|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Rafiziler, Resulullah Gadir-i Hum'da Hazret-i Ali'yi yerine vekil etti diyorlar. Abdullah-i Süveydi hazretlerinin, Molla başı ile konuşmasının bu konu ile ilgili kısmı ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1644
|
En kuvvetlisi, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde, yanında bulunanlara, ... Çünkü, uymak demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir.
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1645
|
|
Gadir-i Hum hutbesi
|
Rafiziler, Resulullah Gadir-i Hum’da Hazret-i Ali’yi yerine vekil etti diyorlar.
Abdullah-i Süveydi hazretlerinin, Molla başı ile konuşmasının bu konu ile ilgili kısmı Hucec-i katiyye kitabından alınarak aşağıya çıkarılmıştır:
Molla başı dedi ki:
Resulullah efendimizin ümmetine çok şefkatli olduğu, onların haklarını, düzenlerini korumaya uğraştığı, herkesin bildiği şeydir. İşte bu şefkatinden dolayı, Medine şehrinden çıkıp, başka yere giderken yerine, birini kordu. Böyle iken, vefatından sonra, milyonlarca ümmetinin işlerini çevirecek, ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam ve vekil ayırmayıp, bunları kıyamete kadar başı boş bırakması nasıl olabilir? Halbuki Gadir-i Hum hutbesinden ve başka haberlerden anlaşılıyor ki, (Resulullah, hem açıkça, hem de işaret ile, yerine Hazret-i Ali’yi vasiyet buyurmuştur. Hatta, imam tayin etmek, Rabbülâlemin üzerine vacip olduğundan, vefat edeceği zaman, bu mühim işin yapılması için ve inatçıların bu vazifeden kaçınmalarını önlemek için, bir vasiyet yazmak diledi. Kağıt, kalem istedi. Yanında bulunanlardan Ömer, ayak takımlarının bile söyleyemeyeceği birkaç kırıcı ve aşağılayıcı sözü Resulullaha karşı söyleyerek, bu düşüncesinden vazgeçirmiştir.
CEVAP
İmam tayin etmenin, Rabbülâlemin üzerine vacip olduğunu söylemeniz Mutezile fırkasının, (yapılmaması hikmeti bozan şeyleri, Allahü teâlânın yapması vaciptir) demelerine benzemektedir. Bu sözleriniz bozuktur, yanlıştır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün işleri hikmete uygun, hep faydalıdır. Herhangi bir şeyin yapılması hikmete uygun ve faydalı göründüğü için, Allahü teâlânın o şeyi yapması vacip olamaz. Kur'an-ı kerimde (Ona yaptıklarından dolayı bir şey sorulmaz. Onun kulları, yaptıklarından sorulacaktır) [Enbiya, 23] mealindeki âyet-i kerime, sözünüzün bozuk olduğunu açıkça gösteriyor. İmam tayin edilmesi, Allahü teâlâ üzerine vacib olsaydı, insanların hiçbir zaman imamsız kalmaması lazım gelirdi. İmamın, herkesçe tanınması, kuvvet, iktidar sahibi olması, imamlık şartlarını taşıması, kötü işleri, çirkin adetleri kaldırabilmesi, iyi işleri yaptırabilmesi, müslümanları zararlardan koruyabilmesi gerekir. Siz, yeryüzü imamsız kalamaz dediğiniz halde, yalnız imam bunlar olabilir dediğiniz ve bunların imam yapılması, Allahü teâlânın üzerine vaciptir sandığınız o masum imamların aralarına Hazret-i Ali’yi de karıştırdığınız halde, hiç birinin imamlık şartlarını taşımadığını söylüyorsunuz. Hepsinin sıkıntı içinde, zulüm görerek, güçsüz, kuvvetsiz yaşadıklarını, bir şey yapamayıp, tesirsiz kaldıklarını bildiriyorsunuz. Böyle aciz, başkalarının kuvveti karşısında hareketsiz, onlara itaat etmeye mecbur bir kimseyi imam yapmakta nasıl bir fayda ve hangi hikmet düşünülebilir?
Siz bu yanlış sözünüzde inat ve ısrar etmekle, Allahü teâlâyı, hâşâ, zayıf, aciz yapmış oluyorsunuz. Çünkü, kendi üzerine vacip olan bir şeyi yapamamış oluyor. Allahü teâlâ, böyle uygunsuz sözlerden uzaktır.
Görülüyor ki, imam tayin etmek, Allahü teâlâ üzerine vaciptir demeniz, büsbütün yanlıştır. Evet ehl-i hakkın, yani Ehl-i sünnetin dediği gibi, İslam dinini korumak, suçluların cezalarını vermek, herkese hakkını ulaştırmak ve emr-i maruf ve nehy-i anilmünker yapmak için, insanların bir imama, başkana ihtiyaçları olduğu için tayin etmek, bize vaciptir. Yoksa, Allahü teâlâya vacip değildir. Bunun için, Resulullah vefat edince, Eshab-ı kiram toplanarak, Ebu Bekri Sıddıkı söz birliği ile imam yaptı. Böylece, İslam dininin bir sarsıntı geçirmesi önlenmiştir.
Mutezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü teâlânın yarattığı şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor. Güzel olduğu anlaşılanları, Allahü teâlâ, yaratmaya mecburdur, diyor. Allahü teâlânın, insan aklının güzel dediği şeyleri yaratmaya mecbur olduğunu söylemek kadar çirkin, bozuk söz yoktur. Sizin sözünüz de, buna benziyor.
Bundan başka, masum imam bulundurmak, Allahü teâlâ üzerine vacip olursa, her asırda bir Peygamber göndermesi, her şehirde bir masum imam bulundurması, her hakimi adil, doğru eylemesi vacip olmak lazım olur. Evet, iyi kötü herkes, Allahü teâlânın, insanları rehbersiz, imamsız olarak başı boş bırakmasını, cahil, sapık, karanlıkta yuvarlanmalarını doğru bulmaz.
Bunun için, Allahü teâlâ saadet, huzur yolunu gösteren bir kitap ve bunun kıymetini anlayacak kadar, bir akıl vermiştir. Allahü teâlânın, masum imamı, zamanın sahibini her zaman gönderdiğini, kullarının işlerini, Onun eline bıraktığını söylerseniz, bu da çok bozuk, pek gülünç olur. Çünkü, bin seneden beri, çocukları, torunları, yakınları öldüğü halde ve Şiiler çoğaldığı halde, insanları irşad etmek, gafletten uyandırmak için ve İslamiyet’i yaymak için meydana çıkmayıp da gizli kalan masum bir imam, nasıl faydalı olabilir? Herkese doğru yolu göstermek, hakları, sahiplerine ulaştırmak ve nice işleri yapmak vazifeleri olduğu, nasıl söylenebilir? Böyle inanmak kadar, şaşkınlık ve hatta sapıklık olur mu?
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir. Nehcülbelaga kitabınızda yazılı olduğu gibi, Hazret-i Ali Sıffin muharebesinde, hutbe okurken bunu açıkça bildirmiştir. Şöyle ki, (Sizin işlerinizi idare ettiğim için, üzerinizde hakkım vardır. Benim üzerimde ve birbirinizin üzerlerinizde de haklarınız vardır. Bir kimsenin vereceği hak olunca, başkasından alacağı hak da olur. Alacağı hak olup da, vereceği olmayan kimse, ancak Allahü teâlâdır. Çünkü O, her şeyi yapabilir. Her işi, adl iledir. Allahü teâlânın kulları üzerinde olan hakkı, kendisine ibadet, itaat etmeleridir. İhsan ederek, buna karşılık sevap verir) buyurdu. Bu hutbeye dikkat ederseniz, bu sözlerinizin Hazret-i Alinin sözlerine uygun olmadığını görürsünüz.
Resulullah efendimiz, Hazret-i Ali’nin halife yapılmasını vasiyet etti demeniz de yanlıştır. Eshab-ı kiram farzları yapmaya memur oldukları gibi, Resulullahın emirlerini de yapmaya memur idi. Buna uymadıkları, bu emri sakladıkları söylenmiş olmaktadır. Böyle çok kimsenin, bozuk bir işte sözbirliği yapması ise, olacak şey değildir. Hadis-i şeriflere de uymadığı için, doğru bir söz olamaz.
Şii âlimlerinden ibni Ebi Âsım ve Elkai’nin, Enes bin Malik’ten bildirdikleri hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, benim ümmetimi, dalalet üzerinde sözbirliği yapmaktan korudu) buyuruldu. Hadis âlimi Hakim Uyeyne’nin bildirdiği hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, bu ümmeti, dalalet üzerinde toplamaz) buyuruldu. (Allahü teâlânın yardımı, cemaat iledir) hadis-i şerifi gibi, daha nice hadis-i şerifler gösteriyor ki, ümmet-i Muhammed, hiçbir zaman dalalet üzerinde sözbirliği yapamaz. Böyle olmadığını söylemek, bu hadis-i şeriflere inanmamak olur.
Resulullah efendimizin, vasiyet yazmak için, kağıt kalem istediğini söylüyorsunuz. Bu sözünüz, daha önce bildirdiğiniz Gadir-i Hum vasiyetinin, doğru olmadığını gösteriyor. Böyle bir vasiyet etmiş olsaydı, bir daha vasiyet yazmaya lüzum görmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde okuduğu hutbesinde, söylediğini ileri sürdüğünüz vasiyetin aslı ve esası yoktur. Doğrusu şudur ki, Hazret-i Ali ve bütün Haşimoğulları da birlik olduğu halde, Eshab-ı kiramın hepsi Hazret-i Ebu Bekri, sözbirliği ile halife seçmiştir. Bu sözbirliği yukarıdaki hadis-i şeriflere göre, bunun halifeliğinin doğruluğunu, sizin sözlerinizin de, yanlış ve bozuk olduğunu açıkça göstermektedir. Böyle bir vasiyet olsaydı, Hazret-i Ali, kendi hakkını elinden aldıkları için üç halife zamanında, bu hakkının kendisine geri verilmesini ister, vermeyenlere karşı harekete geçerdi. Nasıl ki, halife seçildiği zaman, din ve dünya işlerini çevirmek için, İslamiyet’in emri ile, kendisine itaat etmeyenlere karşı kılıcını çekerek, bunlarla boğuştu. Herkesin bildiği gibi, nice şehirlerin yıkılmasına, binlerle müslüman kanının dökülmesine sebep olan savaşları yapmıştı. Kendisine itaat etmeyenlere karşı böyle şiddet gösteren, böyle güçlü, şerefli bir zatın, İslamiyet’in kendisine vermiş olduğu hakkın elinden zorla alındığını görüp de susması ve hatta, üstelik bu hakkın kime verilmesi daha iyi olacaktır diye görüşen kurula üye olarak katılması, düşünülebilir mi?
Eğer, hâşâ, Şii kitabının dediği gibi, Hazret-i Ali bu hakkını aramaktan adamları az olduğu için, istemeyerek susmuş denilirse, Allahü teâlânın ve Resulullahın kendisine vermiş olduğu vazifenin icaplarını yerine getirmekten korktuğu için, Allahü teâlânın emrini yapmamış, Ona isyan etmiş demek olur. Halbuki, Resulullahın damadı ve Allah’ın aslanı olan Hazret-i Ali, değil yalnız Arabistan’dan, belki bütün dünyadan, herkim olursa olsun, böyle utanç verici ve lekeleyici bir korkaklığı kendine bulaştırmayıp, ölümü göze alacağı herkesin bildiği bir şeydir. Bunun için siz, emirül-müminin Hazret-i Ali efendimize böyle kötü, çirkin bir hâli yakıştırıyorsunuz. Böyle söylemek, onu sevdiğinizi bildirmiş olmuyor, Ona düşmanlık etmiş oluyorsunuz. Her türlü şüpheden ve ayıptan temiz olan O yüce imamı böyle bir kusurdan uzak görmeyi ve burada bildirmeyi, üzerime borç bilirim.
Resulullahın vasiyet yazmak için kağıt kalem istediği zaman, Ömer bunu önledi demeniz de, bu zatın böyle bir iş yapacağına, kesin bir delil, senet bulunmadığı için, doğru değildir. Çünkü, Buhari kitabının Megazi kısmında, Abdullah ibni Abbas diyor ki:
Resulullah efendimizin hastalığı perşembe günü arttı. (Bana kağıt getiriniz! Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan hiç ayrılmayasınız) buyurdu. Orada olanlar, konuşmaya başladı. (Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmak layık değildir) buyurdu. Acaba sayıklıyor mu? Kendisinden, bunu sorunuz, denildi. Yine Abdullah dedi ki, Resulullah hasta idi. Yanında birkaç kişi vardık. (Size kitap yazacağım. Benden sonra, yoldan çıkmayasınız) buyurdu. Birkaçımız dedi ki, ağrısı arttı. Yanımızda Kur'an-ı kerim var. Allah’ın kitabı bize yetişir. Uyuşamadık. Birkaçımız, getirelim, yazsın da, bundan sonra, yolu şaşırmayalım dedi. Kimisi, başka şey söyledi. Sözler çoğalınca, (kalkınız) buyurdu.
İşte yeryüzünde Kur'an-ı kerimden sonra en kıymetli ve en güvenilen kitabımız olan Buharinin bildirdiğine göre, sözü yapmak istemeyen belli bir kişi değildir. Birkaç kişi idi. Çünkü, Buhari’de (söylediler) diyor. Bundan, cevap verenlerin çok kişi olduğu anlaşılıyor. Burada, yalnız Hazret-i Ömer’i dile alıp, onu kötülemeye kalkışmak, doğru değildir. Eğer dil uzatmak denilirse, orada bulunanların, hepsini kötülemek lazım olur. Bunların arasında Hazret-i Ali ve Hazret-i Abbas da vardır. Bunlar da, kötülenmiş olur.
Maide suresinin (Rabbinden sana indirilen emirleri bildir! Bunu yapmazsan, Peygamberlik vazifesini yapmamış olursun! Allah seni insanlardan korur) mealindeki 67. âyeti Gadir-i Humda geldi demeniz de yanlıştır. Çünkü, bu sözünüz, Resulullahın (hâşâ) Allahü teâlânın emrini eshabına bildirmediğini düşündürür. Bu hutbede, bu emri bildirmek istemediği ve bundan dolayı, Allahü teâlânın, kendisini affetmesini, Cebrail aleyhisselamdan dilediğine göre, bu emri yapmakta eshabından çekindiği anlaşılır. Resulullah efendimizin bu gibi şeylerden masum olduğu şüphesizdir.
İkinci olarak deriz ki, Resulullahın vefatına yakın olan bu hutbesine kadar, Allahü teâlânın Onu, insanlardan korumadığını ortaya koyar. Halbuki, Allahü teâlânın Habibini koruduğu, bu hutbesinden çok önce biliniyordu. Bu sözünüz bilinen bir şeye uymadığı için de, yanlış oluyor.
Üçüncü olarak, Resulullahın o güne kadar kâfirlerden korkmakta olduğu ve Eshab-ı kiramdan da, kâfirler gibi korktuğu anlaşılır. Halbuki, Eshab-ı kiram efendilerimizin kendi canlarını, ana babalarını Resulullahın uğrunda feda etmekten hiçbir zaman çekinmedikleri, çeşitli haberler ile bilinmektedir. Bunların, kâfirler gibi Resulullahı korkutmak için toplanmaları akla da, din bilgilerine de uyacak bir şey değildir. Resulullah efendimizin, ilk zamanlarında, yalnız olduğu ve karşı gelenlerin ve Kureyş kâfirlerinin, zulümlerinin pek çok olduğu anlarda, hiç korkmadan, çekinmeden (Emrolunanları bildir!) âyet-i kerimesine uymakta, kahramanca nasıl uğraştığı bilindiği halde, Mekke alındıktan, her yerden bölük bölük gelip Müslüman olanlar çoğaldıktan ve Haşimoğulları ile Abdülmuttalib oğulları gibi pehlivanların hepsi Müslüman olduktan sonra ve İzacae suresi ile fetihler, zaferler müjdelendikten sonra, Gadir vakası zamanında, Muhacirlerin ve Ensarın topluluğunda ve Haşimoğullarının çok bulunduğu anda, Allah’ın emirlerini bildiremeyecek kadar korku gösterdiğini söylemek, üstün sıfatlarla süslenmiş olan o Nebiyy-i muhtereme yakışmayacak, çok çirkin, çok iğrenç bir iftira olur. Hele Eshab-ı kiramdan korktuğunu söylemek, Âl-i İmran suresinin (Siz ümmetlerin en hayırlısı, insanların seçilmişisiniz) mealindeki 110. âyetine inanmamak olur. Hiçbir bakımdan doğru olamaz.
Dördüncü olarak, Resulullah efendimiz, Allahü teâlâya, emirlerini Eshabına bildirmekte karşı geldikten sonra Medine’ye gelip, hasta olunca, birkaç gün, Allah’ın imam yapmasını emrettiğini söylediğiniz Hazret-i Ali’yi, arkada bırakıp da, namaz kıldırmak için, kendi yerine Hazret-i Ebu Bekri imamlığa geçirmesi, Allahü teâlânın emrini ikinci defa yapmamak olur. Hazret-i Ali’yi halife yapmalarını, Eshabına bildirmesi, Gadir-i Hum’da gelen âyet-i kerime ile emredildikten sonra, yine Ebu Bekri imam yapması karşısında, bu âyetin sandığınız gibi, orada değil, büyük âlimlerin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Arefede indiği ve Eshab-ı kiram için değil, Kureyş müşrikleri için inmiştir. Resulullah Hazret-i Ali’nin birinci halife olacağını bilseydi, bunu elbette bildirirdi. Bunu bildirmesinde hiç korku da yoktu. Çünkü, bütün Mekke halkı ve hele Haşimoğulları ve Abdülmuttalib oğulları, Hazret-i Ali’nin akrabası ve yakınları olduğundan, bu haberden sevinecekler, kimseye korku, zarar gelmeyecekti.
Bütün bunlardan başka, taassubu, inadı bırakıp, tarafsız ve insaflı olarak, bu hutbeye ve içindeki kelimelere ve bayağı cümlelerine iyi dikkat edilirse, bu sözlerin, fesahat ve belagatta biricik olan o Peygamberin mübarek ağzından çıkması şöyle dursun, Arab edebiyatını bilen herhangi bir kimsenin bile söylemiş olması mümkün değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, bu sözlerin hepsi, yabancıların uydurma ve iftiralarıdır. Bu sözler arasında bulunan (Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) hadis-i şerifi, Hazret-i Ali’nin imam olacağını göstermez. Çünkü, mevla sözünün birçok manası vardır. Kamusda yirmi kadarı yazılıdır. Böyle kelimelerin, hangi manaya kullanıldığı da, bir delil, bir işaret ile anlaşılır. İşaretsiz, delilsiz bir mana vermek doğru olmaz. Mevla kelimesine sevici ve yardım edici manalarını vermekte, biz de, sizinle birlikteyiz. Bunun içindir ki, Abdülgafir bin İsmail Faris, Mecmaul-garaib kitabında (veli) kelimesini anlatırken, bu hadis-i şerifin (Beni seven ve yardımcı bilen kimse, Ali’yi de, yardımcı bilsin!) olduğunu yazıyor. Bunlar ince düşünülürse, bu hadis (halife) olmaya, daha uygun, daha üstün olmayı göstermemektedir. Çünkü, veli kelimesinin (evla) demek olacağı, lügata da, İslamiyet’e de uygun değildir. İslamiyet’e uygun olmadığı meydandadır. Lügatta ise, mefal vezninde olan kelimelerin, efal vezninde kullanılmaları hiç görülmemiştir.
Bu hadis-i şerifin, Hazret-i Ali’yi sevmek ve ona düşman olmaktan kaçınmak demek olduğu anlaşılır. Hatta Ebu Nuaym Ahmed bin Abdullah, Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan’dan bildiriyor ki, bu Hasan’dan soruldu. (Ben kimin mevlası isem...) hadis-i şerifi, Hazret-i Ali’nin halife olmasını gösteriyor mu, dediler. Hasan buna cevap olarak, eğer Resulullah bu hadis-i şerif ile, Hazret-i Ali’nin halife olmasını bildirmek isteseydi, (Ey insanlar! Bu zat benim işlerimin velisidir. Benden sonra, halife olacak budur. İşitiniz ve itaat ediniz!) buyururdu. Allahü teâlânın ismine yemin ederim ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Ali’nin halife olmasını isteselerdi, Ali, bu emri yerine getirmeye kalkışmaması ile böylece Allahü teâlânın emrine karşı gelmesi ile, çok büyük günah işlemiş olurdu, dedi.
Dinleyenlerden biri: Öyle ise Peygamberimiz (Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir) buyurmadı mı? deyince, Hasan, vallahi eğer Resulullah, Ali’nin halife olmasını isteseydi, namaz kılmayı ve oruç tutmayı emreylediği gibi, bunu da, açıkça emrederdi, dedi. İşte, Ehl-i beytin en ileri gelenlerinden biri olan ve Hazret-i Ali’nin torunu olan Hasan’ın bu sözleri, senin sözlerinin bozuk ve yalan olduğunu açıkça göstermektedir. Molla başı sustu. (Hucec-i katiyye)
İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
(Hazret-i Ali'nin halife olmasını yazacaktı) demek, boş sözdür. Gaibden haber vermek olur. Yazsa idi, Hazret-i Ebu Bekir’i yazardı. Çünkü, hasta iken, Hazret-i Âişe'ye (Baban Ebu Bekir’i çağır! Ona yazacağım ki, biri çıkıp, kendisinin Ebu Bekir’den hilafete daha layık olduğunu söylemesin. Allahü teâlâ, bu konuda yalnız Ebu Bekir’den razıdır) buyurduğu Müslim'de yazılıdır. (Mektubat-ı Rabbani)
Eshab-ı kiram, Resulullahın ictihadına uymayan ictihadlar da yaparlardı. Resulullahın ictihadına uymayan hareketlerde bulunurlardı. Vahiy gelmekte iken, onların bu ayrılıklarına bir şey denilmedi. Hiçbiri bu yüzden kötülenmedi. Resulullahın ictihadına uymayan ictihadda bulunmaları yasak edilmedi. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramın ictihadlarında ayrılık olmasını istemeseydi, ayrılmalarını beğenmeseydi, ayrılmalarını elbette yasak ederdi. Ayrılanların azap göreceği bildirilirdi. Resulullah ile konuşurken, yüksek sesle konuşmanın yasak edildiğini ve yüksek sesle konuşanlara azap yapılacağının bildirildiğini hepimiz biliyoruz. Hücurat suresinin ikinci âyetinde mealen, (Ey müminler! Seslerinizi, Resulullahın sesinden daha yükseltmeyiniz. Onunla konuşurken, birbirinizle konuşur gibi bağrışmayınız!) buyuruldu. Beğenmediği bir hareketi, hemen yasak eylemiştir.
Eshab-ı kirama uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lazımdır. Bir kısmı beğenilmeyince, diğer kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü Hazret-i Ali, diğer üç halifenin büyük ve uyulmaya layık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve biat etmiş, hilafetlerini kabul etmişti. Diğer üç halifeyi sevmedikçe, Hazret-i Ali’ye uyduğunu söylemek yalan olur. Hatta, Hazret-i Ali’yi beğenmemek, onun sözlerini, kabul etmemek olur. Allahü teâlânın aslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, cahilce söz olur. Allah’ın aslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tam 30 sene, üç halifeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabul eder? En aşağı bir Müslüman bile böyle ikiyüzlülük yapamaz. Onu bu kadar küçülten, aciz, hileci ve münafık yapan böyle sözlerin çirkinliğini düşünmek lazımdır. Peygamber efendimizin bu üç halifeyi övmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Efendimize de, ikiyüzlü mü diyecekler? Peygamberin doğruyu bildirmesi vaciptir. İdare ediyordu diyen zındık olur. Münafıklar, “Muhammed, vahiyden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmeyenleri söylemiyor” diyordu. Bunun üzerine, Maide suresinin, (Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazifeni yapmamış olursun) mealindeki 70. âyeti gelerek her şeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, ahirete teşrif edinceye kadar, üç halifeyi över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, Resulullaha uyarak bunları üstün tutmak lazımdır.
Diğer maddelerde ve bu maddede bazılarını yazdığımız âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ ve Onun Resulü, Sahabe-i kiramın hepsini adil bilmiştir. Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin adil bildiği kimseleri, başkalarının adil bilmemesinin ne ehemmiyeti ve zararı olur? Eğer Sahabe-i kiram, âyet-i kerime ve ehadis-i şerife ile meth ve sena edilmemiş olsaydı, İslama yardımları ve bu uğurda mallarını ve canlarını, ana, baba ve evlatlarını feda etmeleri ve Peygamber efendimize yardım etmeleri ve imanlarının kuvveti, hepsinin adil olduğunu ve böyle itikad etmemiz lazım geldiğini açık olarak göstermektedir. (Eshab-ı Kiram kitabı)
Büyük İslam âlimi şah Veliyyullah-ı Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:
Resulullah, Hazret-i Ali’yi Yemene hakim [Vali] yapmıştı. Beytülmalda olan bir cariyeyi Hazret-i Ali hizmetlerinde kullandı. Bu hareketi, dedi-kodu halini aldı. Bu dedi-kodu Resulullahın mübarek kulağına kadar geldi. Fitneyi önlemek için, Hazret-i Ali’yi sevmeyi emir buyurdu. (Kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır) buyurdu ki, (Beni seven, Aliyi de sevsin) demektir. Mevla kelimesi, Kur'an-ı kerimin birçok âyetinde vardır. Sevilen kimse manası verilmiştir. Bu hadis-i şerif, (Allah’a inanan, misafirine ikram etsin) hadis-i şerifi gibidir. Bu hadis-i şerif, yalnız Hazret-i Ali için değildir. Hazret-i Hasan için, (Ya Rabbi, Onu seviyorum. Onu sen de sev! Onu sevenleri de sev) buyuruldu. Resulullah Mekke ile Medine arasında bulunan Gadir-i Hum ismindeki yere gelince, Hazret-i Ali’nin elini tutup, (Kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır! Ya Rabbi, onu seveni sev! Onu sevmeyeni sevme) buyurdu. Sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali’nin yanına gelip, (Ne mutlu sana ya Ali! Bütün müminlerin sevgilisi oldun) dedi.
Müslim kitabında, Zeyd bin Erkam diyor ki:
Gadir-i Hum denilen su başında, Resulullah hutbe okudu. (Ben de insanım. Bir gün ecelim gelecek. Size Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum. Kur'an-ı kerimin gösterdiği yola sarılınız! Ehl-i beytimin kıymetini biliniz!) buyurdu.
Tirmizide, İmran bin Hasin diyor ki:
Resulullah, bizi Hazret-i Ali’nin emrinde cihada gönderdi. Hazret-i Ali, esir denilen cariyelerden birini kendine aldı. Dört kişi, bunu Resulullaha söylediler. Resulullah çok üzüldü. (Ali’den ne istiyorsunuz? Ali bendendir. Ben de ondanım. Benden sonra, O her müminin velisidir) buyurdu.
Bu hadis-i şerifler, Ehl-i beyti sevmeyi emretmektedir. Mevla, veli, sevilen kimse demektir. Zeyd bin Erkam, (Tirmizi)de bildiriyor ki, Resulullah buyurdu ki:
(Size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, benden sonra doğru yolda kalırsınız. Biri, ötekinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın kitabıdır. İkincisi, Ehl-i beytimdir. Havz başında bana kavuşuncaya kadar, ikisi birbirinden ayrılmaz!)
Birbirinden ayrılmaz demek, Kur'an-ı kerime sarılan kimsenin, Ehl-i beyti sevmesi gerekir demektir. Ehl-i beyte yapışmak, onları sevmektir. Kur'an-ı kerime uymak sevap olduğu gibi, Ehl-i beyti sevmenin de böyle sevap olduğunu bildirmektedir. Bu hadis-i şeriflerin hiçbiri, Hazret-i Ali’nin halife, imam olacağını göstermiyor. Bu hadis-i şerifleri ileri sürerek, Ehl-i sünneti kötülemek, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, pek haksız ve çok yanlıştır. Cenab-ı Hak, hepimize Ehl-i beyti ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmek nasip eylesin! Âmin! (Kurret-ül ayneyn)
Abdullah-i Süveydi hazretlerinin, Molla başı ile konuşmasına devam edelim:
Molla başı dedi ki:
-Kendisine, Bahrülilm adını nasıl yakıştırmış? İlimden hiç haberi yoktur. Ona, imam-ı Alinin birinci halife olacağını gösteren iki vesika versem, cevabını bulamaz. Yalnız o değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, bir şey söyleyemezler, dedi.
Öyle cevap verilemeyecek delilleriniz nedir, dedim.
-Önce, size sorarım ki, Hazret-i Peygamber, Ali ibni Ebi Talib için (Musa’nın yanında Harun nasıl idi ise, sen de, benim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir) buyurdu. Bu hadisi, siz de bilirsiniz, dedi.
-Evet. Hem de meşhurdur, dedim.
-İşte bu hadis, Hazret-i Peygamberden sonra, imam-ı Ali’nin halife olacağını gösteriyor, dedi.
-Nasıl gösteriyor, dedim.
-İmam-ı Ali’nin Peygamber yanındaki yeri, Harun’un Musa yanındaki yeri gibi gösteriliyor. Yalnız (Ancak benden sonra Peygamber gelmez) diyerek, burada ayrıldığı bildiriliyor. Bunun için, Hazret-i Ali’nin, birinci halife olması lazımdır. Harun’un eceli gelmeseydi, Musa’dan sonra, halifesi olurdu, dedi.
-Sözünüzden açıkça anlaşıldığına göre, mantık bilgisinde, bu sözlerden genel hüküm çıkar imiş. Genel olduğunu neresinden çıkarıyorsunuz?
-İstisnalarda, izafet, genel mana bildirir.
-Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselam gibi Peygamber idi. Halbuki, Hazret-i Ali’nin, önce de, sonra da Peygamber olmadığını siz de biliyorsunuz. Bundan başka, Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamın öz kardeşi idi. Halbuki Hazret-i Ali, Resul-i ekremin öz kardeşi değildir. Genel olan şeyin ise, istisna ile ayrılması, mantık ilminde, zan gösterir. Onun için, sözün hükmünü, manasını, bir menzile, bir yer için aramak lazım olur. Bunun için de, hadis-i şerifteki menzile kelimesinin sonundaki (t) harfi, bir tek manasını bildiriyor. (Harun’un yerinde) izafeti, izafetlerin çoğunda olduğu gibi, izafet-i ahdiyyedir. Yani genel mana bildirmez. (Ancak) kelimesi de (Fakat) demektir. O halde, sözün manası, kati değil zanni oldu. Böyle sözlerde, belli olmayan bir şey, başka bilgiler yardımı ile anlaşılır. Yani (menzile) ile (Harun) arasındaki bağlantı, Harun’un yalnız, beni İsrail için halife olduğunu gösterdiği gibi, Hazret-i Alinin de Tebük gazasında Medine-i münevverede halife bırakıldığını gösterir, dedim.
-Halife bırakmak, onun üstün olduğunu bildiriyor. Birinci halife olması lazım gelir, dedi.
-Öyle ise, Abdullah ibni ümm-i Mektumun da halife olması lazım gelir. Çünkü, Resul-i ekrem Onu ve başkalarını da, Medine-i münevverede, halife, yani kendi yerine vekil bırakmıştı. Şu halde, halifelikte birinciliği, buna ve başkalarına vermeyip de, Hazret-i Ali’yi, ayırmanızın sebebi nedir? Bundan başka, yerine vekil bırakılmak, üstünlüğe sebep olsaydı, Ali (Beni kadınlarla, çocuklarla, zavallılarla birlikte mi bırakıyorsun?) diyerek üzülmezdi. Fahr-i âlem efendimiz de, Ali’nin gönlünü almak için (Sen benim yanımda Harun’un Musa yanındaki yeri gibi olmayı beğenmiyor musun?) buyurmazdı, dedim.
-Ehl-i sünnetin üsul bilgisine göre, sebebin ayrı olmasına değil, sözün genel olmasına bakılır.
-Vesika olarak, sebebin ayrı olmasını ele almıyorum. Ancak, hadis-i şerifteki, belli olmayan bir şeyin, yalnız, (Hususi) olduğunu gösteren bir işaret olduğunu söylüyorum, dedim. Sustu.
Bundan başka, bu hadis-i şerif, zaten senet olarak gösterilmez. Çünkü, sözbirliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahih, kimi hasen, kimi de zayıf hadisdir, dedi. İbnülcevzi ise, mevdu olduğunu bildirmektedir. [Ebülferec Cemaleddin hâfız Abdurrahman bin Aliyyülcevzi büyük hadis âlimidir. 508 de Bağdadda tevellüd, 597 [m. 1201] de orada vefat etti. Yüzden fazla kitap yazdı. Mugni adındaki tefsiri meşhurdur.] Bununla, imam-ı Ali’nin birinci halife olması, nasıl anlaşılır ki, delilin meşhur nass olması lazımdır, dedim.
-Evet öyledir. Delilimiz, yalnız bu değildir. (Ali’ye, müminlerin emiri olarak selam veriniz) hadisi delildir. Bundan Ali’nin Peygamber olduğu anlaşılmasa bile, birinci halife olmasına diyecek yoktur, dedi.
-Bu hadis-i şerif, bizce mevdudur. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, böyle bir sahih hadis yoktur, dedim. Düşündü. Birdenbire:
-Başka bir delil söyleyeceğim ki, manasını çevirmeye imkan yoktur. (Geliniz! Çocuklarınızı ve çocuklarımızı çağıralım!) âyeti delilimdir dedi.
-Al-i İmran suresinin altmışbirinci âyeti olan bu âyet-i kerime, nasıl delil olur dedim.
-Necrandan, hristiyanlar, Medine’ye gelip inanmayınca, Resulullah bunlara, (Gelin, içimizden yalancı olana, Allah’tan lanet isteyelim) buyurdu. Ve Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyni alıp meydana çıktı. Duaya çıkan, çıkmayanlardan elbet daha üstündür, dedi.
