ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Kaide 2: Haraca sebep olan şeyi yapmasında zaruret varsa, o farzı terk ... Kaide 3 : Zaruret ile yapılan şeyde, zaruret bitince harac devam ederse, yine böyledir.
Sual: Zaruret ve haraç ne demektir, kendi mezhebinde böyle bir durumla karşılaşan Müslüman nasıl hareket eder?Cevap: İnsanı bir şey yapmaya zorlayan ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4137
Harac ve zaruret nedir?
Sual: Harac ve zaruret nedir? CEVAP İnsanın elinde olmayarak hasıl olan sebebe (Zaruret) denir.
Bir farzın yapılmasına mani veya haram işlemeye sebep olanı önlemenin meşakkatli, güç olmasına da (Harac) denir.
Tedavi edilemeyen şiddetli ağrı ve bir uzvun yahut hayatın telef olmak tehlikesi ve başka bir şey yapamamak mecburiyeti zarurettir.
Birkaç örnek verelim:
Başı dönen, ayakta duramayan kimsenin oturarak namaz kılması zaruret olur. Gusledince hastalanma veya ölme tehlikesi varsa, gusletmemesi zaruret olur. Teyemmüm eder.
Şiddetli baş ağrısı, bir zarurettir. Bu başa el dokunduramamak haracdır. Bunun için, bu durumdaki kimsenin başını yıkaması veya mesh etmesi sakıt olur.
Kaide 1: İbadet yapmakta veya haramdan sakınmakta, harac olunca, harac bulunmayan başka mezhebi taklit etmek lazım olur.
Birkaç örnek verelim:
Akşam namazı için otobüsü durduramayan, Şafii’yi taklit ederek, yatsı ile birlikte kılması caiz olur. Yani yere inmesinde harac varsa, otobüs durmayıp gidecekse, otobüsten inmeyince de vakit çıkacaksa veya başka bir zarara uğrayacaksa, bunun gibi ihtiyaçlardan dolayı iki namazı cem eder.
Kaplıca tedavisi bir ihtiyaçtır. Kaplıcada tedavi olurken, bazı kimseler şortla gezebiliyor. Haram işlememek için, başka bir mezhebi taklit edebilir. Çünkü bunda bir ihtiyaç vardır. Futbol oynayanların bacaklarını seyretmek bir ihtiyaç, bir zaruret değildir. Başka bir mezhebi taklit edemez.
Bir erkek, karısı ile süt kardeş olduğunu anlasa, fakat birinin bir kere emmiş olduğu bilinse, Hanefi mezhebine göre nikahları bozulur. Ya, ayrılır veya ihtiyaçtan dolayı Şafii mezhebini taklit ederek nikah yapar. Çünkü Şafii’de doya doya beş kere emmesi gerekir. Karısı ile evli kalması zaruret değildir. Bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç için de bir mezhep taklit edilerek sıkıntı giderilir.
Kaide 2: Haraca sebep olan şeyi yapmasında zaruret varsa, o farzı terk etmesi veya haramı zaruret miktarı işlemesi caiz olur.
Bir örnek verelim:
Avret yerini açmadan, necaseti temizlemek imkansızsa, ne yapar? Necaseti temizlemek farz, avret yerini açmak ise haramdır. Haram işlememek için farz tehir edilir, çünkü haramdan kurtulmak önce gelir. Farzı tehire de imkan yoksa farz terk edilir. Yani necaseti temizlemeden namazını kılar. Maliki’de necasetle namaz kılmak caiz olduğu için Maliki’yi taklit ederek necasetle kılması caiz olur.
Kaide 3: Zaruret ile yapılan şeyde, zaruret bitince harac devam ederse, yine böyledir.
Bilmeden necasetli elbise ile namaz kılan kimse, namazdan sonra necis elbise ile namaz kıldığını anlasa, yeniden namaz kılması meşakkatli olacağı için, Maliki mezhebini taklit ederek, bu namazı Maliki’ye göre kıldım demesi yetişir.
Kaide 4: Haraca sebep olan şey, zaruret olmadan yapılmış veya zaruret ile birkaç şey yapılabilir ve bunlardan harac bulunan şeyi yapmayı seçerse, farzı terk etmesi caiz olmaz.
Bir örnek verelim:
Protez yapma imkanı da var iken, dişini doldurtmuş veya kaplama yaptırmıştır. Ağzını yıkaması farzdır. Ağzını yıkayamaması yani farzı terk etmesi affolmaz. Çünkü başka mezhebi taklit imkanı var. Eğer bu imkan olmasaydı o zaman zaruret kabul edilir ve diş dolgusu gusle mani olmazdı. Maliki’yi veya Şafii’yi taklit edince, bu iki mezhepte ağzını yıkamak farz olmadığı için, diş dolgusu veya diş kaplatmak gusle mani olmuyor.
Zaruret nedir? Sual: Dört hak mezhebin hepsinde de, gusülde ağzın içini yıkamak farz olsaydı, dolgu dişi olan ne yapacaktı? CEVAP
Zaruret, başka çare bulamamak demektir. Buradaki zaruret, başka mezhebi taklit etme imkânı olmayan hâldir. Dört mezhepte de ağzın içini yıkamak farz olsaydı, dört mezhepten birini taklit imkânı olmadığı için zaruret olurdu. Zaruret olunca da taklit gerekmezdi. Fakat Mâlikî’de ve Şâfiî’de, gusülde ağzın içini yıkamak farz olmadığı ve bu iki mezhepten birini taklit etme imkânı olduğu için, dolgu zaruret olmaktan çıkar. Bu iki mezhepten biri taklit edilerek dinin emrine uyulmuş olur.
Zarurete bir örnek: Bir ihtiyaçtan dolayı başa saç ekilse, dört mezhepte de başı yıkamak farz olduğu için, başka bir mezhebi taklit imkânı yoktur. Taklit imkânı olmayınca zaruret olur. Zaruret olunca da gusle mani olmaz. Bu inceliği çok kimse bilmediği için, yanlış olarak (Diş dolgusu zarurettir, gusle mani olmaz) diyorlar. Başka hak bir mezhepte çıkış yolu olunca zaruret olmuyor. O mezhebi o konuda taklit edince de mesele kalmıyor.
.
Harac nedir?
Sual: Zaruret ve haraç ne demektir, kendi mezhebinde böyle bir durumla karşılaşan Müslüman nasıl hareket eder? Cevap: İnsanı bir şey yapmaya zorlayan semâvî sebebe, yani insanın elinde olmayan sebebe Zaruret denir. İslamiyetin emir ve yasak etmesi, şiddetli ağrı, bir uzvun yahut hayatın telef olmak tehlikesi ve başka bir şey yapamamak mecburiyeti, hep zarurettir.
Yapılan bir şeyin, bir farza mâni olmasını veya haram işlemeye sebep olmasını önlemenin meşakkatli, güç olmasına Haraç denir.
Allahü teâlânın bir emrini yaparken veya bir yasak işi yapmaktan sakınırken, kendi mezhebinin âlimlerinin meşhur olan, seçilmiş olan sözlerine uyulur. İnsanın yaptığı bir şeyden dolayı, âlimlerin bu sözlerine uymakta haraç olursa, seçilmemiş, zayıf sözlerine uyulur. Buna uymakta da haraç olursa, bu hüküm, başka mezhebi taklit ederek yapılır. Başka mezhebi taklit etmekte de haraç olursa, haraca sebep olan şeyin yapılmasında zaruret bulunup bulunmadığına bakılır:
1-Haraca sebep olan şeyin yapılmasında zaruret bulunduğu zaman, o farzı yapmak sakıt olur.
2-Haraca sebep olan şeyin yapılmasında zaruret yoksa, oje gibi veya zaruret olduğu zaman, birkaç şey yapılabilir ve bunlardan haraç bulunan şeyi yapmak isterse, o ibadeti sahih olmaz. Haraç bulunmayan şeyi yaparak, o farzı ifa etmesi lâzım olur.
Zaruret olsa da, olmasa da, yalnız haraç, meşakkat bulunduğu için, başka mezhebin taklit edileceği, Fetâvel-hadîsiyye’de, Hulâsat-üt-tahkîk’de, Tahtâvînin Merâk-ıl-felâh haşiyesinde ve molla Halîl Es'irdînin Ma'füvât kitabında yazılıdır.
İnsan tarafından yapılan şeylerde haraç olduğu zaman, haraç bulunmayan mezhep taklit edilir. Şiddetli baş ağrısı, kendiliğinden hâsıl olan bir zarurettir. Bu başa el dokunduramamak haraçtır. Bunun için, bunun başını yıkaması, mesh etmesi sakıt olmaktadır. Bir yara iyi olduktan sonra, üzerindeki ilâca, merheme, sargıya mesh etmek câiz olmaz, bunları çıkarıp, altını yıkamak lâzım gelir. Bunları kaldırmakta haraç olursa bunlar, kendiliğinden hâsıl olan bir zaruret olmadıkları için, başka mezhep taklit edilir. Diğer üç mezhepte de haraç varsa, altlarını yıkamak sakıt olur denildi. Çünkü, bunlar, zaruret ile konulmuş idiler. Yani yarayı tedavi etmek, eski hâline getirmek için konulmuşlardı. Gusül abdesti alırken, diğer üç mezhepte de, bütün bedeni ve sudan zarar görmeyen yarayı yıkamak farz olduğu için, diğer üç mezhepten birini taklit etmeye de imkân yoktur.
Haraç, yani meşakkat, zorluk bulunduğu zaman haraca sebep olan şey zaruri var ise, buraları yıkamak sakıt olur. Saçları örgülü kadının, yalnız saç diplerini ıslatması farzdır. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki:
“Kadınların saçlarını kazımaları yasak olduğu için, örgüyü çözmeleri affedildi. Erkeklerde ise, bu zaruret yoktur.”
Bunun için, erkeklerin örgülü saçı açıp yıkamaları lâzımdır. Kadınların örgülü saçlarını açmamaları, erkeklerin örgüsünü açmamasına sebep olmuyor. Çünkü, birincisinde zaruret ve haraç birlikte vardır. Erkek saçında da haraç varsa da, zaruret yoktur.
Sual: S. Ebediyye’de, bir işte harac varsa, başka mezhebi taklit etmenin caiz veya lazım olduğu bildiriliyor. Harac nedir? CEVAP
Harac, sıkıntı, meşakkat demektir. Mesela, yeniden gusletmek, bir namazı tekrar kılmak ve yeniden abdest almak birer haracdır.
Bir kimse, kendi mezhebine göre yapamadığı veya güçlükle yaptığı bir işi, başka bir mezhepte yapılması kolaysa, o mezhebin şartlarına uyarak o mezhebe göre yapması caizdir. (Mizan, Hadika, Berika, S. Ebediyye)
Harac varsa, zaruret olmasa da, hatta amelden sonra da, başka mezhep taklit edilir. (Redd-ül-muhtar)
Kendi mezhebine uymayan işi yaptıktan sonra bile, taklit yapmak caiz olur. (Hadika)
Başka mezhebi taklit ederken, o mezhepteki şartlara uymak zor; fakat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapmak sahih olur. İki mezhep, zaruri telfik edilmiş olur. (S. Ebediyye)
Bir işi yapmakta harac olursa, zayıf kavle uyulur. Buna uymakta da harac olursa, başka mezhebi taklit ederek yapılır. (İbni Abidin, Hadika, S. Ebediyye)
Her Müslüman dört mezhepten dilediği mezhebe girebilir, ihtiyaç olunca bir mezhepten başka mezhebe geçebilir ve harac olduğu zaman, başka mezhebi taklit edebilir. (Mizan)
Harac olan işlere bazı örnekler: 1- Yolda veya kalabalık dolmuşa binen yahut pazarda alışveriş yapan bir Şâfiî’nin, (Karşı cinse dokunursam abdestim bozulur) endişesiyle Hanefî veya Mâlikî’yi taklit etmesi caiz olur; çünkü S. Ebediyye’de deniyor ki: Yolda, nakil vasıtalarında ve alışverişte temas korkusu olan Şafii, Hanefi veya Maliki mezhebini taklit etmelidir. (s. 146)
2- Hacda karşı cinse dokununca abdestin bozulmaması için de Şâfiîler, Hanefî’yi taklit ederler.
