Topics: diyalogcular, islamda mezhepsizler, islamda reformcular, mezhep, mezhepler,mezhepsizler, reformcular
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” diye haber vermiştir. O kurtuluşa eren topluluğun kimler olduğu sorulunca: “benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Bir rivâyette “cemaât” denilmiştir. Peygamber (s.a.s.) efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Ümmetim asla, sapıklık üzerinde bir araya gelmez.” (Kütüb-ü Sitte / İtikad) ”İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim”(İbn Mâce. Fiten. . Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, II, 419).
Peygamber (s.a.s.) efendimizin bid’at sahibi kimseler hakkında beyan ettiği hadis-i şerifler:
“Bid’at sahibi bid’atini terk etmedikçe Allah onun hiç bir amelini kabul etmez.” (ramuz-ul-ehadis/37, Kütüb-ü Sitte) “Kim bid’at sahibine saygı gösterirse, İslamı yıkmasına yardım etmiş olur.” (Ramuzul-Ehadis 5569 Kütüb-ü Sitte) “Allah bid’at sahibinin ne namazını, ne orucunu, ne zekatını, ne haccını, ne cihadını, ve ne de diğer amellerini asla kabul etmez; hamurdan kıl çıkar gibi İslamdan çıkar.” (Ramuz-ul Ehadis/6093) “Kim bid’at sahibinden nefret ederek yüz çevirirse, Allah onun kalbini iman ve sükunla doldurur.”(Ramuz-ul-Ehadis 5039, Kütüb-ü Sitte)
Mezhepsizler, diyalogcular ve dinde reformcular da bid’at ehli gurubuna girmektedir. Yalnız diyalogcuları ikiye ayırmak gerekirse, bunların birincilerinin maksadı sırf islamı tebliğ ise, onları yanlış yolda olan diğerlerinden ayırmak gerekir. Bid’at demek; İslam dininde olmayıp sonradan İslamın içine sokulmak istenilen sapık inanç, amel ve fikirlerdir. Geçmişte, bazı üniversitelerde, bulunduğu makamı hiç haketmeyen sapık fikirli kimselere, İslamın bozulmasına çalışanlar tarafından kasıtlı olarak doçentlik ve profösörlük gibi ünvanlar verilmiştir. Amaç belli, bunları çeşitli üst makamlara getirip söz ve kürsü sahibi yaparak İslamın yıkılmasını gerçekleştirmektir. Hakkı örtmeye çalışanlara karşı mücadele vermeye kalkan ihlaslı mü’minlere, bunların şaklabanları hemen ağızlarındaki pisliği kusarak:”Siz kim oluyorsunuz, hangi sıfatla bu akademik kariyer sahibi hocalarımıza karşı söz söylüyorsunuz?” diye sataşırlar. Şimdi bu şaklaban nâdanlara soruyoruz:
-” Yunus Emre, Said-i Nursi, Necip Fazıl ve Mehmet Akif gibi değerli şahsiyetler hangi profösörlük diploması ile o güzide eserlerini yazdılar?
Onların (bugün ki anlamda), üniversite diplomaları profluk ünvanları mı vardı?
Mimar eseri mi, eser mimarı mı yapar?
Onlar prof olmadıkları için, o değerli insanların eserlerini insanlar okumasınlar mı?
Hakkı ve hakikatı görmek için diploma ve profluk yeterli olsaydı, memlekette bu kadar ateist prof olur muydu???
Diplomayı küçük gördüğmüz için bunları yazmıyoruz. Bunları diplomamız olmadığı için yazdığımız da sanılmasın. Eğer, sırf bir diploma Hakka vasıl olmak için yeterli olsaydı, Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler, İmamı Gazaliler medreseden sonra arayışlara giderler miydi?
Ehl-i sünnet alimleri 40 yıl dini tedrisat yaparlar, ancak o zaman bir kürsüye otururlardı. Şimdi 20 yılda birileri profesör oluyor(iyiler müstesna), kendini alemin üstadı sanıyor ve başlıyor geçmişi karalamaya. Başlıyorlar mezhebleri, mezhep imamlarını, evliyaları ve tarikat lideri büyükleri kötüleyip, karalamaya. Her profesör her şeyi biliyor manası anlaşılmamalı, zira Allah’ı inkar eden profesör sayısı inananlardan daha çok bu ülkede.
Rivayete göre İblis (aleyhilleaneh) tüm şeytanları bir araya toplamış ve diğer şeytanlara hitaben: “Kötülüğün yaygınlaşması için kötülüklerin arasına bazı iyilikleri serpiştirin ki kötülükler insanlar arasında kabul görsün.” diyerek tam bir şeytani telkinde bulunmuştur. Bugün yeryüzündeki sapık dinlerin ve İslam’dan ayrılan sapık mezheplerin, mezhepsizliğin, dinde reformculuğun ve dinler arası diyalogculuğun ayakta kalmasının altında bunun benzeri telkinler yatmaktadır.
Mevdudi, Muhammed Abduh, Muhammed Esed, Cemalettin Efgani ve Seyit Kutub gibi kişiler geçmişte herhangi bir ehli sünnet mezhebine bağlı kalmayan mezhepsiz kişilerdir. Bunlardan Muhammed Abduh denilen adam, 1905 yılında Kahire’de müftülük görevi yaparken Mason localarına kayıdı tesbit edilmiştir. Bu yüzden İkinci Abdulhamid Han hazretleri, kendisini İstanbaul’da göz hapsinde tutmuştur. Günümüzde bunların uzantıları olan kişilere dinde reformcular, mealciler, vehhabi, diyalogcu gibi isimler verilmiştir. Bunların ehli sünnetten ayrılan en bariz sapkınlıkları, İslamiyeti kendi akılları ve mantıkları ile yorumlamalarıdır.
Ehli sünnet alimlerini sırat-ı müstekim üzere kılan özellikler ise, İslamiyeti, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem ) Efendimizin ve Eshab-ı Kiramın(radıyallahu anhüm) anladığı gibi anlamış olmaları ve onların istikametleri doğrultusunda ictihat etmeleridir. Kimse Kur’an’ı, Peygamber(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizden daha doğru tefsir edemez ve İlahi kelamdan Allah’ın ne murad ettiğini O’ndan daha iyi anlayamaz. Zira, Kur’an O’na inzal oldu. O’nun yolunu takip eden Ehl-i sünnet alimleri (Allah onların kabirlerini cennet bahçeleri kılsın) sapıklığa düşmediler. İslamiyeti Eshabtan sonra en güzel şekilde onlar yaşadılar.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Camiüs-sağırda ki, bir hadislerin de: “Üzkürül fâcira bimâ yeHderahunnas.”diye beyan etmiştir ki mealen: “Kötülüğü yayanları başkalarına anlatarak teşhir ediniz ki diğer insanlar onların şerrinden korunsunlar.” diye haber vererek, bu reformcu ve mezhepsiz bid’atçi kimselere karşı müminlerin uyarılmasını emretmiştir.
Bir kimse ilahiyat profesörü de olsa, fetvada bulunurken ayet, hadis veya Ehl-i Sünnet alimlerini kaynak göstermiyorsa, o kişilerden sakınmak dini bir vecibedir. Şahısların diplomasına bakarak, her söylediklerinin doğru olduğunu kabul etmek ve doğru yolda olduklarını iddia etmek gaflettir. İlim adamı, yanlış ve şeytani bilgileri halka hakiki ilim gibi sunuyorsa yanlış yoldadır. Nitekim her profesör olana da diplomasından dolayı itibar etmemek gerekir. İnsanın maymundan geldiğini iddia eden ve tahrifatlarla dolu bilimsel tezler yazan Darwinci profesörler olduğu gibi, ayet ve hadisleri yanlış yorumlayan ilahiyatçı profesörler de az değildir. O halde her diploması olan ilahiyatçıya güvenilirse, inancımız ne hale gelir?
Dinler Arası Diyalog nedir?
Diyalogun Amacı:
“ Dinlerarası diyalog, Papalığın II. Vatikan Konsili’nin 4. oturumunda kabul edilen, “Nostra Aetate” diye maruf Konsil metninde aktarılan ve 28 Ekim 1965′te Papa VI. Paul’un onayıyla ilan edilen, “Papalığın 3. bin yıl hedefi olarak açıkladığı Asya’nın hristiyanlaştırılması projesi’nin bir yöntemidir. Papalığın “çağdaş hristiyanlaştırma ve misyonerlik usulü” dür.
( Bakınız; John W. O’Malley, “Reform, Historical Conciousness And Vatikan li’s Aggiornamento, Theological studies, 1971 xxx11/4; M. Raukanen, The catholic Doctrin of Non-Christian Religions According to the Second Vatikan Council, New york 1992, 35; The Second Vatikan Council, Nostra Aetate, 1-4)”
Diyalogcuların gerekçesi:
“Diyalog, hem inançlar alanında yanlış anlamaları tashih, hem de evrensel barışı yakalamak için bir ihtiyaçtır. İnanç alanında yanlış anlama ve anlatmalara bir misal verecek olursak; Hıristiyan Dünyasında yerleştirilmeye çalışılan ve toplumların anlaşmasını önleme amacını güden çok zararlı bir önyargı vardır. Bu da, “Kâ’be’nin bir Arap panteonu (tapınağı) olduğunu, Araplar’ın İslâm’dan önce 360 puta taptıklarını, Resul-i Ekrem’in (s.a.s.) diğerlerini kaldırarak sadece en büyük bâtıl tanrıya -hâşâ- tapınmayı sürdürdüğünü, Allah denen bu en büyük bâtıl tanrının (hâşâ), Hıristiyanlarla müşterek olmadığını ileri süren meş’um ve son yıllarda özellikle îmal edilmiş önyargıdır. Özellikle kökeninde Hıristiyanlık da olmayan bazı Amerikan çevrelerinde yayılmaya çalışılan ve oradan da Avrupa’ya aktarılmaya uğraşılan bu görüşe Batı’da çok rastlanır. Diyaloğun birinci türü; inançlar alanında bu gibi kötü niyetli ön yargılar imajıni önlemek içindir.”
Hıristiyan ve yahudilerin müslüman olmamalarının sebepleri:
Ehl-i kitab mensublarının müslüman olmamalarının altında yatan sebep, araştırıcı olamayıp atalarından ve papazlardan duydukları islam inancında olmalarıdır. Onlarda, müslüman olan hırıstiyan ve yahudiler gibi araştırıcı olsalardı, müslüman olmamaları için hiç bir engel kalmazdı.
Diyalogcular:
Amacı İslamı tebliğ olmayan bazı Dinler Arası Diyalaogcular, Görünüşte masumane olup, sözde ve görünüşte İslami hizmetler verme görüntüsü adı altında olan bu kimseler, müslümanların temiz inançları içerisine Dinler Arası Diyalog adı altında, üçlü teslis şirk inancına dayalı olan, hırıstiyanlık inancını benimseterek yerleştirmek amacını güden ve sapık din adamları ile de işbirliği içinde olan kimselerdir.
Diyalogcu, yukarıdaki paragrafında güya, müslümanlar üzerindeki hırıstiyanların ön yargılarını kaldırmak için, dinler arası diyalogun gerekliliğini savunarak, asıl amacını gizlemektedir. Ama aşağıdaki alıntı paragrafta ise, kendi sözleri ile çelişkiye düşmektedir. İşte diyalogcunun o ifadesi:
“Diyalog görüşmelerinde: “Siz Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya inanıyorsunuz da Hz. Muhammed’e niye inanmıyorsunuz?” şeklinde bir soru yanlıştır. Çünkü diyalog görüşmeleri, bir bütünleşme toplantıları değil, diyalog toplantılarıdır. Yoksa böyle diyenler Müslüman olurdu. Evet, bu diyalog görüşmeleri Müslümanlar arasındaki sohbet değil, bu değişik din mensuplarının arasındaki bir diyalogdur. Bu birlikteliklerde, bazı konulara özellikle tarafların birbirini incitecek konulara hiç girilmemeli, aksine müştereklerde diyalog kurulmalı, müştereklerde bir arada olunmalıdır.” (N. Ö. Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu, İst. Büyük Şehir Belediyesi, 7-8 Mart 1998, İst., s.163-164)
Mademki siz diyalogcular ehli kitabı, Rasulullah(aleyhisselam) efendimize imana davet etmeyeceksiniz, onları İslama çağırma gibi bir amacınız da olmadığına göre, o halde onların çirkin ön yargılarını nasıl kaldıracaksınız?
Diyalogcuların sık olarak kullandıkları bir cümle:
-” Ehl-i Kitap ile amentüde ittifakımız vardır”
Yukarıdaki cümle ile Diyalogcular, hırıstiyan ve yahudilerin tevhid ehli olduğunu ifade etmekteler. Bu ifadenin doğru olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile belgeliyeceğiz. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi 17. ayette mealen:
-“Yahudiler, Üzeyr’e, Hristiyanlar da Mesih’e(İsa’ya) Allah’ın oğlu dediler. Daha önceki kâfirlerin [“melekler Allah'ın kızlarıdır” diyenlerin] sözlerine benziyor. Allah onları kahredecektir! Nasıl da sapıtıyorlar.” [Tevbe 30]diye buyurulur.
Allahu Teala Maide Suresi 17. ayeti kerimede mealen: “Yemin olsun ki “Meryem’in oğlu Mesih Allah’ın oğludur “diyenler kafir oldular.”diye buyurur. Bütün müslümanlarca da bilinmektedir ki hırıstiyanların dini inançları; baba(Allah), oğul(İsa) ve Ruhul-kudüs teslis inancı olduğudur. Bir başka ayette Maide / 73 mealen:
“Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler elbette kafir oldular. Halbuki bir tek ilahtan başka ilah yoktur. “ diye bildiren, alemlerin Rabbi Allah,(c.c.) kendisinden başka ilah olmadığını açıkca beyan etmektedir. Diyalogcular bu ayetlere rağmen, tevhid inancından taviz vermeden, üçlü teslis şirk inancı üzere olan ehl-i kitabla, amentüde ittifakı nasıl kuracaklardır?
Diyalogcuların yapacakları iş, diyalog değilde İslamı tebliğ olmalıydı. O zaman söylenecek bir söz elbette olmazdı. Yoksa diyalogcular, tebliğ ile diyalogumu birbirine karıştırıyorlar?
Eşek kalmaksa bir adamın niyeti
Allah gidermez ondan asla zilleti
İlim bir kimseden giderse de cehaleti
Bâki kalır o kimsede eşeklik illeti
Dinde ne yenilik vardır ne kehanet
Dinler arası diyalog dediğin bir ihanet
Bir profluk diploması almış hakkı olmadan
Âleme üstad sanmış kendini bilmez nâdan
Avukatlığa soyunmuş bir şaklaban salaka
Cehenneme ortak bilet mi aldın be yalaka
Ebu Zer (r.a) ‘dan Rivayetle ; Efendimiz Buyurduki (Sallallahu Aleyhi Vessellem) :
-“ Arzusu ve hedefi Allah’tan başka şey olarak sabahlayan kimse, Allah(ın kulların) dan değildir. Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen de onlardan değildir.”(Taberanî, Hakim (müstedrek)
ALTTAKİ YAZI “DİNİMİZ İSLAM” İNTERNET SİTESİNDEN ALINTIDIR:
SORU: (Mezhepsize mezhepsiz demek, ona hakaret olacağı için caiz olmaz) deniyor. Günümüzde birçok mezhepsiz âlim var. Mezhepsize mezhepsiz demek niye caiz olmuyor? Mesela Mason Abduh’a mezhepsiz dense dinen caiz olmaz mı?
CEVAP: Aklı olmayana akılsız, dini olmayana dinsiz, parası olmayana parasız demek ne kadar normalse, mezhebi olmayana da mezhepsiz demek o kadar normaldir.
Mason Abduhcular, mezhepsiz olmayı fazilet biliyorlar ve mezhepsiz olduklarını da gizlemiyorlar. Mezhepsiz olmayı büyüklük sanıyorlar. (Biz mezhep taklit etmeyiz, tahkik ederiz) diyerek bir mezhebe uymuyorlar, kendi anladıklarına uyuyorlar. Her mezhepteki hükümlerden akıllarına yatanları alanlar olduğu gibi, mezhep hükümlerine hiç tenezzül etmeyip, âyet ve hadisten kendi anladıklarına uyanlar da vardır. Böylece katmerli mezhepsiz olduklarını gösteriyorlar. İslam âlimleri, bu işe telfîk diyor ve haram olduğunu bildiriyorlar.
Bütün mezhepsizler, kendilerini mutlak müctehid olarak gösteriyorlar. Mezhepte müctehidliği bile kabul etmiyorlar. Kabul etseler, bir mezhebe göre hüküm verecekler, mezhepten kurtulamayacaklar, yani istedikleri gibi süper mezhepsiz olamayacaklar.İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed gibi büyük âlimler bile, kendilerinin mutlak müctehid olduklarını söylememişler, mezhep içinde ictihad etmişlerdir. Süperler, mezhep içindeki ictihadla bile yetinmeyip, mezhepler üstü ictihad yapmaya kalkıyorlar.
Yabancı birkaç mezhepsizin ismini verelim: Ahmet Kadiyani, Behaullah, Efgani, İbni Hazm, İbni Rüşd, İbni Sebe, Şevkanî, Elbanî, Abduh, İbni Abdülvehhab Necdi, Ebu Zehra, İkbal, Sıddık Hasan Han, Reşat Halife, Reşit Rıza, S. Sabık, Mevdudî, Yusuf Kardavî, Zuhaylî…
Yerli mezhepsizlerin listesinin de verilmesi isteniyor. Bir ölçü verirsek, bunları bilmek kolaydır. Kim bu mezhepsizleri büyük âlim olarak bildiriyorsa, onların da mezhepsiz olduğu anlaşılmış olur. İyi bilinmeli ki, yerli mezhepsizler bunlardan çok ileri geçmiştir.
NE GİBİ DOLAPLAR DÖNÜYOR
SON devrin güvenilir din âlimlerinden Hacı Mehmed Zihni Efendi“Ni’met-i İslam” adlı kitabının başında (s. 4) dinimizi şöyle târif etmektedir:
“İman ve İslam yahut Müslümanlık: Hâtemü’l-enbiya [Peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü] olan Hazret-i Muhammed’ül-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize ve beyan buyurdukları şeylere inanmaktır.”
– Bizi ve bütün mahlukatı yaratmış olan Allah’ı tanımak için.
– Yaratılışımızın sebebini ve hikmetini anlamak için.
– Öldükten sonra ne olacağımızı, nereye gideceğimizi bilmek için.
– Ebedî mutluluğu kazanmak için neler yapmamız gerektiğini öğrenmek için.
– Allah’ın bize verdiği müjdeleri, iyi haberleri öğrenmek için.
– Allah’ın emir ve yasaklarını bilmek için.
– Allah’a âsi olursak, başımıza gelecek felaketleri bilmek için.
– Velhasıl bize yararı ve zararı olan bütün bilgileri öğrenmek için. Ahirzaman Peygamberi Muhammed aleyhissalatü vesselama iman etmemiz, O’nun Allah katından vahy alarak getirmiş olduğu İslam dininin öğretilerini (tâlimatını, derslerini) öğrenmemiz ve uygulamamız gerekir.
Diyalog ve tolerans taraftarlarının hak din olarak gösterdikleri Musevîlik ve Hıristiyanlık, Hazret-i Muhammed’i hak ve gerçek Peygamber olarak kabul etmemekte, O’na iman etmemekte, O’nun getirdiği Kur’ân’ı da kabul etmemekte, O’nun insanlığa tebliğ ettiği İslâm’ı hak din olarak tanımamaktadır.
Diyalogçular ve toleransçılar gerçekten çok açık bir çelişki ve yanlışlık içindedirler.
Biz Müslümanlar, Allah’ın insanlara göndermiş olduğu BÜTÜN Peygamberleri kabul ediyoruz. Bu meyanda Hazret-i Musa ve İsa’ya da (her ikisine de selam olsun) iman ediyoruz.
Biz Müslümanlar Allah’ın Tevrat ve İncil adında iki kutsal kitap göndermiş olduğuna da iman ediyoruz.
Onlarsa bizim (ve bütün insanlığın) Peygamberine iman etmiyor, aksine O’nu yalanlıyor.
Onlar bize ve (bütün insanlığa) bir hidayet ve kurtuluş rehberi ve düsturu olarak gönderilmiş Kur’an’ı kabul etmiyorlar.
Onlar, yeryüzünde evrensel barışı ve nizamı sağlayacak olan İslam dinini kabul etmiyorlar.
Bu şartlar altında nasıl diyalog yapabiliriz onlarla?
Haçlı ve Siyonist dünyasının bu diyalog ve tolerans faaliyeti ve cereyanı için milyarlarca dolarlık bir bütçeye sahip olduğu iddia edilmektedir.
Beraat-i zimmet asıldır. Hiçbir Müslümanı suçlamak ve onlara çamur atmak niyetim yoktur. Ancak soruyorum:
İslam dünyasında bazı şahıslar ve cemaatler diyalog ve tolerans için Siyonistlerden ve Haçlılardan para almakta mıdır? Onlardan maddî yardım görmekte midir?
İslam’ın temeli Tevhid inancıdır. Nasıl oluyor da birtakım diyalogçular ve toleransçılar Hazret-i İsa’ya Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur diyenlerle bu kadar sıkı fıkı dostluk yapabilmektedir?
Bu işin içyüzü, sırrı nedir?
2000 yılında bir günlük gazetede “Amentüde Ehl-i Kitab ile Aramızda İhtilâf Yoktur” başlıklı bir makale yayınlandı. İhtilaf yoksa ittifak var demektir. Peki:
Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselama yalancı diyenlerle,
Kur’an-ı Kerim’e düzmece bir kitaptır, ilahî değildir diyenlerle,
İslam dini hak din değildir, uydurmadır diyenlerle... nasıl ittifak ve diyalog yapabiliriz?
Diyalogçular, toleransçılar İmana, İslam’a, Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, Hikmete zıt işler yapmaktadır.
Onların söyledikleri İslam’ı zımnen inkâr manasına gelir.
Onlarla aramızda kapatılamayacak bir uçurum bulunmaktadır.
Birbirine zıt şeyler biraraya gelemez.
Tevhid inancı ile Teslis asla uyuşmaz.
Kendilerine Hazret-i Muhammed’in risaleti, tebligatı, müjdeleri, uyarıları ulaşmış bir kimse bunları kabul etmezse ehl-i necat olamaz.
Diyalogçular ne yapmak istiyor?
Bu işte onlardan bazısının ne gibi maddî ve manevî menfaatleri vardır?
Hepsi için söylemiyorum ama bu iş için para alanlar var mıdır?
Diyalog ve hoşgörü konusunda din kardeşlerimi uyarıyorum:
İslam esaslarına taban tabana zıt fikir, görüş ve inançlar sizi dininizden eder, ebedî saadetinizi tehlikeye atar.
Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselamı inkar ve tekzib edenlere muhabbet beslemek, onları dost ve veli kabul etmek kişiyi dinden çıkartır. Şeriatın tâzimini emr ettiği şeyleri tahkir, tahkirini emr ettiği şeyleri tâzim edenler büyük bir sapıklığa düşmüş ve maazallah irtidat etmiş (dinden çıkmış) olurlar.
İslam barış ve güvenlik dinidir. İslam Ehl-i Kitab’a tolerans gösterir ama bu, Diyalog ve Toleransçıların anladığı manada değildir.
Yahudiler Hıristiyanları ve Müslümanları,
Hıristiyanlar Yahudileri ve Müslümanları ehl-i necat (kurtuluşa erenler) olarak kabul etmiyorlar. O halde birtakım Müslüman diyalogçulara ne oluyor ki, Kur’an’a ve Peygambere taban tabana zıt ve ters olarak onları ehl-i necat ve ehl-i cennet olarak kabul etmektedir? Bu işin içyüzü, sırrı, perde arkası nedir?
Siyonistler ve bir kısım Haçlılar Müslümanları katlediyor, Müslüman ülkeleri işgal ediyor, Müslümanlara kan kusturuyor, Müslümanlara köle muamelesi yapıyor... Bütün bu zulümler ve cinayetler işlenirken birtakım diyalogçular ve toleransçılar onlara muhabbet kucaklarını açıyor.
Onların içinde öyle bilgi ve kültür sahibi olanlar vardır ki, Arapçayı anadilleri gibi bilmekte, İslam dinine ait ilimleri tahsil etmiş bulunmakta ve yine de iman etmemektedir. Toleransçılar bu gibi inkarcılarla niçin bu kadar dosttur?
Bilmiyoruz, öğrenmek istiyoruz. Niçin, niçin niçin?
Eminim ki, “Eski fikir ve görüşlerimden vaz geçip ben de diyalogçu ve toleransçı olacağım...” desem beni de bağırlarına basarlar, bana da imkan ve para temin ederler. Lakin bir Müslüman olarak, bir muvahhid olarak böyle bir hıyaneti nasıl yapabilirim? Böyle bir şeyden Allah’a sığınırım.
Evet kapalı kapılar, paravanalar ardında ne gibi dolaplar dönmektedir? Birtakım Müslümanlar birtakım Siyonist ve Haçlılarla neler planlamaktadır?
Ey gafiller! İslam’ın sınırları vardır. Bu sınırları aştığınızın farkında mısınız? Bu din kumaş, siz makas değilsiniz. Hangi yetki, ehliyet, selahiyetle kendinizi Cennet’in kapıcısı sanıyor ve canınızın istediğini oraya doldurmaya kalkışıyorsunuz?
Bediüzzaman hazretlerini kendi yanlış görüş ve inançlarınıza alet ediyorsunuz.
Din konusunda Ehl-i Kitabla kesinlikle ittifak ve diyalog yapılamaz.
Bizim vazifemiz onları en güzel ve uygun şekilde Tevhid’e, Hazret-i Muhammed’in getirdiği İslam’a davet etmektir.
Nasibi olanlar bu daveti kabul ederler, olmayanlar cezasını çekerler.
Evet tekrar ediyorum:
Diyalog konusunda ne gibi dolaplar dönmektedir?
Bu iş için ayrılan milyarlarca (Onüç milyar deniliyor) dolarlık fondan kimler para almakta, yardım görmektedir?
Diyalogçular yeni bir din mi çıkartmak istiyor?
Onlar İslamlığı, Yahudiliği, Hıristiyanlığı, demokrasiyi, Amerikancılığı, Batıcılığı birbirine mi karıştırmak istiyor?
Bu gibi adamlar, peşlerine takılan birtakım saf ve cahil Müslümanları nereye götürmek istiyor?
AMERİKA
AMERİKA’nın kendi medeniyeti var, onu silah gücüyle, her çeşit baskı ile bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Kendi medeniyetine karşı en büyük tehlike ve tehdit olarak İslâm dinini ve Müslümanları görüyor. Amerika’nın durumu nedir, güçlü tarafları ve zaafları nelerdir, bu medeniyet savaşının sonu nereye gidebilir?.. Bu gibi konularda fikir ve görüşlerimi açıklamak istiyorum:
(1) Amerika hem çok kuvvetli, hem de çok zayıf bir ülkedir, tezatlarla doludur. Sovyetler Birliği gibi çökebilir.
(2) Eski, büyük ve köklü bir tarihi yoktur.
(3) Dünyanın en büyük soykırımı orada gerçekleşmiş, ülkenin yerli Kızılderili halkı yok edilmiştir. Kalanlar sefil ve perişan vaziyette yaşamaktadır.
(4) Hispanik (İspanyolca konuşan) nüfus gittikçe artmaktadır. Bu, köklü kültür değişikliklerine yol açacaktır.
(5) Amerika’nın birtakım takdire şayan değerleri vardır ama bunlar kendi hudutları içinde uygulanmaktadır, dış dünyadaki insanlara uygulanmamaktadır. Onlar bunlara layık değildir.
(6) Amerika’da, İsrail’dekinden fazla Yahudi yaşamaktadır ve onlar haddinden fazla güçlüdür, bütün önemli köşebaşlarını ele geçirmişlerdir.
(7) Ortadoğu’da kalıcı ve gerçek bir barış için çalışacağına, Amerika kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemektedir.
(8) Şu anda Amerikan iktidarı fanatik, agresif, militan üç evangelist kilisenin kontrolü altındadır.
(9) Amerika Afganistan’ı işgal etmiş, orada kukla bir hükümet kurdurmuştur.
(10) Irak’ı da işgal etmiştir. Şu anda orda güvenlik yoktur, huzur yoktur. Kirli bir savaş yaşanmaktadır.
(11) Amerika ve müttefiki İsrail Kürtleri kullanmaktadır. Kürtler bundan büyük zarar görecektir.
(12) Amerika İran, Suriye ve Sudan’a düşmanca davranmakta, bu İslâm ülkelerini de istila etmek için hazırlanmaktadır.
(13) Amerika’nın dev şirketleri dünya üzerinde iktisadî bir hegemonya kurmuşlardır.
(14) Türkiye halkının kendisine karşı beslediği güvensizlik ve muhalefet duygusu Amerika’yı son derece rahatsız ve tedirgin etmektedir.
(15) Büyük Ortadoğu Projesi ile Amerika İslâm dünyasını kontrol altına almak, kendi idare ve güdümüne sokmak için var gücüyle çalışmaktadır. Bu iş için on milyonlarca dolarlık bir bütçe ayrılmıştır.
(16) Osmanlı imparatorluğunu ve İslâm Hilafetini, başta Robert College olmak üzere Amerikan misyoner mektepleri yıkmıştır.
(17) Amerika Vietnam’daki savaşı, bir ara o ülkede 600 bin asker bulundurmasına rağmen kazanamamıştır.
(18) Amerika’nın ve müttefiki İsrail’in bugünkü Ortadoğu siyaseti dünyayı üçüncü büyük bir savaşa doğru sürüklemektedir. Bu savaşta nükleer silahlar kullanılabilir ve bu insanlık için korkunç bir felaket olur.
(19) Amerika uluslararası savaş hukukuna uymamaktadır. Yakaladığı Müslümanlara medeniyetle, insanlıkla, hukukla, ahlâkla bağdaşmayacak eziyetler, işkenceler, zulümler yapmaktadır.
(20) Amerikan askerleri geçen Ramazan ayında Kadir Gecesi’nde bir camide ağır yaralı olarak yatan Müslümanları nişan alarak kurşunlayacak derecede gaddar ve vahşi hareket etmişlerdir. Bu manzara televizyonlar tarafından bütün insanlığa gösterilmiştir.
(21) Amerika’nın bugün Irak’ta yaptıkları, Birinci Haçlı Seferi’nde Haçlıların Kudüs’te yaptıklarından farklı değildir. Selahaddin Eyyubî’nin gösterdiği insanlığın, insafın, merhametin taban tabana zıddıdır.
(22) Bunları yapan Amerikalılar Hıristiyan olduklarını, Hazreti İsa’yı sevdiklerini söylüyorlar ama bu boş bir edebiyattan ibarettir.
