990
Cenab-ı Hakk :
"Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik." buyuruyor.
Hevâyı hûya tebdil ettik
Kötüleri iyi görüyor. Bütün kelamları güzel işitiyor. Çirkin kelamları güzel işitiyor. İnsan öyle bir hale geldiği zaman aletlerin seslerini, çalgıların seslerini, meyhanenin seslerini zikir gibi duyar. Başka bir şey duymaz. Çünkü bunda tecelli eden binbir esmanın nuru zikir gibi duyulur. Aslında bütün bu sesler cisimden çıkıyor. Onlarda da cisim var.
Mevlevi tarîkatında olanların musikisi öyle mi oluyormuş? Tabii. Zikir sesi duyulur. Her kademesinde oluyor mu? Her kademesinde olmaz. Emirle olduğu için. Çalışa çalışa. İleri kademesinde. Say ede ede. Terakki edince o seviyeye geliyor. O safhaya geliyor.
Salih Baba divanında ne buyuruyor:
Daireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim
Daire diye hatmeyi temsil ediyor. Hatmeye oturduğumuz zaman bizim cismimiz neydir. Azalarımız Mevlevilerin zikir aletleri gibidir.
Daireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim
Aşk u sevdadır gıdamız bağrımız meydir bizim
Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim
Zikrimiz ihva-durur esrar-ı Kur'ân bizdedir
Nakşibendiler daireyi çevirip de hatmeye oturdukları zaman onların azaları zikir aleti olur. Daha neye, kudüme hacet kalmaz. Niçin? Bizim bütün gıdamız da aşk, sevdadır. Bu Allah aşkı, Resulullah aşkı, meşayih aşkı. Zikirimiz de lafza-i Celâldir. Allah zikri yapa yapa kalbimiz dirilir. Bütün azalarındaki damarlar kalbe bağlı. İnsanların kalbi dirilince kalbindeki hareket azalara aksediyor. Azalar zikir yapıyor. Bütün azalar zikir yapıyor.
Ney Mevlevilerin zikir aleti. Kudüm de Safavilerin veya Kadirilerin zikir aleti. Haktır. İnkar edilmez de yalnız bid'at karışmıştır. Alındığı gibi değil. Mevlevî tarîkatını Mevlana Celaleddin Rumi kendisi kurmuş. Gerçi Şems gelmiş onu irşad etmiş ama, tarîkatı kendisi kurmuş. Fakat o sema yaptığı zaman, ihvanlar da beraber dönüyormuş. O sırada yerden havalanıyormuş. Semaya yükseliyormuş. Bu şöhret olmasın diye emretmiş. Demiş ki :
- "Benim ayaklarımın yerden kesildiğini gördüğümüz zaman, bir tabak alın vurun. Ses çıkarsın ki şuğul olsun. Ben kendimi toparlayayım. Semaya yükselmeyeyim". Emir vermiş. Böyle yapmışlar. Fakat ondan sonra onu tebdil etmişler. Değiştirmişler. Daha başka ilâveler yapmışlar. Onun vermiş olduğu emir gibi kalsaydı, def girmeyecekti. Ama Nakşibendi tarîkatında, Peygamber Efendimizin Sıddık-ı Ekber Efendimize vermiş olduğu zikir talimi hiç değişmemiş. Zamanımıza kadar böyle gelmiş. Büyüklerimiz zikiri anlatırken ne diyorlar? Ağzınızı yumun, dişinizi dişinizin üzerine koyun. Dilinizi üst damağa yapıştırın. Kalbinizle Allah, Allah zikri yapın. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerimde nasıl buyuruyor? Beni gizli, kalbinizden zikredin buyuruyor. Bu böyle. Peygamber Efendimiz, Sıddık-ı Ekber Efendimize de aynen böyle tarif ediyor mağarada :
- "Ya yar-i garım Ebu Bekir ! Ağzını yum. Dişini dişinin üzerine koy. Dilini üst damağına yapıştır. Sessiz zikir yap. Kalbine Lâ ilahe illallah dedirt."
İşte Nakşî tarîkatınde bu zikir değişmemiş. Ama diğer tarîkatlarda değişmiştir. Nakşînin diğer kollarında da bazıları cehrî zikir yapıyorlarmış. Nakşi demek hafî demek gizli demek. Azîzan Hazretleri büyüklerimizden. Cehrî ile hafîyi birleştirmiş. O da emirle olabilir. Emirsiz olmaz.
Mevlânâ'dan önce onların silsilesi nereden geliyor? Mevlânâ kendisi kurdu. Şemsi Tebrizi onu irşad etmiş. Ona yetki vermiş. Yetkiyi alınca o da tarîkat kurmuş. Meselâ Nakşibendi Efendimiz de Emir Külal Hazretlerinden emir almıştır. Tarîkatta zahir önemlidir. Zahir şeriattır. Bir delil lâzım. Nakşibendi Efendimizi Emir Külâl'den müsaade alması hüccet olmuş ona. Şems'in Mevlana'ya izin vermesi bir hüccet olmuş ona.
Şems'in kendisi hangi tarîkattanmış? Bilinmiyor. Cehri mi, hafi mi? Bilinmiyor. Hangi tarîkattan olursa olsun. Mevlânâ tarîkat kurmuş. Mevlevi tarîkatını kurmuş. Seyyid Ahmet Rufai Efendi, Rufai tarîkatını kurmuş.
Nakşibendi Efendimizin ismi Muhammed idi. Niçin Nakşi ismi verildi? Tarîkatına ve kendisine niçin Nakşibendi denilmiş?
Bunda harikuladelikler var. Görülmüş de onun için verilmiş, bu emir ona. Emir Külal Hazretlerine hizmet görüyor. Hizmetinde hiç eksiklik bırakmıyor. Bedenî ve malî hizmetini görüyor. Bedeni ile tekkede çalışıyor. Sadık bir şekilde çalışıyor. Emir Külal Hazretleri Evlad-ı Resulullah.
Emir'in annesi diyor ki:
- "Emir benim karnımda iken şüpheli birşey yediğim zaman o karnımda beni rahatsız ederdi. Ondan sonra anladım ki bu sıradan bir insan değil. Büyük bir insan olacak".
Sonra genç iken güreş maydanında yine kerametini göstermiş. Nakşibendi Efendimiz, Emir Külal Hazretlerinin elinden tutup ders almamış. Her zaman onun sohbetine gidiyor. Sohbetini dinliyor. Hizmetini görüyor. Tekkenin iç işlerini dış işlerini görüyor. Sohbetlerini dinliyor. Zikir yapılacağı zaman kaçıp gidiyor.
Emir Külal Hazretleri ona emir vermeseydi, tarîkatı kuramazdı. Zahirde bir hücceti, bir delili olacak. O zamanın meşayihi ve uleması, yine de itiraz etmişler. Kurmuş olduğu zikir usulüne itiraz etmişler:
-"Şeyhimiz Emir Külal Hazretleri bunu böyle yaptırmıyordu. Nereden alıyorsun böyle" demişler.
Tarîkat reislerine Peygamber Efendimiz emrediyor. "Zikri şöyle yap" diyor. Ama Nakşibendi Efendimiz doğmadan önce onun büyük bir âlim olacağını tasavvuf alimleri haber vermişler.
Muhammed Baba varmış. Emir Külal Hazretleri onun müridi. Emir Hazretlerini Muhammed Baba güreş meydanına çekmiş getirmiş. O da güreşçi. Herkes çok görüyor, uygun bulmuyor güreş yapmasını. Çünkü Fatıma evlatlarından geliyormuş. Bir tanesi vurgulamış. "Neden bid'at işliyor" demiş. "Ne lüzumu var" demiş. Güreşi seyrederken o anda gaflet gelmiş. Uyur uyanıklık arasında bir hâl oluyor. Kendisi çamura batmış. Sıçradıkça batıyor. Sıçradıkça batıyor. Güreşteki Emir Külâl Hazretleri geliyor. Elinden tutup, çamurdan çıkarıyor. O anda gözünü açıyor. Açıyor ki Emir yakınına gelmiş onun yüzüne bakıyor ve diyor ki :
- "Fatıma evlatlarının gücünü bu yönde de kullanıyorlar ki, çamura düşenleri kurtarsınlar."
Peygamber Efendimiz de güreş tutmuş. Ebu Cehil ile güreş tuttu. İbni Mesud ufak tefek biriymiş. Bir deve çobanının oğlu. Müslüman olmuş. Ebu Cehil güçlü kuvvetli. Buna kızıyor. Kulaklarını koparıp eline vermiş. O da ağlayarak Peygamber Efendimize gelmiş. Herkes üzülüp ağlarken Peygamber Efendimiz gülmüş. Hikmetini açıklamış.
Demiş ki:
- "Ya İbni Mesud üzülme. O senin kulağını koparttı. Ama sen onun başını keseceksin. Hem de yakın zamanda başını keseceksin."
Bedir muharebesinde Ebu Cehil düşmüş inliyor. İbni Mesud buna rastlıyor.
- "Ya Eba Cehil, nedir senin bu iniltin ?"
Bakıyor ki İbni Mesud:
- "Ya İbni Mesud, ölmem bir şey değil. Ama senin gibilerin elinden ölmem bana ar geliyor. Senin baban benim deve çobanımdı" diyor.
İbni Mesud :
- "Sen yine mi konuşuyorsun?"diyor. Kesmeye başlıyor.
Ebu Cehil :
- "Boğazımdan kesme. Ensemden kes ve bir ricam var. Beni boynumdan kaldır. Bu Ömer İbni Zişan Vaht yolunda ölmüş gitmiş. Bunu da bildir" diyor.
- "O benim bileceğim iş" diyor ve İbni Mesud başı kesiyor. Kesiyor ama götüremiyor. Gücü yetmiyor. Yuvarlaya yuvarlaya götürüyor. Diyor ki :
- "Ya Resulallah işte Ebu Cehil'in başı." Baş yuvarlanmış şeklini kaybetmiş, tanınmıyor.
Peygamber Efendimiz diyor ki :
- "Ben oğlan iken güreştim, arkası yaralandı. O yaranın izi vardır muhakkak. Cesedini göreyim de iz varsa odur. Her nebinin bir firavunu vardır. Benim firavunum da Ebu Cehildi."
Peygamber Efendimiz geliyor. Cesede bakıyor. Çocukken güreştikleri yerde taş varmış. Taşla arkası yarılmışmış. Orada yara izini görünce:
- "Tamam, bu Ebu Cehil" diyor.
Ebu Cehil'in ismi Ömer Bin Haddam. İki Ömer vardı. Gavur oğlu Ömer. Hattab'ın oğlu Ömer. Peygamber Efendimiz, şöyle dua etti :
- "Bu iki Ömer'in biri ile dini yücelt."
Hattab'ın oğlu Ömer'e nasip etti Cenab-ı Hakk. Fakat ikisi de güçlüler. Kuvvetliler. Ama Ebu Cehil zenginlikte daha güçlü. Ülkenin en zengini o imiş. Ondan sonra Sıddık-ı Ekber Efendimiz. Babası Zişa, Ebu Cehil'e diyor ki :
- "Oğlum bunlara, gençlere, sen yedir, giydir. Bunlara kendini ağa olarak tanıt. Büyüdükleri zaman sana hizmet etsinler hizmetinden çıkmasınlar."
O zaman Mekke'de kim güçlü, kuvvetli ise o bey oluyormuş. İlim, tahsil vesaire yok. Böylece Ebu Cehil gençlere yediriyor, içiriyor. Onlara kendisini o kadar sevdiyor ki 366 tane genç tâbi oluyor ona. "Yat" derse yatıyorlar. "Kalk" derse kalkıyorlarmış. Bir gün Peygamber Efendimiz'e diyor ki :
- "Ya Muhammed senin elbiselerin eskimiş, sen de gel, benim oğlanlarıma karış, sana elbise alayım." diyor.
Peygamber Efendimiz gitmedi.
- "Senin zenginliğin var, ama nesepte ben senden üstünüm. Ben sana tâbi olamam. Senin elbiseni de istemiyorum." dedi. Ebu Cehil ona :
- "Sen akıldanesin. Benden üstün isen niye sana tâbi olan yok."
Peygamber Efendimiz:
- "Beni sevenler varsa gelsinler yanıma." dedi.
Bu söz üzerine ilk defa Sıddık Efendimiz ayrıldı. Peygamberimizin yanına gitti. Ona bakarak 40 kişi daha ayrıldı. Peygamber Efendimizin yanına geldiler. Peygamber Efendimizin kabilesi geniş. Benî Haşim kabilesinden geldiler. Peygamber Efendimizin taraftarları artınca Ebu Cehil bunlara haset etti. Gitti hurma getirdi. Bu 360 oğlana dağıttı. Yetmedi. Hurmayı saçtılar. Bu sefer de kimisi aldı, kimisi alamadı. Sonrada dedi ki :
- "Ben bana tabi olanlara hurma getirdim, yedirdim. Sen de sana tabi olanlara getir, yedir."
Peygamber Efendimiz yıllardır hurma vermeyen kurumuş bir hurma ağacının dibine gitti.
- "Ya Rabbi bana bu ağaçtan hurma ver. Ben de dağıtayım. Onlara karşı mahçup olmayayım." diye yalvardı.
Ellerini sürünce (bu konuda rivayetler var. Mucize hurması diye bir hurma. Kilosu 70 riyalden satılıyor.) Cenab-ı Hakk o kuru ağacı yeşertmiş. Ağaçtan taze hurmalar oluşmuş. Hurma mevsimi olmadığı halde o hurmaları toplamış. Sıddık Efendimize demiş ki :
- "Sen benim vezirimsin. Al bu hurmaları dağıt."
O da almış. Onları sıraya geçirmiş. Saçmadan güzelce bunları taksim etmiş, öbür tarafın karşısında. Onlar hurmayı saçmıştı, birbirlerini çığnemişti. Alan oldu, alamayan oldu. Sıddık-ı Ekber Efendimiz güzelce dağıtınca buna daha çok hasetleniyor kafir:
- "Muhammed'e uyan çocukları döveceksiniz" diyor.
Diğerleri hemen hücum ediyor. Bunlar 40 tane. Onlar ise 320 kişi. Peygamber Efendimize uyan çocuklar çok dayak yemişler.
İşte Peygamber Efendimizin eline o zaman mübarek bir hurma dalı geçiyor. Peşine sarıpta o çocukları nasıl çelmişse 320 tane oğlanı evlere sokturuyor. Hep kaçıyorlar. Evlere giriyorlar. Bunu görünce Mekke halkında bir şaşırma oluyor. Gencinde kocasında. Bu ne kuvvet! Bu ne azamet!
Ebu Cehil bu durumu görünce:
- "Niçin şaşırıyorsunuz. Gelsin güreşelim." diyor.
O zaman Ebu Cehil'e itibar eden çok. Diğer tarafta Benî Haşim kavimlerinden, Peygamber Efendimizin amcaları :
- "Ya Muhammed böyle bir teklif var. Ne dersin ?"
- "Bizi mahçup eder misin?" diye soruyorlar.
O da :
- "İnşaallah mahcup etmem amca." diyor.
Bunlar şimdi güreşe karar veriyorlar. Ama öyle rastgele değil. Gün tayin ediyorlar. Şart koşuyorlar. Şartları da şu. Hangi taraf yenilirse Mekke halkının tümüne ziyafet verecek. Mekke halkı buna seviniyorlar. Kararlaştıkları gün geliyor. Ebu Cehil soyunmuş. Güreş elbiselerini giyinmiş. Peygamber Efendimiz normal elbisesi ile geliyor. Hiç değiştirmiyor. Amcaları diyorlar ki :
- "Oğlum bak, Ebu Cehil giyinmiş hazırlanmış. Eğer korkuyorsan vazgeçelim."
Peygamber Efendimiz :
- "Hayır korkmuyorum. Ben böyle gideceğim." diyor.
Ebu Cehil soruyor :
- "Sen güreşmeye gelmedin mi ? Eğer korkuyorsan güreşmeyelim."
- "Hayır korkmuyorum. Yalnız ben senin dediğin gibi güreşmeyeceğim." diyor.
Beline bir kemer bağlıyor.
- "Sen de bağla." diyor.
- "Evvela sen benim kemerimden tut. Sen beni ileri, geri, sağa, sola yerimden kaydırırsan, sen beni basmış olacaksın. Ben de senin kemerinden tutacağım. Seni yerinden kaydırıp yere vurursam ben seni basmış olacağım." diyor.
Bu karar da aralarında fark var.
Herkes şaşırıyor. Ebu Cehil Peygamber Efendimizin kemerinden tutuyor. Sanki orada kurşunlanmış gibi. Bir türlü kımıldatamıyor. Zorluyor, zorluyor... Kuvveti kesiliyor.
- "Otur! Bir saat dinlen." diyor Peygamber Efendimiz.
Bir daha zorluyor. Yine:
- "Bir saat daha dinlen" diyor. Sonra burnundan kan geliyor Ebu Cehil'in. Peygamber Efendimizi yerinden oynatamıyor. Sıra Peygamber Efendimize gelince babası ve tarafları kılıçla yürüyorlar. Peygamber Efendimize tutturmak istemiyorlar. Hamza hemen kılıcının çekip yürüyor.
- "Ölme olacaksa hepinizden önce ben öleceğim. Durun burası er meydanı, güreş meydanı. Benim yeğenim onun hırkasını bir tutsun. Kılıç mı vuracağız yoksa sulh mu olacağız."
Hz. Hamza'dan çok yılmışlar, çok korkmuşlar. Hepsi geri duruyorlarmış.
- "Ya Muhammed tut. Sen de tut hasmından" diyor.
Peygamber Efendimiz, onu tutunca kaldırıyor. Başını çeviriyor, çeviriyor. Arkasını yere vuruyor. Bu kafirin ondan sonra küfürü artıyor. Peygamber Efendimize karşı düşmanlığı artıyor.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
20-Sabrın evveli acı, sonu tatlıdır.
"Sabrın evveli acı, sonu tatlıdır."
19 Mayıs 1990
Bazı mezhepler var ki Ruyetullah'ı inkâr ediyor.
Hayır işleyen de, şer işleyen de Cenab-ı Hakk zaman vermese, fırsat vermese işleyemez. Tarikattan hakikate geçince bir insan bilinip de görünmeyeni görür. Bilinip de bulunmayanı bulur. Alaaddin Attar Hazretleri Nakşibendi Efendimizin ilk halifesi. Çok hizmetlerini görmüş.
Buyuruyor ki :
- "Alaaddin bizim hizmetimizin yükünü hayli yüklendi."
Bir zamanlar Mutezilelerle Ehli Sünnetler bahse girmişler. Ruyetullah konusunda. Mutezileler inkâr ediyorlar. Ehli sünnetler de delil getiriyorlar. Ayet var. Hadis var. Şeriat, kitap, sünnet, icma, kıyas var.
İcma: Çoğunluk.
Kıyas: Açıklama. Ayetleri, hadisleri herkesin anlayacağı şekilde izah etmek.
İlim de dörde ayrılıyor :
1. Fıkıh ilmi, 2. Hadis ilmi, 3. Kelam ilmi, 4. Tefsir ilmi.
Bir ayet-i kerime var. Burada :
"Ya Musa sen beni göremezsin" diyor.
Allah-ü Teala cemâli dağa tecelli ediyor. Hz. Musa dağın ne tarafına baksa param parça gidiyor. Hz. Musa böyle görüyor. Bu olayın tefsiri böyle ama, tevil bunu şöyle açıklıyor: Dağdan mânâ Hz. Musa'nın vücudu idi. Hz. Musa varlığından geçince Cenab-ı Hakk varlığını gösterdi. Cenab-ı Hakk:
"İnsanlarda dört tane göz halk ettik" buyuruyor.
İkisi başının gözü. İkisi kalbinin gözü.
"Baş gözü ile sen beni göremezsin." buyuruyor.
İşit Niyazi'nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Salih Baba'nın divanından :
Salih ne yatarsın uyan dediler
Sıdk ile Allah'a dayan dediler
Hak gizli değildir ayan dediler
Çok ihsan var bu ihsandan içerü
İhsan nedir? Allah'a iman, inanç. Ona zatını tanıtmasıdır. Sonra ona zatını sevdirmesidir. Bir de zatını ona buldurmasıdır. Bir de kudsî hadis var.
"Biz bir gizli hazine idik. Aşikâr olmamız için insanları, cinleri halk ettik."
Ayet-i kerime de :
"Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler."
İşte mutezileler ile ehli sünnet alimleri çatışıyorlar. Onlar Ruyetullahı inkâr ediyorlar. Ehli sünnet olanlar da var diyorlar. Alaaddin Attar Hazretleri:
- "Getirin onları, ben göstereyim" diyor.
İnsanlar Beytullah'ı bir ilme'l-yakin bilirler. Beytullah için sadece Cenâb-ı Hakk'ın bir emri var.
- "Gelin buraya, tavaf edin" diye.
Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Çünkü Beytullah Halil'in evi. O yapmıştır. Allah'ın emri ile. Ama insanların kalbi Allah'ın evidir. O kalbi Allah yapmıştır. Hangi insanın kalbi? Evliyaullah'ın kalbi. Çünkü evliyaullahın kalbi açılmış. Bir insanın kalbi açılmazsa velî olamaz. Bir insanın kalbi açılırsa velî olur. Bir velî bir aleme mukabildir. Bir velînin maneviyattaki vücudu dünyadan büyüktür.
Vaktin padişahı Muhyiddini Arabi Hazretlerinin türbesine gitmiş, ziyaret etmiş. Tekkenin dervişlerinden birisine denemek için demiş ki :
- "Derviş şeyhini nasıl biliyorsun?"
Derviş derin bir Ah !.. Çekmiş.
- "Şevketlim ben şeyhimden nasıl bahsedeyim, haddim mi?" demiş.
Kelâm-ı kibarda :
Bir Yusuf-u cemal server-i hûban
Hazret-i Sami'den gösterir nişan
Kabil mi vasfını şerh etsin zeban
Yandırır büsbütün dünyayı zülfün
Evliyaullah'ın yüzünde bir perde var. O perdeyi her kim açarsa o yüzü görür. O perdeyi herkes açamaz.
Hadis-i Kutsi :
"Biz velilerimizi yeşil kubbenin altında gizledik. Onları bizden başka kimse bilemez."
Kul nasıl bilebilir? Ancak bir büyük insandır diye biliyoruz. Büyüklüğünü bilemeyiz. Onun büyüklüğü ölçülemez. Cenab-ı Hakk hiç bir mekâna sığmaz. Bir velîsinin gönlüne sığarsa onun büyüklüğü ölçülür mü?
İşte derviş padişaha onun için Ah !... Çekerek :
- "Mümkün mü ki ben size şeyhimi anlatayım Yalnız şöyle söyleyebilirim. Benim şeyhimin yüzünü gören cehenneme girmeyecek. Cehennem haramdır. Cehennem yakmayacak onu." deyince padişah :
- "Derviş sen ne büyük dâvâ ettin. Senin şeyhin Hz. Peygamberden de büyük mü? Hz. Peygamberi Ebu Cehil, Ebu Lehep gördüler. Bunlar ateşe ihtar edilenler."
Şevketlim demiş :
- "Onlar Peygamber Efendimizin nübüvvetini görmediler. Ebu Talip'in yetimini hakir gördüler de onun için" diyor.
Sonra Aşere-i mübeşşereyi sayıyor. Cennetle müjdelenen on kişiyi.
Derviş devam ediyor :
- "Benim şeyhimin de velâyetini görenlere cehennem haramdır."
- "Senin şeyhin Peygamber Efendimizden büyük mü?" diyor padişah.
- "Haşa Estağfurullah Peygamber Efendimiz Onsekizbin aleme mukabil. Benim şeyhim bir aleme mukabil. Peygamber Efendimiz'in nübüvvetini görenler cennetle müjdelendi. Benim şeyhimin velâyetini görenlere cehennem haramdır" diyor.
İşte Alaaddin Attar Hazretleri:
- "Ben size Ruyetullah'ı göstereceğim" diyor. Çünkü bütün bu dönem ehli sünnet alimleri ile mutezileler tartışmışlar.
Cenâb-ı Hakk:
"O veli kulumun gören gözü bizim gözümüz" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki :
"Benim öyle zamanım olur ki arş, kürs, levh, kalem benim karşımda bir zerre kalır. Çok küçük kalır. Hep seyrederim. Öyle zamanım da olur ki yanımda Ayşe'den başka birşey görmem, bilmem."
Bu da ne? Peygamber Efendimiz'in nübüvveti. Cebrail nübüvvetine vasıta oldu. Allah'tan vahiyleri getirdi. Kur'an-ı getirdi. Bir de Cebrail'in olmadığı yerde doksan bin kelâm konuştu. Allah ile miraçta Cebrail onu bu makama kadar götürdü.
Sonra :
- "Ben gelemiyorum artık ya Resulullah" dedi. Oradan sonra 7 vasıta daha değiştirdi. Ondan sonra Allah ile Peygamber Efendimiz arasında birşey kalmadı. "Gâbe Kavseyn" kelimesi onun için inzal oluyor. "Gâbe Kavseyn el etna" İşte o zaman konuşuyor. Doksan bin kelamı. Bu kelâmların otuz binini eshaba bildiriyor. Otuz binini Sıddık-ı Ekber Efendimize bildiriyor. Otuz binini kimseye bildirmiyor. Kendisinde kalıyor.
Hadis-i Kudsîleri Peygamber Efendimiz söylememiş. Lafzı Peygamber Efendimiz'in, mânâları Cenâb-ı Hak'kın. Yani Hz. Allah Peygamberin ağzından konuşmuş.
Velilerde bu özellikler vardır. Madem ki veliler, Peygamber Efendimiz'in velâyetinin varisleri. Alimler de nübüvvetinin varisleri.
Tarikat: Velâyet, bâtın demek. Nübüvvet: Şeriat, zâhir demek.
İşte Alaaddin Attar Hazretleri Mutezilelere üç gün batın gözüyle bakıyor. Onlar da gusullü ve taharetli idi. Hepsi patır, patır dökülüyor. İradeden çıkıyorlar Sonra mübarek onları yine kendisi ayıltıyor. Hepsi ayaklarına kapanıyorlar. Ehli sünnet oluyorlar. Ve Attar Hazretleri'nin müridi oluyorlar. Allah hepimizi tembellikten korusun Peygamber Efendimiz öyle dua edermiş.
"Yarabbi tembellikten sana sığınırım."
Haşa o tembel olur mu hiç. İnsanların, meleklerin, cinlerin de gayretlisi var. İnsanlardan gayret var. Akıl var. Tembellik var. Görme var. İşitme var. Cenâb-ı Hakk'ın sekiz sıfatı insanlarda vardır. Fakat Cenab-ı Hakk onlara cüz'i vermiş. Mesela görme vermiş. Cüz'i vermiş. Az vermiş.
Ama bütün mükevvanatın ilmi toplandığı zaman sadece insanların değil, cinler ve melekler de dahil, Peygamber Efendimizin ilminin yanında zerre kalıyor. Bir denize karşı bir damla kalıyor. Ne bu? Peygamber Efendimiz'e verilen ilim. Peygamber Efendimize verilen görüş. İnsanlarda sekiz sıfat var. Cenab-ı Hakk insanlara adalet vermiş. Merhamet vermiş. Şefkat vermiş. Ama bütün bunlar Peygamber Efendimizin ilminin yanında zerre kalıyor. Aklı da, gücü de, kuvveti de, merhameti de... Hepsi onun yanında zerre kalıyor. Onun için Peygamber Efendimiz :
"Yarabbi tembellikten de sana sığınırım."
"Yarabbi korkaklıktan da sana sığınırım."
"Yarabbi nefsim ile beni bir saat bile baş başa bırakma." buyurmuş.
"Ey ümmetim tembellikten korkun. Korkaklıktan korkun."
Bir ata sözü var :
"Korkak bezirgân, kâr yapamaz."
Tembeller battaldır. Kur'an-ı Kerim'de tembellere "battaldır"diye Cenab-ı Hakk'ın emri geçiyor.
Allah:
"Battalları sevmem." Diye emrediyor.
Allah tembelleri sevmiyor.
Allah halk etmiş olduğu kulunu sevmezse kulun hali ne olur? Bir de Allah halk etmiş olduğu kulunu everse o kulun hali ne olur? Onun sonsuz mutluluğu var Allah indinde. Allah sevdiği kuluna cenneti, cemalini nasip edecek.
Allah'ı ne ile seveceğiz?
Emirlerini tutmakla, yasaklarından kaçınmakla seveceğiz. Emirler ibadetler... Tembeller bunu da yapmıyorlar. Onun için battal deniliyor onlara. Allah tembellikten, ihmallikten korusun bizleri.
Allah bu günlerimizi aratmasın. Nimetimizi artırsın. Nimet demek sayısız ihsanlardır. Yeme, giyinme maddeleri hep nimettir. Bu nimetleri Allah kendisini tanımamız için verdi.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
21-Senden utanmadım heman,Ettim günah gizli ayan,Vurma yüzüme el aman,Cürmüm ile geldim sana
"Senden utanmadım heman
Ettim günah gizli ayan
Vurma yüzüme el aman
Cürmüm ile geldim sana"
19 Mayıs 1990
"Sen kendi aybını bil de bana sığın. Bana gel."
Setreder hem aybımız halk içre rüsvay eylemez
Der hemen af eylerem ben kaçma gel divânıma
Cenâbı Hakk bizi noksan sıfat halk eylemiş. Ne mutlu noksanını bilene, mutludurlar. Allah bizi müslüman halk etmiş. İnananlardan halk etmiş. Allah'ın yasakları noksanlıklarımız oluyor. Günahı kebairler veya günahı segairler. Yasak olan şeyler. Cenab-ı Hakk neleri yasaklamışsa bunları işleyen noksanlık işliyor. Noksanlık denilince sadece bu değil. İbrahim Aleyhisselam seçkin, farklı. Cenâb-ı Hakk Peygamber oldukları için onları farklı halk etmiş. Onları hâşâ noksan sıfatla halk etmemiş. Evet bir cisimle gelmişler ama onların ancak Cenâb-ı Hakk'ın zatına karşı noksanları olur. Noksan sıfatlı insanlara karşı noksanlıkları olmaz. Cenâb-ı Hakk onları insanlardan farklı yaratmış. Altı sıfat var onlarda, insanlarda olmayan. Bu sıfatlarla insanlardan çok farklıdırlar. Çok seçkindirler. Fakat onların da Allah'a karşı bir noksanlıkları olmuş. Hepsinin. Ama Allah'a karşı. Bütün noksan sıfatlardan münezzeh Cenâb-ı Hz. Allah'tır. Nebilerin noksan sıfatları bizim anladığımız gibi değil. Onların da yemeleri, içmeleri, uyumaları olur. Beşerdirler. Beşer demek şaşar demek. Ama onlar şaşmaz. Onlar şaşmaz hâşâ. İbrahim Aleyhisselâm :
- "Beni Rabbim yedirir. Beni Rabbim giydirir. Beni Rabbim kaldırır. Rabbim konuşturur. Rabbim yürütür. Hasta olurum. Rabbim şifamı verir" demiş.
Burada "Hasta olurum" demesi noksanlık olmuş. Allah'a karşı noksanlık olmuş. "Hasta olurum" demekle, sonra anlamış ki bir noksanlık yaptı.
- "Beni Allah hasta eder. Rabbım hastalandırıyor. Ben bu kelamı niye sarfettim." diye üzülmüş, öyle ağlamış ki, o kadar Allah'a yalvarmış ki...
Yunus Aleyhisselam'ın ateş bölgesinden izinsiz çıkması... Cenab-ı Hakk bir bölgeye ateş yağdıracak. Bildirdi ona. Çünkü o insanlar Allah'a isyan ediyorlar. Yunus Aleyhisselamı da Cenâbı Hakk onlarla Peygamber olarak göndermiş. Daima tebliğ ediyor. Kabul etmiyorlar. Sözlerini tutmuyorlar. İnanmıyorlar. Hürmet etmedikleri bir tarafa, eziyet de ediyorlar. İşkence yapıyorlar. Cenab-ı Hakk en sonunda diyor ki :
- "Ya Yunus söyle onlara bir haftaya kadar inansınlar. İnanmazlarsa ateş yağdırıp yıkacağım" diyor.
Bunu da söyleyince Yunus Aleyhisselam'a daha çok kızıyorlar :
- "Sen deli olmuşsun çık git içimizden" diyorlar. Kim görmüş şimdiye kadar? Gökten hiç ateş yağar mı? Yağmur yağar. Diye inanmamışlar.
Yunus Aleyhisselam'ı yine tenkid etmişler. Neticede Cenâbı Hakk gökyüzünde kırmızı bulutları halk etmiş. Bu bulutlar büyümüş. Kalınlaşmış. Aşağıya doğru sarkmış. Taki ateş gibi, nar gibi bulutlar. O zaman anlamışlar ki bu bulutlardan ateş yağacak. O sırada Yunus Aleyhisselam bu insanların içinden çıkıp kaçıyor.
Cenâb-ı Hakk, Salih Peygamberin kavmini rüzgârla helak etti. Belli bir bölgeyi sınırladı. Ona da çık dedi. O da çıktı. Nuh kavmini de tufânla helâk etti. Yunus Aleyhisselam'a da ateş vererek yaptı. Fakat Yunus Aleyhisselam kendisi yanmasın diye emirsiz çıktı o beldeden. Bu hikmetlere akıl sır ermiyor. Hepsi onun kuludur. Kâfirlere de Allah acıyor ama, kul kendisine acımıyor.
Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı
Kulun çektiği kendi cezası
Bir de buyuruyor ki :
Eğer hâlikimiz olmasa razı
Yaratmazdı cihanda birimizi
Onları da Cenâb-ı Hakk yaratmış. Kafir de onun kuludur. Onlara acımazsa, onlara buğz etse, dünyada bol rızık vermezdi onlara. Bol hayat vermezde onlara. Orayı biz anlayamayız. Yunus Aleyhisselam izinsiz çıktığı için o ateş beldesinden, onu deryaya attırdı. Balığa yutturdu. O ateş yağmurunu görünce kavmi onu arıyor.
- "Ya Yunus biz sana inandık bu ateşi bizim üzerimizden def et" diye.
Ama bulamıyorlar. Çıkmış gitmiş. Bulamayınca bunlar diyorlar ki:
- "Gelin inanalım, yalvaralım. Yunus'un Allah'ına ağlayalım. Bizi bu ateşle yakmasın."
Hem de hayvanların körpelerini ayırıyorlar. Sığırların, develerin. Bu sefer de anneleri bir tarafta ağlıyor, yavruları bir tarafta bağırıyor. Süt çoçukları bir tarafta ağlıyor, anneleri bir tarafta ağlıyor. Cenâb-ı Hakk'ın merhametini celbediyorlar.
Cenâb-ı Hakk görünen bir gadabı geri çeviriyor. O ateş yüklü bulutları dağıtıyor. Artık inanıyorlar.
Yunus Aleyhisselam da ateşten kaçarken bir deryaya dalıyor. Bir gemiye biniyor. Bir balık geliyor. Arkadan, önden, sağdan, soldan vuruyor. Gemiyi batırmak istiyor. Her vuruşta gemiyi yatırıp kaldırıyor. Geminin içindekiler yiyecek veriyorlar balığa. Ama o hiç birine bakmıyor. Gemi ile çarpışıyor. Diyorlar ki :
- "Bu balık bir adam istiyor. Hepimiz batacağız. Bir kişi kendini feda etsin."
- "Kim eder?" Bu araştırırken Yunus Aleyhisselam diyor ki :
- "Ben atlayayım da siz kurtulun." Yunus Aleyhisselam'ı da çok nurlu olarak görüyorlar. Belki de Peygamber olarak görüyorlar.
- "Tek hepimiz dökülelim, boğulalım sen boğulma. Sen seçkin nurlu bir insansın."
O da diyor ki :
- "Siz hepiniz dökülürseniz bu gemiyi bu balık bırakmayacak. O beni istiyor. Ben kusurumu biliyorum" diyor. Onlara kim olduğunu demiyor. Sadece :
- "Bu balık beni istiyor" diyor. Atıyor kendisini. Balık onu yutuyor. Yutunca balık gidiyor deryanın dibine. Gemi kurtuluyor. 40 gün balığın karnında kalıyor. Gecenin karanlığı, balığın karnı, deryanın dibi...
- "Ya Rabbi ! Bütün melekler, insanlar, cinler güçlerini sarfetseler beni burada koruyamazlar ama sen beni korursun" diyor. Zikri de şöyle :
"Lâ ilahe illâ ente sübhaneke inni küntü minez zalimin"
Zikre devam ediyor balığın karnında. Balığın karnı çok büyükmüş. Yutarken hiçbir yerini incitmiyor. Hap yutar gibi yutmuş. Cenâb-ı Allah da balığa emrediyor :
- Ey balık, Yunus karnında olduğu müddetçe, sakın birşey yemiyeceksin. Çünkü onun yeri daralır. Yerini dar etme."
Yunus karnında olduğu müddetçe hiçbir şey yemiyor balık. Midesi de onu eritmiyor. Yunus'u muhafaza ediyor. Sanki bir odada oturur gibi oturuyor. Yunus zikrine devam ediyor. 39 gün olunca bakıyor ki Yunus Aleyhisselam balığın o kara vücudu cam oluyor. Her tarafı seyrediyor. Şimdi şu oturduğumuz salon cam olsa, ne tarafa baksak o tarafı gösterir. Zikre devam edince deryanın dibini de seyrediyor. 39 gün olduktan sonra balık Ninova denilen sahile Yunus'u çıkarıyor. Balığın karnından çıkarken de hiçbir yeri incinmiyor. Zaten kavmi de iman etti. Yunus Aleyhisselam'ı arıyorlar. O da geliyor tekrar kavminin içerisine.
Salih Baba ne diyor :
Mekânım batn-ı hût oldu mematım lâ-yemut oldu
Muhafız ankebut oldu ben oldum gâr-ı dervişân
Batn-ı hût: Balık karnı Ankebut: Örümcek
Burada Yunus'tan mânâ bir insanın ruhudur. Balıktan mânâ nefsi emmâresi. Yutmuş onu. Ancak bir Evliyaullah'tan almış olduğu zikirle o evvela nefsi emmâresini tebdil eder. Nefis ölmez. Nefsi emmareden, nefsi levvameye geçiyor insan. Mülhimeden mutmainliğe geçiyor. Mutmainden raziyeye geçiyor. Raziyeden marziyeye geçiyor. Marziyeden safiyeye geçiyor nefis. Yedi makamı var. Nefis bu yedi makama ulaşıyor. Ama üç makamda muhalif halleri var. Üç makamda iken yine ruha muhalefet ediyor. Anasır-ı zıddiyeti kolay değişemiyor. Bu üç makamda iken, bakınız. Yunus'u yutmuş olan balık cam oldu. İnsanlar nefs-i levvameden, nefsi mutmainliğe geçince anasırı ziddiyeti değişiyor. Müslümanın anasırı zıddıyeti değişince onun da vücudu oluyor cam. Onu daha perdelemiyor. Ruhunu karanlıkta koymuyor. O zaman noksan sıfatından kemal sıfata geçiyor. Bu haktır.
Tarikat, şeriatın takvâ yönüdür. Eksikliklerinizi tamamlayın. Namazı bilerekten kılın. Abdesti bilerekten alın. Orucu bilerekten tutun. Madem bu amelleri işliyorsunuz. Öyle gelişi güzel yapmayın. Bunlar için ders kitabımızı okuyun. Tatbik edin.
Mürşit gerektir sana Hakk'ı bildire Hakke'l-yakın
...
Herkim ki şeyhini Hak bilmedi Hak'kı dahi bilmez
Yok eylemeyen varını maksuduna ermez
...
Bulam dersen eğer aynî imanı,
Çalış ki şeyhinde olasın fani.
...
Bir kaç esma bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen.
Doğumdan ölüme kadar ilim tahsil etsen, bilmiş olduğun bilgilerle Hakk'ı bilmiş değilsin sen. Bunları ne kadar okursan oku. Hakk'ı ilme'l-yakîn bilirsin, ayne'l-yakîn bilirsin. Hakke'l-yakîn bilemezsin. Bunun için sohbet-i pire devam etmek lazım. Bir ehl-i dil biliyorsan, gece gündüz O'nun sohbetine devam et.
Zat-ı Hakk'ı anlamaktır bu muammadan garaz
Ne kadar kitap okursan oku, Allah'ı ilme'l-yakın bilirsin. Allah'ın ancak sıfat nuruna esmâ nuruna ulaşırsın. Allah'ın Zat nuruna ulaşamazsın. Allah'ın zatını anlayamazsın.
Gâh ahdine vefâsını gösterir
Gâh Salih'e sefasını gösterir
Gâh şiddetle cefâsını gösterir
Yaklaştıkça yarin köyü muhabbet
Yardan mânâ rabıtadır. Ateşe yaklaştıkça hararet çoğalır. Fakat yaklaştıkça yanar. İş yanıncaya kadar. Cefâ da bitti. Mihnet de bitti. Her şey yok oldu.
Kabız hali tamamen gafletten olur. Peki kimlerde kabız hali olmaz? Tamamen gafletten kurtulanlarda olmaz. Az da olsa kişilerde kabız hali olur. Büyür de küçülür de. Büyüdükçe kalbi mülevves eder. Kalbi tahrip eder. "Ettebiyüsü" emri var. Allah'ın tevhidini say etmek. Bir makama kadar say çok kıymetlidir. Bu da irade sahipleri içindir. Onlar sayları ile terakki ederler. Ama iradesinden kurtulduktan sonra say'ının bir kıymeti kalmıyor. Say ile terakki etmiyor artık insanlar. Allah'ın çok nimetlerine, çok lütuflarına mazhar olurlar. Say ile dünyayı da kazanırlar. Fakat bir nimet var ki say ile kazanılmıyor. Say ile ancak o nimetin kapısına gidiliyor. Saysız da gidilmiyor.
O da şöyle: Ruhun mahbup ettiği bir şey vardır. Ruh firaktadır. Yani Allah'tan ayrılmış. Allah'a ulaşmak ister. Bu mahbup azamettedir.
Say ile elde edilmez, say'sız da olmaz. Tasavvuf kelamı, Evliyâullah kelamı. Sen dünyada zengin olmak istiyorsun. Bunlarda değil mahbup. Bunlar nefsin isteğidir. Onun tek bir isteği var. Allah'tan ayrılmış. Allah'a ulaşmak ister. Ama bu da say'sız olmaz. Say' ile de elde edilmez.
Ancak say' ile o nimetin kapısına gidiliyor. Ama say' ile, gücü ile o kapıyı açamıyor. Orada say'ını bırakması gerekiyor ki, o kapı açılsın. İnsanlar maddî manevî nefsin arzusunu terk etmedikten sonra ruhun arzusuna ulaşamıyorlar.
Eğer âşık isen yara
Sakın aldanma ağyara
Eğer Allah'ı seviyorsan gönlünde başka bir sevgi olmasın.
Yar var sen yok
Sen var yar yok
Sen benliğinden kurtulamazsan yarı bulamazsın. Ama bu, çarşıda satılmıyor ki alsınlar. Babasından miras da kalmıyor. Ne var ki çalışıyorlar. Ta ki o safhaya geliyorlar. O safhaya gelince, o zaman himmet gerekiyor. O kapıya kadar çalışır varırsın, fakat o kapı himmetsiz açılmaz.
.
22-SEV...
"SEV..."
20 Mayıs 1990
(Teveccüh)
Hepiniz hoş geldiniz, sefa geldiniz, feyiz getirdiniz, nur getirdiniz.
Biz büyüklerimizi taklit edeceğiz. Onlar yapmış. Biz de yapmaya çalışacağız.
Ateş-i aşkınla yandır Salih'i
Şarâb-ı lebinle kandır Salih'i
Leb: Dudak. Allah aşkına düşenler sarhoş olurlar. Mest olurlar.
Şarâb-ı lâ-yezâlîden içenlere hımar olmaz
Hımar: İnsanları sarhoş eden her şeye denir.
Birde, Allah aşkı da insanları sarhoş ediyor. Bu da, aşk şarabı oluyor. Aşk badesi oluyor.
Senin sevgin bende öyle çoğalsın ki, tamamen bu sevgi beni ihata etsin. Her şeyimi yok etsin. Bu yok olma cesedin yok oluşu değil. Manevî cismimi yok etsin. İnsanların derununda, gönlünde neler varsa, Allah aşkı hepsini yok eder. Yanmak budur işte.
Senin dudaklarından çıkan kelamlar da insanı sarhoş eder. Mest eder.
Taklid'den tahkike dönder Salih'i
Afv eyle hizmette noksanımız var
Taklit denilince Evliyaullah'a karşı müridin her şeyi taklit oluyor. Niçin? Mürit irade sahibi. Müptedi aleminde olduğu için taklit oluyor. Ama Evliyaullah iradesinden kurtulmuş. Evliyaullah külli iradeye geçmiş. Herşeyi ona Cenâb-ı Allah'ın kuvveti yaptırıyor. Azameti yaptırıyor. Onun için müridin ki taklit oluyor. Bir say'ı, bir gayreti var.
Bir mecaz kelâmda şöyle geçer. Mecaz kelâmların da hakikatı var.
Oy desinler desinler
Dilin dişin yesinler
Kolordunun önünde
Kız oynatmış desinler
Burada kolordudan mana meşayihtir. Meşayihin velâyeti müride irade dışı hareketler yaptırıyor. Müritteki irade dışı yapılan hareketlere muhalif olanlar hicvediyorlar. Ama desinler, diyor. Dudaklarını kemirsinler. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar. Çünkü onlar anlayamıyorlar. İçyüzünü bilemiyorlar. Ne söylerlerse söylesinler, biz yine kendi amelimizi yapalım.
Ârifin Hak iledir haktır sözü
Arif kim? Ayık. Daima kalbi Allah ile. Hiç bir zaman malâyanî konuşmaz.
Ârifin Hak iledir Hak'tır özü
Anların kıblesidir şeyhin yüzü
Kavm-i Nemrudîler istemez bizi
Ben hâfid-i Pir-i Tâğî olmuşam
Pîr-i Sâmi'nin çırâğı olmuşam
Yani Dedemiz Piri Tagi Hazretleridir. Piri Sami Hazretlerinin üstadıdır. Onlar her zaman ibadetlerinde Allah'ın zatına yönelmişlerdir. Allah'ın zatı ise Evliyaullah'ta mevcut. Evliyaullah'ın ruhu, Evliyaullah'ın zatı, Allah'ın zatına ulaşmış. Onun için böyle.
Yunus Emre cenneti istemezmiş. Niçin? O âşık olmuş. Allah'a âşık olmuş. Allah'ı nasıl göreceğini, nasıl bulacağını aramış. Cennet arzusu çıkmış ondan. Çünkü cennet de bir arzudur. Onu arzu ederse oraya gider insan. Ama cennet arzusu olmaz da sırf Allah rızası için, Allah aşkı için kulluğunu yaparsa aşkı kazanır. Burada ehl-i dünya, ehl-i ahiret, ehl-i huzur var.
Kullar üç şey için ibadet yapar :
1. Cennete girmek için,
2. Cehennemden kurtulmak için.
3. Allah'a ulaşmak için.
Bunların üçü de haktır. Aşık olanların yüreği yanar, ciğeri pişer.
Hadis-i Şerif:
Cenâbı Hz. Allah cehenneme diyor ki :
- "Sen isyan edersen sana azap ederim."
Cehennem de diyor ki :
- "Yarabbi sen bana ne ile azap edersin."
- "Ehl-i aşkın ateşi ile sana azap ederim." buyuruyor.
Onun için kelam-ı kibarlar boşuna söylenmemiş.
Gâh olur ehl-i cehennem yakarım bu alemi
...
Bir sayha eylersen tutuşur eflâk
Sayha: Aşkla beraber gelen nârâ, seda. Hey! Hu! Hay ! Allah!
Eflâk: Gökler, ay, yıldız. Bütün varlıklar.
Buradaki esrar şudur ki: İnsan herşeyin büyüğüdür. Feleklerin, herşeyin büyüğü. Allah'ın zatından sonra büyük olan insandır. Allah'ın zatından sonra güzel olan insandır.
"Biz insanı kendi suretimizen halk ettik" buyuruyor Cenâbı Hakk.
Onun suretinden bahsedilmez. Bahis yok. Ama Cenâb-ı Hakk öyle buyuruyor. Bu büyük varlık ne ile oluyor? Şeriat, tarikat, hakikat, marifet.
Marifete ulaşan bir insan Allah'ın zatından sonra en büyük varlık. Cenâb-ı Hakk öyle büyük varlıklar halk etmiş ki... Dünyaya sığamayacak melekler halk etmiş. Onlarda insanların aklı alamayacak güçler halk etmiş.
Cebrail Aleyhisselamın rivayetlere göre 600 kanadı varmış. Lût kavmine Cenab-ı Hakk deprem felâketi verdi. Cebrail Aleyhisselam kanadını yerin altından sokuverdi. O beldeyi havada ters çeviriyor. O zamanlarda insanların sayısı az olduğu için geniş bir alana serpilmiş durumdalar. Yetmiş bin kişiyi üzerinde taşıyan bir belde.
Nuh tufanı var. Ve yahut rüzgârlar var. Halbuki rüzgârlara melek halketmiş. Büyük varlıkları halk etmiş. Meleklerin peygamberleri. Meleklerin büyükleri. Kim bunlar? Cebrail, Azrail, İsrafil, Mikail. Meleklere inanıyoruz.
İsrafil'in gücü nedir? Kıyamet gününde üfleyecek. Nefes edecek. Ta ki bu dünya yıkılacak. Ta ki gezegenler eriyecek. Yok olacak.
Bir de Cenab-ı Hakk emredecek. Yine üfleyecek. Sadece insanlar ile cinler kalacak. Diğer varlıklar yok olacak.
İnsanlar büyük varlık olunca İsrafil'den de büyük oluyor. Ayetlerde buyuruluyor. Hadisi Kutsî de buyuruluyor. Biz hadisin müslümanlarıyız.
Geçmeyenler bilmez çarh-ı çenberi
İçmeyenler bilmez ab-ı kevseri
Tasavvufu bilmeyen, mürşidin hakikatını bilmeyen bir insana bu kelam küfür gelir.
Anların kıblesidir şeyhin yüzü
Bunlar şeyhe mi tapıyorlar? Haşa estağfirullah. Şeyhe tapmıyorlar. Allah'a tapıyorlar. Yalnız Cenâb-ı Hakk'ın "kıbleye yönelin" diye bir emri var. Bu cesedin kıblesi. Ama kıbleye yönelen bir kimse Allah'ı görse kıbleye mi yönelir? Allah'a mı?
Peygamber Efendimiz, Mescid-i Kıbleteyn'de Kudüse döndü namaz kılıyordu. Dört rekatlı namazı kılarken ikisini Kudüs'e doğru kılmış. İkisini de Harem-i Şerife dönerek kılmış. İki rekatını kılınca Cebrail geliyor ona:
- "Habibim dön Mescid-i Harama" emrini getiriyor. Dönüyor. Tam doksan derece dönüyor.
Tasavvuf ehlinin iki kıblesi vardır. Birisi cesedinin kıblesi, diğeri ruhunun kıblesi. Ama bilenler için bu böyle. Bilmeyenlere böyle değil. Biz şimdi Allah'a secde ediyoruz. Beytullah'a etmiyoruz. Allah'ı kim görür? Ruh görür. Ama ceset değişmezse ruh Allah'ı göremez. Çünkü bu kalıp gölgeliyor. Ceset Beytullah'a yönelmezse ibadet olmaz. Gönül kâbesi de Evliyaullah.
Bütün ayetlerin hadislerin sebebi vardır. Ebu Cehil Peygamber Efendimizin karşısına geçiyor. Bütün kötü sıfatları sayıyor. Yaramaz sıfatları sayıyor. Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki :
- "Ebu Cehil geçti karşımıza. Bütün kendi sıfatlarını söyledi. Biz de doğru söylüyorsun dedik. Yarigarım da karşımızda. O da kendi sıfatlarını gördü söyledi. Ona da doğru söylüyorsun, dedik."
Evliyaullah'da mir'attır.
Ben Hazret-i Şeyhim gibi mir'atımı buldum
Mir'at-ı musaffayı görüp zatımı buldum
Hem sure-i İhlas ile isbatımı buldum
Rabıta bizim için bir aynadır. Eğer inanarak onun karşısına geçersek neyi görürüz? Kendimizi görürüz. İyi de görsek kendimizi görürüz. Kötü de görsek kendimizi görürüz. O halde iyi görürsek şükretmemiz lâzım. Kötü gördüğümüz zaman da "Estağfirullah" dememiz lâzım. "Aman Yarabbi beni bu rabıtadan kurtar" diye yalvarmak lazım. Bunlar olmuştur. Zamanında bir mürit meşayihine şikayetçi oluyor. Diyor ki :
- "Efendim ben rabıta yaptığım zaman merkep başı geliyor karşıma. Uzun kulaklarını da böyle sallıyor hareket yaptırıyor."
- "Oğlum eline bir bıçak al. O merkep karşısına geldiği zaman kes onun kulağını düşür."
Yine rabıta yapmış. Karşısına merkebin başı geliyor. Kulağını keseyim derken kendi kulağını kesiyor.
Meşayih Hak aynasıdır. Bizim için ne var? Hayal var. Zahirini hayal ediyor. Evliyaullah'ın nefesi ölü kalpleri diriltir.
Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki :
- İbadet on cüzdür. Dokuzu helal lokma. Ne kadar ibadet yapıyorsa, diyelim ki on bölüm, dokuzu helal lokma olacak.
Bir de hıfz-ı nisbet var. Gördüğün bir şeyi söylemiyeceksin. Veyahut başkaları sende görse "seni şöyle gördüm. Sen şöylesin" dememelidir. Niye? Varlık gelir. Veya başkaları duysa şöhret olur. Şöhretten kaçınmışlar. Varlıktan korkmuşlar. Bizim tarikatımız böyle. Hepsi de böyle tarikatların ama, en fazla bizim tarikatımız böyle. En fazla bizim tarikatımız nazenin, azizan, kibar tarikat. Bizim tarikatta şöhrete hiç kapılmazlar. Makam, mevki, rütbeye yer vermemişler. Çünkü bütün bunlar gayedir. Arzudur bunlar. Yardan, Allah'tan ayrı koyar. Eğer kalbinde başka birşey varsa Allah yoktur.
İbadetimizi yaparken tedbir alacağız. Allah'ı azabından korkulacak. Dünyada Allah'ın azabı vardır. Ne ile gelir?
1. İlletle gelir. Tabii kendi sıhhatimizi koruyacağız. Her türlü hastalıktan kaçınacağız. Kendimizi koruyacağız.
2. Sonra fakirlikten gelir Allah'ın azabı.
Cenab-ı Hakk çalışmayı emretmiş. Fakirlikten de korunacağız. Çalışacağız. Fakirlikten korunmak için gayret edip helal lokma arıyacağız.
3. Bir de zıllet vardır. Tehlikelerden kaçınacağız.
Peygamber Efendimiz bir gün duvarın altından ashabı ile geçerken koşmuş:
-"Ya Resulullah! Bu duvarın yıkılıp yıkılmayacağını biliyordun niye koştun oradan. Allah sana bildirmiştir" demişler.
Demiş ki :
- "Tedbirimi aldım. Takdirini de ona bıraktım." Tedbir şarttır. Her türlü zararlardan tehlikelerden kendimizi koruyacağız.
Celali Baba buyurmuş ki :
Metaımdan alan gelsin derin deryadan almışam
Bugün aşkın pazarıdır veren Mevlâ'dan almışam
Rabıta: Meşayihini düşünmek. O'nu karşısına almak.
Tefekkür: Peygamber Efendimizi düşünmek. Onu hatırlamak.Ona sevgi duymak.
Huzur: Allah'ı düşünmek. Allah'ın zatına mekan sıfatı tayin edilemez. Ondan bahis olunmaz.
Meta: Satılacak mal. Herkesin pazara çıkardığı mal. Yeme, giyme maddesi. "Benim metahımın müşterisi var ? Alacak olan gelsin" diyor.
Derin derya: Kalp ilmi. Allah aşkı.
Kimin kalbinde Allah aşkı var ? Onun da bir satıcısı var. Meşayihtir. Meşayihin kalbinden alınır.
Allah görünür, bilinir de bahis olunmaz. Niçin ?
Kendini yoklar kendini bulamaz
Gördüğü nedir bilemez
Bir insan Allah'ın zat nurunu görüyorsa, kendisi bir kere cisminden geçiyor. İsminden de geçiyor. Ondan sonra zat nuruna ulaşıyor. Gören kim? Görünen kim? Gören de o. Görünen de o. O zaman bundan bahis olunur mu? Tarikatın en büyük nimeti budur. Buna ulaşamayan nimetine ulaşmış olamaz. Bu ne ile olacak?
Bilmem kangı dağdan aşar
O Leyla'nın yolu derviş
Bu bilmeyenler için. Bir de diyor ki :
İki kaşı arasından azmeder Mevlâ'ya hat.
Niye iki kaşın arasından yaptırıyorlar rabıtayı? Çünkü iki kaşın arasından gider Allah'a yol. İki kaşın birisi Resulullah, biri Allah.
Arş-ı muazzam başıdır hem "Gabe Gavseyn" kaşıdır
Evliyaullah'ın kaşları gabe gavseyndir.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
23-İdrak ve iraden maddeden yüksek ise,sen maddeye hâkim olursun.Yoksa o sana hâkim olur.
"İdrak ve iraden maddeden yüksek ise,
sen maddeye hâkim olursun.
Yoksa o sana hâkim olur."
22 Mayıs 1990
(Hanımlara)
İnsanlar amel işlerler ama niyetleri halis olmazsa amelleri heba olur. Niyet halis olacak. Ne niyetle geldi iseniz o niyetle ameliniz kabul olur. Allah için bir araya geldik. Pirimizi tanımakla beraber, Allah için bir araya geldik. Allah için birbirimizi sevdik. Burada gönlümüze ne doğdurulursa biz onu aktarırız. Peygamber Efendimiz'in buyurduğu gibi:
"Rabbim benim sadrıma ne doğdurursa ben onu yarigârımın sadrına aktarırım" diyor.
Biz burada bir aletiz. Cemaat cazip olacak sohbeti çekecek. Niçin ?
Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Katreler derya olur cemiyet-i kübra ile
İnsanların, cemaatin kalbindeki Allah aşkı birer katre olsa bile o katreler birleşince derya meydana getirir. Büyük bir cisim olur. O zaman sohbet zuhur eder. Bu neden olur ? Cemaatin muhabbetinden olur.
İnsanlar canlıdır. Onlarda bir hareket vardır. Ama bu hareketlerini nereye harcıyorlar? Bilmiyorlar insanlar. Biz de onlar gibi olsaydık ne olurdu halimiz? Perişan olurduk? Allah'a bin şükür ki bize bu nimeti vermiş.
"İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler."buyurmuş Cenab-ı Hakk.
Biz onlardan farklı olarak kârımızı zararımızı görüyoruz. İnanıyoruz. Ama onlar isyandan günahtan ceza çekeceklerine inanamıyorlar.
Hubb-u dünya bizi sarhoş eyledi
Dünya muhabbeti kalblerine girmiş. Daha düşünemiyorlar. İdrak edemiyorlar. Gayelerini bulamıyorlar. Görevlerini bilemiyorlar. Halbuki bizim görevimiz kulluktur.
Gayemiz nedir? Cenab-ı Hakk'tan gelen ruhumuzu Allah'a ulaştırmak.
İsyan edenlerde de hareket var. İşledikleri hareketlerle günah kazanıyorlar. Bu hareketler zarar üzerinedir. Ama bu zarar maddiyatta değil.
İnsanlar bilerek maddi zarar işlemezler. Manevî zararı bilerek işliyorlar. İnanmayanlar için bir şey yok. Onlar için sınır yok. Her yer dümdüz. Günah yok. Haram yok. Helal yok. Sevap yok. Bilmezler çünkü. İnananlar için var da niye işliyorlar? Haram olduğunu bilerek yiyor. Şer olduğunu bilerek işliyor. Bunları kim işletiyor ona? Kendisi işliyor. Dünya muhabbeti ne yapıyor? Dolmuş kalbine. Perde çekmiş. Perdenin arkasında işlemiş olduğu hatalarından dolayı büyük büyük zararlar stok olup duruyor. O perde ölünce kalkacak.
Onun için Cenab-ı Hakk:
"İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler." buyuruyor.
Günahı işliyorlar. Şimdi onu göremezler insanlar. Ama onun cezasını çekecekler. O zaman nedamet duyacaklar. Ama iş işten geçmiş olacak. Ama ölmeden önce ayılıyorsa insanlar, olabilir. Gençlikte günah işlemiştir. Dünya gençleri çok seviyor. Yaşlıları sevmiyor. Eğer dünya bizi sevmezse dünya varlığını elde edemeyiz.
Cenab-ı Hakk'ın da emri öyle :
"Kulum bana hizmet ederse biz dünyayı ona hizmetçi yaparız. Kulum dünyaya hizmet ederse biz dünyayı onun sırtına yükleriz."
İnsanlar neler taşır sırtında? Çok kıymetli şeyler de taşır sırtında. Bir hamalı düşünelim. Sırtında kıymetli de olsa, kıymetsiz de olsa birşey taşır. Bir zenginin de mücevheri vardır. Onu çantaya koyar taşır. O da bir hamal. İşte onun için:
"Eğer kulum bana hizmet ederse biz ona dünyayı hizmetçi yaparız." diyor.
Ama bu yük senin mücevherin bile olsa diyelim ki 15-20 kg. Bir hamalın olacak. Onu taşıyacak. Sen taşımayacaksın. Hamalın olmazsa o mücevher 15-20 kg. da olsa sen taşıyacaksın. O zaman sen hamal oluyorsun. Eğer hamal zengin olsa hamallık yapmaz. Hamaldır. O yükün başkasının olduğunu bilmez. Bilse zaten taşımaz.Taşırsa da ücretle taşır. Bir zengin ağa ile hizmetçisini düşünelim: Ağa nereye giderse hizmetçi onunla beraber gitse ki onun hizmetini görsün.
"Kulum dünyaya hizmetçilik ederse biz dünyayı onun sırtına yükletiriz." Kelâm-ı kibarda şöyle geçiyor :
Alır hep sahibi senden bu malı
Yeter oldun bu dünyanın hamalı
...
Gider bu ahsen-i takvim bozulur
Varır hep yerli yerine düzülür
Sahibimiz kim? Allah.
Ahseni Takvim: Allah seni çok kıymetli halk etmiş. Kıymetini kaybedersin.
İnsanlarda dört ecza vardır. Bunlar: Su, ateş, hava, toprak. İnsanlar kıymetini buluyorsa, neyle bulacak kıymetini? İbadetle, itaatla. Tarikat, hakikatle. İnsanlar bunlarla kıymetini buluyorsa bu eczalar değişiyor. Ama bir de insanlar şeriatı, tarikatı işlemezse kıymetini kaybediyor. Gözden düşüyor. İnsanlar o kadar kıymet kazanabiliyor ki, meleklerden daha kıymetli oluyor. O kadar da kıymetini kaybediyor ki, hayvanlardan daha kıymetsiz oluyor. İnsanlar niçin meleklerden daha kıymetli oluyor. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın zatına insanlar ulaşıyorlar. Melekler ulaşamıyorlar.
Sevdim seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde
Seyyidlere seyda denir. Seyyid insanların seçkinleri.
Bir yerde ki gül yoktur gülşane varmam
Hem sohbet-i pir olmadığı haneye varmam
Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam
...
Görün nice mahbûb-u Huda var bu beşerde
Sevdim seni seyda-yı cihan hayır ve şerde
Seyda-yı Cihan: Meşayihi her zaman sevecek. Hasta olduğu zaman da sevecek. Sağ olduğu zaman da sevecek. Çünkü her şeyi oradan bilecek. Oradan geliyor. Varlık olduğu zaman da sevecek. Yokluk olduğu zaman da sevecek.
Nereden ne geliyorsa kendisini huzursuz eden, oradan bilecek. Alıp bağrına basacak. Çünkü:
Ondan ne gelirse yahşidir
Zira ol dostun bahşidir
Bir bu kelam var.
Zira ol dostun bahşidir
Burada İbrahim Aleyhisselam'ın ateşe atılmasını ifade ediyor.
Halil: Dost demek.
Cenab-ı Hakk onu yakmadı. Nemrut onu ateşe attı. Cenab-ı Hakk ateşe emir veriyor.
-"Ey ateş İbrahim'i yakma. Fazla serin tutup da onu üşütme. Tam onun rahat edeceği şekilde ol."
Ateş de öyle oluyor. Gülistan oluyor. Ama İbrahim Aleyhisselam ne yapıyor? Her şeyi ondan biliyor. Herşeyi ile onu tesbih etmiş.
"Beni rabbim yedirir. Beni rabbim içirir. Beni rabbim yürütür. Beni rabbim kaldırır." Teslimiyeti böyle imiş. Kelam-ı kibarda :
Hazret-i Şeyhim delîlimdir hâlilimdir benim
Dil sarayı ravza-i beyt-i celilimdir benim
Ana teslim ettiğim nefs-i zelîlimdir benim
İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmail'e
Sen de onun teslim olduğu gibi meşayihe teslim ol. Seni de ateş yakmaz.
İsmail Aleyhisselam nasıl ki boynunu kendi rızası ile babasının bıçağına verdi:
- "Baba ellerimi çöz de beni rahatça kes" dedi.
Lokmanım ol gel derdime derman et
Celladım ol ya katlime ferman et
İsmailin olam götür kurban et
Şeyhim şeyhim sultan şeyhim
Sensin dertlerime derman şeyhim
Maneviyatta meşayih müridin babasıdır. İbrahim Aleyhisselam'da babası idi niye kesti? Niye bıçağa kaydı? Allah'ı çok sevmiş. Allah'ı çok sevmesine delildir.
Eğer aşık isen yâra
Sakın aldanma ağyara
Düş İbrahim gibi nara
O gülşanda yanan olmaz
İbrahim Aleyhisselam oğlu İsmail'i seviyordu. O da Allah ile arasında perde oluyordu. Bıçağı boynuna vurunca İsmail'e sevgisi kesildi. Zaten bıçak kesmedi. Taşa vurdu bıçağı. Taş ikiye ayrıldı. Fakat İsmail'e vurdu vurdu kesmedi. Tabii o zaman cellalanıyor:
- "Ben Rabbimin emrini uyguluyorum ey bıçak! Sen taşı kesiyorsun da niçin bu yumuşak eti kesmiyorsun." Bıçak o zaman lisana geliyor:
- "Ne yapayım. Halil kes diyor. Celil kesme diyor." Bunu Kur'an-ı Kerim yazıyor. Öbür tarafını yazmıyor. Çünkü orası yazılmaz. Niçin? Zahirde bir delil yok. Aslında delili vardır. Kelam-ı kibarda :
Bilinmez alemin sırr-ı nihandır
Dört şahın hükmüyle döner cihandır
Ârif olanlara özge seyrandır
Kamile her eşya olmuş evrad
Kelam-ı kibarın da delili yine bu ayeti kerimedir. Kamil insanlara bütün eşya "La ilahe illallah" demektedir.
Demek ki bıçak da bir cisim. Bıçak da tevhit olmuş. Ne demiş ibrahim'e:
-"Niçin bana kızıyorsun? Halil kes diyor. Celil kesme diyor" O zaman İbrahim Aleyhisselam Rabbinden emir bekliyor. Ne emir gelecek diye. O zaman Cebrail Aleyhisselam koç getiriyor. İbrahim Aleyhisselam da:
"La ilahe illallahu vallahu ekber" diyerek karşılıyor. Kurban Bayramında tekbir var ya... 23 vakit tekbir vardır. Onlar vaciptir. Beş güne yakın. İşte buradan geliyor. Cebrail diyor ki:
- "Allahû Ekber velillahil hamd" diyor. "O büyük Allah'a hamd ederim ki beni kurtardı."
Kamile her eşya evrat olmuşsa, bıçak da İbrahim Aleyhisselama söylemiştir.
-"Niye bana kızıyorsun ?" diye.
Bu konuda ayet te vardır. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki:
"Sizin cansız gördüğünüz cemadatlar bizi zikrederler."
Cemadat ne: Taşlar, ağaçlar, cansız cisimler için. Kimler için bunlar? Kamiller için.
Özün bir pir'e teslim et müdavim ol kapısında
Meşayihten murad şahım mürebbi kamil olmaktır
Mürebbi: Yetiştirici.
Doğdun büyüdün okul çağına geldin. Okudun. Seni kim okuttu? Öğretmenin. Hocan var? Hocasız olmaz. Veyahut bir sanat öğreneceksin, o da ustasız olmaz. İşte onlar mürebbi. İşte ruhun da bir mürebbisi var. O mürebbisini bulacak ki ruh yetişsin. Bulamazsa yetişemez.
Mürşidi olanların gayet yolu asan imiş
Mürşidi olmayanın bildikleri güman imiş
Burada ne diyor? Biz yolcuyuz. Zaten Kur'an-ı Kerim'de bizim yolcu olduğumuz bildiriliyor. Bizim kitabımız Kur'an-ı Kerim.
"CEZBE"
Mevlana demiş ki müritlerine:
-"Cezbe gelipte benim yerden ayaklarım kesildiği zaman bir tabağa veya tepsiye vurun ki ben onunla şuğullanayım da semâya çıkmayayım."
Niye? Şöhret olmasın diye. Her sema yaptığında artık çalmaya başlamışlar. Onu da değiştirmişler. Bid'at olmuş. Teflerle tamburlarla. Şayet Mevlana'nın dediği gibi olsaydı. Bid'at olmazdı. Onun dediğini değiştirmişler.
Cezbe var! Ama biraz gözlerinizi açıp etrafa bakın. Sohbet devam etsin. Aşk nedir? Allah sevgisi, Resullah sevgisi, meşayih sevgisi. Çok tatlıdır. Buna doyum olmaz. Ama sabrını isteyin. Sabrı ile beraber olsun.Bu aşka muhabbete tahammül ederlerse, cezbeyi tutarlarsa, daha da ilerliyorlar. Daha da süratli yol alıyorlar.
Mürşidimizi Erzincan'dan Ankara'ya yolcu ediyorduk. Ankara'ya gidince bir yıl gelmeyecek diye düşünüyorduk. Biz de köy hayatı yaşıyoruz. Dokuz ay çalışıyoruz. Annem, babam kardeşimiz var? İçimiz müteessir. Elini öpeceğimiz zaman elimi tuttu, bırakmadı:
-"Benim Efendim Niçin bu kadar üzülüyorsun? Niye bu kadar kendini yiyorsun?" dedi. Bir müritte muhabbet ile ayrılık birleşirse avını yakalayan kara kuşa benzermiş. Avını bulunca vur! diye ses çıkarırmış. Fakat bu aşkı, muhabbeti muhafaza edeceğiz. Tarikatımızın şerefini, mürşidimizin şerefini muhafaza edeceğiz. Zahirdeki hareketlerini tenkit ettirmeden Hıfz-ı nisbet etmek lazım.
Şeriat: Zahir. Tarikat: Sır. Tarikatın her hali sır. Herhali gizli.
Tarikatın her nimeti gizlidir. Sen ben, ruhumuzu bilebiliyor muyuz? Tarikat ruh ile olan bir yol. Bunu gören demez. Diyen bilmez. Bilen bilir. Bilen demez. Çünkü bakın :
Ehl-i aşkın halini sorman muhaddisten müderristen
Bizim görevimiz inancımızı yaşamak. İnanmışları inancını yaşamaya davet etmek. İnanmayanlara acımak lazım.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
24-İnsanların hatalarını görmemek,ALLAH ahlâkı ile ahlâklanmanınbaşlangıcıdır
"İnsanların hatalarını görmemek,
ALLAH ahlâkı ile ahlâklanmanın
başlangıcıdır."
22 Mayıs 1990
Meşayihsiz aşk, aşk-ı mecazdır. Aşk-ı mecaz esma nuruna, sıfat nuruna ulaştırır. Ama aşk-ı mecazın hepsi değil, aşk-ı mecaz Allah tarafından verilmişse. Bir de vardır ki: Allah korusun nefsinden, şehvetinden dolayı âşık olur. Hayır böyle değil.
Bir genç varmış. Birine gönül vermiş. Hiç sevdiğini bildirmiyor ona. Bin bir meşakkatle para kazanıyormuş. Kazanmış olduğu parayı getirip sevdiğinin yolunun üzerine bırakıyormuş. Kendisi de pusuya girip gizleniyor, parayı gözlüyor. Başkası almasın diye. Başkası alırsa müdahale edecek. Ama o alırsa müdahale yok. Böyle yapıyormuş. Arkadaşlarından bir tanesi farkına varmış.
- "Senin yaptığın da iş midir? Bunca zahmetle kazandığın parayı sevdiğinin yolunun üzerine bırakıyorsun. O da paranın nereden geldiğini bilmiyor, senden olduğunu bildir ona."
- "Hayır, benden olduğunu bildirirsem mahcup olur. Mahçup olmasını istemiyorum" demiş. Bu sevgi Allah'tan. Allah onu o kadar sevdirmiş ki... O parayı alarak sevgilisinin sevinmesini istiyor. Kendisini göstermekten de kaçınıyor ki o utanmasın mahcuplanmasın diye.
Bir kimse Hz. Adem'in ilk evladı olsa, kıyamete kadar yaşasa, yerlerde yılan gibi sürünse yine meşayihinin hakkını ödemeyemezmiş. Niçin? Çünkü bizi varlığımıza ulaştıran O. Tecelli olmazsa bizim varlığımız yok oluyor. Cenâb-ı Hakk insanı büyük halketmiş. Bu büyük varlığa ulaştıran meşayih. Bu varlıkta Allah'tır. Haşa kul Allah olmaz. Ama kul Allah'a ulaşır. Kulun ruhu Allah'tan gelmiş Allah'a gider? Çünkü Cenab-ı Hakk:
"Biz kendi ruhumuzdan ruh üfledik" buyuruyor.
Te'alallah ne hûb zibâ yaratmış kâmil insanı
"Nefatü fîhi min ruhî" deminden kılmış ihsanı
Allah-u Teala ne hoş yaratmış kâmil insanı. Cenab-ı Hakk zaten ayet-i kerimesinde:
"Biz insanı çok güzel yarattık" buyuruyor.
Kim bu kâmil insan? Kâmil insan ne ile kâmil olur? Bir ustası bilir başkası bilemez. Bu bir ilimdir. Ruhun da bir ustası var. Ruhun ustası da meşayih. Peygamber Efendimiz ümmî geldi. Mektep görmedi. Medrese görmedi. Hiç bir şey bilmiyor. Ama ne buyuruyor:
"Benim mürebbim Rabbim."
Cenab-ı Hz. Allah Peygamber Efendimizin ruhunu halk etmiş. Karşısına almış. Bin sene O'nu okutmuş. İşte bir Meşayih te müridinin ruhunu alıp okutuyor. Ona tahsil yaptırıyor. Ama bu zahirde bilinen görünen bir şey değil. Yaptırmış olduğu tahsil Allah'ı Hakke'l-yakin bildiriyor.
Zikr ü fikr ile ibadetle varılmaz bu yola
Hizmetinde dâim ol şeyhin rızâsını dile
Hubb-u lillah aşık ol gönlüne girmeklik ile
Sen seni mahveylemektir "lâ"yı "illâ"dan garaz
...
Mevla'yı fehm eylemektir bil ki nefsinden garaz
Bir de buyuruyor ki :
"Utlubul-ilme minel-mehdi ilel-lahd" durma sen
Birkaç esma bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen
Sohbet-i Pîre devam et ruz u şeb usanma sen
Zat-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz
Az da olsa hizmette devamlı olan makbuldur. Buyuruyor. Cenab-ı Hakk.
Allah'ın sıfatları var. Zatı var. Bin bir ismi var. Sekiz sıfatı var. Ama zatı birdir. İnsanlar aklıyla, okumakla Allah'ın isimlerini bulurlar. Sıfatlarını bilirler. Sıfat nuruna ulaşılar. Ama zat nuruna ulaşmak mümkün değil. Zikir, fikir, ibadetle de varılmaz. İşte meşayihe teslim olmaktan maksat Allah' ın zatını anlamaktır. Allah'ın zatının nuruna insanlar ne ile ulaşırlar? Aşk ile ulaşırlar. Aşk-ı muhabbeti nerden alırlar? Evliyaullahtan.
Aşk-ı muhabbet anesi
Âlem anın divânesi
Hep cümle hüsnün anesi
Bir insan zengin olur. Onun evinde çok giyecek ve yiyecek eşyası olur. Çıplaklar gelsin buradan yiyeceğini, giyeceğini götürsün. Öyle ise bu muhabbetin de bir dağılan yeri var. Neresi bu? Evliyaullahın kalbi.
Zahirde görünen: İhvanlar evliyaullahın dergahına geliyorlar. Geliyor. Ders alıyor. Hizmetini görüyor. Bir muhabbeti var. Nereden aldı? Muhabbeti sana herhangi bir cisim olarak vermedi. Nereden verdi? Kalbinden.
Bütün güzelliklerin annesi diyor. Evliyaullah Allah'ın sıfatları ile sıfatlandığı için, güzelliklerin güzelidir.
Cenab-ı Hakk :
"Biz insanı çok güzel halk ettik" buyuruyor.
Tealallah ne hûb zibâ yaratmış kâmil insanı
"Nefatü fîhi min ruhî" deminde kılmış ihsânı
Dem: Bir nefestir.
Cenab-ı Hakk:
"Biz ademi halk ettik. Kendi ruhumuzdan ruh üfledik" buyuruyor.
Demek ki insanlara ruh üflenmiş. Ama ruh ulvî bir âlemden geldi. Ulvî âleme çıkarmak lazım. Bir de bu ruhu süflî âleme düşürmek de var. Zahirde bu ruh ne ile çıkar yükseklere? Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet.
Şeriat: Görünen birşey. Şeriatı görüyoruz, yaşıyoruz, biliyoruz.
Tarikat: Görünmeyen, bilinmeyen bir şey. Zahir değil o. Tarikat ruhumuza olan bir muameledir. Bu olmazsa eğer ruhumuz terakki edemiyor.
Çok çektim ise iftirak
Kalmadı gönlümde merak
Aşkın bana oldu Burak
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri derviş eyledi
Aşk insanları derviş yapıyor. Dervişin anlamı nedir? Allah'tan başka düşüncesi olmayan. Dünyadaki arzulardan da geçmiş, ahiretteki arzularından da geçmiş. Her şeyden geçmiş. Sadece kalbinde Allah kalmış. Ama bunu böyle aşk yapıyor. Allah olursa... Görünmeyen şeyleri bilinmeyen şeyleri insan tarikatla elde ediyor.
Firak: Ruhlarımızın ayrılışı. Ayrılıktan kurtulursa azaptan kurtuluyor. Ayrılıktan ne ile kurtuluyoruz ?
Aşkım bana oldu burak
Burak'tan mana Miraçtır. Peygamber Efendimiz Burakla Miraç yaptı. Hak talibinin de Miraç vasıtası nedir? Miraç yapmak Allah'a vasıl olmaktır. Peki bu ne ile oluyor? Aşk ile oluyor. İnsanı Allah'a götüren, Allah'a ulaştıran en güçlü vasıta aşktır.
Al benliğimizi gitsin irade
Arz eyle cemalin irgür murâde
....
Bu günkü ihsanı koyma yarine
Düşürme Efendim ferdâya bizi
Ferda: Ayrılık.
Allah'a kim bağlar? Evliyaullah bağlar. Evliyaullah bir vasıtadır arada. Kulu Allah'a bağlar. Kendisi çıkar aradan. Onu biz anlayamayız. Bilemeyiz. Bilen bilir. İnsanlar fenafişşeyh olurlar. Fenafirresul olurlar. Allah'ta fani olunca insanlar. Şeyhi aradan çıkıyor. O makama ulaşır da şeyhine hizmet etmezse, şeyhini sevmezse ruhunu indirirler.
Bir meşayihle müridi uçuyorlarmış. Meşayih demiş ki :
- "Bak oğlum. Ben Allah!, Allah! diyeceğim. Sen şeyhim, şeyhim diyeceksin." O Allah!, Allah! demiş. Müridi de şeyhim, şeyhim demiş.
Yedinci kata kadar çıkmışlar. Orada demiş ki:
-"Artık şeyhimi bırakayım da Allah! Allah! diyeyim" demiş. Birden düşüyorlarmış. Şeyhi demiş ki :
- "Ne yapıyorsun oğlum? Burası yedinci kat arş-ı âlâ, düşersen toz olursun." demiş.
Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir müridi varmış. Gitmiş katırı ile beraber odun getirmeye. Dağdan odunları kesmiş. Katırına yüklemiş. Dağ yolu tabii. Oraya takılmış. Katır uçmuş gitmiş:
- "Medet ya Abdülkadir" demiş. Rabıtasına yalvarmış. Uçan katır durmuş. Bu sefer:
- "Medet Ya Resulullah" demiş. Bir daha yuvarlanmış. Yine durmuş. Ama yine yuvarlanıyor. Bu defa:
- "Medet Yarabbi!" diyor. Katır yine yuvarlanıyor. Derenin dibini buluyor. Mahsun, mahsun halatlarını alıp ayrılıyor. Dergaha geliyor. Şeyhi diyor ki:
-"Oğlum ne yapayım. Sen bana seslendin ben manevi elimi uzattım o katırı tuttum. Ama sen orada durmadın. Hz. Resulullahı çağırınca o geldi. Ben o gelince ondan utandım. Haya ettim. Ben elimi çektim. Ben elimi çekip o uzatana kadar yine bir boşluk oldu. O katır yine yuvarlandı. Sonra sen yine durmadın Hz. Allah'ı çağırdın. Hz. Resulullah'ta Hz. Allah'ın kudret elini görünce, ondan haya etti. Utandı. Çekti elini." diyor.
Şurada bir kitap olsa, memur o kitaba uzanırken amiri de uzanırsa memuru o kitaptan elini çekmez mi? Çeker. İşte bu olaylar olmuş. Kitaplara yazılmış. Haktır. Hakikattır. Bizim anlayacağımız bileceğimiz: Rabıta müridi, tefekkür müridi, huzur müridi vardır ki, rabıta müridinin ruhu her zaman evliyaullahın nuru ile ihata ediliyorsa, o her sıkıldığı zaman Şeyh'ine sığınır. Ne isterse ondan ister. Ne alırsa ondan alır.
Eğer tefekkür müridi ise, o da Resulullah Efendimizden ister.
Eğer huzur müridi ise o da Cenab-ı Hakk'ın zatından ister. Çünkü onun ruhunu da zat nuru ihata etmiştir.
Ama bunların en iyisi Rabıtadır. Çünkü biz rabıtayı görüyoruz. Aşikârdır. Biliyoruz. Bize rüyamızda, herhangi bir zaman da; Peygamberimiz "Ben Resulullahım" dese de tanımıyoruz. Biz Resulullahı şeyhimizle tanıyoruz. Çünkü şeyhimizi biliyoruz zaten. Cenab-ı Hz. Allah için mekan sıfat tayin edilmez. Ama Allah Evliyaullah'la beraber. Allah Resulullah ile beraber. Ayrı değil ki. Ama nasıl olur? Allah hiç bir yere sığmıyor da Evliyaullah ile nasıl beraber olur? Evliyaullah yerlerden, göklerden, semalardan zeminlerden büyük, onun için onunla beraber oluyor. Velâyet demek Allah'ın varlığıdır. Öyleyse meşayihimize inanalım. Meşayihimize inanıyorsak, onu incitmeyelim? Ona bir zarar vererek değil bu incitme. Onun hoşuna gitmeyen işleri yaparsak incinir. Onu incitirsek tokat vururlar bize. O tokata da biz dayanamayız. Bir annenin bir şımarık çocuğu olur çeker, çeker onu terbiye için ne yapar? Tokatlar, ağlatır.
"Bir müridin hizmetinde eksikliği olursa, başı dururken ayağına taş değmez."
Peki taşla başın ne ilgisi var? Yani müridin eksikliği olursa, meşayihinin hoşuna gitmeyecek veya meşayihini küçük düşürecek bir iş işlerse, ona tokat vururlar. Yani hep gelen taşlar başına gelir. Dikkat etmek lazım. Ahlâk-ı hamide sahibi olalım. En çok böyle müritler seviliyor.
Ahlâk-ı hamide nedir? Hiç kimsede kusur görmüyor. Herkesi hoş görüyor. Herkes hakkında iyi düşünüyor. Herkese iyi muamele yapıyor. Meşayihler en çok böyle müritleri sever. Birde affedici olacak. Kini olmayacak. Kim onu ne kadar eliyle, diliyle incitmişse bile hiç kimseden incinmeyecek. Kimseyi incitmeyecek. İyi niyetli ve iyi muameleli olacak. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın sıfatıdır affetmek.Buyuruyor ki :
"Ben affediciyim. Affedenleri de severim."
Af nerden geliyor? Safilikten. Buğz nerden geliyor? Kinden. Kin tutmak ise şeytanî sıfat. Af ise Allah'ın sıfatı. Bunu da nasıl bileceğiz? Böyle birşey olduğu zaman "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanını hemen hatırımıza getirelim. Hayrı ve şerri Allah halkeder. Şer olursa yine: "Allah bizi imtihan için halk etti" diye düşüneceğiz. "Ya Rabbi sen affet beni. Demek ki sana karşı bir kusurum oldu ki bu muamele bana yapıldı." diye düşünelim. Hayırla karşılaşıldığı zaman "Yarabbi senin lüftun ihsanındır bu nimetler"diye düşünelim. Bir de :
Methe layık şeyhimiz var
Zemme layık nefsimiz var
Seni sevenlere deki :
- "Pirimi seviyorlar. Pirim sevdiriyor."
Seni zem edenlere deki :
- "Nefsimi zem ediyorlar. Nefsim zaten bunlara lâyık. Müstehak. Daha ne kadar konuşsalar nefsim yine müstehak. Zaten büyük düşmanım nefsim. Yapsınlar yaptıklarını."
Allah nefsimize uydurmasın. Allah muhabbetimizi artırsın. Dört tane düşmanımız var? Cenab-ı Hakk bunlardan bizi korusun. Ama onlardan korunmak için meşayihimize teslim olacağız. Velâyete gireceğiz. Velâyete girmek demek: Bir tavuk civcivlerini muhafaza ediyor. Ama bu civcivlerden bir tanesi ayrılsa, uzağa gitse, diğerlerini bırakıp da onun peşine gidemez. O civcivleri kedi de kapar, kuş da kapar. Onun için sizler de sürüden ayrılmayın. Kurt yer. Sürü: Tarik-i müstakim. Eğer hatmeye gitmezseniz, ihvanlardan ayrılırsanız, dersinizi yapmazsanız ne olur? Annesinden ayrılıp uzağa giden civciv gibi.
Sürüsünü yedirmez kurt ile kuşa
Zahirde kurt kuş yoktur. Nedir? Mübarek Nakşibendi Efendimiz Alaaddin Attar isminde bir müridine özel muamele yaparmış. Her an gözünden ayırmazmış. Diyormuş ki:
- "Gözümden ayırırsam sel kaldırır"
Nefsim bana ram ol düşme teşvişe
Hep fasiddir bu kurduğun endişe
Ram ol: Bağlı ol demek.
Bana tabi ol. Ben bir büyük insana sahip olmuşam. Sen de bana yardımcı ol. Onu bilmişken, ona gitmişken sen beni başka yerlere çekme. Başka yerlere götürme.
Teşviş: Şu şöyle mi? Bu böyle mi? Diye kuruntu yapmak.
Hep fasittir bu kurduğun endişe
Senin düşündüğün endişeler hep boş.
Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa
Pir-i Sami gibi arslanımız var.
Bir çoban sürüsünü koruyor. Ama sürüden bir tanesi ayrılır giderse koruyamaz onu.
Bilal-i Habeşi Hazretleri Peygamber Efendimize en çok inanmayanlardan birisinin kölesi imiş. Ama zayıf, siyah. Habeş zencilerinden. Müslüman olmuş. Gelmiş Peygamber Efendimize. Ağası bunu duyunca:
-"Sen niye gittin Muhammed'e? Gel vazgeç" diyor. Onu "Lâilahe illallah" derken duyuyor. Bunun için de ona azap veriyor. Kuma gömüyor. Sıcak ve hararetli bir saatte çıplak olarak yatırıyor kuma. Ellerini ayaklarını bağlıyor. Taşlar koyuyor üzerine ölsün diye"
- "Muhammed'e dönme." O da diyor ki :
- "Ölsem de dönmem imanımdan. Lailahe illallah" diyor.
Peygamber Efendimiz geçerken bunları görüyor.
- "Ya Bilal devam et. O seni kurtarır." diyor.
O gittikten sonra Sıddık-ı Ekber Efendimiz geliyor. O, görüyor.
Ağasına :
- "Niye bunu böyle yaptın?" diyor. O da :
- "Muhammed'e döndü." diyor.
- "Bu zayıf köleden ne istiyorsun? Sat onu bana ver." diyor.
O da diyor ki :
- "Parayla satmam." diyor.
Ebu Bekir Sıddık Efendimizin çok akıllı güçlü kuvvetli, becerikli bir kölesi varmış. Herkesin gözü varmış o köle de.
- "Satmam ama senin kölenle değişirsen değişirim." diyor.
O da inanmamış bir köle imiş. Hz. Ebubekir :
- "Değişirim." diyor.
Sevinerek geliyor. Herkesin gözü olan köleyi veriyor. Diğerini alıyor. Çünkü niye? O müslüman olduğu için. Kendi kölesinden daha kıymetli. Sevinerek geliyor. İnanmayan köleyi verdim. Bunu aldım diye düşünerek seviniyor.
Diğer adam da diyor ki :
- "Bak Ebubekir'i çok akıllı bilirdiniz. O miskin zayıf köleyi verdim de bu güçlü köleyi aldım."
Peygamber Efendimize götürüyor. O da O'nu müezzin olarak tayin ediyor. (Bilali Habeşi)
SORUYA CEVAP
Peygamber Efendimizin zamanında hanımı müslüman olmayanlar hanımını bıraktı. Beyi müslüman olmayanlar beyini bıraktı. Ayrıldılar. Bu zamanda inanmayanlar varsa ayrılsın ondan. Ama bir de vardır. İnanmıştır da ameli yoktur. Allah onun günahını eşinden sormaz. Ama inanmamışsa o zaman müslüman ile kafirin nikâhı helal değil.
İnsan namaz kılmazsa, oruç tutmazsa kafir olmaz. Ama namaza oruca inanmıyorsa kafir olur. Gusül yapmıyorsa çok korkunç Allah korusun.
Dünyada mutluluk beyi hanımı müslüman olması. Beyi hanımı amelli olması. Beyi hamını tarikatlı olması.
Kader yazgı ne ise olur ama, irade var. İrademizi kullanıp takdire razı olacağız. İradesini kullanarak müslüman olanla evlenilmeli. Peygamber Efendimiz bir evlilikte, hanımda dört şeye önem verirmiş. Nikah olabilmesi için :
1. Müslüman olması,
2. Asaletli olması,
3. Güzelliği (vücut arızası olmaması)
4. Zenginliği.
Şimdi tam tersini işliyorlar. En sondakini en başka düşünüyorlar.
Bunlar takdirdir. Mukadderattır ama irademiz var. Biraz say edeceğiz. İradeyi zorlamadan takdire havale edersek bu da batıl itikattır. Sağlam bir itikat değildir.
Kimini eyledi mesûd kimini eyledi mesdud
"Ene'l-Hak" söyledi Nemrud olub merdûd hatasından
Kiminin dünyada her istediğini verdi. Kiminin de kalplerini mühürledi. Tuttu onları da. Tutulmanın anlamı ne? Bir insan yol yürüyecek, bağlanmış. Bir iş görecek, bağlanmış. Yürüyemez. İşte tutuldular. Nemrut'ta tanrılık davasında bulundu.
Kimini eyledi makhûr kimini eyledi mâmûr
"Ene'l-Hak" söyledi Mansûr olup mesrûr atâsından
İtaat etmek. Zahirde âlimlere karşı Mansur hata işledi. Ene'l-Hak davasında bulundu. Halbuki itaat ettiği için mesrur oldu. Onun mesrûriyeti ahirette. Onun mesuliyeti dara asılmakta. Dara asılınca Peygamber Efendimizin sakalının teline asıldı. Peygamber Efendimizin nurlu nübüvvetinde yok oluyor. Boğulup gidiyor.
Kemal-i kudretin izhâr kılıp ol Hazreti Cebbâr
Kimini kıldı ehl-i nâr celâli iktizâsından
Bütün güçlüklerden bütün cabbarlardan cabbardır. Bize düşen inancımızı yaşamak. İnanmayanlara acıyalım. Ama akrabamızda inanmayan varsa hidayet dileyelim. Onlara hidayet istenir. İmanı var da ameli yok. Bunlar nasihat kabul ederler. Bunlara acımak lazım. Bunlara dua etmek lazım ki bunlar amele başlasınlar. Cenâb-ı Hakk tembellikten menetmiş insanları. Tembelliği isyan olarak görüyor.
"Doğuştan ölünceye kadar ilim öğrenin" buyuruyor Peygamber Efendimiz. Bu emir varsa, dünya işlerinde herşeyi öğrendikleri gibi ahiret için de amelleri öğrenmeli insanlar. Herkes alim olacak diye bir kaide yok. İşçi de olacak. Esnafta olacak. Ama ahiret için çalışmalı. Bilmediklerimizi öğrenmeli.
Bu dünyada eteğine sarılayım demek, bir evliyaullahı bilmektir, sevmektir. O'na sevgi ile bağlanmaktır. Cenab-ı Hakk öyle buyurmuyor mu? Bu dünyada eteğine sarılınca ahirette sorgu sual olmazmış. Eteğine sarılmaktan maksat, bir evliyaullaha manevî evlat olmaktır. Onun emirlerine tabi olup, onun boyası ile boyanmaktır. Dünyada kiminle beraber olursanız, ahirette de onunla beraber olursunuz. Dünyada kimi severseniz ahirette onunla berabersiniz. Cenab-ı Hakk velilere büyük ihsan vermiştir. Peygamberlerden sonra veliler gelir. Çok büyük yetkileri selahiyetleri var.
Peygamber Efendimiz üç defa şefaat edecekmiş.
Birinci şefaat: Kıyametin ilk başlangıcında Cenab-ı Hak'kın gadabı öyle şiddetli olacakmış ki Peygamberler bile "nefsim nefsim" deyecekler. Yetkilerini selahiyetlerini kullanamıyacaklar. Ulemanın açıklamasına göre böyle bu. Cenab-ı Hakk'ın gadabı teskin olacak Ondan sonra ümmetleri için dilemeye başlıyacaklar Peygamberler.
İkinci şefaat: Velilere yetki verilecek. Velilere yetki verilince de dünyada kim onları tanımışsa, kim onları sevmişse, onlar da kimleri evlat edinmişse ahirette onlara sorgusual olmaz. Ahirette bütün sorumlulukları velileredir.
Üçüncü şefaat: Peygamber Efendimiz günâhkar ümmetini Cenab-ı Hakk'a affettirecek.