3- Şâfiî bir genç, bir kızla kaçsa, kızın babası razı olmazsa, Şâfiî’de velisinin rızası olmadıkça evlenmesi caiz olmaz. Hanefî’yi taklit ederek velisiz de evlenebilir.
4- Şâfiî’de zekât 8 sınıfa verilir, üç sınıfa verilse de caizdir. Ancak üç sınıfı bulmak da zordur. Hanefî taklit edilerek bir sınıfa verilir. Sadaka-i fıtır verirken de, buğday bulmak zorsa, Hanefî’yi taklit ederek altınla verilebilir.
5- Bir Hanefi’nin, evlendiği kişiyle sütkardeş olduğu ortaya çıkarsa, eğer 1-2 kere emmişse, Şâfiî taklit edilip evliliğe devam edilir, çünkü ayrı zamanlarda 5 kere doya doya emmezse, Şâfiî’de sütkardeş olunmaz.
6- Şâfiî’yi taklit eden Hanefî, hacca gidince, kadınlara dokunursa abdesti bozulacağı için Hanefî’yi taklit etse telfîk olmaz, çünkü bunda zaruret vardır. Mâlikî’yi biliyorsa, bunu taklit etmesi daha iyidir, çünkü Mâlikî’de ağzın içini yıkamak gusülde farz değildir.
7- Dolgulu dişten dolayı mezheb taklit edileceğini bilmeyen biri, 5 yıl önce hacca gidip gelse, o zaman sahih olmayan namazları ve haccı için (5 yıl önce yaptığım hacdaki gusülde, abdestte ve namazda da Mâlikî’yi taklit ettim) derse, namazları da, haccı da sahih olur.
8- Hanbelî’de ağzında dolgu olan cünüptür. Bir harac olunca ve Hanbelî’den başkasını taklit imkânı da yoksa, Hanbelî’de ağzın içini yıkamak farz olduğu hâlde, Hanbelî taklit edilerek, iki namaz cem edilir ve bu telfîk olmaz, çünkü başka çare yoktur.
9- Herhangi bir sebepleBesmelesiz kesilip leş olmuş hayvanları yemek haram olur. Yemek için, Şâfiî’yi taklit gerekir, çünkü Şâfiî’de, hayvan keserken Besmele çekmek farz değildir.
10- Hamam ve kaplıcalarda, tesettüre riayet edilmiyor. Kaplıcaya tedavi için giden tesettürlü bir Hanefî erkek, yine mümkün mertebe başkalarına bakmadan Hanbelî mezhebini taklit ederse, onların dizden yukarı kısmını görmesi günah olmaz. Tedavi için gidilen kaplıca, bir ihtiyaçtır. Harama düşmemek için, burada mezhep taklidi caiz oluyor.
11- Mâlikî mezhebinde semavi özürlerin hiçbiri abdesti bozmuyor. Semavi özür olmasa, fakat bir Hanefî’nin, abdestliyken elini bıçak kesse, namazı kaçırma tehlikesi varsa,farzlarına ve müfsitlerine riayet etmek şartıyla Mâlikî’yi taklit etmesi caizdir. Yani semavi özür olmasa bile, namaz vaktini kaçırmamak için, kendimizin sebep olduğu bir özürden dolayı da taklit caiz oluyor.
12- Özürlü olmayan, ama akıntısı olan kadın, abdestli durabilmek için Mâlikî’yi taklit edebilir.Sırf abdestli durabilmek için, mezhep taklit edilmesi caiz hatta lazım olur.
13- Basur sebebiyle Mâlikî’yi taklit eden bir kimse, namazda kan akarken ve elbisesinde kan bulaşığı varken namazlarını kılabilir. Kanlı çamaşırı her zaman temizlemek harac olduğu için, Mâlikî’yi taklit ederek, kan bulaşmış hâlde namaz kılması caiz olur.
14- Bir özürden dolayı, öğleyi vaktinde kılamayan kimse, İmam-ı a’zamın kavline uyarak, öğleyi asr-ı evvelde kılabilir. F. Bilgilerkitabında, (Kendi mezhebindeki kolay yolu gösteren ictihada uymak, harac olunca caiz olur) deniyor.
15- Annesiyle, kızıyla, kayınvalidesiyle hürmet-i müsahere olunca, Şâfiî veya Mâlikî mezhebi taklit edilerek nikâhları yapılır ve evliliğe devam edilir.
16- Gaz sıkıştırmasından rahatsız olan kimse, Maliki’yi taklit ederse, gaz sıkıştırması namazı mekruh etmez. Elde olmadan gaz çıkarsa, abdesti de bozulmamış olur.
Mezhep taklidinde harac Sual: S.Ebediyye’de, (Harac olunca, zayıf kaville amel olunur),İslam Ahlakı kitabında, (Mâlikî'yi taklit edenin, harac varsa, vitir namazını terk etmesi caiz olur) ve F. Bilgiler kitabında, (Harac olunca kendi mezhebindeki kolay yolu gösteren ictihada uymak, caiz olur) deniyor.Harac nedir, ne yaparsak caiz, ne yaparsak telfîk olur? CEVAP
Harac, meşakkat, zorluk, sıkıntı demektir. Zaruret demek değildir. Yeniden abdest almak veya yeniden namaz kılmak haractır.
Yolda, nakil vasıtalarında [dolmuşta, otobüste], alışverişte [pazarda, markette] kadınlara dokunma ihtimali olan Şâfiî, Hanefî veya Mâlikî’yi taklit etmelidir. (S. Ebediyye s. 146) [Demek ki, yeniden abdest almak harac oluyor. Sırf yeniden abdest almamak için başka mezhep taklit edilir.]
Harac varsa, başka mezhebi taklit için, zaruret de bulunması şart değildir. (S. Ebediyye s. 145)
Hastalık veya ihtiyarlık sebebi ile yani zaruret ile idrar kaçıran Hanefî’nin, tekrar abdest alması, harac, zahmet olacağı için, bu kimse, Mâlikî’yi taklit ederek hemen özür sahibi olur, abdesti bozulmaz. (S. Ebediyye s. 148) [Sadece hastaların değil, ihtiyarların bile taklit edebileceği bildiriliyor. Tekrar abdest almak harac, yani zahmet olduğu için mezhep taklidi yapılıyor.]
Kendi mezhebine uymayan işi, yaptıktan sonra bile, taklit yapmak caiz olur. Mesela İmam-ı Ebu Yusuf’a, Cuma’yı kıldıktan sonra, (Guslettiğin kuyuda fare ölüsü görüldü) dediler, (Şâfiî mezhebine göre guslümüz sahihtir) buyurdu. (S. Ebediyye s. 72) [Yeniden gusletmek imkânsız değildir, ama bir zahmettir. Bu zahmetten kurtulmak için mezhep taklidi yapılıyor.]
İdrar, yel kaçıran hastaların ve ihtiyarların abdestlerinin ve namazlarının bozulmaması için, harac ve meşakkat hâlinde, bunların Mâlikî’yi taklit etmeleri ve imam olmaları sahih olur. (S. Ebediyye s.131)
Telfîk, harac olmadan başka mezhebi taklit etmektir. Kendi mezhebinde caiz değilken, bir harac olmadan ve şartlarına riayet etmeden, başka mezhebin hükmüyle amel etmek demektir. Telfîk haramdır.
Bir ibadeti, bir işi uyduğu mezheplerin hiçbirine göre sahih olmazsa, buna telfîk denir. Telfîk, hiçbir suretle caiz değildir. (S. Ebediyye)
Demek ki, harac olunca mezhep taklidi yapmak, telfîk değil, dinin emrine uymak olur. Taklide karşı çıkmak ise, taassup olur.
Yaralı yeri yıkamanın hükmü nedir? Sual: S. Ebediyye’de, (Bir yara iyi olduktan sonra, üzerindeki ilaca, merheme, sargıya mesh etmek caiz olmaz, bunları çıkarıp, altını yıkamak lazımdır. Eğer bunları kaldırmakta harac olursa, diğer üç mezhepten biri taklit edilir. Çünkü bunlar, kendiliğinden hâsıl olmamıştır, ortada bir zaruret de yoktur. Diğer üç mezhepte de harac varsa, altlarını yıkamak sakıt olur) deniyor.
İyi olan yaranın altını yıkamak niye harac oluyor? Hanefî'de olduğu gibi, diğer üç mezhepte de, iyi olmuş yaranın altını yıkamak lazım değil midir? CEVAP
Evet dört mezhepte de, iyi olmuş yaranın altını yıkamak lazımdır. Diş dolgusu bahsinde geçen bu ifadede anlatılmak istenen şey şudur:
(İyi olmuş yara üstündeki sargıyı çıkarmakta, bir harac varsa, sargıyı çıkarmadan, üstünü mesh etmek, üç mezhepten hangisinde caizse, o mezhep taklid edilir. Eğer üç mezhepte de harac varsa, o sargının altını yıkamak gerekmez.)
İşte bunun için, diş çürüğü, tedavi edilip, üzerine dolgu yapılırsa, gusülde bunu çıkarmakta harac vardır. Diğer üç mezhebin ikisinde, ağzın içini yıkamak farz olmadığı için, bu iki mezhepten biri taklit edilir. Eğer bu iki mezhepte de, ağzın içini yıkamak farz olsaydı, o zaman dört mezhepte de, dolguyu çıkarmakta harac olacağı için, dolgunun altını yıkamak sakıt olurdu, yani yıkamak gerekmezdi. Ama diğer iki mezhepte çıkış yolu olduğu için, zaruret olmuyor. Eğer hiçbir mezhepte çıkış yolu olmasaydı, işte o zaman zaruret olurdu. Bu inceliği bilmeyenler, (Diş dolgusu zarurettir) diyerek Hanefî Müslümanları cünüp gezdiriyorlar. Ortada bir çıkış yolu varken, zaruret demek ne kadar yanlıştır. Zaruret, başka çare bulamamak demektir. Hâlbuki burada bir çare, bir çıkış yolu vardır. Bu çareyi yok sanmak, ya taassup veya cehalettir. Bu cehalet, (Mezheplerin farklı hükümleri rahmettir) mealindeki hadis-i şerifi anlayamamaktan kaynaklanıyor.
Bazıları (Her ihtiyaç zarurettir. Zaruret karşısında da haramlar mubah olur) diyerek, diş dolgusunu zaruret olarak gösteriyor. Diş doldurtmak ihtiyaçtır, zaruret değildir. Mecelle’de diyor ki: Zaruretler, memnu olanı mubah kılar. Yani yasak olan şeylerin, zaruret devam ettiği müddetçe yasaklığı kalkar. Ancak her ihtiyaç zaruret değildir. Eşbah’ta zaruret; kendinin veya nafakasını vermesi gerekenlerin, aç, susuz, çıplak veya sokakta kalarak hasta olması demektir. Kamus tercümesinde ise, (Zaruret; zor ile, başka şey yapmaya imkan olmadığı hallerde olur.) diyor. Görüldüğü gibi, insanı bir şey yapmaya zorlayan, insanın elinde olmayan semavi sebebe zaruret denir. Kısacası, dinimizin emrettiği veya yasakladığı bir işte, başka bir şey yapamama mecburiyeti zarurettir. Zarureti birkaç misal ile açıklayalım:
Bir günlük yiyeceği olanın dilenmesi haramdır. Çalışmaktan aciz olup açlıktan ölecek kimse, ödünç arar. Ödünç veren olmazsa dilenir. Dilendiği halde, kimse bir şey vermezse, leş yiyebilir. 24 saat yemek yemeyen kimse açtır. Bu açlığı ihtiyaçtır. Çünkü ölecek bir durum yoktur. Böyle bir kimsenin leş yemesi haram olur. Burada görüldüğü gibi, zaruret, bütün kapıların kapanması halinde yapılacak son çaredir.
