|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
12.05.2013 | 357 kez okundu
İslâm dininin iman esasları ilmihal kitaplarında âmentü terimiyle ifade edilir.
Arapça âmene fiilinin birinci tekil şahsı olan âmentü, "inandım" demektir.
Terim olarak, iman esaslarını kısa ve öz olarak ihtiva eden metni ifade etmek için kullanılır.
Âmentünün metni şudur:
"Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l-yevmi'l-âhiri
ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ ve'l-ba‘sü ba‘de'l-mevti
hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abduhû
ve rasûlüh"
(Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe,
kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inandım.
Öldükten sonra diriliş haktır. Allah'tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim).
Âmentüde belirtilen esasların hepsi Kur'an'da çeşitli ifadelerle
yer almıştır:
"...Asıl iyi olan kimse, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba,
peygamberlere inanan...dır"
(el-Bakara 2/177),
"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret
gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır"
(en-Nisâ 4/136)
meâlindeki âyetlerde iman esasları Allah'a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere ve âhirete iman olmak üzere beş ilkede toplanmış,
kader bunlar arasında zikredilmemiştir.
Ancak bazı âyetlerde
(er-Ra‘d 13/8; el-Hicr 15/21; el-Furkan 25/2; el-Kamer 54/49)
her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna dair ifadelerden
hareketle âlimler hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmayı bir iman
esası olarak zikretmişlerdir.
Cibrîl hadisinin Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayetleri de
kader konusunu bir iman esası olarak zikreder. Kader konusunun iman
esaslarını belirten âyetlerde yer almayışı, Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn
sıfatlarının kapsamı içinde yer almasına bağlanmalıdır.
Çünkü Allah'ın anılan sıfatlarına gereğince inanan, kadere de inanmış
olmaktadır.
Âmentüde yer alan esaslardan Allah'a iman ile kader ve kazâya iman
konularında, vahiyle birlikte aklî-mantıkî açıklama ve ispatlar yapılabileceği,
his ve tecrübeye dayalı bilgilerden yararlanılabileceği kabul edilmiş ise de,
âhirete iman ve meleklere iman konularında bu mümkün görülmemiş, bu
hususlarda sadece vahyin verdiği bilgilere güvenilebileceği belirtilmiştir.
.
12.05.2013 | 578 kez okundu
Allah İnancı
Kâinatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık
olan Allah'a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir.
Bütün ilâhî dinlerde Allah'ın varlığı ve birliği (tevhid) en önemli inanç
esası olmuştur.
Çünkü bütün inanç esasları Allah'a imana ve O'nun birliği esasına
dayanmaktadır.
"Allah" kelimesinin, kendisine ibadet edilen yüce varlığın özel ismi
olduğunu kabul eden bütün İslâm âlimleri konu ile ilgili açıklamaları
sırasında O'nu şöyle tanımlamışlardır:
"Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan
yüce varlığın adıdır".
Tanımdaki "varlığı zorunlu olan" kaydı, Allah'ın yokluğunun düşünülemeyeceğini,
var olmak için başka bir varlığın O'nu var etmesine ve desteğine muhtaç olmadığını,
dolayısıyla O'nun, evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu ifade etmektedir.
"Bütün övgülere lâyık bulunan" kaydı ise, yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve
sıfatlarla nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi, İslâmî metinlerde, gerçek
mâbudun (ibadet edilen varlığın) ve tek yaratıcının özel ismi olarak kullanılagelmiştir.
Bu sebeple O'ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiş, gerek Arapça'da,
gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir
çoğul şekli de oluşmamıştır.
Allah'a iman, Allah'ın var ve bir olduğuna, bütün üstünlük sıfatlarıyla
nitelenmiş ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce bulunduğuna inanmaktır.
Bir başka deyişle Allah hakkında vâcip (zorunlu, gerekli), câiz ve imkânsız
sıfatları bilip öylece kabul etmektir.
Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına
gelmiş ve akıllı her insanın ilk ve aslî sorumluluğudur.
İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşamış olan veya hiçbir dinden
haberi olmayan kimseler de bir Allah inancına sahip olmakla yükümlüdürler.
Çünkü insan yaratılıştan getirdiği mutlak ve üstün güce inanma duygusu
ile evrendeki akıllara durgunluk veren düzeni gördükten sonra bu düzeni
sağlayan bir ve eşsiz yaratıcının varlığı inancına kolaylıkla ulaşır.
"...Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi vardır?..."
(İbrâhim 13/10) meâlindeki âyet bu gerçeği dile getirmektedir.
Allah'ın Varlığı ve Birliği
Allah inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden
olumsuz bir şekilde etkilenmemiş bir kişinin Allah'ın varlığını ve birliğini
kabullenmesi gerekir.
Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'dan bahseden âyetlerin çoğu,
O'nun sıfatlarını konu edinmiştir.
Bu âyetlerde özellikle tevhid inancı üzerinde durularak Allah'ın ortağı ve
benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmıştır.
Allah'ın var oluşu konusu, Kur'an'da insan için bilinmesi tabii, zorunlu
ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir.
Selim yaratılışı bozulmamış insanın normal olarak yaratanını tanıyacağı
belirtilmiştir.
Ancak her toplumda çeşitli sebeplerle inanmayanlar veya şüphede
olanlar bulunabilecektir.
İşte böyleleri için Allah'ın varlığının ispat edilmesi
önem arzetmektedir.
Bu da öncelikle Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinin
öğrenilmesi ile mümkün olur.
İslâm akaidine göre Allah birdir ve tektir.
Bu bir oluş, sayı yönüyle bir "bir"lik değildir.
Çünkü sayı bölünebilir ve katlanabilir. Allah böyle olmaktan yücedir.
O'nun bir oluşu, zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde, rab
oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı yönündendir.
İhlâs sûresinde Allah'ın bir olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmadığı
ve doğurulmadığı, O'nun hiçbir denginin bulunmadığı ifade edilirken, Kâfirûn
sûresinde de ibadetin ancak Allah'a yapılacağı, Hz. Peygamber'in, kâfirlerin
taptıklarına önceden tapmadığı gibi, sonra da tapmayacağı ısrarla vurgulanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok sûresinde Allah'ın birliğini, eşi ve
benzerinin bulunmadığını vurgulayan pek çok âyet vardır:
"Allah evlât edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir Tanrı da yoktur.
Aksi takdirde her Tanrı kendi yarattığını sevk ve idare eder ve onlardan
biri mutlaka diğerine üstünlük sağlardı.
Allah onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir"
(el- Mü'minûn 23/91),
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı
yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti..."
(el-Enbiyâ 21/22).
Evrendeki düzen Allah'ın birliğinin en açık delilidir.
Mekke'de nâzil olan Kur'an âyetlerinin birçoğu doğrudan tevhidi telkin
etmekte, bir kısmı da şirki reddetmektedir.
Allah'ı yegâne ilâh, Rab ve otorite olarak tanımak, birliğini ikrar etmek,
her çeşit ortaktan uzak olduğuna inanmakla gerçekleşen tevhid,
İslâm dininin en önemli özelliğidir.
İslâm, bu özelliğiyle hem Câhiliye putperestliğinden, hem Yahudilik
ve Hıristiyanlık gibi dinlerin sonradan bozulmaya uğramış şekillerinden,
hem de Mecûsîlik'ten ayrılır.
Allah'ın Varlığının Delilleri
Bir kısım İslâm bilginine göre insandaki Allah inancı, zorunlu ve yaratılıştan
olduğu için Allah'ın varlığına dair dışarıdan deliller aramaya, mantıkî
ve aklî deliller sunmaya ihtiyaç yoktur.
Yaratılışı bozulmamış, aklı karışmamış her insan Allah'ın var ve bir olduğunu
bulur ve anlar.
Bu yoldaki deliller sadece insanı uyarmak, içindeki zorunlu bilgiyi ve şuuru
geliştirmek içindir.
Mıknatıs ile demir birbirine yaklaşınca mıknatıs demiri çeker.
Çünkü bu onun tabiatında gizlenmiştir.
Bu özelliği bozulmadıkça da yaratılışının gereği gerçekleşecektir.
İşte insan da böyledir.
O, sadece iç ve dış dünyada Allah'ın varlığını ispat eden şeylere bakarak
Allah'ın varlığını bunlardan anlayabilecek özellikte yaratılmıştır.
Ayrıca insanın kendi yaratılışı da bizzat Allah'ın varlığının açık bir delilidir.
İslâm bilginlerinin çoğuna göre insan, öz benliğinde ve dış dünyada Allah'ın
varlığını gösteren birtakım deliller üzerinde durup düşünerek Allah'ın
varlığına ulaşmak durumundadır.
"O'nu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder"
(el-En‘âm 6/103) meâlindeki âyet, Allah'ın duyularla doğrudan doğruya idrak
edilemeyeceğini bildirir.
Fakat duyular, Allah'ı tanıyacak olan akla, gönüle ve kalbe malzeme temin ederler.
Bu malzeme de yaratılmış olan her şeydir, evrenin âhenk ve düzenidir.
Bunlar Allah'ın varlığını gösteren belirtiler, izler ve delillerdir.
İnsan, aklı ile bu belirti, iz ve delillerden hareketle yaratıcıyı bulmaya çalışır.
Bu bir âyette şöyle dile getirilir:
"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki,
onun gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun..."
(Fussılet 41/53; ayrıca bk. el- Mü’minûn 23/12-14; el-Furkan 25/47;
er-Rûm 30/20-22; Yâsîn 36/37-40; Kaf50/6-10).
Allah'ın varlığına delâlet eden ve insanı bu konuda düşünmeye ve iman
etmeye çağıran Kur'an âyetlerini ve hadisleri dikkatlice inceleyip hem de dış
dünyayı ve insanın yaratılışını gözlemleyen âlimler, Allah'ın varlığını ispatlamak
için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu (fıtrat delili), âlemin
ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu
(hudûs delili), mümkin bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe
ihtiyaç olduğu (imkân delili), tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene
sahip olup bunun bir yaratıcının eseri olmasının gerektiği (nizam delili)
gibi bazı deliller ortaya koymuşlardır.
.
12.05.2013 | 643 kez okundu
"Allah" Özel İsmi
Kendisine ibadet edilen yüce varlığın özel ismidir.
Özel isimler diğer dillere tercüme edilemezler.
Hatta Arapça olan bir başka kelimenin onun yerini tutması da mümkün
değildir.
Bu sebeple bilginler ister Arapça olsun, ister diğer herhangi bir dilden olsun,
başka bir kelimenin "Allah" isminin yerini tutamayacağı konusunda fikir birliği
içindedirler.
Ancak Kur'an'da, Allah kelimesinin işaret ettiği zât için ilâh, mevlâ, rab gibi
isimler de kullanılmıştır.
Bu sebeple Farsça'daki Hüda ve Yezdân, Türkçe'deki Tanrı ve Çalab... gibi
isimler her ne kadar Allah özel isminin yerine geçmezse de ilâh, mevlâ, rab
gibi âyet ve hadislerde geçen Allah'ın diğer isimlerinin yerine kullanılabilir.
2. İsm-i A‘zam
Bu tamlama, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir.
Terim olarak Allah'ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için
kullanılmıştır.
Bir grup İslâm âlimi, Allah'ın isimlerinin hepsinin eşit derecede büyük ve
üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır.
Bir grup ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden
daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Hz. Peygamber'in bazı hadislerinde ism-i a‘zamdan bahsedilmekte,
bu isimle dua edildiği zaman, duanın mutlaka kabul edileceği
bildirilmektedir.
(bk. Ebû Dâvûd, “Vitr”, 23; Tirmizî, “Da‘avât”, 64, 65, 100; Nesâî, “Sehv”, 58;
İbn Mâce, “Duâ”, 9, 10).
Fakat Allah'ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek
mümkün değildir.
Çünkü bu hadislerin bir kısmında Allah ismi, bir kısmında ise rahmân,
rahîm (esirgeyen, bağışlayan), el-hayyü'l-kayyûm (diri ve her şeyi ayakta tutan),
zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah'ın en büyük ismi
olarak belirtilmektedir.
3. Esmâ-i Hüsnâ
İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ
kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'lhüsnâ),
yüce Allah'ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir.
"Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur"
(Tâhâ 20/8),
"...En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını
yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir"
(el-Haşr 52/24)
meâlindeki âyetlerde de ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah'a mahsustur.
Çünkü bütün kemal ve yetkinliklerin sahibi O'dur.
O'nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal kavramlardır.
Allah'ın isimlerine esmâ-i ilâhiyye de denilir.
Allah Teâlâ'nın Kur'an'da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır.
Kul bu isimleri öğrenerek Allah'ı tanır, O'nu sever ve gerçek kul olur.
Kur'an'da "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua
edin..."
(el-A‘râf 7/180) buyurularak, esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması
emredilmiştir.
Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını
gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delâlet ederler:
"De ki: İster Allah deyin, ister rahmân deyin, hangisini deseniz olur..."
(el-İsrâ 17/110).
Hz. Peygamber bir hadislerinde, yüce Allah'ın 99 isminin bulunduğunu,
bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir
(Buhârî, “Da‘avât”, 68; “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikr”, 2; Tirmizî, “Da‘avât”,
82).
Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat
Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itat etmektir.
Allah’ın isim ve sıfatları 99 isimden ibaret değildir. Allah'ın âyet ve
hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Hadiste 99 sayısının zikredilmesi,
sınırlama anlamına değil, bu isimlerin Allah'ın en meşhur isimleri olması
sebebiyledir.
Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayet ettikleri bir hadiste bu doksan
dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, “Da‘avât”, 82; İbn Mâce, “Duâ”, 10).
Bu isimler şunlardır:
Allah, Rahmân (esirgeyen), Rahîm (bağışlayan), Melik (buyrukları tutulan),
Kuddûs (noksanlıklardan arınmış), Selâm (yaratıklarını selâmette kılan),
Mü'min (inananları güvenlikte kılan), Müheymin (hükmü altına alan), Azîz
(ulu, galip), Cebbâr (dilediğini zorla yaptırma gücüne sahip olan), Mütekebbir
(yegâne büyük), Hâlik (yaratıcı), Bârî (eksiksiz yaratan), Musavvir (her şeye
şekil veren), Gaffâr (günahları örtücü, mağfireti bol), Kahhâr (isyankârları
kahreden), Vehhâb (karşılıksız veren), Rezzâk (rızıklandıran), Fettâh (hayır
kapılarını açan), Alîm (her şeyi bilen), Kabız (ruhları kabzeden, can alan),
Bâsıt (rızkı genişleten, ömürleri uzatan), Hâfıd (kâfirleri alçaltan),
Râfi‘ (müminleri yükselten), Muiz (yücelten, aziz kılan), Müzil (değersiz kılan),
Semî‘ (işiten), Basîr (gören), Hakem (hükmedici, iyiyi kötüden ayırt edici),
Adl (adaletli), Latîf (kullarına lutfeden), Habîr (her şeyden haberdar),
Halîm (yumuşaklık sahibi), Azîm (azametli olan), Gafûr (çok affedici),
Şekûr (az amele bile çok sevap veren), Alî (yüce, yüceltici), Kebîr (büyük),
Hafîz (koruyucu), Muhît (kuşatan), Rezzâk (rızıklarını yaratıcı),
Hasîb (hesaba çeken), Celîl (yücelik sıfatları bulunan), Kerîm (çok cömert),
Rakýb (gözeten), Mücîb (duaları kabul eden), Vâsi‘ (ilmi ve rahmeti geniş),
Hakîm (hikmet sahibi), Vedûd (müminleri seven), Mecîd (şerefi yüksek),
Bâis (öldükten sonra dirilten ve peygamber gönderen), Şehîd (her şeye şahit olan),
Hak (hakkın kendisi), Vekîl (kulların işlerini yerine getiren), Kavî (güçlü, kuvvetli),
Metîn (güçlü, kudretli), Velî (müminlere dost ve yardımcı), Hamîd (övgüye lâyık),
Muhsî (her şeyi sayan, bilen), Mübdî (her şeyi yokluktan çıkaran),
Muîd (öldürüp yeniden dirilten), Muhyî (hayat veren, dirilten), Mümît (öldüren),
Hay (diri), Kayyûm (her şeyi ayakta tutan), Vâcid (istediğini istediği anda bulan),
Mâcid (şanı yüce ve keremi çok), Vâhid (bir), Samed (muhtaç olmayan),
Kadir (kudret sahibi), Muktedir (her şeye gücü yeten), Mukaddim (istediğini öne alan),
Muahhir (geri bırakan), Evvel(başlangıcı olmayan), Âhir (sonu olmayan),
Zâhir (varlığı açık olan), Bâtın (zât ve mahiyeti gizli olan), Vâlî (sahip),
Müteâlî (noksanlıklardan yüce), Ber (iyiliği çok), Tevvâb (tövbeleri kabul edici),
Müntakim (âsilerden intikam alan), Afüv (affedici), Raûf (şefkati çok),
Mâlikü'l-mülk (mülkün gerçek sahibi), Zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi),
Muksit (adaletli), Câmi‘ (birbirine zıt şeyleri bir araya getirebilen),
Ganî (zengin, kimseye muhtaç olmayan), Muğnî (dilediğini muhtaç olmaktan kurtaran),
Mâni‘ (istediği şeylere engel olan), Zâr (dilediğini zarara sokan),
Nâfi‘ (dilediğine fayda veren), Nûr (aydınlatan), Hâdî (hidayete erdiren),
Bedî‘ (çok güzel yaratan), Bâký (varlığı sürekli olan), Vâris (mülkün gerçek sahibi),
Reşîd (yol gösterici), Sabûr (çok sabırlı).