Hayatı memâttır memâtı hayât
Yüz bin renk gösterir aslı bir nevat
Asla sözlerinden bulunmaz sebât
Memat: Ölüm Nevat: Çekirdek
Hayatımı kurtaran O olmuştur. Evliyaullah bir müridi öldürür de diriltir de. Nasıl öldürür? Onu varlığından kurtarır. Onu hayatına ulaştırır. Müridin sualini rabıtası veriyor. Hatta bir tarikat var. Nakşinin koludur. Rabıtayı mevt veriyorlarmış. Bu da bir koldur. Bir hakikat var. Nasıl ki bizde Şeyh Efendimiz kaşlarımızın hizasında bir altın kürsü üzerinde oturuyor vs Rabıtayı hayaldir. Rabıtayı nakşi hayali elde etmek müridin hazmine göredir. Onu elde etmek bizim elimizde değildir. Ancak nakşi hayal bizim vasıtamızdır. Bir noksan işlememek için bir kusur yapmamak için. Gaflette olmamak için, terakki için. Nakşi hayal kafi geliyor. Nasıl ki bizde nakşi hayal var ise onlarda rabıtayı mevt (ölüm rabıtası) veriliyor. Nasıl birşeydir bu? Ben hastayım Ölüm döşeğinde yatıyorum. Son nefeslerimi yaşıyorum. Şeyh Efendim başımda üzerime okuyor. Öldüm Şeyh Efendim kemerimi bağladı. Beni selâmet yatağına yatırdı. Beni soydu. Her bir şeyimi yaptı. Beni tabuta koydu. Cenazemi kıldırdı. Aldı kabire götürdü. Şeyh Efendim üzerimi örttü. En sonra bana talkın verdi. Ben de yaptım. Kabirde kalktım oturdum. Baktım ki ben değilim Şeyh Efendim imiş. İşte bu da rabıtayı mevt. Nakşinin bir kolunda var. Demek ki bu dünyada eteğine sarılana ahirette sorgu sual olmazmış. Amenna ve saddakna. Eteğine sarılmak: Hakiki bir mürit olmaktır. Sevgi ve hizmette ona sarılmaktır. Evliyaullah'a merhem olmaktır. Sevmektir, sevilmektir. O zaman ne oluyor? Kabirde sorguyu suali kolay veriyor. Kıyamette de ona dehşetleri hiç göstermiyor. Ve de muhafaza ederek cennete dahil ediyor onu.
Bu konuda büyüklerin bir sohbeti vardır. Mübarek Şeyh Efendimiz buyurdu: "Piri Tagi Hazretlerinin bir müridi varmış. Bir gün nasıl olmuşsa, rabıtasında bir düşünce halinde şu gelmiş aklına: Acaba demiş "Seyda Hazretlerinin bu kadar müridi var. Kıyamet gününde hepsini bir araya nasıl toparlayacak? Nasıl muhafaza edecek? Nasıl müdafaa edecek?" demiş. Uyur uyanıklık durumda iken sanki ölmüş. Kıyamet kopmuş. Bütün insanlar kalkmış mahşer yerine gidiyorlar. Öyle izdiham ki, binbir ayak üzerinde. O sırada bakıyor ki Şeyh Efendisi Seyda Hazratleri sadece bunun elinden tutmuş dolandırıyor. Hesap yerlerini dolandırmış. Mizanını, sıratı hepsini geçirmiş. Cennete dahil etmiş. Cennete girince sormuş :
- "Seyda gurban dünya aleminde senin bunca müridin vardı. Bunlar ne oldu? Bunlar cehenneme mi gittiler ?" demiş. Mübarek o zaman yapmış? Evliyaullahın sırrı velâyeti vardır. Velâyetinden bir kutu çıkarmış. O kutuyu açmış. Açınca ne kadar müridi varsa, çıkmışlar cennetin köşelerine. İşte bak demiş:
- "Cenab-ı Hak'kın bize verdiği bu selahiyeti biz bugün için saklıyorduk."
Bu dünyada eteğine sarılana sorgusual olmazmış. Bizim büyüklerimiz duaları, emirleri bunu emrediyorlar.
Yarabbi Seydanın eteğinden elimizi kaydırma
Bizim büyüklerimiz, bu duaya çok kıymet vermişlerdir. Bu duayı bize tavsiye etmişlerdir.
Bu etekten elin kaymaması: Unutmamaktır. Bizde de rabıtayı nakşi hayal vardır. Ama derste de olabilir. Dersin haricinde de olabilir. İçerde, dışarda işimizde, ibadetimizde, zikrimizde, oturmamızda, yememizde, içmemizde daima şeyh efendimizi hayal edersek işte bu rabıtayı nakşi hayaldir. Unutmayınız. Unutmayınca etekten el kaymaz. Allah göstermesin etekten el kayması ne demektir. Yedi kat arşı alâdan düşmektir. Arşı alâdan düşen vücutta birşey kalmaz. Şafilerin lisanında seyda şeyh demektir.
Hakikat şehrinde bir güzel gördüm
Bir göreni göremedim ne çare
Sevdayı aşkından yanıp kül oldum
Bir bilen yok soramadım ne çare
Allah bu kelamların hakikatini bize anlamamızı kısmet etsin. Senin her nimetin rabıtanda. Salih Baba "Sebebi necatım Hazret-i Pirim" buyuruyor. Her nimetin rabıtayla olacağını ifade ediyor. Şeyh Efendisinin velâyet nurunu görmüş. Velâyet yüzünü görmüş. Bakıyor ki kimse bundan bihaber? Görememişler. Ama bir başka kelâmında da bizlere ikaz vardır? Ders vardır.
Salih gibi vardır çok ehl-i diller
Piri Sami bahçesinde bülbüller
Solmaz şuküfeler dikensiz güller
Hiçbir goncasında hâr bulamadım
Sami gibi sadık yar bulamadım
Bütün Salihlere ifade ediyor. Hakikat şehrinde bir güzel gördüm ama bir göreni göremedim. Ne çare? Evliyaullah'ın zahiri ile kalmayın. Mecazınızı hakikate götürün. Hayalden nakşe geçerseniz, Nakşî hayali, Nakşî Cemâl yaparsınız. O zaman hakikat şehrinde bir güzel görürsünüz. O zaman Evliyaullahın manevi yüzünü görmüş olursunuz. Demek ki evliyaullahın manevi yüzünü görememiş ki sonunda da:
Aç vuslat perdesini göster yüzünü
Çok ağladım gülemedim ne çare
Sen yüzündeki nikabı kaldır. Zahirden beni kurtar. Senin maneviyatın var. Zahirinle beni aldatma. O maneviyatını göster.
Bir zaman bekledim Leyla dağını.
Mecnun gibi bir zaman zahirde değil de derununda dağları beklemiş. Maneviyatında beklemiş.
Bir zaman bekledim gül budağını
Bülbül olmuşta beklemiş.
Bir zaman bekledim yâr otağını
Vasıl-ı yâr olamadım ne çare
Yar otağı: Dergah. Dergahta da bekledim. Bunu böyle demiş. Ama rumuzlu söylemiş. O rabıtayı Nakşi Cemâl olmuş. Bu sözleri ondan söyleyebiliyor. İlk anda Salih Babanın varlığını Piri Sami Hazretleri almış. Söyleyen tamamen Sami Hazretleri olmuş. Kelamda nasıl geçiyor ?
Bedensiz bir güzel gördüm efendim
İlikten damardan kandan içeru
Bedensiz güzel kimdir? Noksan sıfattan kurtulmuş, arınmış olan Cenab-ı Hakk'ın zatıdır. Cemâlidir. Zatına mahsus olan sıfatıdır. Bu bedensiz güzeli nerede görüyor? İlikten, damardan, kandan içerü. İlik, damar nerede var? Yine bir vücutta var. Senin benim vücudumda var. Ama Evliyaullahın vücudu farklı. Vücudu Hakk olmuş. Yani vücudu değişmiş. Anasır-ı zıddiyeti değişmiş. Değişince noksan sıfatları kemal sıfatlara dönmüş. Kemal sıfatlara dönünce Cenab-ı Hak'kın sıfatları onda tecelli etmiş.
Kategori: Gülden Bülbüllere 1
.
xxxxxxxxxxx
xxxxxxxx
.
1-Giriş
G İ R İ Ş
Allah kâinatın dengesini zıtlıklar üzerine kurmuştur. Soğuk-sıcak, güzel-çirkin, ateş-su, sert-yumuşak.. Maddenin en küçük zerresi olan atom da zıt iki ögeden oluşur: Pozitif ve negatif.
Ya insan? Kur'ân-ı Kerim'de "Yaratılmışların en şereflisi" diye tarif edilen insan nefis ve rûh zıtlığını bünyesinde taşır. "Her şeyi insan için, insanı kendim için yarattım" diyor Cenâb-ı Hak.
Bu düzen içinde önemli bir sorumluluğu vardır insanın. İmtihan için yaratılmıştır. Nefsinin, ilâhî emirlere zıt isteklerine uyarsa süflî bir konuma düşecek, rûhunun gerektirdiği doğrultuda yaşarsa ulvî bir konuma yükselecektir. İşte bunu sağlayacak olan manevî eğitimdir. Nefsin dizginlenip, rûhun kemâle ulaşmasıdır.
Peygamberlik iki önemli görev ihtiva eden yüce bir makamdır: Nübüvvet ve Velâyet. Birincisi Cebrail vasıtasıyla gelen emir ve yasakları insanlara tebliğ görevidir. İkincisi ise, rûhu gerekli eğitimden geçirip kemâle erdirme ve geldiği yere, Allah'a ulaşmaya lâyık hale getirme gücüdür. Birincisi zâhirde, ikincisi bâtında cereyan eder.
Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir. Ama dünya sona erinceye kadar velâyet görevi devam edecektir. Varis-i enbiya olan velîler insanları iyiye, doğruya, güzele, hoşgörüye, yardım-severliğe, çalışmaya, özveriye, sevgiye yönlendirmeye; kötüden, yanlıştan, çirkinden, bağnazlıktan, tembellikten, bencillikten, çıkarcılıktan ve kinden alıkoymaya devam edeceklerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen 124.000 peygamber adedinde velî her zaman var olacaktır.
Tarîkat, kulu Allah indinde makbul olmaya götüren yoldur. İlk İslâm mürşidi Hz. Muhammed (s.a.v.), O'nun velâyet şemsiyesi altına ilk giren Hz. Ebubekir (r.a.)'dir. Bu manevî bağlanma Hicret sırasında, mağarada olmuştur.
İslâm tarîkatları sayesinde koca Türk dünyası müslümanlığı bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve aynı manevî ilkeler etrafında kaynaşarak kabile kabile dağılmaktan kurtulmuştur. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında yaşayan çeşitli dinden ve çeşitli ırktan insan mozayiği "Yaradılanı severim Yaradan'dan ötürü" anlayışının getirdiği hoşgörü ve sevgi ortamı sayesinde asırlarca huzur içinde yaşamıştır.
Gerçek bir mürşidin ve gerçek bir tarîkatın özelliklerini birinci cildin giriş bölümünde belirtmeye çalışmıştık. Zaten ilâhî çerçevenin dışına çıkan ve menfaat kapısı hâline dönüşen tarîkatlara Allah Resulü'nün manevî desteği devam etmez ve silsile sona erer. Örgütlü bir dünya topluluğu olmaktan öteye geçemezler.
Tasavvuf, dinî inancın yaşanmasını amaç edinen sistemin adıdır. Bir mürşidin manevî eğitimine giren kişi ibadetlerini daha zevkle yapmaya başlar. İslâm ahlâkıyla ahlâklanmasıyla, gitgide "iyi insan" haline gelir. Böyle insanlardan oluşan toplumda ise zulüm, rüşvet, haksızlık, çıkar çatışmaları, kıskançlık ve kin zamanla yok olur. Toplum daha huzurlu yaşar ve sosyal barış oluşur.
21. yüzyıla yaklaştığımız şu sırada Yerküre'nin ihtiyacı böyle insanlar ve böyle toplumlar değil mi?
Derleyen
.
2-Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.
"Beşikten mezara kadar ilim öğrenin."
4. 10. 1992
Allah feyzinizi, muhabbetinizi artırsın. Allah aşkınızı, muhabbetinizi artırsın. Allah hepinizden razı olsun. Yaşadığınız müddetçe Cenâb-ı Hak muhabbetinizi muhafaza etsin. Amelinizi muhafaza etsin.
Allah amel tembelliği vermesin. Amel olmazsa, iman muhafaza edilmez.
Allah'ın emri de böyle. Peygamber Efendimizin emri de böyle. Büyüklerimizin emri de böyle. İmanı muhafaza eden ameldir, buyuruluyor. Cenâb-ı Hak bizi ne için halk etmiş, itaat etmek için.
İman: Ona inanmak.
Amel: Ona itaat etmek.
İmanla amel birleşecek ki bizi kurtarsın.
Ehl-i nâr var. Ehl-i cehennem var. Allah kullarını mükâfatlandıracak. Cezalandıracak. Allah'a isyan edenleri cezalandıracak. İnsanların ibadeti olmazsa, namazı, abdesti olmazsa, Allah onları cezalandıracak. Amentünün şartlarını yaşayanları, Allah'a itaat edenleri Cenâb-ı Hak mükâfatlandıracak.
Biz şimdi âhirete inandık. İnanmayanlardan değiliz. Fakat amel lâzım. Cenâb-ı Hak erhamerrahimin bir adalet sahibi. Adaletin de künhü O'nda, merhametinde künhü O'nda. Allah kayırandır. Esirgeyendir. Ama bir adaleti vardır Cenâb-ı Hakk'ın. İnananı korur, ayırır. İnanmayanların da rızkını veriyor. Sıhhatini veriyor. Her isteklerini yerine getiriyor. Yalnız inananların dünyada her isteğini yerine getirmez. Çünkü onlar âhirete inanmışlar. Cenâb-ı Hak onlara isteklerini âhirette verecek. Zaten âhireti isteyen, âhireti seven bir insanın dünya için bir isteği olmaz. Ancak dünyadaki isteği ne olur? Allah'tan hayırlı sıhhat ister. Hayırlı rızık ister. Niçin? Onu da Allah'a itaat etmek için ister. "Yarabbi sen bizi bu zamanın fitnesinden, şerrinden, kötülüğünden muhafaza et. Bizi şeytana uydurma. Sana itaat edenlerden et. Emrine muhâlif olan her türlü şeyden bizi muhafaza et" diye dua eder. Başka birşey istemez. Zaten Allah öyle halketmiş. Kanunu ilahiyesi öyle. Ehl-i dünya. Ehl-i ahiret. Dünyayı isteyenlere ahireti vermiyor. Eğer dünyada rahat verseydi, huzur verseydi, peygamberlere verirdi. Onlar çok çileler çekmişler. Çok davalar çekmişler. Bizler için çekmişler. Onlar zaten günahsızlar. Cenâb-ı Hak onları peygamber olarak dünyaya getirmiş.
Onlarda altı sıfat vardır. İnsanlarda olmayan bir sıfatlardır bunlar. Allah'a noksanlık işletmeyen sıfatlardır. Allah onlara niçin o kadar çile vermiş. Ümmeti için vermiş. Ümmetlerinin çilelerini çekmişler. Onun için biz de kendi kendimize acıyalım. Allah bize akıl vermiş ki kendimiz için yararlı nedir, zararlı nedir bilelim. Allah delilerden birşey sormayacak. Onların günahı da yok. Sevabı da yok. Hayrı da yok. Şerri de yok. Şeriatta Allah'ın emirleri aklı olanlara. Yararlı ve zararlı olanları bilelim. Ama bu yarar ve zarar âhiret yararı ve zararıdır. Bir de irade vermiş ki o zararlı olan şeylerden kendisini koruyabilsin. Öyle ise biz şimdi ehl-i âhiretiz. Allah'a ve âhirete çalışalım. Bunun için de Allah Kur'ân'da neler emretmişse yapacağız. Neler yasaklamışsa kaçınacağız. Bildiğimiz kadar bilmediklerimizi de öğreneceğiz.
"Doğumdan ölüme kadar ilim öğrenin. Beşikten mezara kadar ilim öğrenin."
Peygamberimizin emri böyle. İlimden mânâ Allah'ın emirlerini öğrenip yapmak, yasaklardan kaçmaktır. "Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır." Nasihat Allah'ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti. Herkes âlim olamaz ama Cenâb-ı Hak: "Âlimlerle olun. Sâdıklarla olun." buyuruyor. Sâdıklar kimler Allah'ın kulluğunu tam anlamı ile yapanlar. Sâdık'ın anlamı şudur ki: İlmi ezelide "belâ" demiş Cenâb-ı Hakk'a Rûhlar "belâ" demiş. Ama mükellef olunca o verdiği sözü bozmamışsa sâdıklardandır, âlimlerdendir. İlmiyle âmil olanlara âlim denir. Bu zamanda ilmiyle âmil olan çok güç bulunûr.
Salih Baba nasıl buyuruyor:
Bu girye-i nâlânıma kıl merhamet ey şâh
Pek güç bulunûr sen gibi bir Arif-i billah
Övmüş de yaratmış seni ol Hazret-i Allah
Görün nice mahbub-u Hüdâ var bu beşerde.
Mahbub-u Hüdâ: Allah'ın güzelleri.
Nerde? İnsanların içerisinde. Bu güzellik iç güzelliği, ruh güzelliği, kalp güzelliği. Bunlar görünmüyor insanlarda. Ama ahlâk görünûr. Güzel ahlâk kimde olur? Güzelde olur. Çirkin ahlâk da çirkinde olur. Onun için Peygamber Efendimiz nasıl bildirmiş? "Benim ümmetimin en hayırlısı, Âhlâkı güzel olanlar. En çirkini de ahlâkı çirkin olanlardır."
Ahlakı güzel olanlar aydınlık gündüzler gibi. Çirkin olanlar da karanlık geceler gibi. Yüzü güzel olandan kırk günde usanırsınız. Ahlâk-ı güzel olandan kırk sene yaşasanız usanmazsınız. İnsanlardaki kötü ahlâklar ibadet ve itaatla düzelir. 79 tane güzel ahlâk vardır. Bunlar ruhun sıfatlarıdır. Bir de ahlâk-i zemime vardır ki bunlar da nefsin sıfatlarıdır. Bizdeki noksanlık gafil yememiz, gafil içmemiz, gafil yürümemiz, gafil almamız, koymamız. Bu noksanı atsak üzerimizden. Yani ayık olsak. Hiç Allah'ı unutmasak. Unutmayanlar kimler? Ârifler: Ama onlarda da bir noksanlık var. Allah'ın zatına karşı bir noksanlıkları var. Niçin? Yemeleri var, içmeleri var, uyku var. Hastalanma var. İnleme var.
Ama bir noksanlık var ki, Allah korusun isyan edenlerde. Ehl-i küfürde. Günah sevap bilmiyorlar. Helalı, haramı bilmiyorlar. Hayır, şer bilmiyorlar. Bunlar hayvanî sıfatta kalıyorlar ki bunlar cehennemden kurtulamazlar.
Niyazi Mısrî Hazlerleri şöyle buyurmuş:
Kande gelir yolun senin
Ya kande varır menzilin
Kanden gelip gideceğin
Anlamayan hayvan i miş.
Nerden geldik, Allah'tan geldik. Allah'a gideceğiz. Niye geldik, O'na itaat için.
Salih Baba şöyle buyuruyor:
Gezeriz hayvan-ı nâtık misâli
Ekl ü şürbdân gayrı ne kârımız var.
Kesret-i halk içre çok lâubali
Söylemekten başka ne kârımız var.
Bu insanlar gezerler, yerler, içerler, uyurlar ama ibadetleri yok. Onların hayvandan ne farkı var. Kalabalık cemiyet içerisine gittiği zaman ne konuşuyor? Lâubali. Lâubali nedir? Şeriata, tarîkata, imana, amele uymayan sözler. Şöyle kazandım, şöyle aldım, şöyle sattım, şu şöyle yapmış, bu böyle yapmış diye konuşuyor. Bunlar zaten aleyhte konuşuyorsa günah-ı kebair oluyor. Aleyhte olmasa bile bu sözleri konuşma insana gaflet getirir. Kalbi karartır. Biz şimdi noksan sıfattayız ama Allah'a isyan edenlerden değiliz. Biz bu noksan sıfatımızı kemâl sıfata çevirmek için çalışıyoruz. Beşer sıfattayız. Eğer günahı sevabı bilmezse, hayırı şerri bilmezse o beşerde değil, hayvanî sıfatta. Şeriat cesede emredilmiş. Ceset şeriatı yaşarsa beşer sıfatı kazanır, ateşten de kurtulur.
Bir de var ki nebiler var. Veliler var.
Görün nice mahbub-u Hüdâ var bu beşerde.
Biz hepimiz "mahbub-u Hüdâ" mıyız? Değil. Ama bu cemaatin içerisinde var "mahbub-u Hüdâ." Mahbub-u Hüdâ: Allah'ın sevdiğidir. Bu cemaatin içerisinde vardır. Bu cemaâti buraya muhabbet topladı. Herkesin muhabbeti bir değildir. Farklıdır. Kimin kalbini Allah sevgisi doldurmuşsa bir boşluk kalmamışsa o mahbub-u Hüdâdır. Allah'ı hiç unutmaz. Çünkü o ehl-i huzur olmuş. Gönül âlemindeki ahlak-ı zemimeleri atmadıktan sonra yerine ahlak-ı hamideler gelmiyor. Meselâ bir ağaç var. Meyva vermiyor. Ama erbabı onun başını kesip atıyor, aşı yapıyor. Meyva veriyor. Ama ağaç aynı ağaç. İnsanlardaki ahlâk-ı zemimelerin atılması için, bunların hepsinin başı kesilecek. Onlara aşı yapılacak. Ama bunlara aşı yapmak için ne lâzım? Evvel şeriat lâzım. Ondan sonra tarîkat lâzım.Sonra hakikat lâzım. Şeriatla bu ahlâk-ı zemimelerin hepsi atılmaz.Tarîkatla atılır. Ahlâk-ı zemimelerin hepsi atılır, ahlâk-ı hamideler elde edilirse, insan hakikate geçer. İşte o zaman insan beşeri sıfattan melekî sıfata geçer. Ahlâk-ı zemimeler görünmeyen bir-şeydir. İç aleminde. İçini biliyor muyuz biz? Şimdi kim kimin gönlünü bilebilir? Gönlün sahibi Allah'tır. Allah bilir. Bir de Allah'ın bildirdikleri bilir. Bunlar kimler? Velilerdir.
Veysel Karani Hazretleri zâhirde Peygamber Efendimizi hiç görmemiş. Ama O'nun kadar Peygamber Efendimizi seven, O'nun kadar Peygamber Efendimizi mânâda bilen olmamış. Peygamber Efendimize Cebrail vahiy getiriyor. Allah o vahiylerin manasını Veysel Karani Hazretlerinin kalbinden doğduruyor. Vasıtasız ona bildiriyor. Peygambere vasıtalı bildiriyor. Cebrail vasıta. Bir de Peygamber Efendimiz hırkasını göndermiş ona. Hilafet gönderdi. Hırkayı götürmüşler. Vermişler. Fakat götüren kim olmuş? Hz. Ömer Radiyallahü anh Hazretleri, adaletin timsali Allah'tan sonra, Peygamber Efendimizden sonra insanlar içerisinde Hz. Ömer'den daha adaletlisi yokmuş. Hz. Ali Efendimizle, Hz. Ömer Efendimiz beraber hırkayı Karani Hazretlerine götürmüşler. Hırkayı ellerinden almamış. Demiş ki:
-" Hırkanın bir hakkı var. Onu vereyim de ondan sonra" demiş. Secdeye kapanmış, secdede uzun boylu kalmış. Bunlar beklemişler, beklemişler kalkmamış. Uyudu mu? Bayıldı mı? diye kaldırmışlar. O da kalkınca:
- "Niçin beni kaldırdınız? Kim beni ayılttı? Ben hırkanın hakkını ödüyordum. Hz. Muhammed'in ümmetlerinin günahları için Allah'tan af diliyordum. Dörtte üçünü affettirdim. Dörtte biri kalmıştı" demiş.
Peygamber Efendimiz de:"Ümmetimin en büyüğü, ümmetimin en hayırlısı" diye buyurur, Veysel Karani hakkında. Tarîkat onun yolu, bizim yolumuz O'nun yolu.
Hz. Ömer nasihat istiyor. Diyor ki:
- "Ya Üveys bize nasihat et." O da diyor ki:
- "Ya Ömer sen birşey biliyor musun?"
-" Biliyorum."
- "Bildiklerini unut Allah'ı bil sana yeter."
Yine nasihat istemiş. Bu defa sormuş.
- "Seni biliyorlar mı?"
- "Biliyorlar."
- "Sen kendini unuttur. Allah seni bilsin yeter." Yine nasihat istemiş.
- "Yok yeter" demiş.
Allah ilmi emrediyor. İlim çok kıymetlidir. Zaten ilim için dünyaya gelmiş insanlar. İlimden mânâ Allah'ı bilmek, Allah'a itaat etmektir. Fakat ilim insanlara varlık oluyor. Eğer ilmi ile âmil olamıyorsa ilim insanlara varlık oluyor. Bunu dünyaya harcayabiliyor. Ama ilmiyle âmil demek; o ilmini Allah için kullanmak, ve ilmiyle amel etmektir.
Bu ancak tasavvufta olabiliyor.Tarîkatı olmayan ilim varlığına düşer. Tarîkatı olan ilim varlığına düşmez. İşte ilim varlığına düşmezse o ilim onun için kıymetli olur.
Onun için bakınız:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır?
İlimden mânâ kendini bileceksin. Rabbısını bilecek. Halkiyatı bilecek, mahviyetı bilecek. Evvelâ kendisini bilecek. Kendisini bilmezse daha niçin okuyor?
Yeryüzünün hâlifesi Hz. Ömer Veda Hutbesinde Veysel Karani'yi anlatıyor. O'nu Resulullah'tan duyduğu şekilde methediyor.
Cemaatin içerisinde Hannanoğlu isminde bir sahabe varmış. Bunu işitince hâlifeye yaklaşmış.
- "Ey yeryüzünün hâlifesi! Senin bu anlattığın sohbetten sonra Veysel Karani Hazretlerine gönlümden bir aşk, muhabbet doğdu. Ben O'nu görmek istiyorum. Nasıl görebilirim? Nerde görebilirim?" demiş.
Hz. Ömer demiş ki:
- "Git Basra yakınlarına. Fırat ve Dicle kıyılarında bulabilirsin." demiş.
Bu sahabe Hac dönüşü memleketine gitmemiş. Bakınız işte tasavvuf bu. Tarîkat bu. Bu Allah'ın bir ihsanı oluyor. Meşâyihe olan sevgi bu. Evine dönmüyor. Oradan Basra'ya gidiyor. Oralarda iki üç gün gezerken bakıyor ki Fırat kenarlarında, Dicle kenarlarında çok zayıf bir insan görüyor. Hiç kimse yok. Ona selâm veriyor. O bunun selâmını alırken:
- "Aleyküm selam Hannanoğlu" diyor.
O sırada sahabe şaşırıyor.
- "Biz daha yeni karşılaştık. Sen benim Hannanoğlu olduğumu nereden bildin?" diyor.
Diyor ki:
- "Bana ol kimse haber verdi ki ondan gizli nesne yok."
Gizli nesne olmayan ne var? Allah. Herşey O'na ayan. Veys'e Allah bildiriyor.
- "Bana nasihat edin" diyor.
Ona da ölüm nasihatı ediyor. Diyor ki:
- "Vasiyetim ölümdür, ölümü unutma. Deden gitti. Baban gitti. Yakınların gitti. Ahir zaman Peygamberi gitti. Yârıgârı Ebubekir gitti. Halife Hz. Ömer de gitti" deyince.
Sahabe diyor ki:
- "Hayır o yaşıyor. Ben onun yanından geliyorum" diyor.
- "Yok yok o da gitti. Sen oradan ayrıldıktan sonra o da gitti" diyor.
- "Peki bunları sana kim haber veriyor?"
- "Bana O kimse haber verir ki O'ndan gizli nesne yok."
Gaibi Allah bilir. Bir de Allah'ın bildirdikleri bilir. Amenna. Allah'u Teala buyuruyor ki: "Biz velilerimizi yeşil kubbemiz altında gizleriz. Onları bizden başka kimse bilmez."
Kelâm-ı kibâr:
Görün nice mahbub-u Hüdâ var bu beşerde
Sevdim seni Seydâ-yı cihan hayr ve şerde
Âşık olanın ciğeri yanar da, pişer de.
Demekki âşık olanların ciğeri yanıyor. Ne için yanıyor? Allah aşkı için. Resulullah aşkı için. Meşâyih aşkı için yanıyor. Meşâyihi sevmek haktır. Meşâyih ile Allah'ı tanıyor. Meşâyih ile Allah seviliyor. Resulullah seviliyor. Allah öyle kurmuş düsturu. Kanun-u ilahiye böyle. Onun için noksan sıfatından kurtulamayan bir insan ahlâk-ı hamideleri elde edemez. Ahlâk-ı hamideleri elde eden bir insan beşeri sıfattan melek sıfatına geçer.
Görün nice mahbub-u Hüdâ var bu beşerde
Mahbub: Güzel demek. Hüdâ: Allah'ın ismi.
Mahbub-u Hüdâ: Allah'ın sevdikleri, güzelleri.
Bu güzeller beşeriyetin içerisindedir. Bu güzellik rûhtadır. Erkek, hanım diye ayırt edilmez. Erkeklik-hanımlık cesettedir. Rûhta erkeklik hanımlık yoktur. Yeter ki insan rûhunu makamına ulaştırsın. Rûhunu nimetine kavuştursun. Rûhun nimeti nedir? Makam nedir? Allah'tır. Yeter ki rûhunu Allah'a ulaştırsın. Rûhun yolunu kesmemek lâzım. Kapatmamak lâzım. Rûhumuz Allah'a ne ile gider? Aşk ile gider. İlim götürür, ancak yolun yarısını götürür. Tamamını götüremez. Âlimler eğer yolun tamamını bitirmiş olsalardı, tasavvufa girmezlerdi. Tarîkata girmezlerdi. Zâhir ilimleri ile veli olurlardı. Kemâl sahibi olurlardı. Bir cesedimiz var. Evliyaullah'ın bir cesedi var. Bir cisim sahibi. Onda da bir rûh var. Yalnız ondaki rûh Allah'a gitmiş, gelmiş. Onun için bakınız:
Bular rûh-u musaffâdır ki cem'ül-cem'e varmışlar
Cemi'den farka gelmişler vekil-i Mustafadır pîr
Cem'den mânâ Allah'tır. Cem'ül-cem; Allah'a vasıl olmak.
Kazanmış insanların yılları ayları cennette geçse farkına varmaz. Niçin? Kazanmış onu. On bin sene kalsa dert gelmez ona. Çünkü oranın zevkine varmış. Kalkarken eline defteri verilecek. O defter sağlam. Çünkü o defteri tetkik eden melekler var. Uçakla yolculuk yapanlar bilirler. Uçağa bindiği zaman orada görevliler var. Kaç elden geçtikten sonra insan yerini bulabiliyor. İşte amel defteri sağlamsa onu kısa yoldan geçirirler. Günahı yoksa. Ama günahı var sevabı varsa onun hesabı görülecek. Sevabı günahından fazla olursa şefaati kazanıyor.
Resulullah şefaat ediyor. Hatta bir velinin de şefaati oluyor. Ama sevabımız günahımızdan fazla olacak.
Günahımız sevabımızdan çok olursa cehenneme gideceğiz. Bir de var ki ne sevabı var, ne de günahı var. O da illâ cehenneme gidecek. Niçin? Helâl malın edâsı var. Haram malın azabı var. Helâl malın hesâbı görülecek. Bu hadis-i şerif "Helal malın hesabı var, haram malın azabı var."
Bu dünyaya bir defa geldik bir daha gelemeyiz. Fırsatı ganimet bilmeliyiz.
Bu dünyada bir insanın başına üç devlet konarmış:
1- İlim.
2- Gençlik.
3- Varlık. Ama bu varlık sadece dünya varlığı değil. Hem de âhiret varlığı, iman varlığı.
İnsanların üç şeyden korkması lâzım.
1- Ayrılık.
2- Yoksulluk.
3- Ölüm.
Ayrılık: Rûhun ayrılığı.
Yoksulluk: Amel yoksulluğu.
Ölüm: Herkesin bildiği, korktuğu bir şey.
Bu ayrılık rûhun ayrılığı, yoksulluk amel yoksulluğu, ölüm zaten herkesin bildiği, korktuğu birşey.
Ölümden korku sözde kalıyor. Niçin bu inanmayanlar ölümden korkmuyorlar? Hâlbuki ölümden biz korkmayacağız. Amel ve iman zayıflığı var da onun için korkuyoruz. Sağlam bir imanımız olsa Allah'a aynel-yakîn yaklaşsak, âhiretten korkmayız. Hakke'l-yakîn yaklaşsak, müjdelenmiştir. Allah'ta yok olmuştur. Onun için sağlık da yok. Ölüm de yok. Kabir de yok. Allah yed-i kudretine almış. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
"Kulum bana itaat ederse ben onu yed-i kudretime alırım."
Cenâb-ı Hak İbrahim Aleyhisselam-ı yed-i kudretine almış. Ateş yakmamış. Yunus Aleyhisselam deryanın dibinde kırk gün kalmış. Balığın midesinde Cenâb-ı Hak almış onu yed-i kudretine. Balığın midesinde erimemiş.
Evet fırsat bizim dünyaya bir defa gelişimiz. "Fırsatı ganimet bil" buyuruyorlar. Bu söz Marifetname'nin başında yazılı.
Her gördüğünü Hızır bil.
Her geceyi Kadir bil.
Fırsatı ganimet bil.
Fırsat insanların gençliği. İnsanlar ihtiyarladığı zaman bir daha genç olamaz ki. İnsanlar her ne kazanırsa gençlikte kazanıyor. Dünyayı da gençlikte kazanıyor, âhireti de gençlikte kazanıyor. Bu dünyayı sadece dünyada harcamayalım. Âhirete hazırlanalım. Gençlik fırsatını kaçırdıktan sonra son pişmanlık fayda vermiyor. Meselâ: Benim şimdiki bu arzum gençliğimde olsaydı, ne kadar Allah'a ibadet ederdim. Ne kadar tarîkata çalışırdım. Ne kadar Şeyh Efendime hizmet ederdim. Şimdi burada ne var? Nedamet duyuyoruz. Eyvah diyoruz. Kadrini bilemedik, fırsat gitti. Gençler siz de ihtiyarlıyacaksınız. Fırsatı kaçırmayın. Sadece ihtiyarlar mı ölüyor? Gençler de ölüyor. Ölmemek için ancak bir ümit vardır. Ümit ve güven kalkacak. Tatmin olabilmek için Azrail ile arkadaş olacaksın. Sonra diyecek ki senin bu kadar ömrün var. Bu kadar yaşayacaksın. Veya sana Allah bildirecek öleceğin zamanı(Allah velilere bildirir). Veliler isterlerse dünyadan göçüyorlar. İstemezlerse göçmüyorlar. Veliler bilirler ama söylemezler. Sen şu kadar yaşayacaksın. Ben bu kadar yaşayacağım diye bildirmezler. Demek ki her genç olan ben şu kadar yaşayacağım diye hüküm veremez. Gençler gençliğinizi zayi etmeyin. Dünyayı sevmeyin. Dünya zevkine dalmayın. Dünya zevkine dalarsanız eğer, amel işleyemezsiniz. Amel işleyemediğiniz zaman fırsatı kaçırdınız. Ganimeti de kaybettiniz. Ama Allah'a şükür. Çok şükür. Bin şükür. Allah bizi müslüman hâlk etmiş. Tarîkatı nasip etmiş. Bugün çok müslümanlar var. Onlar tarîkatı bilmiyorlar. Onların nimetleri eksiktir. Bir de var ki tarîkatı inkar edenler var. Allah korusun onların da akibetleri çok kötü olacaktır. Çok feci olacaktır. Tarîkat Allah yolu. Peygamber Efendimiz Veysel Karani için buyuruyor ki, "Ümmetimin en hayırlısı, en büyüğü." İşte tarîkat O'nun yolu. Bizim tarîkatımız Veysel Karani Hazretlerinin yolu. İşte bunun bir nimet olduğunu bileceğiz, kıymetini bileceğiz. Evvelâ ahlâk-ı hamide sahibi olun. Peki bu sizin elinizde mi? Elinizde tabii. Elinizde değilse Allah sana niye emir vermiş. Say vermiş. İnsana yapamayacağı birşey emretmemiş. Nehyi de olsa, emri de olsa o yasaklardan kendisini koruyabilir. Emirleri yapacağını emretmiş. Allah sana irade vermiş. Say vermiş. Herşeyi sayla yapacaksın. O ahlâk-ı zemimeleri de zamanla tedricen tedricen azaltacaksın. Ahlâk-ı hamide sahibi olacaksın. O zaman Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi olacağız.
"Benim ümmetimin en hayırlısı ahlâkı güzel olanlar." "Benim ümmetimin en hayırlısı eliyle, diliyle başkalarını incitmeyenler." buyurmuştur.
Güzel ahlâk, çirkin ahlâk bize görünmez. Ama bunların semeresi, nimeti, belirtisi görünûr. Bir kimse ondan incinmiyorsa kırılmıyorsa, güzel ahlâk sahibi, onun iç alemi düzgün. İçinde kötü ahlâkları, kötü sıfatları atmış. Güzel ahlâk nasıl olacak? Şeriatımız olacak, tarîkatımız olacak. Hizmetimiz olacak. Hizmetsiz himmet olmaz. Hizmet eden himmet alır.
Evet evvela ahlâk-ı hamide sahibi olacağız. Onun için de kimseyi kıskanmayacağız. Hasetimiz olmayacak. Gurur da olmayacak. Kendimizi amelimizden dolayı, ahlâkımızdan, asaletimizden dolayı, ilmimizden dolayı üstün görmeyeceğiz. Kibirli olmayacağız. Kendimizi beğenmeyeceğiz. Kimseye kin tutmayacağız. Zaten şeriatımızda da tarîkatımızda da, insanı Allah'a sevdiren nedir? Allah'a sevgili kul olması için kulların ayıplarını görmemesi gerekir. Allah'ın "settar-ul-uyûp" sıfatı var. Yani ayıpları örten, setreden sıfatı var.
Bir de merhametli olması lâzım. Karşısındaki kim olursa olsun. İsterse akrabası olmasın veya tanıdığı olmasın. Hatta gayri müslim bile olsa eğer ona da acıyorsa güzel ahlak sahibidir. Çünkü onlar da açtır, çıplaktır veya hastalanmıştır. Ona da acımak lâzım.
"Yaradılmışı hoş gör, Yaradandan ötürü."
Adaletli olacak insan. Kimsenin hakkına tecavüz etmeyecek. Bağışlayıcı olacak, affedici olacak. Bu kadar insanın içerisinde bizi seven de var, sevmeyende var. İsteyen de var, istemeyen de var. Hürmet eden var, eziyet eden var. Bunların hepsini Allah'tan bileceğiz. Hürmet edenle etmeyeni bir tutacağız. Sevenle, döveni bir tutacağız. Zemmedenle, methedeni bir tutacağız. O zaman bizde kin olmaz. Bize eziyet edene buğuz edersek, o zaman ne olur? Affedici olmayız. Hâlbuki Allah için en makbul olanlar affedici olanlardır. Kendisi affedici olduğu için affetmeyi de seviyor Allah. Affedenleri de seviyor. Bunlar say ile. Bir insanda bir kusur gördüğün zaman onu birden atamazsın. O insandaki kusuru affetmek için diyeceksin ki onda bir kusur görüyorum. Bende yüz tane var. O zaman kimsede kusur aramazsın. Zaten "Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz." İrfan bir ilimse, kişide noksanını bilirse ilim sahibi odur. Bilmezse ilim sahibi değildir. İşte şeriatımızın gereği namazımızı, abdestimizi, ibadetimizi yapacağız. Haramlardan, şerlerden kaçacağız. Hayırlara bildiğimiz kadar koşacağız. Bunlar şeriatın gerekleri. Tarîkatımızda da hizmetlerimiz var. 24 saat içerisinde. Günlük zikrimiz var. Evvabin namazı var, teheccüd namazı var. Hatmemiz var. Bilhassa hatme, çok önemli. Âhirete hazırlanmak istiyorsanız, tarîkatta terakki etmek istiyorsanız, sağlam bir mürid olmak istiyorsanız, hatmeden daha büyük amel aramayın. Hatmeden büyük amel bulamazsınız. Bunları yaptınsa zaten hizmeti gördün. Himmeti kazandın. Bunları yapınca muhabbetin daha artar. Aşkın artar. Sevgi bağın kuvvetlenir. Allah'a şükür.
Sermaye bu yolda heman
Teslim ol şeyhine inan
Sıdk ile Allah'a dayan
Gör olur ihsan sana
Şeyh: Evliyaullah. Allah'ın kapısı. Bir insan bir haneye girdiği zaman veya kapalı yerde olan nimeti çoğaltmak için onun bir kapısı vardır. Kapıyı bulacak ki oraya gitsin. Evliyaullah da Hak kapısıdır. Evliyaullah'ı bulamayan Allah'ın kapısını bulamıyor. Cenâb-ı Hak "Sâdıklarla olun." buyuruyor. Sadıklar velilerdir. Onlar neden sâdık olmuşlar? Çünkü onlar şeriatı, tarîkatı yaşamışlar. Onlar günahı-sevabı, haramı-helali, hayrı-şerri tamamen tefrik etmişlerdir. Onlarda haset, kibir, gurur kalmamış. Hülasa olmuşlar Kâmil. İnsanlarda safiye makamı var.
Nefsin yedi tane makamı vardır. Bu makamlar birbirinden çok farklı.
1- Nefsi emmare: Ameli olmayıp da günahı olanlar. Günah-ı kebâir işleyenler(Büyük günahlar).
2- Levvame: Günah-ı kebairlerden geçmiş. Ameli olur. Namazı olur. abdesti olur. Namaz kılanlarda da yine haset, kibir, gurur olur. Ancak mülhimeye geçerse, bunlar azalmış olur. Küçülmüş olur. Herşey küçükten büyüyor. Herşey küçüle küçüle yok oluyor.
3- Mülhime: Kötü huylar yok oluyor, eriye eriye, küçüle küçüle yok oluyor. Birşey de büyüdüğü zaman küçükten büyüyor. Büyüyor, büyüyor, büyüyor.
4- Mutmayinne: İnsanın kalbi buraya geçince temizleniyor. Temizleyen ne oluyor? Cenâb-ı Hak buyuruyor. "Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur." Bunun belirtisi nedir? Sen hiç Allah'ı unutmuyorsan. Allah'tan başka senin kalbinde hiçbir şey kalmamışsa, senin kalbin mutmayinne olmuş. Daha sende gaflet yok. Kin de kalmaz. Kin, gurur, haset bunlar kalbi meşgul eden şeyler. Nefs-i mutmainneyi insan tarîkatsız geçemiyor.
"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam
Nefsim ile hem Rabbimi bilmişem
Mutmainne kal'asına girmişem
Gayette bir metin hisarımız var.
Mutmainne avam sınıfı değil, veli sınıfıdır. Velâyet makamıdır. Ama buradan sonra
5- Nefsi râziye
6- Nefsi marziye
7- Nefsi sâfiye var.
Evliyaullah sâfiye makamına ulaşıyor.
Olar rûh-u musaffadır
Musaffa: Sâfiye makamında. Sâfiye demek silinmiş bir aynadır. Ancak karşısına düşen cisimleri gösterir. Kendisini göstermez. Ama tozlu bir ayna sadece kendi cismini gösterir. Karşısına geçenleri göstermez.
Rûh-u musaffa demek: Silinmiş. Ne silinmiş? Mal sevgisi, evlat sevgisi, ilim sevgisi, amel sevgisi, cennet sevgisi hepsi gitmiş. Allah sevgisi ile beraber kalmış. Gönlün de Allah'tan başka birşey yok. Sâfiye makamı budur.
Olar rûh-u musaffadır ki cemü'l-ceme varmışlar
İşte sâfiye makamına ulaşanlar. Allah'tan gelen rûhu Allah'a ulaşıyor. Cemü'l-cem oluyor. Allah'ın varlığına ulaşıyor. Allah ile birleşiyor. Bu haktır, vardır. Madem ki "Herşey aslına rücu edecek." buyuruyor. Öyle ise bu ceset toprağa rücu ediyorda, rûh niye gitmesin. Gidecek. Ama ne ile gider? Vasıta ile gelmiş, vasıta ile gider. Bu vasıta meşâyih. Cenâb-ı Hak "ileyhin vesile." "Bir vesile arayın." Allah'tan geldiniz Allah'a gideceksiniz ama Allah'tan bir vesile ile geldiniz. Bir vasıta ile gideceksiniz. Bu da:
Çok çektim ise iftirâk
Kalmadı gönlümde merak
Aşkım bana oldu Burak
Görün beni aşk neyledi
Ahiri derviş eyledi
Derviş: Herşeyden geçmiş. Allah'tan başka birşey yok. İnsanların gönlündekileri silen ne oluyor? Allah sevgisi. O da mürşidsiz olmaz. İnsanların gönlündeki arzuları götüren ne oluyor? Allah sevgisi. Kalbinde Allah'tan başka arzu varsa, için başka, dışın başka oluyor. Cenâb-ı Hak:
"Olduğunuz gibi görünün. Göründüğünüz gibi olun." buyuruyor.
Bunlar çok çetin, çok kolay. Yapana kolay. Yapamayana çetin. Hâlbuki insanlara yapamayacağı birşey emredilmemiş. Ama bunlar inanca bağlı, itikata bağlı. İnanmak bir de inanılanı yaşamak. Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Allah'tan gelen ruhu Allah'a ulaştırmak için bu dört şey vasıtadır.
Bir defa şeriatsız tarîkat olmaz. İsterse Peygamber Efendimiz mürşidimiz olsun.
Kabiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin
İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti
Şimdi bu salona girmek için kaç kapıdan geçerek girdiniz. İşte bunların yolları birbirinin içinden geçiyor. Tarîkatın yolu şeriattan geçiyor.
Meşâyihe teslim olup, himmetini alırsak o zaman tarîkatı anlayabiliriz. Hak olduğuna inanacağız.
Sermâye bu yolda hemân
Teslim ol şeyhine inan.
Bizim irâdemize sayımıza bağlı olan şeriattır.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
3-Tarikattaki ihlas Meşâyih'e teslim olmaktır.
"Tarikattaki ihlas Meşâyih'e teslim olmaktır."
21.7.1992
Hoş geldiniz. Feyiz getirdiniz, nûr getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah feyzinizi artırsın. Allah nûrunuzu artırsın.
Feyiz: Allah sevgisi. Allah sevginizi artırsın.
Nûr : İbadetle, amelle olur.
Allah ibadetle, amelle nûrlandırsın.
Sizi buraya muhabbetiniz getirdi. Allah muhabbetinizi artırsın.
Günden güne derdim artar
Varsam Lokmâna Lokmâna.
Lokman: Mürşidimiz, tarîkatımız.
Bu bir evliyaullah kelâmı. Burada neyi ifade ediyor?
Zâhirde insan derdim artsın diye gitmez doktora. Derdinden kurtulmak için gider. Bu tasavvuf kelâmı. Manevî dert var bizde. Bu derdin artması gerekiyor. Artar, artar dert çoğalır. Neticede dert bunu bitirir.
Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatıdır. Buraya muhabbetle, iyi niyetle sohbete geldiniz, her bir insanın maddi manevî müşkülleri sohbette çözülür. Sohbette rahatlık vardır. Sohbette ferahlık vardır. Sohbet bir taraftan maddi sıkıntıları giderir. Bir taraftan da manevî dertleri yani Allah'a olan sevgisini, Allah'a olan inancını, Allah'a olan ihlâsını artırır. Biz Allah'a ne ile yaklaşacağız? İtaat, ibadet ve sevgi ile yaklaşacağız. İtaatsiz, sevgisiz Allah'a yaklaşılmaz.
Bir insanda, Allah korusun Allah sevgisi olmazsa, itaat etmezse, ibadet etmezse Allah'tan uzaklaşıyor. Uzaklaşınca karanlıklara düşüyor, mihnete, meşakkate düşüyor. Allah'a yaklaştıkça ferahlıyor, rahatlıyor, aydınlığa ulaşıyor. Bu da rûh ile oluyor. Ceset ne olacak? Ceset çürüyüp gidecek. Bizde önemli olan rûh, Allah'a itaat etmekle, ibadet etmekle, Allah'ı zikretmekle rûh Allah'a yaklaşır. Allah'ın göndermiş olduğu Kur'ân'a inanıp tabî olmakla, Allah'ın bize göndermiş olduğu Peygamberine inanmakla yaklaşır.
Bir müslümanın imanının tamam olması için Amentünün altı şartı var. Ama sadece inanmak değil, icraatını da yapmak gerekiyor.
"Amentü billahi" (Ben Allah'a inandım), Allah'a nasıl inanacağız? Allah gaibtir. Bütün görülen, görünmeyen bu kâinattakileri görüyor. Bir de dünyada görünmeyenler var. Sonra yerin altında da neler var. Allah neler halk etmiş... Biz sadece yeryüzünü görüyoruz. İlim yeraltında ve semâlarda neler keşfediyor! Ama ne kadar keşfetseler Allah'ın bildiği kadar bilemezler. Çünkü herşeyi, künhünü Allah'ın zatı bilir. Evet ilim vardır. Ama ilimden mana Allah'ı bilmektir. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Sizin bileniniz ile, bilmeyeniniz bir değildir."
Bilenle bilmeyen farklıdır. Ama bir kültür ilmi var. Bir de din ilmi var. Kültür ilminde tahsil yapılıyor. Doktora yapılıyor. Bunlar ilim adamı oluyor. Bir de din ilmi var. Önemli olan din ilmi. Kültür ilmi ne kadar olursa olsun. Kültür ilmi ile uzaya çıkarlar, Ay'a çıkarlar. Bunların ilimleri ancak dünyada. Bunları ilimleri, kurtarmaz cehennemden. Kurtulmak için "Lâ ilâhe illallah" diyecek, inanacak. Bütün İslâm'ın şartı da bunun içerisindedir. Evet İslâm'ın beş şartı var: Savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehadet. Dili "Lâ ilâhe illallah Muhammedür Resulûllah" diyecek. Ama kalbi de buna inanacak, imanla, ikrarla tasdiklenecek ki onda icraat olsun. Hak'tan âyan bir nesne yok. Bu nesnelerden aşikâr Allah ama gözsüzler göremiyor O'nu. Kim gözsüzler? Basiret gözünü açamayanlar. İnsanlarda basiret gözü var, kalp gözü var. Baş gözü var, Kalp gözü var. Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor: "Biz insanlarda dört tane göz hâlk ettik, ikisi başında, iki kalbinde." Bütün görünenlerden daha aşikâr Allah. Ama kime? Kalp gözü açılanlara. Eşya ayna olur. Buna insan ne ile ulaşır? Tarîkatla. Tarîkat olmazsa hakikate geçemez. Tarîkatın da sadece sûretinde kalmayacak. Onun da özüne geçmek lâzım.
Tarîkat kelâmı:
Söz ile her kalbe doğmaz ledünnî
Bütün azaların dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri Bahr-i Nîl olmayınca
Ledünnî İlmi: Bâtın ilmi demek. Bâtın ilmi kalbinden açılırsa, bir insanın kalp gözü de açılır. Kalp kulağı da açılır. Kalp gözü açılanlar aşikâr görür.
Onun için ne diyor:
Dertli bilir dertli hâlinden
Demek ki insanların baş dili var. Kalp dili var. Baş kulağı var. Kalp kulağı var. Bunlara inanmak lâzım. Eğer bir insan tarîkatı yaşarsa hakikate geçer. Hakikate geçemeyince bu sıfatları elde edemez.
Tarîkatın yaşanması için tarîkatın dört şartının elde edilmesi lâzım. Bir de tarîkatı yaşamak için mürşidini kendine örnek edineceksin. Her hareketini, her sözünü, her işini örnek edineceksin. İşte "Râbıta" budur. Bizim tarîkatımız râbıta tarîkatıdır.
Râbıta-yı hayâl: Mürşidini hayal etmek. Nasıl hayal edeceksin? Yediğini hayal edeceksin. İçtiğini hatırlayacaksın. Konuştuğunu hatırlayacaksın. Hayal edeceksin. Mümkünse çay içtiğin zaman şeyh efendinin içtiğine benzeteceksin çayı. Yemek yediğini görmüşsen O'nun yediği gibi yemeğe çalış. Namaz kılarken onun kıldığı gibi kılmaya çalış ki işte bu insibah oluyor. "Râbıta-yı hayal" oluyor. Sonra hayalden nakşa geçiliyor. Kendini O'na benzetmeye çalışa çalışa bir de bakıyorsun ki sen O olmuşsun. O da sen olmuş. Şeyh Efendim çayını şöyle içiyordu diye çayı içe içe birgün de bakıyorsun ki sen içmiyorsun çayı O içiyor. Bunlar haktır. Vallahi haktır. Billahi haktır. Bizde râbıta çok önemli. Râbıta ise ikidir:
1- Râbıta-yı nakş-ı hayal.
2- Râbıta-yı nakş-ı cemâl
"Râbıta-yı nakş-ı hayal" bizim irademizde. Bizim emrimizde. Ama "Nakş-ı cemâl" O'ndan doğacak. Biz elimizde olan hayâlî yapa yapa bir meleke meydana geliyor. Sıfat meydana geliyor. Nasıl ki Mecnun "Leylâ Leylâ " diye diye kendisi olmuş Leylâ. Eşya olmuş Leylâ. Madem ki Allah bize bunu nasip etmiş. İnandık yaşayalım. Yaşamadan inancımıza ulaşamayız.
Şeriat da böyle. Tarîkatıda böyle yaşamak mecburiyeti vardır.
Şeriatta "Edille-i Şerriye" vardır. Yaşamak mecburiyeti vardır. Tarîkatta da tarîkatın şartları var. Eğer tarîkatın şartlarını yaşıyorsan sendeki kötü ahlâklar zamanla silinip gidiyor.
Kelâm-ı kibâr:
Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel
Gül açıldı baharistana gel gel
Marîz isen belâ bahrinde kalma
Tabîb-i hâzıkı Loman'a gel gel
Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sadef ol lu'lu-i mercâna gel gel
..... .....
Dil ile göz kulak kapılarını
Kapayıp sohbet-i cânâna gel gel
Gözünle yasaklara bakma. Kulağınla maleyanı dinleme, gıybet etme, çalgıları dinleme.
Sohbet-i Cânân: Evliyaullah'ın sohbeti. O'nun sohbetine gelirsen, O'nun sohbetini dinleye dinleye cismin zubûrları erir. Bir balı ateşe koyarsanız onun mumu erir. Ateşi görünce eriyen mum çıkınca o zaman sâfi olur.
Bir yağ erimeden onun içindeki maddeler sâfi olmuyor. Sohbet de bizim kötü huylarımızı (zubûrları), 79 kötü ahlakımızı gideriyor. Şeriatta da bunlar gider mi? Gider ama esas önemli olanları gitmez. Bir âlim olur onda da küfür olur. Meselâ bir kimseyle küstüğü zaman barışmak istemez. Bir kimseden eziyet görünce onu affetmek istemez. Haseti az da olsa vardır. Âlimlerde, abidlerde vardır. Ama ne zaman bir evliyaullah'ın sohbetini dinlerse,
Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sadef ol lu'lu-i mercâna gel gel
Sohbet dinlerken sohbet onu öyle yoğurur ki onda daha ham madde bırakmaz. Zubûrları yok eder. O zaman safileşir. "Sâfiye" makamına ulaşır. İnsanlar için en yüksek makam "Sâfiye makamı." Demek ki safileşmiş. Her şeyi atmış, iç aleminden her şeyi çıkarmış, Allah'tan başka birşey kalmamış.
Ama say etmeden olmaz. Allah'ın fazlı, tevhidi say ile. Say eden ulaşıyor. Ama say da bir noktaya kadar. Yolumuzun birçok zahmetli yerlerini uzun mesafelerini, dağlarını, tepelerini aşacaksın. Senin bir sevgilin var oraya ulaşmak için birkaç vasıtaya bineceksin. Karayolunda arabaya bineceksin. Deniz yolunda vapura bineceksin. Dağ yolunu uçakla geçeceksin. Ne oldu? Tamamen yaklaştın kapısına. Ne oldu? Kapı açılmaz, kapının açılmasını bekleyeceksin. Kapının açılması için de bütün say'ını, ilmini, amelini, çalışmanı yok edeceksin. Yok edeceksin ki o kapı açılsın sana. İşte bak, şeriatta bir amel var. Tarîkatta da bir amel var. Tarîkattaki amel şeriattakinin üstüdür, muhafazasıdır. Şeriatın ameli sekiz ayarsa, tarîkatın ameli yirmidört ayar gibidir. Onun için tarîkatı olmayanda ihlas olamaz. İhlas diye bilinen şey yine ihlas değildir. Tarîkattaki ihlasla şeriattaki ihlas değişiyor. Tarîkattaki ihlas meşâyihe teslim olmaktır. Her ameli ona teslim etmektir. Sen O'nun bir aletisin. O seni hareket ettiriyor. Allah'a teslim olduğu gibi bir insan meşâyihe de öyle teslim olacak.
Bize herşey Allah'tan geliyor. Hastalık, iyilik, sefâlar, cefâlar hepsi Allah'tan geliyor. Biz de Allah'tan geldik. Allah'a gitmek için de bir vasıta lâzım. Nedir o vasıta? Meşâyih'tir, Allah'a giden vasıta. Sen şimdi karayolu ile denize ulaştın. Vapura binmezsen denizde yürümen sana ne fayda verecek ki. Gidebilir misin? Seni vapur götürür. Öyle ise.
Sermâye bu yolda hemân
Teslim olup şeyhine inan.
Bütün amellerinle, sıfatlarınla ona teslim ol. O bir vapurdur. Bineceksin vapura o seni götürecek. Vapur denizin vasıtasıdır. Evliyaullah da Allah'ın vasıtasıdır. Allah'tan gelen kulu Allah'a götürüyor.
Allah bize büyük ihsanda bulunmuş. Yoksa bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Bu kadar insanlar var. Ne yapıyorlar? Nerden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Ne iş yapıyorlar? Hiç bir şeyden haberleri yok. Hâlbuki insanların çalışmasında da, yemesinde de, giyinmesinde de, yaşamasında da ibadeti var. Aile efradında bir görevleri var. Ama bunlar dünyadan bîhaberler.
Kelâm-ı kibâr:
Kande gelir yolun senin?
Ya kande varır menzilin
Nerden gelip gideceğin,
Anlamayan hayvan imiş.
Ey insan! Sen nerden geldin? Nereye gideceksin? O zaman sen hayvan gibisin. Hayvandan ne farkın var? Allah'tan geldik. Görevimiz O'nu tanımak, O'na şükretmek, O'na itaat etmektir. Bizim kurtuluşumuz ancak fikir, zikir, şükürle.
Şükür: Rabbımıza çok şükredeceğiz. Vermiş olduğu sıhhate, yiyeceklere, nimetlere şükredeceğiz. Bilhassa, Allah bizi müslüman halk etmiş, buna şükredeceğiz. İnsanlar yediğinden, içtiğinden, kullanmış olduğu eşyadan, giyindiği eşyadan sorumludur. Nefesinden sorumludur. Bu sorumluluktan nasıl kurtulacağız? Rabbımıza şükretmekle, Rabbımızı zikretmekle kurtulacağız. Nimetimize de o zaman ulaşacağız. Nimetimiz Allah'a ulaşmaktır. Burada:
Şükür var, Fikir var, Zikir var.
Bir bardak içtiğimiz suya şükredeceğiz. Bir bardak suyu içmediğimiz zaman susuzluktan ölürüz. Bir bardak suyun şükründen aciziz. O hâlde bunca nimetlerin hangi birinin şükrünü edâ edeceğiz. Ama Allah'a olan kulluğumuzu yaparsak, bu nimetlerin şükrünü edâ etmiş oluruz. Bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen birçok nimetler var ki bilemiyoruz; göremiyoruz. Bu nimetlerin şükrü ile mesulüz, sorumluyuz. Bu nimetler bizim için hem şikayetçidir, hem de şefaatçidir. Eğer biz Allah'a kulluğumuzu yaptıysak şikayetçi olmazlar.
"Allah, kulları için sayısız nimetler halketti. Kullarını da kendisi için halketti." Demek ki biz Allah'a kulluğumuzu yaparsak bu nimetlerin hepsi bizim için şefaatçi olurlar.
Bu yediklerimiz, içtiklerimiz hepsi Allah'ı zikreder. Allah'tan gafil olan insanlardır. Allah'tan çok ayık olan insanlar da vardır. İnsanlar Allah'tan ayık olursa bütün nimetler ona hizmet etmiş olur.
Bir nimeti Allah'tan ayık olan bir kul yediği zaman o nimet Allah'a dua ediyor. Yarabbi diyor: "Ben bir nimet idim. Bu kulun beni yedi onu affet." "Çünkü beni yedi, zikrediyor. Sen bunu affet" diyor. Allah da affediyor. Yiyecek bize şefaat etmiş oluyor.
Yediğimiz yemeği gafil yersek o zaman ne oluyor? O yenen nimet diyor ki: "Yarabbi ben bir nûr idim. Bu kulun beni yedi. Zulmete garketti. Seni zikretmiyor. Mutazarrır oluyorum. Benim hakkımı bundan al." Şikayetçi oluyor nimetler, onun için.
Şükür bütün nimetleri artırır. İnancımızı yaşarsak şükrümüzü edâ etmiş oluruz. Onun için bir bardak suya, bir lokma yiyeceğe şükredeceğiz. Madem ki beşeriz. İhtiyacımız var. İhtiyacımızı gidermezsek perişan oluruz. En fazla ihtiyaçlarımız: Yemek, içmek, soğuktan sıcaktan korunmak. Bunlar da nimet değil mi? Her şey için çok şükredeceğiz. "Bir bardak suya bile lâyık değilim. Sen bunu nimet olarak hâlk etmişsin. Bu nimeti bana şefaatçi et. Benden şikayetçi etme" diyeceğiz. "Bu yemeği yedim. Sana şükretmeği, sana zikretmeği nasip et" diye dua etmemiz lâzım.
Bir de fikir sahibi olmamız lâzım. Fikir sahibi olmazsak Allah'a giden doğru yoldan saparız. Allah'a giden doğru yol nedir? Allah'a inanmak. Peygambere inanmaktır. Kitaba ve sünnete inanmayanlar Allah'a giden yoldan sapıyorlar, yanlış yola gidiyorlar. Helâk olup gidiyorlar. Onun için her sözümüzü düşünerek konuşalım. Rastgele konuşmayalım. Nefisten gelen konuşma, bize yasak olan sözü söyletir. Kitaba-sünnete uymayan şekilde konuşturur. "Tarîk-i müstakîm"den kaydırır.
Allah yolu: Kitap-sünnet yoludur. Evvelâ Peygamber Efendimizin sünnetini işleyelim ki Allah yolunu bulmuş olalım. Resulullah'a yaklaşmak sünnetle oluyor. Sünneti işlersek Allah'a giden yolu bulmuş oluyoruz. Onun bu yolundan kaymamak için her sözümüzü kitaba, sünnete uydurarak konuşacağız. "Bu sözümüz faydalı mıdır? Zararlı mıdır? Kitaba sünnete uyuyor mu? Bu sözümüz şeriatımıza, islamiyetimize aykırı mıdır?" diye düşünelim.
Zikir: Allah'ı unutmamaktır. İnsanlarda ayıklık budur. Ayık olan insan hiçbir tehlikeye, zarara uğramaz. Bunu ne ile elde edeceğiz? Bir insan "Lâ ilâhe illallah" der ama dilindedir. Kalbi ile başka birşeyler düşünüyor. Salâvat getiriyor ama dilinde. Kalbinde başka bir şey düşünüyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak: "Biz insanların kalplerine nazar ederiz" buyuruyor. "Biz insanların boylarına, soylarına, güzelliklerine, zenginliklerine bakmayız. Ancak kalplerine bakarız" buyuruyor. İşte zikir nedir? Kalbimizi Allah ile meşgul etmektir.
Ne kadar Allah'ı zikredersek o kadar yaklaşırız. Günlük yaşantımız içerisinde gafletimiz mi çok ayıklığımız mı çok. Allah'ı unutuyor muyuz? Unutmuyor muyuz? Bunun sayı'nda, bulunmak lâzım.
Ne zaman ki sen 24 saatini zikirle doldurdunsa, bu sürede hiçbir nefesin boş geçmedi ise, o zaman sen işte ârif oldun.
Bil şeriat emr-ü nehyi bilmek imiş ey gönül
Hem tarîkat râh-ı Hakka gelmek imiş ey gönül.
Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül.
Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Marifet en yüksek derece, en yüksek makam. Bir saniye Allah'ı unutmayacak ki o marifet sahibi olsun. Artık kendi varlığı yok oluyor. Allah'ın varlığı onda tecelli ediyor. Bu nimete say'ımızla, şeriatımızla, tarîkatımızla, hakikatımızla, marifete ulaşıyoruz. Allah'a şükür.
Hubb-ü dünya bizi sarhoş eylemiş.
Var mı onun gibi rindi gallaş
Kalbimizde dünya muhabbeti olursa bunlara ulaşamayız.
Vücut göstermeyen düşmanlar vardır. Bunlar manevî düşmandır. Bunlar nelerdir?
1- Dünya muhabbeti: Dünyayı sevmek bizi helâk ediyor. Allah'ı hatırlatmıyor.
2- Şeytanın bize vesvese vermesi. O da bizim düşmanımız.
Onun için de bir say'ımız olacak. Gönlümüze gelen birşey şeytandan mıdır? Hak'tan mıdır? Onu nasıl bileceğiz? Gönlümüze gelen birşey hayır ise, amel ise, Allah'ın emri ise o Hak'tandır. Gönlümüze gelen şey Allah'ın yasakları ise, haram ise, şer ise o da şeytandandır. Bunu da bileceğiz. Şeytandan mıdır, Hak'tan mıdır? Hak'tan olanı yapacağız. Şeytandan olanı yapmayacağız.
3- Nefsin arzuları: Bu da nedir? Yine Allah'ın, kitabın yasakladığı arzulardır. Meselâ nedir? Hanımların tesettürü. Allah hanımlara tesettürü emretmiş. Örtünün demiş. Örtünmemiş bir hanım ne oluyor? Şeytan'ın sözünü tutuyor. Örtünen hanım ne yapıyor, Allah'ın emrini tutuyor. Şayet o hanımın bir baskısı varsa, bir devlet baskısı var da açıyorsa, o şer işlemiş olmuyor. Ama nasıl olacak? Devlet memurudur. Daireye gittiği zaman açar. Daireden çıkınca örter.
Veya ev hanımı. Ama beyi vuruyor, kırıyor, dövüyor. Başını açacaksın diyor. O da açarsa eğer mesul olmaz. Çünkü vuruyor, dövüyor. Eğer ayrılması mümkün ise, boşanmak da hak. Fakat bu zamanda bu da çetinleşmiş. Şeriatımıza göre, kitabımıza göre iki şahitle nikâh bağlanıyor. İki şahit yanında da ben istemiyorum dediği zaman hakime, dâvâya, mahkemeye ihtiyaç kalmıyor. Ne kadar kolaylık, Allah'ın emirlerinde ne kadar kolaylık var. Evlenen kimseler birbirlerini istedikleri zaman imamın ve iki şahidin yanında tamam. Nikâh bağlanıyor. Beş dakikanın içerisinde oluyor. Nikâhın bozulması bir anda olur. Hanımdan bozulmaz, erkekten bozulur. Hanım on defa dese ki ben seni istemiyorum. Boşanacağım dese boşanamaz. Ama nikâh akti sırasında şart koşulmuş ise kadın da boşayabilir. Erkek bir defa deseki ben seni istemiyorum. Boşadım dese tamam. Onun için manevî düşmanlarımızı bilelim kendimizi koruyalım. Şeytan'dan korunmak için Allah bize silah vermiştir. Bu da salavat-ı şerife. Besmele-yi şerife. Bir de gönlümüze gelen yasaklar vardır. Onları biliyoruz. Bu yasakların şeytandan yana olduğunu düşünüp işlememek lâzım. Birde nefsimizinin arzularını terketmek lâzım. Büyük düşmanımız da budur. Nefsî isteklerimiz.
Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezb eder nâre
Bir hanım nefsinin arzusu ile başını açıyorsa şeytanın emrine uydu.
Büyük düşmanı olan nefsi kendi arzu etmiş olduğu bu arzuyu işliyorsa onu ateşe götürüyor, nâra götürüyor.
Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezb eder nâre
Cehdet ki bulasın sen sana çâre
Ellerin ayıbını gözleme gardaş
Kimseyi de hor görmemek. Evet sen tesettürünü yapıyorsun, namazını kılıyorsun ama bunu yapmayanları da hor görme. Bilinmez. Belki onunki de zâhirî bir tuzaktır. Çevresine karşı, ailesine karşı. İşte bir de var ki büyük makam sahibi. Beyi hanımının örtünmesine müsaade etmiyor. Haydi gideceğiz beraber. Başın açık gezelim diyor. Eğer gitmese bu sefer ne yapıyor? Dövüyor, vuruyor. Ayrılmaya kalkıyor. Ayrılınca çocukları var. Çocuklar perişan oluyor. Bunlar hep sorun. Şimdi bu zamanda bir hanım kendi arzusu ile başını açarsa ne oldu? Nefsinin arzusuna uydu. Gideceği yer ateştir. Eğer kendi nefsinin arzusu değil de bir mecburiyet karşısında. Devlet memuru. Onu atacaklar dışarı, geçimini sağlayamayacak veya uzun boylu emek vermiş olduğu hizmeti var, ordan ayrılırsa hakkı yanacak. Ne yapar bu şimdi? Daireye gittiği zaman başını açar. Daireden çıktığı an başını örter. Onun ötesinde komşusuna gider örtünûr. Çarşıya gider örtünûr. Ama dairede açar. İşte o zaman mesul olmaz. Çünkü orada bir mecburiyet var. Ama onda da yine bir üzüntüsü olacak. Müteessir olacak.
Demek nefsî arzular böyle. Namaz kılmıyor. Nefsi istemiyor. Nefsine ağır geliyor. Namaz kılmasını kendisi istemiyor. Bu onun için büyük bir zarar. Bu onu ne yapacak? Ateşe götürecek. Allah'ın emirleri var. Yasakları var. Allah'ın yasakları günahlar. Emirleri de ibadetler. Bir insan günahı işlemekle Allah'a isyan etmiş oluyor. Emredilen ameli işlemezse o da isyan etmiş oluyor Allah'a. Bunlar nerden doğuyor? Kendi nefsi arzularımızdan. Başka kimselerden namazı kılma diyen var mı sana? Yok. Başını örtmeyeceksin diyen var mı? Yok. Eğer diyen varsa o başka. Sana kim başını örtme diyor? Onun yanında açarsın, onun haricinde örtersin. Kim senin namazını kılmaya mani oluyor? Onun yanında kılmazsın onun haricinde kılarsın. O senin polisin değil. 24 saat başında beklemeyecek.
Demek ki dört tane manevî düşmanımızdan :
1- Birincisi dünya sevgisi.
2- İkincisi kendi nefsi arzularımız. Gayrı meşru arzular.
3- Üçüncüsü şeytanın bizim aklımıza getirdikleri.
4- Dördüncüsü de günah işleyen, isyan eden arkadaşımız.
Bu kişi kardeşin bile olsa. Akraban dahi olsa. Niçin? Seni dost olarak yasak yerlere götürüyor. Sana günah işletiyor. Şeytandan, cinden kurtulmak kolay. Salavat çekerek, besmele çekerek onlar senden uzaklaşıyor. Hatırına getirince senden uzaklaşıyor. Yasak işlemiyorsun.
Ölümü düşünsek, kabir korkusunu düşünsek dünyayı sevmeyeceğiz. Demek ki biz ölümü düşünmüyoruz. Kabir korkusu çekmiyoruz. Onun için dünyayı seviyoruz. Ahiretten korkan, Allah'tan korkan dünyayı sevemez. Ölümü düşünûrsen, cehennemi düşünûrsen dünyadan soğursun. Bundan da böyle kurtulursun.
Nefsin arzularını da "Bu beni ateşe götürüyor." diye düşünüp terk edebilirsin.
Ama bu yaramaz insandan nasıl kurtulacaksın? Ondan sen kaçacaksın. Bazı insanlar var ki bir çevresi var. İşlemiş olduğu günahı da biliyor ama kurtulamıyor. Bunun kurtuluşu var. O çevreyi, o arkadaşları değiştirmesi lâzım. Değiştirmiyorsa o arkadaşlarından uzaklaşacak. Onlarla gitmeyecek. Mazeret gösterecek. Hastayım diyecek. Şuram ağrıyor, buram ağrıyor diyecek. Bir başka sefer önemli işim var. Bir başka sefer başka birşey söyleyerek onlardan kurtulur. Demek ki imkansız birşey yoktur. Herşeyin bir çaresi vardır.
Bir de insanların kendi alışkanlıkları vardır. Onu da şöyle terk edebilir, parmağını ateşe tutsun.
Bugün parmağı bu ateşe dayanamıyorsa yarın bütün vücudunun yanacağını düşünmeli. Başlangıçta bu alışkanlığı terk etmek zordur. Ama iki gün, üç gün, bir hafta çalışmalı, atmalıdır kusuru. Bir de alışmamış olduğu birşeye alışması çetindir. Bu başlangıçtadır. Bir, iki, üç gün derken bir hafta sonra ona da alışır. O da biter. Meselâ başörtüsü. Evet örtmemiş başını, alışmamış. Ama cihat yapacaksın. Allah'tan korkarak çalışacaksın. Bir müddet zahmetini çekersin, sonra alışırsın zahmeti bitti.
Cenâb-ı Hak her kârı, her zararı insanların sayına bırakmış. Maddî-manevî, zâhir-bâtın zararları bırakmış bize. Ama maddi zararları biz kendi sayımızla yapmıyoruz. Bütün say'ımızı kâr için sarfediyoruz. Zarar Allah'tan geliyor. Ama bu neyin zararı? İnananlar için bu insanlar burada olsun olmasın. Böyle. Manevî zararları insanlar bile bile işliyorlar. Bu zararı göremiyorlar. Ama bir gün karşısına çıkacak bu zarar o insanların. Onun için "İnsanlar hüsrandadır." buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bu zarar amelsizlik. Âhiret zararı bu zarar. Dünya zararı değil. Dünya zararı bizim için kârdır.
Dünya zararı âhiret kârını kazandırır. Buna sabredersek âhiret için kâr oluyor. Ama esas zarar âhiret zararıdır. Bunu her inanan biliyor. Bile bile işliyor. Göremiyorlar. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
"İnsanlar zarardadır. İnsanlar uykudadır. O zararı göremezler. Ölünce ayılırlar. Ölünce o zarar onların karşısına çıkar."
İşlediğin günahlar ölünce karşına çıkacak. Daha ondan kaçamazsın. Yüz çeviremezsin.
Bu garip illerde kalma avâre
Can bedende iken kıl buna çâre.
Sen bu dünyaya ahireti kazanmak için geldin. Avâre kalma. Sağ iken, hayatta iken bunun çaresine bak.
Sonra ısırdırlar seni çok semm-i mâre.
Mâr: Yılan
Yılanlar ısıracaklar. Nerde? Kabirde. Seni kabirde yılanlar ısıracak. Gözlerinden yaş yerine kan akıtsan kurtulamazsın.
Peygamber Efendimiz'in de haber verdiği gibi kabir azabı vardır. Kabir azabı ne ile olacak? Yılanlarla. Ateşten yılanlar sarılacak, yiyecek, insanı ısıracak. Kabir hayatına inanıyoruz. Ama hayal gibi geliyor. Bunu rûhumuz görecek. Herkes rüya görüyor mu? Görüyor. Bazan da korkunç rüya görünce hastalanıyor. Gördüğü korkunç rüyadan dolayı bir dert sahibi oluyor. Ancak uyanınca o rüyadan kurtuluyor.
Tıpkı dünya hayatı da âhiret hayatına karşı bir rüyadır. Rüyayı gördü uyandı. Şükretti rüyaymış dedi. Dünyadan insanlar âhirete gidince, yapmış olduğu günahların cezasını orda çekecek. Bu hakikattir. Dünyada yapmış olduğu ibadetin ve amellerin de mükâfatını orda görecek. Dünya hayatına önem vermeyeceğiz. Ancak dünyada açlık, çıplaklık bir ihtiyaçtır. Bu düşünülecek. Bu yerini bulacak. Açlık çıplaklık giderilmezse sağlığımız olmaz. Sağlığımız olmazsa amel işleyemeyiz. Öyleyse ihtiyaçlarımızı gidermek için de çalışmak lâzım.
Ne buyurulmuş:
Hevayı hevesten ayık olmadım
Asla bir amele fâik olmadım
Esrâr-ı pirime lâyık olmadım.
Pirimizin esrarlarına lâyık olmak için hevâyı heveslerden geçeceğiz. Yani boş arzulardan. Dünya arzuları boştur.
Bırak bu masiva ile hevâyı
Pirî Sami gibi bul rehnümâyı
Delil eyle o zâtı evliyâyı
Bu berzah alemini geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen.
Berzah âlemi: Dünya Bekâ gülşanı: Ahiret
Peygamber Efendimiz buyurmuyor mu? "Dünya müminin zindanıdır." Ama dünyayı sevenlere zindan değildir. Sevmeyenlere zindandır. Buradan kurtulmak istiyorsa ve kurtulamıyorsa, kurtaran birisini bulacak. Bir evliyayı delil eyleyecek. İnsan bir karanlıkta kalınca ne taraftan çıkacağını bilemez. Birisi gel elimi tut dese hemen ona yapışır.
İşte bu berzahtan kurtulmak için delil eyle o zatı evliyayı. Bir evliyaullahın elinden tuttuğumuz gibi, peşinden gideceğiz.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
4-Tembellikten de korkalım.Korkaklıktan da korkalım. Allah'a sığınalım
"Tembellikten de korkalım.
Korkaklıktan da korkalım. Allah'a sığınalım."
7.7.1992
Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür. Hastalık bizim için nimet imiş. Sağlık bize Allah'ı unutturuyorsa, hastalık da Allah'ı hatırlatıyorsa, hastalık bizim için daha iyidir. Allah'ı zikreden hasta vücut, sağlam vücuttan hayırlıdır. Müslümanın sıkıntısı müslümanın kamçısıdır, Allah'a sığındırır. Allah'ın azametine sığınırım. Pirimin de velâyetine sığınırım.
İnsanlar Allah'ı ilme'l-yakîn bilirler. Ayne'l-yakîn bilirler. Hakke'l-yakîn bilirler. İlme'l-yakîn bilenler, Âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'in manasını anlayanlar; Hadis alimleri. Ayne'l-yakîn; âbidler bilerler. Hakke'l-yakîn; âşıklar bilirler.
Bu cemaatimiz içerisinde olmayanlar arasında daha âlim kişiler, daha zengin kişiler veya daha fakir kişiler var. Fakat onların zenginlikleri, ilimleri kendini perdelemiş. Zengin olup da dünyayı istemeyen zor bulunûr. Çünkü insanlarda nefis var. İnsanlar dünyayı çok istiyorlar. Herşey makineleşmiş. Herşey modernleşmiş. Ama Allah'a şükür bizim cemaatimizin Allah'a bir itikatı var ki, Cenâb-ı Hak hidayet etmiş. Velilerini, sevdiklerini sevdirmiş. Allah'ın bize en büyük lutfu, ihsanı râbıtamızdır. Meşâyihimizi sevmek, meşâyihimize inanmaktır.
Çünkü niçin:
Gönlüme nakşoldu hubb-u cemâli
Meşâyihimin yüzünün sevgisi, gönlüme işlendi diyor.
Terk eyledim cümle hep kîl u kâli
İnsanların ne varsa kalbinde var. Kalbine gelen diline geliyor. Kalbine gelenin icraatına geçiyor.
Kîl u kâl: Dünya arzuları
Bunları terk etmiş. Neden terk etmiş? Evliyaullah'ın sevgisi onun gönlünde. Bu sevgi gönlünde tecelli etmiş. Herşeyi gönlünden atmış.
Dünya perestlerin çok ise malı
Bizim de İmam-ı zamanımız var
İmam-ı zaman: Meşâyih.
Dünya perestlerin malı, mülkü çok ama benim de mürşidim var.
Hak ile sevdiğimin var mı vebali
Allah için sevilen birşeyin vebali olmaz. Nefs için sevilen ne olursa olsun ağyardır. Fitnedir. Allah için sevilen birşeyi Allah size nasip etmiş. Bu sevgiyi muhafaza etmek lâzım. Bu muhabbettir. Nerden geliyor. Şeyh Efendimizin iki kaşının arasından gelen ilahi feyiz, Allah sevgisidir. nûrdur. Baş parmağımız kalınlığında. Ama insan bu sevgiyi büyütebiliyor. Kocaman ağaç bir çekirdekten meydana geliyor. Çekirdek ufacık birşey ama büyüye, büyüye ulu ağaç oluyor. Bizim kalbimizdeki cüzî muhabbet te büyür büyür. Kalpte büyür. O çekirdekten büyüyen ağacın çekirdeğini bir diken var. İnsanlardaki cüzî muhabbet büyüye büyüye küllî muhabbete ulaşıyor. Cüzî muhabbet bir katredir. Küllî muhabbet deryâdır. Kara topraklarından kaynayan sular, nehirle birleşirler. Denize ulaşmak isterler. Nehire karışmayan su deryâya ulaşamaz. Deryadan mânâ Cenâb-ı Hakk'ın zatı. Nehirden mânâ evliyaullahtır. Kaynak suları insanlar. Evliyaullahı tanıyanlar deryâya ulaşırlar. Parmağımız kalınlığında olan su nehire karışırsa deryâyı buluyor da, daha kalın akan su nehire karışmadığı için deryâyı bulamıyor. İlminden amelinden geçemeyenler teslim olamıyorlar. Deryâya ulaşmak için hizmet yapacağız. Hizmet nedir? Günlük amellerimiz. Ayrıca tarîkatımıza uygun davranışlı olmak. Tarîkatımıza uygun kıyafet giyinmek. İnsanların cüzî iradesi küllî iradeye ulaşınca kalbine Allah'tan başka birşey gelmez. Hak ile Hak olmuştur ki:
Hak ile Hak olanlara
Kendi özün bilenlere
Dost yolunda ölenlere
Kan bahası dinar olmaz
İnsanlar Allah'ı hiç unutmazsa, bir nefes dahi unutmazsa, işte o zaman Hak ile Hak olur.
İnsanlarda sûret var, sîret var.
Sûret: Dış. İnsanların görünen tarafı.
Sîret: İnsanların kalbinin içerisinde görünmeyen varlık vardır. O kalp kaypaktır. O kalpte bir hükümdar var. İnsanların kalbinin sağ köşesi var. Sol köşesi var. Sağ köşesinde "İlham" isminde bir melek hâlk etmiş Cenâb-ı Hak. Bir görevli var. Zâhirde, şeriatta bu böyle. Madem ki biz hakikatız. Var olup da bildirilmesi için. Kalbimizin sol köşesinde de "Vesvas" isimli şeytan hâlk etmiş. İşte insanların kalbine gelen o hayr şeyleri İlham adlı melek atıyor. O Hak'tan. Kötü şeyleri de Vesvas isimli şeytan atıyor. O da şeytandan. İşte burada bize madem ki Cenâb-ı Hak akıl vermiş, irade vermiş. Aklımıza gelen birşeyi düşüneceğiz. Düşündüğümüz şey melekten mi? Şeytandan mı? Kitap ve sünneti düşüneceğiz. Gönlümüze gelen düşünce kitap ve sünnete uyuyorsa fiiliyata getireceğiz, değilse terkedeceğiz.
Diyeceksiniz ki bu zamanda kitap ve sünneti biliyor muyuz? On da birini bilsek de işlesek kurtaracağız. Çünkü Peygamber Efendimiz buyurmuştur. "Benim zamanımda yaşayan ümmetim Allah'ın emirlerinin onda dokuzunu işleseniz birini işlemezseniz helâk olursunuz. Ama öyle bir zaman gelir ki ümmetimin içinde onda birini işliyenler kurtulur."
Gönlümüze gelen Hak'tan mıdır? Şeytandan mıdır? Düşüneceğiz. Bunu kitap ve sünnete göre değerlendireceğiz. Bizim kitap ve sünnetimiz meşâyihimiz. Bazı hocalar faiz haramdır, yemeyiniz der. Kendisi yapar. Hile-i şeriye getirir. Bazı insanlar vardır ki bize yanlışı gösterir. Onun için bizi aldatmayan meşâyihimizdir. Eteğinden tutacağız. Meşâyihler bizi aldatmaz. Onlar nasıl yaşıyorsa biz de öyle yaşayacağız. (Nasıl yiyor, nasıl konuşuyor.) İşte o zaman kurtuluruz.
Bırak bu masivâ ile hevâyı
Piri Sami gibi bul Rehnümâyı
Delil eyle O zât-ı evliyâyı
Bu berzah âlemini geçmek dilersen
Bekâ gülşânına göçmek dilersen.
Berzah alem: Dünya Mâsivâ: Boş arzular Reh nümâ: Yol gösteren
Bekâ gülşânı: Çok safalı bir yer, gül bahçesi, çiçekler, yeşillikler, güller çok zevkli, safalı bir yer.
Dünyayı sevmeyen bu karanlıktan çıkacağını biliyor. İnandığı için, dünyanın meşakkatlerinin, mihnetlerinin biteceğini biliyor.
Ama bir de var ki gafletinden dolayı çok sevdiği dünya ona ışıklı görünüyor. Aydınlık görünüyor. O da karanlıkta olduğunu bilmiyor. Karanlıkta olduğunu bilip de sevmiyorsa onun da bir aydınlığı vardır. Karanlıkta olup da aydınlığı, lüksü arıyorsa onun da bir karanlığı vardır.
Berzahda kalır ermez ise bu garib insan
Envâr-ı Muhammed'le enfâs-ı Mesihâ
İnsanlar bilsinler, bilmesinler bu dünyaya garip gelmişlerdir. Eğer dünyayı sevmezsek bizim için her yer bir olur. Yer seçmez. Dünyayı sevenler, apartman, köşk, makam, mevki... Bunların hepsini ister. Karanlıkta kalırlar.
Onlar Peygamber Efendimizin nûruna ulaşamazlar.
Enfâs: Hz. İsa'nın nefesi, canlı, ölü değil. Evliyaullah'ın nefesi canlı nefestir. Neye isabet etse onu diriltir. İnananlar ne istiyorlar? Bir nefes istiyorlar. Bir dua istiyorlar. Kelâm-ı Kibâr:
Nice mürde kalpleri
Enfası kûdsün eyledi ihyâ.
Kutsal nefesi ihya etti. Eğer insanın kalbi Allah'ı zikrediyorsa diridir. Zikretmiyorsa ölüdür. Ama Allah'ı zikredecek kalp bir nazara muhtaçtır. Bir evliyaullah'ın nefesine muhtaçtır.
Musa Kelimullah'tan Allahu Teala Tevrat'ın sevgisini alınca O da yalvardı. Benim kalbimde bir boşluk oldu. Yarabbi sen bilirsin dedi.
Allahu Teala O'na "Ya Musa, yanına pişmiş balık al. Yuşa ile deryaya doğru yola çık" dedi. "Balık deniz kenarında nerede dirilirse orada kalırsın." Bunlar gidiyorlar. Musa Kelimullah Tevrat'tan başka ilim olmadığını düşünüyordu. Onu da sadece kendisinin bildiğini zannediyordu.
Evet bunlar gidiyorlar deniz kenarına doğru. Giderlerken bir seferinde de Hz. Musa Kelimullah yatıyor, uyuyor. Yuşa Aleyhisselam da çantasını alıyor. O da peygamber olmuştu o sırada. Çeşmeden abdest alıyor. Çantayı açıp bakıyor ki balık diri. Balık canlanmış. O abdest alırken bir damla abdest suyu sıçramış o da balığı diriltmiş.
İşte burada pişmiş ölü balıktan mânâ insanların kalbidir. Oradan bir damla sıçrayan su o balığı diriltiyor. Evliyaullah'ın bir nazarı da ölü kalbi diriltir. Onun kutsal nefesi ölü kalbleri diriltir.
Sohbetlerde kalbi diriltir. Sohbetlerde Cenâb-ı Hak'kın öyle bir iltifatı var ki... Neden?
1- Din nasihattan ibarettir.
2- Din nasihatla yaşar.
3- Din nasihatla gelişir.
Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş. Burada nasihat da ikiye ayrılır. Vaaz var. Sohbet var.
Vaazda nefisler konuşur, nefisler dinler. Vaazı cemaatın nefsi dinler Nefis ise münkirdir. Hiçbir şey kabul etmez. Hoca Efendi bir şey söyler. Onlar da bana söylemiyor diye dinler. Hiçbirini üzerine almaz. Sohbet öyle değil. Rûh söyler. Ruhlar dinler. Ruhta bir hakikat vardır. Ta ilm-i ezelide Allah-u Teala'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediğini duymuşlar. "Evet" demişler. Orda rûhun bir teslimiyeti var. Bu dünya âlemine gelen ruh bir ehl-i dil'in sohbetini dinliyorsa ayılıyor. Nasıl ayılıyor. Cenâb-ı Hakk'ın ilm-i ezelideki o sözü, o güzel sesi aklına geliyor. Ayılıyor, canlanıyor. Cezbe ondan ileri geliyor. Muhabbet ondan ileri geliyor. Sohbet insanları irşad eder. İrşaddan mânâ insanların kalbinin temizlenmesidir. İnsanların kalbi açılır. Sohbette bir safilik var. Herşeyi kalbinden çıkarıyor. Ama vaazda öyle değil. İnsanlar Hoca Efendinin dediğini kabul etmiyor. Kalbinden atamıyor.
Hoca Efendi de kendisini almış, yükseğe çıkartmış. Kendisinin halktan seçkin olarak görüyor. İlminden dolayı.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin oğlu Abdülcebbar Efendi çok âlimmiş. Bir gün camide vaaz etmiş. Allah'ın azaplarından, gadaplarından, hikmetlerinden çok derin bir vaaz etmiş. Halktan da dinliyen dinlemiş, dinlemeyen uyumuş. İnsanlarda hiçbir hareket yok. O sırada babası gelmiş. Abdülkadir Geylani Hazretleri. O da babasına hürmeten vaazı kesmiş. Kürsüden aşağıya inmiş. Talep üzerine Abdülkadir Geylâni bir ifadede bulunmuş. Demiş ki:
- "Camiye gelecektim, acıkmışım. Abdülcebbar'ın annesine dedim ki "bana bir sıcak çorba yap içeyim, gideyim. O da çorbayı pişirdi. Çanağa koydu. Getirdi önüme koydu. O sırada bir kedi fareyi arayım diye vurdu. Çorbayı döktü. Ben de nefsimi tenkid ettim. "Sen bu çorbaya lâyık değilsin"dedim. Çorbaya lâyık olsaydım niye döküleydi. Kalktım nefsimi tenkid ederek suçlayarak geldim camiye" diyor. Bunu söyler söylemez bütün cemaat başlıyor ağlamaya. Ağlamaktan kırılıyorlar. Bunu görünce Abdülcebbar Efendi şaşıyor. Ve kendi kendine: "Ben bu kadar Allah'ın azaplarından, gadaplarından, hikmetlerinden, rahmetlerinden konuşuyordum, cemaatte hiç bir tepki yoktu. Annemin pişirdiği çorbayı kedi dökmüş. Bunda ne vardı ki bu cemaat bu kadar feyizle ağlıyorlar?" diyor ve annesine şöyle diyor:
- "Babama sor bakalım. Sen çorba pişirmişsin. Kedi onu dökmüş. Babamda yemeden gelmiş. Bunu anlatınca millet ağlamaktan kırıldı. Halbuki ben ne kadar vaaz etmiştim."
Annesi soruyor. Abdülkadir Geylani oğlu hakkında demiş ki:
- "O çıktı yukarı yükseğe kendini de hâlktan üstün gördü. Onun için tesir etmedi. Biz öyle değil. Kendi nefsimizi halktan aşağı gördük. Halkı bizden üstün gördük. Onun için halk ağladı. O kendi nefsini sözleriyle, kürsüye çıkmasıyla yükseltti."
Hamdolsun, Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür. Nihaî şükürler olsun. Allah bu nimeti bize ihsan etmiş. Bu nimetin kadrini kıymetini bildirsin. Bizi bildiğimize bırakmasın. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:
"Yarabbi bir saat dahi beni nefsimle başbaşa bırakma."
Halbuki Peygamber Efendimizin nefsi değil de her peygamberin bir şeytanı var, Peygamberimizin şeytanı müslüman olmuş.
"Yarabbi korkaklıktan sana sığınırım."
"Yarabbi tembellikten sana sığınırım."
"Yarabbi nefsimle beni bir saat baş başa bırakma."
Tembellik amel tembelliği. İnsan çok becerikli işgüzar olur. Ama ameli yoksa bu tembellik, battallık amel battallığıdır.
İşte tembellikten de korkalım. Korkaklıktan da korkalım. Allah'a sığınalım. İnsan Allah'a teslim olup sığındıktan sonra daha neden korkacak? Allah'a teslim, tevekkül olamıyoruz ki korkuyoruz. Ama bir de var ki şerli insanlar vardır. Onlardan korkmak, ondan kaçmak lazım. Onlarla dostluğumuz olmasın. Teşrik-i mesaimiz olmasın. Şerli insanlardan uzak duralım. Mümkün olduğu kadar Allah'ı unutmayalım. Râbıtamızı unutmayalım. Zaten Allah'a râbıtamız birdir. Fark etmez. Ayrı değildir. Râbıtayı unuttunuz mu? Allah'ı unuttunuz. Râbıtasız Allah'ı düşünemez insan. Allah'ı hatırlayamaz.
Allah vardır. Birdir. Noksan sıfatlardan beridir. Benzeri yok. Ortağı yok. Kemâl sıfatları vardır.
Bazı insanlarda da kemâl sıfatlar var. Ama biz bilemiyoruz. Allah'ın sıfatları o insanda tecelli ediyorsa kemâl sıfat o oluyor.
Cenâb-ı Hak: "Biz insanı kendi sûretimizde hâlk ettik" buyuruyor. Hadis-i şerif. Ama insandaki suret noksan sıfattır. Allah'taki sıfatlar noksan değil. Kendi görüşümüz var. Biz karşı tarafın içini görebiliyor muyuz? Göremiyoruz. Allah'ın da seni bir görüşü var. Ona nasıl ulaşacağız. Karanlık gecede, kara taşın üzerinde, kara karıncanın ayağının izini görüyor. Allah'ın görüşü böyle.
Karanlık gecede, kara taşın üzerinde kara karıncanın, ayağının sesini de duyuyor. İzini de görüyor. İşitmesi de öyle. Konuşması da öyle Kulda bu sıfatlar tecelli eder. Ama ne ile eder? Şeriat, tarîkat, hakikat, marifete ulaşırsa. Allah'ın bu sıfatları kulunda tecelli eder. Onun için biz Allah'a mekan isnat edemeyiz. Allah'ın mekanını düşünebilir miyiz? Allah mekanlara sığmaz. Mekandan münezzeh. Ankara'dadır. İstanbul'dadır diye Allah'ın her an bir yerde düşünmek küfürdür. Allah'a bir sıfat düşünmek. Meselâ : Boyu şudur, rengi şudur, diye düşünmek, bunlarda küfürdür. Güzelliği şöyledir denmez. Peki Allah'ı nasıl hayal edeceğiz : "Râbıta-ı hayal" var. Evliyaullah'ın bir yüzü var. Zâhirde evi var. Görmüş olduğumuz sıfatı var. Bir mekânı var. Kırk gün bir yerde ikamet etmişse orası mekândır. Makamdır orası. Allah'ın zâhirdeki olan sıfatı, esas kuldaki olan sıfatın örtüsü. Kulda olan kemâl sıfatların örtüsüdür.
Çâr -anâsır perdesini zâtına etmiş nikab
Yunus Emre ne diyor:
Ete, kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm.
Çar-anâsır: İnsanların vücudunda dört madde var. Allah o dört madde ile insanları hâlk etmiş. Dört madde ile yaşatmış.
Toprak, su, hava, ateş.
Toprak ve suyu vücut gösteriyor. İnsanların eti, kemiği, kasları. Bunlar çürür toprak olur. Su da yine vücutta. Fakat vücutta olan ateş görünmez. İnsanların vücudunu yaşatan normal bir hararet var. O hararet azaldığı zaman da, yükseldiği zamanda insanları tehlikeye sokuyor. O ateş kesilirse ölüyor. Bir de teneffüs var. İnsan nefesi kesilirse yaşar mı? Yaşamaz.