(23) Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü ideolojisini Vatican çıkartmıştır. Şu anda Amerika’nın sponsorluğunda, İslâm dünyasını istedikleri kıvama getirmek için uygulanmaktadır. Cat Stevens ve Tariq Ramazan gibi Müslüman şahsiyetleri sınırlarından içeriye almayan, geldikleri havaalanından geri gönderen Amerika Diyalog ve Hoşgörü taraftarı birtakım Müslümanları korumakta, onlara geniş imkanlar sağlamaktadır.
(24) Amerika, Anadolu’yu ve Trakya’yı tekrar bir Hıristiyan ülkesi haline getirmek için çalışmaktadır.
(25) Amerika gerçek İslâm’dan rahatsızdır, onun yerine Liht bir İslâm türetmek istemektedir. Bu maksatla reformcuları, yenilikçileri, değişim taraftarlarını desteklemektedir.
(26) Amerika, İslâm dünyasını daha iyi kontrol ve idare etmek için kendine sâdık bir Halife seçtirtmek için planlar yapmıştır. Bu Amerikancı Halife, büyük bir ihtimalle Gizli Yahudi olacaktır.
(27) Amerika şeriata karşıdır. Şeriatsız, fıkıhsız, kuşa çevrilmiş, reforme edilmiş, beşerî bir ideoloji ve hümanizma haline getirilmiş, indirilmiş bir din olmaktan çıkıp uydurulmuş bir din haline sokulmuş bir İslâm istemektedir.
(28) Amerika bu haliyle, vaktiyle Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının kurmuş olduğu “Pax”lar gibi bir cihan nizamı kurabilecek moral güce sahip değildir. Böyle bir Pax sadece kaba kuvvetle, silah zoruyla, ezerek kurulamaz. Adalet, güven, hürriyet, başka değerler gerektirir.
(29) Amerika, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da esir aldığı 1,5 milyon Alman askerini aç bırakarak, kötü muamele ederek öldürmüştür. Bu konuda ilmî makaleler, müstakil kitaplar yazılmıştır.
(30) Ülke, devlet ve halkının tamamını kasd etmeyerek söylüyorum: Bugünkü Amerikan iktidarı, bugünkü Amerikan siyaseti, Amerika’nın bugünkü İslâm ve Müslüman düşmanlığı onun Deccaliyeti temsil ettiğini göstermektedir. Amerikan halkının yarısına yakın bir kısmı bunu desteklememektedir.
––––––– 0 –––––––
Birtakım Türkiyeli sorumlulara talimat verilmiş, “Ülkenizdeki Amerikan düşmanlığını derhal önleyiniz...” denilmiştir. Bir halkın sevgisi ve düşmanlığı Washington’dan verilen talimatlarla değiştirilemez. Türk halkı televizyonlardan, Müslüman kardeşlerine Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da yapılanları görmektedir. Türk halkı, birtakım çirkeflerin, pisliklerin kutsal Kur’ân’ı tekmeleyerek tuvalete attıkları haberini aldığı vakit çok derinden yaralanmıştır. Böyle bir hayvanlığı medenî insanlar yapmaz. Amerikan iktidarı birtakım Türkiyelilere talimat vereceği yerde kendi vahşet ve medeniyetsizliğini değiştirmek için çalışsa daha iyi eder.
SAPITANLARIN VEBALİ SİZE AİT OLACAKTIR 28.8.2005
Dinler arası diyalog ve tolerans yangını bütün şiddetiyle sürmektedir. Bu yangın maalesef birtakım saf, cahil Müslümanların imanını yakacak, onları -Allah saklasın!- ebedî bir felâket ve hasarete (zarara) uğratacak mahiyettedir.
Kur’ân’da kesin olarak, Allah katında tek hak, geçerli, muteber, kabul edilen dinin İslâm olduğu beyan edilmektedir. Hazret-i Âdem’den beri gelip geçmiş bütün Peygamberlerin, bu arada Hazret-i Musa’nın, Hazret-i İsa’nın da usûl (asıllar, temeller) olarak dinleri İslâm’dır. Yüce Allah, İslâm’dan başka bir dinden razı olmaz.
Diyalogcular ve toleransçılar, birtakım bâtıl dinleri de hak din olarak göstermeye kalkıyorlar. Bendeniz müftü değilim, fetva veremem. İcazetli, liyakatli, ehliyetli ehl-i sünnet müftülerine müracaat ederek onlardan fetva isteyiniz. “Zeyd-i Müslim; Yahudilik de, Hıristiyanlık da hak dindir, onların mensupları da ehl-i necattır, onlar da cennete girecektir derse, Zeyd’e ne lazım gelir?”
İffet, namus, şeref, haysiyet, eş, kız, mukaddesat konusunda tolerans olmaz. Hiç kimsenin Yüce İslâm dininin kesin, değişmez, temel hüküm ve ilkelerinde tolerans göstermeye hakkı yoktur. Bu din, şunun bunun uydurduğu bir “sekt” (uydurma din) değildir ki, birtakım adamlar istedikleri değişikliği, toleransı, hoşgörüyü yapabilsinler. Bu dini bize Yüce Allah katından, Resulullah Efendimiz getirmiştir. O nasıl tebliğ ettiyse, o şekilde muhafaza edilecektir.
Katolikler, kendi dinlerinde tolerans gösteriyorlar mı, “Müslümanlar da ehl-i necattır” diyorlar mı? Demiyorlar. Tam aksine “Kilise dışında kurtuluş ve selamet yoktur” diyorlar.
Resulullah Efendimiz, Mısır’da Kıpt ulusunun ulusu Mukavkis’e gönderdiği nâmede, onu İslâm’a davet etmiş, bu daveti kabul etmediği taktirde Kıptların vebalinin kendisi üzerinde olacağını açıkça beyan etmiştir.
İmdi, dinimizde bulunmayan bu diyalog ve tolerans işini çıkartan birtakım cemaatlere, cemaat başkanlarına, ilahiyatçılara, yazarlara, profesörlere hitap ediyorum.
– İnançlarının sarsılmasına, itikatlarının bozulmasına, ayaklarının kaymasına sebep ve vesile olacağınız Müslümanların vebali size ait olacaktır. Ayaklarınızı denk alınız. Bir kimsenin hidayetine vesile olmak, Peygamber Efendimizin beyan ettiği üzere, üzerine güneşin doğduğu ve battığı her şeye sahip olmaktan daha kıymetlidir. Ancak madalyonun arka tarafında da şu vardır: Bir Müslümanın, bir müminin sapıtmasına, küfre düşmesine, temel İslâm ilke ve inançlarından birini inkâr etmesine yol açan kimse, kendi felaketini hazırlamış olur.
Bu tolerans ve diyalog yüzünden çok sayıda mümin kardeşimizin imanları tehlikeye girmiştir. Onları mutlaka en güzel, en uygun bir şekilde uyarmamız gerekmektedir.
Toleransçılar ve diyalogcular lafları ağızlarında gevelemesinler. Biz Müslümanlara karşı takiyye yapmasınlar, içlerindekini açıkça söylesinler. Onlara soruyoruz:
1. Teslis esası üzerine kurulu Hıristiyanlığın hak din olduğunu, mensuplarının Cennete gireceğini hangi delile istinat ederek iddia ediyorsunuz?
2. Onlar, Hâtem’ül-Enbiya Resul-i Kibriya Efendimiz Hazretlerini Peygamber olarak kabul etmiyorlar. Bu durumda nasıl ehl-i necat (kurtulanlardan) oluyorlar? Gerekçelerinizi beyan ediniz.
3. Onlar, Allah’ın insanlığa bir hayat düsturu (anayasası), bir hidayet meşalesi olarak gönderdiği Kur’ân-ı Azimüşşan’ı inkâr ediyorlar, “Kur’ân İlâhi bir Kitap değildir, uydurmadır...” diyorlar. Bu şartlar altında nasıl ehl-i necat oluyorlar? Delilleriniz, gerekçeleriniz nelerdir? Edebiyatı bırakınız, bunları bize açık ve seçik şekilde beyan ediniz.
4. Onlar, İslâm’ın hak din olduğunu kabul etmiyorlar. Etmiş olsalardı, zaten aramızda ihtilaf olmazdı. Kur’ân ise, “Allah katında din İslâm’dır”diyor. Siz nasıl oluyor da, Kur’ân’ın bu kadar açık ve kesin bir hükmüne rağmen, “Onlar da Cennete girecektir” diyebiliyorsunuz? İddianızı ispat için, elinizde ne gibi geçerli deliller vardır?
Birtakım din ve iman kardeşlerimiz, cemaat taassubu ve gayretiyle birer diyalog ve tolerans havarisi kesildiler.Maalesef öyle reformcu ilahiyat profesörleri türedi ki, mübarekler sanki Cennetin kapıcılarıdır, açmışlar kapıları, ne kadar gayr-i müslim, ehl-i kitap varsa içeriye dolduruyorlar.
Yeni bir adet zuhur etti. Diyalogcu ve toleransçı bir ilahiyatçı tefsir yazmış, Kur’ân âyetlerine muharref Tevrat’tan ve İncil’den aldığı açıklamaları getiriyor. 1400 yıllık İslâm tarihinde böyle bir tefsir metodu görülmüş müdür? Bazı tasavvuf ve ahlâk kitaplarında Hazret-i İsa Efendimizin birtakım sözleri, menkıbeleri zikredilir ama onlar muharref kitaplardan değil, başka kaynaklardan alınmıştır.
Aziz dostumuz Burhan Bozgeyik Beyin, Millî Gazete’nin 8 Nisan 2005 tarihli nüshasında yayınlanan bir yazısından acı bir vak’ayı sütunlarıma almak istiyorum:
İzmir’de bir profesörün, imam-hatip mezunu ve nurcu geçinen cemaatlerden birine mensup bir kızı varmış, tesettürlüymüş, namaz kılıyormuş. Bu kız din değiştirmiş, Hıristiyan olmuş. “Kızım sen ne yaptın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş, “Hıristiyanlar da Cennete girecek diyenler sizsiniz. La ilahe illallah diyen herkesin mutlaka Cennete gireceğini söylüyorsunuz. O zaman niçin Hıristiyan olmayayım? Hıristiyanlık İslâm’a göre çok daha kolay bir din. Başörtüsü, tesettür mecburiyeti yok, günde beş vakit namaz yok, haftada bir kere kiliseye gitmek yeterli oluyor. Sonunda Cennete gireceksem, neden kolay olan yolu tercih etmeyeyim?”
İrtidat ve tanassur eden (dinden çıkan ve Hıristiyan olan) bu nurcu kızın günahı ve vebali, diyalogcuların ve toleransçıların üzerinedir. Bakalım yarın, Mahkeme-i Ruzî Cezâ’da (mahşer günü kurulacak Yüce Mahkemede) nasıl hesap verecekler?
Kimseyi isim vererek suçlamak, karalamak istemem. Lakin göz ardı edemeyeceğimiz bir husus vardır. Başta Evangelistler olmak üzere, çeşitli misyoner teşkilatları, Anadolu’yu tekrar bir Hıristiyan yurdu yapmak için milyarlarca dolarlık fonlara, bütçelere sahiptirler.Bu paralar kimlere dağıtılmaktadır? Birtakım diyalog ve tolerans havarilerine soruyorum ve kendilerine teklif ediyorum.
– Töhmetten kurtulmak için Kur’ân-ı Kerim üzerine el basmak suretiyle, Evangelistlerden, Amerikalılardan, diğer kiliselerden ve misyonerlerden para almadığınıza, yardım görmediğinize yemin edebilir misiniz?
Bir insan yanılabilir ve bedavadan diyalog ve tolerans taraftarı olabilir ve bu yolla propaganda yapabilir...
Bir de şu durum var: Diyalog ve toleransı para, maddi menfaat, riyaset, şöhret, benlik için yapmaktadır. Bu hal birincisinden, hiç şüphe yok ki, daha vahimdir.
n Bir Müslüman, Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü vesselamı, O’nun tebliği ve daveti kendisine ulaştığı halde inkâr eder, yalanlarsa o kimse kâfir (gerçeği örten) olur.
n Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmeyen, o Yüce Kitabın indirilmiş değil de, uydurulmuş olduğunu iddia eden de kâfirdir.
İslâm’ın, Allah katında tek hak din olduğunu kabul etmeyen kişi de inkârcılardandır.
Diyalogcular ve toleransçılar, yüz binlerce mümin kardeşimizin ayaklarının kaymasına yol açacak bir çığır açmışlardır. Dehşet verici bir yangın başlatmışlardır.
Bu kötü çığırı durdurmamız, bu yangını söndürmemiz gerekiyor. Nasıl?.. En güzel, en uygun, en tesirli, en bilgece metod ve sözlerle...
Büyük bir televizyon kanalında ehl-i sünnet din âlimleriyle, diyalog ve tolerans taraftarı bid’atçilerin temsilcileri arasında açıkoturum yapılmalıdır. Diyalogcuları davet ediyorum, meydandan kaçmasınlar, inançlarının ve görüşlerinin bir kısmını gizlemesinler, cesaret ve samimiyetle ortaya çıksınlar.
Reformcular, Diyalogcular...
26 AĞUSTOS 2005
Birtakım Reformcular, dinde yenilik isteyenler, indirilmiş (münzel) İslâm yerine uydurulmuş bir din türetmeye yeltenenler son otuz-kırk yıl içinde kafaları karıştırdılar, dehşetli tahribat yaptılar.
Onların ortaya attıkları fikirlerden biri de, Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığının diğer fırkalar gibi bir parça olduğu yanlış görüşüdür.
Ehl-i Sünnet herhangi bir mezheb veya fırka değildir. Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’e, Resulullah Efendimizin Sünnetine, Sâlih Seleflerin, Ehl-i Beyt Efendilerimizin anlayışlarına mutabık olan gerçek İslâm dinidir.
Bir ara Ehl-i Sünnet hakkında bir makaleler mecmuası çıkartmışlardı. Büyük, hacimli bir kitaptı. Bunu tam yüz elli bin adet basıp dağıtmışlardı. Türkiye’de, biliyorsunuz, şu anda kitaplar bir-iki bin adet basılıyor. Ehl-i Sünneti sarsmaya yönelik bu kitap niçin yüz elli bin gibi Türkiye ölçülerine göre çok yüksek adette basılmıştı? Bu iş için gerekli sermaye nereden gelmişti veya bulunmuştu?..
Evvelce yazmıştım, kısaca tekrarlıyorum: Osmanlı imparatorluğunun din siyasetinin üç ana maddesi vardı:
1. İtikadda ve İslâm’ın anlaşılmasında ve yorumlanmasında Ehl-i Sünnet dairesi içinde bulunmak.
2. Fıkıhta Hanefi mezhebi ile amel etmek (diğer üç mezheb de serbestti).
3. Şeriata aykırı tarafları olmamak şartıyla tarikatları desteklemek ve gelişmeleri için çalışmak.
Yakın tarihimizde İslâm’ı yıkmak, Müslümanların kafalarını karıştırmak için dinde reform, yenilik, değişiklik, tarihsellik cereyanları çıkartıldı. Öyle ilâhiyatçı profesörler zuhur etti ki, çekinmeden şöyle iddia ettiler:
– Müslümanların inandığı ve bağlı olduğu geleneksel ilmihal Müslümanlığı bozuktur, tahrife uğramıştır. Ben,Kur’ân Müslümanlığını çıkarttım, doğrusu odur.
Ne cüret ve cesaret değil mi?.. 1400 senedir büyük nuranî kafile yanılmış, Eimme-i Müctehidin (mutlak ictihad sahibi imamlar), diğer fukaha, süleha, müfessirler, muhaddisler, ehl-i Hak, evliyaullah, kutublar, gavslar yanılmışlar, bizim reformcu ilâhiyatçımız doğruyu bulmuş...
Bir Müslüman din konusunda yeterli ilme ve kültüre sahip değilse, itikadda ve fıkıhta Ehl-i Sünnet ve Cemaate bağlı olması onu kurtarır. İcazetli bir din âliminin yazdığı ilmihali esas kabul eder, dinini ondan öğrenir ve ayağı kaymaz.
Cahil ve mukallid Müslüman, Ehl-i Sünnetten koparsa hemen ayağı kayar.
Reformcular, yenilikçiler, değişimciler ne diyorlar:
(a) Bir Kur’ân tercümesi veya tefsiri al ve İslâm’ı onları okuyarak öğren... Böyle bir şey mümkün müdür? Kur’ân elbette ana kaynaktır, Allah’ın kitabıdır. Ancak ondan hüküm çıkartabilmek için âlet ilimlerini ve ‘âli ilimleri bilmek gerekir. Reformcular, Kur’ân tercümesinin yanında hadis tercümesi kitaplarını da tavsiye ediyorlar...Müslüman elbette Resul-i Kibriya Efendimizin hadislerini okuyacaktır. Lâkin bunlardan kendi kafasına göre itikad, fıkıh, muamelat hükümleri çıkartamaz.
(b) Reformcuların safsatalarından biri de şudur: Ebu Hanife hazretleri “Benim ictihadımı nakz eden bir hadis görürseniz ona tâbi olursunuz...” buyurmuştur. Cahil ve mukallid Müslümanlara diyorlar ki: “Bak! Ebu Hanife bile böyle söylemiş...” Ancak reformcu tilkiler İmam-ı Âzam hazretlerinin bu sözü kimlere söylediğini bildirmiyorlar. O bu sözü cahil halka, mukallidlere değil, müctehid fi’l-mezheb seviyesinde olan talebelerine söylemiştir. Ebu Hanife’nin bu sözüyle amel edebilmek için, çeşitli varyantlarıyla, senetleriyle, râvileriyle en az elli bin Hadis-i Şerifi ezbere bilmek gerekir. Şimdi zamanımızda böyle kimse var mıdır? Usûl-i fıkıh ne diyor?.. “Bir mukallid nass ile fukaha sözü arasında bir uyumsuzluk görse hangisine tâbi olur? Fukaha sözüne tabi olur. Niçin? Çünkü mukallidin uyumsuzluk gibi gördüğü şey, kendi bilgisizliğinden ve vehminden kaynaklanmaktadır. Ya nesh vardır, ya tahsis, ya tevcih...”
(c) Reformcuların hepsi için söylemem ama onların çoğu mezhebsizdir. Mezheb ise İslâm’ın temizliklere, ibadetlere, muamelelere, cezalara ait hükümlerinin uygulanmasında gereklidir. Mezhep gidince fıkıh gider, fıkıh gidince Sünnete itibar kalmaz, bir yığın fitne fesat, nifak şikak, bid’at, cehalet zuhur eder. Nitekim görülüyor.
(ç) Bazı reformcular sarıklı Farmason Cemaleddin Efganî’yi Müslümanlara kurtuluş rehberi olarak gösteriyor. 1400 yıllık tarihimizde bunca ilim, irfan, ahlâk, fazilet, takva, vera, hikmet, zühd sahibi Rabbanî imamlar varken, sayın reformcu, yalancı bir Farmasonu Müslümanlara niçin rehber olarak gösteriyor? Yalancı dedim çünkü bu adam, aslen İranlı olduğu halde kendisini Afgan gibi göstermiş, yine Şiî olduğu halde Sünnî görünmüştür. Be adam, sen İslâm düşmanı agresif kâfirlerin içinde değilsin ki böyle takiyye yapıyorsun.Yoksa Sünnîleri düşman olarak mı görüyordun?
Reformcular, yenilikçiler “Tarihsel Ekol” mensupları son olarak ortaya dinlerarası diyalog ve hoşgörü ideolojisini attılar.Bunun esasları şudur:
Bir: Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm, üçü de İbrahîmi dindir ve haktır. Bu suretle dinimizin Allah katında yegâne hak din oluşu inancına ters düşüyorlar.
İki:Üç dinin mensupları cennete girecektir.
Üç: Diğer din mensuplarına hoşgörü, şefkat ve merhametle yaklaşmak için Kelime-i Tevhidin ikinci cümlesi üzerinde durulmamalıdır.
Zavallı Müslüman halkımız... Milyonlarca vatandaşımız doğru dürüst, sağlam din bilgisine ve kültürüne sahip değildir. Akaid okumamışlar, fıkıh okumamışlar, usul-i fıkıh okumamışlar, usul-i tefsir, usul-i hadis okumamışlar... Bunca fitne fesat, nifak şikak, aldatma, yanıltma, saptırma, şaşırtma, zihnini karıştırma, sersemletme propagandası içinde ne yapsınlar?
Bendeniz, 1950’li yılların sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nda iki sene memuriyet yaptım.O zaman Diyanete Ehl-i Sünnet ve Cemaat zihniyeti hâkimdi. Oradaki hocalar Osmanlı medreselerinde yetişmişti. İçlerinde bir tek reformcu, yenilikçi, bid’atçi yoktu. Şeriattan, fıkıhtan, İslâm’ın zarurî hükümlerinden en ufak bir ödün vermezlerdi.
Aradan yarım asra yakın bir zaman geçti ve manzaraya bakınız. Hepsi için söylemiyorum ama bir kısım ilâhiyatçılar aklın, sağduyunun, vicdanın, insafın kabul etmeyeceği zihniyetler ve iddialar sergiliyorlar.
Kur’ân’daki bazı âyetlerdeki hükümler ve yasaklar mutlak değilmiş, tarihselmiş, Resulullah Efendimizin zamanına aitmiş... Böyle bir tezi kabul edersek, İslâm dini neye döner?.. Beşerî bir ideolojiye veya hümanizmaya döner.
Diyalog ve hoşgörü havarileri, “Yahudileri ve Hıristiyanları dost ve veli edinmeyiniz” meâlindeki âyete tarihseldir diyorlar. Onlar ne istiyorlar? Müslümanların Siyonistleri, Evangelistleri dost ve veli ittihaz etmelerini. Peki, onların İslâmiyet’e ve Müslümanlara nasıl saldırdıklarını görmüyorlar mı? Görüyorlar ama yine de ısrar ediyorlar.
Reformcu ve yenilikçi zümrenin eline Allah fırsat vermesin. Gün gelir, beş vakit namaz farzı için de “Tarihseldir, zamanımızda geçerli değildir...” diyebilirler ve günde üçe, bire indirtebilirler.Hattâ haftada bire indirebilirler.
Bu fitne fesat içinde dinini, imanını, ebedî saadetini korumak isteyenler çok sıkı bir şekilde Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığına sarılmalıdır. Geleneksel ilmihal Müslümanlığından en ufak bir ödün bile verilmemelidir. Kapı hele bir aralanmaya görsün, ne kadar şeytan ve cin varsa o aralıktan girer.
Haliç sahillerinde kiliseden çevrilme bir camimiz restorasyon maksadıyla ibadete kapatılmış. O civarda bir müddetten beri yoğun bir Hıristiyanlık ve misyonerlik faaliyeti var. Birtakım Haçlı yabancılar koşuşturup duruyor.
Restorasyonun bahane olduğu caminin bir punduna getirilip kiliseye çevrilmek istendiği söyleniyor. Ortada hem çok tabiî, hem de çok gayr-i tabiî (anormal) durumlar vardır.
* Binanın restore edilmesi gerekiyorsa, bu işin yapılması tabiîdir.
* Ancak, camilikten çıkartılıp kilise yapılmak istenmesi son derece anormaldir.
* Hıristiyanların bu eski kiliseyi tekrar ele geçirmek istemeleri gayet normaldir.
*Birtakım Müslümanların bu işe razı olmaları çok ama çok anormaldir.
İspanya’da Endülüs zamanından kalma birçok cami, kilise ve katedral olarak kullanılıyor. Oradaki Hıristiyanlar bu binaları Müslümanlara geri veriyor mu?
Yunanistan’da Osmanlılar zamanından kalma nice cami kilise yapılmıştır. Yunanlılar bu camileri Müslümanlara iade ediyor mu?
Yıllardan beri Atina’da bir cami yapılması isteniyor, Yunan hükümeti ve Hıristiyanlar buna karşı çıkıyor.
Türkiye’de birkaç seneden beri çok anormal, çok acayip, çok gayr-i tabiî işler olmaktadır.
Denizli ilçelerinden birinin belediyesi, kiliseden çevrilme bir caminin tekrar kilise yapılması için teşebbüse geçmişti.
Çanakkale’de, şu anda temellerine kadar yıkılmış olan kilisenin yerine yeni bir kilise yapılmak isteniyor. Üstelik bunu Hıristiyanlar değil, birtakım Türkler istiyor.
Van’da vaktiyle Ermeniler tarafından tahrip edilmiş olan iki tarihi cami harabe olarak duruyor, onların restorasyonu için devletimiz kılını kıpırdatmıyor ama Van gölü Akdamar adasındaki tarihî kilise tamir edilmeye başlandı. Hem de bu işin yarı parasını devletimiz veriyor.
Antalya’da bir Dinler Parkı açıldı, içinde cami, kilise, havra var.
Aynı şey Urfa’da yapılmak isteniyor. Birtakım adamlar “İbrahimî dinler” deyip duruyor ama Kur’ân-ı Kerim “İbrahim (aleyhisselam) Yahudi ve Nasranî değildi, o Müslümandı” diyor.
İki seneden beri Türkiye Evangelist Haçlıların sinsi bir istilası ile karşı karşıyadır.
Yeni Ceza Kanunu’na, misyonerlerin, Hıristiyanların rahatsız edilmemelerini, tam bir hürriyet içinde dinî faaliyet yapmalarını sağlayacak maddeler konulmuştur.
Hıristiyanlar böyle himaye edilirken çoğunluğu ve dominant unsuru teşkil eden Müslümanların din hürriyeti son derece kısıtlıdır.
– Müslümanların dinî dernek kurma haklarıyoktur. Halbuki bu hak temel insan haklarındandır.
– Müslümanların 12 yaşından küçük çocuklarına din ve Kur’ân dersi verdirmeleri yasaktır.Ne kadar saçma bir yasak! 13 yaşındaki çocuğa din dersi verdirebiliyorsunuz, 12 yaşındakine verdiremiyorsunuz.Niçin? Bu yasağın gerekçeleri nelerdir?
– Müslümanların, misyonerlerinkilere paralel olarak “İslâmî müjdeleme, davet ve tebliğ teşkilatı” kurmaları mümkün değildir... Çünkü bugünkü hukuk sistemimiz ve resmî laiklik anlayışı onlara bu gibi amaçlarla dernek kurma, bir araya gelip çalışma hakkı ve hürriyeti tanımamaktadır.
– Birtakım dinî faaliyetlerde bulunanMüslümanlara hapis cezası verilmektedir.
Devletimizin ve iktidarın, Hıristiyanlara, misyonerlere, Evangelist misyonerlere tanıdığı hakları, verdiği hürriyetleri Müslümanlara da tanıması ve vermesi gerekmez mi?
Türkiye’de maalesef Müslümanlar, Hıristiyanlar ve misyonerler kadar eşit değildir. Anayasamızda teorik bir eşitlik vardır ama pratikte onlar “Daha eşittir”.
Birtakım politikacılar safsata yapıyor. Neymiş efendim, Müslümanlar Paris’te Londra’da cami açıyormuş da Hıristiyanlar niçin İstanbul’da Ankara’da, Antalya ve Bursa’da kilise açamasınlarmış. Bu mantığın, bu kıyasın tutar tarafı yoktur.
Efendi!.. Sen önce, Müslüman vatandaşlarına, Hıristiyan misyonerlere tanıdığın kadar hak ver, hürriyet ver, ondan sonra konuş...
Misyonerlere bu kadar hürriyet verilmesi, hak tanınması, Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin teşvik edilmesi, ülkenin her yerinde yeni kiliseler açılması, eskilerin tamir edilmesi, hatta kiliseden çevrilme bazı camilerin yeniden Hıristiyanlara verilmek istenmesi, dolaylı olarak Müslümanların temel haklarının ihlâli mahiyetindedir.
Çünkü:
– Müslümanların din, inanç, vicdan, inançlarına göre yaşamak hakları son derece kısıtlıdır. Misyonerlerin faaliyetlerine ise kısıtlama getirilmemektedir.
– Misyonerlerin kendi ülkelerinde çok güçlü, çok büyük, çok zengin dinî dernekleri ve teşkilatları vardır. Müslümanların ise dernek kurma hakları yoktur.
– Bizdeki laiklik anlayışı Müslümanları baskı altında tutmakta, ellerini kollarını bağlamaktadır. Misyonerler ise, yabancı devletlerin uyrukları olarak yüzde yüz bir serbestlik içinde çalışabilmektedir. Bundan önceki Ecevit iktidarı zamanında onları frenleyici birtakım kısıtlamalar vardı. Şu anda bunlar kaldırılmış bulunmaktadır.
– Agresif Evangelist misyonerler islâm’a ve Müslümanlara son derece katı ve düşmandır. Onların büyük papazlarından biri Peygamberimiz için “Terörist” diyecek kadar küstahlaşmış, edeb ve terbiye sınırları dışına çıkmıştır. Müslüman bir memlekette bu gibi adamlara bu kadar hürriyet verilmesi, imkan ve fırsat tanınması anlaşılacak bir şey değildir.
– Misyonerlik faaliyetleri ve propagandaları ile bu memlekette mücadele etmesi gereken birinci müessese Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bizde Diyanet hür ve muhtar değildir. Laik olduğunu iddia eden siyasî sistem Diyanet’i kontrol altında tutmakta, din işlerine karışmakta, ağır baskılar yapmaktadır. Diyanet’in bu konuda yaptıkları, yapması gerekenlerin yanında, devede kulak bile değildir.
– Yahudi asıllı ABD Ankara elçisi işi büsbütün azıtmış ve bir nota vererek “camilerde, İslâm’ın Allah katında tek hak din olduğunun söylenmesini” protesto etmiştir. İslâm’ın hak din olduğu kesin âyetle sabittir.Bu elçi kendini Türkiye Genel Valisi mi sanmaktadır? Bu cesareti nereden almaktadır?
Bugünkü iktidar mensuplarına, sorumlulara şu gerçeği bir kere daha hatırlatmakta yarar görüyorum:
Misyonerlik faaliyetlerinde mütekabiliyet ve eşitlik faktörlerinin bulunması zarurî bir şarttır. Müslümanların elleri kolları bağlı, Misyonerler alabildiğince hür ve serbest... Bu durumda mütekabiliyet ve eşitlik yoktur.
Müslüman halkımıza, misyonerlerin hakları, hürriyetleri, serbestlikleri kadar hak, hürriyet ve serbestlik tanınmazsa bugünkü misyonerlik faaliyetleri gayr-i meşrudur, haksızlıktır, millî menfaatlerimize aykırıdır.
İspanyollar, katedral yapmış oldukları eski Endülüs camilerini müzeye çeviriyorlar mı? Yahut Müslümanlara teslim edip tekrar cami olarak hizmet vermelerine imkân tanıyorlar mı?