-Bu dediğiniz, menkıbedir. Üstünlüğü göstermez. Çünkü Eshab-ı kiramdan herbirinin bir menkıbesi vardır ki, başkalarında bulunmaz. Tarih okuyanlar, bunu iyi bilir. Bundan başka, Kur’an-ı azimüşşan arabi dil ile indi. Mesela, iki aşiret arasında harp başlamak üzere iken, biri (Ben aşiretimdeki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de seçilmiş, kahramanlarını alıp çıkmalısın) dese, bu söz, ikisinin de aşiretinde, meydana çıkanlardan başka, yiğit adam bulunmadığına delil olamaz. Duada, akraba ve yakınları ile birlikte bulunmak kalbin kırıklığı ve duanın çabuk kabul olması içindir, dedim.
-Bu, sevgisinin çokluğunu gösterir, dedi.
-Bu cibilli, tabii, yaratılışta bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendini, çocuklarını sevmesi gibidir. Bunda üstünlük aranmaz, dedim.
-Başka bir şey daha var. Peygamber Hazret-i Ali’yi kendisi ile beraber saymıştır dedi.
-Sen daha, üsul ilmini ve belki de arabiyi bilmiyorsun! Delil sandığın (enfüs) kelimesi, cemi kıllettir. Cem olan (na) ya bağlanmıştır. Cemin cem karşısında bulunması ise, birlerin binlere bölünmesine sebep olur. Mesela bölük bindi demek, bölükteki erlerin hepsi atlarına bindi demektir. Birden çok olana cem denir. Nur suresinin yirmialtıncı âyeti olan (Bunlar onların dedikleri gibi değildir) kelamında, Hazret-i Âişe ile Safan bildirilmektedir. Bunun gibi, Tahrim suresinin dördüncü âyetindeki (kalbleri), cem olduğu halde, mantık ilmine göre, ikiyi gösteren zamire bağlanınca iki kalb olmuştur. Bunlar gibi Hasan ve Hüseyin için cem olarak (çocuklarımız) ve Hazret-i Fatıma yalnız bulunduğu halde, cem halinde (kadınlar) denilmesi, mecazdır. Bu âyet-i kerime, eğer, Hazret-i Ali’nin birinci halife olacağını gösterseydi, Hasan, Hüseyin ve Fatıma hazretlerinin de, sıra ile halife olmaları lazım olurdu. Halbuki, Hazret-i Fatıma halife olamaz, dedim.
-Benim bir delilim daha var. Maide suresinin ellibeşinci âyetinde mealen, (Elbet, sizin veliniz, sahibiniz, Allahü teâlâ ve Onun Resulü ve iman edenlerdir) buyuruldu. Tefsir âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Hazret-i Ali namazda iken, bir fakire yüzüğünü sadaka verince, bu âyet-i kerime nazil oldu. Âyet-i kerimedeki (inne-ma) yalnız o demektir. Yani, ona mahsustur. Veli kelimesi de, tasarrufa, idareye en elverişli demektir, dedi. Ve, siz Sahabe-i kiramı nasıl bilirsiniz? dedi.
-Adil, özü, sözü doğru biliriz dedim.
-Kur’an-ı kerimdeki pek çok âyetler, Eshabı azarlamaktadır dedi. Münafık olduklarını, Resulullaha, elem, acı verdiklerini bildiren âyetler çoktur. Mesela, Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyeti ve Mücadele suresinin sekizinci âyeti ve Münafıkun suresinin birinci âyeti ve Muhammed suresinin onaltıncı ve yirmi ve yirmidokuzuncu ve otuzuncu âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe suresinin yüzikinci âyeti ve Feth suresinin onbirinci ve onikinci ve onbeşinci âyetleri ve Hucurat suresinin dördüncü âyeti gösteriyor ki, Medine’de bazı münafıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki, ahaliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfal suresinde, (Resulullaha karşı gelenler, meşhur Bedir gazasından cayarak, düşmanı görmeden önce geri dönenler, müminlerin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ, Enfal suresinin altıncı âyetinde münafıkların kötü niyetlerini açığa çıkarmaktadır. Huneyn gazasında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek, Al-i İmran suresinin onuncu ve yüzonaltıncı âyetlerinin inmesine sebep olanlar, yine bu münafıklardandır. Bunlar, Uhud faciasında, Fahr-i kâinat hazretlerini düşmanların eline bırakıp dağa kaçtılar. Mübarek yüzünün yaralanmasına ve iki dişinin şehit olmasına ve kısraktan düşmesine sebep oldular. Hatta yardım istediğinde, duymazlıktan geldikleri için, Al-i İmran suresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerimesi ile, Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebük’teki meşhur hareketlerinden dolayı da, Tevbe suresinin otuzdokuzuncu âyet-i kerimesi ile tekdir ve tehdid edildiler.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hazret-i Peygamberin Eshabı isyan ederler, Ona karşı gelirlerdi. Firar ettiklerini bildiren âyet-i kerime, birkaçının değil, hepsinin kaçtığını göstermektedir. Çünkü, Tevbe suresinin kırküçüncü âyeti, azaplarını ve azarlandıklarını açıkça bildirmektedir. Fahr-i alem, onların geri dönmelerine izin verdiği için, Tevbe suresinin kırk dördüncü âyet-i kerimesi ile, o Nebiy-yi zişanın da azarlanmasına sebep oldular. Bunlardan başka, hicretin beşinci yılının onbirinci ayındaki Ahzab yani Hendek gazasında, Ahzab suresinin onüçüncü ve onbeşinci âyetleri ile ve daha nice âyetlerle tekdir edildiler ve kötülendiler. Böyle kimselere nasıl olur da, adil denir? Onların işleri ve sözleri, din işlerinde nasıl senet olur? Onlara inanmak, güvenmek, akla da, ilme de uygun değildir dedi.
-Eshab-ı kiramı kötülemek için, vesika olarak bildirdiğin âyet-i kerimelerin hepsi, münafıklar için gelmiştir. Bunda, kimsenin şüphesi yoktur. Hatta, Şiiler de, böyle olduğunu sözbirliği ile söylemektedir. Münafıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerimeleri, âyetler ile meth-u sena edilen Eshab-ı kirama bulaştırmaya kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adalete ve insafa sığmaz. Önceleri, münafıkların sayısı çoktu. Sonra, azalmaya başladı. Fahr-i âlem efendimizin, ömr-ü şerifinin sonuna doğru, münafıklar, doğru olan müminlerden ayırt edildi. Allahü teâlâ, Al-i İmran suresinin yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerimesi ile, tayyıbleri habislerden ayırt eyledi. Resulullah efendimiz hazretleri, (Ocaktaki ateş, demiri, pislikten ayırdığı gibi, Medine de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Yani demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki curufu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medine şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münafıkları bildiren âyet-i kerimeleri Eshab-ı kirama yüklemek, nasıl doğru olur? Al-i İmran suresinin yüzonuncu âyetinde mealen, (Siz ümmetlerin en hayırlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın meth-u sena buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münafıklarla bir tutulur?
Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı, birçok âyet-i kerime ile övdü. Tevbe suresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havaric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirler yazıyor. Bu âyet-i kerimeyi Sahabe-i kirama yüklemek, ilim adamına yakışmaz. Buhari-yi şerif kitabında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. Ebu Said-i Hudri diyor ki, Resulullah efendimizin yanında idim. Mübarek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazasında kâfirlerden alınan ganimet mallarını dağıtıyordu. Beni Temim aşiretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Ya Resulallah! Adaleti gözet!) dedi. Resulullah (Sana yazıklar olsun! Ben adalet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshab-ı kiramdan Ömer-ül-Faruk ayağa kalkıp, (Şu cahili öldürmeye müsaade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünkü, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi namaz kılarlar. Sizinle birlikte oruç tutarlar, Kur’an-ı kerim okurlar ise de, Allahü teâlânın kelamı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıktığı gibi, dinden dışarı çıkarlar. Okuna ve hedefe ve şişeye bakınca, hiçbirini göremez. Halbuki, ok şişeye varmış, delmiş, kanı akıtmıştır. Bunların içinde bir kimse olacaktır ki, rengi siyahtır. İki kolundan biri hayvan memesi gibidir. Durmadan damlar) buyurdu. Ebu Said-i Hudri diyor ki, Hazret-i Ali halife iken, haricilerle muharebe etti. Esirler arasında, böyle bir adam gördük. Tam, Resulullah efendimizin bildirdiği gibi idi. Bu âyet-i kerimenin inmesine sebep, münafıklardan Ebülhavat adında birinin (Ey arkadaşlar! Sahibinize niçin bakmıyorsunuz! Size mahsus olan eşyayı, koyun çobanlarına vererek adalet yaptığını göstermek istiyor) demesidir denildi.
Mücadele suresinin sekizinci âyeti de, Yahudiler ve münafıklar için inmiştir. Çünkü bunlar, müminlerden gizli olarak, aralarında toplanır ve göz, kaş işaretleri ile, Eshab-ı kiramı aldatmaya çalışırlardı. Müminler, bunların başlarına ağır bir felaket geldiğini, acılarını kimseye duyurmamak için gizli konuştuklarını sanarak bunlara acırlardı. Fakat, böyle gizli konuşmaların uzun zaman sürmesi, bunların içlerini ortaya çıkardı. Eshab-ı kiram, kötü niyet ile yapılan bu gizli toplantılara son verilmesi için, Fahr-i âlem efendimize şikayet ettiler. Böyle toplantılara son verilmesini emr buyurdu. Fakat, münafıklar dinlemedi, hıyanetlerine devam ettiler. Bunun üzerine, Mücadele suresinin sekizinci âyetinde, mealen (Gizli toplantı yapmaları yasak edilenleri görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği halde, yine gizli toplandılar. Günah, düşmanlık ve Resulullaha karşılık için toplanıyorlar) buyuruldu. Bunların yasak emrini dinlemeyip, yine toplanmaları, Resulullaha karşı gelmektir.
Mücadele suresinin sekizinci âyetinde mealen, (Sana selam verdikleri zaman, Allah’ın, seni selamladığı gibi vermiyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede Yahudiler azarlanmaktadır. Yahudiler, Resulullahın yanına geldikleri zaman, (Size selam olsun) yerine, (Size sam olsun) derlerdi. Resulullah da (Size de olsun!) buyururdu. Emin olmak, korkusuz olmak demek olan selam yerine, ölüm demek olan sam derlerdi. Böylece, yaratılmışların, geçmiş, gelecek bütün insanların en üstünü olan Fahr-i kainatı aldatacaklarını sanırlardı. Kendisinden ayrıldıktan sonra, aldattıklarını, eğer gerçekten Peygamber olsaydı, bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azap gelmesi lazım olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda, (Hesaplarının sonu Cehennem azabıdır) buyuruldu. (Buhari) kitabında diyor ki, Yahudiler, Peygamber efendimizin huzuruna geldikleri zaman, kötü adetlerine göre, şüpheli, bozuk selamlarını söylerlerdi. Hazret-i Âişe bunu anlayıp öfkelendi. Resulullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, duasının kabul buyurulduğunu söyledi.
Münafıkun suresinin birinci âyetinde, (Münafıklar, sana geldiği zaman) kelamı, Abdullah bin Selul ve arkadaşlarını göstermektedir. Eshab-ı kiram ile hiçbir alakası yoktur.
Muhammed suresinin onaltıncı âyetinde mealen, (Onlardan, seni dinleyenler, yanından çıktıkları zaman...) buyuruldu. Bu âyet-i kerime de, münafıklar için gelmiştir. Münafıklar, Resulullahın yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. İmam-ı Mukatil [Belhlidir. 150 de Basra’da vefat etti] tefsirinde diyor ki, Resulullah hutbede, münafıklara nasihat verirken, onlar anlamazlıktan gelerek, Abdullah ibni Abbas’dan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdullah ibni Abbas, bazen bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adalet sahibi olan Allahü teâlâ, sadık olan, canla başla hizmet eden müminleri, münafıklardan ayırarak, Muhammed suresinin onaltıncı âyetini gönderdi. Bu âyet-i kerimede mealen, (Onların kalblerini Allah mühürledi...) buyuruldu. Eshab-ı kiramı da, bundan sonraki âyet-i kerimede hidayet ve necat ile müjdeledi. Said bin Cübeyr diyor ki, Muhammed suresinin yirminci âyetinin, (Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermektedir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, müminin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kâsi ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin ellibirinci âyetinde bildiriyor. Bu üçden, ikisi azaptadır. Biri, kurtulucudur. Müminin kalbi selimdir. Allahü teâlâ, kalb-i selimi meth ve sena buyuruyor. Şüara suresinin seksensekizinci âyetinde mealen, (O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Yalnız, kalb-i selim ile gelen faydalanır) buyuruldu.
Beni Anber kabilesi kâfir idi. Bunları, Eshab-ı kiram hazretlerinin sırasına koymak, akıl ile de, ilim ile de pek yanlıştır.
Bedir gazasına gelince, sizin de, bizim de, kitaplarımızda açıkça bildirildiği üzere, Enfal suresinin birinci âyetinde bildirildiği gibidir.
Huneyn gazvesindeki dağılmak da, kaçmak değildir. Bir tedbir, bir harp oyunu idi. Her savaşta, ilerleme olduğu gibi, bazen çekilme de olur. Bununla beraber, bu dağılanlar, Eshab-ı kiramın büyükleri değildi. Birkaç ay önce, Mekke’nin fethinde, azat edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olacağı belli idi. Hatta bu çekilmenin zafere yol açtığı, Tevbe suresinin yirmialtıncı âyetinin, (Sonra, Resulüne ve müminlere sekine indirdi) meal-i şerifi ile bildirilmektedir. Resulullah bunu bildiği için, o gün dağılanlara, sonra hiçbir şey söylemedi. Hiçbirine darılmadı. Bizim dil uzatmamız, doğru olur mu? Şii fırkasının âlimlerinden Ebülkasım şiinin (Kitabüşşerayı) risalesinde (Ölüm ve helak tehlikesi olduğu zaman muharebeden kaçmak caizdir) denildiğine göre, Huneyn gazasında çekilen Eshaba dil uzatmamak lazım gelmez mi?
Uhud gazasındaki firar ise, yasak edilmeden önce idi. Allahü teâlânın bunları af buyurduğu, Al-i İmran suresinin yüzellibeşinci âyetinde bildirilmektedir.
Al-i İmran suresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerimesinden önceki (Allah sizi af etti) mealindeki müjdenin, bu sonraki âyete bağlı bulunduğunu her tefsir bildirmektedir.
Tevbe suresinin otuzsekizinci âyetinde mealen, (Ey iman edenler! Cihada gidiniz denildiği zaman, size ne oldu?) buyuruldu. Bu meal, Eshab-ı kiramı kötülemek, azarlamak değildir. Gevşek davrandıkları, kendilerine haber verilmektedir. Hepsine bildirilmektedir. Bunların arasından Hazret-i Ali’nin ayırt edileceği bildirilmemiştir, dedim.
Molla başı söz alıp:
-Hilafetinin kabulünde anlaşmazlık olan kimsenin halife olması doğru olur mu? Beni Haşim, Eshab-ı kiramın büyüklerinden idi. Halifeyi, uzun zaman sonra zor ile kabul etmişlerdi. Böyle halife kabul edilir mi?
-Hazret-i Ebu Bekir’in halifeliğini bütün Sahabe, sözbirliği ile kabul etti. İnat etmeyen herkes bunu böyle bilir. Hazret-i Ali ile yanında bulunan birkaç Sahabinin, sonra biat etmeleri, kabul etmediklerinden değildi. Kendileri çağrılmadığı, seçimde bulunmadıkları içindi. Zaten, birkaç kişinin ayrı kalması, çoğunluğun seçmesini değiştiremezdi. Değiştirseydi, Hazret-i Ali’nin halife olduğu, halife seçildiği zaman değiştirirdi ve onun halifeliği doğru olmazdı, dedim.
Başka söze başladı.
-Kıyamet günü, her müslümana dünya ve ahiret işlerinden sorulacağı gibi, Ali’yi ve çocuklarını sevmesinden sorulacağını gösteren hadis-i şeriflere ne dersiniz? Çünkü, Ali bin Muhammed ibni Sabbağ-ı maliki (855 [m. 1451] de vefat etti) (Füsulül-mühimme) kitabında, Elmenakıb kitabından alarak diyor ki, İbnil-Müeyyed’den işittim. Bir gün, Ebu Büreyde, Resulullahın yanında oturuyordu. Ebu Büreyde diyor ki, Resulullah efendimiz, (Ruhum yed-i iktidarında bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, kıyamet günü, insanlardan ilk sorulacak şey, ömrünü ne ile geçirdin, bedenini, ne yaparak eskittin, malını nereden kazandın ve nerelere verdin ve Resulümü sevdin mi, soruları olacaktır) buyurdu. Yanımda bulunan Hazret-i Ömer, sizi sevmenin alameti nedir ya Resulallah, dedi. Mübarek elini, yanında oturan Hazret-i Ali’nin başına koyup, (Beni sevmek, benden sonra bunu sevmektir) buyurdu. Yine bu kitapta diyor ki, Hazret-i Ali (Vallahi Nebiyy-i ümmi efendimiz, beni sevenlerin mümin olduklarını, sevmeyenlerin ise, münafık olduklarını bildirdi) dedi. İşte, kıyamet günü, sevgisi herkesten sorulacak, bir zat, acaba başkalarından daha üstün ve halifelik, başkalarından ziyade kendisinin ve çocuklarının hakkı olmaz mı, dedi.
-Maliki dediğin İbni Sabbağ maliki mezhebinde değildir. Kitapları, yazıları gösteriyor ki, Şii itikadındadır. (Harezm odunu) olarak meşhur olan ibni Müeyyedin de, Şii olduğunu bütün âlimler bildirmektedir. Zaten başka vesika aramaya hacet yok. Şiilerden bazısı, hadis-i şerifleri değiştirip büyük bir hadis âliminin ismini koyuyor. Böyle yalanlarla, müslümanları aldatmaya çalışıyor. Kitaplarda, doğrusu yazılı olan bir hadis-i şerifi, böyle değiştirerek, başka türlü bildiren kimsenin bir yalancı olduğu meydandadır. İşte, bu hadis-i şerifin doğrusunu, imam-ı Muhammed bin İsa Tirmizi (209 da tevellüd, 279 [m. 892] da vefat etti) şöyle bildiriyor: (İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacaktır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yaptığı, malını nereden kazandığı, cismini ne ile eskittiği sorulacaktır.) Taberani de, bu hadisi bildiriyor ise de, son cümlesi yerinde, gençliği ne ile geçirdiği yazılıdır. İşte, hadis-i şerifin doğrusu böyle bildirilmiştir. İçinde, Ehl-i beyti sevmek ve Hazret-i Ömer’in adı yoktur. Bundan anlaşılıyor ki, İbni Sabbağ ile ibni Müeyyed yalan söylemişlerdir. Bununla beraber, burada, halifeliği anlatan hiçbir şey yoktur. Bu hadis-i şerife doğru desek bile, olsa olsa, Ehl-i beyti sevmeyi göstermektedir. Ehl-i sünnet mezhebi de, Ehl-i beytin hepsini, herbirini, bulundukları mevkılerine göre, az veya aşırı olmayarak sevmeyi emretmektedir. Ehl-i sünnet olmak için, Ehl-i beyti, şanlarına uygun olarak sevmek lazımdır. Siz ise, bunları sevmeyi anlatmak için İslamiyet’e uymayan öyle şeyler bildiriyorsunuz ki, kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse, böyle şeyler söyleyemez. Mesela (Ali’yi sevene hiçbir günah zarar vermez) diyorsunuz. Bunun gibi, hadis de uyduranınız var. Mesela, Peygamber efendimize, (Ali’nin şiasına kıyamet günü, ne küçük günahtan, ne de büyük günahtan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevrilir) buyurdu diyerek iftira eden kimseye inanılır mı? İbni Babeveyh uydurup (İbni Abbas buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin güya (Allah Ali’yi sevenleri Cehennemde yakmaz) dediğini söylüyor. Yine (Ali’yi seven bir kimse, Yahudi veya hristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) sözlerine, hadis diyerek herkesi aldatıyor. Böylece, uydurma sözleri, hadisdir diyerek, Resulullah efendimize iftira etmek haksızlık değil midir?
[Ebu Cafer bin Babeveyhin kendi adı Muhammed bin Alidir. Şiilerin dört meşhur Fıkıh ve tefsir adamından biridir. Bir tefsiri ve imamiyyenin çok kıymet verdikleri Fıkıh kitabı vardır. Horasanda tevellüd, 381 [m. 991] de öldü].
İftira yapmak, İslamiyet’e de, akla da uymuyor. Allahü teâlâ, Nisa suresinin yüzyirmiüçüncü âyetinde, mealen (Kötülük yapan, bunun cezasını bulacaktır) buyuruyor. Zilzal suresinin son âyetinde mealen, (Zerre ağırlığı kadar kötülük yapan, bunun cezasını görecektir) buyuruldu. Haksız iftiralar yapmak, bu âyet-i kerimelere uymuyor.
Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibadettir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibadetlerde olduğu gibi, önce iman sahibi olmak lazımdır. Enbiya suresinin doksandördüncü âyetinde mealen, (Mümin olan kimsenin yaptığı iyi işler..) buyuruldu. Yahudi ve hristiyan gibi, iman şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek ve küçük ve büyük günahların, bunların sevgisi ile, iyilik, sevap şekline döneceklerine inanmak, İslamiyet’e uygun değildir. Şii kitaplarında da yazıyor ki, Ali efendimiz kendi ehl-i beytine her zaman, (Soyunuza güvenmeyiniz! İbadet ve taat yapmaya devam ediniz! Allahü teâlânın emirlerini yapmaktan zerre kadar sapmayınız!) buyururdu. Senin yukarıdaki sözlerin, Hazret-i Ali’nin bu nasihatine ve buna benzeyen daha nice haberlere uymadığı için, hiç kıymeti olmaz. Dünya ve ahiret saadetlerinin ele geçmesi için ve dünya işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günah ve yasakları işlemekten korkutmak, vazgeçirmek lazım iken, (günahlar, sevap haline dönecektir) demek, taban tabana zıd oluyor. Bu söz, kötü kimseleri ve hatta şiileri kötülük, günah ve çirkin işleri yapmaya sürükler. Böylece dini yıkar. Biraz aklı olan kimsenin, bu sözlere inanmak şöyle dursun, dönüp bakmayacağı meydandadır, dedim.
Bu sözümden sonra, toplantıda bulunanlar, hazırlanmış olan suallerin sorulup, cevap verilmesini istediler. Fakat, Şiilerden birkaçı, molla başıya, farisi dil ile (Bu adamla çarpışmaktan sakın! Çünkü, deniz gibi, derin bir âlimdir. Sen ne kadar vesika ileri sürdünse, o da cevabını vererek susturdu. Sonra olabilir ki, şerefin ve kıymetin bozulur) dediler. Bunun üzerine, molla başı bana bakarak güldü. Dedi ki:
-Sen, üstün bir âlimsin. Bunlara ve her şeye cevap verebilirsin. Fakat, Buharalı Bahrulilm sözlerime cevap veremez.
-Söze başlarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin size cevap veremeyeceklerini söylemiştiniz. Beni konuşturmaya mecbur eden, bu sözünüzdür, dedim. (Hucec-i katiyye)
|
İmamın masum olması
|
Sual: Rafizilerin, imamlar masumdur şaşmaz demeleri doğru mudur?
CEVAP
Aşağıdaki yazı, Abdullah-i Süveydi hazretlerinin Hucec-i katiyye kitabından alınmıştır. İran’da Nadir Şah ve halkın huzurunda yapılan bir münazarada İranlı âlimler ve başlarındaki Mollabaşı, hakkı teslim etmek zorunda kalmışlar, Ehl-i sünnetin hak olduğunu karar vermişlerdi. Nadir Şah da, herkesin ehl-i sünnet olması için ferman çıkarmıştı. Kitapta vesikaları vardır. Münazaranın bu kısmını kitaptan nakledelim:
Molla başı dedi ki:
(İmama yani halifeye tâbi olmak, her sözüne uymak, herkese vaciptir. Uyulması vacip olan kimsenin de, günahsız, hatasız olması lazımdır. Zaten, imamın masum olduğu iki tarafın sözbirliği ile söylenmektedir. Aklı olan herkes de, böyle söyler. Çünkü, imam demek (Kendisine uyulan kimse) demektir. Giyilen gömleğe rida denildiği gibi, kendisine uyulan kimseye imam denilir. İmamın yanlış bir şey söyleyeceği veya yapacağı düşünülürse, o zaman, buna güvenilemez. Herkesi felakete, uçuruma sürükleyecek veya Allah’ın emirlerine uymayacak bir şey söylemesi, yapması umulur. İmama uymayı Allah emrettiği için, imam şaşmaz değilse Allah, yanlış olabilecek şeye uymayı emretmiş olur. Bu ise, akla da, dine de sığmayan bir şeydir.)
CEVAP
İmamın masum, şaşmaz olması sözbirliği ile lazımdır, demeniz ve bu da, İslamiyet’in emri demek olduğunu iddia etmeniz, büsbütün yanlış, bozuk bir davranıştır. Çünkü siz Şiiler, İcmaa, sözbirliğine zaten kıymet vermiyorsunuz. İcma, delil olamaz, İslamiyet’in emrini bildiremez diyorsunuz.
İnandığınıza göre, icma, delil-i şer’i değil imiş. Bunun için, yukarıdaki icmaa dayanan davanız, itikadınıza, imanınızın esasına uymamaktadır. Yok eğer, sözbirliği demeniz, Şiilerin de, bu söze katıldığını anlatmak ise, imamiyye fırkasının ortaya çıkmasından önce olan bütün İcmaların çürük, bozuk olması lazım gelir. Hatta, Hazret-i Ali’nin halife seçildiği zaman, Şiilik bulunmadığı için, bu seçimdeki sözbirliğinin bâtıl, bozuk olması, haksız halife olması lazım gelir. Hatta, daha ince düşünürsek, Hazret-i Muaviye’nin hak üzere, doğru halife olduğu anlaşılır. Çünkü, Hazret-i Muaviye’nin halifeliği Şii fırkası da içinde bulunmak üzere, Hazret-i Hasan ve bütün müslümanlar tarafından tanınmıştı. İmam kendisine uyulan kimse demek ise de, bunun masum, şaşmaz olacağını gösteren hiçbir delil yoktur. Buna delil gösterilmek istenirse, aşağıdaki beş yol ile, kolayca red edilir:
1) Emirin ve hakimin yalnız sözlerine uymak vaciptir. Sözüne uyulan kimsenin, işlerinde şaşmaz olduğuna inanmak lazım gelmez.
2) Şii fırkasına göre, müftü, masum, yani şaşmaz değildir. Halbuki, müftünün sözlerini dinlemek herkese vaciptir.
3) Adalet üzere olduğu görülen herkesin şahit olmasını hakim kabul eder. Şahitlerin sözü ile, hakim karar verdiği için şahitlerin masum olması lazım gelmez.
4) Sahibinin, haram olan şeylerden başka olan her emrine, kölesinin itaat etmesi lazımdır. Böyle olduğu için, efendisinin masum olması lazım gelmez.
5) Namazın her yerinde, cemaatin imama uyması vaciptir. İmam bu namazını bir dünya menfaati için veya rükuu ve secdeleri Allah’tan başkası için yapmış ise de, cemaatin, buna uyması lazımdır.
Bu beş yerde, uyulan kimsenin masum olması lazım değildir.
Molla başı söz alıp:
(Tâbi olmak, uymak demekle, biz bunları düşünmedik. Az ve çok kuvvetli olan şeylere söylenebilen tâbi olmak manasını düşündük. En kuvvetlisi, Resulullahın Gadir-i Hum denilen yerde, yanında bulunanlara, (Ben size, kendi canınızdan daha evla değil miyim?) buyurdu. Evet ya Resulallah, dediler. (Öyle ise, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlası olmalıdır!) buyurdu. Tâbi olmak demek, işte böyle mevlası olmaktır. Sizin yukarda saydığınız beş örnekte bildirdiğiniz gibi, tâbi olmak, genel manaya alınırsa, yine, sizin dediğiniz gibi olmaz. Çünkü, amirlere ve hakimlere uymak vacip ise de, yalnız masum olan imamın [yani halifenin] tayin ettiğine vaciptir. Böyle olmayanlara uymak vacip olmaz. Şiilerin, müftülere uymak lazımdır demesi, bunların şahsına uymak demek değildir. Kendileri, masum olan imam tarafından tayin edilmiş olduğu içindir. Onun vekili olduklarından, onların emri, imamın emri demektir. Yoksa, müftünün, kendi sözlerine uymak lazım gelmez. Başkalarına uymak ise, yalnız yapılması caiz olan sözlerine uymak, Allah tarafından emredildiği için, lazımdır. Halbuki imama [yani halifeye] uymak, yukarda bildirilenlerden daha umumidir. Bunun için, bunlara benzetilemez, dedi.
CEVAP
Tâbi olmak, uymak deyince, şüpheli şeyler anlaşılmaz. Bu kelime, mütevati sözlerdendir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. [Mütevati, bir cins içinde bulunan fertlerin hepsinde müsavi miktarda bulunan sıfat demektir.] Çünkü, uymak demek, tâbi olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse, bir büyüğe uyarsa, o kimseye (tâbi) ve O büyük zata (metbu) denir. Tâbiin metbuuna uymasının az ve çok olması ve uyduğu zamanın da kısa ve uzun olması, uymayı değiştiriyor ise de, bu değişenler (uymak) işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevati olmasını bozmaz. Çünkü, üsul âlimleri de, başkaları da, söz birliği ile diyor ki, müşekkik olan başkalık, ancak, işin özünde olan başkalıktır. Zaman ve azlık, çokluk başkalığı değildir. [Müşekkik - Bir cins içindeki fertlerin hepsinde müsavi miktarda bulunmayan sıfattır. İlim gibi.]
Uymak sözünden, eğer (iktida) manasını anlıyorsanız, bu da mütevatidir. Çünkü, iktida, her işte uymaktır. Kendi kendine bir şeyi az veya çok yaparsa, iktida etmiş olmaz. Her ne kadar, işin bir kısmında uymaya da, iktida etmek denirse de, işin hepsinde iktida etmiş sayılamaz. Bunlardan anlaşılıyor ki, sizin tâbi olmak sözünüzün en kuvvetli kısımlarından biri de (uyulanın, tâbi olan tarafından, çok sevilmesi) olduğunu söylemeniz yanlıştır, boş yere kürek çekmektir. Çünkü, bu mana, hiçbir bakımdan, tâbi olmak değildir. Hele, sizin bildirdiğiniz mana, (Birinizin beni sevmesi, kendini ve çocuğunu ve ana babasını ve bütün insanları sevmesinden daha çok olmadıkça, bu kimse, tam bir iman etmiş olmaz) hadis-i şerifinde bildirilen Resulullah efendimizi sevmek gibi olan, İslamiyet’in emrettiği, ihtiyari olan muhabbetten değildir. Siz ise, bu hadis-i şerifteki sevmeyi, halife seçmek sandınız ve halifeleri Resulullah efendimize benzettiniz ki, böyle benzetmek, her bakımdan bozuktur, dedim. Molla başı sustu. (Hucec-i katiyye)
Büyük İslam âlimi şah Veliyyullah-ı Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:
Şiilere göre Halifenin bütün ümmetten efdal olması ve masum olması ve Allahü teâlâ ve Resulullah tarafından seçilmiş olması lazımdır.
Bütün ümmetten üstün olmak, Peygamber vekili olan Halifeler için sahihtir. Çünkü, bunlar, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden mana çıkarır ve İslamiyet’i bildirirler. İslamiyet’i her yere yayarlar. Bunlar bütün ümmetten üstün olmazsa, yaptıklarına güvenilmez.
Masum yerine mahfuz demek lazımdır. Yani Allahü teâlâ onları korur ve kuvvetlendirir. Allah ve Resulü tarafından seçilmek yerine de, nass ile işaret olunmak demek lazımdır. Ehl-i sünnet vel-cemaat böyle söylemiştir. Böylece Şeyhaynın, hatta dört Halifenin hak halife olduklarını bildirmişlerdir. İslamiyet’in başlangıcında Halifelerin böyle olması lazımdır. Çünkü, İslamiyet’i kurdular ve her yere yaydılar. Dört Halifeden sonra gelenler ise, (Melik-i adud) idi. Devlet ve hükümet reisi idiler. İlim başka ellerde idi.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Biz bu işe peygamberlikle ve Allahü teâlânın rahmeti ile başladık. Bundan sonra, hilafet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adud olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulüm, işkence ve fesat olur. İpekli giymek, içki içmek ve zina helal yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyamete kadar böyle gider.) [İzalet-ül-hafa]
Müftüler de böyledir. İlk zamanlarda, müftülerin âlim olması lazım idi. Şimdi ise müftü olmak için, eskilerin kitaplarını okuyup anlayabilmek kâfidir. Masum olmak da, âdet olarak yapılan işlerde masumluktur. Çünkü, şimdi insanların muameleleri, kazanmaları, geçimleri âdete göredir. Akla dayanan temel bilgilere göre değildir. (Kurret-ül ayneyn)
Günahtan mâsum insan olur mu?
Sual: İbni Sebeci biri diyor ki:
“(Allah, sizi tertemiz kılmak istiyor) âyeti, peygamberler gibi, Ehl-i beytin de günahsız yani mâsum olduğunu göstermektedir. Onlar hata işlemez. Dolayısıyla Fedek hurmalığı konusunda hazret-i Fâtıma’nın üzülmesi için Ehl-i sünnet âlimlerinin (İnsanlık icabı idi) demeleri çok yanlıştır. Çünkü onlar hata etmez.”
İsmet sıfatı, yalnız peygamberlere mahsus değil midir?
CEVAP
Elbette, ismet sıfatı yani günahtan mâsum olmak sadece peygamberlere mahsustur. Ehl-i sünnet âlimlerinin hiçbiri, (Ehl-i beyt, peygamberler gibi mâsumdur) dememiştir.
Hiçbir kitaptan nakil yapmadan âyet-i kerimeyi kendi görüşüne göre tefsir etmek çok tehlikelidir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, (Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
İmam-ı Beydâvî, İmam-ı Râzî ve İmam-ı Kurtubî gibi müfessirler, Ehl-i beytin mâsum olmadıklarını, fakat Allahü teâlânın onları günahlardan temizleyeceğini bildirmişlerdir. Eğer mâsum olsalardı, (Sizi günahlardan temizleyeceğim) buyurulmazdı. Demek ki, Allahü teâlâ, onların günahlarını affediyor.