Çâr -anâsır perdesini zâtına kılmış nikab
Bu dört anasır evliyaullah'a perde. Zatını gizlemiş. Zat'ı nedir ruhu, ruhundaki esrar nedir? Ruhu Allah'a ulaşmış. Allah'tan gelen ruhu Allah'a ulaştırmış. Hepsinin ruhu Allah'tan geliyor. Ama hepsinin ruhu Allah'a gidemiyor. Niçin Allah'a gidebilmek için Allah'ın kitabını, sünneti, şeriatı, tarîkatı yaşamak lâzım.
Allah'tan gelen ruha bir vasıta gerekir.
Gökte uçar iken indirdin beni
Gökte uçan nedir? Cenâb-ı Hak ilmi ezelde ruhları gökte yaratmış. Gökte çok âlemler var. Onların hepsini gezmiş dolanmış. Bu dünyaya gelmiş. Bu dünyaya nasıl inmiş bu ruhlar? Cesedi hâlk etmiş, cesetle inmiş. Zâhirde cesedimizi meydana getiren vasıta annemiz, babamız. Tarîkatta babamız: Meşâyihimiz.
Al benliğimizi gitsin irâde
Arzeyle cemâlin irgür murâde
Vâsıtamız sensin iş bu arâde
... ...
Düşürme Efendim ferdâya bizi
Bizi benliğimizden kurtar ki firaktan kurtulalım.
İnsanların nefsi var. Nefsin çok arzuları var. Bitmez tükenmez. Ama ruhun isteği, arzusu Allah'a ulaşmak.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
5-Ahlâkı güzel olanlar hiç kimseyi incitmez
"Ahlâkı güzel olanlar hiç kimseyi incitmez."
30.6.1992
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, hidayeti üzerinize olsun. Cümleten hoş geldiniz. Sefâ geldiniz. Sefâ getirdiniz. Feyiz getirdiniz. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah hulûsunuzun, ihlâsınızın meyvasını yedirsin. Allah hulûsunuzun, ihlasınızın hududunda irşad etsin. Allah sonumuzu hayır getirsin. Allah'a şükür. Çok şükür. Bin şükür. Nihaî şükürler olsun bu günümüze. Sıhhatimize, bu nimetimize, bu fırsatımıza. Sıhhat bu sıhhat. Gün bugün, nimet bu nimet. Fırsat bu fırsat.
Hiç nimet olur mu bundan ziyade? Niçin? Allah'ın emrini işliyoruz. İnancımızı yaşıyoruz. Allah bizi inananlardan hâlketmiş. İnancımızı yaşıyoruz. Allah'a şükür. Bu zamanda inancını yaşamak kolay değil. Evet çok şükür, bin şükür, nihaî şükürler olsun. Rabbımızın keremine, ihsanına, hidayetine lütfuna, ilhamına çok şükürler olsun. Allah bizi müslüman hâlk etmiş. Daha bundan büyük bir nimet olur mu? İnancımızı yaşarsak, nimetimizi değerlendiririz. Allah daha büyüğünü verir. İnancımızı yaşamazsak bu nimeti Allah elimizden alır.
Dünyaya müslüman olarak gelenlerin hepsi cennete gitmez. İnancını yaşayanlar gider.
Dinimizde israf haramdır. Buyurulmuş. Yemede, içmede, giymede bunları zayi etmeyeceğiz. Atmayacak, telef etmeyecek. Zayi olan şey israftır. İsrafta bereket olmaz. İsrafta sorumluluk vardır. Bir de bu nimetleri zayi etmek, israf etmek gafillikten gelir. Bu nimetler gafletle yenilse de, atılsa da şikayetçidir insanlardan. Ama yediğini yer. Yemediğini atmazsa o nimet onun için şefaatçidir.
Bu nimetleri Cenâb-ı Hak insanlar için hâlk etmiş.
Ben insanlar için sayısız nimet hâlk ettim. Bilinen görünen nimetler sayılır. Fakat bilinenden, görünenden göremediğimiz, bilemediğimiz nimet çoktur. Onun için "sayısız nimet" oluyor. Cenâb-ı Hak: "Bu sayısız nimetleri kulum için hâlk ettim" buyuruyor. "Beni bilsin bana itaat etsin. Kulu zatım için hâlk ettim" buyuruyor. Kul beşerdir. Zaten noksan sıfattan hâlk etmiş Cenâb-ı Hak. Öyle dünyaya getirmiş. Bizim noksan sıfatımız sadece günah işlmek değildir. Günah işliyenlr Allah'a isyan ediyorlar. Onlar için azap vardır. Ama noksan sıfatımız nedir? Yememiz, içmemiz, giyinmemiz, uykumuz, hasta olmamız. Birşeyden yorulmamız, ihtiyar olmamız. Noksan sıfatlar bunlardır. Meleklerde böyle bir şey yok. Yeme yok, içme yok, hastalanma yok, usanma yok. Bir şeye üzülmek yok. O hâlde noksanlığımızı bilelim. Rabbımıza sığınalım. Her şeyin bizim için nimet olduğunu bilelim. Neden yararlanıyorsak, bilinen bilinmeyen, bunlar bizim için nimettir. Kıymetini bilelim. Rabbımıza kulluğumuzu yapacağız.
Allah'ın zatına inananlar, Allah'ı tanıyanlar, tanımayanlar kimler? Allah yok diyenler?
Ehl-i küfür var
Ehl-i şirk var.
Ehl-i iman var.
Ehl-i iman olmak için amentünün altı şartına inanacak. İmanı sağlam olacak. Eğer bu altı şarttan bir tanesi tamam olmazsa imanı tamam olmaz. Bu cemaatin içerisinde bir tanesine bile şüphesi olan varsa tamamlasın. Sadece inanmak değil. Tatbikatını da yapmak lâzım.
Allah bizi niçin bu dünyaya getirdi? Bizi niçin hâlk etti? Bizden ne istiyor?
Bizden itaat istiyor. İtaat nedir? Beni zikredin. Bana şükredin. Benim yasaklarımdan kaçının. İşte inanmak budur. Yaşamak budur. Ben Allah'a inandım. İnandım ama, yiyorsun gafil, içiyorsun gafil. Yasaktan, emirden haberin yok. Nasıl inanmadır bu! Bu inanma seni kurtarmaz. Amentünün şartlarına inanıp tatbikatına geçmek lâzım.
Allah'a şükür. Çok şükür? Gece gündüz yüzümüzü yere koysak şükür secdesi yapsak yine az gelir. Yine az gelir. Cenâb-ı Hak insanı kıymetli hâlk etmiş. Niçin? Peygamber Efendimizi insanlardan hâlk ettiği için. O'nun şerefidir. O'nun hürmetine, O'nun sevgisine Cenâb-ı Hak insanı kıymetli hâlk etti. Ama bizde Peygamber Efendimizi bileceğiz. O'na da inanacağız. O'na da lâyık olacağız. O'na lâyık olmak için onun sünnetlerini işleyeceğiz. kitap sünnet var. Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'a inanacağız. Ne emretmişse onu işleyeceğiz ki, Allah'a itaat etmiş olalım. Sünnet nedir? Peygamber Efendimizin sünnetini işleyelim ki ona tâbi olmuş olalım. Allah'ın kesin olarak emride budur.
"Habibim bana itaat eden sana tâbi olsun. Sana tâbi olmayan bana itaat etmiş değildir."
İtaat: Allah'ın emirlerine, inen kitabına inanmak, yasaklardan kaçmak. Zamanımızda ehl-i kitap çok ta, ehl-i sünnet az. Allah'a şükür. Biz hem ehl-i kitabız, hem ehl-i sünnetiz. Bugün zamanımızda kürre-yi arz üzerinde küfür hakim. Bir de İslâm beldeleri var. İslâm toplulukları var. İslâm ülkeleri var. Bunlar da ehl-i sünnet değildir. Yine kitap-sünnet Türkiye'de. Ehl-i sünnet cemaat Türkiye'dedir. Evet devlet İslâm bir devlet değil ama hâlk müslümandır. Cenâb-ı Hak bu müslüman halkın başına İslâm bir devlet getirsin. Tezde, yakında onu da Allah bize göstersin.
Sadece iman bizi kurtarmaz. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İman yanan bir ışıktır." O ışığı muhafaza eden ameldir. Ameli olmayanın imanı mum ışığı gibidir. Üflenince, ellenince söner. Ama ameli olanın imanı lüks lambası gibidir. O hiç sönmez. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve resuluh." İslamın şartı da, Amentünün şartı da hepsi kelime-i şahadetin içerisinde.
İslâmın şartı savm, salat, hac, zekât, kelimeyi şahadet. Ama bu şart zenginler için beş fakirler için üçtür. Zenginler hac yapıyorlar, zekât veriyorlar da onun için.
Kelimeyi şehadetin manası :
"Eşhedü en lâ ilâhe illallah": "Allah'tan başka Allah yok."
"Ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve resuluh: Muhammed'de onun hem kulu hem Resuludur." Şahadet getirecek ama kalbi ilede tasdik edecek. Cenâb-ı Hak: "Göründüğünüz gibi olun. Olduğunuz gibi görünün." buyuruyor.
İman: Takrir ve tasdiktir.
Allah'tan isteyelim. Yarabbi sen bizi zamanımızın şerrinden, fitnesinden koru. Fitne nedir? Allah'tan başka neyi sevdinse fitnedir. Şer nedir? İnsanlara zarar vermektir. İnsanları incitmektir. Onun için Allah'a sığınmak lazım. Yarabbi senin sevginden başka gönlümüzde bir sevgi olmasın. Kalbimiz senin mülkünse, sen muhafaza et şerden, fitneden. Şer: Allah'ın razı olmadığı işleri işlemek. Şer işleyen zalim oluyor. Zulüm demek, şer demek. Sana emanet olan evladını, kızını, oğlunu üzdünse, incittinse, anneni babanı üzdünse, incittinse bunlarda şerdir senin için. Beyinizde size emanettir. Onun hizmetini yapmakla görevlisiniz. Hizmetini yapmazsanız, emanete hiyanet etmiş olursunuz. Gelinin mi var? Onu da hoş görmen lâzım. Onu da sevmen lâzım. Sevmelisin ki sayılasın. Bunlar karşılıklıdır. Sevgi saygı karşılıklıdır. Hürmet ve şefkat yine karşılıklıdır.
Emanet denilince: Gözümüz de emanet kulağımız da emanet, elimiz de emanet, ayağımız da emanet. Kalbimiz de emanet, malımız da emanet, eşyamızda emanet. Dünya varlığı olarak neyin varsa. Diyelim ki hanımların ziynet eşyası var. Takıları var. Bunlara da kıymet vermeyin. Bunların da size emanet olarak verildiğini bilin. Emanet olduğunu düşünûrseniz görül vermezsiniz. Sevmezsiniz. Demek ki malımızda emanet. Canımız da emanet. Beyine karşı hürmetini hanımlık görevini yapacaksın. Evladına karşı babalık görevini yapacaksın. Annelik görevini yapacaksın. İslamda hiç kimseyi incitmek, kırmak yoktur. Kitap ve sünnette hiç kimseyi kırmak, incitmek yoktur. Bu cemaat ehl-i sünnettir. Allah'a şükür bizde kırma, incitme yoktur. Ama az bile olsa olmamalı. İlim ne demek? Bilmek demek. İlmin nihayeti yoktur. Neyi bileceğiz. Kendisine yararlı olan şeyleri, zararlı olan şeyleri bileceğiz. Allah'a itaat etmeyi bileceğiz. Allah'ın rızasını nasıl kazanacağımızı bileceğiz. Allah'ın rızası sadece amelle değildir. Zaten bu saydıklarım amele giriyor. Allah'a şükür biz tarîkat ehliyiz. Tarîkat ehli demek, tam inanmış ve inancını yaşayan demek.
Avam: Allah'a ahirete inanmış. Ama inancını tam yaşamıyor. Namazını bazen kılıyor, bazan kılmıyor. Yahut hiç kılmıyor. İnancını yaşamıyor. Bunların içerisinden inananlar nasıl seçiliyorsa, inananların içerisinden de tarîkata girenler öyle seçilmiş oluyorlar.
Takva: Çok ince, nazik, ağırdır. Herkesin yaşıyacağı, taşıyacağı gibi değil. Her tarîkata girenin takva ehli olması lâzım. Çünkü tarîkat fetvayı sevmiyor. Takva demek, fazla bilecek. İnce teferruatını yaşayacak. Bu zamanda, insanlar bildiklerini yaşıyamıyorlar. İnce teferruatını yaşıyamıyorlar.
Takva nedir? Havftır. Her tarîkata girende takva olması gerekiyor. Takva olması için havf edecek. Günahlardan korkacak. O kadar korkacak ki bir müslümanın gönlünü kırmayacak. Kazanmasında, harcamasında, yemesinde, giyinmesinde çok duyarlı olacak. Çünkü bu zamanda helâl lokma azalmıştır. Sen de olmasa bile, akrabanda, oğlunun evinde, torununun evinde birşey yersin içersin. Çünkü mecbursun. Yakınlarındır onlar. İşte bu zamanda havf duymak lâzım. Bu da tasavvufu olmayanda, tarîkata girmeyende olmaz. Bizi Cenâb-ı Hak tarîkat ehli hâlk etmişse, bize de ayrıca bir nimet ihsan etmiş ki bizde bir havf var. Bu havften dolayı kurtulacağız. Cenâb-ı Hakkın emri bu. "Muttakî olunuz. Muttakî olan kurtulur. Sizin mütteki olanınız Allah'tan korkanınız." Cenâb-ı Hak yine buyuruyor. "Dünyada havf duyana, ahirette havf yok." Dünyada hayf duymayana ahirette havf var. Korku var. Onun için çok şükür tarîkata girmişiz. Mürşidimiz var. Mürşitlerin sayesinde kurtulmamız kolay olacak. Onlar bizi kurtarmak için Cenâb-ı Hak'tan yetki almışlar.
Cenâb-ı Hak onlara yetki vermiş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sâdıklarla olun." Sâdıklar veliler işte. Peygamberler olmadığı zamanlarda kim ki velileri tanımış. Kimki velileri sevmiş, kim ki velilere tâbi olmuş. Onlar kurtulmuşlar. Kur'ân-ı Kerim'de bir hakikat var. Nedir bu hakikat? Ashab-ı Kehf'in macerası. Tarsusta yerleri var. Her taraftan insanlar gelip ziyaret ediyorlar. Kur'an-ı Kerim'de bildirmiş Cenâb-ı Hak bize. Ashab-ı Kehf denilen yedi kişi, o zamanki halkın içerisinden inançlarını yaşamışlar ve yetişmişler. Veliler bunlar. O zamanın hükümdarı kendisinden korkarak saltanatından korkarak bunları asıp kesmek için arıyor. Bunlar bir ara şehirde şurada burada gizlenmişler, olmamış. Şehirden oniki km uzakta bir dağa gitmişler. Dağın içerisindeki bir boşluğa, mağaraya girmişler. Orada Allah bunlara bir uyku vermiş. Yalnız bu arada Kıtmir (köpek) takılıyor peşlerine. Onlarla mağaraya giriyor. Çünkü onlar hayvanları da incitmezler. Hayvanları da hor görmezler. O nedenle köpekte onlarla beraber olmuş. Mağarada 200 sene uyumuşlar. Kaç defa yönetim (idare) değişmiş. Kur'ân-ı Kerîm de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz onları sağdan sola, soldan sağa çevirdik." Uyandıkları zaman birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar ki saçları uzamış. Sakalları uzamış. Uyandıkları anda bir açlık hissediyorlar. Bir de güneşe bakıyorlar. Bunlar mağaraya girdiği zaman güneş kuşluk yerinde iken, şimdi bakıyorlar ki ikindi yerinde. Bir kısmı yarım gün kaldık diyor. Bir kısmı 1 gece kalmışız diyorlar. Neyse bir tanesini şehire ekmeğe yolluyorlar. Fırıncıya para verince, fırıncı bileğinden tutuyor. Sen hazine bulmuşsun diyor. Bunu polise veriyor. O da diyor ki bu benim ekmek param. Arkadaşlarım da var. Deyince filan yerde mağaradayız diyor. Mağaraya gidip bunları tektik ediyorlar. Hüviyetlerine bakıyorlar. Üstlerine, başlarına bakıyorlar. Tatiyos'un parası üzerlerinde. 200 sene geçmiş olduğunu tesbit ediyorlar.
O zaman ki hükümdar bunları serbest bırakıyor. Ama bunlar istemiyorlar. Yarabbi diyorlar: "O zamanki insanlarla bu zamankiler çok değişmiş. Bizim canımızı al diyorlar." Ölüyorlar. Köpekte onlarla beraber uyuyor. Onlarla beraber diriliyor. Onlarla beraber ölüyor. Allah' da bize bildiriyor ki: "Cennette o köpek ebediyen onlarla beraber yaşayacak." Hiçbir köpeği diriltmeyecek. Fakat o köpeği diriltecek. Niçin? O velilere takıldı gitti diye. Onları sevdi diye.
İşte Cenâb-ı Hak burada "Sadıklarla olun." buyuruyor. Sadıklarla olursanız, ahirette de onlarla beraber olacaksınız. Burada bir müjde var haşa Allah vaadinden geçmez. Ne emretmişse o olur. İşte Ben-i İsrail velilerini ve onlarla beraber giden köpeği Allah diriltecek. Onlarla yaşatacak. Bize sâdıkları tanıtmış. Kimler? Velilerimiz, mürşitlerimiz. Bunlarla beraber olursak ki olmuşuz Allah'a şükür. Fakat onların şerefini muhafaza edelim. Ahlâkımız, yaşantımız, hareketimiz, sözümüz onlara uygun olacak. Özümüz de onlara uyacağız.
Râbıtadaki maharet budur. râbıtadaki ciddiyet budur. Şeyh Efendimizi hiç unutmamak. Mademki zâhirde o da insan. Yeme, içme, uyuma, konuşma vardı ya onda. Öyle ise onu her hareketimizle hayal edelim ki unutmayalım. Unutmazsak, ondan ayrı düşmezsek eğer, nefsimizden o zaman emin oluruz. Nefsimiz bize zarar yapamaz. Ama gafil olursak, nefsimiz bizi tuzağına düşürmek ister. Hakaretini yapmak ister. Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir. Bize kimseden zarar gelmez. Nefsimizden zarar geliyor. Her kim ki seni diliyle, eliyle incitmişse o kendisine yapmıştır. Onun cezasını çekecek. Sen de onun mükâfatını göreceksin. Sen de bir kimseye eziyet ettinse hakkına tecavüz ettinse, elinle, dilinle gönlünü kırdınsa, sen cezasını çekiyorsun. Onun için mükafat oluyor bu. Demekki zâhirde zulmeden, manevîyatta zulme o zulme uğruyor. Zulmedilen adalete uğruyor. Niçin "Mazlumların ahını, zalimden alacağım." diyor. Cenâb-ı Hak.
İşte en büyük nimetimiz: Allah bizi müslüman hâlketmiş. Tarîkatı nasip etmiş. Allah bizi Mürşit'le tanıştırmış.
Mürşit: İrşad eden. İnsanları sevindiren, insanları rahatlatan, insanları nimetine ulaştıran. Her insan kendi nimetini bilemiyor ve bulamıyor. Ancak Allah insanların gönlüne inanç cevheri hâlk etmişse O'na ulaşılır. Eğer gönlünde o inanç cevheri olmazsa ona ne şeriat, ne nasihat ne sohbet hiçbir şey fayda etmez. Muhakkak Allah'ın varlığına inanacak. O zaman nasihatsız kalmıştır da hayırı, şerri, haramı helalı bilmiyor. Kendisini günahlardan isyandan geri alamıyor. Bir de nefsine kapılmış. Dünya sarhoş etmiş.
"Hubb-i dünya bizi sarhoş eylemiş"
Dünya muhabbeti onları sarhoş etmiş. Ahiret için çalışacak güçleri kalmamış.
İnancımızı yaşayacağız.
1- İnancımız: Kitap-sünnet
2- İnancımız: Şeriat-tarîkat
3- İnancımız: Mürşidimiz, meşâyihimiz. Onu kendimize delil edeceğiz.
Delil etmek, O'na uymak. O'nun peşinden ayrılmamak.
Bir sarp, kayalık bir tepede, karanlık gecede çaresiz kalsanız. Oradan kurtulmak isteseniz. O anda birisi elini uzatıp kurtarmak istese hemen ona yaklaşırız. İşte bu karanlık dünya aleminden de bizi meşâyihimiz kurtaracak.
Şeriatımız var, tarîkatımızı da yaşamak lâzım. Eğer tarîkatımıza lâyık olmayan bir sözümüz, kıyafetimiz, hareketimiz olursa tokat vururlar. Bazıları diyor ki tarîkat yok. Bunlar yalan söylüyorlar.
İçimden çok acı çektiğim, çok üzüldüğüm bir mesele var:
Bu gençler var ya, talebeler.
Bunlardan çok akım var. Geliyorlar. Fakat bunların aileleri karşı çıkıyorlar. Anneleri, babaları bunlara niye tarîkata girdin diye baskı yapıyorlar. Hatta şöyle bir şey oldu: Eskişehir'den telefon geldi. İki genç sözleşmişler. Nişanlanmışlar düğünleri olacak.Tarîkata girmişler. Kızın tarafı duymuş, Vermeyiz demişler. Kız bunu ağlayarak ifade ediyor. Ben de biraz sabret dedim. Belki onlar bilmiyorlardır. Zaman zaman araya adamlar girsin. Anlatsınlar, tarîkat şöyledir, böyledir desinler. İkna olmazlarsa eğer tarîkatı inkar eden anne baba müslüman değildir. Müslüman olmayan anaya, babaya itaat edilmez. Kaç git. Çünkü niçin? Mekke'den Medine'ye hicret ettiler. Kızlar annesini babasını bıraktı gitti. Oğlan da annesini babasını bıraktı gitti. Hanımı beyini bıraktı gitti. Beyi evini bıraktı gitti. Zaten tarîkatı inkar küfürdür. Küfür ile imanın bir zıtlığı vardır. Küfür ile iman bir arada yaşayamaz. Bir müslüman bir kafirle evlenemez. Soruyoruz kızcağıza:
- "Bunlar namaz kılıyorlar mı?"
- "Hayır babam hiç kılmaz. Annem de bazen kılar." Kendisi namaz kılmıyor. tarîkata girene de kızını vermek istemiyor. Ne acıklı şeyler. Ne acıklı şeyler. Bunların hepsi işte zamanımızın cehâletinden. Amelden ilimden uzaklaşmaktandır.
Evet. Allah şimdi bize bu nimeti nasip etmişse, bizim de size ifademiz, Ahlâk-ı Hamide sahibi olun. Kötü ahlâklarınızı atın. Ahlâk-ı Hamide sahibi olmak için herkese sevileceksiniz. Hiç kimseyi incitmeyeceksiniz. Sen kimseyi incitmedin. Olur ya incinmiş olabilirsin. Akra-bandan, yakınından ihvan kardeşinden. Belki olur. Beşerdir. İmtihan içindir belki. imtihan için geldik dünyaya. İhvan arasında da imtihan vardır. İhvan arasındaki imtihan şudur ki, terakkimiz icabediyor. Terakki için bir vesile olacak. Ne olacak terakki vesilesi? Bir taraftan meşâyihimize olan inancımız. Bir taraftan onu kendimize örnek edineceğiz. Ona lâyık amellerimiz. Bir taraftan onu sevenleri seveceğiz. Hiç kimsede kusur görmeyeceğiz. Ki terakki edebilelim. Durup dururken terakki edilebilir mi? Bir de insanların faziletine de bir terakki vardır. En büyük terakki, en büyük yükselme ahlâk. İnanç amel olacak tabii. İnancı ameli olmayanın ahlâkı çok güzel bile olsa, onlar nedir? Ancak ehlileşmiş hayvan gibidir.
Meselâ bir Ayı'yı düşünelim: Yabani hayvanlar var. Canavarın yavrusu var. Alıyorlar ehlileştiriyorlar. Köpeklerle beraber koyunları bekliyor, koyunlarla beraber yaşıyor. Ne hayvana saldırıyor. Ne insana saldırıyor.
Bugün gayri müslimlerde, kafirlerde, ejnebilerde birbirlerine karşı sevgi var. Birbirlerini incitmiyorlar. Ama ehlileşmiş hayvan gibidirler.
İslâm'da hem ahlâk, hem amel, hem de iman olacak. Terakki etmesi için.
İşte bazı imanı olanlar vardır da ameli yoktur. İmanın kıymeti amelledir. Bir de güzel ahlâk vardır. Ne olur? O insan terakki eder, eder, yükselir, yükselir. Meleklerden üstün olur. Cenâb-ı Hakk'ın emri, Peygamber Efendimizin emridir.
Adap: "el -hayâu mine'l- îmân" ""İman nerde. Haya ordadır."
Herkese iyilik yapmayı düşüneceğiz. Kötülük yapmak düşünmeyeceğiz.
Birde o uğradığımız eziyetten dolayı bağılayacağız. Kin gütmeyeceğiz. Bağışlamazsan Cenâb-ı Hak senin hakkını ondan alır. Ama bağışlarsan sana oradan mükafat verir. Niçin? Af onun sıfatıdır.
Cenâb-ı Hak ne diyor? "Ben affediciyim." Dua:
"Yarabbi sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Affedenleri de seversin."
En büyük kâr, kemal, mükafat bize kötülük bile edilse, biz onlara iyilik düşüneceğiz. Sanki söylememiş gibi. Adam ne olacak beşerdir. O zaman bilemedi. Fark edemedi. Boş bulundu. Sinirinden dolayı yaptı diye düşün. İçine koyma. Sanki hiç söylememiş gibi ona karşı sevgin saygın olsun. Terakkinin en büyük vasıtası budur.
Bırak bu masivâ ile hevâyı
Piri Sami gibi bul rehnumayı
Delil eyle o zât-ı evliyâyı
Bu berzâh âlemini geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen.
Bu dünyanın karanlığından kurtulmak için meşâyihimizin rengi ile renkleşeceğiz. Boyası ile boyalaşacağız. Ahlâkı ile ahlâklaşacağız. Sıfatı ile sıfatlaşacağız.
Nedir O'nun ahlakı, işte:
Alâ'yı, ednâyı seçmek mürşidi-kâmil'in kârı değildir.
Alâ: İyi demek Ednâ: Kötü demek
Sen iyisin, sen kötüsün demezler meşâyihler. Senin gördüğün ayıbı veliler setrederler.
Onlar sen şöylesin sen böylesin derler mi? Demezler. Biz niye edelim? Öyle ise onu delil edecek isek. Râbıtamızın önemi bu. Bizde "Hayal-i râbıta" var. "Nakş-i cemâl" bilahare. Gösterirler veya göstermezler. Nakş-i cemâli görsen de, görmesen de nakş-i hayalle nimetine malik oluyorsun. Nakş-i cemâl zamanında olurmuş, şimdi yok. Niçin? Nakş-i cemâl olanlar bir gün, üç gün (15-20) gün yemeden içmekten dûr oluyorlar. Baygın değil, uykulu değil. Ama harekette yoktur. Yemesinden, içmesinden, konuşmasından herşeyden dûr olmuş. Parmağını bile kıpırdatamaz. Ama şimdi bu zamanda göstermezler. Bu zamanda bunlar anlaşılmıyor. Taşınamıyor. Böyle bir kimse olsa ne yaparlar. Nitekim olduğu da oluyor. Tamamen değil de kısmen belirtileri görünüyor. Böyle bir hâl tecelli ediyor. Tamamen evlattan, aileden, yemeden, içmeden, herşeyden vazgeçiyor. Bir aşk onu ihata ediyor. Ama ne ailesi onu güdebiliyor. Ne ihvan hâlden anlıyor. Doktora götürüyorlar doktor anlamıyor. Hocaya götürüyorlar çaresini bulamıyor. Aşktan mütevellid bir hâl. Râbıta'yı Nakş-ı Hayal değilde. Râbıta'yı Nakş-ı Cemâl'den mütevellid birşey aksetmiştirde o onu taşıyamıyor. Demek ki bize ne lâzım irade lâzım. İrade farz kılınmıştır. Namaz gibi oruç gibi. Helâlindan çalışacağız. Görevine göre hizmetimizi yapmak. Hep irade ile oluyor, iradesi olmayanların ameli de olmuyor. Delilerin iradeleri yok. Onlara amelde yok. Bir de aşktan mütevellid olurki, bu da iradesiz olur. Bu da makbul değil. İrade ile terakki etmek daha makbul. Çünkü niçin? Namaz şeriatımızda da, tarîkatımızda da ibadetin başı. Birisi cezbeye kapılmışta namazını kılmıyor. İnanın onun cezbesi onun için hiçbir şey değil. O terakki edemez. Kaybeder. Kazanayım derken kaybediyor. O cezbe ile o aşk ile beraber ibadeti de yapıyorsa işte o gider. Sizler de bu muhabbetinizle beraber ticaretinizi, işinizi yaparsanız, hem dünyanıza hem ahiretinize bu muhabbetinizle çalışırsanız terakki edersiniz. Çocuklarınıza, işinize, ibadetinize bakacaksınız.
Yusuf Hemedanî Hazretlerinin beş tane hâlifesinden Hasan Efendi varmış, onu bir aşk sarmış. İbadetini yapıyor. Ama çalışmıyor. Dünyaya çalışmıyor. Şeyh Efendisi bunu sıkıştırmış.
- "Çalışacaksın. Çocukların sana emanettir. Çalışmak Allah'ın emridir. Bunları ihtiyaçlı bırakma" demiş. O da demiş ki:
- "Çalışmaya gücüm yok" demiş.
- "Çalışacaksın" demiş. Fakat Cenâb-ı Hak Yusuf Hemedanî'ye bizzat buyurmuş.
- "Ya Yusuf! Sana biz akıl gözünün görmekliğini verdik. Hasan'a hem akıl gözünün gönül gözünün görmekliğini verdik. Onu dünyaca sıkıştırma." Ama binlerce müridin içerisinde bir tanesine. Asırlar boyunca bütün tarîkatlar içerisinde bir tek o. Başka görülmemiş. Bizimde başımıza geldi. Bir ara Ben de çalışmak istemiyordum. İnanın ki bir tek oğlumuz var. Beş yaşında. Başka diğerleri yoktu. Herkes onu seviyordu. O bile gönlümden çıktı. Ne iş, ne ev, hiç birşey. Kayınpederim Şeyh Efendime şikâyet etmiş. Bize ne yaptı biliyor musunuz? Bize öyle şiddetli bir emir verdi ki:
- "Sen çalışmıyormuşsun." Hakikaten bir sene boş durdum. Çalışmadım. Hazır da bitiyor. Her ne kadar köy hayatı yaşıyoruz. Ektiğimizi biçiyoruz. Ama bir senenin artığı bir seneye yeter. Sonraki sene ne olacak. Bu arada Şeyh Efendimizin tekkesine gidiyoruz geliyoruz. Bir daha gidiyoruz. Neyse gittim elini öptüm.
- "Otur" dedi, oturdum. Dedi:
"Sen çalışmıyormuşsun. Niçin çalışmıyorsun? Senin deden Mürşidi Sakaleyn (inlerin, cinlerin de mürşidi idi)" Şimdi veliler mürşidi Sakaleyn olamıyorlar. Her asırda bir tane olurmuş. Cinlerden de müritleri varmış. Onlara özel sohbeti varmış. 24 saatin bir saatini onlara ayırmış. Onları içeri alınca, hanımı Aliye'yi bile evden gönderirmiş. Ama pencereden sohbeti duyulurmuş. İçerde kimse yok. Papuçlukta ayakkabı yok. Ama sohbet ediyor. Duyuluyor. Herkes biliyor.
Mübarek Şeyh Efendimiz de cinlerle görüşürmüş. Neyse...
- "Senin deden böyle bir mürşit olduğu hâlde boş zamanlarında, keserle, testere ile uğraşıyordu. Sen ondan daha mı büyük oldun" dedi.
- "Baban 27 sene medrese ilmi okumuş, Müderris. Büyük bir âlim. Oniki nüfusu keserle besliyordu. Sen ondan daha mı bilgili oldun" dedi bana. Parmağını kaldırdı.
- "Beni büyük biliyorsan emir veriyorum çalışacaksın. Derslerin kazaya kalsın. Namazın kazaya kalsın. İşin kazaya kalmasın. Eğer beni büyük bilmiyorsan peşimde dolanma. Peşimden gelme." Ondan sonra bir sene ben sanki cehennem hayatı yaşadım. Çalışmaya gönlüm yok. Fakat baskı var. Emir. O emir öyle bir emirdi ki sanki çalışmazsam, imanımda gidecek. Yok olacağım. Diye korku içerisinde istemeyerek çalıştım. Şimdi o da geçti. Allah'a şükür. Şimdi de boş zamanım olduğu zaman istiyorum ki topraklarla uğraşayım. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Benim öyle kullarım vardır ki, onların ticaretleri zikirlerine mani değildir." Demek ki efdâl olanda buyurmuş. Kelam-ı kibarda nasıl geçiyor:
Kesretten erip vahdete mirat olmuştur Hazret'e
Mirat: Ayna Hazret: Allah
Allah'a ayna olmuş, yani Evliyaullah kesrette, halk içerisinde, çalışmada, yemesinde, içmesinde, teşriki mesaisinde Allah'a ulaşmış.
Demek burada makbul olan nedir? Muhabbetinizle beraber ahiretinizi de dünyanızı da geri bırakmayın.
Kesretten erip vahdete mirat olmuştur Hazret'e
Muhabbeti olmayanların ibadetleri gönüllerinde varlık oluyor. Muhabbet olunca atıyor gönlünden.
Namazı kılar fakat atar gönlünden. Hâlbuki namazı kıl, namazını kılmayanlara acı. Onları hor görme. Onda ibadet aşkı yok ki namazını kılsın. Veya bugün kılmazsa yarın kılar. Veya namaza başlarsa bu benden iyi olur diye düşüneceğiz. Kimsede eksik görmeyeceğiz.
Muhabbetinle beraber amelin olursa amel varlığı olmaz sende. Amelin gözüne görünmez. Ameline dayanmazsın. Niçin? Muhabbeti olanlar da namazını kılar. Lâyıkı ile kılamadım. Diye düşünûr. Korkusunu çeker Allah'a sığınır. "Yarabbi ben sana lâyık kul olmadım" der. "Lâyıkı ile orucumu tutamadım" diye mahviyet içerisinde olur. Niçin? İçerisindeki aşktan, muhabbetten dolayı. Amel göze görünürse, kalbe gelirse varlık olur. Hâlbuki kalbe hiç bir şey koymamak lâzım. Ameli yok etmek için.
Amel varlığı olmayınca mahviyet olur. Ahlâk da mahviyettedir. Tevazusu olmayanda ahlâk da olmaz. Tevazusu olmayan insanlardan kendisini yüksek görür. O zaman Cenâb-ı Hakk'ın emrinin tersini işlemiş oluyor. Allah ne buyuruyor? Her kim ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz. Bir insan ibadetine güvenirse tevazu sahibi olamaz. İnsanlardan kendisini aşağı göremez. Sen namaz kılıyorsan, namaz seni alçaltacak. Allah seni yükseltecek. Namaz kılmayan için de şöyle düşüneceksin. Evet bu namaz kılmıyor ama kalbi benden temizdir. Sende ki olan kusur onun namaz kılmamasından daha büyük. Hiç olmazsa öyle gör. Öyle bil. Ve şöyle düşüneceksin: "Bugün namaz kılmıyor. Ama. Maddemiz bir. Rabbımız bir. Babamız bir. Allah onda da bir ceset ve ruh hâlk etmiş. Ben de de ceset var. Rûh var. Rûhu Allah üflemiş. Cesedi Allah topraktan hâlk etmiş. Hepimizin babası Hz. Adem. Belki Allah onun kalbinde de bir iman cevheri hâlketmiş olabilir. Bilen Allah'tır. Ben ne bilirim" diye düşüneceğiz. Veliler bilirler ama onlar da aşikâr etmezler. Bir gün olur ki o bir namaza başlarsa benden üstün olur. Ahlâk-ı hamide sahibi olmak lâzım. Bunu Peygamber Efendimiz çok buyurmuş. O kadar Hadis vardır ki...
"Benim ümmetimin en hayırlısı ahlâkı güzel olanlar."
"Benim ümmetimin en şerlisi de ahlâkı çirkin olanlar."
Ahlâkı güzel olanlar hiç kimseyi incitmez. Çirkin olanlar insanları incitir.
"Ahlâkı güzel olanlar aydınlık gündüzler gibidir. Ahlâkı çirkin olanlar karanlık geceler gibidir."
Allah da, Resulullah da, meşâyihler de hepsi bize ahlâkı tavsiye ediyorlar.
Amel ve ibadet ahlâkla kıymetli oluyor. Ahlâksız olursa, ameli makbul olmuyor. Kendimize güzel ahlâkı örnek alacağız.
Peygamber Efendimiz güzel ahlakı tamam etmek için dünya alemine geldi. Dünya alemine ahlâkı ile örnek oldu. Ahlâk düzgünlüğü getirdi. Ahlakı tamamladı. Biz de onun ümmeti olmak için onun ahlâkı ile ahlâklaşacağız. Evliyaullahlar, veliler Resulullah'ın ahlâkı ile ahlâklaşıyorlar. Veliler Resulullah'ın sıfatı ile sıfatlaşıyorlar da veli oluyorlar. Velilik, insanlara babasından miras kalır mı? Ama diyeceksiniz ki bu erkekler için. Hanımlar için de vardır. Hanımlar içinde veliye olmak vardır. Yetişirler. Onlar da Resulullah'ın ahlâkı ile ahlâklaşırlar. Burada erkeklerden hanımların farkı ne oluyor? Hanımlardan peygamber gelmediği için hanımlardan mürşitde yetişmiyor. Yetiştirici olamıyor. Nedir meselâ: Hanımlarda keramete ulaşırlar. İnsanlardaki büyük mertebe:
"Tayyi-mekan, gayb-i rical" oluyor. Bu yere hanımlar ulaşabiliyorlar Yalnız, yetişiyorlar ama yetiştirici değiller. Mürebbi olamıyorlar.
Bize ne lâzım? Meşâyihimize, tarîkatımıza, noksanlık getirecek sözümüz ve hareketimiz olmasın. Sözümüz ve hareketimizle onları methettirirsek. Burda bizim en büyük kârımız bu olacak. Onun için: "Şeyhi şeyh eden, mürididir." Buyuruyorlar. Biliniyor ki sen meşâyihten ders almışsın. Bunu ailen de biliyor. Çevrendekiler de biliyor. Eğer sen kırarsan, tenkit edersen biçimsiz kelamlar konuşursan, küfür konuşursan veya dersini yapmazsan o zaman ne oluyor? Şeyh Efendini zemmettirdin. O zaman ne oluyor? Terakki değil de tenzilatın vardır. Aşağı düşersin. O zaman azap kazanırsın. Cenneti kazanamazsın. Tarîkat haktır. Meşâyih haktır. Onları methettireceksin. Eğer sen ders aldıktan sonra insanlara saygılı olursan, amelinde daha ciddi olursan eğer, o zaman çevreni cezbedersin. Sende tarîkata 8, 10, 20, 40 tane insan getirirsin.
Bilhassa namazını kılmayan, sözünü bilmeyen, hürmetsizlik yapan insanlar tarîkata girdiği zaman onlardaki diğişiklik dikkati çeker. Derlerki: "Bu insan tarîkata girmeden önce namazını da kılmıyordu. Haramdan sakınmıyordu. İnsanları kırıyordu. Şimdi ne kadar düzeldi." denildiği zaman daha çok cezbediyor. Ne kadar insan getirebilirsen senin kârın oluyor. Bir insan başkasını hayıra teşvik edince onunla beraber oluyor. "Gel sen şu hayırı işle" dediği zaman o hayırı işleyen kadar sevap alıyor. Bir insan da "gel şu şerri işle" dediği zaman, o işle diyen, günah işleyenle beraber oluyor.
Tarîkata girincede bir tad aldın yaşantın dikkat çekti. Seninle beraber geldiler katıldılar. Ne oldu? Onların hepsinin kârı kadar kârın oldu. Dünya zevkini bırakın. Ama sakın bunu yanlış anlamayın! "Kazanmayın, çalışmayın" demiyoruz. Helâlından kazanın. Yiyin. Yedirin. Giyinin. Harcayın. Fakat Cenâb-ı Hak islâma bir sınır çizmiş. Müslümanlara dünyaya çalışmayı Allah emrediyor. Ama bu çalışmakta bir maksat var. Beden ilmini sağlasın. Beden ilmi ile din ilmini yapsın. İnsan hasta olunca ibadet te yapamıyor. Birde elin, gözün, vücudun sağ iken çalışmamak. Ondan bundan yardım dilenmek makbul değil. Niçin? Beyazıd'i Bestami Hazretleri Silsilede Caferi Tayfur diye geçer. O şöyle buyurmuş: "Üstündeki el, altındaki elden" hayırlıdır. Üstündeki el veren altındaki el alan. Bir insanda var olacak ki versin. Yok olunca el açar. "Veren el, alan elden hayırlıdır." Bu onun kelâmı. Nakşibendi Efendinin kelamı da şudur. "Öyle çalışın ki kimseye bâr olmayın. Yâr olun." Yani siz çalışmayıp yoksul olacak yere (bâr= yoksul) siz çalışın da siz onlara yardım edin. Çalışmak var. Ama usulu ile helâl olanı kazanın. Bu helâl kârı ne için kazanacağız. Beden ilmi için. Sağılığımız için. Bir de mali amel için. Zekât ve Hac ibadetleri de farz ya. Allah emretmiş. Hac, namazın karşılığıdır.Zekat da orucun karşılığıdır. Demek ki namazın ve orucun karşılığı hac ve zekat. Zekât her sene veriliyor. Ömründe bir defa hac yapmak, ömrü boyu her sene vermiş olduğu zekâtın karşılığı. Ömrü boyunca kılmış olduğu namazın karşılığı. Ömrü boyunca tutmuş olduğu orucun karşılığı. Bir defa Hac yapmak.
Allah derdi veriyor. Dermanı da veriyor. İkisini de sebebi ile veriyor. Bir hastalığa tutuluyorsun. Hastalığın sebebini buluyorlar. "Üşütmüşsün. Şurda şunu yemişsin" diyorlar. O hastalığın doktor teşhisini koyuyor. İlâcını veriyor. Hâlkeden kim? Allah. Derdi veriyor. "Dermanını arayın" diyor. Burada da beden ilmini emrediyor. Ki sağlıkla ilgili çalışın beşeri ihtiyaçlarınızı giderin. Soğuktan sıcaktan korunmak için. Açlığımızı çıplaklığınızı gidermek için. Amel için ne lâzımsa onun için. Zevk, safa, keyif için değil. Bunlar bizi aldatır. Zevk, safa için çalışırsak o çalışma ibadet sayılmaz. Bedenimizin sağlığını korumak için, fazlasını da hayır hasenat yapmak için çalışırsak, bu Allah içindir. Amele girer. İbadete girer.
Allah'ın verdiğine razı olun. Çok aşırı olmayın. Başkalarında gördüklerinize imrenmeyin. Olur adam zengindir. Onda gördüğün buzdolabından isteme. Senin evinde ihtiyacını karşılayacağın bir dolabın olduğu hâlde veya çamaşır makinesi olduğu hâlde veya çamaşır makinesi ve benzeri eşyaları modaya göre, her yeni çıkana heves etme. Çünkü gönlünü meşgul eder. Diyelim ki sen de aldın. Bu defa borçlanırsın borcu seni meşgul eder. Bunlardan sakınmak lâzım. Ehl-i kanaat olmak lâzım. Ehl-i sabır olmak lâzım. Tarîkat bunu istiyor. Gücünüz yetiyorsa en iyisini alın. Ama zevk ve safalar da ibadetimize mani olur. Bizi aldatır. Gafil olmayalım. Muhabbet demek Allah-Resulullah-meşâyih sevgisi demek. Bunlardan başka arzumuz sevgimiz olmasın.
.
6-Nefsin arzuları, rûhun muhalifidir
"Nefsin arzuları, rûhun muhalifidir."
29.9.1992
Çok şükür, nihayetsiz şükürler olsun Rabbımızın keremine, nimetine. Ceset, aşikâr olanları bilir. Gizli olanları rûh biliyor. Ama herkes bu sırra vâkıf olamaz. Ne zaman ki tarîkata girdiler, o zaman bu sırra vâkıf olurlar. Onun için
Şeyh'den haberdar olmayan
Önünde berdâr omayan
Doğru vefadar olmayan
Ol kande bulur yarini
Şeyhten haberdar olmayan Allah'a olan doğru vaadini yerine getiremez. Cenâb-ı Hak "Sâdıklarla olun" buyuruyor. Sâdık evliyaullahtır.
O'ndan almış olduğumuz idrak O'nun tanıtmış olduğu bir nimeti tattırıyor bize. Hangi nimeti tattırıyor? Bize Allah'ı sevdiriyor. Bir insan meşâyihi sevmezse Allah'ı sevemez. Meşâyihi tanımazsa Allah'ı tanımaz. Meşâyihte Allah'ın sıfatları var. Allah'ın zat nuru var meşâyihte. Allah'ın zat nuruna ulaşamazsa veli olamaz.
Ayrı da değil; gayrı da değil. Meşâyih, Allah'la aynı değil. Fakat Allah'tan ayrı mı? Ayrı da değil.
Ayrı da değil demek: O'ndaki rûh yüksek âlemlere çıkmış. Allah noksan sıfatlardan beridir. Allah hiç bir cisme benzemez. Bütün görünenler mahlûktur. Allah mahlûka benzemez. Bunlardan dolayı meşâyihe Allah diyorlar. Anlamayanlar şüpheye düşüyorlar. Onun için dikkat etmek lâzım. Sohbet vardır, kelâm vardır. Sohbet vardır ki bütün halka konuşulur. Bir kelâm da vardır ki şahsa konuşulur. Bu da sünnettir. Peygamber Efendimizden geliyor. Peygamber Efendimizin Sıddîk-i Ekber Efendimize özel sohbeti vardı. Sade O'na olan sohbeti yaparken bir başkası gelince o sohbeti kapatıyormuş. Bir başka sohbeti yapıyormuş. Sıddık Efendimize olan sohbeti Hz.Ömer Efendimiz Radıyallahu Anh anlayamıyordu. Umumi sohbetler vardır. Hususi sohbetler vardır. Umumi sohbetler herkesin anlayacağı şekilde. Özel sohbetler tek bir kimsenin anlayacağı şekildedir.
Salih Baba diyor ki:
Tedbir ile takdiri düşün, kendini yorma
Gel Âdeme secde idegör sıdk ile durma.
Âdeme secde olur mu? Ama Cenâb-ı Hak bütün melekleri Âdem Babamıza secde ettirmedi mi? Cenâb-ı Hak Hazreti Âdemi yeryüzüne halife gönderiyor. Evliyaullah da yeryüzünün halifesidir. Demekki Hazreti Âdem'e secde ettirdi ise melekler cisim sahibi değildir. rûhtan ibarettir. Tarîkatta da rûhun bir secdesi vardır. Nedir bu? Başka kelâmda söyleniyor:
Kâbe-yi inşâ-i Halîl.
Sendedir beyt-i celil.
Sensin Allah'ın delili
Rûhu Sultan el-meded.
Diyor ki Kabe'yi İbrahim Aleyhisselam yaptı. Ora Halil'in evi. Ama sende Celîl'in evi var. Kimde var Celîl'in evi? Hepimizde var. Ama ancak yapılırsa. Yapılmazsa Allah'ın evi değildir. Allah'ın evi olması, her şey ortaklıktan çıkacak. Evliyaullah herşeyden geçmiş. Dünyadan geçmiş. Dünyadan geçmiş bir velinin tekkesi var. Hânesi var. O hânede yiyenler, içenler, ibadet yapanlar var. Evliyaullah'ın dünyalığı var. Maddiyeti var. Ama maddiyetini Allah yolunda harcıyor. Öyle ise ne yapmış? Gönlünden dünya sevgisini çıkartmış. Daha sonra âhiret sevgisini çıkartmış. Daha sonra cesedinin, cisminin sevgisini çıkartmış. Bizim için cismimiz o kadar kıymetli ki... Bir parmağımızı vermeyiz meselâ. Bir kolumuzu vermeyiz. Ankara'yı bize verseler bir gözümüzü vermeyiz. Kelâm-ı kibarda:
Kıyamazsan başa cana
Irak dur girme meydâna
Bu meydanda nice başlar
Kesilir hiç soran olmaz.
Dünyayı insanlar ne için terk eder? Ahiret için. Dünyayı terk edelim ki ahireti kazanalım. Ameli ne için yapıyoruz? Ahiret için. Bunu her inanan yapabilir. Her müslüman yapabilir. Ama ahiretten geçmek kolay değil. Bunu idrak etmek kolay değil. Ahirette cennet var. Cennet sevgisi de bir arzudur. Bunu da atıyor. Bir de cesedini, cismini çok seviyor. Onu da atıyor. Sanki eskimiş eşya gibi cesedi de atıyor. Canlarından da geçmişler. Canı da canâna terk etmişler. Dünya set. Dünyayı geçince ahireti kazandı. Âhiretten de geçti. Bunlar Allah'ın Zatı'na perdedir. Onu geçiyor. Geçtiğinden de geçecek.
1- Terk-i dünyâ
2- Terk-i ukbâ
3- Terk-i can
4- Terk-i terk
Onlar dört şeyden geçiyorlar. "Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar oluyorlar. Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor "Mûtû kable en temûtû" "Ölmeden önce ölün." Terk-i can oluyorlar. Onların kalblerinde daha birşey yok.
Nakşibendi Efendimiz, halifelerinden Muhammed Parisâ Hazretlerini çok seviyordu. Çok da makamı ilerde ama o istiğrak hâlinden geçememiş. Geçemeyince halka çok yararlı olamamış. Alaaddin Hazretretleri şuurlu imiş. Muhabbet, cezbe gelince kendisini muhafaza ediyormuş. Kendisini kaybetmiyormuş. Halka sohbet ediyormuş. Cezbeli olanlar kendisini sıksınlar. Allah'a şükür. Çok şükür. Bizim tarîkatımız cezbe tarîkatı. "Nefy ü isbat" vardır. "Şuğul-u bâtın" vardır. Hepsinde bu olamaz. Başka tarîkatlar şuğul-u batını hiç kabul etmez. Küfür sayarlar. Şuğul-u bâtın ikidir?
1- Bir vardır ki: İnsan isteyerek gelir.
2- Bir de vardır istemiyor geliyor. Onu atmak istiyor gönlünden. Allah'a sığınıyor. Havf duyuyor veya onu atsa da başka birisi geliyor. Ondan da kurtulmak için çalışıyor. İşte burada bir terakki var. İsteyerek gelen şuğul-u bâtın ise gaflete düşürür insanı. İstemeyerek olunca Allah'a sığınıyor.
Bilmezem kimden kime şekvâ edem bu gönlümü
Lâ'yı gördüm, firkat-ı Mevlâya düştüm gel yetiş.
Bu gönlüm senin mülkün, kime şikayet edeceğim. Bu gönül senin ben buna sahip olamıyorum. Ben buna gelen muhalefetleri atamıyorum. Bu mülk senindir. Sen bu mülke sahip ol, diyor. Allah'a teslim ediyor. Bizde cezbe ile ne kadar terakki ediliyorsa, şuğul-u bâtın ile de aynı şekilde terakki ediliyor.
Bir de "nefy ü isbat" var. Fazla zikir yapmak. Ne kadar zikir yaparsa o kadar terakki ediyor. Cezbe sahibinde zikir yok. Cezbe sahibine sen zikir yapma bile derler. Zikirden mana Allah'ı unutmamak. Cezbe sahibinde Allah sevgisi var. Allah sevgisinden meydana geliyor. Gönlü zikir dolu.Cezbe nereden geliyor? Aşktan, muhabbetten. Aşkın sonu mahviyet. Cezbeden de geçecek. Cezbeden geçmezse mahviyete düşmez. Mahviyete düşmeyince yetişmiş, erişmiş olamaz. Neye yetişecek neye erişecek? Allah'ın zatına.
"Küllü şey'in yercu'u ilâ aslihî" "Her şey aslına rücû edecek." Rûhun da aslı nedir? Cenâb-ı Hak kendi rûhumdan rûh üfledim buyuruyor. Rûh ne ile gidecek? Yağmur katresi gibi aşağıya düşmedi ki... O yağmur katresi denize karışırsa, oradan da tekrar buhar olup yükselirse devir yapar. Yağmur nemi nereden alıyor? Zâhire göre denizden alıyor. Ama yağmur Allah'ın rahmetidir. Rûhumuz hakikatten bir vasıta ile gelmiş. Cesedimize vasıta annemiz babamız. Annesiz babasız dünyaya gelen var mıdır? Bir tek Hz. İsa babasızdır. O'nda, Allah kudretini göstermiştir. Onun Peygamber olduğunu bildirerek: "Babasız da halk ederim" diyor Cenâb-ı Hak. Annesi var. Babası yok. Ondan başka bütün insanların annesi babası var. Bir de Hz. Adem annesiz ve babasız. Allah onun cesedini topraktan yapmış. Rûhundan rûh üflemiş. Bizler ve bütün insanlar O'nun tohumu. Ama bunlar cesede. rûha gelince öyle değil. Rûh ayrı. Cenâb-ı Hak rûhlarımızı ilm-i ezelîde halk etmiş. Meleklerden önce bizim rûhumuzu halk etmiş Cenâb-ı Allah. Melekleri cesedimizden önce halk etmiştir. Şimdi bakınız zemîn var. Semâ var. Arş-ı âlâ var. Yer var. Biz yerdeyiz. Melekler nerede? Arş-ı âlâda. Eğer Allah'tan gelen rûh Allah'a ulaşırsa arşı geçiyor, meleklerin üzerine çıkıyor. Ama Allah'tan gelen rûhu insan makamına ulaştırmazsa aşağıya düşer; değil meleğin üzerine çıkmak, hayvanın aşağısına düşer. Niçin hayvanlar azap görmeyecek? İnsanlar azap görecek? Çünkü o insan hayvanlardan aşağıya düşüyor. Cehenneme giden insan hayvandan aşağıdır. Cennete giden insan da meleklerle olur.
Cenneti insanlar ibadetle kazanabiliyor. Fakat Allah'ın cemâlini insan ibadetle, amelle kazanamıyor. Allah'ın cemâlini insanlar aşk, Allah aşkı ile kazanıyor. Onun vasıtası Allah aşkıdır.
Çok çektim ise iftirak (firak)
Kalmadı gönlümde merak
Aşkım bana oldu Burak
Görün beni aşk neyledi.
Âhiri derviş eyledi.
Aşk: İnsanları dünyadan geçiriyor. Ahiretten geçiriyor. Cesedin cisminden geçiriyor. Canından geçiriyor. Ondan sonra derviş oluyor.
Derviş: "Bir dost, bir post." Dostu posta oturtturmuş. Cesedi olmuş post. Dostu da Allah. Bu böyle olur mu? Anlayanlar Allah ile şeyhini ayrı görmezler. Peki biz Allah'a inandık mı? Allah'ı bulmak istiyor muyuz? Allah nerede bulunacak? Allah "Bir yere sığmam ama veli kulumun kalbindeyim" diyor. "Kim oraya girerse ben oradayım." diyor.
Bir meşâyihi insan severse, ona tamamen inanır teslim olursa, hizmetini görürse onun gönlüne girerse Hz. Allah'ı görür. Herşey aslına rücu edecek. Ceset topraktan halk edildiği için toprak olacak. rûh niye gitmesin? Allah'ı sevmek, Evliyaullah'ı sevmektir.
Gel Habibim sana aşık olmuşam
Cümle halkı sana bende kılmışam
Gece gündüz yemedin, içmedin bana gelmek istiyordun. Ne olur cemâlini göreyim diyordun. İşte ben de seni davet ettim. Cebrail vasıtası ile getirdim. Ama bu cismin miracıdır. Cesedi ile yükselmesine Cebrail vasıta oldu. O'nun rûhunun vasıtası Allah aşkı, Allah'a olan sevgisi. Allah'a ancak aşk ile ulaşılıyor. İlimsiz, amelsiz de olmaz tabii. İlim, amel ancak meşâyihi tanımaktır. Meşâyihi bilmektir.
İlmi arz üzerinde en büyük olan Mevlânâ'yı Şems irşad etmiştir. Şems onun ilmini elinden almış, bir çocuk gibi yapmış onu. Onu yatırmış, kaldırmış, çok sevdikleri Mevlânâ'yı halk sevmez olmuş. "Dinden çıktı, imandan çıktı. Nereden geldi bu soytarı da, bizim hocamızı dinsiz imansız yaptı." dediler. İlim de varlıktır. İnsanlar da ilimden geçemezse irşad olamıyorlar. İşte aşk insanları ilminden amelinden geçirir.
Aşka ermektir muradım.
Nam ü nişân istemem
Allah'a ulaşmak için aşk lâzım. O aşkı nerden alacağız. Evliyaullahtan, meşâyihten alacağız.
Aşkım bana oldu Burak.
Burak'tan mânâ: Miraç. Allah'a olan sevgimdir benim miracım.
Çok çektim ise iftirak.
Firak: Rûhun Allah'tan ayrılıp gelmesidir. Burada ilmim, amelim bana oldu burak demiyor; aşkım bana oldu burak diyor.
Bir insan dünyada ne kadar çalışkan olursa olsun, ne kadar ticaret yaparsa yapsın esas tembellik amel tembelliğidir. Esas zarar ahiret zararıdır. Dünya zararı bize zaten ahiret kârını kazandırır. Dünyada Cenâb-ı Hak zarar veriyor. İmtihan için, zararı da Allah'tan bilip razı olursak orda da bir mükafatımız var. Allah ondan dolayı da bir mükâfatta bulunacak, bir ihsanda bulunacak. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
"Ben kulumu korku ile imtihan ederim." Bu korku hastalık korkusu olur, haşarat korkusu olur, düşman korkusu olur. Daha başka çok korkular olur. Fakir olacağından , hasta olacağından korkar. Allah korkusu. Şerli insanlardan korkar.
"Mallarının, canlarının, yakınlarının azalması ile de imtihan ederiz."
Dünya zararlarından da korkacağız. Maddi zarara razı olursak Allah bize manevî kâr verecek. Korkacağımız ne olacak peki? Amelsizlik, imansızlık. Allah bizi müslüman halk etmiş, imanımız var. İmanımızı muhafaza edecek nedir? Amel. Amelsiz kalırsak imanımız da yok olur. Azala azala söner.
Dünya sevgisinden korkacağız. Şeytan vesvesesinden korkacağız. Nefsimizin arzularından korkacağız. Şerli insanlardan da korkacağız. "Bize bir zarar gelir, günah işletir" diyeceğiz. Amelsizlikten korkacağız. Zaten amelsizlik bunlardan kaynaklanıyor.
Şeytan vesvesesi şöyle oluyor. Senin ameline mani olamıyor. Fakat amelinden dolayı sana gurur, kibir geliyor.
Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor. "Bütün hataların başı dünya sevgisi." Dünyayı seven şeytana tâbi olur. Şeytanın vesvesesine kapılır. Dünyayı seven kötü insanlarla dost olur. Ama çalışmak ayrı, çalışmak hak. İnsan çalışkan olur da, dünyayı gönlüne indirmez.
4 tane manevî düşman var. Bunlardan salavat çekerek, besmele çekerek, tevhid çekerek kurtulacaksın.
İnsanlar sadıklarla olunca bildiği günahı işlemez; bilmediklerini de ona danışır. Bildiği bir ameli işler. Bilmediğini de gidip ondan öğrenir.
Cenâb-ı Hak onun için "Sadıklarla olun" buyuruyor. Sadıklar günahı, sevabı bilenler, seçenler, hayrı, şerri bilenler tatbik edenler. Allah'ın yasaklarından kaçıyorlar. Meşâyihi sevmek demek onu örnek almaktır. Onu niçin seviyor? Bu insan iyi insan. Bunun sözleri de sağlam, işi de sağlam, ameli de sağlamdır. Sevmek demek, bu demek. Bağlanmak demek, bu demek.
Gönül sahiplerine gönülden bağlanın. Gönül sahiplerinin kalplerinde hile, hurda, kin, haset hiçbir şey kalmamış. Pâklemişler, atmışlar. İnsanların kalbi Allah'ın evi.
Demek ki o haneden insan herşeyi çıkarır atarsa ne olur? O haneyi sahibine teslim etmiş olur.
İdrak etmek lâzım.
İdrâk: Bizim için yararlı şeyleri bilip yapmak, zararlı şeylerden kaçınmak. Şurda bir ateş yanmış. Sana doğru geliyor. Anladın ki sana doğru gelip yakacak. Kaçmazsan yakacak. Bir de anlıyorsun ki senin için bir nimet var. Orada faydan var. O buraya gelmediyse sen oraya gideceksin ki onu elde edesin. Cenâb-ı Hak insanlara akıl vermiş. İrade vermiş ki insanlar kârını zararını bilsin diye.
Deliler kârını, zararını bilmedikleri için Allah'ın emri onlara uygulanmıyor. Onların günahları da yazılmıyor. Sevapları da yazılmıyor. Akılları olmadığı için. Allah'ın emri akıllı olana. O hâlde irademizi say'ımızı kullanalım. Kârı elde edelim. Bir insan maddî zarardan aklını kullanarak ne kadar kaçmak isterse, gene kendisini kurtaramaz. Gelir. Kaldı ki bu zarar manevî zarar; kaçalım kurtulalım. Kaçmazsak kurtulamayız. Ondan yasakları öğrenip kaçacağız.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
"İnsanlar zarardadır. O zararı işlerler, göremezler." "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar." Bu gaflettir.
Gaflet: Günahı-sevabı, hayırı-şerri, helâli-haramı bilmemektir. Niye bilmeyelim? Maddî karımızı-zararımızı biliyoruz. Allah bize akıl vermiş, güç vermiş. Say vermiş. İnancımız var. Peki bunları biliyorsak manevî zararımızı ve kârımızı da bilelim. Dünya bize ne lâzım? Yani Allah bize akıl ve irade vermiş. Bunu inancımıza göre kullandıysak kurtulduk. Yoksa kurtulamadık.
Ömür sermayesin verdim hebâya
Kesafet âleminde ne kılam ben
Ömür bir sermayedir. Âmelin olmazsa bunu yok ettin. Ama meşakkatli bir âlem var. Orda ne yapacaksın? Ora neresi? Kabir. Kabir çok meşakkatli yer. Kabir çok safalı yer. Kabir görünüyor. Ama âhiret görünmüyor.
Ne buyuruyor Resulullah?
Kabir cehennem çukuru,
Kabir cennet bahçesi.
Bunu bildirmiş. Biliyoruz. Bunun darlığını da görüyoruz, karanlığını da görüyoruz. Cehennem çukuru olursa göründüğünden daha dar. Cennet bahçesi yaptıysak, o kabir dünyadan daha geniş. Daha ferah. Daha aydınlık. Semâdan daha yüksek, semâda yaşayan melekler var. Başka varlıklar var. Onlarda külfet yok, darlık yok, sıkıntı yok, pislik de yok.
Semâda darlık olur mu? Pislik olur mu? Dükkanlar mı var? Fabrika mı var? Tarlayı ekeceğim düşüncesi yok. Allah onları orada halk etmiş. Rızkını da veriyor. Onların rızıkları zikirde olabilir. Esas rûhun gıdası zikir. Onlarda nefis yok. Neden vücut yok? Vücutta bir sıklet var. Su var. Bunları ancak yer taşıyor. Bunlar ancak yerde yaşıyor. Onlarda su toprak olmadığı için semâda yaşıyorlar. Kelam-ı kibar vardır, bu bir hakikattir.
Eğer simurg-u ankasan gurabın yanına varma.
Hakikat bülbülü ol gözünü gülden ayırma.
Cenâb-ı Hak "simurg-u anka" isminde bir kuş halk etmiş. Var. O işte semâda yaşıyor. Hiç yeri görmüyor; nesli de ürüyor. Yumurtayı yapıyor. Civciv yapıyor. Büyütüyor, uçuruyor. Hiç yeri görmüyor. Gurab ise bir kuş. Karga. Daima mezbeleliklerde, pisliklerde uğraşıyor.
Eğer simurg-u ankasan gurabın yanına varma.
Senin ibadetin varsa, şeriatın, tarîkatın varsa, senin rûhun simurg-u anka kuşudur. Başka bir kelâmda;
Çok sâlikler seyrân eyler semâda
Kimi müsemmâda kimi esmâda
Nisbetleri gezer fevkal-ulâda
Ama darlığı çeken rûh. Sıkıntıyı çeken rûh. Sefayı gören rûh. Mesul olan cesed; rûh masum. Cesed rûha adalet ederse rûh sefada, sürûrda. Cesedin rûha adalet etmesi için, rûha muhalif işler işlemeyecek. Bütün nefsin arzuları rûhun muhalifidir. Arzuları terk ederse rûha muhalefet etmiş olmaz. Bir de ibadetini yaparsa rûhu mesut etmiş olur. Çünkü ibadeti ceset yapar. Eğer ibadetini yapmazsa rûha zulmetmiş olur. Rûhu mihnete, meşakkate, azaba düşürmüş olur, karanlıklara düşürmüş olur. Eğer ibadetini yaparsa onu ulvî âlemlere, yüksek aydın, ferah yerlere ulaştırır.
İbadet yapanın rûhu Anka kuşu gibidir. Temizdir. Yükselir göklere çıkar. Semâda hiçbir pislik, hiçbir darlık, hiçbir mihnet olmaz.
Gurab ise isyan edenlerin rûhu. Rûha buyuruyor ki:
Bülbülün ol nefha-i feryâdına âşık demem
Yüz çevirir goncadan gül gösterince hârını
Buyuruyor ki:
Bülbül niçin gönül verdin
Rengi solan bir goncaya
Solmaz benim gonca gülüm
Fani bahârı neyleyim.
Buyuruyor ki:
Bir gülün ki hârı vardır yâr demem.
Kansız didelere yâr demem.
Pirden haberdâr olmayan
Önünde berdâr olmayan
Doğru vefadâr olmayan
Ol kande bulur yârını
...
Aynı da değil, gayrı da değil. Ol buna ağâh
Salih Baba'dan olan bu kelamı izah edemezse insanlar şüpheye düşer.
Evet tabii aynı değil. Gayrı da değil.
Meşâyih Allah mı? Haşa değil. Allah'tan ayrı mı? Allah'tan ayrı da değil.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
7-Yediğimiz içtiğimiz helâl olsun.
"Yediğimiz içtiğimiz helâl olsun."
22.10.1992
Allah muhabbetinizi artırsın. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah ömür boyunca muhabbetinizi muhafaza etsin. Allah korktuklarınızdan emin etsin. Umduklarınıza nail etsin. Allah hulusunuzun, ihlasınızın barını, meyvasını yedirsin.
Ben de bir kulum. Bir günahkâr kulum. Miskin kulum. Âciz kulum. Acziyetimiz meydanda. Allah'a şükür. Çok şükür. Bin şükür. Nihayetsiz şükürler olsun. Hastalık da bir nimettir bizim için. Peygamber Efendimizin emri var: "Hasta olmayan vücutta hayır olmaz."
Firavun hiç hasta olmamış. Çok yaşamış dişi bile ağrımamış. Biz vücut sahibiyiz. Hasta olacağız. Meşakkat göreceğiz. Biz meşakkat göreceğiz ki Rabbımıza sığınalım. İnsanlarda nefis var. Rûh var. Nefis zâlîmdir. Nefis münkirdir. Nefis kâfirdir. Kâfir demek küfür işler.
Allah nefsimizi şeytana uydurmasın.
Kapısına varanlar olur irşâd
Bilir nefsi ile Rabbini olur şâd.
Mevlânâ da öyle demiş.
"Ne olursan ol. Gel"
İnsanlara seslenmiş. Gelin Allah'ı tanıyın. Gelin Allah'ı zikredin. İşte bu cemaat o cemaat. Allah'a şükür, Allah âhir akıbetimizi hayır getirsin. Allah bu muhabbetimizi muhafaza etsin. Allah bu nimetin münkiri etmesin. Nimetimizin kıymetini takdir edenlerden etsin. Elhamdulillahi Rabbil âlemin. Fatiha suresini namazlarda okuyoruz. Alemlerin Rabbi. Sade müslümanların Rabbi değil. Bize Allah'ın en büyük ihsanı inanç. İman cevherini kalbimize yerleştirmiş. Daha başka nimetimiz de var ki sevgili habibine ümmet etmiş. Hz. Ademin zamanından beri, bizi seçmiş. Çok kitaplar ve peygamberler gelmiş geçmiş. 124.000 peygamber gelmiş, geçmiş. Onlardan da seçmiş. Bizi sevgili Habibine ümmet etmiş. Kitabımız kitapların üstünüdür. Peygamberimiz Peygamberlerin üstünüdür. Bütün kitaplar, bütün peygamberler, bütün âlemler bizim Peygamberimiz için halk edildi. İşte biz onun ümmetiyiz. Bunun için şükredeceğiz ki Allah nimetimizi artırsın.
Hadis-i Şerif: "Benim ümmetimin en hayırlısı, eliyle diliyle insanları incitmeyendir. Benim ümmetimin en şerlisi de eliyle diliyle insanları incitendir."
Sözümüzle ve hareketimizle kimseyi incitmiyeceğiz ki ahlâkı güzel olalım. Peygamber Efendimize lâyık ümmet olamazsak, şefaatine mazhar olamayız.
Muhammed Beşir'i amed
Ki oldur varisi Ahmed
Eder bizi makbul ümmet
Evliyaullahlar, veliler niye gelmişler? Halkı irşâda gelmişler. Bizi kötü ahlâklardan, kötü yollardan kurtarmak, güzel ahlâkı, doğru yolu göstermek için gelmişler. Zaten veliler olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'a biz bir hak dava ederdik: "Yarabbi bize bir Peygamber gönder. Sana günah işlemeyelim. İsyan etmeyelim" derdik.
Peygamber Efendimiz: "el-ulemâ veresetü'l-enbiya" buyuruyor. "Âlimler, Peygamberlerin varisleridir." Bunlar meşâyihler, velilerdir. Onlar olmasaydı biz de bir hak sahibi olurduk. Onlar gönderildiğine göre hiçbir hak sahibi değiliz. Evliyaullah mürebbidir. Neyin mürebbisidir? Rûhun mürebbisi. Bir anne çocuğunu dünyaya getiriyor. Bir hizmet lâzım. İşte evliyaullahın görevi budur. Kim ki evliyaullaha inandı. Teslim olduysa, onun rûhu doğmuş bir çocuk gibidir.
Mekânım batn-ı hud oldu
Memâtım lâyemût oldu
Muhafız ankebut oldu
Men oldum gar-ı dervişân
Demek ki tasavvufta bunlar var. Nasıl ki Yunus Aleyhisselam'ı balık yuttu. 40 gün balığın karnında kaldı.
Bat: Karın, Hud: Balık
Balığın karnı mekanım oldu diyor. Burada balıktan manâ bizim nefsi emmaremiz. Nefsimizi yutmuş. Rûhumuzu yutmuş. Bu nefs-i emmâreden kurtaran ne oluyor? Evliyaullah oluyor. Neyi kurtarıyor? Mümin kulu. Ona hizmet görüyor. İşte zâhirde biz onu ancak kendimize örnek edineceğiz. Zâhirde biz onu kendimize örnek edersek maneviyatta bizim rûhumuz bir hizmet görüyor. Bizim rûhumuzu her türlü tehlikeden koruyor. Evliyaullah velâyet sahibi. Bir velâyet kanadı vardır. Onu şöyle izah edelim:
Büyük bir kuş olur. Yüz tane civcivi kanadının altında besler. O kanadının altına almazsa o civcivlerin düşmanı çok; kedi, köpek götürebilir. Ama annesinden ayrılırsa götürebilir. Annesinden ayrılmazsa götüremez.
Mürşidinin kanadı altına gizlenmişsen zâhirde O'na tabi olacağız. Aksi halde annesinin altından çıkan civciv gibi kaparlar.
Cenâb-ı Hakk'ın dünyaya da çalışın diye emri var. İnsan yiyeceğini, giyeceğini, alacağını düşünecek. Ona da bir sınır var. Sınırı taşırmayacak. Nedir bu sınır: İbadetine mâni olacak bir işi yapmasın, ibâdetine mâni olacak bir yere gitmesin. İbadetine mani olacak bir şeyi düşünmesin. Ahiretine mâni olan bir işi yapmasın düşünmesin.
Ahirete mâni olan gıybet var ki, gıybet günah-ı kebâir. Birde malayani var ki o da kalbi karartır. Malayani nedir? Hep dünyayı konuşmak. İnsan dünyayı gerekince konuşacak. Helalinden, kolayından yapacağı işi ta başından düşünsün. Sonra yapsın. Dünyadaki bir geçim değil mi? İnsanın canı, bedeni sağ olduktan sonra insan aç kalır mı?
Dünyanın varlığı, vücut sağlığı, gönül hoşluğudur. İnsanın vücudu sağ olsun da rızkı gelir. Zengin olmayı niye düşünüyor ki. Zengin olanlar ne yapmışlar? Hani varlıklarını götürmüşler mi? Onlar götürmemişler. Eğer evladını düşünüyorsa evladını Allah'a teslim etsin. Bizim dedemizin, köyde yerleri varmış. Bağları varmış. İki takım evi varmış. Yeri varmış. Tarîkata hizmet görmüş. Meşâyih olduktan sonra bir tekke yaptırmış. Nasıl ki tekke yapılınca evler geldi yanına. İstanbul'da da böyle oldu. Orası bir site oldu. Daha da gelecekler.
İşte şehrin dışından bir tarla almış. Tekkeyi yaptırmış. Oraya su getirmiş mahalle olmuş orası. Oraya cami yaptırmış. Para bitmiş. Tarlayı satmış eklemiş, para bitmiş. Üzüm bağını satmış eklemiş, para bitmiş. Bir tarla daha satmış, yine bitmiş. İhvanlar demişler ki senin kaç tane oğlun var. Köyün yakınındaki üzüm bağını satma demişler. Mübarek onlara öyle bir celallenmiş ki "Siz mallarınızı evlatlarınıza teslim ediyorsunuz. Ben de Allah'a teslim ettim" demiş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Ben bir kulumu aziz edersem, kimse zelil edemez."
"Ben bir kulumu varlıklı yaparsam, kimse onun varlığını elinden alamaz. Ben bir kulumu fakir yaparsam, ne kadar ne yapsanız zengin yapamazsınız." diyor. Buna inanmak lâzım.
Burada hepiniz bir sülâle sahibisiniz. Her sülâleden bir tane var, iki tane var. Sülâleler (30-40-50) nüfuslu. Bu sülâle üyeleri kimler: Kardeşlerimiz, amcalarımız, dedelerimiz, gelinler, torunlar. Peki bu ailelerden kaç tanesi gelmiş buraya. Öbürleri nerede. Öbürleri ne düşünüyorlar? Dünyayı düşünüyorlar. Hep dünyanın peşindeler. Babanın evlada olan hakkı şudur: Oğlumuz oldu mu? Ona güzel sünnete uygun bir isim koymak lâzım. (Aykut, maykut vs.) değil güzel bir isim koymak lâzım) Kur'ân'da veya hadislerde geçen isimlerden koymak lâzım. Ona islâmiyeti öğretmek lâzım. Ve baliğ oldu ise evlendirmek lâzım. Lâyıkı ile evlendirmek lâzım. Apartman koy. Çiftlik koy. Fabrika koy demiyor. Eğer senin, benim, onun evladına Allah varlık verecekse, hiçbir şey bırakmasak da Allah o varlığı verecek ona.
Bir atasözü vardır:
Deli oğlun var, nidersin malı.
Akıllı oğlun var, nidersin malı.
Deli olunca, mal olsa bile, akıl olmadığı için birden kaybeder malı. Akıllı oğlun varsa, onun da babasının malına ihtiyacı olmaz. Çünkü aklı var. Allah murad etmişse onun malı olur. Öyle ise bizim görevimiz nedir burada? İslâmiyeti öğret ona. Ahlâkı öğret. Bunu şimdi yapan az. Tersini işliyorlar. Allah bizi inananlardan halk etmiş. Bunun şükrünü edâ etmek lâzım. Dilin zekatı şükürdür. Çok şükür, bin şükür, milyon şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Bu dilin zekatıdır.
Mevlânâ ne buyurmuş:
"Ben kul oldum. Kul oldum. Kul oldum." Acziyet kulluğumu bildim. Boynumu eğdim. "Herkes hür olduğuna sevinir. Ben kul olduğuma sevinirim."
Burada kulluk nedir? Allah'a itaat. Burda hürlük nedir? Allah'a isyan. Akıllı olan hiçbir şeye iltifat etmez.
Döner çark-ı felek asla yorulmaz.
Sânî'in sun'una akıllar ermez.
Ârif olan bu dünyaya sarılmaz
Her kim sevdi ise eyledi berbat
Çark-ı felekten manâ dünyanın dönüşüdür. Burdaki dönüş üretim, tüketim. İnsanlar buğday tanesi gibi. Nasıl ki buğdayı tarlasına ekiyor adam. Sonra onu biçiyor. Değirmene götürüyor. Ögütüyor. Yemek pişirip yiyor. Yok olup gidiyor. İnsanlar da böyledir.
İsmiyle müsemmâ denî dünyadır
Su üzre kurulmuş taklid binadır
Bu bir mezraadır dar-ı fenâdır
Şarâbı kan olmuş gıdasıdır baş
Şarabı-kan: Bütün kanlar yere gidiyor. Ölenlerin.
Gıdası nedir? Bütün insanları yok ediyor. Başını yiyor.
Sânî'in sunu: Yaratıcının yarattığına da akıllar ermez.
Arif: Ayık, akıllı demek.
Akıllı olan bu dünyaya sarılmaz. Kim dünyayı sevdi ise, dünya onu berbat, pis etti. Pisin manası: İmansız götürür bizi. Dünyayı seven giyeceğini düşünüyor. Gezmesini düşünüyor. Ondan geri kalamıyor ki. Ama sözümüz bu cemaate değil. Belki bu cemaatin içinde de olabilir. Bugün buraya gelmiştir. Yarın da bir zevk yerine gider. Gitmesin o zevk yerine. O zevk yerine giderse ehl-i dünya olur. Cenneti kazanamaz.
Fenadan çek elin iste bekâyı
Bir el döndüremez iki dolabı.
Bir insan hem dünyayı hem âhireti sevemez. Zıddiyet vardır. Nasıl ki ışık yanan yerde karanlık olmaz. Onun için çok şükür edeceğiz. Nimetimizin kadrini bileceğiz. Nimetimizi artıracağız. Bunun için altı azayı koruyacağız. Gözümüzle yasaklara bakmayacağız. Dilimizle yasak olan şeyleri konuşmayacağız. Kulağımızı, elimizi, ayağımızı, kalbimizi yasaklardan muhafaza edeceğiz. O zaman imanımızın neticesine ulaşırız.
Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı
Kulun çektiği kendi cezâsı.
Eğer Halik''ımız olmasa razı
Yaratmazdı cihânda birimizi.
İnsanlar Allah'a isyan etmekle Allah bundan üzüntü duymuş olsaydı, haşa estağfurullah insanları yaratmazdı. Halketmezdi. Onun için sadece itaat etmek lâzım.
Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Biz insanların, boyuna, güzelliğine, zenginliğine, asaletine bakmayız. Ancak kalplerine bakarız." İnsanlar birbirinin kalbini bilmez. Evliyaullah bilir o da aşikâr etmez. Tasavvuf ehlinde gurur, kibir olmaz. Tevazu vardır. Tevazu tarîkat ehlinin büyük amelidir.
Bütün kapanmış kapıları, kilitlenmiş kapıları tevazu açar. Tarîkatımızın büyük ameli tevazudur. Tarîkatımızda kemalat, takva olmaktır Havfdır. Mahviyet: Yokluk. Yokluktan mahviyete düşmüşse yetişmiş oldu. Kâmil, kemâl sahibi oldu.
Her gördüğünü Hızır bil, demek tevazu ehli ol demek.
Her geceyi Kadir bil.
Her geceyi Kadir gecesi gibi ihya et. İşte bizim her gece kıldığımız teheccüd namazımız çok makbul.
Fırsatı ganimet bil.
İnsanlar dünyayı gençlikte kazandığı gibi ahireti de gençlikte kazanıyor. İhtiyarlıkta kazanmak zor. Bu gençliğimizi hep dünyaya sarfetmeyelim.
Dünya bizi aldatır; bizi zarara uğratır. Cenâb-ı Hak: "Biz Kur'an'ı insanlara gönderdik. Biz Peygamberi insanlara gönderdik." buyuruyor. O halde Kur'ân'a ve Peygambere uymayanlar insan değil. Hayvan. Bu cesedin içinde bir sıfatın var senin. İç âlemi var insanların. Dışardan bakınca süslü, püslü çok güzel görünen o cesed. Şeriatsız ve tarîkatsız ise hayvan gibidir.
Kim nasıl sıfat kazanmışsa o sıfatla gidecek.
Ve sîka'llezîne keferû ilâ cehenneme zümerâ= O kâfirler, zümreler halinde cehenneme sürüldü.
Cennet zümresi, cehennem zümresi. Cennet vesikası verilirse; cennet hurileri çok ihtişamla, çok hürmetle, şerefle seni okşayarak, severekten cennete götürecekler.
Ama cehennem vesikası eline verildi ise ellerinde demirden çomaklarla vura vura cehenneme götürülecek. İşte bunlardan kurtulmak lâzım. Allah bizi insan halketmiş. İnsanlığımızı bilelim. Bunun için görevimizi yapalım. Görevimizi yapamazsak insanlığımız tamamlanmış değil.
Allah hepinizden razı olsun. Bugün sohbet olmasın diye çok ısrar ettiler. Olsun da görüşelim. Helallık alırız dedim. Hakkınızı helal edin. Gitmek var. Gelmemek var. Allah canımızı sağ ederse bir düzelme olursa biz de arada geliriz. Sağlık olursa Ramazan Bayramını İstanbul'da yaparız. Kurban Bayramını burda yaparız. Yapılacak bir işi tezden bitirmek istiyorum. Yaratılış bu. Bizim bu dolaşmamızı burada bütünleştirmemiz böyle yaptı. İki aydır dışardayız. İki ayı da geçti. Karadeniz Bölgesi, Doğu, Güney Anadolu, Akdeniz Bölgesi. Böyle dolandık geldik. Şekerimiz de çok yükselmiş, insulin iğnesi veriyorlar. Biz de İstanbul'a gitmeden kullanmayacağız.
Yiyelim, içelim ama Cenâb-ı Allah'ın bir emri var. Emri hududunda olsun. Emrin dışına çıkınca Mevlânâ'nın bir sözü vardır: "Herkes hür olunca sevinir. Ben kul olunca sevinirim." Günahı-sevabı, hayırı-şerri bilmeyen insan var ya. Affedersiniz çok affedersiniz. Yaylalarda otlamış. Derelerde su içmiş gibidir. Bilmem hangi senede (82-84) olabilir. Yine Ankara'dayım. Siyasal Bilgileri bitirmiş. Annesi, amcası var. Babası ölmüş. Bunlar müslümanlar. Asilzâdeler. Fakat oğulları orada tam manâsı ile solcu. Bir türlü dönmüyor. Annesi ağlıyor. Amcası da albaylıktan emekli olmuş. İsmini söylemeyelim. Amcası bir vesile ile "Kemal ben hastayım. İhtiyarım. Misafirlerim var. Gel de biraz yardım et" demiş. Geldi yemekleri, ikramları verdi. Sohbet oldu. Dinledi sohbeti. Sonraki gün bir başka eve gittik. Kendi arzusu ile geldi. Orda da başladı hizmet görmeye. Çayları getirdi. Meyvaları getirdi. Üçüncü akşam başka bir yere yine geldi. Ders aldı. İhvan oldu. Sonra Erzincan'a gittim. Uzunca bir mektup yazmış. Mektubun şurasını hatırlıyorum. Diyor ki:
"Yıllardır kainatı aydınlatan bir güneşin karanlığında geziyordum. Aydınlık islâm aydınlığı. Güneş İslâm güneşiymiş. Bizim medeniyet, medeniyet diye sahip olduğumuz medeniyet ancak ehlileşmiş bir hayvan oluyor. Bu imiş" diyor. Yani demek istiyor ki: Bir insanın ibadeti, ameli olmazsa, hayvanların bir yabanisi var. Ormanlarda dağlarda gezer. İnsanlar için zararlı. Ama evde beslenenler zarar vermiyor. Demek ki medeniyet medeniyet diye sahiplendiğimiz medeniyette ehlileşmiş hayvan oluyor. Onun için Allah'a şükür, çok şükür. biz insan olmamız için Kitaba sahip olacağız. Peygamberimizin sünnetlerini işleyeceğiz. Zaten Allah'ın emri de böyle. Şimdiki âdetler, ananeler, usuller, yaşantılar Avrupa'dan gelmiş. Böyle yaşantı sahabede görülmemiştir. İnsanın yaşantısı böyle değil. Sebep ne? Peygamber Efendimiz buyuruyor: "Bütün hataların başı dünya sevgisi." Dünyayı seven her hatayı işler. Dünyayı sevmeyen hiç hata işlemez. Yiyeceğiz, içeceğiz kazanacağız. Ama yediğimiz, içtiğimiz helâl olsun. Yediğimizin içtiğimizin helâl olması için ibadetimiz olacak.
İnsan maneviyatını elde ederse büyük âlimdir. İnsanlık şerefine lâyık olursa "Legat haleknel insane fi ahseni takvîm" buyuruyor Cenâb-ı Allah. Dünyalardan, yerlerden, göklerden daha büyük varlık oluyor insan.
Onun için Cenâb-ı Hak bir Kudsî Hadisinde: "Ben yerlere göklere sığmam ama mümin kulumun, velî kulumun kalbine sığarım." buyuruyor. Veli olanda veli sıfatı vardır. Veli olmayanda ancak Allah'ın esmâ nuru vardır. Meselâ biz şimdi müridiz. Velâyet sahibi değiliz. Bizim emir hududunda esmâ zikrimiz var. Esmâ: Allah'ın isimleri, Allah'ın 1001 ismi var. Ama bizim esmâmız Lâfza-yı Celâl Allah'ın zatına, tek olan zatına mahsus olan bir isimdir bu. İşte onun nuru kalbimizde var. Allah'ı unuttuğumuz zaman o nur kalbimizden çıkıyor. Kaldık karanlıkta Allah'ı andığımız zaman nasıl ki karanlık gecede lamba yanar ışır. Kalbimiz de öyle oluyor. Allah'ı unuttuğumuz zaman kalbimizdeki ışık sönüyor. Buna ne diyoruz: Gaflet. Gaflette olan insan her hatayı işler. Allah'ı unutmazsa, Allah'ın esmâ nuru onda vardır. O da onu hatalardan korur. Biz bunu sadece günlük zikrimizle mi elde edeceğiz? Hayır. Ama bu da yaklaştırıyor. Allah'ı kalbinden kim unutmuyorsa o karanlıkta değil. Daima aydınlıkta. Hem de öyle bir aydınlıktaki altı cihetini görüyor. Altı cihet nedir? Ön, arka, sağ, sol, alt, üst. Ayık demek bu demek. Ârif demek bu demek. İşte bu da bizde olan gafleti atmak için amelsiz olmaz. Amelimiz olmazsa büsbütün karanlıktayız.
Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i cahildir.
Cevâhirler şeriattır özün kurtar cehâletten.
Hızır: Mürşid-i Kâmildir. Senin mürşidin senin Hızırındır. Cevahirlerde şeriattır. Zülmettekiler, câhildir.
Zamanın Hızrını iste semânın bedrini iste.
Bedir: Parlak, çok aydınlık bir semâ. Bir vardır ki: Bulutlarla kaplı semâ. Veya karanlık bir semâ. Onlar amelsiz ibadetsiz olan kişileri temsil ediyor. Ama bedir, semâ: Allah'ı hiç unutmayan kalbi temsil ediyor. Biz şimdi zifiri karanlık, siyah bulutlarla kaplanmış semayı yaşamıyoruz. Onlar Allah'ı, Peygamberi tanımayanlar içindir.
Biz o Bedir semâda da değiliz. Bedir semâda olmak için yerken Allah'ı unutmayacağız. İçerken Allah'ı unutmayacağız. Alırken Allah'ı unutmayacağız. Verirken Allah'ı unutmayacağız. 24 saat içerisinde bir nefes dahi Allah'ı unutmayacağız ki bedir semâda yaşayalım. Öyle ise biz şimdi parçalı bulutlu semâdayız. Onu büsbütün karanlık semâ yapmayalım. Aydınlatalım. Onu da ibadetimizle, fikrimizle, tarîkatın ve şeriatın şartları ile yapalım.
Bu son görüşmemiz oluyor. Bir ara gelebilirsek geliriz. Yoksa Kurban Bayramına geliriz. Hakkınızı helâl edin.
Allah'a ısmarladık. Cenâb-ı Hak sizi bize, bizi size unutturmasın. Burada bir menfaat yok. Allah için çalıştık. Allah için birbirimizi tanıdık. Allah için birbirimizi seviyoruz. Allah unutturmasın sizi bize, bizi size. Allah size bizi hayır dualarla yadetmeyi nasip etsin. Bizi de sizi hayır dualar yadetmeyi nasip etsin. Allah cennette cemalini nasip etsin. Dünyada âhirette korktuklarımızdan emin etsin. Allah bu muhabbetinizi ömür boyu muhafaza etsin. Muhabbetinizle yaşayasınız. Muhabbetinizle göçesiniz. Amin.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
8-Evliyaullah kul ile Allah arasında bir vasıtadır
"Evliyaullah kul ile Allah arasında bir vasıtadır."
22.10.1992
İnsanlardaki bu rûh Allah'ın zâtının rûhu. Allah "Kendi rûhumdan ruh üfledim" buyuruyor. "Kendi rûhumdan rûh üfledim." Kime? İnsana. Meleğe değil. İnsana üflemiş. Öyle ise Cenâb-ı Hakk'ın zâtından gelen bu rûh aslına rücu ederse melekleri geçer.
İnsanlar ulvî, insanlar suflî
Ulvînin manâsı: Gökleri aşar melekleri geçer. Suflînin manâsı: Hayvanlardan aşağı düşer. Niçin? Cennet var. Cehennem var. İnsanlardan cinlerden başka Allah hiçbir mahluku diriltecek mi? Yok. Onları cennete cehenneme koyacak mı? Yok. Yalnız insanlardan, cinlerden başka yedi şeyin cennete gireceği söyleniyor. Kur'ân-ı Kerîm'de zikrediyor Cenâb-ı Allah.
1- Ashâb-ı Kehf'in Kıtmîri (Köpeği)
2- Üzeyir Aleyhisselam'ın merkebi
3- Sâlih Peygamberin devesi.
4- Hz. Musa'nın asası.
5- Hz. İsa'nın taşı, (Konuşan bir taş)
6- Hz. Ali Efendimizin Zülfikârı (Kılıcı)
7- Peygamber Efendimizin bineği (Atı)
Bütün bunlar cennete girecek. Ashâb-ı Kehf'in durumunda ibret verici bir olay var. Herkes orayı ziyaret ediyor. Halbuki şehrin ortasında, câminin dibinde Danyal Aleyhisselam var. Peygamberdir. O hiç söylenmiyor. Ama Ashâb-ı Kehf Ben-i İsrail'in velileri, onlar söyleniyor.
Olurdum lameri kest
Kabul etse beni çoban reis.
Bunu Mecnûn diyor. Beni diyor Leylâ koyunlarını beklemek için kabul etse, ölünceye kadar sürüsünün köpeği olurum. Bu kelâm böyle ama bunda da bir hakikat var. Nedir hakikat? Mecnûn, Leylâ'nın zâhir güzelliğine, şerefine asaletine değil, Leylâ'nın yüzünde Allah'ın sıfat nurunu görmüş. O kadar güzel göstermiş onu ki, Mecnun'a Leylâ'yı o kadar güzel göstermiş ki Cenâb-ı Hak. Eğer Leylâ gerçekten o kadar güzel olsaydı, zenginler ona talip olurdu. Mecnun fakîr, sefil. Leylâ'nın babası, ailesi zengin. Mecnûn fakir diye vermediler. Çok güzel olsa, zenginler talip olurdu ona. Ama Cenâb-ı Hak Leylâ'yı Mecnûn'a o kadar güzel göstermiş ki dünyada ondan güzeli yok.
Söylenir dillerde bir Mecnûn u Leylâ her zaman
Günde yüz bin nice Mecnûn ile Leylâ'sı geçer.
Her zaman söylenen, kitaplarda yazan Leylâ ile Mecnûn. Bilmezler ki günde yüzbin Mecnûn'la Leylâ'sı geçer. Yüzbin tane geçermiş. Nerede? Kürre-yi arzda. Burada Mecnûn'dan manâ bir evliyaullah'ı seven müritlerdir. Leylâ'dan manâ evliyaullahtır.
Bir Leylânın Mecnûnuyam.
Çünkü neden? Evliyaullah'ta olan bir sıfat nuru vardır. Hatta evliyaullahta zât nuru vardır. Evliyaullahı sevmek Allah'ın sıfatlarından dolayıdır. Evliyaullahta Allah'ın sıfat nuru vardır. Allah'ın sevdirdikleri görür.
Bilene, görene... Köre ne?
Bilenlere, görenlere. Ama görmek mühim değil. İnanmak mühim. Zâhirde bu göz onu görmese de, ceset onu bilmese de, rûh onu hissediyor. Zaten tarîkata girmek, tarîkatı yaşamak rûh ile oluyor. İnsanın rûhu tarîkatı hissediyor. Anlıyor. Bunu anlamak, Evliyaullah'ın velâyetine inanmak. Görmüş veya görmemiş. Görmemişse, görmüş gibi inanmış. Evliyaullah'ta olan kudsiyeti, O'nda olan mahareti. O'nda olan kudreti. Evliyaullah'ta Allah'ın sıfatlar tecelli etmiştir. Bu sıfatları müridi cezbediyor. Zâhirde O da bir insan. Yiyor, içiyor, yatıyor, kalkıyor. Oturuyor, alıyor, veriyor. O nasıl bir insan?
Kapında kul var, Sultandan içeru.
Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.
Etten kemikten maksat, cesedini kasdediyor. Kapında kul var, Sultandan içeri. Burada rûhtan bahsediyor. Ama o rûh makamına ulaşmış. Onun rûhu Allah'a ulaşmış. Allah'ın zâtına ulaşmış. Akar sular, katreler deryaya karışıyorsa... Sanki o insanların rûhu deryâdan gelmiş, yağmur katresi. Yağmur katreleri birleşirse, suya karışırsa suyla beraber nereye gider? Deryâya gider. Kürre-i arz üzerinde kaynar sular var. Bunlar nerden geliyor? Deryâdan geliyor. Bunlardaki bu hareket ne? Bu akım ne? Yine deryâya gitmek.
Herşey aslına rücu edecek. Herşey aslına rücu eder.
Öyle ise, bu suların aslı derya. Deryâdan geldikleri için, deryaya gitmek isterler. Ama hepsi gitmez. En ufak bir su deryâya gider de belki büyük su gidemez. Deryâya giden nehirler var. O küçük su nehire karışırsa, nehir de deryâya gider. İnsanların rûhu Allah'tan gelmiştir. Allah'a gitmek ister. Kendi kendine gidemiyorsa, kendinize bir vesile arayın. Onun için evliyaullah vasıtadır. Evliyaullah'ı bilmezse, evliyaullah'ı bulmazsa, evliyaullah'ın uhdesinden geçmezse, Allah'ı bulamaz. Evliyaullah kul ile Allah arasında bir vasıtadır. Zâhiri cesedi, bâtını rûhudur. Bizde de rûh var ama bizim ki katre.
İnsan 15 yaşına girince iki yolun kavşağındadır. Birisi cennet, diğeri cehennem yolu. Sağı cennet yolu, solu cehennem yolu. Şimdi sağcı, solcu diyorlar ya. İslâmınki ne sağ, ne sol. İslamın sağı solu nedir? İslamı yaşamak, yaşamamaktır. Peygamber Efendimiz Miraç yaptığı zaman, Miraçta bütün Peygamberlerin rûhları ile, görüştü. Gitti Adem babamızla da görüştü. Ona da selâm verdi. 6. semada görüştü. Selâm verdi ona.
