ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
YUSUF HALAÇOĞLU YALAN MI SÖYLEDİ?
Siyaset her ne kadar ülkeye ve millete hizmet etme sanatı olsa da malum politikacılar sayesinde aynı zamanda kıvırtma sanatıdır....
11 Temmuz 2015 Cumartesi 10:09
Siyaset her ne kadar ülkeye ve millete hizmet etme sanatı olsa da malum politikacılar sayesinde aynı zamanda kıvırtma sanatıdır. İlkeli ve duruş sahibi olmak her siyasetçinin harcı değildir. İklim şartlarına göre kıyafet değiştirmeyi anlarız da konjonktürel şartlara göre fikir değiştirmeyi anlamayız, doğru da bulmayız. Yıllar yılı küfrettikleri Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” söylemini sahibinden fazla kullanan, öyle davranan ve onu siyasetinin, politikasının bir parçası haline getirenlerin ilkeli olmaktan ve duruş sahibi olmaktan bahsetmesi abesle iştigaldir.
Meclis Başkanlığı seçimleri sürecinde MHP Grup Başkanvekili Sayın Yusuf Halaçoğlu’nun bir söylemi siyaset gündeminde tavan yaptı ve hocamıza karşı bir linç kampanyası başlatıldı. Yusuf hocamızın partisi bizi ilgilendirmez. İlim adamı oluşu, tarihimize ve eğitimimize katkıları herkesin malumudur. Sayın Deniz Baykal’ın meclis başkanı seçilmemesi ile alakalı olarak Sayın Halaçoğlu ne demişti: “Deniz Baykal’ı seçseydik bize dinsiz bir partinin adayını seçtiniz diyeceklerdi.” Yusuf hocamızın bu sözlerinden sonra fırtınalar koparıldı. Vay sen CHP için nasıl dinsiz parti dersin. Başbakanından, Bülent Arınç’ına kadar bir sürü adam sanki geçmişlerinde CHP için dinsiz parti dememişler gibi atıp tutuyorlar.
Bu memlekette Ezanın asli dili olan Arapça ile okunmasını dinci parti mi yasakladı?
İskilipli Atıf Hoca’yı dinci parti mi astı?
Şapka giymediler diye Cumhurbaşkanının memleketi olan Rize’yi dinci parti mi bombaladı?
Kur’an eğitimini dinci parti mi yasakladı? Gizli gizli Kur’an eğitimi veren insanlar yollara jandarma gelirse haber ver diye nöbetçi diktiklerinde iktidarda dinci parti mi vardı?
Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi İstanbul-Gebze arasında hayvan vagonlarında Kur’an eğitimi verirken dinci partiden mi korkuyordu?
Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda Diyarbakır mağaralarında bulunan Kur’an-ı Kerim cüzlerini insanlar dinci partinin şerrinden korktukları için mi oralara saklamışlardı?
İstiklal mahkemelerinin darağaçlarında bu milletin allamelerini sallandıran dinci parti miydi?
Siz başörtüsü ile ilgili bir yasa veya yönetmelik hazırladığınızda Anayasa Mahkemesi’ne veya Danıştay’a yürütmenin durdurulması için dinci parti mi müracaat ediyordu? İmam Hatiplerin mevcut şeklini ortadan kaldırmak için mücadele eden dinci parti miydi?
Kamu’da başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı çıkan dinci parti miydi?
Siz bunları yapanları çok iyi biliyorsunuz, peki şimdi niye kıvırıyorsunuz? Yusuf Hocanın söylediği ne ki? Bunların çok daha fazlası yok mu? CHP’li vekil adayının taşıdığı testideki suyla murdar oldu diye abdest almayan Anadolu insanını siz bilmiyor musunuz?
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan seçim meydanlarında CHP’yi bu yönüyle vurmuyor muydu?
Milletvekilleriniz, bakanlarınız Anadolu’ya açıldıklarında CHP ve onun zihniyetiyle alakalı ne söylüyordu sanıyordunuz?
İslami ve insani gelişmenin karşısında dinci parti mi yer alıyordu, CHP mi yer alıyordu.
27 Nisan E Muhtıranın gerekçelerini unuttunuz değil mi? Bu CHP Muhtıranın noktasına ve virgülüne kadar tüm içeriğine katıldığını söylememiş miydi?
Siz bunları bildiğiniz halde şimdilerde neden CHP seviciliği ve yalakalığı yapıyorsunuz ki? Bütün bunlar hükümet kurma adına yapılan kıvırtmalar mıdır? Siz Sayın Halaçoğlu’nu kınıyorsunuz ya halt ediyorsunuz. Anadolu insanı Yusuf Hocadan farklı mı düşüyor zannediyorsunuz. Yusuf Hoca ile aynı düşündüğü için CHP ile koalisyon yapmanıza karşı çıkıyor. CHP ile hükümeti kurun da ilk seçimde cezanızın nasıl kesildiğini görün.
Ömer Naci YILMAZ
HER ŞEY OLUP YERLİ OLAMAYAN AYDINLAR (!)
Aydınlanma okullarımızdaki ders kitaplarında bir döneme atıf yapılarak anlatılır. Batı’nın akılcı düşünceyi öncelemeye başladığı 17. ve 18. yüzyıllarda...
31 Mayıs 2015 Pazar 7:00
Aydınlanma okullarımızdaki ders kitaplarında bir döneme atıf yapılarak anlatılır. Batı’nın akılcı düşünceyi öncelemeye başladığı 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen bu düşünce, eskiye sırtını dönmeyi ve yeniyi öncelemeyi ifade eder. Geçmişe dair tüm önyargılardan ve ideolojilerden kurtulmayı, özgürleşmeyi ve yeni düşünceyi kabullenmeyi hedefler.
Biz de ise Aydınlanma denildiğinde dini, tarihi, kültürel veya her türlü değere sırtını dönmeyi, içinde yetiştiği toplumu ve değerlerini aşağılamayı ifade eder. Kendisini aydın gören bu tipler halkın oturduğu kahvehanelerde, çay ocaklarında, dar sokaklardaki apartmanlarda ve mahallelerde oturmazlar. Ezan seslerinden uzak rezidanslarında otururlar, dışı çıktıklarında da kendilerince elitlerin takıldığı Nişantaşı kafelerinde, meyhanelerinde soluğu alırlar. Halkın hiçbir değeriyle işleri olmaz, öldüklerinde getirildikleri camilerin içlerini dahi bilmezler. Çünkü onların cami ile ilişkileri, kendileri gibilerin cenazeleri için geldikleri caminin önünde beklemekten öteye geçmez. Bizim saf Müslümanlar da sevabına nail olmak için onların namazlarını kılarlar. Bir gün dahi değerlerimizin, inançlarımızın, tarihimizin, kültürümüzün ve milletimizin yanında olmayanların cenazelerinde bizim, bizimkilerin ne işi var ki? Onlar senin neyini paylaştılar, neyine geldiler?
Fötr şapkaları, fularları, pipoları, bastonları, ellerindeki kadehleri, entel, dantel kıyafetleri bunların sembolleri olmuştur. En büyük özellikleri dini değerlerin her türlüsünden rahatız olurlar. Bunların yaşadığı semtlere Ramazan ayı girmez, giremez. Kazanım addettikleri ne varsa bunların hepsi onların putudur ve asla putlarına dokundurmazlar. En ufak bir dokunuşa çığlık atarak, feryat ederek tepki gösterirler.
Bizim bunlarla işimiz olmaz, olmamalı, bunların söyledikleri kendilerini bağlar. Bunların düşüncelerine kendileri bile değer vermez de verir gibi yaparak kamuoyu oluşturmaya çalışırlar; fakat hamdolsun milletimiz tınlamaz bile. Hafta içinde yayınladıkları bildiri ile gündeme gelmeye çalıştılar. Bildirileri milletimiz tarafından yüzlerini paçavra gibi atıldı. Tescili ise 7 Haziran’a kaldı. Milletimiz onlardan daha basiretlidir ve münevverdir. Bu memlekette 1950’den beri münevverler, aydınlara galebe çalmasını bilmiştir. Allah’ın izniyle yine bilecektir. Kendilerini entel, dantel ve aydın görenler yine teselliyi Nişantaşı, Tunalı Hilmi, Karşıyaka meyhanelerinde ve bunlar gibi yerlerde arayacaklardır: “Nerde o eski günler, nerde o eski seçimler, sabahın dokuzunda illerden seçim sonuçlarını isterdik de valiler erken gönderme yarışına girişirlerdi. Hey gidi günler hey!” hayıflanmalarınınardından “garsooon…” nidaları yankılanacaktır.
Kendilerini aydın diye nitelendiren insanları, millete ait hangi bir yerde gördük mü? Bunlar hangi şehidin cenazesinde, hangi gazinin düğününde, hangi acıda, hangi kederde, hangi depremde, hangi felakette milletimizin yanında yer aldı? Teröre karşı bir bildiri yayınladılar mı? Yasin Böri Kurban Bayramı’nda et dağıtırken dördüncü kattan aşağı atılarak, başı taşla ezilerek öldürülürken, aynı günlerde 50’ye yakın insanımız katledilirken bunlar neredeydi acaba? Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar zulme maruz bırakılırken, Doğu Türkistan’da kardeşlerimiz Çinliler tarafından katledilirken, insanlar özgürlüğe kaçış uğruna denizlerde felaketle yüz yüze bırakılırken, Ramazan ayı boyunca Gazze bombalanırken bu aydınlar neredeydi? Bir açıklama yaptılar mı? Her hangi bir bildiri yayınladılar mı? Bu milletin her türlü değerinin karşısında olmayı görev bilmiş olan bu karanlığın sembolü olan aydınlara ders verme vakti geliyor ve gerekeni yapacağız inşallah.
Biz yine gül yüzlü güzel münevverlerimizle, münevverlerimize değer veren, gönül veren insanımızla hem hal olmaya devam edeceğiz. Bizi biz anlarız, bize ayar vermeye kalkanlara ayar çekmeye devam ederiz. Biz bunu hep yapıyoruz, yine yapacağız.