İmam-ı a'zam hazretleri buyuruyor ki:
Yalnız peygamberler günahsızdır. Peygamberlerin hepsi, küçük, büyük günahlardan ve çirkin hâllerden beridir, fakat onlarda sürçmeler, yani zelle vâki olmuştur. (Fıkh-ı ekber)
Peygamberler bile ictihadda yanılabilir. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin Kur’an-ı kerim dışındaki mübarek sözlerini anlamak için, (Ya Resulallah, bu vahiy mi, yani Allahü teâlânın kesin emri mi, yoksa kendi ictihadınız mı?) diye sorarlardı. Peygamberler ictihadlarında hata ederlerse, Allahü teâlâ, derhal Cebrail aleyhisselamı göndererek, hataları vahiy ile düzeltilirdi. Yani peygamberlerin ictihadları hatalı kalmazdı. Mesela, Bedir Gazası’nda alınan esirlere yapılacak muamele için, Server-i âlem bazı Sahabe-i kiram ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Sad bin Muaz ise, başka türlü ictihad etmişti. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Sad bin Muaz’ın ictihadının doğru olduğunu bildirdi. Peygamber efendimiz bile ictihadında hata ederken, Ehl-i beyt niye hata etmesin ki? Bunun aksini savunmak, İslâmiyet'i yani Ehl-i sünneti bozmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
|
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
www.yenisafak.com › yazarlar
14 Ara 2012 - Gadir-i Hum hadisesi İmamiyye şiasıyla Ehl-i sünnet arasında kadim bir ... Gadir-i Hum olayı hadis kaynakla
Gadir-i Hum hadisesi İmamiyye şiasıyla Ehl-i sünnet arasında kadim bir tartışma konusudur. İmamiyye''ye göre Efendimiz Gadir-i Hum''da bütün sahabenin huzurunda Hz. Ali''yi kendisinden sonra halife-imam ilan etmiştir.
Bu itibarla Şîî çevrelerin geneli bugünü bayram kabul eder, her sene olayın gerçekleştiği 18 Zilhicce''yi Gadir-i Hum Bayramı adıyla kutlarlar.
Türkiye''de İmamîliğin propagandasını yapan belli çevreler hadiseyi imamet meselesi olarak takdim ederken sünnî kaynaklarda da olayın böyle geçtiğini iddia ederler.
Bu iddiayı bir köşe yazısının imkanları ölçüsünde değerlendirmeye çalışacağım.
Söze girerken hadiseyi tanıklarından biri olan ünlü sahabi Zeyd b. Erkam''ın dilinden aktaralım:
''Efendimiz Mekke ile Medine arasında dalları sık, beş büyük ağacın bulunduğu bir mevkide konakladı. İnsanlar ağaçların altlarını temizlediler. Sonra Efendimiz insanlara namaz kıldırdı. Ardından kalktı ve onlara hutbe verdi. Allah''a hamd ve senada bulundu, zikretti ve insanlara öğüt verdi. Sonra Allah ne dilediyse onları dedi ve ardından şunları söyledi: ''Ey insanlar! Ben ardımdan size iki şey bırakıyorum, onlara uyduğunuz sürece yoldan sapmazsınız. Bunlar Allah''ın kitabı ve ehl-i beytimdir.'' Sonra üç defa şunu tekrarladı: ''Benim müminlere canlarından daha yakın/evla olduğumu biliyor/itiraf ediyor musunuz?'' Orada bulunanlar "evet" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Efendimiz buyurdu ki, ''ben kimin mevlâsı ise Ali de onun mevlâsıdır.'' (Hâkim, el-Müstedrek)
Aynı sahabiden gelen bir başka rivayette hadisenin Veda Haccı''ndan dönüşte ve Gadir-i Hum denen mevkide olduğu bilgisi yer alıyor. Yanı sıra Efendimiz ''zannediyorum ki bana ahiretten çağrı geldi ve ben de kabul ettim'' diyor. Ardından şöyle devam ediyor: ''Size biri diğerinden daha büyük iki ağır emanet (sekaleyn) bırakıyorum: Allah''ın kitabı ve ehl-i beytim. Bakın bakalım, onlara karşı bana nasıl haleflik edeceksiniz. Havz-ı Kevser''e gelinceye kadar o ikisi birbirinden ayrılmayacak.'' Efendimiz şu sözleri de ekliyor: ''Allah benim mevlamdır, ben de her müminin mevlasıyım.'' Peşinden Ali''nin elini tutuyor ve ''Ben kimin mevlâsı isem muhakkak ki bu da (Ali) onun velisidir. Allah''ım, ona dost (veli) olana dost, ona düşman (adüvv) olana da düşman ol! '' (Hakim, el-Müstedrek)
Gadir-i Hum olayı hadis kaynaklarında bu minvalde yer alıyor. Ne var ki imamîlerin dilinde hadise çok farklı bir anlatıma kavuşur. Ehl-i sünnetten ayrıldıkları diğer birçok meselede olduğu gibi burada da anlatımları sahih bir senede/aktarım zincirine dayanmamaktadır. Bilakis sahih hadis rivayetlerinin başına ve sonuna eklemeler yapmak suretiyle Gadir-i Hum hadisesini, Efendimiz sanki orada ümmete imam-halife seçmiş gibi kurgulayarak imamet deklarasyonuna dönüştürmüşlerdir.
İmamî anlatıda hadise şöyle cereyan eder: Bir süredir Efendimiz''e Hz. Ali''nin hilafetini açıklaması için ilahi talimat geliyordu. Efendimiz insanlar inkâr eder korkusuyla bu talimatı yerine getirmekten çekiniyordu. En son Veda Haccı dönüşü Gadir-i Hum mevkiinde tebliğ ayeti (Maide, 67) nazil oldu. Bu ayette Efendimiz''e eğer Allah''ın risaletini/mesajını tebliğ etmezse elçiliğin hakkını vermemiş olacağı ihtar edilmekte ve insanlardan korkmaması, kendisini Allah''ın koruyacağı bildirilmektedir. Bunun üzerine Efendimiz sayıları 100 bini bulan sahabeyi hemen durdurur ve bir hutbe vererek Hz. Ali''nin kendisinden sonra halifeliğini-imamlığını ilan eder. Peşinden dininin tamamlandığını bildiren ikmal ayeti (Maide, 3) nazil olur. Bütün insanlar bölük bölük gelip Hz. Ali''yi tebrik ederler.
Dikkatinizi çektiyse hadisenin ilgili ayetlerle ilişkilendirilmesi, Hz. Ali''nin halifeliğini, behemehâl tebliğ edilmesi gereken ve eksik bırakıldığında dinin eksik kalmasına yol açan bir esasa dönüştürüyor.
Yukarıda yer verdiğim rivayetlerde de görüleceği üzere hadisenin ne başında ne sonunda herhangi bir ayet nazil olmuştur. Dolayısıyla hadiseyi tebliğ ve ikmal ayetleriyle ilişkilendirmek sadece bir kurgudur. Sahih rivayetler ilgili ayetlerin başka zamanlarda ve başka yerlerde nazil olduğunu göstermektedir.
Sahabe ve Tabiinden Kuran ayetleriyle ilgili rivayet ve yorumları bulabileceğimiz temel kaynaklardan Taberî tefsirindeki bilgilere göre, tebliğ ayeti kendinden önceki ayetlerde uzun uzun konusu geçen Ehl-i kitapla ilgilidir ve Efendimiz''in vefatından 3 ay önce vuku bulmuş Gadir-i Hum''da değil, Medine''de nazil olmuştur. Bir diğer görüş ayetin Kureyş''le ilgili olduğu yönündedir. Bu görüşe göre sure Medine''de nazil olduysa da ilgili ayet Mekke''de nazil olmuştur.
İkmal ayetine gelince yine Taberî''de yer alan rivayetler ayetin Veda haccında, Arafat''ta, Cuma günü, Gadir-i Hum hadisesinden 9 gün önce indiğini söylemektedir. (Taberî, Camiu''l-Beyan) Diğer kaynaklarda geçen rivayetler de Taberî''nin verdiği bilgileri teyid etmektedir.
Ayrıca Gadir-i Hum''da toplanan sahabenin sayısı değil 100 bin, 10 binleri bile bulmamaktadır. Çünkü Gadir-i Hum mevkii Mekke''nin 160 kilometre kuzeyinde Medine yolundadır. Burası sahabe nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Mekke, Yemame, Yemen, Tâif ve badiyede yaşayan toplulukların güzergahında değil, sadece Medine''de ikamet eden sahabenin güzergahındadır. Dolayısıyla Veda Haccı''ndan sonra Mekke''de ikamet etmekte olan sahabe Mekke''de kalmış, diğer bölgelerde ikamet eden sahabe toplulukları kendi güzergahlarını kullanarak memleketlerine gitmiş, Efendimiz''le birlikte Gadir-i Hum''dan sadece Medine''de mukim sahabe geçmiş, ilgili hutbe de sadece onlara hitaben verilmiştir.
Şu halde Gadir-i Hum hutbesi bütün sahabeye hitaben yapılmış bir hutbe değildir. Aslında İmamiyye Gadir-i Hum günü için kurguladığı kalabalıkla imamet gibi bir dinî esasının bütün sahabeye deklare edilmesi gerektiğini zımnen ikrar etmiştir. Ne var ki zamanlama yanlıştır, çünkü o kalabalık Gadir-i Hum''da değil, 9 gün önce Arafat''ta toplanmıştır. İmamet dinin bir esası olsaydı Efendimiz, Arafat''ta tıpkı bütün Müslümanları bağlayan birçok meseleyi ilan ettiği gibi bu meseleyi de orada ilan ederdi.
Burada son olarak cevaplanması gereken iki soru var: Birincisi, hadiste geçen "mevlâ" kelimesi ne anlama gelmektedir? İkincisi, Efendimiz bu konuşmasını neden bir başkası için değil de Hz. Ali için yapmıştır?
Mevlâ kelimesi hadisleri aktarırken de belirttiğim gibi ''dost'' demektir. Aslında bu kelimenin birçok anlamı vardır. İbnü''l-Esîr meşhur hadis sözlüğü en-Nihaye''de "mevlâ" lafzının yaklaşık 10 manasını zikreder. Kelime bağlamına göre bu manalardan herhangi birine delalet eder. Burada da bağlama uygun düşen mana dosttur. Zira hadisin sonunda Efendimiz ''Allah''ım, Hz. Ali''ye veli olana veli ol, ona düşman olana düşman ol'' diyor. Efendimiz''in düşman kelimesini kullanmış olması meselenin hilafet-imametten çok dostluk-düşmanlık zemininde cereyan ettiğini gösteriyor.
İkinci soruyla ilgili şunlar söylenebilir: Gadir-i Hum hadisesi gerçekleşmeden çok kısa bir süre önce Hz. Ali bir seriyye ile birlikte Yemen''e gönderilmiş, Halid b. Velid komutasında savaşmakta olan gazilere ganimetleri taksim edip, humusu almakla görevlendirilmişti. Burada Hz. Ali ile gaziler arasında ganimet taksimiyle ilgili bir anlaşmazlık baş gösterdi ve bir grup sahabi Hz. Ali''nin kararına razı olmadılar. Halid b. Velid olayı Efendimiz''e bir mektupla rapor etti. Yanı sıra ilgili sahâbîler teker teker Hz. Ali''yi Efendimiz''e şikayet ettiler. (Tirmizî, Nesâî, İbn Hibbân)
Hz. Ali Veda Haccı''na yetiştiğinde Efendimiz''in kendisinden rapor istemesi, onun da yaşanan bu tatsızlıktan söz etmesi kuvvetle muhtemeldir.
Ayrıca Hz. Ali Yemen''den dönüşte Veda Haccı''na yetişmek için ordudan ayrılıp hızlı hareket etmek zorunda kalmış, yerine birini emir seçerek önden gitmişti. Yerine emir seçtiği kimse Hz. Ali''nin talimatlarına uymayıp askerlerin humus payı içindeki deve ve elbiseleri kullanmalarına izin verdi. Hz. Ali onları karşıladığında kendilerini azarladı ve ellerinden develeri de elbiseleri de geri aldı. Buna kızan askerler Hz. Ali''den şikayetçi oldular. (İbn Hişam)
Zaten bir süredir Medine''de Hz. Ali aleyhine bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyordu. Nitekim Hz. Aişe''ye malum iftira atıldığında Efendimiz''in istişare yaptığı kimseler arasında Hz. Ali de vardı. Hz. Ali Efendimiz''e, ''size başka kadın çok'' demiş, bu cevap Hz. Aişe''ye ağır gelmişti. Daha sonra Hz. Aişe''nin beraatı ayetle ilan edilince bazı münafıklar bu durumu Hz. Ali aleyhine kullanmak niyetiyle ondan berî olduklarını söyleyerek Hz. Ali aleyhine kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. (Kurtubî)
Dolayısıyla Medine''de, kısmen kişisel nedenlerle kısmen münafıkların öncülük ettiği ve bazı sahabilerin de belirttiğim tartışmalar sebebiyle katıldığı Ali karşıtı bir kamuoyu olduğunu söylemek zor değil.
Dolayısıyla Efendimiz''in, bütün bunlar üzerine o sırada vuku bulan Yemen''deki husumeti vesile edinerek Gadir-i Hum''da bu konuşmayı yapmasında anlaşılmayacak bir taraf yok.
İSLAM ANS...DİYANETİN GADÎR-i HUM
غدير خم
Hz. Ali’nin imâmeti açısından Şiî gruplar nezdinde tarihî önem taşıyan yer.
Mekke ile Medine arasındaki Cuhfe mevkiine 4 km. kadar uzaklıkta olup sık sık yağan yağmurlar sebebiyle bataklık ve sazlık haline gelmiş bir gölcükten ibarettir. Vaktiyle buraya yerleşmeyi düşünen Huzâa ve Kinâne kabilelerine mensup az sayıda aile, şartların elverişsizliği yüzünden başka yere hicret etmek zorunda kalmıştı. Cidde şehrinin zamanla önemli bir liman haline gelmesi ve Mekke ile Medine arasında yeni yolların yapılması sonucunda eski hac yolu üzerinde bulunan Cuhfe önemini kaybetmiş, dolayısıyla Hz. Peygamber’in hâtırasına inşa edilen mescidle birlikte Gadîr-i Hum da metruk hale gelmiştir.
Başta İsnâaşeriyye İmâmiyyesi olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplara göre Hz. Peygamber Veda haccı dönüşü (18 Zilhicce 10/17 Mart 632), aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde önemli bir hususu bildirmek maksadıyla burada konaklamış, bu sırada, kendisine indirilen her vahyi tebliğ etmesini emreden, bunu yapmadığı takdirde elçilik görevini yerine getirmiş sayılmayacağını belirten âyet (el-Mâide 5/67) nazil olmuştur. Resûl-i Ekrem, kafilenin önde giden ve geride kalan bütün fertlerinin toplanmasını istemiş, herkes geldikten sonra öğle namazını kıldırmış ve arkasından yeni gelen âyeti tebliğ ederek bir konuşma yapmıştır. Hz. Peygamber bu konuşmasında dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek risâlet görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini ashabına sormuş, olumlu cevap aldıktan sonra ashabının Allah’a ve âhiret gününe olan imanını yeniden ikrar ettirmiş ve ardından “sekaleyn hadisi” diye meşhur olan sözlerini söylemiştir: “Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz”. Resûl-i Ekrem konuşmasını bitirdikten sonra Hz. Ali’yi sağ tarafına almış, elini tutup kaldırmış ve şöyle demiş: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!” Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar sırasıyla gelip Hz. Ali’yi tebrik etmişler. Bunların arasında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve o anda Ali’nin imâmeti hakkında bir şiir söyleyen Hassan b. Sâbit de varmış. Medine’ye hareket edilince yolda, hatta bazılarına göre daha orada, “...Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı beğendim...” mealindeki âyet nazil olmuş (el-Mâide 5/3)
Gadîr-i Hum olayı Ahmed b. Hanbel, Müslim, İbn Mâce ve Hâkim en-Nîsâbûrî gibi Sünnî muhaddislerin naklettikleri hadislerde de geçmektedir. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber bir sefer esnasında Gadîr-i Hum denilen yerde konaklamış, öğle namazını kıldırdıktan sonra Hz. Ali’nin elinden tutup, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, ona dost olana sen de dost ol, ona düşman olana sen de düşman ol!” dedikten sonra Hz. Ömer Hz. Ali ile karşılaşmış ve, “Ey Ali! Sen her müminin mevlâsı oldun” diyerek onu tebrik etmiştir (Müsned, IV, 281). Aynı konuda başka bir rivayet nakleden Ahmed b. Hanbel, hadisin sonunda “Allahım, ona dost olana sen de dost ol, düşmanlık yapana da düşmanlık yap!” şeklinde yer alan kısmın hadise sonradan ilâve edildiğini söyler (a.e., I, 152). Müslim’in rivayetinde ise Resûl-i Ekrem’in, Mekke ile Medine arasındaki Hûm adı verilen bir mevkide yaptığı konuşmada ölümünün yaklaştığına işaret ettiği, ashabına Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytini (sekaleyn) bıraktığını belirttikten sonra Allah’ın kitabına sarılmalarını tavsiye ettiği ve Ehl-i beyti konusunda onlara Allah’ı hatırlattığı nakledilmiştir (Müslim, “Fezâiǿlü’ś-śaĥâbe”, 36). İbn Mâce (“Mukaddime”, 11) ve Hâkim en-Nîsâbûrî de (el-Müstedrek, III, 109) benzer rivayetleri kaydetmişlerdir. Daha sonra Ya‘kûbî, İbn Kesîr ve Süyûtî gibi müteahhir dönem âlimleri bu rivayetlere eserlerinde yer vermişlerdir.
Şiî geleneğinin zengin ve geniş rivayetlerle ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadîr-i Hum olayı İbn Hişâm, İbn Sa‘d, Taberî gibi ilk devir müelliflerince ya hiç zikredilmemiş, yahut da Resûl-i Ekrem’in konuşmasına yer verilmeden sadece orada konakladığından söz edilmiştir. Ayrıca bunların hiçbiri Resûl-i Ekrem’in sözlerini, Şiîler’in anladığı gibi Hz. Ali’nin imâmeti ve hilâfeti için bir delil olarak değerlendirmemiştir. Aslında Şiî geleneğinin bu olay münasebetiyle indirildiğini söylediği âyet (el-Mâide 5/67) müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre çok önce nazil olmuştur. Esasen bu âyetin, içinde yer aldığı diğer âyetlerle birlikte ele alındığında müslümanlar hakkında değil yahudi ve hıristiyanlar hakkında nazil olduğu ve onların Hz. Peygamber’e bir kötülük yapamayacaklarını ifade ettiği anlaşılır (Fahreddin er-Râzî, XII, 48-49).
Diğer taraftan Resûl-i Ekrem’in hadisinde geçen “mevlâ” ve onunla birlikte “velî” kelimeleri “halife” veya “imam” değil “dost, efendi, arkadaş” mânalarına gelir. Birçok âyette Allah ve Resûlü’nün müminlere, müminlerin de Allah’a ve birbirlerine dost oldukları ifade edilirken hem velî hem de mevlâ kelimeleri kullanılmıştır. Bu durum birçok hadiste de görülmektedir (bk. M. F. Abdülbâkî, el-MuǾcem, “velî”, “mevlâ” md.leri; Wensinck, el-MuǾcem, “velî”, “mevlâ” md.leri). Bundan dolayı sekaleyn hadislerinde yer alan mevlâ kelimesi âyet ve hadisler çerçevesinde dost olarak anlaşılmalıdır. Sünnî kaynaklarına göre bu hadis, çeşitli savaşlarda müşrik akrabalarını öldürdüğü için müslümanlar arasında Hz. Ali’ye karşı duyulan antipatiyi gidermek ve en önemlisi, Yemen seferinde (10/631-32) ganimetlerin paylaştırılması sırasında katı davranışları ve beraberindekileri küstürmesi sebebiyle kendisini Hz. Peygamber’e şikâyet edenleri teskin edip müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir (meselâ bk. Tirmizî, “Menâķıb”, 20; İbn Kuteybe, s. 42; İbnü’l-Esîr, V, 228; İbn Hamza el-Hüseynî, II, 230). Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsennâ’ya Resûl-i Ekrem’in, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” sözünü söyleyip söylemediği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Evet söylemiştir, fakat bununla emirliği kastetmemiştir. Eğer maksadı bu olsaydı daha açık bir ifade kullanırdı, çünkü Resûlullah müslümanların en fasihidir... Yemin ederim ki Allah ve Resûlü halifelik için Ali’yi seçip müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerini ilk terkeden o olurdu” (Ebü Bekir İbnü’l-Arabî, s. 185-186, 196). Ehl-i sünnet âlimlerinin, “Ben kimin mevlâsı isem...” hadisinden çıkardığı nihaî sonuç, Hz. Ali’yi sevmenin veya ona düşman olmanın Resûl-i Ekrem’i sevmeye veya ona düşman olmaya yakın bir hüküm taşıdığı yönündedir (krş. Mahmud Şükrî el-Âlûsî, s. 161).
gurabayolu.tr.gg/Gadiri-Hum-olay%26%23305%3B-ve-Sakaleyn-hadisi....
GADİRİ HUM OLAYI VE SEKALEYN HADİSİ … Değerli Müslümanlar … ! bilindiği gibi Allah resulü s.a.v'den G
.GADİRİ HUM OLAYI VE SEKALEYN HADİSİ …
Değerli Müslümanlar … ! bilindiği gibi Allah resulü s.a.v’den Gadiri Hum mevkiinde anlatılan Sakaleyn - yani iki ağırlık anlamına gelen - bir hadisi şerif vardır.
Müslim'in rivayet ettigi Sekaleyn hadisi, metninde geçen ; - gadir - hum lafzından dolayı “ Gadir hadisi “ şeklinde de anılmıştır.
Sekaleyn hadisinin ifade ettiği hükmü anlamak için, gerek bu hadisin ve gerekse konu ile alakalı sair hadisi şeriflerin hep birlikte okunması ve üzerinde ciddi anlamda durulması gerekir..
Hadisin vurud sebebi, yer ve zamanı hakkında farklı rivayetlerin oluşu, hadisten farklı sonuçlar çıkarılmasına neden olduğu gibi, Ehli sünnet ile şia arasındaki ihtilafın temelini de bu hadisten çıkarılan farklı hükümler oluşturmaktadır. Zira, ileride de daha geniş olarak ele alınacağı gibi ehli sünnet bahsi edilen bu hadisten Ali r.a ve ehli beytin faziletini anlarken, Şia, Kur'an nasıl ki hatadan masum ise, ehli beyt'inde aynı şekilde hatadan masum olduğunu ve hilafetin de yalnızca ehli beyt'e ait kılındığı hükmünü çıkarmıştır.
Bu nedenle biz, gerek zikri geçen Gadiri Hum hadisi şerifini ve gerekse bu konudaki diğer hadisi şerifleri hep birlikte ele alıp, konunun nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duracağız.
“ … Zeyd dedi ki : Ey kardeşim oğlu ! Vallahi yaşım geçti ; vaktim ilerledi. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den öğrendiklerimin bazısını unuttum. Binâenaleyh size ne rivayet etmişsem kabul edin, neyi rivayet etmemişsem onu bana teklif etmeyin ! dedi. Sonra şunu söyledi : Bir gün Resululllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir suyun başında aramızda hutbe okumak üzere ayağa kalktı ve Allah'a hamdü-sena etti. Orada bizlere va'z etti ve bazı hatırlatmalar yaptı. Sonra şöyle buyurdu :
-- Bundan sonra, dikkat edin ey cemaat ! Ben ancak bir insanım. Rabb’imin elçisi gelip de ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır. Onun içinde doğru yol ve nur vardır. Onu alın ve ona sıkı sıkı sarılın ! . Ve bu şekilde Allah'ın kitabına teşvik ederek gönüllleri ona rağbet ettirdi. Sonra :
-- Bir de ehl-i beytimi ( bırakıyorum )... Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !, buyurdu. Husayn ona :
— Onun ehl-i beyti kimlerdir ya Zeyd ? Kadınları ehl-i beytinden değil midir ? diye sordu. Zeyd :
— Kadınları ehl-i beytindendir. Lakin onun ehl-i beyti ondan sonra sadakadan mahrum olanlardır, cevâbını verdi. Husayn :
— Kimdir onlar ? diye sordu.
— Onlar, Ali oğulları, Akil oğulları, Cafer oğulları ve Abbas oğullarıdır, dedi. Husayn :
— Bunların hepsi sadakadan mahrum mudurlar ? dedi. Zeyd :
— Evet ! cevâbını verdi. “
Müslim : 7.c.2408.n
Aynı hadisin devamında, Müslim farklı iki senedle şu ziyadelikleri nakleder ;
“ ….... Birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. Kim ona sım sıkı sarılır ve tutunursa hadiyet üzere olur ; kim de onu ihmal ederse sapıtır. “
Müslim : 7.c.2408.n ( ….. )
“ ... O ikisinden birincisi Aziz ve Celîl olan Allah'ın kitabıdır. O Allah'ın ipidir. Kim ona tabi olursu hidayet üzere olur. Kim de onu terk ederse delalet üzere olur….. “ Zeyd'e ; “ Ehli beyti kimdir ? “ dedik. Zeyd ; ' Allah'a yemin olsun ki, hayır ! şüphesiz kadın bir asır süresince kocasıyla olur ; sonra kocası onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Rasulullah'ın ehli beyti, onun aslıdır ve kendinden sonra sadaka almaları haram kılınmış olan, baba tarafından akrabalarıdır,' dedi. “
Müslim : 7.c.2408/37.n - İbn Kesîr el-Bidâye : 5/183
Değerli Müslümanlar … ! Şüphesizki bu ve emsali hadisi şerifler ehl’i beytin değerini anlatan hadislerdir. Dolayısıyla ehl’i beyt, iman eden her Müslüman tarafından sevilmesi gereken kimselerdir ki, Ehl’i sünnetin bu konudaki yolu da budur. Onlar, Şia’nın yaptığı gibi ehl’i beyt hakkında haddi aşmazlar. Onlar hakkında asılsız şeyler uydurmazlar.
Şia’nın bu konudaki en büyük ve en ciddi sapıklığı, ehl’i beyti sanki Kur’an gibi edilleyi şer’iyyeden saymalarıdır. Yani Allah resulü s.a.v’in : “ Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır. Bir diğeri de ehl-i beytimdir “sözünü alarak, hadiste anlatılan diğer ifadeleri anlamadan, kavramadan hissi ve nefsi davranmalarıdır.
Halbuki hadise dikkat edildiği zaman Allah resulü s.a.v bırakılan bu iki emanet hakkında Kur’an için ; “ ….... Birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. Kim ona sım sıkı sarılır ve tutunursa hadiyet üzere olur ; kim de onu ihmal ederse sapıtır. “ ifadeleriyle, onun şer’i bir kaynak olduğunu ve ona sıkı sıkıya sarılmamız gerektiği anlatılmaktadır.
Ehl’i beyt hakkında ise ; “ …. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım ! … “ buyurarak, benden sonra bu kimseler hakkında Allah’tan korkun, onlara iyi davranın, kıymetlerini bilin ve onlar hakkında haddi aşmayın şeklinde nasihat etmektedir.
Dolayısiyla burada şia’nın zannettiği gibi, ehl’i beytin şer’i delil olduğu değil, kıymetlerinin bilinip ve onlar hakkında haddin aşılmaması anlatılmaktadır.
Bu konuda şunu asla unutmamamız gerekir ki ; Peygamber de dahi olmak üzere İslam dininde herkes Vahye – yani Kur’ana ve Sünnete – uymak zorundadır. Allah’u Teala bu konuda peygamberi için şöyle buyurur :
“ Rabbinden sana vahyedilene uy … “
En’am : 106
“ ………. Biz sana vahyetmezden önce sen İman nedir kitap nedir bilmezdin … “
Şura : 52
“ ……. Ben sadece bana Vahyedilene uyuyorum ….. “
Ahkaf : 9
… ٍ.. وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً
“ … Allah sana kitabı ve Hikmeti indirdi. Ve bununla sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fazlu keremi çok büyüktür. “
Nisa : 113
Allah’u Azze ve Celle bütün kulları için de şöyle buyurur :
اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ
“ - Ey insanlar ! - Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka dostlar edinip de onlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz. “
A’raf : 3
.... وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُواً وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَاأَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
" ........ Allah'ın Ayetlerini eğlence edinmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah herşeyi hakkıyla bilendir “
Bakara : 231.AY.
Zikredilen bu Ayeti kerimelerde açıkça ifade ediliyor ki ; Allah’u Azze ve Celle, insanların öğüt almaları için kendilerine tabi olacakları iki şey indirmiştir. Bunlardan birinin adı, Kitap diğerinin adı ise, Hikmet tir. - yani Sünnettir - Şüphesiz ki bu ifadelerin muhatabı olan ilk kimseler de, Allah resulü s.a.v’in ashabı olduğu gibi ehl’i beytidir.
Bununla beraber zikredeceğimiz şu Ayeti celileye ve hadisi şerife eğer dikkatederseniz, ehl’i beyte hususi olarak Kitap ve Hikmet - yani sünnet - hatırlatılmaktadır.
………”وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيراً {33} وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفاً خَبِيراً
“ …….. Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“
“ Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın Ayetlerini ve Hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır. “
Ahzab : 33-34
“ … Allah resulü s.a.v şöyle buyurdu : “ ………. Ey Muhammedin kızı fatıma ! - babam pergamberdir diye umutlanma - senden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi savamam. Ama malımdan iste ondan vereyim. “
Buhari : 10.c.4634.s – Müslim : 1.c.206.n
Bu ve emsali delillerin mesajından açıkça anlaşılıyor ki ; Peygamber s.a.v’in en yakın karısı, kızı veya oğlu dahi olsa, hepsi Vahye – yani Kur’ana ve Sünnete – tabi olmak zorundadır. Ve ehl’i Sünnetin inancına göre de ehl’i beyt Kur’ana ve Sünnete tabi olan kimselerdi.
….. عن أبي هريرة رضى الله تعالى عنه قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم إني قد تركت فيكم شيئين لن تضلوا بعدهما كتاب الله وسنتي ولن يتفرقا حتى يردا علي الحوض
{ … Ebu Hureyre r.a’dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Size, sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Biri, Allah’ın Kitabı, diğeri ise benim sünnetim. Bunlar havz’ın başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır. }
MÜSTEDREK : 1.C.193.S - DARE KUTNİ : 3.C.4525.N - S . SAHİHA : 4.C.1761.N
İşte bu hadisi şerif, şer’i ölçü olarak kendisine tutunulacak iki kaynağın varlığını ve bunların da Kur’an ve Sünnet olduğunu bizlere anlatmaktadır. Dolayısiyla sohbetin başındaki zikri geçen hadisi şerifin mesajı ile bu hadisi şerifin mesajı birbirinden çok farklıdır.
İlk hadisi şerifte Kur’anın şer’i delil olduğu açıklanmış ve ona sıkı sıkıya tutunulmasından bahsedilmiştir. Ayrıca ehl’i beytten bahsedilip onların da değeri anlatılmıştır. Ama bu son hadisi şerifte ise, şer’i delil olarak iki kaynaktan bahsedilmiş ve onlarında Kur’an ve Sünnet olduğu anlatılmıştır.
Ali r.a’yu öven sözler ve bunların nasıl anlaşılması gerektiği :
“ … Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan, o da babasından naklen rivayet etti. Resûlullah s.a.v Ali'ye :
- Sen bana Musa'ya nisbetle Harun menzilesindesin. Şu kadar var ki, benden sonra Peygamber yoktur, buyurdular.
Müslim : 7.c.2404/30
“ … el-Berâ b.Azib anlatıyor ; Bir yolculukta Rasulullah'la beraberdik. Gadir hum mevkiinde konakladık, “ namaz için toplanın “ diye seslenildi. Rasulullah için iki ağacın altı süpürüldü. Rasulullah s.a.v öğle namazını kıldı ve Ali'nin elinden tutarak ; Bilmiyor musunuz ? ! Ben, mü'minler için kendi canlarından daha üstün değil miyim ?buyurdu. Oradakiler ; Evet dediler. Rasulullah s.a.v tekrar ; Bilmiyor musunuz ? ! Ben, her mü'min için kendi canından daha evla değil miyim ? ! buyurdu. Oradakiler ; Evet' dediler. Ravi dedi ki ; Bunun üzerine Rasulullah s.a.v tekrar Ali'nin elini tuttu ve ;Ben kimin mevlası isem, Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol, buyurdu. Ravi dedi ki ; Daha sonra Ömer onunla görüştü ve ; Tebrik ederim, ey Ebu Tâlib'in oğlu ! bütün iman eden erkek ve iman eden kadınların mevlası oldun, dedi. “
Ahmed b. Hanbel, IV, 367. 21
Arabca metin olarak hadiste geçen, “ .... ona dost olana dost ol …… “ ( vâli men vâlâh) ifadesindeki velî-velayet lafzından gelen vali kelimesini dost anlamında değilde, şia'nin iddia ettiği gibi halife veya imam anlamında kabul edersek eğer, bu sefer mana ; “ Allah'ım ona düşman olana düşman ol, onu halife edineni, halife edin “ şeklinde olur ki, Allah Teala'nın halife edinmesi sözkonusu olur ki bu anlam asla doğru değildir. Ve hadiste anlatılmak istenen de zaten bu değildir.
“ … Zeyd b. Erkam r.a anlatıyor ; Rasulullah s.a.v veda haccından dönerken, Gadir hum'da konakladı ve büyük ağaçlık yerde toplanılmasını emretti… Orada bir hutbe irad ederek ; Size iki ağırlık bıraktım. O ikisinden birincisi diğerinden daha büyüktür. Allah Teâla'nın kitabı ve neslim ( itraüm ). O ikisi hakkında bana nasıl bir halef olacağınıza dikkat ediniz. Şüphesiz o ikisi, havzın başında benimle buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır, buyurdu. Sonra ;şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah benim mevlâm'dır, ben de bütün mü'minlerin mevlâsıyım, buyurdu ve Ali'nin elinden tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem, bu da onun mevlâsıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana da düşman ol, dedi. “
Hâkim, hadisi uzun olarak zikrederek ; Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih'tir, ancak hadisi bütün olarak nakletmemişlerdir, der. 28/4.