- "Selamün aleyküm ya Ata."
- "Ve aleyna ve aleyküm selâm ya sadık oğlum Muhammed."
Böyle selamını aldı. Selamını aldı ama yine de meşgul. Durmadan sağa bakıp gülüyor. Sola bakıp ağlıyor. Peygamber Efendimiz sordu:
- "Ya Ata. Neden bu kadar meşgulsün? Sağa bakıp tebessüm edip neşeleniyorsun. Sola bakıp hüzünlenip ağlıyorsun." dedi. Demişki:
-"Ya sadık oğlum Muhammed, Sen de gel sağımdan, solumdan bak." Gidip bakıp da ne görsün. Sağa bakınca itaat edipte Cenâb-ı Hakk'ın cennetini kazananları, cennet ehlini görüyormuş. Onları zevkli sefâlı görünce neşeleniyor. Sola bakıyor. Cehennem ehlini, azap çekenleri görüyor. Üzülüyor. Düşünelim ki bir babanın iki tane oğlu var. Birisi babasına itaat ediyor, diğeri isyan ediyor. Ne kadar isyan ederse etsin oğluna bir kaza geldiği zaman baba yanıyor. Acıyor, ağlıyor.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
9-Meşayihe sadece sevgi ile değil,ahlâk ve amel ile de bağlan.
"Meşayihe sadece sevgi ile değil,
ahlâk ve amel ile de bağlan."
1992
İnsan zengin olur. Fakat gönlüne girmemişse fakirdir. Zengin ama fakir gönüllü. Gururu yok, kibiri yok. Zenginliğini Allah yolunda harcıyor. Zenginin iki ameli vardır. Eğer malî amelini yaparsa zengin. Onun zenginliği onun için nur olur. Cennet amelle kazanılır. Malî amelde var. Bedenî amel de var.
Malî amel: Hac, zekât. Sadaka-yı câriye. Halka hizmet götürürse bunlar sadaka-yı cariyedir. Cami, medrese, çeşme, yol, köprü, okul bunlar sadakayı cariyedir. İnsan ölse gitsede sağ imiş gibi amel defteri kapanmıyor. Zengin olup fakir gönüllü olursa Zülcenaheyn olur. Onun zenginliği onun gönlüne girmez. Gönlünü meşgul etmez. Fakirleri yedirir. Fakirleri giydirir. Bütün ihtiyaçlarını giderir. Halka hizmet yerleri açar. Onun zenginliği nurdur. Bir zengin daha vardır ki, zevkine dalmış. Safâsına dalmış. Meşk yerlerinde bütün harcamalarını meşkine harcıyor. Onun zenginliği nârdır. Birisi cenneti kazanıyor, diğeri cehennemi kazanıyor.
Fakir olur da zengin gönüllü olursa o da zülcenaheyn. Fakir ama hiç kimsenin zenginliğinde, malında gözü yok hâline razı olmuş. Âlim olmuş, câhil gönüllü o da zülcenaheyn. Âlim ama ilminden dolayı kendisinde gurur kibir yok. Kendisini üstün görmüyor. Câhil isyan eden demektir. Su ile topraktan halk edilen cesed, su ile topraktan yapılan Beytullah'a yönelmezse ibadet kabul olmaz. Cenab-ı Hak "Ben yerlere, göklere sığmam mümin kulumun kalbine sığarım." buyurmuştur. Gönül sahibi: Evliyaullah'ın kalbi. Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Ama o kalb açılmış bir kalbe bağlanacak ki, irşadın anlamı o. İlim de insanları irşad etmez. Amel de irşad etmez. Eğer ilim irşad etseydi, Mevlânâ Hazretlerini irşad ederdi. İmamı Rabbani Hazretlerini irşad ederdi. Daha çok büyük âlimler onları irşad ederdi. Demek ki insanların ilmi bir nimetin kapısını açamıyor. O kapıyı açan evliyaullah'tır. Meşâyih olmadan o kapı açılmaz.
Gönül sahibine gönülden bağlanmak. "Allah'ın ipine sarılın" diye bir ayet var ya bu sevgidir. Görünen bilinen bir ip yok aslında. Bu bir sevgidir. Meşâyihi sevecek ki Allah'ı bulacak.
Rûmuzlu âyetleri açan hadisler oluyor. Hadisleri de açan kelâm-ı kibarlar oluyor.
Bir Kelâm-ı Kibar:
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.
Allah'a şükür. Günaha, sevaba, hayıra, şerre inanmışız, sayında da bulunuyoruz ama biraz laçkalık var. Tam ciddiyet yok. Halbuki olması lâzım. Cenâb-ı Hak dört şeyi dört şeyin içerisinde gizlemiş:
1- İnsanlar içerisinde velilerini gizlemiş. Bu insanların içerisinde Allah'ına kulluk etmiş, Allah'ın indinde makbul olmuş veliler var. Bunları gizlemiş. İnsanlar içerisinde velileri gizlemişse, nasıl ki bizim hâkir gördüğümüz bir kimse bakarsın ki o bir velidir. Allah'ın indinde iyi bir insandır. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Biz insanların boyuna, soyuna, güzelliğine, zenginliğine bakmayız. Kalplerine bakarız. O senin hâkir gördüğün insan Allah'ın indinde senden üstün ve de çok makbul olabilir.
2- Taatlar içerisinde rızasını gizlemiş. Taatlar içerisinde rızası: Büyük büyük ameller işler insan; bakarsın onun ameli Allah'ın indinde makbul olmaz. Bir ufak amel işler insan, bakarsın onun ameli Allah indinde makbul olur.
3- Duâlar içerisinde icâbetini gizlemiş. Hangi dua Allah'ın indinde kabul olur. O da bilinmez. Hangi dua, hangi kişinin duâsı, kimin duâsı kabul olunur. O da bilinmez. Korkmak lâzım. Allah'tan havf etmek lâzım.
Cenâb-ı Hak "Müttaki olun, müttaki olanlar kurtulur" buyuruyor.
4- İşte günahlar içerisinde de gadabını gizlemiş. Bazen Allah, büyük günah işleyene gadap etmez; küçük günah işleyene gadap eder. Büyük günah işleyen onun havfını çeker, nefsine uymuş olur. Ona Allah gadap etmez. Eğer sen bir küçük günah işleyip de onun havfını çekmezsen, sana gadap eder Allah.
Allah'a olan aşkın nihayeti yoktur. Allah'a olan ilmin nihayeti yoktur.
Esirler içerisinde Caferi-Tayyar'ın oğlu Abdullah da bulunuyor. Bunların kim olduklarını tetkik etmişler bakıyorlar ki bunlar eşraftan insanlar. Şahsiyetli, büyük insanlar. Âlim kimseler. İstanbul'a gönderiliyorlar. Esir olarak Kral Kostantin'in yanına getiriliyorlar. Rum papazları, keşişleri, âlimleri, Kostantin'e rica etmişler,
- "Bunları sen bize ver, dinimize çevirelim. Bunları Hristiyan dinine çevirirsek, bunlardan çok yararlanırız."
Almışlar bunları götürmüşler kiliselerine. Kilise de bunları öyle bir yere hapis etmişler ki, dinlerine dönmeleri için. Onlar da dönmemişler. Papazlar çare aramışlar:
- "Bunlara şarab ile domuz eti yedirirsek dönerler. Nasıl yedirelim" demişler.
- "Bunlar aç kalsınlar. Mecbur kalsınlar yesinler."
Kilisede bunları hapis ediyorlar, yanlarına da domuz eti ile şarap koyuyorlar. Mecbur kalsınlar yesinler diye bir hafta bekliyorlar. Bir hafta sonra inceliyorlar ki, ne şarabın ağzı açılmış. Ne de domuz eti yenmiş. Hiç dokunulmamış. Keşişler hayret ediyorlar.
- "Bunlar bir haftadır birşey yemediler. Ama yine sıhhatliler. Bir hafta sonra yine gidiyorlar, yine aynı. Bir hafta daha duralım" diyorlar. Yine gidiyorlar. Yine bakıyorlar aynı. Bir hafta daha duruyorlar yine aynı. Dokunulmamış. Yine aynı. Neşeleri, sıhhatleri yerinde. Hayret ediyorlar.
Bunlara soruyorlar:
- "Siz bir aydır birşey yemediniz. İçmediniz size gaipten mi birşeyler geliyor?" diye soruyorlar. Onlar da hayır diyorlar.
- "Biz Muhammed ümmetiyiz. Bize gelen kitapta bir ay oruç tutmak vardır. Biz buraya girince niyet ettik. Bir ay Allah bizi muhafaza etti. Açlıktan korudu. Hissetmedik."
- "Peki bir ay daha hapis edersek sizi?"
- "Yine bir ay daha savma niyet ederiz. Yine Allah bizi korur."
Anlıyorlar ki bunları dinlerine çeviremeyecekler. Kostantin'e soruyorlar
- "Ne yapmamız lâzım?"
O arada Hz. Ali Efendimiz bir mektup gönderiyor. Medineyi Münevvere'den Kostantin'e. Diyor ki
- "Esirler içerisinde benim kardeşimin oğlu var. Caferin oğlu Abdullah. Onları bırakın. Azat edin. Bırakmazsanız beni oraya getirmeyin. Oraya gelirim." Korkularından azat ediyorlar.
Demek ki insan rûhun gıdasını verirse nefsin gıdasına gerek kalmıyor. Ama bizim tarikatımız riyazet tarîkatı değil, şeriat tarîkatı. Şeriatta Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Yiyin, için, israf etmeyin." Yeter ki lokmamız helâl olsun ve hadisi şerife göre olsun. Allah'ın emrine göre olsun. Hâdis-i şerîfte Peygamber Efendimiz diyor ki: "Midenizin boşluğunu üçe taksim edin. Bir bölümü yemek, bir bölümü su. Bir bölümünü de nefes payı yapın." buyuruyor. "Helâlından yiyin. Ne yerseniz yiyin. Tatlısını da yiyin. Etlisini de yiyin. Sütlüsünü de yiyin." Gafil yemeyin. Bizde riyazet yok. Fakat riyazet tarîkatları var. Ne yaparlarmış? Hurma ile oruç tutarlarmış. Zamanımızda da var. Onlar öyle ki, yemek içmek arzuları kalmamış. Ölmeyecek kadar bir parça ekmek, üç beş tane zeytinle besleniyorlar. Üç beş tane hurma ile günlerini geçiriyorlar. Bizde bu yok. Lokmamız helâl olacak. Gafil yemiyeceğiz. Gafil yersek nefsimize yedirmiş oluyoruz. Ama huzur ile, râbıta ile yersek rûhumuza yedirmiş oluyoruz. Huzur denilince: Allah'ı anarak râbıtayı anaraktan yersek, râbıta nuru onda tecelli ediyor. Pis kesilen hayvan yenilmez. Müslüman kesmeyince pis oluyor. Yani "Bismillah, Allahüekber'dir" onu temiz eden. "Bismillah, Allahüekber" denilmedikten sonra hayvan yenilmez. Allah'ın ismi hayvanı temiz ediyor. Allah'ı anmadan yersek onun zulmeti geçmez. Temiz olmaz, pis olur. O nefsin gıdası oluyor. Nefis de pistir. Amma "bismillah" denilirse onun pisliği gider, nuru kalır. Nur ise rûhun gıdasıdır. Gâfil yersek nefsimiz ondan gıda alıyor. Eğer huzurla yersek rûhun gıdası oluyor.
Gâfil olmayalım. Her lokmamız helâl olsun. İbadetimizde eksikliğimiz olmasın. Ki biz de bu nimetlere malik olabilelim. Huzurla yiyelim.
Şeytan Cenâb-ı Haktan: "Yarabbi! Ben ne yiyeceğim?" diye istediği zaman, Cennetten atıldı. Hz. Adem'e "suhuf" geldi. Onun yiyeceği içeceği, çalışacağı, kazanacağını bu suhufta emredildi O'na. Fakat İblis tekrar "Ben ne yiyeceğim?" dedi. Cenâb-ı Hak onu tenkidle "Ya Melûn. Benim ismimi, Habibimin ismini anmadan yiyip içenlerin yediği senin olsun." dedi. Onun için lokmamız helâl olacak ve ayık yiyeceğiz. Tıka basa doldurmayacağız. Midede teneffüs payı olmazsa rahatsız eder bizi. Rahatsız olunca sıhhat olmaz. O zaman ibadet sağlıklı olmaz.
Nebi, Sıddık, Selman, Kasım estü Caferi Tayfur
Ki ba'dez bul Hasan şud bu Ali vü Yusuf est Gencûr.
Tayfurda Evlâd-ı Resulden.
Beyazıd-ı Bestami Hazretlerini görmüş. Onun revhaniyetinde yetişmiş. Hacca niyetlenmiş. Halk tarafından sevilmiş, tanınmış bir meşâyih. Hac zamanı gelmiş, hazırlanmışlar. Öyle bir saat gelmiş. Toplanacaklar Hasan Basri Hazretlerinin başkanlığında Hacca gidecekler. O belli saat o belli yere toplanmışlar. O gelmemiş. Niye gelmedi diye merak etmişler. Bir adam yollamışlar. Demiş "Ben gelemiyorum." Bütün hacılar demişler ki: "Ne eksiğin varsa tamamlayalım. Paran mı eksik nedir?" diye sormuşlar? "Yok" demiş. "Mazeretim var. Siz gidin Allah kabul etsin."
Gelemiyorum demesindeki sebepte şu imiş: "Sabahleyin belli bir yere toplanıp gideceklermiş. Akşam 6-7 yaşlarında bir çocuk ağlayarak gelmiş.
- "Niye ağlıyorsun?" demiş.
- "Şurada et pişirip yiyorlar da bana vermiyorlar" demiş.
Kalkmış çocuğun dediği yere gitmiş. Bakmış ki yıkık dökük bir bina. Etrafında duvarlar var, üstü yok. Orada da et parçaları var. Bir taraftada pişiyor. Demiş:
- "Niçin bu çocuğa et vermediniz? Ağlayarak yolladınız?"
- "Haramdır diye vermedik" demişler.
- "Nasıl olur? Size helâl olan şey ona niçin haram olsun? Kaç gündür açız açlıktan ölmeyelim diye deredeki leşin etinden kestim getirdim. Onu pişiriyoruz?" demiş. Bunu duyunca Hac masrafının parasını onlara veriyor. Gitmemesinin sebebi buymuş. Bunu açıklamıyor. Gitmiyor. O yıl hacılar Arafat'ta Vakfe'de iken gaipten öyle bir nida geliyor ki:
- "Ey hüccac bu seneki sizin haccınızı Hasan Basri Hazretleri hürmetine kabul ettim." Bir kaynaşma oluyor. "Kim bu Hasan Basri diye soruyorlar?" Fas hacılarını buluyorlar. Kim olduğunu anlıyorlar.
Demek ki insan öleceği zaman ölmemek için. Haram olan bir şeyin de ölmeyecek kadar haramlığı kalkıyor. Bu zamanda haram-helal ayrılığı kalmamış. Peygamber Efendimizin emri var. "Ümmetimizin üzerine öyle bir zaman gelecek ki, riba yemeyen kalmayacak. Yemeyenin de burnuna kokusu gelecek." Bu da şudur ki: Evet "benim faizle işim yok." diyebilirsin. Senin yok ama, kardeşin, oğlun, yakın akraban. Bunlar yapıyorlar. Bir bardak çayını içmen, kokusunu alman demek oluyor. Tarîkatımızda üç şart vardır.
1- Abdestli olmak: Abdest müslümanın silahı. Abdestli olan insan her zaman her ibadete hazır demektir (özürü olursa başka).
2- Lokmada ihtiyat: Helal lokma aramak. Helâl lokma yemeye dikkat etmek, şüpheli şeylerden kaçmak. Ama şimdi her şeye şüphe girmiş. Şüphe var. Ama kaçmak nasıl olacak? Allah'a sığınırım. Cenâb-ı Hak "Müttekî olun" buyuruyor. Takva sahibi olan kurtulur. Olmayan kurtulamaz. Ama takva sahibi olan kim? Cenâb-ı Hak yine bir işaret bildiriyor. "Sizin en çok müttekî olanınız, en çok Allah'tan korkanınız." İşte şimdi müttekînin zamanıdır. Allah'tan çok korkacağız. Allah'a sığınacağız.
3- Hıfz-ı nisbet: Muhabbetini muhafaza edebilmek. Muhabbetini taşırmayacak, bildirmeyecek. Muhabbeti neden zarar görüyorsa, muhabbetine zarar getirecek herşeyden sakınması lâzım. Onun için bizim Şeyh Efendimiz buyurdu ki: "İhvanlar kitap okuyun. Ama okuduğunuz kitapla tarîkatımıza, mürşidimize daha çok muhabbetiniz geliyorsa o kitabı okuyun." Eğer o kitabı okumakla, mürşidimize eksiklik oluyorsa okumayın. Nitekim falan zamanda bir memlekette bir çatlama, patlama oldu ihvanlar arasında. Bir hoca İmam-Hatip Okulu'nu bitirmiş. Gelmiş ihvanların içerisine kitap okumuş. Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatı. Bizim ihvan kitaptan bir şey anlamaz. Bizim ihvanımız sohbet dinler. Nefsi islah eden, terbiye eden sohbettir. Terakki sohbettedir.
Kelâm-ı Kibarda:
Anın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşâd eyler sohbette
Cemâlin görenler kalır hayrette
Mest olur yiğidi Pir-i Sami'nin
Piri Sami Müceddid'dir. Bir asrın müceddidi. Zülcenaheyn, zâhir ve bâtın ilmini bitirmiş. Seydayı Tagi Hazretleri manevî dedemiz oluyor. Şeyh Efendimiz Dede Paşa. O'nun üstü Muhammed Beşir Efendi. Onun üstü Muhammed Sami Hazretleri. Onun üstü Abdurrahman Tagi Hazretleri. İşte Adıyamanla biz oradan ayrılıyoruz. Hatta Pir-i Tagi Hazretlerine biz onlardan daha yakınız. Niçin? Piri Tagi Hazretlerinin bir halifesi Şeyh Fethullah. Ondan sonraki Hz. Ziyaeddin. O'nun halifesi Ahmed Haznevî. Sülâleden hep âlim gelmiş, hem zâhir şeriatı, hem de tasavvufu öğrenmişler.
Sonra, Şeyh Abdülhakîm hazretleri sonra da Muhammed Raşit. O beşinci oldu.
Bize gelince birincisi Pir-i Sami, ikincisi Muhammed Beşir, üçüncüsü Dede Paşa. (Allah'a sığınırım) Biz kendimizi meşâyih yerine koymuyoruz. Sayıya da katmıyoruz. Sayıya katmış olursak dördüncü oluyoruz. Evet muhabbetinizi muhafaza edin, muhabbetinizi gizleyin.
Derûnun derdini her yerde açma
Var ise gevherin meydana saçma.
Herşey gizlidir. Ama muhabbeti gizlemekte çok fayda var. Çok terakki var. Mesela: Hıfz-ı nisbet deyince: Bu cezbe var ya muhabbeti taşırıyor. Taşırmamak lâzım. Bir yemek taştığı zaman azalır. Köpüğü gider.
Kelâm-ı kibar:
Köpürüp kapağın taşma derviş
Kabında pişip kemale eriş
Cezbe haktır. Ama cezbeden de geçmek lâzım. Cezbe çok kıymetlidir. Niçin 70 bin evrat çeken bir talible beraber cezbe sahibi terakki ediyor. Halbuki hiç dersi yok. "Sen ders çekme demişler" cezbe var. Zikirden manâ kalpten Allah'ı unutmamak. Kalpte Allah'ın sevgisini taşımak. Zaten onun kalbinde bir yol bulmuş. Bir aşk tecelli etmiş. Cezbe bundan ileri geliyor. O kalbini doldurmuş taşıyor. Onu taşırmamak lâzım. Taşırmazsa daha çok terakki edecek. Zikirle de bir noktaya kadar terakki ediyor.
Şuğul-u bâtın da fazla zikir yapanla beraber terakki eder. Cezbeyle beraber terakki eder. Ama bir noktada üçü de durur. Cezbesi olan cezbesinden geçecek. Şuğul-u batını olan da ondan kurtulacak. Fazla zikir yapan da ondan kurtulacak. Bunların hepsi bir varlık oluyor. Bunlardan da geçecek insan. Çünkü bunlar varlık oluyor. Kemâlât mahviyette zikir sahibi zikrinden geçecek, cezbe sahibi cezbesinden geçecek. Şuğul-u batınide şuğulundan geçecek. Kalbini sahibine teslim edecek.
Şuğulu bâtınide: Kalbine fazla düşünceler geliyor. İstemiyor geliyor. İstemiyor geliyor. Burada cihad yapıyor. Cihâd-ı ekber yapıyor. Büyük cihad. Bu da terakki ediyor. Diyor ki: "Yarabbi bu mülk senin. Ben buradan muhalifleri çıkaramıyorum. Mülküne sahip ol" diyor. Ama bu son çare.
İşte herhangi bir kitabı okurken fıkıh meseleleri hariç, fıkıhı bizim tarîkatımız istiyor. Her müslümanın dini ilmihalı bilmesi isteniyor.
Okuyacağımız kitap Şeyh Efendimize muhabbetimizi artırıyorsa okusun. Artırmıyorsa okumasın. Herhangi bir hocanın vaazını dinleyince rabıtası artıyorsa dinlesin yoksa dinlemesin. Herhangi bir nafile amel işlemek istiyorsa, bu yanlış anlaşılıyor. Bizim tarîkatımızda nafile oruç tutmak yokmuş. Nafile namaz kılmak yokmuş. Hayır. Yanlış anlaşılıyor. Bizim büyüklerimizin ameli kitapta yazılı. Bunları yapacaksın. Bunları yapmazsan, ne kadar yaparsan yap makbul değil. Bunları yap. Ondan sonra fazla olarak ne yaparsan yap. Ama bu yapmış olduğun nafile ibadetler muhabbetini artırıyorsa işle. Artırmıyorsa işleme. Çünkü bizim tarîkatımızda ancak râbıta ile terakki ediliyor. Yani meşâyihe bağlanmaktır. Ama meşâyihe sade sevgi ve râbıta ile mi bağlanacak? Ahlakı ve ameli ile de bağlanacak.
Huzur sahibine kitap okumak da manidir. Namaz kılmak da manidir. Niye onu öyle bir nisbet sarmış ki hareket etmek istemiyor. Vermiş kalbini Allah'a. Oturmak, kalkmak, yemek, içmek ona şuğul oluyor. Öyle bir makama ulaşan mürit var ya namaz kılmak ona çok çetin gelirmiş. Çetinliği nedir? Secdeye varınca kafasını secdeden kaldırmak istemezmiş. Rükûya varınca rükûdan doğrulmak istemezmiş.
İşte hıfz-ı nisbeti taşırmayacaksın. Cezbeyi tutmazsan zararı var.
Bilmeyenler anlamayanlar inkâr ediyorlar. Onların günahına sebep oluyorsun. Cezbe haktır. İnkâr edilmez. Ama tutmak lâzım.
Gelin dergaha dervişler
Dergâh neresi? Sohbet yapılan, hatme yapılan yer. Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatı, rabıta tarîkatı, bizim tarîkatımız hatme tarîkatı. Hatmeye çok kıymet vereceğiz. Bizim tarîkatımız hatme üzerine kurulmuş. Hatmeden büyük amel aramayın bulamazsınız.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
Çalışmak farzdır
"Çalışmak farzdır."
1991 Mayıs
Allah'a olan havfın nihâyeti yoktur. Bir zâhir ilmi vardır. Bir de bâtın ilmi vardır. Zâhir ilmi bâtın ilminin yanında çok küçük kalır. Allah'ın zâtı bâtın ilmi ile biliniyor. Fakat ifade edilmiyor. Zâhir ilmi Allah'ın zâtını bilemiyor. Sıfatlarından esmalarından bahis vardır. Esmâ nurundan bahis vardır. Fakat Allah'ın zât nurundan bahis yok. Peygamber Efendimiz buyurmuştur:
"Bu kadar yükselmeme rağmen Rabbimi marifeti ile bilemedim." Bu hadiste böyle. Kelâm-ı Kibarda nasıl?
Künh-i Zât-ı kimse bilmez bu yola etme heves
Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes
Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs
Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammadan garaz
Allah'ın zât'ından bahis yok.
Diller lâl olur. Nefesler tükenir. Ama farktan cemden bahis olunur.
Fark: Halkiyet Cem: Allah'ın azameti. Cem'ül-cem.
Fark'ı Cemi anlamaktır bu muammadan garaz.
Halîk'ı bildin, mahlûku bildinse tamam. İlim ancak bunu bildirir. Mahlûkat da var. Halkiyette farklılık var. Allah'ın halkiyeti 3'e ayrılıyor:
1- Cemâdât, 2- Masnuat, 3- Mahlûkat.
Cemâdât: Yerin altında olanlar. 7 kat yer var. Daha onun bir tabakasında neler olduğu bilinmemiş. Ne kadar bilinse, bilinenlerden çok bilinmeyen, görünenlerden çok görünmeyenler var yer tabakasında. Cenâb-ı Hak âyette bildiriyor. Kıyamet kopup gidecek. Bilinmeyen, görünmeyen yerler yer tabakasında kalacak. Görünenlerden çok görünmeyenler var. Bunlar müsavi midir? Farklılık var bunlarda. Bir demirin madeni ile bir altının madeni bir mi?
Kömür de bir maden. O da yerden çıkıyor. O kadar petroller var. Madenler var. Hepsi yerden çıkıyor.
Masnuat: Bitkiler. Her kıtada, her bölgede, her memlekette değişik değişik bitkiler var. Birinde olan birinde olmuyor. Onun için bilinenlerden çok bilinmeyenler var. Görünenlerden çok görünmeyenler var. Bunlarda da farklılık var.
Birde mahlûkat var. Canlılar. Deryada, karada, havada. Havada da canlılar var. Deryada da canlılar var. Ama bunlarda da farklılık var. Hayvanların hepsi bir mi? İnsanların hepsi bir mi? Ama bütün mahlûkatın en üstünü insandır. Fakat cemâdâttan farklı olan masnuat. Masnuattan farklı olan mahlûkat. Mahlûkatın en farklısı insandır.
Cenâb-ı Hak: "Lâgat halaknâ'l insane, fî ahseni takvîm." "Biz insanı kıymetli halk ettik." buyuruyor.
Kelâm-ı Kibar:
Bu mahlûkun kamu aslı muhabbetten yaratıldı.
Muhabbet olmasa bil kim büyütmez yavrusun hayvan.
Halâyık içre insanı kamudan eyledi ekrem
Yarattı "Ahsen-i Takvim" kıluben mazharı Rahman.
Mazhar-ı Rahman: Allah'ın rahmetine ulaşacak insan. İnsandan başka Allah'ın rahmetine ulaşacak birşey yok. Herşey yok oldu gitti. Ama insan yok olup gitmiyor. Ama Allah'ın gazabına da insan düçâr oluyor.
Dikkat edelim: Allah'ın rahmetine de insan ulaşıyor. Mazhar oluyor. Gazabına da insan düçâr oluyor. Allah'ın rahmetine mazhar olan insan, bütün mahlûkatın en üstünüdür. Allah'ın gadabına düçâr olan insan da bütün mahlûkatın en aşağısıdır. Niçin? Mahlûkata azap da yok. İnancımıza göre bu böyle. Cenâb-ı Hak bizi zarara uğratmasın. Allah hüsrana uğratmasın. Dünya için bizi zarara uğratmasın. Burda dünya için bizi zarara uğratmasın derken, bu dünya zararı değil. Yani dünya kârının, zararının peşinde bu kadar koşarsak eğer, manevî kârımızı zararımızı bilemeyiz. Peki kârımıza koşmayacak mıyız? Zararımızdan kaçmayacak mıyız? Evet. Ticaret helâl. Ticaretinizi yapın diye emir var. Çalışmak farz. Peki Allah zararı niçin veriyor bize? İmtihan için. Bu da manevi kârımız için. Burada maddî zarar aleyhimize oluyor. Ama ahirette lehimize oluyor. Evet düşünelim. İdrak sahibi olalım. Bir daha biz bu dünyaya dönmeyiz, gelmeyiz. Kârlı gidelim veya zararlı gidelim. Öldükten sonra senin zararından sana zarar var mı ? Diyelim ki hep kâr ettin. Öldükten sonra senin kârından sana bir kâr gelecek mi? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Bir insan ölünce onu üç şey kabire kadar takip eder. 1- Malı. 2- Ailesi. 3- Ameli. İkisi döner gelir. Birisi onunla beraber kalır. Ailesi ile malı döner gelir." Ne kadar zengin olursa olsun bir insan kabire gidene kadar onun malını harcarlar. Bir de ailesi acı duyarak, ağlıyarak gidiyorlar. Üzerine toprak attıktan sonra o da orada bitiyor. Ya ameli? Ameli beraber gider. Ama amel-i kebir var. Amel-i sâlih var. Sâlih amelle gittikse mutlu olacağız. Çok mutlu. O mutluluk dünya mutluluğuna benzetilmez. Dünya mutluluğu onunla kıyas edilmez. Ama amel-i kebirle gidersek çok bedbahtız orada azabı görünce: "Yarabbi dünya âleminde sen bizi toprak halk edeydin de biz bu azabı görmeyeydik." denilecek.
Gıyabî imanımız var. Cenneti, cehennemi göremiyoruz. Cennet de hak. Cehennem de hak. Cenneti de bu dünyada kazanıyor insan. Cehennemi de bu dünyada kazanıyor.
Cenâb-ı Hak sâdıkları tanıtmış bize çok şükür. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Öyle bir ağızla duâ edin ki günah işlememiş olsun."
Bunu da bütün ulemâ araştırıyor. Acaba kimdir? Bu günah işlemeyen ağız. Şüphe yok ki velilerdir. Bil ittifak kararları velilerdir.
Herkesin günahı kendisinedir. Kimse kimsenin günahına bahis olamaz. Bir insan günahkâr olmakla kendisine geçmez duası. Fakat karşısına geçer. Niçin?
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz."
Burada demek ki her ne kadar günahı olsa da; başkasına duası geçer. Bir insanın da ne kadar ilmi ameli olursa olsun, herkesi kendisinden üstün görmesi lâzım. Hüsn-ü teveccühü kazanması lâzım. Herkesten dua, istimdat talep etmesi lâzım.
"Her kim ki tekebbür sahibi olursa biz onu hakîr ederiz." buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Eğer ilmi var da, ilminden dolayı gururlanıp, kibirleniyorsa, ameli var da amelinden dolayı gurur, kibir geliyorsa, kendini herkesten üstün görüyorsa olmaz. İlim, amel çok kıymetlidir. Çok da zararı olur. İlmin zararı olur mu?
Resulullah emrediyor: "İlim Çin'de de olsa gidin öğrenin buyuruyor."
Cenâb-ı Hak: "Sizin bileninizle, bilmeyeniniz bir değildir." buyuruyor. Amennâ, Saddakna. Zâhir ehlinde böyledir. Bilen bilmeyenden farklıdır. Bilen bilmeyenden farklı ise eğer. Her ilmin üstünde başka bir ilim var. Âlimlerde bir sır var ki avam bilmiyor onu. Bâtın ulemâda, velilerde de bir sır var ki âlimler bilmiyor onu. Nebilerde de bir esrar var ki veliler bilmiyor onu. Peygamber Efendimizde de bir esrar var ki, onu diğer nebiler bilmediler.
Bütün ulemanın ilmi, geçmiş veli ve nebilerin ilmi, bütün bâtın ulemâ, nübüvvet vârisi olan ulema, velayetin varisi olan ulema. Bütün bunların ilmi toplandığı zaman, Peygamber Efendimizin ilminin yanında bir katre gibi kalıyormuş. Peygamber Efendimizin ilmi de Allah'ın zatının ilmi yanında deryadaki bir katre gibi kalıyormuş. İşte ben bu kadar yükseldiğim halde "Rabbımı marifeti ile bilemedim" buyuruyor. Peygamberimizi biz nasıl bileceğiz?
Künh-i Zât-ı kimse bilmez bu yola etme heves
Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes
Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs
Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammadan garaz
Bir insan ilmiyle ancak fark'ı cem'i bilebilir.
Fark: Halkiyyet. Cem: Cenâb-ı Hakk'ın zâtî azâmeti.
Halkiyette, farklılık var. Ta ki cemadattan tut. Mesnuattan tut. Mahlûkattan tut. Tasavvufta, tarîkatta çalışan bir kimsede, terakki eden bir kimsede manevî hâller görülmesi nerden başlıyor? Allah'ın esmâ nuru, isimlerden.
Sıfat nuru: Cisimlerden
Zâtı'nın nuru isimsiz, cisimsiz görünüyor.
Evvelâ bir insan, tecelli-i suri gördüğü zaman.
(Tecelli-i sûrî var. Tecelli-i manevî var. Tecelli-i zât var.)
Tecelli-i surî: Cenâb-ı Hakk'ın sıfatına mahsus olan nurlardır. Fakat tecelli-i manevi ise Allah'ına zâtı'na mahsus olan bir nur varsa. O da Lafza-yı Celâl tecelli-i manevi Lafza-yı Celâl'den geliyormuş.
Tecelli-i sûri başladığı zaman nerden başlıyor? Cemâdâttan başladığı zaman zerreden kübrâya, cemâdâtı, mesnuatı, mahlukatı ihata etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın nuru. Üç nuru: Esmâ nuru, sıfat nuru, zat nuru. Esmâ nuru isimlerden görünür. Sıfat nuru cisimlerden görünür. Zat nuru isimsiz, cisimsiz görünür. Bir talebe tahsil yaptığı zaman nerden başlıyor? Alfabeden başlıyor. Bir âlim ilme nerden başlıyor? Elif cüzünden başlıyor. Bizim zamanımızda öyle idi. Önce harfleri okuyorduk. Sonra (inen, ün) diyorduk. Daha sonra şeddeliyorduk. Sonra onları heceleyip Kur'ân'a geçiyorduk. Burada da rûhi bir tahsil vardır. İlk başlangıcı esmâ nurudur. Esmâ nuru isimlerden başlar. Sıfat nuru cisimlerden başlar. Bir hak tâlibi tasavvuf ehli bidayetinden başlayıp da, nihayetine ulaşacak ya. Bidâyet nerden başlar. Cemâdâttan başlar. Cenâb-ı Hakk'ın halkiyyeti üçe ayrılıyorsa:
Cemâdât, Masnuat, Mahlûkat.
Masnuat cemâdâttan farklı, cemâdât da; mahlûkattan farklı. Ayrıca Cemâdâtta da farklılıklar var.
Masnuatta da farklılıklar var.
Mahlûkatta da farklılıklar var.
Meselâ: Mahlûkat canlılar ise: Bir inek ile, bir sinek bir mi? Veyahut ta bir hayvan ile bir insan bir mi? Hayvanlar içerisinde de kıymet ifade edenler var. Haşarat var.
Tecelli-i sûri: Yer cisimden başladığı zaman; yerde neler varsa onlardan görünürmüş (Madenlerden). İncide son bulurmuş. Çünkü inci, inci olarak yerden çıkıyor ya. İnci değişmiyor. İncinin bir yapmacığı var. Bir de hakikisi var. Halbuki inci altından da pahalı. Veya en az altın fiatında. Altının gramı ne ise incinin gramı daha fazla. İnci yerden inci olarak çıkıyor. Ama altın ve diğer madenler diğer maddelerden ayrılarak elde ediliyor. Onların mühendisi, aletleri, sanatkarları onları ayırıyorlar. Ama inci, inci olarak yerden çıkıyor. Yani halkıyyetinde incinin bir değişiklik yok. İnciden masnuata (bitkilere) geçermiş. Bitkilerden de görüne, görüne, görüne; hurma ağacı da bütün bitkilerden üstün. Hurma ağacından hayvanata geçermiş. Hayvanattta da görüne görüne, atta nihayet bulurmuş. Hayvanların da en kıymetlisi at imiş. Attan insana geçermiş. İnsanlardan görünürmüş. Fakat en tehlikeli yer burası. İnsanda tecelli-i sûri görünürse kendisi ne oluyor? Bir vartaya düşüyor.
Ordan geçemiyor. Geçemiyorsa ene (benlik) davasına düşüyor. Onun için mürşitsiz âbidler, mürşitsiz âlimler helâk olmuşlar. Onun için buyuruluyor ki:
Mürşid gerektir bildire, Hakk'ı sana hakke'l yakîn.
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide dil verme yolun sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asân imiş
Madem ki herşeyin üstünü insansa:
"Le kad halak'ne'l-insâne fî ahsen-i takvîm." Bir de:
"Sümme redednâ fî esfele-sâfilîn." var. İnsan herşeyin de mâdunu oluyor.
Eğer insan, insanlık şerefine nail oluyorsa,
Halâyık içre insanı kamudan eyledi ekrem
Yarattı "Ahsen-î Takvîm" kıluben mazhar-ı Rahmân.
Allah'ın rahmetine lâyık olan insandır. Başka bir mahluk, Allah'ın rahmetine layık olamaz. Allah'ın rahmeti ise sade cenneti değil, cemalini kazanmak, Cemal'ini görmektir. Esas Allah'ın kula rahmeti budur.
Bir de var ki insan insanlığını zayi ederse bütün mahlukatın mâdunu. Bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk'ın gadabına düçar olmuyor. Ama insanlar Allah'ın gadabına düçar oluyorlar.
Allah'a şükür. Çok şükür. Nihaî şükürler olsun. Bunlar haktır, hakikattir. İslâm dininin ta gelişinden Peygamber Efendimiz'in nur-u nübüvvetinin dünyaya ilanından velâyeti de dünyaya ilan edilmiştir, başlamıştır. Tâ ki kıyamete kadar da devam eder. Onun için vâris-i enbiya ikidir. Zâhir ulema Peygamber Efendimizin nübüvvetinin varisidir. Evet bazı tasavvuf kelamlarında yazar: "Velâyet nübüvvetten büyüktür." diye. Buna zâhir ulema karşı geliyor. "Bir veli, bir nebiden büyük" anlamına geliyor diye. Ama, hayır, öyle değil. Nübüvvetten olan velâyet büyük. Peygamber Efendimiz'in en büyük mucizesi Miracı. Peygamber Efendimiz'in en büyük mucizesi Kur'an. Diğer Peygamberler yapamadı. Büyük mucizesi Mirac. Ama bunu cismi yaptı. Cismi gitti.
Büyüklerin kelamı:
İlim istersen sabret. Zenginlik istersen kanaat et.
Vaaz nasihat istersen ölümü düşün.
Ey gönül sabret bu dehrin gamı gavgası geçer.
Bir gün âsûde olur bu dem (i) davâsı geçer.
Sabır, sabır, sabır. Herşeyin başı sabır.
Bu kesret âlemin seyrân eyledim
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım.
Şimdi bu zamanda insanlar iyi niyetli değiller. İyi muamele yapmıyorlar. Hep birbirlerini çekemiyorlar. Haset ediyorlar, buğuz ediyorlar. Birbirlerine zarar veriyorlar. Bir insan ölümü düşünmezse vaaz nasihat tesir etmez.
Ne kadar maddî varlık olursa olsun, kanaat etmezse bir insan.
Hubb-u dünya şuğul-u süfla ile varılmaz bu yola.
Bu yol hangi yol? Allah'tan geldiniz. Allah'a döneceksiniz.
Rabıta sahibi sevmiş, inanmış. Gönülden sevmiş. Neye bağlanmış? Allah'a, Resulullah'a bağlanmış. Çünkü meşâyihini sevmek, Resulullah'ı sevmek, Allah'ı sevmek. Cenâb-ı Hak buyuruyor: "Allah'ın ipine sarılın" zâhirde ip yok. Bu ip sevgi ipi. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?
Birbirinizi Allah için sevin. Allah için biraraya gelin. Allah için konuşun.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor?
"Beni sevin, sevdiklerimi sevin, kullarıma sevdirin."
Kelâm-ı kibar:
Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak.
Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insanı.
Kemend: Bağ. Kimse boğazına kemend takmamış. Tasavvuf kitaplarında duyulmamış.
Kelâm-ı kibarlar, hadisleri, hadisler de ayetleri açıklar. Birbiri ile anlamları bağlıdır. "İnsanlar zarardadır." Bu zarar âhiret zararıdır.
Malın artması nedir? Kârdır. Azalması nedir? Zarardır. Bu zarar bu dünya için. Sabredersek kârı vardır. Ahiret zararı. "İnsanlar uykudadır ölünce dirilirler."
Onun için buyuruyor ki:
Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak.
Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insanı.
Buyuruyor ki Cenâb-ı Hak: "İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler." Bu nasıl uyku? Bu nasıl dirilme?
Peygamber Efendimiz, Bedir Muharebesinde muvaffak oldular. Müşrikleri yendiler. Bunlardan ölenler oldu. Şehit olanlar oldu.
Şehit olanların teker teker elbiseleri ile kanlarını yıkamadan cenaze namazlarını kıldırdı. Defnettiler.
Müşriklerin ölenleri için bir kuyu kazdırdı. Hendek kazdırdı. Oraya gömdürdü. Kuyunun ağzına geldi. Onlara hitabetti. Dedi ki:
- "Siz bana inanmadınız. Bana eziyet yaptınız. Şimdi inanıyor musunuz? O zaman inanmadınız. Şimdi Hak Peygamber olduğuma inanıyor musunuz?"
Sahabeler soruyorlar?
- "Ya Resulullah onlar öldüler, işitiyorlar mı?"
- "Onlar sizden daha iyi işitiyorlar." cevabını veriyor.
İşte insanlar zarardadır; ölünce dirilirler. Nedir bu zarar? Amelsizlik, yoksa maddi zarar değil.
Cenâb-ı Allah: "Gaflet uykusundan uyan!" diyor. Bilerek kimse zarar işlemez. Bu zarar maddî zarar. Görüyoruz, kurtarıyoruz.
Bir zarar var ki bizim için onu bilmiyoruz, göremiyoruz. Günah, manevî zarar. Onu işliyoruz, göremiyoruz.
Bu zarar cemaatimize değil. Haşa estagfirullah inanmış. İnancını da yaşıyor. Gaflette değil.
Bir kelam-ı kibar daha var:
Eğer himmet erişmezse. Sana bir şeyh-i kâmilden
Adûlar yıktılar seddin. Ne yatarsın gâfil insan
Demek ki: Meşâyihi olmayan, tarîkatı olmayan gâfil.
Adû: Düşman (manevi düşmanlar)
Senin malının, canının düşmanı değil. Bunlar iman düşmanı, şeytan, nefis, dünya muhabbeti.
Allah'a ulaştıran aşktır. Onun için Peygamber Efendimize buyuruyor, Cenâb-ı Hak:
"Gel habibim sana âşık olmuşam."
Bir de buyuruyor ki:
Gece gündüz durmayıp istediğim
N'ola ki görsem Cemâlin dediğin.
Peygamber Efendimiz'e Cebrail geldi. Âyetler geldi. Cenâb-ı Hak onu sevmiş. Yaratmış olduğu halde Peygamber Efendimiz'in aşkı Mirac yaptırdı ona.
Bu demi Ahmet başa tâc eyledi.
Bu dem ile seyri Mirâc eyledi.
Bu dem ile yedi kez Hac eyledi.
Peygamber Efendimiz'in: Semada ismi Ahmed'dir. Bu dünyada Muhammed'dir.
Dem: Nefes. Allah'a olan aşkı, Allah'a olan sevgisi ile nefeslerini teneffüs etti. Allah'a olan sevginin aşkın, nihayeti yoktur. Peygamber Efendimiz Mirac yaptı. Allah'a olan sevgisinden muhabbetinden dolayı.
Peygamber Efendimiz'in haricinde de mirac yapanlar olmuş. Yine aşka düşenler. Yalnız Peygamber Efendimiz cismi ile, rûhu ile Mirac yapmış. Cismi ile göklere yükselmiş. Onu bir defa yapmış.
Ayrıca defalarca, zamanlar boyunca çok miraclar yapardı. Hergün yapardı. Niçin? Evliyalar dahi, en ufak bir veli yılda bir defa tecelliye mazhar olur. Allah'ın cemalini görürmüş. Daha yüksek olan veli ayda bir defa. Daha büyük olan veli haftada bir defa. Daha büyük olan veli günde bir defa mazhar olurmuş. Günde 5 defa tecelliyi gören velî olurmuş.
Muhammed Sami'yi gavvas bahr-i aşk-ı ra her dem
Bu söz neyi ifade eder? Her dem, her nefeste aşk deryasına dalıp çıkarmış. Aşk deryası nedir? Cenâb-ı Hakk'ın tecelli nurunda yok oluyor. Allah'ın esmâ, nuru, sıfat nuru, Zat nuru vardır. Allah'ın 1001 ismi vardır. İsminin nuru vardır. İnkâr edilir mi? Edilmez. Allah'ın sekiz sıfatı vardır. Sıfat nuru vardır. İnkâr edilir mi? Edilmez. Bir de Allah'ın tek olan Zat'ının nuru vardır. Bu eşyada. Eşyada üçü de mevcuttur. Ama katreden deryayı halk etmiş Cenâb-ı Hak. Zerreden kübrâyı halk etmiş Cenâb-ı Hak. İlmiyle de ihata etmiştir. Azameti ile de ihâtâ etmiştir. İşte zâhir bunu anlayamıyor. Kaldıramıyor.
.
11-Hizmetsiz himmet alınmaz
"Hizmetsiz himmet alınmaz."
1992
Bedir Muharebesinde: Medine'ye gittiler, çok açlık oldu; yiyecek bulamıyor, içecek bulamıyor. Beraberlerinde birşey getirmediler. Çünkü oğlu gelmiş, babası gelmemiş. Babası gelmiş, oğlu gelmemiş. Kardeşi gelmiş, öbür kardeşi orada kalmış, kalkmış gelmişler. Bunlarla beraber bir başka kervan da gelmiş. Cenâb-ı Hak Cebrail ile vahiy gönderiyor: "Ya Habibim! Onların mallarını alın ellerinden" diyor. Binlerce deve bunların peşinden giderken bunlar hissediyorlar. Yol değiştiriyorlar. Bulamıyorlar. Bir de Mekke'ye haber gönderiyorlar. Çabuk yetişin malımız gidiyor elden diyorlar. Bunlar bin (1000) tane atlı, bin tane silahlı. Bir rivayete göre Müslümanlar 113 kişi, bir rivayete göre 313 kişi, geliyorlar, fakat bir kısmının atları filan yok. Bir çoğu da el sopası ile geliyorlar. Yanlış yol tarif ediyorlar, bulamıyorlar. Bunları bulamayınca geri dönecekler. Orda biraz istirahat ediyorlar. Suyun başında kalıyorlar. Bir taraftan da Mekke'ye haber gidiyor ki yetişin malımız gidiyor. Onlarda mallarını kurtarmak için savaş başlıyor. Orada bir kuyu varmış. Bir su varmış, Peygamber Efendimiz diyor ki: "Bırakın kuyuya bir zarar vermeyin," diyor. Sularını alıyorlar çekiliyorlar. Ama onlar suya birşey atıp kirletmek için birşey arıyorlar. Mekke'den gelenlerin içerisinden üç kişi üç kodaman meydana çıkıyorlar. Savaşmak için. Bu taraftan da Hz. Hamza, Hz. Ali Efendimiz ve muhacirlerden bir tanesi çıktılar meydanda döğüştüler. Hz. Hamza meydana çıktı. Hz. Ali Efendimize sen de gel dedi. Sonra diğeri de geldiler. Hz. Hamza tezden rûh etti. Hz. Ali Efendimiz de rûh etti. Öldürdüler, onları. İhtiyar idiler. Diğer yaşlı müs lümanı yaraladılar. Onu kurtarmak için gittiler Hz. Hamza ile Hz. Ali Efendimiz.
Savaş sırasında Hz. Hamzaya kılıç geldi. Karşı tarafı parçaladı.
Peygamber Efendimiz o sırada Ali'yi tut da getir diyor. Bunlar gidip getirelim diye telaşlandılar. Ebu Cehil orda direndi. Onların da kanını almadan gitmem dedi. Süvari şeklinde şeytan geldi. Meydanda idi. Meydandan kaçtı. Cebrail indi. Peygamber Efendimiz sordu:
- "Ya Ali o kaçan kimdi?"
O da cevap veriyor.
- "Ya Resulallah gönlüme geliyor ki o şeytandır."
Hz. Ali Efendimiz o sırada diyor ki:
- "Yarabbi senin Habibinin sözü geri mi kalacak? Beni ona yetiştir" diyor. Ve yetişiyor tutuyor.
- "Şeytan ne yapıyorsun?" diye soruyor.
- "Bana Allah ömür vermiş, güç vermiş" deyince Hz. Ali Efendimiz dönüyor, Peygamber Efendimiz'e anlatıyor. Şeytana koşup yetişince şeytanın ne yaptığını söylüyor. Orada durum şudur. Karşı tarafta yayalar var, atlılar var, silahları var. 1000 tane. Burada Hak tarafı. Peygamber Efendimiz bir avuç toprak aldı. Karşı tarafa doğru savurdu. Allah o sırada bir rüzgâr verdi. Rüzgâra emretti. O da karşı tarafın gözlerine doldurdu. Şimdi burada otuz kişi olsa gözleri bağlı olsa gözü açık bir insan bir anda onları mağlûp eder. İşte orada kaçan kaçtı, ölen öldü. Sağ olan esir oldu.
İşte iki defa toprak atmış Peygamber Efendimiz. Birincisi Hicret'te, ikincisi de Bedir Muharebesi'nde.
Uhud Muharebesi'nde de yenildiler. Zayiat verdiler. Orda da bir avuç toprak ataydı. Niye atmadı? Veya başka yenildikleri muharebelerde de bir avuç toprak ataydı. Niye atmadı? Demek ki o bir avuç toprak attığı zaman Peygamber Efendimiz kendi iradesinde değil. Allah'ın varlığı onda tecelli etmiş. O el Peyamber Efendimizin eli değil. Allah'ın eli olmuş. Küfürün karşısında çarpışıyorlar.
Küfür ile iman birbirinin zıddı.
Musa Kelimullah Tûr-ı Sina'ya gittiği zaman kardeşine de Peygamberlik gelmişti. Harun Aleyhisselam'a. O'nu yerine koyuyordu. Onlara imamlık ediyordu. Vaaz, sohbet ediyordu. Tevrat için 8 defa gitmiş. Fakat bir gidişinde Samiri isminde biri, çeşitli maden ve altınları eritiyor. Bir buzağı heykeli yapıyor. Başını kızıl altından, boğazını beyaz altından, gövdesini başka renklerden, ayaklarını başka maden veya renklerden yapıyor. Allah da can veriyor, ilân ediyor. Gelin diyor ki gelin ben Musa'nın Rabbısını buldum. Gelip bakıyorlar ki görülmemiş bir şey. O böğürme özelliği olan buzağıya tapıyorlar.
Harun Aleyhisselam çok ağlıyor. Feryad ediyor. "Etmeyin, durun. Buna tapınmayın. Hele bir Musa gelsin" diyor.
Musa Kelimullah geliyor ki ümmetinin birçoğu buna tapmışlar. Geliyor. Kardeşinin sakalından tutuyor.
- "Ey Harun niçin bunlara engel olmadın da buzağıya taptılar." diyor. O da diyor ki:
- "Niçin beni suçluyorsun? Ben çok feryad ettim beni dinlemediler."
Bırakıyor kardeşini, Allah'a yöneliyor.
- "Yarabbi Sen buna can vermeseydin bunlar buna tapmazlardı." diyor. Cenâb-ı Hak'tan nida geliyor.
- "Ya Kelimim! Benim hikmetlerime karışma." Allah'ın Cemâl sıfatı, Celâl sıfatı var. Celâl sıfatının etkisi ile gadabını gösterir.
Cemâl sıfatının etkisi ile rahmetini cemâlini gösterir.
Şimdi insanlar bir acayip olmuşlar.
Celâl sıfatından lezzet almışlar.
Peygamberimiz "Rahmetenlilâlemin"dir. İman hidayet meselesi. "Habibim Benim hidayet etmediğime sen şefaat edemezsin." buyuruyor Cenâb-ı Hak. "Üzülme Habibim Ben onların kalplerini mühürlemişim. Onlar inanmazlar." Bu da özellikle amcası ve kendi kavmi için. Çok üzülmüş Peygamberimiz de onu ifade ediyor.
Sair Peygamberleri Cenâb-ı Hak tenkid etmiştir. Peygamber Efendimizi ise, gönlünü alır gibi teselli ediyor. Niçin? Sair Peygamberler kavimlerine beddua ettiler. O etmedi. Sair Peygamberler kavimlerine gelen âfetlere rıza gösterdiler. Peygamberimiz: "Yarabbi! Bana bağışla bunları" dedi. İşte "Rahmetenlilâlemin" olduğu bu. O kadar eziyet. O kadar çile, o kadar işkence. Bunları da atıyor. Üç defa, belki de dört defa Allah'ın gadap vahyi geldi, geri çevirdi. Affettirdi.
Allah'ın hayra rızası vardır. Şerre rızası yoktur. Şerre ricat edende Celâl sıfatı tecelli ediyor. Hayra ricat eden de Cemâl sıfatı tecelli ediyor. Dünyada Allah'ın Celâl sıfatına sahip olanlar Allah'ın gadabına duçar olacak. Cemâl sıfatına sahip olanlar Allah'ın rahmetine ulaşacaklar. Gadabı da insanlar için, rahmeti de insanlara. İnsanlardan, cinlerden başka Allah'ın gadabına uğrayacak hiç bir mahlûk yoktur. İnsanlardan, cinlerden başka Allah'ın rahmetine ulaşacak yine hiçbir mahlûk yoktur. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
"İnsanları ve cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler."
Kudsî Hadis'te de:
"Biz aşikâr olmamız için insanları cinleri halk ettik." İlm-i ezelde rûhlara secde emredilmiş. "Ben sizin Rabbınız değil miyim?"
Tıfl iken Ol dilerdi ümmeti
Sen kocadın terk edersin sünneti.
Dünyaya gelir gelmez secdeye kapandı. Bu iltifatlar rûhadır. Belâ dedikten sonra iki secde emredilmiş rûha. Belâ diyenler olmuş. Demeyenler olmuş. Diyenler müslüman. Demeyelenler ehl-i küfür. Yazıcıoğlu şöyle diyor:
"Kim ki Lâ ilâhe illallah demişse o cehennemden çıkar."
Ehl-i nâr var. Ehl-i azap var.
Ehl-i nâr: Allah'ı inkâr edenlerle, Allah'a şirk koşanlar. Onlar ebedi cehennemde kalır.
Ehl-i azap: Allah'a şirk de koşmamış. Allah'ı inkâr da etmemiş. Allah'ın kitabına inanmış. Yapamamış. Peygamberine inanmış. Yapamamış. Bunlar ebedî cehennem de kalmayacaklar.
Zaten Hadis-i şerife göre: Cehennem: 7, Cennet: 8. Bir hadis var.
"Cebbâr iki ayağı ile cehenneme bastı."
Cebbâr: Allah-u Teâlâ'nın isimlerinden biridir. Misal:
Mehmet hem sakat, hem hasta, yiyeceği yok, içeceği yok. Sakat. Çalışamıyor. Hasta inliyor. Ama hayatı var. Canı var. Hasta da olsa sakat da olsa, bunun yemesi, içmesi var. Dilenecek. O dilenmeyle de para verecekler, vermeyecekler. Yiyecek birşey bulamayınca ne yiyecek? Cehennemdekiler hasta. Bunların azığı zift, katran, Onu yiyecekler.
Bir insan zifiri bir karanlığa girer. Karanlıkta kala kala gıdasını da görmez pis olarak yer. Karanlıktan çıkan bir şey bulup yiyebilir. Bir Hadis-i şerife göre: İman ehlinin rûhunu Azrail Aleyhisselam hiç incitmeden alıyor. Yaş toprak olur. Onun içine bir kıl düşer. Kılı çekersin. Hiç toz olmadan gelir. Yerini de izini de belli etmez. İşte o şekilde alınan rûh göklere çıkar. Arş-ı âlâya çıkar.
Azap ehlinin rûhu da zahmetli, meşakkatli olurmuş. Yerlerin altlarına karanlıklara gider. İşte insanlar var ulvî. İnsanlar var suflî.
Aşağıya inince hayvandan aşağı olur. Yukarı çıkınca melekten yüksek olur.
.
12-Bizim kalbimizi dirilten himmettir
"Bizim kalbimizi dirilten himmettir."
1992
Hz. Muhammed (s.a.v.) Uhud Muharebesinden döndükten sonra "Muharebeyi sagîrden, muharebe-yi kebire döndük" buyuruyor. "Muharebe-yi kebir hangisi Ya Resulallah?" diye soruyorlar da, buyuruyor ki: "Nefis mücadelesi. Bu cihaddan çok daha büyük." Halbuki Uhud'da mağlup oldular. Çok zayiat verdiler.
Meşâyihe gerektir tabi erler.
Sulûke giriben, tevbe ederler.
Tamam fiiliyatımız elimizde, amelimiz elimizde. Ama hâlimiz elimizde değil.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
"Her hâlinizle biz Azimüşan'a rücû edin." buyuruyor.
Burada her hâlinizle deniliyor. Sadece sıkıntılı zamanımızda mı Allah'a yalvaracağız? Hayır. Safalı, huzurlu zamanımızda da Allah'a yalvaracağız. İyi zamanımızda da Allah'a hamdedeceğiz. Şükredeceğiz, zikredeceğiz onu. Sıkıntılı zamanımızda da Allah'a sığınacağız. İşte hâlimizi de tebdil etmek için muhakkak bir cihadımız oluyor. Nasıl olacak bu cihad? Kalbimizdeki kötü düşünceleri, kötü niyetleri, vesvese veren şeyleri ne yapmak lâzım? Tebdil etmek lâzım.
"Heva'yı Hû'ya tebdil et."
Hava denilen bir nefes var insanlarda. Ha ile alınıp verilen nefes bu. İnsanlar bu nefesten haberdar olsunlar veya olmasınlar. Bir ha ile, hava ile girip çıkıyor bu nefes. Bu nefesleri insanlar Allah'ı zikretmeden alıp veriyorlarsa boşa gidiyor. Bunu "Hu" ya tebdil etmek Allah'ı anarak bu nefesleri alıp veriyorlar. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın ismidir.
Cenâb-ı Hakk'ın 1001 ismi, sıfatlarının ismi. Lafza-yı Celâl, Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ının ismi. Sekiz sıfatı var. Bir Zat'ı var. 1001 ismi Allah'ın sıfatlarına mahsus olan isimlerdir. "Doksan dokuz" Esma-yı hüsnâ var. Bu da 1001 isminden seçilen isimlerdir. Esas Zat'ına mahsus olan Lafza-yı Celâl'dir. Bu da insanların kalbinde yazılıymış. Cenâb-ı Hak onun için buyuruyor:
"Kulum ben sana Şah damarından daha yakınım." Fakat insan kalbindeki Lafza-yı Celâli diriltiyorsa, ne ile diriltir? Allah! Allah! Allah! diye diye. Ama zannetmeyelim ki 24 saat içerisinde 15 dakikalık bir zikrimiz var. Bu diriltmez onu. Bu bir hizmettir. Ama bir himmettir yine. Bizim kalbimizi dirilten himmettir. Himmeti almak için de hizmet vardır. Ama büyüklerimiz, meşâyihlerimiz ne buyuruyorlar sohbetlerinde? Alırken unutmayın Allah'ı, verirken unutmayın. Yerken Allah'ı unutmayın. İçerken Allah'ı unutmayın. Çalışırken Allah'ı unutmayın. Daima kalbinizden Allah Allah! Allah zikri yapa yapa. (Lisana getirmeye lüzum yok.) Biran evvel kalbinize Allah! dedirin. Bu nasılmış? Bir insan kalbine Allah dedirtinceye kadar sayı var. Zorlanması var. Çalışması var. Ama kalbi dirilip; Allah diyorsa o zaman bırakıyor bunu. O zamanda Allah'ı unutmak istiyor da unutamıyor. Yani kendisini ne ile meşgul ederse etsin. Allah'ı unutayım diye zorlar. Unutamaz. Çünkü onda bir sıfat-ı meleke meydana geliyor. Onun için şöyle buyuruluyor: "Bizim öyle kullarımız var ki onların ticaretleri, zikirlerine mani olmaz." Bunlar kimler? Çalışırken Allah'ı unutmamışlar. Kalpleri ile zikretmişler. Yerken, içerken, alırken, verirken, zikrede zikrede onların kalpleri dirilmiş. Harekete gelmiş. Canlanmış. O yazılı olan Lafza-yı Celâl canlanıyor. Ampule cereyan gelmezse orda bir yazı var duruyor. İşte burada insanlara "Kulum ben sana şah damarından yakınım" buyuruyor.
Ama insanlar ne zaman ki o şah damarından yakın olan Allah'ı ne zaman ki zikrede zikrede Cenâb-ı Hakk'ın nuru onda tecelli ediyorsa: Esmâ nuru, sıfat nuru, sonra Zat nuru tecelli eder insanların kalbinde. Hani bir tarîkata girdik, sana bir esmâ verdi çekiyorsun. Lafzayı Celâl Allah! Allah! Allah! Allah! Başka tarîkatlarda Cenâb-ı Hakk'ın 1001 isminin herhangi birisini zikrediyorlar. Yalnız burdaki hikmet kudsiyet. Onun için bütün tarîkatların üstünü oluyor Nakşibendi tarîkatı.
Nakşibendi Efendimiz onun için buyuruyor ki: "Sair tarîkatların nihayet kârını, biz bidayete getirdik. Sair tarîkatlarda çalışırlar çalışırlar, çalışırlar 20-30 sene bir kâra ulaşırlar. Biz onu tarîkata ilk girene veriyoruz." diyor. Başka tarîkatlar, esmâ nurundan, sıfat nuruna, sıfat nurundan Zat nuruna geçiyorlar. Onlara çeşitli çeşitli esmâlar çektiriyorlar. Bütün çekilen zikirler, Cenâb-ı Hakk'ın 1001 ismi, hepsi toplanıyor, geliyor. Lafza-yı Celâl'de sona eriyor. Yeter ki biz kalbimizi Allah ile meşgul edelim. Bunun için de say lâzım. Zaten Cenâb-ı Hak: "Beni çok zikredin." buyuruyor. Biz irade sahibiyiz birşeyle meşgul olduğumuz zaman unutuyoruz. Allah'ı. Fakat o meşguliyet içerisinde sen sahiplisin. Senin bir rabıtan var. Seni bir ihtar eden var, seni bir ikaz eden var. O da Rabıtandır. Velâyet parmağı vardır. Batın parmağı vardır. O uzanır sana. O sana dürter, seni uyarır. Zahirde nasıl olur? Kalemin yazı yazarken kırılır veya çalışırken parmağın bir yere sıkışır. Veya yürürken ayağın bir yere takılır. Bunlar velâyet parmağı. Geliyor seni dürtüyor. Uyan diyor. Bir de ne var? Otobüse binmiş gidiyorsun. Vasıta ile gidiyorsun. Eğer sen kalbini Allah'a verdinse o vasıtadan aldığın sesi zikir olarak alırsın. Bakarsın ki o da Allah diyor. Öyle midir? Âmennâ ve saddaknâ ehl-i zikir için öyledir. Ehl-i zikir için sadece makine sesi değil. Bütün bu afakta olan sesler, birbirine vuran sert cisimlerin (çat-pat) bütün bu cisimlerin çıkardığı sesler zikir ediyorlar. Onun için:
Kâmile her eşya olmuştur evrat, buyuruluyor ya.
Her eşya kâmiller için zikir. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın: "Sizin o cansız olduğunu zannettiğiniz cemâdatların hepsi beni zikreder." diye âyet-i kerimesi var.
Kalp dirilip harekete geldikten sonra sen ye, iç, çalış ne yaparsan yap. Allah'ı unutayım desen bile unutamazsın.
Çünkü kalp harekete geldi. Kalp harekete geldikten sonra, sen ye, iç. O zaman ne oluyor? Senin zâhirin halk ile, bâtının Hak ile oluyor. bunlar say ile (= çalışmakla) oluyor. Şeriatta da çalışmak var. Tarîkatta da çalışmak var. Hakikate geçince sen iradenden kurtuluyorsun. Sen de oluyorsun bir âlet. Yaptıklarını sen yapmıyorsun. Sen Allah'ın aletisin. Seni konuşturan Allah. Seni yediren Allah. İşte müridlerin neticesi öyle olur. Cüzi iradeden, küllî iradeye geçince öyle olur. Cüzî iradesinde de Bunlar var mıdır? Vardır. Bunlar saklı duruyor. Cüzî irade de bunlar mecaz oluyor. Ondan sonra mecazdan hakikate geçiyor. Ama "Nakş-i Cemâl"e geçince. Mecazımız hakikat oluyor.
Cenâb-ı Allah nimetler halk etmiş ama, tabii insanların iradesine bırakmıştır. İnsanların iradesi ile elde ettiği nimetler vardır. İradesi ile elde edemeyeceği nimetler vardır. Ama iradesi ile elde edeceklerini elde edecek. Edemeyeceklerini Allah ihsan edecek. Allah'ın çok ihsanı vardır. En büyük ihsanı bizi müslüman halk etmiş. Bizim inancımız var. İnancımız dahilinde, günah-sevap, hayır-şer var. Bunlara da inancımız olacak. Allah'ın bütün emirlerini tutacağız. Tarîkattaki hizmetlerimizi göreceğiz. Hizmetsiz himmet alınmaz, o zaman zâhirdeki çalışmalarımız, şeriattaki amellerimiz tarîkattaki hizmetlerimizde ne yapıyor? Büyük nimetimizin kapısına gidiyor. Ama o kapıya gitmezsek, o kapı bize gelmez. Musa Kelimullah Peygamber idi. Her yerde Allah'la konuşabilirdi. Ama maksadının kapısı Tur-i Sinâ oldu. Bizim de maksadımızın kapısı var.
Peygamberler dünyaya Peygamber olarak gelmişler. Veliler ise senin benim gibi insan olarak gelmişler. Fakat veliler insanlar içinden seçilmişlerdir. Ayrıca sayları ve çalışmaları ile de veli olmuşlardır. Bir velinin maneviyattaki gücü, kuvveti, veli olmayan bir insanın bu dünyada yaşayan beş milyar insanın kuvvetini, gücünü eritseler, birleştirseler, bir velinin gücü ve kuvveti kadar olamaz. Niye? Çünkü Evliyaullah demek Allah'ın gücü onda tecelli ediyor. Allah'ın sıfatları onda tecelli ediyor. İşte o Allah'ın aleti olmuş. Gücünü kuvvetini nerden alıyor? Allah'tan alıyor.
Hakikate ulaşmak: İnsanların rûhunun makamına ulaşmasıdır. Allah'tan gelen rûhun Allah'a ulaşmasıdır. Bu yükselme de tarîkatle olur.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
13-Mal, mülk Allah'ındır, biz emanetçiyiz
"Mal, mülk Allah'ındır, biz emanetçiyiz."
11 Ekim 1991
Allah bizi müslüman halk etmişse inancımızı yaşayacağız. Eğer inancımızı yaşamazsak nerden belli olacak müslüman olduğumuz? İslâmın yaşantısı "Lâ ilâhe illallah! Muhammedün Resulullah." Hepsi bu ifadenin içinde. "Lâ ilâhe illallah" Allah'a inanmak, Allah'ın kitabına uymak, Kur'ân'a uymak. "Muhammedün Resulullah" Muhammed'e (s.a.v.) uymak. Muhammed'e (s.a.v.) tâbi olmak.
Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor: "Ben geldim. Bu dünyadan gidiyorum. Ümmetime 2 şey bıraktım. Kitap ve sünnetimi bıraktım. Kitap ve sünnetime sarılanlar kurtulurlar. Kitap ve sünnetime sarılmayanlar helâk olurlar. Yok olurlar. Mahvolurlar." Ölmemizle mi yok olacağız. Ölmekle ancak cesedimiz yok oluyor. Rûhumuz âlem değiştiriyor. Dünyada bir alem. Ahiret de bir âlem. Fakat dünya geçici bir âlem. Ahiret geçici değildir.
Ahirette tükenmez bitmez sonu gelmez bir hayat var insanlar için. Çok lüks bir hayat var. Dünyada bu hayatın bir zerresi yok. Ahirette çok sıkıntılı, bunaltılı, meşakkatli bir âlem de var. Onun da sonu yok. Biteceği yok. Onun için ölümü unutmamak lâzım. Ahireti unutmamak lâzım. Ölüm dünya hayatına son veriyor. Ahiret hayatına başlangıç. Her nefis ölümü tadacaktır. Zaten bu dünyada bir kişi kalsaydı, Peygamber Efendimiz kalırdı. Çünkü dünya onun için halk edilmiş. Gökler, yerler, melekler hepsi onun için halk edilmiş.
Âşıklardan bir tanesi ne buyuruyor:
Ey bî-vefa dünya senin elinden
Peygamberi âhir zaman ne etti?
Güvenilmez düzenine dengine.
Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ne etti?
İntikamın aldı nice kâfirden
Elinden mumu var çağlanır nurdan
Eritti Kâbe'yi puttan küfürden
Aliyyullah gayrı asar etti.
Nübüvvetini yaymak için. Cenâb-ı Hak kâfiri yenmek için ona fırsat halk etti. Kuvvet verdi. Cennetten verilmiş bu kuvvet. Hasan Hüseyin Efendimiz için. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Hasan, Hüseyin Efendimizin nuru ile Allahu Teâlâ Arş-ı âlâyı süslemiş. Cennette de onların nuru ile cenneti süsleyecek." Onun için Cenâb-ı Hak dünyada bunlara çok büyük çileler vermiş. Hiç bir zaman rahat, ferah yüzü görmemişler. Ondan sonra da şehit olmuşlar.
Görün şahzâdeler noldu birisi sararıp soldu
Biri susuz oldu şehid bu aşkın macerasından
Şahzâdeler: Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz.
Hani onlar Allah'ı çok sevdiler. Allah'da onları çok sevdi. Onlara çok büyük aileler verdi. Ama ahirette de Cenâb-ı Hak cenneti onların nuru ile süsleyecek.
Kenan illerinden gitti Mısr'a
Hüsnünü Bağdat Basra
Güneş hicabından inmezdi yere
Zeliha Yusuf-ı Kenan ile
.....
Hakk'ın emrettiği yola giderdi
Validesine canın feda ederdi.
Bin deveyi bir akçaya güderdi.
Yemen illerinde Veysel Karâni
Bunlar Allah'ın çok sevdiği, çok makbul insanlar. Bunlar gittikten sonra bizler mi kalacağız bu dünyada? Bizler de gideceğiz. O gideceğimiz yere nasıl gideceğimizi bilelim. Ne götüreceğimizi bilelim. İnsan bir yolculuğa çıkacağı zaman 24 saat önceden veya 1-2 gün önceden hazırlığa başlıyor. Parasını, vasıtasını, herşeyini ayarlıyor. Bunlar olmazsa nasıl gidecek o yolculuğa? Bizim de işte böyle bir âhiret yolculuğumuz var. Orada bize vasıta lâzım, azık lâzım, iman lâzım.
Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş. "Ya Ayşe, yolumuz uzak. Oraya arkadaşını al, silahını al, vasıta bul." Bunların hepsi nedir? Ameldir.
Arkadaşımız da vasıtamız da, azığımız da hepsi amelimiz olacak. Amelimiz olmazsa eğer, o yol çok uzak, çok çetindir. Orada eşkiyalar çok. Meşakkatlidir.
Onun için Peygamber Efendimiz: "Ben gidiyorum. Ümmetime iki şey bıraktım: Kitap ve sünnetimi bıraktım. Ümmetimden her kim ki kitaba, sünnete sarılıyorsa onlar kurtuldular. Kitaba, sünnete sarılmayanlar helâk olurlar." Bir de buyuruyor ki: "Küfrün fışkırdığı zamanlarda..." İşte küfür fışkırıyor şimdi. Ne kadar İslâm beldeleri varsa hepsi küfrün baskısındalar şimdi. Onlar ne kadar azap görüyorlar. Biz de küfrün baskısındayız. Ama yavaş yavaş aydınlığa çıkıyor. Çıkacağız inşaallah. Ya Rabbi sen merhamet et. Sen hidâyet et. Sen merhamet et. Sen kurtar diye yalvaracağız Cenâb-ı Hak: "Kulum iste vereyim" diyor. "Müslümanları bu küfrün baskısından Sen kurtar" diye dua edeceğiz. Yalvaracağız. İsteyeceğiz küfrün fışkırdığı zamanda. Küfür deryaları arzı istila edecek. Kelâm-ı kibarda:
Abı yok tufanı çok deryaya düştüm gel yetiş.
Dehr elinden bir kuru davaya düştüm gel yetiş.
Dehr: Dünya
Dünya arzuları, dünya istekleri kuru davaya düşürdü beni diyor.
Kuru dava: İyi günümüz, kötü günümüz bütün yaşantımız kuru dava. Hepsi yok oluyor.
Ab: Su. Su yok, fırtınası çok bir derya. Bu bizim içimizde olan nefsimizin fırtınası. Nefsi emmarenin fırtınası. Bir taraftan da arz üzerinde, dünya üzerinde, küfrün fırtınası.
İşte. "Küfür hâkim olduğu zamanlarda, küfür deryaları çalkalandığı zamanlarda, ümmetimden kitaba ve sünnete sarılanlar, Nuh Tufanında Nuh'un gemisine binip kurtulanlar gibi binip kurtulacaklar. Ama kitaptan sünnetten ayrılanlar da Nuh Tufanında boğulup gidenler gibi boğulup giderler."
Bu zamanda tarîkatı olanlar mutludur. Kelâm-ı kibar:
Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kamilden
Adular yıktılar seddin ne yatarsın gafil insan.
Bu kelam, meşâyihi, mürşidi olmayanlara söylenmiş.
Adu: Düşman. Ey gafil insan bir şeyhi kamil bul ki onun duası seni kurtarsın. Allah'ın emridir bu. Cenâb-ı Hak: "Öyle bir ağızla dua edin ki günah işlememiş olsun." Kim bu ağız? Evliyaullah. Allah'ın velileri. Allah'ın sevdikleri. Allah'ı sevenler. Cenâb-ı Hak "Onların duasını alın" diyor. Onların duasını alın ki kurtulasınız.
Meşâyihi olanlar için ne var:
Gönlüme nakşoldu hubbu Cemâli
Terkeyledim cümle kîl u kalî
Dünya-perestlerin çok ise malı
Bizim de İmam-ı zamanımız var.
Birde şöyle buyurulmuş:
Canım feda olsun Resulullah'a
Bizi kabul etti Âl-i dergâha
Emreyledi şeyhim Muhammed Şah'a
Çıkardı zulmetten Bedraya bizi.
Zulmet: Şeriatı, tarîkatı olmayan, vaaz, nasihat dinlemeyenler. Bunlar karanlıktalar. Ama karanlıkta olduklarını bilmezler. Niçin? Uykuda oldukları için. Uyuyan insan gecenin karanlığını da bilmez. Ama ayık insan gecenin karanlığını bilir. Bilirse karanlıktan kurtulmak ister.
Cümle işler Hâlik'indir
Kul eli ile işlenir.
Bize irade vermiş. Onu farz kılmış. Ona sahip olacağız. Bu cüzî irademizi şerre sarfetmeyeceğiz. Günah, şer, haram var. Bunlara sarfetmeyeceğiz. İnsanları, azaba, firaka düşüren 3 şey var. Günah işler, hayrı yok, şer işler. Helâl lokması yok. Haram lokması var. Bu insan ne oldu? Güzelliğini kaybetti. Aşağıya düştü. Eğer iradesini kullanarak sevap işler, hayır yapar ve helâl yerse yükselir. Kıymetini kazanır. Bir insan varmış. Bu günah-ı kebairleri işliyormuş. Günah olduğunu da biliyor. Bir türlü bunları terk edemiyor. Alışkanlık. Nefis sahibi. Nefis zorluyor. Nefisten kurtulmak çok çetindir. Nefis nedir? Kitaba sünnete uymayan arzulardır. İşte böyle birisi İbrahim Ethem Hazretlerine gitmiş. Zamanın meşâyihi. Meşâyih olmazdan önce Belh padişahı imiş. Padişahlığı terk etmiş. Daha genç padişah. Yeni evli. Herşeyini terketmiş gitmiş. Ama bir sebep var. Ona ikaz oldu. Genç padişah iken ava çok meraklı imiş. On kişi, veziri ile beraber. Cevval, akıllı, herkesin kendisini sevdiği bir padişah. Cesur. Ava çıkmış. Gezmişler. Dolaşmışlar. Acıkmışlar. Vezirlerine demiş ki: "Getirin. Açın azığınızı." On kişi orta yere yayılmışlar. Yerlerken, tepeden bir karga, bir parça ekmek kapmış, kaçmış. Padişah ve diğerlerinin dikkatini çekmiş. "Bu on kişinin ortasından bu ekmeği bu karga alamaz. Bu cesarette bir hikmet vardır." diye düşünmüşler. Padişah çok akıllı. "Takip edin bu kargayı. Bunda bir sır, esrar var." demiş. On kişi ormanı taramaya başlamışlar. Kargayı arıyorlar. Bir tanesi kafasına kadar ağaca sarılı bir adam görmüş. Bu karga götürmüş olduğu ekmeği gagası ile tutmuş, ona yediriyor. Bunu görünce, diğer arkadaşlarını çağırıyor. "Gelin ben buldum." demiş. On kişi toplanmış oraya. Padişah da gelmiş oraya. Bu tablo karşısında padişahta öyle bir ayılma olmuş ki. Padişahta dünya zevki, safası hiç bir şey kalmamış. Tabii onlara sezdirmemiş. "Bir karga ağaca bağlı bir insanı besliyorsa neyime lâzım benim bu kadar saltanat" demiş. Aptallaşmış. Herkes avda yoruldu da ondan oldu zannetmiş. Gece olmuş. Yatağına çıkmış. Sabah bakmışlar. Padişah yok. Sağa bakmışlar bulamamışlar. Sola bakmışlar bulamamışlar. Çıkmış gitmiş. Terk-i diyâr etmiş. Bir meşâyih bulmuş. Kendisini ona teslim etmiş.
Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi
Arayıp Hızr-ı zamanı bulmayan derviş midir?
Hızr-ı zaman: Meşâyihtir. Her müridin meşâyihi onun Hızırı'dır.
Başka bir kelâm-ı kibarda:
Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i cahildir
Cevâhirler şeriattır özün kurtar cehâletten.
İşte İbrahim Edhem tacını, tahtını terketmiş. Bir meşâyih bulmuş. 7 sene aç, açık, çıplak hizmet etmiş. Baş açık, yalın ayak. Mürşidine hizmet etmiş. Daha çok uzun hikayeleri de.. Sonunda irşad olmuş. Şeyh Efendisi ona: "Haydi sen de onları topla başına. Onlara sohbet et. İrşad et." demiş. Nasıl ki bir meşâyih olunca bunun bir etrafı oluyor, ismi her yerde duyuluyor. İbrahim Edhem isminde bir meşâyih var diye duyulunca halkı geliyorlar. Götürmek istiyorlar. Yine geleceksin. Padişahımız olacaksın diyorlar. Diyor ki gidin ben daha gelmem artık.
Not: (İğnesini denize atıyor. Balığa sesleniyor. Balık iğneyi ağzına alıp getiriyor. Etrafındakiler bunu izliyorlar. Önce sadece bir ülkenin padişahı iken şimdi âlemlere hükmediyor. Sadece insanları değil, artık canlı, cansız bütün varlıklarla tanışıyor.)
Allah bize rızık veriyor ki biz ona itaat edelim diye. Biz ona isyan mı edelim? İtaat edersek rızık var. Bu mülk O'nundur. Kalbimiz O'nundur. Vücut mülkü de O'nundur. Nedir? Vücut mülkü elimiz, gözümüz, ayağımız, dilimiz kulağımız. Bunların herbirisi bizim için nimettir. Bunları Allah vermiştir bize. Emanet kılmıştır.
Kelâm-ı kibarda geçer:
Bu mal sende emânettir
İşin daim hiyânettir.
Kamu nefse siyânettir
Ne çok sevdin bu boş hanı
Diyor ki: Bunlar sende emanet. Niye hıyânet ediyorsun ki... Hiyanet etmene sebep nedir? Bu boş hanı sevdiğin için. Bütün hataların başı dünya muhabbeti. Dünyayı seven her günahı işler. Peygamber Efendimizin Hadisi: "Bütün hataların başı dünya muhabbeti." Dünyayı severseniz her hatayı işlersiniz. Peki: Yemeyelim mi? İçmeyelim mi? Giyinmeyelim mi? Tabii yiyeceğiz, içeceğiz, giyineceğiz. Ama Allah'a kulluğumuzu da yapacağız. İnsan beşerdir. İhtiyaçları vardır. İhtiyaçlarını gidermezse ölür. Yer, içer, giyer de Allah'a itaat etmezse, Allah'a kulluk etmezse olmaz. Allah'ın nimetlerini yiyor.
Bir insan bir yere misafir gider. Hane sahibi ona çok ikram eder. Son derece ona hizmet yapar. Misafir de buna karşılık ona teşekkür ve dua etmesi gerekirken kalkıp, kapıları, pencereleri çarpıp, eşyaları oraya, buraya fırlatırsa: Bu olur mu? İnsanlık mıdır? İnsanlığa yakışır mı? Bunu insan yapmaz. Hayvan iyiliği bilmez. İnsanlığı bilmez. Onun için burada en büyük insanlığı, en büyük ihsanı Rabbımız bize ihsan etmiştir. Bir defa yoktan var etmiş. Bize sıhhat vermiş. Bize bol rızık veriyor. Bu zamanda. Bizden önceki çağlarda, bizden önceki nesillere Cenâb-ı Hak hiç böyle bol rızık vermemiş. Böyle safahat vermemiş. Ama hiç bir asırda da insanlar bu devrin insanları kadar münkir olmamıştır. Münkirlik etmemişler. Yalnız bu durum, bu cemaatımızın dışında. Allah'a şükür Allah bizi az da olsa, karınca, kararınca itaat edenlerden etmiş. Az da olsa şükredenlerden etmiş. Az da olsa nimetimizin kadrini bilenlerden etmiş. Nimetimizin kadrini bilmek ne ile olur? İnancımızı yaşamakla, ibadetimizle olur.
Allah'ın bize vermiş olduğu vaadı da bu: "Kulum sana vermiş olduğum nimetlerin kıymetini bilirsen nimetlerini çoğaltırım. Yükseltirim. Büyütürüm. Bilmezsen elinden alırım."
Allah inananlara ahirette mükafatını verecek. İsyan edenlere cezasını verecek. Dünyanının mükâfatı vardır. Nedir bu? Varlığımız, sağlığımız, huzurlu olmamız. Dünyanın cezası nedir? Hastalığımız, fakirliğimiz, illetimiz. Ama bunlar da imtihan için geliyor. Büyük belâlar, büyük çileler Peygamberlere gelmiş. Peygamber Efendimiz üç gün yiyecek bulamadı: Karnına taş bağladı. Cenâb-ı Hak "Habibim! İstiyorsan Uhud Dağını senin için altından halk edeyim" dediği halde dilemedi. Niçin? Senin benim için istemedi.
"Yarabbi! Sen ümmetimi fakirlikle mi yarlıgarsın? Zenginlikle mi?" "Ben ümmetini fakirlikle yarlıgayacağım." Yani demek ki Cenâb-ı Hak fakirlere fakirliklerinden dolayı acıyor. Kusurlarını fakir oldukları için bağışlıyacak. Yarlıgamak bu demek.
"Ben ümmetini fakirlikle yarlıgayacağım." Ne kadar merhametli. Cenâb-ı Hak: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Onun kadar ümmetine haris, onun kadar ümmetini seven, onun kadar ümmetini kayıran hiçbir peygamber olmadı." buyuruyor.
Kâfirler zengin. Peygamber Efendimiz fakir. Zenginliklerinden dolayı Peygamber Efendimizin nübüvvetini kabul etmediler. Fakir diye, yetim diye onu hakir gördüler. Nübüvveti ona lâyık görmediler. Peygamberliği ona layık görmediler. Onlar ne kadar yükselirlerse yükselsinler. (Yani zengin olsunlar) Ama yine fakirler onlar. Cenâb-ı Hak ne buyurdu? "Onlar zenginlikleri ile senin üzerine gurur getiriyorlar. İstiyorsan ben seni onlardan zengin yaparım. Uhud Dağını senin için altın haline getireyim. İstediğin yere yürüteyim. İstediğin yerde, istediğin gibi harca." İstemedi Peygamber Efendimiz. Ümmeti için istemedi. Gerçi burada fakirlik dünya azabıdır. Biz istemeyelim fakirliği. Ama Allah'tan gelirse razı olalım. Zenginlikte istemeyelim. O da bizim için tehlikelidir. Ancak Yarabbi! Bizi muhanete muhtaç etme. Açlıkla, çıplaklıkla bizi imtihan etme, diyeceğiz.
"Ey Habibim, her umurun orta hallisi hayırlıdır." Orta hallisi hangisi? Fazlası yok. Eksiği yok. Eksiği olursa o da bir azaptır. Fazlası olursa o da bir azaptır. Eğer fazlasını muhafaza edemezse, israf ederse, gayr-i meşru yerlere, zevkine, safasına dalarsa, harcarsa ne olur? Onlar onun için ateştir.
Cenâb-ı Hak kulunu bilir. Zenginliği taşıyabilir mi? Taşıyamaz mı? Taşırsa verir. Taşıyamazsa vermez. Ama biz hayırlısını isteyelim.
Hz. Musa Kelimullah Turu Sina dağına gidiyormuş. Allah'la konuşuyormuş. Vahiy orada iniyormuş. Tevrat Kitabı kısım kısım geliyormuş. Ümmetinden bir tanesi bir hanım, bir bey varmış. Bunlar o kadar inanmışlarki Hz. Musa'ya. Demişler:
- "Ya Kelimullah sen Turu Sinaya gidiyorsun Rabbınla konuşmaya. Biz bilemiyoruz bizim için zenginlik mi hayırlı? Fakirlik mi hayırlı? Rabbından dile bize." Hz. Musa Kelimullah gitmiş söylemiş:
- "Yarabbi sana herşey ayan. Filanca kulun benimle böyle bir sipariş yaptı. Zenginlik mi hayırlı, fakirlik mi hayırlı? Bilemiyoruz." diyorlar.
Cenâb-ı Hak:
- "Ya Kelimim! Git o kuluma söyle ki onun 40 sene ömrü var. 20 sene ona zenginlik verdim. 20 sene fakirlik verdim. Hangisini evvel istiyorsa istesin." Musa Kelimullah gelip onlara söylüyor. Onlar da baylı bayanlı istişare yapıyorlar. Diyorlar ki:
- "Biz önce zenginliği istiyelim olur ki fakirliği geçiririz. Zenginlik içerisinde malımız çok olur. Şuğulumuz çok olur. Bizi gâfil eder. İmanımıza zararı olur. Fakirlik sonra olursa yalvarmamız duamız daha iyi olur." diyorlar. Bunu böyle talep etmişler kendi akıllarınca. Musa Kelimullah, Cenâb-ı Hakk'a söylüyor. O da tamam diyor. Onlara bilinir bilinmez, görünür, görünmez öyle bir zenginlik veriyor. Fakat bunlar bu zenginliği çoğaltmıyorlar, yığmıyorlar. Ordan alıp, buraya veriyorlar. Allah'tan geleni Allah yolunda harcıyorlar. Yirmi sene tamam oluyor. Fakirlik gelmiyor. Bunlara bir korku düşüyor. Acaba Allah bize bir kahır mı yaptı? Niçin fakirlik gelmedi bize, zenginlik devam ediyor. Koşuyorlar Hz. Musa'ya:
- "Bize inayet et. Bizi kurtar. Acep Cenâb-ı Hak bize kahır mı etti?" Yine Hz. Musa Turu Sina'ya gidince:
- "Yarabbi sana herşey ayan. Sana şöyle bir istek var." Cenâb-ı Hak:
- "Ya Musa. Git söyle o kullarıma, onları zenginlikle imtihan ettim. O 20 sene fakirliği de çevirdim zenginliğe."
Allah bizi zenginlikle imtihan ediyor. Fakirlikle de imtihan ediyor. Ama biz bu zenginlikte imtihanı verebilir miyiz, veremez miyiz? Zenginliği isteriz. Ama hakkımızda hayırlı olur mu? Olmaz mı? Bunu bilemeyiz. Onun için biz hayırlısını isteyelim. Allah zenginliği verir. Hz. İbrahim Aleyhisselam'a lütfundan vermiş. O kadar zenginlik vermiş ona ki... (Biz millet-i İbrahim'deniz.) Malı durduğu yerde artıyor. Meselâ bir bardak oluyor iki bardak. Ekin ekiyor. Ambara bin teneke buğday kaldırıyor. Oluyor iki bin teneke. Hace-i Ahrar Hazretleri silsilemizde. Onun da malı durduğu yerde artıyor. Bu lütfundan oluyor. Ama Cenâb-ı Hak İbrahim Aleyhisselam'ı imtihan etti. Bir melek gönderdi ona. Melek gitti İbrahim Aleyhisselam'a Cenâb-ı Hakk'ı zikrediyor. Methederek:
"Subbühüm, kuddusün. Rabbüke ve Rabbüm melakühürün." İbrahim Aleyhisselam'ın öyle hoşuna gidiyor. Diyorki: "Rabbımı sen bir daha böyle medh ü senâ et. Malımın yarısını sana vereyim." diyor. O bir daha medhedince o yine doymuyor. Diyor ki: "Sen bir daha medhet malımın hepsini sana vereyim." Üç defa medhetmekle ne kadar malı varsa hepsini terkediyor.
Bir de Hz. Musa devrinde Karun o kadar zenginmiş ki, mücevharat dolu hazineleri. Ona da Cenâb-ı Hak zekat emri veriyor. "Vermeyeceğim, kimse bana karışamaz." diyor. "Bu malı ben kazandım. Kimse bana karışamaz." diyor. Deyince Cenâb-ı Hak, ailesi ile, kendisi ile malı ile yere batırıyor. Cenâb-ı Hak demek ki; zenginlik verir ama, kahrından verir, lütfundan verir. Kul kendisi isterse Allah kahrından verir. Kul istemeden verirse lütfundan verir, lütfundan verilen zenginlik nurdur. Nûra götürür insanı. Kahrından verilen zenginlik nârdır. Nâra götürür insanı. İşte bunlar da olmuş.
Peygamber Efendimiz'in sahabelerinden. İbn-i Seleme vardı.
Peygamber Efendimize o kadar muti ki beş vakit namazı onun arkasında kılıyor. Hiçbir vakiti kaçırmıyor. Seherlerde, hazerlerde daima sohbetinde. Birgün nasıl olmuşsa. Allah ahir âkibetimizi hayır getirsin.
Birgün İbn-i Seleme: "Ya Resulullah fakirliği taşıyamıyorum artık." demiş. "Canıma yetti. Allah'tan bana koyun iste." demiş. Çünkü o zaman zenginlik koyundan geliyormuş. Sanat yok. Fabrika yok. Yatırım yok. Bilhassa arap çölünde zenginlik koyundan oluyordu. Allah koyunu bereketli halketmiş. Koyun var ki senede çift yavru veriyor. Hz. Musa Kelimullah Firavun'dan kaçtı. Şuayip Aleyhiselam bir Peygamber. Bilmeyerek onun yanına vardı. Şuhud Aleyhisselam'ın gözleri kör. Asada orada imiş. Tâ ki Cennetten Hz. Adem indiği zaman Cennette Hz. Adem'e emanet verilen Asa bütün Peygamlere verile verile vasiyet edilerek gele gele Şuhud Aleyhisselam'da kalmış. Vasiyet şu: "Bu Asa'nın sahibi var. Sahibi gelir. İsterse ver." Hz. Musa buraya gelince bakıyor ki bir kalabalık var. Bir kuyu var. Kuyunun kenarlarında su çekiyorlar. İki tane çocuk da geride duruyor. Erkekler birbirlerine devrediyorlar. Bunlar geride duruyorlar. Şuayip Aleyhisselâm'ın kızları bunlar. Geride duruyorlar. Erkekler gidince koyunlarını sulayacaklar. Hz. Musa bunları görünce mübarek kendisi de celâlli imiş. Bunlara bir tehdit savuruyor.
- "Çekilin!" diyor. Onlar dağılıyor. Onları çağırıyor.
- "Getirin koyunları sulayın" diyor. Koyunları sulayıp girince erken gidiyorlar. Hergün geç gidiyorlarmış. Babaları soruyor.
- "Kızım bugün niye erken geldiniz?" diye soruyor.
- "Baba orada bir garib var. Biz orada bir kenarda duruyorduk. O geldi erkekleri kovdu. Aldı kovayı suyu çekti. Biz de koyunları suladık geldik." diyor.
- "O kimdi? O garibi niye getirmediniz? Gidin getirin."
O çocuklar geliyorlar Hz. Musa'ya:
- "Haydi babam seni istiyor" diyorlar.
- "Misafir edecek seni" diyorlar.
- "Bizim babamızda Peygamber" diyorlar. Giderlerken kızlar önde gidiyor. Rüzgar esiyor. Etekleri savruluyor. Onlara diyor ki:
- "Siz geriden gelin de etekleriniz görünmesin." Bu gittiklerinde babalarına methederek anlatıyorlar. Babaları da bu misafirle konuşuyor. Çok hoşuna gidiyor.
- "Benim iki çocuğum var. Gözlerim görmüyor sen bana evlatlık yapar mısın? Sana istediğin kadar ücret vereyim. Benim koyunlarımı güder misin?" O da diyor ki:
- "Bu sene yavrulayan koyunların erkek yavrularını verirsen şansıma. Ertesi sene değişek." diyor. O sene koyunların hepsi erkek yavruluyor.
- "Bu seferde erkekler benim olsun dişiler senin."
O sene de hep dişi yavruluyorlar. Böylece bir iki sene içerisinde çoğalıyor koyunları. Ama ilk gelişinde anlaştılar. Hep beraber, her zaman bu köyün koyunlarının otladığı bir muhit var. Bir bölüm otlak çok çiğnenmiş. Otları az. Bir muhitte var ki otları çok. Şuhud Aleyhisselam diyor ki koyunları otlatmaya gidecek.
- "Çubuğu ver." diyor. Gidiyorlar. Çubuk getirmeye. O Asa ellerine geliyor. Asayı getiriyorlar. O da Şuhud Aleyhisselam'a emanet ya
- "Getir bakayım hangi çubuğu veriyorsun" diyor. Elliyor.
- "Götür bunu başkasını getir" diyor. Başkasını getiriyor. Yine bakıyor. Yine bakıyor ki o.
- "Değişmemişsin sen bunu" diyor.
- "Yok baba değiştim" diyor.
- "Ben değiştim ama yine o oldu" diyor.
- "O zaman tamam. Bunda bir esrar var. Ver" diyor. Asayı alıyor. Canavarların, ejderhaların olduğu otlağa geliyor. Oranın otları çok olduğu için koyunlar yiyorlar doyuyorlar. Yatmaya başlıyorlar. Yatmaya başlayınca asa orada yatıyor. Uyanınca bakıyor ki orada bir ejderha parçalanmış. Asa da kanlı duruyor. Ondan sonra geliyor. İkinci bir sefer yine oraya götürüyor. Yine bir ejderha parçalanmış. Orada birisi de duruyor. Oradan birileri geliyor.
- "Ya Musa korkma o ejderhayı tut" diyorlar. Ejderhayı tutuyor. Bakıyor ki Asa oluyor. Asa sahibini buldu şimdi. Asayı alıp gidiyor.
Evet! İbn-i Seleme Peygamber Efendimizden koyun istedi. O da:
- "Zenginlik isteme. Hak'tan hayırlısını iste" diyor. Ertesi gün yine istiyor. Peygamber Efendimiz yine:
- "Ya İbn-i Selema koyun isteme, Hak'tan hayırlısını iste" diyor. Üçüncü sefer de çok fazla ısrar edince:
-"Haydi Allah sana koyun versin." diyor. Koyun veriyor. Sakat, makat biriki koyunu oluyor. Onlar yavruluyorlar. Yavruları yavruluyor. Derken bir sürü koyunu oluyor. İbn-i Seleme vakit namazlarını birisini, ikisini, üçünü, dördü, beşi derken koyun sayısı arttıkça cemaate gelemiyor. Daha sonra Cumadan Cumaya gelmeye başlıyor. Sürüler sahibi oluyor. Fakat öyle bir hal oluyor ki Cumalara dahi katılamıyor. İbadetini yapamaz hâle geliyor. Demek ki Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
14-Sâdıklarla olun
"Sâdıklarla olun."