Allah'ın isimleri konusundaki temel dayanak vahiy olduğu için, bu
isimler insanlar tarafından değiştirilemez.
Âyet ve hadisler Allah'ı nasıl isimlendirmiş ise öyle isimlendirmek gerekir.
4. Allah'ın Sıfatları
Allah Teâlâ'ya iman etmek demek, O'nun yüce varlığı hakkında vâcip
ve zorunlu olan kemal ve yetkinlik sıfatlarıyla, câiz sıfatları bilip, öylece
inanmak,zâtını noksan sıfatlardan yüce ve uzak tutmaktır.
Allah, şanına lâyık olan bütün kemal sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan
münezzehtir.
Allah Teâlâ'nın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır.
O'nun sıfatlarının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah'ın sıfatları, yaratıkların
sıfatlarına benzemez.
Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da Allah'ın ilmi, iradesi,
hayatı, kelâmı; bizim, ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez.
Biz, Allah'ın zâtını ve mahiyetini bilemediğimiz ve kavrayamadığımız için
O'nu isim ve sıfatlarıyla tanırız.
Kur'ân-ı Kerîm
"Onu gözler idrak edemez.
Fakat O, gözleri idrak eder.
O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır"
(el-En‘âm 6/103) buyurarak,
Allah'ın zâtını idrak etmenin, mahiyetini bilmenin imkânsız
olduğunu açıklamıştır.
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın yaratıkları hakkında düşününüz.
Fakat Allah'ın zâtı hakkında düşünmeyiniz.
Gerçekten siz buna hiç güç yetiremezsiniz"
(Süyûtî, el-Câmi‘u's-sag¢r, I, 132; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 311).
Yüce Allah'ın varlığı zorunlu ve vâcip olan sıfatları iki gruba ayrılır:
Zâtî sıfatlar, sübûtî sıfatlar.
Zâtî Sıfatlar
Sadece Allah Teâlâ'nın zâtına mahsus olan, yaratıklarından herhangi birine
verilmesi câiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Zât sıfatların zıtları Allah
hakkında düşünülemediği, bu sebeple noksanlık, sonluluk ve eksiklik ifade
eden bu özelliklerden O'nun tenzih edilmesi gerektiğinden bu sıfatlara tenzîhî
sıfatlar ve selbî sıfatlar da denilmiştir.
Zâtî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd. “Var olmak” demektir.
Allah vardır, varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı zorunludur.
Vücûdun zıddı olan yokluk Allah hakkında düşünülemez.
2. Kıdem. “Ezelî olmak, başlangıcı olmamak” demektir.
Hiçbir zaman düşünülemez ki, bu zamanda Allah henüz var olmamış olsun.
Çünkü zaman denilen şeyi de O yaratmıştır. Ne kadar geriye gidersek gidelim
O'nun var olmadığı bir zaman düşünülemez, bulunamaz. Allah sonradan
meydana gelmiş varlık değildir. Ezelî (kadîm) varlıktır. Kıdem sıfatının zıddı
olan sonradan olma (hudûs) Allah hakkında düşünülemez.
3. Beka. “Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak” demektir.
Allah'ın sonu yoktur. Ezelî olanın ebedî olması da zorunludur. Bekanın zıddı olan
sonu olmak (fenâ) Allah hakkında düşünülemez. Ne kadar ileriye gidilirse
gidilsin, Allah'ın olmayacağı bir an düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın
ezelî ve ebedî oluşu hakkında şöyle buyurulur:
"O, ilktir, sondur..."
(el-Hadîd57/3),
"...Allah'ın zâtından başka her şey yok olucudur..."
(el-Kasas 28/88).
4. Muhâlefetün li'l-havâdis. “Sonradan olan şeylere benzememek”
demektir.
Allah'tan başka her varlık sonradan olmuştur. Allah, sonradan
olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. Allah, kendisi hakkında
bizim hatıra getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Bu sıfatın zıddı olan,
sonradan olana benzemek ve denklik (müşâbehet ve mümâselet) Allah
hakkında düşünülemez. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"... O'nun (benzeri olmakşöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur..."
(eş-Şûrâ 42/11).
5. Vahdâniyyet. “Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir
ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması” demektir.
Vahdâniyyetin zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd), eşi ve ortağı bulunmak
(şirk), Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan sıfatlardandır. İslâm'a göre
Allah'tan başka ilâh, yaratıcı, tapılacak, sığınılacak, hüküm ve otorite sahibi
bir başka varlık yoktur. İhlâs ve Kâfirûn sûreleri ile Kur'an'ın pek çok âyeti
Allah'ın tek ve eşsizliğini ortaya koyarken, şirki reddeder (bk. el-Enbiyâ
21/22; el-İsrâ 17/42; ez-Zümer 39/4).
6. Kıyâm bi-nefsihî. “Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir
başka varlığa ihtiyaç duymamak” demektir.
Allah kendiliğinden vardır.
Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir.
Başkasına muhtaç olmak (kıyâm bi-gayrihî), Allah hakkında düşünülemez.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"De ki: O Allah birdir. O, sameddir (başkasına ihtiyaç duymayandır)..."
(el-İhlâs 112/1-2),
"Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan
ancak O'dur"
(el-Fâtır 35/15).
Sübûtî Sıfatlar
Varlığı zorunlu olan ve kemal ifade eden sıfatlardır.
Bu sıfatlar "Allah diridir, irade edendir, güç yetirendir...,
hayat, irade ve kudret... sıfatları vardır" gibi müsbet (olumlu) ifadelerle
Allah'ı tanıttığı için sübûtî sıfatlar adını almışlardır.
Sübûtî sıfatların zıtları olan özellikler Allah hakkında düşünülemez.
Bu sıfatlar ezelî ve ebedî olup, yaratıkların sıfatları gibi sonradan meydana
gelmiş değildir. İster hay (diri), âlim (bilen), kadîr (güç sahibi) gibi dil
kuralları açısından sıfat kelimeler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar
kalıbındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar Allah'a verilebilir.
İsimlendirmede bir benzerlik olsa da sübûtî sıfatlar hiçbir şekilde
yaratıkların sıfatlarına benzememektedir.
Çünkü Allah'ın ilmi, kudreti, iradesi... sonsuz, mutlak, ezelî ve ebedîdir,
kemal ve yetkinlik ifade eder.
Kullarınki ise sonlu, kayıtlı, sınırlı, sonradan yaratılmış, eksik ve
yetersiz sıfatlardır.
Sübûtî sıfatlar sekiz tanedir.
1. Hayat. “Diri ve canlı olmak” demektir.
Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur.
Ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Hayat sıfatının zıddı olan “ölü olmak” (memât)
Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan..."
(el-Furkan 25/58),
"(Artık bütün) yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun
bükmüştür..."
(Tâhâ 20/111).
2. İlim . “Bilmek” demektir.
Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi, gizliyi, açığı bilir.
Allah'ın bilgisi yaratıkların bilgisine benzemez, artmaz, eksilmez.
O, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. Allah, her şeyi olacağı için bilir.
Yoksa her şey Allah bildiği için olmaz. Âlemde görülen bu
güzel düzen, tertip ve şaşmaz âhenk, onun yaratıcısının engin ve sonsuz
ilminin en büyük göstergesidir. İlim sıfatının zıddı olan cehl (bilgisizlik),
Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır. İlim sıfatı ile ilgili
âyetlerden ikisinde şöyle buyurulur:
"O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun
ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez..."
(el-En‘âm 6/59),
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?..."
(el-Mücâdele 58/7).
3. Semi‘ . “İşitmek” demektir.
Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle
ne söylenirse Allah işitir, duyar. Bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi
işitmesine engel değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah hakkında düşünülemez.
4. Basar . “Görmek” demektir.
Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesinden gizli kalmaz.
Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür.
Görmemek (âmâlık) Allah hakkında düşünülemez. Allah'ın
işitici ve görücü olduğuna dair pek çok âyet vardır.
Bunlardan birinde şöyle buyrulur:
"(Allah) gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. Allah
adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler.
Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir"
(el-Mü'min 40/19-20).
5. İrade . “Dilemek” demektir.
Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını ve özelliklerini
belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği
olmaz. İrade sıfatının zıddı olan iradesizlik ve zorunda olmak (îcâb bi'zzât)
Allah hakkında düşünülemez. Meşîet de irade anlamına gelen bir kelimedir.
Kur'an'daki
"De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine
verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de
alçaltırsın..."
(Âl-i İmrân 3/26),
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini yaratır..."
(eş-Şûrâ 42/49)
âyetleri irade sıfatının naklî delillerindendir.
Allah Teâlâ'nın iki türlü iradesi vardır:
Tekvînî İrâde. Tekvînî (yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün
yaratıkları kapsamaktadır.
Bu irâde, hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir.
"Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona
sözü müz sadece "ol" dememizdir. Hemen oluverir"
(en-Nahl 16/40) anlamındaki
âyette belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.
Teşrîî İrade. Teşrîî (yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce
Allah'ın bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir.
Allah'ın bu mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana
gelmesini gerekli kılmaz.
"Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya
yardım etmeyi emrediyor (irade ediyor)..."
(en-Nahl 16/90)
meâlindeki âyetteki irade bu çeşit bir iradedir.
Tekvînî irade hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak
gerçekleştiği halde teşrîî irade, sadece hayra ve iyiliğe yönelik olarak
gerçekleşir.
Allah, hayrı da şerri de irade edip yaratır.
Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz.
6. Kudret. “Gücü yetmek” demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir.
Kudret sıfatının zıddı olan acizlik ve güç yetirememek (acz), Allah hakkında
düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta
her şey Allah'ın güç ve kudretiyle olmaktadır. Yıldızlar, galaksiler, bütün
uzay, canlı-cansız tüm varlıklar Allah'ın kudretinin açık delilidir.
Kur'an'da Allah'ın kudreti ile ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri
için mutlak bir ibret vardır. Allah her canlıyı sudan yarattı.
İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür,
kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır.
Şüphesiz Allah her şeye kådirdir"
(en-Nûr 24/44-45).
7. Kelâm. “Söylemek ve konuşmak” demektir.
Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur.
Ezelî olan kelâm sıfatının mahiyeti bizce bilinemez. Ses ve harflerden
meydana gelmemiştir. Kelâmın zıddı olan konuşmamak ve dilsizlik, Allah
hakkında düşünülemez. Allah kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve haber
verir.
Bu sıfatla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla
konuşunca Rabbim, bana (kendini) göster, seni göreyim dedi..."
(el-A‘râf 7/143),
"De ki: Rabbimin sözlerini (yazmak) için bütün denizler mürekkep
olsa ve bir o kadar daha ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden
önce deniz tükenecektir"
(el-Kehf 18/109).
8. Tekvîn. “Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak” demektir.
Yüce Allah yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip dilediği her şeyi sonsuz
güç ve kudretiyle yaratmıştır. Yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek,
nimet vermek, azap etmek ve şekil vermek tekvîn sıfatının sonuçlarıdır.
Bir âyette
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir"
(ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur.
.
12.05.2013 | 518 kez okundu
Sözlükte "haberci, elçi, güç ve kuvvet" anlamlarına gelen melek, Allah'ın
emriyle çeşitli görevleri yerine getiren, gözle görülmeyen nûrânî ve ruhanî
varlıktır.
Kur'an'da meleklere imanın farz olduğunu bildiren birçok âyet vardır:
"Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de.
Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler..."
(el-Bakara 2/285).
"...Asıl iyilik Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere
iman edenlerin iyi amelidir..."
(el-Bakara 2/177).
Meleklere inanmayan kişi, bu âyetlerin hükmünü inkâr ettiği için kâfir
olur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur'an'da meleklere düşman olanları kâfir diye
nitelemiş ve böyle kimselerin Allah düşmanı olduğunu vurgulamıştır
(el-Bakara 2/98).
Meleklere inanmamak, dolaylı olarak vahyi, peygamberi, peygamberin
getirdiği kitabı ve tebliğ ettiği dini de inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü dinî
hükümler, peygamberlere melek aracılığıyla indirilmiştir.
b) Meleklerin Mahiyeti
Melekler duyu organlarıyla algılanamayan, gözle görülmeyen, sürekli
Allah'a kulluk eden, asla günah işlemeyen, nûrânî ve ruhanî varlıklardır. Bu
sebeple onlar hakkındaki tek bilgi kaynağı âyetler ve sahih hadislerdir.
Onun ötesinde bir şey söylemek mümkün değildir. Meleklerin gözle görülmez,
duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmeleri için bir
gerekçe olamaz. Gerek akla gerekse pozitif bilimlere dayanılarak, meleklerin
var veya yok olduklarına dair kesin deliller ileri sürülemez. Çünkü melekler,
gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik
ötesi varlıklardır. Şartlanmamış insan aklı da meleklerin varlığını imkânsız
değil, câiz ve mümkün görür.
c) Meleklerin Özellikleri
Melekleri diğer varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır. Bunları şu
şekilde sıralamak mümkündür:
1. Melekler nûrdan yaratılmış; yemek, içmek, erkeklik, dişilik, uyumak,
yorulmak, usanmak, gençlik, ihtiyarlık gibi fiillerden ve özelliklerden
arınmış nûrânî ve ruhanî varlıklardır:
"...O'nun huzurunda bulunanlar, O'na ibadet hususunda kibirlenmezler
ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) tesbih ederler"
(el-Enbiyâ 21/19-20),
"Onlar rahmânın kulları olan melekleri dişi kabul ettiler.
Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler?
Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir"
(ez-Zuhruf 43/19);ayrıca bk. es-Sâffât 37/149; en-Necm 53/27-28).
2. Melekler Allah'a isyan etmezler, Allah'ın emrinden çıkmazlar,
asla günah işlemezler, hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar.
"Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne
emrolunursa onu yaparlar"
(en-Nahl 16/50; ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/26-28; et-Tahrîm 66/6).
3. Melekler, son derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır:
"Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer üçer ve dörder kanatlı elçiler
yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği artırmayı yapar.
Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir"
(el-Fâtır 35/1).
İslâmî kaynaklarda meleklerin kanatları olduğu bildirilmekle birlikte bu
kanatların mahiyeti konusunda bir şey söylemek mümkün değildir.
Meleklerin nûrânî varlıklar olduğu göz önünde tutulursa,
bunları kuş veya uçak kanatları gibi maddî nitelemelere konu etmenin
doğru olmayacağı ortadadır.
Kanatların mahiyetini ancak Allah ve melekleri gören peygamberler
bilebilirler. Meleklerin kanatları onların sûretini, kanatlarının
fazlalığı onların güç ve sürat yönünden derecelerini, Allah katındaki
değerlerini gösterdiği şeklinde anlaşılabilir.
4. Melekler Allah'ın emir ve izniyle çeşitli şekil ve kılıklara bürünebilirler.
Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber'e ashaptan Dihye şeklinde görünmüş, bazan
kimsenin tanımadığı bir insan şeklinde gelmiştir. Yine Cebrâil (a.s), Hz.
Meryem'e bir insan şeklinde görünmüş (Meryem 19/16-17), meleklerden bir
grup, Hz. İbrâhim'e bir oğlu olacağı müjdesini getiren insanlar şeklinde gelmiş,
o da onları misafir zannederek kendilerine yemek hazırlamış, fakat
yemediklerini görünce korkmuş, sonra da melek olduklarını anlamıştır
(Hûd 11/69-70).
Bu âyetten meleklerin yiyip içmedikleri sonucu da çıkmaktadır.
5. Melekler gözle görünmezler. Onların görünmeyişleri, yok olduklarından
değil, insan gözünün onları görebilecek kabiliyet ve kapasitede yaratılmamış
olmasındandır. Melekler peygamberler tarafından aslî şekilleriyle görülmüşlerdir.