Kullanılmadığı zaman helake sebep olan yasak şeyi kullanmak zaruret olur. Kullanılmaması sıkıntıya, meşakkate sebep olursa, ihtiyaç denir. Mesela günlerce aç kalıp yiyecek bir şey bulamayanın, ölmeyecek kadar leş yemesi zarurettir. (Uyun-ül-Besair)
Ölmeyecek kadar yemek zaruret; fakat doyuncaya kadar yemek zaruret değildir. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: (İhtiyaç başka, zaruret başkadır. Zaruret halinde caiz olan şey, ihtiyaç olunca caiz olmaz. (İhtiyacı olana faiz haram olmaz) demek, Kur’an-ı kerimin emrini değiştirmek olur. Maide suresinin (Ölüme sebep olan sıkışık hâle düşen) mealindeki 3. ayet-i kerimesi; zaruret halinde, haramdan affolunacak özrü beyan buyurmaktadır. Faiz ile ödünç almak için her ihtiyaç özür olsaydı, faizin haram edilmesinin sebebi kalmazdı. Çünkü faiz ödemeyi ancak ihtiyacı olan kabul eder. İhtiyacı olmayan, fazla para vermek istemez. Allahü teâlânın bu yasak emri, lüzumsuz olurdu. Her ihtiyaç zaruret sayılırsa, faizin haram olacağı yer kalmaz. (Müj.m. 202)
Öldürmek için silah çekene karşı kendini korumak, meşru müdafaa olur. Saldırıya uğrayanın, kendisini korumak için saldırganı zararsız hale getirmesi caizdir. Ancak bir kimse, sırf korkutmak için (seni öldürürüm) derse, beni öldürecek diye hemen onu öldürmek caiz olmaz.
Hanefi mezhebindeki bir kimse, evlenip çocukları olduktan sonra, hanımının kendisinin süt kardeşi olduğu meydana çıksa, (Artık olan olmuş, evlenmişler, çocukları olmuş, yuvayı yıkmak uygun olmaz) diyerek evliliğe devam edilemez. Böyle hallerde, yalnız o hususta başka bir mezheb taklit edilerek yuvanın yıkılması önlenir. Şafiî’de doyuncaya kadar 5 defa emen süt kardeş olur. 2-3 defa emerek süt kardeş olan böyle karı koca, Şafiî’yi taklit ederek evliliklerini devam ettirebilirler. Şafiî’yi taklit etmeden evliliklerini devam ettirmeleri mümkün olmaz.
Diş dolgusu ihtiyaçtır, zaruret değildir. Dolgu yapmak, çürük dişi tedavi etmek değildir. Bir kimse, çürük dişini doldurtmayıp çektirse ölmez. Salih bir doktor, (Dişini doldurtmazsan veya kaplatmazsan ölürsün veya hasta olursun) demez. Salih doktor, (Diş dolgusu zaruret değil, ihtiyaçtır) diyor.
İhtiyaç olunca, zaruret olmasa da başka mezhebi taklit etmek caiz ve lazım olur. (R.Muhtar)
Sual: Dinde zorluk yoktur ne demektir? ... 5- Dinde zorluk yoktur demenin başka bir manası da, h
.
Dinde kolaylık var ne demek
Sual: Dinde zorluk yoktur ne demektir? İbadetler zor gelirse yapmamalı demek midir? CEVAP Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, dinde size hiçbir zorluk yüklemedi.) [Hac 78]
Bu, size güç gelen ibadetleri yapmayın, onları istediğiniz gibi değiştirin demek değildir. Zamana, yere ve şahısların durumuna göre bazı ruhsatlar tanınmıştır. İçkinin sarhoş etmese de damlası haramdır, kolaylaştırmakla veya zorlaştırmakla bir alakası yoktur. Tesettür farzdır, kolaylaştırmakla veya zorlaştırmakla bir alakası yoktur. Fakir doyurmakla namaz kılınmış sayılmaz. Öyle olsaydı, dinin sahibi, namaz kılamayan fakir doyursun derdi. Ayakta namaz kılamayan, oturarak kılsın, oturarak kılamayan yatarak kılsın buyuruyor. Kilisedekiler gibi, sandalyeye veya koltuğa otur demiyor.
Dinimiz, nerelerde nasıl kolaylık olduğunu göstermiştir. Kendi aklımıza göre yaparsak dine uymamış oluruz. Birkaç misal:
1- Su yoksa veya su varken kullanılması zararlı ise teyemmüm eder.
2- Hasta ve aciz olan, namazı ayakta kılamazsa oturarak, oturamazsa, yatarak ima ile kılar.
3- Ramazan ayında, müslümanlara oruç tutmak farzdır. Fakat, bir kimse hasta olsa veya üç günlükten daha uzak bir yere sefere çıksa, oruç tutmak farzı üzerinden muvakkaten kalkar. Daha sonra, müsait bir vaktinde tutamadığı oruçlarını kaza eder.
4- Seferi uzaklıktaki yolculuklarda 4 rekat farzları iki rekat olarak kılarlar. Seferde oruç tutmak güç gelirse tutmayıp mukim olunca kaza ederler.
5- Dinde zorluk yoktur demenin başka bir manası da, her gün oruç tutmak, gece uyumayıp sabaha kadar ibadet etmek, evlenmemek diye bir şey yoktur.
Allahü teâlânın kullarına olan ihsanları ve teklifleri herkese eşit değildir. Mesela, bazı müminlere zenginlik verir, ona hac yapmasını emreder. Bazılarına da fakirlik verip, ona hac yapmasını emretmez. Kimine güç, kuvvet ve sıhhat verip, oruç tutmasını emreder. Sağlığı müsait olmayanların da sonra tutmalarına izin verir. Kimine nisap miktarı mal ihsan edip, zekat vermelerini ve fakir olan akrabalarının nafakalarına yardım etmelerini emreder. Kimine de fakirlik verip, zekat almaya müstahak kılar. Kimine çok ihsan eder. Onlar da nimete şükredip, şükredenler derecesine kavuşurlar. Kimine de, az ihsan eder. Onlar da sabrederler, sabredenler derecesine ulaşırlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, hiç kimseye gücünden fazlasını emretmez.) [Nesai]
İnsan, gücü nispetinde ibadet etmeli, ruhsatlardan da yeri gelince istifade etmeli, zorluk çıkarmamalı, hiç kimseyi dinden soğutmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, sevdirin, nefret ettirmeyin! Birbirinizle iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin!) [Buhari]
Dinimizde ifrat ve tefritin yani aşırılığın yeri yoktur. Dinimiz orta yolda olmayı emreder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İşlerin hayırlısı vasat olanıdır.) [Beyheki] [Vasat, ifrat ve tefritten uzak orta yol demektir. İfrat,normalden fazla, tefrit, normalden az demektir. Mesela çok uyumak ifrat, çok az uyumak tefrittir. Çok yiyip içmek ifrat, çok az yemek ise tefrittir.]
İfrata kaçarak gücünün yetmediği şekilde ibadet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et, süt, tatlı gibi şeyleri, hiç yememek, iyi müslüman olmak demek değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kolay bir din ile gönderildim. Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile] oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın! Uyuyun da! Ben bunlarla emrolundum.) [Taberani]
Yiyip içmeden, uyumadan ibadet etmek zordur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Din kolaylıktır. Dinde aşırı gideni, din mağlup eder.) [Nesai]
Günümüzde tefrite gidip, (Dinde kolaylık var) diyerek dini bozanlar çoktur. Reformcuların kitapları böyle yanlışlıklarla doludur. Şimdi birkaç misal verelim.
Ayaklardaki mestin üstüne mesh edilir diye tırnaklara oje sürüp üstüne mesh caiz olmaz. Yahut naylon çoraplara mesh kolaylık ise de, dinin emri değişmiş olur, ibadet sahih olmaz.
Su bulunmazsa teyemmüm edilir. Fakat reformcuların dediği gibi sular kesilince hemen teyemmüm edin demek, dinde kolaylık değil, dini değiştirmektir.
Ramazan yaza gelince tutmayıp, kışa tehir etmek veya namazları vaktinde kılmayıp, hepsini gece yatarken kılmak da dini değiştirmek olur.
Hanefi’de gusülde ağzın içini yıkamak farz ise de, diğer iki mezhepte farz değil diye ağzın içini yıkamamak mezhepsizlik olur.
Dinde zorluk yok, kolaylık var demek, (Dinimizin verdiği ruhsatlardan faydalanın) demektir. Yoksa, (Herkes hoşuna giden şeyleri yapsın, hoşlanmadığı şeyleri yapmasın, ibadetleri keyfine göre değiştirsin) demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak dinsizlik olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dinimizde olmayan bir şey çıkarılırsa, o şey, merduddur.) [Buhari]
Âyet-i kerimede de mealen, (Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri bırak!) buyuruldu. (Enam 70)
Her ihtiyaç zaruret değildir. Mecelle’de diyor ki:
Zaruretler, memnu olanı mubah kılar. Yani yasak olan şeylerin, zaruret devam ettiği müddetçe yasaklığı kalkar. (Madde 21)
Bazı kimseler, Mecelle’nin bu maddesini gerekçe gösterip, (Her ihtiyaç zarurettir. Zaruret karşısında da haramlar mubah olur) diyerek haramları mubah gibi işliyorlar. Zaruret nedir, ne değildir?
Zaruret: Kendinin veya nafakasını vermesi gerekenlerin, aç, susuz, çıplak veya sokakta kalarak hasta olması demektir. (Eşbah)
Zaruret, zor ile, başka şey yapmaya imkan olmadığı hallerde olur. (Kamus tercümesi)
Görüldüğü gibi, insanı bir şey yapmaya zorlayan, insanın elinde olmayan semavi sebebe zaruret denir. Kısacası, dinimizin emrettiği veya yasakladığı bir işte, başka bir şey yapamama mecburiyeti zarurettir.
Zarureti birkaç misal ile açıklayalım:
Bir günlük yiyeceği olanın dilenmesi haramdır. Çalışmaktan aciz olup açlıktan ölecek kimse, ödünç arar. Ödünç veren olmazsa dilenir. Dilendiği halde, kimse bir şey vermezse, leş yiyebilir.
24 saat yemek yemeyen kimse açtır. Bu açlığı ihtiyaçtır. Çünkü ölecek bir durum yoktur. Böyle bir kimsenin leş yemesi haram olur. Burada görüldüğü gibi, zaruret, bütün kapıların kapanması halinde yapılacak son çaredir.
Kullanılmadığı zaman helake sebep olan yasak şeyi kullanmak zaruret olur. Kullanılmaması sıkıntıya, meşakkate sebep olursa, ihtiyaç denir. Mesela günlerce aç kalıp yiyecek bir şey bulamayanın ölmeyecek kadar leş yemesi zarurettir. (Uyun-ül-Besair s.119)
Ölmeyecek kadar yemek zaruret; fakat doyuncaya kadar yemek zaruret değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(İhtiyaç başka, zaruret başkadır. Zaruret halinde caiz olan şey, ihtiyaç olunca caiz olmaz. (İhtiyacı olana faiz haram olmaz) demek, Kur'an-ı kerimin emrini değiştirmek olur. Maidesuresinin 3. âyet-i kerimesinde (femenidturra fi mahmasatin) buyuruluyor. [Mahmasa,açlıktan ölme halidir. Muztar,sıkışık, zaruret halinde olan çaresizliktir.]
Âyet-i kerimenin meali, (ölüme sebep olan sıkışık hâle düşen) demek olur.
Bu âyet-i kerime, zaruret halinde haramdan affolunacak özrü beyan buyurmaktadır. Faiz ile ödünç almak için her ihtiyaç özür olsaydı, faizin haram edilmesinin sebebi kalmazdı. Çünkü faiz ödemeyi ancak ihtiyacı olan kabul eder. İhtiyacı olmayan, açıktan para vermek istemez. Allahü teâlânın bu yasak emri, yersiz lüzumsuz olurdu. Allahü teâlânın kitabına böyle iftira edilemez. Helale haram, harama helal diyen kâfir olur. Her ihtiyaç zaruret sayılırsa, faizin haram olacağı yer kalmaz. Faizin haram edilmesi, abes, lüzumsuz bir emir olur. Hatta oruç kefaretini, yemin kefaretini ödemek niyetiyle, fakirleri doyurmak için faiz almak da caiz değildir.) [Müjdeci Mektublar 202]
Öldürmek için silah çekene karşı kendini korumak, meşru müdafaa olur. (Mecelle şerhi)
Saldırıya uğrayanın, kendisini korumak için, meşru savunmaya geçip, saldırganı zararsız hâle getirmesi caizdir. Ancak bir kimse, sırf korkutmak için (seni öldürürüm) derse, hemen onu öldürmeye kalkması caiz olmaz.
xxxxxxxxxxxx
x
HARÂC
Toprağın geliri, toprak vergisi, tazminat. Harac arazisi diye adlandırılan veya ihya edilen ölü topraklardan devletçe alınan verginin adı. Ayrıca zimmîlerin ödediği vergi anlamında da kullanılmıştır (el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 141, 142; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusî, IV, 75).