13.9.1991
Dertsiz kimse yoktur. Herbirinizin bir türlü derdi vardır. Sıkıntısı vardır. Herkesten şikâyetler duyuyoruz. İşitiyoruz. Şikâyetsiz kimseyi görebilmek çok az. Çok ender. Allah Cenâb-ı Hak imanımızı, amelimizi muhafaza etsin. Dünyada müslümanların dertleri olur. Ama şikayetçi olmazsak daha hayırlı olur. Çünkü şikayetçi olunca Allah'tan gelene razı olmuyor. Razı olacak ki, şikayetçi olmayacak ki Allah'tan geldiğini bilsin. Madem ki biz Allah'tan gelene mani olamıyoruz, karşı duramıyoruz. Razı olalım. Sabredelim ki ecrini, mükâfatını bulalım. Bu zamanda insanlarda zillet çok, o da yine kendi eksikliğimiz. Kendi noksanlığımız. Kulluğumuzu tam olarak yapamıyoruz da onun için Cenâb-ı Hak çile veya belâ veriyor. Bizi bu dünya âleminde Allah müslüman halk etmiş. Neyse çilemizde olursa olsun. Belamız da olursa olsun. Allah imandan ayırmasın. Allah ona da hazım versin. Müslümanların dünyadaki çekmiş olduğu mihnetler, ya belasıdır, ya çilesidir. Eğer kulluğunu yapamıyorsa cezasıdır. Kulluğunu yapıyorsa çilesidir. Ceza demek; âhiretteki çekeceği cezayı burada çekiyor demek.
Çile âhirette makamını yükseltir. Onun için Cenâb-ı Hak Peygamberlere de büyük büyük iptilalar vermiş. Çileler vermiş. Onların kullukta eksiklikleri yokmuş, kulluklarını tamam yapmışlar. Fakat Cenâb-ı Hak onlara daha büyük belâlar çileler vermiş. Amenna saddakna. Öyle ki onların ahirette makamları yüksek olacak. Dereceleri yüksek olacak. Biz avam kısmıyız. Zaman icabı. Fitne zamanındayız, kurtaramıyoruz. Karşımıza çıkıyor. Sağımızda karşımıza çıkıyor. Solumuzda, arkamızda nereye dönsek karşımızda. Kulluğumuzu yapamıyoruz Allah bize ceza veriyor. O da Allah'tan geliyor. O da bir nimettir. Salih Baba Divânında:
Kalmadı gönlümün sabrı ârâmı
Mürüvvet bâbında eyle keremi
Burda temiz eyle her bir dâvâmı
Bırakma mahşer-i kübrâya bizi.
Râbıtasına söylüyor. Meşâyihine söylüyor. Çünkü râbıta sahibinin alması vermesi râbıtasındandır. Ne demektir? Ne geliyorsa râbıtasından bilir. Neyi varsa râbıtasına teslim eder. İlmi mi var? Ameli mi var? Daha güzel marifeti mi var, mahareti mi var? Hepsini râbıtasına teslim etmesi lâzım. Râbıtasına teslim etmezse, bir kelâm var:
Sarraflığı öğrenmeyen bu gevheri boncuk sanır.
Varın verir yok nesneye bilmez neye sattığını.
Evet Allah emek zayi etmez. Çalışanın emeğinin karşılığını verecek Cenâb-ı Hak. Ama dünyada da verecek. Ahirette de verecek. Dünyada verince de onda güzel huylar, güzel sıfatlar tecelli edecek. Fakat bunları kendisinden bilirse eğer, işte o zaman ne yapar? Zayi eder. Sarraf değil, cevherin kıymetini bilmiyor, verilen cevheri zayi ediyor.
Bütün güzel hallerimizi, güzel amellerimizi râbıtamıza vermemiz lazım ki o muhafaza eder. Biz muhafaza edemeyiz. Niye muhafaza edemeyiz? Varlık olur bizde. Varlık olunca da benlik, gurur olur. Şeytanî sıfat olur. Benlik ve gurur da insanları helak ediyor.
Beni benlik harab etti.
Dilimde kuru davadır.
Râbıta sahibi herşeyini râbıtasından alır. Ne demektir bu? Her daraldığını, her bunaldığını râbıtasından ister. Şurda şu müşkül işim var. Bunu kolaylaştır. Şu derdim var. Derdimin dermânını ver. Zâhir de doktorların tedavi edemeyeceği hastayı evliyaullah tedavi eder. Nasıl tedavi eder? Derdi O veriyor. Bize derdi vermesi tedavi ediyor. Bizim anlayışımıza göre ne kadar yanlış. Derdi bize niye veriyor? Derdi veriyor ki terakkimiz olsun. Derdi veriyor ki: Noksanlığımızı bilelim. Eksikliğimizi bilelim. Ona yalvaralım. Allah'a yalvaralım. Resulullah'a yalvaralım. Bu da değişir. Müridden müride. Bir fark var mıdır? Yoktur. Evliyaullah da yetkili. Cenâb-ı Hak ona yetki vermiş. Evliyaullah'ta Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etmiş. Allah'ın onda tecelli eden sıfatı ile yetkisi vardır. Bir hastayı tedavi ediyor. Nasıl tedavi ediyor? Ruhunu tedavi ediyor. Ceset önemli değil.
Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Biz bunu da ters anlıyoruz. Hakikatını anlayamıyoruz. Halbuki insanın derdi derman olur mu? Derdinden kurtulmak için derman arar. Biz esas derdimizi bilsek; mühim olan derdimizi bilsek, bütün dertlerimiz derman olur bize. Esas bizim derdimiz Allah'tan ayrılmamız. Allah'tan ayrı düşmemiz. Budur bizim derdimiz. Biz bunu bilirsek; daha bizde dert kalmaz, yok olur gider. Öbür dertler bizim elimizde alet olur. Allah'a yalvarmamız için bize vesile oluyor. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Her hâlinizle biz Azimüşşana rücû edin. Bize sığının" buyuruyor Cenâb-ı Hak. Peki biz böyle yapamıyoruz. Dert olduğu müddetçe sığınacağız. Rahatlık olduğu müddetçe Rabbini unutur. Nefis nimetini takdir etmez. Ancak sıkıntıyı görünce Rabbini tanır. Yalvarır. Allah'a şükür. Çok şükür. Nihaî şükürler olsun. Bugünümüze çok şükür. Bu nimetimize çok şükür. Bu fırsatımıza çok şükürler olsun. Allah bu günleri aratmasın bize. Yevmi'l-beter vardır.
Kelâm-ı kibar:
Yılı yıldan iyidir derken
Günü günden beter gördüm.
Biz bunu anlayamıyoruz. Zâhire bakılınca bir zamanlar müslümanlar için sıkıntı vadı. Yurtlar, okullar, Kur'an Kursları yoktu. İmam-Hatip Okulları, İlahiyatlar yoktu. Şimdi bunlar var. Var ama kifayetsiz. Hürmet gidiyor, âdet gidiyor, şefkat gidiyor. Küçüklerden büyüklere saygı kalmıyor. Yine biz şükredeceğiz ki Allah bize mürşit nasip etmiş. Ama ona çok inanacağız. Çok seveceğiz. Çok teslim olacağız. İşte râbıta budur.
Râbıta'yı O'na bağlanmak. Rabt olmak. Bu da Allah'ın emri. Evliyaullah'ı sevmek, bağlanmak Allah'ın emridir. Bu bizi kurtaracak. Kelâm-ı kibarda geçer:
Bırak bu mâsivâ ile hevâyı
Mâsivâ: Dünya. Heva: Dünyadaki arzularımız.
Bunlar hepsi havadır boşunadır. Yok oluyor bunlar.
Pir-î Sami gibi bul Rehnûmâyı
Pir-i Sami'den mânâ meşâyihtir.
Her müridin meşâyihi kendisine göre delildir; eğer bağlanırsa.
Delil eyle o zat-ı evliyâyı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen.
Berzah: İnananlar için bu dünya âlemidir. Karanlıktır.
Peygamber Efendimizin emri, "Dünya müminin zindanıdır."
Demek ki: Dünya kâfirlere cennettir.
Talip: Talep eden, dileyen
"Talip, sayında doğan gibi olsun. Sebâtında da kelp gibi olsun." diyor. Allah doğanda da bir hassa hâlketmiş. Yani insanlarda da olsa, yani ne kadar bet (kötü) ahlâklı insan olsa, onda da bir hassa vardır. Bilemiyoruz. Cenâb-ı Allah hâlk etmiştir. Bilemiyoruz. Madem ki Allah'ın zatından ayrılmış gelmiş. Ondan bir ruh taşıyor. Onda da bir hassa vardır. Bir insanda ne kadar güzel olursa olsun; ne kadar iyi huylu olursa olsun onda da bir noksanlık vardır. Çünkü noksan sıfattan beri olan Cenâb-ı Hz. Allah'tır. O noksanlığını o da bilemez. O başkadır.
Hayvanlarda da bir hassa halk etmiş Cenâb-ı Hak. Meselâ: Doğan kuşunda ne vardır. Bir sürat var. Öyle bir sürat ki: Görmüş olduğu avı alıyor. Av kurtulmuyor. Neden? Süratten dolayı. Kelpte de bir hassa halk etmiş Cenâb-ı Hak. Ne var? Onda da sebat var. Ağasının kapısını bekliyor. Aç da kalsa bekliyor. Onun için biz talip isek eğer; sayımızda doğan gibi; sebatımızda da kelp gibi olacağız. Bizden bu isteniliyor. Başka bir şey istenilmiyor. Rüya göreyim, hal göreyim, keramete ulaşayım. Bunlar yok. Bunlar varlık oluyor. Bunlar bizi oyalıyor. Yolumuzdan geri koyuyor. Bütün hizmetlerimizi öyle süratli, öyle istekli, öyle azimli yapacağız ki: Bu yaptığımız hizmetlerimizden de hiçbir şey beklemiyeceğiz.
Meşhur İbrahim Edhem Hazretleri Belh Padişahı 7 sene tacını tahtını bırakıp gitmiş. Süflî bir hayata girmiş. Bir defa Şeyh Efendisinden himmet istemiş. Süflî hayat derken haşa zâhirde görünüşte. Karnı doyacak kadar yemek yemiyor. Sırtı yeni elbise görmüyor. Bir pardüsüsü varmış sırtında (setr-i avret) vücudunu örtmek için. Doksan tane yaması varmış. Şeyh Efendisinin dergahına 7 sene odun çekmiş. Her sabah kalkıyor. Halatını boynuna atıyor. Dağa çıkıyor. Odunları alıp getiriyor dergaha. Yedi sene boyunca hergün bunu yapıyor. Bir gün. Beş gün. On gün. Bir ay değil, 3 ay, 5 ay değil 7 sene bu hizmeti görmüş.
Yedi seneden sonra yine aletini eline alıp oduna giderken Şeyh Efendisine demiş ki:
- "Efendim bana bir himmet edin." Şeyh Efendisi tenkid etmiş.
- "Yürü. Sen himmeti kazandın mı ki himmet istiyorsun. Haydi yürü. Bostancı bostanının su zamanını bilir." demiş. Azarlamış. Göndermiş. Başka bir dervişe görev vermiş. Demiş ki:
- "Ayaklarına mahmuz tak (Atlar da kullanılırdı, eskiden. Tabanlarına hallat atıyor. Ucuda sivri bir yere dokunduğu zaman acıyor.) Şu Belh Padişahı İbrahim Edhem gidiyor. Onun arkasından kavuş. Onun çıplak ayaklarını o mahmuzla vur gel. O döner sana bakar yüzüne tükür. Yüzüne tükürdüğün zaman elbet birşey söyler. Ne söylerse gel bana haber ver." O gidiyor zaten dervişler pek sağına soluna bakmazlar. Çünkü nazar-ı dikkate almazlar. Bu zamana göre değil. Eğer bu zamanda sağına soluna bakmazsan seni araba çiğner. Neyse. Derviş İbrahim Edhem'e kavuşuyor. Mahmuzlarla ayağına çarpıyor. Vurdukça kan atıyor. İki oluyor, üçüncüde dönüp bakıyor derviş. Yüzüne tükürüyor. Şöyle bir ifadede bulunuyor.
- "Git babam. Senin dediğini ben Belh'te bıraktım." Bu cevabı alıyor. Dönüp geliyor. Şeyh Efendi soruyor.
- "Yaptın mı görevini?"
- "Yaptım Efendim. Emriniz üzerine tabanlarına, çıplak ayaklarına vurdum, vurdum deldim. İki defa vurduğumda bakmadı. Üçüncü defa vurduğumda döndü. Baktı tükürdüm yüzüne. Şu ifadede bulundu. "Git babam senin dediğini Belh'te bıraktım." Şeyh Efendisi:
- "Halâ Belh'i unutmamış." diyor. Yani Belh'teki padişahlığını hatırlıyor. O zaman hiddet vardı. Gadap vardı. O zaman ki halimle ben sana birşeyler yapardım. Şimdi ben hiddetimi, gadabımı Belh'te bıraktım, demek istemiş. Ama o Belh kelimesi ağzından çıkmış. Gelince kovuyor.
- "Git. Sen Belh'i unutmamışsın. Himmet mi istiyorsun?" diyor. Onun için can gitmeyince cânân ele geçer mi? Candan mânâ rûhumuz. İnsanın canı çok kıymetlidir. Herşeyini canı için yok edebilir. Ama canını ne için yok edeceğini bilemez. İşte canını da yok etmesi lâzım ki cânanı bulsun. Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor:
"Kulum ver beni de al beni"
Yani beni almak istiyorsan beni ver diyor. "Ben" den mânâ Cenâb-ı Allah bize rûh üflemiştir, odur. Benim sana üflemiş olduğum ruhu bana ver ki Beni bulasın. Onun için:
Kıyamazsın başa cana, ırak dur girme meydana.
Bu meydanda nice başlar kesilir, hiç soran olmaz.
Biz değil canımıza, malımıza da kıyamıyoruz. Evladımızdan da geçemiyoruz. Maddî zararımız olsa dayanamıyoruz veya evladımızın bir eksiği noksanı olsa; onda bir hastalık arıza olsa dayanamıyoruz.
Halbuki evlat senin ama o sana emanet verilmiş. Onun Rabbi var. Onu dilerse hasta eder. Dilerse sağ eder. Dilerse sakat eder. Dilerse sağlam eder. Niye bizi etkiliyor. Etkilememesi lâzım. Ancak bizde bir can. Allah'a verebiliyor muyuz? Evlat O'nun, can da O'nun. Ceset de O'nun, hepsi O'nundur. Çünkü halk eden O; yoktan var eden O.
Evladımızı çok severiz. Her kim olursa olsun. Dünyada evlat sevgisi her şeyden fazladır. Yani bir anne-baba evladı için malını, her şeyini yok edebilir. Ama Cenâb-ı Hak evlada fitne diyor. Niçin? Evladımızı da Allah'tan çok seversek o da fitne olur. Halbuki evlat bize emanet verilmiştir. Emanete hiyanet yapmayacağız. Nedir bu? Evladımızı aç koymayacağız. Çıplak koymayacağız. Ata haklarımızı yerine getireceğiz. Ama bunu da yapmıyoruz biz şimdi. Bunu da yapamıyoruz. Bu cemaatimiz için değil. Peki yapmış olsa ne olacak? Evladımızın malından fazla, sıhhatinden fazla imanını düşüneceğiz. Onun âhiretini düşüneceğiz. Yani ona ilim ve iman aşısı yapacağız üç hak var. Üçüncüsü nedir? Doğunca güzel isim koymak lâzım. Ama şimdi nedir? Aykut, Beykut, Volkan vs. isimler koyuyorlar. Güzel isimler konacak. Sünnettir bu. Bize bazen tanımadığımız birisi geliyor. Cematimizin dışında. Gelen kişinin kıyafetine bakıyorsun ki bu sanki ecnebi diye düşünüyorsun. Dış görüntüsüne göre. Fakat, ismini sorduğunuz zaman İbrahim, Hasan, Ahmet, Mehmet diye söyleyince o zaman inanıyoruz ki bu müslüman çocuğuymuş da mahrum kalmış. Amelden, imandan, ilmî bilgisi yok. Birşey öğreten olmamış.
Bizim müslümanlar ne yapıyorlar? Güzel isimleri bırakıyorlar. Hiç manası olmayan isimleri koyuyorlar. Annenin babanın evladına olan birinci görevi ona güzel isim koymak.
İkinci görevi dinî ilmihâlini öğretmek, onu evlendirmek, istikbalini de düşünmek vardır. Ona köşk apartman koyacak değilsin. Tahsil yaptıracaksın. Önce maneviyat öğretilecek. Maddiyatla uğraşıyoruz. Maneviyat ona çocukken öğretilecek. Çok şükür. Allah'a bin şükür ki bizlere bu nimeti vermiş. Burada bu cemaatimiz toplanmış. Ama her aileden bir tane gelmiş. Aile denilince bir ev halkı da ailedir. Yakın akrabalarımız da ailedir. Teyzeler, dayılar, amcalar, kardeşler, halalar, bunlar da (rahim) değişmemiş. Bazen öyle oluyor ki aileler (80-100) nüfus olmuş. Bunlar düşünülecek. Bunlar dinî görevimizdir; vecibemizdir. Akraba hakkı düşünülecek. Akraba korunacak. Sadece maddiyatı değil. Onun da maneviyatı korunacak. Sen ve ben inanmışız inancımızı yaşıyoruz. Kardeşimizin de inancımızı yaşamasını isteyeceğiz. Onlar için de gönül azabı, vicdan azabı duyacağız. Bunların çocuklarından vicdanımız sızlayacak. Allah, Cenâb-ı Hak, Habibi hürmetine dalaletde olanları hidayete getirsin. Dalalette olan kim? Ameli olmayan, amel Allah'ın emridir. Bizim kulluk görevimizdir. İşte herhangi birimizin akrabasında dalalette olan varsa bunlara acıyacağız. Ama acıyamıyoruz. Bizdeki eksiklik, noksanlık ta budur. Büyüklerimizden Saadettin Kaşgari Hazretleri. Nakşî halifelerinden, büyük evliyaullahtır. Kendisi evlad-ı Resul'den, seyyidlerden babası Saraban.
Saraban'ın bir katar devesi var. Bunlarla ithalat, ihracat yapıyor. Ticaret yapıyor. Dolaşıyor. Oğlu da yedi yaşında. Bir tek oğlu. Sevdiği için, bu mesleği öğrensin diye beraber gezdiriyormuş. Gitmiş olduğu yerde almışlar, satmışlar, satış anında bir alevere, bir anlaşmazlık olmuş. Başlamışlar münakaşaya. Bu anlaşmazlık kuşluk vakti başlamış. İkindiye kadar devam etmiş. Bu çocuk da yanlarında ikindi vakti durup dururken yere kapanıp figan ediyor, ağlıyor. Bunlar tartışmayı bırakıp çocukla ilgileniyorlar. Özellikle babası onu alıp bağrına basıyor. O da:
- "Ben de birşey yok bırakın beni." diyor.
- "Niye ağlıyorsun?" diyorlar.
- "Ben size acıdım da onun için ağlıyorum." diyor.
- "Bizde ne var? Bize niye acıdın?" diyorlar.
- "Niye acımayayım. İşte şu saatten şu saate. Dünya için çeneleriniz yoruldu. Bir tane salavat-ı şerîfe, kelime-i şehadet getirmediniz. Bir taneniz Allah'ı anmadınız. Niye ağlamayayım?" diyor.
Şimdi bizler de akrabalarımız için, aile efradımız için ağlamamız gerekirken ağlayamıyoruz. Ağlayacağız. İçimiz sızlayacak. Yoksa haşa estağfirullah cemaatimiz, inanmış. İtikat etmiş. Takvadır inşallah. Ama zamanımıza göre. Cenâb-ı Hak: "Muttaki olun! Muttaki olmayan kurtulamaz. En çok muttaki olan en çok Allah'tan korkan."
Biz de inşaallah! Bir müridde Allah havfı da vardır. Allah sevgisi de vardır. Biz de letaif makamları vardır. Her tarîkatta olur da. Letaif makamlarında olanlardan bir tat duyma olur. Letaif makamları onda açılır. Veya açılmaya yüz tutar. Bir de havf makamı vardır. Havf bir haşarattan, bir hayvandan korkmak değil.
Havf Allah havfi. Acaba biz Allah'a kulluğumuzu yapabiliyor muyuz? Allah'ın rahmetini kazanabiliyor muyuz? Vermiş olduğu bu kadar sıhhatin, nimetin karşılığını veremezsek; Allah bizi mesul eder. Bir de akrabamızın, çevremizin havfini duyacağız. Allah, Cenâb-ı Hak hepinizden razı olsun. Hepimizin Allah'a karşı olan havfini artırsın. Allah'a karşı olan sevgisini artırsın. Allah'a karşı olan ibadetini Cenâb-ı Hak sıhhatli artırsın.
Bunları yapacağız. Madem ki tarîkata girdiysek, tarîkat bu işte. Ahlâkımız güzel olacak. Merhametli, şefkatli olacağız, insanlara acıyacağız. Onlara iyilikte bulunacağız. Kim olursa olsun kimseyi incitmeyeceğiz. Sadece akrabamız, komşumuz değil, gayrî müslim de olsa, incitmek yok. Haset, gurur, kibir yok.
Tarîkattan insan hakikate ulaşır. Hakikate ulaşmak için bunlardan, hepsinden geçecek. Hırsından, tamahından, gadabından geçecek. Tevazu ehli olacak, büyüklere saygılı, küçüklere şefkatli olacak. Fakirlere acıyacak. Eğer bunlar olmazsa yerimizde sayarız. Tarîkatı anlıyamamış oluruz. Yaşamamış oluruz. Tarîkattan maksat Hakikat'e ulaşmak. Ahlâk-i hamîde sahibi olacağız.
Kelâm-ı kibarda buyuruyor:
Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sedef ol lû'lû mercâna gel gel.
Dil ile göz kulak kapılarını
Kapayıp sohbet-i Cânân'a gel gel.
Sohbet-i Cânân işte burası. Burada çok faydamız, çok yararımız var. Bilelim veya bilmeyelim. Bu sohbetler, hatmelerimiz, amellerimiz. Bizi ne yapıyor? Safileştiriyor. Sadeleştiriyor. Ahlâk-ı zemîmeler çıkmadan ahlâk-ı hamîde gelmiyor. Bir kelâm-ı kibar var:
Sögütte hiç biter mi bir tatlı elma
Yarılıp, sarılıp aşlanmayınca
Bir sögüt ağacında elma olur mu? Olmaz ama erbabı onun başını keser. Aşı yapar. O zaman meyvasını verir. İşte ahlâk-ı hamîdeler, ahlâk-ı zemîmeler böyledir. Bunu da kim yapıyor? Evliyaullah yapıyor. Aşıyı o yapar. Kötü huylarımızı atmak bizim kârımız değil. Onu ancak onlar yapar. Bizim görevimiz hizmet görmek. Hizmet görelim ki himmet alalım.
Seni hayvan iken insan eder şeyh
İnsan hayvan olur mu? Ameli yoksa hayvandır. Kötü ahlaklarını atmamışsa yine hayvandır. Cenâb-ı Allah insanı güzel halketmiş. İnsanın güzelliği yüz güzelliği değil. Ahlâk güzelliği. Zâhirde cismi ne kadar çirkin olursa olsun; o çirkin cismin içinde bir güzel cisim var. Zâhirde de ne kadar güzel olursa olsun. O güzel cismin içinde çirkin köpek sıfatlı bir cisim vardır. Onun için insanlarda ruh-u hayvanî, rûh-u sultanî var.
Rûh-u sultanî kim: Şeriatı, tarîkatı olan.
Rûh-u hayvanî kim: Şeriatı, tarîkatı olmayan.
O cismin içerisindeki sıfat hayvan sıfatındadır. Ölür. Kalkarken o sıfatla kalacak.
Gönüller şehrine mihmân eder Şeyh.
Mihmân: Misafir
Öyle bir gönüle mihmân olursun ki, bir evliyaullah'a sevildinse. Gönlüne girdin, misafir oldun. Onun gönlüne girdi mi; tamam. Sen nimetine ulaştın. Ama onu sevmekle sevilirsin. Onu gönlünde sen öyle bir zaman yaşatacaksın ki O'nun gönlüne de sen girebilesin.
Bir kimse elli yaşına girmiş. Altmış yaşına girmiş. Allah'a hiçbir ibadeti olmamış. Allah'a kulluğu yok. Oruç tutmamış. Namaz kılmamış. Üstelik günahlar işlemiş. Fakat altmış yaşında ayılmış. Uykudan uyanır gibi uyanmış. Bu da Allah'ın lütfudur. Kulluğunu bilmiş. Eksiğini bilmiş. Benim bu eksiğim nerede tamamlanır? Yaşını isyan ve günahla geçirmiş bir insan hayvan sıfatında. Eğer bir meşâyihi tanırsa, Allah hidayet ederse, derse ki benim derdimin dermanı meşâyihte. Edersem tevbe Allah'ta beni kabul edecek. O zaman sıdk u sadakatla gelip, ondan ders alırsa, boy abdesti alıp tevbe namazı kılmakla, vücudundaki günahlar onu hayvan sıfatına sokmuş. Boy abdesti almak ve tevbe namazı kılmakla o günahlar vücudundan silkiniyor. Dökülüyor. Hayvan sıfatından kurtuluyor insan.
İçirir bir kadeh aşkın meyinden
Aşkın meyi: Allah sevgisi verir sana.
Meşâyih mi verir sana? Amenna meşâyih verir Allah sevgisini. Çünkü Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Beni sevin. Sevdiklerimi sevin." Tabii ki meşâyih verecek.
Beni sevin ama, sevdiklerimle seversiniz beni diyor.
Gedâ iken sultan eder Şeyh.
Gedâ: Kul. Sultan: Padişah.
Olursun menaref sırrından ağah.
Nefsini bilen Rabbini bildi. Nefesinden ayık olan Rabbinden ayık oldu. Nefesinden haberi yoksa, Allah'tan da haberi yoktur. Nefesinden haberi olan kim? Nefesi çıkarken Allah; nefesi girerken Allah! Bundan haberdar olan Allah'tan haberdar olur. Allah'ı hakke'l-yakîn o biliyor. Allah'tan gayri değil. Allah'tan ayrı değil.
Âriflerin kıyameti daimdir.
Kulubu hep mâsivâdan saimdir
Kulub: Kalb. Saim: Oruçlu demek.
Onların kalbleri masivadan oruçludur. Onların kalbine masiva girerse kalbi bozulur.
Biz inanmış olarak Ramazanda orucumuzu tutuyoruz. Orucumuz bozulur diye ne kadar dikkat ediyoruz. Hatta kokulu birşey bile koklamıyoruz, orucumuz bozulur diye. Ağzımıza birşey alamıyoruz. Niye? Orucumuz bozulur diye. Bozulursa ne olur? Cezalanırız. 60 gün cezası var. İşte âriflerin kalpleri de masivadan korunmazsa bozulur. Bunların cezası nedir? En azı, boy abdesti alıp 24 saat ağlıyorlarmış. Hatta üç gün ağlayan, 5 gün ağlayan oluyor. Bir nefesini boşuna geçirmiş unutmuş diye. Eğer bir nefesini boşuna geçirirse ârif sayılmıyor.
Biz gaflette isek, Pirim kaimdir.
Bırakmaz berzah-ı süflâda bizi.
Allah'a şükür bu bize yeter. Biz hepimiz ârif olamayız. Ama Allah nasip etmişse, çalışmamız olursa, hizmetimiz olursa, himmet almışsak biz de oluruz. Onların halkiyeti farklı değildir. Onlar da bir ayırım yoktur. Ancak ayrımları: İmanları-amelleri. Yoksa ceset olarak bir fark yoktur. Bizde ne varsa âriflerde de var. Onlarda ne varsa bizde de var. Onlar kemâl sıfatlarla muttasıf oluyor. Noksan sıfatlardan kurtarıyor. Onlar gönlümüze bir sevgi verirler. O sevgi girince gönlümüze, dünya sevgisi çıkar. Ârifler: Kıyamete de Hakke'l-yakîn inanmışlar. Halbuki kıyâmetin kopacağı hak, ama ne zaman kopacağı bildirilmemiş. Peygamber Efendimize defalarca sormuşlar. Ama ne zaman kopacağına dair bir tarih bildirmemiş. Yalnız kıyametin alâmetlerini açıklamışlardır.
Peygamber Efendimiz; en son görüşmelerinde: Cebrail'e sormuşlar:
- "Ya garındaşım, bizden sonra yeryüzüne inecek misiniz?"
- "İneceğim Ya Resulullah."
- "Bizden sonra nübüvvet yoktur. Niçin ineceksiniz?
- "Yine görevli ineceğim, Ya Resulullah."
- "Nedir göreviniz?"
- "On defa ineceğim, vazifeli olarak."
- "Nedir bu vazifeler?"
1- Birinde ineceğim, ulemanın ilmini götüreceğim. "Âlim bozulmazsa âlem bozulmaz." Ne kadar âlim olursa olsun; ilmini az bir maddiyata yaslarsa olmaz.
2- Birinde de geleceğim. Mülkî-âmirlerin adâletini götüreceğim.
3- Birinde de geleceğim zenginlerin kanaatini götüreceğim.
4- Birinde de ineceğim fakirin sabrını götüreceğim.
5- Birinde de ineceğim hayır-bereketi götüreceğim.
6- Birinde de ineceğim hürmeti, itaati götüreceğim.
7- Birinde de ineceğim şefkati, merhameti götüreceğim.
8- Birinde de ineceğim edebi, hayayı götüreceğim.
9- Birinde de ineceğim Kur'ân-ı götüreceğim.
10- Birinde de ineceğim imanı götüreceğim.
Şimdi bunlar tamam olmuş. Ulema menfaatlarına göre karar veriyor. Müderris yok. İlmi kavrayış yok. Mülkî âmirde adâlet yok. Zenginlerde kanaat yoktur. Fakirde sabır yoktur. Hürmet yok, büyükten küçüğe şefkat yok. Bunların hepsi tamam. Ne kalmış? Kur'ân'la iman. Kur'an da yok. Var ama, satırda var. Hükmü yok. Tatbikatı yok. Bir tek iman kalmış. İmanda çok azalmış. Divanda şöyle geçiyor.
Bu halkın çoğu kal ehli.
Kal ehli: Ameli yok. (Hayvanî sıfatta)
Kimi olmuş vebâl ehli.
Vebal ehli: Alimi, hacısı, hocası vebalden kurtaramıyorlar kendilerini. Halkın hakkı geçiyor onlara. Niçin? Menfaat düşündükleri için. Az da olsa geçiyor.
Gayet azdır kemâl ehli.
Dertli yürek ah eyleme
Derdine dermân ara bul.
Her yerde derdin söyleme
Derdine derman ara bul.
Bir kamil insan ara bul.
Senin derdini her yerde bilemezler. Ancak bir kâmil insan ara bul. O'na söyle. Senin derdinin dermânı O'dur. Bu dertli yürek, manevî dert.
Bu halkın çoğu cinnîdür.
Mümin olanlar kinnîdür
Bazıları var sünnîdür.
Cinnî bırak can ara bul
Bir kâmil insan ara bul.
Bize iki şey lâzım: 1- Çok şükredeceğiz. Bu zamanda bu nimeti Cenâb-ı Allah bize vermiş. 2- Bir taraftan da çok havf duyacağız. Cenâb-ı Allah bu nimeti bizden almasın. Amin.
Bir de biz tamamen bu tarîkat nimetini tadamıyoruz. Tarîkatın nimetini tatmak amelini işlemek. Tarîkatın 4 şartı var. Adab (Edeb) denilen şartından hiç haberimiz yok. Onlar manevî doktorlarımız. Bizim derdimizi bilmişler. Derman vermişler. Nedir bu derman? Zâhir âdâbını kaldırmışlar, âdâbtan mesul olmuyoruz. Ama zâhir âdâbımız olmayınca nimetimiz büyümez. Azalabilir, küçülebilir. Ama gönülden olsun yapacağız. Zâhir âdâbını gönülden yapmak için, her zaman, her yerde, her işimizde râbıtamız karşımızda olsun. Onun karşısındayız. Her hareketimizin düzgününü yapalım, söylememiz, yememiz, içmemiz, almamız, vermemiz, çalışmamız gâfil olmasın. Gâfil yapmayalım. Ayık olalım. Meselâ: Bu bardağı alıp, koyacağız. Tak!.. diye koymayalım. Şeyh Efendimizin karşısında nasıl koyarsak öyle koyalım. Her işi böyle düzenli yapmak, sessiz, sakin yapmak. Çok terbiyeli, nezih, kibar işlemek lazım. Her sözü, her hareketi işte zâhir âdâbımız budur. Bu şart olacak. Zâhir âdâbını kaldırmışlar. Kolaylaştırmışlar. Ama bâtın âdâbı kalkmamıştır. Râbıta-yı hayâlin önemi bu. Nedir bu? Meşâyihimiz zâhir cismini, zâhir hareketlerini düşünmek, hayal etmek bütün hareketlerimizi de onun hareketine benzetmeye çalışalım. Çay içtiğini, su içtiğini gördün. Nasıl içiyorsa sen de öyle iç. Oturmasını gördün nasıl oturuyorsa sen de öyle otur. Yemek yemesini gördünse sen de öyle ye taklid et. Bunlar bâtın âdâbıdır. Allah'a şükür, bin şükür. Müslüman halk etmiş. Tarîkatımız var. En büyük amel meşâyihlerimizi sevmek. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın emri bu.
"Sâdıklarla olun." âyet-i kerîmesi. Bu emri. Bir de müjdesi var.
"Dünyada kimi sevdinizse ahirette de onunla beraber olacaksınız."
Allah aşkınızı, muhabbetinizi artırsın. Allah cemâl'inden kandırsın sizi. Allah Habibi'nin, Resulullah Efendimizin nübüvvet nurundan kandırsın. Hz. Pirimizin velâyet nurundan kandırsın. Allah korktuklarımızdan emin etsin. Korktuğumuz da var. Umduğumuz da var. Korktuğumuz imansızlık olsun. Amelsizlik olacak. Fakir olacağız. Hasta olacağız. Değil. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
"Dünyada havf duyan, ahirette ona korku yoktur."
Yani dünyada benim azabımdan, gadabımdan korkan, ahirette azap ve gadap duymaz. Zaten Allah'ın azabından, gadabından korkarsak; günah ta işlemeyiz. İbadetimiz de olur. Allah'ın emirlerini tutarız. Yasaklarından da kaçarız. Cenâb-ı Hakk'ın gadabı cehennemde cezadır. Cenâb-ı Hakk'ın rızası da, cennette sefâdır. Kazanmak için cehennemden korkacağız. Cenneti de umacağız. Cehennemden korkmak günahlardan kaçınmaktır. Cenneti ummak ise amelleri işlemektir. İslâm dini: Duymak, işitmek değildir. Tatbikat dinidir.
Tarîkat ve şeriat Allah'ın emri. Tarîkatı ve şeriatı Peygamber Efendimiz bize bırakmış. Bu cemaatte ikisi de var. Ama yalnız ne var?
"Utlubul-ilme minel-mehdi ilel-lahd." Bu hadis çok geçer.
Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: "Doğuştan, ölünceye kadar, ilim öğren." Madem ki şeriatı yaşıyacaksak, amellerimizdeki eksikliklerimizi tamamlayalım, işlemiş olduğumuz ameli bilerek yapalım. Gençler öğrenebilir. Yaşlılar da hiç olmazsa kendisine yetecek kadar. Meselâ: almış olduğu abdesti nasıl alacağını öğrensin. Namazını nasıl kılacağını öğrensin. Bunlardan kurtuluş yoktur. Bizim tarîkatımız şeriat tarîkatı. Yasak olan şeylerden tam kaçmak. Mesâlâ hanımlar için ne vardır? Tesettür. Tesettürümüzü tam yapalım. Daha ne var? Hanımlar için, başta geliyor, beylerine hürmet.
Tabii beyin de hanımına göre bir hakkı var. Hanımın da beyine göre bir hakkı var. Beyi de ne yapacak? Aç koymayacak, çıplak koymayacak, dövmeyecek, rahat ettirecek. Açılmasına rıza göstermeyecek. Rıza gösterirse yine mesul olur. Cenâb-ı Hak Kudsî Hadisinde buyuruyor ki: "Hanımlar için ikinci bir secde emretseydim beylerinize secde edin diye emrederdim." Onun için biz Allah'ın kanununa uyalım. Meselâ inanmış bir hanım. Allah'ın emri olan ibadetini yapacak. Tarîkat onların da hakkıdır. Madem ki tarîkat rûh ile ilgili ise rûhta erkeklik, dişilik yoktur. Hanımın rûhu ne ise erkeğin rûhu da odur. Akılda biraz noksanlık halketmiş Cenâb-ı Allah. Bu da hanımlar için kolaylıktır. Fakat rûh tarîkatla ilgilidir. Onların rûhuna olan iltifat hanıma da olur. Erkeğe de olur. Şimdi ne oluyor? Bir hanım geliyor. "Ben ders alacağım ama beyimin haberi yok" diyor. Alırsın diyoruz. Burada şunu ifade edeceğim; beylerimizi iki yerde dinlemeyeceğiz:
Birincisi: Böyle vaaz nasihat hususunda dinlemeyin. Din nasihattır. İlim öğrenmede dinlemeyin. Eğer vuruyor, dövüyor, baskı yapıyorsa, o zaman da gizli yapın. Bu cemaatin içerisinde beyinden gizli gelen varsa söylemesinler. Ben beyimden gizli geldim. Makbul olur mu? Olur. "İlim öğrenmek gizlenebilir."
İkincisi: Amel işlemek. Namaz kılmak. Meselâ: Tarîkata girdi. Beyinin haberi yok. Zikrini gizli yapar. Tarîkata girebilir. Onun haricinde nerede olursa olsun beyini dinleyecek.
Bu zamanda tarîkatı inkâr edenler vakti saadette olsalardı, nübüvvete de inanmazlardı.
.
15-Meşâyihini seviyor musun? Meşâyihini sevenleri de seveceksin
"Meşâyihini seviyor musun?
Meşâyihini sevenleri de seveceksin."
18 Ekim 1991
Allah aşkınızı muhabbetinizi artırsın, Allah ilminizi, bilginizi artırsın. Allah şerefinizi, makamınızı yükseltsin, maddî-manevî. Allah maddî-manevî, zâhir-bâtın korktuklarımızdan emin etsin. Allah ahir akibetimizi hayır getirsin. Allah tarîkatımızı anlamak, yaşamak nasip etsin. Allah'a şükür. Çok şükür. Bin şükür nihayetsiz şükürler olsun. Böyle zamanda bize en büyük ihsanı nasib etmiş. Eksiği ile noksanı ile amellerimizi Cenab-ı Hak kabul buyursun. Kabul eder inşaallah.
Bir kelâm vardır:
Kusurum çok diye Sâlih
Ayağın kesme bâbından
Ulûvvi himmeti çoktur
Tamam eyler O noksanı.
Salih Allah'a olan inancını yaşıyor. Ayağın kesme bâbından demek tarîkatın hizmetleridir. Yoksa biz meşâyihimizin kapısında nöbet tutacak, bekliyecek değiliz. Amellerini işler, izinde olursak, kapılarında olmuş oluruz. Onların kapısı Allah kapısı, Hak kapısı.
Amellerimiz eksikte olsa onlar çok himmetleri ile tamam ederler. Yalnız eksiklerimizi bileceğiz. Meselâ: Bir ev hanımı evinin eksiklerini, evin reisi olan beyine bildirecek ki o da getirsin. Burada da biz de eksiklerimizi bileceğiz ki, onlar da tamamlasın.
"Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz." İnsanlarda en büyük ilim kendi noksanını bilmek.
Bir şey istediğimiz zaman hayırlısını istiyeceğiz.
Kabire ışık kazanmak amelle olur. Zikirle, fikirle, ibadetle.
Zikir denilince: Namaz kılmak zikirdir, Kur'ân okumak zikirdir. Allah'ı binbir ismi ile zikretmek zikirdir. Bizim için efdal olan kalbî zikir. Eğer bir insan Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsını bilmiyorsa, Kur'ân-ı Kerîm'i de okumak bir zikir ama, Allah'ı kalbinden zikretmek daha eftal oluyor. Zikirlerin en efdali Lafza-yı Celâl'dir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Kulum ben sana şah damarından yakınım buyuruyor." Şah damarı nerede? Herkesin şah damarı kalbindedir. Bütün vücuda yayılmış olan, dağılmış olan 366 damarın başı. Birleşmiş olan yeri. Oradan yakınım diye buyuruyor Cenâb-ı Hak. Allah bize bu kadar yakınsa, bizde bu unutkanlık niye? Bu gaflet niye? Niye unutuyoruz Allah'ı? Herşeyi düşünüyoruz da, herşeyi kalbimize alıyoruz da Allah'ı niye kalbimize almıyoruz? İşte gaflet var bizde. O gafleti gidermek lâzım.
Günden güne derdim artar.
Varsam Lokman'a Lokman'a.
Dertten mânâ bizim gafletimiz. Lokman'dan mânâ da Allah için biraraya gelip, Allah için sohbet. Dinî sohbetler, bilmeyenlerin, bilenlerden öğrenmesidir. Din nasihattan ibarettir. Nasihat ta hem vaaz, hem sohbettir. Vaazı hoca efendi kitaptan okur, kürsüden halka anlatır. Ama sohbeti meşâyih kitaptan okumaz. Anlattıkları kitaptandır. Ama onların kalpleri olmuş kitap. Evliyaullah'ın kalbi kitaptır. Kur'ân-ı Kerîm'in hakikati onların kalbinde, tecelli ediyor. Onun için sohbet vaazdan çok kıymetlidir. İnsanları ikaz eden, insanları irşad eden sohbettir. Kelâm-ı Kibarda nasıl geçiyor:
Anın dervişleri kalmaz gaflette.
Kim? Evliyaullah'ın dervişleri. Siz, Evliyaullah'ın dervişisiniz. Derviş olmasanız buraya niye geldiniz? Buraya ziyafete mi geldiniz? Düğüne mi geldiniz? Menfaate, maddiyete mi? Niye geldiniz? Allah'a şükür. Her işinizi, her düşüncenizi attınız. Kalbinizde Allah sevgisi ile, Allah arzusu ile, Allah rızası için buraya dinî sohbet dinlemeye geldiniz. Öyle ise siz dervişsiniz. Ama bu ayıklık sadece burada olmasın. İşinizde de, gezerken, yerken, içerken, alırken, verirken, tâ ki meşgul olduğumuz zamanlarda bile mümkün olduğu kadar Allah'ı unutmayalım. Kalble insan birşey düşünürse, elinin işlemesine bir manisi olmaz. Yeterki insan bir âğâhlık, bir ayıklık elde etsin. Ayıklık nedir?
Eli kârda, gönlü yârda.
Zâhirde çalışırken, insanlarla teşrik-i mesaide bulunurken, kalbi de Allah'ı unutmaz. İşte insanlarda maharet bu, marifet bu. Kemâlât bu. Kıymet bu. Bu da tarîkatsız olmaz. Sohbetimizin başında ne ifade ettik. Allah tarîkatımızı anlamak, yaşamak nasip etsin. Tarîkatın dört şartı var:
1- Bir mürid meşâyihini çok sevecek.
2- Meşâyihini büyük görecek.
3- Meşâyihi ırakta olsa bile yakında görecek.
4- Meşâyihine bir cansız alet gibi teslim olacak.
Tarîkatın bu şartlarını insan bir de yaşarsa, muhakkak ve muhakkak ki hakikate dahil olur. Hakikate dahil olunca:
Dervişler halîm olur
Giydiği kilim olur
Hulki mülayim olur
Ben derviş olamadım
Hakkı da bulamadım.
Dervişler halîm olur: Çok yumuşak olurlar.
Giydiği kilim olur: Onlar ne giyseler, nefislerinin arzusu ile giymezler.
Nakşibendi Efendimiz ne giyerse taze bir aba veya pardüsü ne giyerse dermiş ki: "Bu filanca hocanın. Ben emanet giydim" dermiş. "Öleceğim. Ona verilecek" dermiş. Böyle düşünülürse ona sevgisi olmaz. Ona meyletmez. Giymede, yemede sevgisi olmazsa insanların, ne yerse yesin. Ne giyerse giysin. Yeter ki nefsin bir arzusu olmasın. Nefsin arzularını terk etsin.
Anın dervişleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşad eyler sohbette
Cemalin görenler kalır hayrette
Mest olur yiğidi Pîr-i Sâmî'nin
Mest: Sarhoşluk.
Zâhirde alkollü maddeler içenler var. Onlar ne söylediklerini bilmiyorlar. Ne yaptıklarını bilmiyorlar. Vuruyorlar, kırıyorlar, küfrediyorlar. Her türlü edepsizliği yapıyorlar. O değil. Bu şeytanî sarhoşluk. Bir de rahmânî sarhoşluk vardır.
Bu aşk bir bahr-î ummandır.
Buna haddi kenâr olmaz.
Delilim sırrı Kur'an'dır.
Bunu bilende âr olmaz.
Aşk bir bahr-i ummandır. Bunun haddi kenarı-hududu olmaz. Aşk demek sevgi demek. İnsanların gönlünde. Allah sevgisi. O da insanların gönlünde. Diğer sevgilerde insanların gönlünde.
Bir kelâm daha var.
Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma agyârâ
Düş İbrahim gibi nâre
O gülşanda yanar olmaz.
Sen de âşıkım diyorsan eğer, İbrahim Aleyhisselam gibi âşık ol. O'nun kadar Allah'ı sev. Onun kadar Allah'a bağlı ol ki, İbrahim Aleyhisselam oğlunu o kadar çok seviyor ki, bir tane çok sevdiği oğlunu kesiyor. Bıçak kesmedi, başka. Ama Cenâb-ı Hak ne buyurdu:
"Ya İbrahim, ben İsmail'i kes demedim. İsmail'e olan sevgini kes." O zaman İsmail'e olan sevgisi kesildi. Yoksa İsmail'i çok seviyordu. Ama o zaman Cenâb-ı Hak ne yaptı? Koskocaman Nemrut'un ateşini cennet bahçesi etti, O'na.
Burada bu sözler bütün ehl-i aşka söylenmiş. Sadece İbrahim Aleyhisselam'a değil. O zaten macerayı yaşamış. Geçmiş, gitmiş.
Yârdan mânâ: Allah.
Âşık demek: Allah'ı seven.
Sen de "Allah'ı seviyorum" diyorsan eğer, Allah'tan başka bir sevgi olmasın gönlünde. Çünkü o sevgiler perde oluyor. Kesiyor. Allah'ın sevgisini kesiyor senden. Bir kelâm daha var:
Gör âşıkı ol mâhı şakkeyledi parmağı
Teşneleri kandırdı parmakları ırmağı
Bu kimi kastediyor? Peygamber Efendimizi.
Âşık odur ki: Doğmayan Ay'ı doğdurdu. İki parça etti. Önünde Kabe'yi tavaf ettirdi. Yedi defa. Peygamber Efendimizin Peygamberliğini tasdik etti. Çıktı gitti. Susuzluktan bütün ümmeti helâk oluyordu. Çeşmeleri parmaklarından aktırdı. Ordusunu, ümmetini kandırdı. Âşık budur.
Sen seni aşık sanma bir beyhude ah ile
Var etti özün anlar ol nûr-u İlâh ile
Sen de aşıkım deyip de kendini kandırma. Onlar canlarını da yok ettiler. Allah sevgisi karşısında mallarından, canlarından herşeylerinden geçtiler. Canlarından da geçtiler ki âşık olabildiler.
Mecnûn'u görün n'etti Leylâ'daki âh ile
Ferhâd da Şirin için gör neyledi dağ ile
Her birisi bağlandı bir ahenin bağ ile
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-u İlâh ile
Evet Mecnun'da Leylâ'ya âşık idi. Ama Leylâ'ya olan aşkı onda ne kadar büyüdü. Ne kadar çoğaldı ki. O aşk onu ne kadar ihâta etti ki, kendisi yok oldu. Yok olmaktan maksat arzuları yok oldu. Yemekten geçti, içmekten geçti, uyku yok. Yemek yok. Hiçbir şey yok. Gece-gündüz dağlarda ağlayıp geziyor. Ne zaman ki Leylâ'nın aşkı onu ihâta etti. Kendi varlığı da yok oldu ise o zaman hakikate ulaştı. Hakikat ne? Sadece Leylâ'nın yüzünde gördüğü Allah'ın güzelliğini. Leylâ'nın yüzünde Allah'ın sıfat nurunu gördü. Cenâb-ı Allah ona o şekilde gösterdi. O kadar güzel gördü ki, herşeyini bu aşka verdi. Canından da geçti. Canından da geçince ne oldu? Bu sefer kendisi de oldu Leylâ. Bütün eşya oldu Leylâ. Sadece Leylâ'da gördüğü Allah'ın sıfatının nurunu, bütün eşyada gördü. Bunu ifade ediyor. Ferhat ne yaptı?
Ferhat da Şirin için dağları deldi. O zaman alet yok. Edavat yok. Bir günde bin kişinin yapacağı işi yapıyor. Ne yaptırıyor bunu buna? Şirin'in sevdası yaptırıyor. Bunda da yeme yok. Uyku yok. Gece-gündüz dağlarla, taşlarla uğraşıyor. Neticede dağı delip de suyu akıttığı zaman Şirin'i ona verecekler. Bir taş kalmış. Onu da delince tamam oluyor. Seviniyor ki tamam. Ben işi bitirdim. Şirini bana verecekler. Bu sevgi onda iyice çoğalınca bakıyor ki: Kayanın önündeki kaya Şirin. Elindeki külüngü daha vurmamış. Atmış havaya külüngü, havadan düşerken tepesine gelmiş. O da öyle gitti. Ama önündeki kaya Şirin olmuş. Bütün taşlar, kayalar, Şirin görünmüş.
Herbirisi bağlandı bir ahenin bağ ile.
Avlandı, bağlandı, diyor. Neye bağlandı? Bunların sevgisi ile bağlandı. Bunların sevgisi ile esas maksadına ulaştı.
Sen seni âşık sanma bir beyhude âh ile.
Var etti özün anlar, ol nur-u ilâh ile.
Peki!.. Ondan sonra:
Gör neyledi pervâne bir şem-i çerağ ile
Pervâne: Kelebek, kepenek. Cenâb-ı Hak ona da ateşi şirin göstermiş, o da kendisini ateşe atıp, yakıyor.
Bülbül düşüp efgana bir gonca-i zağ ile.
Bülbül de solacak, geçen bir güle bağlanmış, onca ahi-figanı var.
Her birisi bend oldu bir türlü dûzağı ile
Burada onlar aşk-ı mecazdan, aşk-ı hakikate ulaşmışlar. Biz aşk-ı hakikat taşıyoruz.
Aşk-ı mecaz: Nefsi ile sevilenler.
Aşk-ı hakikat: Allah için sevilen.
Allah'a şükür. Biz meşâyihimizi Allah için seviyoruz. Öyle ise aşk-ı hakikati taşıyoruz. Fakat biz bunun zerresini taşıyoruz. İşte bu zerresini büyültelim. Çoğaltalım. Sevgi çoğalırsa gaflet azalır. Sevgiyi ne ile çoğaltacağız. Bu sohbetlerimizle, amelimizle, derslerimizle sevgi çoğalacak. İnsanın gönlünde birtakım arzuları olur. Bu arzuların içerisinde, en büyük arzusu en çok arzusu hangisinde ise, o gelir aklına. Çok arzu ettiği hiç aklından çıkmaz. Biz de Allah için sevmiş olduğumuz meşâyihimizi, tam sevelim. O'nun sevgisi ile kalbimizi dolduralım. Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, meşâyih sevgisi birdir. Hiç değişmez. Meşâyihi Allah için seviyorsak, meşâyihte de Allah'ın nuru var. Meşâyihte de Allah'ın sıfatı var. Meşâyihi seven Allah'ın rızasını kazanıyor.
Bizim tarîkatımızda aşk ile terakki ediliyor. Evet amel ve ibadet de var. Ama daha çok aşk ile terakki ediliyor. Bir de aşkı olanın ameli makbul oluyor. Aşkı olmayanın ameli Allah'ın indinde makbul olmuyor. Çünkü aşkı olmayanın amelinde bir maksat vardır. Şöhret vardır. Riya vardır. Bir gösteriş olabilir. Bunların hiçbirisi olmasa bile yine bir maksadı vardır. Ben bu ameli işleyeyim de Allah bana ecir versin, sevap versin diye düşünülür. Bunlar bir maksattır. Aşkı olanın hiç böyle bir maksadı yoktur. Kuldur. Kulluğunu işler. Makbul olan da budur. İnsanların bir kısmı amellerini, hayırlarını cehennemden korktukları için yaparlar. Bir kısmı cennet arzu ettikleri için yapar. Haktır. Allah'ın gadabından korkarak ibadet yapmak doğrudur. Allah'ın emridir. Bir de vardır ki hiç bunları düşünmeden amel işliyor. İşte kul olan budur.
Ey zûhd ile bana veren tebşire-i cennet
Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Diyorki: Ey, zühdü, takva sahibi. Sen cenneti niçin bana methediyorsun. Ben cennet için kulluğumu yapmıyorum. Nâr, cehennemde münkirler için. Biz münkir de değiliz. Rabbımızı tanımışız. Rabbımızı bilmişiz. Rabbımızı sevmişiz.
Âşık olanın maksûdu matlûbesi rûyet.
Rûyet: Allah'ın cemâlini görmek Allah'ın cemâlini kul varlığı ile göremez. Kul varlığı yok olacak ki görebilsin. İnsanlarda bir maddî göz var. Bir de manevî göz var. Bir başının gözü var. Bir de kalbinin gözü var. İnsanlarda, bir başında olan kulak var. Bir de kalbinde olan kulak var. Bir başında olan dil var. Bir de kalbinde olan dil var. İnsanların bir vücud eli var. Bir de manevî eli var. Bunlar işte âşıklarda olur. Bunlar sâdıklarda olur. Bunlar velilerde olur. Niçin? Onlar Allah sevgisi karşısında amellerini de yok etmişler. Amellerini de yok edemeyen bu nimete ulaşamıyor. Amelle Allah'a yaklaşılıyor. Cenâb-ı Allah öyle buruyur: "Kulum bana nâfile ibadetle yaklaşır."
Onun için çok büyük âlim. Niyazi Mısrî Hazretleri şöyle buyurmuş:
Savm-salat-hac ile
Sanma biter zâhid işi
İnsan-ı kâmil olmaya
Lâzım olan irfân imiş
Savm ile salat ile, hac ile zâhidin işi bitmez. Kâmil insan olmak için irfan lâzım. İrfan nedir? Kalb ilmi. Manevî ilim, harfi-savtı olmayan bir ilim. Kitaptan okunmayan bir ilimdir. O öyle bir ilim ki, o ilmin hocası ancak ve ancak Hz. Allah. Müzakerecisi Hz. Resulullah. Sen bu kalbi, Allah sevgisi, Allah aşkı ile tamamen doldurursan; o zaman o ilim sende tecelli eder. O ilim senden doğar. İlhamî olarak doğar. Buyuruyor ki:
Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet
Gönlünde tulû eyler anın aşk u muhabbet
Tulû: Doğar.
1. Allah'ın hidâyetinin de nihâyeti yoktur. Bizi hidayet etmiş. Müslü-man halketmiş.
2- İkinci hidâyeti. Habibi'ne ümmet etmiş.
3- Üçüncü hidâyeti. Bu zamanda bizi isyan eden, fesat ümmetten etmemiş. Bu kaçıncı ihsan.
4- Dördüncü ihsan. Tarîkat nasip etmiş.
5- Beşinci hidayet: Tarîkatımız tamam olur da hakikate geçerse, Cemalini gösterecek. Hakikate geçmeyenler Allah'ın Cemâlini göremezler. Peygamber Efendimiz bir hadiste buyuruyor ki: "Kişi ameli ile cenneti kazanamaz."
Allah'ın fazlı, tevfiki ile kişinin mertliği birleşirse, kişi cenneti kazanır. Allah'ın cenneti, kişiye ikram etmesi, bağış etmesi. Kişinin de mert olması. Mertlere ikram edermiş Allah. Bu mertlik sadece malından mertlik değil, canından mertlik olacak. Çünkü niçin? Cenâb-ı Hak: "Kulum ver beni de, al beni diyor." "Beni bulursun ama. Beni vereceksin ki, beni alasın." Onun için. "Can gitmeden, Cânân ele geçmez." diyorlar. Diyorlar ki:
Bedensiz bir güzel gördüm efendim
İlikten, damardan, kandan içerü
Cânân illerinden sordum efendim
Bir can vardır gizli candan içerü
Canın içinde bir gizli can varmış. Ama senin benim canımda değil bu. Evliyaullah'ın canının içerisinde bir can var. Niçin. O canını cânâna vermiş. Cânân onun içerisine gelmiş. Cânân onun içerisinde tecelli etmiş. Varlığını yitirmiş. Burda erkek, kadın diye birşey yoktur. Erkek-kadın aynı ruhu taşır ancak bu erkeklik dişilik cesette; rûhta böyle birşey yok. Rûhlar bir yerden gelmiştir. O yere erkeğin rûhu da gider. Hanımın rûhu da gider. Yani sadece erkeğin rûhu mu Allah'a vâsıl oluyor? Hanımın ruhu da vâsıl olur. Hanımlarda vasıl-ı illallah olurlar. Allah'ın vermiş olduğu rûhu, onlar da Allah'a verebilirler, vermesini bilseler, verebilseler. Çünkü can çok kıymetli. İnsanlar canı için herşeyi yok eder. Malından, mülkünden herşeyinden geçer. Ama canını niçin verecek? Bilemez onu. Halbuki can vermeden cânân ele geçmez.
Cânândan maksat Hz. Allah.
Candan maksat bizim rûhlarımız.
Allah'ın vermiş olduğu rûhu Allah'a kim verebilir? Aşka düçar olan verir. Bir de şöyle var:
Künfekanın sırrına ermek ne lâzım bizlere
Aşka ermektir muradım nam û nişan istemem.
Bir de var ki:
Başını tôp eyleyip
Gir vahdet'in meydanına
Vahdet: Allah'ın birliği.
Allah'ın varlığını kazanmak için bir meydan var. Oraya gir ki: O'nu kazanasın. Ama başını kes, al. Ondan sonra gir o meydana.
Onun için:
Kıyamazsan başa cana, ırak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar, kesilir hiç soran olmaz.
Ama bu görünen bir şey değil. Ancak yaşayan bilir. Onun için
Geçmeyenler bilmez çarhı çemberi
İçmeyenler bilmez ab-ı kevseri.
Geçmeyince çarhı çemberi ne bilsin. İçmeyince de ab-ı kevseri bilmez. Öyle ise aşk insanların içinde gizli birşey. Bunu kim bilebilir? Kimse bilmez. Ama bu insanların kalbindeki aşk tamamen insanların kalbini doldurmuşsa tamam. Eğer biraz boşluk varsa o boşluğa evlat sevgisi de girer. Mal sevgisi de girer. Başka arzular da girer. Allah sevgisi çoğaldıkça, diğer bütün sevgileri atar. Çıkarır. Cânân'a verir.
Bir can vardır gizli candan içerü
Bir de buyuruyor ki:
Canım demem ben bu tendeki câna
Eğer vasıl eylemezse Cânân'a
Ahir bu dert beni eyler divâne.
Dermân için sen Lokmana gelmişem.
Lokman: Meşâyih Derman: Arzusuna ulaştırmak.
Arzusu nedir? Allah'a ulaşmak. Biz Allah'a ulaşamayız. Bizi Allah'a ulaştıracak birisi var. Meşâyih ulaştırır. Evet.
Başını tôp eyleyip gir vahdetin meydanına
Kıl gaza-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına.
Burada Gaza-yı Kerbelâ'dan niçin bahsediliyor. Tâ ki Hz. Âdem'den beri, dünya üzerinde, küfür ile iman arasında savaşlar oldu. Çok büyük savaşlar oldu. Bunların içerisinde İslâm'a en çok acı duyuran ne oluyor? Kerbelâ Vak'ası. Hz. Hüseyin Efendimiz Kerbelâ Çölünde, ailesi ile beraber susuz şehit oldu. Onlara çok fazla zulüm oldu. Dünyanın kuruluşundan beri yapılan en büyük savaş o. Ama İslâm için, inananlar için. Çünkü inanan Ehl-i Beyt'e sevgi bağlayamazsa, Resulullah'ı sevemez. Resulullah'ı sevemeyince de Allah'ı sevemez. Ehl-i Beyt denilince sadece evlad-ı Resul'den olan Fatıma evlatları değil. Evliyaullah'ın ekserisi Ehl-i Beyt'tir. Çoğunlukla ehl-i Beyt'tendir. Hz. Ali Efendimiz'in ismi Elâ'dır. "Elâ" ise bütün Ehli-Beyt'e bu isim verilmiştir. Bütün veliler bu ismi taşıyorlar. Kerbelâ Vak'ası, Müslümanlar için çok büyük bir vakadır. Çok büyük bir acı duyulmuştur. Geçmişte ve gelecekte Kerbelâ Vakası'nı duyanlar çok acı duyuyorlar.
Bundan 40 sene evvel. Cemaatlere Yazıcıoğlu'nun, Ahmediye, Muhammediye kitaplarını okurdum. Ağlamaktan kırılırlardı. Bir de Kerbelâ Vak'ası'nı, -Osmanlıca baskılıdır- okurduk. Ağlamaktan kırılırdı. Biz de ağlamaktan okuyamıyorduk. Cemaatte ağlamaktan yerelere seriliyorlardı. Onun için çok büyük acı duyurmuştur, Kerbelâ Vak'ası İslâma. Nefsini yenen Kerbelâ Vakasını yapıyor. Kendi nefsini yendinse, kendi nefsini islah ettinse o zaman Kerbela Vakasını yaptın. Savaşı kazandın sen.
Seyri kıl uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân etmektir ancak âşkı sevdâdan garaz.
Uşşâk-ı Mevlâ: Allah'ı seyredenlere bakın. Onlar nasıl canlarına kıyıyorlar terk-i cân olmuşlar. Allah'tan gelen o çok kıymetli rûh, terk-i cân olmakla, Allah'a gider. Kulluk görevleri çok önemlidir. Başkalarına malî yardım yapamıyorsak, ona dilinle yardımcı ol. Sabır tavsiye et. Bunu da dilinle yapamıyorsan kalbinden dua et. Yarabbi, şu kardeşimin şu ihvanımızın derdi, ne ise şu darlıktan kurtar diye dua et. Bunlar ihvanlıkta çok önemlidir. Çünkü biz ihvan olmak için, birbirimizin, kârına ve zararına ortak olacağız. Bu hem maddî, hem de manevî. Zâhir şeriatta, herkesin kârı, zararı, herkesin kendinindir. Eğer amel olsun, ticaret olsun kendinindir. Ama tarîkatta, herkesin kâr kendisinin değil. Eşitlik var. Müşterek. Ayette:
"Müslümanlar kardeştir." diyor. Kardeş, kardeşin müvekkili. Tarî-katta eşitlik var. Yani sen çok zenginsin. Bu zenginlik de amel zenginliği. Ahireti kazanmışsın, ihvan kardeşine o kârından vereceksin. Müsavi olacak kârımız. Hakikatte de hiç yok. Demekki şimdi, zâhir şeriatta: Herkesin kârı kendinin. Tarîkatta herkesin kârı kendinin değildir. Ortak.
Hakikatte: Hiç kimsenin kendi de yok kârı da yok. Hakikate geçince, ne sen var; ne de ben var. Ne seninki var. Ne de benimki var. Hepsi Allah'ın. Tasavvuf kelamıdır.
Umurun Hakk'a tefviz et
N'ederse ol eder yâ Hû
Aradan benliğin mahvet
Gözet neyler kader yâ Hû
Umurun deyince neyin varsa hepsini Allah'a teslim et. Kendi benliğini de, kendi varlığını da ona teslim et. O ne ederse eder.
Neylerse güzel eyler buyurmuşlar. Yeter ki biz teslim olalım da o herşeyi güzel yapar.
"Fırsatı ganimet bil." diye bir kelâm-ı kibar vardır.
Fırsat nedir? Ganimet. Ganimet herşeyin bolluğu. İnsanlar herşeyin bol olmasını isterler. Ama istenilecek bolluğu bilmezler. Ahiret bolluğu isteyeceğiz. Ahiret bolluğu ne imiş? Fırsatmış. Fırsatta ne imiş? Dünyaya bir defa gelişimiz. Fırsat da ne imiş? Gençlerin bir defa gençlik çağında bulunmaları. İhtiyarlığa geçenler bir daha gençliğe geçemi-yorlar. Dünyadan gidenler, bir daha dünyaya gelemiyor. Zararlı gitti ise eğer o zararı ödeyemez. Kârla gitti ise eğer, o kâr dünya kârına benzemez. Dünya kârı birden yok oluyor; o yok olmuyor. Ahiret kârı azalmaz. Eksilmez. Yok olmaz.
İskender Hazretlerinin güçlü bir ordusu var. Çin seddini bağlamış. Mağripten, maşrıka kadar gitmiş. Dünyayı hakimiyeti altına almış. Hep gittiği yerleri ıslah etmiş. Ama müslüman bir hükümdar. Bunun kuvvetli bir ordusu var. Bütün beldeleri fethede, fethede mağribe kadar gitmiş. Mağrib diye bir müslüman memleket var. Oradan da hacca geliyorlar.
Neyse Mağribe gitmiş. Orda bir gece karanlıkta ordusu ile beraber yürüyüşte, ordusunun atlarının ayağındaki nallar, taşlara vurdukça ateşler sıçramış. Bu ordunun askerleri üçe ayrılmış. Bir bölümü bu taşlar kıymetli taşlar demiş. Ne kadar boş kaplar varsa doldurmuşlar. Götürebildikleri kadar almışlar. Bir kısmı da demiş ki:
- "Bunlar taş. Acaba alsak işe yarar mı? Yaramaz mı?" demişler. Almışlar. Ama az almışlar. Bir kısmı da:
- "Bunlar taştır, ne yapacağız" demiş. Hiç almamış. Bunlar karan-lıktan aydınlığa çıkmışlar. Bu taşlardan çok alanlar bakmışlar ki, mücev-herattan daha kıymetli bu taşlar. Onlar zengin olmuşlar. Az alanlar pişman olmuşlar. Eyvah diyorlar. Hiç almayanlarda müflis. Onlar da kendi kendilerini dövünmüşler.
Burada İskender'in ordusundan mânâ, bu dünyadan gelip geçen insanlar. Taşlardan mânâ; kıymetli taşlar deyip de, çok amel işliyenler. "Acaba bunlar işe yarar mı yaramaz mı?" diyenler de az amel işliyenler. "İşe yaramaz" deyip de almayanlar hiç amel işlemeyenler. Onlarda döğünüp, çalınmıştır. Zaten döğünüp çalınacaklar. Çalınıp döğün-mekle kalmayacak, azap görecekler. Evet biz de az amelle kalmayalım. Amelimizi de pîrimize teslim edelim. Eğer amelimizi kendimizden bilirsek, o zaman Allah korusun varlık olabilir. Amelimize riya girebilir.
Riya ile olan amel seni nârdan halas etmez.
Eğer bu cemaatin içinde Allah korusun böyle düşünen olabilir. Onun için ikaz ediyoruz. Buraya gelirken "gitmezsem ayıp olur veya ben de gidip göreyim" diyerek gelmeyeceğiz. Bunların çok faydası olmaz. Olur ama çok az olur faydası. Buraya inanarak, sıdk u sadakatla gelmek lâzım. İnanarak gelmek lâzım. Buranın bir manevî hastane olduğunu bileceksiniz. Burada bir manevî doktor olduğunu bileceksiniz. Burada bir manevî tedavi olduğunu bileceksiniz. Manevî hastane nedir? Zikir yerleridir. Zikir halkalarıdır. Bizim tarîkatımız zikir tarîkatıdır. Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatı, bizim tarîkatımız hatme tarîkatı, bizim tarîkatımız râbıta tarîkatıdır. Bunların hiç birbirinden farkı yoktur. Bunlar birbirine takviye oluyorlar. Siz buraya gelmeseniz sohbet nerden olacak? Ama siz de sohbet var diye geliyorsunuz. Hatmeye hatme için gidiyorsunuz. Yalnız orada gıybet yapmayın, malâyâni konuşmayın. Siyasetten konuşmayın. Beyit okuyun. İlahi okuyun. Kelâm-ı kibarları okuyun. Kasetler varsa, sohbet kasetleri dinleyin. Bildiğiniz kadar, anladığınız kadar tarîkattan, meşâyihten bahsedin.
Burada kalbiniz tam olursa, inancınız tam olursa, orada bir himmet olur. Hiç ummadığınız kimse, aşka gelir. Beyit okur, sohbet eder, ondan sonra amelinizi işler gidersiniz. Bir de amelinizde laçkalık olmasın. Belli bir saatte amelinizi işleyin. Onda da ekseriyete tabi olun. Hatmeye katılan cemaatin çoğunluğu hangi saatte hatmeye oturmak istiyorsa o tarafın sözüne tabi olun. O tarafın sözü ile hareket edin. Herkesin saati müsait olmaz. Bazıları vardır hatme saatinden önce gelir. Hatme saatinden sonra oturur öyle gitmek ister. Bazısı da vardır ki tam hatme saati gelir. Hatme okunur hemen gitmek ister. İşte sırf hatme için gelen bakar ki hatme saati uzadı, zamanında oturulmadı. Bir daha gelmez. Ama hatme bittikten sonra gitmek isteyen gider. Kalmak isteyen kalır. Vakti olmayanları zamanı olmayanları kaçırırsınız hatmeden. Hiç kimseyi kaçırmayın hatmeden. Sebebi siz olursunuz. O hatmeden kaçan kimse sevabını alamaz. Siz de buna sebep olduğunuz için, müşterek olursunuz. Vebalini alırsınız. Vebalde kalırsınız. Hatmemiz büyük amel. Hatmemizin aşkını Cenâb-ı Hak hepimizin gönlünde doğursun. Hatmeden geri kalmayın. Hatme için birbirinize küsüp, darılıp, gelmemezlik etmeyin. Kime küseceksiniz, kime darılacaksınız. Bir insan imama darılmışsa, camiye gitmesin mi? Namaz kılmasın mı? Burada da hatme cemaatinden bir kişiyi sevmiyorum diye hatmeden geri kalmak çok yanlış. Çok büyük vebali vardır onun. Sevin birbirinizi. Allah için sevdiniz birbirinizi. Allah için sevilen sevgiye hiçbir sevgi uymaz. Eğer birbirinize darılırsanız olmaz. Çünkü Allah için olan sevgiye hiçbir şey girmez. Mürid mecnun sıfatlı olmalıdır.
Bir Leylânın mecnûnuyam
Cânân ilinin cânıdır.
Bir dilberin meftûnuyam
Bu cân anın kurbanıdır.
Meşâyihini seviyor musun? Meşâyihini sevenleri de seveceksin. Hem de "Ben seviyorum. Herkes sevsin benim sevdiğimi" diyeceksin. Şunu sevmiyorum demek veya şunda şu eksik sıfat var demek. O zaman sen mecnun sıfatlı değilsin. Mecnun sıfatlı olmak için meşâyihini herkese sevdireceksin. Sevenleri de seveceksin. Hem de diyeceksin ki bu da Şeyh Efendimi sevmiş tanımış. Bunun Şeyh Efendimin yanında itibarı daha fazladır. Eksikliklik bendedir diyeceksin. Eğer dostta kusur görürsen bir tane dost bulamazsın. Dost Allah için sevilendir. Dünyada bir tane dost bulamazsın. Eğer kusur görmezsen, dünyanın halkı hep senin dostundur.
.
16-İhmallikten korkalım. Tembellikten korkalım
"İhmallikten korkalım. Tembellikten korkalım."
1 Kasım 1991
Allah sonumuzu hayır getirsin. Allah iki cihan iyiliği versin. Cenâb-ı Hak aldanmışlardan etmesin. Dünya ile aldatmasın. Dünyayı sevenleri dünya aldatır. Sevmeyenleri aldatamaz.
Biz kul olarak hizmetimizi görmezsek, dünya bizi hizmetçi yapar.
"Biz insanları ve cinleri hâlkettik ki bize itaat etsinler." Nasıl ki insanlar mabudunu bilmemişler. Güneşe tapmışlar, puta tapmışlar. Buzağıya tapmışlar. Şirk koşmuşlar Allah'a.
Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu demişler. Bir şirk var. Birde ehl-i küfür var.
1- Ehl-i Küfür: Allah'ı inkâr edenler.
2- Ehl-i Şirk: Allah'a ortak koşanlar. Allah'tan başkasını mabud edinip de ona tapınanlar. Bunların hiç kurtuluşu yoktur. Bunlar cehennemden hiç kurtulmayacaklar.
Biz ehl-i küfür değiliz. Ehl-i şirk de değiliz. Fakat bir de ehl-i azab var: Biz ehl-i azabtan korkalım.
Allah insanlara rızkı veriyor. Fakat insanlar kendi sayı ile, kendi çalışması ile rızkını helâl de ediyor, haram da ediyor. Helâlı da rızıktır, haramı da rızıktır. Mesela şu suyu getirmişler şuraya koymuşlar. Tertemiz, buz gibi su. Ben buna haram olan şaraptan affedersiniz bir damla bıraksam sonra içsem, helâl olan bu suyu haram yapıp içmiş olurum. İşte insanların rızkı böyledir. Kendi sayı ile kendi iradesinin katkısı ile helal rızkını haram ediyor. Onun için ibadet on bölüm. Dokuzu helâl lokma.
Bir insanın Allah'a olan inancını yaşaması için tabii Allah'ın emirleri var. İbadetleri var. Bunların hepsinin on misli helâl lokma. Bu da şimdi bu zamanımızda yoktur. Bundan da sakınalım. Bundan da korkalım. Allah'a yalvaralım. Helâl lokma yoktur diye kendimizi böyle bırakalım mı? Havfını da mı çekmeyelim? Yine mümkün olduğu kadar haramdan kaçınalım. Bir haram var biliniyor. Bir de helâl var biliniyor. Bir de var ki haram mı, helal mı bilinmiyor. Niçin bilinmiyor helal, haram karışmış birbirine de onun için seçilmiyor, bilinmiyor. Seçilmiyor diye, her rast geleni yiyelim mi? Her rast geleni yapalım mı? Öyle ise bildiklerimizden kaçınalım. Bilmediklerimizden de Allah'a sığınalım. Korkusunu çekelim. Niçin? Dünyaya bir daha gelmeyiz. Ne için geldiğimizi bilelim. Allah 'a inanmışız. Ahirete inanmışız. Cennete, cehenneme inanmışız. Cehennemde azap var. Cennette mükâfat var, zevk var, safa var. Öleceğimize de inandık. Er veya geç öleceğiz. İnsan öldükten sonra az da yaşasa çok da yaşasa bir oluyor.Genç olmuş, ihtiyar olmuş. Bunlar önemli değil. Genç ölmekte de yine bir fayda var. Eğer bu genç azab ehli ise azabı az iken ölüp kurtuluyor. Allah'ın da lutfu ihsanı oluyor. Veyahutta onbeş yaşında öldü ise hiç azabı olmuyor. Çünkü onbeş yaşından sonra mükellef (sorumlu) oluyor insan. Peki altmış yaşına kadar yaşayan bir insanın kırkbeş yıllık günahı ile otuz yaşına kadar yaşıyan onbeş yıllık günahı bir olur mu? Olmaz. Onun için gençler şanslı oluyorlar. Eğer amel-ibadet ehli ise, onun kalması daha kârlı oluyor. Cennette herkesin yaşantısı bir değil. Cehennemde de bir değil. Aynı bu dünya misali gibi. Fakat bu sadece misal olarak. Yoksa dünya mihnetli yer. Meşakkatli yer. Ahiret öyle değil. Ahiretin azabı da bir bakımdan çetin, bir bakımdan kolay görünüyor. Azabın hafif yeri var, zor yeri var. Cehennemde birden yüze kadar dereceler var. Birbirinden farklı. İnsan azabın hafif yerinde olur da, dünya azabından biraz daha kolay olabilir.
Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Ana rahmindeki bir çocuğa, nasıl orası dar ise müslümana da bu dünya o kadar dardır. Ahirete inanmış. İman etmiş bir müslümana bu dünya o kadar dardır."
Onun için dünya, dârı-mihnet, dârı-meşakkat, dârı-berzah, dâr-ı fena gibi isimler verilmiş. "Berzah" ismini Peygamber Efendimiz vermiş.
"Bu dünya müminin zindanı, kâfirlerin cenneti" diye buyurmuş Peygamber Efendimiz. Bu dünya meşakkat âlemi. Bu dünya karanlık. Bu dünya berzah. Onun için kabir de bir insan için çok dar, çok geniş, o kadar geniş ki dünyadan geniş. O kadar zevkli ki, Cennet bahçesi. O kadar dar, o kadar dar ki sıkıcı bir yer. İşte bunları düşünmek lâzım. Madem ki müslüman olmuşuz kabir de bizim yolumuz. Kabirden geçeceğiz. Kabir: dünya ile âhiret arasında bir köprü. Oradan geçe-ceğiz. Bir şehirin ortasından akan bir nehrin bir tarafından diğer tarafına geçmek için köprü lâzımdır.
Kabirde, dünya sona eriyor, ahirete de başlangıç. Dünya hayatı sona eriyor. Ahiret hayatının başlangıcı. O köprüdür. Ordan geçecek insanlar. Ama bu kabir dediğimiz yer var ya orası çok uzunda olur. Çok kısa da olur. Orası çok safalı da olur, çok cefalı da olur. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor: "Kabir sizin için ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." İkisinden biridir. Peki kim yapıyor bunu? Sen, ben. Cennet bahçesi de yapıyoruz. Cehennem çukuru da yapıyoruz. Bizi, Allah insan olarak halketmişse onu tanıyalım. Ona itaat edelim. Allah'ı tanıdık. Ona itaat ettiysek kabiri cennet bahçesi yaptık. Yoksa orası çok dar, çok sıkıcı bir yer.
Kabiri cennet bahçesi olursa bir insanın, orada ne kadar yattığını bilemez. Bin sene, on bin sene. Ne kadar yattığını bilemez. Oradan insan günün birinde kalkacak. Tamamen bu dünya yok olacak. Bütün rûhlar gelip, bu dünyadan geçecek. Bu insanlar yine dirilip kalkacaklar. Herkes olduğu yerden topraktan kalkacak. Cisim halkedilip kalkacaklar. Kabiri cennet bahçesi olan bir insan kalktığı zaman sanki oraya dün girdi. Bugün çıkıyor. Diyor ki:
- "Burası ne güzel yerdi. Niye biraz daha burada beni bırakmadınız" diye hayflanıyor. Eğer kabiri cehennem çukuru idiyse o da kalkınca seviniyor. Halbu ki nerden kurtulacak? Yağmurdan kaçarken, doluya tutulacak.
- "Heyhat ben kurtuldum zannettim ama burası oradan daha çetinmiş" diyecek.
- "Yarabbi bizi toprak halketseydin de bu günleri görmeseydim. Hayvan da olmayaydım da toprak olaydım" diyecek. O hayflanıp korkan insan ne yapacak cennete geçince.
- "Burası daha iyi imiş" diyecek. Bunlarla karşılaşacağız.İnandıysak böyle. Onun için şimdiden çâresine bakalım da, mihnete, meşakkate düşmeyelim.
Rûh hem ezelîdir, hem ebedidir. Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ından ayrıldığı için kabire giden rûh yok olmuyor. Madde olan ceset yok oluyor. Mânâ olan rûh yaşıyor. Mânâ olan ruhu kurtarmak lâzım. Günahı bu ceset işliyor. Azabı rûh çekiyor. Onun için:
Bu garib illerde kalma âvâre
Can bedende iken kıl buna çâre
Isırdırlar seni çok semmi-mâre
Dahi nef'i vermez döktüğün kan yâş.
Sen gurbetçisin diyor. Dünyaya ahireti kazanmak için geldin. Avare olma, boş durma çalış. Kazan. Nereyi kazan? Kabiri kazan, kabir. Azabında ateşten yılanlar olacak. Yılanlar seni yerler. Sana sarılırlar. O zaman gözlerinden yaş yerine kan akar. Çaresi yoktur. Kurtulamazsın.
Muhakkak her nefis ölecektir, ölümü tadacaktır. Öldükten sonra da bunlarla karşılaşacaktır.
Herkesin günahı kendi azabı olacak. Herkesin nimeti, kendi ameli olacak.
Âşık öyle buyurmuş: "Cehennemde tek bir dal odun yok. Herkes ateşini bile götürür." Cehennemde odun, kömür yanmaz. Cehennemde, ancak günah kazananların ateşi olur. Onu yakar. Onun için bu üç günlük dünya bizi aldatmasın. Aldanmayalım. "Üç günlük dünya" derler bu Hadis-i şerifin mealidir. Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş. "Bu dünya üç günlük."
Bir gününü evvel gidenler götürüyor. Bir günü de yaşayanlar için. Bir günü de gelecekler için. Şimdi bizim bir günümüz var. Bir gününü bizden evvel gidenler götürmüş. Bir günü de bizden sonra gelecekler götürecek. Yani bu nedir? Ölüm günü. Bu dünya âleminde bu günler. Bu aylar gelip gidecek. Bu bize çok görünen günler; bir de bakıyoruz ki yok olmuş. Beş yılda olsa yok oluyor. On yılda olsa yok oluyor. Ne kadar ömrümüz varsa hepsini geçirdikten sonra yok oluyor. Öyle ise senin bir günün var o yok olmaz. O ölüm günü yok olmayacak. Ne ile karşılaştınsa o seninle beraber. O yok olmaz. Bugün hasta idin yok oldu. Yarın hasta idin yok oldu. Nelerle karşılaştın... Kâr ettin, zarar ettin. Huzurlu oldun, huzursuz oldun, insanlardan eziyet gördün. Bunların hepsi yok oluyor. Yok, yok, yok, hepsi yok oluyor. Ya ölüm günü? "İnsanlar ölünce ayılırlar." buyuruyor Cenâb-ı Hak.
İnsanlar uykudadır. Ölünce dirilirler. İşte senin bir günün var. Ölüm gününde. Ne çıktı ise karşına onunla berabersin. Düşün işte. O bir gün için. Allah'a şükür, çok şükür. İnananlar için bu sözlerimiz. Siz inananlardansınız. Sizi inancınız buraya getirdi. Neye inandınız: Allah'a inandınız. Peygambere inandınız. Varis-i enbiya olan velilere inan-dınız. Günaha-sevaba, hayıra-şerre inandınız. Şeriata-tarîkata inandı-nız. Bu inancınız sizi toplayıp getirdi buraya. Ama şimdi zamanımızda yollar çok. Bir tane sağlam bir yol var. Onu seçmek lazım. Hepsi sakat yollar, bir tane sağlam yol var. O da kitap-sünnet. Şeriat-tarîkat budur. Şeriatsız, tarîkatsız yol da sağlam değil. Kitapsız sünnetsiz yol sağlam değil. Ama şimdi bu zamanda bizim şeriatımız tarîkatımız, kitabımız, sünnetimiz: Mürşidimiz. Meşâyihimiz. Çünkü neden? Sünnetlerin yerini bidatlar almış. Kitap yaşanılmıyor. Kitaba tâbi olamıyor. İnsanlar şimdi olamazlar. Hür olanlar değil. Memur olanlar vazifeli olanlar, görevli olanlar. Bunlar kitaba uyamıyorlar. Kitap, şeriattır, şeriata uyamıyorlar. Kitap şeriatın kanunu. Şimdi şeriatın bahsi de olmuyor. Halbuki, islâmı yaşayan şeriat. Şeriatı yaşayan İslâm. Bir meşâyihin peşinden gidebiliriz. Meşâyihin maddiyatla alakası yoktur. Meşâyih devlet memuru değildir. Meşâyih te sadece maneviyat vardır. Ama onda da bir siyaset vardır. Evliyaullah'ta da siyaset vardır. Evliyaullah'ın zâhiri halk ile bâtını Hak ile. Zâhiri halk ile yani halka uyuyor. Zâhiren zaten kendisi halk ile ama bâtını Hak ile. Hiç ayrılmıyor Hak'tan. Zâhir, Hakk'ı bâtını seçmiyor. Bâtını kabulleşiyor. Niçin bu böyle oluyor? İki kimse kavga yaptığı zaman. Birisi inanan, diğeri inanmayan iki kimse kavga yaptığı zaman İslâm uğrunda mahkemelere düşseler. Dini savunanı cezalandırıyorlar. Dine hakaret edene ceza vermiyorlar. Böyle değil midir? Ama böyle kalmayacak tabii. Bu dünyanın ömrü varsa, din inkılâba uğramıştır. Bundan kurtulur. Ömrü yoksa küfürle durur. Tâ ki ilerden beri, tarihler boyu. İnkılâplar olmuş... Ama çok şükür. Bin şükür. Allah'a şükür, çok şükür. Bin şükür. Öyle sıkıntılı zamanlar vardı ki, Kur'ân-ı elimize alamıyorduk. Kur'ân okuyamıyorduk. İki müslüman bir araya gelince Allah kelimesi konuşamıyorduk. Şimdi çok şükür... Kurtulmaya doğru gidiyor. İnşaallah kurtulacak... Neyse bunlar Cenâb-ı Hakk'ın hâlkıyetidir zaten. Cenâb-ı Hak şerri de halkediyor. Hayırı da halkediyor. Ama şerre rızası yok. Rızası olmayan şeyi niye işleyelim. İşlemeyelim. Rızası olmayan bir şeye de rıza göstermeyelim. Biz şer işlemiyoruz ama işleyenlere rıza göstermeyelim. Onun için dinde cihad var: 1- El ile cihad. 2- Dil ile cihad 3- Kalp ile cihad. İnsan eli ile cihad yapamazsa dili ile yapacak. Dili ile cihad yapamazsa kalbi ile cihad yapacak. Bu devreler geçti. Eli ile cihad yapamaz insanlar. Dili ile yaparken, onu da yapamadı. Onlar geçti. Ondan sonra kalbi cihada düştü. Onu da yapamadı, insanlar. Eksikliğimiz bu. Ama şimdi Allah'a şükür. El cihadı yok. Açılmadı. Bunu nerden anlıyoruz. Bundan 15 sene evvel Şeyh Efendimiz evlerde gizli gizli hatme yapardı. Hatta nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Öyle bir zaman geldi ki, biz de öyle yapıyorduk. Hatme için yer değiştiriyorduk. Evlerde okuyorduk. Yerimiz belli olma-sın diye. İki hatmeyi aynı yerde okursak bilinirdi. Yer değiştiriyorduk. Sohbetimizi gizli yapıyorduk. Ama şimdi Allah'a şükür, sohbetimiz de aşikâr, hatmemiz de aşikâr, teveccühümüz de aşikâr. Camide yapı-yoruz. Allah'a şükür. Bundan 8-10 sene evvel Bayburt Müftüsü camide hatme okumaya müsaade etmiyordu. Şimdi bize korku yok. Baskı yok, şimdi de biz Allah'tan korkalım. İhmallikten korkalım. Tembellikten korkalım. Allah'a sığınalım. En büyük felâket bu. Tembelleri Cenâb-ı Hak sevmiyor, tenkid ediyor. Buradaki tembellik amel tembelliğidir. Niçin? Cenâb-ı Hak:
"Vel asrı innel insane, lefi hüsr. İnsanlar zarardadır." Allah'ın emri. "Biz kulumuzu mallarının azalması ile de imtihan ederiz. Korku ile imtihan ederiz. Mallarının, canlarının azalması ile de imtihan ederiz." Mal ne ile azalır? Büyük büyük zararlar gelir, mal azalır. Malların azalması ile de imtihan ediyorsa bu zarar maddî zarar. Bir de zarar manevî zarardır. Bu da amel de olan eksiğimiz. Yalnız Cenâb-ı Hak insanların yapamıyacağı şeyleri emretmemiştir. Yapabileceklerini emretmiştir. Allah âlimdir, Allah kâdirdir. Bilmiyor mu? O bizi bizden iyi biliyor. Onun için hep yapabileceğimiz şeyleri emretmiş. "Nafile ibadet ile bana yaklaşabilirsiniz" demiş. Ancak nafile ibadeti kimler yapar? Görevi olmayanlar boş vakti olanlar yapar. Meşgul olanlar nafile ibadet yapamaz. Onun için Peygamber Efendimiz:
"Meşguliyet gelmeden boş vaktinizin kıymetini bilin." diyor. Değer-lendirin. Demek ki meşguliyet zamanında nafile ibadet yapılmıyor. Farz olan amel yapılır. Farz olan amel meşguliyeti dinlemez. Hasta bile olsa, ayakta iken namazını kılamıyorsa, oturduğu yerde kılsın. Daha çok kılamayacak durumda ise işaretle kılsın. Onu da kılamıyorsa kalp ile kılsın. Düşünerek kılsın. Bir de devamlı çalışan kimseler, "Ben çalı-şıyorum. Çalışmakta ibadettir" diye düşünebilirler. Eğer namaz kılmı-yorlarsa, çalışmak ibadet olmaz. Çünkü 8 saat ibadet var. 8 saat ça-lışma ibadet sayılabilir. 8 saatte istirahatinizi yapın. Ölçü bu, sınır bu.
Meşâyihin emri Resulullah'ın emridir. Resulullah'ın emri Allah'ın emridir. Meşâyih'in emri aslında Allah'ın emridir. Madem ki Cenâb-ı Hak bir kuluna ilhamî olarak bildiriyorsa... Veysel Karani Hazretlerine sahabeden bir tanesi ziyarete gidiyor. Hazret-i Ömer'in medh ü senâsı üzerine, gitmiş görmüş. Gittiği zaman hemen ve aleyküm selam, filan oğlu filan. Sahabe şaşırmış:
- "Daha yeni görüşüyoruz. Benim filan oğlu filan olduğumu nerden bildin" demiş.
- "Bana O kimse haber verdi ki ondan gizli nesne yok." Ondan gizli nesne olmayan kim olur? Allah. Nasihat istemiş.
- "Sana nasihat ölümü düşün. Sana nasihat: Annen gitti, baban gitti, çevrenden tanıdıkların gitti. Âhir zaman Peygamberi gitti, Ebubekir gitti, Hz. Ömer gitti." Deyince, şaşırıyor. Çünkü sahabe Medine'den ay-rılırken Hz. Ömer sağ imiş.
- "Hayır O sağ" demiş.
- "Hayır gitti, gitti o da gitti. Senden sonra o da gitti." demiş. Tekrar sormuş:
- "Sana bunları kim haber veriyor?"
- "Bana O kimse haber veriyor ki: Ondan gizli nesne yok." Onun için burada: Evliyaullah'ın sözü, Allah'ın sözü Allah'ın emri demek. İşte bu oluyor. Allah ona ilhamî olarak bildiriyor. Meşâyih emri ile olduğu için bizim tarîkatımız Hak bir tarîkattır. Tarîkatların hepsi haktır. Meşâyih haktır. Allah yolu Hak'tır. O yolun bilgilisi, bilicisi olduğu için. Bizim tarîkat hizmetlerimiz de meşâyih emri ile olduğu için haktır. Bizim 24 saat içerisindeki 8 saat ibadetimiz tamam oluyor. Nasıl tamamlanıyor? Dikkat edelim: 5 vakit namaz, (5 saat) 3 saati nerden alacağız. Eğer günlük dersinizi yapmazsanız (8) saat ibadeti yapmış sayılmazsınız. Teheccüd namazınızı kılmazsanız 8 saat tamamlanmış değil, hatmeye oturmamışsanız 8 saat ibadet tamam değil. Evvabin namazı girmiyor, 8 saat ibadete. Evvabin namazı akşam namazı ile beraber kılındığı için ayrı bir saat sayılmıyor. Ama teheccüd namazı başlı başına bir namazdır. Günlük dersimiz ayrı zaman içerisinde, hatmemizin saati ayrı. Böylece 8 saat ibadet tamamlanmış oldu. Bunlardan başka ne var?
"Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır" buyuruyor. Bunlar nafile ibadet ama bunlar emir hududunda. Bunlar farz gibi oluyor. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın emri. 8 saat ibadet emrediyor bize. 8 saatin 5 saati 5 vakit namaz ise, üç saati de tarîkatımızın hizmetleri. Hizmet gördü-ğümüz saatler. Bunlar emir hududunda olduğu için farza giriyor. "Ku-lum bana nafile ibadetlerle yaklaşır."
Cenâb-ı Hak herşeyi zıddiyetli halk etmiş. İki zıt bir arada yaşamaz. Herşeyi çift halk etmiş, o çift şeyler bir arada bulunmaz. Nasıl? Bakınız: Gece ile gündüz. Hastalıkla sağlık, varlıkla yokluk, sefâ ile cefa, acı ile tatlı, karanlıkla aydınlık. Bunlar hep birbirinin zıddı. Ateşle barut. Bunlar bir arada yaşamazlar. İnsanda sefâ olursa cefâ olmaz. Cefâ olursa, sefâ olmaz. Zenginlik olursa, fakir olamaz. Fakirlik olursa, zengin olamaz.
Boş vakitlerimizin kıymetini bilelim. Sinemaya, parka gideceğimize, hanımlar olsun erkekler olsun, hanımların da zevkleri var, gezmeleri var, oralara gidecekse, oturup ibadet yapsa, zikir etse, Kur'ân okusa namaz kılsa olur. Yani âhiret dünya ile, amel ile kazanılıyor. Bu dünya misafirhanedir. Kelâm-ı kibarda geçer:
Biz misafiriz ve lakin bizde mihmân bekleriz.
Kâmil insan bulmuşuz, babında ihsân bekleriz.
Mihmân: Misafir demek.
Allah'ın ihsanı kâmil insanın kapısındadır. Allah ihsânını, kâmil insanın kapısında bahşedecek. O da meşâyihimiz. Meşâyihe olan inancımız, meşâyihimize olan teslimiyetimiz. Büyük ihsan bundan dolayı olacak. Biz bu dünyaya misafir geldik gideceğiz. Ama bizim de bu dünyada misafirimiz var. Kim o misafirimiz? Hangi haneye kondurabiliriz o misafiri? Dünya hanesine değil. Gönül hanesine kondurmak, gönül hanesine davet ettiysek. Evliyaullah'ta Cenâb-ı Hakk'ın mevcut olan velâyet nuru var. O nur bizim kalbimizde. İşte râbıtanın önemi bu. Râbıtanın kıymeti bu. Yoksa râbıtanın zâhirine aldanmayalım biz. Her kim ki meşâyihi insanlardan farklı görmüyorsa o da bir insandır, beşerdir, diye görüyorsa, o tarîkatı anlamamış, yaşamamış. Ama evliyaullah insanlardan seçilmiş kul. Allah'a yakın gitmiş, Allah'ın sevdiği kul olmuş, Allah'ın sıfatları onda tecelli etmiş. Onun kalbi olmuş Allah'ın evi. Evliyaullah'ın kalbi Allah'ın evidir. Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Cenâb-ı Hak Kudsî hadisinde buyuruyor ki: "Ben mekanlara sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım."
Kelâm-ı kibarda:
Kâbe'yi inşa Halil
Sendedir Beyt-i Celîl
Sensin Allah'a delil
Rûhu sultan el meded.
Diyor ki: Kabeyi Halil yaptı, Halil İbrahim Peygamber Beytullah'ı yaptı. Beytullah ne demek? Allah'ın evi. Diyor ki o evi Halil yaptı. Senin evin Evliyaullah'ın kalbidir, onu sen yaptın. Sen ancak oraya sığarsın. Başka bir yere sığmazsın.