Asıl şekillerinden çıkıp bir başka maddî şekle, meselâ insan şekline girmeleri
durumunda diğer insanlarca da görülmeleri mümkün olur. Cibrîl hadisi
diye bilinen, iman, islâm ve ihsan kavramlarının tanımlarının yapıldığı hadiste
belirtildiği gibi, Cebrâil ashap tarafından insan şeklinde görülmüştür
(bk. Buhârî,“Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
6. Melekler gaybı bilemezler. Çünkü gaybı, ancak Allah bilir. Eğer Allah
tarafından kendilerine gayba dair bir bilgi verilmiş ise, ancak o kadarını
bilebilirler. Kur'an'da ifade edildiğine göre Allah, Hz. Âdem'e varlıkların
isimlerini öğretmiş, sonra da isimlerin verildiği varlıkları meleklere göstererek,
bunların isimlerini haber vermelerini onlardan istemiş, bunun üzerine melekler
"Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz
yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan
sensin" demişlerdir. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak Hz. Âdem'in, varlıkların
isimlerini haber vermesini emretmiş, o da söyleyiverince şöyle seslenmiştir:
"Size demedim mi ki, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi
açıklarsanız neyi de gizlemişseniz ben bilirim"
(el-Bakara 2/31-33).
d) Meleklerin Görevleri ve Çeşitleri
Âyet ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat
pek çok oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri Allah'a kulluk ve
O, neyi emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu
gruplarda incelenebilirler:
Cebrâil, dört büyük melekten biridir. Allah tarafından vahiy getirmekle
görevlidir.
Cebrâil'e (a.s.) güvenilir ruh anlamına gelen "er-Rûhu'l-emîn" de
denilmiştir:
"O (Kur'an'ı) korkutuculardan olasın diye Rûhulemîn senin
kalbine indirmiştir"
(eş-Şuarâ 26/193-194).
Bir başka âyette de ona Rûhulkudüs adı verilmiştir:
"...Kur'an'ı Rabbinden hak olarak Rûhulkudüs indirmiştir"
(en-Nahl 16/102).
Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah'a en yakını olduğu için
kendisine “meleklerin efendisi” anlamında seyyidü'l-melâike denilmiştir.
Mîkâîl, dört büyük melekten biri olup, kâinattaki tabii olayları ve yaratıkların
rızıklarını idare etmekle görevlidir.
İsrâfîl, sûra üflemekle görevli melektir. İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek,
ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir.
Azrâil ise, görevi ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için
"melekü'l-mevt" (ölüm meleği) adıyla anılmıştır:
"De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak,
sonra Rabbinize döndürüleceksiniz"
(es-Secde 32/11).
Kirâmen Kâtibîn, insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır.
Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları
tesbit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler
kıyamet günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik de edeceklerdir.
Kur'an'da bu melekler hakkında şöyle buyurulmuştur:
"İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarınızı
yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen
yazmaya hazır bir melek bulunmasın"
(Kaf 50/17-18),
"Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır.
Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler"
(el-İnfitâr 82/10-12; ayrıca bk. ez-Zuhruf 43/80).
Münker ve Nekir, ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir.
“Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan” anlamındaki münker ve nekir,
mezardaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu ismi
almışlardır.
Bu iki melek kabirde ölülere, "Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın
ne?" diye sorular yöneltecekler, alacakları cevaplara göre ölüye iyi veya
kötü davranacaklardır.
Hamele-i Arş, arşı taşıyan meleklerin adıdır. Kur'an'da haklarında
şöyle buyurulur:
"Arşı yüklenen, bir de onun çevresinde bulunanlar
(melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler. O'na iman ederler..."
(el-Mü'min 40/7;ayrıca bk. el-Hâkka 69/17).
Mukarrebûn ve İlliyyûn adıyla anılan melekler, Allah'ı tesbih ve anmakla
görevli olup, Allah'a çok yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan
meleklerdir (en-Nisâ 4/172).
Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır
(bk. er-Ra‘d 13/23-24; et-Tahrîm 66/6; el-Müddessir 74/29-31).
Bunlardan başka, insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle
(Tirmizî, “Tefsîr”, 3), namaz kılanlarla birlikte Fâtiha sûresinin bitiminde
"âmin" demekle
(Buhârî, “Ezân”, 111, 112; “Da‘avât”, 63; Müslim, “Salât”, 18),
hergün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olmakla
(Buhârî, “Mevâkýt”, 16; Müslim, “Mesâcid”, 37),
Kur'an okurken yeryüzüne inmekle
(Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 15; Müslim, “Müsâfirîn”, 36),
sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur'an ve ilim meclislerini arayıp bulmakla
(Buhârî, “Da‘avât”, 66; Müslim, “Zikr”, ,
müminlere (Ahzâb 33/43) özellikle bilgin olan müminlere rahmet okumakla
(Tirmizî, “İlim”, 19), sadece Allah'a hamd ve secde etmekle (A‘râf 7/206)
görevli melekler de vardır.
e) İnsanlarla Melekler Arasındaki Üstünlük Derecesi
Ehl-i Sünnet'e göre insanlar içinden seçilen peygamberler, meleklerin
peygamberleri durumunda olan büyük meleklerden daha üstündür. Çünkü
yüce Allah insan için "halife" tabirini kullanarak (el-Bakara 2/30) onu melekler
karşısında yüceltmiş, Hz. Âdem'e secde etmeleri için meleklere emretmiş,
eşya ve âlemi meleklere gösterip bunların adlarını sorduğu zaman melekler
cevap verememiş, Hz. Âdem ise birer birer saymıştır (el-Bakara 2/31-34).
Ayrıca meleklerin Allah'a kullukları ve hayırlı şeyleri yapmaları, iradeye
bağlı olmayan hareketlerdir.
Halbuki insan Allah'a kulluğunu ve iyi işleri, kendisini doğru yoldan ayıracak
pek çok engeli aşarak yapar. Bütün bunlar insan cinsinin melek cinsinden üstün
olduğunu gösterir.
Meleklerin önde gelenleri, peygamber olmayan bütün insanlardan;
takvâ sahibi müminler, şehidler, salih amel işleyenler, dinde dosdoğru
hareket edenler, diğer meleklerden; diğer melekler de insanların kâfir,
münafık, müşrik, inancı bozuk, amelsiz, ahlâksız olanlarından daha üstündür.
.
.
12.05.2013 | 437 kez okundu
Cin
Sözlükte, "gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey" anlamına gelen cin,
terim olarak duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen;
ateşten yaratılmış, mânevî, ruhanî ve gizli varlıklara verilen bir addır.
Cin kelimesi geniş anlamıyla ele alındığında, insan kelimesinin karşıtı
olarak kullanılır ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamışsa, duyu
organlarından gizlenmiş bütün mânevî varlıkları ifade eder.
Dar anlamıyla ise cin kelimesi, ruhanî varlıkların bir kısmını belirtmek
için kullanılır.
Çünkü gözle görülmeyen ruhanî varlıklar:
Hayırlı olan ve Allah'ın emrinden çıkmayan ve insana iyi şeyler ilham
eden melekler, insanı aldatan ve şerre yönelten şeytanlar, hem hayırlıları
hem de şerlileri bulunan cinler, olmak üzere üçe ayrılmaktadır.
Cinler, duyu organlarıyla algılanamayan varlıklar olduğu için, onlar
hakkındaki tek bilgi kaynağı vahiydir.
Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadisler, cinlerden bahsetmekte, doğru
düşünebilen akıl da bunu imkânsız görmemektedir.
İnsanların cinleri göremeyişi, gözlerinin cinleri görecek yetenekte
yaratılmamış olmasındandır.
Kur'an'a göre insan topraktan, cinler ise ateşten yaratılmıştır:
"Cinleri özateşten yarattı"
(er-Rahmân 55/15),
"Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan,şekillenmiş kara
balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık"
(el-Hicr 15/26-27).
Sonuncu âyet cin türünün insan türünden önce
yaratıldığını da göstermektedir.
Kur'an'da cinlerden bahseden, yirmi sekiz âyetten oluşan ve
Cin sûresi diye bilinen bir sûre bulunmaktadır.
Bu sûrede de dile getirildiği gibi, cinler çeşitli gruplara
bölünmüşlerdir.
Cinlerin bir kısmı müslümandır. Bir kısmı da kâfirdir.
Kâfir olanları cinlerin çoğunluğunu oluştururlar.
Cinlerin mümin olanları, müminlerle beraber cennette,
kâfir olanları da kâfirlerle beraber cehennemde kalacaklardır.
Cinler çeşitli şekillere girebilecek ve insanların yapamayacağı bazı
işlerin üstesinden gelebilecek yetenekte yaratılmıştır.
Hz. Süleyman Sebe melikesinin tahtını getirtmek istediğinde
cinlerden birinin, o henüz yerinden kalkmadan tahtı getirebileceğini
söylemesi (en-Neml 27/39) bunu göstermektedir.
Cinin Hz. Süleyman'la karşılıklı konuşması, onların gözle
görülebilecek bir şekle girebileceklerine işarettir.
Allah cinleri Hz. Süleyman'ın emrine vermiş, o da cinleri ağır ve
meşakkatli işlerde kullanmıştır.
Cinlerin mutlak gayba dair bilgileri yoktur.
Ancak hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî ve mânevî varlıklar
olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeplerle, insanların
bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler.
Ancak bu durum, cinlerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu
göstermez.
Bir âyette,
"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun
öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi.
(Sonunda) yere yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi,
o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı"
(Sebe’ 34/14) buyurularak, onların gaybı bilmedikleri açık bir
şekilde ortaya konulmuştur.
Cinler de insanlar gibi iman ve ilâhî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"
(ez-Zâriyât 51/56). Cinler tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, evlenir ve
çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Ancak
cinlerin ömrü, insanlarınkine göre epeyce uzundur.
Bazı durumlarda cinlerin insanlara zarar vermesi söz konusu olabilirse
de, müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah'ın izni
olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden
inanması gerekir.
Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı Allah'a sığınmak
gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı
tutum gösterilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber'in de cinlerin
insanları etkilemesine karşı Âyetü'lkürsî'yi, Felâk ve Nâs sûrelerini
okuduğu bilinmektedir
(bk. Buhârî, “Vekâle”, 10; “Fezâilü'l-Kur'ân”, 10; Tirmizî, “Tıb”, 16).
Müslümanlar, cinlerden zarar gördüklerini sandıkları durumlarda
Hz. Peygamber'den öğrendiği tedbirlerle yetinmeli, cahil cinci ve
üfürükçülerin tuzağına düşmekten sakınmalıdırlar.
Şeytan
Gözle görülmeyen fakat varlığı kesin olan, azgınlık ve kötülükte çok
ileri giden, kibirli, âsi, insanları saptırmaya çalışan cinlere şeytan adı
verilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ilk şeytandan İblîs diye söz edilir, İblîs, azmış ve Rabbinin
buyruğuna isyan ederek sapıklığa düşmüş cinlerdendir.
"Hani biz meleklere Âdem'e secde edin demiştik. İblîs hariç
hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden
oldu"
(el-Bakara 2/34) anlamındaki âyet, onun melek olduğunu göstermez.
Çünkü bu âyette, ifadenin çoğunluğa göre düzenlenmesi kuralına uygun
bir üslûp kullanılmıştır.
"...İblîs cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı..."
(el-Kehf 18/50) âyetinden de açıkça anlaşılacağı gibi, aslında o bir cindir.
Allah'a ibadet ederek derecesini yükseltmiş, melekler arasına karışmış,
daha sonra da isyanı yüzünden bu konumunu yitirmiştir.
Melekler ve cinler gibi duyu organlarıyla algılanamayan fakat varlığı
Kur'ân-ı Kerîm ve sahih hadislerde kesin biçimde haber verilen şeytan,
ateşten yaratılmıştır.
Hz. Âdem'in çamurdan, kendisinin ise ateşten yaratıldığı gerekçesiyle ondan
üstün olduğunu iddia etmiş, Âdem'e secde etmekten kaçınmış, Allah'ın lânetine
uğramış ve O'nun huzurundan kovulmuştur.
Daha sonra Hz. Âdem ve eşi Havvâ'yı yanıltarak, onların cennetten
çıkarılmalarına sebep olmuştur.
Şeytan ilk insandan beri bütün insanlara kötülükleri, küfür ve günahları
süsleyip güzel göstermiş, insanları hak yoldan uzaklaştırmak için elinden
geleni yapmıştır.
Allah'ın gösterdiği dosdoğru yoldan uzaklaşmak, yasakları
çiğnemek, şeytana imkân ve fırsat vermek demektir. Sapıklık
ve azgınlıkta devam edenler, şeytanın kendilerini çepeçevre
kuşatmasına, kendilerinin de şeytanın esiri olmalarına sebep olurlar.
Yüce Allah insanları şeytanın düşmanlığına, hile ve aldatmacalarına karşı
uyarmıştır:
"Çünkü şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu bir düşman sayın.
O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır"
(el-Fâtır 35/6).
Dünyada insanları hak ve hakikatten uzaklaştıran şeytan, âhirette de onları
işledikleri ile başbaşa bırakacak, bu konuda kendisini suçlamamalarını
söyleyecektir.
Şeytanlar, her peygambere düşman kılındığı gibi, her insanı yoldan
çıkarmaya çalışacak ve kötü şeyleri süslü gösterip, yasakları
çiğnemeye teşvik edecek bir şeytanın bulunacağı da Hz. Peygamber
tarafından bildirilmiştir
(bk. Müslim, “Münâfikun", 11).
Yüce Allah, Kur'an okunduğunda kovulmuş şeytandan kendisine
sığınılmasını emrettikten sonra, Allah'a içtenlikle inanıp ibadet eden,
yasaklarını çiğnemeyen kimseler üzerinde şeytanın hiçbir etki ve
hâkimiyetinin olmayacağını ifade etmiştir
(bk. en-Nahl 16/98; el-İsrâ 17/65; el-A‘râf 7/21).
Allah Teâlâ varlıkları, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark
insanlarca kolaylıkla anlaşılabilsin diye zıtlarıyla birlikte yarattığından,
şeytanı da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden olan, hak ve hayrı
tavsiye eden meleklerin varlığına zıt ve alternatif olarak yaratmıştır.
Çünkü belli fiillerin ibadet, hayır, güzel ve iyi oluşu, ancak zıtlarının
varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren
de şeytandır.
.
12.05.2013 | 636 kez okundu
İlâhî Kitap Kavramı ve Kitaplara İman
Kitap, sözlükte "yazmak ve yazılı belge" anlamına gelir.
Terim olarak ise, Allah Teâlâ'nın kullarına yol göstermek ve
aydınlatmak üzere peygamberine vahyettiği sözlere ve bunun
yazıya geçirilmiş şekline denilir.
Çoğulu "kütüb"dür. Hıristiyan ve yahudilere ilâhî kitap olarak
İncil ve Tevrat verildiğinden onlara "Ehl-i kitap" denilmiştir.
İlâhî kitaplara Allah katından indirilmiş olması sebebiyle
"kütüb-i münzele" veya "semavî kitaplar" da denilir.
Kitaplara iman, Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar
indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek
olduğuna inanmak demektir.
Yüce Allah Hz. Peygamber'e,
"İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki:
Ben Allah- 'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti
gerçekleştirmekle emrolundum..."
(eş-Şûrâ 42/15)
diye hitap etmiş, müminlere de
"Ey iman edenler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği
kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz.
Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet
gününü inkâr ederse tam mânasıyla sapıtmıştır"
(en-Nisâ 4/136) buyurarak, kitaplara inanmanın bir iman esası olduğunu
belirtmiştir.
İslâm'da iman esasları birbiriyle bağlantılı ve birbirinden ayrılmaz
olduğu için kitaplara iman diğer esaslardan ayrılmaz.
Allah'a inanmak, bizi O'nun birer yol gösterici olan peygamberler
gönderdiğini kabul etme sonucuna götürür.
Peygamberlere iman da onların Allah'tan getirip tebliğ ettiklerini
tasdik etmeyi gerektirir.
Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeyler de Allah'ın kitaplarıdır.
Her ilâhî kitap bir peygamber aracılığıyla gönderilmiştir.
Kendisine kitap indirilen peygamber de, ondaki emir ve yasakların
uygulanmasını göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu ortaya
koymuştur.
İlâhî kitaplar konusu Allah'ın kelâm sıfatı ile ilgilidir,bu sıfatın eseridir.
Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirildiği mesajının ortaya çıkmış şeklidir.
Peygambere indirilen kitaplara ilâhî kitap denilmesinin sebebi,
bu kitapların Allah tarafından gönderilmesi, söz ve içerik olarak
onlarda hiçbir beşer katkısının bulunmamasıdır.
Bizler bugün kitapların şu andaki şekillerine değil,
Allah'tan gelen bozulmamış şekillerine inanmakla yükümlüyüz.
Çünkü ilâhî kitaplara inanmadıkça kişinin imanı gerçekleşemez.
İlâhî kitaplardan bir kısmı tamamen kaybolmuş,
bugün için elimizde ondan hiçbir şey kalmamıştır.
Hz. İbrâhim'in sahifeleri böyledir.
Tevrat, Zebur ve İncil ise zamanla insanların iyi veya kötü
niyetli müdahaleleri sonucu değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır.
Allah'ın vahyettiği şekilde varlığını korumuş, hiçbir bozulma ve
değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar
da bu özelliğini sürdürecek olan yegâne kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir:
"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız"
(el-Hicr 15/9) âyetiyle Allah, insanlara Kur'an'ın ilâhî koruma
altında bulunduğunu ve kıyamete kadar değişikliğe uğramadan
kalacağını bildirmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, kendinden önceki kitapları tasdik etmiş,
fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri ortadan kaldırarak
yeni hükümler getirmiştir.