İbn Hacer el-Askalani'nin rivayeti ; Ali b. Ebû Tâlib, Ebû Hureyre, Câbir, Berâ b.Azib ve Zeyd b. Erkam anlatıyor ;
“ Gadir Hum günü Peygamber s.a.v ; Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlâsıdır, buyurdu.
es-Suyûtî'nin rivayeti ; “ Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlâsıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol.”
Ebû Nuaym’ın, Hilyetü'l-evliyâ'daki rivayeti ; Bureyde anlatıyor ; Peygamber s.a.v buyurdu ki ; Ben kimin dostu isem, Ali'de onun dostudur. “
Bu rivayetlerde açıkça görüldügü gibi, Peygamber'den sonra Ali'nin veya on iki imamın vâsî ya da halife tayin edildiğini bildiren bir ifade yer almamaktadır.
Bu konudaki zayıf rivayetler :
“ … Ebû Saîd el-Hudri den naklediyor ; Rasulullah s.a.v Gadir hum günü Ali'yi çağırdı ve onun velayetini ilan etti. Bunun üzerine Cibril ; “ Bu gün sizin dininizi tamamladım..... “ Ayetini indirdi.
İbn Merduyeh ve İbn Asâkir, zayıf bir senedle…
“ … Ebû Hureyre r.a’dan. Dedi ki ; Zi'l-hicce'nin 18'nci günü olan 'Gadir hum günü Peygamber s.a.v buyurdular ki : Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlasıdır. “Bunun üzerine Allah ; “ Bu gün dininizi tamamladım ... “ Ayetini indirdi.
İbn Merdûye ve İbn Asâkir, zayıf bir senedle …
Bu rivayetler zayıftır. Ayrıca Peygamber'den sonra Ali'nin veya on iki imamın vâsî ya da halife tayin edildiğini bildiren bir ifade yer almamaktadır.
“ Ey Peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et …… “ “ Maide : 67 “
Bu Ayet, Ali b. ebi Tâlib'in fazileti hakkında nazil olmustur. Ayet indiğinde Peygamber s.a.v Ali'nin elini tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana da düşman ol, dedi. Ömer r.a onunla görüştü ve ; Ey Ebî Tâlib oğlu ! Tebrik ederim ; benim ve bütün mü'min erkek ve mü'min kadınların mevlâsı oldun, dedi.
Ahmed : 4/ 370 - Hâkim : 3/109 - İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-tehzîb : 7/ 337 - Suyûtî, Târîhü'l-hülefa : 114, 169 - Ebû Naîm, Hilyetü'l-evliyâ : 4/ 23 - Suyûtî, ed-Durru'l-mensûr : 2/259.
Tefsîril Menâr ; Şia, imam Muhammed el-Bâkir'dan şunu rivayet etmektedir ;
“ Ey Peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et …… “ “ Maide : 67 “
Peygamber'e inen bu Ayet, Peygamber'den sonra Ali'nin hilafetini bildirmektedir. Peygamber s.a.v bunun bazı sahabilere zor geleceğinden korkuyordu. Yüce Allah, bu Ayet ile onu cesaretlendirmiştir.
“ … İbn Abbas'tan nakledilen bir başka rivayette de şöyle denilmektedir ; Allah, Peygamber'e Ali'nin velayetini insanlara haber vermesini emretti. Peygamber, insanların ; Amcasının oğlunu kayırdı, diyerek kendisini kınamalarından korktu. Bunun üzerine, Gadir hum'da bu Ayet nazil oldu ve Peygamber, Ali'nin elinden tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol, dedi.
Bu rivayeti değerlendiren Reşit Riza der ki ; Şia'ların bu konuda birçok rivayetleri ve muhtelif tefsirlerde de birçok açıklamaları bulunmaktadır. Bunlar zayıf ve uydurma rivayetlerdir.
“ … Bureyde el-Eslemi Yemen gazvesinde Ali ile birlikteydi. Ondan kat’i davranışlar görmüştü. Bu nedenle Ali'yi Peygamber'e şikayet etti. Peygamber bazı mü'minlerin Ali'yi haksızca şikayet ettiklerini, onun sa hakkın rızası dışında bir davranışının olmadığını görünce - Gadir hum'da - bir hutbe irâd ederek, Ali'den hoşnut olduğunu ve onun velayetini açıkladı, onun velayetinin mü'minler için gerekliliğini belirtti. “
Bu rivayetleri kaydeden Reşid Riza daha sonra şöyle der ; Ehli sünnet bu hadisin, imamet veya hilafet makamı olan idarî velayeti belirtmediğini, Kur'anda velayet lafzının bu anlamda kullanılmadığını, bu lafizdan kasdedilenin yardım, sevgi ve dostluk olduğunu ; Kur'ânı Kerîm'de, “..... onlar birbirlerinin dostudurlar … “ buyruğunda, “ velayet “ lafzını Yüce Allah'ın bütün mü'minler ve kafirler hakkında - dost ve yardımcı - anlamında kullandığını ; buna göre hadisin manasının ; Ben kimin yardımcısı ve dostu isem, Ali'de onun yardımcısı ve dostudur veya kim beni dost edinir ve bana yardım ederse, Ali'yi de dost edinsin ve ona yardım etsin, manasında olduğunu söylemişlerdir.
Netice olarak bu anlamdaki hadisler, Peygamber'in izinin takipçileri olmayı, ona yardım edene yardım etmeyi, onu dost edineni dost edinmeyi belirtmektedir. Dolayısiyla Ali'de, ebû Bekr, Ömer ve Osman'a yardım etmiş ve onları dost edinmiştir.
Hadisler, onları dost edinenlerin aleyhine bir delil değil, bilakis onlara buğzedenlerin ve onlardan berî olduklarını söyleyenlerin aleyhine bir delildir.
Bu Hadisler, hilafete veya imamete delalet etmemekte, bilakis imam olarakta, me'mûm olarakta Ali'ye yardımcı olmaya delalet etmektedir.
Dolayısiyla bu konuda basiretli Müslümanların anlamaları gereken hassas noktalar şunlar olmalıdır.
1 - Şayet bu hadis hitab anında imamete delalet etseydi, Peygamber'le birlikte bir imam daha olurdu ki bu, şer’an normal bir durum değildir.
2 - Şayet hilafet hakkında Kur'ân'da veya hadis'te yoruma mahal bırakmayacak şekilde bir nass olsa idi, bu tevatür derecesinde olur ve hiç ihtilafa mahal karmayacak şekilde yayılır ve günümüze kadar da gelirdi.
3 – Eğer Ali r.a halife olduğunu bilseydi, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmadan bunu, peygamber'in vefat ettigi gün hemen açıklardı.
4 – Bununla beraber Ebû Bekr ve ona biat edenlere karşı mücadele ederdi. Zira, ilahi emirle tayin edilmiş bir halife var iken, ikinci bir halifenin seçimi söz konusu olamazdı.
5 – Böyle bir durum, sonradan seçilenin kanını helal kılar ve ona karşı savaşı gerektirirdi. Fakat Ali r.a, Ebû Bekr'e karşı hiçbir mücadele içerisine girmediği gibi ona biat etmiş ve Ebû Bekr'in istişarelerinde yer almıştır.
6 - Eğer yukarıda zikredilen hadisler, Şia'nin iddia ettigi gibi Ali'nin hilafetini belirtmiş olsaydı, Allah’ın emrine rağmen Ali'nin bu şekildeki korkakca davranışı asla caiz olamazdı ki, onların da bizim de kabul ettiğimiz gibi Ali, cesur birisi idi.
7 - Şayet Ali r.a, Ebû Bekr'e karşı mücadeleye güç yetiremeyeceği kanaatini taşıyordu, bu nedenle ona karşı gelmedi, denilirse, o takdirde denilir ki ; kendi hakkını korumaya dahi gücü yetmiyen bir kişinin, ümmeti idare etmesi ve ümmetin hakkını koruması nasıl düşünülebilir ki ?
8 – Bununla beraber hakkı kasbedilen Ali'nin Ebû Bekr'e biat etmemesi, buna gücü yetmiyorsa, istişarelerinde yer olmaması, buna da gücü yetmiyor ve tamamen çaresiz kalmış idiyse, en azından hakkını savunabilecek bir yere hicret etmesi gerekmez miydi ? .. Yoksa Ali r.a, yüce Allah'ın şu buyruğundan habersiz birimiydi ?
“ Kendilerine yazık eden kimselere Melekler, canlarını alırken ; “ ne işde idiniz ? “ dediler. Bunlar ; “ Biz yer yüzünde çaresizdik “ diye cevab verdiler. Melekler de ; “ Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi ? Hicret etseydiniz ya “ dediler… “
9 – Allah ve Rasülü tarafından tayin edilmiş bir halife dururken, Hakk'ın bu hükmünü çiğneyerek hilafet makamına gelen birisine, Ali'nin itaati nasıl düşünülebilir ? … Yoksa Ali r.a islam'ın, “ Yaratıcıya isyan olan bir hususta, yaratılana itaat edilmez “ kuralını bilmiyor muydu ? …
10 – Hicrete de gücü yetmiyor idiyse en azından Allah ve Rasülü'ne isyan eden bir topluluğun içinden ayrılıp bir köşeye çekilerek ibadetle uğraşması gerekmez miydi ? …
11 – Kaldi ki, ne ehli sünnet, ne de şia kaynaklarında, Ali'nin, Ebû Bekr'e biate zorlandığı veya halifenin istişarelerine katılmaya zorlandığı ya da hilafet yurdunda ikamete zorlandığı şeklinde bir ifadeye de rastlamış değiliz.
Bütün bu itham ve batıl düşüncelerden Ali'yi ve diğer sahabileri tenzih ederiz. Onlar, Allah’ın razı olduğu kimselerdir. Dolayısiyla Yüce Allah'ın övdüğü bir topluluğu yermekten, onlara kin beslemekten ve onların aleyhinde sözler sarfetmekten Allah'a sığınırız. Çünkü rabbimiz bu konuda onlardan sonra gelenlere şunu nasihat eder ;
" Onlardan sonra gelenler şöyle derler ; Rabbimiz Bizi ve bizden önce iman eden din kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma ! Rabbimiz ! Süphesiz ki sen çok sefkatli, çok merhametlisin ! "
Haşr : 10
Vel hamdu lillahi rabbil alemin
.
www.gazetevatan.com › Yazarlar
3 May 2011 - SORU: “Gadir-i Hum” olayının ne olduğunu açıklar mısınız? Hocalar hicri yılbaşı için neden M
.
SORU: “Gadir-i Hum” olayının ne olduğunu açıklar mısınız? Hocalar hicri yılbaşı için neden Muharrem ayının ilk gününü değil de 10’uncu gününü işaret ediyorlar? (Rıza Tuzgu)
CEVAP: Hadisin söyleniş şartı ve zamanı iyi bilinmeden manası tam anlaşılmaz, yanlış değerlendirmelere yol açar. Yalın olarak okumak insanı yanıltır. Sad ibn Ebi Vakkas’ın anlatımına göre Hz. Peygamber, “Ali’nin üç özelliği vardır ki onların sadece birinin bende olmasını, çok (gözde) kırmızı develere sahip olmaktan daha çok isterim”, “Harun’un Musa yanındaki yeri ne ise Ali’nin de benim yanımdaki yeri odur” buyurmuştur. Birkaç komutan değişmesine rağmen Hayber’in bir türlü fethedilememesi üzerine Peygamberimiz, “Bu bayrağı yarın öyle bir adama vereceğim ki, Allah’ı ve Resulünü sever” demiş, bayrağı Ali’ye vermiş ve onun eliyle kalelerin fethi nasip olmuştur. Yine Ali için, “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlası(efendisi)dir” buyurmuştur. (İbn Hanbel, Beyhaki, Bera ibn Azib’den; Tirmizi, Nesai, Zeyd ibn Erkam’dan: Kenz: 11/602, h. 32904. Bu hadis, birçok hadis mecmuasında vardır.) Çeşitli yollardan yapılan rivayete göre Hz. Peygamber, veda haccından dönerken Gadir-i Hum’da yani Hum denilen göletin yanında konaklamış, Allah’ın kitabıyla Ehl-i Beyti’nin kıyamete kadar birbirinden ayrılmayacağını belirttikten sonra Ali’nin elini tutmuş, “Allahım, ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allahım, Ali’yi seveni sev, Ali’nin düşmanına düşman ol” demiş (Hakim, Müstedrek)
Said ibn Vehb ile Zeyd ibn Yesi’nin rivayetine göre de Hz. Ali, Rahebe’de arkadaşlarına yemin verdirerek Hz. Peygamber’in kendisi hakkındaki övgüsünü bilenlerin kalkıp anlatmasını istemiş. Bedir Savaşı gazilerinden 12 kişi kalkıp Allah Elçisi’nin, Gadir-i Hum’da Ali’nin elinden tutup yukarıdaki sözü söylediğine tanıklık etmişler (İbn Hanbel, Müsned: 1/119; el-Ahadisul-Muhtare, 2/105). Bu mealde hadis birçok kaynakta vardır (Bkz. Tirmizi. Menakıb, 20, İbn Mace, Mukaddime: 11; İbn Hanbel, Müsned: 1/84, 118; Mecmauz-Zevaid: 9/104). Gerçekte hadisin birinci şıkkı doğru olmakla beraber “Ali’yi seveni sev, onun düşmanına düşman ol” sözünü Peygamber’in söylediğine ihtimal verilmez. Zaten ravisi Ali ibn Zeyd’in zayıf olması (güvenilir olmaması) dolayısıyla bu rivayet zayıf görülmektedir (Bkz. İbn Mace, Mukaddime: 11). Nitekim Ahmed ibn Hanbel de “Ali’yi seveni sev, onun düşmanına düşman ol” sözünün bazılarının eklemesi olduğunu belirtmiştir (Müsned: 1/152).
Diğer sorunuza gelince, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Muharrem’in 10’uncu gününde oruç tuttuklarını görmüş, sebebini sormuş. Onlar da Musa’nın Firavun’un elinden kurtuluş günü olduğu için oruç tuttuklarını söylemişler. Allah’ın Elçisi de “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” deyip kendisi de 10 Muharrem’de oruç tutmuş ve böylece Muharrem’in 10’uncu gününde oruç tutmak sünnet olmuştur.
.DF]
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/731/9313.pdf
Gadir-i Hum, Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerdir! ..... Görüldüğü gibi Gadir-i Hum olayı, üzorinde çok münaka
.GADİR-! HUM MESELESt Doç. Dr. Cemal SOFUOGLU Şia'nın doğuşu ile ilgilencnlerin ilk karşılaştıklan meselc Gadir-i Hum'dur. Gadir-i Hum, Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerdir!. F.R. Buhl, Cuhfc'den 2-3 mil mesafede bataklık bir yer olduğunu, hataklığı kuşatan kesif bir ağaçlık bulunduğunu kaydediyorı . Şii rivayetlere göre, Hz. Peygamber Veda Haccı dönüşünde hurada konaklamıştır. Oysaki hurası dinlenmeye elverişli bir yer değildir, suyu yok ve şiddetli bir sıcak vardır. Böyle bir havada Hz. Peygamber'in burada konaklaması mühim bir husus u tebliğ etmek içindir. Nitekim Hz. Peygamber gruplar memleketlerine gitmeden ön(,e hepsini toplamış ve bir hitabede bulunmuştur]. Bu hitabesinde "Allah bana, cy Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun, Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez"4. ayertini indirdi. Cebrail bana Rabbımdan hurada şu emri getirdi ki; Ali b. Ebi Talib benim kardeşim, Vasim, Halifem ve benden sonra İmamdır. Ey insanlar! Allah onu size veliy ve ,İmam olarak tayin etti, ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mcl'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz, Allah mevlanız, Ali ise İmamınızdır. İmamet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir"5 dedi. Şii müelliflere göre Maide suresinin mealini verdiğimiz bu ayeti, Ali hakkında nazil olmuştur. Ebu Said Cı-Hudri'den nakledilen böyle bir rivaycte rastlamaktayız6 • Şii müfessir Tabersi'ye göre; bu .'ıyette teblİğ edilmesİ gereken şey, AIİ'nin hilafetİdİr. Hz. Peygamber takİyye i Mu'cemu'I-Buldan 6/268; Dairctu'l.l'tInarif el-lsıamiyye eş-Şia, 36. 2 hıam Ansiklopedisi, "Gadir" maddesi, 3 Dairetu'l-l'tIaarif eı-lsıamiyye eş.Şia, 37. 4 Maide, 67. 5 Vahidi, Esbabu'n.Nüzül, LLS. 6 Mecmau'I-Beyiin 3/223. 462 CEMAL SOFUOGLU için eşi Aişe'den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden de Cenabu Allab onu ikaz etmiştir7• Bunun üzerine Hz. Peygamber Ali'nin elinden tutarak havaya kaldırmış ve "ben kimin mevlası isem, Ali de onun mt-vlasıdır"8 demiş- tir. Hatta Hz. Peygamber kolunu o kadar kaldırınıştır ki, koltuk altının .beyazlığı bile görülmüştür9 • Yine Şii bir müellif olan Hakim Haskani bu ayet in sebebi nmulünü şöyle açıklıyor: "Hz. Peygamber Mi'rac'a çıkınca, Arş'ın altından Ali bı Ebi Talib'in hidayet bayrağı olduğunu işitmiş, fakat yer yüzüne inince bunu gizlemiştir. Bunun üzerine Allah, "Ali hakkında indirileni teb. tebliğ et" ayetini indirmiştirid. Şii ravilerin Hasan el-Basri (öL. HO f728)'den rivayet ettiklerine göre: Cebrail Hz. Peygamber'den namaz mevzuunda ümmetine delil olmasını istemiş, o da olmuştur. Zekat, hac, oruç gibi hususlarda delil ol. duğn gibi Ali'nin velaycti mevzuunda da deIiI olmasını istemiş, aneak Hz. Peygamber amcasının oğlunu korudu şeklinde düşünürler ve bana ta 'n ederler korkusu ile bunu tebliğ etmemiştir. Ayet bunun üzerine nazil olmuştur. Ayette bunun içindir ki "Allah seni insanlardan korur ... denilmiştir!!. Hz. Peygamber "ben kimin mevİasl isem, Ali de onun mev. lalasıdır" sözünü bunun üzerine söylemiştir. Bu hadisi Haris b. Nu'man adında biri duyunca Hz. Peygambere gelmiş, "ey Muhammed, namazı, orucu, zekatı ve iki şehadeti emrettin, kabul ettik. Buna da razı olmadın, amean 'oğlu Ali'yi bize Veli yaptın. Eğer bu Allah'dan ise bize söyle demiştir. Hz. Peygamber evet Allah'tan deyince geri dönmüş ve kendi kendine eğeJ' bu gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır, yahut elim bir azap verıı" ayetini okumuştur. Haris gideceği yere var. madan gökten.taş yağmış, Haris'in tepesinden girip altından çıkarak onu öldürmüştürl J. Bunun üzerine, "birisi yüksek dereceler sahip olan Allah katından inkarcılara gelecek ve savunulması imkansı~ azabı soruyor."14 iiyeti nazil olmuştur. 7 Tirmizi; Sünen, Menakıb 20; İbn Mace; Sünen, Muk.uldime ll; H. Neysııbılri;. el.Müs. tedrek 3/109; KÜıcylrl; el.KMi 2/72. . 8 Abdu'l.Huscyn el.Emini; el.(jadir fi'l.Kitab ve's.Sünne ve'I.Edeb. 1lll. 9-10 H. el.Haskllri; Şevahidu't.Tenzil, 1/87, 191, 192. II Enflll, 32. 12 Feyzu'l.Kadir 6/218. Haris b. Nu'man burada S••habi imiş gösterilmektc ise de o müs' lüman olmadan ölmüştür. 13 Mellrie, 1-3. 14 Şevahid 2/287. GADİR-İ HUM MESELESİ 463 Yine Şii müelliflerden M. Emin cl-Galibi "Şia" tabiri yerine ~'alevi" kelimesini kullamp, "hicretin 10. yılı sünniler nezdinde çok meşhurdur. Çünkü Veda haccının yapıldığı yıldır. Alevilere görc ise daha meşhurdur. Çünkü Ali hizbinin teşekkül etmeğe baştadığı gündür. Gadir günü Hz. Peygamber ashabma, Ali'ye bey'at etmelerini emretti. Onlar da ihlas ve rızaları ile bey'at ('ttiler. Aleviliğin aslı işte oradadır, Alevilik buradan başlamıştır. Bey'at işi tamamlandıktan sonra Hz. Peygamber 'bugün sizin dininizi ikmal ettim'IS ayetini okumuştur." demektedir. Bu mesut hadise üzerine sahabe Ali'yi, bize ve bütün müslümanlara Veliy oldun diyerek kutlamışlardır." Ebu Bekr ve Ömer bunların başında gelmektedir. Orada bulunan Şair Hassan da bir beyitle üzerine düşeni yerine getirmiştirl6 • Bur'aya kadar Şii yazarların büyük ehemmiyet atfettikleri Gadir olayını Şii kaynaklardan özetlemeğe çalıştık. Şimdi de konuyu Sünni kaynaklardan tetkike gayret edelim. Önce şu hususa hemen işaret etmeliyiz. Hz. Peygamber'in halkın kendisi hakkında "amcası mn oğlunu korudu" derler demesinden korkması, Ali namına Hz. Peygamber'e yapılan bir saygısızlıktır. Maide suresi Kur an-ı Kerim'in son nazil olan surelerinden biridir. Veda haccında veya feth senesinde nazil olduğuna dair rivayetler vardır!7. Bu gün sizin dininizi ikmal ettim meaündeki ayet in bu surede bulunuşu bu ayetin Mekki olmasına bir engel teşkil etmez. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet cdilen bir hadiste Hz. Peygamber "Allah beni Peygamberlik vazifesi ile gönderdiği zaman halkın beni yalanladığını gördüm. Bu bana çok zor geldi. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi demiştir. Kurtu-, bi'nin ifadesine göre, bu sıralarda Ebu Talibı8 her gün Hz. Peygamber'i korumak üzere nöbetçiler gönderiyordu. "Allah seni insanlardan korur" ayeti geldikten sonra Hz. Peygamber, "amca, Allah beni insanlardan ve cinlerden korur, benim nöbet tutacak kimseye ihtiyacım yok"19 demiş ve bu nöbet işinden vazgeçmiştir. Kurtubi'ye göre sure Medeni olmasına rağmen bu ayet Mckkidir. F. Razi, ayetin tefsirinde, sebeb-i nüzulü hakkındaki çeşitli görüşlere yer verdikten sonra "doğru olan kavlin Yahudi ve Hıristiyanların kötü- lüklerinden eınin olmak için indirildiğini açıklayıp Şia'nın iddialarını 15 Maide, 3. 16 Tarihu'I-Aleviyyni. 58, 61. 17 Kurtubi, el.Cami 6/30. 18 Kurtuhi, u.g.e. 6/243, 244. 19 Aynı yer. 464 CEMAL SOFUOGLU reddediyor2°. Ayet gerçekten Hz. Ali ile ,ilgili olsaydı, kafirlerden değil, müslümanlardan söz etmesi gerekirdi. Yukarıda zikredilen ayet nazil olduktan sonra, Hz. Peygamber'in "ben kimin mevlası isem ..." hadisine gelince: İbn Teymiye'nin dışında, hadisin mevzu olduğunu söyleyen sünni bir alime rastlamadık2!. EMi Sünnet uleması, hadisi reddetmemckte, ancak Şiilerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. İbn Kuteybe biı mevzuda şunları kaydediyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velisidir. Velayet Hz. Peygamber ile müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralıırında da olur. Hz. Peygamber'in Ali ilc olan münasebeti de höyledir. Ayrıca ,mü'minlerin bazıları diğer bazılarının velileridirlerFz Çünkü Hz. Peygamber her müslümanın velisidir. Veli ilc Mevla kelimeleri arasında bir fark yoktur. Bu da Ali b. Ebi Talib'e bir üstünlük getirmez"ı3. İbn Teym~ye, badisin mevzu olduğunu ifade etmesine rağmen "Hz. Peygamber'in haşta Ebu Bekr ve Ömer olmak üzere sahabcnin velisi olduğuna dair icma vardır, Ali de sahabi olduğuna göre elbette Peygamber onun da VeHsi olacaktırZ4 ". demek suretiyle adı geçen hadisin nasıl anlaşılması gerektiği hususunda yol göstermektedir. İbn Kuteybe ve İbn Teymiye'nin görüşlerini destekleyen birçok ayet vardıı.2s. Ahdu'l-Aziz Dihlevi, bu konuda diğer mücIıifıer gibi veli ve mevla kelimelerininin arap lugatindeki manalarını izah ettikten sonra "Ali'yi sevmek Hz. Peygamberi sevmek gibi farz, ona düşman olmak da Hz. Peygambere düşman olmak gibi haramdır. Bu da eMi sünnetin görüşüdür. EhI-i Beyt'in görüşüne de uygundur21i". diyerek işi tatlıya bağlamaktadır. Şimdi nakledeceğimiz şu rivayet konuya biraz daha aydınlık getirmektedir. Ali'nin torunu Hasan el-Musenna'ya, Hz. Peygamber ben kimin mevlası isem Ali de onun mcvlasıdır "dedi mi diye sorulmuş," evet, fakat bununla emirliği ve 8ultanlığı kasdetmedi. Öyle demek istemiş ol8aydl, bunu daha açık bir ~ekilde belirtirdi. Çünkü Resuııuııah müslü- manların en fasih olanıdır, eğer mesele böylenildiği gibi olsayqı, 'ey insanlar, bu dini ve dünyevi işlerinizin velisi ve benden sonra da size hükmed~cek olandır, onu dinleyin vc itaat edin derdi, valiahi Allah ve Re- 20 Te(sim'!.Kebir 12{48, 49. 21 Minhacu's.Sünne 4{ 22 Tevbc, 71. 23 Tevilu MuhteIifu'I.Hadis, 42. 24 e!.Münteha Min Minhaci's.Sünne 422. 2S Tahrim, 4; Tevbe, 71; Bakara, 247; YunUR, 62. 26 Muhtasaru't.Tuh(etu'!-lsna Aşeriyye, 16ı. GADtR-İ HUM MESELESI 465. sulü bu iş iı;in Ali'yi seçip müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine get{rmeseydi, Allah 'ın ve Resulünün emirlerini ilk terkeden olurdu."27 demiştir. İhn Arabi, hadisin sonund~ki "Ona dost olana dost, düşman olana da düşman oı" duasının doğru bir söz ve icahet edilecek bir dua olduğunu belirttikten sonra "Ali'ye düşmanlık edenler rafıziJerden haşkası değilJel'dir, onu liiyık olmadığı bir duruma düşünlülc.r"78 diyor. Bazı Şii ya:rarlar "Allah'm. nimetlerini biliyorlar, sonra aa inkar ediyorlar"29 ayetini Hz. Peygamber'in "Gadir gününü biliyorlar, fakat Sakif~ gününü inkfır ediyorlar" şeklinde tefsi)" ettiğini iddi~ etmcktt-dirler.30 Öyleyse Gadir gününün aslı ve mahiyeti nedir? Sünniler gerçekten bunu ink£ır ediyorlaı; mı? Gadir meselesi, kanaatimizee Sünniler ile Şiiler arasındaki ihtilaflı konulul'ın cn mühimlerinden biridir. Bu konu Şii müelliflerin ileri SÜldükleri gibi gerçekten Sünni kaynııklarda yeterince yer almamıştır. Sünni müelliflerin çoğunluğu yukarıda ineelemeğe çalıştığımız hadisi inkar etmemekle birlikte Gadir günündende sö~ etmemektedider. Hadisin sebebi vürııdunu açıklayan İbn Hamza, Usame'nin, Ali b. Ebi.Talih'e "Sen benim mevlam değilsin, benim mevlam Resulullahtır" dediğini, Hz. Peygamber'in de hmm işitince "ben kimin mevlitsı isem Ali de onun mevlitsıdır" dediğini yazmaktııdır.3\ Tirmizi'nin rivayetine göre ise, Hz. Peygamber hir seferde ordunun başında Ali b. Ebi Talib'i gönderir. (Bu kÜf;ük bir gurup da olabilir). Dönüşte bazı sahabiler Ali'den şikayette .bulunurlar. Bu şikayetler üzerine Hz. Peygamber "Ali'den ne istiyorsunuz, Den Ali'deniın, o d~ benden. Ve o, benden sonra her mü'- minin velisidir" del. 32Büreyde'den nakledilen şu haber de bu mahiyette görünmektedir. Büreyde diyor ki: "Ali ile Yemen'e gittim. Onun bazı kusurların! gÖrdüm. Hz. Peygamber'e geldiğimde durumu anlattım. Resulullah'ın yüzünün değiştiğini gördüm. Dedi ki: Ey Büreyde, ben mümin.lcre nefislerinden daha evla değil miyim? Evet, Allah'ın Resulü dedim. Dedi ki, ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır".33 27 İbn Arab!; cl.Avasım Mine'l-Kavnsım 185-186. 28 Ayın yer. 29 Nalıl, 93. 30 Tarilıu'l.Aleviyyin, 61. 31 Esbabıı Vuriıdi'l-IIadis 2/230. 32 Siinen, Menakıb 20. 33 tbn Kes!r; Siretii'n-Neheviyye 1-1416. İnb Kesir burada had!sin değişik varyantlannı vermektedir. 466 CEMAL SOFUOGLU Bize öyle görünmektedir ki, Tirmizi'nin rivayeti ilc İbn Kesir'in Büreyde'den nakleçtiği haber birbirinden farklı olaylar değildir.Nerede ve ne zaman cereyan ettiği de o kadar ehemmiyetli değildir. Miihim olan husus Hz. Ali'den bir hoşnutsuzluk duyulmabı Vf' Hz. Peygamber'in. huna müdahale etmesidir. Çünkü Hz. Peygamber, muminler arasında birlik ve beraberliğin bozulmasım istememektedir, dostluk ve kardeşlik ha"asının devamını ve yerleşmesini arzu etmektedir. Hadisin sebebi vürfrdunda da görüldüğü gibi, Gadir-i Hum'dan söz edilmemektedir. Sünni müelliflerden bazıhrı onu tamamiyle reddederken, bazıları da kısmen kabul etmekte, fak£t teferruata girmemektedirier. İbn Teymiye "bu uydurmamn mütevatir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu meSl'le hakkında Sakife gunünde, Ömer'in vefatında, altı kişilik Şura teşekkül ettiği zaman ve nihayet Osman'ın şehadetini müteakip, Ali'nin hilafeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden biç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması beklenrnez miydi? Görüldüğü gibi hu, rafızilerin uydurmalarından biridir"34. diyor. Ali el-Karı de, Gadir meselesinin Rafızller tarafından uydurulduğunu beyan etmektedir35 . Yeri gelmiş iken meşhur Şarkiyiiıçı Goldziher'in görüşüne müracaat etmekte fayda mülahaza ediyoruz. Goldziher diyor ki: .. vaziyet hu olunca, Ali taraftarları onun Peygamberin doğrudan doğruya tayinine mazhar bulunduğunu göstermeğe matuf rivayetler icad edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı. Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadisi, Ali fırkası nazariyatının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir. Son derece meşhurdur. Sünni 'otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler. Fakat onu başka bir muna vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar. "36 Görüldüğü gibi GoId .. ziher, Gadir olayı ile birlikte adı geçen hadisin de mevzu olduğunu belirt.- mektedir. Caitani de Veda haccından dönüşün hadisesiz geçtiğini kaydediyor37 • Gadir-i Hum olayını bütünüyle reddeden müeIliflere karşılık onu inkar etmiyen, fakat meseleyi açık bir şekilde ortaya koymayan süıini bilginler de vardır. Sahih sahibi Müslim bunlardan biridir. Şiiler arasında "Sekaleyıı hadisi" namiyle şöhret bulan hu hadise de temas etmek istiyoruz. Nesai de bu olaya Ali b. Ebi Talib'in faziletlerine dair eserinde yer vermiş bulunmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan. nakledilen bu rivayette 34 Minhaeu's-Sünne 4/LLS. 35 Mevzuat, 109. 36 ı. Goldziher; M. Studient, ııS; Prof. Dr. Mehmet Hatiboğlu'nun hasılmamış tercümesi. 37 eaitano, İsıam Tarihi, 7/139. . GADİR-İ HUM MESELESİ 467 "Gadir", hadisi ile "Sekaleyn" hadisi hirleştirilmekte38 ve her ikisinin Gadir günü söylenmiş olduğu ifade edilmektedir. İbn Mace de Gadir hadisine Süneninde yer vermiş: fakat Hz. Peygamberin konaklayıp halka hitap cttiği iddia edilen yeri ismen tasrih etmemiştir39 • Hum hadisine geniş olarak yer veren müdliflerden biri de İbn Kesir'dir. Sire'sinde Hum hadisini hemen hemen bütün varyantlarıyla zik. retmiş, nivilerinden güvenilir ve zayıf olanlara işaret etmiştir.40 Müellif ayrıea Taheri'nin Gadir haklUlıda iki ciltlik bir eserinden söz etmekte ise de biz bu eserin mevcudiyetine dair bir kayda rastlıyamadık. Ayrıca bu eserin gerçekten tarih sahibi Taberi'ye mi, yoksa bir başka Taberi'ye mi ait olduğu hususunda da bir açıklık verilmiyor. Görüldüğü gibi Gadir-i Hum olayı, üzorinde çok münakaşa edilen bir konudur. Hum hadisini inkar etmek ne kadar zor ise, bu hadis ile Ali b. Ebi Talib'in Hz. Peygamber tarafından halife olarak tayin edildiğini söylemek de o kadar zor görünmektedir. Hz. Peygamber, Hum denilen mevkide namaz kılmış, dinlenm,iş ve ashabiyle sohbet etmiş olabilir. Eğer orada Ali'yi gerçekten halife olarak tayin etseydi; hilafet üzerine münakaşaların yoğunlaştığı günlerde İbn Teymiye'nin de haklı olarak belirttiği gibi Hz. Peygamber'in bu vasiyetini duyanlardan hiç 'olmazsa birisinin çıkıp bunu açıklaması gerekirdi. Öyle anlaşılıyorki Şiiler daha sonraları Hum hadisi diye şöhret huldurdukarı bu hadise, bir sebeb-i "ürfrd icat etmi'şlerdir. Hz. Peygamber'in hastalığında Alib. Ebi Talib onu ziyaretten çık. tıktan sonra halk "Ey Ebu H;asan, Rcsulullah nasıl oldu?" diye sordular. ElhamdulilIah iyi diye cevap verdi. Ravi diyor ki: "Bunun üzerine Ah. bas, Ali'nin elinden tutup bana bak, valIahi sen üç gün sonra köle olaca~sm. AIlah'a yemin ederim ki Abdu'I-Muttalib oğuııarmm yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi ReslıluI1ah'a gidelim ve bu işin (hilafet) bize ait olup olmadığmı soralım. Eğer bize ait ise bilelim. Şayet bize ait değilse Hz. Peygamber hizi (yeni halifeye) vasiyet etsin. Ali, vaııahi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse kimse onu bize daha sonra vermez"41. Buharl',den naklettiğimiz bu haberden sonra durum hütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Eğer gerçekten Ali'ye Hz. Peygamber tarafından 38 Nesai; Hasais, 15. 39 Sünen, Mukaddime iı. 40 Siretü'n.Nebeviyye .~/414. 'ıl Buharl; Sahih, İsti'zan 29. {6R CEMAL SOFUOGLU hilafet iddia edildiği gibi vasiyet edilmiş olsaydı, ne Abbas yukarıdaki sözleri söyler ne de Ali böyle eevap verirdi. Bu rivayet de göstermektedir ki, Ali'nin va~iy ve halife olarak seçildiğine dair nakledilen bütün rivayetlerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Hum hadisinin değeri hakkındaki görüş ve kanaatler de birbirinden çok farkIıdır42 • Sakaleyn Havisi: Şia'nın doğ~şu ile ilgili olarak gösterilen ve Şii literatürde müiıim bir yer işgal eden diğer bir hadis de "Sakaleyn hasisi" diye meşhur olan Hz. Peygamber'in bir başka sözüdür. Şii kaynaklara göre Hz. Peygamber Gadir günü irad ettiği hutbede "Size iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça hiç bir zaman sapıtmazsııuz: Allah'ın Kitabı ve Ehl-i Beytim "4.1. demiştir. Şia'nm Kur'an'dan delilolarak gösterdikleri bazı ayetlerden sonra ileri sürdükleri en hüyük dayanaklardan birisi bu hadistir: Şii literatürde de çok önem kazanmasının sebebi hadisi hem sünni (muhalif) hem de Şii kaynaklarm. bazı farklılıklara rağmen müştereken rivayet etmeleridir. Bilhassa sünniICl'in nazarında en sahih kitaplar olarak kabul edilen Kütüb-ü Sitte'de yer alması Şia'nın iddialarına ciddiyet kazandırmaktadır. Bu bakımdan hadisin Sahih-i Müslim'den tercümesini tam olarak vermek istiyoruz. Zeyd b. Erkam (öL.68j687-88)'dan hadis rivayet etmesi istenir. O da yaşlandığını, hazı şeyleri unuttuğunu belirttikten sonra anlatmaya başlar. "Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir su başında bulunurken bir gün Resıllullah huthe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a hamd ü sena etti, va'z ve hatırlatmalarda bUlundu. Sonra, haberiniz 01- sunki ey insanlar, ben aneak bir insanım, Rabbımın cJçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki a'ğır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl.i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum: Husayn, Zeyde "Ya Zeyd, Peygamberin Ehl-i Beyti kimlerdir, Onun kadınları da Ehl-i 42 Tirmizi; Siinen, )fenfıkıb 20; İnınmu'l-Haranıeyıı; cı-!r~ad (1.0. Luciani) 238; Feyzu'lKadir 6/218. 43 Tirmizi: Siinen, Menakıb 32; Müstcdrck .1/109. Hadisin varyantları için bkz. Eb" Davud; Sünen, Menasik 56; İbn Maee; Sünen, Menasik 84; İmam Şerafuddin; el.Müracaat 206. GADİR-İ HUM MESELESI Beytinden değiller midir? dedi. Zeyd: Peygamber'in kadınları da Ehl-i Beytindendir, fakat onun asıı Ehl-i Beyti kendisinden. sonra sadaka almaları haram olanlardu, dedi. Husayo., peki onlar kimlerdir? diye sorunca, Zeyd: Onlar, Ali hanedanı, Akil hanedallı, Cafer ve Abbas hanedanıdır, dedi. Husayn tekrar: Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır? dedi. Zeyd de, evet, dedi"44. Şii müdlifIerden Muhammed Takiy cl-Hakim, bu hadisi Şıanın en büyük delillerinden hiri olarak görmekte ve üzerinde uzun, tahliller yapmaktadır. Ona ve diğer hazı Şii müelliflere göre, bu hadis mütevotirdir. Çünkü Ebl-i Sünnet'ten 39, Şia'dan ise 82 tariki vardır. Bu kadar çok tarikle bize kadar gelişinin sebebi Hz. Peygamber'in bun.u hir çok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır. Veda Haccında, Medine'de Gadir-i Hum'da vs.. Şii müellifin hadisten anladığı özet olarak şudur: 1- Bu hadis Ehl-i Beyt'in masum olduğuna, 2- Ehl-i Beyt'in Kur'an'daıı ayrılmazlığına dehilet eder. Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt birbirinin ayrılmaz müli'ızı- mıdırlar. Çünkii Hz. Peygamber ashabına ikisini birden vasiyet etmiştir. Kur'i'ın, A-llahkclamıdır, hatadan müstağnidir, yani masumdur. Öy'eys,~ onun ayrılınaz bir parçası olan Ehl-i Beyt de masumdur. Böylece iema vaki olmuştur. Bunların her iki",ine birden tutunmak gerekir. Yalmz birisine tutumııak caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber, yalnız birine değil, ikisine birden ~arılmayı emretmiştir. 3- Yine bu hadisten Ehl-i Beyt'in Kıyamet günune kadar Kur'an'myanında olduğu anlaşılıı-. Zamanlar içerisinde' bu ikisinin bulunmadığı bir zaman yoktur45 . Zeyd b. Erkam vefat ettiği zaman. (68/687) !slfım dünyasındaki siyasi hava oldukça karışık idi. Hilafet meseleleriyle ilgili olarak çeşitli görüşler ortaya atılıyordu. Ali ile ilgili olarak bir çok hadisin uydurulması da bu dönemlerde başlamış bulunuyordu. Böyle bir ortamda ravinin daha açıklayıcı sorUlaıla duruma vuzuhiyct kazandırması çok faydalı olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, o günün. müslümanları höyle hir ha diste!l hilafetin Ehl-i Bfyt'e ait olduğunu anlam,yor1ardl. Müslim şarihi Nevevi, ne yazıkki hadisin şerhinde bize tatmin edici bir malılmat vermiyor. Ancak Nevevi'nin vermediği bu değerli malılmatı, az da olsa Tuhfetü'i-Ahvazi'de bulmaktayız. Şarih adı geçen hadısin şerhinde Ehl-i Beyt tabirinin Hz. Peygamber'in zeveclerine de şamil olduğunu heyan ettikten sonra" (aslında Ehl-i Bcyt onlardır. Ali ve 44 Fadailu's-Sahabe" 36. 45 UsUlü 'I-Amme Li')-Fıkhi'l.j\[ukarin s. 167 ve devamı. s. 410 CEMAL SOFUOGLU Fatıma nın evi ayrıdır). Kw:'an'a sarılmak, onunla amcl etmek, emirlerine uymak, nehiyIerinden kaçınmaktır. Ehl.i Beyt'c sarılmHk da onları sevmek, rivayetleri ile amel etmek ve onların yolundan gitmektir"46. demektcd,r. Öyle göriınmektedir ki Hz. Peygamber bu sözleriyle Ehl.i Beyt'ine iyi muamele edilmesini, hoşça davranılmasını istemiştir. Hz. Peygamber'in zevLe1erinin Ehl.i Beyt'e dahilolduğunu hatırdan çıkarmamak ~artiyle. Sakaleyn hadisinin daha meşhur olanbir başka rivayetinde, müslü- manların tutunmatarı gereken şeyin "Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın sünneti47 olduğu belirtilmektedir. Hadis, Sünni bilginler arasında bıı şekliyle şöhret bulmuştur. Bazı kaynakıarda ise sadece "Allah'ın Kitabl"48 lafzı yer almaktadır.