İşte dünyaya misafir olarak geldik gideceğiz. Bizim misafirimiz, gönül hanesine. Gönül bir mülktür. Gönül sahibini bulup oturtturduysak, hanemiz de misafirini buldu. Biz de misafirimizi, mihmanımızı tanıdık. Eğer bulamadı isek yazık olsun bize eyvah! Allah korusun, Allah muvaffak etsin. Onun için Allah'a şükür bu nimet hepimizde var. Bunu bü-yültmeye çalışın. Evliyaullah'a olan inanç insanlarda aynı değildir. İnsanların hulûsuna bağlı. İnsan evliyaullah'ı ne kadar büyük görürse O'na o kadar yaklaşabiliyor. O'nu ne kadar büyük görürse kendisi de o derece feyiz alıyor. Kalbi büyüten muhabbettir. Kalbe sahibini getiren muhabbettir. Mecnun ne demiş?
Ararken Leylâ'yı, buldum Mevlâ'yı.
Bil ki muhabbet sana Mevlâ'dan gelir.
Muhabbetimiz yok demeyin. Eğer buraya bir taklid için gelen varsa korksun. Allah'tan korksun. Gideyim bakayım ne yapıyorlar diye gelip bakıp da sonra da taklid edip anlatıyorsa. Allah'tan korksun velilerimizden korksun, bir tokat yer. Eğer inanarak geliyorsa Allah için toplanıyorlar diye düşünüyorsa o güzel, o gelsin. Bir muhabbet vardır. Azda olsa o muhabbet onu getirmiştir.
Tarîkat haktır. Tarîkat sohbet haktır. İnsanların kalbini safileştiren ta-rîkat sohbetidir
.
17-Tarîkat, Peygamber Efendimizi yolu
"Tarîkat, Peygamber Efendimizi yolu..."
13.6.1991
Söylenir dillerde bir Mecnûn u Leylâ her zaman
Günde yüz bin nice Mecnûn ile Leylâ'sı geçer.
Burada Mecnun: İnanmış teslim olmuş bir müriddir.
Leylâ'dan mânâ: Meşâyihtir.
Mecnûn Allah'ın sıfat nurunu Leylâ'da gördü. Kendisinde gördü. Eşyada gördü. Evliyaullahta Allah'ın sıfat nuru mevcut. Esmâ nuru da mevcut. Zat nuru da mevcut.
Onun için buyuruyor ki:
Bir Leyla'nın Mecnun'uyam cânân ilinin cânıdır.
Cânân ilinden gelmiştir. Onun cânı hepimizin rûhu. Cânân ilinden, Allah'tan geldi. Ama, Cânân ilinin canı değil. Onlar geldikten sonra bir daha gitmiş. İkinci gelişidir, ikinci gelişini ifade ediyor. Bu da nedir? "Mutu kable en temutu." Ölmeden evvel ölün. Cenâb-ı Hakk'ın bir emri var ya. Ona mazhar olmuş. O tecelli etmiş. Varlığından kurtulmuş. Bir insan varlığından kurtulunca hakikat varlığına ulaşır.
Bir dilberin meftûnuyam bu cân anın kurbânıdır.
O güzele gönül vermiş. Bir mürid hakikaten Râziye-Marziye maka-mına ulaşırsa, cânını cânâna vermiştir. Kelâm-ı kibarda:
Bu nefsin râzıye, marziyye eyle.
Alıp dost iline kurbana gel gel.
Dost'tan mânâ, Allah'tır. Kurbana gel gel. Allah için nefsin bütün arzularını terk etmiş. Nefsinden geçmiş.
"Sebül-Mesâni"dir yüzü, nutk-u mesihâ'dır sözü
Sebül-Mesânî: Fatiha Suresi Nutk: Nefes. Mesih: Hz. İsa.
Meşâyihin yüzünde Fatiha Suresi yazılıdır, kim okursa onun gönlü fetholur. Başka kelâmda:
Vechinde yazılmış Sebül-Mesâni
"İnnâ fetehnâ"dan verir nişanı.
Senin nefesin Hz. İsa'nın nefesidir diyor. Bunda hilaf olamaz. Çünkü "Benim ümmetimin velileri, Beni İsrail Peygamberlerinin derecelerindedir." diye buyuruyor, Peygamber Efendimiz. Hz. İsa ise Beni İsrail Peygamberi, ümmeti Muhammed'in velileri Beni İsrail Peygamberleri derecesinde olursa, tabii ki onun nefesi Hz. İsa'nın nefesi olur. Hz. İsa'nın nefesi ne yapmış? Mürdeleri, ölüleri diriltmiş. Evliyaullah'ın nefesi de mürde kalbleri diriltiyor.
Nur-u Muhammed'dir özü.
Varis-i enbiya olunca, Peygamber Efendimiz'in nuru da mevcut on-da. Peygamber Efendimiz'in nurunu ondan önce nebiler taşıdı. On-dan sonra da varis-i enbiya olan veliler taşıyorlar. Peygamber Efendimiz son Peygamber olduğu için kıyamete kadar veliler taşıyacak. Mevlidi şerifi dinliyorsunuz.
Hak Teala çün yarattı Âdemi
Kıldı Ademle müzeyyen âlemi
Âlem: Bildiğimiz gördüğümüz bu dünya âlemi. Dünya âlemi ne ile ziynetlenmiş? İnsanlarla. Âdemle dünyayı süsledi. Allah-u Teâla buyurdu ki: "Biz Âdemi yeryüzüne halife gönderiyoruz." Melekler secde etti. İblis secde etmedi.
İblis itiraz etti. "Ben ateşten hâlk edildim. O topraktan hâlk edildi. Ateş topraktan üstündür. Ben secde etmem" dedi.
Melekler tereddüt ettiler. İtiraz etmediler. Baktılar ki noksan sıfat. "Biz ibadet yapmaya yetmiyor muyuz ki? Bunu noksan sıfat halkettin. Ve yeryüzüne halife gönderiyorum" diye emrediyorsun. Cenâb-ı Hak: "Sakin olun meleklerim! İtiraz etmeyin. Benim bildiğimi siz bilemezsiniz." Melekler tekrar Cenâb-ı Hak'tan istiğfar dilediler. "Affet Yarabbi! Tabii Sen âlimsin. Âlim-i sırr-ı hafîsin. Senin bildiğini biz bilemeyiz." Ama burada melekler neyi gördüler? Hz. Adem'in cesedini gördüler. Rûhundan haberleri yok. Zaten canda yok. Ama Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Kendi rûhumdan rûh üfledim." O rûh hepimize üflenmiş. Allah Adem'e dedi:
Mustafa nurunu alnında kodu
Bil Habibim nurudur bu nur dedi.
İşte böyle Peygamberlerden gele gele. Peygamber Efendimize geldi. Ama Peygamber Efendimizde tümü, tamamı tecelli etti. Peygamber Efendimizden önceki Peygamberlere bölünmüş idi. Çünkü bir asırda çok Peygamber yaşamış. Peygamber Efendimizin nuru hangisinde? Hepsi de taşıyorlardı. Peygamber Efendimiz'den sonra da velilere taksim edilmiştir bu nur. Veliler taşıyorlar bu nuru.
"Nuru Muhammed'dir özü" diye bu kelâmın anlamı bu.
"Sebül-Mesani"dir yüzü
Evliyaullah'ın yüzünde Fatiha suresi var. Kim okursa ilmin merkezine dalmış olur. İlmin noktasını bulmuş olur. İlim bir noktadır, o da nedir? Allah'ı bilmek, Allah'ı bulmaktır. Allah'ı bilmek nasıl? İlmel-yakîn bilen insan Allah'ı bilmiştir. Bulmuş değildir. Ancak hakke'l-yakîn hem bilinir, hem bulunur. Bilen bilinen birşey var. Arıyor bulunmuyor. İlim böyledir. Bildirir, aratır, aynel-yakîn yaklaştırır. O da ameldir. İnsan ne kadar amel işlerse o derece Allah'a yaklaşır. Zaten Cenâb-ı Hakk'ın emri. "Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır." buyuruyor. Bilinen birşeyin bulunması için aşka düçar olacak. Allah aşkı ile yanacak ki varlığı ortadan kalksın. Amenna ve saddakna Evliyaullah'ın vechinde (yüzünde) Fatiha suresi yazılıdır. Başka bir kelâm:
İnayet kılsa bana Hak
Hak'tan oku gel sebak
İlmi ledünni bir verak
Pirimde ol şân gizlidir
Evliyaullah ledünni ilmini sana melek okutur gibi okutur, ama sen O'nun yüzünde Fatiha Suresini okuduysan eğer. Bütün Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsı Fatiha Suresinde mevcuttur. Fatiha suresinin mânâsı da Bismillah'ta mevcut. Bismillah'ın mânâsı da "be" harfindeki bir noktada mevcut. O bir noktada evliyaullah'ın iki kaşının arasındadır. Açtın okuduysan, işte ledünni ilmini buldun. Çünkü niçin:
İki kaşı arasından azmeder Mevlâ'ya hat.
Yani Allah'a giden yol, evliyaullahın iki kaşının arasından gider. Onun için Evliyaullah'ın iki kaşının arasına râbıta yaptırıyorlar. Tarîkatımızda böyle. Eğer aşka düçâr oldunsa ilmin merkezine daldın. İlmin noktasını buldun. Başka bir kelâmda:
Bir noktada pinhan imiş
Gör neyledi bu aşk beni
Bir noktada gizlidir, diyor. Neymiş o? O da Allah aşkı. Allah aşkı se-nin kalbinde tecelli etti ise, o bir noktadan mânâ, senin kalbinin açılmasıdır. O aşk açacak senin kalbini. O kalp açılırsa işte ilmin merkezine daldın.
Ol cân içinde cân imiş.
Cân: Evliyaullah
Onun içindeki cân nedir? Allah. Cenâb-ı Allah. "Ben yere göğe sığ-mam, Mümin kulumun kalbine sığarım." buyurmuş.
Buradaki mümin kulun kalbi, senin benim kalbim değil. Bizim kalbimiz muhalefet ambarı olmuş. Ne zaman ki bir müslümanın binbir meşakkat karşısında Allah hiç kalbinden çıkmıyorsa, yerken, içerken, yatarken, kalkarken, gezerken, alırken, verirken, hiç Allah'ı unutmuyorsa, işte Allah onun kalbinde. Allah'ın esmâ nuru tecelli etmiştir. Onun kalbinde, hem sıfat nuru tecelli etmiştir, hem de zat nuru tecelli etmiştir. Ne buyurdu sonunda:
Arş-ı muazzam başıdır
Arş-ı âlâdan bahis yok. Arş-ı âlâ çok büyük, büyüklüğünü anlayalım ki sayısı belli olmayan melekler, Arş-ı âlâda sayısını ancak Cenâb-ı Hakk bilir. Nice varlıkları, büyük hikmetleri vardır. "Arş-ı muazzam başıdır" demek, Arşdan büyük başı.
Hem "Gabe Gavseyn" kaşıdır.
"Gabe Gavseyn ev edna" ayet-i kerimesi var ya. Peygamber Efendimizin hakkında nazil olan bir ayettir.
"Gabe Gavseyn ev edna = Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar yaklaştın." İşte evliyaullah'ın "Gabe Gavseyn" kaşıdır, diyor.
Ol akl-ı evvel cûşudur.
"Kün" emrinin fermanıdır.
Cenâb-ı Hak herşeyi "kün" emrinden halkediyor. Fakat veliler de her ne kadar beşer insan olarak gelmişler, zahirde böyle. Bir cisimle gelmişler. Anaları, babaları vardır. Memleketleri vardır. Onların bir de bâtınları var. Bir insan bâtından büyürse, yetişirse zâhirde yetişmek nedir? Fakülte bitirir, Profesör olur. Çok büyük âlim olur, dünyada bir numaralı insan olur. Bu zâhirdedir. Bâtında yetişmek öyle değil. Bâtında yetişmek, rûhu yetişiyor, rûhen gelişiyor büyüyor. Rûhun geliş-mesinin, büyümesinin esrarını akıllar almıyor. Rûhtan bahis yoktur.
Sordular rûhtan Resullah cevabın vermedi.
Peygamber Efendimiz rûhu bilmez miydi? Ebul-ervah O. Ruhların anası. Bir anne kaç tane çocuğu olursa olsun hepsini bilir. Bildiği halde bahsetmedi. Yalnız Cenâb-ı Hak bildiriyor. "Habibim sana o rûhtan soranlara söyle ki: "Rûh Rabbimin emrindedir." Şimdi rûhlarla ilgili kitaplar yazıyorlar. Sapıtıyorlar insanları. Rûh masumdur. Mesul olan nefistir. İsyan eden nefistir. Nefis isyan edince rûh ceza çekiyor. Evet Allah şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Cenâb-ı Allah, hepinizi arzunuza ulaştırsın. Tarîkatımızı anlamak, yaşamak nasip etsin. Tarîkatı anlamak, yaşamak için evvelâ şeriatta bir eksiğimiz olmayacak. Ondan sonra da meşâyihe fazla inanacağız. Hayatımız, mematımız meşâyihimiz. Bakınız:
Hayatı memattır, mematı hayat buyuruyor.
Hayat: Diri. Memât: Ölü.
Ölü olan kalbimiz. Hangi kalp ölü. Zikretmeyen kalp, Allah'ı unutmuş. Hiç Allah aklına gelmiyor. O kalp ölüdür. Diri kalp hangisi? Allah'ı hiç unutmayan. Yani ben ölü idim, diriltti diyor. Nasıl diriltmiş? Gâfil olan kalbini, mülevves olan kalbini temizlemiş. Bütün muhafeletten, hatalardan temizlemiş. Ne ile temizlemiş? Bir aşk ile. Çünkü insanlar evliyaullahsız aşka düçâr olamıyorlar. Meşâyihsiz aşka düçâr olamıyor-lar. Evet aşkı mecazdan çok az aşkı hakikate döndürmüşler. Onlar da ender. Allah'ın sıfat nurunda kalmışlar. Zat nuruna ulaşamamışlar. Meşâyih aşk-ı mecaz değil. Aşk-ı hakikattir. Meşâyih aşkı, müridi esmâ nuruna tez geçirir. Sıfat nuruna geçirir. Zat nurunda yok eder. Onun için:
Gül bülbülü gördü çıktı kabından
Bülbüller uyandı kalktı habından
Pervaneler geçti ateş bâbından.
Gül bülbülü gördü çıktı kabından: Bizim zâhirde anlayışımıza göre bu kelâm çok ters geliyor. Niçin? Bülbül daima gül bahçesinde, gül dalında bekler ki, gül nasıl açacak diye bekler. Böyle iken gül bülbülü bekliyor ki, açsın. Burada gül'den mânâ Evliyaullah. Çıktı kabından demek, velâyeti. Evliyaullah velâyeti. Bülbülden mana da müridin rûhu. Evliyaullah en evvel velâyetini müridin rûhuna gösteriyor veya tanıtı-yor. Nefis görmüyor ama. Madem ki bir mürid. Evliyaullah'a inanmış teslim olmuşsa onun rûhu Evliyaullah'ın velâyetini görmüştür. Evliyaullah velâyetini ona göstermiştir. Mürid de gafletten uyanmıştır. Başka bir kelâmda müridden mânâ: Bülbül. Gül: Evliyaullah.
Mürşitler benzer güle
Derviş benzer bülbüle
Sev Hakkı seven ile
Ben derviş olamadım
Hakkı da bulamadım.
Allah'ı sevmeyen derviş olamaz. Hakiki Allah sevgisi bir insanın gönlünde olursa, onun gönlünde başka bir arzu olmaz. Ne dünya, ne âhiret, ne mal sevgisi, ne evlat sevgisi. Kendi canını da sevmez. Onun için.
Başını top eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gazâ-yı Kerbalâ gir kendi nefsin kanına
Seyri kıl uşşak-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân etmektir ancak aşkı sevdâdan garaz.
Bir insanda Allah sevgisi, Allah aşkı olmazsa, Allah sevgisine düçar olmazsa terk-i can olamaz. Terk-i can olmayınca da Cânân'ı bulamaz. Buyuruyor ki: "Kulum ver beni de al beni." Neyi verip de O'nu alacağız. Allah'ın bizde neyi var? Allah bize çok nimetler bahşetmiş. Görmemiz, işitmemiz, bunlar hepsi Allah'ın lütfu değil mi? Bunlarla Allah kaza-nılmaz. Hayır.
"Kendi rûhumdan rûh üfledim" buyuruyor. Allah'tan gelen o rûhtur. Eğer o rûhu Allah için verdiysen, Allah'ı aldın.
Te'âlallah ne hûb zîbâ yaratmış kâmil insanı
"Nefahtü fîhi min rûhi" deminde kılmış ihsânı.
İşte sana üflenen odur. Allah'tan gelen de odur zaten. İnsanların cânı çok tatlıdır. Herşeyi cânı için yok eder. Cânını ne için yok ede-ceğini bilemez. İşte meşâyih bildiriyor: "Senin nimetin bu. Yolu da budur. Nimetin şurdadır. Onun bahası da şudur. Yol nedir? Şeriat, tarîkat. Nimetin nedir? Ruyetullah. Bahası nedir? Can vereceksin." Can gitmeden cânân ele geçer mi?
Niçin diyor ki:
Cânım demem ben bu tendeki câna
Eğer vâsıl eylemezse Cânâna
Âhir bu dert beni eyler divâne
Dermân için sen Lokmane gelmişem.
Elhamdülillah çok şükür. Bin şükür, nihai şükürler olsun. Allah nimetimizin münkiri etmesin. En büyük nimeti bize vermiş. Bizi müslüman halketmiş. Sevgili habibine ümmet etmiş. Bize varisi olan velilerini tanıtmış. Sevdirmiş.
"Hiç nimet olur mu bundan ziyade" idrak eden böyle buyurmuş. Tarîkatı tadan böyle buyurmuş. Tasavvuf kelâmı bu. "Hiç nimet olur mu, bundan ziyade." Nedir bu?
Şeyhim benim sultan imiş
Hak'tan bize ihsân imiş
Can derdine dermân imiş
Görün beni aşk n'eyledi?
Âhiri derviş eyledi
...
Sâmi gibi bir Hazrete
Gönderdi beni vuslate
Eriştirip bu devlete.
Vuslat nerdeymiş: Evliyaullahta. Niçin? Çünkü evliyaullah Hak kapısı. Allah kapısı. Evliyaullah'ın gönlüne girdiysen eğer Allah'ı buldun. Gönlüne nasıl gireceksin? Sevgi ile. Hizmet ile. Tarîkatın dört şartı var. Muhabbet, ihlas, edep, teslim.
Muhabbet: Meşâyihini çok seveceksin. Canından fazla seveceksin.
Peygamber Efendimiz : Hz. Ömer'e sordu:
- "Ya Ömer bizi ne kadar seviyorsun?"
- "Nefsimden sonra en çok sizi seviyorum Ya Resulullah."
- "Sen kâmil mümin olamamışsın. Bizi nefsinden fazla seveceksin."
Ondan sonra ondaki sevgi öyle bir coştu ki nefsini sevmedi.
Nimetimiz büyüktür. Cenâb-ı Hak bizi küfürde bırakmamış. Müs-lüman halk etmiş. Küfürde olanlar da Allah'ın kulu onları da Allah yarattı. Onlar da beşer. Onların cesetleri de topraktan halkedilmiş. Onlara da ruh üflenmiş. Halîk bir, madde bir, baba bir. Onlar da Hz. Adem'in evlatları. Hz. Peygamber Mirac yaptığı zaman, semânın her katında Peygamberle konuştu. "Tarîkat yok" diyenler çok yanılıyorlar. Tarîkat yok demek küfür. "Tarîkatın zamanı değildir" diyenler de yanılıyorlar. Çok yanlış söylüyorlar.
Allah kuluna zulmetmez. Kul kendini zulme sevkeder.
Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı
Kulun çektiği kendi cezası.
Eğer şimdi tarîkat olmasaydı, bu zamanın insanlarına Allah zulmetmiş oluyor. Tarîkat nedir? Tarîkat Peygamber Efendimizin yolu. Tarîkatı bir insan yaşarsa, Peygamber Efendimize manen yaklaşır.
Vakt-i saadette Peygamber Efendimizin yüzünü gördüler. Canlarını, mallarını feda ettiler. Sohbetlerinde, savaşlarında, namazlarında beraberlerdi. O kadar mucizelerini gördüler. Ama Veysel Karânî Hazretleri Peygamber Efendimiz'i hiç görmedi. Zâhirde hiç görmedi. Ama Veysel Karânî Hazretleri kadar hiç kimse, sahabeler bile onu bilemedi. Anlayamadılar. Onlar Peygamber Efendimizin cesedi ile beraberdiler. Ama Veysel Karânî ruhu ile beraberdi. İşte burada da şeriat cesetle ilgili, tarîkat ruh ile ilgili.
Şeriat, tarîkat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içerü.
Bizim ehl-i sünnet âlimleri "Ruyetullah haktır, vardır ama dünyada göremezler" diyorlar. Bâtın ulema da buyuruyorlar ki herşey dünyada kazanılıyor. Dünyada göremeyen âhirette de göremez. Öyle midir? Öyle. Çalış kazan sen de gör. Onun için Yunus Emre'nin:
Sensin benim cânım cânı
Sensiz kararım yokdurur
Cennette sen olmaz isen
Vallah nazarım yok durur.
Yemin ediyor ki, cennette sen olmazsan, cenneti ne yapacağım. Ama kim O? Cenâb-ı Hz. Allah. Cennette sen Cemâlini göstermezsen ben cenneti ne yapacağım diyor. İstemem diyor. Başka bir kelâmında zaten açıkça söylüyor:
Cennet cennet dedikleri
Bir köşk ile birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni.
Bizim mevcut olan divanımızda da var:
Cemâlin şemine müştâk olanlar
N'eder cennetteki ebrârı Leyli
Cemâline aşık olanlar, cennetin süsünü, varlığını, eşyasını ne yapacak? Her şeyin dünyada misali vardır. Mecnun gibi, Ferhat gibi. Daha çok aşk-ı mecazlar var. Ama aşk-ı hakikatı görenler az olmuş
.
18-Şeyh'ini unutmazsan O'nun yanındasın
"Şeyh'ini unutmazsan O'nun yanındasın."
7.6.1991
Sağlık da geliyor Allah'tan. Hastalık da geliyor Allah'tan. Bizi bizden daha iyi bilen var. Belki hastalığın bizim için sağlıktan daha hayırlı olduğunu bilen var. Amenna öyledir. Biz bilmiyoruz ama, fakirliğin bizim için zenginlikten daha iyi olduğunu bilen var. Rabbimiz bizi halk etmiş. Bizi bilir. Zenginlik ile mi biz Rabbımızı buluruz? Fakirlikle mi? Peygamber Efendimiz fakirlik diledi. Allah O'na zenginlik veriyordu da almadı. Cenâb-ı Hak "erhamerrâhîmin" adaletlidir. Merhamet sahibidir. Âdildir. Bir kuluna hem dünyada, hem ahirette azap etmez. Bir kuluna dünyada fakirlik vermez. Azap etmişse âhirette ona azap etmez. Yalnız fukara-yı sâbirinden olacak. Gözü onun bunun malında, yemesinde giymesinde değil. Onu bunu istemek değil. Çarpmak, kırmak, vurmak değil. Tefrikadan kurtulalım.
Tefrika iyi değil bizim için. Tefrika nedir? Allah'tan gelen hayırı, şerri bilmezsek, tefrika oluyor. İnsanlar hayır işler, şer işlerler. Sen hayırlı insansan şerri işleme, hayırı işle. Cenâb-ı Hakk'ın şerre rızası yoktur. Hayır işleyen kimdir? İyi niyetli ve insanlara daima iyilik düşünendir. Şerli insan kimdir? Daima şer işleyen ve insanlara zararı dokunandır. Biz her zaman hayır düşünüp, hayır kazanacağız, şerden de kaçına-cağız. Her ne kadar hayır işliyorsak şerden kaçınıyorsak kaçınalım, biz de bir insanız. Cemiyet içerisindeyiz. Akrabamız var. Çevremiz var. Bunlar içerisinde şerli insanlarla karşılaşıyoruz. Bunlardan bize zarar geliyor. Bunlar bize eziyet ediyorlar. Bunları ne yapacağız. Onları Allah'tan bileceğiz. Allah'tan bize gelen iptila üç türlü gelir. İllet, gıllet, zillet.
İllet: Hastalıkla gelen.
Gıllet: Fakirlikle gelen.
Zillet: Yürek oynatması, üzüntü, sıkıntı, eziyet.
Zamanımızda bunların üçü de vardır. Fakat gıllet azdır. Zillet çoktur. İllet çoktur. Ne kadar bu hastalıklar çoğaldı. Araştırdığınız zaman hiç bir tane sağlam adam var mı? En sağlam adam gitse doktora onda da bir hastalık bulacaklar. Zillet ise herkesin bir taraftan bir üzüntüsü var. Bir ailede bir kanser hastalığı olduğu zaman. Allah korusun müslümanları. Ne oluyor orada? Bir insanda illet var. Ama ailenin bütün insanlarını zillete düşürüyor. Kanaat olmayınca fakirlik de başgösteriyor. Kanaat olmuş olsa fakirlik yok. İşte fukara-yı sâbirinden olmak. Allah'ın mağfiretine uğramaktır. Cenâb-ı Peygamber Efendimiz bize acıdı. Bizi kayırdı. Bizim için zenginlik istemedi. Zenginlik Peygamber Efendimize bir şey yapmaz. O bizi düşündü. Onun ashabından olan, damadı olan Osman-ı Zinnureyn Hazretleri bir gün Peygamber Efendimize orduya harcamaları için bir torba altın getirdi. Veriyor, "Ya Resulullah bunu orduya harca." O torbanın altınını döküyor, önüne parmaklarını içine koyarak altınları karıştırıyor. Hz. Osman-ı Zinnureyn Hazretlerini yüzüne bakıyor. Yanında sahabeler var. Diyor ki: "Bunlar Efdal oğluna zarar vermez." Peki ümmeti olan Hz. Osman'a zarar vermiyordu da bu altınlar Hz. Resulullah'a mı zarar verecek? Niye "Uhud Dağı'nı altın halkedeyim" dedi de kabul etmedi. Bakın dikkat edin. "Yarabbi sen isyan eden ümmetimi fakirlikle mi yarlıgayacaksın. Zenginlikle mi?" diye sordu. "Ben ümmetini fakirlikleri ile yarlıgarım. Fakirliklerine bağışlarım." "Ben ümmetim için fakirliği kabul ettim Yarabbi." Bu ne kadar ümmetini seven Peygamber! Bu ne kadar ümmetini kayıran Peygamber! O bizi bu kadar sevmiş kayırmış da biz bizi niye düşünmüyoruz? Biz bizi niye kayırmıyoruz? Biz sünneti terk edersek bize kim şefaat edecek. Nasıl kurtulacağız daha. Allah'ın emri de bu değil mi? İnanmış olduğumuz bizi yoktan var eden Allah'ın emri de bu değil mi? Nasıl bir emri var bize.
"Habibim bana itaat eden, sana tâbi olsun." Habibinden gelen emir bize geliyor. İtaat nedir? Kur'ân. Kur'ân'a kim inandı ise, kim Kur'âna tâbi oldu ise, Allah'a itaat etti. "Sâna tabi olmayan bana itaat etmiş değildir." Onun için burada hanımlar için de sünnet var, erkekler içinde sünnet var. Sözünüz, özünüz, işiniz, kıyafetiniz, yaşantınız sünnete-kitaba uygun olsun. Sade fakirlikte sizi kurtarmaz. Zenginlik de kurtarmaz insanları. Muhakkak zengin de olsa, fakir de olsa, kitaba-sünnete uymak mecburiyeti var. Kitabımız Kur'ân. Peygamberimiz Hz. Resulullah. Allah'ın cemâlini insanlar görürler. Niçin, bizim bu rûhlarımız Allah'ın zatından ayrılmış gelmiş. Bu ruh yine Allah'ın zatına gitmek ister. Ama nefis zulmediyor ona. Nefis de bu cesedimiz. Niçin?
Bu ten kuşu hevâ ile heveste
Murg-u cânım feryâd eyler kafeste.
Bu ten kuşu: Nefsimiz, cesedimiz Murg-u cân: Rûhumuz Kafesten mânâ: Esaret.
Rûhumuz kafese hapsedilmiş bir kuş gibi ordan çıkmak için bağırıp duruyor. İşte bizim de cesedimiz kafes olmuş, ruhumuzu hapsetmiş. Bu rûh ordan çıkmak ister. Nasıl çıkacak? Bir insan şeriatın, tarîkatın emirlerini işlerse, rûhu kafesten çıkmış olur.
Oların rûhlarının yok kararı
Dolaşırlar zemînü âsumânı
Olar bu âlemi devrân ederler
Ararlar derde düşen nâ-tüvânı
Nâ-tüvân: Mecbur.
Bu da çok önemli bizim için. Çok önemli. Cenâb-ı Hak bizi noksan sıfatla halketmişse, noksanlığımızın icabı. Bu dünyada bizim çilelerimiz var, bizi bu çilelerden kurtaracak kim olacak? Râbıtamız. Çilelerden kurtulmak demek gelen hastalığa razı olmak. Gelen fakirliğe razı olmak. Gelen zillete razı olmak. Bu niçin böyle oluyor? Râbıtamız olmazsa olmaz. Çünkü:
"Eşeddül belâ" fermanı var.
Cenâb-ı Hak:"Şiddetli belayı Peygamberlere verdik. Onların içinden hafifini de velilere verdik. Onların hafifini de müslümanlara, inanmış ve inancını yaşıyanlara. Dinini yaşayanlara verdik." Eğer biz müslümanlık davasında isek niye rahatlık istiyoruz ki. Rahatlık istiyorsak eğer, o zaman müslümanlık davasında bulunmayalım.
Nefsimizin esaretinden rûhumuzu kurtaran, meşâyihimizin himmeti, Şeyh Efendimizin duası. O kurtarıyor. O zaman anlıyoruz ki dünya arzuları aldatıcıymış. Nefsin arzularından vazgeçebiliyoruz. O zaman bizim için hastalık ta önemli olmuyor. Celâlî Baba ne buyurmuş?
Gaza-yı belâdan kurtulmaz başım
Günbegün artıyor, yürekte cûşum
Celâli yadlarla görülmez işim
Bu dertli sinenin dermanı geldi.
Şeyh Efendisi gelmiş de ona söylemiş.
Dertli sine: Dertli vücud. Dertli vücudumun dermanı geldi. Evet insanların vücudunda çok dertler oluyor. Fakat bunlar önemli değil. Esas insanın bir derdi var.
Bürhan aradım aslıma aslım bana bürhan imiş.
Ben diyor derdime derman ararken derdim bana derman. Burada insanların derdi, derdine derman ise niye doktora gidiyor? Niye derman arıyor? Bir dert var ki o dert derman oluyor insanlara. O derdi bildikten sonra daha hastalığı da kalmıyor vücudunda. Esas derdini bildiği zaman dertleri bitiyor.
Meselâ: Bir büyük balık olur. Bütün balıkları yutar bitirir. İşte esas dertte diğer dertleri siler süpürür. Peki esas derdimiz nedir?
Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Bürhan: Kurtuluş.
Ben kurtulmak isterken, derman ararken aslım beni kurtaracakmış. Aslını bilenler, aslını düşünenler kurtuldular. Derdim de bana dermanmış. Derdimi bildimse daha niye derman arayayım. Bu dert nedir? Bu dert Allah'tan ayrılışımız. Derman nedir? Allah'tan ayrılan rûhun Allah'la birleşmesidir. Allah'a ulaşmasıdır. Aslımız nedir? Aslımız Allah'tan gelen rûhumuz. Cesedimiz ne? Toprak. Bugün var, yarın yok, var mıdır? Ölmeyen var mıdır? Yok. Ölmeyen kalsaydı Peygamber Efendimiz kalırdı. Hepsi onun şerefine halkedilmiş.
İnsanların bu görmüş olduğumuz vücudu eğer Allah'a kulluğunu yapıyorsa büyüyor. Çok kıymetli oluyor. İnsanlar çok büyüktür. Çok kıymetlidir. İnsanlar çok büyük çok da küçük varlık. Hem de büyük varlık. İnsanlar çok kıymetli, çok da adî, kıymetsiz, insanlar insanlık şerefine nail olursa büyük varlık oluyor. Çok kıymetli oluyor. Ve çok da güzel oluyor. Niçin? Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
"Biz insanı kendi sûretimizde hâlk ettik." Burada yanlış anlaşılmasın. Cenâb-ı Hakk'ın ruhunda bir sıfat-ı subûtiyesi var. Onun da 8 sıfatı var. İnsanlarda da 8 sıfat var. İnsanlardaki noksan sıfat. Ondaki kemal sıfat. Bir insan noksan sıfatından kurtulup kemal sıfata ulaşırsa daha güzel olmaz mı? İşte Allah Cenâb-ı Hak o sıfata bürünmüş. "Biz insanı kendi sûretimizde halkettik" demişse bizim bu sûretimize değil. Bizim sûretimizin içerisinde bir sûret daha var. Ama eğer Allah'a kulluk ediyorsak, o sûret çok kıymetli. Allah'tan sonra kıymetli olan odur. Allah'a isyan ediyorsak o sûret var ya bütün sûretlerden, hepsinden çirkindir. Bütün hayvanların en adisi domuz vardır, ondan da aşağıya düşer insan. Ondan da çirkin olur insan. Bu ne? İnsanların iç âlemi. Dış tarafı değil. Dış görünüşü değil. Affedersiniz, domuz, köpek, eşek gibi pis hayvanları, televizyonlarda görüyorsunuz. Meselâ Beyaz Saray'a koyarlar mı? İşte Cennet te çok lüks bir yer. Böyle çirkin vücudları oraya koyarlar mı? Öyle ise bu insanlar bu dünyada hem cennete lâyık bir cisim kazanıyorlar hem de cehenneme layık bir cisim kazanıyorlar. Cenâb-ı Hak:
"Biz insanı çok kıymetli hâlkettik. Zatımın nuruna ancak insan ulaşır, melekler bile zatımın nuruna ulaşamaz." buyuruyor.
Meleklerde noksan sıfat yok. Noksan sıfat nedir? Yalan söylemek, hırsızlık etmek, içki içmek, kumar oynamak, adam öldürmek. Bunlar değil. Ya nedir noksan sıfat? Bizim yememiz, içmemiz, uyumamız, hasta olmamız, ihtiyar olmamız, yorulmamız, usanmamız. Bunlar nedir? Noksan sıfat. Meleklerde bunlar yoktur. Yeme yok, içme yok, uyku yok, yorulma yok, hastalanma yok, ihtiyarlama yok, zikirleri de nur. Cisimleri de nur. Böyle olduğu halde, eğer insan insanlığını kazanırsa o melekten kıymetli oluyor. Cenâb-ı Hak melekleri sıfat nurundan halk etmiş. Sıfat nurunda kalıyorlar. Terakki yok. Tenzilat yok. Düşmek de yok. Çıkmak da yok. İnsanlarda hem düşme var. Hem de çıkma var. Hem yükselme var. Hem de alçalma var. Allah razı olsun hepinizden. Allah arzunuza ulaştırsın. Cenâb-ı Hak, gayemizi bilmek nasip etsin. Gayenize ulaşmak nasip etsin. Evet korkmayın. Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür.
Âriflerin kıyameti daimdir
Kulûbu hep masivadan saimdir
Biz gaflette isek pirim kaimdir.
Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi
Bir de buyuruyor ki:
Ehl-i aşkın derdinin dermânı vuslattır beğim.
Hepiniz ehl-i aşksınız. Ama aşkınızı muhafaza edin. Çoğaltmaya bakın, büyültmeye bakın. Herşey küçükten büyür. Aşk Allah sevgisidir. Onu büyüte büyüte kalbiniz tamamen onunla dolar. Aşkın neticesine ulaşırsınız. Aşkın neticesi ne?
Aşk anındır, aşık oldur, maşuk olÂhir andan ana varır cümle yol.Rûh Allah'a nasıl gider? 1- Dünyadan geçer, 2- Âhiretten geçer, 3- Nefsinden geçer, 4- Cânından geçer. Allah'a gider.Sanma ki kaçar âşık olan cevr ü cefâdanCefâ tefrika oluyor. Cefâ nerden geldi? Allah'tan. Safâ nerden geldi? Allah'tan. İkisi de bir yerden geldi ise ikisini de alacağız. Bu ne demek? Yani sağlık bizim için ne ise hastalığın da öyle olması lâzım. Hastalıktan şikayetçi olmayacağız. Yalnız niçin hastalıktan kaçacağız amel işlemek için. Zevk için, sefâ için, rahatlık için değil. Hasta olmuş, amel işleye-miyoruz. Hastanın da ona göre ameli var. Hasta olarak işlemediğimiz eksik amellerimiz sağ olup da amel işlemeyenlerden daha hayırlı olur.Madem ki: "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanına, inandıysan. Müslümanız elhamdülillah. Amentünün şartlarına inanmazsak müs-lüman olamayız zaten. Bir binanın var olmasında altı cihet vardır. Bu vücud da böyle ne olursa olsun. Bir vücud var mı? Bunun altı ciheti vardır. Bu bardak bir cisim mi taşıyor? Bunun önü var bir cihed. Arkası var bir cihet. Sağı var bir cihet. Solu var bir cihet. Üstü var bir cihet. Altı var bir cihet. Eğer bunun altı ciheti olmazsa burada sıhhat olmaz. Bu tavan olmasa yağmurdan, doludan nasıl muhafaza edileceğiz? Tabanı olmasa nerede oturacağız? Sağı var, solu var, arkası, önü var. İşte imanın bütünlüğü de altı şarttadır. Bir tanesi olmazsa olmaz. Bu altı şartın bir tanesi de "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi." Buna inanmak. Ama bu sözde kalıyor. Tatbikatına geçemiyoruz. İmanın taklidinden tahkikine geçmek lâzım.Bulam dersen eğer ayn-ı imânıÇalış ki olasın şeyhinde fâniSana senden yakın olanı tanıBu berzah âlemin geçmek dilersenBekâ gülşanına göçmek dilersen.Bu tasavvuf ve tarîkat kelâmıdır. Ama zâhirde de, şeriatımızda da "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanı varsa bu ne demek oluyor?Hayır da gelir Allah'tan, şer de gelir Allah'tan.Hayır nedir bizim için? Sağlık. Hayır nedir? Varlık. Şer nedir? Fakirlik. Hayır nedir? Kıymet, itibar, insanlardan görmüş olduğumuz hürmet. Şer nedir? İnsanlardan görmüş olduğumuz eziyet, üzüntü. Bunların hepsi Allah'tan geliyor. İşte bu fermana göre, hastalıkla, sağlığı bir bileceğiz. Tefrika yapmayacağız.Maşuk kim? AllahÂşık: Allah'ı seven kul. Aşk: Kulda tecelli eden Allah sevgisi.Aşk, âşık ile maşuğu birleştiriyor. Bunun menbaı Peygamber Efendimiz. Başlangıcı, başı, anası Peygamber Efendimiz. Çünkü Hatice validemizle evlendikten sonra fakir hayattan zenginliğe geçti. Çok fakirlik çekmişti. Zengin bir hanım ile evlendi. Çok güzel bir hanım ile. Hatice validemiz Mekke'de tek bir hanımmış. Onun o kadar çok talipleri varmış ki, hiç birini almamış. Hiç birisi ile evlenmemiş. Çok akıllı, çok güzel, çok zengin. Malını, canını Peygamber Efendimize fedâ etti. Öyle olduğu halde kaçıyor hanımından. Hira Dağına gidiyor. Nur Dağına gidiyor, orada Rabbi ile Allah ile başbaşa kalıyor. Hiç bir canlının gözüne görünmesini istemiyor. Bir ses kulağına gelmesini istemiyor. Kırk gün oraya gitti. Orda rûhî terakki yaptı. Oraya cismi ile gitti. Ama onu oraya götüren Allah sevgisi idi. O aşkı orada büyüttü, büyüttü, büyüttü ne oldu. O aşk onun Burağı. Ne buyuruyor:Gece gündüz durmayıp istediğinN'olaki ki görsem Cemâlin dediğinGel Habibim sana âşık olmuşamCenâb-ı Hak Peygamber Efendimize âşık olmuş. Onu çok sevdiği için sevdiğinden dolayı yükseliyor. Peygamber Efendimizde olan Allah sevgisi. Sevilen de Allah. Ne oluyor? Sevgi birleştiriyor. Müridde de aşk ne yapar?Aşk anındır, âşık oldur, maşuk ol.Âhir andan ana varır cümle yol.Aşk ne yapar? Allah'tan gelen rûhu Allah'a ulaştırır. İlim, amel ulaş-tırmaz, ilim, amel yaklaştırır. İnkâr edilmez haşa.Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır beğim.Vuslat: Ulaşmak.Burdaki dert nedir? Allah'tan ayrılması. Ulaşmak isterse dermanı bulur.Ehl-i aşkın derdinin dermanı vuslattır beğimSen benim derdime derman olamazsın ey hekim.Burada da doktorlara. Ey hekimler diyor. Ehl-i aşkın derdinin dermanını siz yapamazsınız. Siz onun derdini bilemezsiniz. Dermanda veremezsiniz.Öyle bir Sultan'a hâdim olmuşam âlemde kimBir nefesi ayrı değil Hazret-i Mevlâ ile.Hâdim: Hizmetçi.Yetmez mi bu bize? Yeter. Kıymetini bilelim. Hepiniz ehl-i aşksınız. Hepinizin maşuğu var. Meşâyihimizin emri tarîkatta yapmış olduğumuz amellerimiz, sohbetlerimiz, hatmelerimiz, namazların peşlerinden virdlerimiz. Bütün namazların peşinden onbir defa "lâ ilahe ilallah" üç defa salatü selam "Allahümme Salli ala Muhammedin ve alâ alî Muhammed." Veya"Allahümme salli âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ alî seyyidinâ Muhammed. Bi adedi küllü daim ve devâim ve bârik ve sellim. Ve aleyhim teslimen kesîra."Salavatlar çok ama. Salavatların en eftali bu. Seçmiş almışlar. Niçin en eftali oluyor. "Bi adedi küllü daim ve devaim" demek, adetsiz, sayısız külli. Her zaman daima. Külliyetle salatü selam getiriyoruz sana."Ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim teslimen kesîren kesîra."Teslimen: Teslim olarak. Daim: Devamlı. Kesîr: Çok. Çokların ço-ğunluğu ile. Salât ve selâm getiriyorum.Bu virdlerimizi ihmal etmeyin. Büyüklerimizin ameli. Bunları yaparsak biz de sultanların hâdimi oluyoruz. Sultanlar kim? Meşâyihler. Hâdimler kim? Meşâyihlerin müridleri. Hizmetlerini göreceğiz. Kelâm-ı kibarda geçer:Masivanın illetinden pak edip bu gönlümüKıl Tarik-i Nakşibendin hâdimi Allah için.Bakınız ne kelâm bu. Allah'a şükür. Hepiniz Nakşibendi Tarikatındansınız. Hâdimsiniz şimdi. Hizmetçisiniz şimdi. Ama hizmetinizde azimli olun; ciddi olun, samimi olun. Hizmetimiz nedir? İşte, Evvabin namazı, Teheccüd namazı. Hatmemiz günlük virdimiz. Namazların peşlerinden olan virdlerimiz. Bunları ihmal etmeyin. Sabah namazının peşinden Yasin. 5 vakit namazın peşinden okunacak "Lâ ilahe illallah" on bir tane. 3 defa Salat-ı selâm. Selaten tüncina. Bunlar aynen günlük yapmış olduğumuz Lafza-yı Celâl'le olan virdimiz gibidir. Yalnız namazınızı kıldınız işiniz acele. Yolcusunuz virdlere zaman yok. Yürürken de yaparsınız onu. Virdleri oturarak yapmak şart değil. Müsait olursanız oturarak yaparsınız. Yoksa namazı kılar, aşırları okursunuz. Virdleri de giderek okursunuz. Herhangi bir harekette bulunabilirsiniz. Acil işiniz varsa. Yalnız müsait olanlar virdlerini yaptıktan sonra beş on dakika da huzur yapsalar daha da eftal. Bunları mutad edineceğiz ki, o zaman hâdim olalım.Tarîkatta hizmet çok önemlidir. Çok kıymetlidir. Allah'ın indinde de Resulullah'ın indinde de hizmet çok önemlidir. Çünkü emir hududunda oluyor.Allah'a şükür siz ehl-i sünnettensiniz, hayvanî sıfatta değilsiniz. Be-şerî sıfattasınız, melekî sıfata geçmek için çalışın, geçin. Geçmez-seniz, hiç değilse noksan sıfattan kurtulmuş, kemâl sıfata ulaşmış olan, Mürşidinize bağlanın. Ama inancınız tam olsun. Tarîkatın dört şartı var: Muhabbet, ihlas, âdap, teslim. Mürid bunlarla terakki ediyor. Bunlar olmazsa, mürşidi olanla, mürşidi olmayanın farkı nedir? Mürşidi olan da beş vakit namazını kılıyor. Olmayan da kılıyor, ibadetini yapıyor. Farz olan amelleri işliyor.Eğer insanın kalbi açılırsa ki bu da tarîkatın şartları ile oluyor. O küçücük kalb çok büyük oluyor. Onun için evliyaullah'ın bir tanesi buyurmuş ki: "Zâhirde dünya harmanında ben bir taneyim. Ama bâtında, maneviyatta dünya benim harmanımda bir tanedir."Öyle midir? Amenna. Öyledir.Muhabbet: Şeyh Efendimizi çok sevmek. İhlas: Onu büyük göreceksiniz. Zâhirdeki cismi evet insan. Ama bâtında öyle değil. Onun cisminin içinde bir cisim var. Öyle bir cisim ki: İçerisinde olan cisimin de gözü var. Kulağı var. Eli var. Dili var, işte o göz şarkı garbı görür. O cisminin içindeki cisimde olan kulak şarktakini, garptakini işitir. O cisminin içerisindeki olan dil, zâhir dillerin konuşa-madığını konuşur. Bütün ulemanın konuşamadığını konuşur. Madem ki evliyaullah Allah'ın sıfatı ile sıfatlaşıyorsa, işte bunlar.Âdab: Onun zâhirini bâtınını bir bilin. Huzurunda nasıl duruyorsanız, uzaklarda, ıraklarda olduğu zamanda huzurundaki gibi olun. O sizden ayrı değil. Siz de ondan ayrı olmayın. Siz ondan ne zaman ayrı olursunuz, unutursanız o zaman ayrı düşersiniz. Unutmazsanız ayrı değilsiniz.Teslimiyet: Ona cansız bir âlet gibi teslim olmak. Ben cansız bir aletim o beni hareket ettiriyor. Meşâyihimin önünde ben ölmüş bir cenaze gibiyim. Beni sağa çeviriyor. Sola çeviriyor. Yıkıyor. Beni yatırıyor. Kaldırıyor. Gezdiriyor. Dolandırıyor. Niye biz yol alamıyoruz?Salihâ bir kimseye yol aldıran ihlasıdır.Yol alamıyoruz değil. Alıyoruz. Madem ki amelimiz var. Şeriatımız var. İmanımız var. Tarîkatımız var. Allah'ın emirlerini yapıyorsunuz. Bir de meşâyihin emirlerini yapıyorsunuz. Yol alıyorsunuz. Alıyor-sunuz. Ama aheste aheste, ağır ağır gidiyorsunuz. Ya nasıl ola ki çabuk gidelim? Bir insan var ki yola çıkmış. Bu yolu bir insan kırk senede gider. Bir tanesi kırk ayda gider. Bir başkası da kırk günde gider. Kırk dakika gider. Bir dakikada gider. Topal karınca niyetlenmiş. Hacca gidecekmiş. (Bunlardan bizim alacak hissemiz var.) Her kelâmın bir hakikatı var. Bunun hâlini görenler bilenler demişler ki: "Ey hayvan senin zaten hâlin ortada; ayağında topal üstelik. Senin önünde deryalar var? Nasıl geçeceksin? Dağlar var nasıl aşacaksın?" demiş. "Evet ben gidemem. Ama bu yolda ölmek isterim." O anda bir kartal gelmiş konmuş. Kartalın ayağına yapışmış. Kartal uçmuş. Götürmüş bunu. Deryaları da geçirmiş. Dağları da geçirmiş. Beytullah'a götürmüş. Kartaldan mânâ meşâyihin velâyeti. Karıncadan mânâ da müridin rûhu. Bizim ilmimiz amelimiz işte o topal karıncanın hesabı gibi. Bir himmet olursa bizim için kırk günlük yol. Kırk dakika olabilir. Amenna. Nasıl olur ama? İşte tarîkatın bu dört şartını elde ederseniz olur. Kırk günlük yol kırk dakikaya düştü. Onun için:Bulam dersen eğer ayn-i imânıÇalış ki olasın şeyhinde fânîŞeyhinde fâni olmak için tarîkatın bu 4 şartı olacak. Peki yok mu? Bizde var. Olmazsa gelmezdik buraya. Var ama bunun cüzîsindesiniz. Küllîsine ulaşın. Küllîsini elde ederseniz o zaman uzak yolunuz yaklaştı. Allah, âhir âkibetimizi hayır getirsin. Allah muhabbetimizi muhafaza etsin. Ama biraz da sizin sayınızla olacak. Cenâb-ı Hak "Kulum iste vereyim." buyuruyor. Cenâb-ı Hak bize muhabbet ihsan etmişse bunun muhafazasını da ondan isteyelim."Yarabbi sen muhabbetimizi muhafaza et. Yarabbi sen pirimizin izinden ayırma. Yarabbi sen pirimizin eteğinden elimizi kaydırma." Bu ne demektir? Eğer O'na olan sevgimiz gönlümüzden çıkarsa eteğinden elimiz kayar. Elimiz etekten kaydı. Bizim tarîkatımızda kâbiliyet şart. Nakşibendi Efendimiz buyuruyor ki: "Biz kâbiliyet te veririz. Hiçbir tarîkatta bu yoktur." Kâbiliyet: Yani biz müridin kalbini değiştiririz. Kelam-ı kibarda buyuruyor ki: Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin.İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti.Kâbiliyet veririz diyor. Ama senin bir kabın var. Kirlenmiş. Eskimiş. Daima yemek yiyeceğin bir kab. Veya senin için çok lâzım olan bir kab. Kirlenmiş. Paslanmış. Eskimiş. Bir tanesi tazeler o kabı. Taze kab verir. Eğer onun kıymetini bilirsen o kab artık eskimez de, kirlenmez de, paslanmaz da. Herhangi bir insan var ki kullandığı alet sanki taze alınmış gibi. Halbuki yıllar boyunca kullanmıştır. Bazısı da vardır ki, tezden eskitir onu. O verilmiş olan kabiliyet kalbimiz. Kalbimizi muhafaza ede-ceğiz. Onlar muhabbet vermekle veya onların himmeti nazarı. Manevî görevleri var. Hizmetleri var. Niçin?Türlü nimetler verir lâyık değilsem de benGönderir mimarını teztez bu dil-i viranımaKirlenmiş, paslanmış bu kalbimi mühendisle düzeltir. Yıkılmış harap olmuş kalbimi. Bir mühendis nasıl imar ederse evliyaullah da benim kalbimi imar ediyor diyor. İmar etti, yaptı. Bütün çarığını çürüğünü paklâdı. Tamir etti, yahut ta tazeledi onu. Götürüp onu kirlettinse, bir imar eder, iki imar eder, bırakır onu. İşte ihvanlar ders tazeliyorlar ya, buna dikkat etsinler. Tabii bunların bir şüphesi oluyor. Yaparım diyor, yapamadığını anlıyor. Dersini çekmedi. Veya bir kusur işledi. Alırım yaparım diyor. Alıyor yine yapmıyor. Hizmetleri yapamıyor. Evet hanımlar için teveccüh yok ama teveccüh ile hatme birdir. Hatmede ne okunuyorsa teveccühte de o. Yalnız zâhir şeriat olduğu için. Hani bir erkek mahreminden başkasına el süremez. Teveccühte de ebyat (beyitler) okununca el sürülüyor. Onun için hanımlara teveccüh olmuyor. Hanımlardan da teveccüh yapan olsaydı o da hanımlara yapardı. Çünkü teveccüh erkeğin amelidir. Her tarîkatta da teveccüh yoktur. Haşa, estagfirullah. Biz bundan varlık duymayalım. Övünmüş olmayalım. Şeyh Efendimizin emri. Bize teveccühü emrettiği zaman (8-10) kişiye ders vermeyi emretmiş idi. Ama teveccüh emrini bu günahkâra verdi. Emir verildiğinde, yaz mevsimi idi. Köyde oturuyorduk. Gittik kimseyi bulamadık. Üç gün sonra Şeyh Efendimize gittik. Benden yaşlı olan onunla rahat konuşan arkadaşı, Şeyh Efendimizin ihvan kardeşi olan arkadaşı cevap verdi:- "Yapamadık."- "Niye yapamadınız?" dedi. Celallendi. O arkadaşı dedi ki: - "Kimseyi bulamadık."- "Beş kişi bulamadınız mı?" Beş kişi ile teveccüh olur. Şimdi o da değil. Teveccüh bize emredilince bizim üzerimize ağır bir yük. Yani bir dağ getirildi kondu. İtimat edin böyle. Yani demek istiyorum ki teveccüh herkese emredilmiyor. Bununla da biz övünmeyelim de. Emredilmişse yapmak mecburiyetindeyiz. Ama hanımlara yok teveccüh. Teveccühü hanım yapamadığı için hanımlara teveccüh yok. Fakat hatme ile teveccüh bir. Teveccühte beyit okunuyor. Eğer değişen bu ise hatmenin sonunda bunu da okuyun. Mühim olan feyiz almanızdır, feyiz almak içinde kalbi selîm olacaksınız. Kalbinizde olan bütün düşünceleri herşeyi çıkarıp atacaksınız. Hatmenin büyük amel olduğuna inanacaksınız. Hatmede silsile okunurken bütün ervahın geldiğine inanacaksınız. Başta Resulullah Efendimizin. Bütün Şeyh Efendilerimizin isimleri okunurken onların geldiklerine inanacaksınız. Zaten hadis de var, ayet de var, hatmenin hakkında:Peygamber Efendimiz, ashabına buyuruyor:- "Cennet bahçelerine girin. Meyvalarından yiyin."- Ya Resulullah cennet bahçeleri nerelerdir? Meyvaları nelerdir? Bu-yuruyor ki:- "Cennet bahçeleri zikir halkaları, meyvaları ordan almış olduğunuz feyiz, muhabbet."
Daha çok hadisler var. Daha çok ayet-i kerîme var.
Kelâm-ı kibarlar hep ayete, hadise dayanıyor. Divanda ne buyuruyor:
Nakşibendiler kurunca halkayı illlayı hu
Keşfolur arz u semâvât arş-ı âlâ hû çeker.
Hatmeye büyük bir amel olduğuna inanarak, kalbi selîmle oturmuşsanız ordan aldığınız feyiz, muhabbet sizin teveccühünüz işte.
Cezbe haktır. Cezbeye muhalefet olmaz. Cezbeyi inkâr küfürdür. Ama cezbenize sahip olun. Onların da günahına sebep olmayın.
Geçmeyenler bilmez çarh-ı çemberi
İçmeyenler bilmez âb-ı kevseri.
Cezbesi olmayanlar cezbeden ne anlar? Bilmeyince inkâra düşer. İnkâra düşünce günah olur.
Cezbe demek gayr-i ihtiyarî. İrade dışı demek. Cezbeyi inkâr eden kişiler gidip elini cereyana dokundursun bakalım. İnsan kendine hâkim olabilir mi? Bu zâhir cereyan öldürür insanı. Manevî cereyanda ayni zâhir cereyan gibidir. Yalnız öldürmez insanı. Ama iradesini alır. İradesiz hareketler yaptırır. Evliyaullah da madem ki Allah'ın sıfat nuru varsa bir mürid de onu görmüşse. Zâhiri görmese bile, rûhu görmüştür. İnanmak, sevmek, mürid olmak bu zaten.
.
19-Sevdim seni seydayı cihan hayr ve şerde
"Sevdim seni seydayı cihan hayr ve şerde"
31.5.1991
İnsanların çoğalması için Hz. Adem'le Havva'ya Allah'tan emir geliyor. Her sene çift çocuk doğuruyorlar. Bunlardan birisi oğlan, birisi kız oluyor. Bir sene önceki doğanlarla, bir sene sonraki evleniyor. Meselâ: Bu sene bir oğlan bir kız doğmuş. Bunlar becayiş olarak evleniyorlar. Bu sene doğan kız, gelecek sene doğan oğlanla, bu sene doğan oğlan gelecek sene doğacak kızla evleniyorlar. İşte kitaplara inanmak bu. Hz. Adem'e inmiş olan suhufta bildirilmiş olan bu emirlere. Bunlar nasıl evlenebilirler diye kabul etmemek küfürdür. Onlar Allah'ın emrini işlediler. Hak'tır.
Her Nebinin dini kitabı kendi zamanında idi. İdris Aleyhisselama gelen on suhuf da Şit Aleyhisselama gelen elli suhufun hükmünü kaldırdı. O da Allah'ın emri. Hz. İbrahim'e gelen suhuf da onunkini değiştirdi. Devam etti. Tâ kitap gelinceye kadar. Musa'ya Tevrat indi. Zebur Davud Aleyhisselam'a indi. İsa'ya İncil geliyor. Peygamber Efendimize de Kur'ân iniyor. Allah'ın kanunları değişiyor. Yani Allah kanunları değiştiriyor. Ona diyor sen şöyle şöyle yap. Ötekine diyor sen şöyle şöyle yap. Bunların bizim için önemi nedir? İşte Allah'a inanmak. Kitaplara inanmak. Peygambere inanmak. Meleklere inanmak. "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanına inanmak. Öldükten sonra dirilmeye inanmak. Bunların birisine inanmazsa imanı tam olmuyor. Bir de bunların tatbikatı var:
Mürakabe. Muvazene. Müşahede.
Mürakabe: Bizim için râbıtadır. Râbıta bizim için çok önemlidir. Bizim hakkımızda hayırlı olmayan şeyleri unuttururlar. Hayırlı olan şeyleri de bildirirler.
Muvazene: Fiiliyatinde düzen sahibi olmalı, düşünerek hareket etmeli.
Müşahede: İnançtır. Müptedide gayba inanma, müntehide görme anlamına gelir.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
20-Evliyaullah, kendi için değil,ne kadar müridi varsa onların havfını çeker.
"Evliyaullah, kendi için değil,
ne kadar müridi varsa onların havfını çeker."
4.7.1992
Burada birbirimizden farkımız yok. Farklılar varsa doktorlar var, müftüler var, hocalar var. Bizim ne hocalığımız var, ne de müftülüğümüz var. Bir kulum. Korktuğum sizin hulusunuz, ihlasınız. Allah hulusunuzun, ihlasınızın meyvasını yedirsin. Allah bu günahkâr kulu da sizin hulusunuza, ihlasınıza bağışlasın. Ben sizin dediğiniz adam değilim. Allah sizin dediğiniz gibi etsin. Ben korkuyorum ki sizi aldatmış olurum. Hep korkum bu, hep sıkıntım bu. Hicap duymam da bu. Ama Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür Rabbımızın lütfuna, ihsanına; Allah bugünlerimizi aratmasın. Allah bu nimetimizin münkiri etmesin. Allah'ın emri: "Allah için biraya geliniz. Allah için birbirinizi sevin. Allah için konuşun." Biz de Allah'ın emrini böyle tatbik ediyoruz. Allah riyadan saklasın. Cenâb-ı Hak sonumuzu hayır getirsin. Din nasihattır. Siz buraya nasihat dinlemeye geldiniz. Fakat bizim nasihat etmeye yetkimiz yoktur. Nasihat ancak âlimlerin, hocaların kârı, onların hakkı. Ama burada da bir iltifat-ı İlahi var ki, Allah'ın bir iltifatı var ki: Söyleyene bakma. Söyletene bak. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin o cansız gördüğünüz taşlar da beni zikreder." Bunlar zikir yapıyorlar ama kimler için?
Lâyı iskat eyleyenler daim illâ hû çeker.
Bu zikirdir. İnsan herşeyi "lâ" yok ederse, var olan kim olur? Evvel O. Ahir O. Zâhir O. Bâtın O. Evveline inandık, Âhirine inandık. Zâhi-rine inandık. E! Niye göremiyoruz. Allah, evvel de Ben, Ahir de Ben diyor. Görünen de Ben, görünmeyen de Ben diyor. Burada "Ve hüve âlâ külli şey'in alîm." oluyor.
Allah'ın 1001 isminin nuru var. Bu tarîkatların herbirisi Allah'ın 1001 ismi ile zikir yapıyorlar. Her tarîkatın zikri değişiyor. Fakat hangi tarîkatın saliki olursa olsun bir esmâ çekiyor. Yapa yapa onda esmâ nuru tecelli eder. Çekmiş olduğu esmâ ile esmâ nuruna ulaşırsa onda tecelli eder. Esmâ nuru isimlerden tecelli eder. Bakınız:
Gönülden perde-hicâb açıldı
İlm-i ledünniden bezmi içildi.
Cümle esmâ birbirinden seçildi
Herbiri bir gûnâ elvân eyledi.
Hicap: Perde
Gönüldeki bu perde, hicap nedir? Gaflet tabii. Bu ne ile açılır? Ne ile atılır? Zikrullah ile. Zikrullah'ı da insan erbabından alacak.
Mübarek Abdülhalik Gücdevani Hazretleri, bizim Hatme-i hâce-mizin kurucusu. Bu daha doğmadan Hızır Aleyhisselam babasına müjdelemiş. Babası da çok âlim olduğu için Hızır Aleyhisselamla görüşürmüş. Demiş ki: "Senin bir oğlun olacak. İsmini de Abdülhalik koydum ben. Ama öyle bir insan olacak ki, öyle bir veli olacak ki ayakları evliyanın omuzunda olacak." Çocuk doğuyor. Dünyaya geliyor. Fakat Malatya'da yaşıyorlarmış. Hiçbir başka amacı olmadan sırf oğlunu yetiştirmek için, işini, evini, toprağını terkedip, Buhara'ya göçüyor. Orada çok pahalı, verimli bir medreseye oğlunu veriyor. Bu medresede okuyor, zâhir ilmini bitiriyor. Hocası ile tefsire başlıyorlar. Fatiha'dan, Bakara Suresine iniyorlar. 8. cüzde ayeti açıklıyor. Hocasına diyor ki:
Hocam bu ayet-i kerimede Allah C.C. buyuruyorki: "Beni hasseten kalbinizden zikredin." O hocadan çok talebeler gelip, geçmişler. Me-zun olup gitmişler. Fakat hiç birisi onu incelememiş. Sormamış. O sormuş. Hocam Cenâb-ı Hak:
"Beni hafî, kalbinizden zikredin." buyuruyor. Tekrar bir hadisi getirmiş karşısına. Hz. Resulullah da: "Eşşeytani ecri min idni Ademe" hadisini okuyor. Burada Resulullah buyuruyor: "Şeytan sizin kalbinizdeki amellerinize vesvese vermekle iftihar eder." demiş ki: "Oğlum sen bu zikri bir ehlinden bulacaksın. Ehlinden alacaksın. Ondan soracaksın. Ledünni ilmidir. Bunun bir erbabı vardır." demiş. Geçmişler. Bunun erbabı kimdir? Ehli kimdir? Diye çok düşünmüş. Cenâb-ı Hak:
"Kulum iste vereyim diyor." O isteyince Hızır Aleyhisselam gelip onu bulmuş. Hızır Aleyhisselam gelip onu buluyor. Otur oğlum diyor ona sohbet ediyor. Bu gün bu yerde. Yarın başka yerde. Onu nerede bulursa orda gelip buluyor. Sohbet ediyor. Onu yetiştiriyor. Öyle yetiştiriyor ki.
"Tayy-ı mekan-Gayb-ı rical" Makamına ulaştırıyor. Zâhir ve bâtın ilminin birleştiği Yusuf Hemadanî Hazretlerine teslim ediyor. Elinden götürüp veriyor. "Al, bunun tasavvufta hiçbir eksiği kalmadı. Zâhirde adap eksikliği varsa, tamamla da icazetini ver." demiş. Yusuf Heme-dânî Hazretlerinin dergahında bir süre kalmış. Fakat ona gel benden de bir zikir al dememiş. Ona icazet vermiş. İşte üveysî oluyor. Hızır Aleyhisselam'dan geliyor. Nakşibendi Efendimiz de Üveysî. O da Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin rûhaniyetinden yetişmiş oluyor. O da Emir Külâl Hazretlerinden icazet alıyor. O da evlâd-ı Resulden. Büyük bir Evliyaullah. Bugünkü Bursa'daki Emir Sultan Hazretlerinin oğludur. Dört tane oğlu vardı. Dört oğlundan birisi. Evet neyi ifade edecektik? İşte oğlum demiş. Zikri erbabından alacaksın ki şeytan ona el atmasın. Onun için Allah'a şükür.
Tarîkat cümle haktır olmaz zagi
Ki dört misbâhı var birdir çerağı
O misbâhın on ikidir budagı.
Tarîkatların hepsi haktır. Hiçbirini inkar etme. Tarîkatlar çoktur. Hadisi şerif vardır.
"Allah'a giden yollar, mahlukatın nefesinin adedince." Ama bunu biz anlayamayız. Rumuzlu hadisler, ehli bilir. Ehli anlar. Bilir bildiremez. Anlar anlatamaz. Bizim anlayacağımız şudur ki: Allah 1001 ismi ile zikredilir. Herhangi bir ismi ile zikredince o esmânın nuru onda tecelli edecektir. Kalbinde tecelli eder. O esmânın nuru büyür büyür. Bu sefer sıfat nuru tecelli eder. Bir insanda esmâ nuru isimlerden tecelli eder. Sıfat nuru cisimlerden tecelli eder. Taştan tecelli eder. İnsandan tecelli eder. Ağaçtan tecelli eder. Kuştan tecelli eder. Cisim taşıyan canlı cansız hepsinden tecelli eder. Bir de Allah'ın Zat nuru var. Zat'ının nuru bunlardan insan geçiyor ki veli olabiliyor. 1001 isminin nuru var. Bir de sekiz sıfatının nuru var.
Rûh Allah'tan gelmiştir. Ancak Zat nuruna ulaşınca kemâle ulaşı-lıyor. O zaman "Mutu kable ente mutu" sırrına mazhar oluyor insan. "Ölmeden evvel ölün" diye Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyuruyor ya. Demek ki insan esma nurunu isimlerden görür. Sıfat nurunu da cisimlerden görür. Fakat Zat nurunu isimsiz, cisimsiz görür.
Bu yolda en tehlikeli olan da Allah'ın sıfat nuruna ulaşmaktır. Allah'ın sıfat nurundan geçemezse orada tehlike var. Kendini Allah görür. Zat nuruna ulaşınca. Sen de yok olursun. Cân da yok olur. Eşya da yok olur. Cisim de yok olur. Derya gibi bir nur tecelli etti. Hepsi yok oldu. Ayet-i Kerime vardır. Sırf bu konu ile ilgili bir sayfadır. Manzum olarak:
Orta yerden götürürler seni ben
Ol denizde garka vara canı ten
Hepsi yok oldu. Bütün bu karaların hepsini okyanusa doldursalar ne olur? Yok olur. Okyanus yutar mı? Yutar. İlim adamları ölçmüşler, biçmişler yazıyorlarda. Dünyada en büyük dağ Himalaya Dağı. Everest Tepesi. Onu okyanusa bıraktığın zaman, okyanus onu yutar. Okyanusta ne kadar da yüksekte kalır. Dağ aşağıda kalır. Nasıl ki derya coştuğu zaman hepsini yok eder?
Allah'ın Zat nuru da tecelli edince isim, cisim yok olur. Sen de yok olursun, ismin de yok, eşya yok. Kim var?
Orta yerden götürürler seni ben,
Ol denizde garka vara canı ten,
Kendini kendi göre kendi bile,
Bâkisini diyemezem gelmez dile,
Aşk anındur âşık oldur mâşuk ol,
Ahir andan ana varır cümle yol,
Aşık imdi varlığın ver yokluğa,
Yokluk içinde sana varlık doğa,
Kul iken sultan olursun tâ ebed,
Vav'ı gitti evhad'ın kaldı Ehad.
İşte demek ki, tasavvufta, tarîkatta salik evvelâ esmâ nuruna ulaşır. Esmâ nuruna ulaşmadan sıfat nuruna geçemez. Bu esmâ nuruna da mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın bir ismini zikrederek ulaşır. Zikrini de kesinlikle erbabından alacak. Erbabından alınmazsa laklaka-yı lisanda kalır, kalbe inmez. Tabii ki çalışmak lâzım. İnanmak lâzım. Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Bir defa şeriat tamam olacak. Şeriat tamam olmazsa tarîkatta onun yeri yok. Tarîkatı da tamamen anlayıp yaşıyacak ki hakikate geçebilsin. Hakikatta da ilerleyince marifete geçiyor. Marifet son. Hakikate geçemeyen veli olamaz. Her hakikate geçen de marifete ulaşamaz. Tarîkatı anlamış yaşamışlar sonra hakikate geçmişler. Hakikate ulaşmak için insan kendi varlığından geçiyor. Allah'ın varlığına ulaşıyor.
Şeriat, tarîkat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içerü.
...
Bil şeriat emr-i nehyi bilmek imiş ey gönül
Hem tarîkat rah-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül
Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül
Nakşibendi Efendimiz Hazretlerine sormuşlar:
- "Eftal-i zikir lâ ilahe illallah! Sizin için de bu eftal-i zikir midir?" O da buyurmuşki:
- "Eftal-i zikir lâ ilahe illallah ama bize göre değil. Bize göre o ibadettir. Bizim için eftal olan zikir kalbi Allah ile meşgul etmektir." Onun için her beş vakit namazın peşinde vird olarak on bir defa "lâ ilahe illallah" okuyoruz. Tâ Nakşibendi efendimizden bugüne kadar gelmiştir. Farz namazlarda selâmdan sonra beş defa "Estağfirullah...." Ondan sonra "Allahümme entes selâm ve minkesselâm" okuyoruz.
Bunun da sebebi şu: Peygamber Efendimiz günde yetmiş defa is-tiğfar yaparmış. Biz de bunu şöyle taklit ediyoruz: Beş vakit namazın farzlarından sonra beş defa estağfirullah çekiyoruz; yirmi beş oluyor. Yirmi beş tane de günlük dersimizde çekiyoruz. Oldu elli. Yirmi beş istiğfar da hatmemizde okuyoruz oldu yetmiş beş.
Evet Abdülhalik Gücdevani Hazretleri hatmemizin kurucusu. Bu onun ameli. Fakat O'nun tasavvufta üstadı Hızır Aleyhisselam. Sohbetinde yetiştirmiş onu. O zaten medrese ilmini bitirmiş. 12 ilmi bitirmiş. Fetva vermek için dört mezhepten icazet almış. Bir de ayrıca tasavvuf ilmini (= Ledünni ilmini) Hızır Aleyhisselam'dan okumuş. Kelâm-ı kibarda geçer:
Okuruz dersi areften Hızr'ın olduk mahremi.
Aref dersi nedir? Allah'ı hiç unutmamak.
"Nefesinden ayık olan Rabbinden ayık oldu." Biz nefesimizden ayık olamıyoruz ki. Nefesimizden ayık olmak şudur ki: 24 saatin içerisinde 24 bin nefesi varmış bir insanın. Bu nefesin hepsini ayık, zikirle geçirmesi lâzım. Bir tanesi gafil geçse o zaman âriflerden sayıl-mıyor.
Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür, Allah nimetimizin münkiri etmesin.
Burada söyleyene bakma. Söyletene bak. Bizim ilmimiz yoktur. Medrese ilmimiz yok, kültürümüz yok, tahsilimiz yok. Ama işte:
Evvelâ bir pire teslim olmayan derviş midir?
Eşiğinde baş koyup cân vermeyen derviş midir?
Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem
"Allemel-esmâ" rumuzun bilmeyen derviş midir?
Harfi-savti olmayan şehirden mânâ gönüldür.
Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi
Arayıp Hızr-ı zamanı bulmayan derviş midir?
Günde yetmiş kez hitab-ı "İrci'"den bî-haber
Fethuli sırrından agâh olmayan derviş midir?
Her sıfattan Zat-ı Hakk'ı bilmeyen derviş midir?
Buradaki olayın teferruatı diğer sohbetlerde de ifade edildi. İbra-him Ethem Hazretleri Belh Padişahı iken tacını tahtını bırakıp, bir şeyhe bağlanmış. Yedi sene hizmet ettikten sonra Şeyh efendisinden himmet istiyor. O da ona kızıyor. Bostancı bostanını sulayacağı zamanı bilir diyor. Kovuyor, o da gidiyor. Kıyafeti değişmiş. Kişiliği değişmiş. Tam manası ile derviş olmuş. Bu vaziyette gidiyor. Memleketine gidiyor. Saraya varıyor, ama onun padişah olduğunu kimse bilmiyor. Bilseler zaten arıyorlardı. Kurbanlar kesecekler. Sarayın nöbetçileri onu almak istemiyorlar. O da bir gece kalıp gideceğim diyor. Hayır kalamazsın diyerek, döverek merdivenlerden aşağıya yuvarlıyorlar. Kafası gözü kanlara bulanıyor. Sabaha kadar orda tarlalarda kalıyor. Sabah olunca ağlıyarak Şeyhinin memleketine doğru dönüyor. Geliyor şeyhinin memleketine. Tabii orada yedi sene kaldığı için kaç tane kapısı var? Nereden girilecek? Biliyor. Şeyh Efendisi iki tane dervişe emir veriyor. Diyor ki:
"Belh Padişahı geliyor. Polis kıyafetine girin kapıda bekleyin. Hangi kapıdan girmek isterse dövün de onu içeri koymayın" diyor. "Bütün kapıları dolaşmak ister. Hangi kapıya giderse oraya gidin bırak-mayın." diyor. "Ne zaman ki öldüreceksiniz beni. Öldürecekseniz bari bu kapıdan içeriye akıtın kanımı. Dışarı akıtmayın) derse, o zaman bırakın gelsin."
Dervişler aldıkları emri uyguluyorlar. Kaç tane kapı varsa hepsine gidiyor. Her kapıda dayak yiyor. En son kapıda diyor ki: "Öldürseniz de ben buradan gireceğim. Yalnız öldürecekseniz kanım içeri aksın." diyor. "Kanımı dışarı akıtmayın." deyince bırakıyorlar giriyor. O zaman buna himmet ediyor. Yani buna hilafeti veriliyor. Haydi git. Tekkeni kur. İnsanları topla onları irşad et. İrşad sohbettir. Sohbetsiz irşad olmaz. İnsanı kitap irşad etmez. İnsanı amel irşad etmez. İrşad ettirecek sohbettir.
Bu da gidiyor. Derya kenarında tekke yapıyor. Etraftan üçer, beşer halk toplanıyor. Yeri belli oluyor. Duyuluyor. O zaman halkı geliyor ki bunu götürsünler padişah yapsınlar. O da derya kenarında oturmuş. Cübbesini yamıyor. Zaten cübbesinde doksan tane yama varmış. "Haydi seni götüreceğiz. Yedi yıldır arıyoruz. Artık bırak-mayız" demişler. Diyor ki: "Ben gelmem. Siz padişahınızı bulun." "Olmaz götüreceğiz" diyorlar. "Peki bir şartım var" diyor. "Yerine getirirseniz gelirim." "Nedir?" demişler. İğneyi atmış deryaya "Bu iğneyi bulup getirirseniz ben de gelirim" demiş. Onlar demişler ki: "Hiç der-yadan iğne bulunur mu? Sen bunu bahane ediyorsun. Biz seni yine götüreceğiz." Anlamış ki yine kurtulamıyor. O zaman manevi gücünü onlara göstermiş. "Siz aciz kaldınız. İğneyi getiremiyorsunuz ama benim iğnem gelir şimdi." Deryaya seslenmiş. "Ey balık! Allah'ın izniyle benim iğnemi getir." Bir balık iğne ağzında başını sudan uzatmış. Getirmiş. Hepsi görmüşler. Korkmuşlar daha götürelim dememişler. "Gidin babam padişahınızı bulun. Ben daha size padişahlık yapamam. Ben Belh'te padişahlık yaparken insanları yönetiyordum. Allah beni maneviyat padişahı yaptı. Bakın balıklara da sözümü geçi-riyorum." Evet.
Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi
Arayıp Hızr-ı zamanı bulmayan derviş midir?
Demek ki derviş bir evliyaullahı bulacak. O da dervişten derviş olmuş. Derviş demek Allah için herşeyden geçmiş.
Biz dünyaya bir vasıta ile geldik. Bir vasıta ile gideceğiz. Biz ot gibi topraktan çıkmadık. Hepimizin annesi babası var. Cismimize vasıta olmuş. Cenâb-ı Hak da cesede rûh üflemiş. Rûh öyle bir şeyki esra-rına beşerin aklı ermiyor. Rûh nerden gelmiş? Semâdan gelmiş, Arş-ı âlâdan gelmiş. Allah'tan gelmiş.
"Elestü bi rabbiküm." fermanı var. Ama bütün rûhlar bu fermana evet dememiş. Hepsi evet deseydi, hepsi müslüman olurdu. Küfür olmazdı.
Küfrün de olması, Cehennemin de olması, Allah'ın Celâl sıfatın-dan. Allah'ın Celâl sıfatı olmasaydı küfür olmazdı. Küfür olmayınca da cehennemi halk etmezdi Allah. Niçin "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanı varsa, bir de Cenâb-ı Hakk'ın celâl sıfatı, Cemal sıfatı varsa, bütün şerler Celâl sıfatının tecellisidir. Bütün hayırlar da Cemal sıfatının tecellisidir. Burada aldanmayalım. Celâl sıfatının tecellisi ise, burda kulun neyi var? Farz olan cüzi iradesi var. Farz olan sayı var. Allah'ın şerre, küfre rızası yoktur. Ama kul istiyor. Allah da halkediyor. Allah bize emirlerini ve yasaklarını bildirmiş. Akıl ve irade vermiş. Akıl ve irademizi nereye kullanırsak orayı kazanırız. Şer işlediysen, şer seni cehenneme götürecek. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri çok bir de Rahîm-Rahmân isimleri vardır. Rahîm-Rahmân isimleri dünyada tecelli ediyor. İsyan edenlere de, itaat edenlere de Cenâb-ı Hak aynı muameleyi yapıyor. Muamele eşit. Yani bu kadar günah işleyenlere de Allah rızıklarını veriyor. Onların rızıklarını veriyor, sıhhatini veriyor, itaat edenlere de veriyor. O zaman Cenâb-ı Hak itaat edenlerin rızkını versin, isyan edenlerin rızkını vermesin. Niye veriyor? Ama bu dünyada iki kelam vardır. İsyan edenlere.
1- Verir kullarına mühlet
Ve lâkin eylemez ihmal
Allah ihmal etmeyecek isyan edenleri
2- Kafirin verdi muradın
Ya senin vermeye mi?
Kâfirin muradını dünyada veriyor. Ama bizim ki ahirette. Ama korkalım ki sonumuz nasıl olacak?
Biz ahiretini dünyadan çok seveceğiz. Ahirete önem vereceğiz. Dikkat edelim. Dünyayı düşündüğümüz kadar ahireti düşünmüyo-ruz. Dünyaya çalıştığımız kadar ahirete çalışamıyoruz. Çalışmamız gerek. Cenâb-ı Hak dünyaya da çalışın ahirete de çalışın buyuruyor.
Dünyaya çalışın, dünyada kalacağınız kadar. Âhirete çalışın, âhirette kalacağınız kadar.
Burda da bir rumuz var. Nedir? Buradaki rumuz biz dünya hayatı ile ahireti karşı karşıya getiremeyiz. Niçin? Ahiret hayatı sonsuzdur. Ahiret hayıtında rakam yokki. Büyük rakamı küçük rakama bölesin. Meselâ 1000 i ona böleceksin. Veya milyonu ona böleceksin. Ahiret hayatının belli bir rakamı yok ki. Dünya hayatına bölerek, dünyaya ne kadar çalışacağımızı, ahirete ne kadar çalışağımızı bilelim. 24 saatin 23 nü ahirete çalışsak 1 saatini dünyaya çalışsak. Yine dünyanın ki çok olur. Ahiretin ki az olur. Ama Allah buna da bir sınır çizmiş. Kulum 8 saat çalış. Maişetin için helalinden, 8 saat ibadetini yap, 8 saat istirahat. İşte ölçü bu.
Helâl kazan diyor. Meselâ bir sürü lokantalar vardır. İçkili lokantalar haramdır. İçkisiz lokantanın ki helaldir.
Kahveler vardır. Oyunsuz kahvenin kârı helâldir. Oyun oynanan kahvenin kârı haramdır. Amma bu diyecek ki ben oyun oynatmayınca kimse gelmiyor. Gelmesin Allah senin rızkını verir. Acından mı öleceksin? Kim acından ölmüş ki. Bu kadar işsizler var. Kitapta-sünnette dilenmek yasaktır. Ama hasta çalışamıyor, sakat çalışa-mıyor. Onlara haram değildir. Helâl lokma şart. Zamanımızda helâl lokma da bulunmuyor. Çok çetinleşti. Helal lokma yok diye kendimizi bırakalım mı? Soracağız. Hadis vardır.
Allah'a olan ibadetin hepsi on bölüm yapılsa dokuzu helâl lokma. Şimdi helâl, haram çok karıştı. Elde etmek, bulmak çok çetinleşti. Yalnız helâl lokma yok diye aramayalım mı? Sormıyalım mı? Kendimizi bırakmıyalım, korkusunu çekelim. Peygamber Efendimizin emridir.
"Zaman gelir ki riba yemeyen kalmaz. Yemeyenin de burnuna kokusu gider."
Madem ki bu faizler varsa, rüşvetler varsa gayri-meşru yerler varsa, küfürhaneler varsa helâl lokma bulmak çetin. Yemeyenin burnuna kokusu gider. Bu nedir? Senin paran helâl ama, kardeşinin kazancı gayri-meşru ona da gidiyorsun, geliyorsun. Akrabadan kopmak olur mu? Kardeşinden kopmak olur mu? Kopamazsın. Sen istemiyorsun o istiyor. O geliyor. Veya akrabadan birisi. Eşinden dostundan bir tanesi, bir kilo meyva al gel yiyelim diyor. Yemiyelim diyebilir misin? Veya bir bardak çay ısmarlıyor. İçmem diyebilir misin? İçmem deyince onu inciteceksin. Veya kendini belli edeceksin. Ha! Bu adam çok takva, çok sofu diye düşünecek. Bu da tehlikeli. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor.
"Müttakî olun. Müttakî olan kurtulur. Müttakî olmayan kurtulamaz." Ama "Sizin en çok muttakî olanınız en çok Allah'tan korkanınız." Demek ki burada takvalık havf... Bu zamanda takva olmak için havfımız olacak. Bütün yediğimizin, kazandığımızın, harcadı-ğımızın, konuşmamızın, yürümemizin veya işimizin aile efradımızın. Devlete karşı bir görevimiz var. Ailemize karşı bir görevimiz var. Komşumuza karşı bir görevimiz var. Bunları acaba yapabiliyor muyuz? Yerine getirebiliyor muyuz? Diye havfını çekmek lâzım. Kor-ku duymamız lâzım.
Velilerdeki havf onları terakki ettiriyor. Aşağı düşürmez. Nedir onlardaki havf? Onlarda havf makamı açılmış. Evliyaullah'ın havfı, bir milyon insanın taşımış olduğu bir havf ile beraber olamaz. Ne kadar takva sahibi olurlarsa olsun. Eğer mübtedi ise, irade sahibi ise küllî iradeye geçmemişse, bir velinin havfı ile beraber olamaz. Çünkü velilerdeki havf üzerlerine tevdi edilen görevin havfı. Ulaşmış oldukları makamın havfı. Yani bir evliyaullah kendi için değil de ne kadar müridi varsa onların havfını çekiyor.
Onun için Allah'a şükür. Allah bize bu nimeti bahşetmişse, onun kadrini bilelim. Kıymetini bilelim. Tarîkatın nimetinin sonu yok. Makamının sonu yok. Tarîkatın havfının sonu yok. Hele nimetinin sonu yok. Niçin? Neden? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İnsanlar ulvî, insanlar süflî."
Ulvînin mânâsı: Gökleri aşar. Melekleri geçer.
Suflînin mânâsı: Hayvanlardan aşağıya düşer.
Tarîkatta rûhun terakkisinin sonu yoktur. Terakki ediyorsa rûh terakki ediyor. Niçin? Cenâb-ı Hak: "Gabe Gavseyn, ev edna" buyurmuş" Peygamber Efendimiz hakkında: "Habibim Sen Bana iki kaşının yaklaştığı kadar yaklaştın." buyuruyor. Öyle ise bir insan ne kadar yükselirse yükselsin. O "Gabe Gavseyn" makamına gidemez. Oraya kadar yol açık.
Himmet-i evliya bize yâr iken
Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken
Şâh-ı Nakşibendi Efendimiz kadar yükselen olmamış. Reisi Evliya seçilmiş.
Hünkâr: Padişah demek.
Ser-Hünkâr: Çok ilerde padişahlardan daha ilerde. Padişahlardan daha üstün bir padişah.
Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken
"Gâbe Gavseyn"e dek seyranımız var.
Himmeti-evliya: Bizim pirlerimiz. Bizim silsiledeki veliler, irşad memurları. Tebliğ memurları değil. Tebliğ memurlarında o kadar yükselme olmaz. Ama irşad memurlarında olur. Onun için bizim silsilemizdeki velilelerin himmeti çok büyüktür. Çok boldur. Onların himmeti bizim ile beraber olursa diyor. Şahı Nakşibendi Efendimizde ser-Hünkâr. Burda şudur: Madem ki bu tarîkat Nakşibendi Efendimizin ise, bu tarîkatta çalışanlar Nakşibendi Efendimize gidinceye kadar buradaki meşâyihlerden her meşâyih kendi makamına kadar götürür. Makamından ileri götüremez.
Bu neye benzer: Bir usta var. Bir çırağını yetiştirir. Kendisi ne bilirse onu öğretir. Ama çırakta kabiliyet varsa, kendisinden daha üstün bir usta bulur. Maharet, marifet sahibi olur, bazı çıraklar kendi kabiliyeti, kendi zekâsından dolayı, ustasından daha ileri geçiyor. Zâhirde bu böyle oluyor. Ama maneviyatta her meşâyih kendi makamına kadar müridini götürür. Ordan ileriye geçiremez. Fakat mürid geçebilecek durumda olursa, onu silsiledeki büyükler geçirirler. Nakşibendi Efendimize kadar ilerletirler. Dahil ederler. Kelâm-ı kibarda onu ifade ediyor.
Himmet-i evliya bize yâr iken.
Bizim büyüklerimiz haşa estağfirullah hepsi yetkili. Nakşinin on iki kolu var. Sadece bizim kolumuz değil. Madem ki Nakşibendi Efendimiz yetkilidir. Sair kollardaki terakki eden bir müridi ileriye götürecek bir üstad lazım. Çünkü meşâyihini geçecek. İşte o zaman onu Nakşi-bendi Efendimiz götürür. Çünkü O Reisi Evliya seçilmiş. O "Gabe Gavseyn" makamına ulaşmış. Oraya kadar götürürse o götürür. Ondan başkası götüremez. Mektubat'ta, Reşahat'ta yazılı. "Eğer arz üzerinde Hace Abdülhalik Evlatlarından bir tane bulunsaydı, Mansur'u oradan geçirirdi." Nakşibendi Efendimizin nisbeti. Hilâfeti dünyaya dağıldıktan sonra Mansur'daki hal bir kimsede görülmemiş.
Nice Mansûr'a söylettik "Enel-Hakk"
Tarihler boyunca dillerde söylenen kitaplara yazılan nice Mansurlar var. Buradaki mânâ nice veliler "Enel-Hak" makamını geçtiler. Geç-meseler veli olamazlardı. Ama Mansur makamını ifşa etti. Dile getirdi. Dile getirince:
Kendini kendi bile kendi göre
Bâkisini diyemezem gelmez dile.
Veliler orayı geçiyorlar. Geçmeseler veli olamazlar. Yalnız dile getiremiyorlar. Dile getirmek zâhire suç oluyor. Şeriata da ters düşüyor. Cenab-ı Hak: "Rûh Rabbının emrinde." buyuruyor. Öyle ise onu Mansur'un rûhu söyledi.
Mansur değil can söyledi Cân içre cânân söyledi
Ol Rûh-u sultan söyledi. Keşf eyleyip esrârını.
Demek ki Mansur değil rûhu söyledi. Nemrut da "Enel-Hak" dedi. Ama Nemrud'un nefsi söyledi. Kelâm-ı kibar:
Latîf-i âlemin ara duracak yer mi bura
Latîf-i âlem: Çok kibar, çok lezîz bir yerdir. Cennettir. Söyleyen Mansur değil, Mansur'un ağzından Allah konuşmuş. Olur mu böyle şey? Olmazsa Cenâb-ı Hak kudsi hadisinde: "Konuşan dili benim." buyurmuyor mu? Kul Allah'ın sıfat nuruna ulaşırsa Allah'ın 8 sıfatı kulda tecelli eder. Onun için Cenâb-ı Hak:
"Konuşan dili benim dilim
İşiten kulağı benim kulağım.
Gören gözü benim gözüm.
Uzanan eli benim elim.
Düşünen aklı benim aklım" buyuruyor.
Kim bunlar: Veliler.
Kim bunlar: İradesinden geçmiş, Allah'ın kudretine, kuvvetine dahil olmuş.
.
21-Veliler Peygamber'in vârisleridir
"Veliler Peygamber'in vârisleridir."
20.6.1992
Medhe lâyık şeyhimiz var
Zemme lâyık nefsimiz var.
Meselâ bir müride yapılan hizmette, hürmette, iltifatta mürid ordan kendine bir pay ayırmasın. Benim iyiliğimden, benim bildiğimden bu iltifatlar bana yapılıyor diye düşünmesin. Allah korusun onun düş-mesi kolay olur.
Bu cemaatle biz nereden tanıştık? Bizi kim tanıştırdı? 50 yaşına kadar topraklarla çalışırdık. Hayvanlarla uğraşırdık. İlmimiz de yok. Tahsilimiz de yok. Bu da Allah'ın bir ihsanı. Kul da Allah'ın, ihsan da Allah'ın. Pirimiz olmasaydı bu günahkârı tanımazdınız. Şeref sizin, himmet te Pirimizin. Allah makamınızı yükseltsin.
Büyüklerimiz buyuruyor:
Sen senliğinle zuhura geldinse kork
Seni sensizlik zuhura getirdi ise korkma.
Bu nedir?
Medhe lâyık şeyhimiz var
Zemme lâyık nefsimiz var.
Madem ki biz râbıta sahibiyiz. Kâmil mükemmil Mürşidimizi tanı-dık. Öyle ise methedildiğin zaman de ki Pirimi methediyorlar. Pirimin himmeti olmasaydı, beni kim tanırdı? Kusurlarımı kim affederdi? diye düşün. Evet amenna. Evliyaullah kusurları, ayıpları örter. Madem ki evliyaullah ise Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmıştır, ama örtme dünyada oluyor. Ahirette her şey açık. İnsanların kendisinden haberi yok. Uykuda. Neye geldiğini bilmez. Ne yaptığını bilmez. Kârını bilmez. Zararını bilmez. Ama bu kâr zarar manevî. Maddi kâr ve zarar görünür. Onun için insanlar ölünce ayıpları ortaya çıkar. Allah onları setretmiştir. Veliler de setretmiştir. Onun için :
Âlâyı ednâ'yı seçmek mürşidi Kamil'in işi değildir
Mürşitler bu iyidir, bu kötüdür diye seçmez. Ne var ki:
Senin gördüğün ayıpları veliler setreder cümle
Senin benim gördüğüm ayıpları veliler setreder. Bir de var: Amel fakirliği ve amel zenginliği var. Allah'ın indinde amel fakirliği, amel zenginliğinden daha efdal. Bu nereden kaynaklanıyor?
Peygamber Efendimiz Miraç yaptığı zaman Cenâb-ı Hak soruyor:
- "Habibim bana ne hediye getirdin?" Diye soruyor.
- "Yarabbi sen ganisin. Senin hazinelerin dolu. Muhtaç olan benim. İhtiyacı olan benim. Fakirliğimle geldim. Yokluğumla geldim" diyor. Bu amel fakirliği. Ameli güzel işler, işlememiş gibi düşünür. Bir de var ki amel işlemiyor o değil. Amel için gelmişiz dünyaya. Amel zenginliği nedir? Ben yaptım, ben ettim. Benim şu kadar zenginliğim var. Oruç tuttum. Namaz kıldım. Şu hayır hasenâtı yaptım. Bunları gözümüzün önüne getirirsek olmaz. Ama bir de var ki, yapamadım diye düşünüyor. Allah'ın indinde makbul olan o oluyor. Bütün ilmini, amelini râbıtadan bilirsen eğer, amel fakirliği oluyor.
Allah'a şükür. Çok şükür, bin şükür. Allah'ın en büyük ihsanı, bir müslümana bir mürşidi ihsan etmesi.
Şeyhim benim Sultan imiş
Haktan bize ihsan imiş.
Can derdine dermân imiş.
Görün beni aşk neyledi
Âhiri derviş eyledi.
En büyük ihsan bir şeyhi olması.
Âşık: Seven Maşuk: Sevilen Aşk: Sevenin sevgisi, sevenin sevilene karşı sevgisi.
Bunların hepsi bir harf olur, Allah'tan gelen rûh Allah'a ulaşırsa:
Kendini kendi göre, kendi bile
Bâkisini diyemezem gelmez dile.
Herşey yok oluyor. Mansur dile getirdi. Suç oldu. Mansur'u astılar.
Âşık imdi, varlığın ver yokluğa
Yokluk içinde sana varlık doğa.
Bu nimetlere veliler mazhar olmuşlar. Öyle olmasaydı. Veli olamazlardı zaten. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Biz velilerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik. Onları bizden başka kimse bilmez." Sen ben nasıl bileceğiz. Bir fıkra vardır.
Hızır Aleyhisselâm camide imiş. Bir hoca da vaaz ediyormuş. Çok kıymetli, çok mânâlı vaaz ediyormuş. Hızır Aleyhisselam'ın yanında oturan birisi varmış. O da huzurda imiş. Hızır Aleyhisselâm onu uyuyor zannetmiş. Dürtmüş. Demiş "Kalk uyan. Hoca çok güzel vaaz ediyor." Yüzüne bakmış yine başını önüne eğmiş. Yine gözlerini yummuş. O, ikinci defa yine dürtmüş. "Kalk" demiş. "Bu vaaz ele geçmez, bunun kelâmları çok kıymetli, çok mânâlı. Bunları dinle." Yine yüzüne bakmış. Yine gözlerini yummuş. Üçüncü sefer Hızır Aleyhisselâm'ın yakasına sarılmış. "Eee! Hızır insanları bu kadar rahatsız etmez. Senin Hızır olduğunu söylersem daha kurtulamazsın" demiş.
Hızır Aleyhisselam Allahu Teâlâ'ya müracaat etmiş. "Yarabbi" de-miş. "Benim defterimde bunun ismi yok. Veli ise ismi defterimde yok. Veli değilse benim Hızır olduğumu nerden bildi?" Cenâb-ı Hak da: "Beni sevenlerin ismini ben senin defterine yazdırırım. Benim sevdiklerimi ben gizli tuttum. Senin defterine yazdırmadım" diyor.
Veliler varis-i enbiyâdır. Madem ki Peygamberlere inandıksa, velilere de inanacağız.
.
22-Bilmediklerinizi öğrenin Cehaletin karanlığına dalmayın
"Bilmediklerinizi öğrenin.
Cehaletin karanlığına dalmayın."