Mümin olabilmek için, Hz. Peygamber'e ve ona indirilen
Kur'an'a uymayı ısrarla vurgulamıştır
(bk. Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/47; el-Mâide 5/15;
el-En‘âm 6/153; el-A‘râf 7/3).
Buna göre Ehl-i kitabın mümin diye nitelenebilmesi ve
kurtuluşa erişebilmesi için Hz. Peygamber'i ve Kur'an'ın hükümlerini
gönülden benimsemesi gerekmektedir.
Peygamber göndermek ve kitap indirmek Allah için bir görev
ve zorunluluk değildir.
Fakat insanların peygamberlere ve kitaplara ihtiyacı vardır.
Gerçi insan yaratılırken birtakım yeteneklerle donatılmıştır.
Bu yetenekler sayesinde insan kendi gayretiyle kendisi, çevresi ve
diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinebilir, birtakım gerçekleri
kavrayabilir.
Fakat bütün bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır.
İnsanın gücünü aşan hususlarda, yeterli olmadığı konularda ilâhî
yardıma, vahye ve kutsal kitaba olan ihtiyacı ortadadır.
İnsanın bu ihtiyacını en iyi bilen Allah, kuluna bir lutuf ve ikram
olarak peygamberleri aracılığıyla kitaplar indirmiş ve yol göstermiştir.
İlâhî kitaplar indirildiği ümmet için Allah'ın hükümlerinin açıklandığı
ilk kay naktır.
Dinin inanç esasları, amelî ve ahlâkî hükümleri, farz ve haramlar
kitap ile belirlenir.
İlâhî kitaplar doğrudan Allah katından gelir. Bu bakımdan
hem söz hem de mâna açısından Allah kelâmıdır. İlâhî kitapların
hedefi ise insanlığı sapıklıktan kurtarmak, hidayete, iyiliğe,
aydınlığa çıkarmak ve sonunda iki dünyada mutlu kılmaktır.
.
.
15.02.2013 | 405 kez okundu
İlâhî kitaplar Allah kelâmı olmak bakımından aralarında
farklılık bulunmamasına rağmen, hacimleri ve hitap ettikleri
kitlenin büyüklüğüne göre, suhuf ve kitap olmak üzere ikiye
ayrılırlar.
Suhuf
Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede,
küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde
indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risâlelere
denilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrâhim ve Mûsâ'ya indirilen
sayfalardan bahseden iki âyet vardır
(en-Necm 53/36-37; el-A‘lâ 87/14-19).
Bunun dışında Kur'an'da ve mütevâtir hadislerde suhuf ile ilgili
bir bilgi bulunmamaktadır.
Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı
100 olup şu peygamberlere indirilmiştir:
Hz. Âdem'e 10 sayfa,
Hz. Şît'e 50 sayfa,
Hz. İdrîs'e 30 sayfa,
Hz. İbrâhim'e 10 sayfa
(bk. Süyûtî, ed-Dürrü'lmensûr,VIII, 489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV, 141-142).
Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur.
Suhufa göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan ve evrensel
mesajlar içeren ilâhî kitaplar ise Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an
olmak üzere dört tanedir.
Tevrat
Tevrat İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve öğreti"
anlamlarına gelir.
Hz. Mûsâ'ya indirilmiştir.
Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de (Eski Ahit) denilir.
Tevrat'ın aslının Allah kelâmı ve peygamberine indirdiği kutsal
bir kitabı olduğuna inanmak her müslümana farz olup,
bunu inkâr etmek kişiyi küfre düşürür.
Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat'ın Allah'ın kutsal kitaplarından
biri olduğu açıklanmıştır:
"Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde
Tevrat'ı indirdik..."
(el-Mâide 5/44).
Tevrat Hz. Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na gönderilmiştir.
Ancak onlar tarihte yaşadıkları sürgün ve esirlik dönemlerinde
Tevrat'ın Allah'tan gelen şeklini koruyamamışlardır.
Tevrat'ın asıl nüshası kaybolunca, yahudi din bilginleri tarafından
kaleme alınan Tevrat nüshaları ortaya çıkmıştır.
Bugün elde mevcut olan Tevrat tahrif edilmiş, bütünüyle ilâhî kitap
olma özelliğini yitirmiştir.
Zebur
Kelime olarak “yazılı şey ve kitap” anlamına gelen Zebur,
Hz. Dâvûd'a indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır.
Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur:
"...Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.
Dâvûd'a da Zebur'u verdik"
(el-İsrâ 17/55).
Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler
getirmemiştir.
Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik söyleyiş ve ilâhîlerden,
Allah'a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihatlardan
meydana gelmiştir.
Mezmûrlar adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır.
İncil
İncil kelime olarak “müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir.
Hz. Îsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na indirilmiştir:
"Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin
izleri üzerinde, Meryem oğlu Îsâ'yı arkalarından gönderdik.
Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki
Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere
İncil'i verdik"
(el-Mâide 5/46).
İncil'e, Allah'tan Hz. Îsâ'ya indirildiği şekliyle inanmak imanın
gereklerindendir.
Fakat bugün İncil'in orijinal metni de diğer bozulmuş kitaplar gibi
elde yoktur.
Bozulmuş ve insanlar tarafından müdahaleye mâruz kalmış
şekli vardır.
İncil'e Ahd-i Cedîd de (Yeni Ahit) denilir.
Bir müslümana önceki kutsal kitaplarda bulunan bir hususun haber
verilmesi durumunda;
eğer bu husus, Kur'an ve sahih hadislerdeki bilgilere uygunsa
kabul edilir.
Âyet ve hadislere aykırı ise reddedilir.
Âyet ve hadislerde hiç bahsedilmiyor ve İslâm'ın temel prensiplerine
de zıt düşmüyorsa Hz. Peygamber'in şu tavsiyesi doğrultusunda hareket
edilir:
"Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de (yalanlamayın).
Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhim'e...indirilene inandık deyin"
(Buhârî, “Tefsîr”, sûre: 2/11; “İ‘tisâm”, 25).
Kur'an
Allah tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusu olan
Kur'ân-ı Kerîm, son peygamber Hz. Muhammed'e indirilmiştir.
Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya getirmek" anlamına gelen
Kur'an terim olarak şöyle tarif edilir:
"Hz. Peygamber'e indirilen, mushaflarda yazılı,
Peygamberimiz'den bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş,
okunmasıyla ibadet edilen,
insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır".
Bu tarifte bazı hususlar göze çarpmaktadır:
"Peygambere indirilen" derken Hz. Muhammed kastedilmektedir.
"Tevâtür yoluyla nakledilmiş olan" derken, her devirde yalan
üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluk tarafından
nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun,
Allah'a ait oluşunun kesinliği ifade edilmektedir.
"Okunmasıyla ibadet edilen" derken de, okumanın ibadet olduğuna,
namaz ibadetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine
ve Kur'an tercümelerinin namazda okunmasının câiz ve geçerli
olmadığına işaret edilmektedir.
.
12.05.2013 | 334 kez okundu
Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'dan Hz. Peygamber'e
Cebrâil aracılığıyla ve vahiy yoluyla indirilmiştir.
Kolayca ezberlenebilmesi, kısa zamanda etrafa yayılması,
mânasının kolaylıkla anlaşılması, zihinlerde ve akıllarda derece
derece bir gelişme ve alıştırma sağlaması, inançların ve değer
yargılarının yavaş yavaş güçlenip kökleşmesi vb. sebeplerle,
o bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık 23 senede, bölümler
halinde indirilmiştir.
Yüce Allah Kur'an'ın bir defada toptan indirilmeyişinin sebebini
şöyle açıklamaktadır:
"İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli
değil miydi? dediler.
Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve
onu tane tane okuduk"
(el-Furkan 25/32).
Âyetler doğrudan doğruya indiği gibi, çoğunlukla meydana gelen
bir olayın hemen sonrasında olayı çözümlemek ve sorulan soruları
cevaplamak için inerdi ki, âyetin inmesine sebep olan olay veya soruya
“sebeb-i nüzûl” (iniş sebebi) denilir.
Kur'ân-ı Kerîm kendisinin, bir âyette ramazan ayında,
bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde de Kadir
gecesinde inmeye başladığını haber vermektedir
(bk. el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1).
Kadir gecesinin ramazan ayında mübarek bir gece olduğu
göz önünde tutulursa, âyetler arasında bir çelişkinin de
bulunmadığı anlaşılacaktır.
Kur'an'ın Muhtevası
İnsanları hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğa kavuşturmak için
gönderilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm başlıca şu konuları kapsamaktadır:
1. İtikad.
Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara,
kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli
meseleler, Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.
2. İbadetler.
Kur'an'da müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları
namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.
3. Muâmelât.
Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin
aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar.
Kur'an'da alışveriş, emanet, bağış, vasiyet, miras, aile hayatı,
nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara
dair açıklamalar ve hükümler vardır.
4. Ukubat.
İslâm toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin,
İslâm'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur.
Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen
kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla ilgili hükümleri
de kapsamaktadır.
5. Ahlâk.
Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına
yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme,
iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk,
alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına
almaktadır.
6. Nasihat ve Tavsiyeler.
İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını,
nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini,
dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan
nasihat ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
7. Va‘d ve Vaîd.
Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların
cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip
yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına
dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
8. İlmî Gerçekler.
Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının
ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır.
Kur'an, bu ilmî gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek
yerine insanları, âlemin yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye,
Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder.
9. Kıssalar.
Kur'ân-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder.
Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp
ile anlatır.
10. Dualar.
İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu
için Kur'an'da çeşitli dualar da yer almıştır.
.
12.05.2013 | 349 kez okundu
Kur'an, üslûbu ve içeriği bakımından akıllara durgunluk veren,
hayrette bırakan büyük ve ebedî bir mûcizedir.
Diğer peygamberlerin mûcizeleri, dönemleri geçince bittiği,
onları yalnız o dönemde yaşayanlar gördüğü halde,
Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecektir.
Kur'ân-ı Kerîm hem söz hem de mâna yönünden mûcizedir ve eşsizdir.
Onun söz yönünden mûcize oluşu, Arap edebiyatının en üst noktada
olduğu bir dönemde inmesine rağmen, Araplar'a kendisinin bir benzerini
getirmeleri için meydan okumuş olması, onları bu konuda âciz bırakmasıdır:
"De ki: Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar
ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini
ortaya getiremezler"
(el-İsrâ 17/88).
"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye
düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin.
Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette
yapamayacaksınız– yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının..."
(el-Bakara 2/23-24; ayrıca bk. Hûd 11/13; et-Tûr 52/33-34).
Kur'ân-ı Kerîm mâna yönüyle de mûcizedir.
Hz. Muhammed'in okuma yazma bilmeyen bir kimse iken,
Allah'tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur'an, en yüksek
gerçekleri de kapsamaktadır.
İster pozitif ister sosyal bilimler alanında, insanlığın asırlar sonra
ulaştığı gerçekler, asırlar önce Kur'an tarafından haber verilmiş,
hiçbir buluş, onun getirdiklerinin aksini ortaya koyamamıştır.
Aksine bilimsel gelişmeler, Kur'an'ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
Kur'an'ı Diğer Kutsal Kitaplardan Ayıran Özellikler
Hz. Peygamber'e Cebrâil aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize
kadar tevâtür yoluyla gelen Kur'an'ı diğer kutsal kitaplardan ayıran ve
eşsiz kılan özelliklerin başlıcaları şunlardır:
1. O, Peygamberimiz’e diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi toptan
değil, zamanın ve olayların akışına göre âyetler ve sûreler halinde
indirilmiştir.
2. Kur'an, en son kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilâhî
kitap gelmeyecektir. Getirdiği hükümler ve bunların geçerliliği
kıyamete kadar sürecektir.
3. Kur'an, bize kadar hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan
gelmiş, kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
4. O, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren
mûcizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır.
5. Kur'an'ın kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün
insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir.
Bilimin ve aklın, ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı bir zamanın
gelmesi düşünülemez.
6. Kur'an'ın bir başka üstünlüğü kolayca ezberlenebilmesidir.
Bu özellik tarihte hiçbir kitaba nasip olmamıştır.
7. Kur'an, aynı zamanda başka din mensupları arasındaki
ihtilâfları çözüme kavuşturacak bir özelliğe sahiptir.
.
12.05.2013 | 469 kez okundu
Peygamber, Farsça'da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir.
Dinî terim olarak, “Allah'ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle
şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere
görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir.
Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve
elçi demek olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır.
Terim olarak resul ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla
insanlara gönderilen peygambere denilir.
Çoğulları "rüsul" ve "mürselûn"dür.
Nebî de Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren,
fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip,
önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli
olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır. Risâlet ve nübüvvet kelimeleri
masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.
Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir.
Peygamberlere iman demek, insanlara doğru yolu göstermek için,
Allah tarafından seçkin kimselerin gönderildiğine, bu kimselerin
Allah'tan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak
demektir.
Yüce Allah her müslümana, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan
bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır:
"Peygamber de kendisine Rabbi tarafından indirilene iman etti,
müminler de. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri
arasında ayırım yapmayız..."
(el-Bakara 2/285).
Bu sebeple peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik
etmemek küfür sayılmıştır:
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile
peygamberle rini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz,
ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak
isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır..."
(en-Nisâ 4/150-151).
Kur'an'da da belirtildiği gibi yüce Allah, asırlar boyunca
peygamberler göndermiş, insanları onlar aracılığıyla gerçeği
benimseyip yaşamaya çağırmıştır.
Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı
Kur'an'da şöyle dile getirilmektedir:
"(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber
bulunagelmiştir"
(el-Fâtır 35/24),
"Allah'a andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de
peygamberler göndermişizdir..."
(en-Nahl 16/63; ayrıca bk. Yûnus 10/47).
Peygamberlik, Allah vergisidir.
Çalışma, ibadet ve taatla elde edilemez.
Allah, peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri ve lâyık olanları
bilir ve dilediğini peygamber olarak seçer:
"Bu, Allah'ın lutfudur. Onu dilediğine verir..."
(el-Cum‘a 62/4).
Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret ve makam etkili değildir.
Her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da orta yolu
gözeten İslâm, onları ilâh mertebesine çıkartmamış,
Allah'ın elçisi ve kulu saymıştır.
Biz peygamberlerin vahiyle şereflendirilmiş ve diğer insanlarda
bulunmayan niteliklere sahip, seçkin kişiler olduklarını kabul ederiz.
Fakat onların hiçbirisinde Tanrılık özelliği olmadığına, Allah'ın müsaadesi
dışında fayda sağlama ve zararı giderme güçlerinin bulunmadığına,
Allah'ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediklerine inanırız
(bk. el-Mâide 5/72-73, 75; el-A‘râf 7/188; et-Tevbe 9/30).
Peygamberler sadece dini tebliğle yetinmemişler, dinî esasları açıklamışlar,
sonra ümmetlerine öğretmişler, onları eğitip kötülüklerden arındırmışlardır.
Bu işleri yaparken davalarından tâviz vermemişler, bu uğurda pek çok
eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi, peygamberlik Hz. Muhammed
ile son bulmuştur:
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.
Fakat o, Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur..."
(el-Ahzâb 33/40).
Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun getirdiği mesaj
da kıyamete kadar sürecektir.
Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni
bir kitap getireceği konusunda ortaya atılan iddialar, Kur'an'ın bu apaçık
hükmünü, Hz. Muhammed'in “hâtemü'nnebiyyîn”(peygamberlerin sonuncusu)
olduğu inancını inkârdan başka bir şey değildir.
Peygambere Olan İhtiyaç ve Peygamber Gönderilmesindeki
Hikmet
İnsanların gerçek birer yol gösterici olan peygamberlere ihtiyacı vardır.
Her ne kadar insan yaratılırken akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi
birtakım yeteneklerle donatılmış ve bu yetenekler sayesinde kendisi,
çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmiş olsa da bütün
bunlar sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda
ve yeterli olamadığı hususlarda yahut da gücü dahilinde olup da dış
çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe ulaşamadığı hususlarda elinden
tutulması ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir.
İşte yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin,
lutuf ve yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiştir.
Bunun dışında insanların peygamberlere ihtiyaç duymalarının
sebepleri arasında şunları söylemek mümkündür:
1. İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini anlayabilirlerse
de, bunun ötesinde O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar.
Allah'a nasıl ibadet edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler.
En kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak,
fikir ve ahlâk yönüyle yükselmek, ancak peygamberlerin öğrettiği
buyrukları yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte yüce Allah, insanların bu
ihtiyacını gidermek için peygamberler göndermiştir.
2. Eğer peygamber gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve
güzeli bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için
çok zaman harcayacaklar, çoğu zaman da bu konuda duygularının,
geleneklerinin,geçici arzu ve isteklerinin baskısı altında kalacaklar, gerçek
doğru ile pratik yararı birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir.
İşte bu ve benzeri sebeplerle Allah rahmetinin bir sonucu olarak peygamberler
göndermiştir:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik"
(el-Enbiya 21/107).