Ömer Naci Yılmaz
ANADOLU’NUN SİYASETEN YENİDEN FETHİ Yeniden Fetih kavramı tarih bilimine 15. Yüzyılda girdi. Orijinal adıyla İspanyolca Reconquista olarak geçen bu kavram yeniden fetih...
17 Mayıs 2015 Pazar 13:43
Yeniden Fetih kavramı tarih bilimine 15. Yüzyılda girdi. Orijinal adıyla İspanyolca Reconquista olarak geçen bu kavram yeniden fetih anlamında kullanılmaktadır. Reconquista/ Yeniden Fetih, Endülüs Emevileri zamanında, Hıristiyanlar tarafından İspanya İber Yarımadası’ndaki Müslümanların varlığına son verilmesini ifade eder. Endülüs Emevi Devleti’nin 1492’de yıkılmasıyla başarıya ulaşırlar.
1048 Pasinler Savaşı ile başlayan Anadolu hamurunun İslam’la yoğrulması, 1071 Malazgirt Zaferi ile mayalanmaya başlamıştır. Bu maya, Osmanlı Devleti’nin son demlerine kadar varlığını ve işlevselliğini korumayı başarmıştır. Tanzimat’la başlayan mayaya kara çalma; Osmanlı’nın yıkılması, Hilafetin ilgasıyla birlikte başarıya ulaşmıştır. Bu birilerince öyle bir başarı hikâyesi olmuş ki, Anadolu’nun tarihi görselleri Osmanlıyı ve Selçukluyu aşmış, Anadolu tarihi, kültürel ve dini açıdan adeta yeniden Roma/Bizans ülkesi haline getirilmiştir. Bunu yapma adına bin yıllık tarihi miras yok edilmeye çalışılırken; yerin altında kalan Roma mirasını yeryüzüne çıkarmak ülkeyi yönetenlerin birinci önceliği olmuştur. Ve Anadolu’nun İslam öncesi dönemiyle övünülür olunmuştur. Anadolu tarih ve medeniyet açısından ülkemizi işgal eden Emperyalist ve sömürgeci Batı ülkelerine eklemlenmeye çalışılmıştır. Bu Emperyalist ve sömürgeci Batı, muasır medeniyetin, çağdaşlığın, modernizmin ve her türlü gelişmişliğin beşiği bir model olarak sunulmuştur. Tarihinden, kültüründen, inancından ve her türlü değerinden vazgeçmeyenler ise gerici, yobaz ve mürteci olarak suçlanmıştır. Ve tarihten gelen her türlü kazanımlar cumhuriyetin ilanıyla birlikte geri alınmaya başlanmıştır. Hıristiyanların Endülüs Müslümanlarına yaptıkları, değişik bir versiyonla Anadolu’nun Müslümanlarına yapılmıştır. Bu süreç 1950 yılına kadar çok acımasız bir biçimde sürdürülmüştür.
1950 yılından sonra durum tersine dönmeye başladı. Kaybettiğimiz kazanımların geri alınması sürecine doğru yol almaya başladık. Çok şeyler kaybetmiştik, imanımızın ayarıyla, tarihimizle, kültürümüzle, özümüzle oynanmıştı. Değerlerimiz altüst olmuştu. İmamesi koparılan tespih taneleri gibi dağılmıştık. Her türlü toparlanma ise oldukça zordu; ama imkânsız değildi. Ne zaman ki toparlanma emareleri göstermeye başlamış isek başımıza bir balyoz indirdiler. Bunu 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de ve 27 Nisan 2007’de yaptılar. Siyasi iktidarın kim olduğu önemli değildi; çünkü ipler onların ellerindeydi ve istedikleri gibi davranabiliyorlardı. Kendilerini devletin ve milletin sahibi olarak görenler, bunlarla ilgili her türlü tasarruf haklarının olduğuna inanıyorlardı. Çünkü onlar kurucu özne, biz ise onlara marabalarıydık. Vatandaşlık bile bize bir lütuf olarak sunuluyordu
İçerisinde bulunduğumuz seçim sürecinde perdenin arkasındaki mücadelenin “iplerin kimin elinde olacağı” mücadelesi olduğunu görmemiz lazım. Yönetimle alakalı erki/gücü, sahipliği ellerinden bırakmak istemeyen güçler, her şeyi göze alabilmektedirler. Hatta bu uğurda dinciler, dinsizleri, her türlü değerimizin düşmanlarını pekâlâ destekleyebilmektedirler. Dün dershanelerimizi, etüt merkezlerimizi yakıyorlar, yıkıyorlar diyenler bugün onlarla işbirliği yapabilmektedirler. Her türlü İslami iyileşmenin azgın ve azılı düşmanlarıyla işbirliğinden, onlara oy vermekten çekinmemektedirler. Ülkenin bir kısmının kopartılmak istendiğini söyleyenler, kopartmak isteyenlerin meclise girebilmelerini çok rahatlıkla isteyebilmektedirler. Bütün bunlar Anadolu’nun siyaseten yeniden fethine giden yollara barikat kurma çabalarıdır. Siyasiler ise bu işin figüranlarıdır.
Bütün bunlar, siyasetten çok şey beklediğimizden kaynaklanan ifadeler değil; yapılmak isteneni görmemiz gerektiğinden kaynaklanmaktadır. Bir takım kazanımlarımızı siyaset sayesinde elde ettiğimizi de unutmayalım. Bu anlayışımız, onları büsbütün olarak doğru gördüğümüzden değil; bazı doğruları da görmemiz gerektiğindendir.
Bu ülkenin Müslümanlarının tatmin edilmesi zordur. Ne yaparsanız yapın yaranamazsınız, yapılanları da beğendiremezsiniz. Mevcut durumu kutlayın, katsayın, yüceltin demiyoruz. Böyle dememiz de mümkün değildir. Bazı gerçekleri görmemiz ve anlamamız için ille de 1950 öncesini yaşamak mı gerekir. Bunca okumalar, bunca dinlemeler bize bazı mesajlar vermeyecek mi? Bunları görmek ve anlamak için ille de değerlerimizden ve hedeflerimizden vazgeçmemiz mi gerekir.
OSMANLI’NIN AYAĞINA BATAN DİKEN BİZİM GÖZÜMÜZE BATSIN
Çanakkale cephesi, Birinci Dünya Harbi’nin yoğunlaştığı en önemli cephe haline neden, nasıl geldi? İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile...
12 Mart 2015 Perşembe 7:30
Çanakkale cephesi, Birinci Dünya Harbi’nin yoğunlaştığı en önemli cephe haline neden, nasıl geldi? İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile ittifak yapmasının sebebi kalabalık, güçlü ve teknolojik olarak donanımlı ordusuydu. 1905 yılında Rusya’ya komünizm getirmek için darbe yapmaya kalkan Lenin, başarılı olamamış, İsviçre’ye kaçmış, orada çalaşmalarını sürdürüyordu. “Almanya ile Osmanlı’nın gizli servisleri Lenin’le seni iktidara getireceğiz fakat Rusya savaştan çekilecek” diye anlaştılar. Lenin, Alman marklarıyla Rusya’ya girerken, bütün Müslümanlar Osmanlı’nın rahat bir nefes alması için ölümüne komünizme destek verdiler; zira “Osmanlı’nın ayağına batacak diken bizim gözümüze batsın” cümlesi onlarda parola haline gelmişti. Almanların maddi imkanı, Müslümanların desteği Lenin’i iktidara taşıyordu. Rusya’nın savaştan çekilmesi İngiltere ve Fransa için felaket olurdu. İki noktadan Çar’ın imdadına yetişebilirlerdi; Biri Baltık Denizi, diğeri ise Çanakkale Boğazı idi. Baltık’ta güçlü bir Alman donanması vardı; Balkan Savaşı’ndaki perişanlığımız da onlara ümit veriyordu. Bunun üzerine Churchill, Çanakkale cephesini açmak için Avam Kamarası’ndan yetki isterken özetle şunları söylüyordu: “Bir elimizi bağlasalar, diğer elimizle, yani Hindistan’dan gelecek kuvvetlerimizle Çanakkale’yi yedi günde geçeriz.” Ümit vaad den bu cümlelerle cephe açıldı, Amiral Carden’in kumandasındaki yenilmez donanma Çanakkale önlerine geldi. İlk mermileri 3 Kasım 1914 tarihinde öğleden sonra saat üç sularında Seddülbahir’e düşmeye başladı. 18 Mart 1915’e kadar deniz savaşları sürdü, 18 Mart’ta yaptıkları hücumda müttefikler donanmalarının üçte birini kaybettiler; üçte biri kullanılamaz hale gelince kara hücumuna başvurmak zorunda kaldılar. Derhal ünlü Hamilton’un komutasında kara ordusu teşkil edildi; donanma da onun ermine verildi. Adaların talim için küçük oluşu, yeterli su bulunmaması yüzünden ordularını, Mısır’ın İskenderiye şehrinde toplanmaya başladılar. Hazırlanan orduları 24 Nisan’da sabaha karşı Kumkale, Seddülbahir, Arıburnu bölgelerine çıkarmaya başladılar. Anadolu yakasından top atışıyla yapılacak müdahaleyi önlemek için Kumkale’ye çıkan Fransızlar, bir gün sonra çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaş Arıburnu cephesinde 18 Aralık 1915’e Seddülbahir’de ise 9 Ocak 1916’ya kadar sürdü. Müttefikler yenilgiyi kabul ederek savaşa Filistin’de devam etmek üzere çekildiler. Son şehidimiz Siirt’li Mülazim Zahid Efendi’dir.