Bugünkü iktidar, misyonerlik, Hıristiyanlaştırma, yeni kiliseler yapma, eski kilise harabelerini restore edip hizmete açma, kiliseden çevrilme camilerin tekrar Hıristiyanlara verme ve bunlara benzer faaliyetler ve teşebbüsler dolayısıyla büyük sorumluluk, büyük vebal altındadır.
Müslüman halkımızın temel hakları çiğnenmektedir.
Bu gibi eşitsizlikler, bu gibi yanlışlar bu ülkeye uğur ve meymenet getirmez.
01.07.2005 BAZI CAMİLERİN KLİSE YAPILMASI
Van’ın, kale altındaki harap eski tarihî kısmında iki cami harabesi var. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar bu şehrimizi ele geçirince Ermeniler Müslümanlara çok zulm etmiş, şehrin Müslüman kısmını yakmışlar, camiler de o zamandan beri harap duruyor.
Bugünkü iktidar Van gölündeki Akdamar adasında bulunan tarihî kilisenin tamir ve restorasyonuna başladı. Kültür Bakanı övüne övüne beyanda bulundu. “Bu iş benim zamanımda oldu, altı ayda bitireceğiz...” gibi lâflar etti.
Peki Ermeni kilisesinin tamir parasını kim ödeyecek? Benim bildiğim, kilise tamirlerinin yarı parası Türkiye devletinin bütçesinden çıkıyor. Dışarıdan da çok ama çok paralar geliyor bu işler için. Birtakım adamlar bu paralardan sebepleniyor mu? Bu hususta bir şey söyleyemem. Başarılı gazeteciler polis hafiyesi gibi çalışsınlar, bu konuda belgelere ve sağlam bilgilere dayanan araştırmalar yapıp yayınlasınlar.
İstanbul’un Bizans’tan kalma surları için de vaktiyle dışarıdan çok büyük paralar gelmişti.
Hatırlayacaksınız sayın Recep Tayyip bey, önce sur tamirine karşıydı, hattâ bunların yıkılmasını bile istemişti. Sonradan fikir değiştirdi. Sur restorasyonlarına devam edildi. Ancak bu restorasyonlar arkeoloji ilmine uygun olarak yapılmadı. Restorasyon değil, rekonstrüksiyon (yeniden inşa) yapıldı. Son büyük zelzelede de Edirnekapı’daki tamir edilmiş bölüm yıkıldı. Malûm, bizim müteahhitler...
Biz yine Van’a dönelim...
Van’da Ermeni yaşamıyor, Ermeni nüfusu yok. İktidar Akdamar adasındaki kiliseyi tamir ettiriyor. Peki, eski Van’daki iki harap cami ne olacak? Onlar niçin tamir edilmiyor. Bahanenin bini bir paraya.
Efendim, o harap camilerin etrafında artık yerleşim bölgesi yokmuş...
Cevap:Akdamar adasında Ermeni var mı?Orada da yok.
Camiler restore edilirse onlara gelecek cemaat yok...
Cevap: Ermeni çetelerinin Müslümanlara yaptıkları zulümlerle ilgili müze haline getirilemezler mi?
Ortada ne garip bir durum var?
Müslüman halktan toplanan vergilerle kilise tamir ettiriyorlar ama mutlaka restore edilmesi gereken camileri tamir ettirmiyorlar.
Son iki yıl içinde ülkemizde yüzlerce eski kilise binası restore edilmeye başlandı. Bir kısmının tamiratı bitti ve ibadete açıldı. Eski harap camiler ise, perişan vaziyette duruyor.
Bazıları işi o kadar azıttılar ki, Denizli’nin bir ilçesinde 1924’te Rumlardan kalan, 1948’de camiye çevrilen binayı tekrar kilise yapmaya kalktılar. Yaparlardı da... Ancak halkın tepkisinden korktular.
Çanakkale’nin en büyük meydanına yeni bir kilise yapılmak isteniyor. Neymiş efendim orada eskiden bir kilise varmış, sonra yıkılmışmış...
İstanbul’un Eminönü ilçesinde 120 küsur caminin adı var, binası yok. Bunlar, çoğu 1930’dan sonra satılmış, yıkılmış, yok edilmiştir. (Listelerini BEDİR Yayınevi tarafından çıkartılmış, bendenizin “YAKIN TARİHİMİZDE CAMİ KIYIMI” adlı kitabımda bulabilirsiniz. Tel: 0212/519 36 18). Madem ki, ülkemizdeki eski kilise harabeleri tamir ediliyor, eski camilere niçin el atılmıyor?
Ülkenin her yerine cayır cayır kilise yapılıyor. Pembeler ve Benzetilmişler buna ses çıkartmıyorlar. Lakin Taksim’de bir cami yapılmak istendiği zaman korkunç ve dehşetli bir muhalefet yapmışlar, hattâ bazı çatlaklar “Taksim lâik bir meydandır, oraya cami yapılamaz!” diye haykırmışlardı. Taksim meydanının bir kenarında kocaman bir Rum kilisesi var. O kilise meydanın lâikliğini, Atatürkçülüğünü ihlâl etmiyor da, cami ihlâl edermiş...
Taksim’de cami yaptırtmak üzere yeniden harekete geçilmelidir. Ancak bu işe çok kültürlü, ufukları çok geniş, ağırlıkları olan, sözleri dinlenilen Müslümanlar teşebbüs etmelidir. Cami projesi için uluslararası bir yarışma bile açılabilir. Bundan önce yaptırılan proje uygun değildir. En alt katta otopark olacakmış, onun üzerinde yedek parçacılar çarşısı, en yukarıda da cami...Adamlar Levent Sanayi Sitesi’ne cami yaptırdıklarını mı sanıyor?
Taksim Camii bir külliye olmalıdır. Kütüphanesi, sergi ve konferans salonları, gençler için lokaller... Mimarlık ve estetik katsayısı son derece yüksek olmalıdır. Bir çarşısı olabilir. Lâkin burada ancak ve ancak geleneksel el sanatları satılabilir.
Vaktim ve imkânım yok...Olsaydı böyle bir cami yapılması için teşebbüse geçer, memleketin en seçkin, en kalburüstü aydınlarından yardım talep ederdim.
Benim düşündüğüm Taksim Camii milyonlarca dolara mal olacaktır. Bu para bulunur mu? Elbette bulunur. Yeter ki, teşebbüs edilsin.
Şu hususa da dikkat edilmelidir:
Bu gibi hayır hizmetleri maddî ve manevî rantlara asla âlet edilmemelidir.
Taksim’de böyle bir camiye ihtiyaç var mıdır?Olmaz olur mu? Orada Fransız Konsolosluğu’nun ara sokağında bir mescid var. Son derece yetersiz. Hem, yapılması istenen cami sadece namaz kılmak için değildir. Orada kültür faaliyetleri yapılacak. Taksim’de İslâm’ı temsil edecek.
Biz Türkiye Müslümanları işlerimize, dâvâlarımıza sahip çıkmıyoruz. Başbağlar köyünde şehid edilen mâsum kardeşlerimizi çabucak unuttuğumuz gibi, Taksim’de cami yaptırma işini de unuttuk, defterden sildik.
Velhasıl sebatsız, azimsiz bir yığın haline geldik.
İKTİDARAmensup yüksek bir bürokrat bir talebe yurduna konferans vermeye gitmiş. 180 bin Euroluk şahsî otomobiliyle pür tantana, pür azamet, pür gurur, pür kibir gelmiş... Halkının önemli bir kısmının aç ve perişan yaşadığı bir ülkede böyle lüks, böyle pahalı, böyle gösterişli otomobillere sahip olmak,
-İslâm ahlâkına yakışmaz,
-Din dışı ahlâk bakımından da hoş görülmez, doğru bulunmaz.
-Vicdana ve insafa sığmaz.
Efendi, ben sana ucuz otomobil pazarından üç milyara alınmış kullanılmış bir Lada’ya bin demiyorum. Şu memlekette 180 bin Euroluk lüks otomobillere binmek fazilet değildir, rezilliktir diyorum.
Bizim dinimizin, ahlâkımızın temel bir kuralı vardır:
“İşlerin hayırlı olanı, orta olanıdır.”
Bir Müslüman bir otomobile en fazla otuz milyar lira verebilir. Ondan sonra ayıptır, haramdır, günahtır, vicdansızlıktır.
“Benim param var, canımın istediği pahalı otomobili alır, onunla caka satarım...” Hayır beyim hayır!.. Alamazsın, caka satamazsın. Müslüman, öyle canının her istediğini yapacak kadar hür değildir. Öyle hürriyet hayvanlar âleminde, küfür dünyasında vardır.
Müslüman, kendi arzu ve rızasıyla hürriyetini sınırlandıran kimsedir. Bu sınırları kim koymuştur?
-Allah koymuştur. Kur’ân’da israf kötülenmektedir, müsrifler (saçıp savuranlar, aşırı masraf yapanlar) “Şeytanın kardeşleri” olarak vasıflandırılmaktadır.
-Peygamber koymuştur. Peygamberimiz bizim için “En güzel örnek ve modeldir. (Kur’ân böyle diyor). Biz ona iman, itaat, biat etmişiz. Onun emirlerine, öğütlerine, Sünnetine uymakla yükümlüyüz. Peygamber vefat etmiştir ama hatırası, ruhaniyeti bizimledir.O, bizim 180 bin Euroluk otomobillerde gurur, kibir, azamet içinde dolaştığımızı görse memnun olur mu?Elbette olmaz.
-Şeriat bizim için sınırlar koymaktadır.
-Peygamberin vârisleri, vekilleri, halifeleri durumunda bulunan ‘âmil âlimler, kâmil mürşidler bize nasihat ediyorlar, “Azmayın, kudurmayın, lükse ve israfa düşmeyin, sefahate kapılmayın...” diyorlar.
-Sonra aklımız, vicdanımız, bilgelik bize nasihat ediyor, bize sınırlar koyuyor.
Eline fırsat geçince kuduracak, çıldıracak. Milyon dolarlık ev, 180 bin Euroluk otomobil, yarım milyon dolarlık yazlık...Böyle Müslümanlık olur mu? Beride milyonlarca din kardeşimiz açlık, sefalet, işsizlik, perişanlık içinde sürünüyor. Zenginler, varlıklılar, helâl veya haram para devşirenler azdıkça azıyor, kudurdukça kuduruyor, kendilerine Nemrud ve Firavun’u örnek alıyor.
Hayır beyim hayır! Sen o kadar pahalı, o kadar lüks, o kadar gösterişli otomobile binemezsin. Buna hakkın yoktur.
“Her şeyin en iyisi Müslümana layıktır...” mı diyorsun?
Söyle bana, sen bu fetvayı kimden aldın?
Şeytan’dan mı?
BİRİNCİSAHNE
ON kadar derviş, bir araya gelmiş, halka olmuş, zikr ediyorlar. Mekândaki ışık loş, gözler kısık, başlarını bir sağa bir sola çevirerek çeşitli esma okuyorlar. Hû... Hayyün, Kayyumün... Tevhid... Salavat... Bir ihbar üzerine basılıp yakalanıyorlar. Sorgu sual, mahkeme... Mâlum, tarikat faaliyetleri yasak. Bir sürü başağrısı, eziyet, sıkıntı... Öyle ya çağdaş uygarlık var.Bizim dervişlerin imdadına ABuyum yasaları yetişmiyor. Öyle şeyler Müslümanlar için değil. Avrupa yasalarından faydalanmak için Avrupa kafasına, Avrupa inancına, Avrupa zihniyetine, Avrupa medeniyetine sahip olacaksın. Bırak Müslümanlığı, ol Hıristiyan, bak nasıl yararlanırsın fikir, inanç, görüş hürriyetinden. Aç bir kilise, çal çanları, avaz avaz Aleluya diye haykır. Pavlos de, Peter de, Aziz Nikola de. İlâhiler oku avaz avaz. Sana kimse dokunamaz.
İKİNCİ SAHNEBEYOĞLU’NDA NURUZİYA Sokağı Aydınlanma Derneği mâbedinde bir âyin. Biraderler huzur, sükûn, rahat içinde toplanmışlar. Üstadları başlarında. Ustalar, çıraklar tam kadro. Hiram Usta’yı kim öldürdü? Akasya ağacını kim kesti? Hangi vâdideyiz? Büyük Atatürk, locaları nasıl ve ne zaman kapattı... Süreyya yıldızını gökten yere kim indirdi?.. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet...Önce bize, sonra bize... âyinden sonra kardeşlerden biri bir konuşma yapar. Konu: Yakın tehlike İslâm Şeriatı. Türkiye’yi ne kurtarır? Uygarlık kurtarır, çağdaşlık kurtarır, Aydınlık kurtarır. Âyin ve toplantı gece yarısı sona erer. Atatürkçü Biraderler güvenlik ve esenlik içinde evlerine dönerler.
ÜÇÜNCÜ SAHNEORTAANADOLU’nun büyük şehirlerinden birinde yeni açılmış bir kilisedeyiz. Bu şehirde hiçbir yerli Hıristiyan olmadığı halde bu kilise niçin açılmış, nasıl açılmış. Bir ayin yapılıyor. İçeride o şehirden olup da İslâm’dan dönmüş tek kimse yok. Birkaç Türkiyeli var. Onlar da Yezidî, Ateşperest, ateist iken Hıristiyan olmuşlar. Papaz efendi bir konuşma yapıyor. Hıristiyanlığın esaslarını anlatıyor. Allah hem bir, hem üç. Hazret-i İsa Tanrının Oğlu. Bir de üçüncü tanrı olarak Kutsal Ruh var. Cemaat dinliyor. Onların dertleri başka. Kimisinin oğlunun kızının Amerika’da okuması önemli. Kimisi bol para kazanıp zengin olmak istiyor. Bazısı İngilizce öğrenecek. Evangelistlerde bol para var.Papaz vaaz ederken heyecanlı Müslümanın biri kilise bahçesine giriyor, kendini kaybediyor ve “Olamaz böyle bir şey!.. Anadolu’yu tekrar bir Hıristiyan ülkesi haline getirmek istiyorlar... Müslüman Türk milleti buna izin vermez... Hâinler... Satılmışlar... İmdat!.. Din elden gidiyor, memleket elden gidiyor....” Kilisenin gorilleri, korumaları hemen adamı derdest ederler, resmî kolluk kuvvetlerine verirler. Tahkikat yıldırım hızıyla başlar. Telefonlar çalar, Amerikan elçisi birileriyle görüşür. Yes mister Ambassador, all right mister... Okey sir... Very well... Yes mes kes...” Zavallı Müslüman AB standartları dahilinde bir güzel sorgulanır. Evangelistlere karşı koymak ne demekmiş. Yeni TCK’ya karşı gelmek ne demekmiş. Evangelistlerin âyin ve ibadetlerini engellemeye kalkışmak ne demekmiş... Yaşasın adalet, yaşasın eşitlik, yaşasın uygarlık!.. Yaşasın, 12 yaşından küçük Müslüman çocuklarına din ve Kur’ân dersi verme yasağı...
DÖRDÜNCÜ SAHNEBÜYÜK Rant Yeme Kulübünde geniş bir ofis. Pahalı ve zevksiz mobilyalar. Duvarda büyük bir “Altın Buzağı” resmi asılı. Buzağının başında ışıklı bir aura görülüyor. Kuyruğundan asılmış birkaç kodaman. Buzağıdan tezek yerine altın, gümüş, dolar, euro dökülüyor kucak kucak. Bu, rantçıların kutsal putudur. Duvarlarda başka resimler de var. Krezüs’ü yakılırken tasvir eden bir tablo. Malum, Krezüs yakılırken “Ah Solon, ah Solon!” diye bağırmış. Altın Buzağılı ofiste yedi kişi konuşuyor. Suratsız herifler bunlar. Üzerlerinden nursuzluk akıyor. Bugünkü gündemin en önemli konusu Kocaeli yarımadasının İstanbul’a yakın kısmının Şile’ye kadar yapılaşmaya ve yerleşime açılması. Bu işte 100 milyarlarca dolar var. Ormanlar, çalılıklar, tarlalar, dağlar, vadiler açılacak, Altın Buzağı Teşkilatının üyeleri bir voli vuracaklar, bir voli vuracaklar ki, sormayın. Anlatırken gözlerinde şeytanî ışıltılar zuhur ediyor, yüz hatları gerginleşiyor. Yâranlar şimdiden o bölgede ucuz arazi kapmaya başlamışlar. Şakası yok bu işin, büyük kalkınma olacak. Türkiye’nin yarı nüfusu buraya taşınacak. Doğu ve Güneydoğu Anadolu büsbütün boşalacak. Peki bu boşalan bölgeler ne olacak? Oraya yerleşecek elbette bir nüfus bulunur. Zaten Ermeniler, “Doğu Anadolu ve Trabzon’dan Kilikya’ya (Adana) olan bölge bizimdir” demiyorlar mı?.. Altın Buzağı Teşkilatı kodamanları, ağızlarından vurgun iştihasının akıttığı salyalarla konuşurken, herbirinin omuzlarındaki Kirâmen Kâtibîn melekleri yazıyor. Hayır defterlerine mi yazıyor, şer defterlerine mi? Evet beyler yazılıyor, yazılıyor. Toplantınız gizli sanmayın sakın. Konuştuklarınızı yazan kâtipler var. Kilise açtırıyorsunuz, onlar yazıyor. Voli vuruyorsunuz onlar yazıyor, ihalelere fesat karıştırıyorsunuz onlar yazıyor. Malı götürüyorsunuz onlar yazıyor. Velhasıl bütün hıyanet ve habasetlerinizi yazıyor. Yazılmadık hiçbir şey bırakmıyorlar. İleride sol tarafınızdan verilecek defterleriniz dolmuş vaziyette. Yediğiniz bütün haramlar yazılıyor. Saçı bitmedik yetimlerin ağzı var dili yok değil mi? Siz öyle sanın. Gözü yaşlı, cahil, hakkını savunamaz fakir kadının hakkını yiyorsunuz ve cezasız kalacağınızı sanıyorsunuz. Ne korkunç bir gaflet içindesiniz. Yaptıklarınız, hıyanet ve habasetleriniz, bu ülkeye bu halka bu devlete verdiğiniz zararlar bir bir yazılıyor, hep yazılıyor. Hiçbir şey unutulmuyor. Ey habîsler, ey uğursuzlar, ey şerirler, ey şakiler siz yarın nasıl hesap vereceksiniz?
BEŞİNCİ SAHNEDOĞUDA bir üniversitenin kampüsü. Bugün mezuniyet töreni yapılacak. Batıdaki bir şehirden yaşlı ve yüreği yanık bir anne bin zahmetle törene gelmiş. Evlâdının diploma alışını iftiharla, mutlulukla seyr etmek için. Annenin yüreği yanık. Çünkü birkaç yıl önce delikanlı bir oğlunu teroristlerle yapılan savaşta şehid vermiş. Yirmi yaşında ölmüş oğulcağızı, onu unutamıyor bir türlü. Tek tesellisi geride kalan çocukları. İşte bu kadın, üniversitenin kapısından içeri girerken sert bir ses ona “Hey kadın, dur bakalım! Başındaki eşarpla giremezsin buraya. Burası kutsal bilim, milim, uygarlık, aydınlanma, çağdaşlık ocağıdır. Başörtülü gericiler geçemez bu kapıdan. Kadıncağız şaşırıyor. Yavrumun diploma törenine gelmiştim... diye kekeliyor. Görevli “İlle de girmek istiyorsan, bu bilim, milim ve uygarlık tapınağına başını açarak gireceksin.” Kadın büsbütün şaşırıyor. “Ben başımı dinî inançlarım dolayısıyla örtüyorum. Nasıl olur da beni içeriye sokmazsınız? Buraya bin küsur kilometre uzaktan geldim... Bilim, milim ve uygarlık tapınağının sorumluları ve görevlilerinde merhamet yok. Kadını bütün yalvarmalarına rağmen içeriye almıyorlar. Kadın bir duvara yaslanıyor, ağlıyor... Bilimde uygarlıkta, çağdaşlıkta, Pembelikte acıma yoktur. Asla yumuşamıyorlar. Kadın bir kez daha yıkılıyor. Delikanlı oğulcağızının şehitlik haberini aldığında da böyle olmuştu. Kadın güçsüz, kadın âciz, kadın haklarını arayacak ve koruyacak imkânlara sahip değil. Kadın hem ağlıyor, hem ellerini açmış sessiz dua ediyor. Biz onun dualarını duymuyoruz ama bir Duyan var. O, dualara icabet eder. Mazlumların (zulme uğramışların) duaları ile O’nun arasında bir perde ve engel yoktur...Kadın ağlıyor, kadın dua ediyor, kadının “Kıblegâh-ı Kibriya” olan yüreği çok yanık. Ne demişler: “Kıblegâh-ı Kibriyadır / Yıkma kalbin kimsenin...” Kadın sarsılıyor hıçkırıklarla. Bu kadın yabancı değil. Onun da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu gösteren bir kartı var. Lâkin zâlimler ona acımıyorlar. Bilmiyorlar ki, acımayana acınmaz... Kadın ağlıyor. Gayb âleminde, kader oklarının yayları gerilmiş, vazifeliler o vaziyette bekliyor. Emir gelince oklar yaylarından boşalacak, kaza-yı mübrem yerine gelecek. Kaza-yı mübremi kimse durduramaz. Zalimler bunu bilmiyorlar. Onlar ne kadere inanır, ne kazaya. İnsanın maymundan türediğine, maddenin kadim olduğuna, varlıkların ve hayatın zarurî bir tesadüften doğduğuna inanırlar. Öldükten sonra mahşerde toplanmak yok, hesap yok kitap yok, ilâhî mahkeme yok, Cennet yok, Cehennem yok. Ne yaparsan bu dünyada yanında kalır zannediyorlar. Siz öyle sanın baylar bayanlar. Öyle sanın...İnansanız da inanmasanız da hesaba çekileceksiniz. Yaptıklarınız yanınıza kalmayacak.Bekleyin göreceksiniz.
KULAKLARIMI haberlere tıkamak istiyorum başarılı olamıyorum. Haberler rutubet gibi sızıyor, sizi buluyor. Bir iyi haber gelirse, karşılığında on kötü haber alıyorsunuz. Son haftaların bazı haberlerini, rivayetlerini, kısa kısa sıralıyorum:
(1) Son bir iki yıl içinde Van’da yedi kilise yapılmış. Son olarak Akdamar adasındaki tarihî Ermeni kilisesi, parası Türk Devletinin bütçesinden çıkmak üzere harıl harıl tamir ediliyor. Van’da şu anda Ermeni yaşamıyor, çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu turistler, zaten öteden beri motorlarla adaya gidiyorlar ve kiliseyi ziyaret ediyorlardı. AKP iktidarının bu kiliseyi, devlet ve halk parasıyla restore ettirmesi çok gariptir. Akdamar kilisesi Ermenilerin ve Ermenistan’ın millî sembolüdür. Kültür Bakanı geçenlerde iftihar ve gururla beyan etti, “Akdamar kilisesinin tamiri benim zamanımda başlamıştır ve en kısa zamanda, tahminen altı ay içinde bitirilecekir...” Bundan birkaç yıl önce Azerbaycan ile Ermenistan arasında Karabağ meselesi hakkında müzakereler yapılıyormuş, Türkiye de gözlemci olarak bulunuyormuş. Ermeniler, Karabağ’ı Azerbaycan’a geri vermek için Türkiye’den toprak talep etmişler, “Kars vilayetinizdeki tarihî Ani harabeleri bölgesini bize verin, biz karşılığında bir miktar Ermeni toprağı verelim” demişler.O zamanki iktidar, bu teklifi küstahça bulmuş, müzakereler kesilmiş.
(2) Medyada bir-iki küçük haber çıktı. Türkiye ile Ermenistan arasında bir Avrupa ülkesinde son derece gizli görüşmeler yapılıyormuş. Acaba neler görüşülüyor? Bütün vatanseverlerin bu konu üzerinde ciddiyetle durmaları gerekir. Bilindiği gibi Ermeniler Türkiye’den toprak istiyor, tazminat istiyor. İki devlet arasında diplomatik münasebet yoktur...Vaktiyle İsrail ile de buna benzer gizli görüşmeler yapılmış, birtakım gizli protokoller hazırlanmıştı. Türkiye’nin milyarlarca dolarlık parası tank tamiri, uçak tamiri gibi bahanelerle İsrail’e aktarılmıştı.
(3) Geçenlerde ZeyrekCamii’ne gittim.Binanın dışının restorasyon çalışmaları hızlanmıştı. Caminin içi tam bir virane olarak duruyordu. Eski bir Bizans kilisesi olan bu bina, Amerika’daki Illinois Üniversitesi Vakfı tarafından tamir edilmektedir. Masrafların yarısı Müslüman Türk halkının ödediği vergilerle oluşan Türkiye Devleti bütçesinden çıkmaktadır.Kariye Camii’nde olduğu gibi burasının da bir punduna getirilip müze yahut kiliseye çevrilmesi ihtimali vardır. Müslüman kamuoyu büyük bir uyku ve gaflet içindedir.
(4) Amerikalıların birtakım medyacılara on milyon dolar dağıttığına dair rivayetler ve dedikodular var. Elimde bu konuda ispat edici bir belge yok. Ancak, son derece mide bulandırıcı olması dolayısıyla üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu yağlı kemik fonlarından birtakım İslâmcı kişiler de paylarını almışlar deniliyor. Amerikalılardan para alan İslâmcılar kimlerdir? Bu kişileri mutlaka iyi tanımamız ve bilmemiz gerekiyor.
(5) Bir iyi haber: Birkaç hafta önce bir pazar günü Şehzadebaşı Camii’ne sabah namazına gittim, 4-5 saflık cemaat vardı. Namazdan önce Yasin-i şerif okundu, namazı kıldıran imam efendinin sesi ve kıraati çok güzeldi. Lakin huzur ve huşu içinde dinleyemedik, caminin hoparlör tesisatı berbat mı berbat. Hoparlörler yanlış yerlere konulduğu için eko/yankı yapıyor, ayrıca birkaç defa cihazlardan korkunç gürültüler çıktı. Namazdan sonra hoca efendi, cemaate hitaben konuşmaya başladı, ben kalmadım, ayrıldım. Gelenlere sabah kahvaltısı da ikram ediliyormuş, imam efendiyi bu örnek çalışmasından dolayı tebrik ediyorum, başarılar diliyorum. Duyurulur ve daha iyi bir organizasyon yapılırsa, cami pazar sabahlarında tamamen dolabilir. Beni bağışlasınlar, mâbedin ses düzeninin tamamen gözden geçirilmesi, yankı yapmayacak şekilde yeniden kurulması gerekir. Bir husus daha var: Namazdan önceki kamet, ezan gibi uzun okunmuştur. Fıkıh kitaplarımızda kametin kısa ve hızlı okunması gerektiği yazılıdır. Hacı Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm’da “Saldır saldır okunur” diyor.Son bir yıl içinde, Müslümanlar arasında namaz, cemaat, sabah namazı gibi önemli dinî konu ve vazifelerde bir uyanış, hareketlilik, çalışma görülmektedir. Çok hayırlı, çok faydalı olan bu çalışmaların devam etmesini, genelleşmesini temenni ederim. Dikkat edilecek bazı hususları haddim olmayarak beyan edeyim: Camilerde kalabalık cemaat olunca, bazılarının para toplama hırsları ve damarları depreşir. Böyle kutsal ve ulvî ibadetler kesinlikle para gibi süflî, iğrenç, necis, iğfal edici, şeytanî şeylere âlet edilmemelidir. Bir de, cemaate hitaben yapılacak konuşmalar son derece beliğ, fasih, veciz (kısa) olmalıdır... Şehzadebaşı Camii’nde büyüklerinin yanında gelmiş çocuklar da gördüm, memnun oldum. Ancak üzücü bir husus vardı, birtakım kimseler gecelik kıyafetleriyle, eşofmanlarıyla gelmişlerdi. Camiler Beytullahtır, Müslümanların böyle kutsal mekânlara saç baş, kılık kıyafet itibarıyla son derece düzgün ve estetik bir şekilde gelmeleri gerekir. Şehrin valisi veya kaymakamı çağırsa, ona eşofmanla gider misiniz?
(6) Amerika ve Avrupa ülkeleri terör konusunda her geçen gün, paranoya batağına daha fazla batıyor. Onlar, para bakımından, kültür bakımından, silâh bakımından çok zengin ve güçlüler, ancak mâneviyatları son derece zayıf. Sanırım, ileride bu paranoya, bu panik, bu mâneviyat çöküntüsü onları yere serecektir. İngiltere Müslümanlarının liderlerinden biri, uçağa binmiş, Amerika’ya gitmiş, havaalanından geri çevrilmiş. Aklı başında bir idarenin böyle bir şey yapması mümkün değildir. Irak’ta her gün yüz kişi ölüyor, Batılılar için bu ölümler, normal medya haberleri oluyor. İngiltere’de patlamalar oluyor, elli küsur insan ölüyor ve yer yerinden oynuyor, dünya ayağa kalkıyor. Ölen Müslümanların canı can değil mi? Can da, Batılının canı has can...
*
Müslüman kesimdeki bir kısım yeni zenginler, hem dinden vazgeçemiyorlar, hem de zevk u sefadan, lüksten israftan, gösterişten. Şimdi de başımıza tesettür deniz kıyafetleri çıktı. Başları dahil sıkıca örtülü kıyafetle birtakım zengin Müslüman hanımlar denize girmek istiyorlar... Eskiden etrafı tahta perdeyle çevrilmiş, deniz hamamları varmış. Çocukluğumda, Moda ile Fenerbahçe arasında böyle bir deniz hamamını gördüğümü hatırlıyorum. Karadeniz sahillerinde kadınlar, geceleri sandala binerler, entarileriyle denize girerlerdi. Şimdi, rengârenk tesettür mayolarıyla (!) gireceklermiş...Zenginliğin yanında kültür, görgü, medeniyet, şehirlilik, edep, nezaket, irfan olmayınca böyle birtakım aksaklıklar kaçınılmaz hale geliyor...
*
Sabah gazetesinde, başlığın üzerinde “Amerikalı Şeyh Ragıp. Musevî olarak doğdu. Budizm’i araştırdı. Müslüman oldu. O artık bir Cerrahî Şeyhi...” başlıklı bir yazı yayınlandı. Devamının iki gün sonra yayınlanacağı bildiriliyordu. Aradan haftalar geçti, Amerikalı Şeyh Ragıp’la ilgili yazıdan haber yok. Acaba ne oldu da yayından vazgeçildi?
*
Büyük medya, birtakım büyük hırsızlıkları, vurgunları, hortumlamaları, götürmeleri, gayr-i meşru rantları yazmamak konusunda sanki bir karar almıştır. Önemli gazetelerden birine mensup bir gazeteci, bu konuda “Şimdi susuyoruz ama dosyalarını hazırlıyoruz, günü geldiğinde yayınlayacağız...” demiş. Peki, ülkedeki yolsuzlukları öğrenir öğrenmez kamuoyunu haberdar etmek medyanın vazifesi değil midir? Niçin bekliyorlar? Bu bekleme karşılığında ne gibi menfaatler elde ediyorlar?
Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin hain değildi...” sözü üzerine epey gürültü kopartıldı. Süleyman Demirel bu iddiaya itiraz etti, “Türkiye bunu kaldırmaz” dedi. Vaktiyle Nazım Hikmet de hain ilan edilmişti, sonra temize çıkartıldı. Nazım, Türkiye’de Marksist-Stalinist Kızıl bir rejim kurulmasını istiyordu. Rusya’ya kaçtığı zaman, Moskova havaalanında uçaktan iner inmez ilk sözü, “Sovyetler Birliği benim vatanımdır. Beni Stalin yarattı...” olmuştur. Sultan Vahdettin, mecburen yurtdışına çıkarken az miktarda şahsî parası dışında hiçbir şey almadan gitmişti. 1926’da İtalya’nın San Remo şehrinde vefat ettiğinde, bakkala, kasaba, esnafa olan borcu dolayısıyla cenazesine haciz konmuştur. Asıl vatan hainleri, aileden gelen servetleri olmadığı, herhangi bir ticaret yapıp para kazanmadıkları halde kısa zamanda efsanevî büyük servetler elde edenlerdir.
15.08.2005
BÜYÜK bir şehrimizde belediyenin veya müteahhidin işçileri kaldırım döşüyor. Yere kum dökmüşler, onun üzerine yalap şalap, dikkatsiz ve itinasız bir şekilde taşları diziyorlar. Sonra bu taşların aralarına yine dikkatsiz ve laubali bir şekilde kum dökülecek ve sözde yol inşaatı bitmiş olacak...
Bu yol yapılırken oradan binlerce, yüz binlerce vatandaş geçiyor ve bunların bir teki bile “Yahu böyle yol yapılır mı? Çürük bir zeminin üzerine kum döküyor, onun üzerine taş döşüyorsunuz. Bu yol sağlam ve kalıcı olur mu?.. Niçin medenî ülkelerde olduğu gibi sağlam bir zemin üzerine taş döşenmiyor?..” şeklinde tepki göstermiyor, gereken mercilere şikayet etmiyor?
Almanya, İsviçre, Norveç gibi medenî ülkelerde böyle yol yapılmaya başlansa halk isyan eder, şiddetli tepki gösterir ve hatânın, aksaklığın düzelmesini sağlar.
Bugünkü Türkiye toplumunun çok vahim, çok ağır, çok dehşetli noksanları, eksiklikleri, ihmallleri vardır. Bunlardan biri de haksızlıklar, yanlışlıklar, kötülükler karşısında tepkisizliktir.
Bu memlekette yüksek seviyede, genel ve yaygın hırsızlık ve yolsuzluk vardır. Halk bunlara gereken tepkiyi göstermiyor.
Devletin ve belediyelerin bütçeleri, imkânları hortumlanıyor. Halk tepkisiz kalıyor.
Eğitim iflas etmiş vaziyette. On milyondan fazla çocuğumuz işe yaramaz bir eğitimin çarkları arasında harcanıyor. Halk yine tepkisiz. Halbuki, İstanbul’da en az bir milyon vatandaş feryatlı, nümayişli bir miting ve yürüyüş yapsa, “Eğitimin radikal şekilde islahını” istese, politikacıların ve bürokratların etekleri tutuşur, belki düzeltme ve iyileştirme yaparlar.
Üniversitelerimiz ilmi, irfanı, araştırmayı, uzmanlığı bırakmışlar, Donkişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi başörtüsü ile uğraşıyorlar. Üniversitelerimiz yetmiş-seksen seneden beri Türkiye’ye bir tek Nobel ve benzeri uluslararası ödül kazandıramamış. Umurlarında mı? Aman başörtüsü, aman laiklik, aman resmî ideoloji, aman Sabataycılık. Halkımız bu üniversiteleri yazılı olarak protesto ediyor mu, onlara tepki gösteriyor mu?
Üniversitelerimizdeki temiz, vatansever, vazifelerini hakkıyla yapan, şerefli, Müslüman çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerine saygılı, ahlâklı, faziletli elemanları tenzih ederek söylüyorum: Maalesef birtakım çeteler sızmıştır bu ulvî müesseselere. Bu çeteler Müslüman Türkiye halkını ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, parya olarak görmektedir. Bunlar memlekete babalarının, atalarının, dedelerinin çiftliği gözüyle bakmaktadır. Ve bin kere maalesef ki, on milyonlarca Türkiyeli bu rezalete tepki göstermemektedir. Nasıl tepki? Elbette yasal sınırlar içinde, şiddetten uzak, medenî ve demokratik bir tepki. Binlerce vatansever aydından yüz tanesi bir araya gelse, memleketin durumu ve üniversitelerin hali hakkında ciddî ve seviyeli bir bildiri hazırlasa, bunu tam sayfa bazı gazetelerde ilan şeklinde bastırsalar. (Bazı gazeteler dedim, çünkü târifenin on misli fazla ücret teklif etseniz birtakım sömürgeci zihniyetli Pembe gazeteler böyle bir bildiriyi yayınlamak istemezler).
Bundan birkaç ay önce Büyük Millet Meclisi çatısı altında çok çirkin bir kavga ve küfürleşme hadisesi yaşandı. Düşünebiliyor musunuz, birtakım adamlar orada birbirlerine “O..... çocuğu” diyerek hitap ettiler. Ne ayıp, ne yüz kızartıcı bir manzara. Millet Meclisi çatısı altında böyle âdi, rezil küfürler nasıl sarfedilebilir? Bu hadiseden sonra, gönül arzu ederdi ki, milyonlarca vatandaş mektuplar, dilekçeler, fakslar, telgraflar ile Meclis Başkanlığı’na, diğer kuruluşlara, medyaya müracaat etsinler, bu çirkin hadiseyi protesto etsinler, kötülesinler, lanetlesinler. Maalesef bir inilti bile çıkmadı.
Ülkenin sermayesi durumunda olan büyük fabrikalar, işletmeler, kıymetlerinin çok altında fiyatlara yabancılara satılıyor. Neymiş, bu satış paralarıyla borç faizi ödenecekmiş. Birkaç haftalık borç faizi birkaç milyar dolarmış. Millet bu iktisadî ve finansal rezaleti gereği gibi, yeterli şekilde protesto ediyor mu?
Bazı gazetelerde (hepsinde değil, bir kısmı satın alınmıştır) memleketteki rezaletler, yolsuzluklar, soygunlar, haksızlıklar tenkit ediliyor ama bunlar cılızdır, tesirsizdir, yeterli değildir. Birtakım adamlar bu cılız tenkitler için “Zırlayıp dursunlar, biz bildiğimiz yolda gideceğiz. Bunların bir tesiri olmaz...” diyorlardır muhakkak.
Büyük Marmara depreminden bu yana altı yıl geçti. Bu altı yıl içinde depremle ilgili binlerce toplantı yapıldı, rapor yazıldı, nutuklar atıldı, cart curt edildi. Lakin ciddî tedbirler alınmadı. Uzmanların “çürüktür, mutlaka sağlamlaştırılması gerekir” dediği binalar eski hamam eski tas öylece duruyor. İstanbul 15 milyonluk bir megakent. Üç yüz bin kişi ölse ne olur? Kalanlar bize yeter. Hem zaten tavşan gibi çoğalan bir toplumuz...
İstanbul’da bir milyon vatandaş depreme karşı tedbir alınmaması konusunda miting yapsa, yürüse birtakım taş vicdanlı sorumlular telaşa düşer, harekete geçer belki.
Ne zaman olacağı belli değil ama mutlaka olacak deniliyor. Beklenen büyük İstanbul depreminde binlerce okul, hastahane, resmî daire, adliye binası yıkılacak. Yüzbinlerce kaçak binanın çoğu yıkılacak. AB kanunlarıyla meşrulaştırılan çürük binalar yüzbinlerce vatandaşa mezar olacak... Şehirde normal zamanda bile güvenlik sağlanamıyor. Maazallah zelzele olunca onbinlerce yağmacı harekete geçecek. Bu canavarlar ölülerin ellerini, parmaklarını keserek altın, mücevher, bilezik, kıymetli saat toplayacaklar. Bunlara karşı tedbir alındı mı?
Eminönü Yemiş iskelesindeki tarihi Ahî Çelebi Camii’nin restorasyonu yirmi senedir bitirilmiyor. Van’da, tarihî kalenin altındaki iki harap cami doksan seneden beri yürekler acısı bir şekilde duruyor. İstanbul’da Zeyrek Camii’nin dışını devletimiz ve Amerikan misyonerleri restore ettiriyorlar ama içi tam bir virane. Cağaloğlu’nun göbeğindeki Hadım Hasan Paşa medresesi yıllardan beri tamir edilmeyi bekliyor. Türk ve Müslüman eserleri böyle, harap vaziyette iken, iktidar Van’ın Akdamar adasındaki tarihî Ermeni kilisesini tamir ettiriyor. Bu restorasyon altı ayda bitirilecekmiş. Peki, Van’daki tarihî harap camileri niçin tamir ettirmiyorlar? On milyonlarca Müslüman bu haksızlığı, bu adaletsizliği, bu eşitsizliği niçin protesto etmiyor, yasal sınırlar içinde niçin tepki göstermiyor?
Evet soruyorum: Bu tepkisizliğin, bu uyuşukluğun, haksızlığın ve yanlışlıklar karşısındaki bu suskunluğun sonu ne olacaktır?
Halktan, kamuoyundan gizleyerek Ermenistan’la Avrupa’nın bir şehrinde gizli müzakareler yapılıyormuş. Niçin saklıyorlar? Niçin çekiniyorlar? Ermenilerle ne gibi pazarlıklar yapıyorlar? Halk bu gizli müzakerelere niçin tepki göstermiyor?
Denizli’nin bir ilçesinde bir camiyi kiliseye çevirmek istediler. Halkımız niçin böyle birrezalete gereken ve yeterli tepkiyi göstermedi? Çanakkale’nin bir meydanına yepyeni bir kilise yapmak istiyorlar. Kimler istiyor? Hıristiyanlar, misyonerler değil. Bizden görünen birileri. Halk niçin buna yasal sınırlar içinde tepki göstermiyor, isyan etmiyor?
Emanetler ehline verilmiyor. Halk niçin tepki göstermiyor, protesto etmiyor?
Ciğeri beş para etmez birtakım partizanlar, türediler beş on sene içinde sıfırdan başlayıp Karun kadar zengin oldular. Halk bu şüpheli, şaibeli zenginlikler ve zenginlere karşı niçin feryat etmiyor?
Birtakım iki kimlikli adamlar önemli köşebaşlarını tutmuşlar, bütün stratejik mevkileri almışlar. İsimlerine bakıyorsunuz, Türk ismine benziyor, lakin ikinci bir isimleri daha varmış, asıl adları oymuş. Bunların cenazeleri hep belli yerlerden kaldırılıyor, belli yerlere gömülüyor. Bunlar İslâm’a pek muhalif. Bunlar dindar Müslüman çoğunluğu Cumhuriyet için en yakın tehdit ve tehlike olarak görüyor. Bunlar ülkede dehşetli bir terör fırtınası estiriyor. Halk, yasal sınırlar içinde ülkemizdeki bu gizli hakimiyet ve saltanatı niçin protesto etmiyor?
Yıllardan beri cart curt eden İslâmcılar bunca kötülüğe, münkerata, fenalığa, zulme, haksızlığa karşı niçin tesirli bir kampanya açmıyorlar?
Bu ülkede namuslu, şerefli, doğru, dürüst, haram yemez, Allah’tan korkan milyonlarca Müslüman var. Bunlar niçin kötülüklerle münkerlerle, isyanlarla mücadele etmiyorlar, bunları protesto etmiyorlar, bunlara tepki göstermiyorlar? Böyle yaparlarsa dinsizler kızarmış, öfkelenirmiş. Allah Allah, bu kişiler Allah’tan korkmuyorlar da, din düşmanlarından mı korkuyorlar?
Herkes şu aşağıdaki cümlenin altını çizsin ve hafızasına nakş etsin:
TOPLUMUMUZ TEPKİSİZ BİR TOPLUMDUR. Kötülüklere tepki göstermeyen bir toplum esarete, zillete, sömürülmeye, sürünmeye, ezilmeye mahkumdur.
Tepki tepki tepki!...
Bazı hususlarda hatâ ettiğinizi, yanıldığınızı söylersem kabul etmeyeceksiniz. Öyle ya, siz hiç yanılır mısınız? Sizin lügâtinizde yanlışın târifi şudur? “Yanlış başkalarının yaptığı şey.”
Tahammül edebilirseniz iddia ve tenkidlerimi okursunuz, tahammülünüz yoksa okumaya kalkıp sinirlerinizi boş yere bozmayın.
Birinci Tenkid: Siz, “Hazret-i Muhteremin”in yanılmazlığına itikad ediyorsunuz. Yani onun, Peygamberler gibi ismet sıfatıyla sıfatlı olduğu inancına sahipsiniz. Buna benzer itikad Şiîlikteki “Mâsum İmam” inancıdır. Böyle bir şey Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslâmlığına aykırıdır. Sizin Hazret-i Muhtereminiz de pekâlâ yanılabilir, kendisinden hatâ sadır olabilir. Biz Sünnî Müslümanlar, ismet sıfatıyla sıfatlı Peygamberlerden bile “zelle” sadır olabileceğini kabul ederiz. Sizin, “Masum Hazret-i Muhterem” inancınızı kesinlikle paylaşmayız.
İkinci Tenkid: Siz tenkid ile hakareti birbirine karıştırıyorsunuz. Edep ve insaf dairesinde olmak şartıyla, ehliyeti ve liyakati olanlar gerekli tenkidleri yapacaklardır. Bunlar olumlu tenkidlerdir, ılımlı tenkidlerdir, bu tenkidleri hakaret ve saldırı olarak kabul etmek dengesizlik ve insafsızlıktır. Zamanımızda hiçbir “Muhterem”in tenkid edilemezlik imtiyazı yoktur.
Üçüncü Tenkid: Yüce İslâm dini “Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur” kaidesini koymuştur. Dinimizin müttefakun aleyh olan hiçbir kesin hüküm ve kurumunda keyfi bir şekilde ictihad yapılamaz. İslâm dininin Şârii ve Vâzu Allah-ü Teâlâ Hazretleridir, ikinci olarak da, O’nun elçisi olan Peygamber Efendimizdir. Hiçbir hocanın, şeyhin, muhteremin, hazretin müttefakun aleyh olan kesin konulara aykırı ictihad yapması, fetva ve ruhsat vermesi asla kabul edilemez. Bir misal verelim: Kur’an “Allah katında din İslâm’dır” buyurmaktadır. Bu konuda başka âyetler de vardır. Allah-ü Teâlâ İslâm’dan başka bir dini kabul etmez, ondan razı olmaz. Sizler kalkmışsınız “Ehl-i kitapla amentüde ihtilafımız yoktur... Ehl-i kitap da cennete girecektir... Ehl-i kitabın da dinleri haktır...” şeklinde Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, fıkha aykırı ictihadlar yapıyor, hükümler koyuyorsunuz. Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları bunları kesinlikle kabul edemeyiz. Bu gibi bozuk ictihadları tenkid ve cerh etmek boynumuza borçtur. Hiç şüphe ve tereddüde mahal yoktur ki, Hazret-i Muhammed’in risaleti ve daveti kendisine ulaştıktan sonra, bu daveti red, inkâr ve tekzip eden kimse delâlettedir. Sizler “Dinler arası diyalog ve hoşgörü” diye bir doktrini, bir ideolojiyi Müslümanlara kabul ettirmeye çalışıyorsunuz. Ehl-i kitap, Hazret-i Muhammed’in hak peygamber olduğunu kabul etmiyor, Kur’an’ın hak kitap olduğunu kabul etmiyor, İslâm’ın hak din olduğunu kabul etmiyor... Sizler Müslüman olarak onların cennete gireceklerini söylüyorsunuz. Ne kadar açık bir çelişki içindesiniz. Bu yüzden sizi uyardığımız, yapıcı şekilde tenkid ettiğimiz için bize kızıyor, köpürüyorsunuz.
Dördüncü Tenkid: Siz cemaatinizi, hizbinizi, fırkanızı, zümrenizi İslam dini ile özdeşleştiriyorsunuz. Büyük bir mantık hatâsı yapıyosunuz, hiçbir parça bütüne eşit olamaz. İslam dünyasında çeşitlilikler vardır, mezhepler... tarikatlar... meşrebler... fırkalar.. çeşit çeşit gruplar. Bunlar parçadır, bütün değildir, bütünün yerini tutamazlar. Sizler aşırı gidiyorsunuz, cemaatinizi din haline getiriyorsunuz.
Beşinci Tenkid: Allah’ın kitabı Yüce Kur’anı kerim, Ehl-i kitabı, ruhbanlarını, din yükülerini “Erbab” (Rabler) haline getirmekle suçluyor. Maalesef İslam tarihinde ve çağımızda birtakım Müslümanlar cemaatler de, büyüklerini, başkanlarını, Hoca Efendilerini, Muhteremlerini gerekenden fazçla, çok aşırı şekilde yüceltmekte, adeta putlaştırmaktadır. Böylelerini uyarmak bir vazifedir. İslam dinine göre bütün hamdler, senalar, övgüler Allah-ü Teâlâ Hazretlerine mahsustur. Biz müslümanlar O’nun resûlü olan peygamber Efendimize salât ve selam getiririz. Diğer Peygamberlerin hepsine de iman eder, saygı besler ve selamlerız. Üçüncü tabaka Ashab’tır. Onlar için “Allah kendilerinden razı olsun” deriz. İslalm’dan önce ve sonra gelip geçmiş sâlih kimseler için Allah’tan rahmet dileriz. Yine Hazret-i Adem’den bugüne kadar gelip geçmiş, hir seviye ve dereceden müminleri rahmetle anarız, llah’tan onların bağışlanmasını dileri. Aklı başında, Kur’an ve Sünnet çizgisinde hiçbir Müslüman, hocasını, şeyhini, büyüğünü putlaştırmaz, aşırı şekilde övmez. Böyle bir şey İslam’ın ruhuna aykırıdır. Sizde bu konuda aşırılık görülüyor ki, birtakım tenkidlere uğruyorsunuz. Tenkid edenlere kızıp köpüreceğinize aynaya baksanız daha iyi edersiniz. Olabilir ki, hatalarınız vardır, aşırılıklarınız vardır.
Altıncı Tenkid: İslam dininin temel farzlarından biri de, emr-i maruf ve nehy-i münker farzıdır. Ümmet-i Muhammed’in sağlıklı, dengeli, düzenli olabilmesi için mutlaka bu farzın yerine getirilmesi, yanlışlıkların (muhakkak ki vardır) söylenmesi, denetim yapılması, olumlu tenkidlerin yöneltilmesi gerekir. Sizler bunlardan dahatsız oluyorsunuz.
Yedinci Tenkid: İnsan nefsi, yalan da olsa övgülerden çok hoşlanır, doğru da olsa tenkidlerden hiç hazzetmez. Sizler buna bir örneksiniz. Hazret-i Muhteremin ve cemaatinizin hep övülmesini, pohpohlanmasını, göklere çıkartılmasını istiyorsunuz; haklı ve isabetli de olsa, yumuşak bir üslupla da yapılsa hiçbir temkidi ve uyarıyı kabul etmiyorsunuz. Siz yüzde yüz haklısınız, doğru yoldasınız... Sizi tenkid edip uyaranlar yanlış yoldalar...
Sekizinci Tenkid: Allah-ü Teâlâ, Yüce Kur’anda mümin kullarını uyarıyor ve onlara “kâfirleri dosta ve velî ittihaz etmemelerini” emrediyor. Sizleri bu konuda da sınır dışına çıkmış olarak görüyoruz. Sizi tenkid eden, sizi uyaran mümin kardeşlerinizle olan alaka ve râbıtalarınızı kopartıyor, onlara düşman gözüyle bakıyorsunuz. Öte yandan Hazret-i Muhammed’e -hâşâ- yalancı ve terörist diyen, Kur’ana hâşâ düzmece diyen, İslam’a hâşâ uydurma din diyen kâfirlerle pek manevi destek gördüğünüze dair çok rivayetler ve karineler var. Bu konuda sizleri uyarıyoruz, tenkidlerimize kulak veriniz, bir uçurumun kenarında çok kaypak bir zeminde yürüyorsunuz, ayağınız kayarsa ebedî saadetinizi kaybedersiniz.
Dokuzuncu Tenkid: Sizin söyledikleriniz, yaptıklarınız, görüşleriniz içinde dinimizin temel inanç hükümlerine aykırı olan maddeler vardır. Cemaatinize bağlı olanlar bu yüzden çork vahim tehlikeler, dehşetli vartalar içindedir. Din temellerinin, itikad ilke ve hükümlerinin şakaya gelir tarafı yoktur. Kur’an “Allah katında din İslam’dır” diyor, siz ise Hazret-i Muhammed’in davetini reddeden, İslam’a sırt çeviren kâfirleri cennete sokmaya çalışıyorsunuz. Yeterli din kültürüne sahip olmayan ve sizin peşinizden giden nice müminin bu konuda ayağının kayması ihtimali vardır. Binaenaleyh onların uyarılması gerekir. Siz bu uyarmayı kendinize düşmanlık olarak görüyorsunuz.
Diğer konuları bırakalım, sadece “Dinler arası diyalog ve hoşgörü” konusunda çok ciddi, çok seviyeli bir açıkoturum ve tartışma zemini hazırlayalım. Böyle bir şeyin bütün yurda hitap eden büyük bir televizyon kanalında yapılması uygun olur. Ehl-i Sünnetten üç hoca, sizden üç kişi, bir de son derece âdil, objektif, insaflı bir yönetici... Müzakerelerin ve tartışmanın gündemi daha önce tespit edilecektir. Mesela:
-Ehl-i kitap ile Müslümanlar arasında amentü konusunda ihtilaf var mıdır, yok mudur?
- Tevhid ile Teslis bir olur mu?
- Hazret-i Muhammed’in risaleti ve daveti kendisine ulaştığı halde bunu reddeden mise için necat, selamet ve felah var mıdır?
- İslam dini, Allah katında tek din midir, değil midir?
Safsata yapılmayacak, demagoji yapılyacak, mugalata yapılmayacak... Taraflar eteklerindeki taşları açık yüreklilikle ortaya dökecekler.
Eğer cesaretiniz varsa, samimi iseniz böyle bir açık müzakere ve tartışmayı kabul edersiniz.
24.08.2005
SORU: Sadece “La ilahe illallah” diyen kimse mümin olur mu?
CEVAP: Mümin olmaz, muvahhid olur.
SORU: Mümin olmak için nasıl iman etmek gerekir?
CEVAP: “La ilahe illallah” dedikten sonra “Muhammed Resulullah” demek lazımdır. Ancak bu şekilde mümin olunur.
SORU: Sadece “La ilahe illallah” diyen kimse ehli necat, felah ve selamet midir?
CEVAP: Kendisine Muhammed aleyhisselatü vesselamın risaleti ve daveti ulaşıp da bu daveti kabul etmeyen kimse necat (kurtuluş), selamet ehli olmaz.
SORU: Bazıları “Ehl-i Kitab da bizim gibi, Peygamberlere iman ediyor” diyorlar.
CEVAP: Peygamberlere iman demek, “Bütün Peygamberlere” iman demektir. Allah’ın insanlara göndermiş olduğu peygamberlerden birini yahut bazısını kabul etmeyenler mümin olmazlar. Yahudiler Hazret-i İsa’yı ve Hazret-i Muhammed’i kabul etmiyorlar, Hıristiyanlar Hazret-i Muhammed’i kabul etmiyorlar.
SORU: Dinlerarası diyalog ve hoşgörü taraftarları “Ehl-i Kitab ile Amentüde ittifakımız var” diyorlar. Bu iddiaları doğru mudur?
CEVAP: Doğru değildir, hezeyandır. Ehl-i Kitabla aramızda ittifak değil, büyük ve derin ittifaksızlık vardır. Birincisi Allah’a iman ve Tevhid konusundadır: Yahudiler, Üzeyr Allah’ın oğludur diyorlar, Hıristiyanlar, İsa Allah’ın oğludur diyorlar. Hıristiyanların Teslisi ile Müslümanların Tevhidi asla uyuşmaz ve bağdaşmaz. Peygamberlere iman hususunda da ittifak yoktur, yukarıda beyan edildi. Kitaplara iman konusunda da ittifak yoktur. Yahudiler, İncil’i ve Kur’an’ı kabul etmiyorlar, Hıristiyanlar, Kur’an’ı kabul etmiyorlar. Binaenaleyh “Ehl-i Kitab ile aramızda Amentü konusunda büyük ihtilaflar bulunmaktadır.”
SORU: Müslümanların Tevrat ve İncil konusunda inançları nedir?
CEVAP: Biz Yüce Allah’ın Tevrat ve İncil adıyla kutsal iki kitap göndermiş olduğuna iman ederiz. Ancak bugünkü Tevrat ve İncil metinlerinin bütünüyle gerçek Tevrat ve İncil olduğunu kabul etmeyiz, asıl ilahi metinler kaybolmuş, daha sonra birtakım kâtipler bugünkü metinleri yazmışlardır. Asırlar boyunca ilave, çıkartma, değiştirme, tahrifat yapılmıştır. Bugünkü Tevrat ve İncil metinlerinde Tevhide, tenzihe, peygamberlerin ismetine uygun olmayan yerler kesinlikle sonradan ilave edilmiştir. Mesela Hazret-i Lut’un iki kızının babalarını sarhoş ederek onunla yatmaları ve gebe kalmaları kıssasını Müslümanlar kesinlikle doğru olarak kabul etmezler. Böyle bir şey peygamberlerin ismet sıfatına aykırıdır.
SORU: Bir Yahudi veya Hıristiyan mükemmel şekilde Arapça öğrenmiş, İslâm ilimlerini tahsil etmiş, İslâmiyet hakkında uzman olmuş; fakat İslâm’ın hak din olduğunu kabul etmiyor, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmiyor, Hazret-i Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmiyor. Böyle bir kimse hakkındaki hüküm nedir?
CEVAP: İslâmî ölçülere göre bu zat kâfirdir. Kâfir, Arapça “Gerçeği örten ve gizleyen” demektir. Biliyor ama iman etmiyor...
SORU: Böyle bir kimseyle Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü yapılabilir mi?
CEVAP: Kesinlikle yapılamaz, böyle bir şey İslâm’a ihanet olur.
SORU: Diyalogcular Ehl-i Kitabın da cennetlik olduğunu söylüyor. Onların bu iddialarının hükmü nedir?
CEVAP: Ehl-i Kitabtan bir kimseye Hazret-i Muhammed’in risaleti ve daveti ulaşsa ve bu kişi bu daveti kabul etmese, kesinlikle cennetlik olmaz. Diyalogcular birtakım âyetleri kendi heva ve rey’lerine göre yanlış şekilde yorumluyorlar. Bırakın Ehl-i Kitabın cennetlik olmasını, sadece dil ile kelime-i şahadeti söyleyip de kalben iman etmeyen bir kimse bile cennetlik ve ehl-i necat değildir.
SORU: Bir doktrin ve ideoloji olarak Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü nedir?
CEVAP: Ahir zamanın büyük fitne ve fesatlarındandır ve Müslümanlar için korkunç bir tuzaktır.
SORU: Dinlerarası diyalog ve hoşgörü kişinin imanına zarar verir mi?
CEVAP: “Yahudilik ve Hıristiyanlık da hak dindir; Ehl-i Kitab da cennetliktir” inancına sahip olan kimse İslâm dininden çıkmış olur, imanını kaybeder.
SORU: Bu şekilde irtidat etmiş kimseler tanıyor musunuz?
CEVAP: Şahsen ve bizzat görmedim. Gazetelerde yazıldı, İzmir’de namaz kılan, başını örten bir kız Hıristiyan olmuş, başını açmış, namazını bırakmış. Soranlara da, “Mademki İslâm ile Hıristiyanlığın ikisi de hak dindir, ben kolay olanını seçtim. Nasranîlikte ne namaz var, ne tesettür...” demiş.
SORU: İrtidat eden (dinden çıkan) bu kızın vebali kime aittir?
CEVAP: Sormaya ne hacet. Diyalogculara aittir.
SORU: Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü konusunda para dağıtılıyor mu?
CEVAP: Elimizde müsbit (ispat edici) deliller ve belgeler yoktur ama bu maksatla milyonlarca dolar dağıtıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Bundan birkaç ay önce İstanbul’da Fatih Camiine, bu bölgedeki agresif Protesan misyonerlerin reisi veya başmüfettişi durumunda olan bir zat gelmiş. Türkçe biliyormuş, orada benim tanıdığım bir hoca ile biraz konuşup tartışmışlar. Laf arasında diyalog taraftarı bir cemaat zikredilince, misyoner cenapları “Ha, onlar mı? Biz onlarla işbirliği halindeyiz ve kendilerini destekliyoruz” sözünü sarf etmiş. Bundan ne mânâ çıkar? Okuyucularımın firasetine havale ediyorum. (Bana bunu anlatan Hoca Efendinin ismini vermiyorum)
SORU: Ehl-i Sünnet İslâmlığında Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü var mıdır?
CEVAP: Yoktur. Bu, zamanımızda çıkmış bir bid’attir. İslâm dünyasında da çıkmamıştır, ithal malıdır. Müslümanlara kurulmuş bir tuzaktır.
SORU: Diyalogcular ve hoşgörücüler fırak-ı dalleden bir fırka mıdır?
CEVAP: Lügavî mânâda değil de, bir doktrin ve ideoloji olarak buna inanıyorlar ise yoldan çıkmışlardır. İleride ilm-i kelam kitaplarında anlatılan bozuk fırkalardan biri olacaklardır.
SORU: Filan zat sizin gibi düşünmüyor, var gücüyle Diyalog ve hoşgörü için çalışıyor.
CEVAP: Bendeniz ilahiyatçı milahiyatçı değilim. Dinî konularda kendi kafamdan hiçbir şey yazmıyorum. İslâmiyet’in Allah katında yegâne hak ve geçerli din olduğu Kur’an-ı Kerim’le, Sünnetle ve icma ile sabittir. Bu inanç, dinimizin usulündendir. Yani temel ve vazgeçilmez hükümlerindendir. Hiçbir hocanın, dinin usulüne aykırı bid’at çıkarmaya, yenilik yapmaya hakkı yoktur.
SORU: Din âlimi olmadığınıza göre bu konularda niçin yazıyorsunuz?