3. İnsanın belli işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı
onlara sevap ve ceza verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de
peygambergönderilmesine ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların
"bilmiyorduk, peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret
ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır:
"Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki
artık peygamberlerden sonra insanların, Allah'a karşı
bir bahaneleri olmasın..."
(en-Nisâ 4/165).
4. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek
suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır.
.********************
12.05.2013 | 581 kez okundu
Peygamberlerin sıfatları deyince onlarda bulunması câiz olan
sıfatlarla gerekli (vâcip) ve zorunlu olan sıfatlar anlaşılır.
Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde vurgulandığı gibi peygamberler
de insandır.
Onlar da diğer insanlar gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler,
evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve ölürler;
bu gibi özelliklere, peygamberler hakkında düşünülmesi câiz
özellikler denir.
İlâhî emir ve yasaklarla yükümlülük konusunda peygamberler
de diğer insanlar gibidirler.
Fakat onlar her hareketleriyle Allah'ın insanlar için seçtiği kulları ve elçileri,
insanların kendilerine bakarak davranışlarına çekidüzen verdikleri birer
örnek olduklarının bilinci içindedirler.
Bu sebeple fakirken, sıkıntıdayken bile Allah'a şükrederler.
Haset etmek, içi dışına uymamak gibi kötü huylardan hiçbiri
onlarda bulunmaz.
Her peygamberde insan olmanın da ötesinde birtakım sıfatların
bulunması gerekli ve zorunludur. Bunlara vâcip sıfatlar denir.
Bu sıfatlar şunlardır:
1. Sıdk. “Doğru olmak” demektir.
Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır.
Onlar asla yalan söylemezler.
Eğer söyleyecek olsalardı kendilerine inanan halkın güven
duygusunu kaybederlerdi.
O zaman da peygamber göndermekteki gaye ve hikmet
gerçekleşmemiş olurdu.
Sıdkın zıddı olan yalan söylemek (kizb),
peygamberler hakkında düşünülemez.
Bütün peygamberler peygamberlikten önce de sonra da yalan
söylememişlerdir.
2. Emanet. “Güvenilir olmak” demektir.
Peygamberlerin hepsi emin ve güvenilir kişilerdir.
Emanete asla hainlik etmezler.
Bu konuda bir âyette şöyle buyurulur:
"Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz..."
(Âl-i İmrân 3/161).
Emanet sıfatının zıddı olan hıyanet, onlar hakkında düşünülmesi
imkânsız olan bir sıfattır.
3. İsmet. ”Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak”
demektir.
Peygamberler hayatlarının hiçbir döneminde şirk ve küfür sayılan
bir günahı işlemedikleri gibi özellikle peygamberlikten sonra kasten
günah işlememişlerdir.
İnsan olmaları sebebiyle günah derecesinde olmayan birtakım ufak
tefek hataları bulunabilir.
Ancak onların bu hatası yüce Allah'ın kendilerini
uyarmasıyla derhal düzeltilir.
Peygamberlerin bu tip küçük hatalarına "zelle" denilir.
İsmetin karşıtı olan mâsiyetten (günah işlemek) Allah onları korumuştur.
Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, konumlarını
zedeleyecek davranışlardan da uzaktırlar.
4. Fetânet. “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları”
demektir.
Bunun zıddı olan ahmaklık peygamberlikle bağdaşmaz.
Peygamberler zeki ve akıllı olmasalardı hitap ettikleri kişileri ikna
edemezler, toplumsal dönüşümü sağlayamazlardı.
5. Tebliğ. “Peygamberlerin Allah'tan aldıkları buyrukları ve
yasakları ümmetlerine eksiksiz iletmeleri” demektir.
Tebliğin karşıtı olan gizlemek (kitmân) peygamberler hakkında
düşünülemez.
"Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer yapmazsan Allah'ın elçiliğini tebliğ etmemiş olursun"
(el-Mâide 5/67)
meâlindeki âyet, bu sıfattan söz etmektedir.
Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler
İlk peygamber Hz. Âdem'den (as)son peygamber
Hz. Muhammed'e (sav) kadar pek çok peygamber gelip geçmiştir.
Gönderilen peygamberlerin sayısı konusunda
Kuran'da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu,
bunlardan 315'ini resullerin teşkil ettiği haber verilmektedir
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266).
Fakat bir âyette
"Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik.
Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var.
Sana kıssalarını bildirmediğimiz kimseler de var..."
(el-Mü'min 40/78)
buyurulması göz önünde bulundurulursa peygamberlerin
sayısı ile ilgili bir rakam belirlemeksizin
"Hz. Âdem'den (as) Hz. Muhammed'e (sav)
kadar gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin
hak ve gerçek olduklarını kabul ettim" demek daha uygundur.
Kur'an'da adı geçen peygamberler şunlardır:
Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya‘kub,
Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Zülkifl,
Yûnus, İlyâs, Elyesa‘, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed.
(Aleyhimusselam)
Bunlardan başka Kur'an'da üç isim daha zikredilmiştir.
Fakat onların peygamber mi, velî mi oldukları konusunda fikir
ayrılığı vardır.
Bunlar Üzeyir,Lokmân ve Zülkarneyn'dir.
Peygamberlik Dereceleri
İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından
eşittirler.
Allah, her müslümana aralarında herhangi bir ayırım yapmadan
bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır.
Hal böyle olmakla birlikte, onların peygamberliklerini tasdik ettikten
sonra aralarında derece farklılığının bulunabileceği de kabul edilir.
Bu konuda Kur'an'da şöyle buyrulur:
"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık.
Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle
yükseltmiştir..."
(el-Bakara 2/253).
Âyetteki "Allah'ın derecelerle yükselttiği kişi"den kasıt, peygamberimiz
Hz. Muhammed'dir (sav). Onun diğer peygamberler arasında üstün ve eşsiz
bir yeri vardır.
Çünkü;
1. Hz. Peygamber (sav) yaratılmışların en üstünü ve en hayırlısı,
Allah'ın en sevgili kuludur.
Bir âyette "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz..."
(Âl-i İmrân 3/110) buyurulmuştur.
Bir ümmetin en hayırlı ümmet olması, o ümmetin uyduğu
peygamberinin de en üstün varlık olmasını gerektirir.
2. Onun (sav) peygamberliği bütün insanlığı kapsamına alır.
Halbuki öteki peygamberler belli topluluklar için gönderilmişlerdir.
Bir âyette şöyle buyurulur:
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik..."
(Sebe’ 34/28).
3. Önceki peygamberlerin (as)peygamberliği belli bir zaman dilimini içine
alırken, onun peygamberliği kıyamete kadar sürecektir.
O (sav), son peygamberdir; ondan başka peygamber gelmeyecektir.
4. O (sav)son peygamber olunca, onun getirdiği dinin de en son ve
en mükemmel din olması tabiidir.
İslâmiyet önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır.
Kıyamete kadar en son ve en mükemmel din olarak devam edecektir.
Bir âyette şöyle buyrulur:
"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim..."
(el-Mâide 5/3).
Hz. Peygamber'den (sav)sonra derece itibariyle Hz. Nûh,
İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ'nın (as) içinde yer aldığı ülü'l-azm peygamberler,
daha sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelir.
Ülü'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri
sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini
insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs
germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir.
Ülü'l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette
şöyle buyurulur:
"O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh'a
tavsiye ettiğini, sana vahyeylediğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya
tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı..."
(eş-Şûrâ 42/13; ayrıca bk. el-Ahzâb 33/7).
.
12.05.2013 | 255 kez okundu
Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır.
Allah'tan vahiy almayan peygamber düşünülemez.
Yüce Allah, emir, yasak, hüküm ve haberlerini peygamberine vahyetmek
suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir.
Sözlükte "gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham" gibi anlamlara
gelen vahiy, Allah Teâlâ'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti
bizce tam bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah'la elçisi arasında bir
çeşit gizli ve süratli haberleşme, Allah'ın elçisinin kalbine indirdiği şey
demektir.
Vahiy bir haldir, bir yaşayıştır.
Nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber bilir.
O, Allah'la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve
peygamberde meydana getirdiği etkiler ashap vasıtasıyla bilinmektedir.
Vahiy ile, kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır.
Vahiy peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında
peygambere ulaşır.
Peygamber vahyi alırken bilinci yerindedir.
İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır ve bilinç dışı olarak
Allah'ın sevgili kullarının kalbinde beliriverir.
Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi
ve algılanamayışı, vahiy olgusunu inkâr etmeyi gerektirmez.
Çünkü bugün pozitif bilimlerin özellikle parapsikolojinin ilgilendiği
metapsişik olaylar, varlığı kabul edilen fakat net ve bilimsel olarak
açıklanamayan olaylardır.
Yüce Allah bir âyette vahiy ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder..."
(eş-Şûrâ 42/51).
Hz. Peygamber'e vahiy şu şekillerde gelmiştir:
1. Doğru rüyalar.
Peygamberimiz’in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek
hayatta aynen meydana gelirdi.
2. Peygamberimiz uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine
bırakılmasıdır.
Şu âyet bu çeşit bir vahiyden söz etmektedir:
"Onu, uyaranlardan olasın diye, Cebrâil, apaçık Arapça'yla senin
kalbine indirmiştir"
(eşŞuarâ 26/193-195).
3. Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir.
Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir.
4. Cebrâil, görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde
vahyin gelmesidir.
Bu çeşit vahiy, Hz. Peygamber tarafından vahyin en ağır şekli olarak
nitelenmiştir.
Kendisinde tehdit ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle gelmiştir.
Bu çeşit vahiy gelirken, Hz. Peygamber son derece heyecanlanır, titrer,
çok soğuk günlerde dahi terlerdi
(Buhârî, “Bed’ü'l-vahy”, 2).
5. Cebrâil'in Hz. Peygamber'e uyku halinde getirdiği vahiydir.
Bu tür vahiyle alınan söz Kur'an değildir.
6. Cebrâil'in kendi aslî şekliyle getirdiği vahiydir.
Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi peygamberliğinin
ilk günü Hira'da iken, ikincisi de mi‘racda meydana gelmiştir:
"Andolsun ki, onu bir diğer defa da sidretü'l-müntehânın yanında gördü"
(en-Necm 53/13-14).
7. Vahyi, Hz. Peygamber'in doğrudan Allah'tan alması veya perde
arkasından Allah'la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir.
Mi‘racda gerçekleşmiştir.
.
.
12.05.2013 | 228 kez okundu
Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe
taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir.
Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mûcizeyi duyu organıyla
gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevâtir bir haberle o
mûcizeden haberdar olmaktır.
Günümüzde bu deliller ancak Hz. Peygamber (sav) için geçerlidir.
Hz. Peygamber'in (sav) ise başta Kur'an mûcizesi olmak üzere pek çok
mûcizesi bize tevâtür yoluyla ulaşmıştır.
Mûcize
Sözlükte "insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü,
garip ve tuhaf şey" anlamlarına gelen mûcize, terim olarak
"yüce Allah'ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini
doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini
getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay" diye tanımlanır.
Tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir
süre durduran mûcizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz.
Aksi halde bu mûcize olmaktan çıkar ve olağan bir şey olurdu.
O halde mûcize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı
bir olayı Allah'ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır.
Kur'an'da mûcize terimi yerine âyet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır.
Bir olayın mûcize sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
a) Mûcize gerçekte Allah'ın fiilidir.
"Peygamberin mûcizesi" denilmesi, mûcizenin onun aracılığıyla
olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.
b) Mûcize peygamberlerde meydana gelir.
Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstülüğe mûcize
denilemez.
c) Mûcize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır.
d) Mûcize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur.
Peygamberlik iddiasından önce veya sonra olmaz.
e) Mûcize, peygamberin isteğine uygun olur.
"Dağı yerinden kaldıracağım" diyen birisinin denizi yarması
mûcize sayılmaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı mûcizelerden söz edilir.
Bunların en meşhurları şunlardır:
a) Hz. İbrâhim, Bâbil Hükümdarı Nemrud tarafından ateşe
atılmış ve ateş Allah'ın
"Ey Ateş, İbrâhim'e karşı serin ve zararsız ol"
emrine uyarak onu yakmamıştır
(el-Enbiyâ 21/58-69).
b) Hz. Sâlih'in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi,
Semûd kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah'ın
müthiş bir deprem ile onları yok etmesi
(eş-Şuarâ 26/141-158).
c) Hz. Ya‘kub'un oğlu Yûsuf'un gömleğini kör olan gözüne
sürmesi sonucu gözlerinin açılması
(Yûsuf 12/92-96).
d) Hz. Mûsâ'nın elindeki asânın yılan haline gelmesi
(Tâhâ 20/17-21);
elini koynuna sokup çıkardığında elinin eksiksiz ve bembeyaz olması
(Tâhâ 20/22; en-Neml 27/12; el-Kasas 28/32);
asâsının Firavun'un huzurundaki sihirbazların ip ve sopalarını
yutuvermesi
(Tâhâ 20/65-70);
asâsını denize vurunca denizin yarılıp, İsrâiloğulları'nın açılan
yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar
kapanıp onları boğması
(eş-Şuarâ 26/61-66).
e) Hz. Süleyman'ın bir kuşla konuşması
(en-Neml 27/20-28);
karıncanın sözünü anlaması
(en-Neml 27/18-19).
f) Hz. Îsâ'nın Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıp, onu üflediği zaman
canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca
hastalığına yakalanmış kimseyi iyileştirmesi
(el-Mâide 5/110),
havârilerin isteği üzerine gökten bir sofra indirmesi
(el-Mâide 5/114-115).
Diğer Olağan Üstü Haller
Diğer olağan üstü haller, olağan üstü olmak açısından
mûcizeye benzerse de aralarında büyük fark vardır.
Mûcize peygamberlik görevini üstlenmiş bir peygamberde meydana gelir.
Mûcizede peygamberin meydan okuması da vardır.
Mûcize dışındaki olağan üstülükler, peygamber olmayan kişilerde görülür.
Bu tip olaylarda meydan okuma da söz konusu değildir.
Ayrıca mûcize taklit edilemezken, diğer olağan üstülükler
taklit edilebilir.
Mûcize dışında kalan diğer olağan üstü durumlar şunlardır:
a) İrhâs.
Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce
gösterdiği olağan üstü durumlardır. Hz. Îsâ'nın beşikte iken
konuşması gibi
(el-Mâide 5/110-115).
b) Keramet.
Peygamberine gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan
velî kulların gösterdikleri olağan üstü hallerdir.
c) Meûnet.
Yüce Allah'ın velî olmayan bir müslüman kulunu, darda
kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman, olağan üstü bir şekilde
bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.
d) İstidrac.
Kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun
olarak meydana gelen olağan üstü olaydır.
e) İhanet.
Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak
meydana gelen olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan
Müseylime, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmiş,
bunun üzerine adamın öbür gözü de kör olmuştur.
.
.
12.05.2013 | 353 kez okundu
Hz. Muhammed'in (sav)Peygamberliğinin İspatı
Hz. Peygamber'in (sav), peygamberliğini ispat eden mûcizeler
genellikle üç başlık altında incelenir.
Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi
Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden,
akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve ebedî bir
mûcizedir.
Diğer peygamberlerin (as) mûcizeleri dönemleri geçince bittiği,
onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde,
Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir.
Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde "Hiçbir peygamber yoktur ki,
onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mûcize
verilmiş olmasın. Bana mûcize olarak verilen ise, ancak Allah'ın
bana vahyettiğidir" buyurmuştur
(Buhârî, “İ‘tisâm”, 1).
Kur'ân-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mûcizedir.
O, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde inmiş,
Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş,
üslûbu, şaşırtıcı nazmı (ifadesi, lafzı), fesahat ve belâgatıyla onları
âciz bırakmıştır.
Ümmî olan Peygamber'in (sav), Allah'tan aldığı vahiy ile insanlara
bildirdiği Kur'an, en yüksek gerçekleri kapsamaktadır.
Bilim ve tekniğin sonradan ulaştığı gerçekleri Kur'an asırlarca
önceden haber vermiş, hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun
içeriği ile ters düşmemiştir.
Hissî Mûcizeler
Hz. Peygamber'in (sav) yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği,
duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir.
Hz. Peygamber'in (sav) hissî mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile
ilgilidir.
Ashaptan, Hz. Muhammed'in (sav) bedenî ve ruhî özellikleri,
üstün ahlâkı ve örnek davranışları ile ilgili olarak nakledilen rivayetler,
bunları değerlendiren ilim adamları ve bilge kişiler nezdinde,
böyle yüce niteliklerin ondan önce ve sonra hiçbir kimsede toplanmadığı
yönünde kesin bir ortak kanaat oluşturmuştur.
Nitekim bir yahudi iken Müslümanlığı kabul eden Abdullah b. Selâm,
Hz. Peygamber'le (sav) ilk karşılaştığında:
"Bu yüz asla bir yalancı yüzü olamaz" demekten kendini alamamıştır.
Hz. Peygamber ömrü boyunca bu üstün nitelikleri kendisinde korumuş,
inanmayanlar aşırı düşmanlıklarına rağmen onda eleştirebilecekleri bir
yön bulamamışlardır.