Çanakkale’de kan gövdeyi götürdüğü günlerde, Enver Paşa’nın Beyazıd Meydanı’nda yaptığıkonuşmada söylediği “Çanakkale’de ölüyoruz fakat Rusya’yı Kızıl cehenneme gömeceğiz; orada nur topu gibi bir Türk Dünyası doğacaktır.” Cümlesi, bu konuda ahkam kesenlere şunları düşündürmelidir: Rusya komünizm ile iç kargaşaya sürüklenmeseydi Trabzon’a, Erzincan’a gelmiş Rusları kim durduracaktı? Rusya, Çarlık döneminde bir karış toprak kaybetmediği halde, niçin son yıllarda pek çok devlet ondan kopup bağımsız olabildi? Komünizm insana sorumluluk veren değerleri alıp götürmeseydi Rusya dağılma sürecine girer miydi?
Rusya’nın Birinci Dünyü Savaşı’ndan çekilmesi için müslümanların gayretlerini görmezden gelemeyiz. Savaş yıllarında bölgede yaşayan Türkelerin parolası olan “Osmanlı’nın ayağına batacak diken bizim gözümüze batsın” sözü bugün de dünya müslümanlarının parolası olmuş durumdadır. Dünya’nın neresinde bir müslüman varsa, orada Türkiye’ye dair bir umut, bir bekleyiş vardır. Haritada ülkemizin yerini gösteremeyecek müslümanların umutlarında ve beklentilerinde de Türkiye vardır. O insanların tezgahlarında, evlerinde Türk bayrağı vardır. Bazılarının evlerinde ise pencerelere perde yerine Türk bayrağı asılmaktadır. Bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Abdülhamit’in tahtan indirilmesinden sonra tüm ümitlerini yitiren dünya müslümanları yeniden heyecanlanmış, ümitlerini yeşertmişlerdir. Bunu anlamak için gözün görmesi, kulağın işitmesi, kalbin hissetmesi yeterlidir.
Ömer Naci YILMAZ
Çanakkale cephesi, Birinci Dünya Harbi’nin yoğunlaştığı en önemli cephe haline neden, nasıl geldi? İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile ittifak yapmasının sebebi kalabalık, güçlü ve teknolojik olarak donanımlı ordusuydu. 1905 yılında Rusya’ya komünizm getirmek için darbe yapmaya kalkan Lenin, başarılı olamamış, İsviçre’ye kaçmış, orada çalaşmalarını sürdürüyordu. “Almanya ile Osmanlı’nın gizli servisleri Lenin’le seni iktidara getireceğiz fakat Rusya savaştan çekilecek” diye anlaştılar. Lenin, Alman marklarıyla Rusya’ya girerken, bütün Müslümanlar Osmanlı’nın rahat bir nefes alması için ölümüne komünizme destek verdiler; zira “Osmanlı’nın ayağına batacak diken bizim gözümüze batsın” cümlesi onlarda parola haline gelmişti. Almanların maddi imkanı, Müslümanların desteği Lenin’i iktidara taşıyordu. Rusya’nın savaştan çekilmesi İngiltere ve Fransa için felaket olurdu. İki noktadan Çar’ın imdadına yetişebilirlerdi; Biri Baltık Denizi, diğeri ise Çanakkale Boğazı idi. Baltık’ta güçlü bir Alman donanması vardı; Balkan Savaşı’ndaki perişanlığımız da onlara ümit veriyordu. Bunun üzerine Churchill, Çanakkale cephesini açmak için Avam Kamarası’ndan yetki isterken özetle şunları söylüyordu: “Bir elimizi bağlasalar, diğer elimizle, yani Hindistan’dan gelecek kuvvetlerimizle Çanakkale’yi yedi günde geçeriz.” Ümit vaad den bu cümlelerle cephe açıldı, Amiral Carden’in kumandasındaki yenilmez donanma Çanakkale önlerine geldi. İlk mermileri 3 Kasım 1914 tarihinde öğleden sonra saat üç sularında Seddülbahir’e düşmeye başladı. 18 Mart 1915’e kadar deniz savaşları sürdü, 18 Mart’ta yaptıkları hücumda müttefikler donanmalarının üçte birini kaybettiler; üçte biri kullanılamaz hale gelince kara hücumuna başvurmak zorunda kaldılar. Derhal ünlü Hamilton’un komutasında kara ordusu teşkil edildi; donanma da onun ermine verildi. Adaların talim için küçük oluşu, yeterli su bulunmaması yüzünden ordularını, Mısır’ın İskenderiye şehrinde toplanmaya başladılar. Hazırlanan orduları 24 Nisan’da sabaha karşı Kumkale, Seddülbahir, Arıburnu bölgelerine çıkarmaya başladılar. Anadolu yakasından top atışıyla yapılacak müdahaleyi önlemek için Kumkale’ye çıkan Fransızlar, bir gün sonra çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaş Arıburnu cephesinde 18 Aralık 1915’e Seddülbahir’de ise 9 Ocak 1916’ya kadar sürdü. Müttefikler yenilgiyi kabul ederek savaşa Filistin’de devam etmek üzere çekildiler. Son şehidimiz Siirt’li Mülazim Zahid Efendi’dir.
Çanakkale’de kan gövdeyi götürdüğü günlerde, Enver Paşa’nın Beyazıd Meydanı’nda yaptığıkonuşmada söylediği “Çanakkale’de ölüyoruz fakat Rusya’yı Kızıl cehenneme gömeceğiz; orada nur topu gibi bir Türk Dünyası doğacaktır.” Cümlesi, bu konuda ahkam kesenlere şunları düşündürmelidir: Rusya komünizm ile iç kargaşaya sürüklenmeseydi Trabzon’a, Erzincan’a gelmiş Rusları kim durduracaktı? Rusya, Çarlık döneminde bir karış toprak kaybetmediği halde, niçin son yıllarda pek çok devlet ondan kopup bağımsız olabildi? Komünizm insana sorumluluk veren değerleri alıp götürmeseydi Rusya dağılma sürecine girer miydi?
Rusya’nın Birinci Dünyü Savaşı’ndan çekilmesi için müslümanların gayretlerini görmezden gelemeyiz. Savaş yıllarında bölgede yaşayan Türkelerin parolası olan “Osmanlı’nın ayağına batacak diken bizim gözümüze batsın” sözü bugün de dünya müslümanlarının parolası olmuş durumdadır. Dünya’nın neresinde bir müslüman varsa, orada Türkiye’ye dair bir umut, bir bekleyiş vardır. Haritada ülkemizin yerini gösteremeyecek müslümanların umutlarında ve beklentilerinde de Türkiye vardır. O insanların tezgahlarında, evlerinde Türk bayrağı vardır. Bazılarının evlerinde ise pencerelere perde yerine Türk bayrağı asılmaktadır. Bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Abdülhamit’in tahtan indirilmesinden sonra tüm ümitlerini yitiren dünya müslümanları yeniden heyecanlanmış, ümitlerini yeşertmişlerdir. Bunu anlamak için gözün görmesi, kulağın işitmesi, kalbin hissetmesi yeterlidir.
Ömer Naci YILMAZ
BİZ DEĞİŞİRSEK …
Raşit halifeler ve daha sonra kurulan devletler döneminde İslâm , dünyanın dört bir yanına hızla yayılırken , şu anda...
22 Kasım 2018 Perşembe 0:12
Raşit halifeler ve daha sonra kurulan devletler döneminde İslâm , dünyanın dört bir yanına hızla yayılırken , şu anda neden bir adım öteye gidemiyoruz ? Komşumuza dahi tesir edemiyoruz , bunu hiç sorgulamayacak mıyız ?
Her yıl gerek düşmanlarımız ; gerekse aramızda oluk , oluk Müslüman kanını nasıl dökebiliyoruz ? Neden aramızı sulh edemiyoruz , neden gücümüzü birleştirip kâfirlerin zulmünü durduramıyoruz ? Her birimizin başını avuçları arasına alıp günlerce düşünmesi gerekiyor.
Ehli sünnet anlayışının hakim olduğu bir coğrafyada doğmuş , dolayısıyla o fikri benimsemişiz. Şiilerin veya Vehhabi – Selefilerin yaptıklarını , inandıkları şeyleri gördükten sonra “ Aman Allah korusun ! “ deyip kendi havzamıza dönüyoruz . Peki bizim anlayışımızda yanlışlar , hatalar , bağnazlıklar , hurafeler yok mu ? Maalesef “ yok “ diyemiyoruz.
Allah’ın kitabı daha ilk ayetinde “ oku !” diyor . Yani ilim her şeyin başında . Belli bir döneme kadar Osmanlı medreselerinde her türlü ilim okutulurken ; daha sonra kim sebep oluyorsa fizik , kimya , tıp , biyoloji , astronomi gibi dersler kaldırılıyor , yani sünnetullahı anlamak terk ediliyor . Bazı yerlerde bu tür bilgilerin verildiği okullar açılıyorsa da medreseler gibi yaygın olmadığı için çok zayıf ve bölgesel kalıyor . Bundan sonra da duraklama ve gerileme dönemi başlıyor .
Bizim terk ettiğimiz bu bilimlere Avrupalılar sarılıyor. Gerek kendi , gerekse İslâm dünyasında yetişmiş bir çok bilim adamını okuyup , inceleyip yoluna devam ediyor. Biz ise yerimizde sayıyoruz.
Bu durum , savaşların kaderini de etkiliyor tabii . Yenilgi nedir bilmeyen Osmanlı bunu tatmaya başlıyor . İşin sebebini kavrayamıyorlar . Batıdan bir takım kopya hareketleriyle , onların dış görünümlerini taklit etmekle olayı halledeceklerini zannediyorlar , ama olmuyor. Nihayet Sultan Abdülaziz ve 2. Abdülhamid dönemlerinde ciddi olarak ilmini , fennini öğrensinler diye Avrupa’ya genç öğrenciler gönderilmeye başlanıyor ama Avrupalıların beyin yıkamasıyla , ilimlerini öğrenmek yerine ırkçı ve güya özgürlükçü düşünceleri sırtlanıp geliyorlar .
Siz o dönemde Avrupa’ya tahsile gidip , döndükten sonra Osmanlı’da tek bir makine üreten her hangi birini duydunuz mu ? Uçak üretimi yapan Vecihi Hürkuş’la Nuri Demirağ Avrupa’nın belki yüzünü görmemişler ama bilgi ve gayretle yerli uçak yapmayı becermişlerdi.