İslâm hukukuna göre araziler genel olarak öşür ve harac arazisi olmak üzere ikiye ayrılır:
1- Öşür arazisi. Kendisinde ibadet anlamı bulunan onda bir (öşür) vergisinin alındığı arazilerdir. Bu topraklar şunlardır. a) Kûfe yakınlarından Yemen ve Aden'e kadar uzanan arap toprakları. Çünkü Hz. Peygamber ve dört halîfe bu topraklardan harâc almamıştır. b) Halkı, kendi istekleriyle İslâm'a giren yerler. c) Zorla fethedilen ve ganîmet hakkına sahip müslümanlar arasında taksim edilen topraklar. d) Müslümanın bahçe yapıp, öşür arazilerden gelen suyla suladığı yerler, harac topraklardan gelen suyla sulanan yerler harac arazisi sayılır. Ölü topraklardan Devletin izniyle ihyâ edilen yerler, Ebû Yûsuf (ö.,182/798) göre, öşür arazisine bitişikse öşür; harac arazisine bitişikse harac arazisi sayılır. Bir yüzden sahabenin icmaı ile Basra yöresi öşür arazisi kabul edilmiştir. İmam Muhammed'e (ö.189/805) göre, ölü topraklar; yağmur, kuyu veya Fırat ve Dicle gibi büyük nehir sularıyla sulanarak ihya edilmişse öşür, aksi hâlde harac arazisi olur.
2- Harac arazisi. Bunlar, harac vergisine tabi olan yerler olup, kökünde ehl-i küfre ait iken İslâm ordusu tarafından zorla fethedilen topraklardır. İslâm Devleti bu topraklan eski gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakır. Müslüman olmadıkları sürece şahısları için "cizye", müslüman olsun veya olmasınlar, arazileri içinde "harac" koyar. Irak, Şam ve Mısır toprakları gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 57 vdş İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 358 vd; el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 137, 139; el-Fetâvâ'ı Hindiyye, el-Emiriyye tab'ı, II, 219).
Hanefî ve Zeydîlere göre, İslâm Devleti, zorla fethedilen topraklar hakkında seçim hakkına sahiptir. Dilerse bu toprakları, Hz. Peygamberin Hayber uygulamasında olduğu gibi müslümanlar arasında paylaştırır, dilerse, gayri müslim olan eski sahiplerinin efinde bırakır ve şahısları için ciıye, arazileri için de harac koyar. Böylece, bu araziler harac arazisi, üzerinde yaşayan halk da zimmet ehli olur. İbn Âbidin (ö. 1252/1836) bu konuda şöyle der: "Düşmandan zorla alınan yerleri, ganimet hakkı sahiplerine, eğer bunlara ihtiyaçları varsa daha uygundur. Çünkü bu yolla, müslümanlara gelecek için bir güç meydâna getirilmiş olur" (es-Serahsî, el-Mebsût, 15, 37; İbnü'l-hümâm, a.g.e., IV, 303; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, III, 316, 353)..
Harac çeşitleri:
Harac arazisi, alınan verginin durumuna göre muvanafa ve mukâseme olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Muvazzafa veya vazife haracı. Tarıma elverişli arazi için dönün (cerîb) başına miktarı kesin olarak belirlenen vergi olup, Hz. Ömer (ö. 23/643) tarafından geniş Irak ve Sureyi topraklarına bu çeşit vergi uygulanmıştır. O, her cerîb (60 x 60 zira' = 1600 m') için, yetiştirilen ürün cinsinden bir kafiz (yaklaşık 18 kg) ve bir dirhem alıyordu. Verginin nisbeti, ekin ve meyve bahçelerinin cinsine, arazinin sulama ve verim durumuna göre değişik olur. Devletin bu vergiyi miktar olarak serbestçe tayin etmesi, azaltması, hatta bazı yöre halkım bundan muaf tutması mümkündür. Nitekim Hz. Ömer'in, Hilvan yakınındaki Sevâd hurmalıklarını haraçtan muaf tuttuğu bilinmektedir. Sahibinin araziyi işletip işletmemesi vergiyi etkilemez. Onun toprağa yerleşmiş olması yeterlidir.
b) Mukâseme hâracı. Haraç arazisinden elde edilecek ürünler belli oranlarını vergi olarak almaktır. 1/2,1/3, 1/4'ünü almak gibi. Burada uygulama öşür gibi olur. Ürün çok olursa Devletin payı büyük olur, az olursa azalır. Hiç ürün olmazsa, toprak sahibi vergiden muaf sayılır. Bir yılda birden fazla ürün almışsa, vergi de buna göre tahakkuk ettirilir. Ancak alınacak miktarın 1/2'yi geçmemesi esası benimsenmiştir. Hz. Peygamber Hayber ve Fedek arazilerine bu çeşit vergi koymuş ve burada oturan yahudilerden 1/2 nisbetinde, yani çıkan ürünün yarısını almıştır. Ancak yahudiler bu topraklarda mülkiyet hakkını kaybettiği için, onlarla yapılan bu anlaşmanın bir "zirâat ortakçılığı" olduğunu söyleyen bilginler de olmuştur (el-Kasânî, II, 62, vd.: Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc, s. 38, 55; el-Mâverdî, a.g.e., s. 146, 152; el-Meydânî, el-Lübâb, s. 350; Ebu'l-Ulâ Madin, "Harac", İA., V/I, 222).
el-Ferrâ' (ö. 458/1066), bu iki çeşit haracın üç özellik dikkate alınarak belirlenebileceğini söyler. Arazinin dönümü, ekinin dönümü, ondalık hesabı ile ürünün kendisi (Ebû Ya'lâ, el-Ferkâ ; el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1938, s. 152).
İslâm hukukçuları, gayr-i müslime ait bir mülk olan haraç arazisine yalnız harac vergisi konabileceği, öşür gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Müslümana ait öşür arazisine de yalnız öşür gerekir. Müslümanının satın aldığı veya mülk edindiği harac arazisinin zekâtı konusunda bazı görüş ayrılıkları vardır. Böyle bir arazinin yalnız harac vergisi devam eder, yahut öşürle harac birlikte mi uygulanır. Yahut da haracı öşre mi dönüşür gibi. .
Hanefilere göre, müslümana intikal eden arazi harac arazisi ise, harac vergisi devam eder, ayrıca, çıkan ürüne öşür gerekmez. Öşürle harac tek arazide birleşmez. Bu görüşü savunanlar Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'ın naklettiği şu hadis-i şerîfe dayanırlar. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurur: "Öşür ve harac, müslümanın toprağında birleşmez" (ibnü'l-Hümâm, a.g.e.,, IV, 366). Ancak bu hadisin zayıf olduğu, hadis sabit olsa bile, buradaki haracın cizye anlamında olabileceği ileri sürülmüştür. Diğer yandan harac hükümleri uygulanan geniş topraklarından, ne dört halife döneminde ve ne de daha sonra öşür talep edilmemiştir. Bu da icmâ anlamına gelir. Yine harac ve öşürün sebebi birdir: Bu da tarıma elverişli toprak olmasıdır. Bir malda iki zekât birleşemediği gibi bir arazide harac ve öşür de birleşmez (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 365 vd; el-Kâsânî, a.g.e., II, 57; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 154).
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, haracla öşür, bir arazide birleşebilir. Zekâtın farz olduğunu bildiren âyet ve hadislerin umum ifade etmesi, hem öşür, hem de harac iki ayrı haktır. Öşürde ibadet, haraçta ise ceza (ukûbet) anlamı vardır. Öşür, elde edilen ürüne, harac ise zimmete bağlı olur. Öşürün sebebi, çıkan ürünün kendisi olup, onsuz bulunmaz. Haracsız sebebi ekilip biçilmezse bile arazinin tarıma elverişli olmasıdır. Öşür fakirlere, harac ise toplum yararına veya cihada sarfedilir. Öşürün delili nass, harcın ise, toplum yararına dayalı ictihadtır. Bütün bu ayrılıklar sabit olunca, öşür ve haracın aynı araziye birlikte uygulanmasının mümkün olduğu anlaşılır (eş-Şîrâzî, el-Mühizzeb, s. 157; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 725, 727; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, II, 823, 825).
Harac arazisinin satışı veya satın alınması mümkün ve câizdir. Ebû Yusuf (ö. 182/798), Necranlılardan birisinin elindeki harac arazisini, bir müslümana veya zimmîye satması halinde, haracının değişmeyeceğini, yeni mâlikten ayni verginin alınacağını befirtir (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, s. 75). Bir kimse harac arazisini kendiliğinden öşür arazisine çevirmeyeceği gibi öşür toprağını da harac toprağı yapamaz (Ebû Yûsuf, a.g.e., s. 85, 86).
İmam Mâlik (ö. 179/795), zimmîlere ait bir arazinin aslının satılıp satılmayacağı, sorusuna şu cevabı vermiştir: "Bu konu ihtilaflıdır. Satan kimseler ve arazileri silâh zoruyla alınmış, sonra da kendilerine bırakılmışsa, bunlar arazilerinin aslını satamazlar, satın alamazlar. Çünkü toprakları ve kendileri müslümanlarındır. Eğer bu araziler sulh yoluyla keıidilerine bırakılmışsa, bu takdirde satabilirler ve istedikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Ashab-ı Kiradan Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652) böyle bir arazi satın almıştır (Mâlik 6. Enes, el-Müdevvene, Bağdad 1970, tıpkı basım, IV, 273). Hz. Ömer'in harac araziler .için koyduğu satış yasağı, bazı yanlış anlamalara yol açmıştır. Ancak bu yasak, silâh zoruyla fethedilen ve kuru mülkiyeti (Rakabesi) devletin elinde tutan, önceki gayr-i müslim sahiplerine yalnız yararlanma hakkı (intifa hakkı) verilen harac arazi çeşidi ile ilgilidir (bk. Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977, s. 117,118).
Harac arazisinin, sahipleri tarafından kiraya verilmesi de caizdir. Nitekim İbn Sîrîn'in harac arazisini üçte bir, dörtte bir ite kiraya verdiği nakledilir. Harac arazisi müslüman tarafından kiralanırsa, haracı (vergisi) kuru mülkiyete sahip olana aittir. Ebû Hanîfe'ye göre, kira akdinde harac mâlike; âriyette ise, âriyet alana (müsteîr) aittir (el-Mâverdî, a.g.e., 119, 151; İbn Kayyim, Ahkâmu Ehli'z-Zimme, thk. Subhi salih, 1. baskı, Şam 1381/ 1961, I, I22, 123).
Öşrün, bir İslâm toplumunda yoksul kesime sarfedilmesine karşılık, harac vergileri, devlet tarafından toplumun maslahat ve ihtiyaçları gözetilerek serbestçe tasarruf edilebilir (Muhamed Hamidullah, İslâm Peygamberi, terc. M. Sait Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul 1966-69, II, 220; Ebû'l-Ulâ Mardin, "Harac", İA., V/1, 224).
Hamdi DÖNDÜREN
.
Müslüman olmayanlardan alınan vergiler nelerdir?
Soran : thewampirs
Tarih: 06.09.2015 - 01:29 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Peygamber efendimiz döneminde ve sonrasında dört halife yönetimdeyken müşriklerden vergi nasıl alınıyordu?
- Müslüman olmayanlardan alınan vergiler nelerdir?
- Müslüman olmayan devletlerle, gümrük birliği olabilir mi?
- Gümrük birliği caiz midir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Cevap 1:
Malikilerin dışında diğer mezheplerin ittifakla kabul ettiklerine göre, Arap müşriklerinden vergi alınmaz. Onlar ya Müslüman olur ya da savaşa razı olurlar.