Bu da onun peygamberlik iddiasını destekleyen çok güçlü bir delil kabul
edilmiştir.
Çünkü yüce Allah'ın, peygamber olmadığı halde peygamberliğini ileri
süren bir kimsenin şahsında bunca üstünlükleri ve erdemi toplaması,
ona 23 yıl müsaade etmesi, sonra da tebliğ ettiği dini, diğer dinlere üstün
kılıp düşmanlarına galip getirmesi ve ölümünden sonra eserlerini kıyamete
kadar yaşatması aklen imkânsızdır.
Ayrıca, Hz. Peygamber'in (sav) İslâm çağrısını ilk kez, kitap sahibi
olmayan ve hikmetten anlamayan bir kavme yöneltmesi, onlara kitabı
ve hikmeti açıklaması, dinî ve hukukî hükümleri öğretmesi
(el-Bakara 2/151)
ve onların ahlâkını mükemmelleştirmesi de onun kişiliği ile ilgili hissî
mûcizeleri arasında sayılmıştır.
Hz. Peygamber'in (sav) hissî mûcizelerinin bir kısmı da şahsının
(bedeni ve kişiliği) dışında meydana gelmiştir.
Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır:
a) Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan,
Mescid-i Aksâ'ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi‘rac mûcizesi.
(el-İsrâ 17/1)
b) Ayın iki parçaya ayrılması
(Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun",8).
c) Taşın Hz. Peygamber'le (sav) konuşması.
(Müslim, “Fezâil”, 2)
d) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün,
minber yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber'in minbere çıkışında
inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Peygamber'in ona
yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması
(Buhârî, “Menâkıb”, 25).
e) Hayber fethinde bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'i (sav)
öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması
üzerine,kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi
(Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6).
Haber Şeklindeki Mûcizeler
Bu tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in (sav) herhangi bir eğitim
ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş
olduğu haberleri ifade eder.
Haberî mûcizeler arasında şunlar sayılabilir:
a) Hz. Peygamber önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde,
yahudi ve hıristiyan bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski
ümmetler hakkındaki çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır.
b) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede
öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır
(Müslim, “Cennet”, 17).
c) Kur'an'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar
arkalarını dönüp kaçacaklardır"
(el-Kamer 54/45)
âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği husus, Bedir Savaşı’nda
gerçekleşmiştir.
d) Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı sana farz kılan Allah,
elbette seni dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..."
(el-Kasas 28/85)
âyetinde haber verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.
e) Peygamberimiz bir hadislerinde "Yeryüzü önümde dürülmüş
ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir.
Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır"
(Ebû Dâvud, “Fiten”, 1) buyurmuştur.
Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyanın her tarafına ulaşmıştır.
..
.
12.05.2013 | 397 kez okundu
Âhiret Günü ve Âhirete İman
Âhiret, sözlükte "son, sonra olan ve son gün" anlamlarına gelir.
Terim olarak âhiret, İsrâfil'in (a.s.) Allah'ın emriyle, kıyametin
kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayata
denilir.
İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfleyince insanlar diriltilip hesaba
çekilecek, sonra dünyadaki iman ve amellerine göre ceza ve mükâfat
görecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girecek ve
orada kalacaklardır.
Âhirete iman, iman esaslarından olup genellikle Kur'an'da
"el-yevmü'lâhir" (son gün) şeklinde, Allah'a imanla yan yana
zikredilmiştir.
Bu da âhiret inancının iman esasları arasında çok önemli
olduğunu göstermektedir.
Allah'a ve O'nun birer yol gösterici olarak peygamberler
gönderdiğine inanmak, insanların sorumlu olduğuna inanmayı da
gerekli kılar.
İnsandaki sorumluluk duygusu da kişiyi, yaptıklarının karşılığını
göreceği âhiret hayatına inanmaya götürür.
Âhirete inanmayan kimse Kur'an âyetlerini inkâr ettiği için kâfir olur:
"...Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini
ve âhiret gününü inkâr ederse o tam mânasıyla sapıtmıştır"
(en-Nisâ 4/136)
meâlindeki âyet bunu açıkça belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetinde dünya hayatının geçici,
âhiretin ise ebedî olduğu, insanların dünyanın geçici zevklerine
ve aldatmacalarına kanmamaları, daha hayırlı ve kalıcı olan âhiret
mutluluğunu yakalamaları gerektiği vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte Kur'an, dünya hayatının da ihmal edilmemesi gerektiğini,
çünkü âhiretin dünyada kazanılacağını, âhirette mutlu olmanın, dünyadaki
yaşayışa bağlı bulunduğunu ifade etmektedir:
"Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu
halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz"
(el-A‘lâ 87/16-17),
"...Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret,
gerçekten kalınacak bir yurttur"
(el-Mü'min 40/39),
"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak)
âhiret yurdunu da iste; ama dünyadan da nasibini unutma..."
(el-Kasas 28/77).
Kur'an'da âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan pek çok
isim vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır:
el-yevmü'l-âhir (son gün, âhiret günü),
yevmü'l-ba‘s (diriliş günü),
yevmü'l-kıyâme (kıyamet günü),
yevmü'd-dîn (ceza ve mükâfat günü),
yevmü'l-hisâb (hesap günü),
yevmü't-telâk (kavuşma günü),
yevmü'l-hasre (hasret ve pişmanlık günü).
Peygamber Efendimiz'in (sav) de âhiret ve halleri ile ilgili
pek çok hadisi vardır.
Özellikle kıyamet alâmetleri, kabir hayatı, mahşer, hesap, mîzan, sırat,
şefaat, cennet ve cehennemle ilgili çok sayıda hadis bulunmaktadır.
Âhiretin Varlığının İspatı
Âhiret hayatının mahiyeti ve âhiretteki durumlar,
duyular ötesi ve gayba ait konular olduğu için, gözlem ve deneye
dayanan pozitif bilimlerle ve akılla açıklanamaz.
Bu konuda tek bilgi kaynağı vahiydir.
Kur'an'da ve sahih hadislerde ne haber verilmişse onunla yetinilir.
Bunun ötesinde aklî bir yoruma gidilemez.
Çünkü âhiretteki durumlar dünyadakine benzemez.
Aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur.
Meselâ "İsrâfil sûra üfürecek, insanların amelleri tartılacak,
herkesin defteri ortaya çıkacak" denildiği zaman, hatıra dünyada
bilinen bir alet, bir terazi, kâğıttan yapılmış bir defter gelmemelidir.
Bunların gerçek şeklini ve iç yüzünü ancak Allah bilir.
Onların varlığına inanılmalı, mahiyetleri konusunda ise yorum
yapılmamalıdır.
İslâm dini ve kutsal kitabı, âhiret inancına büyük önem vermiştir.
Bu sebeple Kur'an'da, hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde,
100’den fazla terim veya deyim kullanılarak, âhiret inancı
pekiştirilmiştir.
Kur'an'da âhiret gününden bahsetmeyen hemen hiçbir sûre
yoktur.
Kur'an, âhiret fikrini, insanın düşünce ve kalbine bazan apaçık
delillerle, bazan da örnekler vermek suretiyle yerleştirmeyi
amaçlamıştır.
Âhiret hayatından söz eden çok sayıdaki mânası apaçık âyetler
ile sahih hadisler âhiretin varlığını ispat eden, bu konuda şüpheye
asla yer vermeyen naklî delillerdir.
Sağlıklı düşünebilen insan; aklı, kendisinde bulunan adalet,
sorumluluk, ebedîlik ve sonsuzluk duygusu ile, insanın başı boş
ve amaçsız yaratılmadığı fikrinden hareketle, âhiret hayatının
varlığını tabii bir şekilde kabul eder.
Çeşitli Kur'an âyetleri bu hususlara açıklık getirmektedir:
1. İnsandaki adalet duygusu, âhirete inanmayı zorunlu kılar.
Biz, yüce Allah'ın mutlak ve sonsuz adaletine, inanırız.
Bilindiği gibi bu dünyada herkes işlediği suçun cezasını
tam anlamıyla çekmemekte, birtakım haksızlıklar meydana
gelmektedir.
Âhirette ise durum böyle olmayacak, hiçbir şey gizli kalmayacak,
hak yerini bulacak, Allah mutlak adaleti ile kötüleri cezalandıracak,
iyileri de mükâfatlandıracaktır.
Şu âyet iyilerle kötüleri bir tutmanın ilâhî adalete
uymayacağını ortaya koymaktadır:
"Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini,
inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar?
Ne kötü hüküm veriyorlar?
Allah gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır.
Böylece herkes kazancına göre karşılık görür.
Onlara haksızlık edilmez"
(el-Câsiye 45/21-22).
İyi ile kötünün, zalim ile mazlumun hesaplarının
görüleceği o gün Kur'an'da "din günü, ceza ve mükâfat günü"
diye nitelendirilmiş, bu terimin geçtiği Fâtiha sûresi beş vakit
namazın her rek‘atında okunarak, âhiret inancı ve adalet duygusu
sürekli canlı tutulmuştur.
2. İnsandaki sorumluluk duygusu da âhirette inanmayı zorunlu kılar.
Yüce Allah insanı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hayır ile
şerri ayırt eden ve seçen bir varlık olarak yaratmış, bu seçiminden
dolayı da sorumlu tutmuştur.
İnsanın belli davranışlarından sorumlu olması bu sorumluluğunun
karşılığını göreceği bir hayatı ve yurdu gerekli kılmaktadır.
Bir âyette şöyle buyurulur:
"Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri biz boş yere yaratmadık.
Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!
Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar gibi mi tutacağız?
Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız"
(Sâd 38/27-28).
3. İnsandaki sonsuzluk ve ebedîlik duygusu, âhirete inanmayı
gerekli kılar.
İnsanlık tarihi ile ilgili olarak, değişik alanlarda yapılan incelemeler,
insanda bir ebedîlik ve sonsuzluk duygusunun varlığını göstermiştir.
Vatanından ayrı kalmış fakat yurduna dönmek isteyen bir garip yolcu
olduğu duygusu, insanda onu ebedî hayat inancına hazır tutan, yaratılıştan
bir özelliktir.
Bununla birlikte, dünya hayatına aşırı tutkunlukları yüzünden,
âhiret inancına karşı çıkan ve bütün varlık gayelerini geçici dünya
yaşantısına hapseden insanlar da olagelmiştir.
Kur'an "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız.
Bizi tüketip bitiren ancak ve ancak zamandır" diyenlerin, gerçek bir
bilgiye dayanmadıklarını ifade ederek, inkârcıları ve âhireti yalanlayanları
mahkûm etmiş (el-Mü'minûn 23/33-37),
bu konudaki ölümsüz gerçeği şöyle hatırlatmıştır:
"De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe
götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların
çoğu bilmezler. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün bâtıla sapanlar
hüsrana uğrayacaklardır"
(el-Câsiye 45/26-27).
4. İnsanın başı boş ve amaçsız yaratılmayışı da âhirete inanmayı gerektirir.
Kur'an'da da ifade edildiği gibi insan boş yere ve amaçsız yaratılmamıştır.
O, yaratılış gayesini gerçekleştirmek, yeryüzünde halife olmak, ancak kulluk
etmek için yaratılmıştır.
Öyleyse o bu görevleri yerine getirmekle yükümlüdür.
Getirirse âhirette karşılığını da görecektir.
Bir âyette şöyle buyurulur:
"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza
geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?
Mutlak hâkim ve hak olan Allah çok yücedir.
O'ndan başka Tanrı yoktur. O, yüce Arş'ın sahibidir
.
12.05.2013 | 456 kez okundu
İnsanın ölümüyle âhiret hayatı başlar.
Bu durumda âhiret, kabir (berzah) hayatı, kıyamet, ba‘s (yeniden dirilme),
haşir ve mahşer, defterlerin dağıtılması, hesap, mîzan, sırat, şefaat,
cennet ve cehennem gibi devreleri kapsamaktadır.
Kabir Hayatı (Berzah)
Ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir
hayatı denilir.
Kabir hayatı "berzah" diye de anılmıştır.
Bir hadiste "Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o
duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer.
Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır"
(Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32)
buyurularak ölümle âhiret hayatının başladığı ifade edilmiştir.
Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak
denizde kalsın veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka
kabir hayatını geçirecek ve kıyamet günü diriltilecektir.
Genellikle insanlar ölünce kabre konulduğundan bu
gibi durumlarda da kabir hayatı ifadesi kullanılmaktadır.
İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir
adında iki melek kendisine gelerek
“Rabb'in kimdir?”,
“Peygamberin kimdir?”
“Dinin nedir?”
diye soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru
cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak
cennet gösterilecektir.
Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek,
onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir.
Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken
müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat
süreceklerdir
(bk. Tirmizî, “Cenâiz”, 70).
Kabir azabı ve nimeti ile ilgili olarak Kur'an'da ve sahih hadislerde çeşitli
bilgiler bulunmaktadır.
Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri
Sözlükte "kalkmak, dikilmek, ayaklanmak" anlamlarına
gelen kıyamet bir terim olarak, evrenin düzeninin bozulması,
her şeyin alt üst edilerek yok olması, yok olan ve ölen şeylerin
yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru
yönelmesi demektir.
Bu durumda kıyamet genel bir ölümden sonra genel bir dirilişi
kapsamaktadır.
Kıyametin kopması, aklın imkânsız göreceği bir olay değildir.
Çünkü evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olan Allah'ın, evrendeki
düzeni bozması, dolayısıyla bugün tabiatı düzenleyen kanunların
alt üst olması akıl açısından mümkündür.
Kur'ân-ı Kerîm'de kıyametin geleceğinden kuşku duyulmaması
gerektiğini belirten ve kıyamet ile ilgili durumları açıklayan pek
çok âyet vardır:
"İnsan kıyamet günü ne zamanmış? diye sorar.
İşte göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!
O gün insan ‘kaçacak yer neresi?’ diyecektir.
Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur.
O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur"
(el-Kıyâme 75/6-12).
"Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı,
kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp)
gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar"
(el-İnfitâr 82/1-5).
Kur'an'da kıyamet günü;
saat,
vâkıa (kesin olarak meydana gelecek olan),
et-tâmmetü'l-kübrâ (en büyük felâket ve belâ),
hâkka (gerçek olan), gaşiye
(şiddetiyle birden bire halkı saran),
karia (kapıyı çalacak gerçek)
gibi isimlerle de anılmıştır.
Kıyamet günü önce müminlerin ruhları alınarak âhirete
göçmeleri sağlanacak, böylece kıyamet, insanların kötüleri ve
kâfirler üzerine kopacaktır
(Buhârî, “Fiten”, 5; Müslim, “Fiten”, 53; İbn Mâce, “Fiten”, 24).
Kıyametin Kopacağı Zaman
Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir.
Bu konuda ne Hz. Peygamber (sav), ne ona vahiy getiren Cebrâil (a.s.),
ne de zamanı gelince kıyamet olayını fiilen gerçekleştirmekle
görevlendirilecek olan İsrâfil (a.s.) bu bilgiye sahiptir.
Yüce Allah kıyametin kopacağı zamanı ancak kendisinin bildiğini
çeşitli âyetlerde ifade etmiştir.
Bu konudaki bazı âyetlerin meâli şöyledir:
"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah katındadır..."
(Lokmân 31/34).
"Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.
De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.
Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz.
O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir.
O size ansızın gelecektir.
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.
De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır.
Ama insanların çoğu bilmezler"
(el-A‘râf 7/187).
Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste de Cebrâil (a.s.)
iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne ifade ettiğini
Hz. Peygamber'e (sav) sorduktan sonra kıyametin
ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır:
"Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir"
(Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
Müslüman için önemli olan, kıyametin ne zaman kopacağını
bilmek değil, onun kopmasıyla başlayacak olan ebedî hayata
gerektiği şekilde hazırlanabilmektir.
Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek mümkün değildir.
Ancak Hz. Peygamber bazı hadisleriyle onun yaklaştığını gösteren
alâmetlerden insanları haberdar etmiştir.
.
.
12.05.2013 | 282 kez okundu
Kıyamet alâmetleri, insan iradesine bağlı olması veya olmaması,
kıyametin kopuşuna çok yakın bulunup bulunmaması durumu göz
önünde tutularak iki başlık altında incelenir:
Küçük alâmetler, büyük alâmetler.
Alâmetlerin büyük veya küçük diye nitelenmeleri önemlerinden dolayı
değil, açıklanan sebepten dolayıdır.
1. Küçük Alâmetler.
Dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması gibi insan iradesine
bağlı olarak büyük alâmetlerden çok önce meydana gelecek olan olaylardır. Peygamberimiz’in (sav) gönderilmesi ve onunla peygamberliğin sona ermesi,
ilmin ortadan kalkıp bilgisizliğin artması, şarap içme ve zinanın açıkça yapılır
olması, ehliyetsiz insanların söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması,
dünya malının bollaşması, zekât verecek fakirin bulunmaması gibi olaylar
kıyametin küçük alâmetlerinin bazılarıdır
(Buhârî, “Tefsîr”, 79, “Hudûd”, 20, “Fiten”, 25; Tirmizî, “Fiten”, 34;
İbn Mâce, “Fiten”, 25; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15).