17.6.1992
Allah imanınızı muhafaza etsin. Allah! Cenâb-ı Hak iki cihanda yüzünüzü ak etsin. İki cihanda aile efradınızla, beylerinizle mesut olasınız. Allah'a şükür, çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Bu zamanda insanlar helâl, haram, hayır, şer, günah, sevap bilmiyorlar. Allah bize tarîkat nasip etmiş. Allah bize sevdiklerini sevdirmiş. Sevdiklerini tanıtmış, sevdiklerini bildirmiş. Bu büyük bir nimettir. Bu bir ihsanıdır. Lûtfudur. Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Evet buyurmuş ki:
Değil iyiliğimden ya bildiğimden
Bu bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Allah'ın lutfudur, ihsa-nıdır. Allah'ın ihsanı olduğunu bileceğiz ki Cenâb-ı Hak büyütsün. Çoğaltsın. Allah'ın halketmiş olduğu nimetlerin nihayeti yoktur. Zannetmiyelim ki dünya nimetleri ile kalacağız. Nimeti, dünya nimeti bilip de dünya nimetleri ile kananlar aldanmışlardır. Allah inanana da inanmayana da sıhhat veriyor. Rızık veriyor. Ama asıl nimet bu değil. Asıl nimetleri kazanmak için vermiş Cenâb-ı Hak bu nimetleri. Evvel beden ilmi, sonra din ilmi.
Beden ilmi, dünya maddiyat, madem ki Cenâb-ı Hak bizi beşer halketmiş, yemek, içmek, hastalık oluyor, sağlık oluyor. Yeme var, içme var, sıcak-soğuk var. Bunlardan korunmak için beden ilmi. Dünya ilmi. Kazanmak, harcamak, maddiyatla ilgili. Ama bizim için önemli olan din ilmi. Allah bizi inananlardan halk etmişse bizim için önemli olan din ilmidir. Din ilmi ise âhiretle ilgilidir. Bu da imanla, amelle, ahiretle ilgilidir. Eğer ahiret ilmi olmazsa, bu dünyada ne kadar yerse, içerse, gezerse, ne kadar lüks hayat yaşarsa yaşasın, bunlar hep aldatıcıdır. Niçin?
Bir kişi isterse olsun, bu cihan mülküne şah.
Cihan: Dünya. Dünyanın padişahı olsa diyor.
Sarılır bir kefene Devlet-i Dârâ'sı geçer.
Bir kimsenin gamı var mı? İmanını yaşıyor mu? Dünyada hiçbir şeyi olmasın. Gam değil. Fakat dilenmek bizim mezhebimize göre, bizim tarîkatımıza göre yasaktır. Eğer yiyeceği, giyeceği yoksa dilenir. Aç kalmışsa bana giyecek birşey verin der. Ama hiç birşeyi yok; dilensin de, imanı olsun da, dünyası olmasın. Ama dünya onun da,. İmanı yoksa, onun için hüsran vardır. Büyük büyük zararlar vardır. Olacak. Onun için:
Gam o değil gide dünya gele din.
Gam odur ki gide din gele dünya.
İnsanın dünyada hiçbir şeyi olmasın. Dini olsun yeter.
Sana fayda vermez evlâdı iyâlin
Senindir hep kazandığın vebâlin.
Diyor ki: Malından evladın hiçbirinden fayda göremezsin. Senindir hep kazandığın vebalin.
Eğer sen amelsiz gittinse... Amelsiz demek, insanlar madem ki bu dünyada doğmuşlar, yaşıyorlar. Yemeleri var, içmeleri var. İşleri var. Almaları var, vermeleri var. Bunlardan muhakkak vebal de var. Sevapta var. Her bir hareketinde, her bir sözünde vebal kazandı gitti ise, kabirde onun azabı olacaktır. Cenâb-ı Allah aldanmışlardan etmesin. Habibi hürmetine. Bizden önce birçok insanlar gelmişler, gitmişler. Bizden sonra da birçok insanlar gelecekler. Bizde geldik. Gideceğiz. Aldanmışlar kimler? Sadece dünya ile uğraşanlar. Şöyle yiyeyim. Şöyle kazanayım. Şöyle harcayayım. Hep zevkini sefâsını düşünenler. Bunlar aldanmıştır. Hem de ne kadar aldanmıştır. Bunları biliyor musunuz?
Bu garip illerde kalma avâre
Can bedende iken kıl buna çâre
Isırdırlar seni çok semmi-mâre.
Diyorki: Sen bu dünyaya geldin ki âhireti kazanasın. Kazandı ise kurtuldu, kazanamadı ise yandı. Bu yanma, bu azap bitmez, tü-kenmez. Eğer cânın bedende iken kazanamadınsa müflis gittin, sermayen yok. Kabir azabında yılanlar olacak, ısıracaklar. Hem de ateşten yılanlar ısıracaklar, ısırdıkları zaman gözlerinden yaş yerine kan aksa kurtulamazsın. Öyle ise bunlar haktır. Doğrudur. İnan-dıksa, Allah bizi müslüman halk etti ise, kitabımıza inandıksa, Peygamberimize inandıksa, bunlar Allah'ın sözleri. Peygamberimizin sözleri. Bunları düşünüp korkacağız. Kendimizi burada iken kurtarmamız gerekiyor. Her insan ölecek. O kabire girecek. Ağası da, kölesi de o kabire girecek. Zengini, fakiri, delisi, akıllısı. Hangi milletten olursa olsun hangi soydan olursa olsun, o kabire girecek. Kabir onlar için cennet bahçesi de cehennem çukuru da. Kabirin azabını duyanlar, azabından kurtulmak için çalışırlar. Bu çalışma nedir? İbadet, amel. Başka nedir? Doğruluk. Başka nedir? Bütün günahlardan, yasaklardan kaçınmak. Bu da nedir? Allah'ın emirlerini tutmaktır. Bunları yaptınsa kazandın; kabir senin için cennet bahçesi oldu. Dünyanın en sefalı yerini düşünün ordan bile lükstür.
Gezeriz hayvan-ı nâtık misâli
Ekl i şurbtan gayrı ne kârımız var
Kesret-i sevk içre çok lâûbâli
Söylemeden gayrı ne kârımız var.
Ne diyor burda? Haşa cemaatimiz için değil.
Ameli olmayanlara diyor. Hayvan gibi gezerler diyor.
Gönlüme nakşoldu hubb-u cemâli
Terkeyledim cümle hep kîl-u kâli
Dünya perestlerin çok ise mali
Bizim de İmam-ı zamanımız var.
İmam-ı zaman: Meşâyihtir. Hub: Sevgi Cemâl: Yüz
"Yüzünün sevgisi gönlüme nakış gibi işlendi" diyor. "O işlenince dünya çıktı" diyor. "Terkettim. Çıkardım, attım." Diyor.
"Dünya perestlerin gönüllerinde dünya malı var, dünya sevgisi var. Benim de gönlümde zamanın imamı var" diyor. İmam: Topluma baş olmak, on bin kişiye imam olmuş. On bin kişi ona uymuş. Nerede uymuş? Kitapta, sünnette uymuş.
Meşâyih: Hem şeriatta, hem tarîkatta imamdır. Hem amelde ima-mımızdır. Hem de rûhî terakkide imamımızdır. Meşâyihe İbadette, amelde uymuşuz. Maneviyatta da, kalbten de ona öyle inanmışız ki, Allah'a bizi götürecek. Allah'a bu ulaştıracak. Dünyada ahirette bizi, nefsin, şeytanın hilesinden, hurdasından bizi o kurtaracak. Âhiretin azabından kurtaracak. Kıyametin azaplarından, dehşetlerinden bizi kurtaracak. Cennete de o ulaştıracak. Biz Allah'ın cemalini de onunla seyredeceğiz. Çünkü:
"Kûnû ma'a's-sâdıkıyn" fermanında iki mânâ var.
1- "İlmi ile âmil olan." Hem ilmi var, hem de ilmini yaşıyor. İlim demek: Bilmek, amel demek: Bildiğini işlemek, yapmak.
İlmi ile âmil olan bir âlimle dost olun onu sevin. Onun sohbetine gidin. Bilmediklerinizi öğrenin. Cehaletin karanlığına dalmayın.
Cahil kimdir? Günah işleyen. Haram yiyen. Günahları işleyen.
Âlim kimdir? Günahlardan korkan, şerden, günahtan, haramdan korkan. Yoksa insan ilmi olmakla âlim olamaz. Biliyor ama bildiğini yapmıyor. Diğeri de bilmiyor ama, bilmediğini öğreniyor. Reşahat'ta yazar, Evliyayı Kebir isminde bir meşâyih, daha tarîkata girmeden hocasından okuyormuş. Çok okumuş hocasından. Hocası da Abdülhalik Gücdevani Hazretleri. Bizim Hatme hocanın kurucusu. Aynı zamanda teveccühü yapan zat. Onun zamanında oluyor bu olay:
Abdülhalik Gücdevani Hazretleri kasaptan et almış, eti sardırmış. Ambalajlı, içerisi görünmüyor. Eve götürüyor. Evliyayı Kebir de ona rastlıyor. "Efendim, elinizdeki paketinizi ben taşıyayım." Diyor. O da vermiş. Evine kadar götürmüşler. Ayrılırken diyor ki; "Bu paketin içerisindeki et" diyor. "Biraz sonra gel. Yengen pişirsin de yiyelim" diyor. O da peki diyor. Bir saat sonra eti pişiriyor. Beraber yiyorlar. O eti yerken gönlünde bir sevgi oluşuyor. Sevilen sevdirmedikten sonra, seven sevemez. Sevdirdi ama, nasıl sevdirdi? Bir ufacık paketi evine kadar taşıdı. Onun da hoşuna gitti. Onun için sevdirdi. Aslında Evliyayı Kebir'in hocası başka birisi idi. Ayrıca "Kebir" ismi ona sonradan verildi. O sevgi onda o kadar ileri gitmiş ki, artık onu okutmaz, dershaneye götürmez olmuş, ilmini de bitirmek üzere imiş. Bir gün gitmiyor, iki gün gitmiyor. Hocası bunu aramaya başlıyor. Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin sohbetinden ayrılamıyor ki gitsin. O kadar çok seviyor O'nu ve sohbetlerini. Sonra hocası bunu aramış, demişler ki: Gitmiş, Abdülhalik Gücdevani Hazretlerine mürid olmuş. Hocası çok kızmış. Vay gitti, o cahillere mi uydu? Demiş. İşte ben şöyle yaparım, böyle yaparım, demiş. Aramış, bulmuş. Niye gelmiyorsun? demiş. O da hocam ben artık ders öğrenemiyorum demiş. Niçin diye sorduğunda, cevap vermiş: O Mübareğin sevgisi o kadar içime doldu ki, ders yapamıyorum. Satırlara bakıyorum. Satırlar birbirine karışıyor demiş. Hocası tenkid etmiş. Aradan birkaç gün geçmiş. Yine bununla karşılaşmış, kızmış. Üçüncü defa rastlamış, yine kızmış. O gece hoca bir günah işlemiş. Günah-ı kebair işlemiş. Bir taraftan da hocası olduğu için saygı gösteriyor.
- "Niye bana böyle yapıyorsun?" demiyor. Ama üçüncü karşılaş-malarında, hoca ağzına geleni söylüyor, söylüyor, o da susuyor. En son ayrılırlarken diyor ki:
- "Hocam sen gece şu günah-ı kebairi işlersin, gündüz de Allah yolun da gidenlerin yolunu kesersin." diyor. O zaman hoca sanki kurşunla vurulmuş gibi şaşırıyor. O zaman bunların Hak yolunda olduğunu, üç günde keramete ulaştığını kabul ediyor. Bu defa hoca ayaklarına kapanıyor.
- "Aman diyor. Hakkını bana helâl et. Sizin yolunuz da Hak. Şeyhiniz de Hak. Sözünüz de Hak. Beni de o dergâha kabul edin." Diyor. Onu da götürüp dergâha kabul ettiriyor.
İşte buradan anlıyoruz ki: Meşâyih sevgisi ne büyük sevgidir ki, dünyayı bir defa da içerisinden çıkarıp atıyor. Allah'ın emri olan ilmi de atıyor insan içinden. İlimin de bir makama kadar geçerliliği var. O ilimden de geçmesi lâzım. Geçemiyor, Mürşitsiz geçemiyor, o ilimden. İlim de bir perdedir. İlim de bir varlıktır. Götürür, götürür, bir istasyona kadar götürür. Orada kalır. Ordan öbür tarafa da bir vasıta lâzım. Allah'a giden vasıtalar: İlim, amel, şariat, tarîkat, hakikat, marifet.
Şeriat: Satırdaki ilim
Tarîkat: Kalbdeki olan ilim.
Kalbdeki ilim Allah sevgisi ile, Allah aşkı ile elde edilir. Medreseden hocadan elde edilmez bu. Herhangi bir sanatkâr ister ki çırağını kendisinden fazla usta etsin. Ki o da ondan iftihar duysun. Hocalar da isterler ki talebeleri ilerlesin. Ama hepsine değil, hangisi ilerliyecekse ona önem veriyorlar. Zeki olana, kavrıyacak olana önem veriyorlar. Abdülhalik Gücdevani Hazretlerine de hocası çok önem veriyormuş. Onu âlim çıkarsın da, kimmiş bunun ustası desin. "Methi nakış, Nakkaşa yakışır." Yani ne demek olur? Bir nakışı gördünse, beğendinse, o nakışı methetme. O nakışı işliyeni methet. Nakışta ne var ki? Nakış olmamış ki. Onu bir işliyen olmuş. Öyle ise maharet işliyendedir. İşleyen methedilecek. Abdülhalik Gücdevani Hazretleri nasıl ki bir paketini taşıması ile Evliyâyı Kebîri kendisine cezbetti, ona Allah sevgisini hissettirdi. Meşâyih sevgisi, Resulullah sevgisi, Allah sevgisi, üçü de aynıdır. Onu kendine bendedince ona satır ilmini daha okutmaz olmuş. "Kitabı açıyorum, yazıları okuyamıyorum." demiş. Hocası bile onu zor anladı. Hocası âlim olduğu hâlde onun günahını bu ilimi öğrenen bildi. Cahil kim? Şeytan. Halbuki şeytan çok âlim idi.
Bu denli ilme malik iken iblis,
Senin ilmini bilmedi o telbis.
Cahil: Günah işliyen, isyan eden.
Âlim: Günahtan korkan. Allah'tan korkandır. Allah ne buyuruyor: "Herkes bildiği ile amel ederse, bilmediklerini biz azimüşşan öğretiriz." Nasıl bildirecek? İlhamla bildirecek. Kalbine doğduracak. Kalb Allah'ın mülkü değil mi? Kalb Allah'ın evidir. Kalbi sahibine teslim edersek ordan doğanlar Cenâb-ı Hakk'ın kelâmlarıdır. Allah'ın emirleridir. Bilmeyerekten senin kalbine gelir o. Bilerek değil. Zâhir ulema da kalbinden konuşur. Ama o dolmadır. Bir kuyuya su doldurursun o da bir süre sonra biter. Ama su kuyudan kaynarsa biter mi? Bitmez. Buradan anlayacağımız şu: İnanmış mı? Kim olursa olsun. Neye? Allah'a. Neye? Ahirete, kitaplara, meleklere, öldükten sonra dirileceğine, hayır-şer, varlık-yokluk, sefâ-cefâ hep Allah'tan gelir. Bir de günahlara inanmış, sevaplara inanmış. Öyle ise orda ne var? Günahları bilmi-yor. Ama bir günah duymuş. Annesinden, babasından, onu yapmı-yor. Diğer günahları öğrenir. Kimden öğrenecek? Âlimden gidip öğrenecek. Bir günahtan kaçmazsa, öğrenmezse öbürlerini sormaz. Öğrenmez. Bir amel olarak onda birini öğrenmiş, onu işlerse öbür-lerini de öğrenir. Demek, herkes bildiğinin âlimi. "Herkes bildiği ile amel ederse, bilmediklerini biz azimüşşan öğretiriz." buyuruyor Ce-nâb-ı Hak. Bu zâhirde anlaşılan bilinen bir öğrenme; aklın, mantığın kabul edeceği şekil.
Bir de bu mantığın dışında olan
Akl-ı cüz etmez ihata Akl-ı kül sensin gönül
Onun için bu tarîkatın esaslarını, makamlarını, nimetlerini bu akıl almaz. Beşer aklı ancak zâhirde görünenleri, bilinenleri alır.
Cenâb-ı Hak, bir de buyuruyor ki: "Bilmediklerini, onun kalbinden doğdururuz." Musa Kelimullah'a Allah-u Teâlâ: "Ya Musa sen kalbinden bir harf bilmiyorsun." dedi. Onu Hızır Aleyhisselam'a gönderdi. Ledünni ilmini ondan öğrendi. Zâhirde Musa'ya Tevrat gelmişti. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin bileniniz ile bilmeyeniniz bir değilsiniz." Bilen bilmeyenden farklıdır. Tabii farklıdır.
Bugün bir tahsil görmüş ile görmemiş bir midir? Bir Kur'ân-ı okuyanla, Kur'ân-ı okumayı bilmeyen bir midir? Az okuyanla, talimini görmüş olan aynı mıdır? Meselâ: Burada yüz tane cemaat olsa, hepsi Kur'ân'ı yüzünden okusa bir tane de hafız olsa o da okusa muhakkak o hafız yüz tane okuyandan daha üstündür. Medrese ilmini okumuş, ayetlerin hadislerin mânâsını biliyor. Bilenle bilmeyen bir değildir. Hâfız olan, Kur'ân-ı hıfz etmiştir. "Hâfız" Allah'ın isimlerindendir. Hıfzetmek, muhafaza etmek. Onun için Hâfız sıfatı verilmiştir. Onda hafız sıfatı tecelli etmiştir. Ama yüz tane hâfız bir âlimin yerini tutmaz. Mânâsını bilen bir hocayla yüz tane hâfız bir olmaz. Yüz tane, bin tane hoca da bir veli ile beraber olmaz. Çünkü o hocaların ilimleri dolma, kaynama değil, ledünni ilmi kaynamadır.
Bu da Allah'a olan sevgisine, Allah'a olan inancına bakar. Allah'a olan itaatine bakar, ilmi az ama fevkalade itaat ediyor Allah'a. Bir de var ki ilmi çok ama tatbikatı yok. Allah hepinizden razı olsun. Allah hepimizi nefsimde dahil, büyüklerin izinden ayırmasın. Pirimizin eteğinden elimizi kaydırmasın. Pirimizin sevgisini gönlümüzden almasın.
"Ve tekûnû ma'a's-sâdıkıyn." Sadıklarla beraber olun. Buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sadık olun demiyor. Öyle olmuş olsaydı. Burda meşâyihe gerek yoktu. Herkes kendisini yetiştirirdi. Herkes kendisi sâdık olurdu. Bir müslümana bir mürşit şarttır. Meşâyihsiz, mürşitsiz olmaz. Meşâyihsiz mürşitsiz olan bu zamanda yolunu kaybeder, yolunu sapıtır. Ehl-i bid'at yolları var, ehli sünnet yolu kaybolmuş. Allah'a giden yol, kitap, sünnettir. Kitap-sünnet olmazsa Allah'a giden yol değildir. Cesedin hepsi toprağa gider. Rûh Allah'tan geldi, Allah'a gidecek. Ama ne ile gider, nasıl gider? İman, amel, ihlas ile gider. Şeriat Allah'ın emridir. İman, ihlas, amelden ibarettir. Din, bilmek, ameli işlemektir. İhlasta: Bütün amellerini maddiyattan, menfaatten, riyadan korumak. Hiç bir maksat menfaat düşünmeden bu dünyada bir makam, mevki düşünmeden Allah rızası için yapıyorsa, ihlas budur. Allah'ın indinde geçerli amel de budur.
Çünkü:
Riya ile olan amel seni nârdan halas etmez.
Çünkü amellerin başında namaz geliyor. "Riya ile namaz kılanlar Veyl Deresinde azap görecektir" buyuruluyor. Halbuki namaz başta gelen ibadettir. Allah'ın emirlerinin hepsinin başında namaz geliyor.
İbrahim Aleyhisselam meleklere dedi ki: "Siz benim yardımıma gelmeyin, Rabbim beni görüyor. Siz aradan çıkın" dedi.
Peygamber Efendimize de bütün dünya müşrikleri bir yetim olduğu halde, fakir olduğu halde üzerine hücum ediyorlar. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Habibim ben sana yeterim." Dünya hep senin düşmanın olsun. Ben sana yeterim. Ne kadar teşebbüse geçiyorlar. Yine Muhammed'i yok edemiyorlar. Defalarca. Çünkü onu Allah muhafaza etti.
Niceleri yâr der gönlü binada.
Nicesinin gönlü bey ü şirada.
Bunlar Allah'ın emirleri. Allah'ın emirleri deyince, zinaya Allah'ın emri yoktur. Allah yasaklamış zinayı. Ama bunların da olacağı Allah'ın emridir. Emir deyince kul istiyor, Allah da halk ediyor. Kul istemezse Allah halk etmez. "Kulum iste vereyim." diyor. Ne istiyorsun? Apartman verir. Murad etmişse veriyor. Yalnız burada bizim bir inancımız var ki? Biz dünyayı istemeyelim. Âhireti isteyelim. Dün-yadaki isteklerimizi de anlayamadığımızdan dolayı, biz de apartman isteriz. On tane dairemiz olsun bir tanesinde oturalım, dokuzunu kiraya verelim de rahatça yaşayalım. Ama müslüman olarak Allah bunu bize vermez. Ahiret istiyorsak, hayırlısını istiyorsak Allah bunu bize vermez.
"Kulum iste vereyim." Derken bu istek ikiye ayrılıyor. Âhiret-Dünya. Dünyayı istedinse ahireti isteyemezsin. Zaten âhireti kazanamazsın. Âhireti istedinse dünyayı isteyemezsin. İstesen de vermez Allah.
Hepiniz görüyorsunuz. Çarşılarda pazarlarda, gençler birbirlerini arkadaş edinmişler, geziyorlar, tozuyorlar. Bunlar zina değil mi? Zina. Sonra bir zengin gelirinin bir kısmını oraya bağlamış. Kadın-kız peşinde bu zina değil mi? Bu da çoğalmış şimdi.
Niceleri yâr der gönlü binada.
Niceleri yâr der gönlü zinada.
Nicesinin gönlü bey ü şirada.
O yâr kimdir bilemedim ne çare.
Allah sevgisi, Resulullah sevgisi ile elde edilir. Resulullah ne ile sevilecek? Vâris-i enbiya olan velileri ile. Niçin? Peygamber Efendimiz, Sıddık-ı Ekber Efendimize nasıl bir vasiyette bulunmuş, hasta iken mübarek: "Ebubekir namazı kıldırsın. Size nasihatı O yapsın. İma-mınız olsun. Hutbeyi okusun." Bu emir olduktan sonra da, bütün sahabeye. Bu emir olduktan sonra Sıddık Ekber Efendimize özel emri var.
"Ya, Yârıgârım Ebubekir: Sana biat etmiş olan bana biat etmiş olur, sana biat etmeyen, bana biat etmiş değildir. Senin kabulun benim kabulum. Senin reddettiğin benim reddimdir. Senin kabul ettiğini ben kabul edeceğim. Senin reddettiğini ben reddedeceğim."
İşte bu tarîkat böyle. Bu emir hep birbirine devir yapmış gelmiş. Tâ ki ikinci bir defa tazelenmiş.
Ubeydullah Hazretleri, Nakşibendi Efendimize âşıkmış. O'na kavuşamamış, O'nun revhaniyetini görmüş. O'nun rûhunu görmüş. O'na kavuşamadığı için çok müteessir olmuş. Meşâyih arıyor arıyor, bulamıyor. Çünkü Nakşibendi Efendimizin revhaniyeti onu almış. O'na akmış. O'nu daha hiçbir meşâyih alamıyor. Neticede Nakşi-bendi Efendimizin halifelerinden en genci olan, çok âlim Yakub-u Çerhi Hazretlerine rastlamış. Ondan ders almak istemiş. O'nun yüzünde de alacalıklar varmış. Yüzünü sevmemiş, elini uzatmış. "Tut bu elden" demiş. "Bu el Nakşibendi Efendimizin eli. Nakşibendi Efendimiz, bana buyurdu ki: Senin elinden tutan benim elimden tutmuş olur. Senin kabulun benim kabulüm, Senin reddin benim reddim diye. O çekmiş elini vermemiş. Gönlüne gelmiş ki ben bunun yüzünü sevmedim. O zaman farkına varmış. "Sen bu yüze râbıta edemiyor musun? Öyle ise bu yüze râbıta et" demiş. Manevî yüzünü göstermiş. Düşmüş, bayılmış dayanamamış. Böylece bu emir Yakub-u Çerhi Hazretlerinde tazelenmiş. Tarihi de yakındır. Çok uzak değil. Şahı Nakşibendi Efendimiz Reisi Evliya. Geçmişte ve gelecekte ne kadar evliya varsa hepsinin başı seçilmiş. Peygamber Efedimize âşık olanlar, rüyada görmek istiyenler görürlermiş. Peygamber Efendimiz onlara dermiş ki: "Bizi görmek için niye bu kadar üzüldünüz. Niye bu kadar müteessir oldunuz. Bizi görmek isteyenler Muhammed Bahaaddini görsünler. Onu ziyaret etsinler. Onu ziyaret edenler bizi ziyaret etmiş oluyorlar. Onun sohbetini dinliyenler, bizim sohbetimizi dinlemiş olurlar." Peygamber Efendimizi rüyalarında görenler böyle. Onlara böyle emredermiş. Nakşibendi Efendimiz üveysi olduğu için. Peygamber Efendimiz zikirleri şöyle yap, müridleri şu şekilde yetiştir diye emretmiş.
Nakşibendi Efendimiz'in bir emri var. Buyuruyor ki: "Ben Barigar-ı Resulullah'tan içeri girdim." Barigar-ı Resullah: Atlas nurdan çadır. Yani Fenafirresul olmuş. Nübüvvete dahil olmuş.
Evet içeri girdim diyor. "Ol Hazret sair velilere yapmış olduğu ikramdan fazla olarak bize ikramda bulundu." Bütün hepsi vâris-i enbiya olduğu halde. İkram da şudur: "Benim kabrimin yüz fersah mesafede dört yönüne (Sadece Doğu değil. Batı-Kuzey-Güney) defne-dilen cenazelerinin kabir azabının şefaatini bana verdi. Ama iman ehli için. Bu da her iman ehli için değil. Ameli olmayan iman ehli azap görecek." Azap biticidir. Geçicidir. Ama nâr ise geçici değildir. Eğer insanların imanı var da ameli yoksa. O tabii azap görür. Günahına göre. Dünyadaki cezasına göre azap görür. Geçicidir. O kadar ya-nar. Bir de var ki, ehl-i nar var. Onlar ebedî kalır cehennemde. Ebedî çıkmazlar. Evet bunların kabir azabını kaldırdı. Allah bunlara şefaat edecek. Halifelerinden Alaaddin'e de (aynı zamanda damadı) kırk fersahlık bir yerin şefaati verildi. Bizim tarîkatımızda da en ufak bir veliye bir bölgenin bir fersahlık yerinin şefaatı verilir.
Onun için hanımefendiler yolumuzu seçmek için tarîkata girmek lâzım. Bir mürşide bağlanmak lâzım. Sapık yollardan, bidatlardan kurtulmak için. Mürşitsiz olmuyor. Mürşit insanları irşad eden bilmediklerini bildiren. Hakkında hayırlı olan bilmediklerini bildirir. Hakkında hayırlı olmayan bildiklerini unutturur.
İrşad: Kalbî sevinmektir. Bu da ancak Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın cennetini kazanmaktır. Allah'ın cemâlini kazanmaktır. Allah'ın Cemâlini görmektir. İrşadın bir anlamı da bizim kapalı olan kalplerimizin açılması gerekiyor. Kalplerimiz açılmazsa irşad olamayız. Herşeyi kalp duyuyor. Acıyı, üzüntüyü, sevgiyi, sefâyı, cefâyı kalp duyuyor. Ama bu kalbi insan Allah'a tamamen verirse. Allah'a teslim ederse. Allah'ın rahmeti de o kalpte tecelli ederse, Allah'ın rahmeti nedir? Allah'ın sevgisi ile tecelli edecek olan Allah'ın nurları esmâ nuru, sıfat nuru, Zat nuru tecelli ederse, işte o kalp açılmıştır. Eğer biz Allah'ı hiç unutmazsak 366 damardan Allah'ın feyzi, nuru o kalbe geliyor. İşte kalp o zaman şad olur. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur. Başka bir şey doyurmaz." Öyle ise zikrullah ile o kalb doyarsa o kalbe birşeyler girmez. Eğer zikrullah ile doymazsa o kalbe çok şeyler girer. Hepsi nöbetleşirler. Kavga yaparlar. O der ben gireceğim. Diğeri der ben gireceğim. Bunlar dünya arzuları.
.
23-Şeyhi olmayanı şeytan kandırır
"Şeyhi olmayanı şeytan kandırır."
25.6.1992
En büyük nimetimiz meşâyihimizin olması. Allah'a şükür.
Büyük alim Niyazi Mısrî Hazretleri tasavvufa girince ne demiş.
Öyle sanırdım ayrıyan, dost gayrıdır ben gayrıyam
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş
Diyor ki: Ben zannederdim ki, Yârdan mânâ: Allah! O ayrı, ben ayrı. Ben anladım ki bana keşfedildi ki, benden görüp, işiten O imiş.
Birde buyurdu ki:
Sağ ü solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Cesedin içeresindeki ruh makamına ulaşırsa ayrı mıdır? Değil. Gayrı mıdır? Değil. Meselâ; bir insanın azasından bir parmağını kaydırmış olsa. Bu parmak koca vücutta bir parça. Parmak çok küçük. Bunda cân da yok. Ama bu parmak vücuda birleşirse büyük bir cisim olur. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? "Ben kendi rûhumdan rûh üfledim." İnsanlara üflemiş. Kendi rûhundan üflenmişse bu rûh gider. "Herşey aslına rücu edecek." Allah'ın emridir. Rûhun aslı Al-lah'tan gelmiş, Allah'a gider. Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet ile gider. Veli demek Allah'a kulluğunu yapmış demektir.
Mâlikimin mülküne mihmân oluram kime ne
Sâni'in sun'un görüp hayrân oluram kime ne.
Mâlik: Yerlerin, göklerin herşeyin sahibi kimdir? Allah'dır.
Mâlikin mülkü derken, hiçbir şey yok iken O vardı. İnanmışsak amenna. Allah'ın varlığı ezelî ve ebedî. Allah'ın Zat'ından başka, bütün bu mahlûkat, halkiyyet sonradan var edilmiş. Nasıl var edilmiş. Allah yoktan var etmiş. "Ol" demiş, olmuştur. "Olma" deyince hepsi yok olacak. Herşey yok olacak. Allah'ın Zat'ı kalacak." Ayeti kerimesinin gereği olarak insanlarda yok olacak. İnsanlar da bu tecelli ediyor. Peygamberlere inandığımız gibi velilere de inanacağız. Peygamberler olmadığı zaman halka hizmeti kim görmüş. Allah'ı bu insanlara tanıtan kim olmuş? Veliler olmuş. Hz. İsa ile Peygamber Efendimiz arasında altıyüz küsür sene geçmiş. Hz. İsa'yı asacaklardı. Astıklarını zannettiler. Bu altı yüz sene İncil'i neşreden kim oldu? On bir kişi idi. Onlar da kaçtılar. Herbirisi bir memlekete gizlendiler. İncil'i neşrettiler. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Ben Peygamber göndermediğim kavime azap etmem." diyor. Zaman gelmiş, asırlar geçmiş. Peygamber gelmemiş. Bazı dönemler var. Peygamberlerin onu, yüzü, otuzu birarada gelmiş, arz üzerinde. Hz. İsa ile Peygamberimiz arasında altı yüz yıl. Peygamber gelmedi diye Allah o yıllarda yaşayan insanlara azap etmiyecek mi? Edecek. Niçin? Vâris-i enbiya olan velilerini yolladı. Bir Peygamber gidince, öteki peygamber gelinceye kadar onun kitabı, dini feshedilmiyor. Veliler peygamber değil ama Peygamberin vekili oluyorlar.
Abdülhalik Gücdevani Hazretleri üveysidir. Hızır Aleyhisselam onu öğrenci gibi önüne almış. Yetiştirmiş. Zaten Gücdevani Hazretleri Nakşibendi Efendimizin de manevî şeyhi.
Nakşibendi Efendimiz onu görmemiş. İkisinin arasında, iki buçuk asır geçmiş. Abdülhalik Gücdevani Hazretlerini Hızır Aleyhiselam yetiştiriyor. Nakşibendi Efendimizi de Gücdevani Hazretlerinin revhaniyeti yetiştiriyor. Sade o değil. Nakşibendi Efendimizi dört büyük evliya yetiştiriyor. Bunların hiçbirini görmemiş. Abdülkadir Geylani Hazretleri, Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri. Ahmed-i Çeştî Hazretleri rû-huna eğitim yaptırmışlar. Kelâm-ı Kibar:
Aşkına Hazreti Piri Tâgi'nin
Reisi Evliya din çirağının
Reisi Evliya: Nakşibendi Efendimiz
Din-çirağı: Dinde onun kadar hizmet gören olmamış. İslamı onun kadar yayan olmamış.
Hakikat bahrinin, çâr ırmağının
Pir: Mürşit. Piran: Silsile. Bizim silsile altın zincir halkadır.
Piri piran: Kendi pirinden başlıyarak bütün silsiledeki pirlerden, hatta Peygamber Efendimizden yardım talep ediyor.
Desti girim ol cemi-i Piri Piran hürmeti
Küntü kenz'in padişahı, Ruhu Sultan hürmeti
Küntü-kenz'in Padişahı: Hz. Allah. Cenâb-ı Hakk'ın Zatı'nın bü-yüklüğünü kendisi biliyor. Kimse bilmiyor onu.
Ruhu Sultan: Peygamber Efendimiz.
Demek ki veliler, Peygamberler olmadığı zaman halka ışık tut-muşlar. Halkı karanlıklardan kurtarmışlar. Dalaletten hidayete çevir-mişler. Mevlâna: Ne olursan ol gel demiş. Bu ne?
Ne kadar günah işledinse, ne kadar isyan ettinse ettin. Yine gel diyor. Çünkü niçin? Allah'ın rahmeti bol. Allah'ın rahmetinin nihayeti yoktur. Yeter ki kul ne kadar günah işlemişse günah işlediğini ve Allah'ın da rahmetinin bol olduğunu bilsin. Şeriatta benlik yoktur.
Tarîkatta benlik perdedir. Berzahtır. Benlik insanın Allah'a giden yolunu keser. Şems"in kullandığı Ben kelimesi onun başının kesilmesine sebep oldu. Her ne kadar onu makamına ulaştırmışlarsa da. Onun şehit olduğu yer, onun makamıdır. Hz. Ali Efendimizin makamı var. Şehit olduğu camide. Ama ceset orada yok. Ama yine orada bir türbe yapmışlar. Birçok veliler vardır ki bunların birkaç tane makamı vardır. Yunus Emre, Veysel Karani ve başkaları. Bir kaç yerde türbesi var. Peki hangisindedir bunların? Hangisinde olduğu bilinmiyor. Ama nasıldır. Birisindedir. Ama diğerleri makamıdır. Çünkü bir evliyaullah'ın olsun, bir nebinin olsun kırk gün bir yerde iskân edinmişse, oturmuşsa orası makam sayılır. Ve orası ziyaret de edilir. Ziyaretgâhdır. Çünkü neden? Yerde şeref yok. Şeref insanlarda. Allah'ın makbul olmuş bir kulu, bir velisi nerede olursa orası şereflidir. Kırk gün iskân etmiştir. Orası makamdır. Zikri ehlinden almak çok önemlidir. "Şeyhi olmayanların şeyhi şeytandır." Şeytan kandırıyor. Çok abidleri kandırmış. Cenâb-ı Hak: Sizin bileniniz ile bilmiyeniniz bir değilsiniz buyuruyorsa, bugün zâhir ilmi olandan, zâhir ilmi olmayan farklıdır. Zâhir ilmi olandan da bâtın ilmi olan farklı. Zâhir ilmi, bâtın ilmine hiç ulaşamaz. Bir kovaya su doldursanız kullandıkça biter. Ama kaynar bir kuyunun suyu bitmez.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: İnsanlar ulvî, insanlar süflî. Ulvinin manası gökleri aşar, melekleri geçersiniz. Suflinin manası hayvanlardan aşağıya düşersiniz.
Burada İmam-ı Azam'ın bir sohbetini aktaralım.
İmam-ı Azam talebeleri ile gidiyormuş. Zaten onu talebeleri yalnız bırakmazlarmış. Ulemalar kitaplarında bundan bahsediyorlar. "İmam-ı Azam ortada bir ay, talebeleri yıldız gibi. Yürüdükleri yerlere nur saçıyorlardı." diye. Yine böyle gidiyorlarmış. "İmam-ı Azam'ı sevmeyen birisi ile karşılaşmış. İnanmış değil. İnanmak, ehli beyti sevmektir. Onlar (Rafizi) biz de seviyoruz diyorlar ama yalancılar. Nasıl sevgi: Kitap yok, sünnet yok. İbadet yok, gusul yok. Bunlar bize de karşıdır. Bunlardan bir tanesi İmam-ı Azama kasıtlı bir soru soruyor. Yine biliyor ki İmam-ı Azam onu koruyacak. Aksi halde o hakareti yapamazdı. Bir siyah köpek geçiyormuş oradan. "Dur ya İmam bir sorum var sana" demiş. Durmuş. "Ya imam şu köpeğin kılları mı hayırlı? Senin sakalının kılları mı hayırlı?" Bunu söyler, söylemez talebeler üzerine yürümüşler. Parça parça edecekler. İmam-ı Azam heyecanla, şiddetle. "Durun! durun! Eğer elinizi sürerseniz, size hakkımı helâl etmem" demiş. Talebeler donmuş kalmış. İmam-ı Azam hemen tefekkür yapmış. Cevap vermiş:
- "Ben eğer Allah'a olan kulluğumu yaparsam, Allah beni cennete koyacak. O köpek ise cennete gelmeyecek. O zaman benim sakalımın kılları köpeğin kıllarından hayırlı olur. Eğer ben Allah'a isyan edersem, Allah beni cehennemine koyacak. O köpeği cehenneme koymayacak. O zaman benim sakalımın kıllarından, o köpeğin kılları hayırlı olur." O zaman rafizi de düşünmüş doğrudur sözün ya İmam. Haktır sırrın demiş. Bana imanı tarif et demiş.
Hiçbir veli mürşitsiz yetişmez.
Mevlâna, İmam-ı Rabbani, vs. hepsi birer mürşit eğitiminden geçmişlerdir.
.
24-Fakir olmamak için çalışalım
"Fakir olmamak için çalışalım"
9.6.1992
Allah aldanmışlardan etmesin. Herşeyin hayırlısını istiyelim. Zengin olmayı düşünmeyelim. Düşünmekle zengin olmayız. Ne kadar koşsak ne kadar çırpınsak zengin olamayız. Fakirlikten de korkalım. Bu zamanda fakirlik de çok zor. Her yolun ortası hayırlıdır. Ortası nasıldır? Fazlası da yok, eksiği de yok. Kimseye de muhtaç değil. İhtiyacından da fazla birşey yok. Fazla olunca da taşıyamıyor insan.
Yemede, içmede, eşyalarda bir sınır var. O sınırı taşırmamak lâzım. Ama taşırıyor insanlar. Avrupa'nın âletleri, Avrupa'nın yaşan-tıları, Avrupa'nın âdetleri gelmiş, girmiş içimize.
Yine de onlara gıpta ediyoruz. Biz onların neyine gıpta edeceğiz? Yaşantılarına değil, çalışmalarına gıpta edeceğiz. Dünyaya fazla çalı-şıyorlar. Allah da veriyor. Ama biz hem dünyaya çalışacağız. Hem âhirete çalışacağız. Çünkü dünya da müslümanın âhiret de müslü-manın. Onlar her ne kadar zenginler, varlıklılar. Daha sıhhatli oluyorlar ama onlar ehl-i dünya. Dünyada onların her istediklerini Cenâb-ı Hak verecek. Ama onların âhirette bir arzusu, isteği olmayacak. Âyet-i kerîme ne buyuruyor: "Müslümanlar o kafirlere imrenmeselerdi müş-riklere imrenmeselerdi Biz onların tavanlarını altından, tabanlarını gümüşten halk ederdik." Allah âlim tabii. Dünya zevkine düşen âhireti kaybeder. Cenâb-ı Hak: "Biz insanlarda bir tane kalp halkettik." İki tane halketmedik ki birine dünyayı koysun birine bizi.
Amel iki: 1- Bedenî amel, 2- Malî amel. Malî amel ne ile olur? Malî imkan var ise ne yapıyorlar? Âhiret için mi harcıyorlar kazandıklarını? İhtiyacından fazlasını âhiret için harcayan yüz tane zenginden on tane çıkmaz. Gayri meşru yerlere, kitaba, sünnete uymayan yerlere harcıyorlar. Allah'a şükür bunlar cemaâtimize değil. Bu zamanda zenginlik ateştir. Fakirlik de ateştir. İkisinden de korkalım. Fakir olmamak için çalışalım. Evvel beden ilmi sonra âhiret ilmi. Bir insan ihtiyaçlarını karşılamak için çalışacak ki ibâdetini yapabilsin. Zenginler için ne buyuruyor:
"Hevâ-yı nefsine tâbi olanlar, kande bulur darü'l-emânı"
Nefsinin arzusuna uyanlar, kabirde darlıktan kurtulamazlar.
Alamazlar özün nefsin elinden
Beşerdir ol dâim eyler ziyânı
Ömür cevheridir kadri bilinmez.
Sakın gafletle geçirme zamânı.
Ömür cevheri çok kıymetli, altından daha kıymetli. Bütün kıymetli madenlerden daha kıymetli. Allah nefse, şeytana uydurmasın. Sonumuzdan da korkalım. Allah sonumuzu hayır getirsin. Dün buraya enişteli kayınlı birisi geldi. Bir tanesi selam verdi. Diğeri selam vermeden geçti oturdu. Meğerse adam keşmiş. Hiç ayık değilmiş. Buraya sohbet dinlesin diye getirmişler. Önce ibâdete çok düşkünmüş. Şimdi kötü arkadaşlarının etkisi ile içkiye müptelâ olmuş. Geldi oturdu selam da vermedi. Yüzünde nur eseri de kalmamış. Çay geldi ona da ikram etmek istediler. Bir de baktık kayboldu. Epeyce de cemaat vardı. Kaçtı gitti. Onu getiren müteessir oldu. Hanımı da gelmiş o da müte-essir oldu.
"Kişi, kişinin rahmanı, kişi kişinin şeytanı. Kişi refikinden azar." Bu da Peygamber Efendimizin hadisi. Burada bize olan uyarı: Müslüma-ların dört tane manevî düşmanı var. Hepsinden kötü olanda, kötü arkadaş. Manevî düşmanımız şeytandır. Buna, Allah yetki vermiş. Vesveseyi şeytan veriyor bize. Diğer düşmanımız nefs-i emmâremiz, şeytan ona öğretiyor vesveseyi, herşeyi aklımıza getirmeyi.
İnsan Allah'a, Peygamber'e inanmakla, huzur yapmakla, salavat getirmekle, şeytan vesvesesinden kurtulabiliyor. Gönlüne getirdiği birşeyi bakıyor ki kitaba sünnete uymuyor. Onun şeytandan oldu-ğunu biliyor. Nefsinin arzusu şeytana uyuyorsa günahı işletir. Allah'ın emirlerini yapıyorsa sevap işletir. Elimizde silah, euzu besmele, salavat, tevhîd.
Sizlere defalarca rahat oturun diyoruz. Emir adabın üzerindedir. Osmanlı padişahlarından birisinin dört tane veziri varmış. Vezirlerinden bir tanesini çok severmiş. Onunla çok muhabbet yaparmış, öbürleri de kıskanırlarmış. Padişah bunun farkında imiş. Bir altın işlemeli kıymetli bardağı varmış. Bir gün vezirin birisinden su istemiş, o bardağa doldurmuş, getirmiş. Padişah suyu içmiş sonra vezirine demiş ki, bardağı vur kır, kıramamış.
- "Efendim bu zât-ı âlinize mahsus bir bardaktır. Çok kıymetlidir. Ben kıramam" demiş. Sıra öbür vezire gelmiş. O da kıramamış. Üçüncüsü de kıramamış. Bu sefer o çok sevdiği vezirinden istemiş.
- "Şu bardağı kır" deyince, vurmuş kırmış. Padişah sormuş
- "Diğerleri bu bardağı kıramadı. Sen ne cesaretle bu bardağı kır-dın?" demiş.
- "Efendimiz bu bardak çok kıymetli, ama senin sözünden de kıy-metli değil" deyince Padişah:
- "Bakın anladınız mı, onu neden çok sevdiğimizi?" Evet emir, âdâbın üzerindedir.
Bu cemaâtin içerisinde, çok çok olsa diz çökülü oturmaya alışkın on tane vardır. Alışkın olmayanlar, üç dakika, beş dakika oturur dizleri ağrıyınca ne olur? Bir zahmet olur, azap olur. Bundan dolayı kaçar. Daha gelmez. "Oraya gidiyorum, dizlerim ağrıyor. Herkesten ayrı otursam olmaz, onlar gibi otursam dizlerim ağrıyor" der.
Sensin bize bizden yakın
Görünmezsin hicap nedir.
... ...
Ben sana kulluk etmedim
Rah-ı rızana gitmedim
Hem fermânını tutmadım
Cürmüm ile geldim sana
Senden utanmadım hemân
Ettim günah gizli ayan
Vurma yüzüme el aman
Cürmüm ile geldim sana.
Hadd-i tecâvüz eyledim
Deryâ-yı zemmi boyladım
Malum sana ben neyledim
Ne yaptımsa ayan sana
Burada tecâvüz sınırını aşmak, deryâ-yı zem: Günah deryası.
"Cürmüm ile geldim sana." İsyanımla, günahımla geldim sana
Günahını bilmek gibi bir kurtuluş yoktur. Kim günahını bildi, Allah'ın azâmetine sığındı ise, o kurtuldu.
Kuddusî isyânda şedid
Amelde bir battal pelid
Lakin senden kesmem ümid
Cürmüm ile geldim sana.
Çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun.
.
25-Manevî fakirlik Allah'ı kazandırır
"Manevî fakirlik Allah'ı kazandırır."
18.6.1992
Evet Efendiler, Allah'a şükür. Cenâb-ı Hak bu nimetleri bize ihsân etmiş. Evvela müslüman halk etmiş. Müslümanlardan seçmiş. Ço-ğunlukta olan küfürde bırakmamış bizi. Habibine ümmet etmiş. Üm-metten de seçmiş bizi.
Hristiyanların kilisesi var
Yahudilerin havrası var
Mecûsîler ateşe tapıyorlar, sığıra tapanlar, güneşe tapanlar var.
Müslümanız Allah'a şükür. Fakat biz yaşıyoruz. Yaşamayan da, ben de müslümanım der. Ve cennet de benim der. Hani amel, amel yok. Bunlardan da Cenâb-ı Hak bizi seçmiş, şeriatımız var, tarîkatı-mız var. Hakikate ulaşırız inşaallah. Bize en büyük ihsân marifete ulaşmaktır.
İlim insanları yükseltiyor. Ama aslında ilim insanları alçaltsın ki Allah yükseltsin. Âlim olanlar tabii ki seçilmişlerdir. Cenâb-ı Hak da ne buyuruyor: "Sizin bileninizle, bilmeyeniniz bir değilsiniz." Bilen bilmeyenden farklıdır. Ama bu bilmenin de kaç türlü anlamı var? Bir âlim olmakla ben biliyorum demek mi oluyor? Yunus Emre ne demiş:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya niçin okumaktır?
İlimden manâ, kendini bileceksin. Kendini bilmedikten sonra sen âlim değilsin. İlim bir taraftan zâhirde ilim sahibini yükseltir. İlim sahibini yükseltir ama, ilim sahibini halk yükseltecek; kendisi değil. Kendisi ilminden dolayı yükselirse, onu Allah hakîr eder. Çünkü ilminden dolayı yükselmek demek, kendisinde gurur kibir oluşması demek oluyor. Halkı kendisinden aşağı görmek demek. Bir âlim tarîkata girmezse ilminden geçemiyor. Şeriatta ilim, ibâdet, hayır çok kıymetlidir, çok geçerlidir. Zâhir âlimlere göre. Ama tarîkatta bunların hiçbir kıy-meti yoktur. "Ameli güzel işle. İşlememiş gibi bil." diyor. Bir hadis var-dır: "Kişi ameli ile cennete giremez." Ancak nasıl girer cennete?: Allah'ın fazlı, tevfiki, kişinin mertliği ile girer.
Yani kişiye Allah cenneti ikram ederse, kişi de mert olursa cennete girer. Burada mertlik denilince nefsi yenmektir. Nefsini yenmek. Tarî-katta ne var. Cânı vermek var. Cânân'ı bulacaksın. Cânân'dan mânâ Allah.
İki türlü fakirlik vardır. Maddî fakirlik, manevî fakirlik, ikisi de ge-çerlidir. Maddî fakirlik cenneti kazandırır. Manevî fakirlik Allah'ı kazandırır.
Bütün meleklerin, cinlerin, insanların ilmi toplandığı zaman Peygamber Efendimizin ilminin yanında, deryada bir katre gibi kalırmış. Böyle iken Mirac'da "Ya Rabbi! Fakirliğimle geldim, yokluğumla geldim" dedi. Cenâb-ı Hakk'ın çok hoşuna gitti bu. Amel fakirliği budur. Nakşibendi Efendimizin, Muhammed Parisâ Hazretleri ne iltifatları, methiyeleri çok farklı imiş. Ulema bunu araştırıyor. Niçin? Neden? Niçin bu kadar terakki etmiş. Amel ise, hepsi işlemiş. Velâyet ise hepsi velâyete ulaşmış. Ama velâyete geçenlerde de farklılık vardır. Velâyet ki... Velilerde de farklılık var. Ulemâ inceliyor. Muhammed Parisa Hazretleri diğerlerinden farklı ne amel işlemiş ki, bu dereceye ulaşmış. Diyorlar ki: Muhammed Parisa Hazretleri bütün tasavvufta, şeriatta olan amellerinin kârını, kemâlini yokluk deryasına atmış. Sahip olmamış da onun için bu kadar terakki etmiş. Emsâlini geçmiş. Emsâli velîler içerisinde marifete ulaşmış. Şeriatını, amelini, ibâdetini, tarî-katını yapacaksın da bunlara hiç itibar etmiyeceksin. Hepsini yok edeceksin. Gönlünden çıkaracaksın. O zaman en yüksek makama da ulaşacaksın.
Aşık imdi varlığını ver yokluğa.
Bu yokluk âşıklarda olur. Âşık olmadan yokluk olmaz. Âşık olmayanın ilmi varlıktır. Ameli gözünde bir varlıktır. Kerâmeti gözünde bir varlıktır. Âşıklar ilmi de atıyor, ameli de atıyor. Kerâmeti de istemiyor. Kerâmetten geçmezse âşık değildir. Âşık olmayan kerâmetten geçemez. Kendini ibâdete verecek. Fazla ibâdetle de yol alınır. Fakat aşk ile daha seri gidilir. Aşka düçâr olmayanın büyük amelinden, aşka düçâr olanın küçük ameli makbuldür. Niçin? Aşka düçar olmayanın ameli gözüne dağlar gibi görünür de onun için. Ama aşka düçâr olanın ameli gözüne görünmez. Hepsini yok eder. Neticede hakiki varlığı O olur. Zâhir şeriatta ilim, ibâdet çok önemlidir. Tarîkatta bunların yaşanması var. Tatbikatı var da önemi yoktur. Kıymet verilmiyor. Niçin? Tarîkata geçen bir insan öyle Allah'a, öyle Râbıtaya rabtoluyor ki, muhabbet, ihlas, âdâb, teslim. Teslim olan mürid bir âlettir. O bir nakıştır. Nakışın neyi vardır? Nakışın bir hüneri olmaz. Nakışı işleyendedir marifet. Nakış medhedilmez. Nakkaş medhedilir. Bir âletin nesi var? Onu çalıştıran bir ustası var. Bir insan tarîkatta ihlas denen bir sıfatı elde ederse, muhabbeti olur. Bunlar birbirine bağlıdır. Muhabbet olmazsa ihlas olmaz. İhlas olmazsa muhabbet olmaz. İhlas olmazsa âdâb olmaz; âdâb olmazsa ihlas olmaz. Âdâb olmazsa teslimiyet olmaz. Teslimiyet olmazsa âdâb olmaz. Bunlar tarîkatın şartları. Sen cansız bir âletsin. Öyle ise ilim de senin değil, amel de senin değil. Hiçbiri senin değil. Evet Allah'a şükür, bin şükür, nihaî şükürler olsun ki Allah bu zamanda bu nimeti nasip etmiş.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
6-Rûh sana emanettir. Beden de sana emanettir.Muhafaza edersen Allah'ı memnun edersin
"Rûh sana emanettir. Beden de sana emanettir.
Muhafaza edersen Allah'ı memnun edersin"
12.6.1992
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî
Bütün âzâları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri Bahr-ı Nil olmayınca
Söz ile bulunmaz bir sâdık muhib
Derde düşmeyince aranmaz tabîb
Her bir şukûfeye konmaz andelîb
Madem ki içinde gül olmayınca
Her bir âşık vâsıl olmaz yârına
Berdâr olmayınca vuslat dârına
Pervâneveş düşüp aşkın nârına
Mansur gibi yanıp kül olmayınca
El çek mâsivâdan bırak bu câhı
Raz-ı derûnundan eylegil âhı
Cânân ellerinin açılmaz râhı
Varıp bir kâmile kul olmayınca
Pîr-i Sâmi gibi sahib-irşâdı
Bulup kapısında kılak feryâdı
Hiç birimiz bulamazık necâtı
Bizim delîlimiz Ol olmayınca
Sâlih bu sözlerin yalan olamaz
Her beşer sûretli insân olamaz
Herbir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca.
Sâlih'in sözleri yalan olamaz.
Her beşer sûretli de insan olamıyor. İnsan olabilmek için "ehl-i irfân" olacakmış. Ehl-i irfân olmak için de kıl kırk yerinden yarı-lacakmış. Ehl-i irfân olmak için kalb ilmi olacak. Ama kalb ilmini ne ile elde ediyor insanlar? Allah'a olan aşk. Allah'a olan korku. Allah'a olan itaat. Sadece aşkla olmaz. İtaat olacak. Korku olacak. Meselâ: Sün-netin dışında çok mezhepler var ki; Bunlar ehl-i aşk ama ehl-i sün-net değiller.
Onun için Sâlih'in bu sözleri yalan değil. Ama bu beşer görünenler de beşer değil. Çünkü küfrü yaşayan da beşerdir. İmanı yaşayan da beşerdir. Bu beşer olarak görünen cisimlerdedir. Bu örtüdür. Esas sûreti olan görünmeyenin örtüsü oluyor. Beşer olmak için kılı kırk yerden yaracak. Hiç kırk yerden yarılır mı? Allah korkusu, Allah aşkı, Allah'a olan itaat kırk yerden yarar. Bizde Allah'a şükür muhabbet var. Ama "ehl-i itaat" olacaksınız. Takvanız olacak. Korkunuz olacak.
Muttakî olan kurtulur diyor. Muttakî kim? Sizin en çok muttakî olanınız, en çok Allah'tan korkanınız. Allah bizi noksan sıfatla halk etmiş. Cânân ilinde olan Allah'ın zâtıdır. Allah'ın azâmetidir. O yol kapalıdır. O yolu kim açar. Ancak bir kâmile kul olunca, O açar. Bu nedir? Meşâyihe olan inanç, meşâyihe olan sevgi, meşâyihe olan saygı. Meşâyihe olan sevgi Allah'adır. Meşâyihe olan inanç Resulullah'adır. Meşâyih sana noksanlığını bildirir. Noksanlığını bilirsen onu ikmal edersin. İkincisi senin kalbini temizler. Kalbin temizlenmezse, meselâ kirli bir tabağın içerisine ne koyarsan kirlenir. Kalbimize gelen masiva, dünya, şuğul bizi yolumuzdan da geri koyuyor. Bizi rahatsız, huzursuz da ediyor. Ancak bu dünyayı ve çeşitli düşünceleri kalbten silen ne oluyor? Meşâyih sevgisi. Kalbi silinen ne olur? Kalbi açılır. İrşad sahibi seni şâd eder.
Hiçbirimiz bulamazık necâtı
Necât: Ateşten kurtulmaktır.
Hiçbirimiz cehennemden kurtulamayız eğer o delilimiz olmazsa.
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni
Ledünni: Kalp ilmi.
Bütün âzâların dil olmayınca.
Bütün âzâların dil olmayınca, onun kalbinden ledünni ilmi doğmaz. Bütün âzâları yasaklardan korumaktır. Bütün âzâları Allah'a yönelt-mek, Allah'a itaat ettirmektir. O zaman ne olur? Allah'ın inâyeti ile, Allah'ın hidâyeti ile, bir mürşidin himmeti ile ne olur? Âzâların zikir yapar, bir de var ki zâhir şeriatta bu âzâları yasaklardan korumak. Elimiz, gözümüz, kulağımız, dilimiz vs. isyanın âleti bunlar. İtaatin de âleti bunlar. Yasaklara gözümüzle bakmazsak, kulağımızla dinlemezsek, dilimizle konuşmazsak, yasaklara elimizi uzatmazsak, yasaklara ayağımızla gitmezsek ne olur? Şâd oluruz.
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni
Bütün âzâların dil olmayınca.
Bütün âzâlarını, Allah'a yönelteceksin. Dilden manâ zikir, bütün âzâların zikir yapacak.
Zâhir şeriata göre bütün âzâlarını yasaklardan korursan, bir de meşâyihe inanırsan, şeyhine hizmet görürsen, bu sefer ne olur? Kalbin inanır. Kalbin inanması ile beraber kalbin zikir yapar. Kalbin zikir yapınca bütün âzâlara akseder. Bir arabanın, bir kamyonun moturu çalışınca ne oluyor? Bütün âletlerinde bir hareket meydana geliyor. Motor çalışmazsa eğer, hiçbir yerde ses yok, hareket yok. İşte insanların kalbi de bir motor. Ama iki görevi var:
1- Görünen zâhir görevi. Vücudun kanını toplar ve damarlara ulaştırır.
2- 366 damarın merkezi. Kalp zikir yapmaya başlayınca bütün âzâlara yayılır. "Sultanî zikir" olur. Bu da kalbin görünmeyen, tarîkatta bilinen görevi. O zaman Cenâb-ı Hakk'ın sayısız "kesiren" zikir yapın demesi tecelli ediyor.
Bir binada 366 pencere olsa hepsinden güneş gelse ne olur? Bina pırıl pırıl aydınlanır. 366 damardan da Allah'ın feyzi gelirse o kalbe 366 çeşmeden su gelirse, o kalb çağlayan olur.
Söz ile bir sâdık muhib bulunmaz
Derde düşmeyince aranmaz tabib
Cenâb-ı Hak: "Biz insanı çok kıymetli halk ettik. Kendi ruhumuzdan ruh üfledik." buyuruyor. O ruh bize emânettir. Neye benzer bu. Çok kıymetli bir şeyi zamanında birisi sana vermiş. Çok kıymetli bir şey. Sen o emâneti temiz tutsan muhafaza etsen onu memnun edersin. Rûh da sana emânettir. Onu muhafaza edersen Allah'ı memnun edersin. Eğer muhafaza etmezsen, ihânet edersen sana ceza verir. Ceset de sana emânet. Ne diyor:
Can senin, bu ten senin
Yürek yaralı Sâlih.
"Daha benden ne istiyorsun her şey senin Yarabbi" diyor. Yunus Emre ne demiş:
Sen düzdürdün beni
Sen düzdün beni.
Çün ayıp içün yarattın bedeni.
Beni ben düzmedim. Sen yarattın beni diyor. Ama ayıbımızı noksanımızı bilemiyoruz. Bilsek zaten kurtulacağız. Allah'ın halk etmiş olduğu nimet o zaman anlaşılacak. Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı göndermiş. Peygamber göndermiş ki bilelim.
.
27-Gıybetten sakınalım
"Gıybetten sakınalım."
30.6.1992
İnsanların bulunduğu bölümler:
1- Hubb-ı dünya: Dünya sevgisi olanlar. bunlar cehennemden kurtaramazlar.
2- Ehl-i dünya.
3- Ehl-i nâr.
4- Şuğl-u süfla: Düşünceler. Yani bir zaruri düşünceler var, bir de keyfi düşünceler var. Zaruri düşünceler mani olmuyor. Keyfi düşün-celer mani oluyor.
Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Allah'tan geldiniz dünyaya. Yine Allah'a döneceksiniz." İşte yolculuk bu yol. Hubb-u dünya ile bu yolu gidemez. Şuğl-u süflâ da gidemez. Gider ama bu yolu bitiremez. Niçin? Şuğulu mâni oluyor. Bu yol ne ile biter? İnsanlar tam manası ile gafletten kurtulacak ki bu yolu bitirmiş olsun.
"Mûtû gable en temûtû" sırrına mazhar olacak ki bitirmiş olsun. İnsanlar melekî sıfata geçecek ki bu yolu bitirmiş olsun. Meselâ:
1- Hayvanî sıfat var: İbadeti olmayanlar için namaz yok, abdest yok. Günah,sevap bilmiyor.
2- Beşerî sıfat: Tam manası ile Allah'ın yasaklarından kaçmış. Gü-nahlardan kaçmış. Ameli var, günahı yok. Bu nedir? Kitaba-sünnete uyan cemaattan. Cenneti kazanmış, hayvanî sıfattan kurtuluyor.
3- Melekî sıfat: Bu nedir? İnsanlarda olmayan bir güzellik elde ediyor. İnsan melekî sıfata geçince beşerden üstün oluyor. Melekten de üstün oluyor. Gaflet gömleğini atmış oluyor. Cenâb-ı Allah: "Beni çok zikredin" buyuruyor. İşte o insan Allah'ı hiç unutmaz, Yer, içer, konuşur, akrabasına gider, işçilerini çalıştırır. Âmir olur, memurlarına emreder Allah'ı hiç unutmaz. İşte o zaman ne oluyor? O yolculuğu tamamlamış oluyor. Allah'tan geldi. Allah'a gitti. Onun için:
Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.
Şimdi hubb-u dünya yok bizde. Tasavvufa, tarîkata kim inanmış-sa, mürşidinin sevgisi kimin gönlünde var ise, onda hubb-u dünya olmaz. Her şey zıddıyetinin karşılığında yok olur. Allah herşeyi çift halketmiş. Zıddiyetli halketmiş. Bizde şuğl-u süflâ var. Bunda da şuğul iki türlü olur. 1- Allah'ın emri. 2-Nefsinin emri. Nedir?
Açlık, insan aç kalınca, hasta olur, zayıflar, ölür bile. E!... çıplaklık da böyledir, zarurettir bunlar. Bunları yerine getireceksin. Diğer şuğul nedir? Meselâ: Buzdolabın var da daha iyisini istiyorsun. Çamaşır makinen var da daha modernini istiyorsun. İşte alacağın birşey var. Onu alamadığın müddetçe o sende şuğul. Aldın borçlandın, bu sefer o borcu ödemediğin müddetçe o sende şuğul olur. Bunlar manidir. Şuğuldan da kurtulmak lâzım. İşte
Hubb-u dünya şuğl-u süflâ ile varılmaz yola.
Ehl-i kanaat, ehl-i sabır olalım. Ehl-i kanaat olursak eğer, kendimizden yükseğine bakmayız. Kendimizden aşağısına bakarız. O zaman râzı oluruz. Şuğuldan kurtulmuş oluruz. Ehl-i sabır olursak, amelimizi de rahatlıkla yaparız. Zevki, sefayı istemeyiz. Şuğuldan kurtulmuş oluruz, yolculuğu bitirmiş oluruz. Her işi mahallinde düşünelim. Her kelâmı mahallinde konuşalım. Gıybetten sakınalım. Malâyâniden kaçınalım. Şöyle aldım, şöyle sattım, şöyle yedim, şöyle gezdim demek malayânîdîr. Muhabbetinizi azaltır. Bir mecliste malâyâni konu-şuluyorsa oraya gitmezsiniz. Çünkü muhabbetinizi azaltır. Evet olur. Bir akrabanız veya tanıdığınız vardır. Eğer kederi filan olmuşsa, gurbetten gelmişse, hastası varsa, tanıdığınız kimsenin kızı veya oğlu olmuştur. Gider gözaydın edersin. Karşılaştığınız zaman selam verirsiniz. Hâl hatır edersiniz olur biter.
Bir yerde ki gül yoktur ol gülşâneye varmam.
Hem sohbet-i pîr olmayan hâneye varmam
diyor. Orda ne var? Malayânî var. Tarîkatı olmayan, mürşidi olmayan, birbirlerine övünürler. Konuşurlar, o der ben böyle aldım, diğeri der, ben şöyle sattım. Bu tip konuşmalar kalbi karartır. Kitap okuyun. Tarîkatınızdan râbıtanızdan bildiğiniz kadar konuşun. Çünkü bunlar muhabbetinizi artırır. Gaflete fırsat vermez. Yani önemli olan gaflette olmayacağız. 24 saat içerisinde râbıta ile gafletimizi azaltacağız. Allah'ı biz düşünemeyiz. Düşünemeyince unuturuz. Meşâyihi düşünebiliriz. Meşâyihin bir sıfatı var. Bir mekanı var. Şeyh Efendimizi hayal edersek Allah'ı hiç unutmayız. Ne alıyorsak, "Bismillah destur" de! Ne koyuyorsun "Bismillah destur" de! Buradan kalkıyorsun "Bismillah destur" de! Kalk. Oturacaksın. "Bismillah destur" de! Otur. Şu sürahiye uzandın. "Bismillah destur" de! Uzan. Kapıdan çıkıyorsun, bir vesaite biniyorsun. Bir vesaitten iniyorsun. Hep Bismillah destur! Bismillah destur! Bismillah destur de! Bismillah Allah'a; Destur: Şeyh Efendinden izin almak. Madem ki Şeyh Efendimizi büyük gördükse, tarîkatımızın ihlas diye bir şartı var. İnsanın her hareketinde müsaade alması lâzım. Bir de tarîkatın adabı var. Meşâ-yihimiz nerde olursa olsun. Biz onu göremiyoruz ama o bizi görüyor. Öyle ise ondan müsaade al. İcabında burada bir büyük olsa, şu bardağı alacak olsanız, "Müsaade eder misiniz bardağı alabilir mi-yim?" demelisiniz. Adâb budur. Yapmıyorsa âdâb yok. Eğer biz me-şâyihimizi büyük görüyorsak ki ihlas bu demektir, huzurdayız demektir. Huzurda olan bir insan da "Bismillah destur" der. Bu hem bir adabdır, hem de ayıklıktır. Eğer alırken, koyarken "Bismillah destur" demedinse, âdâbda eksiklik bıraktın ve gaflette oldun. İşte böyle ola ola ne oluyor? İnsanda bir sıfat, bir meleke, bir alışkanlık meydana geliyor.
İnsan gaflette iken, râbıtası aklına geldiği zaman veya her ibâdete yöneldiği zaman kendisini zorluyor ki gâfil olmasın, say ediyor ki unutkanlığını atsın. Gafletini atsın. Daima muhabbeti ile beraber olsun. Daima Allah sevgisi ile beraber olsun, Allah'ı unutmasın. Aslında Râbıta karşısında, Allah kalbinde olacak. Râbıta senin aynandır. Râbıta senin kalbinin bekçisidir. Eğer Allah'ı unuttunsa, O senin manen tependen aşağıya kamçı ile vuruyor. Râbıtanın tarifi budur. Şeriat kamçısı var. Onunla vuruyor. Niye unuttun sen diyor. Rabbını niye unuttun diyor. Yoksa ders yapanlar Şeyh Şeyh diye mi yapıyor veya namaz kılarken Şeyh Şeyh diye mi kılıyoruz? Namazın şartları vardır, onları yerine getiriyoruz. Kıyamda kıraat okuyoruz. Rükuda "Subhânerabbiyel azîm." diyoruz. Şeyh Şeyh mi diyoruz? Yalnız râbıta bir gönül bekçisidir. Gönlümüzü muhafaza ediyor. Yani râbıtalı olursak, Allah'ı unutmayız. Allah'ı unutmak ise Allah'ın sade lafzında kalmayınız.
Mânâ: Mânâ nedir? Kur'ân-ı Kerîm'de Fatiha'yı okuduğumuz za-man, zammı sûre okuduğumuz zaman lafzını okuyoruz. Manâ deyince Allah yok. Ama onu okurken Allah ta kalbimizde ise mana odur. Mânâ nedir görünmeyen. Mânâ var ama görünmüyor. Var olup da görünmeyen Allah'ın lafzı gelmiş. Bize kelâmları gelmiş. Kur'ân gelmiş. Onları okumakla kalbimizde başka birşeyler varsa o zaman bizde mânâ yok. O zaman huzur yoktur bizde Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Sizin kalbinizde ne beslerseniz sizin mabudunuz odur." Öyle ise kalbimizde olanları atmak için bu kalbe bekçi lâzım. Senin bir bahçen var çok güzel bir bahçen. Yetiştirmişsin her türlü meyvesi, sebzesi var. Fakat oraya bir bekçi lâzım. Bekçi koymazsan ne olur? Oraya muhalifler gelir.
Âdem Babamızı aslında cennetten şeytan indirtmedi. Havva anamız ona tesir etti. Bir buğday tanesi yemekle Cenâb-ı Hak onu cennetten yeryüzüne indirdi. Âdem Babamız cennetten inince 200 sene ağladı. Gezdi. Ama bunu ağlatan ne idi? Sadece o buğday tanesi değildi. Cennet çok ulvî bir makam. Çok kıymetli bir yer, temiz, ferah. Lüks bir yer. 1- Nasıl dünyaya indi ise o hayattan ayrıldı. 2- Cennette Rabbıyla konuşuyordu. 3- Cennette Rabbının Cemâlini görü-yordu. 4- Cenâb-ı Hak Hz. Havva'ya da sıfat nurundan bir nur vermişti. Ondan dolayı onu o kadar seviyordu ki O'nu çok güzel görüyordu. 5- Rabbını en güzel isimleriyle zikrediyordu.
Bu beş şey onu çok ağlatıyordu. Ulvî âlemden geldiği için ağlı-yordu. Cennet ulvî bir makamdır. Kendisi Cenâb-ı Hakk'ı görüyordu. Tanışıyorlardı. Orada dert yok, gam yok, tükendi bitti yok. Aldım, verdim, hasta oldum; böyle şey yok. Bir gaye yok. Oradan bu dün-ya âlemine gelince, bu meşakkatli âleme gelince üzüldü. Ama yine o âlemi kazandı. O ulvî âleme ulaştı. Biz de ulvî âlemden geldik. Onun için kelâm-ı kibarda geçer ki:
Gökte uçar iken indirdin beni.
Gökte ne uçuyordu ceset mi uçuyordu? Annemizin, babamızın vasıtası ile bu ceset meydana geldi. Ama bu cesetten mi ibaret? Bizde bir rûh var. Kıymetli olan rûh. Ceset çürüyüp yok olacak.
Vadi-i virâna kondurdun beni.
Vahşi hayvanlara döndürdün beni
İşte ulvî âlemden gelip, süfli âleme indiğini bilmezse bir insan,o âlemin süfli olduğunu bilmezse tabii vahşi hayvanlara döner. Niçin? Neden? Azaba düşen bir insan, cehenemme giden bir insan vahşi hayvan gibidir. Cenneti kazanamamıştır.
Bir insan gayesini bilmezse nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmezse vahşi hayvandır.
Eyledin dilimi lâl kara bahtım.
Bu kelâm-ı kibar âyeti kerîme'ye temas ediyor.
Ayet-i Kerime'de ne buyuruyor: "Biz onların gönüllerini mühürledik, dillerini lâl, kulaklarını sağır ettik."
Kim bunlar? Allah'ı zikretmeyen, Allah kelâmı konuşmayan, vaaz, nasihat dinlemeyen kulak, günahlardan sakınmayan göz. Peygamber Efendimiz bu âyeti kerîmenin mealini hadis-i şerifinde açıklıyor. "Allah'a, âhirete iman eden hayır konuşsun. Hayır konuşamıyorsa sussun. Allah'a âhirete iman eden, vaaz, nasihat dilnesin. Vaaz, nasihat dinlemiyorsa kulaklarını tıkasın (Gıybet ve malayani konuşma-sın)." Allah'a, âhirete iman eden, hakkı batılı seçsin. Yasaklardan gö-zünü korusun. Koruyamıyorsa gözlerini yumsun.
Evet biz ulvî âlemden geldik. Bu ceset yok olacak. Ama Allah bizi yine bir cisimle kaldıracak. Bu ceset kıymetini ne ile bulacak? Kur'ân şeriat cesededir. Dünyadaki her cisim sahibine Allah'ın emirleri var-dır. Yasakları vardır. Cesedin kıymeti de akılladır. Bu ceset balig olacak. Müslüman olacak. Akıllı olacak. Ceset nihâyet toprak olacak. Ruh yine ulvî âleme dönecek. Ama nasıl dönecek? Ağlaması ile, yalvarması ile. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Bu dünya âleminde az gülün, çok ağlayın." Niçin buyuruyor ki: "Bu dünya âleminde havf duyana, âhiret hayatında havf olmaz." Bu dünyada neden havf duyacağız? Kulluğumuzu yapabiliyor muyuz? Allah'ın gadabından kurtulabilecekmiyiz? Bunun korkusunu duymamız lazım. Allah'ın gadabı âhirettedir. Dünyada da azap var mıdır? Vardır. Allah çeşitli çeşitli hastalıklar verir. Zillet verir, illet verir, gıllet verir. Bunlar dünya azabıdır. Bunlardan da kurtulamayız. Ancak dünya azabı kimlerde olmaz? Ehl-i dünya olanlar da olmaz. Yani dünyayı düşü-nüyorsa, dünyayı seviyorsa, dünyayı istiyorsa. Onlara Cenâb-ı Hâk hastalıkta vermez. Verse de az verir. Ama müslümanların âhireti kazanması için hastalık, fakirlik ve rezil-rüsvay olacak. Cenâb-ı Hâk bu-yuruyor ki:
"Biz belânın büyüğünü verdik Peygamberlere, hafifini verdik velîlere." Meselâ: Eyüp Aleyhisselam'a verdiği hastalık. Vücudunun etlerini kurtlar yemiş, kemikleri ağaç gibi kalmış. Ama O Allah'tan ne istemiş: Demiş ki: "Yarabbi dilim ile kalbimi muhafaza et" demiş. Hakikaten öyle olmuş. Sadece dili ve kalbi kalmış. Kurtlar yememiş et olarak. Daha sonra nasıl ilkbaharda ağaçlar yeşerir yaprakları oluşursa O'nun da vücudunda tekrar etler kaynamış. Sıhhatini bulmuş. İbrahim Aleyhisselam'a da çok zillet vermiş. Doğuşundan ölümüne kadar zilletten kurtulamamış. Doğumunda annesi onu mağarada bırakmış çocukları kesiyorlar diye. O mağarada annesiz ve memesiz büyümüş. Haftada bir defa gider bakarmış ki ne oldu? Öldü mü? Duruyor mu diye.. Mağaranın ağzına taşları getirip yığarmış ki buna canavarlar gelip zarar vermesin diye. Anne olarak o kadar koruyabilmiş. Ama koruyan Allah, gıdasını da veren Allah.
Fakat annesi her mağaraya gidişinde bakıyor ki, çocuğu tertemiz, sıhhatli, öyle de gelişip, büyüyormuş ki, bir haftada bir aydaki kadar büyüyormuş. Gıdası neymiş? Baş parmağını emiyor. Başka bir şey yok. Ama tertemiz. Sanki hergün için bir anne onu yıkıyormuş. Temizliyormuş gibi. Sonra büyümüş mağaradan çıkmış. Fariziler Nemrud'a demişler ki, bu seneki doğan çocuklar, senin saltanatını elinden alacaklar. O da bütün görevlilere emir veriyor. Kimseyi affedersiniz hanımının yanına bırakmıyor. İbrahim Aleyhisselam'ın babası, Nemrud'un bir numaralı adamı. Aylarca görevlilerin başında imiş. Ama ona görevinin başında iken öyle bir hâl geliyor ki, Cenâb-ı Allah veriyor, kendisini tutamıyor. Hanımının yanına gidiyor. İbrahim Aleyhisselam'a hamile oluyor. Hz. Musa da böyle olmuş. Aynı Fariziler tekrar bakıyorlar. Nemrud'a diyorlar ki, ana rahmine düşmüş senin çocuk. Daha önceden adamlarını eğitmiş. Hamile hanımlar araş-tırılıyor. Rapor tutuluyor. Polisler o hanımları bekliyorlar. Çocuk do-ğunca kesiyorlar. İbrahim Aleyhisselam'ın annesinde de Hz. Musa'nın annesinde de Cenâb-ı Hâk onların karnını belli etmedi. İbrahim Aleyhisselam'ın annesi gitti. Mağarada doğumu yaptı. Orayı taşlarla kapattı. Gece gidip bakıyor ki çocuk büyüyor. Öyle bir gün geliyor ki annesinin mağaranın ağzına koyduğu taşı itip çıkıyor. O güce ula-şıyor. Karanlıktan nasıl çıkıyorsa semâyı görüyor. Yıldızı görüyor. Parlak yıldızı görünce diyor ki, "Bu benim Rabbımdır." Beni muhafaza eden budur diyor. Yıldızda bir hareket görüyor. Bakıyor ki giderek yok oluyor. "Hayır. Bu Allah olamaz. Bu ağaçları, bu semâları, halk edendir benim Rabbım" diyor sonra ayı görüyor. "Budur benim Rabbım" diyor. Ondaki hareketi görünce "Hayır bu da Rabbim olamaz" diyor. Güneşi görüyor. Onu zannediyor. "Hayır bu da olamaz." "Bu görünenlerin hepsini halkedendir" diyor Cenâb-ı Hak. Geliyor annesini babasını buluyor. Bakıyor ki babası Nemrud'un puthâ-nesinin müdürü. Bir türlü babasını o putlardan vazgeçiremiyor. Babasından o kadar âcizleniyor, o kadar huzursuz oluyor ki Nemrut'la karşılaşıyorlar. Nemrut taraftarlarının yılda bir defa kutladıkları bayram günleri varmış. İbrahim, babasının yanına varınca babası diyor ki:
- "Sen burayı bekle ben de onlara katılayım" diyor. O da babası gittikten sonra eline bir balta alıyor. Putların hepsini kırıyor. En bü-yük putu bırakmış. Onun boynuna da baltayı bırakmış. Kapıları kilitlemiş. Çıkmış, gitmiş. Onlar gelmişler ki burası bekleniyor diye. Bakı-yorlar ki putlar kırılmış.
- "Kim kırdı bunu?" Halkı sıkıştırıyorlar. Kim bekliyordu burayı İbrahim Aleyhisselam. Onu sıkıştırıyorlar.
- "Putları kıranları ya biliyorsun veya sen kırdın." Diyor ki:
- "Ben ne kırdım, ne de biliyorum."
- "E! kim kırdı?" deyince diyor ki:
- "Balta kimin boynunda ise o kırdı."
Onlar diyorlar ki:
- "Bunun canı yoktur, nasıl kırsın?"
- "E! Peki cansız olan şeyi, nasıl mabud edinip tapıyorsunuz." Sonra Nemrut'la karşılaşıyorlar. Nemrut bunu ateşe atıyor.
Bunlar zillet değil mi?
Sonra İbrahim Aleyhisselam Efendimiz, Sara validemizle Mısır'a gidiyor. Sara validemizi, Mısır valisi İbrahim Aleyhisselam'ın elinden kötü niyetle alıyor. Vali kadın-kız peşinde imiş. Sara validemiz de çok güzel. Güzel kadınları mutlaka elde etmek istiyor. Nihâyet onu da İb-rahim Aleyhisselam'ın elinden alıyor. Alıyor, ama birşey yapamıyor. Her yaklaşma arzusunda Allah ona bir havf, korku veriyor. Saray sallanıyor. O zaman diyor ki:
- "Sen kimsin diyor?"
- "İbrahim Aleyhisselam'ın hanımıyım. Sen beni affet bırak da ben de sana duâ edeyim" diyor. O zaman Sara validemizi bırakıyor. Sa-rayın en güzel cariyelerinden olan Hacer validemiz çok akıllı imiş. Ona hizmetçi veriyor. O da getiriyor. İbrahim Aleyhisselam'a bah-şediyor. İbrahim Aleyhisselam'dan da İsmail Aleyhisselâm olunca Sara validemiz İbrahim Aleyhisselam'a baskı yapıyor. Diyor ki:
- "Bu hanım ile bu çocuğu görmek istemiyorum. Bunları götür öyle bir çöle bırak ki isimleri, cisimleri kalmasın" diyor. İbrahim Aleyhisselam o kadar daralıyor ki, zaten yıllar boyu Allah'a yalvardı ki, "Yarabbi sen bana bir oğul ver. Sana kurban edeceğim" diyor. E! Oğlu olunca da Sara validemiz onu kıskanıyor. Çocuk olmadan evvel çok seviyordu. Çünkü Sara Validemiz doksan yaşında, İbrahim Aley-hisselam 100 yaşında. Ve de çocukları olmamış. Çocuğu olunca kıs-kandı.
- "İşte götür çöle bırak. Canlı yaratık olmayan bir çöl olsun. Orada ölsünler" diyor İbrahim Aleyhisselam onun sözü ile götür-müyor. Ama Allahü Teâlâ diyor ki:
- "Ya İbrahim Sara nasıl dedi ise öyle yapacaksın." İşte bugünkü hacıların Hacca gitmeleri orada Mekke-yi Mükerremede say yapmaları, o zamandan geliyor. Kabe'yi de İbrahim Aleyhisselam yaptı. Safa ile Merve arasındaki say yapmalar, onlardaki maceralar...
Nihâyet oraya götürüp koyuyor. İsteyerek değil. Çok yalvardı Allah'a, ama olmadı. İnsan değil, canlı hayvan yok. Oraya götürüp koyuyor. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bırakıyor. Deveden indirip gidiyor. Hacer validemiz:
- "Ya İbrahim bizi burada bırakıp nereye gidiyorsun" diyor. Hiç ses yok. Urfa nere, Mekke nere! Oraya götürüp orada bırakmış.
- "Ya İbrahim biz burada ölecek miyiz?" Yine ses yok.
- "Ya İbrahim sen Rabbinin emri ile mi bizi buraya bıraktın?" O zaman başını eğiyor. İşaret ediyor. O da diyor ki:
- "Git ne olursak olalım."
İşte orada zemzemin çıktığı yere kumun üzerine çocuğunu yatırmış. Kendisi su aramaya çıkmış. İki tepenin arası 500 metredir. Hacc'a gidenler bilirler. Allah görmeyenlere de nasip etsin. Yeşil direkler arasında koşuyorlar. Niye orada koşuyorlar. Bu Safa tepesine çıkmış. Etrafına bakmış, su aramış. Ama o tepede iken bir dere varmış. O dereden çocuk görünmüyor. Devamlı da çocuğu takip ediyor ki vahşi hayvan, yılan çıyan bir şey yapmasın diye. O dereye inince çocuğu çabuk görmek için koşuyormuş. Merve tepesine geliyor. Yine bir şey göremiyor. Yine o dereden koşarak geçiyor. Yedi defa bu şekilde gidip geliyor. Bir şey bulamıyor. Çocuğun yanına geliyor, çocuk arka üstü kumda yatıyor. Tepiniyor. Sağ ayağının tarağından su çıkıyor. Bunu görünce Zem! Zem! Zem! Arapça Dur! Dur! Dur demek. Eğer dur dur demeseymiş. Akacakmış. Her yere, sadece orada kalmış. Ama bütün dünyaya taşınıyor. Ayrıca yerli halkın hep içtikleri Zemzem. Medine-yi Münevvere'ye tankerlerle taşıyorlar. Hep Zemzem içiyorlar, biteceği yok. Azalacağı yok. Gerçi kuyunun yerini üçüncü defa değiştirdiler. Makam-ı İbrahim'in doğu-suna doğru oluyor. Tavafta daralma olmasın diye zemzem kuyusunu geriye aldılar.
Hadîs-i şerifte vardır: "Zemzem acıkanın açlığını giderir. Susayanın susuzluğunu giderir. Hasta olanın hastalığını giderir." Yani acıkana ekmek, susayana su, hastaya ilaçtır. Tabii ki inanca bağlıdır. Amenna ve saddakna.
İşte Hacer Validemiz, oğlu İsmail ile zemzem içerek hayatlarını sür-dürüyorlar. Yemen'den Şam'a, Suriye'ye çalışan kervanlar varmış. Oranın biraz yakınından geçiyorlarmış. Bunlar oradan geçerken kuşların inip kalktığını görmüşler. Kervancıların dikkatini çekmiş. Bu kadar bu yoldan gider gelirdik hiç kuş görmemiştik. Bu kuşlar niye inip kalkıyorlar acaba demişler. Oraya geliyorlar ki, orada su var. Bir çocuk var. O günden sonra o yoldan gidip gelmeye başlıyorlar. Oradan yol açıyorlar. Sularını takviye ediyorlar ve oradaki hanıma ve çocuğa yiyecekler, giyecekler veriyorlar. Orada büyüyor. Ama İbra-him Aleyhisselam ne yapıyor? Senede bir defa gelip bakıyor ki öldüler mi? Kaldılar mı? Bakıyor ki su bulmuşlar, yiyecekleri, giyecekleri var. İhtiyaçları karşılanıyor. Hatta başka adamlar gelip oraya ça-dır kurmuşlar. Bir şeyler alıp satıyorlar, yani orası şenleniyor. Ce-nâb-ı Allah emrediyor. İsmail büyüyor. Orada Beytullah'ı yapı-yorlar. Kabe'yi taştan, çamurdan su ile yapıyorlar. İbrahim Aleyhisselam ustalığını yapıyor. İsmail Aleyhisselam işçiliğini yapıyor. Onun için Makam-ı İsmail, Makam-ı İbrahim var. Bunlar ne kadar zillet. Ur-fa'dan Mısır'a gitmesi, o sırada kendisi gitmedi. Cenâb-ı Hak emretti:
- "Sara'yı da al Mısır'a git" dedi.
Allah'ın cilveleri. Tabii İbrahim Aleyhisselam bilerek gidiyor. Mısır'a gidince hanımını elinden alacaklarını bilerek gidiyor. Ama Cenâb-ı Hak bildirdiği için tedbir alarak gidiyor. Ne yapıyor? Bir deve iki san-dık. Bir sandığa hanımını koyuyor. Yiyeceğini giyeceğini koyuyor. Diğer sandığa da satılacak öteberi koyuyor. Gümrükten geçecek. Gümrük memurları açacakları zaman diyor ki:
- "Benim sandıklarım mücevharat dolu."
- "Hayır açacağız" diyorlar.
-"Yahu bundan daha kıymetli birşey olur mu, gümrüğünü vereceğim" diyor. Ama onlar açıyorlar. Açınca Sara validemizi görüyorlar. Elinden alıyorlar. Bunlar hep zillet oluyor.
Hacer validemizle oğlunu götürüp kaybetmesini Allah'ın istemesi yine zillet oluyor. İsmail Aleyhisselam'ın kurban kesilmesi zillet olu-yor. Nemrut O'nu ateşe atıyor, zillet oluyor. Öyle zillet, zilletten kurtulamadı. Onun için:
İllet: Hastalık, Gıllet: Fakirlik, Zillet: Huzursuzluk.
"Biz bunların büyüğünü Peygamberlere verdik." Eşeddül-belâ. (Belanın şiddetlisini onlara verdik.)
Öyle ise Allah'tan gelen, dünya âleminde huzursuz eden, azap veren ne ise bunların üç yönü vardır. Fakat bunlar imtihandır. Bunlara sabredeceğiz ki imtihanı kazanalım. Madem ki Cenâb-ı Hak insanları imtihan için dünyaya getirmiş. İnsanlar için illet, gıllet, zillet varsa öyle ise bunlardan kurtuluş yoktur. Az olsun, çok olsun olacak. Bir müslümanın kırk gün illeti, zilleti, gılleti olmazsa, o müslümanın akibetinden korkulurmuş. En azından bir dişinin ağrıması lâzım veya oğlundan, kızından, komşusundan, akrabasından huzursuz olması lâzım. Bunlar olacak. Olmamasına imkân yok. Peygamberlere eşeddül-belâ vermiş ise Allah, hastalığın şiddetlisini onlara vermiş, fakirliğin şiddetlisini onlara vermiş, huzursuzluğun, zilletin şiddetlisini onlara vermiş. Bizim de vardır. Kelâm-ı Kibar:
Gâh ahdine vefâsını gösterir
Gâh Sâlih'e safâsını gösterir
Gâh şiddetle cefâsını gösterir
Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet.
Sadece Sâlih Baba değil;
Sâlih gibi vardır çok ehl-i diller
Pîr-i Sâmi bahçesinde bülbüller
Solmaz şüküfeler, dikensiz güller
Niye böyle buyurmuş? Sâlih gibi çok ehli diller vardır. On tane, yüz tane değil.
Pîr-i Sâmi bahçesinden mânâ O'nun velâyetine dahil olan müridleri çok. Onlarda ehl-i dil ama onlara emir yok. Sâlih'e "söyle Sâlih" diye emir olmuş. Sâlih de ihvânın içerisinde çok bilgili, görgülü, sevilmiş, ileri gitmiş birisi değil. Sâlih'e söyle demiş. Sâlih söylemeye başlamış.
Sâlih: Riyâsız amel işliyen. Sâlih bir insanın isminden ibaret değil. Amel işliyenlerin hepsi sâlihtir. Fakat burada sâlih demişse bütün sâlihlerden bahsediyor. "Sâlih sus" demiş, susmuş. Zaten kelâm-ı kibarda geçiyor.
Yeter bu Sâlih'e ettin itâbı
Bir zaman gösterdin yevmü'l- hisâbı
Şimdi arz eylersin ümmü'l-kitâbı
Büsbütün lâl ettin dillerimizi.
Bir de vardır:
Karşına almışsın gonca gülünü
Ne oldu sana terkeyledin ilini.
Bir mürid ömrü boyunca hayali râbıtası ile meşgul olunca, gonca gülünü karşısına almış olmuyor. Ne zaman ki karşısına nakş-ı Cemâl'i alırsa o da susar. Nakş-i hayal'de bağırma, çağırma, ağlama vardır. Nakş-ı cemâl tecelli ederse o zaman susar. Hepsi biter. Evet, illetten, zilletten, gılletten kaçamayız. Kaçsak da kurtulamayız. Fakat bir duâ var. Cenâb-ı Hâk bildirmiş: "Rabbena atina, fiddünya, haseneten. Ve fil âhireti haseneten ve gına azabennar." Bunu bilenler her namazda bu âyeti okurlar. Son tahiyyatta, salavatları da okuyoruz. Sonra bu âyeti okuruz. Bir de "Rabbenâ'ğfirlî ve li vâlideyye ve lil mü'miniyne yevme yekûmü'l-hisâb" okurlar. Ama esas 1. âyet dua mahiyetinde Allah'tan istiyoruz. Ne istiyoruz? "Yarabbi, dünyada ve âhirette nardan, azabtan beni koru." Bu isteniyor. 2. âyet "Yarabbi dünyada âhirette hayır-hasenat işleyenlerden eyle." Nâr: Cehennem, orda yanacak burada dünya azapları da vardır. Verme değil de koru.
Nedir? Hastalık, fakirlik, zillet. Çünkü dünyada ateş haramdır. Kitap ve sünnetimize göre Cenâb-ı Hâk dünyada ateşi haram kılmış. Ancak âhirette helaldir ateş. Dünyada bir insanı yakmak, günah-ı kebâirdir. Kendisi de yaksa, başkası da yaksa ölüyü bile yaksalar yine günah-ı kebairdir. Kendi azasından bir küçük azasını tutsa da yaksa haramdır. Günah-ı kebâirdir. Âhiretin azabı cehennem.
"Yarabbi dünyada, âhirette beni azabtan koru." Verme demiyor. Evet İbrahim Aleyhisselam'ı ateşe attılar korudu. Cehennemde de bir grup var ki onlar ateşe girince cehennem ateşi kaçacak. Yarabbi bunların nuru beni söndürüyor diyecek. Bu sefer Cenâb-ı Hak onlara ayrı bir hesap soracak, ayrı bir suale çekecek. Allah hepimizi korusun. Amin!
.
28-Zâhirin halk ile, bâtının Hak ile olsun
"Zâhirin halk ile, bâtının Hak ile olsun."
18 Mayıs 1991
Sizlerden hep hicap duyuyorum ki bildiklerimizi söyleyemiyoruz. Layık değildik ama, görev varsa, verilmişse görülecek. Meselâ: İs-tanbul'dan gelirken İstanbul ihvânı üzüldü. Ankara ihvânı sevindi. Şimdi buradan giderken Ankara ihvânı üzülüyor, ama Erzincan ihvânı bekliyor. Onlar da bekliyorlar. Ama Allah onların da, sizin de hulusunuzun, ihlasınızın bârını, meyvasını yedirsin. Bilmiyorum bu günah-kârdan ne istiyorlar? Anlamıyorum. Allah arzunuza ulaştırsın. Bir maddiyet yok, bir menfaat yok. Allah için birbirimizi tanıdık. Allah için birbirimizi sevdik. Allah bugünlerimizi aratmasın. Evvelâ size, sonra bize Cenâb-ı Hak hayırlı ömürler ihsân etsin. İtimat edin, inanın ben ömrü, ben sıhhati sizler için istiyorum, ihvânlar için.
Sâlih Baba'nın bir emri vardır:
Üç kerre doğdum aneden
Kurtulmadım efsâneden
Usanmışam bu hâneden
Bu hâne ikidir: Bir dünya hânesi, bir de gönül hânesi.
Hânesinden usanmak. Dünyanın hiçbir şeyinden tat, zevk alamamak. Yine bir Kelâm-ı kibar da var:
Ne bir zevk-i halâvet var
Ne bir zikr-i ibâdet var.
İbadet ve zikir olmaz mı? Olur ama bizim tarîkatımızda şuğl-u bâtı-nî olduğu için. Hep amelini şuğulsuz yapmak ister. Onu da yapama-dığı için zikrinden de tat alamıyor.
Bir de gönül hânesi ki: Gönül Allah'ı anacak yerdir. İster ki daima Allah ile meşgul etsin gönlünü. Allah aşkına dûçâr olan kimse, onu bulamayınca ondan da usanır. Başka bir kelâm-ı kibarda:
Görün Sâlih bî-hemtâyı gezerken kûhu sahrâyı
Gönül buldu dilârâyı bu kavgayı neder yâ Hû.
Dilârâ: Burada gönül aradığını buldu. Gönül neyi arar? Allah'ı arar. Ancak Allah ile doyar, Allah ile huzur bulur, Allah ile sefâsını duyar ki zaten Cenâb-ı Allah öyle buyuruyor: "Sizin kalbiniz ancak zikrullah ile mutmain olur" doyar.
Başka bir şeyle doymaz.
Âlim de olsa, cahil de olsa, zengin de olsa, fakir de olsa, velî de olsa, nebî de olsa, bunların dünyalarında iki cihetleri olduğu için, bunların her ne kadar dünya ile ilgileri olsa bile, Allah'tan ve Resulullah'tan hiç ilgileri kesilmez. İşte zâhiriniz halk ile bâtınınız Hak ile olsun buyururlar ya. Ancak onlara mahsustur. Zâhiri halk ile bâtını Hak ile olmak. Biz olamayız. Ama biz de olmak için çalışacağız. Zamanla tedricen tedricen bir himmet olursa elde ederiz. Hizmetimizde salih olursak elde ederiz. Sâdık olursak elde ederiz. O oluncaya kadar veya tecelli edinceye kadar çetinlik vardır. Çetinlik şudur:
Hep hataların büyüğü hubb-u dünya bilirem
Onu terketmek de güç sevmek de güç.
Bütün hataların büyüğü dünya sevgisi. Dünya muhabbeti. Hadîs-i şerîfin meali bu.