.
|
https://www.islam-tr.net › ... › İslam Tarihi ve Vakıalar
9 Haz 2011 - Gadir-i Hum olayı Ahmed b. Hanbel, Muslim, İbn Mace ve Hakim en-Nisaburi gibi Sunni muhaddislerin naklettikleri hadislerd
.Şii kaynaklarında Gadir-i Hum Hadisesi :
Gadir-u Hum; Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adı (Mu'cemu'l-Buldan, VI, 268)
Başta İsnaaşeriyye İmamiyyesi olmak üzere hemen hemen bütün Şii gruplara göre Peygamber (s.a.v.) Veda haccı dönüşü (18 Zilhicce 10/17 Mart 632) , aslında dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde önemli bir hususu bildirmek maksadıyla burada konaklamış, bu sırada, kendisine indirilen her vahyi tebliğ etmesini emreden, bunu yapmadığı takdirde elçilik görevini yerine getirmiş sayılmayacağını belirten âyet (Maide 67) nazil olmuştur. Kendisinden tebliğ edilmesi istenen ayet şöyledir:
"Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez" (Maide, 67)
Şii alimlere göre bu ayet Ali (r.anh) hakkında nazil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Ali'nin hilâfetidir. (Kuleynî, el-Kâfî, II, 72).
Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.anha)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir (Kuleynî, el-Kâfî, II, 72)
Peygamber bu konuşmasında dünyaya veda etme zamanının yaklaştığına işaret ederek risalet görevini yerine getirip getirmediği hakkındaki kanaatlerini ashabına sormuş, olumlu cevap aldıktan sonra ashabının Allah'a ve âhiret gününe olan İmanını yeniden ikrar ettirmiş ve ardından "sekaleyn hadisi" diye meşhur olan sözlerini söylemiştir:
"Size paha biçilmez iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz".
Rasûl-u Ekram konuşmasını bitirdikten sonra Ali'yi sağ tarafına almış, elini tutub kaldırmış ve şöyle demiş: "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"
Peygamber'in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar sırasıyla gelip Ali'yi tebrik etmişler. Bunların arasında Ebû Bekir, Ömer ve o anda Ali'nin imameti hakkında bir şiir söyleyen Hassan b. Sabit de varmış. Medine'ye hareket edilince yolda, hatta bazılarına göre daha orada, "...Bugün sizin İçin dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin İçin İslâm'ı beğendim..." mealindeki âyet nazil olmuş. (Maide 3)
******
Ehl-i Sunnet Kaynaklarında Gadir-i Hum Hadisesi :
Gadir-i Hum olayı Ahmed b. Hanbel, Muslim, İbn Mace ve Hakim en-Nisaburi gibi Sunni muhaddislerin naklettikleri hadislerde de geçmektedir.
Ahmed b. Hanbel'in naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber bir sefer esnasında Gadir-i Hum denilen yerde konaklamış, öğle namazını kıldırdıktan sonra Hz. Ali'nin elinden tutup, "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allahım, ona dost olana sen de dost ol, ona düşman olana sen de düşman ol!" dedikten sonra Hz. Ömer Hz. Ali ile karşılaşmış ve. "Ey Ali! Sen her muminin mevlâsı oldun" diyerek onu tebrik etmiştir(Musned, IV, 281).
Aynı konuda başka bir rivayet nakleden Ahmed b. Hanbel, hadisin sonunda "Allahım, ona dost olana sen de dost ol, düşmanlık yapana da düşmanlık yap!" şeklinde yer alan kısmın hadise sonradan ilâve edildiğini söyler (Musned, I, 152)
Muslim'in rivayetinde ise Rasul-u Ekrem'in, Mekke ile Medine arasındaki Hum adı verilen bir mevkide yaptığı konuşmada ölümünün yaklaştığına işaret ettiği, ashabına Allah'ın kitabını ve Ehl-i beytini (sekaleyn) bıraktığını belirttikten sonra Allah'ın kitabına sarılmalarını tavsiye ettiği ve Ehl-i beyti konusunda onlara Allah'ı hatırlattığı nakledilmiştir (Muslim, "Fezâ'ilu'ş-şahâbe", 36)
İbn Mâce (Mukaddime, 11) ve Hâkim en-Nîsâbûri de (el-Mustedrek, III, 109) benzer rivayetleri kaydetmişlerdir. Daha sonra Ya'kubi, İbn Kesîr ve Suyûtî gibi muteahhir dönem âlimleri bu rivayetlere eserlerinde yer vermişlerdir.
Şiî geleneğinin zengin ve geniş rivayetlerle ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadir-i Hum olayı İbn Hişam, İbn Sa'd, Taberi gibi ilk devir muelliflerince ya hiç zikredilmemiş, yahut da Rasûl-u Ekrem'in konuşmasına yer verilmeden sadece orada konakladığından söz edilmiştir. Ayrıca bunlann hiçbiri Rasûl-u Ekrem'in sözlerini, Şiîler'in anladığı gibi Hz. Ali'nin imameti ve hilâfeti için bir delil olarak değerlendirmemiştir.
Aslında Şiî geleneğinin bu olay munasebetiyle indirildiğini söylediği âyet (Maide 67) mufessirlerin büyük çoğunluğuna göre çok önce nazil olmuştur.
Esasen bu âyetin, içinde yer aldığı diğer âyetlerle birlikte ele alındığında müslümanlar hakkında değil yahudi ve hıristiyanlar hakkında nazil olduğu ve onların Hz. Peygamber'e bir kötülük yapamayacaklarını ifade ettiği anlaşılır.(Fahreddin er-Râzî. XII, 48-49)
Diğer taraftan Rasûl-u Ekrem'in hadisinde geçen "mevlâ" ve onunla birlikte "velî" kelimeleri "halife" veya "imam" değil; "dost, efendi, arkadaş" mânalarına gelir.
Birçok âyette Allah ve Rasulu'nun muminlere, muminlerin de Allah'a ve birbirlerine dost oldukları ifade edilirken hem velî hem de mevlâ kelimeleri kullanılmıştır. Bu durum birçok hadiste de görülmektedir.(Muhammed Fuad Abdulbâkî, el-Muccem, "velî", "mevlâ" md.leri; Wensinck, el'Mu'cem, "velî", "mevlâ" md.leri)
Bundan dolayı sekaleyn hadislerinde yer alan mevlâ kelimesi âyet ve hadisler çerçevesinde dost olarak anlaşılmalıdır.
Sunnî kaynaklarına göre bu hadis, çeşitli savaşlarda muşrik akrabalarını öldürdüğü için muslumanlar arasında Hz. Ali'ye karşı duyulan antipatiyi gidermek ve en önemlisi, Yemen seferinde (10/631-32)ganimetlerin paylaştırılması sırasında katı davranışları ve beraberindekileri küstürmesi sebebiyle kendisini Hz. Peygamber'e şikâyet edenleri teskin edip muslumanlar arasında kardeşlik ve dostluğun bozulmasını önlemek amacıyla söylenmiştir.( Meselâ Tirmizî, "Menâkıb", 20; İbn Kuteybe, s. 42; İbnu'I-Esîr, V, 228; İbn Hamza el-Huseynî, II, 230)
Hz. Ali'nin torunu Hasan el-Musennâ'ya Rasûl-u Ekrem'in, "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" sözünü söyleyip söylemediği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: "Evet söylemiştir, fakat bununla emirliği kastetmemiştir. Eğer maksadı bu olsaydı daha açık bir ifade kullanırdı, çünkü Rasûlullah muslumanların en fasihidir... Yemin ederim ki Allah ve Rasulu halifelik için Ali'yi seçip muslumanlara idareci yapsalardı ve Ali de bunu yerine getirmeseydi Allah'ın ve Rasulu'nun emirlerini ilk terkeden O olurdu"(Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, s. 185-186, 196)
İbn Teymiye; Gadîru Hum rivayetleriyle ilgili olarak şunları söyler:
"Bu uydurmanın mutevâtir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında Sakîfe gününde, Hz. Ömer'in vefatında, altı kişilik şûrâ teşekkul ettiği zaman ve nihâyet Hz. Osman'ın şehâdetini muteâkib, Hz. Ali hilâfeti üzerine munakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden hiç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması gerekmez miydi? Görüldüğü gibi bu, Rafızilerin uydurmalarından biridir" (İbn Teymiye, Minhâcu's-Sunne, IV, 118).
İbn Kesir ise şunları aktarmıştır :
Zeyd b. Erkam (Ö. 66/689)'ın rivâyet ettiği Gadîr hadîsi şöyledir:
"Rasulullah (s.a.v.) bir gün Mekke ile Medine arasında Hum denilen su başında bize bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde önce Allah'a hamd ve senâ etti, va'z ve nasihatta bulundu, Allah'ı zikretti. Sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, dikkat ediniz. Ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisi ölüm meleği(a.s.)'nin gelmesi yakındır, ben ona icabet edeceğim. Size iki ağırlık (sekaleyn) bırakıyorum. Birincisi, kendisinde hidayet ve nur olan Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabını alınız ve ona sımsıkı sarılınız."
Böylece O Allah'ın kitabına teşvik etti ve ona rağbet ettirdi. Sonra şöyle dedi: "İkincisi, ehl-i beytimdir. Size ehl-i beytim hakkında Allah'ı hatırlatırım." Bu son sözü üç defa tekrar etti. (Nesâi, Hasâis, 15; Ahmed b. Hanbel, Musned, II,114, IV, 367; Dîrimî, Fezâilu's-Kur'an,1).
İbn Kesîr, Hum hadîsinin hemen bütün rivâyetlerini zikretmiş, râvîlerin güvenilir ve zayıf olanlarına işaret etmiştir (İbn Kesîr, es-Sîretu'n-Nebeviyye, IV, 414).
Ehl-i sünnet âlimlerinin. "Ben kimin mevlâsı isem..." hadisinden çıkardığı nihaî sonuç, “Hz. Ali'yi sevmenin veya ona düşman olmanın Rasulullahı (s.a.v.) sevmeye veya ona düşman olmaya yakın bir hüküm taşıdığı yönündedir.”(Mahmud Şukrî el-Âlûsî, s. 161)
Hz. Ali'nin hilâfete başkalarından daha fazla hak sahibi olduğunun delili olarak öne sürülen Gadîr hadîsinin Hulefâ-i Râşidîn döneminde bir tek râvî tarafından bile nakledilmemiş olması, bunun varlığı üzerinde ciddî şüpheler doğurmaktadır. Anlaşılıyor ki, Şiîler daha sonraları Gadîr hadîsi diye yaydıkları bu hadîse bir vurûd sebebi icat etmişlerdir. Bizzat Hz. Ali bile en çok ihtiyaç olan zamanda böyle bir rivâyetten söz etmemiş, aksine beyanları olmuştur.
Meselâ Hz. Peygamber'in hastalığında Ali b. Ebî Tâlib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk, "Ey Ebû Hasan, Rasulullah nasıl oldu?" diye sordular. "Elhamdulillah iyidir" diye cevap verdi. Râvî diyor ki; "Bunun üzerine Abbâs, Ali'nin elinden tutup, "Bana bak, vallâhi sen üç gün sonra köle olacaksın. Allah'a yemin ederim ki, Abdulmuttaliboğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Rasulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi Rasulullah'a gidelim ve bu işin (hilâfet) bize ait olup olmadığını soralım. Eğer bize ait ise bilelim, şayet bize ait değilse Hz. Peygamber bizi vasiyet etsin" dedi.
Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: "Vallâhi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse, kimse onu bize daha sonra vermez" (Buhârî, İsti'zan, 29)
Şiîlerin iddia ettiği gibi Gadîru Hum'da, Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanı olacağı ilân edilmiş ve müslümanların buna uyması emredilmiş bulunsaydı, 100 binden fazla sahabeye bildirilen böyle bir vasiyyetiyle Abbâs (r.a.) dahil bütün sahabelerin öğrenmiş olması gerekirdi. Diğer yandan Hz. Ali ile Abbâs arasında cereyan eden yukarıdaki konuşmanın bir anlamı kalmazdı.
Ancak Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yer alan şekliyle Gadîr'de, Rasulullah (s.a.v.) bir hutbe irâd etmiştir. Orada Hz. Ali ile ilgili sözler söylemiş ve vefatından sonra ehl-i beyte dikkat etmelerini vasiyyet etmiştir. Fakat Sunnî âlimler "Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiilerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar.
İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velîsidir.
Yine Şiilerin bir başka iddiasına göre, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ehl-i beyt dışında samimi muslumanların sayısı 10'u geçmez. Halbuki Gadîr hutbesini 100 bin üzerinde sahabe dinlemiştir.
Bunun manası şudur: "Yüzbinin üzerinde sahabe Hz. Peygamber'in vefatından sonra sözlerinde durmamış ve Hz. Ali'yi hilâfetten mahrum etmek için işbirliği yapmışlardır."
Bu ittifâkın meydana gelme ihtimâlini akıl kabul etmez. Bunda hangi maslahat ve fayda olabilir.
Diğer yandan Gadîru Hum hutbesi, hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbedir. Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arafe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (Mâide 3) ayeti inmiştir.
Bu ayetin, Hz. Muhammed'e (s.a.v.) peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin 67. ayetinden daha önce inmesi mümkün değildir!
Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve 100 bin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir. İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi 67. ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatu'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Muslimîn, Carbondale 1983, . 25, 26).
****
Gadîr-i Hum, Şiî dünyasının 18 Zilhicce'de coşku ile kutladığı bir bayramdır. Buveyhîler'den Muizzuddevle Ahmed b. Buveyh 352'de (963) İrak'ta, Fâtımîler'den Muizzuddevle-Lidînillâh 362'de (973) Mısır'da bu günü resmî bayram ilân etmişlerdir. 18 Zilhicce, günümüzde de halk tarafından İran'da, her biri Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ı temsil eden içleri balla doldurulmuş üç çöreğin bıçaklanması suretiyle kutlanır. Onlara göre bal üç halifenin kanını sembolize eder. 18 Zilhicce Nusayrîler tarafından da son derece önemli bir bayram kabul edilir.
.
https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/gadiru-hum
Şia'nın doğuşu ile ilgili olarak karşılaşılan en önemli mesele Gadîru Hum olayıdır. ... onu inkâr etmeyen, fakat olayı açık olarak ortaya koymayan Sünnî bilginler de ... Cemal Sofuoğlu, Gadîri Hum Meselesi-Ankara Ü. İlâhiyet Fakültesi Dergis
.
GADÎRU HUM
Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerin adı (Mu'cemü'l-Buldân, VI, 268). Burası, Cuhfe'den 2-3 mil mesafede bataklık bir yer olup, bataklığı kesif bir ağaçlık kuşatmaktadır. Şia'nın doğuşu ile ilgili olarak karşılaşılan en önemli mesele Gadîru Hum olayıdır.
Şiî kaynaklara göre, Hz. Peygamber'den sonra hilâfete Hz. Ali'nin daha fazla hak sahibi olduğu Gadîru Hum'da belirlenmiştir. Şia bilginlerinden herhangi birisine ait bir kitabın Gadîr konusuna baktığımızda şu bilgileri bulmamız mümkündür:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Veda Haccı dönüşünde Gadîru Hum'da konaklamış, gruplar memleketlerine dönmeden önce onları toplayarak bir hitâbede bulunmuştur. Bunun sebebi orada nâzil olan şu ayeti tebliğ etmekti: "Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez" (el-Mâide, 5/67). Şiî müelliflere göre bu ayet Hz. Ali hakkında nâzil olmuştur. Ayette tebliğ edilmesi gereken şey, Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe(r.anhâ)den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden Cenâb-ı Hak onu ikaz etmiştir (Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl,115; Tirmizî, Menâkıb, 20; İbn Mâce, Mukaddime, II; H. Neysâbûrî, el-Müstedrek, III,109; Kûleynî, el-Kâfî, II, 72).
Hz. Peygamber Gadîr'de bu ayeti tebliğ ettikten sonra şöyle demiştir:
"Cebrâil (a.s.) bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasîm, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, Allah onu size velî ve İmam olarak tayin etti; ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona karşı çıkan lânetlenecek, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz; Allah mevlânız, Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir" (Vâhidî, Esbabü'n-Nüzûl,115). Yine Şiîlere göre orada Allah Resulu şu hususları ilân etmiştir:
1) O, müslümanlara iki ağırlık (sekaleyn) bıraktığını bildirmiştir. Bunlardan birisi Allah'ın kitabı olup, onun bir tarafı Allah'ın, diğer tarafı ise müslümanların elindedir. İkincisi Hz. Peygamber'in sünnetidir.
2) Hz. Ali'nin elini kaldırarak "Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" demiştir.
3) Resulullah (s.a.s.) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Ali ye yardım edene yardım et; ona düşmanlık edene düşmanlık et".
4) Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, hakkı döndüğü yerden Ali tarafına döndür."
Yukarıda Şiî alimlerin öne sürdüğü ve Gadîru Hum meselesi içinde yer verdiği bu rivâyetleri ehl-i sünnet şu şekilde değerlendirmektedir.
Şiîlerin iddiâsına göre, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ehl-i beyt dışında samimi müslümanların sayısı on'u geçmez. Halbuki Gadîr hutbesini yüzbin'in üzerinde sahâbe dinlemiştir. Bunun anlamı şudur: "Yüzbinin üzerinde sahâbe Hz. Peygamber'in vefatından sonra sözlerinde durmamış ve Hz. Ali'yi hilâfetten mahrum etmek için işbirliği yapmışlardır." Bu ittifâkın meydana gelme ihtimâlini akıl kabul etmez. Bunda hangi maslahat ve fayda olabilir.
Diğer yandan Gadîru Hum hutbesi, hicretin onuncu yılında Zilhiccenin onsekizinci günü Veda Haccı'ndan dönerken okunan bir hutbedir. Aynı yıl Zilhiccenin dokuzuncu günü Arefe günü, "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3) ayeti inmiştir. Bu ayetin, Hz. Muhammed'e peygamberliğin tebliğini emreden, yukarıda meâlini verdiğimiz Mâide suresinin altmış yedinci ayetinden daha önce inmesi mümkün müdür? Dinin tamamlandığını bildiren ayet inmiş ve yüzbin'in üzerinde hacıya tebliğ edilmiştir. İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu Mâide suresi altmışyedinci ayetin daha önce, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tesbit etmişlerdir (Saîd İsmail, Hakîkatü'l-Hılâf Beyne Ulemâi-ş-Şîa ve Cumhûri Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale 1983, . 25, 26).
Gadîru Hum olayını bütünüyle reddeden müelliflere karşılık, onu inkâr etmeyen, fakat olayı açık olarak ortaya koymayan Sünnî bilginler de vardır. Ancak bu bilgilerde Hz. Ali ile ikgili övgü varsa da halife tayin edildiğine dair hiç bir açıklama bulunmamaktadır.
Nesaî bu olaya Alî b. Ebî Talib'in fazîletlerine dair eserinde yer vermiştir. Zeyd b. Erkam'dan nakledilen bu rivâyette "Gadîr" hadîsi ile "Sekaleyn" hadîsi birleştirilmekte ve her ikisinin de Gadîr günü söylenmiş olduğu belirtilmektedir. İbn Mâce de Gadîr hadîsine Sünen'inde yer vermiş, fakat hadîsin söylendiği yerin ismini zikretmemiştir (Nesâî, Hasâis,16; İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, II).
Zeyd b. Erkam (Ö. 66/689)'ın rivâyet ettiği Gadîr hadîsi şöyledir: "Resulullah (s.a.s.) bir gün Mekke ile Medine arasında Hum denilen su başında bize bir hutbe irad etti. Bu hutbesinde önce Allah'a hamd ve senâ etti, va'z ve nasihatta bulundu, Allah'ı zikretti. Sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, dikkat ediniz. Ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisi Azrâil (a.s.)'in gelmesi yakındır, ben ona icabet edeceğim. Size iki ağırlık (sekaleyn) bırakıyorum. Birincisi, kendisinde hidayet ve nur olan Allah'ın kitabıdır. Allah'ın kitabını alınız ve ona sımsıkı sarılınız." Böylece O Allah'ın kitabına teşvik etti ve ona rağbet ettirdi. Sonra şöyle dedi: "Îkincisi, ehl-i beytimdir. Size eh!-i beytim hakkında Allah'ı hatırlatırım." Bu son sözü üç defa tekrar etti. (Nesâi, Hasâis, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II,114, IV, 367; Dîrimî, Fezâilü's-Kur'an,1). İbn Kesîr, Hum hadîsinin hemen bütün rivâyetlerini zikretmiş, râvîlerin güvenilir ve zayıf olanlarına işaret etmiştir (İbn Kesîr, es-Sîretü'n-Nebeviyye, IV, 414).
Yukarıdaki hadîsi naklettikten sonra, Zeyd b. Erkam'a "Hz. Peygamber'in ehl-i beyti kimlerdir. Onun hanımları da ehl-i beytinden midir" diye sorulmuş; Zeyd, "Peygamber'in hanımları da ehl-i beytindendir, fakat onun asıl ehl-i beyti kendisinden sonra sadaka almaları haram olanlardır" demiş ve bunları şöyle sıralamıştır: "Ali ailesi, Âkil ailesi, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 36).
İbn Teymiye Gadîru Hum rivayetleriyle ilgili olarak şunları söyler: "Bu uydurmanın mütevâtir olması bir yana sahih bir isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında Sakîfe gününde, Hz. Ömer'in vefatında, altı kişilik şûrâ teşekkül ettiği zaman ve nihâyet Hz. Osman'ın şehâdetini müteâkip, Hz. Ali hilâfeti üzerine münakaşalar yapıldığı günlerde, sahabeden hiç değilse bir kişinin ortaya çıkıp durumu açıklaması gerekmez miydi? Görüldüğü gibi bu, Rafızilerin uydurmalarından biridir" (İbn Teymiye, Minhâcü's-Sünne, IV, 118).
Müsteşrik Goldziher konuyla ilgili olarak şunları yazar: "...Durum bu olunca, Ali taraftarları onun Peygamber'in doğrudan doğruya tayinine mazhar bulunduğunu göstermeye ma'tuf rivayetler icat edecek ve onları söz sahibi kılacaklardı. Bu niyete cevap olmak üzere vücut bulan Hum hadîsi, Ali fırkası nazariyâtının en sağlam temellerinden birisini teşkil etmektedir. Son derece meşhurdur. Sünnî otoriteler dahi onun sıhhatine itiraz etmemektedirler. Fakat ona başka bir mânâ vererek gerçek hedefinden çevirmiş bulunmaktadırlar" (Goldziher, M. Studient, M. Hatipoğlu'nun basılmamış Tercemesi).
Hz. Ali'nin hilâfete başkalarından daha fazla hak sahibi olduğunun delili olarak öne sürülen Gadîr hadîsinin Hulefâ-i Râşidîn döneminde bir tek râvî tarafından bile nakledilmemiş olması, bunun varlığı üzerinde ciddî şüpheler doğurmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Şiîler daha sonraları Gadîr hadîsi diye yaydıkları bu hadîse bir vürûd sebebi icat etmişlerdir. Bizzat Hz. Ali bile en çok ihtiyaç olan zamanda böyle bir rivâyetten söz etmemiş, aksine beyanları olmuştur. Meselâ Hz. Peygamber'in hastalığında Ali b. Ebî Tâlib onu ziyaretten çıktıktan sonra halk, "Ey Ebû Hasan, Resulullah nasıl oldu?" diye sordular. "Elhamdülillah iyidir" diye cevap verdi. Râvî diyor ki; "Bunun üzerine Abbâs, Ali'nin elinden tutup, "Bana bak, vallâhi sen üç gün sonra köle olacaksın. Allah'a yemin ederim ki, Abdulmuttaliboğullarının yüzünde gördüğüm ölümü Resulullah'ın yüzünde de gördüm. Haydi Resulullah'a gidelim ve bu işin (hilâfet) bize ait olup olmadığını soralım. Eğer bize ait ise bilelim, şayet bize ait değilse Hz. Peygamber bizi vasiyet etsin" dedi. Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: "Vallâhi ben bunu yapamam, eğer Hz. Peygamber'e gider de bunu bize vermezse, kimse onu bize daha sonra vermez" (Buhârî, İsti'zan, 29; Geniş bilgi için bkz. Cemal Sofuoğlu, Gadîri Hum Meselesi-Ankara Ü. İlâhiyet Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, c. XXVI, s. 461-470).
Şiîlerin iddia ettiği gibi Gadîru Hum'da, Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanı olacağı ilân edilmiş ve müslümanların buna uyması emredilmiş bulunsaydı, yüz binden fazla sahabe önünde cereyan eden böyle bir vasiyyetiyle Abbâs (r.a.) dahil bütün sahabelerin öğrenmiş olması gerekirdi. Diğer yandan Hz. Ali ile Abbâs arasında cereyan eden yukarıdaki konuşmanın bir anlamı kalmazdı. Ancak Ehl-i Sünnet kaynakla'rında da yeralan şekliyle Gadîr'de Resulullah (s.a.s.) bir hutbe irâd etmiştir. Orada Hz. Ali ile ilgili sözler söylemiş ve vefatından sonra ehl-i beyte dikkat etmelerini vasiyyet etmiştir. Fakat Sünnî âlimler "Ben kimin mevlâsı ise.m Ali'de onun mevlâsıdır" gibi sözleri Şiîlerden farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. İbn Kuteybe bu konuda şöyle diyor: "Hz. Peygamber her müslümanın velîsidir. Velayet Hz. Peygamber'le müminler arasında olduğu gibi, müminlerin kendi aralarında da olur. Hz. Peygamber'in Ali ile olan münâsebeti de böyledir. Ayrıca mü'minlerin bazıları bazılarının velîleridirler" (et-Tevbe, 9/717). Velî ve mevlâ kelimeleri arasında bir fark yoktur. Bu da Hz. Ali'ye bir üstünlük sağlamaz. Bu konu ile ilgili birçok ayet vardır (et-Tahrîm, 66/4 et-Tevbe, 9/71; el-Bakara, 2/247; Yunus, 10/62). Hz. Peygamber benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabeler hakkında da söylemiştir. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh için "Bu ümmetin emînidir" buyurmuştur. Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüşe göre, müslümanların Hz. Ali'yi sevmesi Hz. Peygamber'i sevmesi gibi farz; O'na düşman olmak da Hz. Peygamber'e düşman olmak gibi haramdır. Bu, ehl-i beytin görüşüne de uygundur (Abdulaziz Dehlevî, Muhtasaru't Tuhfeti'l-İsnâ Aşeriyye, 161).