2. Büyük Alâmetler.
Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana gelecek ve birbirini izleyecek
olan olaylardır.
Büyük alâmetler, tabiat kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen
olaylardır. Hz. Peygamberkıyamet alâmetleri eşrâtü's-sâat bir hadislerinde,
"Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu gelmez"
buyurmuş ve bu alâmetleri şu şekilde sıralamıştır
(Müslim, “Fiten”, 39; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 11; İbn Mâce, “Fiten”, 28):
a) Duman.
Müminleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma getiren ve kâfirleri
sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü kaplaması.
b) Deccâl.
Bu isimde bir şahıs çıkacak ve Tanrılık iddiasında bulunacak,
istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Hz. Îsâ (as)
tarafından öldürülecektir.
c) Dâbbetü'l-arz.
Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Hz. Mûsâ'nın (as) asâsı ve
Hz. Süleyman'ın (as) mührü bulunacak, asâ ile müminin yüzünü
aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle müminlerin
ve kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır.
d) Güneşin Batıdan Doğması.
Evrenin tek hâkimi Allah'ın emriyle güneş batıdan doğacak, bu olaydan
sonra iman edenlerin imanı, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.
e) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması.
Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak bir süre bozgunculuk yapmaları
da kıyametin bir başka büyük alâmetidir.
f) Hz. Îsâ'nın (as) Gökten İnmesi.
Hz. Îsâ (as) kıyametin kopmasına yakın gökten inecek, insanlar arasında
adaletle hükmedecek, Hz. Peygamber'in (sav) dini üzere amel edecek,
deccâli öldürecek, sonra da ölecektir.
g) Yer Çöküntüsü.
Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında
olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir.
h) Ateş Çıkması.
Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır.
Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis kitaplarımızda pek çok rivayet
ve bilgi bulunmaktadır.
Âhiretle ilgili diğer konularda olduğu gibi kıyamet alâmetlerinin mahiyeti
konusunda da gerçek bilgi sahibi yüce Allah'tır.
Onların gerçek yüzü bilinemez. Ancak bazı yorumlar yapılabilir, mahiyeti ise
Allah'a havale edilir.
3. Sûr ve Sûra Üfürüş
Kelime olarak sûr, "seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz"
anlamlarına gelir.
Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra
bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak
için İsrâfil (a.s.) tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir.
Hz. Peygamber (sav)bir hadislerinde sûrun, kendisine üflenen bir boru ve
boynuz olduğunu haber vermişlerdir
(Tirmizî, “Kıyâmet”, .
Fakat bu borunun mahiyeti insanlar tarafından bilinemez.
Sûr da bütün âhiret hallerinde olduğu gibi dünyadaki borulara benzetilemez.
Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil (a.s.) sûra iki defa üfürecektir.
İlkinde Allah'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden
sarsılacak (nefha-i feza‘=korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve
kıyamet kopacak (nefha-i sâik=ölüm üfürüşü), ikincisinde de insanlar dirilecek
ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine koşacaklardır
(nefha-i kıyâm=kalkış üfürüşü) (en-Neml 27/87; Yâsîn 36/51; ez-Zümer 39/68;
el-Hâkka 69/13-16).
İsrâfil'in sûra iki defa üfürmesi arasında geçecek zaman ise kesin olarak bilinmemektedir.
.
.
12.05.2013 | 253 kez okundu
Ba‘s
“Öldükten sonra tekrar dirilmek” anlamına gelen ba‘s, âhiret hayatının
en önemli devrelerinden biridir.
Kıyametin kopmasından sonra İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfürecek ve
bütün canlı yaratıklar tekrar diriltileceklerdir.
Ehl-i sünnet inancına göre tekrar diriliş, hem beden hem de ruh ile olacaktır.
Buna göre insan, öldükten ve çürüdükten sonra, Allah (cc), onun bedenine
ait aslî parçaları bir araya getirecek (veya benzerini yaratacak) ve ruhu
buna iade edecektir.
Kur'ân-ı Kerîm'deki
"Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir
ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini
başka derilerle değiştiririz ki, acıyı duysunlar..."
(en-Nisâ 4/56) meâlindeki âyet ile hesap sırasında insanın dil, el ve ayaklarının
şahitlik yapacağını bildiren âyetler (en-Nûr 24/24-25), yeniden dirilişin,
ruhbeden birlikteliği ile olacağının delilleridir.
Kur'ân-ı Kerîm öldükten sonra tekrar dirilişi inkâr edenlere karşı, yeniden
dirilmenin aklen mümkün olduğunu ve mutlaka meydana geleceğini
ısrarla vurgulamakta ve bu konuda şu delilleri ileri sürerek, bu gerçeği
ispatlamaktadır:
1. Bir şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa var etmesi öncelikle
mümkündür.
Bu tür ispata örnek olarak şu âyetler verilebilir:
"Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve:
Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor.
De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.
Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir"
(Yâsîn 36/78-79).
"Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki,
biz sizi topraktan, sonra nutfeden (sperm), sonra alakadan (aşılanmış yumurta),
sonra organları önce belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından yarattık
ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye
kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız.
Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz).
İçinizden kimi vefat eder. Yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına
kadar götürülür, ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin..." (el-Hac 22/5).
2. Zor bir şeyi yaratan, kolay bir şeyi elbette yaratabilir.
Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur.
Gökleri ve yeri yaratıp, onları bir şeye dayanmadan uzayda tutan Allah (cc),
insanı öldükten sonra tekrar diriltmeye şüphesiz kadirdir:
"Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın,
ölüleri diriltmeye de gücünü yeteceğini düşünmezler mi?..."
(el-Ahkaf 46/33).
Ayrıca insanın ilk yaratılışı, ikinci yaratılışına göre daha zordur.
İnsanı ilkin yaratmaya kadir olan Allah, onu ikinci defa yaratmaya daha
çok kadirdir:
"O ilkin mahlûku yaratıp sonra da tekrar diriltecek olandır ki,
bu ona göre (birinciden) pek daha kolaydır..."
(er-Rûm 30/27).
3. Ölü bir durumda olan yeri canlandıran Allah, insanı da diriltebilir:
"...Sen yeryüzünü de ölü ve kupkuru görürsün. Fakat biz onun üzerine
yağmuru indirdiğimiz zaman, o harekete gelir, kabarır, her çeşitten iç
açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O ölüleri diriltir,
yine O her şeye hakkıyla kådirdir. Kıyamet vakti de gelecektir.
Bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır"
(el-Hac 22/5-7).
4. Bir şeyi zıddına çeviren onu benzerine çevirebilir.
Meselâ suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan ateşin çıkması,
âdeta imkânsız iken, ateşi yeşil ağaçtan çıkaran Allah (cc),
insanı tekrar yaratabilir:
"Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur.
İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların
benzerlerini yaratmaya kådir değil midir?
Evet elbette kådirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır"
(Yâsîn 36/80-81).
Hz. Peygamber (sav) de çeşitli hadislerinde, öldükten sonra tekrar
diriltme konusunda bilgi vermiştir.
O bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"İnsanın kuyruk sokumu kemiği (acbü'z-zeneb) dışındaki her şeyi,
ölümünden sonra çürüyüp yok olacaktır.
Kıyamet günü tekrar diriltme bu çürümeyen parçadan olacaktır"
(Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; Müslim, “Fiten”, 141, 142).
Yine bu konudaki hadislerde kıyamet gününde bütün insanların diriltileceği,
kabirden de ilk defa Hz. Muhammed'in (sav) kalkacağı bildirilmektedir
(Buhârî, “Tefsîr”, 39/3; İbn Mâce, “Cenâiz”, 58).
Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde, insanların diriltilirken ilk
yaratılışlarındaki gibi olacaklarını haber vermiş
(Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 55-59),
bir başka hadiste de "Her kul, öldüğü hal üzere diriltilir" buyurmuştur
(Müslim, “Cennet”, 83).
.
.
12.05.2013 | 895 kez okundu
Sözlükte “toplanmak, bir araya gelmek” demek olan haşir, terim olarak
yüce Allah'ın insanları hesaba çekmek üzere tekrar dirilişten sonra bir
araya toplamasıdır.
İnsanların toplandıkları yere mahşer veya arasât denilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de mahşerden ve bu sırada yaşanacak olaylardan bahseden
pek çok âyet vardır. Bu âyetlerden birinde şöyle buyurulur:
"Allah, onları sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını sandıkları
bir durumda yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle
tanışırlar. Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara
uğramışlardır. Çünkü onlar doğru yola gitmemişlerdi"
(Yûnus 10/45).
Haşir günü insanlar kendi dertlerini, hesaptan yüz akıyla çıkıp çıkmayacaklarını
düşüneceklerinden yakınlarıyla bile ilgilenmeyeceklerdir.
O gün müminlerin yüzleri parlayacak, kâfirlerin ise kararacaktır.
Hz. Peygamber (sav) her kulun öldüğü durum üzere, iyilik üzere ölmüşse iyi,
kötülük üzere ölmüşse kötü olarak diriltileceğini, yalın ayak ve ilk yaratılışları
gibi haşredileceklerini bildirmiştir
(Buhârî, “Rikak”, 45; Müslim, “Cennet”, 14, 19; Tirmizî, “Tefsîr”, 18).
.
12.05.2013 | 407 kez okundu
İnsanlar hesaplarının görülmesi için toplandıktan sonra, kendilerine
dünyada iken yaptıkları işlerin yazılı bulunduğu amel defterleri dağıtılır.
Bu defterlerin mahiyeti bilinmemektedir.
Onlar dünyadaki defterlere benzetilemez.
Kirâmen Kâtibîn adı verilen melekler tarafından yazılan bu defterler
hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan
korkmuş olduklarını görürsün.
Vay halimize derler, bu nasıl kitapmış.
Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş.
Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır.
Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez"
(el-Kehf 18/49).
Amel defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan veya
arkadan verilir.
Defteri sağdan verilenlere "ashâb-ı yemîn",
soldan veya arkadan verilenlere "ashâb-ı şimâl" adı verilir.
Defterin sağdan verilmesi bir müjde,soldan verilmesi ise azabın habercisidir.
Hesap ve Sual
İnsanlar amel defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince
detayına kadar yazıldığını gördükten sonra Allah Teâlâ tarafından
hesaba çekileceklerdir.
Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın
organları ve yeryüzündeki mevcûdat da insanın yaptıklarına şahitlik
edecektir.
Zerre ölçüsü hayır işleyenin mükâfatını, kötülük işleyenin cezasını göreceği
ve hiçbir adaletsizliğin söz konusu olmayacağı sorgu ve hesap sırasında
insanlara şu beş şey sorulacaktır:
Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nasıl geçirdiği, malını nerede
kazandığı, nereye harcadığı, bildiklerini uygulayıp uygulamadığı
(Tirmizî, “Kıyâmet”, 1).
Çeşitli hadislerde de bütün insanların, aracı olmaksızın Allah (cc)
tarafından hesaba çekileceği, müminler sorulan sorulara kolaylıkla cevap
verirlerken, kâfirlerin ince ve titiz bir hesap ve sorgulamadan geçirilecekleri
haber verilmektedir
(Buhârî, “Rikak”, 49; “Mezâlim”, 2; Müslim, “Zekât”, 20; “Cennet”, 18).
.
.
12.05.2013 | 384 kez okundu
Mîzan
Sözlükte "terazi" anlamına gelen mîzan, âhirette hesaptan sonra
herkesin amellerinin tartıldığı ilâhî adalet ölçüsüdür.
İç yüzü bizce bilinemeyen mîzan, dünyadaki ölçü aletlerinin hiçbirine
benzemez.
Tartıda iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa erecek, hafif
gelenler ise cehenneme gideceklerdir.
Cehenneme gidenlerden mümin olanlar, işlediği suçun karşılığı olan cezayı
çektikten sonra oradan çıkarılıp cennete girdirileceklerdir.
Mîzan hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir
şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa,
onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak (herkese) yeteriz"
(el-Enbiyâ 21/47).
Sırat
Sırat cehennemin üzerine uzatılmış bir yoldur.
Herkes buradan geçecektir.
Müminler yaptıkları amellerine göre kimi süratli, kimi daha yavaş olarak
bu yoldan geçecek, kâfirler ve günahkârlar ise ayakları sürçerek cehenneme
düşeceklerdir. Sıratın nasıl bir şey olduğuna dair sahih hadislere rastlamak
mümkün değildir.
Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde, cehennemin üzerine kurulacak
sırattan ilk geçenin kendisi ve ümmeti olacağını, insanların iyi amelleri
sayesinde oradan süratle geçeceklerini bildirmiştir
(Buhârî, “Ezân”, 129; “Rikak”, 48-52; Müslim, “Îmân”, 81; İbn Mâce, “Zühd”, 33).
Havuz
Kıyamet gününde peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır.
Müminler bunların tatlı ve berrak suyundan içerek susuzluklarını
gidereceklerdir.
Kur'an'daki "Kuşkusuz biz sana kevseri verdik"
(el-Kevser 108/1)
âyetinde geçen kevser, genellikle havuz olarak anlaşılmıştır.
Bu sebeple Hz. Peygamber'in (sav) kıyametteki havuzu için
"havz-ı kevser" denilmiştir.
Hadislerde bildirildiğine göre kıyamet günü her peygamberin bir
havuzu olacaktır. Bu havuzdan o peygamberin kendisi ve ümmeti içecektir.
Hz. Peygamber'in (sav) havuzu çok geniş, suyu sütten daha beyaz, kokusu
miskten daha güzel, kadehlerinin sayısı da gökteki yıldızlardan daha çoktur.
Ondan bir kere içen bir daha ebediyen susamayacaktır
(Buhârî, “Rikak”, 53; “Fiten”,1; Müslim, “Fezâil”, 9; Tirmizî, “Kıyâmet”, 14, 15).
.
12.05.2013 | 530 kez okundu
İnsanlar amel defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince detayına kadar yazıldığını gördükten sonra Allah Teâlâ tarafından hesaba çekileceklerdir. Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın organları ve yeryüzündeki mevcûdat da insanın yaptıklarına şahitlik edecektir.
Zerre ölçüsü hayır işleyenin mükâfatını, kötülük işleyenin cezasını göreceği ve hiçbir adaletsizliğin söz konusu olmayacağı sorgu ve hesap sırasında insanlara şu beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nasıl geçirdiği, malını nerede kazandığı, nereye harcadığı, bildiklerini uygulayıp uygulamadığı (Tirmizî, “Kıyâmet”, 1).
Çeşitli hadislerde de bütün insanların, aracı olmaksızın Allah tarafından hesaba çekileceği, müminler sorulan sorulara kolaylıkla cevap verirlerken, kâfirlerin ince ve titiz bir hesap ve sorgulamadan geçirilecekleri haber verilmektedir (Buhârî, “Rikak”, 49; “Mezâlim”, 2; Müslim, “Zekât”, 20; “Cennet”, 18).
.
12.05.2013 | 512 kez okundu
Şefaat
Âhirette bütün peygamberlerin Allah'ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah katındaki dereceleri yüksek olanların Allah'a yalvarmaları ve dua etmeleri demektir.
Kâfir ve münafıklar için şefaatin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı o günde, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve Allah'ın has kulları, "...İzni olmadan onun katýnda kim şefaat edebilir?..." (el-Bakara2/255),
"...Onlar Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler..." (el-Enbiyâ 21/28) meâlindeki âyetler şefaatin varlığını ortaya koyarlar. Peygamberimiz de "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 21; Tirmizî, “Kıyâmet”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 37) buyurmuştur.
Hz. Peygamber'in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i uzmâ" (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da “makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (el-İsrâ 17/79); şefâat-i uzmâ konusunda bk. Buhârî, “Zekât”, 52).
Müslümanlara düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terketmek değil, şefaate lâyık olmak için çalışıp çabalamaktır.
A‘râf
“Dağ ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır. Bilginler, a‘râf ve a‘râflıkların kimler olacağı konusunda farklı iki görüşe sahip olmuşlardır:
1. Herhangi bir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları a‘râfta kalacaklardır.
2. A‘râflıklar, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekletilecekler, sonra Allah'ın lutfuyla cennete gireceklerdir.
Kur'an'da a‘râfta bulunanlarla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"İki taraf (cennetliklerle cehennemlikler) arasında bir perde ve a‘râf üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak, cennet ehline selâm size diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce: Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma, derler" (el-A‘râf 7/46-47).
.
12.05.2013 | 835 kez okundu
Cehennem
Kelime olarak “derin kuyu” anlamına gelen cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları azap yeridir. Kur'an'da cehennem için yedi isim kullanılmıştır: Cehennem (derin kuyu), nâr (ateş), cahîm (son derece büyük,
alevleri kat kat yükselen ateş), hâviye (düşenlerin çoğunun geri dönmediği uçurum), saîr (çılgın ateş ve alev), lezâ (dumansız ve katıksız alev), sakar (ateş), hutame (obur ve kızgın ateş). Bazı bilginler bu yedi ismin, cehennemin yedi tabakası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Cehennem ve oradaki hayat, Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde tasvir edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar (el-Mürselât 77/32-33), uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir (el-Furkan 25/12).