Kendilerine aşılanan ırkçı düşüncelerle 50 den fazla etnik gurubu parçalayarak , Osmanlı’nın hangi derdine derman olacaklarını düşünemiyorlardı , gençlerin beyinleri donmuştu . Sırayla “ Genç Osmanlılar “ , “ Jön Türkler “ ve “ İttihat Terakkiciler “ olarak kendilerini isimlendirdiler . Ve maalesef 2. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra idareyi ele alıp , 9 yıl içerisinde 600 yıllık Osmanlı’nın sonunu getirmeyi başardılar .
Diğer padişahların bıraktığı eksiği iki padişah tamamlamak istemiş ama İttihat Terakkici zorbaların yüzünden maalesef akamete uğramıştı . Mustafa Kemal’in İttihatçı olmadığı söylense de , kurulan yeni cumhuriyet İttihatçı kafasıyla , eski medeniyet değerlerini toptan silmeye çalışan bir anlayışla kuruldu . O günden bu güne yasaklarla da boğuşarak dinimizi öğrenmeye çalıştık . Ancak insanları kuşatacak bir dini anlayışa sahip olduğumuzu söylemek imkânsız .
Hafızlık dinimizce çok övülmüş bir şey . Çünkü Kur’an-ı kerim ilk nazil olduğunda O’nu korumak çok önemli , bir ayetin kaybolmadan saklanması dünyalar değerinde . Günümüzde de değeri inkâr edilemez . Ancak bütün Kitab’ı ezberleyene 1 tek ayetin anlamını soruyorsunuz , bilemiyor . Daha sonra Arapçayı da öğrenip anlamını kavramaya çalışanlar olsa da maalesef çok az.. . Sevap kazanmak için “ Hafız “ oluyoruz yani.
Hiç anlamadan Kur’an okuyoruz , sevap almak için . Anlamadan hatimler indiriyoruz yine sevap almak için . Ölülerimize 7 sinde 40 ında , sene-i devriyesinde hatim okutuyoruz , sevap almak için . … Ama Allah (C.C. ) O’nu okuyup , anlayıp , tatbik edelim diye bir hidayet rehberi olarak göndermedi mi ? Hayır biz sevabını alır gerisine karışmayız. İşte bu yüzden O’nun bize sunduğu güzellikleri öğrenemiyor ; Kur’ani bir hayat süremiyoruz . İslâmın , erdem , vakar , cömertlik , hakka riayet , fedakârlık , vefa , fazilet … gibi güzel hasletlerini gündeme getiren pek kimse yok . Kaynaklarımız daha da budanıp yok edilmeye çalışılıyor . Hadis , sünnet inkâr ediliyor. Halbuki İslâma ilk defa girecek kişi kelime-i şehadet getirirken ; “ Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden resulullah “ diyor .
İlk insan Hz. Adem miydi , başkası mıydı ? Bu tartışılıyor. Hz. Adem olsa veya başka biri olsa benim islâmi yaşantımda ne gibi bir değişiklik yaptıracak ? Hiç … Ama Kur’an’daki yaratılışla ilgili bütün ayetler ve kitabın kendisi tartışmaya açılacak . Sinsice yapılmak istenen de bu zaten .
Geçmiş dönemlerde Osmanlı’da da benzer tartışmalar yapılmış . Peygamber efendimizin ebeveyni , amcası cennete mi gidecek , cehenneme mi ? Kızıldeniz’de boğulmak üzere olan Firavun ,son anda iman edince Cennete mi gidecek , Cehenneme mi ? Sanki hepsinin tabutlarını önlerine getirip bırakmışlar ve karar kendilerine bırakılmış ta , tartışıp durmuşlar . Maksat Müslümanlar arasındaki fikir birliğini bozup guruplara parçalamak .
Medreselilerle , tekkelilerin bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları Osmanlı’yı yorup adeta canından bezdirmiş . Kadızadeler’le Sivasiler arasındaki husumet öyle büyümüş ki tekkeyi basıp bütün dervişleri katletmeyi planlarken Padişahın durumu fark etmesiyle fecaat önlenebilmiş.
Kur’an bizim kitabımız . Onu nasıl anlayacağımızı gerek yaşantısıyla ; gerekse sözleriyle bize anlatan ise Hazreti Peygamber (S.A.V.) . Asılları Arapça olmasına rağmen hepsinin de dilimize tercümeleri var . Sadece sevap kazanmak için değil ; Yaratan bize ne diyor , bunları öğrenip hayatımıza tatbik etmek için okumalıyız . Okumalı ve Allah’ın (C.C. ) emrettiği şekilde değişmeliyiz .
Çünkü biz değişirsek dünya değişir .
IRKÇILIK BÜYÜK FİTNE
17 . Yüzyılda Fransa’da başlatılan hak arama mücadelesinin en önemli moral gücü Fransız milliyetçiliği idi. Saraya , Krala ,...
13 Mayıs 2015 Çarşamba 9:02
17 . Yüzyılda Fransa’da başlatılan hak arama mücadelesinin en önemli moral gücü Fransız milliyetçiliği idi. Saraya , Krala , Soylulara ve Kiliseye karşı koyabilecek bir güç ancak böyle bir güç olabilirdi. Burjuvazi ve köylülerle fakir kesimin gücü Milliyetçilik duygusuyla birleşerek Fransız devrimi gerçekleşti .
Osmanlı’daki yansımaları ise çok farklı oldu. Ne devlet yapısı Fransa’ya benziyordu , ne Osmanlı toplumunda kast sistemi vardı ; ne de Camiler Kiliselerin karşılığıydı .
Avrupa’nın fennini , ilmini almaları için Avrupa’ya gönderilen gençlere bu fikirler aşılandı. Osmanlı 30 dan fazla değişik ırka mensup toplulukları barındırıyordu . Oradaki gençlerin her birine bu aşı zerk edilince Türk asıllı olanlar Türkçülük , Arnavut asıllı olanlar Arnavutçuluk , Arap asıllı olanlar Arapçılık … yapmaya başladılar . Ancak bu ayrışma hareketini ilk başlatanlar Türkçüler olmuştur. Genç Osmanlılar adıyla başlayıp , Jön Türkler ve İttihat Terakki adıyla cemiyet haline gelmişlerdi . Bu nasıl bir milliyetçilik ise “ Jön “ sıfatları bile “ Genç “ anlamında Fransızcadır . İttihat Terakki Cemiyeti türlü entrikalarla Abdülhamit Han’ı devirerek yönetimi ele geçirmiş ve her şeyi Türkçülük esasına göre dizayn edeceklerini söylemiş , Payi – taht’taki farklı unsurlara ait dernekleri kapatmış ve farklı kimliklere mensup Osmanlıları dışlamışlardır. Bu durumda her gurup kendi ırkının savaşını verince Osmanlı devleti düşmanlarının önünde çok zayıflatılmış ve Pati-taht İstanbul dahi işgal den kurtulamamıştır.
Etkilerini 30 yıldan fazladır yaşadığımız Kürt ırkçılığının esas müsebbibi gene 1980 ihtilâlini yapan Türk ırkçıları olmuştur.
Kenan Evren cunta hükümeti Kürtleri adeta hedef tahtasına koymuş ; Kürtçe konuşulmasını tüm bölgede yasaklatmış , bir araçta ele geçen Kürtçe şarkı kaseti dahi suç aleti haline gelmiştir. Askeri cezaevlerinin hemen hepsinde insanlık dışı işkenceler yapıldığı halde , Kürt gençlerinin bulunduğu Diyarbakır ceza evinde kat , kat fazlası yapılmış , oradan çıkan gençlerin büyük çoğunluğu intikam duygusuyla dağa yönelmiştir.
Ve Ak Parti hükümetlerinin 13 yıllık çabasına rağmen hâlâ bitirilemeyen , bir Kürtçü hareketle karşı karşıyayız.
Coğrafyamızın en fazla zarar gördüğü bu Irkçılık hareketinin kökenine inecek olursak , insanlık tarihi ile birlikte başladığını görürüz . Cenab-ı Allah (C.C.) atamız Adem’i yaratıp secde edilmesini emrettiğinde , Şeytan kendisinin ateşten yaratıldığını , topraktan yaratılan Hz.Adem’den daha üstün olduğunu ifade ederek secde etmeyi reddetmiştir.
Dünya tarihinde , her dönemde büyük fitnelere sebep olan Yahudilerin hareketi de gene ırkçılığa dayanmaktadır. Kendi kavimlerinden gelen Peygamberleri kabul etmelerine rağmen ; başka ırklardan gelen Hz. İsa’yı ve Hz. Muhammed’i kabul etmeyip savaş ilan etmişlerdir.
İslam tarihindeki ilk ayrışma da gene ırkçılık – aşiretçilik kavgası ile başlamıştır. Muaviye Hz. Ali’nin halifeliğine itiraz ederken , kendi ailesinin Mekke’yi yıllarca yönettiğini , dolayısıyla bu hakkın en fazla kendilerine ait olduğunu düşünerek Hz. Ali’nin halifeliğini hile ile elinden almış ve belki kıyamete kadar devam edecek Şii- Sünni fitnesinin temelini atmıştır.
Dünya devletleri arasındaki savaşların çoğu da Irk temelli savaşlar değil midir ?
Aynı dine , hatta mezhebe mensup milletlerin savaşları nasıl izah edilebilir ?
Din kaynaklı görünen savaşların bir çoğunun kökeni incelendiğinde gene ırki unsurların etkin olduğu görülecektir.
Zengin Mekke müşriklerinin İslam dinine karşı çıkmalarının sebebi , ticaretlerine ve aile hakimiyetlerine zarar vereceği endişesi değil miydi ?