Malkilere göre, müşriklerle diğer kâfirler arasında bu konuda bir fark yoktur. Hepsinden vergi alınır. Bunların delili ise, Peygamber Efendimiz (asm)'in askeri birlik komutanlarına verdiği talimat içinde yer alan şu emirleridir. (bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami, 6/442-443):
“Müşrik olan düşmanlarınızla karşılaştığınızda, onlara şu üç teklifte bulunun. Bunlardan hangisini kabul ederlerse siz de onu kabul edin: Önce İslam’a davet edin... Eğer kabul etmezlerse, onları cizye/vergi vermeye davet edin… Eğer bunu da kabul etmezlerse onlarla savaşın...”(Neylu’l-Evtar, 7/272).
- Yukarıdaki sahih hadisin ifadesine göre, müşriklerden de vergi alınır.
Ancak Hz. Peygamber (asm) onlardan vergi almadı. Çünkü cizye/vergi ile ilgili ayet Kur’an’ın en son inen Tevbe suresinde yer almıştır:
“Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.”(Tevbe, 9/29).
Daha önce böyle bir emir olmadığı için müşriklerden vergi alınmamıştır. Tevbe suresinden sonra da Arap müşrikleri Müslüman oldukları için, ne Hz. Peygamber (asm) ne de dört halife devrinde onlardan vergi alma fırsatı olmamıştır.
Cevap 2:
İslâm, yüce Allah'ın insanlık alemine son mesajıdır. Irk, renk, dil ve din farkı gözetmeksizin her ferdin mal, can, ırz ve inanç özgürlüğünü koruma altına almıştır. Bir İslâm toplumu açısından Kur'an-ı Kerîm'de gayri müslimler üçe ayrılmıştır;
Zimmî ve antlaşmalılar. Müste'menler (Pasaportlu yabancılar). Harbîler (Gayri müslim devletin vatandaşı olanlar).
Bu üç sınıfta Müslümanların özellikle vergi ilişkilerini şu şekilde açıklayabiliriz.
1) Zimmî ve Antlaşmalılar.
Zimmî veya zimmet ehli, İslâm'ın hakim olduğu bir beldede oturanlardan Hristiyan, Yahudi gibi Ehl-i kitap olarak kendileriyle anlaşma yapılanları ifade eder. Bu anlaşma, gayri müslimlerin mal, can, ırz ve inançlarının korunmasını ve dış saldırılara karşı İslâm Devleti tarafından savunulmasını kapsar. Gayri Müslimler de bu güvenceye karşılık "cizye" denilen bir vergiyi üstlenmiş olurlar."(İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1898, IV, 368; eş-Şirbinî, Muğnî'l-Muhtac, Mısır, t.y., IV, 243)
Bir İslâm toplumunda azınlığı teşkil eden gayrı Müslimlere, ihanet etmedikleri sürece bu güvenceler verilir. Hz. Peygamber (asm)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Dikkat ediniz! Kim bir zimmîye haksızlık eder veya onun haklarını eksiltir yahut ona gücünün üstünde yük yükler veyahut da ondan rızası dışında bir şey alırsa, kıyamet gününde onun karşısında hasmı ben olurum."(Ebü Davud, İmare, 33)
Hz. Ömer döneminde gayri müslimlerden üç sınıfa ayrılarak cizye vergisi alınmıştır. Zengin sayılanlardan 48 dirhem (5 dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) orta hallilerden 24 ve çalışma gücü olan yoksullardan 12 dirhem yıllık vergi alınmış, ayrıca arazilerinden de maktu veya çıkan ürünün belli bir yüzdesi üzerinden "haraç" vergisi alınma yoluna gidilmiştir.
Diğer yandan zimmilerin dış ülkelerden ithal edeceği mallardan da yüzde beş oranında gümrük vergisi alındığı bilinmektedir.
Cizye akıllı, ergin, hür ve erkek zimmilerden alınırken, çocuklar, kadınlar, din adamları ve çalışamayacak durumda bulunan gayrı müslimler bu vergiden muaf tutulmuştur." (Kâsânî, el-Bedâyi', VII, 112; İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtar, III,292; Ebü Yusuf, el-Harac, Kahire 1397, s. 131, 132.)
2) Müste'men (Pasaportlu yabancı)
Bir ülkeye belli bir süre giriş için yetkililerce kendisine izin verilen kimseye müste'men denir. Günümüzde pasaportlara vurulan vize, bir çeşit vize alınan ülkenin bu kimseye verdiği "eman-güvence" niteliğindedir. Bu yüzden müste'meni "vizesi yapılmış pasaport sahibi yabancı" diye tarif edebiliriz. Günümüzde bir ülkedeki bütün elçilik personeli, geçici pasaportla gelen tüm turistler, ziyaretçiler, ticaret amacıyla gelen iş adamları bu niteliktedir.
Müste'men'le ilgili düzenleme şu ayete dayanır:
"Ey Muhammed!. Müşriklerden birisi sana sığınırsa onu güvene al, ta ki Allah'ın sözünü dinleme fırsatı, bulsun, sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.'' (Tevbe, 9/6)
Nitekim Hudeybiye anlaşmasından sonra Medine'ye gelen Ebü Süfyan'a eman verilmiş ve ona dokunulmamıştır.
Bir İslâm ülkesinden, izinli olarak gayri müslim ülkeye giden Müslümanlar da orada müste'men hükmündedir. Bunların elçilik mensubu, işçi, memur, tüccar, turist.. olması sonucu değiştirmez. Bunlar, gittiği gayrimüslim ülke halkının malına, canına veya ırzına karşı saldırıda bulunamaz. Ancak Ebü Hanife ve İmam Muhammed'e göre Müslüman daru'l-harp sayılan bu ülkede onların malını faiz veya İslâm'a göre fasit sayılan alış-veriş yoluyla alabilir. Çoğunluk müçtehitlere göre ise Müslüman, daru'l-harp'te de belirtilen konularda İslâm'ın ilkeleri dışına çıkamaz.
Bir İslâm ülkesinde vizeli pasaportla bulunan gayrimüslimler de mal, can, ırz koruması yanında dînî inanç ve ibadet hürriyetine sahip olurlar. Bunlar bir yıldan fazla ikamet ettikleri takdirde zimmet ehli olmayı kabul etmiş olurlar ve kendilerinden cizye vergisi alınmaya başlanır.
Diğer yandan müste'men, İslâm ülkesinden bir miktar öşür veya haraç arazisi satın alırsa, zimmi statüsünde kabul edilir ve buna göre vergi yükümlüsü olur.
3) Harbî ve daru'l-harp sayılan ülkelerle ilişkiler
Bir İslâm ülkesine göre zimmi, anlaşmalı müste'men statüsü dışında kalan gayri müslimelere "harbî", bunların ülkesine de darulharp denilmiştir
Bir İslâm ülkesinin darul harp sayılan gayrı müslim ülkelerle askerî, malî kültürel vb çeşitli alanlarda anlaşmalar yapması mümkündür. Karşı taraf anlaşma hükümlerine uyduğu sürece İslâm ülkesinin de uyması gerekir.
Allah Teala şöyle buyurur:
"Andlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini tam olarak yerine getirin. Pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil (şahid) yaptınız, Allah yaptıklarınızı bilir. Bir topluluk, diğer bir topluluktan(sayı ve malca) daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bozucu bir araç yaparak, ipliğini kuvvetli büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın. Çünkü Allah sizi bununla dener. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size açıklayacaktır." (Nahl, 16/91,92, bk. 93-95)
Diğer yandan gayrimüslim ülkenin antlaşmayı bozma emare ve işaretleri olursa, Müslümanların da bozma hakları doğar. Ayette şöyle buyurulur:
"Eğer bir kavmin andlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı ahdini boz; çünkü Allah hıyanet edenleri sevmez." (Enfâl, 8/58)
Müslüman ülke ile gayri müslim ülke arasında ticaret alanında çeşitli antlaşmaların yapılması da mümkündür. Bunların başında gümrük antlaşmaları gelir.
Gümrük vergisinin temeli İslâm'dan önce cahiliye devrine kadar uzanır. Hz. Peygamber (asm), Medine'ye hicret ettikten sonra çevredeki bir takım Arap toplulukları ile antlaşmalar yaparken, bunlarla olan ticaret ilişkilerinde gümrük vergisi (1/10) alınmayacağını şart koşuyordu. Bununla hicaz yöresinde ticaretin hareketlenmesi amaçlanıyordu Bununla birlikte dış ticarette onda bir veya başka oranda bir vergi uygulaması da vardı. (Ebû Ubeyd, el-Emval, No: 1618; M. Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyasiyye, no: 48, 84, 90, 94, 122, 181, 189)
Gümrük vergi oranlarını ilk düzenleyen Hz. Ömer olmuştur. Hz Ömer ithalat yapan Müslümanlardan kırkta bir, zimmilerden yirmide bir ve dârülharp ülkesinin gayri müslim tebaasından ise onda bir oranında gümrük vergisi alıyordu. (Ebû Yusuf, el-Harac, 145 vdı; es-Serahsi, el-Mebsût, 11,199)
Hz. Ömer yabancı ülkelerin Müslümanlardan onda bir gümrük vergisi aldıklarını öğrenince, O da "mütekabiliyet (karşılıklılık esası)" prensibini uygulayarak yabancılardan aynı oranda vergi almıştır.
Sonuç olarak bir İslâm toplumu çevre ülke ve toplumlarla ithalat ve ihracat ilişkilerinde gümrük miktarlarını karşılıklı gümrük tarifeleri ve anlaşmalar çerçevesinde çözebilir.
Bir ortak pazar oluşturmak üzere gümrüklerin tam olarak kaldırılması da mümkündür. Ancak bütün bu anlaşmaların İslâm toplumunun aleyhine olmaması ve tek yanlı uygulamalarla İslâm toplumuna zarar verme hedefinin bulunmaması şarttır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.xxx
xxx
xx
ZARÛRET
ZARÛRET: Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955, IV, 483). Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, tıpkı basım, I, 76, 79).
Zarûret konusunda İslâm'da "Zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar." prensibi uygulanır (bk. Mecelle, mad. 21). Zarûretin haram olan şeyi mübah kılmasına fıkıh usûlünde "ruhsat" denir (bk. "Ruhsat" ve Azîmet" mad.) Ruhsat özür nedeniyle ikinci olarak meşrû kılınan şeydir. Mesela; başkasının malını telef etmek prensip olarak yasaklanmış iken tam zorlama karşısında zarûret ve özür nedeniyle ikinci olarak mübah kılınmıştır. Ruhsat ise; haramlık devam etmekle birlikte mübah olan şeydir. Mübah bir fiili işleyen kimse nasıl sorumlu olmazsa, ruhsata uyan kimse de sorumlu olmaz. Bir kimse tâm ikrah altında başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti, başkasının malını telefin haramlığını kaldırmaz. Bu haramlık devam eder, ancak zorlanan kişi bundan sorumlu tutulmaz. Yine açlıktan helâk olma derecesine varan kimse, diğerini daha sonra vermek veya sahibiyle helallaşmak üzere başkasının malını, izinsiz olarak zorla alıp yese veya kendisine saldıran, başkasına ait bir hayvanı değerini mâlikine vermek üzere, canını kurtarmak amacıyla telef etse ruhsata uymuş olur. Böylece açlık yüzünden başkasının malını almak mübah olduğu gibi, saldırıcı hayvanı canını kurtarmak için telef etmesi de mübah olur (Ali Haydar, a.g.e., 76, 77).
İslâm'da azîmet asıl ve genel olan hükümdür. Herkesi ilgilendirir ve yükümlü mü'minler buna uymak zorundadır. Ruhsat ise asıl hüküm değildir. Zarûret meşakkat, güçlük ve benzeri sebeplerle insanlar zarûret içinde kalır, mesela ölmek tehlikesi ile karşı karşıya gelirse murdar eti yemesi gerekir. Meşakkat ve güçlükle karşılaşırsa orucu bozabilir. Tedavi amaciyle doktor, kadının mahrem yerlerine bakabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı yiyecek ve içecekler haram kılınmıştır. Murdar hayvan, kan, domuz eti, şarap bunlar arasındadır. Ancak zarûret hali bulununca bunlar mübah hale gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır da zarûret halini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse, ona günah yoktur."(Bakara, 2/173).