CEVAP: Maalesef din âlimleri Müslüman halkı bu konuda yeterli derecede uyaramıyor, aydınlatamıyor, bilgilendiremiyor. Bu yüzden kendimi bu konuda hizmet etmekle vazifeli addediyorum. Bu hizmet yapılmış olsaydı, bana vazife düşmezdi. Hem, iki kere ikinin dört ettiğini söylemek için matematik profesörü olmak gerekmez. Allah katında yegâne hak dinin İslâm olduğunu, Kur’an’ı ve Hazret-i Muhammed’i inkâr edenlerin ehl-i necat olamayacağını söylemek için din âlimi olmak gerekmez.
SORU: Bu konuda son sözünüz nedir?
CEVAP: Müslüman kardeşlerimi uyarıyorum. Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, Amentüye, dinin temel hükümlerine aykırı görüşlere, fikirlere, propagandalara kapılmasınlar. Dinî konuların şakası yoktur, imanları tehlikeye düşebilir. Allah cümlemizi böyle bir felaketten ve ayak kaymasından korusun.
(Dİnlerarası Diyalog ve Hoşgörü konusunda üç Ehl-i Sünnet âliminin, üç de Diyalog mezhebi âliminin katılacağı çok ciddi ve haysiyetli bir kimse tarafından âdilane yönetilecek bir açıkoturum yapılmalıdır, büyük bir TV kanalında... Herkes eteğindeki taşları ortaya döksün. Bir de, birtakım kimseler Diyalog konusunda Siyonistlerden ve agresif misyonerlerden maddî ve manevi destek görüp görmediklerine dair Kur’an’a el basarak doğru beyanda bulunmalıdır.)
BÜTÜN Hıristiyanları kasd etmiyorum ama agresif ve fanatik Evangelistler İslâm dinine ve Müslüman dünyasına karşı savaş açmışlardır. Bunların ileri gelen papazlarından birisi Peygamberimiz için “O bir teröristtir” demiştir. Bu misyonerler ülkemizde bir iki yıl içinde binlerce Hıristiyanlık merkezi kurmuşlardır. Edirne’den Kars’a, Sinop’tan İskenderun’a kadar yurdumuzu karış karış dolaşmakta, çeşitli kılıklar içinde evler tutup bunları Hıristiyanlık propaganda merkezleri, gizli kiliseler halinde çalıştırmaktadır.
Bu misyonerler her yıl on milyonlarca broşür, kitap dağıtmaktadır. Harcadıkları paranın yekûnu akılları durduracak kadar çoktur.
Böyle bir Haçlı seferi karşısında Müslümanların kendi dinlerini savunmaya hakları yok mudur? Elbette vardır. Çünkü savunma en kutsal insan hakkıdır.
Ne yazık ki, bizdeki rejim, Müslümanların, misyonerler gibi dinî dernekler kurarak, teşkilatlanarak, “İslâmî Dâvet ve Tebliğ Merkezleri” açarak savunma yapmalarına hak tanımamaktadır.
Yine, ne kadar üzücüdür ki, birtakım Diyalogçu ve Hoşgörülü Müslümanlar bu korkunç Haçlı seferinin toz dumanı içinde “Ehl-i Kitab ile Amentüde İttifakımız var” başlıklı yazılar yazmakta, nutuklar atmakta, propagandalar yapmaktadır.
Onların tezi şudur: Ehl-i Kitab da Allah’a inanıyormuş... Diyalogçuların bu mantığını kabul edersek, eski Mekke müşrikleri ile de ittifakımız olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü müşrikler de, kendi putlarının üstünde bir Allah olduğuna inanıyorlardı.
İslâm dinine ve Muhammed Ümmetine bir yandan fanatik, militan, agresif misyonerler amansızca saldırırken, öte yandan siyonistler ve Gizli Yahudiler, bizi içten çökertmek için bin türlü yıkıcı hareketi tezgâha koymuşlardır.
Dinî ve tasavvufî dernek kurulmasına izin vermeyen iktidar, “Homoseksüel ve Lezbiyen Derneği” kurulmasına yeşil ışık yakmıştır. Böyle bir şeyi bugünkü siyasî iktidar elbette hoş görmez ve buna izin vermek istemez. Lakin onun üzerinde de bir takım gizli, esrarlı, görünmez BÜYÜK ve DERİN İKTİDARLAR bulunmaktadır. Birtakım sözde sağcı, sözde İslâmcı, sözde gelenekçi, sözde dinî ve millî değerlere bağlı politikacılar meşruiyetlerini uluslararası Siyonist ve Haçlı güçlerden almışlardır. Onların icazeti ile iktidar olmuşlardır, onların desteğiyle iktidarda durmaktadırlar. Binaenaleyh onların isteklerini yerine getirmekle, ülkeyi onların arzu ettiği şekilde yönetmekle yükümlüdürler.
* Homoseksüel ve Lezbiyen dernekleri kurulacaktır!... Başüstüne efendim, emrinizdir.
* Zinayı bir suç olmaktan çıkartacaksınız!.. Başüstüne efendim...
* Kasaplarda domuz eti de satılacaktır!.. Başüstüne efendim...
* Başörtüsü yasağı sürecektir!.. Başüstüne efendim...
* Ülkenin her yerindeki eski Rum ve Ermeni kiliseleri restore edilecek ve çanlar çalınarak ibadete açılacaktır!.. Başüstüne efendim...
* Çeşitli yerlerde Diyalog ve Hoşgörü parkları açılacak, bunlara bir kilise, bir sinagog ve (mecburen) bir de mescit yapılacak ve zaman zaman buralarda papazlar, hahamlar, sarıklı hocalar hep birlikte âyin-i ruhanîler yapacaktır!.. Başüstüne efendim...
Bütün bunları yaptırtmak için de “Yapmazsanız Avrupa Birliğine giremezsiniz...” tehdidi silah olarak kullanılmaktadır.
İstanbul’un göbeğinde, Cağaloğlu semtinde (Hamamın karşısındadır) tarihî Hadım Hasan Paşa Medresesi uzun yıllardan beri, sanki üzerine korkunç bir tahrip bombası düşmüş gibi harabe ve virane halinde dururken maalesef BAZILARI ve BİRİLERİ eski Bizans kalıntılarını harıl harıl tâmir ve restore etmekle meşguldür. Bizans surları yıllardan beri hummalı bir şekilde (aynı zamanda berbat bir şekilde) restore edilmektedir. Bu “iş” için dışarıdan büyük paralar gelmektedir.
Van gölündeki Akdamar adasındaki tarihî Ermenî kilisesi, masrafları Türk devletinin bütçesinden ödenmek şartıyla gece gündüz çalışılarak restore edilirken, 1915’te Ermeniler tarafından yakılmış olan eski Van’daki iki cami harabesi hazin bir şekilde durmaktadır.
Be adamlar, madem ki, kiliseyi tamir ediyorsunuz, onun yanında o iki harap camiyi de tamir ettirsenize.
Camilerin yanında artık ev, çarşı, mahalle yokmuş... Peki Van gölündeki adadaki kilisenin etrafında ev var mı, Hıristiyan yaşıyor mu?
İşin en üzücü ve kahr edici tarafı da, bunca felâket ve rezalet karşısında birtakım Müslümanların ilgisiz ve tepkisiz kalmalarıdır.
İktidar partisini tutan Müslümanlar “Bu yapılanlar iyi değildir, tenkit etmek gerekir ama bir ikilem içindeyiz, tenkit edersek partimize zarar vermiş oluruz. Bu yüzden ses çıkartmıyoruz...” diyorlar. Fesubhanallah bu ne biçim bir düşünce ve mantıktır. Müslüman, yanlışları düzelten, haksızlıkları tenkit edip kötüleyen insan demek değil midir?
Partiye zarar verir diye susanlar, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” durumuna düşmüş olmuyorlar mı?
Bu kadar beyinsizlik olur mu?
Din, vatan, millet, devlet, varlığımız mı önemlidir, yoksa parti mi? Yahu bu ne biçim particiliktir. Futbol kulüplerini delicesine tutan holiganlar bile bu kadar beyinsizce ve şuursuzca hareket etmezler. Vatanları, milletleri, din ve mukaddesatları (şayet varsa) tehlikeye girince onları savunurlar.
Büyük Millet Meclisi’nde bol sayıda Müslüman milletvekili bulunmaktadır. Meclis’in cami ve mescidi namaz kılanlarla dolup taşmaktadır. Peki bu muhterem zevat, bunca yanlışlık ve yolsuzluk karşısında niçin ses çıkartmıyor? Parti disiplini mi? Onun da bir sınırı ve ölçüsü olmak gerekmez mi? Bir partinin elbette bir iç tüzüğü olur, ona bağlı milletvekillerinin elbette yüzde yüz serbestlikleri olmaz. Lakin bunların bir sınırı vardır. İktidar milletvekilleri yolsuzluklara, göz yumamazlar, ülkenin bütünlüğü tehlikeye girerse susamazlar.
Dış ülkelerde kapalı kapılar ardında birtakım şâibeli görüşmeler yapılıyor, Türkiye haraç mezat satılıyor. Bunları duymayan kalmadı. Peki iktidar milletvekilleri ne yapıyor? Susuyor, susuyor, susuyor... Olur mu böyle şey?
İstanbul’da bir “etkinlikler ve şenlikler” panayırında yerler işbilmez birtakım particilere 9’ar milyardan verilmiş, onlar da bu yerleri işbilenlere 12’şer milyardan devredivermişler. Parmağını kıpırdatmadan üç milyar kazanç. Oh ne güzel, oh ne âlâ... Bizim iktidar milletvekillerimiz niçin susuyor?
Üç milyarlık avantalar, haksız kazançlar skandalın en alt derecesidir. Öyle kodaman, iri kıyım soyguncular var ki, üç milyar onların fındık ve çekirdek parası değildir. Onlar vurdu mu, tam vururlar, aparttı mı doların milyonları ile apartırlar. Büyük hırsızlar, üç milyara falan tenezzül etmezler.
Rant rant rant... Ülke kocaman bir Rantistan haline geldi.
Sayın milletvekillerimiz susuyor.
Peki bunca rezalet içinde birtakım DİNBAŞlar ne yapıyor? Onlar da (nâdir istisnalar dışında) susuyor, kendi keyflerine bakıyorlar.
Susanların bir kısmının şöyle bir mâzeretleri var: “Bizim kendi hizmetlerimiz var, onlara bakarız, onları yaparız, başka şeylere karışmayız...” diyorlar. Emr-i mâruf ve nehy-i münker farz değil midir? Bu farzı hiç kimse yerine getirmezse herkes suçlu ve günahkar olmaz mı?
Misyonerler gece gündüz çalışırken Müslüman kesim onları red ve cerh için neler yapıyor? Şimdiye kadar misyonerlere cevap olarak kaç broşür hazırlandı ve bunlar kaçar milyon basılıp dağıtıldı?
Her yerde kiliseler yapılırken, İstanbul Göztepe’de cami yapılmasına karşı çıkanlar var. Müslümanlar onlara niçin cevap vermiyor?
Filan dinî cemaat Tannu Tuva (Yerini bilmeyenler atlasa baksınlar) özerk cumhuriyetinde kebapçı ve baklavacı dükkanı açmış, böylece Türk-İslâm kültürünü oralarda yayıyormuş... Allah Allah... Memleket batıyor, din elden gidiyor, bizimkiler Tannu Tuva cumhuriyetinde kebapçı dükkanı açıyor. Aman ne hizmet, aman ne hizmet!
Efendiler!.. Susmak iyi şeydir. Söz gümüşse sükût altındır... Eyvallah... Lakin öyle durumlar vardır ki, mutlaka konuşmak, haksızlığı kötülemek ve önlemeye çalışmak gerekir. Bu durumlarda susmak bir suçtur, bir vatan hıyanetidir, bir redaet ve rezilettir. Bilmiş olun!
İSTANBUL Fener'deki Rum Ortodoks patriği Bartolos Bartolomeos'a çatıp duruyorlar. Doğrusu yapılan tenkitler, hücumlar ucuz şeylerdir. Bu zat ne istiyormuş, ne yapıyormuş?..
1. Açıkça söylemiyormuş ama Ayasofya'nın tekrar kilise yapılmasını istiyormuş...
Ne isteyecek yani... Ayasofya'nın tekrar cami yapılmasını isteyecek hali yok Rum patriği olarak. Elbette kilise yapılmasını isteyecektir.
2. Farz edelim, İstanbul'un tekrar Konstantinopolis olmasını istiyor... Onun açısından bu normal bir istek değil midir?
Biz Müslümanlar İspanya'nın tekrar Endülüs olmasını istemez miyiz? Gırnata'daki, katedrale çevrilmiş caminin tekrar Müslümanlara verilmesini, minaresinden ezan okunmasını, içinde namaz kılınmasını istemez miyiz?
3. Patrik Heybeliada'daki Ruhban Okulu'nun tekrar açılmasını istiyormuş. Bu da onun açısından normal değil midir?
4. Patrik "Ökümenik" (evrensel) unvanını kullanıyormuş... Bartolomeos cenapları bir patrik olarak, bir Hıristiyan olarak, bir Rum olarak kendi vazifesini yapmaktadır.
Onu pek kolay ve ucuz şekilde tenkit eden biz Müslümanlar ve Türkler, İslâmî konularda ve davalarda, vazifelerimizi onun kadar yapmakta mıyız?
Başta Rumlar olmak üzere Hıristiyanlar Ayasofya hakkında harıl harıl ilmî çalışmalar, yayınlar yapıyorlar. Biz onlara karşılık ne gibi ilmî, ciddî tedkikler yapmaktayız. Elli yıldan beri "Ayasofya açılsın, tekrar cami yapılsın..." şarkıları söyleyen Müslümanlar henüz bu ulu mabet hakkında bir tek ciddî kitap çıkartmışlardır.
(Üç devirde bir mâbed: AYASOFYA. Büyük boy 894 s. Hazırlayanlar: Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, Doç.Dr.Said Öztürk, Yaşar Baş. Yayımlayan: Osmanlı Araştırmaları Vakfı Tel: 0 212 513 40 33)
Ayasofya lâfla, ucuz popülist feryatlarla açılmaz. Müslümanların ağırlığı olacak ki, açtırabilsinler.
Medeniyet ağırlığı, kültür ağırlığı, sanat ağırlığı...
Ciddiyet ağırlığı...
Vasıf ağırlığı...
Kelle sayısı çokluğunun önemi yoktur. Keyfiyet yoksa, seçimleri yüzde doksanla kazansanız yine iktidar olamazsınız, yine istediğinizi yapamazsınız.
Bugünkü siyasî iktidar başörtüsünü serbest bırakmak istemez mi? İster ama bu konuda gık diyemiyor.
Ayasofya'yı tekrar cami haline getirmek istemez mi? İster ama bu konuda konuşmaya bile korkmaktadır.
"Ayasofya tekrar cami yapılsın mı?" konusunda bir halkoylaması yapılsa halkımızın büyük çoğunluğu "Evet" diyecektir ama böyle bir referandum yapılamaz, yaptırtmazlar.
Patrik cenapları vazifesini çok zor şartlar içinde yerine getirmektedir.
Bendeniz 1940'da İstanbul'a yedi yaşında okumaya geldiğimde 750 bin nüfuslu şehirde 100 binden fazla Rum vatandaşımız yaşıyordu.. Şimdi nüfus 15 milyon oldu, Rumların sayısı 1500'e düştü.
Ortodoks Ortodoksluğunu, Gregoryen Ermeni Ermeniliğini, Mason Masonluğunu, Bahaî Bahaîliğini, Yahova Şahidi Yahovacılığını, Siyonist Siyonistliğini yapacaktır.
Birtakım ucuzcu Müslümanlar yaygaraları, kolay tenkitleri bıraksınlar da Müslümanlıklarını adam gibi yapsınlar.
Saman alevi gibi çabucak yanıp sönen feryatlı nümayişlerle Müslümanlık vazifesi yapılmış olmaz.
Türkiye'de Müslümanların dinî dernek kurmaları yasaktır ama kültürel ve ilmî dernekler kurabilirler. Meselâ bir "AYASOFYA ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ" kurulur ve Türkçe-İngilizce çok seviyeli, çok yüksek, çok değerli araştırmalar yapılıp yayınlanır.
Bunu yapabiliyor muyuz?
İstanbul'un Zeyrek semtinde Bizans'tan kalma Pantokrator kilisesi var, biz bunu fetihten sonra cami haline getirmişiz. Oraya gidiniz ve içine bakınız, bir Müslüman olarak yerin dibine geçersiniz.
Diyanet İşleri Başkanlığımız var, Vakıflar Genel Müdürlüğümüz var, onbinlerce Karun kadar Müslüman zenginimiz var, doların milyarlarıyla oynayan cemaatlerimiz ve din-başlarımız var, lakin o tarihî caminin içi mezbelelik, viranelik, perişanlık halindedir.
Haçlılar, Rumlar bu camiyi tekrar kilise yapmak istiyorlar. Bina onlara verilse bir-iki sene içinde mimarlığın, restorasyon sanat ve tekniğinin en üst seviyesinde tâmir ederler, içini pırıl pırıl yaparlar ve çanlarını çalmaya başlarlar.
Müslümanların Zeyrek Camiini en güzel, en sanatlı, en üstün şekilde restore edecek paraları yok mudur? Vardır, bin kere vardır ama yeterli kültürleri, vicdanları, sanatları yoktur.
Diyelim ki, İslâm dünyasından bu camiyi restore etmek için beş on milyon dolar geldi. Namuslu, şerefli, haysiyetli Müslümanları tenzih ederek söylüyorum, birtakım rezil ve aç köpekler bu restorasyon paralarını "rant etmek" için harekete geçeceklerdir.
Benim elimde imkân olsa, Zeyrek Camiinin içini (dışını Amerika'daki İllinois üniversitesi restore ettiriyor, içine bir çivi vurulmuyor) dünyaya parmak ısırtacak derece güzel ve üstün bir şekilde restore ettiririm. Rumlara verilse ne kadar yapacaklar? Ben onlardan daha iyisini, daha güzelini, daha üstününü yapmaya çalışırım.
Gidin Zeyrek semtine, Bizans ve Osmanlı devrinde şehrin en gözde mahallesi olan bu bölgeyi nasıl virane ve çöplük haline getirmişiz, görün. Sanki Zeyrek'e bir atom bombası düşmüş ve ondan sonra hiçbir tamirat yapılmaksızın o halde bırakılmış...
Birtakım ucuz İslâmcılara soruyorum:
Efendiler cart curtu bırakın da İslâm için, Türkiye için ne yaptığınızı söyleyin, eserlerinizi, çalışmalarınızı gösterin.
Patrik Ortodoksluk için çok çalışıyormuş... Bundan tabiî ne olabilir. Herhalde Budizm veya İslâm için çalışacak değil!
Biz Müslümanlar şu memlekette on milyonlarca nüfusa sahibiz. Yüz milyarlarca dolarlık imkanlara sahibiz.
Çalışmak için yeteri kadar hürriyet ve fırsat da var. Vazifelerimizi hakkıyla yapıyor muyuz?
Gazete ve dergi çıkartmak serbest. Ülkenin en büyük ve en tesirli gazete ve dergilerini biz mi yayınlıyoruz?
Birtakım İslâmcılar otomobilin en iyisine (en lüksüne), meskenin en iyisine (en lüksüne), yazlığın en iyisine (en lüksüne) sahipler.
Akıllarınca en iyi şekilde yiyip içiyorlar, giyinip kuşanıyorlar, gezip tozuyorlar. Peki bu adamlar İslâmî vazifeleri en iyi şekilde yapıyorlar mı?
Yapmıyorlar, yapmıyorlar, yapmıyorlar...
Maalesef yüce İslâm davası birtakım ucuz, kolaycı, iş eri değil lâf eri sahte İslâmcıların kurbanı olmuştur.
Merhum Üstad Necip Fazıl ne demişti:
Biz kırk yıl ellerimizi ağzımızın iki tarafına koyarak küfür buzdağını üfleyerek erittik ve sonra bir de baktık ki, korkunç bir çamur deryası içinde kalmışız...
"Müslümana her şeyin en iyisi layıktır" diyen şu adamlara ve karılara bakınız. Hizmetin en iyisini, en güzelini yapamadılar ama doğrusu meskenlerin, köşklerin, limuzin otomobillerin, yazlıkların, elbiselerin, mobilyaların en pahalısına ve lüksüne sahip oldular. Ne korkunç, ne dehşetli bir başarıdır bu... Cehennemî bir başarı... Şeytanî bir başarı...
Bundan otuz kırk yıl önce kerametleri kendilerinden menkul birtakım sahte mücahidler şimdi müteahhit oldular, malı götürüyorlar.
Sahtekârlar hizmet değil, hezimet üretiyor.
Öyle adamlar var ki, kendi şahsî ve siyasî nüfuz ve menfaatleri için, cami yaptırtmaktan vaz geçtim, Ayasofya'yı Hıristiyanlara verip kilise yaptırabilecek tıynettedir.
SELÂM, hidâyete tâbi’ olanlara olsun!... Bundan sonra: Hakkımdaki şikâyetleriniz ve sızıltılarınız kulağıma geldi. “Bu adam bizimle niçin uğraşıyor? Biz diyalog ve hoşgörü yapıyorsak onun buna karışmaya hakkı var mı? Herkes kendi yolunda gitsin, o bize karışmasın, biz ona karışmayalım...” şeklinde konuşuyormuşsunuz.
Derim ki:
Diyalog ve hoşgörü konusu bir Müslüman olarak beni çok yakından ilgilendirmektedir. Böyle bir konuda susmam mevzuubahis olamaz. Çünkü mesele şahsımla değil dinimle alakalıdır.
Sizler, yani Diyalogcular ve Hoşgörücüler 14 asır boyunca görülmemiş bir bid’at çıkartmış bulunuyorsunuz.
Diyalog ve hoşgörü doktrini, ideolojisi veya akımı:
– Kur’ân’a aykırıdır.
– Sünnete aykırıdır.
– Ondört asırlık icmâ-i ümmete aykırıdır.
– İslâm dininin usûlüne (temellerine, asıllarına, zarurî hüküm ve ilkelerine) aykırıdır.
– Tevhid’e aykırıdır.
Benim böyle bir durumda susmam mümkün değildir.
En uygun şekilde tenkit etmem, uyarmam gerekmektedir.
Sizler “Âmentüde Ehl-i Kitab ile İttifakımız Var” diyorsunuz. (Bu başlıkla 17 Nisan 2000 tarihinde bir İstanbul gazetesinde çıkan yazı.) Bu iddia temelden yanlıştır, çürüktür.
Ehl-i Kitab ile Allah’a iman konusunda aramızda çok derin ihtilâf vardır. Tevhid inancı ile Teslis akidesi birbiriyle asla bağdaşmaz. Siz nasıl olur da Allah’a iman konusunda onlarla aramızda ittifak vardır diyebiliyorsunuz? Sadece “Allah’a inanıyorum” demekle iş biter mi? Eski cahiliye Arapları hem Allah’a inanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Hindistan’daki Mec’usîlerin on bine yakın put-tanrısı vardır. Onlar da Allah’a inanıyorlar. Allah’a hakkıyla, dosdoğru inanmak ancak ve ancak Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği İslâm dininin itikad hükümlerini kabul etmekle olur.
“Üzeyr Allah’ın oğludur...”, “İsâ Allah’ın oğludur ve tanrıdır...” diyenlerle kesinlikle ittifakımız olamaz. Böyle iddialar küfürdür.
Yine diyorsunuz ki, “Onlar da Peygamberlere inanıyor, biz de inanıyoruz. O halde peygamberlik konusunda da onlarla ittifakımız vardır...” Bu iddia da yanlıştır, bâtıldır. Ehl-i Kitab’ın bir kısmı Hazret-i İsa’ya ve Hazret-i Muhammed’e inanmıyor. Bir kısmı ise Hazret-i Muhammed’e inanmıyor. Peki, bu durumda onlarla aramızda nasıl ittifak oluyor.
Siz şaşırdınız mı ki, “Hazret-i Muhammed’i yalanlayan inkârcılarla ittifak halindeyiz” diyorsunuz?
Peygamberlere imanın tam ve sahih olması için BÜTÜN Peygamberlere iman etmek gerekir. Böyle bir iman sadece Müslümanlarda vardır. Ehli Kitap en son ve en büyük Peygamberi inkâr etmektedir. Kendi kitaplarında onun geleceğine dair bunca işaret bulunmasına rağmen.
Siz “Ehl-i Kitab ile ilahî kitaplar konusunda ittifak halindeyiz...” diyorsunuz. İnsanın bu söz karşısında dili tutuluyor. Siz nasıl böyle bir iddia ile ortaya çıkabilirsiniz? Onlar Kur’ân-ı Kerim’i inkâr ediyorlar, “Kur’ân ilahî kitap değildir, uydurmadır” diyorlar ve siz hâlâ ittifaktan bahs ediyorsunuz.
Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu, elbette siz de duymuşsunuzdur. 11 Eylül’de İkiz kulelerin yıkılması hâdisesinden sonra Amerikalı Protestan papazlarının ileri gelenlerinden biri Peygamberimiz için “O bir teröristtir” hakaret ve hezeyanını savurdu. Soruyorum: Siz bu agresif ve Ebû Cehil tabiatlı adamla ittifak halinde misiniz, onun bu sözünü doğru buluyor musunuz?
Hayır, bin kere hayır! Maalesef Ehl-i Kitab ile aramızda ittifak değil, ihtilaf vardır.
Biz Müslümanlar BÜTÜN Peygamberlere inanıyoruz.
Biz Müslümanlar Peygamberler hakkında nezih ve temiz inanışlara sahibiz. Onlar gibi “Hazret-i Lût’un iki kızı babalarını sarhoş ettiler ve onunla yatıp gebe kaldılar” demiyoruz. Biz Hazret-i Süleyman’ın hâşâ âhir ömründe putperest olup putlara taptığını iddia etmiyoruz. Biz Hazret-i Davud’un, karısı ile yatmak için Urya’yı savaşa gönderip öldürttüğü gibi çirkin bir iddia ileri sürmüyoruz.
Biz Müslümanlar Tevhid inanışına sahibiz. Allah’ın bütün kemâl sıfatlarla sıfatlı olduğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğuna inanıyoruz.
Biz Allah’ın Musa ve İsa Peygamberlere (ikisine de selam olsun) Tevrat ve İncil adında iki kutsal kitap göndermiş olduğuna iman ediyoruz.
Siz nasıl olur da Allah’a oğul isnad edenlerle, Hazret-i Muhammed’i yalanlayanlarla, Kur’ân’a düzmece kitap diyenlerle, İslâm’a uydurma din diyenlerle bir olabiliyorsunuz. Gerekçelerinizi anlatın bize. Kendinizi müdafaa edin. Tabiî edebilirseniz...
Sizi tenkit etmek, sizi uyarmak, Müslümanları uyarmak bizim için zarurî bir vazifedir. Bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar dememize imkân yoktur.
Sizi tenkid etmek ve uyarmak bir “Emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker” vazifesidir. Bunu terk edersek günahkâr oluruz, sorumlu oluruz.
Hem bu din kumaş, siz makas değilsiniz ki, 14 asırdır olmayan bir bid’ati çıkartacaksınız da biz susacağız.
Ey Hoşgörü ve Diyalog taraftarları! Sizi bütün milletin dinleyeceği bir açık oturuma dâvet ediyorum.
Bu açık oturum bîtaraf bir televizyon kanalında yapılacak ve yine bîtaraf ve ciddî bir sunucu tarafından idare edilecektir.
Açık oturumda üç Ehl-i Sünnet âlimi, üç de Diyalogcu ve Hoşgörücü bulunacaktır. Gündemde şu sorular bulunacaktır.
1. Allah’a inanç konusunda Ehl-i Kitab ile aramızda ittifak mı vardır, yoksa derin bir ihtilâf ve uçurum mu vardır? Tevhid ile Teslis bağdaşır mı?
2. Peygamberlere ve Son Peygamber Muhammed aleyhissalatü vesselama iman konusunda onlarla aramızda ittifak mı vardır, yoksa ihtilaf ve uçurum mu vardır?
3. İlahî kitaplar ve Kur’ân-ı Kerim konusunda onlarla ittifak halinde miyiz, yoksa ihtilaflı mıyız?
4. Din konusunda aramızda ittifak mı vardır, ihtilaf mı?
İsmini vermek istemediğim İstanbul gazetesinde o yazının yayınlanmasından bu yana beş sene geçti ve herhangi bir düzeltme yapılmadı. Demek ki, Sizler o yazının içeriğini (muhtevasını) aynen kabul ediyorsunuz.
İslâm dini kimsenin babasının malı değildir. Hiçbir cemaatin, zümrenin fırkanın, hizbin Kur’ân’a, SÜNNETE, İCMÂ-İ ÜMMETE aykırı bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur.
Biz Müslümanların vazifesi Diyalog ve Hoşgörü yapmak değil, TEBLİĞ VE DÂVET yapmaktır.
Diyalog ve hoşgörü konusunda çok garip rivayetler gelmektedir kulağımıza:
* Bu işin Vatikan’dan çıktığı söyleniyor.
* Bu meselenin arkasında agresif misyonerlerin ve Siyonistlerin olduğu iddia ediliyor.
* Bunun, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olduğu hakkında rivayetler var.
* Bu iş için Haçlıların ve Siyonistlerin büyük paralar harcadığı ve dağıttığı söyleniyor.
* Hazret-i Peygambere “O bir teröristtir” diyenlerin Müslümanların başına, kendi emellerine hizmet edecek “evcil” bir halife getirmek istedikleri rivayet ediliyor.
Diyalog ve Hoşgörü faaliyet ve propagandalarına paralel olarak “Ehl-i Kitab da Cennette girecektir...” şeklinde yoğun bir propaganda başlatılmıştır. Bu iddia temelden yanlıştır, bâtıldır. Bir kimseye Hazret-i Muhammed’in risâleti haberi ulaşmış olsa, o kişiye İslâm, Kur’ân, Tevhid anlatılmış olsa ve bu kişi bunları inkâr ve reddetse o kesinlikle cennetlik olamaz.
Böyle bir iddia Kitabullah’a, Resûlün Sünnetine, İslâm’a aykırıdır.
Fetret devrinde bir kişi Lâ ilahe illallah derse o kişi muvahhid olur ve cennete girebilir ama Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini ve dinini duymuş ve öğrenmiş olan bir kimse bu inancı inkâr ederse cennete giremez.
Birtakım Diyalogcular, Hoşgörücüler, Reformcular, Dinde Yenilikçiler, Dinde Değişim taraftarları bu inançları ile sanki yeni bir din çıkartmış olmaktadır.
“Biz Müslümanız” demekle iş bitmiyor. Hindistan’da zuhur eden yalancı PeygamberMirza Gulam Ahmed de Ben Müslümanım diyordu ve O’na tâbi olanlar da Müslüman olduklarını iddia ediyordu. Ama değildiler. Çünkü, İslâm’ın bin zarurî hükmünden 995’ini kabul etmiş olsalar, beşini etmeseler Müslüman sayılmazlar. Onlar Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî’nin nebi olduğunu, kendisine çeşitli dillerle ilahî vahiy geldiğini iddia ediyorlar, İngilizlerin menfaatine İslâm’ın cihad farizasının kalktığını söylüyorlardı. Bu yüzden Hindistan ulemasının fetvasıyla Müslüman olmadıklarına dair karar verilmiştir. Namaz kılsalar da, oruç tutsalar da, hacca gitseler de...