Bu böyle olduğu halde, dünyayı sevmek de güç, sevmemek de çetin. Sevmek çetin ki, dünyayı sevmenin sonu Allah korusun ehl-i nâr; yemesi, içmesi, yaşaması için dünyayı düşünecek. Dünya ile ilgisi olacak. Allah bütün müslümanları ehl-i dünya etmesin. Dünya sevgisini, dünya muhabbettini gönüllerine sokmasın Cenâb-ı Hak. Dünyayı sevmemek, çalışmamak değil; kazanmamak, harcamamak değil. Kararınca çalışmak, kararınca harcamaktır. Cenâb-ı Hak: "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz." buyuruyor.
Evvelâ: Beden ilmini uyguluyoruz. Bu dünyaya çalışmak, ama helâlından, emir hududunda. Kitaba, sünnete uyarak, kitap, sünnet dahilinde, şeriatımızın, tarîkatımızın dahilinde.
Malumunuz, Reşâhat'ta yazdığı gibi Hâce-i Ahrar Hazretleri çok zengin imiş. Bir seyyah derviş gezermiş. Duymuş O'nun namını. Bir köye uğramış.
- "Bu köy kimin?" demiş.
- "Hâce-i Ahrar Hazretleri'nin" demişler. Öbür köye uğramış.
- "Bu köy kimin?"
- "Hâce-i Ahrar Hazretleri'nin" demişler. Dergâha gidinceye kadar ki köyler hep onun imiş.
Bu dervişin gönlünden itiraz kaynamış.
- "Böyle meşâyih olur mu? Böyle şeyhlik olur mu? Dünyayı zaptetmiş bu" demiş. Neyse dergâha geliyor. Misafir oluyor. Yiyiyor, içiyor, ama gönlündeki itiraz kaynıyor. Hâce-i Ahrar Hazretleri der-vişe diyor ki:
- "Derviş baba biraz gelir misiniz?" Dervişin de bir merkebi ile boh-çası varmış. Tekkede bırakmış. Beraber gezmeye çıkmışlar. Epeyce yol almışlar. Bir kaç tane köy geçmişler. Akşama kadar yönlerini değiştirmeden bir başka köye giderek yola devam etmişler. Sonra Hâce-i Ahrar Hazretlerine sormuş derviş:
- "Efendim nereye gidiyoruz?"
- "Seninle beraber gideceğiz" diyor.
- "Efendim benim merkebim ile bohçam tekkede kaldı, gidip alayım geleyim mi?"
Mübarek demiş ki:
- "Ben, beraber gördüğümüz bu kadar köylerden, tarlalardangeçtim de; sen, bir merkepten geçemiyor musun?"
O zaman derviş ayılmış. Ayaklarına kapanmış. Özür dilemiş. Ha! demek ki bu kadar servetin, benim bir merkebime olan sevgim kadar sevgisi yok diye düşünmüş.
Evet, evet onun için, huzur sahibine, râbıta sahibine makam oluncaya kadar çetinlik vardır. Bir taraftan ister ki, daima râbıtası olsun huzuru olsun. Bir taraftan dünya, dünya düşünceleri meşgul eder.
Bir insanda tamah olursa çok zor. Allah cümlemizi tamahtan korusun. Hırstan korusun. Amin! Tamah olursa, kazanç doyurmaz, mal doyurmaz. Ne kadar kazansa daha çok kazanmak ister. Ne kadar zengin olsa daha çok almak ister. Hep dünyayı düşünür. Kelâm-ı kibarda geçer:
Kimisi cem-i mâl içre kimi fakr-u melâl içre
Kimi ceng ü cidâl içre bu esrârı nemî-dânem
Bu insanların kimisi, (cem-i mal) mal yığar. Zengin olmak istiyor. Ne kadar malı artsa yine doymuyor. Kimisi de fakirlik (fakr-i nâr) içerisinde kavruluyor. Kimisi de (ceng ü cidâl) vurmakta kırmakta. Onun bunun malında gözü var, cabbarlıkta. Adamın hem malını alıyor, hem öldürüyor. Bir de şöyle geçer:
Kimi Allah'ı zikreyler kimi malını fikreyler
Kimi hâline şükreyler bu esrârı nemî-dânem.
Şu hâlde, haşa yanlış anlaşılmasın, Allah'ı zikredenlerden değiliz. Allah'ı zikreden hiç Allah'ı unutmaz. Malını düşünüp, dünyanın peşinde koşanlardan da değiliz. İnşaallah biz hâline şükredenlerdeniz. Allah'a şükür elhamdülillah. Allah bizi müslüman halketmiş, şeriatımız var, tarîkatımız var. Az da olsa amelimiz var. Tarîkatta hizmetimiz var. Kul Allah'ın, nimet Allah'ın. Kul çalışırsa Allah kuldan nimetini esirgemez. Kula Allah'ın çok nimetleri vardır. En büyük nimeti de Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıp, cemâlini müşâhade etmek. Bunu da insanlar çalışmakla elde ediyorlar. Bir taraftan, şükredin, bir taraftan zikredin, bir taraftan da fikir. Terakkimizde bu üç şart var.
Şükür: Nimetimizi artırır.
Fikir: Bizi Allah yolundan, Resulullah yolundan kaydırmaz. Fikir nedir? Her işimizi, her sözümüzü tarîkatımıza tatbik etmek, kitaba, sünnete tatbik etmek. Her sözü düşünerek konuşalım. Düşünmeden yapmayalım. Beşeriz, şaşarız. Yanlış konuşuruz, yanlış yaparız. Yan-lış nedir? Sözümüz, işimiz kitaba, sünnete uymazsa yanlış odur. Düşünerek konuşalım. Düşünerek iş yapalım ki, sözümüzde ve işi-mizde yanılmayalım. Tarîk-i müstakîmden kaymamak için, fikrimiz olacak, tefekkürümüz olacak.
Zikir: Mümkün olduğu kadar sa'yımızı sarfedelim de, gafletimizi azaltmaya çalışalım. Azalınca giderek gaflet zâyi olur. Bu ne demek? Çalıştığın zaman, oturduğun zaman, yediğin, içtiğin zaman hatta uykuda da Allah'ı unutmazsın. İşte o zaman bizim hâlimiz makam olu-yor. Kabız hâli var. Basıt hâli var.
Kabız hâli: Gaflet hâlidir.
Basıt hâli: Ayık hâlidir. Bunlar vardır bizde. Nöbetleşirler, gider gelir. Biz buradaki nöbetleşmede kabız hâli geldiği zaman atmaya çalışalım. Basıt hâli gelince de meşgul olalım. Eğer biz bunu kendi hâline bırakırsak sa'yımızı yapmamış oluruz. Say bizim için çok önemlidir. Ta ki bir noktaya kadar, o nokta nedir? Yani kendimizi zorlayacağız ki, arıza olmasın. Gaflet olmasın. Binbir meşakkat karşı-sında Allah'ı unutmayalım. Bir zaman için zorluyoruz kendimizi; oluyor. Şuğuldan dolayı, meşakkatten dolayı bir unutkanlık oluyorsa, muhakkak ve muhakkak Râbıtanın velâyet parmağı gelir, seni dürter. Nasıl olur? Çalışırken çekici eline vurursun, yahut sinek gelir, gözüne konar. Muhakkak bir şey olur. Bu nedir? Râbıta sahibi isen. Hâl içerisinde bulunuyorsan, makam sahibi olmamışsan hemen hatır-larsın, uyanırsın. Bu unutkanlığı sen kendine bir kusur bileceksin. Nedâmet duyacaksın. İstiğfar edeceksin ki, yine Allah'a sığınacaksın. Yine Râbıtana yalvaracaksın ki, bu azalsın. Kendi hâline bırakırsan eğer, kabız hâli çoğalır. O zaman bizde olan muhabbet bir emânet imiş. Bu kim tarafından veriliyor? Meşâyih tarafından veriliyor bize.
Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ'dan gelir.
Doğru Mecnûn oldun ise bil ki Leylâ'dan gelir.
Doğru Mecnun ne demek? Burada meşâyih huzurunda istiğfar etmek var ya, Şeyh Efendimize "kabul ettim" demek var ya, o sözün üzerinde durursa bir mürid, doğru Mecnun olur. Çünkü o muhabbeti ordan alıyor. İşte mürid: Fikir, zikir, şükür ile terakki eder. Bir de hâli, fiili, ameli ile terakki eder. Bir de müride üç şart koşulmuş. Daima vücudunun abdestli olması, lokmada ihtiyat etmesi, hıfzı nisbet, muhabbetini muhafaza etmesi. Özürsüz olanlar için, daima abdestli olması. Özürü var da abdest tutamıyor, o başka. Abdest manevî bir silahtır. Abdesti olan bir insan daima ibâdete hazır demektir. Bütün sa'yımızın gücünü gösterelim. Haram olan şeyi istemeyelim. Şüpheli olan şeyden de kaçınalım. Bir var ki büyük kâr var, ondan kaçınalım. Bir kâr var ki büyük değil. Ama küçük de değil. Ondan da sakınalım. Öyle ise helâl kârın küçüğünü kabul edelim. Çünkü ibâdette helâl lokma çok önemli. Allah'a olan ibâdetin dokuz bölümü helâl lokma, lokmamızın helâl olmasına dikkat edelim. Az olsun helâl olsun. Bir de hıfzı nisbet muhabbetini muhafaza edeceksin. Muhabbeti muhafaza etmekte iki anlam var. Sende olan muhabbeti gizle.
Derûnun derdini her yerde açma.
Var ise gevherin meydâna saçma
Ki her suyu hayattır diye içme.
Bir de şu vardır: Cezbe sahipleri için, cezbelerini muhafaza etseler, daha terakki edecekler, niçin? Zâhirin halk ile bâtının Hak ile olur. Cezbe sahipleri cezbelerini muhafaza ederlerse riyâdan sakınmış olur. Şöhretten korunmuş olur. Cezbede de riya olur mu? Olur. Cezbede de şöhret olur mu? Olur. Nasıl riyâ olur? Evet cezbe gayr-i ihtiyârîdir. Eğer onu kendisine hüner, marifet kabul ederse o zaman riyâ olur. Bütün gücünü sarfetsin ki beni biliyorlar, duyuyorlar. Çok kimseyi mutazarrır ediyor. İnkara gidiyor, tenkid ediyorlar. Bir cezbe sahibinin etrafında onu tenkid edenler de var. Mutazarrır olanlar da var. O cezbeye gıpta edenler de var. Keşke bende de olsaydı diye. Veya yakınları ailesi buna ne oldu diye korkuyorlar. Deli mi oldu, sara mı tutuyor, diyorlar. Evet muhabbetimizi muhafaza edelim. Hatta şöyle ki tarîkatı olmayanlardan tarîkatımızı da gizleyin. Muhabbeti olmayan kimsenin yanında muhabbetinizi de gizleyin. Hıfzı nisbetin bir anlamı budur. Diğer anlamı her hareketinizin, davranışınızın ölçüsü tarîkatımız ve mürşidimiz olsun. Niçin?
Bir seherde murg-u cânım uyandı
Vahdet illerini seyrân eyledi
Pîrimin renginden renge boyandı
Âlem-i ekvânı cevlân eyledi
Gönülden perde-i hicâb açıldı
İlm-i ledünniden bezmi içildi
Cümle esmâ birbirinden seçildi.
Kelâmın başında ne diyor?
Pîrimin renginden renge boyandım. Burada bütün sözlerin, işlerin, hareketlerin... Tarîkata ve meşâyihe noksanlık getirecek bir söz söyleme; iş görme, bir de kinin olmasın. Hasedin olmasın, gururun olmasın, kibirin olmasın. Gadabın olmasın. Bilhassa gâdâb çok tehlikelidir. Şöyle ki: Yanan bir ateşe nasıl ki suyu atınca söndürürse, bir muma üfürünce nasıl ki sönerse gâdâb da muhabbeti söndürür. Yani hiçbir şeye gâdâblanmayın. Öfkelenmeyin. Kinli olmayın, daima affedici olun. Çünkü kin kalbinizde bir illettir. O kin kalbinizi meşgul eder. Sonra kimseye eziyet etmeyin. Herkesin eziyetine tahammül edin. Muhabbetimizi ancak böylece koruruz. Çünkü bizi terakki ettiren muhabbetimizdir. Evet amelimiz de olacak, hizmetimiz de olacak. Hizmetsiz, amelsiz olmaz. Fakat esas bizi terakki ettiren muhabbetimizdir. Ruhumuzu terakki ettirecek ancak aşkımızdır. Onun için buyuruluyor ki: İbadet yapanların(ebrar'ın) sevaptır diye işledikleriniden mukarrebler günah diye kaçarlar, işlemezler. Burada anlaşılmasın ki ebrâr ibâdetini yapıyor da, mukarreb yapmıyor. Ebrâr: En küçük ibâ-detinden dağ gibi sevap bekler.
Mukarrebîn dağ gibi amelinden en ufak bir sevap beklemez. Peki nasıl olur? Amelin de büyüğü, küçüğü olur mu? Olur. Amel tatbikatta küçükse, tatbikat deyince herkesin itikatına göre olur. Çünkü evvel itikat sonra amel. İtikat amelden üstün. Bütün ehl-i sünnet âlimlerinin ittifak kararı bir (itikadı) amelden üstün görmüşler. Amelsiz itikad kurtarmaz insanları, itikadsız amel de kurtarmaz. Fakat yalnız, buradaki ittifak kararı şudur ki: İmanı var da ameli yok, o cehenmede kalmaz. Ama imanı yok, ameli çok, o cehenneme girer cehennemden çıkmaz. İman şart. Eğer imanı varsa Allah'a şükür kurtarır. Kabir azabı görmez, kıyametin dehşetlerini görmez.
I- Muhabbetinizi kimseye duyurmayın. Bende şu var. Ben muhabbetliyem. Veya ne iyi muhabbeti var. Aşkı var desinler diye düşün-meyin. Zaten bildiklerin gıpta ederler, üzülürler, methederler. Meth bi-zim için iyi değildir. Şöhret olur, şöhrette afat vardır. İnanmayanlar da alay ederler, hicvederler bizi. Bizi değil. Meşâyihimizi, tarîkatımızı hicvederler. Alay ederler. Sonra onların günahına sebep oluruz.
2- Sonra bir de şu: İhvanlar benim anladığım bu. Amel tembelliği bu kabız hâlinde olurmuş. Bir ağırlık, dersini yapmamakta, hatmeye gitmemekte. Belki Allah korusun namazını kılmamakta. Ne olursa olsun. Namazınızda eksiklik bırakmayın. Namazında eksiklik bıra-kırsa, ben de ihvânım, ben de tarîkatlıyım diye utansın kendisinden. Haya etsin Allah'tan korksun. İnsanlardan haya etsin ki ben tarîkatlıyım desin. Kabız hâlinde amelinde, dersinde bir ağırlık olur. Olsun dersini yapacak yine. Basıt hâlinde amelde bir arzusu var. Yapmak istiyor. Ama kabız hâlinde bir arzu yok, çetinlik var. O çetinlik karşısında yaparsa dersini öbüründen makbul oluyor. Eğer yapmazsa Allah korusun, kabız hâli oturur kalır. Onda bir tembellik, bir ihmallik. Daha da yapmaz vesselam. Ama o çetinlik karşısında dersini yaparsa 3-5 günlük bir şeydir. Geçer gider. Veya 3-5 haftalık bir şeydir.
3- Bir dabak, bir deriyi severse ona daha çok işlem yapar. Onu çok âletlerden geçirir. Ona daha çok hizmet verir.
Sevdiği deriyi çok çiğner dabak.
Eğer meşâyih bir müridini severse onun çilesi çok olurmuş. Ne yapar. Diğer ihvânlardan farklı olarak, ona bile bile çile verirmiş. Çile denince gönlün meşakkat duyması. Bir var ki bilinen görünen çile. Bir de var ki bilinmeyen görünmeyen çile. İşte bilinmeyen ve görün-meyen çileyi verirler. İşte şuğl-u bâtınî de bu. İster ki gönlüne hiçbir şey gelmesin. Ama gelir. Bu da ona büyük bir meşakkat olur. İşte bununla mücadele ederken terakki ediyor. Bu nedir (30-40) bin ders çekiyor ki hiç zorlanmıyor. Sen (3-5) bin dersini şuğuldan dolayı çekemiyorsun. Gayret ediyorsun. Yüzbin meşakkat karşısında sen o beş bin olan dersini yap onunla beraber gidiyorsun.
Evet:
1- Cezbe
2- Nefy ü isbat
3- Şuğl-u bâtınî ile terakki ediyoruz. Bunu da meşâyih müridin nasıl terbiye olacağını bilir ona göre verir.
Her mârizin derdine göre verirler şerbeti
.
29-Allah'a itaat eden mes'uttur.
"Allah'a itaat eden mes'uttur."
17 Mayıs 1991
Kur'ân-ı Kerîm'de tövbe âyeti var. Eğer bu belâ bozulmasaydı Allah bize tövbe âyeti göndermezdi. Allah âlim, Allah kâdir.Tövbe âyetinde Cenâb-ı Hakk'ın bize hem emri var. Hem de müjdesi var. Bu âyette Allah-u Teâlâ "Kulum tevbe et." diyor. Sonra da müjdesi var. "Tevbeni kabul edeceğim" diyor. Madem ki biz dünyaya gelmiş isek "Elestü bi rabbiküm" fermanına "belâ" demişiz. Ama bu belâ bozulmuş. Bu belâyı tekrar meşâyih huzurunda tazeliyoruz. Tarîkata girince tazeleniyor. Onun için bakınız: Kabul ettin mi, diye sorulunca, KABUL ETTİM diye. Kabul kelimesi illa kullanılacak. Bir mürid illâ kabul ettim diyecek. O zaman hem ahd-i misaki tazeleniyor. Hem de vuslata müjdeleniyor.
Vuslat: Allah'tan gelen ruhun Allah'a ulaşması. Tebşir, müjdedir. Bu ruh milyonlarca sene önce halk edilmiş. Nerelerde kalmış? Nerelerde yaşamış? Nerelerden geçmiş gelmiş bunu biz bilmiyoruz. Sâlih Baba buyuruyor ki:
Dolanıp âhiri bu hana geldim.
Handan mana: Bu dünya.
Nebiler olsun, velîler olsun, müslümanlar olsun. Bunlar göklere git-ti mi? Gitmediler. Hz. İsa sağ iken göğe çıktı. Karun Aleyhi'l-lâne de sağ iken yere battı. Karun kimdir? Hz. Musa'nın ümmetinden birisi. O yere battı. Aile efradı ile, malı ile beraber yere battı. Kıyamete ka-dar yerin dibine gidiyor. Hani yedi kat yerler var ya. Bunun da sonu yoktur. Yedi kat semâya çıktı. Cebrail orada kaldı. Ondan sonra Peygamber Efendimiz yine gitti. Ne kadar gitti, ne kadar gitti. Cebrail orada kaldı. Bakınız: İnsanlarda nefis var, ruh var. Nefsimizi çok beslemiyelim. Çok da aç koymayalım. Nefs köpek tabiatlı imiş. Ruh koyun tabiatlı imiş. Köpek beslendikçe semirir. Zayıf düşerse sakinleşir. Ne kadar tavlansa o kadar azgınlaşıyor. Koyun da ne kadar tavlanırsa o kadar mülâyimleşiyor. Hareketi duruyor. Ne kadar zayıflarsa o kadar hareketi artıyor. Onun için nefsimizi beslemiyelim. Azgınlaşırsa bize saldırır. Bize en büyük zarar nefsimizden geliyor. Günah işliyoruz. Nefsimiz işletiyor bu günahı. Rûh haşa, haşa günah işlemez. Rûh bundan mahsun oluyor zaten. Rûh asla ve asla Allah'a isyan etmez. Rûh Allah'a itaat etmek ister. Rûh cesedin emrinde. Rû-hu nefsin emrinden kurtarmak lâzım. Kurtaracağız. Bir evliyaullah'a teslim edeceğiz. O zaman rûhu nefsin elinden kurtarmış oluruz.
Allah hepinizden râzı olsun, Allah rızası olan amelleri işlememizi nasip etsin. Allah rızası olan nimetlere mazhar kılsın. Biz aldanmayalım. Rızası olan nimetler hangileridir? Dünya nimetleri vardır ki aldatır bizi. Ahiret nimetleri geçici değildir. Âhiret nimetleri haktır ama cennet nimetleri çoktur. Cennet nimetlerinin en ufağı dünya nimetlerinin en kıymetlisinden daha kıymetlidir. Böyle olduğu halde cennet nimetleri de bir şey değil insanlar için. Bizim için nimet, ruyetullah Allah'ın cemâlini görmek. Allah cemâlini kime gösterecek? Razı olduğu kullarına gösterecek. Allah hangi kulundan râzı olacak? Tam mânâsı ile Allah'a teslim olan, tevekkül eden kulundan râzı olacak. Her şeyin Allah'tan geldiğini biliyor. Hastalığın da Allah'tan geldiğini biliyor râzı oluyor. Fakirliğin de Allah'tan geldiğini biliyor, râzı oluyor. Zilletin de Allah'tan geldiğini biliyor, râzı oluyor. Bu dünyada ne kadar mihnet, meşakkat varsa hepsinin Allah'tan geldiğini biliyor râzı oluyor. Allah işte o kulundan râzı oluyor. İlmi ezelide Allah ruhlarımızı halk etmiş. Belâ demişiz bir de ayrıca "vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanı var ya ona inanacağız. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Sizi dünya âlemine göndereceğim. Benim rızamı kazanmanız için sizin tepenizden aşağıya belâmı, çilemi yağmurlar gibi yağdıracağım." "Yarabbi kimden gelecek" diye ruhlar soruyorlar. "Senden gelecek bize hoştur" diyorlar. Onlar da ehl-i huzur oluyorlar.
Allah hepinizden râzı olsun. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah iki cihanda azîz etsin. Allah dünyada âhirette eyvah! eyvah dedirtmesin. Dünyanın da eyvahı vardır. Ama geçicidir. Dünyanın eyvahı nedir? Düşünmeden danışmadan istişare yapmadan, bir iş tutar. O işten bir zarar görür. Eyvah ben bu işi filanca kimseye sorsaydım zarar görmezdim der. Veyahutta vücuduna bir yerde tehlike gelecektir onu ihmal etmiştir. Veya vücudunu, sağlığını soğuktan, sıcaktan korumayı ihmal etmiştir. Eyvah dikkat etmedim de bu kaza geldi başıma der. Ama bunlar geçer. Gerçi ne kadar tedbir alırsanız alın, kaza gelince gelir. Yalnız say ve tedbir de Cenâb-ı Hakk'ın emri. İnsanlar say'ından mesuldürler. Hatta iki türlü mesuldürler. Birincisi şudur ki eğer say'ında eksiliği olursa günah işlemiş olur, küfre gitmiş olur. Bundan korkmak lâzım, Allah'a sığınmak lâzım. Bir de var ki, say'ından benlik gelir. Gurur gelir, say'ını alır, say'ını yapar. Amelini işler, amelinden dolayı ona bir gurur gelir, marifeti olur, ticareti olur. Ticaretinden dolayı bir gurur gelir. Ben iyi bilirim. Ben iyi yapıyorum diye düşünür de, benlik, gurur gelirse bu da iyi değil. Onun için Cenâb-ı Hak sa'yımızı rızası olan amellerde, rızası olan yollarda harcamak nasip etsin. Cüz'i irademizi Cenâb-ı Hak, küllî iradesi ile sarfettirsin. İradeyi elimize vermiş ama, cüz'i iradeyi, küllî iradeye bağlarsak aldanmayız. Cüz'i iradeyi küllî iradeye bağlamazsak aldanırız. Cüz'î irade farz insanlara, say farz insanlara, say'ından eksiklik bırakırsa, Allah'a isyan etmiş olur. Ama her şeyi de say'ından bilirse bu sefer de onda benlik, gurur, kibir olur. Gurur, benlik, kibir de şeytanî bir özelliktir. Şeytan: Gurur ve kibirinden dolayı Cenâb-ı Hakk'ın dergâhından kovuldu. Gururundan dolayı reddedildi. Onun için çok şükür, bin şükür. Allah bizi müslüman halk etmiş. Daha bundan büyük nimet olur mu? Evet bizim için Cenâb-ı Hak çok nimetler vermiş. Bilhassa bize sağlık vermiş, vücut varlığı vermiş. Gözümüz, dilimiz, kulağımız, ayağımız bunlar bizim için nimet. Bunlardan daha önemlisi de müslüman olmamız. Bir insan çok sağlıklı olduğu halde müslüman değilse, onun sıhhati, sağlığı dünyadadır. O sıhhat âhirette onu kurtarmaz. Bizim için sıhhatimizden daha önemli olan imanımız, sıhhatimizi imanımıza göre değerlendirelim. Biz dünyaya niçin geldik? Rabbımızı bilelim. Cenâb-ı Hakk'ın bizim için halketmiş olduğu nimete mazhar olalım. Evet Cenâb-ı Hak bizim için dünya nimetleri de halketmiş. Ancak dünya nimetlerini âhiret nimetlerini kazandırmak için halketmiştir. Eğer âhiret nimetini kazanamazsa insan dünya nimeti onun için nimet sayılmaz. Bu dünyada insan yeme, içme, giyinme olarak nelerden faydalanıyorsa, hepsinden mesuldür ve memurdur. Hepsinden mesut da olacak, mesrur da olacak. Bir insan Allah'ın vermiş oduğu bu nimetleri ancak imanı ve ameli ile değerlendirir. İnancı ve ameli olursa bütün bu nimetler ona şefaatçi olur. Mesut olur. Eğer inancı ve ameli olmazsa bütün bu nimetler ona şikâyetçi olur. Bu mesuliyet kendi elimizdedir. Kendi kendimizi mesut da ederiz, mesul de ederiz. Bu da ne ile olur? Allah'a itaat eden mesuttur. Allah'a isyan eden mesuldur. Bu hem dünyada hem âhirette vardır. Ama bizim için önemli olan âhiretteki mesuliyet ve mesruriyettir. Onu düşünmek lazım. Onu kazanmak lâzım. Onu elde etmek lâzım. Dünyaya bir defa geldik. Bir daha gelmeyeceğiz. Ahirette eyvah tükenmez, bakınız bi-zim devamlı virdimiz olan Nebe Suresinin, Amme Suresinin, son sayfasını okuyoruz. Onun son âyetinde ne buyuruyor. Cenâb-ı Hak "ve yekulul kafiru yâ leytenî küntü türâbâ" burada kafirler olarak geçiyor ama. Sadece kafirler mi azap görecek. Ne diyorlar: Yarabbi sen bizi keşke toprak halketseydin de bu azabı görmeseydik diyorlar? Müslüman inancını yaşamamışsa onun da azabı vardır. O zaman inanç kâfi gelseydi hep inananlar cennete giderdi. Amelsiz inanç kurtarmıyor. Allah'a şükür bizi inananlardan halketmişse amelimiz de olacak. Amelsiz inanç neye benziyor? Peygamber Efendimizin emridir bu. Mum ışığına benzer. En ufak bir rüzgar esse, yağmur yağsa söner. Amelli iman ise bir camın içerisinde yanan lambaya benzer. Zaten öyle amel ve iman birleşmezse kurtaramayız. İman demek inancımız. Amel demek, inancımızın tatbik edilmesi demek. Bu da İslâmın şartları, amentünün şartları. Bu şartları sadece söylemek de-ğil. Bir de kalbine indirmek lâzım. İslamın 5 şartı var. Bunu sadece bilmek değil işlemek lâzımdır.
Her gördüğün Hızır bil.
Her geceyi kadir bil
Fırsatı ganimet bil.
Bütün insanları kendinden üstün görsen de bir insansın o da bir insan. Sen de bir beşersin. O da bir beşer. Sen de de bir vücut var, onda da bir vücut var. Fakat sende bir nefis var. Onda da bir nefis var. Bütün insanlar nefis taşıyorlar. Bütün insanlar ruh taşıyorlar. Bunların bir de kalpleri var. Ama Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Biz insanların boyuna, güzelliğine, zenginliğine, soyuna bakmayız." Çünkü Cenâb-ı Hak Âlim. Alimden zâlim de halk ediyor. Zâlimden âlim de halk ediyor.
Nuh Aleyhisselam'ın oğlu babasına inanmadı bir Peygamber iken. Mevlânâ'nın iki oğlu vardı. Birisi babasına inandı. Birisi inanmadı. Şems'i şehit edenlerin içinde idi o da zâlim oldu tabii. Mevlânâ o biçim âlim iken oğlu zâlim oldu. Nuh Aleyhisselam insanların ikinci babası iken oğlu inanmadı. Boğuldu gitti. Cenâb-ı Hak: "Biz insanların kalplerine nazar ederiz." buyuruyor.
Kimin kalbi sağlam, kimin kalbi dürüst, kimin kalbi daha dürüst kim bilir? Bunu kimse bilmez. Yalnız bu zamanda bir de var ki amelsiz kalp temiz olmaz. Ameli yok bir insanın benim kalbim temiz diyor. Hayır o da kendini aldatıyor. Çünkü kalp temizliği ne ile olur? Şeriat, tarîkat ile olur. Şeriatı olmayanın kalbi hiç temiz olmaz. Cismi de, cesedi de te-miz olmaz. Şeriatı var da tarîkatı yoksa onun cesedi temiz ama, kalbi temiz olmayabilir. Temiz kalb hangisidir:
Haset, kibr ü riyâdan geç.
Bir de :
Yakın olma haset kibr ü gurura
Düşün ne götüreceksin kubûra
Hep insanlar öleceğiz, tekrar dirileceğiz. Rabbımızın huzuruna çıkacağız. Hesap vereceğiz orada.
Ne yüz ile varacaksın huzûra.
Şeytan: Kibrinden, gururundan, hasetinden dolayı Cenâb-ı Hakk'ın huzûrundan kovuldu. Sende de olursa sen de kovulmuşsun.
Daha ne yüz ile çıkacaksın huzûra.
Yakın olma haset, kibr ü gurura
Ama bir insan müslüman olmakla, islamın şartlarını yaşamakla, amentünün şartlarını yaşamakla, inanmakla hasetten, kibirden, gururdan kurtulmuş olur mu? Olamaz. Az da olsa vardır. Azından da korkmak lâzım. Zaman zaman o az çoğalır. Küçük de büyüyor. Herşey küçükten büyüyor. Azlar birleşe birleşe büyüklerini meydana getiriyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Küçük günahlardan da sakının. "Küçük günahların birleşmesi ile büyük günahlar meydana gelir. Büyük günahlara sevkeder."
Haset nedir? Benim olsun onun olmasın. Her ne olursa olsun, amel olarak, malî olarak vs. Benim oğlum okusun tahsilli olsun onun ki olmasın. Veyahutta benim oğlum okumadı da onun oğlu okudu. Fakülte bitirdi. İş yerinde ben kâr edemedim de o kâr etti. O sıhhatli yiyor, içiyor da ben hastayım. Bunlar nedir? Bunlar istememezlik. Haset, kibir, gurur. Bunlar şeytanın sıfatları. Bunlardan tamamen temizlenmemiz lâzım. Bunlardan tamamen temizlenmek için, kalbimizi zikre vermemiz lâzım. Zikrullah ile Allah ile meşgul etmemiz lâzım kalbimizi. Çünkü bakınız kelâm-ı kibarda:
Eğer âşık isen yâra
Sakın aldanma ağyâra.
Bizim hakiki yârimiz Allah'tır. Niye, bizi yoktan var etti. Bize rızık veriyor. Bize sıhhat veriyor. Bize iman vermiş. Bize cennet halketmiş. Bize cemâlini gösterecek. Bizi sevgili habibine ümmet etmiş. Bizi habibinin şerefi ile şereflendirecek.
Elhamdülillah, cismimiz, cesedimiz temizdir inşallah. Bir ibâdetimiz var. Namazımız, abdestimiz, gusulümüz var. Mümkün olduğu kadar günahlardan sakınıyor, sevap işliyoruz. Mümkün olduğu kadar haramlardan sakınıyoruz. Mümkün olduğu kadar şerlerden sakınıyo-ruz. Şer, günah, haram. Bunlar müslümanda olmaz. Bunlar kâfirde olur. Müslüman inanmışsa, inancını yaşayacaksa, günahtan da kaçı-nacak, haramdan da kaçacak, şerden de kaçacak. Buyurmuş ki:
Savm, salat, hac ile sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfân imiş.
İrfân: Bir ilim ama öyle bir ilim ki gâib ilmi. Satır ilmi değil. Satır ilminde çok âlim olur, ilmi ile amel işlerler. Fakat ne de olsa, onda bir menfaat, maddiyat olabilir. İnsan müslüman olmakla maddiyattan, menfaattan geçmiş olamaz ki geçmiştir veya geçmemiştir; onu ancak Allah bilir. Ama belli eder mi? Eder. Kendisini zâhirde belli eder. Bu zamanda bu da karışmış. Kim maddiyatçı kim maneviyatçı o da bilinmiyor. Çünkü hayır-şer karışmış. Helal-haram karışmış, günah-sevap karış-mış. Biz adamın içini bilmeyiz. Görünüşte şer işliyormuş gibi olur. Bu zamanda şer işlenir. Büyük hayırı yapmak için ufak şer işlenir. Bu da nedir? Zamana göre şerrin küçüğünde hayırın büyüğünün aranması vardır. Kitapta-sünnette, islamiyette bu vardır. Şerrin küçüğünü işler, hayrın büyüğü gelsin diye. İşte biz onun için bilemeyiz. Bakarız ki adam şer işliyor, o şerri işlemesindeki maksadı nedir? Onu bilemeyiz. Bir ufak şer işler, ondan büyük bir hayır elde eder veyahutta ondan insanlar yararlansın diye. Yani bir insana ufak bir zarar verir. O insan şerli bir insan olur. Ona vermiş olur. Bütün insanlara bu sefer hayır etmiş olur. Bir de bu zamanda hayrın küçüğü vardır. Dikkat: Hayırın küçüğünde şerrin büyüğü aranmaz. Bakarsınız insan hayır işliyor. Ama bu hayırın işlenmesinden şerrin büyüğü geliyor, bu işlenmez. Misal, bir işyerinde makam, mevki sahibi bir kişi, niyeti müslümanlara hizmet görmek, memlekete, devlete hizmet görmek. Ama orada ufak bir şerri işlemezse, onu makamında bırakmayacaklar. Atacaklar. O ufak şerri işler ki, ben burada kalayım. Yine müslü-manlara, devlete bir faydam olur diye. Onun için buyuruluyor ki: "Biz insanların boyuna, soyuna, asâletine, güzelliğine bakmayız. Kalbine bakarız." buyuruyor. Öyle ise kimse kimsenin kalbini bilmez. Bilenler de söylemez. Ancak velîler bilirler. Velilere bildirir Cenâb-ı Hak. Ama söylemezler. Niçin söylemezler? Onlar Allah'ın sıfatı ile sıfat-laştıkları için, Resulullah'ın sıfatları ile sıfatlaştıkları için söylemezler. Bizim gördüğümüz ayıpları onlar gizlerler. Bir de şöyle buyuruyor: "Âlâyı, ednâyı seçmek, mürşid-i kâmilin kârı değildir." Yani sen iyisin sen kötüsün demezler. Mesela: Zamanında bir İrşadî Baba varmış. Meşâyihlerden imiş. Bayburt'ta bu zat tütün içermiş. Uzun bir çu-buğu varmış. Ona basıyormuş, içiyormuş. Ama büyük bir meşâyih. Onun zamanında bir Oflu Hoca varmış, âlim, ilmi ile çok ilerde. O hoca bunun çubuğuna itiraz ediyormuş. Evliyaullah'ı insanlar ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakke'l-yakın bilirler. Bu ilme'l-yakîn bildiği için tütünün çubuğuna itiraz ediyormuş. Diyormuş ki: "Senin her yönün, her hâlin velîliğe uygun. Ama şu çubuktan dolayı ben senin velîliğini, velâyetini ısbat edemem" diyormuş. "Her hareketin, her sözün, yaşantın tam manası ile velî ama bu çubuğu içiyorsun. Onun için ben sana velî diyemem." E! Bir âlim de, bir âleme mukabildir. Meselâ tarîkatta da böyle. Bir tane tahsilli kültürlü bir müftü veya bir kazanın imamı veya kaymakamı veya bir doktor, bunlardan bir tanesi, ümmî olan bin tanesine, onların bin tanesine karşıdır. Bu da bir hoca. Bir çok etrafı var. İrşadî Baba'ya karşı böyle düşününce, birçokları onun etkisinde kalıyor. Bunun velî olduğuna inanmıyorlar. Zâhirde de bir merhabaları varmış. Sohbet ederlermiş. Yüzüne de söylemiş, bu çu-buğu içmezsen ben senin velîliğine inanacağım. Ama bu çubuğu içti-ğin için ben sana velî diyemiyorum demiş. Buna rağmen İrşadî Baba demiş ki:
- "Hocam ben ölürsem, beni sen yıka" demiş. Hoca da:
- "Bakalım nasip olursa yıkarız. Bakalım nasip olacak mı?"
Hikmet-i ilahi, vefat etmiş. Hoca bulunmuş. Bulunmasa da zaten vasiyet üzere bulunup getirilecekti. Hoca cenazeyi yıkarken bakıyor ki cenazeyi sağa döndermek istiyor kendisi dönüyor, sola dönder-mek istiyor kendisi dönüyor. Afedersiniz taharet yaptırmak istiyor. Elini tutup çekmiş. Bu sefer Hoca ağlamış.
- "Ey gidi İrşadî Baba. Bir çubuğun arkasında sen kendini gizledin de biz seni bilemedik."
Onun için zâhirde bir insanın ufak bir kusuru olur. Bir insanın da iyi tarafı olur. Ona da iyi diyemeyiz, ama ne yapacağız? Ancak herkesi kendimizden iyi görmemizde fayda vardır. Kelâm-ı Kibarda:
Firak-ı yâr ile ah u enin ol
Ayaklar altında zir ü zemîn ol.
Bu da bu kelâma işaret ediyor ki:
Her gördüğünü Hızır bil
Her geceyi Kadir bil.
Her geceyi Kadir gecesi gibi ihya et. Zaten öyle her geceyi Kadir gecesi gibi ihya edenler, Kadir gecesini bulmuşlar. Ama nasıl rastlamışlar. Yaz, kış, seferde, hazerde, hasta da olsa, yorgun da olsa, nedir bu (Kadir gecesi gibi ihya):
İmsaktan evvel kalkıp dört rekat teheccüd namazımızı kılıp zikir yapmak. Allah'ı zikretmek. Kadir Gecesi'ni ihya etmek böyle olur. Taş mı taşıyacak veya bir işlem mi yapacak. Ticaret mi yapacak değil. Amel işleyecek İmsaktan önce. Kelâm-ı Kibar:
Geceler uykudan uyan
Gizli sırlar olsun ayân
Mahrum olmaz Allah diyen
Mahrum kalmaz Allah diyen
Yalvar kul Allah'a yalvar.
Her geceyi Kadir gecesi bilmek bu. Ama senenin bir gecesini terketmiyecek. Bir gecesini kaçırmayacak. Bir gecesini kaçırırsa Kadir gecesini bulamaz o.
Her gördüğünü Hızır bil.
Herkesi kendinden üstün gör. Sen gerçeği bilemezsin. Kimde ne var? Kimde ne yok. İbrahim Hakkı Hazretleri ne buyurmuş:
Zâhiri bâtın bil, bâtını zâhir
Olmak ister isen bu yolda mâhir
Harâbât ehline hor bakma şâkir
Defineye mâlik virâneler var.
Define: Hazine, altın.
Meselâ: Bir arazi vardır, otlağı yoktur, ağacı yoktur, çöldür. Ka-yalık, orada bir define, hazine vardır. Veyahutta zamanında, otel, ev veya köşk olan bir bina yıkılmış, harap olmuş. Fakat orada da bir define olabilir. Zâhirde de insanlara bakarsınız ki ameli yoktur. Veya amelinde eksikliği vardır. Veya ameli var da eksikliği vardır. Veya ameli var da mülevves bir ameli var. Beğenmezsiniz onun amelini. Sözünü beğenmezsin. İşini beğenmezsin. Pejmürde görünür. Onun inancı senden sağlam olabilir. Kalbi senden sağlam olabilir. Onun için.
Defineye mâlik virâneler var.
Onun için ki:
Her gördüğünü Hızır bil
Herkesten kendini aşağı gör.
Fırsatı ganimet bil.
Fırsat nedir bizim için? Dünyaya bir defa gelişimiz. Fırsat nedir? Bizim sıhhatimiz. Fırsat nedir? Gençliğimiz. Allah'a şükür. Cemaatimiz hep genç. Kırk ile altmış yaş arası orta çağ, altmış yaşından sonra ihtiyarlık başlıyor. Burda saysanız on kişi ancak altmışın üzerindedir. Bu da sizin için bir fırsattır, kaçırmayın. Allah ömür verirse siz de ihtiyar olacaksınız. Ümidimiz var. Belki ihtiyar oluruz. İşte gençiliğimizin kıymetini bilin. Biz bu dünyaya gelmeden, milyonlarca yıl önce rû-humuz halkedilmiş. Bunu Cenâb-ı Hak ilm-i ezelide halketti. Ve elestü bi rabbiküm fermanını verdi. Biz de belâ dedik. Bu insanların hepsi rûh taşıyorlar. İnananlar veya inanmayanlar bir rûh taşıyorlar. Bu rûhsa Allah'tan gelmiştir. Cenâb-ı Hak: "Biz Ademi halkettik, kendi rûhumuzdan rûh üfledik." buyuruyor.
Hepimiz âdemiz. Hepimiz Âdem'in evlatlarıyız. Hepimize o ruh üflenmiş. İnanan, inanmayan, ecnebiler de yetmiş iki buçuk millet. Hepsi onun evladıdır. Hepsi âdemdir. Fakat bunların hepsi belâ dememiş.
Eğer bu "belâ" bozulmasaydı tövbe âyetini de göndermezdi
.
30-Veliler dilleri ile konuşmaz. Onların kalpleri konuşur
"Veliler dilleri ile konuşmaz. Onların kalpleri konuşur."
17 Mayıs 1991
Allah emeklerinizi zayi etmesin. Allah niyetinizi hâlis etsin. Allah niyetinizin neticesine ulaştırsın. Nasılsınız? İyisiniz. Afiyettesiniz İnşaallah. Allah hepinize iyilik ve âfiyet ihsân etsin. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah arzularınızda aldatmasın. Arzunuz Allah'ın rızası olsun. Bütün imanınızın, ibâdetinizin, amelinizin karşılığı Allah rızası olsun. Allah âkibetinizi hayır getirsin. Cenâb-ı Hak ömrünüz boyunca bu muhabbetinizi muhafaza etsin. Rabbim artırsın, eksiltmesin. Muhabbet Allah sevgisi tabii. O bizi sevdi. Yarattı ki biz de onu sevelîm. Tabii diledi, yarattı. Diledi demek, isteği demek, isteği demek sevmesi demek. Onun için bütün bu varlıkları Cenâb-ı Hak istedi yarattı, diledi yarattı. Peygamber Efendimizi muhabbetinden yarattı. Kâinatın Efendisi, iki cihanın Efendisi, dünya, âhiretin de. Bütün zâhirde, bâtında, bilinip görünenler, bilinmeyenler, görünmeyenleri Cenâb-ı Hak kim için halketti? Habîbi için, O'nun hürmetine halketti. Cenâb-ı Hak: "Habibim, seni halketmeseydim, bu varlıkları halketmiyecektim." buyuruyor. Bütün karada, denizde, havada olan canlıları onun için yarattı. Sadece insanları değil. Her zaman Mevlid-i şerîf'te dinliyorsunuz.
Pes Muhammeddir bu varlığa sebep.
Sıdk ile A'nın rızasın kıl taleb
Demek ki sıdk u sadakat ile rızasını talep edeceğiz. Nasıl talep edeceğiz. Tamamı ile sünnetlerini işliyeceğiz ki, onun rızasını talep etmiş olalım. Rızasını kazanmış olalım. Onun rızasını kazanmak Allah'ın rızasını kazanmaktır. Kitapsız, sünnetsiz islâm olmaz. Kitap-sız, sünnetsiz müslüman olmaz. İslâm ne demek? Allah'a olan inan-cını yaşamaktır. Amentünün altı şartına inanacak. Tatbikatında da bulunacak. Bu altı şarttan birisi de hayır ve şer herşeyin Allah'tan gelmesi. Bu dünya âleminde bizi huzursuz eden her şey şer oluyor. Bir de var ki bir insan şer işliyor. Yanlış anlaşılmasın. Allahu Teala'nın şerre rızası yok. Kul istiyor, O da veriyor. Cenâb-ı Hak: "Kulum iste vereyim." diyor.
Ama kul isteklerinde aldanıyor. Ne isteyeceğini bilmiyor. Cenâb-ı Hak kulu ne için yaratmış, kendisini aldatmış olmuyor mu? İsteğini biliyor o zaman. İsteği nedir? Bizi yoktan var eden Rabbımızın emri ne ise, bizim için ne dilemişse onları istememiz lâzım. Cenâb-ı Hakk'ın şerre rızası yoktur. Şer işleyin dememiş. Şerri yasaklamış. Hayır işleyin. Buna rağmen yine şer işliyoruz. Bazen var ki cebriye mezhebine geçiyorlar. Diyorlar ki: "Allah halketmeseydi şer işlenmezdi. Şer işleyen kimseyi, madem ki Allah halketmeseydi" diyorlar. Evet ama onlar bâtıl mezhep, bâtıl itikat. Aldanmışlar. Onlar şeytanî, nefse uymuşlar. Kitabı kendilerine uydurmak istiyorlar. Biz o şer işleyenin itikadını taşımayacağız. Bizim itikatımız ehl-i sünnet vel cemaat itikadı. Sünnetlere sımsıkı sarılacağız. Ehl-i sünnet cemaatinden olacağız.
Bizim için cüzi irade çok önemlidir. Öyle sahip olacağız ki cüz'i irademize, tamamıyla Allah'ın yasaklarından kaçınacağız. Emirlerine de sımsıkı sarılacağız. Kurtuluş da burdadır.
Şer işleyen cezasını görecek, hayır işleyen de mükafatını alacak. Cenâb-ı Hak bildirmiş onu. Kim cezalandıracak? Allah cezalandıracak. Kim mükafatlandıracak? Allah. Bu ceza ve mükafat nerede olacak? Ahirette. Dünyada olur mu? Olur.
Dünyadaki önemli değil âhiretteki önemli. Dünyadakine göre çok daha ağır, çok daha şiddetlidir. Bizler için ne var? "Vebil kaderi hayrihi ve şerrihi" fermanına nasıl inanacağız? Biz şer işlemeyeceğiz. Şerre Allah'ın rızası yoktur. Hayır işleyeceğiz. Hayıra rızası var. Peki hayırı işledik. Amentünün şartlarına inandık. Hasta olmayacak mıyız? Olacağız. Bakınız Peygamberler hasta olmuş. Biz ne kadar ibâdet yaparsak yapalım. Ne kadar amel işlersek işleyelim. Onlar kadar yapamayız. Bütün insanların, peygamber olmayan bütün insanların ameli birleşse bir peygamberin ameli kadar olamaz. Bize göre de bütün müridlerin ameli birleşse, meşâyihimizin ameli kadar olamaz. Birçok meşâyihler var. Her meşâyihin ameli de kendi müridlerine göre düşünülür. Bir de ihvân olmayan, mürid olmayan, dünyanın bütün insanlarının ameli birleşse, yine bir evliyaullah'ın ameli ile beraber olamaz. Allah bize iman nasip etmişse bu imanımıza sahip olalım. Bunun için amentünün şartlarına inanıp tatbik etmek lâzım. Bunlardan birisi de nedir? Meleklere inanmak, Melekleri de bizler için görevli halketmiştir Cenâb-ı Hak.
Melekler çok üstündür. Çok kıymetlidir. Onlarda hiç noksanlık yoktur. Noksan sıfatla halketmiş olduğu bu insanlara, melekleri hizmetçi halketmiştir. Ne kadar melek varsa, Allah'tan bizim için mağfiret diliyorlar. Bir de her insanın muhafaza melekleri var. Eğer onlar olmazsa bizim bir gün sıhhatimiz olmaz. Hatta birgün değil bir saat değil, bir dakika değil, bir saniye sıhhatimiz olmaz. Buna inanmak lâzım. Melekleri Cenâb-ı Hak noksan sıfattan beri halketmiş. Onlarda hiç noksanlık olmaz. Allah'a karşı görevlerinde noksanlık yapmazlar. Bizim için hizmetçidirler. Meselâ semâvâttaki melekler. Melaike-i Mukarrebin: Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil değil mi? Ondan sonra yine büyük melekler var. Cenâb-ı Hak "Kasım-ül Erzak" isminde bir melek halketmiş. O melek nasıl bir melektir ki? Onda ne kadar kuvvet yetki vardır ki: Bütün denizde, karada, havada karıncadan, file kadar insanlarda dahil ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkının memuru bu melek bütün mahlukatın rızkını tanzim ediyor, taksim ediyor, muhasebesini yapıyor. Daha başka. Daha çok büyük azametli melekler var. Peygamber Efendimiz Miraç yaptığı zaman öyle harikalar gördü ki: Bir melek de gördü, yetmiş bin başı var, her başında yetmiş bin ağzı var, her ağzında yetmiş bin dili var, her dili ile, yetmiş bin lisanla, yetmiş bin lugatla Allah'ı zikrediyor. Bu hiç kalemlere sığar mı? Sığmaz. Bir melek te gördü ki, Arş-ı Alâ'da görmüş olduğu bir derya var. Kürre-yi Arz'da olan okyanuslar ile semâdaki Cenâb-ı Hakk'ın rahmet deryalarının hepsi birleştiği zaman, onun yanında bir katre (damla) kalır. İşte o deryaya dalıyor. Sudan çıkıyor, silkiniyor. Tüylerinden düşen katrelerden melekler halkediyor, Cenâb-ı Hâk ve bunlar Beytul-Ma'muru tavaf ediyorlarmış. Allah'ı zikre başlıyorlarmış. Beytul-Ma'mur: Meleklerin tavaf yeri. Nasıl ki dünyada Kâbe var. Beytullah var. İnsanlar tavaf ediyorlarsa Beytu'l-Ma'mur işte meleklerin tavaf yeri. Meleklerin çokluğuna bakınız ki halkedilen melek Beytu'l-Ma'mur'u bir defa tavaf yapıyor. Kıyamete kadar bir daha ona sıra gelmiyor. Çünkü meleklerde kıyamete kadar ölüm yoktur. İnsanlardaki gibi bir taraftan, doğum, bir taraftan ölüm yoktur. En son kıyamette. Sonunda dünya, insanlar hepsi yok olacak. Onlar da yok olacak. Çünkü, Allah'tan başka hiçbir varlık kalmayacak. Hepsi yok olacak. Canlı veya cansız hepsi yok olacak. İşte o günde, kıyamet koptuğu zaman melekler yok olacak. Onların halkiyeti insanlardan çok evveldir. Hâlâ kıyamete kadar da halkıyeti devam ediyor. Çünkü Peygamber Efendimiz Miraç'ta öyle gördü. Daha başka neler gördü: Büyük bir derya gördü çok büyük bir derya. O deryanın ortasında çok büyük bir ağaç var. O ağaç da çok büyük, o ağaç da dünyaya sığmaz. O ağacın dalında bir kuş gördü. Kuş da çok büyük. Kuşun gagasında toprak parçası gördü; çamur, onu da sordu?
-"Yarabbi bu derya nedir? Bu ağaç nedir? Bu kuş nedir? Ağzında ki bu çamur nedir?"
- "Ya Habibim bu deryâ benim rahmetim. "
- "Bu ağaç da dünya." Bu ağaçın dalları var ya, dünyada da o kadar milletler var. Hepsi Ümmeti Muhammed'den mi? Değil. Kaç türlü insan var. Millet olarak değil de inanç yönünden, İsevîler, Muse-vîler, Mecûsiler, putlara tapanlar var, ateşe tapanlar var. Sığıra tapanlar var. Şeytana tapanlar var. Güneşe tapanlar var. Sayılmayacak ka-dar. Bunların hepsi bâtıl inanca sahip olmuşlar.
- "Ağacın dalındaki kuş senin ümmetindir. Kuşun ağzındaki, gagasındaki çamur da senin ümmetinin günahıdır." Bu kuşun gagasındaki çamur deryaya düşerse, deryayı bulandırır mı? O kadarcık çamur deryayı bulandırır mı? Bulandırmaz. Yani Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin nihâyeti yoktur.
Şimdi buradan biz ne anlıyacağız? Allah'a itaat etseler, Allah'a bir kâr, menfaat kazandıramazlar. Onun için Allah'ın rahmetinin nihâyeti yoktur.
Bir de bir insan ne kadar günahkâr olursa olsun, yeter ki Allah'ın rahmetini büyük bilsin. Allah'ın rahmetine sığınsın. Azâmetine, bü-yüklüğüne sığınsın.
Tövbesi kabul olan şey
Ne gerek günah ona.
Süleyman Çelebi Hazretleri Evliyaullah'tır. Onun bütün kelâmları, kelâm-ı kibardır. Zuhûrattır. İlhamdır. Kendisi bilerek değil. Ondan daha âlim insanlar var. İlmi ile, ameli ile ondan daha üstün insanlar var. Onlar niye böyle Mevlid-i Şerîf'teki gibi duyamamışlar ve bildirememişler. Çünkü ona maneviyat keşfedilmiş.
Peygamber Efendimizi sahabeler âşikâr olarak gün görür gibi gördüler. Ama Veysel Kârâni Hazretleri hiç görmedi. Maneviyatta Veysel Kârâni Hazretleri kadar sahabe tanıyamadı, göremediler, bilemediler. İşte Peygamber Efendimiz madem ki, o deryayı gördü. O ağacı gördü, o kuşu gördü, gagasında çamuru gördü. Bunların kimliğini sordu. Cenâb-ı Hak da O'na bildirdi. Bakınız Süleyman Çele-bi ne buyuruyor:
- "Ey Habibim! Nedir? Ol! Kim diledin?"
Peygamber Efendimiz. Miraç'ta da ümmetini diledi. Cenâb-ı Hak'tan,
- "Yarabbi ümmetimi bana bağışla."
- "Yarabbi günahkâr ümmetime azap etme."
Cenâb-ı Hak ne buyurdu? Mevlid'de dinliyorsunuz:
- "Ey Habibim! Nedir? Ol! Kim diledin?"
- "Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?"
Bulam dersen eğer ayn-ı imanı
Çalış ki şeyhinde olasın fâni
Sana senden yakın olanı tanı.
Allah noksan sıfatlardan beri, mekanlara sığmaz. Her nerede çağırırsak hâzır ve nâzır. Zerreden, kübrâyı ihata etmiştir.
Zerre: Çok küçük varlık. Kübra: Büyük varlık.
Cenâb-ı Hak zerreden kübrayı ihata etmiştir. İlmi ile, azâmeti ile. Allah'a inanmak böyle. Niçin Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu halde, "Kulum ben sana şah damarından daha yakınım." dediği halde. Niçin Peygamber Efendimiz, haşa estagfirullah. "Ey insan sen Allah'tan çok uzaksın" diyor.
Peki biz Allah'ı bir sıfatla düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz. Küfürdür. Allah'a bir mekan düşünebilir miyiz? Allah şuradadır, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Küfürdür. Öyle ise biz Allah'ı nasıl göreceğiz? "Ben yerlere, göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım."
Eğer biz de Allah'ı unutmazsak, nûru kalbimizde. Ama esma nûru kalbimizde. Evliyaullah ise Allah'ın sıfatı ile sıfatlaşmış. Evliyaullah'ın kalbi olmuş Allah'ın mülkü. Niçin? Biz evliyaullah'ın sıfatını düşü-nebiliyoruz. Mekanını düşünebiliyoruz. Öyle ise evliyaullah'ı düşün-düğümüz zaman Allah'ı düşünmüş oluyoruz. Allah'ı unutmuyoruz. Allah ile tanıdık meşâyihi. Allah ile sevdik. Onun için meşâyihi unutursak Allah'ı unutuyoruz. Meşâyihi unutmazsak Allah'ı unutmuyoruz.
Evet Allah'a inanmak böyle. Bizi yoktan var etti. Bizi esirgeyen O. Koruyan O, muhafaza eden O. Bizi ne için halk etti? Ona itaat etmek için halketti. Evliyaullah'ın kalbi O'nun (Allah'ın) mekanıdır. Girdiysen Evliyaullah'ın kalbine Allah'ı buldun. Girdiysen Evliyaullah'ın kalbine Allah'ı gördün. Ne ile gireceksin Evliyaullah'ın kalbine? Seveceksin, sevileceksin. Sevmen için onun ahlâkı ile ahlâklanacaksın. Onun amelleri ile amelleneceksin. Onu yaşantısı ne ise yaşantısını yapacaksın. Ders almak, tarîkata girmek, evliyaullah'ın eline yapışmak demektir. Eteğine yapışmaktır.
Cenâb-ı Allah Fetih Sûresinde buyuruyor ki:
- "Benim elim evliyaullah'ın elinin üzerindedir." Evliyaullah'ı sevmek demek: Onu kendine örnek edineceksin. Onun hoşuna gidenleri işleyeceksin. Bunun için de ahlâk-ı hamîde sahibi olmak gerekir.
Mürid: Zikrinden, ibâdetinden çok ahlâkı ile sevilir. Çünkü Cenâb-ı Hâk da ahlâkı bize methetmiş. Peygamber Efendimiz, insanlık âlemine ahlâkı getirmiş. Ahlâkı ile örnek olmuş. Evliyaullah da vâris-i enbiyadır. Onlar da ahlâkları ile bize örnektir. Öyle ise şeyhimizin ahlâkını kendimize örnek edineceğiz. Sevmekten maksat budur.
Bir seherde murg-ı canım uyandı
Vahdet illerini seyrân eyledi
Pîrimin renginden renge boyandı
Âlem-i ekvânı seyrân eyledi.
Gönülden perde-i hicap açıldı.
Hicap da perdedir. Perdeyi açan kim oluyor? Evliyaullah nasıl açıyor? Sana bir sevgi veriyor. O sevgi ile sen ona hizmet ediyorsun. Onun himmetini alıyorsun. Onun himmetini alınca da senin kalp gözün açılıyor. Kalp kulağın açılıyor, kalp dilin açılıyor.
Ama bu nasıl oluyor? Evliyaullah'a tamamiyle teslim olmuş, hizmetini görmüş, himmetini almış, şeriatı, tarîkatı tamam olmuş. Evliyaullah da onun kalbini açmış. Kalp kulağı da açılmış, kalb dili de açılmış, kalp gözü de açılmış. Biz de böyle olabilir miyiz? Biz de insanız. Onları da bizi de halk eden Allah bir. Hepimiz âdemiz. Hepimize de kendi ruhundan ruh üflemiş Cenâb-ı Allah. Değişen bir şey olmuş mu? Bunlara ne olmuş? Bunlar çalışmışlar. Say etmişler. Allah'a inan-mışlar. E! Biz de onlardanız Allah'a şükür. Onlar inançlarını yaşa-mışlar. Biz de yaşayalım. Ama yaşamak nasıl? Bizim bildiğimiz gibi değil. Bilmediğimiz de var. Onu da öğreneceğiz. Kimden öğreneceğiz. Bilenden öğreneceğiz? Bilen kim? Evliyaullahtır, meşâyihtir. Onun için:
Kim şeyhini Hak bilmedi
Hakk'ı dahi bilmedi
Yok eylemeyen vârını
Maksûduna ermez.
Bizim büyüklerimizden duyduğumuz inancımıza göre, hanımlar-dan ders almak olmaz. Çünkü hanımlara râbıta sağlanamaz. Yani ha-nım Allah ile kulu arasında irtibatçı olamaz. Kelâm-ı kibar:
Efendim, sultanım rûh-ı revânım
Ne mümkün ayrılmaz çıksa da canım
Alemde kainat düşmanım olsa.
Efendim diyor: Bir insan meşâyihini seve! seve! seve! Meşâyihinin rûhu da onun rûhu olur. Hani rûhlarda ayrılık, gayrilik yok ya.
Dönmezem bin kat öldürseler.
Benim bin tane canım olsa da, bin defa öldürseler yine de seni terketmem diyor. Yine de ayrılmam senden diyor. Bütün bu millet sana düşman olsa ben senden ayrılmam. Bunların bir olmuşu var. Bir geçmişi var. Çok kitaplarda yazılmışı var.
Meşâyihlerden birisi rüyasında görmüş olduğu Rum kızına âşık oluyor. Diyor ki:
-"Ben onu almaya gideceğim. Belki beni dinlerine davet ederlerse dinlerine de gireceğim. Siz de kendinize başka şeyh bulun. Serbestsiniz." diyor. Hepsi bırakmışlar. Gitmişler. Bir tane mürid onunla kal-mış. Diğerleri sormuşlar:
-"Sen niye gelmiyorsun?" O da demiş ki:
- "Ben ayrılmam şeyhimden. O hangi dine girerse ben de ona girerim. O nereye giderse ben de giderim." demiş.
Neyse gelmişler o Rum iline. Kızlarını istemiş. Onlar demiş ki:
- "Sen Muhammedîsin. Dinimize girecek misin?"
- "Gireceğim."
Dinlerine girmiş. Haç takmış, domuz eti yemiş. Domuzları gütmüş. Bunu denemek için yedi sene takip etmişler; acaba tamamiyle döndü mü diye. Ancak yedi sene sonra kızlarını veriyorlar. Kızı aldıktan sonra o da müslüman oluyor. Bu arada kendisi ile beraber giden, o bir tek müridi şeyhi uyurken âşikâr olarak görüyor ki şeyhinin ağzından bir kara kuş giriyor. Beyaz kuş çıkıyor. Ama şeyhini yine terketmiyor. O Rumlara hizmet ederken, o bir tek müridi de şeyhine yedi sene hizmet ediyor. Yedi seneden sonra Rum kızını alıyor. O müridi yine görüyor ki: Şeyhi uyurken bu defa ağzından o kara kuş çıkıyor. Beyaz kuş giriyor. Fakat bu defa çok terakki ediyor. Yani daha evvelki terakkisinden yüz misli daha terakki ediyor. Niçin terakki ediyor? O geçirdiği yedi yılı gözünün önüne alıyor. Ağlıyor, ağlıyor. Gözünden günahı silememiş. O da onu yükseltmiş terakki ettirmiş. Allah'a yalvarmış. İşte böyle efendiler. Bu zamanda bize böyle bir nimet vermiş. Allah'a çok şükür. Mukayese için değil. Bugün meşâyihi olmayanların en âlimi bile, meşâyihi olanların en câhili kadar olamaz. Buna inanmak lazım.
Adamın bir tanesi bir müride soruyor?
- "Şeyhini mi çok seviyorsun? İmamı Azam'ı mı?"
- "Mürid hiç çekinmeden şeyhimi çok seviyorum" diyor. O zaman adam bir sürü hakaret ediyor. İmam-ı Azam'ı methediyor. Bu müridi suçluyor, mürid hiç sesini çıkarmıyor.
Tekrar karşılaşıyorlar. Bu adam gel diyor.
- "Sana bir sürü hakaret ettim. Hiç karşılık vermedin. Bana hakkını helal et ama. Nasıl oluyor da İmam-ı Azam'ı bu şekilde düşünü-yorsun. İmam-ı Azam İslamın nuru. Bütün İslâm âlemi için büyük bir kimsedir. Dünya üzerinde sevilen bir kimsedir. Bir mezhep reisidir, diyor. Sen şeyhini sevebilirsin. O sevgi sana aittir diyor. Bu derece direnmende senin delilin nedir?" Mürid diyor ki:
- "Ben kırk senedir İmam-ı Azam'ın mezhebi üzerine amel işliyor-dum. Hiçbir kötü ahlâkımdan geçemedim. Kırk gün oldu şeyhime hizmet edeli hepsini terkettim. Onun için şeyhimi çok seviyorum." demiş.
Cenâb-ı Allah yüzyirmi dört bin Peygamber göndermiş. Bunlardan sadece sekiz tanesine kitap indirmiştir. Diğer Peygamberler Allah'ın emirlerini kullarına ilham yoluyla bildirmişlerdir. İşte ledünni ilmi budur. Velilere kitap indirilmemiştir. Fakat onlar da Allah'ın emirlerini ilham yoluyla bildirirler. Veliler dilleri ile konuşmaz, Onların kalpleri konuşur.
İki tane âlim, tarîkatlı birisine rastlamışlar. Zannediyorlarmış ki bunlar tarîkatta bir şey bilmiyorlar soru soruyorlar?
- "Bir adam bir vakit namazını terketmiş. Kaza edecek, ama hangi vakti olduğunu bilmiyor." Mürid cevap veriyor.
- "O adam gafil öyle ise. Gafil ise beş vakit namazını da kaza edecek" diye cevap vermiş. Âlimde, bu soruya çözüm yokmuş, çözümsüz imiş. Çözümsüz bir soru soruyor ki cevap veremesin diye. Âlim buradan bilgi edinmiş. Demiş ki:
- "Bunların câhili böyle ise âlimi nasıl?" Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
- "Kulum bildikleri ile amel ederse, bilmediklerini biz Azîmüş-şan ona öğretiriz."
Ama sadece bildiğimizle amel işlemek değil. İhlas ile amel işlemek, inanarak işlemek var.
Ey birâder sözlerime tut kulak.
Sanma onu söyleyen dil ya dudak.
Diyor ki: Sözlerimi iyi dinleyin zannetmeyin ki, onu dil, dudak konuşuyor. Kitaplara inanacağız. Peygamberlere inanacağız.
Lâ ilahe illallah Adem safiullah
Lâ ilahe illallah Nuh Nebiullah
Lâ ilahe illallah İbrahim Halilullah
Lâ ilahe illlallah Musa Kelimullah
Lâ ilahe illallah İsa Nurullah
İnanacağız. Bunların üzerine kelime-i tevhid getireceğiz. Salavat getireceğiz. Yalnız amellerini işleyemeyiz. Resulullah'ın sünnetini işleyeceğiz. Allah'a şükür. Allah bizi şanslı halketmiş. Cenâb-ı Hak. Bize özel muamelesi var ki, sevgili Habibine bizi ümmet etmiş. Ümmet olamazsak kurtuluş var mıdır? Yok. Bu dünya âleminde dinler içerisinde, inançlar içerisinde, ameller içerisinde kurtulanlar kimlerdir? Kur'ân'a uyanlardır. Ayrıca Cenâb-ı Hak bize öyle bir ihsânda bulunmuş ki, Vâris-i Enbiya olan velîlerini sevdirmiş. Bu şeref bize yeter. Bu şerefi muhafaza edelim. Veli olamazsak bile o velîlerin izinden ayrıl-mayalım.
Kategori: Gülden Bülbüllere 2
.
31-İnsanların hayırlısı insanlara hizmet edendir
"İnsanların hayırlısı insanlara hizmet edendir."
20. 3. 1994 Teveccüh
Allah hepinizden râzı olsun. Allah hulûsunuzun, ihlasınızın bârını, meyvasını yedirsin. Allah emeklerinizi zâyi etmesin. Uzaklardan geldiniz. Yoruldunuz. Tabii ki Cenâb-ı Hak emek zâyi etmez haşa. Bizim tarîkatımızda müridin hizmeti zâyi olmaz. Mübarek Şeyh Efendimiz buyururdu ki: Müridin bir abdestinin hizmeti bile zâyi olmaz. Çok basit olan hizmet. Çok ufak olan hizmet bile zâyi olmaz. Onun için buyurmuşlar: "Baba himmet, oğul hizmet."
Himmetten mana: Evliyaullah'ın bize olan manevî yardımıdır.
Hizmetten mânâ: Bizim ona tâbi olmamız, O'nun şerefini muhafaza etmemiz, mürşidimizin şerefini muhafaza etmemizdir. Bizim tarîkatımız, nazenin tarîki; bir ismi Azizân tarîki, bir ismi Hacegân (hocalar) tarîki. Bütün hocalar âlimler bizim tarîkatımızdan geçmişler.
Azizân: Kıymetli demek, azîzler demek. Nâzenin: Çok kibar.
Onun için bugünü bize Cenâb-ı Hak ihsân etti. Cenâb-ı Hak bugü-nümüzü her zaman için bize ihsân etsin. Nasip etsin. Evet tarîkatımızın büyük amelidir teveccüh. Hiçbir tarîkatta bu amel yoktur. Bu nasıl ameldir ki, şarktakini, garbtakini, şimal ve cenuptakini toplamışlar buraya. Her vilâyetten burada insan var. Ne toplamış? Bu amel toplamış. Onun için büyük amel. Onun için büyüklerimizin ameli olduğu için biz bunun taklidini yapacağız. Biz bunun ehli değiliz. Taklittten tahkike döner mi? Döner. Bir güzel kelâm var:
Çürüklerin hep sağ olur
Zehrin kamu bal yağ olur
Dağlar yemişli bağ olur.
Burada çürük amelleri sağlam ederler. Senin bütün meşakkatini, bağrındaki gönül meşakkatini, tatlı yaparlar. Onun için çok şükür bin şükür. Nihayetsiz şükürler olsun bu günümüze. Allah bu günlerimizi aratmasın. Allah hepimize hayırlı, sağlıklı, sâlih amel ihsân etsin. Allah şerefinizi, makamınızı yükseltsin. Allah bu nimetimizin nurundan, feyzinden mahrum etmesin.
Teveccüh olunca her bir ihvâna
Mürde kalplerimiz gelirler câna
İşte bu güzellik âşikâr.
Murg-u cânlar başlar âh u figâna
Murg-ı canlar: Ruhlar. Uyanmış. Bu ağlamak, hareket nerden geliyor? Ruhtan geliyor. Evliyaullah'ın bir iltifatı var burada. Evliyaullah'ın zâhiri var, bâtını var. Zâhirine uyamazsak, bâtınından yararlanamayız.
Ne çok yedin bu zehirli gıdayı
Erenler elinden iç bir bâdeyi
Tamîret öteyi yık bu odayı
Evet, Evliyaullah'ın iki yönü vardır. Zâhiri, bâtını. Zâhirine uyaca-ğız. Onun amellerini, hareketlerini, yaşantısını, sözlerini, kıyafetini kendimize örnek yapacağız. Ne görmüşsek ondan biz de onu işliyeceğiz. Görmediğimiz bir şeyi işlemeyeceğiz. Zâhirde mübarek görüntüsü var. Bir de velâyet nuru var ki görünmez. O ruh ordan faydalanıyor. Bu cezbe ordan geliyor. Müritte niye evliyaullaha karşı bu hareket var? Niye bu sevgi var? Çünkü onun ruhuna iltifat var. Râbıta nuru var, o nefsini terbiye ediyor. Onun için "sâdıklarla olun" buyuruluyor. Burada iki mânâ vardır:
1- İlmiyle âlim olan. Âlimle dosdoğru yüzyüze. Ondan bilmediklerimizi öğrenmek.
2- İlmiyle âmil olan yine meşâyihtir. Bir insan tasavvuf ehli olmazsa ilmi ile âmil olamaz.
Bir de gönül sahiplerine gönülden bağlanmak. Müridin cesedi meşâ-yihinin zâhirinedir. Ruhu ise velâyetinedir. Fakat müridin bundan haberi olmaz, Evliyaullah'ın haberi vardır. Evliyaullah'ın ruhu kapalı değildir. Çıkar gezer. Nereye gider? Semâyı gezer. Zemîni gezer, âlemi gezer. Ama avamın ruhu kapalıdır. Çıkamaz. Onun için:
Oların rûhlarının yok kararı
Dolaşırlar zemîn ü âsumânı
Olar bu âlemi devrân ederler
Ararlar derde düşen nâtüvânı
Biz evliyaullah'ın maneviyatındaki esrârı bilemeyiz. Anlayamayız. Bakınız anlayan ne demiş?
Sâlihem şeyhim güneştir ben A'nın zerresi.
Güneş bütün mükevvenâtı ihata eder. Zerre nedir? Şu penceden içeriye bir hattır. Ne zaman ki velâyete dahil olursan o zaman Evliyaullah'ın esrârını anlarsın.
Allah'a şükür velâyete inancımız bizi buraya topladı. Velâyet sahibi de bir cisim sahibidir. Peygamberler de bir cisim sahibidir. Bu cisim sahiplerini görüyoruz. Ancak onların cisimleri bir âlet olmuştur. Bizim ki de öyle midir? Hayır. Bizim ruhumuz nefse mağlup olmuştur. Velilerde ise nefis mağlup olmuştur. Nasıl ulaşmıştır ruh oraya? Meşâyihe hizmet görmüştür. Biz ne yapacağız. Meşâyihi örnek edineceğiz kendimize daima onun izinde olacağız. Ona muhalif bir hâlimiz olmayacak. Şerefini muhafaza edeceğiz, sözümüzle yaşantımızla vs.
Velâyet nuru nedir? Velâyet nuru ruhumuza hizmet görüyor. Bizim bundan haberimiz yoktur. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:
"Benim mürebbim Rabbım. Rabbım beni terbiye etti." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz medrese görmedi, ilim görmedi. Ondaki ilim ne idi? Allah onun ruhuna iltifat etmiş.
Özün bir pire teslim et müdâvim ol kapısında.
Meşâyihten murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır.
Teslim olmaktan maksat o mürebbidir. Yetiştiricidir. Ne öğretecek sana? Ruhuna öğretecek. Ruhun bir tahsili var. Tarîkatta aynı zâhir gibidir. Nasıl ki bir talebe ilkokulu bitirince diploma alıyor. Ortaokula, liseye vs. gidiyor. Diploma ile bir yükseğine kaydoluyor. Ruhun da böyle tahsilleri vardır. Fenâfi'ş-şeyh âlemi, fenâfi'r-resul âlemi, fenâfillah, bekâ-billah, seyr-i ilallah, bir de ruh-ı revânî makamı, ruh-ı sultânî makamı, ruh-ı nûrânî makamı vardır. Bunlar vardır. İşte mürid, tarîkata girerse, kendisini meşâyihine teslim ederse, zâhirde hizmetini görürse, himmet alırsa Fenâfi'ş-şeyh olacak. Fenafi'ş-şeyh olmak için şeyhini canından fazla sevecek. Şeyhini büyük görecek.
Bilinmez âlemin sırr-ı nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihândır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşya olmuştur evrâd.
İnsana âlemin sırrı nihândır. Sadece bu gördüklerimiz mi var? Sadece bilinenler mi? Bilinenlerden çok bilinmiyenler var. Sen de, ben de bir insanız ama bu insanda olan âlemden, bu insanda olan esrârdan haberimiz var mı? Yok. Eğer insanda olan esrârdan haberimiz olsa bir insan bu dünyadan büyük. Evliyaullah buyurmuş ki:
"Zâhirde dünya harmanında ben bir taneyim." Bu dünyada mil-yarlarca insan var. Bir harmana ziraatçı yüz teneke buğday eker. Oradan bin teneke buğday çıkar. Bir teneke buğdayın içerisinde mil-yonlarca buğday tanesi var.
Onun için zâhirde: Dünya harmanında bir taneyim diyor. Dünya bir harman ise ben de bir tanesiyim. Ama manada:
Bu dünya benim harmanımda bir tane.
Niçin Cenâb-ı Hak: "Lekad halaknel insane fi ahseni takvîm" buyuruyor? "Ben insanı kıymetli halkettim. Ben insanı büyük halkettim. Ben insanı güzel halkettim." buyuruyor.
"Ama o insanı cehennemin en karanlık yerine düşürürüm."
En büyük âlem sensin. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ından sonra ne büyük varlık insan. En kıymetli varlık yine insan. Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ından sonra en güzel varlık yine insan. Ama hangi insan? Allah'ın sıfatları onda tecelli ederse haktır. Doğrudur.
Meşâyihin sıfatı ile sıfatlanacak, sıfatlanınca fenâfi'ş-şeyh olur. Resulullah'a vasıta meşâyihtir. Allah'a vasıta da Resulullah'tır.
"Habibim seni seven, beni sever. Seni sevmeyen, beri sevemez. Habibim seni bilen, beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez. Habibim seni bulan beni bulur. Seni bulamayan beni bulamaz. Habibim seni gören, beni görür. Seni göremeyen beni göremez." Biz Peygamber Efendimizi göremedik. Ama O'nu görenler var. Öyle ise onu görenleri göreceğiz ki, ondan sonra onu görebilelim.
Bu neye benzer? Biz şimdi buradan Erzincan'ın veya başka bir ilin valisini görebilir miyiz? Göremeyiz. Ama onu gören kişilerden öğre-nebiliriz.
Peki bir âmirin veya başkanın dairesinin içini, çalıştığı yeri görebilir miyiz? Hayır. Sen, ben göremeyiz. Onunla teşrik-i mesâisi olanlar görür. İşte insan budur Efendim.
En evvel fenâfi'ş-şeyh olacak bir mürid. Fenâfi'ş-şeyh olmadan fenafi'r-resul olamaz. Fenâfi'r-resul olmadan fenâfillah olamaz. Fenâfi'ş-şeyh olmadan fenâfi'r-resul olamazsın. Bir meşâyihin hizmetini gördün, himmetini aldınsa, Resulullah'a giden vasıtaya bindin, O götürür seni "Ya Resulullah işte ümmetin" der. Teslim eder.
Muhammed Beşir'il âmed
Olmuştur vâris-i Ahmed
Eder makbul ümmet
Evet Evliyaullah makbul ümmet eder. Bir insan evliyaullah'ı bulamazsa makbul ümmet olamaz. Bir mürid şeyhinde fâni olunca şeyhinin sıfatları onda tecelli eder. Sâlih Baba: Bütün râbıtasına söylemiş. Râbıtasından söylemiş. Râbıtası söyletmiş. Hiçbir kelâmında Râbıtasını bahsetmediği var mı? Diyor ki:
Bi-hamdülillah kamu varım sen oldun
Her eşyâda taleb-kârım sen oldun
Neye baksam seni anda görürem
Bu manadan meded-kârım sen oldun.
Bütün eşyada şeyh efendisini görmüş. Evet bir Mecnun da on paralık kıza âşık oldu da on paralık kızın yüzünden bütün eşyada Cenâb-ı Hakk'ın sıfatını seyretmedi mi? Kendisinde de Allah'ın sıfatları tecelli etti.
Küntü kenzin mebdeidir arş-ı alâdan gelir.
Küntü kenzin mebdei: Cenâb-ı Hakk'ın Zat'ıdır. Arş-ı alâ: Cenâb-ı Hakk'ın en yüksek makamı, oraya ulaşamayan Allah'a ulaşamıyor.
Aslında Cenâb-ı Hakk'a mekân yoktur. Mekandan münezzehtir. Mekanlara sığmaz. Bunlar söylemekle bilinmez. Yaşayan bilir. En önemli sır insandadır. Bunu ancak tarîkata girmekle açarlar. Hizmetle insanlarda letâif makamları vardır. Bunu ulemâ biliyor. Ama ismini söylüyorlar. Özünden haberleri yok. Özünden haberi olan var mı? Var. Söyler ama anlatamaz. Ben şimdi dünyalardan büyüğüm desem kim inanacak? Haşa misal olarak. Diyenleri de tenkid etmişler inanmamışlar. İnananlar ne olmuş? Hakikatı bulmuşlar, inanmayanlar mecazda kalmışlar.
Mecaz ne? İnsanın varlığı. Hakikat ne? İnsanın manevî varlığı. Mecaz: Cesedidir. Hakikat: Ruhudur. Ben dünyadan büyüğüm diyen bir kimse nasıl büyük olmuş? Bu sözü hâl içerisinde, gayr-i ihtiyarî söylerlerse mesul olmazlar. Kendi iradesi ile söylemek yasaktır. Zaten "ben böyleyim" diyen olamaz, olamamıştır. Ben böyle değilim diyen öyle olmuştur. "Ben böyleyim" diyende bir varlık var. "Ben böyle değilim" diyende bir tevazu var. İnsanı yükselten tevazudur. "Her kim ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz." Evet amenna bir insan hakikate ulaşırsa dünyadan büyüktür. İnsanda letâif makamları vardır. Bu makamlar nerelerdedir? İnsanın kalp âlemi açılırsa dünyadan büyüktür.
İnsanda ruh âlemi var. Ruh âlemi açılırsa o zaman ruhundan haberdâr olur. Haberdâr olur ama orasını söyleyemiyor. Söyleyenler asılmış. Kesilmiş. Şimdi şeriat yok. Asmazlar, kesmezler. Ama Mansur onu ruh âleminde demiş. "Ben Allah'ım" demiş. Ruh Allah'tan gelmiştir. Allah'a ulaşınca sen O'sun O da sen. Ayrı da değil, gayrı da değil. Bu kelime bunu ifade eder. Zâhirde cesete gelince gayrı değilsin. Bu ruh âlemi. Bir de sır âlemi var. Sır âlemi açılınca kendi nasıl kendi sırrına vakıf olursa, bütün âlemlerin sırrına vakıf oluyor. O hâli biliyor Allah.
Bilinmez âlemin sırrı nihândır.
Bu âlemlerde olan sırrı bilir söylemez. İnsanlarda havf âlemi var. Cenâb-ı Hak: "Mütteki olun! Sizin en çok mütteki olanınız Allah'tan en çok korkanınız" buyuruyor ama. Bu havf müptedide olamaz. Bu havf velîler için buyurulur. Biz bu korkuyu nasıl anlayacağız? Zannediyoruz ki: Allah'tan korkuyoruz. Bütün hikmetlerin başı Allah korkusu. Ama burada ölçü var mı? Yok. Nelerden korkuyoruz? Allah'ın gadabından korkuyoruz. Günah işleriz, isyan ederiz, aşağıya düşeriz. Allah hastalık verir. Fakirlik verir, belâ verir. Bunlar değil. Evliyaullah'taki korku bunlar değil. Bu korku en çok Allah'a yaklaşanda olurmuş.
Bir de ahfâ vardır. Beytullah'ta oluyor. Ne oluyor? Bin kişinin önüne geçip imamlık yapıyor. Bir milyon kişinin önüne geçip imamlık yapıyor. Orada bir mihrap şeklini almıştır. Bütün kalp âlemine ulaşan, sır âlemine ulaşan bütün insanların önünde. O da mihraptadır. Bir de kalp gözü-nün makamı vardır. Bunlar açılmazsa neye benzer? Şöyle düşünelim. Bir ağacın çekirdeğini düşünelim. Meselâ: Bir incir ağacının çekirdeği, o incir ağacının içerisinde binden fazla çekirdeği var. Bir çekirdeğin içerisinde o incir ağacının kökü, yaprakları, dalı hepsi mevcut. Eğer o çekirdek patlarsa... büyürse.... patlamazsa çürür, yok olur. İşte insanın kıymeti budur. İnsanın büyüklüğü budur. İnsanın güzelliği budur. Sen kalbini açamazsın. Eğer açabilseydin. Cenâb-ı Hak sâdık olun buyururdu. Ama nasıl buyuruyor. "Sadıklarla olun." buyuruyor. Sâdıklar velîler.
Bunun da iki yolu vardır: 1- Zâhirî râbıta. 2- Bâtınî velâyet. Biz velâyetten haberdâr değiliz. Cesedin ruhtan haberdâr olacak mı? Olacak. Cesedinde ruhuna muhalif olan maddeler var. Onlar değişecek ki o zaman ruh haberdâr oluyor.
Bilinmez âlemin sırr-ı nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihândır.
Cesediniz. İnsan büyük, insan cihangir. Evvelâ şeriat seni hayvanî sıfattan kurtaracak. Beşerî sıfata geçeceksin. Bu da nedir? 1- Kitap, 2- Sünnet, 3- İcma 4- Kıyas.
1- Farz, 2- Vacip, 3- Sünnet, 4- Müstehaptır. Dört şâhtan mana:
1- Şeriat, 2- Tarîkat, 3- Hakikat, 4- Marifet.
Tasavvufta: 1- Muhabbet, 2- İhlas, 3- Adâb, 4- Teslîm.
Muhabbetin oluşması için şeyhinin su içtiğini görmüşsen aynen öyle iç. Yemek yediğini görmüşsen aynen öyle ye. Yemeğini şeyhinle beraber ye. Şeyhinle beraber yürü. Şeyhinle beraber namaz kıl. Böyle yapa yapa ne oluyor? Fenâfi'ş-şeyh oluyorsun. Sen O oluyorsun, O da sen oluyor. Senin varlığın kalkıyor Şeyh Efendinin varlığı sende tecelli ediyor. Buna ulaşamazsa insan hakikate geçemiyor.
"Kulum beni sev. Sevdiklerimi sev. Kulum beni sev. Sevdiklerimi sev. Kullarıma sevdir." Burada meşâyihin esrârı açıklanıyor. Bu dört şartı elde etmezse insan, tarîkatı anlamış değil. Yaşamış değil. Bu dört şartı yaşayan velî olur. Herkes velî olursa, mürid kim olacak? Bir de Peygamber Efendimiz (S.A.V.): "Herkes sevdiği ile beraber olacak." buyuruyor. Ahirette herkes sevdiği ile beraber olacaktır. Askeriyeyi misal verecek olursak: Bizim tarîkatımız askerîdir. Kıyafeti de askeri, eğitimi de askeri, tâlimi, terbiyesi de askeri. Görevi de askeri, askerî sistem. Erden mareşala kadar düşün. Her tarîkata giren erdir. Madem resmî kıyafet taşıyor. Onu muhafaza edecek. Eğer muhafaza edemezse terfi edemez. Hem de askeriyede disiplin var. Eğer görevini yapmazsa, kıyafetini korumazsa ceza veriyorlar. Evet ne zaman ki insan o dört özelliği elde ederse o zaman hakikate geçer. Her tarîkata giren hakikate ulaşamaz. Meselâ burada bin veya iki bin cemaat var. Hepsi tarîkata inanmış gelmişler. Ama hepsi bu dört şartı yaşıyor mu? Yaşayan var mıdır? Vardır. Hepsi yaşıyor mu? Hayır. Ama tarîkatın dört şartı yaşanacak. Dört şartı olmazsa tarîkata geçmiş değildir. Meşâyihten ders almış ama şeriatta eksikliği var. Daha bu kimse tarîkata geçme-miştir. Şeriatta eksikliği varsa tarîkata girmemiştir.
Kabiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin.
İster ise mürşid olsun Muhammed Hazreti.
Kabiliyet kab manasınadır. Kab ise bizim kalbimizdir. Senin kalbine mürşit tarafından verilen sevgi var ya onu muhafaza etmendir.
Onu, ahlâkınla muhafaza edeceksin. Sözlerinle, kıyâfetinle, yaşan-tınla, işinle, sözünle muhafaza edeceksin. Mürşidine muhalif olacak bir işi görme, mürşidine leke getirecek bir sözü söyleme. Mürşidine tenkid getirecek bir kıyafet taşıma. Ve yaşantın mürşidine ters düşecek şekilde olmasın. Evet sizi buraya meşâyih sevgisi getirdi.
1- Muhabbet: Meşâyihimizi çok seveceğiz.
Bulam dersen eğer ayn-i imanı
Çalış ki şeyhinde olasın fâni
Sana senden yakın olanı tanı.
Burada rumuz var. İmanın olgun olanını bulayım diyorsan çalış şeyhinde fâni ol. Burası anlaşılıyor.
Sana senden yakın olanı tanı.
Burasını ne kadar izah etsem yine anlayamazsınız. Ama doğrudan doğruya söylersem küfür olur. Zâhire küfür görünür. Bizden yakın olan kim var? Allah var. İmanın hakikatini elde etmek için şeyhimizde fâni olacağız. Şeyh Efendimizi nefsimizden fazla seveceğiz.
2- İhlas: Şeyh Efendimizi sevmek için onu büyük göreceğiz.
3- Adâb: İhlası takviye eden âdâb vardır. Hani şurada sehba ne kadar yer işgal etmiş. Kendi vücudu kadar (hacmi kadar) bir yer işgal etmiş. Salon ne kadar yer işgal etmiş. Vücudu kadar. Bir insan kendi vücudu ile bir oturduğu yeri işgal eder. Ama kâmil insan olursa dünyayı işgal eder. Dünyayı işgal etmiştir. Adâb şudur ki, meşâyihinin zâhirini, bâtınını bir görmek. Onu büyük göreceksin. Ama âdâbın olacak ki büyük görebilesin. Ne diyeceksin? Benim Şeyh Efendimi ben göremiyorum, ama O beni görüyor. Çünkü O dünyayı ihata etmiştir. Onun için uzak yakın yok. O her taraftan haberdâr. Adâb budur. Ne kadar ırakta olursa olsun ırakta görme.
4- Teslimiyet: Zâhirde teslimiyet tevekkül demektir. Allah'a kulun teslim olması. Meşâyihe tevekkül olmazsa teslim olamaz. Tarîkattaki tevekkül şudur ki, öyle bir teslim olmuş ki, bir âlet olduğunu biliyor. Beni şeyhim yediriyor, şeyhim içiriyor, şeyhim yatırıyor, şeyhim kaldırıyor, şeyhim konuşturuyor. Bu olmazsa, bir insan tarîkatı anlamış yaşamış değildir. Allah hakkımızda hayırlısını versin. Meşâyihimizi ilme'l-yakîn bildikse, ayne'l-yakîn bilmek nasip etsin. Ayne'l-yakîn bilenlere de Allah hakke'l-yakîn bilmek nasip etsin. Evet efendiler bu amelimizde burada bize ihsân mazhar oluyor.
Gelin ey yâr-ı sâdıklar
Bu meydân-ı muhabbettir.
Bütün cem olsun âşıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Pîrimiz Sami Hazrettir.
Bizim de pirimiz Dede Paşa Hazretleri...
Gelin dergâha dervişler..
Derviş: Allah için her işini bırakmış da Allah için dünyayı çıkartmış da, toplanmışlar.
Sizler de dünyayı çıkarttınız ki geldiniz buraya. Hepiniz dervişsiniz.
Derviş: Az bir ibâdet yapana, sofu olana diyorlar. Olmaz. Bunlarla ve kıyafetle dervişlik olmaz. Kürk ile post ile dervişlik olmaz.
Hâce Abdülhalik Gücdüvani Hazretlerine sormuşlar:
- "Niçin sarık bağlamıyorsun? Niçin cübbe giyinmiyorsun?" Demiş ki:
- "Sarığı hoca bağlar. Cübbeyi derviş giyer. Ben hoca değilim. Derviş değilim. Ben utanıyorum. Hicap duyuyorum." Niçin?
Sanar kim kendini bir âdem olmuş.
Kıyafet düzmek ile olmuş eşraf
Böyle buyuruyor: Kendini hoca kıyafetine sokmuş. Derviş kıya-fetine sokmuş. Sanıyor ki kıyafeti ile adam olmuş. Kıyafet ile insan derviş olmaz. Ancak gönlünden her şeyi atmış olacak. Derviş: Dünyadan da geçmiştir. Âhiretten de geçmiştir. Bir dost bir post kalmıştır. Post: Cesedi. Dost : Allah'tır. Oturtturmuş dostu, postun üzerine işte derviş budur. Dervişlik kadar yüksek bir makam yoktur. Derviş kıyafetle olmaz. Bizim tarîkatımızın kurucusu Abdülhalık Gücdüvani Hazretleri, oğlum diyor:
- Şöhret kazanma, şöhrette afet vardır.
- İsmini hüccetlere yazdırma.
- Zâhirini belli etme, Zâhir bâtını harap eder.
- Camiden, cemaatten geri kalma,
- İmam-müezzin olma.
Ama bu zamanda hadiste de olduğu "İnsanların hayırlısı, insanlara hizmet görendir." buyuruyor.
Tabii ehli olan vaazlerden kaçmayacak. Niye bu böyle buyurulmuş. O, o zamana göre buyurulmuş. Zâhir var bâtın var. Herkes imam olacak değil, camiden, cemaatten geri kalma. Ama ille ben imam olacağım deme.
- Evi mescit eyle.
Peki insan camiye, cemaate giderse evin nasıl mescit edecek?
- Evin halkını namaz kıldır, demek oluyor.
Teveccüh tarifi: Bu teveccühü Musa Dede Paşa Hazretleri yapıyor. Sırtımıza o el vuruyor. Bu el vurmaktaki maksat şudur ki büyük-lerimizin Şeyh Efendimizin emri iki kürek kemiğinin arasında bir çukur yer var. Orada kalbe bir pencere varmış. Şeytan oradan vesvese verirmiş. Vurmakla ora kapanıyor. Şeytan vesvese veremiyor. Peki orası kapanınca daha vesvese olmaz mı? İnsanda nefis var. Şeytan var, şeytan dışardan veriyor vesveseyi. İnsanın iki türlü şeytanı vardır. 1- Sûri: Dışardan. 2- Manevî: Nefs-i emmâresi. Bir de kelâm-ı kibar söylenir. Burada söylenen kelâm bir kimseye söylenmiştir. Hepsi faydalanır. Tabii müridin haline göre söylenir. Hepsine tek tek okumak mümkün değil. Akşama kadar değil. Bir haftada bitmez. Bu kelâm hoşuna gitti ise bana söylendi deme. Bir kelâmı okuyacağız. Yirmi kişiye vurup geçeceğiz. Önemli olan teveccühün sonuna kadar gözlerimizi açmayacağız. Kalbimizi muhafaza etmek, dünya ile ilgili şeyleri düşünmemek.
Bir de şu var: Sohbetimiz herkese serbest. Yalnız amelimize gelince serbest değil. Hatmemize de, teveccühümüze de dersli olmayan oturamıyor. Dersi olmayan lütfen çıksın. Dersi varsa nerden olursa olsun oturabilir. Yalnız cehrî zikir yapanlar zikirlerini yapmasınlar, bizde cehri zikir yasak. Ama yasak diye inkâr mı ediyoruz? Hayır, haktır. Çünkü Resulallah Efendimiz, Hz. Ali Efendimize cehrî zikri tâlim ettirmiştir. Bizim amelimiz bittiği zaman "lillahil fatiha" denir. O zaman herkes gözünü açar. Kendi zikrini yapabilir. Serbest. Bizde cezbe var ama o gayr-i iradî oluyor. Ama zikir irade ile başladığı için yasaktır. Cehrî zikir yasak. Cehrî tarîkattan olanlar yasaklara riâyet etsinler. Hiç tarîkatı yoksa, onlar lütfen oturmasın. Yunus Emre ne buyurmuş:
Senin aşkın deniz, ben bir balıksa,
Balık sudan çıksa hemen ölürüm.
Bir balığı su nasıl ihata etmişse, suda nasıl yaşıyorsa, senin aşkın da bir derya gibi, benim ruhumu ihata etmiştir. Balık sudan çıkınca nasıl yaşayamazsa, senin aşkın kesilirse ben de öyle olurum. Ama aşk kesilmez. Ne buyuruluyor:
"Bizi unutmayın. Biz sizinle beraberiz. Bizi unutursanız, ayrı dü-şersiniz." Meşâyih müridi unutmaz, mürid meşâyihi unutmazsa. Burada mürid hangi nurda ise o tecelli eder. Râbıtadan gelen nur esmâ nurudur.
Sıfat nuru vardır. Zat nuru vardır. Eğer mürid evliyaullah'ı Allah'ın sıfatında görürse ödü kopar. Evliyaullah bir celal sıfatında görünür, bir cemâl sıfatında görünür. Cemâl sıfatında görünürse bayılır. İşte vecd haline geçenler böyle geçer. Görenler nasıl görüyor? Yavaş yavaş, tedricen tedricen. Alışa alışa. Onun için evilaullah'ı unutmayacağız. Hayali gözümüzde, sevgisi gönlümüzde olacak. Şeyh Efendinin yediğini, içtiğini, sohbetini neyini gördüysen onu hayal etmen râbıtadır. Biz hayali râbıtadayız. Râbıta-yı Nakş-i cemâl de var. Ama onu göremeyiz. Alıştıra alıştıra gösterirler. Allah'ın üç nuru vardır:
Esmâ nurunda ise: Râbıta nuru tecelli eder.
Eğer sıfat nurunda ise: Nübüvvet nuru tecelli eder. O da onu cezbeder. Eğer huzur müridi ise: Allah'ın zat nuru ile ihata edilmişse, Zat nuru oluşur.
1- Esmâ nuru: 1001 isminin nuru. 2- Sıfat nuru: 8 sıfatının nuru.
3- Zat nuru: Zat'ının nuru. Allah'ü Teâlâ'nın üç nuru vardır.
|
Bugün 213 ziyaretçi (320 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|