Hamdi DÖNDÜREN
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
https://velayet.wordpress.com/.../m-islamoglunun-gadiri-hum-ile-ilgili-soruya-verdigi...
24 Eki 2013 - ehli sünnet forumlarından birinde gezinirken Gadiri hum hadisesi .... Gadiri Hum ile uzaktan yakından il
.BİSMİLLAHİR RAHMANİR RAHİM
HAMD OLSUN ALEMLERİN RABBİNE
VE SELAM OLSUN MEVLAMIZ MUHAMMEDE VE TERTEMİZ EHLİ BEYTİNE
ehli sünnet forumlarından birinde gezinirken Gadiri hum hadisesi hakkında Mustafa İslamoğlu’na sorulan bir soru ve mezkur şahsın buna verdiği cevabın paylaşıldığını gördüm ve bu cevaba bir cevap verilmesinin gerekli olduğunu düşündüğüm için o forumda kendi cevabımı verdim. faydalı olacağı düşüncesi ile buraya aktarıyorum. Mustafa İslamoğlu’nun konu hakkındaki sözlerini şuradan göre bilirsiniz, bkz: http://www.mustafaislamoglu.com/731_Kadir-i-Hum-hadisesi.html
Aziz mü’min, Kadir-i Hum’un nesini soruyorsunuz.
aziz hocam, olmadı böyle. sizin azarlıyormuşcasına “nesini soruyorsun” diyeceğiniz yerde sizden bir şey öğrenmek isteyen şahsa doğru düzgün ve İslam’ın emrettiği eşkilde cevap vermeniz gerekmiyor mu? Rasulullah s.a.a’e bir şey sorulduğunda “aa, bunun nesini soruyorsun be adam” mı diyordu yoksa her kesin anlayacağı şekilde ve defalarca yorulmadan açıklamam mı yapıyordu? dolayısı ile bu tavır size yakışmadı, üzerinize düşen Emevi taassubu ile değil, Rasulullah s.a.a’in sünneti ile cevap vermekti.
Eğer orada Efendimiz ehl-i beyti kanatları altına almış mıdır?” diyorsanız, evet tarih gösteriyor ki orada böyle bir olay yaşanmıştır. Eğer bundan Hz. Ali’yi yerine halife/vasi seçtiği sonucu çıkar mı diyorsanız. Asla ve kata çıkmaz.
1. Peygamberlik saltanat gibi babadan oğula, babadan damada geçen bir şey değildir.
hocam gerçekten ilginç ve çelişik bir cevap vermişsiniz. ilginç olan yanı hilafetin inkarını -hatta açık nassa karşı bile- kendi yanınızdan kurguladığınız bir teoriye dayandırmışsınız. diyorsunuz ki, “böyle olmaz, olsa bu saltanat olur.” değerli hocam, Allah c.c Hz. İbrahim a.s’ın soyundan arka arkaya peygamberler seçince bu “saltanat” olmuyorda Rasulullah s.a.a’in soyundan imamlar seçince bu saltanat mı oluyor? gerçekten ilginç bir yaklaşım, bu konuda imam Bakır a.s’dan bir hadis biliyorum, onu paylaşmam yerinde olacaktır.
Sikatul İslam (İslam’ın güvenci) Şeyh Kuleyni r.a Ehli Beyt a.s mektebinin ilim hazinesi olan “el-Kafi”de şöyle rivayet eder:
علي بن إبراهيم، عن أبيه، عن محمد بن أبي عمير، عن عمر بن اذينة، عن بريد العجلي عن أبي جعفر (عليه السلام) في قول الله تبارك وتعالى: ” فقد آتينا آل إبراهيم الكتاب والحكمة وآتيناهم ملكا عظيما ” قال: جعل منهم الرسل والانبياء والائمة فكيف يقرون في آل إبراهيم (عليه السلام) وينكرونه في آل محمد؟! (صلى الله عليه وآله) قال: قلت: ” وآتيناهم ملكا عظيما “؟ قال: الملك العظيم أن جعل فيهم أئمة، من أطاعهم أطاع الله، ومن عصاهم عصى الله، فهو الملك العظيم
Ali b. İbrahim bana babasından, o Muhammed b. Ebi Umeyr’den, o Ömer b. Uzeyne’den, o Büreyd el-İcli’den, o da Ebu Cafer (imam Muhammed el-Bakır a.s)‘dan Allah Tebareke ve Teala’nın “İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk de verdik.” (Nisa, 54) kavli hakkında anlattı, dedi ki: “Allah onlardan resuller, nebiler ve imamlar göndermiştir. Ama şu insanlara ne oluyor ki, İbrahim a.s’ın soyu için böyle bir özelliği kabul ediyorlar, buna karşılık Muhammed s.a.a’nin soyu söz konusu olunca inkar ediyorlar?” Dedim ki: “«Onlara büyük bir mülk de verdik.» ifadesinin anlamı nedir?” imam a.s dedi ki: “Büyük mülk, imamlık yetkisini onlara vermesidir. Kim onlara itaat ederse, ALLAH’a itaat etmiş, kim de onlara isyan ederse, Allah’a isyan etmiş olur. İşte büyük mülk budur.”
Kuleyni r.a, “el-Kafi”, 1/206, Hüccet kitabı, bab 16, hadis 5
yani burada neyin saltanat olup neyin salatanat olmadığını belirlemek sizin tekelinizde mi? böyle boş sözler ve şahsi düşünceler, çarpık yorumlar yerine gelin nasslara bakalım. bu olay nasıl oldu? Rasulullah s.a.a “Ben mü’minlere, kendi nefislerinden evla değil mi yim?” diye sordu mu? evet, sordu ve bizde Kur’an’ın açık nassı ile biliyoruz ki, Rasulullah s.a.a her bir müslümana kendi nefsinden daha evladır, işte ayet:
النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ
Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır.
Ahzab suresi 6-cı ayet
yani Rasulullah s.a.a’in sorduğu soru zaten Kur’an’ın nassı ile sabit, maksat ise orada bulunanlardan ikrar almak. ne diyor orada bulunanlar “evet ya Rasulullah!” diyorlar ve bu soru cevap 3 defa tekrar ediliyor. sonra ne oluyor? Rasulullah s.a.a Hz. Ali a.s’ın elini kaldırıp:
فَهَذَا وَلِيُّ مَنْ أَنَا مَوْلَاهُ اللَّهُمَّ وَالِ مَنْ وَالَاهُ اللَّهُمَّ عَادِ مَنْ عَادَاهُ
ben kime kendi nefsinden daha evla bu da onun mevlasıdır. ALLAHım ona dost olan dost, düşman olana düşman ol.
diyor. görüyoruz ki, Rasulullah s.a.a sahabeye 3 defa tekraren soru cevap yaptıktan ve onlarda her defasında ikrar ettikten sonra aynı hususu Hz. Ali a.s için sabit ediyor. peki siz nasıl oluyorda olayı genel olarak tasdik edip, özel olarak bu kısmıı geçiştiriyorsunuz?
cevabınızın çelişik olan tarafı ise, bu olayda hilafeti inkar için ortaya attığınız “saltanat”, “kayırma” ve s. gibi düşüncelerinizi “orada Efendimiz ehl-i beyti kanatları altına almıştır” derken unutmuş olmanız. yani hilafete atayınca hemen “saltanat”, “kayırma” ve s. olyuyor ama insanları onları sevmeğe davet edince hayır öyle mi?
2. Peygamberlerin mirası risalettir. Risalet mirasının varisi ümmettir. Ne Ali’dir ne Ebubekir’dir, ne şudur ne budur.
alınmayın hocam ama bu birazda yahudi mantığına benzemektedir. “niye Yusuf? hepimiz İbrahim çocukları değil miyiz? dolayısı ile O değil hepimiz”
3. Sünnilerin hilafette efdaliyyet düşüncesini de Şiilerin vesayet ve velayet düşüncesini de Kur’an’a mutabık görmüyorum.
hocam, maalesef bu gibi meseleler sizin, benim veya bir başkasının katılıp katılmamasına bağlı değildir, bu gibi meseleler nasslara bağlıdır.
4. Bu konuda Kur’an’ın sözü liyakat ve ehliyettir: “ALLAH emanetleri ehline vermenizi emreder.” Nokta.
evvela bu ayet her konuyu kapsamamaktadır, örnek verecek olursak: mesela ALLAH c.c bir peygamber veya bir kral tayin ettiğinde birileri bu ayete dayanarak “sen ehli değilsin, biz bu işin ehliyiz” diyerek onu reddedebilirler mi? mesela Hz. Talut a.s’ı inkar eden yahudiler gibi?
saniyen, hatta bu ayeti delil olarak sunmanız bile sizin aleyhinizedir. zira her kesin bilip kabullendiği üzere imam Ali a.s ve diğer Ehli Beyt imamlarında a.s olan ilim kimsede olmamıştır, bkz: imamlar a.s’ın ilmi
binaenaleyh, sizin getirdiğiniz bu delil gereğince bu iş ehli olan imam Ali a.s’ın hakkıdır, inteha (bitti).
5. Bu konu 1400 yıldır tartışma ve çatışma meselesi olmuş. Bir 1400 yıl daha tartışılsa hiçbir şey çıkmaz. Bu konuları bırakıp da ALLAH’a layık kul Peygambere layık ümmet olalım derim.
hocam affııza sığınıyorum ama 1400 yıldır bu konun çatışma konusu olmasının sebebi onun aslının olup olmadığından değil, birilerinin açık nasslara değil kendi akıllarından ortaya koydukları bir takım tezlerin olmasıdır. mesela sizin yukarıda yapmış olduğunuz gibi.
Kadir-i Hum rivayetleri, mezhepçilik uğruna istismar edilmiştir. Bu konuda olan bitenin aslı nedir?
gerçekten merak ediyoruz bu olayı istismar eden kimlerdir? sünniler mi yoksa şiiler mi? eğer şiilerse -ki, muhtemelen hocamız onları kastediyor- o zaman Gadiri Hum hadisinin geçtiği sünni kaynaklara ne diyeceğiz? bunlar öyle bilinmedik, uyduruk kaynaklar değildir aksine sünniliğin en önemli kaynaklarıdır ve sünnilerin hadis ve rical alimleri de bu kaynaklarda geçen hadislerin sıhhatini onaylamıştırlar. “Süneni ibni Mace” kitabı, Nesai’nin “Hasais”, “Sünen el-Kubra”, “Fedail es-Sahabe” kitapları, Ahmed b. Hanbel’in “Müsned” ve “Fedail es-Sahabe” kitapları, Hakim’in “Müstedrek” kitabı ve diğerleri, bkz: Gadiri Hum hadisi
Şia kaynaklarında da olay sırf bu şekilde anlatılmaktadır. bu olay hem en güvenilir sünni kaynaklarında ve hemde şia kaynaklarında bu kadar çok sened ile rivayet edilmiştir ve şu gerçek ki, tüm bunları “istismar” olarak lanse etmeğe çalışmak acizlik, çaresizliktir. faraza şiiler olayı “istismar” etmekte yani olduğundan farklı olarak rivayet etmektedirler. çünkü karşı tarafın iddasına göre şia imamet inancını pekiştirmeğe çalışmaktadır ama peki ya sünnilere ne oluyor? imamete inanmayan sünnilerde mi Gadiri Hum olayını istismar etmiş ve olduğundan farklı şekilde aktarmıştırlar? eğer söylemeğe çalıştığınız bu ise o zaman değerli hocam, siz tüm akaid, fıkh, tefsir, sünnet ve siyeri de inkar etmelisiniz. çünkü sadece sünni kaynaklarında bile bu Gadiri Hum hadisinin senedi o kadar çoktur ki, akide, fıkıh, tefsir, sünnet ve siyer adına rivayet edilmiş olan hiç bir konuda bu kadar çok sened ile ikinci bir hadis rivayet edilmiş değildir. şimdi, eğer bu kadar çok sened ile gelen bir hadis (Gadiri Hum) uydurma, çarpıtma ve s. ise o zaman bu hadisten daha az sened ile gelen diğer konularda uydurma ve çarpıtmadır.
Şu aşağıdaki rivayet, hikayenin şahsen beni tatmin eden versiyonudur. Bundan öte kem nasıl inanmak istiyorsa öyle inanır.
hocam, maalesef yine yanlış bir tutum içerisindesiniz. bizim işimiz -eğer gerçekten istediğimiz sadece Allah ve Rasulü’nün getirdiğine teslimiyyet ise- bizi tatmin edenlere inanmak değildir. eğer böyle bir tutum içerisinde olursak o zaman her kes “beni tatmin eden şudur” diye bilecektir ve bu bir konu hakkında onlarca inancın olmasını meşrulaştıracaktır. bizim işimiz, hangi olay olursa olsun bizi tatmin edeni değil, biz sevmesek bile, kabullenmek istemesek bile doğru olan hangisi ise onu kabullenmektir.
İşte işin aslını veren rivayet:
Hz. Ali Yemen’den ganimetlerle döner. Orada elde ettiği ganimetlerden beşte biri ayırır. Yerine Bureydetu’l-Eslemi’yi vekil bırakarak kendisi ordusundan önce Mekkmae’ye vasıl olur. Hz. Peygamber’le buluşur. Bir süre sonra Mekke’ye giren ordunun beytülmal için ayırdığı elbiseleri aralarında paylaşıp giydiğine şahit olur. Vekiliyle şiddetli bir münakaşaya girişir. Hz. Peygamber bu tartışmada Hz. Ali’nin yanını tutar. “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” sözünü bu münasebetle söylemiştir. (Ahmet b. Hanbel) Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet üzerine, s. 204 vd.
hocam acaba sizin nezdinde hangi karine bu rivayetin “işin aslını veren rivayet” olmasına dalalet ediyor? bir tarafta hem şia ve hemde sünni kaynaklarında değişik onlarca sened ile gelen hadis, diğer tarafta ise sadece sünni kaynaklarda ve sadece bir sened ile gelen bir hadis. nasıl oluyorda onlarca sened ile hem şia ve hemde sünni kaynaklarda geçenler “işin aslını veren rivayet” olmuyorda buna karşın sadece sünni kaynaklı ve sadece tek senedi olan hadis “işin aslını veren rivayet” oluyor? kaldı ki, sizin bu sözünü ettiğiniz hadisin Gadiri Hum ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. zira, Gadiri Hum olayı Veda haccı senesinde yani hicri 10-cu yılda olmuştur, imam Ali a.s Yemenden ve Nebi s.a.a de Medineden Mekke’ye gelmiştirler, dönüşte tebliğ ayetinin nüzulu sonrasında Cuhfede Nebi s.a.a hutbe irad etmiş ve daha sonra ikmal ayeti nazil olmuştur. en son olarak tüm müslümanlar birlikte Medine’ye dönmüştürler. sizin aktardığınız şikayet olayı ise hicri 8-ci yılda imam Ali a.s’ın Yemen seferi sırasında olmuştur. ve bu sefer sonrasında imam Ali a.s ve merinde olan askerler Medine’ye gelmişler ve askerlden bazılarının imam a.s’ı Nebi s.a.a’e şikayet etmeleri üzerine hadise vuku bulmuştur. siz hicri 8-ci yılda vuku bulan şikayet olayını hicri 10-cu yılda vuku bulan Gadiri hum olayı gibi sunarak neyi elde etmeğe çalışıyorsunuz?
Gadiri Hum hadisi sünni kaynaklarında | حديث غدير خم في كتب أهل السنة
BİSMİLLAHİR RAHMANİR RAHİM
HAMD OLSUN ALEMLERİN RABBİNE
VE SELAM OLSUN MEVLAMIZ MUHAMMEDE VE TERTEMİZ EHLİ BEYTİNE
Gadiri Hum hadisi avamından alimine tüm müslümanların bildiği, üzerinde hiç bir şüphe olmayan ve ahmaklar hariç kimsenin inkar edemeyeceği mütevatir bir hadistir. bu olay Rasulullah s.a.a’in veda haccını bitirip Medine’ye döndüğü zaman Cuhfe denen yerde yaşanmıştır. burada Allah c.c Rasulü s.a.a’e Tebliğ (Maide 67) ayetini indirmiş ve kendisine bildirileni tebliğ etmesini emretmiş, bunun üzerine Rasulullah s.a.a Gadiri Hum hutbesini irad etmiş, sahabeler Hz. Ali’yi tebrik etmiş ve nihayet İkmal (Maide 3) ayeti nazil olmuştur. inşaAllah bu çalışmamızda hadisin geçtiği sünni kaynakları, hadisin kendilerinden rivayet edildiği sahabeleri ve hadisin sıhhat durumu hakkında sizlere bilgi vereceğiz.
1. imam Ali a.s hadisi: ehli sünnet muhaddislerinden Ahmed, ibni Ebu Asim, Nesai, ibni Hacer ve başkaları bu hadisi değişik senedlerle imam Ali a.s’dan rivayet etmiştirler.
resimde gördüğünüz ehli sünnet muhaddislerinden ibni Hacer el-Askalani’nin “Metalibul Aliyye” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
وَقَالَ إِسْحَاقُ : أَخْبَرَنَا أَبُو عَامِرٍ الْعَقَدِيُّ ، عَنْ كَثِيرِ بْنِ زَيْدٍ ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عُمَرَ بْنِ عَلِيٍّ ، عَنْ أَبِيهِ ، عَنْ عَلِيٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، قَالَ : إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم حَضَرَ الشَّجَرَةَ بِخُمٍّ ، ثُمَّ خَرَجَ آخِذًا بِيَدِ عَلِيٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ : أَلَسْتُمْ تَشْهَدُونَ أَنَّ اللَّهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى رَبُّكُمْ ؟ قَالُوا : بَلَى ، قَالَ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وسَلَّمَ : أَلَسْتُمْ تَشْهَدُونَ أَنَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أَوْلَى بِكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ ، وَأَنَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أَوْلِيَاؤُكُمْ ؟ فَقَالُوا : بَلَى قَالَ : فَمَنْ كَانَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ مَوْلاَهُ ، فَإِنَّ هَذَا مَوْلاَهُ ، وَقَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا إِنْ أَخَذْتُمْ بِهِ لَنْ تَضِلُّوا : كِتَابُ اللَّهِ تَعَالَى ، سَبَبُهُ بِيَدِهِ ، وَسَبَبُهُ بِأَيْدِيكُمْ ، وَأَهْلُ بَيْتِي
İshak dedi ki: Ebu Amr bana Kesir b. Ziyad’dan, o Muhammed b. Ömer’den, o babası Ömer b. Ali’den, o da Ali b. Ebu Talib’den haber verdi, dedi ki: «Rasulullah s.a.a Gadiri Hum’da benim elimden tuttu ve dedi ki: “Allah Teala’nın sizin Rabbiniz olduğuna şehadet ediyormusunuz?” dediler ki: “evet ya Rasulullah.” Rasulullah s.a.a dedi ki: “Allah ve Rasulü’nün sizlere kendi nefislerinizden daha evla olduğuna şehadet ediyormusunuz? ve Allah ve Rasulü’nün sizin veliniz olduğuna?” dediler ki: “evet ya Rasulullah.” Rasulullah s.a.a şöyle buyurdu: “Allah ve Rasulü kimin mevlasıya bu (Ali) da onun mevlasıdır. ve ben size iki emanet bırakıyorum ki, onlara sarıldıkca asla sapmayacaksınız, Allah Tealanın Kitabı ve İtretim Ehli Beytim.”
hadisten sonra ibni Hacer diyor ki:
هَذَا إِسْنَادٌ صَحِيحٌ
bu isnad sahihtir.
ibni Hacer, “Metalibul Aliyye”, 16/142, hadis 3943
sünnilerin bir başka hadis alimi olan Busayri de bu hadisi kendi kitabında aktardıktan sonra hadis hakkında diyor ki:
رواه إسحاق بسند صحيح
İshak sahih isnad ile rivayet etmiştir.
Busayri, “İthaful Hiyartul Mahara”, 7/210
imam Ali a.s’dan gelen bir başka Gadiri Hum hadisini ise Nesai ile Ahmed rivayet etmiştir ki, burada imam Ali a.s bu hadis için sahabeleri şahitliğe davet etmiş ve onlardan bir çok sahabe buna şehadet getirmiştir.
resimde gördüğünüz ehli sünnetin büyük imamı, kutubi sitte imamlarından Nesainin “Hasais” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
أخبرنا احمد بن شعيب قال : أخبرني هارون بن عبد الله البغدادي الحبال ، قال : حدثنا مصعب بن المقدام ، قال : حدثنا فطر بن خليفة ، عن ابي الطفيل وأخبرنا أبو داود قال : حدثنا محمد بن سليمان ، حدثنا فطر عن ابي الطفيل ، عن عامر بن وائلة قال : جمع علي الناس في الرحبة فقال لهم : انشد بالله كل امرئ مسلم سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول : يوم غدير خم : ألستم تعلمون اني اولى المؤمنين من انفسهم وهو قائم ثم اخذ بيد علي فقال : من كنت مولاه فعلي مولاه ، اللهم وال من والاه وعاد من عاداه . قال أبو الطفيل : فخرجت وفي نفسي منه شئ فلقيت زيد بن ارقم واخبرنا فقال : تشك أنا سمعته من رسول الله صلى الله عليه وسلم واللفظ لابي داود
bana Harun b. Abdullah el-Bağdadi haber verdi, dedi ki: bana Musab b. Mikdadm anlattı, dedi ki: Fıtr b. Halife bana Ebu Tufeyl’den anlattı ve bana Ebu Davud haber verdi, dedi ki: bana Muhammed b. Süleyman anlattı, dedi ki: Fıtr bana Ebu Tufeyl Amr b. Vasile’den anlattı, dedi ki: Ali insanları Rahbe’de bir yere topladı ve onlara dedi ki: «Allah için aranızda Rasulullah s.a.a’in Gadiri Hum günü ayakta, benim elimden tutmuş halde “ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim? ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” dediğini duyan bir müslüman var mı?» (ravi) Ebu Tufeyl dedi ki: «ben nefsimde bir şey (kuşku) olduğu halde oradan ayrıldım ve Zeyd b. Erkam’ın yanına gelip ona anlattım, o dedi ki: “buna şüphe mi ediyorsun? ben bunu Rasulullah s.a.a’den duydum.”»
أخبرنا احمد بن شعيب ، قال : اخبرنا الحسين بن حريث المروزي ، قال : اخبرنا الفضل بن موسى ، عن الاعمش ، عن ابي اسحاق عن سعيد بن وهب قال : قال علي كرم الله وجهه في الرحبة : أنشد بالله من سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يوم غدير خم يقول : ان الله ورسوله ولي المؤمنين ، ومن كنت وليه فهذا وليه ، اللهم وال من والاه وعاد من عاداه ، وانصر من نصره . قال : فقال سعيد : قام إلى جنبي ستة ، وقال زيد بن يثيع : قام عندي ستة ، وقال عمرو ذي مر : احب من أحبه وأبغض من أبغضه وساق الحديث . رواه اسرائيل عن اسحاق عن عمرو ذي مر
bana Hüseyin b. Haris haber verdi, dedi ki: Fudeyl b. Musa bana Ameş’den, o Ebu İshak’dan, o da Said b. Veheb’den haber verdi, dedi ki: Ali k.v Rahbede dedi ki: «Allah için sizlerden kim Rasulullah s.a.a’in Gadiri Hum günü “Allah ve Rasulü müminlerin velisidir ve ben kimin velisi isem bu (Ali) de onun velisidir. Allahım! onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol ve ona yardım edene yardım et.” dediğini duydu?» Said b. Veheb dedi ki: “benim yanımdan 6 kişi kalktı.” ve Zeyd b. Yüsey dedi ki: “benim yanımdan da 6 kişi kalktı.”
أخبرنا احمد بن شعيب ، قال : اخبرنا علي بن محمد بن علي ، قال : حدثنا خلف بن تميم ، قال : حدثنا اسرائيل ، قال : حدثنا ابو اسحاق ، عن عمرو ذي مر قال : شهدت عليا بالرحبة ينشد اصحاب محمد : أيكم سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول يوم غدير خم ما قال ؟ فقام اناس فشهدوا انهم سمعوا رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول : من كنت مولاه فعلي مولاه ، اللهم وال من والاه ، وعاد من عاداه ، واحب من احبه ، وابغض من ابغضه ، وانصر من نصره
bana Ali b. Muhammed b. Ali haber verdi, dedi ki: baa Halef b. Temim anlattı, dedi ki: bana İsrail anlattı, dedi ki: Ebu İshak bana Amr Zimur’dan anlattı, dedi ki: Ali’nin Rahbe’de Muhammed s.a.a’in ashabına yemin vererek şöyle dediğini gördüm: «hanginiz Gadiri Hum günü söylediklerini duydunuz?» bunun üzerine insanlar kalkarak Rasulullah s.a.a’in “ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. onu seveni sev ve ona buğz edene buğz et. ona yardım edene yardım et.” dediğini duyduklarına şehadet ettiler.
أخبرنا يوسف بن عيسى ، قال : أخبرنا الفضيل بن موسى قال : حدثنا الاعمش ، عن ابي اسحاق ، عن سعيد بن وهب ، قال : قال علي رضي الله عنه في الرحبة : أنشد بالله من سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يوم غدير خم يقول : الله وليي وانا ولي المؤمنين ، ومن كنت وليه فهذا وليه ، اللهم وال من والاه وعاد من عاداه وانصر من نصره ، فقال سعيد : إلى جنبي ستة ، وقال حارثة بن نصر : قام ستة ، وقال زيد بن يثيغ : قام عندي ستة ، وقال عمرو ذو مر : أحب من أحبه وابغض من أبغضه
bana Yusuf b. İsa haber verdi, dedi ki: bana Fudeyl b. Musa haber verdi, dedi ki: Ameş bana Ebu İshak’dan, o da Said b. Veheb’den anlattı, dedi ki: Ali k.v Rahbede dedi ki: «Allah için sizlerden kim Rasulullah s.a.a’in Gadiri Hum günü “Allah ve Rasulü müminlerin velisidir ve ben kimin velisi isem bu (Ali) de onun velisidir. Allahım! onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol ve ona yardım edene yardım et.” dediğini duydu?» Said b. Veheb dedi ki: “benim yanımdan 6 kişi kalktı.” Haris b. Nasr dedi ki: “benim yanımdan da 6 kişi kalktı.” ve Zeyd b. Yüsey dedi ki: “benim yanımdan da 6 kişi kalktı.”
Nesai, “Hasais”, sayfa 81-82, hadis 88; sayfa 85-86, hadis 93-93; sayfa 119-120, hadis 151
hadisi Ahmed b. Hanbel “Müsned”, 4/379, hadis 19321‘de ve “Fedail es-Sahabe”, 2/849,hadis 1167‘de Ebu Tufeyl r.a’dan rivayet etmiştir. hadisin sıhhatine gelince, Nesai ve Ahmed’in senedlerindeki tüm raviler sika (güvenilir), isnadlar muttasıldır. Nesai’nin “Hasais” kitabının muhakkiki Ebu İshak el-Huveyni yukarıda eklediğim resimlerde de olduğu gibi hadislerin sahih olduğunu söylemiştir. aynı şekilde Ahmed b. Hanbel’in “Müsned” kitabının muhakkiki Şuayb el-Arnaut hadis hakkında diyor ki:
تعليق شعيب الأرنؤوط: إسناده صحيح رجاله ثقات رجال الشيخين غير فطر بن خليفة فمن رجال أصحاب السنن وروى له البخاري مقرونا
Şuayb el-Arnaut: isnadı sahih, ricalleri Fatr b. Halef hariç sikattan (güvenilirlerden), Buhari ve Müslimin ricallerindendir ki, o da Sünen ashabnının ricalindendir.
Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, 4/379, hadis 19321
yine Ahmed b. Hanbel’in diğer kitabı “Fedail es-Sahabe”nin muhakkiki Vasiyullah b. Muhammed Abbas diyor ki:
إسناده حسن
isnadı hasen
Ahmed b. Hanbel, “Fedail es-Sahabe”, 2/849,hadis 1167
sünni hadis ve tefsir alimi olan ibni Kesir de bu hadisi “el-Bidaye ven-Nihaye” adlı kitabında hadisi Nesai’den naklen rivayet ettikten sonra hadis hakkında diyor ki:
وهذا إسناد جيد
ve bu sened ceyyid (güzel)‘dir.
ibni Kesir, “el-Bidaye ven Nihaye”, 7/671
nasibilerin son dönem muhaddislerinden olan el-Elbani de hadis hakkında diyor ki:
أخرجه أحمد (4/370) و ابن حبان في “صحيحه” (2205 – موارد الظمآن) و ابن أبي عاصم (1367 و 1368) و الطبراني (4968) و الضياء في “المختارة” (رقم – 527 بتحقيقي) . قلت: و إسناده صحيح على شرط البخاري . و قال الهيثمي في “المجمع” (9/1044): رواه أحمد و رجاله رجال الصحيح غير فطر بن خليفة و هو ثقة
(bu hadisi) Ahmed, ibni Hibban “Sahih”te, ibni Ebi Asim, Taberani ve (Busayri) “Muhtara”da rivayet etmiştir. (ben el-Elbani) derim ki: hadisin isnadı Buharinin şartlarına göre sahihtir ve Heysemi “Mecmeuz Zevaid”de rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: “Ahmed rivayet etmiştir, Fatr b. Halef hariç ricalleri “Sahih”in ricalleridir ki, o da güvenilirdir”
el-Elbani, “Silsileti ahadis es-Sahiha”, 4/331
bu sahih hadisten gördüğümüz üzere imam Ali a.s kendisi bu rivayeti aktarıp sahabelerden şehadet etmelerini istemektedir. 4-cü rivayette olduğu gibi sahabeden 18 kişi ve 1-ci rivayette olduğu gibi sahabe Zeyd b. Erkam r.a bunu Rasulullah s.a.a’den duyduklarına şehadet etmiştirler ki, bunu da sahabe Ebu Tufeyl rivayet etmektedir. bu ise 21 sahabenin (imam Ali, Zeyd b. Erkam, Ebu Tufeyl ve 18 kişi) Gadiri Hum hadisini aktardığını göstermektedir ki, bu Gadiri Hum hadisinin tevatürünün ıspatı için yeterlidir.
2-3. Ebu Tufeyl ve Zeyd b. Erkam hadisi: yukarıda aktardığımız hadislerde imam Ali a.s’ın sözüne Zeyd b. Erkam’ın şehadet ettiğini ve bunu da Ebu Tufeyl’in rivayet ettiğini zaten görmüştük. burada ise bu 2 sahabeden r.a gelen diğer hadisleri paylaşacağız.
resimde gördüğünüz ehli sünnetin büyük imamı, kutubi sitte imamlarından Nesainin “Hasais” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
أخبرنا محمد بن المثنى قال ثنا يحيى بن حماد قال ثنا أبو عوانة عن سليمان قال ثنا حبيب بن أبي ثابت عن أبي الطفيل عن زيد بن أرقم قال: لما رجع رسول الله صلى الله عليه وسلم عن حجة الوداع ونزل غدير خم أمر بدوحات فقممن ثم قال: «كأني قد دعيت فأجبت، إني قد تركت فيكم الثقلين أحدهما أكبر من الآخر كتاب الله وعترتي أهل بيتي فانظروا كيف تخلفوني فيهما فإنهما لن يتفرقا حتى يردا علي الحوض» ثم قال: «إن الله مولاي وأنا ولي كل مؤمن» ثم أخذ بيدي علي فقال: «من كنت وليه فهذا وليه، اللهم وال من والاه وعاد من عاداه»
bana Muhammed b. Müsenna haber verdi, dedi ki: bana Yahya b. Hammad anlattı, dedi ki: Ebu Avane bana Süleyman’dan anlattı, dedi ki: Habib b. Ebi Sabit bana Ebu Tufeyl’den, o da Zeyd b. Erkam’dan anlattı, dedi ki: «Rasulullah s.a.a veda haccından dönüp Gadir Hum denilen mevkide konakladığında, gölgelik ağaçların altının süpürülüp temizlenmesini emretti. Temizlik yapıldıktan sonra şöyle buyurdu: “Sanki davet edilmiş ve davete icabet edecek ğibiyim! Sizlere birisi diğerinden daha büyük iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Allah’ın Kitabı ve İtretim, Ehli Beytim. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Çünkü onlar, havuz başında benimle kavuşana dek birbirlerinden asla ayrılmayacaklar!” sonra dedi ki: “Şüphesiz, Allah benim mevlam, ben de bütün müminlerin velisiyim.” Daha sonra Ali’nin elinden tutarak dedi ki: “Ben kimin mevlası isem, bu da onun mevlasıdır! Allah’ım! Onu seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol!”»
فقلت لزيد: سمعته من رسول الله صلى الله عليه وسلم؟ قال: ما كان في الدوحات رجل إلا رآه بعينه وسمعه بإذنه
Ebu Tufeyl dedi ki: Zeyd’e “Bunu Allah’ın Rasulü’nden s.a.a gerçekten duydun mu!?” diye sorunca şu cevabı verdi: “Evet, o gün ağaçların altında olupta bunları gözleriyle görmeyen ve kulaklarıyla duymayan hiç kimse yok!”
Nesai, “Hasais”, sayfa 72-73, hadis 74
hadisi yine Nesai “Sünenul Kubra”, 5/148 ve “Fedail es-Sahabe”, hadis 45‘de aynı sened ile; Tahavi “Şerhi Müşkilil Asar”, 5/18-19, hadis 1765‘de Nesai’den naklen; Taberani “Mucem el-Kebir”, 5/166, hadis 4969‘da kendi senedi ile; Hakim en-Nişaburi “Müstedrek”, 3/118, hadis 4576‘da rivayet etmiştir.
hadisin sıhhatine gelince, hadisin senedi ehli sünnet nezdinde en sahih senedlerdendir ve sünnilerin büyük muhaddisleri bu senedin sıhhatine hüküm vermiştirler. Nesai’nin “Hasais” kitabını tahkik eden Şeyh Ebu İshak el-Huveyni hadis hakkında diyor ki:
إسناده صحيح
isnadı sahihtir.