Ey Diyalogcular ve Hoşgörücüler!
Kendinize güveniyorsanız teklif ettiğim açık oturumu kabul ediniz.
Birtakım zındıklar Bediüzzaman hazretlerini dinlerarası diyalog ve hoşgörü taraftarı gibi gösteriyor. Yakın tarihimizde iman, İslâm, Kur’ân, ahkâm-ı şer’iye, ahlâk-ı İslâmiyye uğrunda canla başla çalışmış olan bu mübarek ve muhterem zat Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ve çizgisinden bir milimetre bile inhiraf etmemiştir (ayrılmamıştır). Diyalogcular ona iftira etmektedir, onu alet etmektedir, onu kullanmak istemektedir, kötü faaliyet ve propagandalarını onun isminin gölgesinden yürütmeye çalışmaktadır.
Bediüzzaman hazretleri dinî konularda fetva ve ruhsatla amel etmemiş, daima azimet yolu ve takva yolundan gitmiştir. O nasıl yaşadı, nasıl çalıştı, nasıl hizmet etti? Aşağıda yazacağım hususları kimse inkar edemez.
1. Üstad hazretleri ve onun has talebeleri iman, İslâm ve Kur’ân hizmetleri karşılığında yaratıklardan ücret, maaş ve hediye almamışlardır. Bu hizmetleri muhlisen lillah yapmışlardır. “Biz Allah için çalışıyoruz, binaenaleyh ücretimiz O’na aittir” demişlerdir.
2. Reddü’l-Evham adlı kitabın 3’üncü cildinde Abdurrahman Aktepe hocaefendi, Üstad hazretleri hakkında şöyle yazıyor: “Üstad Hazretleri resimli paraya el sürmemiş, Hacı Hulusi bey de, üzerinde resimli para bulunduğu halde namaz kılmamıştır.” (s. 79) Evet o, resimli paraya el sürmeyecek derecede takvalı idi. Aklı fikri, işi gücü para olan, Müslümanlardan mütemâdiyen para toplayan kimselerin kendilerine Nurcu demeleri ne kadar gülünçtür... Has, gerçek, samimî bir Nurcu İman, İslâm, Kur’ân, ahkâm-ı şer’iye, ahlâk-ı İslâmiyye için yaptığı hizmetleri para ile yapmaz, bunların karşılığında para almaz, paradan uzak durur.
3. Muhterem Üstad hazretlerinin kerametlerinden biri de, korkunç zorluklar ve baskılar içinde yapmış olduğu hizmetlerin son derece büyük, tesirli ve kalıcı olmasıdır. O, işte bütün bu hizmetleri parasız yapmıştır.
4. Üstad bir ihlâs kahramanıydı. İhlâs konusunda milyonlarca Müslümana örnek olmuştur.
5. Üstad Ahkâm-ı Kur’âniyenin, Şeriat’ın, fıkhın müdafaasını yapmıştır. Onların en küçük bir hükmüne bile uymuştur. Onlardan en ufak şekilde uzaklaşmamıştır. Böyle bir zatı Tevhidle Teslis arasında önemli bir fark olmadığını iddia eden sapık bir cereyana alet etmek saygısızlık değil, cinayettir.
6. Üstad hazretleri Resul-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin vârisleri, vekilleri, halifeleri meyanındadır. Böyle bir zatı, Risalet-i Muhammediyeyi inkar eden ve Fahr-i Kâinat Efendimiz için -hâşâ-kâzib (yalancı) ve terörist diyen kefere ve fecere ile işbirliğine taraftar göstermek ne kadar insafsızca bir davranıştır.
7. İslâm tarihinin her asrında, birtakım mehdiler zuhur etmiştir. Üstad da bunlardan biridir. Ancak, âhir zamanda zuhur edecek asıl büyük Mehdi başka bir zattır. Üstad hazretleri kılıçsız hizmet etmiştir. Âhir zaman Mehdisi kılıçla, cihad ederek âlemi, İslâm nuruyla aydınlatacaktır. Bediüzzaman’dan sonra Mehdi gelmeyecektir diyenler yanılıyorlar.
8. Üstad hazretleri ulvî olan dini, imanı, Kur’ân’ı, ahkâm-ı şer’iyeyi süflî (alçak) şeylere ve kavramlara âlet etmemiştir.
9. Üstad hazretleri şahsını ön plana çıkartmamış, hizmetleri esas kabul etmiştir.
10. Üstad hazretlerinin tasavvufî alakaları vardı. Abdülkadir Geylanî, Muhammed Bahaüddin Nakşbendî, İmamı Rabbanî gibi eâzımdan (ululardan) hürmetle bahs etmiştir. Telif etmiş olduğu Telvihat-ı Tis’a risalesi tasavvufu ve tarikatları övmektedir. Onu tasavvuf ve tarikat karşıtı gibi göstermek isteyenler yanılmaktadır.
11. Üstad hazretleri zühd ve kanaat içinde yaşamış, genellikle kut-ı lâ yemut (ölmeyecek kadar az azık) ile iktifa etmiştir (yetinmiştir).
12. Üstad hazretleri Ümmet-i Muhammed içinde en ufak bir fitne, fesat ve şikak çıkmasını istemezlerdi. Bu yüzden nice hakkından feragat etmiş, çok zaman kendisini müdafaa bile etmemiştir. O sanki, Hazret-i İsa’nın “Kardeşin sana bir tokat atarsa, yüzünün öbür tarafını da çevir” düsturunu benimsemiştir. Gerçek, samimî, ihlaslı, şuurlu Risale-i Nur talebeleri İman kardeşleri arasında fitne ve fesada sebebiyet verecek aşırılıklardan kaçınırlar, uhuvvet-i İslâmiyeyi bozmazlar, hele Risale-i Nur hizmetleri dairesinde en ufak bir manevî disiplinsizlik yapmazlar. Nurcular on şubeye ayrılmış, yok yirmi şubeye bölünmüş, bunların bazısı bazısıyla mücadele ediyormuş, birtakım Nurcular öbür Nurcularla konuşmuyormuş gibi şeyler kesinlikle Bediüzzaman sevgisi ve bağlılığıyla, Nurculuk ahlâkıyla ve metodu ile bağdaşmaz. Sadece bir tek Nurculuk vardır. O da Risale-i Nur’ûn, Bediüzzaman’ın gösterdiği Nurculuktur. Nurcu, haklı da olsa, fitne fesat, nifak ve şikaka sebebiyet verecek en ufak bir harekette bulunmaz, en küçük bir sözü söylemez.
13. Üstad hazretleri kendisine ağır eziyet ve zulümler yapanları bile affetmiş, onlara beddua etmemiştir. Çünkü o bir muhabbet fedaisi idi. İçleri kinle, intikam duyguları ile, Müslümanlara karşı düşmanlıkla dolu kimseler kesinlikle Nurcu değildir.
14. Nurculuk amaç değil, araçtır. Neyin aracıdır? Hizmetin aracıdır. Nurculuğu bir amaç ve esas haline getirenler o mübarek cereyanı ve metodu hakkıyla anlamamışlardır.
15. Bediüzzaman hazretleri bir İslâm kahramanıdır, bir İslâm büyüğüdür.
16. Nurculuk, Nurculuk için değildir, İslâm ve iman içindir.
17. Hakikî, şuurlu, samimî Nur talebeleri cemaatten, ümmetten, birlikten ve beraberlikten kopmazlar. Günlük farz namazların ezanları okununca, şer’î bir özürleri ve mânileri yoksa camilere giderler ve Ümmet-i Muhammed’in çeşitliliği içinde yerlerini alırlar, diğer meşreblere bağlı iman kardeşleriyle birlikte Rabbülemalemîn’e rükû ederler, secde ederler.
18. Gerçek, ihlaslı, samimî, şuurlu Nurcu, o kimsedir ki, onun elinden ve dilinden bütün Müslümanlar emîn olurlar, çünkü o iyi bir mü’mindir, iyi bir müslimdir.
Maalesef birtakım zındıklar azılı ve agresif İslâm düşmanı birtakım misyonerler ve siyonistlerle gizli ittifaklar yapmışlar ve diyalog ve hoşgörü perdesi ardında İslâm’ın temellerini tahrib edecek bazı faaliyetlere girişmişlerdir. Zındıklık komiteleri Bediüzzaman hazretlerini ve mübarek Risale-i Nur’ları çirkin emellerine alet etmeeye çalışıyorlar.
Bediüzzaman’ın Risale-i Nurları:
– Tevhid inancı ile Teslis inancını, birbiriyle uyuşan iki inanç gibi gösteren,
– “Ehl-i Kitab da bizim gibi peygamberlere iman ediyor” diyerek, Resulullah Efendimizi yalanlayanları temize çıkartmaya çalışan,
– “Ehl-i Kitab da ilahî kitaplara iman ediyor” diyerekKur’ân’ı inkar edenleri aklamaya çalışan,
– Tevhidi, Hazret-i Muhammed’in risaletini, Kur’ân’ı, İslâm’ı kabul etmeyenleri Cennete sokan... zihniyetle en ufak bir alakası olamaz.
İslâm’ı ve Ümmet-i Muhammed’i yer yüzünden silmeye ahd etmiş olan agresif kefere ve fecere bir takım kimseleri “Sizi Alem-i İslâm’ın başına Halife yapacağız, şanınız âfâkı tutacak, başınız göğe erecektir” diyerek aldatmaya çalışmaktadır.
Kefere ve fecere diyalog ve hoşgörü konusunda büyük paralar harcamaktadır.
Birtakım ilahiyatçıları elde etmişlerdir.
Ehl-i Sünnet dairesinde ve çizgisinde kalan, Sevad-ı Azam’dan ayrılmayan sünnî ilahiyatçıları tenzih ediyoruz ama Müslümanları diğerlerine karşı uyanık olmaya çağırıyoruz.
Kefere ve fecere Müslümanların içine köpek sürüsü kadar casus, ajan, provokatör, manipülatör, yönlendirici sokmuştur.
Kur’ân Teslis inancını reddetmiştir. Kur’ân’a karşı gelerek bu inancı hak ve meşru olarak göstermeye kalkanların âkıbetleri hayırlı olmaz.
Bediüzzaman gibi bir İslâm büyüğünü çirkin emellerine alet etmek isteyenler büyük bir tokata hazır olsunlar.
(Not: Reddü’l-Ehvam adlı faydalı ve uyarıcı kitap serisini edinmek isteyenler RAHLE Yayınları’na başvurmalıdır. İstanbul Cağaloğlu Çatalçeşme Sokağı, ÜretmenHan, No: 27/29. Tel: 0 212/519 36 96
Bir bürom, bir iki yardımcım, bir sekreterim olsa hummalı ve yoğun bir şekilde, aşağıda anlatacağım faaliyetleri yapmak isterim.
Türkiye’de birkaç seneden beri bir “Dinlerarası diyalog ve hoşgörü” fırtınası estiriliyor. Bu fırtınanın taraftarları fikirlerinin ve görüşlerinin bir kısmını yazı ile açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Bunlar nelerdir:
(1) Hz. Muhammed'i inkar eden, yalanlayan Ehli Kitap cennete girecektir.
(2) Kur’ân’ı ve İslâm'ı inkar eden Ehli Kitap da cennete girecektir.
(3) Kelime-i Şahadetin ikinci cümlesi üzerinde durmayalım.
Görüleceği üzere bunlar şimdiye kadar duyulmamış, ortaya sürülmemiş iddialardır.
Bizim bildiğimiz Muhammed aleyhisselatu vesselamın risaletini, Allah tarafından getirildiği Kitabı, İslâm dinini inkar edenlerin ehl-i necat olmadıklarıdır. Diyalogcular ve hoşgörücüler ise sanki cennet onların malıymış gibi kapılarını açmışlar istediklerini içeriye alıyorlar.
Yangın bacayı sarmış vaziyettedir. Durumun Türkçe, Arapça, İngilizce metinler yazılarak bütün İslâm alemine ve ulemaya duyurulması gereklidir. Her ülkedeki Ehl-i Sünnet fakihlerinden bu konuda fetva alınmalıdır. Sonra bu fetvalar bir kitap şeklinde bastırılmalı ve yüz binlerce nüsha dağıtılmalıdır.
Bu konuda Türkçe metni kim yazacak, bunları fasih Arapçaya ve İngilizceye kim çevirecek, bu işler için hangi sekreterler koşuşturacak, yapılan masraflar nasıl karşılanacak?
Çarşı Camii'ne helâ yaptırılacak yahut minareye hoparlör takılacak veyahut camiye klima alınacak... Bu gibi önemli ve hayatî (!) hizmetler için imkan bulunur. Lakin benim anlattığım faaliyet kimseyi cezb etmez.
Bu konuda mutlaka yapılması gereken ikinci faaliyet Diyalogcular ile Ehl-i Sünnet Müslümanları arasında çok şümullü (kapsamlı) bir açık oturum tertiplenmesidir. Büyük bir televizyon kanalında, noter tarafından idare edilecek bir toplantıda, önceden tespit edilen maddeler ve konular İlmi bir şekilde tartışılmalıdır.
Diyalogculardan üç kişi, Sünnî ulemadan da üç kişi.
Diyalogculara karışmam, onlar kendi temsiIcilerini göndersinler. Sünnî tarafta mutlaka geleneksel icazete sahip üç fakih bulunmalıdır.
Sanırım üçer saatlik beş celsede bu mesele bitirilir. Bu açık oturumların zabıtları da yine noterlik marifetiyle, gayet âdil, gayet tarafsız, gayet objektif bir şekilde yayınlanmalıdır. Bu konuda İslâm alemine de bilgi verilmelidir.
Yanlış anlayanlar çıkabilir, benim böyle bu toplantılara katılmam mevzuubahis değildir. Bendeniz din hocası değilim.
Din hocası değilsen bu konulara ne için karışıyorsun? Bu soruya şu cevabı veriyorum: Din hocası değilim ama okur-yazar bir Müslümanım, Kur’an ve Sünnete dayalı Müslümanlığı savunuyorum, din konusunda kendimden konuşmuyorum, muteber ve güvenilir din kitaplarından aldığım bilgileri naklediyorum. Din alimi olmadığım için Cuma günü başını açıp erkeklerin arasında namaz kılan bayanı tenkit edemeyecek miyim?
İki kere ikinin dört ettiğini söylemek, iki kere iki beş eder diyenleri tenkit etmek için matematik profesörü olmak gerekmez.
Memleketimizde son seksen yıl içinde dinî konularda büyük tahribat yapılmıştır; medreseler kapatılmıştır, tekkeler yasaklanmıştır. Sovyetler birliğindeki bezbojnik hareketi gibi din aleyhtarı propaganda yapılmıştır. Bugün milyonlarca vatandaşımız doğru-dürüst ilmihal bilmiyor.
Müslümanların başına gelen felaket din düşmanlarının saldırısından ibaret değildir. Bir yanda saldırgan din düşmanları, öbür yanda bir takım alçak ve rezil din sömürücüleri...
Müslümanlar örs ile çekiç arasında kaldılar.
Diyalog ve hoşgörü gibi konularda Müslümanların mutlaka uyarılması gerekir. Eskiden Osmanlı imparatorluğu zamanında Darülhilâfe olan İstanbul’da Şeyhülİslâm, vilayet ve kazalarda müftüler vardı, halk dini konuları onlara sorarak öğrenirlerdi.
Eski Şeyhülİslâmlara şu sorular yöneltilseydi, acaba ne cevaplar verirlerdi:
• Zeyd-i zimmî, Hatemü’l- embiya olan Resûlullah Efendimizi inkar etse, O’nu yalanlasa, Müslim olan Amr bu münkir Zeyd için "o cennetliktir” dese Amr'a ne lazım gelir?
• Kur’an düzmecedir, İslâm hak din değildir diyen Yahudi veya Nasrani için “onlar cennete girecektir." diyen bir Müslümana ne lazım gelir?
İslâm dünyasında çok büyük fakihler, müftüler, din alimleri bulunmaktadır, yukarıdaki soruların onlara da sorulması ve cevaplarının Ümmeti Muhammed’e duyurulması gerekir.
Bu hizmetleri kimler yapacak?
Başkan Bush ağzından kaçırdı, agresif Evangelistler İslâm dünyasına, İslâm dinine karşı amansız bir haçlı seferi başlatmışlardır. Bu Evangelistler, Yahudilerden daha fazla Siyonizm ve israil taraftarıdır.
İslâm dinini bozmak için milyarlarca dolarlık tahsisat ayrılmıştır. Bu paralar nasıl harcanıyor, bu paralarla kimler besleniyor? Müslümanların bunları öğrenmeye hakkı vardır.
Dinlerarası diyalog ve hoşgörü fırtınasından başka ülkemizde bir müddetten beri "dinde reform, dinde yenilik, dinde değişim" kasırgaları esmekte, milyonlarca Müslümanın kafası karıştırılmış bulunmaktadır. Ümmetin bu konuda da aydınlatılması, bilgilendirilmesi, uyarılması zaruri bir vazifedir.
Reformculuk konusunda çok ileriye giden bir ilahiyatçının, merkezi Amerika’da bulunan Dr. Moon dinine mensup olduğu, hattâ bu dinin “kutsal metinler heyeti”nde resmen hizmet gördüğü iddia edilmektedir. Bu konuda elimizde bir takım belgeler de bulunmaktadır.
Yukarıda anlattığım konuları on milyonlarca Müslüman Türkiyeliye kim duyuracaktır?
Din alimi olmadığım için bu konularda öncülük etmek bana düşmez.
Bu memlekette yüz binlerce hoca vardır. Kimisi İlahiyat Fakültesi, kimisi Yüksek İslâm enstitüsü, kimisi özel medrese, kimisi Ezher, kimisi Şam, kimisi Mekke ve Medine Şeriat medrese, mektep ve fakülteleri mezunudur. Bunca hocanın içinden, yeterli sayıda kişinin ortaya çıkıp saydığım vazifeleri yapmaları gerekmez mi?
Maalesef Müslümanlar "yazılı kültür Müslümanı" değil, “şifahî kültür Müslümanıdır" bu yüzden bir takım hizmetleri ve faaliyetleri yapamıyorlar.
Bir takım cahiller çok önemli, çok hayati, zaruri din hizmetlerine; cami helaları, cami hoparlörleri, cami ışıldak, fırıldak ve zırıldakları, cami meşrutaları, cami halıları kadar önem vermiyorlar.
İslâm aleminde, şu ana kadar görülmemiş fitne ve fesatlar var, fazla rahatsız olmuyoruz, gerekeni yapmıyoruz.
Sevgili Müslüman kardeşlerime şu hususları hatırlatmayı kendime bir vazife bilmekteyim:
• Gerçek İslâm dinini tahrif etmek, ehlî (evcil) ve uysal bir İslâm türetmek istiyorlar.
• İslâm'ın yegane hak din olduğu inancını yıkmak istiyorlar.
• İslâm dünyasında Protestanlığa benzer bir cereyan çıkartmak istiyorlar.
• Fıkıhsız, şeriatsız, ucuz ve kolay, bir tür hümanizmaya ve ideolojiye benzeyen yeni bir İslâm çıkartmak istiyorlar,
• Bu maksatla büyük paralar harcıyorlar.
• Endonezya'dan Fas'a kadar İslâm dünyasını İsrail’in ve Amerika'nın sultası ve hegemonyası altına sokmak istiyorlar, Bunca kötülük fitne, fesat, sabotaj karşısında kılı bile kıpırdamayan, gayretsiz ve hamiyetsiz Müslümanlara acizane hatırlatıyorum:
Allah yaptıklarımızdan, yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan bizi sorguya çekecektir.
MÜSLÜMAN İKEN, dinden çıkmak, kâfir olmak için dinin tamamını veya önemli bir kısmını inkâr etmek gerekmez. Zarurat-ı diniyeden birini inkâr eden, dinin geri kalan kısmını kabul ve tasdik etse bile kâfir olur.
Hindistan’da bundan yüz küsur sene önce Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî isminde bir kişi çıkmış ve peygamberliğini ilân etmişti. Din olarak İslâm’ı, Kitab olarak Kur’ân’ı, Nebi olarak Muhammed aleyhisselâmı kabul ediyordu ama onların yanına kendi peygamberliği inancını da ilave ediyordu. Mirza Gulam’ın aşırı taraftarları beş vakit namaz kılarlar, Ramazan’da oruç tutarlar, zekât verirler, hacca giderlerdi. Onların topluca yaşadıkları Rabwah şehrine giden bir Alman Müslümanı söylemişti: “Ezan okundu mu, sokaklarda kediler, köpekler, keçiler kalıyordu. Herkes camiye gidiyordu...”
Hindistan ve Pakistan uleması bu taifenin Müslüman olmadığına dair nice fetvalar vermiştir. Şair Muhammed İkbal’in, Ebu’l-Hasen Nedvî’nin, Mevdudî’nin Kadıyanîler aleyhinde kitapları bulunmaktadır, Türkçeye de çevrilmişlerdir. Benim kütüphanemde, Moris Adası’nda basılmış bu dine ait Fransızca bir ilmihal kitabı bulunuyor. Kelime-i Şahadet’i Arapça şöyle yazmışlar:
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah... Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah... (hâşâ diyerek devam ediyorum) ve eşhedü enne Mirza Gulam Ahmed nebiyyen...”
İşte, bu ilaveleri onları dinden çıkartmış, daire-i İslâm’dan ayırmış, daire-i küfr içine sokmuştur.
Artık onların namazları, oruçları, zekâtları, hacları, Kur’ân tilâvetleri kendilerine fayda vermez. Çünkü, İslâm’ın “Muhammed aleyhisselâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, kendisinden sonra artık Kıyamet’e kadar peygamber gelmeyecektir, kutsal kitap indirilmeyecektir” temel hükmüne aykırı bir inanca sahip olmuşlardır.
İslâm dünyasında zuhur eden bazı bid’atler vardır ki, onlar bağlılarını dinden çıkartmazlar, sadece bid’atçi Müslüman yaparlar. Lâkin zarurat-ı diniyeden birini inkâr eden kesinlikle dinden çıkmış, küfre sapmış olur. Neuzübillah!
Kelime-i Tevhid’e, dine aykırı üçüncü bir cümle ve hüküm ilâve etmek nasıl küfür ise, o iki cümlenin birini kesin bir şekilde veya zımnen inkâr etmek de böyledir. Meselâ “Kâfirleri üzmemek için Kelime-i Tevhid’in ikinci cümlesini yani Muhammed Resulullah kısmını söylemeyiverelim demek asla caiz olamaz.
İki kelimeyi meskûtün anh geçmek (sessizlikle örtmek) İslâm’ın tamamını inkâr mânâsına gelir.
Muhammed Resulullah hükmünü kaldırırsanız (veya kâfirleri üzmemek için söylemezseniz) geriye İslâm’dan ne kalır?
İslâm elbette Tevhid dinidir. İslâm’da elbette Allah inancı esastır. Lâkin Tevhid olması, Allah inancının kâmil olması için mutlaka Hâtemü’l-Enbiya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin risaletini ve dâvetini kalp ile tasdik, lisan ile ikrar gerekir.
Putlara tapan cahil ve kâfir Arap müşrikleri Allah’a inanmaz değillerdi.
Bugün Hindistan’da yaşayan Mecusîler, 10 bin puta tapıyorlar, onların üstünde bir de Ram ismini taşıyan büyük ilah olduğuna inanıyorlar.
Velhasıl her dinde Allah inancı vardır. Lâkin bu, mü’min olmak için yetmiyor. Muhammed aleyhisselâmın Allah elçisi ve habercisi olduğuna iman edeceksin, O’nun bildirdiği Kur’ân-ı Azimüşşanın Allah’ın kitabı olduğunu kabul edeceksin, O’nun getirdiği din ve şeriatı kabul edeceksin ki, Allah’a hakkıyla iman etmiş olasın.
İslâm’daki Allah inancının iki özelliği vardır:
-Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih eder.
-Allah’ı bütün kemal sıfatlar ile tavsif eder.
Bu ancak ve ancak Muhammed aleyhisselâmın tebligatı ve talimatı ile olur.
İmdi, hiçbir Müslümanın, kâfirlerin gönlünü hoş etmek, onlara şefkat ve merhametle yaklaşmak için dinin esaslarından tâviz (ödün) vermeye hakkı yoktur. Böyle bir hakka, Âdemoğullarının Seyyidi olan Muhammed aleyhisselam da sahip olmamıştır.
Peygamber, hiçbir ilâve ve çıkartma yapmadan Kitabullah’ı insanlara aynen ve tamamen tebliğ buyurmuşlardır.
Resulullah Efendimizin hayatının son devrinde “Bugün sizin dininizi ikmal ettim (tamamladım)” buyurulmuştur. Muhammed aleyhisselâtü vesselâmın gelmesiyle yepyeni bir din gönderilmemiştir. Hazret-i Âdem’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan, İsa’dan beri (hepsine selâm olsun!) devam edegelen İslâm dini kemâlini bulmuştur.
Hazret-i İbrahim “Yahudi veya Nasranî değildi; o hanifti, müslimdi.” Kur’ân böyle diyor. Kur’ân’ın bu açık beyanı karşısında “Üç ibrahimî din...” safsatalarının hiçbir kıymeti yoktur.
Hazret-i Musa’nın dini de İslâm idi.
Hazret-i İsa’nın dini de İslâm’dan başka bir şey değildi.
Muhammed aleyhisselâmın gelmesiyle, ondan önceki dinlerin ve şeriatların hükümleri kalmamıştır.
“Üç hak din...” gibi sözler Kur’ân’ın ruhuna, Resûl-i Kibriya Efendimizin beyanatına ve İslâm dininin temel ve esaslarına tamamen aykırıdır.
Dinlerarası diyalog olabilmesi için mutabakat şartı gerekir.
Biz Müslümanlar:
-Hiçbirini inkâr etmeksizin bütün peygamberlere iman ediyoruz.Hazret-i Musa’ya da, Hazret-i İsa’ya da. Onlardan birini (Allah böyle bir şeyden saklasın) inkâr etsek dinden çıkmış oluruz.
-Biz yine Allah’ın göndermiş olduğu bütün kutsal kitaplara iman ediyoruz. Bir Müslüman “Allah Tevrat ve İncil adlarıyla iki kutsal kitap göndermedi” dese maazallah kâfir olur. Bizim dediğimiz (Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın açıkça beyan ettiği üzere) bu kitapların tahrife uğramış olduğu, içine insan sözü karıştığı, İslâm’a ve Tevhid’e aykırı inanç ve hükümler sokulduğudur.
-Biz Hazret-i İsa efendimizin muhterem valideleri Hazret-i Meryem annemize de iman ediyoruz.
Bizim dışımızda olanlar ise:
-Kur’ân’ı reddediyorlar, kul uydurması bir kitaptır diyorlar.
-Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr ediyorlar, O’nun sahte peygamber olduğunu iddia ediyorlar.
-İslâm dininin hak din olmadığını iddia ediyorlar.
Bu şartlar altında nasıl diyalog yapılabilir?
Birtakım saf, cahil, gafil genç Müslümanlara çok acıyorum, hallerine çok üzülüyorum.
Birilerinin peşlerine düşmüşler, çok vahim vartalara giriftar olmuşlar.
Görmedim, “Müslüman Hıristiyanlar” adında bir kitap yayınlandığını bile duydum.
Allah İbrahim Halilullah aleyhisselâm efendimiz için “O Yahudi ve Nasranî değildi, hanif ve müslimdi” buyururken biz Nasranîler için nasıl ibrahîmidir, Müslümandır diyebiliriz?
Bırakın bugünkü Hıristiyanlıkları, Hazret-i İsa’nın tebliğ etmiş olduğu hak din bile, Muhammed aleyhisselamın gelmesinden sonra hükümden kaldırılmıştır.
Gerçekten çok büyük bir fitne karşısındayız.
Siyonistler ve Haçlılar, birtakım islâmî sektler vasıtasıyla Müslümanların içlerine girmişlerdir.
Diyalog ve Hoşgörü işinde milyarlarca dolar döndüğü söyleniyor.
Zahiren İslâm’a benzeyen yeni bir din türetmek istiyorlar. Ilımlı İslâm, Light Islam, Ehlî (Evcil) İslâm...
İlimleri olduğu halde bu işlere bulaşanlara fazla acımıyorum.Benim acıyıp üzüldüklerim körü körüne bağlı olan câhil fanatiklerdir.
Diyalog ve hoşgörü konusunda Müslümanlar arasında çok derin, çok köklü, uzlaşma ihtimali olmayan bir ihtilâf vardır.
1. Ehl-i Sünnet Müslümanları, cumhur-i ulema böyle bir şey olamaz, bu küfürdür diyorlar.
2. Bir kısım islâmî sektler ise caizdir, biz yaptık oldu diyorlar.
Diyalogçuların yirmi-otuz ana konuda küfre düştüklerine dair iddialar bulunuyor.
Âcilen yapılması gereken şudur:
İslâm dünyasının büyük din otoritelerine müracaat edilerek bu konuda onların fikirleri sorulmalıdır, fetva istenmelidir.
En az elli büyük (icazetli, ehliyetli, sünnî) din âliminin fetvaları bir araya getirilip kitaplaştırılmalıdır.
Mısır’da, Suriye’de, Arabistan’da, Pakistan’da, Hindistan’da, Habeşistan’da, Lübnan’da, Fas’ta ve diğer bilâd-ı islâmiye’de çok derin hocalarımız, muktedir müftülerimiz bulunuyor. Onların bu konuda verecekleri raporlar ve fetvalar büyük önem taşıyacak, zihinlerin karışıklığı giderilecektir.
Bu işi kim yapacaktır?
Elli büyük hocaya yazılar yazılacak, sorular sorulacak; diyalogçuların ve hoşgörücülerin iddiaları, alıntılar yapılarak bildirilecektir.
Birkaç soruyu yazıyorum:
1) İslâm’a göre “üç ibrahimî din” demek câiz midir?
2) Hazret-i Muhammed’i, Kur’ân’ı inkâr edenler ehl-i necat olabilir, Cennet’e girebilirler mi?
3) Kâfirleri üzmemek için Kelime-i Tevhid’in ikinci kısmını meskutün anh geçmek câiz midir?
(Şiî kardeş ve vatandaşlarımız için dünyanın önde gelen Şiî ulemâsından da fetvalar alınmalı, kitabın sonuna eklenmelidir.)
Bu işin sekreterliğini kim yapacak? Masraflarını kim karşılayacaktır?