İnkârcılar için bir zindan olan cehennem (elİsrâ 17/8), ateşten örtü ve yataklarıyla (el-A‘râf 7/40-41), cehennemlikleri her taraftan kuşatan (el-Kehf 18/29), yüzleri dağlayan ve yakan (İbrâhim 14/50; el-Mü'minûn 23/104), deriyi soyup kavuran (el-Meâric 70/16), yüreklere çöken (el-Hümeze 104/7), kızgın ateş dolu bir çukurdur (el-Karia 101/9-11).
Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem (et-Tahrîm 66/6), kendisine atılanlardan bıkmayacaktır (Kaf 50/33). İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin (el-Vâkıa 56/42-44) derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka deriler ile değiştirilecektir (en-Nisâ 4/56). Onların yiyeceği zakkum ağacı (es-Sâffât 37/64-66), içecekleri kaynar su ve irindir (el-Vâkıa 56/53-55; en-Nebe’ 78/25).
Orada serinlik bulamadıkları gibi içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır (en-Nebe’ 78/24). Allah'ı görmekten mahrum kalacak inkârcılara (el-Mutaffifîn 83/15) Allah rahmet etmeyecek (en-Nisâ 4/137, 168), cehennem azabı ise onları ebedî olarak kuşatacaktır. Günahkâr müminler ise cehennemde ebedî kalmayacaklar, Peygamberimiz’in hadislerinde de bildirildiği gibi, cezalarını çektikten sonra cennete konulacaklardır (Buhârî, “Rikak”, 51; “Tevhîd”, 19; Tirmizî, “Birr”, 61; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi cehennem azabını ruh, beden ile birlikte çekecektir. Ancak cehennem hayatında sözü edilen, acı, ıstırap, azap, ateş vb. şeyler bu dünyadakilere benzetilemez. Bunların iç yüzünü insanların bilmesi mümkün değildir. Ancak Allah bilir.
Cennet
Sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” anlamına gelen cennet, terim olarak “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve müminlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu”na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur. Kur'an'da cennet için çeşitli isimler kullanılmıştır. Cennetin tabakaları olması ihtimali de bulunan bu isimleri şöyle sıralayabiliriz: Cennetü'l-me'vâ (şehid ve müminlerin barınağı ve konağı olan cennet), cennet-i adn (ikamet ve ebedîlik cenneti), dârü'l-huld (ebedîlik yurdu), firdevs (her şeyi kapsayan cennet bahçesi), dârü's-selâm (esenlik yurdu), dârü'l-mukame (ebed kalınacak yer), cennâtü'n-naîm (nimetlerle dolu cennetler), el-makamü'l-emîn (güvenli makam).
Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimiz zaman onun cenneti ve cennetlikleri şu şekilde tasvir ettiğini görürüz: Cennet, genişliği göklerle yer kadar olan (Âl-i İmrân 3/133), yakıcı sıcağın da dondurucu soğuğun da görülmeyeceği bir yerdir (el-İnsân 76/13).
Temiz su, tadı bozulmayan süt ve süzme bal ırmaklarının yer aldığı cennette (Muhammed 47/15), suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su pınarı (selsebîl) (el-İnsân 76/18) ve sonunda misk kokusu bırakan bir içecek de vardır (el-Mutaffifîn 83/25-26).
Cennet içeceği baş ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan çıkan (es-Sâffât 37/45-47) bir içecektir. İçildiği zaman sarhoş etmediği gibi ne baş dönmesi yapar (el-Vâkıa 56/19), ne günah işlemeye iter, ne de saçmalatır (et-Tûr 52/23). Cennette türlü meyveler, hurmalıklar, nar ağaçları (er-Rahmân 55/68), bağlar (en-Nebe’ 78/32), dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları (el-Vâkıa 56/28-29), çeşit çeşit kuş etleri (el-Vâkıa 56/21) bulunur.
Cennetliklerin elbiseleri ince ve kalın halis ipektendir (el-Kehf 18/31; el-İnsân76/21), süsleri altındandır (el-Kehf 18/21; el-Hac 22/23; el-Fâtır 35/33), evlerigüzeldir (et-Tevbe 9/72). Cennettekilere hizmet etmek için ölümsüz gençler (vildan) dolaşır, onlar –güzelliklerinden dolayı– saçılmış birer inci sanılırlar (el-İnsân 76/19). Bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar, cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır bulunur (ez-Zuhruf 43/71). Cennettekilere altlarından ırmaklar akan, üst üste bina edilmiş köşkler vardır (ez- Zümer 39/20),
cennetlikler için pek çok güzelliklerle nitelenmiş tertemiz eşler bulunacaktır (el-Bakara 2/25; el-Vâkıa 56/35-38; es-Sâffât 37/48-49; en-Nebe’78/33).
Cennetliklerin hem kendileri hem de eşleri cennetin gölgelerinde tahtları üzerine kurulup yaslanırlar (Yâsîn 36/56). Allah tarafından kalplerinden kin sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler halinde,
karşı karşıya tahtları üzerinde otururlar. Orada bunlara hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur (el-Hicr 15/47- 48). Cennette boş ve yalan söz de işitilmez (en-Nebe’ 78/35). Cennet nimetlerinin insan akıl ve hayalinin alamayacağı güzellikte olduğunu
Hz. Peygamber bir kutsî hadiste şöyle açıklamıştır: "Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
Sâlih kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve insanın kalbinden bile geçmeyen nice nimetler hazırladım" (Buhârî, “Tefsîr”, sûre 32; Müslim, “Cennet”, 1; Tirmizî, “Tefsîr”, sûre 32).
Şüphesiz cennetteki nimetlerin en büyüğü Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve Allah'ı görmektir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: "...
Allah'ın rızâsı ise hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş ta budur" (et-Tevbe 9/72).
Allah'ın Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah).
Müminler, âhirette, cennetegirdikten sonra Allah'ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak bilginler Allah'ı görme olayında, bu dünyada varlıkların görülmesi için zorunlu olan şartların gerekmediğini ileri sürmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır" (el-Kıyâme 75/22-23) buyurularak, âhirette müminlerin Allah'ı görecekleri haber verilmektedir.
Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki siz şu ayı görüşünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz. Ve o sırada izdihamdan ötürü birbirinize zarar vermiş de olamayacaksınız" (Buhârî, “Mevâkýt”, 16; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 81; Tirmizî, “Cennet”, 15).
Bir başka hadiste de, müminler cennete girdikten sonra, Allah'ın müminlere "Daha vermemi istediğiniz bir şey var mı?" diye soracağı haber verilmektedir. Onların bu soruya "Daha ne isteyelim?" diye cevap vermeleri üzerine, Allah'ın kendisini müminlere göstereceği, artık müminler için Allah'a bakmaktan daha hoş gelecek bir şeyin bulunmayacağı aynı hadiste bildirilmiştir (bk. Müslim, “Îmân”, 80; Tirmizî, “Cennet”, 16).
.
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
12.05.2013 | 625 kez okundu
Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur.
Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan
şey"demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman
esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması
farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına
gelmektedir.
Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından
bahseden ilme de akaid ilmi denir.
İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da
sahih hadislerdir.
İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma
mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır.
Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere
iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır.
Hadis kitaplarının “iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet”
gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır.
Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler
akaidin temel kaynaklarını teşkil eder.
Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin
kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve
iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar.
Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği
esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar,
nakli desteklerler.
Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir.
İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem
de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez.
Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına
inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.
.
12.05.2013 | 454 kez okundu
İslâm tevhid dinidir.
Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne
tapınılan varlık olarak tanımak demektir.
Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve
beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların
birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu
sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır.
Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır:
"Hepiniz Allah'ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp
ayrılmayın" (Âl-i İmrân 3/103), "Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Birbirinizle
çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden ka çırırsınız"
(el-Enfâl 8/46).
Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti,
müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Siz kendilerine apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp
dağılanlar gibi olmayın"
(Âl-i İmrân,3/105).
Âyete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında
apaçık âyet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslâm'ın şartlarının ve farz
veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin müslümanlar
arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir.
Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmî görüşler
ortaya koymak serbesttir.
İşte İslâmî mezhepler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından
doğmuştur. Nitekim fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha
ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş
ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir
(bk. Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).
Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar arasında
ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu.
Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş
ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece
daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile
Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır.
İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi
gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması,
ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması
gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.
Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların
yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını,
bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş,
kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna
"Benim ve ashabımın yolunuizleyenler"
(Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir.
Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların
ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine
işaret vardır. Ancak hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar"
ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa
eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir.
Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır”
(Mü’minun, 23/53; Rûm, 30/35)
şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde
her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş,
muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur.
Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at
olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.
Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve
Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet
çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur.
Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları
düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmış,
"ehl-i hak" terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır.
Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte
sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen
"kurtuluşa erenler" ifadesinden hareketle kendisini "fırka-i nâciye”
olarak nitelendirmiştir.
Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik,
mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel
konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında,
izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi
arasında Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere ayrılmıştır.
Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel
prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır.
Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.
Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler"
anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde,
akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların
izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini
oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında
kullanılmıştır.
Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin
bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri
için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde
ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve
çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir.
Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep
kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet
(Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya
çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir.
.
12.05.2013 | 658 kez okundu
Eş‘ariyye
Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen
Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir.
Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da
doğmuş, kırk yaşına kadar Mu‘tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra
"üç kardeş meselesi" diye bilinen meselenin tartışmasında hocası
Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini
doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış ve Eş‘arîliği kurmuştur.
İmam Eş‘arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür.
İmam Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.
İmam Eş‘arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş,
inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî
deliller de kullanmıştır.
Eş‘arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından
da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘arî kelâm bilginleri arasında,
Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085),
Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233),
Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî
(ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir.
Eş‘arîlik, daha çok Mu‘tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur.
Bu sebeple Eş‘arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir.
Eş‘arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir.
Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar,
bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır.
Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle
beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır.
Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen
tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in
çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir.
Eş‘arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve
Endonezya'da yayılmıştır.
Mâtürîdiyye
Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd
el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet
mezhebininadıdır.
İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin
bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur.
Türk olması kuvvetle muhtemeldir.
Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri
incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında
otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini
hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile
ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefat
etmiştir.
İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere,
özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı
çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu.
Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek,
aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini
sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur.
Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi
Mâtürîdiye ve Eş‘ariyyeortaya çıkmıştır.
Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması
için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm
metodunu gittikçe geliştirmiştir.
Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den daha yakındır.
Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından
Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır.
Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar.
Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin
akaid konusunda koyduğu prensipleriaçıklayıp geliştirmiş olmasıdır.
Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdak etkisi bir gerçek olmakla beraber,
İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç
konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek
önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür.
Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması,
Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede
yayılması sebebiyle Eş‘arîlik kadar şöhret bulamamıştır.
Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır),
Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ 1100),
Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115),
Ömer en-Nesefî (ö.537/1142), Ebü’l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310),
Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457),
Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687)
en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır.
Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet'in temel prensiplerinde Eş‘arîler ile aynı görüşte
olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar:
1. Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah'ı bulabilir.
2. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir.
Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu
için yasaklamıştır.
3. Kulda başlı başına bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle
seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır.
4. Yüce Allah'ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.
5. Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.
6. Allah'ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır.
Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir.
7.Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır.
Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir.
8. Allah'ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren
lafzî kelâm yani Kur'an'ın harf ve sesleridir.
Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan
Hanefîler'in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar.
Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de
yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler.
..
.
12.05.2013 | 403 kez okundu
İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak,
söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven
vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve
yürekten inanmak" anlamlarına gelir.
Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak
bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği
şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden
inanmak demektir.
Buna göre; imanın hakikati ve özü kalbin tasdikidir.
Kalbin tasdiki imanın değişmeyen aslî unsurudur.
İmanla bilgi arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur.
Her inanan kişi, neye inandığını bilir, fakat her bilme inanmayı gerektirmez.
İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilebilmesi için, kişinin
gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin,
teslimiyetin ve tasdikin bulunması gerekir.
İman edene sevap, etmeyene ceza verilmesinin dayanağı,
kişinin gönülden bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır.
İmanın, bir kalp işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden
bazıları şunlardır:
"Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenlerden
ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin..."
(el-Mâide5/41).
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..."
(el-En‘âm 6/125).
"Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra
da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu
cehennemden çıkarın diyecektir"
(Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 82).
Görüldüğü üzere imanın esası, inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesidir.
Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mümin
olamaz.
Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü
sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için
kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır.
Bunun en belirgin örneği şu olaydır:
Sahâbîlerden Ammâr b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve
ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle
müslüman olmadığını, Hz. Muhammed'in dininden çıktığını söylemiş, bu
olay hakkında âyet-i kerîme inerek, Ammâr'ın mümin bir kimse olduğu
belirtilmiştir:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse hariç,
kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa,
işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır"
(en-Nahl :16/106).
İmanın aslî unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte kalpte neyin gizli olduğunu
insanlar bilemediği için, kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması,
o kişinin de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tâbi tutulması
gerekmektedir.
Bu sebeple ikrar, yani kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi,
imanın bir parçası değil, âdeta onun dünyevî şartıdır.
Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir.
Bir kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz
kılmak gibi mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır.
O zaman bu kimse mümin olarak tanınır, müslüman muamelesi görür,
müslüman bir kadınla evlenebilir.
Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü
tutulur.
Ölünce de cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına defnedilir.
Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, müslümana özgü
bu tür hükümler uygulanmaz.
İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Peygamber Efendimiz şu hadisleriyle
dile getirmişlerdir:
"Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu halde Allah'tan
başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir diyen kimse cehennemden
çıkar"
(Buhârî, “Îmân”, 33; Tirmizî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zühd”, 37).
"İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir deyinceye
kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse
can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan
cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir"
(Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104).
Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle iman,
"Kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklinde tanımlanmıştır.
Fakat imanı bu şekilde tanımlamak, kalbi ile inanmadığı halde inandım
diyenin mümin olmasını gerektirmez.
Bu konuda bir âyet-i kerîmede,
"İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde Allah'a ve âhiret gününe
inandık derler"
(el-Bakara 2/8) buyurulmuştur.
Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyen kişi –kalpteki
inanç ve ikrarı bilinemediği için– dünyada müslüman gibi işlem görür. Fakat
imanı bulunmadığı ve münafık olduğu için âhirette kâfir olarak işlem görecek
ve cehennemde ebedî kalacaktır.
Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imanın rüknü, olmazsa
olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı da, bu asıl ve gerçeğin tanınmasını
sağlayan bir şarttır.
.
.
12.05.2013 | 502 kez okundu
İcmâlî İman
İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir.
İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve
şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.
Tevhid kelimesi:
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah
(Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur. Muhammed O'nun elçisidir)
cümlesidir.
Şehadet kelimesi de:
Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve resûlüh
(Ben Allah'tan başka hiçbir İlah olmadığına, Muhammed'in
O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim)
ifadesidir.
İmanın ilk derecesi ve İslâm'ın ilk temel direği budur.
Gerçekte Allah'ı yegâne İlah tanıyan, Hz. Muhammed'i
O'nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını
ve Peygamberimiz’in getirdiği dini de toptan kabullenmiş demektir.
Çünkü diğer iman esasları bize Hz. Peygamber aracı lığıyla bildirilmiştir.
Öyleyse Allah elçisini tasdik etmek, getirdiği hükümleri
de tasdik etmek demektir.
İnanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı bu imana icmâlî (toptan)
iman denmektedir.
Mümin sayılabilmek için, icmâlî iman yeterli olmakla birlikte,
İslâm'ın diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her
birini kişinin teker teker öğrenmesi zorunludur.
Tafsîlî İman
İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak
inanmaya tafsîlî iman denilir.
Tafsîlî iman üç derecede incelenir:
Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna
ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır.
Bu, icmâlî imana göre daha geniştir.
Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır.
İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret
gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve
azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır.
Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir.
Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği,
bize kadarda tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve
hükümleri tasdik etmektir.
Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir
hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve
Resulü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak
şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır.
Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram
olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram
olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.
Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur.
Bu iman üzere ölürse neticede cennete girer.
Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır,
sağlam temeller üzerine oturur.
Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra,
Hz. Peygamber'in açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle, farzı farz,
haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir.
Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen ve inanılması
zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine
inanmayı içermektedir.
.
.
12.05.2013 | 384 kez okundu
Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve
âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu
olarak gözüken imana taklîdî iman denilir.
Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber,
kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur.
Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya
uğrayabilir.
Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir.
Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur.
Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman
denir.
Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl
inandığının bilincini taşımasıdır.
|
Bugün 423 ziyaretçi (547 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|