Nesai, “Hasais”, sayfa 72-73, hadis 74
sünni tefsir ve tarih alimi olan ibni Kesir bu hadisi “el-Bidaye ven Nihaye” adlı kitabında Nesai’den aktardıktan sonra diyor ki:
قال شيخنا أبو عبد الله الذهبي: وهذا حديث صحيح
Şeyhimiz Ebu Abdullah ez-Zehebi “bu hadis sahihtir” dedi.
ibni Kesir, “el-Bidaye ven Nihaye”, 7/668
yine hadisi Nesai’den naklen kendi kitabında aktaran Tahavi hadis hakkında diyor ki:
قَالَ أَبُو جَعْفَرٍ: فَهَذَا الْحَدِيثُ صَحِيحُ الْإِسْنَادِ , لَا طَعْنَ لِأَحَدٍ فِي أَحَدٍ مِنْ رُوَاتِهِ
bu hadisin senedi sahih’dir, hiç kimse onun ravilerinden hiç birine tan etmemiştir.
Ebu Cafer et-Tahavi, “Şerhi Müşkilil Asar”, 5/18-19, hadis 1765
hadisi kendi kitabında rivayet eden Hakim hadisin sıhhati hakkında diyor ki:
هذا حديث صحيح على شرط الشيخين و لم يخرجاه بطوله
شاهده حديث سلمة بن كهيل عن أبي الطفيل أيضا صحيح على شرطهما
(Hakim): bu hadis Şeyheynin şartına göre sahihtir fakat rivayet etmemiştirler. Seleme b. Kuheylin Ebu Tufeylden olan rivayeti de aynı ile Şeyheynin şartına göre sahihtir.
Hakim en-Nişaburi, “Müstedrek”, 3/118, hadis 4576
4. Bera b. Azib hadisi: onun hadisini ise kutubi sitte imamlarından ibni Mace rivayet etmiştir.
resimde gördüğünüz ehli sünnetin büyük hadis imamı, kutubi sitte imamlarından ibni Mace’nin “Sünen” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ مُحَمَّدٍ حَدَّثَنَا أَبُو الْحُسَيْنِ أَخْبَرَنِي حَمَّادُ بْنُ سَلَمَةَ عَنْ عَلِيِّ بْنِ زَيْدِ بْنِ جُدْعَانَ عَنْ عَدِيِّ بْنِ ثَابِتٍ عَنْ الْبَرَاءِ بْنِ عَازِبٍ قَالَ أَقْبَلْنَا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي حَجَّتِهِ الَّتِي حَجَّ فَنَزَلَ فِي بَعْضِ الطَّرِيقِ فَأَمَرَ الصَّلَاةَ جَامِعَةً فَأَخَذَ بِيَدِ عَلِيٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ فَقَالَ أَلَسْتُ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ قَالُوا بَلَى قَالَ أَلَسْتُ أَوْلَى بِكُلِّ مُؤْمِنٍ مِنْ نَفْسِهِ قَالُوا بَلَى قَالَ فَهَذَا وَلِيُّ مَنْ أَنَا مَوْلَاهُ اللَّهُمَّ وَالِ مَنْ وَالَاهُ اللَّهُمَّ عَادِ مَنْ عَادَاهُ
bana Ali b. Muhammed anlattı, dedi ki: bana Ebul Hüseyin anlattı, dedi ki: Hammad b. Seleme bana Ali b. Ziyad b. Cadan’dan, o Adi b. Sabit’den, o da Bera b. Azib’den alattı, dedi ki: «Biz Rasulullah s.a.a’in ifa etmiş olduğu hac seferinde beraberinde yola çıkmıştık. O, yolun bir semtinde, konakladı da cemaatla namaz kılma emrini verdi. Daha sonra Ali r.a’ın elini tuttu ve dedi ki: “Ben müminlere, kendi nefislerinden evla değil mi yim?” (sahabeler) dediler ki: “evet.” Rasulullah s.a.a dedi ki: “Ben her mümine, kendi nefsinden evla değilmiyim?” (sahabeler) dediler ki: “evet.” Rasulullah s.a.a dedi ki: “ben kime kendi nefsinden daha evla isem bu da onun mevlasıdır. Allahım ona dost olan dost, düşman olana düşman ol.”»
ibni Mace, “Sünen”, 1/43, Mukaddime, hadis 116
5. Ebu Eyyub el-Ensari hadisi: onun hadisini ibni Ebi Şeybe, Ahmed ve Taberani rivayet etmiştirler.
resimde gördüğünüz sünni hadis alimlerinden Ahmed b. Hanbel’in “Fedail es-Sahabe” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
حدثنا عبد الله قال حدثني أبي قثنا يحيى بن آدم قثنا حنش بن الحارث بن لقيط النخعي عن رياح الحارث قال جاء رهط إلى علي بالرحبة فقالوا السلام عليك يا مولانا فقال كيف أكون مولاكم وأنتم قوم عرب قالوا سمعنا رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول يوم غدير خم من كنت مولاه فهذا مولاه
bana Yahya b. Adem anlattı, dedi ki: ibni Haris en-Nehai bana Riyah el-Haris’den anlattı, dedi ki: «Birkaç kişi, Küfe mescidinin avlusunda duran Hz. Ali’nin yanına gelerek şöyle dediler: “Selam sana ey mevlamız.” Hz. Ali, onlara dedi ki: “siz Arap bir kavimsiniz, nasıl sizin mevlanız olabilirim?” dediler ki: “Gadiri Hum gününde Rasulullah s.a.a’ın şöyle dediğini duyduk: Ben kimin mevlası isem şu Ali de onun mevlasıdır.”
قال رياح فلما مضوا اتبعتهم فسألت من هؤلاء قالوا نفر من الأنصار فيهم أبو أيوب الأنصاري
Riyah el-Haris dedi ki: «O adamlar oradan ayrılıp gittiklerinde ben de peşlerine takıldım. Onların kim oldğunu sorduğumda dediler ki: “biz Ensar’dan bir topluluğuz.” aralarında Ebu Eyyüb el-Ensari de vardı.»
Ahmed b. Hanbel, “Fedail es-Sahabe”, 2/707, hadis 967
hadisi ibni Ebi Şeybe, “Musannaf”, 10/481, hadis 32671‘de; Taberani, “Mucem el-Kebir”, 4/173, hadis 4053‘de rivayet etmiştirler. hadisin senedindeki raviler sika (güvenilir) ve isnadları muttasıldır. Ahmed b. Hanbel’in “Fedail es-Sahabe” kitabını tahkik etmiş olan Vasiyullah b. Muhammed Abbas hadis hakkında diyor ki:
إسناده صحيح
isnadı sahih
Ahmed b. Hanbel, “Fedail es-Sahabe”, 2/707, hadis 967
yine bu hadisi “Mecmeuz Zecaid” adlı kitabında Ahmed ve Taberaniden rivayet eden Heysemi hadis hakkında diyor ki:
رواه أحمد والطبراني ورجال أحمد ثقات
Ahmed ve Taberani rivayet etmiştirler ve Ahmed’in ricalleri sikattan (güvenilirlerden)‘dir.
Heysemi, “Mecmeuz Zevaid”, 9/103, hadis 14610
nasibilerin son devir şeyhlerinden el-Elbani bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle diyor:
أخرجه أحمد ( 5 / 419 ) و الطبراني ( 4052 و 4053 ) من طريق حنش بن الحارث بن لقيط النخعي الأشجعي عن رياح بن الحارث . قلت : و هذا إسناد جيد رجاله ثقات
Ahmed ve Taberani Hanşun b. Haris b. Kayt en-Nehai el-Eşcei tarki ile Rebah b. Hars’dan rivayet etmiştir. derim ki: “bu sened ceyyid (güzel)‘dir ve ricalleri sikattan (güvenilirlerden)‘dir.”
el-Elbani, “Silsiletu ahaid es-Sahiha”, 4/340
6. Sad b. Ebu Vakkas hadisi: onun hadisini Nesai “Hasais” kitabında rivayet etmiştir.
resimde gördüğünüz ehli sünnetin büyük imamı, kutubi sitte imamlarından Nesainin “Hasais” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
اخبرنا زكريا بن يحيى ، قال حدثنا نصر بن علي ، قال : حدثنا عبد الله بن داود ، عن عبد الواحد بن أيمن عن ابيه ، ان سعدا قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : من كنت مولاه فعلي مولاه
bana Zekeriyya b. Yahya haber verdi, dedi ki: bana Nasr b. Ali anlattı, dedi ki: Abdullah b. Davud bana Abdulvahid b. Eymen’den, o da babasından anlattı, dedi ki: Sad dedi ki: Rasulullah s.a.a dedi ki: “ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”
hadisten sonra kitabın muhakkiki Ebu İshak el-Huveyni hadis hakkında diyor ki:
إسناده صحيح
isnadı sahih
Nesai, “Hasais”, sayfa 75, hadis 78
7. Ebu Hureyre hadisi: onun hadisini Hatib el-Bağdadi, ibni Merdeveyh ve ibni Asakir rivayet etmiştirler.
resimde gördüğünüz ehli sünnet hadis ve tarih alimi Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihul Bağdad” adlı kitabıdır. işaretlenmiş yerde şu ifadeler var:
نا عبد الله بن علي بن محمد بن بشران أنا علي بن عمر الحافظ أنا أبو حبشون بن موسى بن ايوب الخلال نا علي بن سعيد الرملي نا ضمرة بن ربيعة القرشي عن ابن شوذب عن مطر الوراق عن شهر بن حوشب عن ابي هريرة قال من صام يوم ثماني عشرة من ذي الحجة كتب له صيام ستين شهرا وهو يوم غدير خم لما اخذ النبي ( صلى الله عليه و سلم ) بيد علي بن أبي طالب فقال ألست ولي المؤمنين قالوا بلى يا رسول الله قال من كنت مولاه فعلي مولاه فقال عمر بن الخطاب بخ بخ لك يا ابن أبي طالب أصبحت مولاي ومولى كل مسلم فأنزل الله عز و جل ” اليوم أكملت لكم دينكم “ ومن صام يوم سبعة وعشرين من رجب كتب له صيام ستين شهرا وهو أول يوم نزل جبريل بالرسالة
…Şehr b. Havşeb Ebu Hureyre’den dedi ki: Her kim Zilhiccenin on sekizinde oruç tutarsa, karşılığında Allah-u Teala ona altı ay oruç tutmuş gibi sevap yazar. O gün Gadir-i Hum günüdür, o gün, Rasulullah s.a.a, Ali b. Ebu Talib’in elinden tutarak şöyle buyurdular: “Acaba ben Mü’minlerin velisi değil miyim?” hazır olanlar: “Evet, öylesin ey Allah’ın Rasulü” diye cevap verdiler. Devamında buyurdular: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” Ondan sonra Ömer b. Hattab şöyle dedi: “Ne mutlu sana, ne mutlu sana ey Ebu Talib’in oğlu sen, benim ve bütün müslümanların mevlası oldun.” Daha sonra “Bu gün dininizi sizlere kamil ettim…” ayeti nazil oldu. Kim Recep ayının yirmi yedisinde oruç tutarsa, ona altı ayın orucunun sevabı yazılır. Bu gün, Cebrail a.s’in Hz. Muhammed’e s.a.a ilk vahyi getirdiği gündür.
Hatib el-Bağdadi, “Tarihul Bağdad”, 9/222
bu hadisin senedi de sahihtir, hadisin sıhhatine itiraz edenlere cevap için bkz: İkmal ayeti | آية إكمال
8. ibni Abbas hadisi: onun hadisini Nesai, Hakim ve Ahmed rivayet etmiştirler.
resimde gördüğünüz ehli sünnet alimi Nesai’nin “Hasais” kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
ميمون بن المثنى، قال: حدثنا الوضاح وهو أبو عوانة قال: حدثنا ابوبلج بن ابي سليم، قال: حدثنا عمرو بن ميمونة قال: انى لجالس إلى ابن عباس إذ أتاه تسعة رهط فقالوا: يا ابن عباس اما ان تقوم معنا، واما ان تخلو بنا بين هؤلاء. فقال ابن عباس: بل أنا أقوم معكم. قال: وهو يومئذ صحيح قبل أن يعمى، قال: فانتدؤا فتحدثوا فلا ندري ما قالوا، قال: فجاء وهو ينفض ثوبه وهو يقول: أف وتف وقعوا في رجل له بضع عشر وقعوا في رجل قال له رسول الله صلى الله عليه وسلم :
قال : وقال : من كنت مولاه فان مولاه علي
Amr b. Meymûn diyor ki: ibni Abbas’ın yanında oturuyordum. Tam o sırada dokuz kişilik bir grup insan gelerek dediler ki: “ya ibni Abbas! Ya bizimle kalk (gidelim), ya da bizi onlarla yalnız bırak!” ibni Abbas da “Pekiyi, sizinle kalkayım.” deyip kalktı. bu olay ibni Abbas sağlıklı iken, henüz gözleri kapanmadan önce vuku buldu. O insanlar başladılar konuşmaya; ama ne dediklerini anlayamıyordum. Sonunda Abdullah b. Abbas elbisesini silkerek ve “öf! tüf!” diyerek anlatmaya başladı ve dedi ki: Onlar on ayrı fazileti bulunan Ali hakkında ileri geri konuştular oysa Rasulullah s.a.a onun hakkında demişti ki: “ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”
Nesai, “Hasais”, sayfa 34-36, hadis 23
hadisi Ahmed b. Hanbel “Müsned”, 1/330, hadis 3062‘de; Hakim en-Nişaburi “el-Müstedrek”, 3/143, hadis 4652‘de rivayet etmiştir.
hadisin durumuna gelince, Nesai’nin “Hasais” kitabını tahkik eden Ebu İshak el-Huveyni hadis hakkında diyor ki:
إسناده حسن
isnad hasen
Nesai, “Hasais”, sayfa 34-36, hadis 23
yine hadisi kendi kitabında rivayet etmiş olan Hakim ve onun kitabını tahkik eden ez-Zehebi hadis hakkında diyor ki:
هذا حديث صحيح الإسناد
تعليق الذهبي قي التلخيص : صحيح
(Hakim): bu hadisin isnadı sahih’tir.
ez-Zehebi: “Sahih”
Hakim en-Nişaburi, “el-Müstedrek”, 3/143, hadis 4652
sonuç olarak, bu kısa araştırmada ortaya koyduğumuz üzere bu hadis sahabeden 25 kişiden rivayet edilmiştir ve her sahabeden de bir kaç değişik sened ile gelmiştir. yani hadisin mütevatirliği konusunda en ufak bir şüphe bile mevcut değildir ve hatta İslam tarihi, fıkhı, akaidi, Kur’an tefsiri ve bu gibi konularda bu hadis gibi çok sened ile rivayet edilmiş hadis mevcut değildir.
velhamdulillahi Rabbil alemin.
Nebi s.a.a hilafetin şura ile olduğunu mu söylemiştir?
BİSMİLLAHİR RAHMANİR RAHİM
HAMD OLSUN ALEMLERİN RABBİNE
VE SELAM OLSUN MEVLAMIZ MUHAMMEDE VE TERTEMİZ EHLİ BEYTİNE
malum olduğu üzere imamet İslam (Şia) dininin esaslarından birisidir. müslümanlar (şiiler) imametin nass ile olduğuna, diğer din ve fırka mensupları ise şura ile olduğuna inanmaktadırlar. müslümanlar (şiiler) imametin nass ile olduğuna dair Kur’an ve Sünnetten bir çok delil ortaya koymuşturlar. işte bundan dolayı diğer fırka mensupları da müslümanların (şiilerin) kendi kaynaklarından imametin şura ile olduğunu ıspat etmeye çalışmaktadırlar. bu konuda çaba sarf edenlerden birisi Ahmed el-Katib adlı şahıstır. O, “Şia’da siyasal düşüncenin gelişimi” adlı kitabında Şeyh Saduk r.a’ın “Uyunu ahbar er-Rıza a.s” kitabında rivayet ettiği bir hadisi imametin şura ile olduğuna delil getirerek şöyle demektedir:
Şeyh Saduk “Uyunu Ahbarı Rıza” kitabında şöyle rivayet etmiştir:
imam Rıza’nın, babası kazımdan, babası caferden, babası bakırdan, babası seccaddan, babası hüseyinden rivayet edildiğinde göre resulullah dedi ki; “kim size gelir, cemaati bölmek ister, ümmetin idaresini gasp etmek ve şura olmadan başa geçmek isterse onu öldürünüz. çünkü Allah buna izin vermiştir.”
şüphenin cevabı: biz burada ilk önce Ahmed el-Katib’in delil getirdiği rivayetin aslını ve çevirisini sunacak, daha sonra ise hadisin sıhhat durumunu hakkında bilgi vereceğiz.
bize karşı delil getirilen bu hadisi Şeyh Saduk r.a “Uyunu ahbar er-Rıza a.s” adlı kitabında şöyle rivayet etmektedir:
وباسناده [حدثنا محمد بن عمر بن محمد بن سلم بن البراء الجعابي قال حدثني أبو محمد الحسن بن عبد الله بن محمد بن العباس الرازي التميمي قال حدثني سيدي علي بن موسى الرضا عليه السلام قال حدثني أبي موسى بن جعفر قال حدثني أبي محمد بن علي قال حدثني أبي علي بن الحسين قال حدثني أبي الحسين بن علي قال حدثني أبي علي بن أبي طالب عليه السلام قال قال رسول الله ص] عن النبي (ص)، قال: من جاءكم يريد أن يفرق الجماعة ويغصب الأمة أمرها ويتولى من غير مشورة فاقتلوه، فإن الله عز وجل قد أذن ذلك.
ve aynı sened ile [bana Muhammed b. Ömer anlattı, dedi ki: bana Hasan b. Abdullah er-Razi et-Temimi anlattı, dedi ki: bana efendim Ali b. Musa er-Rıza a.s anlattı, dedi ki:] Rasulullah s.a.a dedi ki: “kim size gelip cemaati bölmek, ümmetin idaresini gasp etmek ve şura olmadan başa geçmek isterse onu öldürünüz. çünkü Allah buna izin vermiştir.”
Şeyh Saduk r.a, “Uyunu ahbar er-Rıza a.s”, 2/62, bab 31, hadis 254
öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, bu rivayetin senedinde nüshaların çoğaltılması zamanı hata yapılmış ve senedden ravilerin birisi yani Hasan b. Abdullah er-Razi et-Temimi’nin babası Abdullah er-Razi et-Temimi düşmüştür. çünkü imam Ali er-Rıza a.s’dan rivayet eden ve imam a.s’dan dinlediği hadisleri bir nüsha olarak kayıt eden kişi Abdullah er-Razi et-Temimi’dir onun oğlu Hasan değil. rical alimi Necaşi r.a Abdullah er-Razi et-Temimi’nin biografisinde diyor ki:
عبد الله بن محمد بن علي بن العباس بن هارون التميمي الرازي : له نسخة عن الرضا عليه السلام . أخبرنا أبو الحسين محمد بن عثمان النصيبي قال حدثنا أبو بكر محمد بن عمر قال حدثنا أبو محمد الحسن بن عبد الله بن محمد بن العباس قال حدثنا أبي قال حدثنا علي بن موسى الرضا عليه السلام .:
Abdullah b. Muhammed b. Ali b. Abbas b. Harun et-Temimi er-Razi: onun er-Rıza (imam Ali er-Rıza a.s)‘dan rivayet ettiği bir nüshası vardır. bu nüshayı bana Muhammed b. Osman en-Nuseybi haber verdi dedi ki: bana Muhammed b. Ömer anlattı, dedi ki: bana Hasan b. Abdullah b. Muhammed anlattı, dedi ki: bana bababm anlattı, dedi ki: bana Ali b. Musa er-Rıza a.s anlattı:
Necaşi r.a, “Rical”, sayfa 228, 603-cü ravi
görüldüğü gibi imam Ali er-Rıza a.s’dan rivayet nüshası olan şahıs Abdullah er-Razi et-Temimi’dir ve bu nüshayı Abdullah er-Razi et-Temimi’den oğlu Hasan rivayet etmiştir. yani yukarıda “Uyun” kitabındaki senedde ravi Hasan ile imam Ali er-Rıza a.s arasında Hasan’ın babası Abdullah er-Razi et-Temimi vardır.
ikinci olarak, bu hadisin senedi zayıftır. çünkü hem nüshanın sahibi olan Abdullah b. Muhammed er-Razi et-Temimi ve hem de oğlu Hasan meçhuldürler. Abdullah b. Muhammed er-Razi hakkında Şeyh Cevheri diyor ki:
عبد الله بن محمد بن علي بن العباس: بن هارون التميمي الرازي له نسخة عن الرضا (ع) قاله النجاشي – مجهول
Abdullah b. Muhammed b. Ali b. Abbas b. Harun et-Temimi er-Razi: Necaşi onun er-Rıza (imam Ali er-Rıza a.s)‘dan rivayet ettiği bir nüshası olduğunu demiştir, meçhuldür.
Şeyh Cevheri, “Müfid min Mucem ricalil hadis”, sayfa 347, 7135-ci ravi
Abdullah er-Razi et-Temimi’nin oğlu Hasan’a gelince, o hiç bir rical kitabında hakkında bilgi olmayan, hiç bir rical kitabında adı geçmeyen birisidir. Şeyh Şahrudi onun hakkında diyor ki:
الحسن بن عبد الله بن محمد بن العباس، أبو محمد الرازي التميمي: لم يذكروه
Hasan b. Abdullah b. Muhammed b. Abbas, Ebu Muhammed er-Razi et-Temimi: (rical kitaplarında) zikr edilmemiştir.
Şeyh Şahrudi, “Müstedrekat ilmur ricalil hadis”, 2/424, 3648-ci ravi
velhamdulillahi Rabbil alemin.
Hutbetul Beyan gulat uydurmasıdır.
BİSMİLLAHİR RAHMANİR RAHİM
HAMD OLSUN ALEMLERİN RABBİNE
VE SELAM OLSUN MEVLAMIZ MUHAMMEDE VE TERTEMİZ EHLİ BEYTİNE
insanlar arasında imam Ali a.s’a mensup olduğu meşhur olan uydurma hutbelerden birisi de Hutbetul Beyan’dır. gerçekte ise bu hutbe Nuraniyyet hutbesi, “ben ba’nın altındaki noktayım” ve bu gibi hutbe ve rivayetler gibi tamamen uydurmadır. inşaAllah bu yazımızda imam Ali a.s’a nispet edilen bu hutbenin uydurma olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Yazımızda öncelikle hutbenin kaynaklarını, sened açısından durumunu inceleyecek; daha sonra ise alimlerimiz r.a’ın bu hutbe hakkındaki sözlerini aktaracağız.
1. sened analizi: bu hutbeyi ilk defa sufi ve gulat birisi olan hafız Receb el-Bersi adlı şahıs “Meşariku Envar” adlı kitabında fakat hutbetul beyan adı ile değil başka bir ad ile ve hiç bir sened, hiç bir kaynak göstermeden imam Ali a.s’a nispet etmiştir (bkz: hafız Receb el-Bersi, “Meşariku Envar”, sayfa 269). bu şahıs ise yukarıda da dediğimiz gibi sufi ve gulat birisidir, Allame Meclisi r.a onun hakkında şöyle demektedir:
resimde gördüğünüz Allame Meclisi r.a’ın “Biharul Envar” kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
و لا أعتمد على ما يتفرد بنقله لاشتمال كتابيه على ما يوهم الخبط و الخلط و الارتفاع و إنما أخرجنا منهما ما يوافق الأخبار المأخوذة من الأصول المعتبرة
onun kitabında sapkınlık, yanlışlık ve guluv olduğundan dolayı rivayet etmekte tek kaldığı şeylere güvenmiyorum. onun kitabından ancak muteber asıllarda mevcut olanlara uygun olanları rivayet ediyorum.
II Meclisi r.a, “Biharul Envar”, 1/10
sufi ve gulat olan Receb el-Bersi’den sonra ilk defa bu hutbeyi Şeyh Ali Yezdi el-Hairi rivayet etmiştir. hutbeyi rivayet eden Şeyh Ali Yezdi el-Hairi hutbetnin bir birinden farklı 3 nüshası olduğunu söylemektedir. Hutbenin ilk nüshasını senedli olarak; ikinci nüshayı hiç bir sened belirtmeden; üçüncü nüshayı ise sünni bir sufi olan Muhammed b. Talha eş-Şafii’nin “ed-Durrul Muntazam” kitabından aktarmaktadır. Şimdi aşağıda Şeyh Ali Yezdi el-Hairi’nin kitabından hutbenin her üç nüshasını veriyorum:
في الخطبة التي خطبها في البصرة المعروفة بخطبة البيان
Müminlerin Emiri a.s’ın Hutbetul Beyan diye tanınan Basra’da yaptığı hutbe
ولما كانت نسختها مختلفة ذكرنا نسختين منها نسخة ذكر فيها أصحاب القائم ونسخة ذكر فيها أصحاب الولاة منسوبة منه إلى البلاد. النسخة الأولى: في نسخة حدثنا محمد بن أحمد الأنباري قال: حدثنا محمد بن أحمد الجرجاني قاضي الري قال: حدثنا طوق بن مالك عن أبيه عن جده عن عبد الله بن مسعود رفعه إلى علي بن أبي طالب (عليه السلام): لما تولى الخلافة بعد الثلاثة أتى إلى البصرة فرقى جامعها وخطب الناس خطبة تذهل منها العقول وتقشعر منها الجلود، فلما سمعوا منه ذلك أكثروا البكاء والنحيب وعلا الصراخ، قال:
Bu hutbenin muhtelif nüshaları vardır. biz bunlardan iki nüshayı: Kaim (imam Mehdi a.s)‘ın ashabının zikr edildiği nüshayı ve aktaracağız. birinci nüsha: nüshada şöyle yazılı: bana Muhammed b. Ahmed el-Enbari anlattı, dedi ki: bana Muhammed b. Ahmed el-Cürcani anlattı, dedi ki: Tuk b. Malik bana babasından, o dedesinden, o da Abdullah b. Mesud’dan anlattı, dedi ki: Ali b. Ebu Talib a.s 3 halife (Ebu Bekir, Ömer ve Osman)‘dan sonra emir sahibi olunca Basra’ya geldi, insanlar hutbe irad etti.
Şeyh Ali Yezdi el-Hairi, “İlzamun Nasb”, 2/156
النسخة الثانية من خطبة البيان : بسم الله الرحمن الرحيم الحمد لله
Hutbetul Beyan’ın ikinci nüshası: Bismillahir Rahmanir Rahim, Allah’a hamdolsun…
Şeyh Ali Yezdi el-Hairi, “İlzamun Nasb”, 2/184
في خطبة خطبها في الكوفة المعروفة بخطبة البيان
Müminlerin Emiri a.s’ın Hutbetul Beyan diye tanınan Kufe’de yaptığı hutbe
أيضا عن دار المنتظم في السر الأعظم لمحمد بن طلحة الشافعي وهو من أكابر علماء أهل السنة وقد ثبت عند علماء الطريقة ومشايخ الحقيقة بالنقل الصحيح والكشف الصريح أن أمير المؤمنين علي بن أبي طالب كرم الله وجهه قال على المنبر بالكوفة وهو يخطب :
Şeyh Ali Yezdi el-Hairi, “İlzamun Nasb”, 2/202
görüldüğü gibi, Şeyh Ali Yezdi el-Hairi sadece ilk nüshayı sened ile getrmiştir. Diğer iki nüshadan biri senedsiz diğeri ise sünni-sufi kaynaklıdır. Ama hutbenin ilk nüshasına gelince, Şeyh Ali el-Hairi’nin sözlerinden görüldüğü gibi o bu nüshayı bulmuştur. Çünkü bu nüshada ancak 5 ravi (Muhammed b. Ahmed el-Enbari –> Muhammed b. Ahmed el-Cürcani –> Tuk b. Malik –> babası –> dedesi) adı geçmektedir. Bu ise nüshanın Kuleyni, ibni Velid, Saduk, Müfid ve bu gibi alimler dönemine ait olmasını gerektirir. Çünkü Kuleyni, Saduk ve onlarla aynı dönemde yaşamış olan alimler Hz. Ali a.s’dan rivayet ettiklerinde 5-6 ravi aracılığı ile rivayet etmektedirler. Burada da 5 ravi adı geçtiğinden hareketle hutbenin Kuleyni dönemine ve hatta ondan önceki döneme ait edilmesi gerekir. Böyle olunca Şeyh Ali el-Yezdi’nin bu nüshayı işitmek, okumak, münavele, yazmak ve icazet vasıtası ile değil sadece bulmak (vicade) yolu ile rivayet ettiği malum olmaktadır. Çünkü aksi takdirde Şeyh Ali el-Hairi’nin Kuleyni veya ondan öncesi bir döneme ait olması gereken bu nüshayı elde etmek için sened göstermesi gerekirdi. Bundan dolayı nüshanın sadece bulmak (vicade) yolu ile rivayet edildiği ortaya çıkmaktadır. hadis ilimleri ıstılahında ise bir kitabı, bir nüshayı veya bir risaleyi bulmak senedinde irsal olduğu demektir. çünkü risaleyi bulan şahıs (Şeyh Ali el-Hairi) bu kitabı raviler aracılığı ile sahibinden okumamış, sadece bir yerlerde bulmuştur. bu hadis ilimlerinde bilinen bir şeydir, biz sözümüze örnek olarak Seyyid Murtaza el-Askeri’nin sözlerini aktarıyoruz:
سابعها: الوجادة:
7-Bulmak:
وهو ان يجد انسان بخط معاصر له ، أو غير معاصر ، ولم يسمعه منه ، وليس له منه اجازة ، ولا خلاف بينهم في منع الرواية بها ، وانما يقول : وجدت ، أو قرأت بخط فلان ” حدثنا فلان ” ويسوق باقي الإسناد والمتن أو يقول : وجدت بخط فلان ، أو في كتاب فلان ، عن فلان
insanın kendisiyle aynı asırda olan veya olmayan muhaddisten duymaksızın ve ondan rivayet etme icazeti olmaksızın onun el yazısıyla bir hadis bulmasına denir. Bu durumda o hadisi o muhaddisten rivayet edemeyeceği konusunda ittifak vardır. Sadece şöyle diyebilir: “Falancanın hattıyla şu hadisi buldum.” veya “Falancanın hattıyla şu hadisi okudum.” veya “Falancanın kitabında şu hadisi gördüm.” Ardından da senetleriyle birlikte hadisin metnini zikreder.
Seyyid Murtaza el-Askeri, “Mealimul Medreseteyn”, 3/245
bu konu hakkında daha geniş bilgi için linke baka bilirsiniz: hadis sözlüğü –> vicade (bulmak)
buna binaen sadece bir yerlerde bulunmuş olan bir kitaba, nüshaya veya risaleye itimad edilemez. Çünkü bunu güvenilir kişiler bir birinden aktarmadığı için bulunan şeyin İslam düşmanları tarafından müslümanları sapkınlığa sürüklemek kastı ile uydurup ortalığa atmış olması mümkündür. Tüm bunlara ek olarak uydurulmuş nüshada adı geçen 5 ravi hiç bir rical, tabakt ve biografi kitabında adı geçmeyen, İslami kaynaklarda kendilerinden 1 tek hadis rivayet edilmemiş olan kimselerdir. Diğer yandan nüshayı uyduran kişi her kim ise dikkatsiz davranmıştır. Çünkü nüshayı Abdullah b. Mesud r.a’a nispet etmişler ve Abdullah b. Mesud’un bunu Hz. Ali a.s’dan Basra’da, Hz. Ali a.s halife olduktan sonra hitab ettiğini söylemiştirler. Oysa malum olduğu gibi Abdullah b. Mesud r.a kureyşin üçüncü kralı olan Osman b. Affan döneminde şehid edilmiştir. Osman b. Affan l.a döneminde şehid edilen Abdullah b. Mesud r.a nasıl oluyorda Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra halife olan ve ancak halife olduktan sonra Basra’ya giden Hz. Ali a.s’ın Basra’da yaptığı hutbeyi rivayet ediyor?
Hutbenin ikinci nüshasına gelince, Şeyh bu nüsha için de hiç bir sened göstermemiştir. Şeyh Ali Yezdi el-Hairi hicri (miladi) tarihinde doğmuştur. Hz. Ali a.s ise hicri 40 (miladi 660) tarihinde şehid edilmiştir. yani Şeyh Ali Yezdi el-Hairi’nin doğumu ile Hz. Ali a.s’ın şehadeti arasında yıl fark vardır. dolayısı ile hutbenin bu ikinci nüshası da itimad edilmeyecek durumdadır.
Hutbenin üçüncü senedine gelince, Şeyh Ali Yezdi el-Hairi bu hutbeyi sünni-sufi alim olan Muhammed b. Talha eş-Şafii’nin kitabından aktarmaktadır. Durum böyle olunca ilk önce şunu bilmemiz gerekir ki, bizim kendi kaynaklarımızda mevcut ve sabit olmayan ama diğer din ve fırkaların kaynaklarında mevcut olan şeylere itimad etmek bizim için caiz değildir. bu konuda geniş bilgi almak için linke baka bilirsiniz: İslami (Şii) olmayan kaynaklardan din tahsil etmek caiz midir?
buna ek olarak, sünni rical alimi ez-Zehebi Muhammed b. Talha eş-Şafii hakkında diyor ki:
محمد بن طلحة بن محمد بن الحسن . الشّيخ كمالُ الدّين، أبو سالم القُرشيّ ، العَدَويّ ، النَّصِيبيّ ، الشّافعيّ ، المفتي
Muhammed b. Talha b. Muhammed b. Hasan, Şeyh Kemaliddin, Ebu Sellam el-Kureşi, el-Adevi, en-Nuseybi, eş-Şafii, el-Mufti.