"Size ne oluyor da Allah'ın adı zikredilerek kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki o, size mecbur kalmanız dışında haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır. Doğrusu bir çokları heveslerine uyarak hiçbir ilme dayanmaksızın insanları doğru yoldan saptırırlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir."(En'âm, 6/119).
Âyetlerde geçen ızdırâr hali darda kalmak, mecbur olmak anlamına gelir. el-Kurtubî'ye (ö. 671/1273) göre, bu darda kalış; "ya haksız olarak bir kimsenin zorlamasıyla yahut da açlık hâlinde helâl yiyecek bulamamakla gerçekleşir." (el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Mısır 1387, II, 275). Kurtubî, zarûretin kapsam ve sınırını şöyle belirler: "Zarûret halinde kişi bütün mübahlardan aciz kaldığı için Allah Teâlâ bütün haramları mübah kılmıştır" (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232) "Ancak darda kalıp yediğiniz müstesnâ...." ayetinin tefsirinde de "...murdar hayvan ve benzeri gibi bütün haram kılınanları, kastediyor..."(el-Kurtubî, a.g.e., VII, 73) demiştir.
İbn Kudâme (ö. 620/1223), darda kalınan murdar hayvan etini yemesinin mübah olduğunu belirttikten sonra kapsamı genişleterek şöyle der: " ... diğer haram ve yasaklar da böyledir." (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2. baskı, Mısır 1367, VIII, 595)
Ancak mezhep müctehitleri sınırı bu kadar geniş tutmayarak darda kalanın şarap içmesi veya insan eti yemesi konusunda bazı şartlar öne sürmüşlerdir.
İmam Şâfiî ve İmâm Mâlik şarabın susuzluk meydana getirdiğini dikkate alarak şarabın darda kalan susuz kimse tarafından içilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir. eş-Şâfiî (ö. 204/819) şöyle der: "Darda kalan şarap içemez, çünkü o da susatır ve acıktırır." (eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253). İmam Mâlik de, susuzluğu gidermediğini dikkate alarak aynı görüşü savunmuştur.
İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler ise şarabın zarûrî olan su ihtiyacım karşılayacağını söyleyerek, darda kalanın şarap içebileceği görüşünü benimsemiştir. (İbn-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, Mısır 1376, I, 57)
Diğer yandan susuzluk halinde şarap içmenin hükmü konusundaki bu görüş ayrılığına rağmen, dayanılmaz zorlama halinde şarabın içileceği konusunda görüş birliği vardır. Çünkü böyle bir baskı altında kalan kimsenin murdar hayvan, domuz eti ve benzerlerinin yenebildiği gibi şarabın da içilebileceğinde görüş ayrılığı yoktur (İbnü'l-Arabî, a.g.e., I, 56; es-Serahsî, el-Mebst. XXVI, 48).
Darda kalanın kanı helal olmayan, kendi kendine ölmüş insan eti yemesi Şafiîlerin en meşhur ve sahih görülen görüşüne ve Hanbelîlerden Ebü'l Hattab'a göre caizdir. Dayandıkları delil, darda kalanın ölü insanın etini yemesi hayat hakkının tanınmasına aykırı değildir.
Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise aç kalan ve açlıktan öleceğinden korkan kimsenin ölü insan eti yemesi caiz değildir. Mâlikîlerden ed-Düsûkî hâşiyesinde şöyle der: "İnsana gelince, ölü olsun diri olsun onu yemek caiz değildir. Darda kalan açlıktan ölse de bu böyledir."(ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr maa Hâşiyeti'd-Düssûkî. I, 59). Zâhirîlerden İbn Hazm (ö. 456/1063) da aynı görüştedir (İbn Hazm, Mu'cemu'l-Fıkhî, I, 57).
Hanbelîlerin çoğunluk görüşüne göre, ölü düşman askeri gibi kanı helal kimselerden ise, açlıktan öleceğinden korkan kimse onun etinden yiyebilir. Delil şudur: Öldürülmesi helâl olan kimsenin öldürüldükten sonra yenmesi de zarûret halinde helâ) olur. Kendi kendine ölmesi de aynı hükme tabidir. Fakat kişi hayatında iken kanı helal olanlardan değilse, ölümünden sonra onun etini yemek de helâl olmaz. Nitekim hadiste; "Ölünün kemiğini kırmak dirinin kemiğini kırmak gibidir" (Mâlik, Muvatta', Cenâiz, 45; Ebû Dâvud, Cenâiz, 60; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Ahmed b. Hanbel, VI, 58,100,105,169, 200, 264) buyurulmuştur. Böyle bir kimseyi öldürmek nasıl haramsa ölünce etini yemek de aynı hükme tabi olmalıdır.
Ölü etinin yenebileceğini söyleyenlere göre ise yukarıdaki hadis yemenin haramlığına delâlet etmez, çünkü yenen kemik değil ettir. Diğer yandan hadiste kastedilen anlam, ölünün de diri gibi saygıya lâyık oluşudur. Yoksa ölüye diri kadar hak verilmiş değildir. Nitekim kısas, tazminatta olduğu gibi korunma hakkında da ölü ile diri arasında farklar vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 601; en-Nevevî, el-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, IX, 41; Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Irak İslâm Araştırmaları Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, yıl 1970)
Yolculuk halinde açlıktan öleceğinden korkan kimsenin murdar hayvan eti ve benzeri haram şeyi yiyebilmesi veya haram içecekten içebilmesi için yolculuk meşrû bir yolculuk olması gerekli midir? Başka bir deyimle yol kesmek. hırsızlık yapmak, suçsuz bir insanı öldürmek veya zina yapmak üzere yola çıkıp da açlık veya susuzluktan dolayı ölecek duruma gelen kimse İslâm'ın ruhsatlarından yararlanabilir mi?
Çoğunluk müctehitlere göre günah işlemek üzere yola çıkan kimse zarûret ruhsatlarından yararlanamaz. Çünkü bu ruhsatlar darda kalana yardım için tanınmıştır. Günah için yolculuk yapan bu yardıma lâyık değildir. Ancak tövbe edip hak yola dönüş yaparsa yararlanabilir. Çünkü Allah Teâlâ darda kalanın haramı yiyebilmesini "bâğî" olmama şartına bağlamıştır (bk. el-Bakara, 2/173). Âyetteki; "Bâğî" kötü amaçlı, kötülük yapmak isteyen kimse; "âdî" ise; cevaz sınırını aşan kimse demektir. Bu konuda İmam eş-Şâfiî (ö. 204/819) şöyle der: "Günah yolcusunun durumu ne olursa olsun, ona yüce Allah'ın haram kıldığı hiçbir şey helâl olmaz, çünkü o, darda kalana, haddi aşmamak ve günah da işlememek şartıyla haramı helâl kılmıştır."(eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253).
Bazı fıkıh bilginlerine göre ise günah için yolculuk yapanlar da zarûret ruhsatlarından yararlanabilirler. Çünkü yiyemeyerek kendilerini ölüme bırakmaları daha büyük günahtır. Allah Teâlâ; "Kendinizi öldürmeyin"(Nisâ, 4/29) buyurmuştur. Bu emir taat üzere olanı da günah işleyeni de kapsamına alır.
Diğer yandan günah işleyen tövbe edebilir ve Allah günahlarını affeder (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232-233).
Günah işlemek amaciyle yola çıkıp da açlık veya susuzluktan ölümle karşılaşan kimse pişmanlık duyarak günahından dönmeli ve normal yolcular gibi zarûret ruhsatlarından yararlanmalıdır. Çünkü zarûret halinden söz eden ayet ve hadislerde yolcu ile mukîm, hayır için yolculuk yapanla ma'siyet için yolculuk yapan arasında bir ayırım yapılmamıştır.
Darda kalanın murdar hayvan ve benzeri şeylerden yiyebileceği miktar kendisini ölümden kurtaracak ve hayatını sürdürecek kadar olan miktardır. Doyumluktan fazla yiyemez. Bu konuda görüş birliği vardır. Ancak doyma konusunda Hanefiler doyuncaya kadar yiyemez, çünkü zarûret sebebiyle helâl kılınan, zarûreti gideren miktardır, daha fazlası değildir, demişlerdir (İbn Nüceym, el-Eşbâh, ve'n-Nezâir, Mısır, 1387, 86; Şâfiî, a.g.e., II, 252; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 595).
Bu prensip Mecelle'nin 22. maddesinde şöyle ifade edilmiştir: "Zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur". Bunun anlamı; zarûret için mübah kılınan şey zarûret miktarı ile takdir olunur, demektir. Mesela; açlıkla dara düşen kimse, açlığın derecesi kadar zarûret ruhsatından yararlanır. Sonuç olarak, zarûret için mübah kılınan şey, yalnız zarûreti kaldıracak kadar işlenebilir, yoksa zarûret bahane edilerek bundan fazlası işlenemez. Örneğin; bir kimse açlıktan helâk olma derecesine gelince, bedelini vermek veya sahibiyle daha sonra helallaşmak üzere izinsiz başka birisinin malından yemeğe mecbur kalsa, ancak kendisini ölümden kurtaracak kadar yiyebilir. Yoksa bu açlık bahanesiyle daha fazlasını yiyemez (Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 78, 79).
Diğer yandan zarûret, haram kılınan şeyi yemediği takdirde kişinin ölümüne yol açan hal iken ihtiyaç (hâcet); bir kimsenin yiyecek bulamasa telef olmaz ise de sıkıntı ve meşakate düşmesi hâlini ifade eder. İhtiyaç hali haramı mübah kılmaz ise de oruçlunun orucu bozmasını mübah kılar. Mesela; bir kimse açlıktan helâk olma derecesine varmış değil iken, mücerred koyun eti, yağlı yemek ve tatlıları canı istemekle izinsiz olarak başkasının malından bunları alamaz. Eğer alırsa "gâsıp" olur ve İslâm'ın yasakladığı bir fiili işlemiş bulunur (Ali Haydar, a.g.e., I, 79, 80).
Zaruret Halinde Haramı İşlemek Farz mıdır?
Bazı zarûret hallerinde kişi azîmetle ruhsat arasında seçimlik hakka sahip değildir. Ruhsata uyarak haram olan yiyecek veya içeceği kullanması gerekir. Aksi halde günahkâr olur. Çoğunluğun görüşü böyledir. Büyük Hanefî hukukçusu es-Serahsî (ö. 490/1097) bu konuda şöyle der:
"Bir kimse ölü hayvan eti, domuz eti yemeğe veya şarap içmeye, ölüm tehdidi altında zorlansa, bu şartlarda bunların helal olduğunu bilerek yapmaz ve öldürülürse günahkâr olur. Çünkü zarûret hali haramlıktan müstesna edilmiştir. Bu durumda murdar et ve şarap, zarûret hali dışındaki diğer yiyecek ve içecekler gibi olur. Kişinin bunlardan ölüme kadar kaçınması caiz olmaz. Görmez misin ki, açlık ve susuzluktan dolayı ölmekten korkan kimse murdar hayvan veya domuz eti ya da kan bulsa, bunların caiz olduğunu bilerek yiyip içmese ve sonunda ölse günahkâr olur. Bu görüş Mesrûk'tan da nakledilmiştir."(es-Serahsî, el-Mebsut, 3. baskı, Beyrut, t.y., XXIV,151; el-Kurtubî, a.g.e., II, 232).
Şâfiîlerden bir grup, darda kalanın direnebileceğini ve bu yüzden öldüğü takdirde günaha girmiş olmayacağını ileri sürmüştür. Ebû Yûsuf'tan da aynı görüş nakledilmiştir (bk. es-Serahsî, a.g.e., XXVI, 48; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 596).
Çoğunluğa göre zarûret haram olan yiyecek ve içeceklerin haramlık niteliğini kaldırır, onları darda kalan için koyun, ekmek gibi mübah kılar. Dayandıkları delil şu ayettir:
"...Allah üzerinize haram kıldığı şeyleri teker teker açıkladı. Ancak darda kalmanız durumu müstesnadır." (En'âm, 6/119).