Her ırk kendi tarihini örnek göstererek kabiliyetleri, kahramanlıkları veya bilime , sanata katkıları yönünden , övüneceği şeyler gösterebilir . Ancak hiçbir ırk her şeyde en önde ; bir başka ırk ise her şeyde en geride olamaz. O yüzden ırkçılığın ciddi bir mantığı da mevcut değildir. Binlerce yıldır insanlığa kan, gözyaşı ve elemden başka hiç bir şey vermemiştir , vermesi de mümkün değildir.
Bizi yaratan yüce Rabbimiz Hucurat Suresi 13. ayette şöyle buyuruyor “ Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, boylara ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdârdır.”
Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır :
Arabın Aceme, (Arap olmayana) Acemin ise Araba üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.
Dünyada bu sözler düstur olarak kabul edilebilse , insanlığın huzura erişmemesi için bir sebep kalabilir mi ?
HAYRANLIK DUYMAMAK ELDE Mİ ?
Öğrencilik yıllarında Tarabya sırtlarında bir evde kalıyorduk. Bazen geç saatlerde Şehirden eve dönmemiz icap ediyordu , fakat o saatlerde...
18 Aralık 2015 Cuma 22:15
Öğrencilik yıllarında Tarabya sırtlarında bir evde kalıyorduk. Bazen geç saatlerde Şehirden eve dönmemiz icap ediyordu , fakat o saatlerde minibüs veya otobüs bulmak çok zordu . Bu yüzden oto-stop yapmak zorunda kalıyorduk . Allah razı olsun insanlar genelde arabalarına alıyordu . O yıllarda bu günkü PKK terörü yerine , Sağ- Sol olayları vardı , her gün ülkede çatışmalar ve ölenler oluyordu ama sanki insanların biri birlerine güveni daha fazlaydı .
O yıllarda iyilik gördüğüm için, arabaya sahip olduktan sonra ben de bazen yolda kalanları aracıma alıp , gideceği yere bırakıyordum .Yağmurlu bir gündü . Sağnak yağışta sırılsıklam olmuş âma bir yaşlı ile hanımını alıp Kağıthane’deki evlerine kadar götürmüştüm. Âma adam arabadan indikten sonra arabanın önüne geçip eliyle plakayı yokluyordu . Adamın ne yapmak istediğini merak edip hanımına sorduğumda , “ Dokunarak arabanın plakasını okuyor , bize bu iyiliği kim yaptı diye “ demişti. Çok duygulanmıştım. Aldıklarımdan bu tür güzel insanlar olduğu gibi , bazılarının ise beni soyduğunu yıllar sonra öğrendim. O seyahat süresi içerisinde mağduriyetini , maddi sıkıntısını , parasını çaldırdığını falan anlatıyor , ben de inanarak elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama yıllar sonra anladım ki bazıları bunu meslek haline getirmiş .
Kadıköy’den Boğaz köprüsüne doğru giderken aldığım bir şahıs parfüm ithal ettiğini söyleyerek – güya benim iyiliğime karşılık vermek için – bana adeta zorla ucuza parfüm satmıştı. Tabii araç kullanırken parfüme dikkatlice bakamamıştım ama eve geldiğimde sahte olduğunu anladım ve çöpe attım .
Bir zaman sonra gene aynı yerden geçiyorum , olayı unutmuşum tabi . Gene biri el kaldırdı , ben de durdum . El kaldıran adamın yüzüne bakınca tanıdık geldi . Adama “ Sen parfüm satıyor musun ? ” diye sordum . Adam : “ Satıyorum ama sana satmam “ diye cevap verdi . “ Sana güven olmaz , arabaya alırsam gene satarsın , onun için almıyorum” deyip basıp gittim. Düşünsenize siz adam yolda kalmasın diye iyilik ediyorsunuz , o sizin arabanızda sizi kazıklıyor .
Osmanlı’da ” Kuş evleri “ , “ Zimen defteri “, “ Papucunu dama atmak “ gibi diğer toplumlarda olmayan değişik kavramlar vardı . Benim en hayran olduğum şey ise “ Sadaka taşları” dır. Çarşılarda insanların kolay göremeyeceği kuytu köşelere mermerden bu taşlar konuyor , sadakasını vermek isteyen üstü tas gibi oyulmuş bu taşlara koyuyor ; ihtiyacı olan fakirler de buradan ihtiyacı kadar alıyorlar .
Zengini “ Başkasının bilmesine gerek yok , sadece Allah (C.C.) bilsin “ diyerek kimse görmeden sadakasını bırakıyor ; fakir de “ Kimse görmese de Allah (C.C.) görüyor , ben hepsini alırsam , ihtiyaç sahibi diğer insanlar aç kalır ” diyerek , ceplerini doldurup gitmiyor. O beldede 1 kişi dahi aç gözlü davranıp sadaka taşını her gün boşaltıp gitse , o sistem çalışması imkânsızdı . Ama yapmamışlar ve sistem yıllarca yürümüş . Anadolu’nun bir çok yerinde bu taş kalıntılarına rastlıyoruz.
Osmanlı’nın hiç hatası , kusuru yok değildi , tabii ki de vardı , ama böyle dürüst bir nesil yetiştirmeyi başarmış bir devletti . Sadece bunun için bile olsa, Osmanlı’ya hayranlık duymamak elde mi ?
.
PAPA’NIN ZİYARETİ ORTA DOĞU HARMANIİnsanlığın var oluşundan bu yana bütün coğrafyaların çektiği sosyal felaketlerin tamamını tek başına Orta Doğu coğrafyası çekmiştir. İhanet denilen...
14 Mart 2021 Pazar 22:21
İnsanlığın var oluşundan bu yana bütün coğrafyaların çektiği sosyal felaketlerin tamamını tek başına Orta Doğu coğrafyası çekmiştir. İhanet denilen fitne bir coğrafyaya fidan gibi ekildiyse artık onun kökünü kurutmak mümkün gözükmüyor. Bunun sebebi ise fitne fidanını çınar fidanı zannetme gafletine düşen aymazlardır. Kerbela hadisesi ile bu coğrafyaya kök salan fitne tohumları aradan 1341 yıl geçmesine rağmen yine etkisini sürdürmektedir. Allah’ın muhkem İpi varken, âşıklarının ipinde kurtuluşu arayan gafillerin varlığı devam ettikçe bu fitne de devam edecektir. Ahh Yavuz Sultan Selim Han’ım! Rabbim sana rahmetini ikram eylesin. Bu coğrafyada söndürdüğün fitne ateşini yeniden harlamak isteyen soysuzlar aramızda kol geziyor. Bu ateş sadece bu coğrafyayı değil, bu coğrafya ile gönül bağı kurmuş diğer coğrafyaları da yakıyor.
Osmanlı Devleti’nin bölgedeki etkinliğini kırmak için İngilizler Vehhabiliği ortaya çıkartıp yaygınlaştırdılar, devletimizin yıkılışını hızlandırdılar. Aynı zamanlarda Doğu’nun kalesi olan Hindistan’ı parçaladılar. O tarihlerde bunları yapan İngilizler, bu günlerde bölgeyi kendi başına bırakırlar mı? Asla bırakmazlar. Mısır’da Muhammed Mursi’nin devrilmesi, Irak’ta Işid’in kurulması asla İngiliz aklından bağımsız değildir.
Vatikan Devlet Başkanı Papa Françesko’nun Irak ziyareti, cenazede en çok ağlayan katil misali değerlendirilmelidir. Sıcak olaylar durulmuş, yıkıntıların, viranelerin, enkazların önüne kurulan platforma çıkan Papa, aymaz Müslümanların gözünün içine baka baka adeta Haçlı Seferleri’ni hatırlatırcasına “Biz yine geldik.” demiştir. Dünyada düşmanına âşık olma rolünü kimseye kaptırmayan aymaz Müslümanlar, burada da sahneye çıkmış Papa’ya yalakalık yarışına girişmişlerdir. Aylan bebeğin babasının, evladının kıyıya vurmuş yağlı boya tablosunu Papa’ya hediye etmesi ne ile izah edilebilir ki?
Yahudiler Anadolu coğrafyamızda ‘vaat edilmiş topraklar’ hayalinden hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Kendileri için tampon olsun diye planladıkları Kürdistan Devleti hayalleri devam etmektedir. Hemen üst bölgede (Doğu Anadolu’da) Ermenistan Devleti’nin kurulmasından vazgeçmiş değillerdir. Aziz Milletimizin paçavra gibi yırtıp attığı Sevr’in değişik versiyonlarını bu kutlu topraklarda gerçekleştirebilmek için yüz yıldır yanıp tutuşmaktadırlar. Büyük milletimizin kutlu vatan sevgisi onları yanıp tutuşturmaya devam ettirmektedir.
Batılı aktörlerin oyuncağı olmaktan bir türlü vazgeçmeyen IKBY (Irak Kürt Bölgesel Yönetimi) Papa’nın ziyareti anısına 6 adet hatıra pulu bastırmış. Barzani ailesi pulları Papa’ya bizzat kendileri tanıtmış. Pulların birisi akıllara ziyan bir durumu açık etmiştir. Güzide illerimizden Erzincan, Muş, Ağrı, K. Maraş, Malatya, Diyarbakır, Van, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Hakkâri’miz Kürdistan Bölgesel Yönetimine dâhil ediliyordu. Vatikan Sözcüsü Matteo Bruni, Papa’nın 8 Mart 2021 Pazartesi günü sona eren ziyaretini Irak’a ve halkına yönelik bir sevgi gösterisi olarak nitelemişti. Yakarız, yıkarız gelir bir de yerinde seyrederiz dercesine… Akademik ve Diplomatik kaygılardan uzak bir anlayışla Papa’yı da, temsil ettiği anlayışı da lanetliyoruz. Kimse bize hümanizm hayalleri kurdurmaya kalkmasın. Batının insanlıktan anladığı tek ilke Latince bir atasözüdür: “Homo homini lupus.” Yani “İnsan insanın kurdudur.” Var olmak için yok etmek zorundadırlar. Hristiyan dünyasının ruhani lideri olan Papa’dan rahatsız olan bir tane Hristiyan görülmüş müdür, duyulmuş mudur? Ama biz Halife kelimesini daha ağzımızdan çıkartmadan Laikler ağzımıza kürekle vuruyor. Bunun için Papa dünyayı ateşe verilirken sesini çıkartmıyor, izlemekle yetiniyor. Emellerini gerçekleştirdikten sonra da pervasızca o bölgelerde gezinip duruyor. Ümmeti bunu seyretmeye mahkûm edenler utansın.