GÜNEY AFRİKA cumhuriyetinde yaşayan Müslümanların sayısı yarım milyon ile bir milyon arasındadır. Her yerde olduğu gibi orada da ehl-i iman bir sürü hizbe, fırkaya, cemaate, gruba ayrılmıştır, aralarında çekişme vardır. Vardır ama din konusunda orada bizdekinden daha fazla hürriyet vardır, teşkilat vardır. Mesela bir Ulema Meclisi vardır. Orada yayınlanan islamî dergilerde margarin ilanları yayınlanır, bunlarda yağların Ulema Meclisi tarafından tedkik ve tahlil ettirildiği, islâmî bakımdan yenilmesinde sakınca bulunmadığı beyan edilir.
Bizde böyle yapamazsınız. Laikliğe aykırı olur. Yeşil sermaye ve sanayi olur. Resmî ideolojiye aykırı olur.
Güney Afrika Ulema Meclisi’nin her konuda fetvaları, uyarıları vardır. Hiç olmazsa, dinleyenler ve güvenenler bu fetva ve uyarılardan yararlanırlar.
Bizde birkaç yıldan beri bir “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” savaşı cereyan ediyor. Dinî bir cemaat ve bazı ilahiyatçılar buna son derece taraftardır. Patriklerle, papazlarla, hahamlarla bir araya gelirler, birlikte iftar ederler, toplantılar yaparlar.
Bu cereyana son derece muhalif olanlar da vardır. Çok şiddetli, orta, ılımlı tenkitler yapanlar vardır.
Bendeniz okur-yazar bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak bu Diyalog ve Hoşgörü kampanyasına karşıyım. Dinimi Ehl-i Sünnet hocalarının yazmış oldukları muteber ve güvenilir kitaplardan öğrendim. Diyalogçuların inançlarıyla Ehl-i Sünnet kitapları nice temel meselede uyuşmuyor, aksine birbirine ters ve zıt düşüyor. Birkaç misal vereyim:
(1) Kendisine Hazret-i Muhammed’in risâleti, dâveti ulaştığı halde kabul etmeyen, tekzib eden (yalanlayan), iman etmeyi reddeden bir kimse ehl-i necat ve ehl-i cennet olmaz. Bazı diyalogçular ise, sanki cennet onların tekelinde imiş gibi gayr-i müslimleri de cennete dolduruyor.
(2) Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları Kelime-i Şahadeti bir bütün olarak kabul ederiz. Bazı diyalogçular ise, gayr-i müslimlerin hatırı için Tevhid’in ikinci kısmını söylememek taraftarıdır.
(3) Kur’an’da “İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi. O hanif ve müslimdi” meâlinde âyet vardır. Diyalogçular ise Yahudilik de, Hıristiyanlık da İbrahimîdir diyorlar.
Bazı diyalogçular işi o kadar ileriye götürmüşler ki, Kur’ân’ı muharref Tevrat ve İncil cümleleriyle açıklayan bir tefsir bile bastırmışlar.
Şunu anlatmak istiyorum: Diyalog konusunda Müslümanlar arasında büyük bir anlaşmazlık vardır. Peki bu durumda Diyanet İşleri Başkanlığımız niçin susuyor? Bu konuda Diyanetin ilmî kurulu niçin fetva vermiyor?
Efendim konu nazik, yukarıya tükürsen bıyık, aşağıya tükürsen sakal...
Doğruları söyleseniz Başkan Bush kızacak, Amerikalı Evangelistler köpürecek, Yahudiler ateş püskürecek, Papa kaşlarını çatacak...
Öyle ama bizler için Allah’ın, Resûlünün, ondört asırdır gelip geçmiş din ulularının rızaları daha önemli değil midir?
Kimseyi itham etmek, suçlamak istemem ama bu Diyalog işinde milyarlarca dolarlar dönüyormuş. Diyalog planları İslâm dünyası dışında yapılmış ve gaye şuymuş:
Ilımlı, ehli (evcil), şeriatsız ve fıkıhsız, suya sabuna dokunmaz, ABD ve İsrail’e kafa tutmaz, cihadı defterden silmiş, din olmaktan çıkıp bir hümanizma veya ideoloji haline döndürülmüş yeni bir İslâm türetmek.
Bu iddialar doğru ise durum gayet vahim demektir.
Diyalogçular ne yapmak istiyor?
Niçin İslâm’a taban tabana zıt fikir, görüş ve inanışlar sergiliyorlar?
Papazlarla, hahamlarla, Amerikalılarla pek can ciğer dostluk yapıyorlar, aralarından su sızmıyor ama kendilerini uyaran mü’min ve muvahhidlerle hiç konuşmuyorlar, onlara düşman muamelesi yapıyorlar.
Bendeniz tenkit konusunda isim vermem, tenkitlerim ısmarlama değildir, hazır konfeksiyon elbise gibidir. Kimin bedenine uyuyorsa ona aittir.
Diyanet ilmî kurulu bu konuda mutlaka çok açık, çok seçik fetva vermelidir, geniş bir rapor hazırlamalıdır.
Öyle yuvarlak laflar, edebiyat istemiyoruz.
Cevabı istenen bazı sorular şunlardır:
(1) Üç İbrahimî din demek câiz midir?
(2) Hazret-i Muhammed’in (Salat ve selam olsun O’na) risâleti, dâveti, dini kendisine ulaştığı halde O’nu yalanlayan, O’nun getirdiği Kur’an’a kul sözü diyen, İslâm’ı hak din olarak kabul etmeyen gayr-i müslimler cennete girecek midir?
(3) Diyalogçuların iddia ettikleri gibi Ehl-i Kitab ile Amentüde ittifakımız var mıdır? Yoksa, büyük ve temel anlaşmazlıklar mı vardır?
(4) Ondört asırlık İslâm tarihinde bugünkü gibi bir Diyalog olmuş mudur?
(5) Yahudi ve Hıristiyanları memnun etmek için İslâm dininin esaslarından taviz (ödün) verilebilir mi?
Diyaloğa muhalif bazı şahıs ve topluluklar, çok şiddetli tenkit ediyor, bazılarını küfürle bile suçluyorlar.
Evet, büyük bir tefrika yangını karşısındayız. Bir an evvel icazetli ve gerçek ulema bu konuda Müslümanları uyarmalıdır.
Diyalogçular eteklerindeki taşları dökmelidir. Ehl-i Sünnet Müslümanlığında taqiyye yoktur. Diyalogçular açık, seçik ve samimi olsunlar. Biz onların kardeşiyiz, bize taqiyye yapmasınlar.
Kimseye çamur atmıyorum ama Diyalog konusunda Yahudilerden ve Evangelistlerden para alınıyor mu alınmıyor mu bu da kesin şekilde araştırılmalı ve netice bir rapor şeklinde Ümmet-i Muhammed’e bildirilmelidir.
Çok yaygın rivayetler var: İsrail ve Yahudiler Diyalogçuları destekliyormuş diye... Hangi Diyalogçuları... Niçin destekliyorlar?
Diyaloğa muhalif bir internet sitesi var:
www.diyalogmasali.com
Merak edenler bu sitedeki yazıları ve tenkitleri okuyabilirler.
Diyalogçular bunlara çok açık, çok samimi şekilde cevap vermelidir.
Diyalogçular Evangelistlerden, Siyonistlerden, Papalıktan ve diğer gayr-i müslim kaynaklardan para yardımı görmedikleri konusunda Müslümanları ikna etmelidir. Soruyorum:
Şöyle bir belgeye imza atabilirler mi?
“Diyalog ve Hoşgörü konusunda Siyonistlerden, Haçlılardan, gayr-i müslim şahıs ve kurumlardan az veya çok herhangi maddî ve manevî yardım almadık, destek görmedik, Şayet onlardan para aldıysak, yardım gördüysek Yüce Allah’ın lâneti üzerimize olsun...”
Elbette beraat-i zimmet asıldır. Lakin ortada bir sürü rivayet, dedikodu, şüphe vardır. Zihinler karmakarışıktır. Bu gibi durumlarda halkı aydınlatmak gerekir.
Siyonistler ve Haçlılar Diyalog konusunda etekleri zil çalarak koşuşturuyorlar. Niçin? Müslümanların kara gözleri için mi?
Diyalog ve Hoşgörü hareketinin merkezi Tel-Aviv midir, Washington mu, Roma mıdır?
Diyalog ve Hoşgörü hareketi ile Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilgisi var mıdır?
Bir kısım Diyalogçular vaktiyle Osmanlı devletini batırmış olan, günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmeye çalışan Misyonerlik hareketini niçin tenkit etmiyorlar?
Diyalogçular, papazlarla hahamlarla can ciğer de, Diyalog karşıtı Müslümanlara niçin son derece soğuk bakıyorlar, onlarla münasebetlerini kesmiş bulunuyorlar?
Bizim bildiğimiz, İslâm’ın temeli Kelime-i Şahadet’tir.
Bazıları bunun yerine Diyalog ve Hoşgörü’yü mü getirmek istiyor?
Muhterem bir zat “Küresel Barışa Doğru” adlı kitabın 131’inci sayfasında şöyle yazmış:
“...Hatta Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın Resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.”
Soruyorum:
İsa bir peygamber değildir, Allah’tır diyenler, Kelime-i Şahadet’in ilk kısmına inanmış oluyorlar mı?
(Hz.) Muhammed yalancıdır, getirdiği Kur’ân düzmedir, İslâm sahte bir dindir diyenleri bir Müslüman bağrına basabilir mi?
Diyalog ve Hoşgörü perdesi ardında İslâm dininin değişmez, temel ana inanç ve hükümlerinden tâviz vermeye kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
PAPA’nın dinimiz ve Peygamberimiz aleyhindeki nâbeca sözleri“Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” taraftarlarının suratlarına indirilmiş bir şamardır. Bundan sonra diyalog yapmaya devam edecekler midir? Ramazan geliyor, lüks otellerde papazlarla birlikte görkemli iftarlar yapacaklar mıdır?
Papa niçin saldırmıştır? Önceden planlanmamış, âniden söylenmiş fevri sözler midir bunlar?
Hayır!.. Dünyada Vatican’dan, onun başındaki Papa’dan daha hesaplı, daha planlı, daha kasıtlı konuşan ve iş yapan bir müessese yoktur.
Bu saldırı da önceden planlanmış, hesaplı kitaplı, kasıtlı ve düşünülmüş, tasarlanmış bir şeydir.
Niçin böyle konuştu? Ne yapmak istiyor?
Vatican’ın İslâm, Müslümanlar, Son Peygamber hakkındaki inançları ve görüşleri öteden beri bellidir.
1960’lardaki İkinci Vatican konsilinden (Kilise Meclisinden) önce Müslümanlara açıkça sapık ve hattâ müşrik diyorlardı. Sonra ifadeyi bıraz yumuşattılar ama yine de bu konudaki menfi inançları bellidir:
(1) Roma-Latin kilisesi dışında kurtuluş (necat, ebedî mutluluk, selâmet) yoktur.
(2) Hz. Muhammed hak peygamber değildir, yalancıdır.
(3) Kur’ân ilahî kitap değildir, uydurmadır.
(4) İslâm hak din değildir.
(5)Hz. İsa Tanrının oğludur, bizzat Tanrıdır.
Katolik dininin bu esaslarına rağmen bizdeki bazı diyalogcular “Ehl-i Kitap ile Müslümanlar Âmentüde ittifak halindedir” diyebilmektedir.
Müslümanları uyutmak, tuzağa düşürmek, ılımlı ve afyonlanmış hale getirmek için dış dünyada hazırlanmış Diyalog ve Hoşgörü ideolojisinin yayılıp kabul edilmesi için milyonlarca dolar harcandığına dair rivayetler duymaktayız. Bu büyük paralardan kimler nasiplenmektedir?
Her neyse, biz, İslâm dünyasının Papa’nın saldırgan sözlerine verdiği tepki üzerinde duralım.
Bu konuda sokak nümayişleri yapılabilir, çığlıklar atılabilir, feryatlar kopartılabilir ama bunlar asla yeterli olmaz. Böyle şeyler halk yığınlarının kaba reaksiyonlarıdır.
Müslümanların böyle bir saldırı karşısında başta İngilizce olmak üzere belli başlı dünya dillerinde ilmî, ciddî, edebî kıymeti son derece yüksek, heyecansız fakat güçlü bildiriler, broşürler, metinler yayınlamaları gerekir.
İslâm ile Katoliklik dinlerinin mukayese edilmesi (karşılaştırılması) ve İslâm’ın üstünlüğünün akıl ve hikmet yoluyla isbat edilmesi gerekir.
Katoliklerin tarih boyunca yaptıkları zulümler, vahşetler, soykırımların anlatılması gerekir.
Hıristiyanlıktan İslâm’a geçen papazların, ilim adamlarının, büyük düşünür ve şahsiyetlerin listelerinin yapılması gerekir.
Kur’ân ile Katoliklerin muharref (bozulmuş, karıştırılmış) kutsal metinlerinin karşılaştırılması gerekir. Peygamber Hazret-i Lût’u, iki kızının sarhoş edip, onunla yatmaları, babalarından gebe kalmaları kıssasının kutsal bir metinde olmaması gerektiğinin bir kere daha beyan edilmesi gerekir.
Katolikliğin, Hazret-i İsa aleyhisselâm efendimizin dini olmadığı, Tarsuslu Pavlos tarafından çıkartıldığı, daha sonra birtakım kilise babaları tarafından daha da bozuk bir din haline getirildiği gerçeği, Batılı tarihçilerin ve araştırıcıların çalışmaları kaynak gösterilerek anlatılmalıdır.
Avrupa’da Hıristiyanlığın çöktüğü, İslâm’ın ise hızla geliştiği ve yayıldığı söylenmelidir.
İslâm dünyasından Papa’ya karşı mutlaka son derece kaliteli “YAZILI”reddiyelerle cevap verilmelidir.
Şifahî protestoların, sabun köpüğü gibi sönen sokak ve meydan nümayişlerinin fazla kıymeti olmaz.
İtalya’daki Katolikler, İslâm dünyasının protestolarına çok kızmışlar, çok köpürmüşler...Onlar aynaya baksınlar. Kierkegaard’ın bir yazısında şöyle bir sahne vardır:
“Başkent’in büyük katedralinde dinî bir bayram veya yortu gününde başta kral ve kraliçe olmak üzere bütün devlet erkanı, ileri gelenler ve halk toplanmıştır. Vaaz kürsüsünde genç bir rahip ateşli bir konuşma yapmaktadır. Bir ara parmağını dinleyenlere uzatarak şöyle haykırır:
-İsa İsa diye diye İsa’nın mezarına tükürdünüz!..”
Batı dünyasında son elli sene içinde Vatican ile ilgili hayli kitap yayınlandı, ortaya vahim tezler ve iddialar atıldı. Bu kitapların bir bibliyografyası yapılmalı, her kitabın konusu, içindekiler hakkında kısa izahat verilmelidir.
Hıristiyanlık dünyası 20’nci asırda iki büyük dünya savaşı yapmış ve yeryüzünün de, insanlığın da belini kırmıştır.
Kuzey, Orta ve Güney Amerika’nın yerli halkını Müslümanlar değil, Hıristiyanlar kırmış, yok etmiştir.
Müslümanlar Hazret-i Ömer zamanında Kudüs’ü aldılar, kimsenin burnu kanamadı. Haçlılar Kudüs’ü aldılar, bütün Müslümanları ve Yahudileri vahşi şekilde kılıçtan geçirdiler. Selahaddin Eyyubî Kudüs’ü istirdat etti (geri aldı), yine kimseye dokunmadı. İslâm ile Katoliklik arasındaki farkı anlamak için Kudüs’e bakmak yeter.
Müslümanların öyle âlimleri, fâdılları, düşünürleri olmalı ki, Papa’ya karşı selis ve nefis bir Latince broşür yazıp yayınlamalılar. Bizde böyle kimseler yoktur ama belki İtalyan mühtedileri, papazlıktan İslâm’a geçenler içinde vardır. Böyle bir zat bulunup benim dediğim broşür mutlaka hazırlanıp yayınlanmalıdır.
Bulvar gazeteleri üslûbuyla, sokak nümayişleri feryatlarıyla, “Hain, dengesiz, müfteri, alçak...” gibi ucuz tahkirlerle Papa’ya cevap verilmiş olmaz. İslâm ilim, irfan, hikmet, edeb, erkân, asalet, kibarlık dinidir. İslâm bedevîlik değildir, en yüksek medeniyettir.
Papa’ya, düşünce ve edebiyat tarihine geçecek YAZILI cevaplar verilmesi farzdır. Nasıl farz oluyor? Yüce dinimizde emr-i mâruf ve nehy-i münker farzı yok mu?
AZİZ Malachie 12’nci yüzyılda yaşamış İrlandalı bir Katolik rahibidir.Bu zat 21’inci asırda Papalık çökünceye ve Roma tahrip edilinceye kadar gelip geçecek papaların listesini vermiştir. Bu listeye göre bugünkü papa sondan ikincidir. Bundan sonra bir papa daha gelecek, dünyada dehşetli hadiseler olacak, yer yerinden oynayacak, ne papalık, ne de Roma kalacaktır.
Bendeniz şahsen 2012’ye kadar dünyamızda çok büyük değişiklikler olacağını, büyük savaşlar çıkacağını, bugünkü bozuk medeniyetin yıkılacağını tahmin etmekteyim.
Papalık 2000 yıllık bir saltanattır. Papa cenapları, Hazret-i İsa Efendimizin tam aksine ihtişamlı (görkemli) saraylarda oturur, kelimenin tam manasıyla saltanat sürer. Her dünyevî saltanat gibi bunun da bir sonu olması tabiîdir.
Dünyada çok vahim şeylerin olacağı 1917’de Portekiz’in Fatima ismini taşıyan yerinde üç çocuğa görünen Hazret-i Meryem tarafından haber verilmiştir.Roma Kilisesi Fatima’daki “üçüncü kehaneti” nedense açıklamaktan çekinmektedir. Roma tahrip edilecek, Katolik kilisesi çökecek, papa mapa kalmayacak... Böyle bir kehaneti elbette açıklamak istemezler.
Gerek Malachie kehanetleri, gerekse Fatima’da haber verilen üç önemli husus hakkında Batı dünyasında şimdiye kadar çeşitli dillerde binlerce kitap ve makale yayınlanmıştır. Arzu edenler ve dil bilenler bunlara müracaat edebilir. İnternet’te İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca hayli ipucu ve mâlumat bulunmaktadır.
İsa aleyhisselamın nüzûlü (yeryüzüne tekrar inmesi, dönmesi) Museviliğin ve çeşitli Hıristiyan kiliselerinin sonu olacaktır. İnsanlar fevc fevc (akın akın) İslâm’a girecektir.
Musevîler ve Nasranîler Hazret-i İsa hakkında iki büyük yanılgıya düşmüşlerdir.
Museviler onun Allah’ın peygamberi olduğunu inkâr ile kendisine ve muhtereme annesine iftira ve hakaret etmişlerdir.
Nasranîler ise onu tanrılaştırmış, hem Tanrı’nın oğlu, hem de bizzat Tanrı olduğunu iddia etmişlerdir.
Hazret-i İsa, diğer bütün peygamberler gibi bir İslâm-Tevhid peygamberidir. Dünyaya nüzûl ettiklerinde Müslümanlara katılacaktır. Deccal’ı tepeleyecek, haçı kıracak, domuzu öldürecektir.
Hazret-i İsa’nın nüzûlü ile ilgili 100’e yakın hadîs-i şerif bulunmaktadır. Bunlar sahih ve sağlam hadislerdir. Ulema-i Ehl-i Sünnet asırlardan beri nüzûl-i İsa aleyhisselamın hak ve doğru olduğunu ve gerçekleşeceğini beyan buyurmuştur. Bu konuda icma vardır. Binaenaleyh inatçı bir şekilde ve müteammiden bu nüzûlü inkâr edenler büyük vartaya düşmüş, İslâm’ın dışına çıkmış olurlar.
Şu husus unutulmamalıdır ki, Resûlullah Efendimizin hadîsleri de vahy ve ilham ile söylenmiştir.Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Peygamberimiz için “O kendi havasından (kendi kafasından) konuşmaz...” buyurulmaktadır.
Âhir zamanda İsa aleyhisselamın nüzûlü hakkında çok önemli ve ciddî bir kitap çıkmış bulunuyor. İsmi:
Nüzul-i İsa Aleyhisselam. 13 ayet-i kerimenin, 84 ehadîs-i şerifenin, cumhur-i müfessirîn ve cumhur-i ulemanın re’yine göre açıklaması.(Müellifi: Yahya Zekeriyagil, Rahle Yayınları, İstanbul. Adres: Çatalçeşme Sokak Üretmen Han 27/29, Kat 1 No. 111 Cağaloğlu. Telefon: 0212/519 36 96.)
Muhterem okuyucularıma 320 sayfalık kitabı edinip okumalarını ve aydınlanmalarını tavsiye ederim.
Bazı ilahiyat profesörleri Hazret-i İsa’nın nüzûlünü ve daha nice dinî konuyu inkâr ediyor, böyle bir şey olmayacaktır diyor. Ehl-i Sünnet İslâmlığı çizgisinde bulunan saygıdeğer ilahiyatçıları tenzih ederek beyan ediyorum: Bu gibi yoldan çıkmış ilahiyatçılardan her şey beklenir. Bundan birkaç ay önce Hürriyet gazetesinin birinci sayfasında, Konya İlahiyat Fakültesi doçentlerinden bir zatın beyanatı vardı. İslâm’da tesettür ve başörtüsü yokmuş, bu adet Müslümanlara Yahudilerden geçmiş... Cehaletin bu türlüsüne ne demeli: Adam hem ilahiyatçı, hem de Kur’ân’la, Sünnetle, İcmâ-i Ümmetle sâbit ve güneş gibi parlak ve açık dinî bir gerçeği, bir farz-ı ‘aynı inkâr ediyor.Beyaz İlahiyatçı!
Evet ahir zamanda yaşıyoruz. Büyük Deccal zuhur edecektir veya etmiştir.
Mehdi şu anda yaşamaktadır ve huruc tarihini beklemektedir. İsa aleyhisselam nüzûl edecektir.Bunların olacağında hiçbir bir şüphe yoktur. Çünkü Muhbir-i Sâdık olan yani haber verdiği her şey doğru olan, gerçekleşecek olan yüce bir zat bunları kesin bir şekilde haber vermiştir. Akılları ve havsalaları bu gibi olağanüstü hâdiseleri kavrayamayan kimselere, “Şu âleme bakınız” deriz. Toprağa atılan buğday danesinin yeşerip başaklanması, bir karıncanın veya arının o küçücük cirmiyle başardığı harikulade işler, çiçekler, balıklar, şu akıllara durgunluk veren canlılar aleminde milyonlarca harika hep birer mucize değil midir? Hazret-i Âdem’i anasız babasız yaratan Yüce Allah’ın, Hazret-i İsa’yı tekrar dünyaya göndermesi de mümkündür.
Dünya adaletsizlikle, zulümle, azgınlıkla, isyan ve tuğyan ile doldu. Ahlâksızlık ve rezillik Sodom Gomore’dekileri geride bıraktı. Merhamet kalmadı. Sapıklık aldı yürüdü. Evet Mesih ve İsa gelecek, hak ile batıl arasında büyük savaşlar cereyan edecek, korkunç sayıda vefiyat ve tahribat olacaktır. İman sahibi Müslümanlar, yakın bir gelecekte cereyan edecek dehşetli hadiselere hazır olmalıdır. Önce manevî hazırlık, sonra maddî hazırlık.
Her gece fecre yakın yeryüzü semasında melekler nida ediyor ve Allah’ın şöyle buyurduğunu haber veriyor:
– Tevbe eden yok mu ki, onların tevbelerini kabul ve kendilerini affedeyim.
Bu münadilerin nidalarını duyanlar yataklarından doğruluyor ve uykularından sıyrılıp tevbe ve ibadet ediyor, Allah’tan affedilmek, bağışlanmak diliyor.
Gafiller ve münafıklar bunları duymuyor. Onların uykuları pek derindir.
Ramazan geliyor. Bu demler dine sarılmak demleridir. Tevbe etmek, orucun yanında namaza başlamak zamanıdır. İsyandan uzaklaşmak, taat ve ibadete yönelmek vaktidir. Allah’ın ihsan ve ikram etmiş olduğu paranın, servetin, varlığın bir kısmını, O’nun yüce rızasını kazanmak için ihtiyaç sahiplerine dağıtmak anıdır.
Mehdi zuhur ettiğinde, İsa aleyhisselam nüzul ettiğinde, Deccal yeryüzünü fesada verdiğinde; Hakkı bırakıp da Batıl’ın saflarında yer alan münafıklara yazıklar olsun. Onlar ne kötü bir saffı seçmişlerdir.
Melhame-i Kübra’da ve öteki ahir zaman savaşlarında Allah için savaşan, İslâm için cihad eden kimseler ölürlerse şehid olacaklar, kalırlarsa gazi.
Hem Müslüman veya İslâmcı geçinen, hem de Şer Güçlerin safında yer alan ve onları destekleyenler için, ölseler de kalsalar da kötü bir akibet vardır.
PAPA’nın maskesi düşmüş, dişlerini göstermiş, Peygamberimize çatmış... Bazıları buna şaşmışlar ve verip veriştirmişler.Bu şaşanlar gerçekten şaşılmaya layık kimselerdir.
Papa maske taksın, Diyalog ve Hoşgörü serenadları okusun, Müslümanları uyutsun mu istiyorlar?
Papa papalığını bilmiş ve gereğini yerine getirmiştir.
Papa, Vatican sarayı penceresinden pazar âyininde Kelime-i Şahâdet getirecek değil a...
Papa papalığını yapsın, Peygambere çatsın, sen de Müslümanlığını yap, üzerine farz ve vâcib olan vazifelerini yerine getir.
Papa’nın dünyaca meşhur ve son derece zengin ve kıymetli bir kütüphanesi var, senin var mı?
Papa’nın birkaç dilde ayrı nüshaları çıkan günlük bir gazetesi var, senin var mı?
Papa’nın eski, köklü, güçlü bir üniversitesi var, senin var mı?
Papa yazılı kültüre sahip, o şifahî kültürlü değil, sen öyle misin?
Papa Katolik Hıristiyanların ruhânî ve cismanî reisi, senin böyle bir emîrin veya imamın var mı?
Papa bir seyahate çıktı mı, bütün dünya medyası haber veriyor, ilgileniyor... Papa bir demeç verdi mi, yine keza...
Papa’nın minik bir devleti var, bu devletin yekûn nüfusu bin kişiden az, lakin onun dünya çapında bir otoritesi, tesiri var...
Papa’nın dünyanın her yerinde Teslis’e hizmet eden, çoğu birkaç dil bilen, kimisi dört, kimisi altı yıl yüksek tahsil görmüş, bir sürü bilgi dalında ihtisas yapmış bir papazlar ordusu var...
Papalar çok etkili kimseler. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında bundan önceki Papa’nın büyük tesiri olmuştu.
Papa bağımsız, güçlü, tuttuğunu kopartan, beşerî planda üstü olmayan bağımsız bir ruhanî-cismanî liderdir. İslâm dünyasında onun gibi bir Halife var mı?
Ey Müslümanlar!.. Ucuz, kolay, sathî (yüzeysel), gelip geçici tepkileri bırakın da VASIFLI, GÜÇLÜ, AKILLI, ÜSTÜN, BAŞARILI, ETKİLİ, HÜRolmak için ne yapmak, nasıl çalışmak gerekiyorsa onları yapın.
Ah Kudüs vah Kudüs diye zaman zaman feryad ü figan kopartmayı bırakalım da İslâm dünyasında bir Selahaddin arayalım. Kudüs Selahaddin’siz istirdat edilemez (geriye alınamaz).
Kudüs’ün yolu camilerden geçer. Her gün beş kez Ezan-ı Muhammedî okunurken biz neler yapıyoruz? Abdestimizi alıp camiye mi seğirtiyoruz yoksa gaflet içinde yan gelip yatıyor muyuz?
İslâm’ın büyük üstünlüklerinden biri de onda cihad olmasıdır.Biz gerçekten, muhlisen lillah mücahid miyiz?.. Birtakım mücahid geçinenler aslında mütecâhid değil midir?
İslâm’a saldıranlar alçakmış, hainmiş, şöyleymiş böyleymiş... Peki biz zamane Müslümanları yüksek Müslüman mıyız? Sakın bizler de, nâdir istisnalar dışında Müslümanların alçaklarından, vasıfsızlarından olmayalım?
Sayımız çok ama ağırlığımız yok. Şecaatli, ihlaslı, güçlü, vasıflı, mücahid olmak şartıyla az sayıda Müslümanın çok sayıda kâfire galip geleceği hususunda bize haber verilmiştir. Kur’ân’da “Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle büyük topluluklara galip gelmiştir” mealinde ayet bulunmaktadır.
Niçin galip gelemiyoruz?
Allah Kitab’ında bize zafer vaadi vermiş ama ona nail olamıyoruz.Olmak için birtakım sebeplere tevessül etmek, birtakım şartları yerine getirmek gerek.
Bir Müslüman toplum tashih-i itikad meselesine önem vermezse bozulur.
Beş vakit namazı terk ederse gücünü yitirir.
Cemaati terk ederse şeytanların maskarası olur.
Parayı bir değer haline getirir ve putlaştırırsa rezil olur.
Haram yemenin yaygınlaştığı bir İslâm toplumu iflâh olmaz.
Gerçek bir İslâm toplumunda evlerin ve dükkanların kapılarını kapamaya lüzum yoktur.İslâm ile hırsızlık bir yerde olmaz.
Gerçek bir İslâm toplumunda kadınlar anne, bacı, teyze, kızkardeş, kız çocuğudur. Benim karımın namusu vardır, yan bakanın gözünü çıkartırım, başkasının karısı kızı cariye, hiçbir fırsatı kaçırma...Bu zihniyet İslâm zihniyeti değil, iblis zihniyetidir.
Bir İslâm toplumunun hali, ondaki zengin, seçkin, üst tabakanın Ramazan ayındaki tutumlarına bakılarak anlaşılır. Ramazan onlar için oruç ve açlık ayı mıdır, yoksa ziyafetten ziyafete koşma, tıkınma, semirme, çatlayıncaya patlayıncaya kadar yiyip içme ayı mıdır?
Şu sefillere bakınız, hem İslâm diyorlar hem malı götürüyorlar. Bunlar ne biçim İslâmcıdır, ne biçim Müslümandır?
Bazı çokbilmişler “Tesettür teferruattır, önemli değildir, dinimizin tesettür diye temel bir hükmü ve kurumu yoktur...” meâlinde lâflar ediyorlar. Onlar bu lâfların altından kalkamazlar.
Tesettür farz-ı ayndır.
Buna inanmak akaid ile ilgilidir.
Tesettür füruatla ilgilidir ama teferruat değildir.
İslâm’ın şartları sadece bilinen beşten ibaret değildir. Başka farzlar ve şartlar da vardır. Bunlardan birini inkâr kişiyi küfre götürür.