Buradaki istisna, darda kalan için bazı haramların helal hale geleceğini gösterir. Buna göre haram kılınmanın normal hallere mahsus olduğu anlaşılır.
Kısaca insanın bedeni ve hayatı kendisine emanettir. Bu emaneti sonuna kadar kullanmayarak ölümü seçen kimse, kendisinin ölümüne yol açmış olur ki, buna savaş ve benzeri haller dışında izin verilmemiştir. Çünkü ayette: "Kendi kendinizi öldürmeyiniz" (Nisâ, 4/29) buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in şu hadisi de bunu desteklemektedir. Bir savaşta büyük yararlılık gösteren bir sahabe için diğer sahabeler; "Bugün onun yaptığı kahramanlığı hiç birimiz yapamadık." dediler. Hz. Peygamber (asm); "O cehennem ehlindendir." buyurdu. Bu cevabı hayretle karşılayan bir arkadaşı bu savaşçıyı izledi. Sonunda savaşçı ağır bir yara aldı ve bir an önce ölmek isteyerek kılıcının kabzasını yere koydu, ucunu da göğsüne dayayarak intihar etti. Durum Allah'ın Rasûlüne iletilince şöyle buyurdu:
"Kişi dış görünüş bakımından cennetliklerin işini işler, halbuki o, cehennemliktir, yine kişi, insanlara göre cehennemliklerin işini işler, halbuki cennetliktir."(Müslim, Sahîh, (Nevevî Şerhi ile), el-Mısrıyye Tab'ı, VIII, 49).
Bu duruma göre, bir kimsenin kendi isteğiyle meşru yiyecek ve içecekleri de terkederek bir amaca ulaşmak, sesini duyurmak veya bir kesimin haklarını dile getirmek gibi düşüncelerle "ölüm orucu" tutması caiz değildir. Bu bir ibadet olmadığı gibi, ölümle sonuçlandığı takdirde kişi için bir intihardır. Ancak ölüme yol açmayacak ölçüde, bir takım meşrû istekleri dile getirmek için bir veya iki öğün yemeğe katılmamak veya yemek boykotu yapmak, buna katılanların niyetine ve amaçlarının olup olmadığına göre değerlendirilmelidir.
Zarurette Ölümün Tercih Edilebilirliği Haller
Bazı durumlarda azîmete uymak ölüme sebep olabilir, buna rağmen azmete uymak caiz olur. Ancak böyle bir kimse ruhsata uyarak canını da kurtarabilir. Örneğin; bir kimse silahla küfre zorlansa, ölmemek için, dıştan bunu kabul edebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur.
"Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında kalan dışında, inandıktan sonra gönlünü küfre açarak Allah'ı inkâr edenlere, Allah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir." (Nahl, 16/106).
Nitekim ashab-ı kiramdan Ammar b. Yâsir (r.a) müşriklerin ağır işkenceleri altında küfrü gerektiren sözleri söylemiş, gelip durumu arz edince Rasûlüllah (s.a.s) kendisine; "Arkanda ne vardı" diye sormuş, o da; "Kötülük vardı; seni kötülükle onların tanrılarını ise iyilikle anmadıkça beni bırakmadılar" dedi. Hz. Peygamber; "Kalbini nasıl buluyorsun?" diye sorunca da "İmanla dolu buluyorum." diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasûlü; "Onlar sana aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi tekrar edebilirsin " buyurmuştur (es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 43). Bu durma göre, Müslümanın işkence ve baskı altında bulunduğu sırada, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle şirk sözlerini söylemesi onu dinden çıkarmaz. Ancak buna rağmen güçlüklere sabrederek gerçeği söylemeğe ve susmaya devam ederse bu daha faziletlidir. Nitekim ashab-ı kiramdan Hubeyb b. Adiy (r.a), müşriklerin İslâm'dan dönmesi için yaptıkları baskılara rağmen, dinden döndüğünü söylememesi üzerine öldürülmüş, Cebrail (a.s) tarafından bu şehidin durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e iletilince o, şöyle buyurmuştur: "O, şehitlerin en üstünü ve cennette benim arkadaşımdır."(es-Serahsî, a.g.e., XXIV, 44).
Bazı ülke ve devirlerde iyiliği emir ve kötülükten sakındırma görevi yapılamaz olur. Gerçeği söyleyene büyük baskı, tehdit ve ölüm uygulaması yapılır. Böyle bir yer ve dönemde mü'minin "takıyye" yapması ve ruhsata uyması caiz olur. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Mü'minler mü'minleri bırakıp kafirleri dost ve idareci edinmesin, kim böyle yaparsa, Allah katında iyi bir Şey yapmış olmaz; ancak onlardan korkmanız durumu müstesnadır. Allah sizin kendisinden korkmanızı ister" (Âlu İmrân, 3/28). Ancak böyle bir durumda sonu ölüm bile olsa, korkup susmamak ve doğru yolu göstermek azîmete uymak olur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Şehitlerin başı, Abdulmuttalib'in oğlu Hamza ile doğruyu söylediği için zâlim sultan tarafından öldürülen kimsedir."(Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, t.y., terc. Abdulkadir Şener, 4. baskı, Ankara 1986, 51).
Tedavi ile İlgili Zaruretler
İnsanın hastalandığı zaman tedavi olma hakkı hatta görevi vardır. Çünkü beden bir emânettir. İbadetlerin ve diğer bir takım İslâmî emir ve yasakların eksiksiz yapılabilmesi bedenin sağlıklı olmasını gerektirir. Korunulmasına rağmen hastalık olursa mü'minin tedavi olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber; "Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz." buyurmuştur. (bk. Tirmizî, Tıbb, 2; Ebû Dâvud, Tıbb, 1, II; İbn Mâce, Tıbb, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 156, IV, 278).
Tedavi olmanın kapsamına ilâç kullanmak, yarayı ameliyatla temizlemek girdiği gibi gerektiğinde kan nakli, bir uzvun kesilmesi ya da vücuttan ayrılması gereken bir uzvun çıkarılması gibi bütün tedavi yöntemleri girer. Doktor böyle bir operasyon sırasında hastanın, ihtiyaç kadar olan mahrem yerlerine bakabilir. Ancak kadınlar için hu konuda imkân ölçüsünde bayan doktor ve hemşirelerden yararlanılması asıldır. Çünkü Hz. Peygamber'in bu konuda çeşitli uyarıları vardır.
Hz. Peygamber'e ashabı kiram; "Ey Allah'ın elçisi, bizden birimiz tek başımıza bulunduğumuzda da mı örtünmeye dikkat edeceğiz?" diye sorunca, o şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz Allah, kendisinden utanılmaya daha layıktır."(Buharî, Gasl, 20; Tirmizî, Edeb, 22, 39; İbn Mâce, Nikâh, 28). Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) zekât develerinin bulunduğu yere gitmişti. Çobanın güneşte soyunmuş olduğunu görünce, onu görevden azletti ve şöyle buyurdu: "Hayası olmayan kimse bizim işimizde çalışmasın." (es-Serahsî, a.g.e., X, 156)
Ancak özür sebebiyle erkeğin veya kadının avret yerine bakılmasında bir sakınca bulunmaz. Örneğin; sünnet için sünnetçinin erkeğin mahrem yerine bakması caiz olduğu gibi, hastalık halinde de bu caiz olur. Yine doğum sırasında ebe, kadının mahrem yerlerine bakar, zarûret halinde kadın doktor bulunmayınca erkek doktor da kadının tedavisinde bulunabilir. Çünkü Hz. Peygamber doğum sırasında ebenin hazır bulunmasına ve gerektiğinde doğuma şahitlik yapmasına cevaz vermiştir. Bu durum bakmayı da kapsar (es-Serahsî, a.g.e., X, 156).
es-Serahsî (6. 490/1097), kadının erkek tarafından tedavi ve muayenesi konusunda şöyle der:
"Kadında çıkan bir çıbanı tedavi edecek bir kadın (doktor) bulamaz, başka bir kadına tedavi şeklini öğretmek de mümkün olmaz ve hasta kadının ölmesi veya bitkin hale gelmesi yahut dayanamayacağı bir acının meydana gelmesi söz konusu olursa, bu yaranın bulunduğu yer dışında kadının örtünmesinde, sonra onu bir erkeğin tedavi etmesinde bir sakınca yoktur. Bu erkek, gücünün yettiği ölçüde yaranın bulunduğu yer dışındaki kısımlardan gözünü sakınır. Çünkü bir cinsin diğer cinse bakması daha ağırdır. Burada zarûret halinin gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılır. Bu ise ölüm tehlikesidir, böyle bir tehlike ortaya çıkınca da zarûret miktarından fazlası mübah olmaz" (es-Serahsî, a.g.e., X, 157).
Haram Kılınmış Şeylerle Tedavî
Necis (pis) olsun veya olmasın yenmesi ve içilmesi haram kılınmış olan şeylerle tedavinin caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Hanefilere göre şifa vereceği kesin olarak bilinen haramla tedavi caizdir, bilinmiyorsa mübah değildir. Büyük Hanefî fakihlerinden el-Kâsânî (ö. 587/1191) şöyle der:
"Dayanılmaz açlık sırasında murdar ölmüş hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazına takılan lokmayı gidermek nasıl caiz ise, şifa vereceği kesin olarak bilindiği takdirde haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de bu şekilde caizdir. Ancak şifa konusunda kesinlik yoksa tedavi caiz olmaz. Diğer yandan Ebû Yûsuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi amaciyle içilmesini mübah görmüştür. Çünkü Hz. Peygamber, iklim farkı nedeniyle hastalanan Urenîlere zekât develerinin sidiğini içerek tedavi olmalarını emir buyurmuştur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61). Ebû Hanife'ye göre ise, bu caiz değildir, çünkü şifa vereceği kesin olarak bilinmemektedir. O'na göre Ureniler hadisini şu şekilde anlamak mümkündür "Hz. Peygamber o sidiğin, yalnız onların hâstalığına şifa vereceğini bilmiştir."(el-Kâsânî, a.g.e., I, 61-62).
Hanbelîlere göre, İslâm'da haram kılınmış yiyecek ve içeceklerle tedavi de caiz değildir. İbn Teymiyye; şarap, domuz eti ve benzerleriyle tedavinin caiz olup olmadığı sorusuna, şu cevabı vermiştir: "Bunlarla tedavi caiz değildir." (İbn Teymiyye, Fetâvâ, Mısır, 1329, I, 270). İbnü'l-Kayyim de aynı cevabı vermiştir (İbnü'l-Kayyim, Zâdü'l-Meâd, II, 114) İbnü'l-Arabî de, Sahnûn'un; "Şarap ve domuz eti ile tedavi olunmaz." sözünü naklettikten sonra ayni görüşü benimsemiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).
Dayandıkları delil sünnettir. Târık b. Süvey el-Cufî'den rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s)'den şarabı sormuş, o da yasaklamıştır ya da üretilmesini çirkin görmüştür. Târık'ın: "Ben onu yalnız tedavi için üretiyorum." demesi üzerine de "O ilâç değil derttir." buyurmuştur (Dârimî, Eşribe, 6; Müslim, Eşribe, 12; Ebû Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb,
Ebu'd-Derdâ (r.a)'dan Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ hem derdi hem de ilâcı (deva) indirmiştir, her hastalık için bir ilâç yaratmıştır, tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın" (bk. Mâlik, Muvatta', Ayn, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned I,13, 446, III, 156).
İbn Mes'ûd (r.anhümâ)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Allah şifanızı haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır" (eş-Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 203). Başka bir hadiste de Allah elçisi pis ilâcı yasaklamış ve "Âllah Teâlâ ümmetimin şifasını, onlara haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır." (bk. Ebu Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II, Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 203; İbn Teymiyye, I, 270).