Batılı liderler, Papa Françesko’nun Irak ziyaretini bir umut olarak değerlendiriyormuş. Bu umut aklıma Julius Sezar’ın bir sözünü getirdi: “Veni, Vidi, Vici.” Yani “Geldim, Gördüm, Yendim.” Sezar bu ifadeyi, M.Ö 47’de Tokat’ın Zile ilçesinde Pontus’lu II. Pharnaces’e karşı kazandığı zaferin ardından Roma senatosuna yazdığı mektupta kullanmıştır. Papa Françesko bu türden bir söz kullanacak olsaydı her halde şöyle derdi: “Geldim, Gördüm, …” Kim bilir Ayasofya’dan kaynaklanan kuyruk acısından dolayı içinden neler geçirmiştir. Onun içinden geçirdikleri, bölge insanına ve onlarla gönül bağı kurmuş insanlara ana avrat küfretmektir. Papa’ya ve temsil ettiği zihniyete kızmamak lazım. Asıl kızacağımız onlara bu zeminleri hazırlayan bizim mahallenin aymazlarıdır. Bölgenin ayrımsız bütün yöneticileri bu zilletin gönüllüleridir. Azap ve rezillik peşlerini bırakmayacaktır.
Orta Doğu harmanını yakanlar, Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanmayıp kurtuluşu düşmanında arayan aymazlardır. İlahi yasa öyle buyurmaktadır. “Allah, azabı ve rezilliği, akıllarını kullanamayanlara musallat eder.” (10 Yunus, 100)
Ömer Naci Yılmaz
.
BİZ DE ÜNİVERSİTE OKUDUKTürkiye’nin en netameli yıllarında, faili meçhul cinayetlerin zirve olduğu zamanlarda üniversitedeydik. Gaffar Okkan ve ekibine yapılan katliamda, Sakıncalı Piyade...
6 Şubat 2021 Cumartesi 0:00
Türkiye’nin en netameli yıllarında, faili meçhul cinayetlerin zirve olduğu zamanlarda üniversitedeydik. Gaffar Okkan ve ekibine yapılan katliamda, Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu’nun aracıyla birlikte havaya uçurulduğu yıllarda, Adnan Kahveci’nin, Jandarma Genel Komutanımız Eşref Bitlis’in uçağının düşürüldüğü, Cumhurbaşkanımız Özal’ın bir suikast ile öldürüldüğü yıllarda üniversitedeydik. 1989-1993 yıllarıydı. Başörtüsü zulmünün tavan yaptığı, ülkenin adım adım 28 Şubat Darbesine doğru sürüklendiği yıllardı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Ankara’daki eylemlerinin baş adresiydi. Bu eylemlerin hiç birisinde özgürlük edebiyatı yapanları görmedik. Sağolsun solun içinden gelip solun paradigmasını kıran Fikret Başkaya başörtülü kızlarımızı yalnız bırakmıyordu. Buradaki eylemlerin hiç birinde okulun camları kırılmıyordu, polisin yakasına el uzatılmıyor, araçları tekmelenmiyordu. Tek slogan “Başörtüsüne Özgürlük” idi. Rektörün nasıl atandığını bırakın adıyla bile ilgilenmiyorduk; çünkü bizim işimiz okulumuzu başarılı bir şekilde bitirmekti. Bölüm başkanımız dekan olunca dekanımızın kim olduğunu öğrenmiştik; çünkü işimize odaklanmıştık. Çok değerli hocalarımız vardı. Bir birine oldukça zıt olan hocalarımızın tezgâhından geçtik. Ama hiçbir hocamız bizi tahrik etmedi, kışkırtmadı, değerlerimize hakaret etmedi, bize Dil Tarih Coğrafya Fakülteli olmanın onurunu hissettirdiler. Hepsini saygıyla andık ve anmaya da devam ediyoruz. Her türlü görüşten arkadaşlarımız oldu, sohbetlerimiz oldu. Ama hiçbir zaman birbirimizi yok saymadık, düşüncelerine değil, kendilerine olan saygımızı hiçbir zaman terk etmedik. Bugün çeşitli üniversitelerde görev yapan bu değerli arkadaşlarımızla halen muhabbetimiz devam etmektedir.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan gelişmelere bakınca ister istemez bu başlığı “Biz de Üniversite Okuduk.” atmak zorunda kaldık. Dersiyle ilgilenmemek, ilimle alakalı olmamak, ülkesini ve milletini sıkıntıya sokmak, annelerin yüreğini ağzına getirmek, devletini ve polisini katil diye nitelemek asla öğrencilik değildir. Çokbilmiş kalemşor gazeteciler, Üniversite’de polisin ne işi var diye bağırıp duruyor. İnsafsız bir kez olsun “Terör Örgütlerinin üniversitede ne işi var?” diye sormuyor.
Kâbe resminin LGBT’lilerin elinde ne işi var? Hürmet olsun diye mi taşıyorlar? Bal gibi tahrik oluşturup ortalığı karıştırmak istiyorlar. Biz bu oyunları ilk defa mı görüyoruz? Bir de Türkiye’de bu türden eylemlerde ülkemizin, milletimizin, istikbalimizin ve istiklalimizin yegâne düşmanları neden bu eylemcilerin yanında yer alıyor? Bu bile bu güruh için utanç vesilesidir. Yapılanların öğrencilikle ne alakası var? Bu tür eylemler neden muhalefetin muhabbetini celbediyor? Acaba siz yönetimde olsaydınız, size, devletinize ve polisinize katil diyen öğrencileri veya aralarına giren terör örgütü mensuplarını, hepsi öğrenciymiş gibi kabul edip alınların öpüp evlatlarımız der miydiniz? Cumhuriyetin kurucu ilkelerine bağlılıktan dem vuran muhalefete soruyorum: “Lgbt’lilere sahip çıkmanın, cumhuriyetin kurucu ilkeleriyle ne alakası var?” Sapkınlığı savunmak sizin niçin önceliğinizdir. Bu sapkınların eylemlerinde sizin vekillerinizin onların yanında ne işi var? Lgbt’lilerin hamisi olmaya utanmıyor muzunuz, yüzünüz hiç mi kızarmıyor? Sayın Muharrem İnce’den kaynaklanan fay kırığını Boğaziçi’nin Lgbt tutkalıyla örtme çabalarınız da beyhudedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan terbiyesizliği insan hakları ve özgürlük kavramlarıyla bezeyip meşrulaştırmaya çalışmak, en az sapkınlığın kendisi kadar da adiliktir. Üniversitelilere özgürlük diye nara atanlar, aynı naraları 28 Şubat’ta başörtülü öğrenciler için de atsalardı ciddiye alınırlardı. Asla ciddi değilsiniz, ciddiyetsizliğin zirvesindesiniz.
Kimse bu milleti saf yerine koymasın. Yemezler. Gezi tecrübesini yaşamış, 15 Temmuz Hain Darbesini bastırmış bir devlet ve millet, kurgulanan oyuna gelmeyecek, dış mihrakların ve içerideki taşeronlarının hayallerini kursaklarında bırakacaktır.
Devletimizin, Polisimizin, Milletimizin ve onun yüce değerlerinin yanındayız.
Ömer Naci Yılmaz
.
KAHROLSUN İSTİBDAT YAŞASIN HÜRRİYET (!)Diktatörlerin olduğu hiçbir ülkede “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet.” diye slogan atılmaz, atılamaz. Bırakın atmayı bir kâğıda veya bir eşyaya...
10 Şubat 2021 Çarşamba 11:00
Diktatörlerin olduğu hiçbir ülkede “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet.” diye slogan atılmaz, atılamaz. Bırakın atmayı bir kâğıda veya bir eşyaya bu ifadenin karalamasını bile yapamazsınız. Aklınızdan geçse duyulmuştur endişesiyle nevriniz döner. Hiçbir diktatör yönetimde ve hayatta olduğu dönemde böyle bir slogana muhatap olmamıştır. İhanetin zirve yaptığı Osmanlının son dönemlerinde Batı’nın devşirmeleri bu sloganı Osmanlının en merhametli Sultanına karşı kullanma ahlaksızlığını göstermişler, bizim ahmaklar da bu güruha katılmaktan geri durmamıştır. Osmanlı yıkıldıktan sonra, kurulun yeni düzende, onu yıkanlar ve onlara yardım eden ahmaklar acaba bu sloganı akıllarının ucundan bile geçirebilmişler midir? Kahrettikleri dönemi mumla aramışlar, canlarını kurtarmak için soluğu yurt dışında almışlardır. Benim Sultanıma diktatör diye küfreden Batı’nın devşirmeleri ve onların ayak oyunlarına gelen bizim mahallenin ahmakları Osmanlı yıkıldıktan sonra o sloganları acaba ağızlarına alabilmişler midir? Ne gezer. Köpekten kötü pişman oldular, yaptıkları ihanetin farkına vardıklarında ise atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Hainler genelde okumuşlardan çıkıyor. Bugün olduğu gibi dün de böyleydi. İşte onlardan biri olan Dr. Rıza Nur, Cumhuriyet döneminin alayı vâlâ Hürriyetini ve özgürlüğünü görünce aklı başına gelmiş ve itirafta bulunmuştu: “Abdülhamid düşmanlığı gözlerimizi o kadar kör etmişti ki, Mekteb-i Tıbbiye’ye İngiliz bayrağı çekecek kadar alçalmıştık.” Bugün aynı alçaklığı Boğaziçi Üniversitesi olaylarında görmekteyiz. Dün Amerikan Mandasına karşı oldukları yalanını resmi tarih tezi yapanların geldiği noktaya bakar mısınız? İşte Cumhuriyet Gazetesi’nin attığı Tweet: “ABD Boğaziçi Üniversitesi’ne el koyabilir.” Nurhan Sultan Osmanoğlu ablamız der ki: “Dedem Abdülhamit Hanı tahttan indirenlerin dillerinde “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganları vardı, bugün de aynı slogan var. Dokuz senede koca imparatorluğu paramparça ettiler. O gün mesele Hürriyet değildi. Dün Ağaç değildi. Bugün de Rektör değil. Taleplerinden anlarsınız.”