قلت : وقد دخل في شيءٍ من الهَذَيَان والضّلال ، وعمل دائرةً وادّعى أنّه يستخرج منْها علِْم الغيب وعلْم السّاعة ، نسأل الله السّلامة في الدّين
ben (ez-Zehebi) derim ki: o hezeyan ve sapıklıktan bir şeylere karışmış, gayb ilmini ve zaman ilmini bildiğini idda etmiştir, dinimiz konusunda Allah’tan selamet diliyoruz.
ez-Zehebi, “Tarihul İslam”, 11/44-45, 85-ci ravi
2. alimlerin hutbe hakkındaki sözleri: yukarıda hutbenin sened açısından incelemesini sizlerle paylaştık. inşaAllah bu bölümde ise alimlerin bu uyduruk hutbe hakkında ne dediklerini sizlerle paylaşacağım. Bu hutbe uydurulduğu dönemden itibaren her dönemde alimler ona karşı çıkmışlar ve onun uydurma olduğunu beyan etmiştirler. fakat bu alimlerin hepsinin sözlerini aktarırsak yazı çok uzayacaktır. Bu yüzden hutbenin uydurulduğu dönem alimlerinden Allame Meclisi r.a’ın ve son dönem alimlerden Seyyid Hoi’nin sözlerini paylaşacağım.
resimde gördüğünüz Allame Meclisi’nin “Miratul Ukul” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
و ما ورد من الأخبار الدالة على ذلك كخطبة البيان، و أمثالها فلم توجد إلا في كتب الغلاة و أشباههم
Buna dalalet eden haberler örneğin Hutbetul Beyan ve benzer şeyler Gulat kitaplarından başka hiç bir yerde yoktur.
II Meclisi r.a, “Miratul Ukul”, 3/143
görüldüğü gibi Allame Meclisi r.a Hutbetul Beyan ve benzeri şeylerin ancak Gulat kitaplarında mevctu olduğunu söylemektedir. Meclisi r.a’ın yaşadığı hutbenin uydurulduğu dönemde ise hutbe ilk defa hafız Receb el-Bersi adlı sufi – gulat karışımı şahısın “Meşariku Envar” adlı kitabında mevcut idi. zaten yukarıda Meclisi r.a’ın hafız Receb el-Bersi hakkındaki sözlerini de aktarmıştık.
resimde gördüğünüz Seyyid Hoi’nin “Siratun Necat” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:
سؤال 1331: ما رأيكم بخطبة البيان المنسوبة للامام علي عليه السلام؟
1331-ci soru: imam Ali a.s’a mensup olan Hutbetul Beyan hakkındaki görüşünüz nedir?
الخوئي: لا أساس لها، والله العالم.
Seyyid Hoi: onun esası yoktur, vallahu alim.
Seyyid Hoi r.a, “Siratun Necat”, 1/471, 1331-ci soru-cevap
.
https://gurabayolu.tr.gg/Gadiri-Hum-olay%26%23305%3B-ve-Sakaleyn-hadisi.htm
GADİRİ HUM OLAYI VE SEKALEYN HADİSİ … Değerli Müslümanlar … ! bilindiği gibi Allah resulü s.a.v'den Gadiri Hu
.GADİRİ HUM OLAYI VE SEKALEYN HADİSİ …
Değerli Müslümanlar … ! bilindiği gibi Allah resulü s.a.v’den Gadiri Hum mevkiinde anlatılan Sakaleyn - yani iki ağırlık anlamına gelen - bir hadisi şerif vardır.
Müslim'in rivayet ettigi Sekaleyn hadisi, metninde geçen ; - gadir - hum lafzından dolayı “ Gadir hadisi “ şeklinde de anılmıştır.
Sekaleyn hadisinin ifade ettiği hükmü anlamak için, gerek bu hadisin ve gerekse konu ile alakalı sair hadisi şeriflerin hep birlikte okunması ve üzerinde ciddi anlamda durulması gerekir..
Hadisin vurud sebebi, yer ve zamanı hakkında farklı rivayetlerin oluşu, hadisten farklı sonuçlar çıkarılmasına neden olduğu gibi, Ehli sünnet ile şia arasındaki ihtilafın temelini de bu hadisten çıkarılan farklı hükümler oluşturmaktadır. Zira, ileride de daha geniş olarak ele alınacağı gibi ehli sünnet bahsi edilen bu hadisten Ali r.a ve ehli beytin faziletini anlarken, Şia, Kur'an nasıl ki hatadan masum ise, ehli beyt'inde aynı şekilde hatadan masum olduğunu ve hilafetin de yalnızca ehli beyt'e ait kılındığı hükmünü çıkarmıştır.
Bu nedenle biz, gerek zikri geçen Gadiri Hum hadisi şerifini ve gerekse bu konudaki diğer hadisi şerifleri hep birlikte ele alıp, konunun nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duracağız.
“ … Zeyd dedi ki : Ey kardeşim oğlu ! Vallahi yaşım geçti ; vaktim ilerledi. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den öğrendiklerimin bazısını unuttum. Binâenaleyh size ne rivayet etmişsem kabul edin, neyi rivayet etmemişsem onu bana teklif etmeyin ! dedi. Sonra şunu söyledi : Bir gün Resululllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir suyun başında aramızda hutbe okumak üzere ayağa kalktı ve Allah'a hamdü-sena etti. Orada bizlere va'z etti ve bazı hatırlatmalar yaptı. Sonra şöyle buyurdu :
-- Bundan sonra, dikkat edin ey cemaat ! Ben ancak bir insanım. Rabb’imin elçisi gelip de ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır. Onun içinde doğru yol ve nur vardır. Onu alın ve ona sıkı sıkı sarılın ! . Ve bu şekilde Allah'ın kitabına teşvik ederek gönüllleri ona rağbet ettirdi. Sonra :
-- Bir de ehl-i beytimi ( bırakıyorum )... Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !, buyurdu. Husayn ona :
— Onun ehl-i beyti kimlerdir ya Zeyd ? Kadınları ehl-i beytinden değil midir ? diye sordu. Zeyd :
— Kadınları ehl-i beytindendir. Lakin onun ehl-i beyti ondan sonra sadakadan mahrum olanlardır, cevâbını verdi. Husayn :
— Kimdir onlar ? diye sordu.
— Onlar, Ali oğulları, Akil oğulları, Cafer oğulları ve Abbas oğullarıdır, dedi. Husayn :
— Bunların hepsi sadakadan mahrum mudurlar ? dedi. Zeyd :
— Evet ! cevâbını verdi. “
Müslim : 7.c.2408.n
Aynı hadisin devamında, Müslim farklı iki senedle şu ziyadelikleri nakleder ;
“ ….... Birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. Kim ona sım sıkı sarılır ve tutunursa hadiyet üzere olur ; kim de onu ihmal ederse sapıtır. “
Müslim : 7.c.2408.n ( ….. )
“ ... O ikisinden birincisi Aziz ve Celîl olan Allah'ın kitabıdır. O Allah'ın ipidir. Kim ona tabi olursu hidayet üzere olur. Kim de onu terk ederse delalet üzere olur….. “ Zeyd'e ; “ Ehli beyti kimdir ? “ dedik. Zeyd ; ' Allah'a yemin olsun ki, hayır ! şüphesiz kadın bir asır süresince kocasıyla olur ; sonra kocası onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Rasulullah'ın ehli beyti, onun aslıdır ve kendinden sonra sadaka almaları haram kılınmış olan, baba tarafından akrabalarıdır,' dedi. “
Müslim : 7.c.2408/37.n - İbn Kesîr el-Bidâye : 5/183
Değerli Müslümanlar … ! Şüphesizki bu ve emsali hadisi şerifler ehl’i beytin değerini anlatan hadislerdir. Dolayısıyla ehl’i beyt, iman eden her Müslüman tarafından sevilmesi gereken kimselerdir ki, Ehl’i sünnetin bu konudaki yolu da budur. Onlar, Şia’nın yaptığı gibi ehl’i beyt hakkında haddi aşmazlar. Onlar hakkında asılsız şeyler uydurmazlar.
Şia’nın bu konudaki en büyük ve en ciddi sapıklığı, ehl’i beyti sanki Kur’an gibi edilleyi şer’iyyeden saymalarıdır. Yani Allah resulü s.a.v’in : “ Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır. Bir diğeri de ehl-i beytimdir “ sözünü alarak, hadiste anlatılan diğer ifadeleri anlamadan, kavramadan hissi ve nefsi davranmalarıdır.
Halbuki hadise dikkat edildiği zaman Allah resulü s.a.v bırakılan bu iki emanet hakkında Kur’an için ; “ ….... Birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır. Kim ona sım sıkı sarılır ve tutunursa hadiyet üzere olur ; kim de onu ihmal ederse sapıtır. “ ifadeleriyle, onun şer’i bir kaynak olduğunu ve ona sıkı sıkıya sarılmamız gerektiği anlatılmaktadır.
Ehl’i beyt hakkında ise ; “ …. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım !.. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatırım ! … “ buyurarak, benden sonra bu kimseler hakkında Allah’tan korkun, onlara iyi davranın, kıymetlerini bilin ve onlar hakkında haddi aşmayın şeklinde nasihat etmektedir.
Dolayısiyla burada şia’nın zannettiği gibi, ehl’i beytin şer’i delil olduğu değil, kıymetlerinin bilinip ve onlar hakkında haddin aşılmaması anlatılmaktadır.
Bu konuda şunu asla unutmamamız gerekir ki ; Peygamber de dahi olmak üzere İslam dininde herkes Vahye – yani Kur’ana ve Sünnete – uymak zorundadır. Allah’u Teala bu konuda peygamberi için şöyle buyurur :
“ Rabbinden sana vahyedilene uy … “
En’am : 106
“ ………. Biz sana vahyetmezden önce sen İman nedir kitap nedir bilmezdin … “
Şura : 52
“ ……. Ben sadece bana Vahyedilene uyuyorum ….. “
Ahkaf : 9
… ٍ.. وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً
“ … Allah sana kitabı ve Hikmeti indirdi. Ve bununla sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fazlu keremi çok büyüktür. “
Nisa : 113
Allah’u Azze ve Celle bütün kulları için de şöyle buyurur :
اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ
“ - Ey insanlar ! - Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka dostlar edinip de onlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz. “
A’raf : 3
.... وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُواً وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَاأَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
" ........ Allah'ın Ayetlerini eğlence edinmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah herşeyi hakkıyla bilendir “
Bakara : 231.AY.
Zikredilen bu Ayeti kerimelerde açıkça ifade ediliyor ki ; Allah’u Azze ve Celle, insanların öğüt almaları için kendilerine tabi olacakları iki şey indirmiştir. Bunlardan birinin adı, Kitap diğerinin adı ise, Hikmet tir. - yani Sünnettir - Şüphesiz ki bu ifadelerin muhatabı olan ilk kimseler de, Allah resulü s.a.v’in ashabı olduğu gibi ehl’i beytidir.
Bununla beraber zikredeceğimiz şu Ayeti celileye ve hadisi şerife eğer dikkat ederseniz, ehl’i beyte hususi olarak Kitap ve Hikmet - yani sünnet - hatırlatılmaktadır.
………”وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيراً {33} وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفاً خَبِيراً
“ …….. Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“
“ Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın Ayetlerini ve Hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır. “
Ahzab : 33-34
“ … Allah resulü s.a.v şöyle buyurdu : “ ………. Ey Muhammedin kızı fatıma ! - babam pergamberdir diye umutlanma - senden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi savamam. Ama malımdan iste ondan vereyim. “
Buhari : 10.c.4634.s – Müslim : 1.c.206.n
Bu ve emsali delillerin mesajından açıkça anlaşılıyor ki ; Peygamber s.a.v’in en yakın karısı, kızı veya oğlu dahi olsa, hepsi Vahye – yani Kur’ana ve Sünnete – tabi olmak zorundadır. Ve ehl’i Sünnetin inancına göre de ehl’i beyt Kur’ana ve Sünnete tabi olan kimselerdi.
….. عن أبي هريرة رضى الله تعالى عنه قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم إني قد تركت فيكم شيئين لن تضلوا بعدهما كتاب الله وسنتي ولن يتفرقا حتى يردا علي الحوض
{ … Ebu Hureyre r.a’dan. Resulullah s.a.v şöyle buyurdular : Size, sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Biri, Allah’ın Kitabı, diğeri ise benim sünnetim. Bunlar havz’ın başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır. }
MÜSTEDREK : 1.C.193.S - DARE KUTNİ : 3.C.4525.N - S . SAHİHA : 4.C.1761.N
İşte bu hadisi şerif, şer’i ölçü olarak kendisine tutunulacak iki kaynağın varlığını ve bunların da Kur’an ve Sünnet olduğunu bizlere anlatmaktadır. Dolayısiyla sohbetin başındaki zikri geçen hadisi şerifin mesajı ile bu hadisi şerifin mesajı birbirinden çok farklıdır.
İlk hadisi şerifte Kur’anın şer’i delil olduğu açıklanmış ve ona sıkı sıkıya tutunulmasından bahsedilmiştir. Ayrıca ehl’i beytten bahsedilip onların da değeri anlatılmıştır. Ama bu son hadisi şerifte ise, şer’i delil olarak iki kaynaktan bahsedilmiş ve onlarında Kur’an ve Sünnet olduğu anlatılmıştır.
Ali r.a’yu öven sözler ve bunların nasıl anlaşılması gerektiği :
“ … Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan, o da babasından naklen rivayet etti. Resûlullah s.a.v Ali'ye :
- Sen bana Musa'ya nisbetle Harun menzilesindesin. Şu kadar var ki, benden sonra Peygamber yoktur, buyurdular.
Müslim : 7.c.2404/30
“ … el-Berâ b.Azib anlatıyor ; Bir yolculukta Rasulullah'la beraberdik. Gadir hum mevkiinde konakladık, “ namaz için toplanın “ diye seslenildi. Rasulullah için iki ağacın altı süpürüldü. Rasulullah s.a.v öğle namazını kıldı ve Ali'nin elinden tutarak ; Bilmiyor musunuz ? ! Ben, mü'minler için kendi canlarından daha üstün değil miyim ? buyurdu. Oradakiler ; Evet dediler. Rasulullah s.a.v tekrar ; Bilmiyor musunuz ? ! Ben, her mü'min için kendi canından daha evla değil miyim ? ! buyurdu. Oradakiler ; Evet' dediler. Ravi dedi ki ; Bunun üzerine Rasulullah s.a.v tekrar Ali'nin elini tuttu ve ; Ben kimin mevlası isem, Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol, buyurdu. Ravi dedi ki ; Daha sonra Ömer onunla görüştü ve ; Tebrik ederim, ey Ebu Tâlib'in oğlu ! bütün iman eden erkek ve iman eden kadınların mevlası oldun, dedi. “
Ahmed b. Hanbel, IV, 367. 21
Arabca metin olarak hadiste geçen, “ .... ona dost olana dost ol …… “ ( vâli men vâlâh) ifadesindeki velî-velayet lafzından gelen vali kelimesini dost anlamında değilde, şia'nin iddia ettiği gibi halife veya imam anlamında kabul edersek eğer, bu sefer mana ; “ Allah'ım ona düşman olana düşman ol, onu halife edineni, halife edin “ şeklinde olur ki, Allah Teala'nın halife edinmesi sözkonusu olur ki bu anlam asla doğru değildir. Ve hadiste anlatılmak istenen de zaten bu değildir.
“ … Zeyd b. Erkam r.a anlatıyor ; Rasulullah s.a.v veda haccından dönerken, Gadir hum'da konakladı ve büyük ağaçlık yerde toplanılmasını emretti… Orada bir hutbe irad ederek ; Size iki ağırlık bıraktım. O ikisinden birincisi diğerinden daha büyüktür. Allah Teâla'nın kitabı ve neslim ( itraüm ). O ikisi hakkında bana nasıl bir halef olacağınıza dikkat ediniz. Şüphesiz o ikisi, havzın başında benimle buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır, buyurdu. Sonra ; şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah benim mevlâm'dır, ben de bütün mü'minlerin mevlâsıyım, buyurdu ve Ali'nin elinden tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem, bu da onun mevlâsıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana da düşman ol, dedi. “
Hâkim, hadisi uzun olarak zikrederek ; Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih'tir, ancak hadisi bütün olarak nakletmemişlerdir, der. 28/4.
İbn Hacer el-Askalani'nin rivayeti ; Ali b. Ebû Tâlib, Ebû Hureyre, Câbir, Berâ b.Azib ve Zeyd b. Erkam anlatıyor ;
“ Gadir Hum günü Peygamber s.a.v ; Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlâsıdır, buyurdu.
es-Suyûtî'nin rivayeti ; “ Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlâsıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol.”
Ebû Nuaym’ın, Hilyetü'l-evliyâ'daki rivayeti ; Bureyde anlatıyor ; Peygamber s.a.v buyurdu ki ; Ben kimin dostu isem, Ali'de onun dostudur. “
Bu rivayetlerde açıkça görüldügü gibi, Peygamber'den sonra Ali'nin veya on iki imamın vâsî ya da halife tayin edildiğini bildiren bir ifade yer almamaktadır.
Bu konudaki zayıf rivayetler :
“ … Ebû Saîd el-Hudri den naklediyor ; Rasulullah s.a.v Gadir hum günü Ali'yi çağırdı ve onun velayetini ilan etti. Bunun üzerine Cibril ; “ Bu gün sizin dininizi tamamladım..... “ Ayetini indirdi.
İbn Merduyeh ve İbn Asâkir, zayıf bir senedle…
“ … Ebû Hureyre r.a’dan. Dedi ki ; Zi'l-hicce'nin 18'nci günü olan 'Gadir hum günü Peygamber s.a.v buyurdular ki : Ben kimin mevlâsı isem, Ali'de onun mevlasıdır. “ Bunun üzerine Allah ; “ Bu gün dininizi tamamladım ... “ Ayetini indirdi.
İbn Merdûye ve İbn Asâkir, zayıf bir senedle …
Bu rivayetler zayıftır. Ayrıca Peygamber'den sonra Ali'nin veya on iki imamın vâsî ya da halife tayin edildiğini bildiren bir ifade yer almamaktadır.
“ Ey Peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et …… “ “ Maide : 67 “
Bu Ayet, Ali b. ebi Tâlib'in fazileti hakkında nazil olmustur. Ayet indiğinde Peygamber s.a.v Ali'nin elini tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana da düşman ol, dedi. Ömer r.a onunla görüştü ve ; Ey Ebî Tâlib oğlu ! Tebrik ederim ; benim ve bütün mü'min erkek ve mü'min kadınların mevlâsı oldun, dedi.
Ahmed : 4/ 370 - Hâkim : 3/109 - İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-tehzîb : 7/ 337 - Suyûtî, Târîhü'l-hülefa : 114, 169 - Ebû Naîm, Hilyetü'l-evliyâ : 4/ 23 - Suyûtî, ed-Durru'l-mensûr : 2/259.
Tefsîril Menâr ; Şia, imam Muhammed el-Bâkir'dan şunu rivayet etmektedir ;
“ Ey Peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et …… “ “ Maide : 67 “
Peygamber'e inen bu Ayet, Peygamber'den sonra Ali'nin hilafetini bildirmektedir. Peygamber s.a.v bunun bazı sahabilere zor geleceğinden korkuyordu. Yüce Allah, bu Ayet ile onu cesaretlendirmiştir.
“ … İbn Abbas'tan nakledilen bir başka rivayette de şöyle denilmektedir ; Allah, Peygamber'e Ali'nin velayetini insanlara haber vermesini emretti. Peygamber, insanların ; Amcasının oğlunu kayırdı, diyerek kendisini kınamalarından korktu. Bunun üzerine, Gadir hum'da bu Ayet nazil oldu ve Peygamber, Ali'nin elinden tutarak ; Ben kimin mevlâsı isem Ali'de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol, dedi.
Bu rivayeti değerlendiren Reşit Riza der ki ; Şia'ların bu konuda birçok rivayetleri ve muhtelif tefsirlerde de birçok açıklamaları bulunmaktadır. Bunlar zayıf ve uydurma rivayetlerdir.
“ … Bureyde el-Eslemi Yemen gazvesinde Ali ile birlikteydi. Ondan kat’i davranışlar görmüştü. Bu nedenle Ali'yi Peygamber'e şikayet etti. Peygamber bazı mü'minlerin Ali'yi haksızca şikayet ettiklerini, onun sa hakkın rızası dışında bir davranışının olmadığını görünce - Gadir hum'da - bir hutbe irâd ederek, Ali'den hoşnut olduğunu ve onun velayetini açıkladı, onun velayetinin mü'minler için gerekliliğini belirtti. “
Bu rivayetleri kaydeden Reşid Riza daha sonra şöyle der ; Ehli sünnet bu hadisin, imamet veya hilafet makamı olan idarî velayeti belirtmediğini, Kur'anda velayet lafzının bu anlamda kullanılmadığını, bu lafizdan kasdedilenin yardım, sevgi ve dostluk olduğunu ; Kur'ânı Kerîm'de, “..... onlar birbirlerinin dostudurlar … “ buyruğunda, “ velayet “ lafzını Yüce Allah'ın bütün mü'minler ve kafirler hakkında - dost ve yardımcı - anlamında kullandığını ; buna göre hadisin manasının ; Ben kimin yardımcısı ve dostu isem, Ali'de onun yardımcısı ve dostudur veya kim beni dost edinir ve bana yardım ederse, Ali'yi de dost edinsin ve ona yardım etsin, manasında olduğunu söylemişlerdir.
Netice olarak bu anlamdaki hadisler, Peygamber'in izinin takipçileri olmayı, ona yardım edene yardım etmeyi, onu dost edineni dost edinmeyi belirtmektedir. Dolayısiyla Ali'de, ebû Bekr, Ömer ve Osman'a yardım etmiş ve onları dost edinmiştir.
Hadisler, onları dost edinenlerin aleyhine bir delil değil, bilakis onlara buğzedenlerin ve onlardan berî olduklarını söyleyenlerin aleyhine bir delildir.
Bu Hadisler, hilafete veya imamete delalet etmemekte, bilakis imam olarakta, me'mûm olarakta Ali'ye yardımcı olmaya delalet etmektedir.
Dolayısiyla bu konuda basiretli Müslümanların anlamaları gereken hassas noktalar şunlar olmalıdır.
1 - Şayet bu hadis hitab anında imamete delalet etseydi, Peygamber'le birlikte bir imam daha olurdu ki bu, şer’an normal bir durum değildir.
2 - Şayet hilafet hakkında Kur'ân'da veya hadis'te yoruma mahal bırakmayacak şekilde bir nass olsa idi, bu tevatür derecesinde olur ve hiç ihtilafa mahal karmayacak şekilde yayılır ve günümüze kadar da gelirdi.
3 – Eğer Ali r.a halife olduğunu bilseydi, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmadan bunu, peygamber'in vefat ettigi gün hemen açıklardı.
4 – Bununla beraber Ebû Bekr ve ona biat edenlere karşı mücadele ederdi. Zira, ilahi emirle tayin edilmiş bir halife var iken, ikinci bir halifenin seçimi söz konusu olamazdı.
5 – Böyle bir durum, sonradan seçilenin kanını helal kılar ve ona karşı savaşı gerektirirdi. Fakat Ali r.a, Ebû Bekr'e karşı hiçbir mücadele içerisine girmediği gibi ona biat etmiş ve Ebû Bekr'in istişarelerinde yer almıştır.
6 - Eğer yukarıda zikredilen hadisler, Şia'nin iddia ettigi gibi Ali'nin hilafetini belirtmiş olsaydı, Allah’ın emrine rağmen Ali'nin bu şekildeki korkakca davranışı asla caiz olamazdı ki, onların da bizim de kabul ettiğimiz gibi Ali, cesur birisi idi.
7 - Şayet Ali r.a, Ebû Bekr'e karşı mücadeleye güç yetiremeyeceği kanaatini taşıyordu, bu nedenle ona karşı gelmedi, denilirse, o takdirde denilir ki ; kendi hakkını korumaya dahi gücü yetmiyen bir kişinin, ümmeti idare etmesi ve ümmetin hakkını koruması nasıl düşünülebilir ki ?
8 – Bununla beraber hakkı kasbedilen Ali'nin Ebû Bekr'e biat etmemesi, buna gücü yetmiyorsa, istişarelerinde yer olmaması, buna da gücü yetmiyor ve tamamen çaresiz kalmış idiyse, en azından hakkını savunabilecek bir yere hicret etmesi gerekmez miydi ? .. Yoksa Ali r.a, yüce Allah'ın şu buyruğundan habersiz birimiydi ?
“ Kendilerine yazık eden kimselere Melekler, canlarını alırken ; “ ne işde idiniz ? “ dediler. Bunlar ; “ Biz yer yüzünde çaresizdik “ diye cevab verdiler. Melekler de ; “ Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi ? Hicret etseydiniz ya “ dediler… “
9 – Allah ve Rasülü tarafından tayin edilmiş bir halife dururken, Hakk'ın bu hükmünü çiğneyerek hilafet makamına gelen birisine, Ali'nin itaati nasıl düşünülebilir ? … Yoksa Ali r.a islam'ın, “ Yaratıcıya isyan olan bir hususta, yaratılana itaat edilmez “ kuralını bilmiyor muydu ? …
10 – Hicrete de gücü yetmiyor idiyse en azından Allah ve Rasülü'ne isyan eden bir topluluğun içinden ayrılıp bir köşeye çekilerek ibadetle uğraşması gerekmez miydi ? …
11 – Kaldi ki, ne ehli sünnet, ne de şia kaynaklarında, Ali'nin, Ebû Bekr'e biate zorlandığı veya halifenin istişarelerine katılmaya zorlandığı ya da hilafet yurdunda ikamete zorlandığı şeklinde bir ifadeye de rastlamış değiliz.
Bütün bu itham ve batıl düşüncelerden Ali'yi ve diğer sahabileri tenzih ederiz. Onlar, Allah’ın razı olduğu kimselerdir. Dolayısiyla Yüce Allah'ın övdüğü bir topluluğu yermekten, onlara kin beslemekten ve onların aleyhinde sözler sarfetmekten Allah'a sığınırız. Çünkü rabbimiz bu konuda onlardan sonra gelenlere şunu nasihat eder ;
" Onlardan sonra gelenler şöyle derler ; Rabbimiz Bizi ve bizden önce iman eden din kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma ! Rabbimiz ! Süphesiz ki sen çok sefkatli, çok merhametlisin ! "
Haşr : 10
Vel hamdu lillahi rabbil alemin
|
irantehlikesi.blogspot.com/2012/02/gadir-i-hum-yalan.html
4 Şub 2012 - Şiilere göre, Hz. Peygamber Veda Haccı dönüşü Gadir-i Hum (Hum ... temel teşkil eden bu olay ve hadis hakkında
.
Gadir-i Hum yalanı
Şiiler, Gadir-i Hum denilen hadisede, Hz. Peygamber’in (sav) kendisine indirilen ayet gereğince Hz. Ali’yi halife seçtiğini, ancak Hz. Ebubekir ve Ömer’in bu emre uymadıklarını iddia ederler. Gadir-i Hum hadisesini her sene bayram olarak kutlayarak, Hz. Ali’nin hakkının yenildiğine dair çıkarılan fitneyi diri tutmaya çalışır; Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e lanet ederler.
Gadir-i Hum, Mekke ile Medine arasında bir yerdir. Gadir-i Hum hadisesinin anlatıldığı yandaki resim Şiiler arasında meşhurdur.
Şiilere göre, Hz. Peygamber Veda Haccı dönüşü Gadir-i Hum (Hum Bataklığı) mevkiine geldiğinde, “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et (açıkla), eğer bunu yapmazsan görevini hakkıyla yerine getirmemiş olursun” mealindeki (Maide, 67) ayet inmiştir. Bunun üzerine, Hz. Peygamber sahabelerin önünde Hz. Ali’nin elini havaya kaldırıp “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” diyerek son görevini yapmış ve Hz Ali’yi halife tayin etmiştir.
Oysa Maide Suresi’nin ilgili ayetinin Gadir-i Hum hadisesi ile alakası yoktur; söz konusu ayet bu vesile ile değil, çok daha önceleri nazil olmuştur. Üstelik ayetteki emredilen tebliğin muhatapları Müslümanlar değil kâfirlerdir. Bu ayetin Şiilikte iddia edilen maksatla indiğini öne sürmek, Peygamberin ilahi emirleri sahabelere bildirmediğini ve sakladığını iddia etmektir. Bu tür bir iddia ise, Peygambere ve bildirdiği dine noksanlık atfetmektir; küfürdür.
Gadir-i Hum Hutbesi’nin Amacı Nedir?
Hz. Peygamber’in “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır”hadisinde ne demek istediğini anlamak için, hadisin hangi şartlar altında söylendiğine bakmak gerekir. Hz. Ali çok titiz, adil ve tavizsiz bir kişiliğe sahiptir. Hz. Ali’nin adaletli ve tavizsiz muameleleri, Yemen’de kimi insanlar tarafından baskı, cimrilik ve zulüm olarak algılanıyordu. Şikâyetler Hz. Peygamber’e kadar ulaşmıştı.
Hz. Peygamber Gadir-i Hum Hutbesi’nde, Hz. Ali’nin fazileti, güvenirliği, adaleti ve kendisine olan yakınlığını beyan buyurarak, insanların kalbindeki şüpheleri gidermiş ve Yemen’de oluşan muhalefeti kırmıştı.
Muhammed bin İshak, Yezid bin Talha bin Yezid bin Rükane’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Hz. Ali, Mekke’de Rasûlullah’la buluşmak için Yemen’den dönüşünde biraz acele etti. Kendisi önden gitti. Arkada askerlerin başına arkadaşlarından birini vekil bıraktı. Bu vekili de Hz. Ali’nin Yemen’den getirmiş olduğu kumaşları askerlere dağıttı. Askerler bu elbiseleri giydiler. Mekke’ye yaklaştıklarında Hz. Ali onları karşılamaya çıktı. Bir de baktı ki, Yemen’den getirmiş olduğu elbiseler, askerlerin üzerinde… Vekil olarak bıraktığı komutana kızarak:
- Yazıklar olsun sana! Bu nedir? diye hesap sordu. Vekili şu cevabı verdi:
-İnsanların geldikleri zaman askerlerin biraz düzgün kıyafetli olmalarını istedim. Onun için onlara bu elbiseleri giydirdim.
-Yazıklar olsun sana! Bunlar Rasulullah’ın yanına gitmeden elbiseleri üzerlerinden çıkar.
Bunun üzerine askerlerin üzerindeki elbiseleri çıkarttırdı ve tekrar yerlerine koydurdu. Bunun üzerine askerler, Hz. Ali’nin kendilerine yaptığı bu muameleden şikâyetçi oldular.”
İbn-i İshak, Ebu Said el-Hudrî’nin de şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“İnsanlar Ali’yi şikâyet ettiler. Rasûlullah da aramızda, ayağa kalkıp hutbe irad etti. Şöyle dediğini işittim:
Ey insanlar! Ali’den şikâyetçi olmayın. Allah’a yemin ederim ki, O, Allah’ın zatı hakkında veya Allah yolunda şikâyet edilemeyecek kadar daha tavizsizdir.”
İmam Ahmed bin Hanbel, Fadl bin Dukeyn tariki ile Büreyde’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Ali ile birlikte gazve için Yemen’e gittim. O’nun biraz sertliğini gördüm. Rasûlullah’ın yanına geldiğim zaman Ali’nin kusurlarını anlattım. Bunun üzerine Rasûlullah’ın yüz hatlarının değiştiğini gördüm.
Bana şöyle dedi:
- Ey Büreyde! Ben müminlere kendi nefislerinden daha yakın değil miyim?
- Öyledir ya Rasûlallah, dedim.
- Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır, dedi.” (İbn Kesîr, El Bidaye Ve’n-Nihaye)
“Ben Kimin Mevlası İsem, Ali’de Onun Mevlasıdır” Ne Demektir?
“Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” sözü hadis kaynaklarında yer almaktadır. Şia’nın imamet iddiasının temeli olan buhadiste geçen “mevla” kelimesinin, Arapça’da 20′den fazla anlamı vardır. Hz. Muhammed’in hadislerinin en büyük özelliği, çok yalın ve anlaşılır olmasıdır. Eğer Hz. Muhammed bu hadisinde Hz. Ali’yi halife tayin etmek isteseydi, “mevla” gibi muğlak bir kelime kullanmaz; bunu açık bir şekilde dile getirirdi.
Hz. Peygamber, “Ben Arapların en beliğ ve en fasihiyim (yani en açık ve en güzel konuşanıyım)” buyurmaktadır. Şia, Hz. Peygamber’in, sözde imanın şartı olan bu meseleyi -adeta ümmetini fitneye sevk eder gibi- en az yirmi manası olan bir müşterek kelimeyle açıkladığını iddia ederek, “Hz. Peygambere kusur” atfetmektedir.
Şia’yı Hz. Ali’nin Torunu da Yalanlıyor
Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna’ya, imamet teorisine temel teşkil eden bu olay ve hadis hakkında soru sorulduğu zaman, “Eğer Resulullah bu hadis ile Hz. Ali’nin halife olmasını bildirmek isteseydi, ‘Ey insanlar! Bu zat benim işlerimin velisidir. Benden sonra, halife olacak budur. İşitiniz ve itaat ediniz!’ buyururdu” diye cevap vermiştir.
El-Müsenna ayrıca, “Allahü Teâlâ’nın ismine yemin ederim ki; Allahü Teâlâ ve Onun Resulü, Ali’nin halife olmasını isteselerdi, Ali, bu emri yerine getirmeye kalkışmaması ve böylece Allahü Teâlâ’nın emrine karşı gelmesiyle çok büyük günah işlemiş olurdu” demiştir. Çünkü Hz. Ali, hem Hz. Ebubekir ve hem de Hz. Ömer’e biat etmiş; onların halifelik döneminde şeyhülislamlık görevi yapmıştı.
Son olarak El-Müsenna söz konusu hadis ile ilgili “Hz. Peygamber bununla emirliği ve sultanlığı kast etmedi. Öyle demek istemiş olsaydı bunu açıkça söylerdi. Çünkü Resûlullah, Müslümanların en fasih olanıdır. Vallahi eğer Resûlullah, Ali’nin halife olmasını isteseydi, namaz kılmayı ve oruç tutmayı emreylediği gibi, bunu da, açıkça emrederdi” demiştir.
Ehl-i Beyt’in ileri gelenlerinden ve Hazret-i Ali’nin torunu olan Hasan el-Müsenna’nın bu sözleri, Şia’nın inançlarına esas teşkil eden dayanakların çarpıtma ve yalan olduğunu açıkça göstermektedir.
.
|
|
|
|
|
|
Bugün 78 ziyaretçi (212 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|