Bu görüşte olanlara göre, dara düşen kişi için açlığı ve susuzluğu giderecek haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, çare tek olmaktadır, bu da haramı zarûret yüzünden yemek veya içmekten ibarettir. Hastalıkların tedavisinde ise ilâç bu haramdan ibaret değildir. Çoğunlukla tedaviye alternatifli ilaçlar ya da tedavi yöntemleri vardır. Bu yüzden açlıkla hastalık aynı nitelikte değildir. Çünkü açlığın haramı yemekle giderilebileceği kesindir, hastalığın ilaçla iyileşmesi ise bu derece kesin olarak önceden bilinmemektedir. Diğer yandan açlıktan öleceğini anlayan kişinin haramı yemesi farz olur, hastalık halinde tedavi olmanın farz oluşu ise ihtilaflıdır. Çünkü sahabe ve tabiîlerden birçok kimse tedavi olmamış ve hiçbir bilgin bunları kıramamıştır (İbn Teymiyye, Fetâvâ, I, 259-260, 268-270).
Zâhirîlere göre haram şeyle tedavi olmak caizdir. Zâhirî bilgini İbn Hazm şöyle der:
(Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, Te'lif, komisyon, Dimaşk Üniversitesi). İbn Hazm'ın dayandığı delil şudur: "Sidiği yemek ve içmek normal zamanda haramdır, fakat tedavi ve benzeri zarûret durumunda haram"Şarap darda kalıp zarûret haline düşen için mübah olur. Susuzluğu gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içene ceza gerekmez" değildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) Urenîlere hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mübah kılmıştır" (Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, I, 353; el-Kâsânî, a.g.e., I, 61). İbn Hazm, haram tedaviyi caiz görmeyenlerin dayandığı hadislerin kritiğini yaparak bir bölümünü zayıf bulmuş, bir bölümünü ise şöyle te'vil etmiştir: "Zarûret halinde tedavi amaciyle haram kılınmış şeyleri içmek mübahtır. Bunlar mübah olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" sınıfına girmemelidir, bu yüzden bunlara "pis" denemez" (bk. Ebû Dâvud Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478; Mu'cemü'l-Fıkh, I, 353).
Sonuç olarak haramla tedavi konusunda orta yol Hanefîlerin görüşüdür. Eğer hastalığı meşru gıda, yiyecek, içecek ve ilaçlarla tedavi mümkün olursa bu yola gidilir. Eğer tedavinin haram bir yiyecek, içecek veya ilaçla tedavi edilebileceği tecrübelerle biliniyorsa böyle bir ilâç ameliyat ve operasyonla tedavi yoluna gidilebilir. Burada "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mubah kılar" kuralına uyulmuş olur. Çünkü hastalık da ağırlık durumuna göre zarûret kapsamına girer.
Sarhoşluk Veren Maddenin İlaca Karıştırılması
Bazı ilaçlara alkol veya başka sarhoşluk veren maddeler karıştırılmakta ve tedavi için bunlar doktor tarafından hastaya tavsiye edilmektedir. Bu konuda önce ilâcın alkolsüz olan alternatifi varsa Müslüman hasta için bunun tercih edilmesi gerekir. Alternatifi yoksa ve şifa vereceği veya hastayı rahatlatacağı kesin olursa hastaya böyle ilaç kullanmak mübah olur. Günümüzde pek çok depresyon ve nörolojik vak'alarda kullanılan ilaçların çoğunda müsekkin maddesi bulunmaktadır. Hastanın sinir sistemi teskin edilerek, acı duyması önlenmekte, uykusuzluğu giderilmekte ve ameliyatlarda heyecan ve panik hali en aza indirilmektedir.
İlaçlarda kullanılan müsekkin maddesi bazı istihaleler geçirerek değişime uğrarsa aslında bulunan "necis (pis)" olma niteliği de değişebilir. Büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191) Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'nin (ö. 189/805)'nin bu konudaki görüşünü açıklarken şöyle der:
"İmam Muhammed'e göre necaset zamanın geçmesiyle başkalaşır ve özellikleri nitelik değiştirirse başka bir şey olur ve temiz hale gelir... Necâset istihale geçirip nitelikleri ve anlamı değişince pis olmaktan çıkar. Çünkü necâset sözcüğü bir şeye, belirli bir niteliğinden dolayı ad olarak verilmiştir. Vasıf değişince ad da değişir ve sirkeye dönüşen şarap gibi olur." (el-Kâsânî, el-Bedâyi'l, 85)
Mâlikîlerden İbnü'l-Arabî şöyle der:
"Bir kimse murdar hayvanla tedaviye muhtaç olursa, ya olduğu gibi kullanır veya yaktıktan sonra kullanır. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa, onun tedavide kullanmak ve üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak caizdir." (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).
Hanbelîlerden İbn Teymiyye de bu konuda şöyle der:
"Murdar hayvan, kan, domuz eti ve benzerlerinden Allah Teâlâ'nın haram kıldığı pis maddeler suya veya başka bir sıvıya düşüp karıştığı, parçalanıp vasıf ve eseri kalmadığı takdirde, artık orada ne murdar hayvan, ne de kan, ne de domuz eti vardır. Şarap da akıcı bir maddeye karışıp kaybolduğu ve (duyu organlarıyla algılanabilen) bir niteliği kalmadığı takdirde, o maddeyi içen şarap içmiş değildir."(İbn Teymiyye, Fetâvâ, I, 20).
Sonuç olarak yenilmesi ve içilmesi haram olan bir maddeden az bir miktarı eriyip kaybolacak, rengi, tadı veya kokusu yahut kendisine ait etkisi kalmayacak şekilde bir ilâca karıştırılmış olursa; erime, veya pişme yoluyla başka şeye dönüşen necâsete kıyas edilerek, haram olma vasıfları kalkar ve ilâç olarak kullanılmalar da caiz olur (bk. Abdillkerim Zeydan, İslâm Hukukunda Zarfiret Hali, Terceme, H. Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, I, 312 vd).
Meşru Savunma Halinde Saldırganı Öldürmek
Genel olarak bütün hukuk sistemlerinde ölmemek için kendisini savunurken başka çare kalmadığı takdirde saldırganı öldürmek hakkı tanınmıştır. Çünkü saldırıya uğrayan kimseden sabredip öldürülmeyi beklemesi istenemez. Saldırı şahsa olduğu gibi mala yönelik de olabilir. Delil şu ayettir: "Size saldırana size saldırdıkları gibi saldırın." (Bakara, 2/194).
.
6. Zâruret hâli:
Yukarıda zikrettiğimiz bütün bu haramlar, normal durumlar içindir. Zaruret hâlinin ise, kendisine mahsus hükümleri vardır. Zaruret hâlinden maksad, açlık ve susuzluğu giderecek, hastalığı tedavi edebilecek helâl bir nesnenin bulunmaması hâlidir.
a. Açlık ve susuzluk: Ölmeyecek kadar yeyip içmek her insan için farzdır. İnsan bu sayede oruç tutmaya, namaz kılmaya muvaffak olur. İnsan yiyecek ve içecek helâl bir şey bulamazsa, harâm olan şeyden de yeyip içebilir. Bu yeyişin ve içişin ölçüsü ise, ölmeyecek, hayatını devam ettirecek miktardır. Daha fazlasını yeyip içmek helâl olmaz. Çünkü zaruretler kendi miktarlarıyla takdir olunurlar. (Helâl yiyecek ve içeceklerden ise, kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yeyip içmek mübahtır.)
b. Tedavi zarureti: Tedavi için temiz olan ilâçları yeyip içmek, kullanmak câizdir. Peygamber Efendimiz: "Ey Allah`ın kulları, tedavide bulununuz. Çünkü Allah Teâlâ, hiçbir illet yaratmamıştır ki, onun için bir deva ve ilâç da yaratmamış olsun. Yalnız bir illet müstesnadır. O da ihtiyarlıktır" buyurmuştur. Helâl, temiz olmayan şeyler ile tedavide bulunmak, esasen câiz değildir. Ancak bâzı fakihler, ilâcın da gıda gibi zarurî bir ihtiyaç olduğunu ileri sürerek, darda kalındığında haram ile tedaviye cevaz vermişlerdir. Nitekim, Peygamberimiz erkeklere ipek giymeyi haram kıldığı halde, cild hastalığı sebebiyle Abdurrahman bin Avf ve Zübeyr bin Avvâm gibi bâzı sahabîlerin giymesine müsaade etmiştir. Harâm olan bir şey`i ilâç olarak kullanmanın bâzı şartları vardır:
1. Bu ilâç kullanılmadığı takdirde, insan hayatının ve sıhhatının hakikî bir tehlike içinde olması...
2. Onun yerini tutacak helâl bir ilacın bulunmaması...
3. Bu ilâcı, dindarlığına ve ihtisasına güvenilir bir müslüman doktorun tavsiye etmesi... Bu üç şartın bulunması hâlinde, haram maddelerle de tedavi câiz olur. Görülen lüzum üzerine bir uzvuna ameliyat yapılacak bir kimseye aklını giderip bayıltacak bir ilâç içirilmesinde de (narkoz) bir beis yoktur.
c. Zaruretler, başkasının malını da helâl kılar. Helâl yiyecek ve içeceği olmayan bir müslüman, bunu çevresinde mensubu bulunduğu toplum içinde bulabiliyorsa, onunla ihtiyacını gidermek kendisine mübah olur. İslâmiyet özel mülkiyeti tanımış ve korumuştur. Ancak, bu hak, sınırsız değildir. Nitekim bu sınırlamalardan biri de zaruret hâlidir. Yanında kendi ihtiyacından fazla yiyecek ve içeceği olan kimse, bunu darda kalmış kimseye vermek zorundadır. Vermezse, karşı taraf zorla alabilir. Bundan dolayı da, hiçbir mes`uliyet altına girmez. Tabiî ki başkasının malından bu ihtiyacını karşılama hâli, ölmeyecek kadar, hayatını devam ettirecek miktardır. Daha fazlası helâl olmaz.
.
Zaruretin haramı helal yapması ne demektir?
Soran : Anonim
Tarih: 18.06.2020 - 12:16 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Normal zamanda caiz olmayan bir şey, zorunlu hallerde caiz hale gelebilir. Mesela bir insan, hayatî bir tehlike zamanında, normal şartlarda yenilmesi haram olan domuz etinden yiyebilir. Kur'anda şöyle bildirilir:
“(Allah) size ancak şunları haram kıldı: Meyte (kesilmeksizin ölmüş hayvan eti), kan, domuz eti, bir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar."
"Ama kim mecbur olur da istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yerse, ona günah yoktur. Çünkü Allah Ğafur u Rahîm’dir (bağışlar, merhamet eder).”(Bakara, 2/173)
Burada haram kılındığı bildirilen bu dört şey, ancak zaruret halinde yenilebilir. O halde iken de “bâği ve âdî” olmamak, yani doğrudan bunları talep etmemek ve haddi aşmamak lazımdır. Darda kalan kimse, murdar etten doyuncaya kadar yiyemez, ancak ölmeyecek kadar yiyebilir. Bu ve emsali ayetlerden hareketle, şu iki kaide istihraç edilmiştir:
"Zaruretler, memnu’ (yasak) olan şeyleri mubah kılar."(Mecelle, 21. Madde)
"Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar."(Mecelle, 22. Madde)
Öyle anlaşılıyor ki, neyin zaruret olduğu ve neyin de zaruret olmadığı çok iyi bilinmesi, ayrıca zaruret miktarının çok iyi takdir edilmesi gerekir. Yoksa insan “zaruret var” diyerek pek çok günahlara da girebilir. Mesela “Başka yerde iş bulamadım, ancak şarap fabrikasında iş bulabildim. Sevmiyorum, ama mecburen burada çalışıyorum.” diyerek işe girer. Hâlbuki orada çalışması caiz değildir.
Öte yandan, mesela bir içki müptelası bunun haram olduğunu öğrendiğinde “Ama ben bunsuz yapamam, bu benim için bir zarurettir.” diyemez. Yılların alışkanlığını kısa bir zamanda terkedebilmek elbette kolay değildir. Ama İslamî hayatı tercih eden birinin -velev zor da olsa- ciddi bir gayret içinde olması, iradesini bu yönde kullanması gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Zaruret ve haraç ne demektir, kendi mezhebinde böyle bir durumla karşılaşan Müslüman nasıl hareket eder?
Harac nedir...
.
Zaruret ve haraç ne demektir, kendi mezhebinde böyle bir durumla karşılaşan Müslüman nasıl hareket eder?