Sultanımız Abdülhamit’in dönemini “İstibdat/baskı” olarak nitelendirenler 1909’dan 1950’ye kadar bu kavramı hiç kullanmadılar. Dünyanın en Cumhuriyetçi, en özgürlükçü, en demokratik, en katılımcı ülkesi Türkiye (!) imiş gibi İstibdatı hiç görmediler, hiç duymadılar, hiç anlamadılar. Nasıl olduysa Türkiye’de ilk defa hâkim denetiminde serbest seçim yapılıp da %53.5 oyla tek başına iktidara gelen Demokrat Partiye ve onun Başbakanına utanmadan, sıkılmadan “Diktatör” dediler. Tarihi süreç içerisinde anladık ki bu aziz millet kendilerini seçmedikten sonra kimi seçerse seçsin o bir “Diktatör”dür. Menderes’ten sonra en çok seçim kazanan rahmetli Özal’a da diktatör dediler. Aynı şekilde 2002’den beri girdiği tüm seçimleri kazanan Reis’imize de utanmadan, sıkılmadan, yüzsüzce diktatör diyebilmektedirler. Ölmüş annesine küfretme adiliğini gösterebilecek kadar özgür olduğunuz bir yerde diktatörden bahsetmek, köpeksiz köyde değneksiz gezmektir. Bunlar değil mi Dünya’nın en naif Başbakanı Menderes’e diktatör diyen bunlar değil mi? “Buyurun kardeşim, haydi sandığa gidiyoruz.” diyen Özal’a diktatör diyen yine bunlar değil mi? Bu İttihatçı zihniyet, Osmanlı Devleti’ni dokuz senede yıkan zihniyettir. Dedem Abdülhamit Han, kendisini tahtan indiren heyete: “Benden sonra bu ülkeyi on yıl idare edebilirseniz yüz yıl idare etmiş gibi iftihar edebilirsiniz.” demişti. İdarelerinin dokuzuncu yılında Devleti yıkıp İngilizlere teslim etmişlerdi. Bunların bugünkü takipçileri ülkeyi değil dokuz sene idare etmek, dokuz ayda ülkenin anahtarlarını ABD’ye teslim ederler.
Dün dertleri Sultanımız Abdülhamit olmadığı gibi, sonrasında da dertleri Menderes ve Özal olmadı. Bugün de Reis’imiz olmadığı gibi. Dertleri, Efendilerinin bu topraklardaki her türlü hâkimiyetlerinin sona ermesi ve vurdukları prangaların birer birer kırılıp atılıyor olmasıdır. Bunun için derdinizi biliyoruz, sizi derdinizle baş başa bırakmaya yemin ettik, ahdettik.
Efendilerine layıkıyla hizmet edememekten dolayı kafayı kırıp güzelim ülkem için “Kahrolsun İstipdat, Yaşasın Hürriyet” diye slogan ve tweet atanlara diyoruz ki: “Sizin anladığınız Hürriyet Kahrolsun, İstibdat Yaşasın.”
Ömer Naci Yılmaz
.
BATI’YI KORKUTAN SESTarih boyunca Batı, Doğu’dan gelen her türlü hareketten korkmuş ve olup biteni endişe ile karşılamıştır. 3. ve 4. Yüzyılda...
3 Ocak 2021 Pazar 0:00
Tarih boyunca Batı, Doğu’dan gelen her türlü hareketten korkmuş ve olup biteni endişe ile karşılamıştır. 3. ve 4. Yüzyılda meydana gelen Kavimler Göçü Avrupa’nın nevrini döndürmüş, ülkeler ve sistemler yer değiştirmiştir. Asya’da durumun yaşam için olumsuzlaşması Türk lider Balamir önderliğindeki topluluklar Avrupa’ya doğru yol almıştır. Ostorogotlar ve Vizigotlar Türk akınları karşısında tutunamayınca önlerine çıkan kavimleri de daha Batı’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu Türk hareketi öyle bir ses getirmiş ki Dünyanın siyasal tanrısı kabul edilen Roma İmparatorluğu 395’te ikiye ayrılmıştır. Göçlere dayanamayan Batı Roma İmparatorluğu 476’da yıkılmış, Avrupa Hun Devleti kurulmuştur. Bu gelen Türk Devleti Avrupa’yı/ Batı’yı korkutmuştur.
Avrupa’nın kalbine hançerini sokan Atilla Roma’ya doğru yol alırken, Papa aman dilemiş, elçiler göndermiştir. Margus (Bugünkü Orasje- Dobruca) şehrinde, halkın huzurunda Atilla at üzerinde olduğu halde Plinthas başkanlığındaki Doğu Roma elçilik heyetine isteklerini kabul ettirmiştir. (Margus Antlaşması M.S. 434) Doğu Roma elçileri anlaşma maddelerinin ağır olduğunu söyleyince Atilla atını elçilerin üzerine doğru sürerek şöyle haykırmıştır: “Ya kabul edersiniz ya da harp!”Bu kararlı ses Avrupa’yı/ Batı’yı korkutmuştur.
M.S 638’de Roma İmparatorluğu’nun tasallutundaki Kudüs’e Hz. Ömer’in vurduğu İslam mührü, Batı’yı/ Avrupa’yı korkutmuştur. 1187’de Kudüs’te Selahattin Eyyubi’nin atının nal sesleri, Batı’yı/ Avrupa’yı korkutmuştur. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Kudüs, Orta Doğu ve Mısır topraklarındaki izleri, Batı’yı/ Avrupa’yı korkutmuştur.
Muhammet Alparslan’ın 1071’de Malazgirt ile Anadolu’nun kapılarını Müslüman Türk milletine açması, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın Bizans İmparatoru I. Manuil’i 1176’da Miryakefelon Zaferi ile mağlup etmesi Türk hâkimiyetini pekiştirmiş ve Anadolu’nun tapusunu almıştır. Bu gelen Türk yiğitleri Avrupa’yı/ Batı’yı korkutmuştur.
Sultan Muhammet Han’ın İstanbul’u fethettiği haberini alan Vatikan’daki Papa şu cümleyi kurmaktan kendini alamamıştır: “Bugün Hrıstiyanlığın utanç günüdür. İstanbul geri alınana kadar bu utanç ile yaşayın.” Papa’ya bunu söyleten Fatih Avrupa’yı ve Batı’yı korkutmuştur. Dünya siyasi tarihinde liderlerin nevrini döndüren ses yine Doğu’dan, Yine Müslüman bir Türk lider olan Reis’ten gelmiştir. İsviçre’nin Davos kasabasında 29 Ocak 2009′da Dünya Ekonomik Forumu (WEF) kapsamında düzenlenen “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde, Reis, İsrail Cumhurbaşkanının yüzüne bakarak “Sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” dedi. Reis’in konuşması, moderatör tarafından kesilmeye çalışılmış, Reis de Ignatius’a dönerek ‘oneminute’ diyerek, kendisine müdahale edilmemesi uyarısında bulundu. Abdülhamit Han’dan sonra Dünya liderlerinin hadsizliklerinin yüzlerine vurulduğu ilk olması açısından çok önemlidir.
Dünya liderlerinin nevrini döndüren bir ses yine Doğu’dan, Yine Türk’ten ve yine Reis’ten gelmiştir. 74. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda liderlerin gözlerinin içine bakarak “Dünya 5’ten büyüktür.” diyerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan beş ülkeye ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’e gönderimde bulunmuştur. Bu sesleniş başlı başına hak ve adalet arayışının zalimlerin suratlarında Osmanlı tokadının yansımasıdır.
Reis’in sesi, milletimizin yüreğine tercüman olmuş, özgüven aşılamıştır. Sayın Devlet Bahçeli’nin dışarıdakilere ve içeridekilere had bildirmesi hissiyatımıza tercüman olmuştur. İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu’nun söylemleri hem Batı’yı hem de içerideki devşirmelerini adeta çileden çıkartmıştır. Milli Savunma Bakanımız Hulisi Akar’ın söylemleri, Hariciyemizin yüz akı Mevlüt Çavuşoğlu’nun söylemleri Batı’yı ve taşeronlarını sinirlendirmiştir. Biz bu gür seslere yüz yıldır hasret kalmıştık.
Ayasofya Camii’nin 24 Temmuz 2020’de yeniden cami olarak ibadete açılması 567 yıl sonra Papa’yı da, Avrupa’yı da Batı’yı da korkutmuştur. Ayasofya’nın yeniden açılmasından sonra Batı’nın Türkiye, Reis ve İslam düşmanlığı daha da artmıştır. Batı için Türk korkusu ölüm korkusundan beterdir. İnsanlığa kim zulmediyorsa Rabbim onları Türklerle imtihan etsin, korkularını ziyadeleştirsin.
Batı’nın korktuğu sesler hep Doğu’dan gelmektedir. Bir dönem Sovyetler Birliği korkusu, sonrasında Çin korkusu ve şimdilerde ise Türk korkusu Batı’nın ensesinde Boza pişirmeye devam etmektedir. Bizim nöbette uyuduğumuz bir geçiş döneminde Osmanlı’yı yıktıktan sonra Anadolu’da istedikleri gibi at oynatanların oyunları artık birer birer bitiyor. Bize sadece ve sadece tarımsal üretimle mutlu olmanın hikâyeleri anlatıldı. 12 Eylül 1980 darbecileri, aylarca mercimeğin faziletlerini anlatarak aziz milletimizi uyuttu. Sanayi, Teknoloji, Endüstri kelimeleri adeta yasaklanmış gibiydi. Rahmetli Erbakan hocamız oyunu ilk fark edenlerden oldu, ağır sanayi hamlesini başlattı. Oyunu bozduğu için darbeye maruz kaldı. Yine oyunu fark eden rahmetli Özal, Savunma Sanayi Fonu’nu kurarak şerefli ordumuzun dışa bağımlılığını azaltmada önemli rol oynadı. Osmanlı’dan buyana bu aziz millete oynanan bütün oyunları fark eden Reis’imiz top yekûn bir kalkınma hamlesi başlatarak, her alanda milletimize giydirilmiş olan çaresizlik gömleğini çıkartıp attı, uyutulan bir devi yeniden uyandırdı. Büyük tarihçi Toynbee, “Osmanlı durduruldu, dev uyutuldu. Dev uyanırsa, kimse durduramaz!” demişti. Yüz yıldır yaşananlar, milletimize oynanan oyunlar, sağ sol kavgaları, Laik-Müslüman çatışmaları, Alevi-Sunni kışkırtmaları, PKK başta olmak üzere kurulan terör örgütleri, PKK başaramayınca devreye sokulan Fetovs… Tam yüz yıldır yaşananlar dev uyanmasın diyedir. İçeriden yıkılmıştır, yıkıldığımız yerden, yani içeriden Reis’le birlikte yeniden ayağa kalkıyoruz hamdolsun. Bu aziz milleti yüz yıldır kalaysız kapdan yemeğe zorlamışlardır. İşte ülke olarak yeniden kalaylı kaba, özümüze dönüyoruz. Artık çocuklarımız kalaysız kabın peşinde değil, Osmanlı ocağındaki kalaylı kabın peşinde olacaktır. Çünkü aziz milletimizin mayası böyle çalınmıştır. Üstad Yahya Kemal Türk (Osmanlı) çocuklarını anlatırken şu hususu önemle vurguluyor: “Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullahı indirdiler. Küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler, kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” İşte bu çocukların varlığı bugün Avrupa’yı/ Batı’yı korkutmaktadır, korkutmaya da devam edecektir. Bütün bunlar olurken içimizde Avrupa/Batı adına hareket edenler, onların sesi soluğu olanlar hep var olacaktır. Bize düşen görev, onların unuttuğu Osmanlı’yı onlara yeniden hatırlatmaktır. Bundan sonraki korkularının adı “Osmanlı’nın Torunları.” olmuştur. Bu onur bizim için şereftir. Aziz milletimize bu onuru, şeref ve izzeti yeniden hatırlatan ve yaşatan Reis’imiz berhudar olsun.
Ömer Naci Yılmaz
.
Tank paleti fabrikası için ortaya atılan iddiaların aslı yok!Sakarya Arifiye’deki tank palet fabrikasıyla ilgili asılsız iddialar gündeme getirilenlerin, tank palet fabrikasıyla ilgili ortaya attıkları iddiaların hiçbir aslı...
4 Aralık 2020 Cuma 16:57
Sakarya Arifiye’deki tank palet fabrikasıyla ilgili asılsız iddialar gündeme getirilenlerin, tank palet fabrikasıyla ilgili ortaya attıkları iddiaların hiçbir aslı ve belgesi yok. yalan, tezvirat ve fitne çıkarmaktan başka bir şey yapılmıyor…
Siyasi malzeme olarak kullanılmaya çalışılan fabrikanın itibarı da hedef alınıyor. Konuyla ilgili ortaya atılan asılsız iddialara sert tepki gösteren Başkan Erdoğan, “Ben bunlar kadar yalanı rahat konuşan bir siyasetçi tanımadım. Sabah yalan akşam yalan. Sakarya’daki tankpalet fabrikası ile ilgili belgeleri ortaya koymamıza rağmen hala onu konuşuyor. Buradan sana ekmek çıkmaz. Boşa uğraşma. Burada tamamıyla zarar eden bir fabrika varken şimdi buraya BMC ile ortak faaliyette olan Katar’ın kalkıp da burada yaptığı yatırım ve cepten herhangi bir şey çıkmadı” dedi. İşte ortaya atılan yalanların çürütüldüğü o gerçekler…
Sakarya’daki tank palet fabrikasıyla ilgili ortaya atılan yalan iddialar tek tek çürütülmesine rağmen bu konu gündemde tutularak özellikle terörle mücadelede üstün başarı sağlayan silahlı kuvvetlere teçhizat sağlayan fabrikanın itibarı da hedef alınıyor. Sabah gazetesi yazarı Faruk Erdem A Haber‘de katıldığı programda fabrikayla ilgili ortaya atılan iftiralar ve yalanların gerçeklerini anlattı.
TANK PALET FABRİKASI GERÇEĞİ! BUGÜNE KADAR NE OLDU?
*Sakarya’daki tank palet fabrikası 1973 yılında merhum Necmettin Erbakan tarafından kuruldu.
*Kıbrıs Barış Harekatı’ndaki ambargo döneminde bu fabrika önemli bir işlev görerek silahlı kuvvetlerin teçhizat ihtiyacını karşıladı.
* Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı olan fabrikada tankların modernizasyonu yapılıp, palet ve optik parçaları üretildi.
*Kuruluşundan bu yana geçen 50 senede fabrikanın teknolojisi eskidi ve fabrika son yıllarda atıl konumdaydı.
*Fabrikanın tekrar işlev hale gelmesi için 2018 yılında Altay tankı üretimi döneminde fabrikanın modernizasyonu için 25 yıllığına özel sektöre devri gündeme geldi.
*Bunun için talipli şirketler Otokar ve BMC oldu.
*Otokar, 250 tank üretimi için 7 milyar euro fiyat çıkardı.
*BMC’de devreye girince rakam 4.2 milyar euroya indi.
*Pazarlıklar sonucunda ihale 3,6 milyar euroya BMC’de kaldı.
*Böylece 3.4 milyar Euro devletin cebinde kaldı.
ORTAYA ATILAN ASILSIZ İDDİALARIN ÇÜRÜTÜLDÜ
YALAN
Fabrika BMC’ye ve Katar’lılara satıldı GERÇEK
Fabrikanın işletme hakkı 25 yıllığına BMC’ye kiralandı
YALAN
Fabrika bakanlıktan alındı GERÇEK
Fabrikanın mülkiyeti ve denetim yetkisi Milli Savunma Bakanlığı’na ait. İşletmesi BMC’ye 25 yıllığına verildi.
YALAN
*Tüm işlemler gizli kararnamelerle yapıldı GERÇEK
Kararname değil 14 Mayıs 2019 tarihli 1105 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile işlem gerçekleştirildi ve tüm kararlar kamuoyu ile paylaşıldı.
YALAN
*TSK’nın ihtiyaçları karşılanmayacak GERÇEK
*Fabrikada hiçbir faaliyet aksatılmadan ve devlete ilave hiçbir maliyet getirilmeksizin TSK ihtiyaçlarının karşılanmasına devam edilecek.
YALAN
*İşçiler çıkartıldı hakları verilmedi. GERÇEK
*İşçi personelin her türlü özlük ve toplu sözleşmeden kaynaklı diğer sosyo- ekonomik hakları korundu.
YALAN
*İşlemler hukuka aykırı yapıldı GERÇEK
*Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu işlemin hukuka uygun olduğunu karara bağladı.
YALAN
Fabrikada hiçbir şey üretilmedi GERÇEK
Fabrikada 281 adet Fırtına Obüsü üretildi. Almanya’da 10 milyon dolar olan maliyet 4,2 milyon dolara düşürüldü.
BAŞKAN ERDOĞAN’DAN ASILSIZ İDDİALARA TEPKİ: “BEN BUNLAR GİBİ YALANI RAHAT KONUŞAN SİYASETÇİ TANIMADIM”
Ben bunlar kadar yalanı rahat konuşan bir siyasetçi tanımadım. Sabah yalan akşam yalan. Sakarya’daki tank palet fabrikası ile ilgili belgeleri ortaya koymamıza rağmen hala onu konuşuyor. Buradan sana ekmek çıkmaz. Boşa uğraşma. Burada tamamıyla zarar eden bir fabrika varken şimdi buraya BMC ile ortak faaliyette olan Katar’ın kalkıp da burada yaptığı yatırım ve cepten herhangi bir şey çıkmadı. Buranın restore edilmesi ile yenilenme sürecinde bu fabrika kendimize ait, tanklarımızın bakım onarımından tutun yeni adımlarda da yatırım olarak ortaya çıkmıştır.
FABRİKANIN MÜLKİYETİ MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI’NDA KALMAK ÜZERE İŞLETME ASFAT A.Ş. DEVREDİLDİ
14 Mayıs 2019 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararı ile; Arifiye Tank Palet Fabrikası’nın mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’nda kalmak üzere işletmesinin Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketine (ASFAT A.Ş.) devredilmesine, fabrikada çalışan askeri personel ile memurların ilgili mevzuat çerçevesinde MSB bünyesinde çalışmaya devam etmesine, fabrikada işçi statüsündeki personelin her türlü özlük haklarının korunması kaydıyla ASFAT A.Ş.’ye devredilmesine karar verildi.
FABRİKANIN İŞLETME HAKKI 25 YIL SÜRE İLE BMC’YE VERİLDİ ANCAK HER TÜRLÜ DENETİM YETKİSİ MSB’DE..
Milli Savunma Bakanlığı, ASFAT A.Ş. ve BMC arasında imzalanan protokol ile Arifiye Tank Palet Fabrikası’nın mülkiyetinin Milli Savunma Bakanlığı’nda olacak şekilde ve işçilerin tüm özlük hakları korunarak kadroların ASFAT A.Ş.’de kalması kaydıyla Fabrika’nın işletme hakkının 25 yıl süre ile BMC’ye verildi. Arifiye Tank Palet Fabrikası’yla ilgili her türlü denetim yetkisinin Milli Savunma Bakanlığı’na ait olduğu ifade edildi.