İnkâr etmese, lakin hafife alsa yine büyük günah işlemiş olur ve ayağının kaymasından korkulur. Din işlerinin şakası yoktur.
Başta Diyanet İşleri Başkanlığı ilmî kurulu olmak üzere Müslüman sorumlular “İslâm’ın asıl ve temel hüküm ve şartları” gibi bir başlık taşıyan küçük bir broşür hazırlayıp yayınlayarak dinimizin 100 kadar emrini, yasağını, asla ve esasa ait hüküm ve kuralını halka duyurmalıdır.
İslâm’ın beş şartından başka şartların bazısı şunlardır:
(1) İslâm’da kadınların tesettürü, başlarını örtmeleri, vücutlarını kapamaları farzı vardır.
(2)İslâm’da riba yasaktır. Bu yasak Kitab,Sünnet, icma ile sabittir.Münkiri kâfir olur.
(3) İslâm’da ihlâs farzların farzıdır.
(4) İslâm istikameti, doğruluğu, dürüstlüğü emr etmektedir. Bu da çok kuvvetli bir farzdır.
(5) İslâm’da helâl kazanmak, helâl yemek; haramdan kaçınmak, haram yememek farzı da vardır.
(6) İslâm lüksü, israfı, saçıp savurmayı, gösterişi, aşırı tüketimi, gerekenden fazla yemeyi ve harcamayı yasak kılmıştır.
(7) İslâm’da kâfirlere benzemek, onların medeniyetlerini, örf ve âdetlerini, dünya görüşlerini, yaşayış şekillerini kabul etmek yasaktır.
(8) İslâm’ın temel emir ve şartlarından biri de “Allah’a, Resulüne ve sizden olan emîr sahiplerine itaat etmektir.”
(9) Dinimiz birliği, ittihadı, vifakı emr ediyor; tefrikayı, parçalanıp ayrılmayı, çekişip tepişmeyi yasaklıyor. Bu da farzdır.
(10) Müslümanlıkta emr-i mâruf ve nehy-i münker farzı vardır. Her Müslüman, Ümmet içindeki yerine ve mevkiine göre bu farzı ya doğrudan doğruya, yahut dolaylı şekilde yerine getirmekle mükelleftir.
Ey Müslümanlar!
Takmayın akıllarınızı Papa’ya... Bırakın o Papalığını yapsın, siz kendinize bakın ve Müslümanlık yapın...
MÜSLÜMANLARIN ve okuyucularımın Ramazan-ı Şeriflerini tebrik ediyor; sıhhat, selamet, afiyet diliyorum. Yaşadığımız zaman normal, sıradan, olağan bir zaman değildir. Dünyanın, ülkemizin, insanlığın ve halkımızın durumu parlak değildir. Bu hükmü, İslâmî ölçülerin ışığında veriyorum. Bir dinsize, ateiste, İslâm düşmanına göre zaman ve gidişat iyi olabilir...
Kur’ân’ın, PeygamberSünnetinin, ondört asırlık icmaların, fıkhın, İslâm ahlâkının yani tasavvufun, İslâmî bilgeliğin ölçülerine vurursak gerçekten çok kötü günler yaşıyoruz ve akıbetimizden korkulur.
Bu zaman, iftar ziyafetleri tertiplemek ve davetlere gitmek, yemekten sonra keyif çatmak, oruç tutup teravih kılmakla vazifemizi yapmış olduğumuzu sanmak zamanı değildir.
Ülkemiz adım adım bir felakete sürüklenmektedir. Başta Tel Aviv olmak üzere bazı şer merkezlerinde bizi ateşe atmak için planlar yapılmıştır. Nasıl olur demeyiniz. 1914’te, Padişahın, Sadrazam’ın, kabinenin, Meclis-i Meb’usanın haberi olmadan bir emr-i vâki (olup bitti) ile Osmanlı devletini savaşa sokmuşlar ve felaketine sebep olmuşlardı. Aynı oyun şimdi niçin oynanmasın?
Müslüman halkın kaygılı, tedirgin, uyanık, tedbirli olması gerekiyor. Büyük sayıda genç ölebilir. Milletvekillerinin, bakanların, başbakanın, medya kalantorlarının, holding sahiplerinin, kodamanların, büyük bürokratların ciğerpareleri güvendedir... Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
Dininize sımsıkı sarılmaz, dininizin hükümlerini, emirlerini, yasaklarını, tavsiyelerini hayatınıza uygulamazsanız ileride birçok şekilde yanarsınız.
Müslümanlar dinlerine uyarlarsa gerici olurlarmış, gericilik olurmuş... Kulak asmayın bu gibi hezeyanlara, safsatalara... Anayasanın ve evrensel insan hakları metinlerinin sağladığı din hürriyetinden meşru (yasal) şekilde yararlanarak Müslümanca yaşamayı istemek ve isteği hayata geçirmek gericilik mericilik değildir. Evet tekrar ediyorum: Kurtulmak istiyorsak, yanmamak istiyorsak, salih amellere sarılalım. Nedir salih ameller? Din kitaplarını okuyunuz.
Ramazan Etkinlikleri
Vaktiyle filan yerde, mübarek Ramazan etkinlikleri yapılacak denilerek hayli küçük dükkanı olan bir çarşı kurulmuştu. Tevatür derecesindeki rivayetlere göre partizanlar buradaki dükkanları belli bir fiyattan kiralamışlar, sonra esnafa, üzerine üç milyar lira kâr koyarak devr etmişlerdi. Yüz dükkan olsa 300 milyar, iki yüz dükkan olsa 600 milyar lira... Mukaddes Ramazan ayı ile böyle bir yolsuzluğu ve haram işi bir araya getirenlere Müslüman denilebilir mi?
Her neyse, bu konuyu geçelim ve yıllardan beri dillere pelesenk olan şu Ramazan eğlenceleri ve etkinlikleri konusuna eğilelim:
Ramazan etkinlikleri diye reklam yapıyorlar ve bir de bakıyorsunuz ki, bazı mekanlarda, şarkıcılar, türkücüler, mankenler, çalgılar, çengiler... Bunların Ramazan ayıyla, oruç ibadetiyle, İslâm diniyle bir ilgisi yoktur.Birtakım adamların ve kurumların Ramazan’ı dejenere etmeye, kutsal kavramları mıncıklamaya hakları yoktur... Beylerimiz beş yıldızlı içkili bir mekanda verilen iftar ziyafetine gidiyor, sonra filan yerde çalgı dinliyor, daha sonra başka bir mekanda fosur fosur nargile tonkurdatıyor. Sonra bu yaptıkları Ramazan etkinliği oluyor. Beyler biraz ciddiyet, biraz haya, biraz edeb!.. Ramazan ibadet ayıdır, kendini ve toplumu islah etmek (dinî ölçülere göre iyileştirmek) zamanıdır, hayır hasenat mevsimidir...Yüce İslâm dini müzik konusunda birtakım ölçüler, sınırlar, yasaklar koymuştur. İnsanları azdıran, gaflete düşüren, Allah’tan ve dinden uzaklaştıran, şehvetlerini kamçılayan müzik, dinimiz tarafından kötülenmiş ve mü’minlerin böyle musikîden uzak durmaları tavsiye edilmiştir. Yine birtakım açık saçık kadınların erkeklerin içinde şarkı söylemesi doğru değildir. Böyle şeyler zamanımızda serbestçe yapılmaktadır. Bizim itirazımız, Ramazan gibi kutsal ve dinî bir kavram ile bunların bir araya getirilmesidir...
Ramazan’da ne gibi etkinlikler yapılabilir? Aklıma gelen bazılarını sayayım:
(1) Beş vakit namaz kılma kampanyası ve seferberliği başlatılır. İslâmî kesimdeki bütün cemaatler ve tarikatlar bu konuda birleşir.
(2) Namaz kılan hür ve mukim erkeklerin cemaate, camiye devam etmeleri için yoğun bir kampanya başlatılabilir.
(3) Tesettür ve başörtüsü kampanyası açılabilir.
(4) Ezanların çok güzel okunması, namazların çok güzel kılınması için bir hareket başlatılabilir.
(5) Kutsal ayda çok ucuz fiyatla milyonlarca broşür, kitapçık, kitap dağıtılabilir. (Bu kitapların faydalı, değerli, kalıcı olması ve ehl-i sünnet çizgisinde bulunması gerekir).
(6) Ramazan ayının bereketinden ve feyzinden yararlanılarak ülkemizi sarmış olan ahlâksızlık, rüşvet, kokuşma, avanta, hortumlama, emanete hıyanet, yalan dolan pislikleriyle mücadele edilebilir.
Evet, Ramazan etkinliklerinin mutlaka dinî ve ahlâkî olması gerekir. Adına Ramazan etkinliği demekle hiçbir faaliyet dinî olmaz. Kendimizi aldatmayalım.
Efendim, Ramazan etkinliği olarak şarkı, türkü, çalgı, def, dümbelek, kadın ırlatmak gibi faaliyetlere bir şey demiyorlar ama senin dediklerin yapılacak olursa birtakım DERİN güçler kaşlarını çatarlar ve:
– Laik cumhuriyet tehlikede!
– İrtica iyice azdı!
– Türkiye için en büyük tehdit ve tehlike aşırı dinciliktir!.. gibi yaygaralar kopartır, homurdanmaya başlar.
Homurdanırlarsa homurdansınlar. Ülkemizde demokrasi vardır, oldukça hürriyet vardır, insan hakları vardır. Benim, yapılmasını istediğim şeyler Anayasa ile tanınmış, uluslararası insan hakları metinleri ve sözleşmeleri ile garanti altına alınmış haklar ve hürriyetler cümlesindendir. Dinsizler istemiyor diye temel hak ve hürriyetlerimizi kullanmaktan vaz mı geçeceğiz?
Ramazan gelince Ümmet-i Muhammed’in bir kısmı, bilhassa zenginler ve seçkinler, o yüce Peygamberin sünnetine aykırı ne işler yapmıyorlar ki...
Peygamber mütevazı yaşamış, lüksten ve israftan kaçınmış, “el-fakrü fahri” (gönül zenginliğim ile iftihar ederim) buyurmuş. Biz ise lüks, gösteriş, saçıp savurma, aşırı tüketim sergiliyoruz mübarek ayda. Bu esnada halkın bir kısmı sefalet içinde kıvranıyor.
Ramazan çadırının kapısında “Bu akşam bu çadırdaki iftar ziyafetini toptan altın ticareti yapan Hacı KarunZeheb Zâde vermektedir, duyurulur...” şeklinde kocaman levhalar... Ne ayıp ne ayıp. Böyle şeyler ihlâsa yakışır mı?
Papa İslâm’a, Yüce Peygambere çatıyor, bazıları Katolik papazları da davet ederek beş yıldızlı Diyalog hoşgörü ve dinlerarası kardeşlikiftarları veriyor. Ya Rabbi! Ne günlere kaldık...
MEDENÎ, demokrat, hukukun üstünlüğü prensibini kabul edip uygulayan, insan haklarına bağlı ve saygılı ülkelerde; en geniş şekliyle din, inanç, inandığı gibi yaşama, düşünce ve görüş açıklama, tenkit etme hakları ve hürriyetleri vardır. Sadece, bazı Avrupa ülkelerinde antisemitizmi suç sayan kanunlar vardır ki, bu hürriyeti adaletsiz ve mantıksız şekilde kısıtlamakta ve sınırlamaktadır. Ancak bu bir istisnadır, oralarda esas olan inanç ve fikir hürriyetidir.
İnanç, düşünce, görüş hürriyeti kanunla sınırlandırılabilir mi? Elbette bazı sınırlar konulabilir. Meselâ, halkının bir kısmı Katolik, bir kısmı Protestan olan bir ülkede biri bir yazı yayınlayarak “Ey Katolikler, silahlanın ve Protestanlara saldırın!..” şeklinde düşünceler açıklarsa o adam mahkemeye verilir. Lakin, birisi Katolikleri veya Protestanları, sonu kanunsuzluğa varmayacak şekilde tenkit ederse, bu tenkitler haksız ve yersiz de olsa, o adam yargı takibatına uğramaz. Belki, aleyhinde özel dâvâ açılabilir.
İnanç, düşünce, görüş, tenkit hürriyeti ancak ve ancak âdil kanunlarla sınırlandırılabilir. Bu âdil kanunların son derece açık ve seçik olmaları gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kesin kararlarına göre:
-Düşünce ve tenkitler ne kadar aykırı ve şoke edici olsalar da sırf bu yüzden ceza verilemez.
-Yine ne kadar şiddetli olurlarsa olsunlar, üslubun şiddeti dolayısıyla ceza verilemez.
Hukukta ve insan haklarında değerler vardır. Bu değerlerin başında inanç, din, inandığı gibi yaşayabilme hakkı vardır.
Yine, dernek kurma hakkı da temel değerlerdendir.
Amerika’da Amişler denilen koyu Protestan bir cemaat bulunmaktadır.Bunlar, kendilerine mahsus bir bölgede yaşarlar. İnançları ve görüşleri dolayısıyla madde medeniyetinin birtakım icat, keşif ve imkanlarını kabul etmezler. Amişler bölgesinde elektrik yoktur, oraya motorlu vasıta giremez. 18’inci yüzyıl hayatını yaşarlar.O bölgede, ahlâksızlığa ve iffetsizliğe izin verilmez. Birtakım yenilikleri kabul etmedikleri için geri ve sefil durumda mıdırlar? Hayır, refah, sağlık, dirlik-düzenlik, barış, huzur içinde yaşamaktadırlar. Madde medeniyetinin birtakım gelişmelerini kabul etmedikleri için, öteki insanlara göre daha fazla hasta mı oluyorlar, onlarda ölüm yaşı daha mı gençtir, ölüm nisbeti daha mı fazladır? Hayır hayır...Bunların hiçbiri görülmemektedir orada.
Peki Amerikan devleti ve toplumu bu Amişlere ne yapmaktadır?
Tolerans göstermektedir.
“Nasıl inanıyorlarsa o şekilde yaşamaya hakları vardır; öyleyse serbestçe, korkusuzca yaşasınlar...” denilmektedir.
İslâm dünyasında bir sürü uygunsuzluk sergileyen ABD’nin sınırları içinde Müslüman bir vatandaşın din, inanç konusunda birtakım hakları vardır:
* Onun ibadetine kimse karışamaz.
* Diyelim orduda asker veya subaydır, ona domuzlu yemek verilemez, namaz kılmak istiyorsa yer gösterilir, asla “Namaz kılamazsın!” denilemez.
* Müslüman kız çocukları, aileleri veya kendileri öyle istiyorsa okullara başörtüsüyle gelip tahsil görebilirler ve hiçbir resmî makam veya şahıs bu yüzden onlara güçlük çıkartmaz.
* Müslümanların dinî dernek, tarikat kurmaya hakları vardır.
* Yedi yaşındaki Müslüman çocuklar için din ve Kur’ân kursu açılsa buna karışan olmaz.
* Diyelim ki, üniversiteli bir genç ihtida etti, yani Müslüman oldu. Öyle istediği için Arap veya Pakistan elbisesi giydi, başına bir takke geçirdi ve derslere bu kıyafetle gelmeye başladı, hattâ dershanenin kapısını açınca Hello diyeceğine selamün aleyküm demeye başladı. Böyle bir şeye de karışan, ses çıkartan olmaz.
11 Eylül’den sonra bazı düşmanlıklar olsa, birtakım fanatizmler sergilense de durum yine de benim yukarıda anlattığım gibidir.
Peki, bizdeki vaziyet nasıldır?
Birtakım ağızlar sık sık “İrtica tehlikesinden” bahsederler. İrtica nedir? Bunun doğru dürüst, açık ve seçik bir târifi (tanımı) yapılmamıştır. Birileri, Müslüman halkın en temel inançlarına, görüşlerine, dinî uygulamalarına, fikir ve görüşlerine çok kolay bir şekilde “irtica” ve gericilik damgasını basmaktadır.
“Birileri” Müslüman halkı tehlike ve tehdit olarak görür.
Hattâ daha ileriye gidenler çıkar ve dindar Müslümanları “iç-düşman” olarak sıfatlandırır.
Müslümanlar 1915’te Çanakkale savaşları esnasında birtakım dinî ve ruhanî olaylar olduğunu iddia ederler, bunlara inanırlar; birileri bu inançlara da saldırır, “Çanakkale hurafeleri...” der.
Abdestin insan sağlığına yararlı olduğunu iddia eden Müslümanlara da saldırılır, bu inanç ve görüşe de hurafe denilir.
Kendileri, “Günde bir bardak viski damar sertliğine iyi gelir” deyince bu çok doğru, çok isabetli bir görüş olur, fakat Müslümanın inançları ve görüşleri gericilik ve hurafe olarak görülür.
Bağımsız bir teşkilata sahip olmadan, dernek kurmadan bir amaca, bir dine ve inanca hizmet edilebilir mi? Edilemez. Türkiye Müslümanları bağımsız bir dinî cemaat teşkilatından mahrumdurlar, onlara din derneği kurma hakkı da tanınmamıştır.
Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayan zihniyet, lâikliği gerekçe olarak gösterip durur.
Türkiye’de gerçek mânâsıyla lâiklik var mıdır? Kesinlikle yoktur. Bizdeki sistem “Devlet dini” sistemidir. Din devletin kontrolu, idaresi, gözetimi altındadır.
Yaz geldi, ilkokula giden küçük çocuklara din ve Kur’ân dersi verdirtmek istiyorsunuz. Verdiremezsiniz.
Dinî inançlarınız dolayısıyla çarşafla gezmek istiyorsunuz, bir sürü hakarete maruz kalırsınız, “kara çarşaflı” diye anılırsınız.”
Türkiye’de din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetini âdil olmayan bir şekilde kısıtlayanlar kimlerdir? Eskiden Müslüman iken sonradan dinsizleşen, inançlarını kayb eden kimseler midir? Hayır onlar değildir. Bambaşka, acayip, iki kimlikli, taqiyye yapan bir taifedir bunlar. Onlar kendilerine BEYAZTÜRKLER derler ama Türklükle pek ilgileri yoktur. Vaktiyle, Selanik Hukuk Mektebi hocalarından Moiz Kohen’in, asıl ismini gizleyip TEKİNALP takma adıyla Türkçülük taslaması gibidir onların Türkçülüğü.
“Müslümanların din, inanç ve inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyetlerine niçin karşısınız, bu karşıtlığınızı ciddî gerekçeler göstererek açıklar mısınız?” sorusuna cevap veremezler.
Bu zihniyet devletimizin, vatanımızın, halkımızın önündeki en büyük engeldir.
Bu zihniyet, müzmin bir din-devlet anlaşmazlığı ve uyuşmazlığını körükleyip duruyor.
Çünkü, ülkemizdeki din-devlet kavgasının ardında yüz milyarlarca dolarlık bir rant vardır. Onlar Türkiye üzerindeki hakimiyet, saltanat ve hegemonyalarını kaybetmek istemiyorlar.
Gericilik mericilik bahanedir.
DİYALOG tuzağına düşmüş bir kısım Müslüman kardeşlerimizi uyarmak hususunda zorlanıyor, kendilerini bir türlü ikna edemiyorduk. Bereket versin, Roma papası Benoit cenapları imdadımıza yetişti, dinimize, Peygamberimize saldırdı, “İslâm insanlığa yeni bir şey getirmemiştir, İslâm şiddet kullanarak yayılmıştır” dedi. Papa’nın bu beyanatı karşısında nice Diyalogcu ve Toleransçı Müslümanın etekleri suya erdi. Bu kadarı da olmaz dediler. İslâm dünyasının tepkisi karşısında Papa “çok üzüldüm...” gibi laflar etti ama özür dilemedi, sözlerinden geri dönmedi. Çünkü Katolik dininde (Katoliklik bir dindir, mezhep değil) “Papaların din konusunda yanılmazlığı” doktrini vardır. Papa dini bir konuda ne derse, onlara göre haktır, doğrudur. Müslümanlardan özür dilediği taktirde bu dogmaya aykırı bir iş yapmış olacaktı. Papa Türkiye’yi ziyaret edecekmiş. Ayasofya’yı gezecek ve orayı takdis edecekmiş (kutsayacakmış). Peki takdis edince ne olacak? Onların inancına göre takdis edilen bir mekân onların olur. Yeni hazırlanan ve Meclis’e sevk edilen, azınlıkların vakıfları kanunu kabul edilirse, Hıristiyanlara Ayasofya ve Bizans zamanından kalma diğer binalar üzerinde birtakım haklar tanınmış olacaktır. Ayasofya’nın camilikten çıkartılıp müze yapılması birinci kademe idi. Günün birinde bu ulu mabedi tekrar kilise yapmak ümidini asla kayb etmemişlerdir. Hıristiyanlık âleminin görüşü şudur: Türkler geldiler, barbarca saldırarak Anadolu’yu ve Konstantinopolis’i elimizden aldılar. Bu topraklar ve bu şehir üzerinde bizim kadim haklarımız vardır, mutlaka geri almalıyız. İsrail de, Filistin toprakları üzerinde buna benzer haklara sahip olduğunu iddia etmektedir. Biz Müslüman Türkler, İsrail’in Filistin üzerinde, Hıristiyanların Anadolu ve İstanbul üzerindeki haklarını kabul ettiğimiz taktirde idam fermanımızı kendi ellerimizle imzalamış oluruz. Siyonistlerin Filistin üzerindeki iddiaları öncelikle Tevrat’a aykırıdır. Musevî dinine göre Yahudilerin Arz-ı Mev’uda (vaad edilmiş topraklara dönmeleri) Mesih’in gelmesinden sonra meşru olur. Mesih gelmeden dönerlerse dine aykırı hareket etmiş olurlar. Bu yüzdendir ki, Neturei Karta cemaatine mensup yahudiler Siyonizme, İsrail devletine karşı çıkmakta, muhalif bulunmaktadır. Hıristiyanların Anadolu’yu, İstanbul’u, Ayasofya’yı geri almak istemeleri, Hazret-i İsa aleyhisselam efendimizin öğretilerine tamamen aykırıdır. Çünkü: (1) Hazret-i İsa, tevhid inancına bağlı birBeni İsrail peygamberi idi. Teslisçiler ile onun arasında hiçbir bağ ve yakınlık yoktur. Teslis dini, bu büyük Peygamber tarafından çıkartılmamış, önceleri ona düşman ve karşı olan, sonra sözde dönen Pavlus tarafından çıkartılmıştır. Sonraki asırlardaki Kilise Babaları Pavlus’tan da ileri gitmişler ve bugünkü Teslis Hıristiyanlığını çıkartmışlardır. (2) Mülk Allah’ındır. Dilediği kadarını, dilediği zaman dilimi içinde, dilediği kavme emanet olarak verir. O kavim emanete hıyanet ederse, onun elinden geri alır, başka bir kavme verir. Anadolu, İstanbul, Ayasofya emanet olarak biz Müslümanlara verilmiştir. (3) “Bu topraklar, bu şehir eskiden bizimdi, yine bizim olacak” mantığı ve zihniyeti ile hareket edilecek olursa dünya üzerinde sükun, dirlik-düzenlik, barış olmaz; çeşitli kavimler ve milletler “eski toprakları” uğrunda birbirleriyle boğazlaşıp dururlar; Arz harap olur, halk kırılır, zulüm ayyuka çıkar. Hıristiyanlara şu hususları bir kere daha beyan etmekte yarar görmekteyim: * Hıristiyanlığın dışında büyük dinler içinde Hazret-i İsa’ya iman etmeyi şart koşan tek din İslâm’dır. * İslâm, aynı zamanda, Hazret-i İsa’nın annesi Hazret-i Meryem’i temiz, iffetli, yüce, sâliha bir kadın olarak kabul eder ve ona son derece hürmet edilmesi gerektiğini söyler. * Yahudiler Hazret-i İsa’yı yalanlamışlar, annesine bir sürü hakaret etmişlerdir. Hıristiyanlar ise aşırılığın öbür kutbuna sapmışlar, o yüce Peygamberi tanrılaştırmışlardır. İslâm dini bu iki aşırılığın ortasındadır: O, ne yalancıdır, ne de tanrıdır, sadece peygamberdir inancı... Hıristiyanlar Hazret-i İsa’nın ahir zamanda yeryüzüne tekrar geleceği inancına sahiptir. Müslümanlar da, Kur’ân ayetlerinin ve yüz kadar hadîs-i şerifin ışığında İsa aleyhisselamın nüzul edeceğine inanıyorlar. Bu nüzul zamanı yaklaşmıştır, nice alametler belirmiştir. İsa aleyhisselam nüzul ettikten sonra Müslümanların mescidine gelecek, onlarla birlikte namaz kılacak, haçı kıracaktır. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu durumu görünce akın akın Tevhide girecek, Müslüman olacaktır. Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü tuzağına düşmüş sevgili din kardeşlerime hitap ediyorum: Şimdiye kadar tereddüt etmiş olabilirsiniz, bazı mazeretleriniz bulunabilir ama Papa’nın son konuşmasından sonra artık hiçbir özrünüz yoktur. Katoliklere ve Evangelistlere ve bilcümle Hıristiyanlara göre: – İslâm dini hak din değildir. – Hazret-i Muhammed hak ve gerçek Peygamber değildir, -hâşâ- o bir yalancıdır. – Kur’ân-ı Azimüşşan hak ve ilahî kitap değildir, -hâşâ- insan uydurmasıdır. – İslâm Şeriatı bozuk bir nizamdır... Böyle düşünen ve böyle inanan kişi ve topluluklarla diyalog yapılmaz. Biz Müslümanların vazifesi, en uygun, en güzel, en münasip şekilde insanlığı İslâm’a davet etmektir. Diyaloğu miyaloğu bırakalım ve üzerimize vacib olan tebliğ vazifemizi hakkıyla yapmaya çalışalım. Bu hizmeti ihlâsla yapacak vasıflı dâvetçiler ve tebliğciler yetiştirelim. Bütün namuslu ve şerefli Müslüman kardeşlerimi tenzih ederek bir hususu daha beyan etmek istiyorum: Teslisçilerin, agresif misyonerlerin bazı kimseleri satın almak veya kiralamak için büyük miktarda dolar dağıttıklarına dair rivayetler bulunmaktadır. Allah’a, Resûlüne, Kur’ân’a, İslâm’a, Şeriat-ı Garra-i Muhammediyeye iman etmiş hiçbir mü’min dinini para mukabilinde satmaz ve teslisçilerle işbirliği yapmaz. Böyle yapanlar mü’min değil, münâfıktır. Tekrar ediyorum: Papa’nın ağzından kaçırdığı cümleler biz Müslümanların gözünü açmalıdır. Onun dinimiz ve Peygamberimiz aleyhindeki sözlerini işitip de uyanmayan Müslümana ne demeli?
PAPA geliyor!..Bu gelişe sevinelim mi, üzülelim mi? Yoksa alakasız mı kalalım? Ben, bir Müslüman olarak Papa’ya kızgınım.Durup dururken İslâm’a, Peygamberimize çattı. Kendisinden önceki papalar Diyalog diye bir şey çıkarttılar, Müslümanları istedikleri hale getirmek için. Bu papa, tam aksine bir iş etti. Diyaloğun belini kırdı.
26 Kasım’da İstanbul Çağlayan Meydanı’nda saat 12.00’de Papayı protesto mitingi yapılacak. İmkânı olan bütün Müslümanlar bu toplantıya katılmalıdır. Demokrasi kuzu kuzu oturmak, olup bitenlere ilgisiz kalmak, yan gelip yatmak sistemi değildir.
Muhalefet yapılmayan, yasal sınırlar içinde protesto eylemleri olmayan bir ortamda demokrasi yaşamaz, demokratik haklar korunamaz.
Vatikan tahtında oturan papayı niçin protesto etmeliyiz?
(1)İslâm’ın şiddet dini olduğunu söylemiştir. Doğru değildir. Asıl şiddet dini Katolikliktir. Katolikler Birinci Haçlı seferi sonunda Kudüs’ü zapt ettikleri zaman şehrin bütün Müslüman ve Yahudi halkını kadın, çocuk, ihtiyar, sivil, gayr-i muharip demeden vahşice, hunharca boğazlamışlardır.
(2)Haçlı seferleri esnasında birtakım Katolikler yakaladıkları bazı Müslümanları, bilhassa çocuklarını pişirip yemişler, kelimenin tam mânâsıyla yamyamlık yapmışlardır. (Bu dediğimi kimse inkâr edemez. Kendi kitapları yazıyor.)
(3) Birinci Haçlı ordusu Avrupa’dan yola çıkarken önce Yahudileri kesmeye başlamış, hayli kan dökmüş, zulüm yapmış, vahşet sergilemiştir.
(4) Haçlı ordularında birtakım fâhişeler de bulunuyor ve yolda “mesleklerini” icra ediyorlardı.
(5) Dördüncü Haçlı seferinde, Hıristiyan ordusu Bizans’ın başkenti Konstantinopol’ü işgal etmiş, şehri yağmalamış, halkı öldürmüş, kadınların ırzına geçmiştir. Vahşi Haçlılar Ayasofya’nın içine girmişler, mâbetteki kıymetli eşyayı talan etmişler, Ayasofya’nın vaaz kürsüsüne bir fâhişe karıyı çıkartmışlar, konuşturmuşlar, şarkı söyletmişler, kahkahalarla gülmüşlerdir. Kilise içine soktukları hayvanlara çaldıkları eşyayı yüklerken bu mahlukat mâbedi kirletmiştir.
(6) Katolikler İspanya’daki (Endülüs) İslâm devletlerini yıktıktan sonra şehirlerdeki kıymetli yazma kitapları meydanlara yığıp ateşe vermişler, böylece medeniyete en büyük kötülüğü yapmışlardır.
(7) Kuzey ve Güney Amerika kıt’asının yerli halkını amansızca, vahşice, merhametsizce öldürmüşler, tarihin en büyük katliamını yapmışlardır.
(8) Engizisyon ile insanları işkenceli sorgulamalara tâbi tutmuşlar, gayr-i âdil kilise mahkemelerinde yargılayarak diri diri yakmışlardır.
(9) Zorla Katolik yaptıkları Müslümanları ve Yahudileri, bunlar yalancıktan Hıristiyan oldular diye yine öldürmüşler, sürmüşlerdir.
(10) Galile gibi bir âlimi, dünya yuvarlaktır ve dönüyor dediği için muhakeme etmişler, dünyanın yuvarlak olduğuna tövbe ettirdikten sonra serbest bırakmışlardır.
Katoliklik bir şiddet dinidir. Bunu, kendi içlerinden çıkan tarihçiler, düşünürler, araştırıcılar itiraf etmektedir.
Sonra Papa cenapları çıkıyor ve İslâm şiddet dinidir diyor. Kendi gözündeki merteği görmüyor, başkasının gözündeki saman çöpünü görüyor.
Katoliklikle İslâm’ı mukayese edelim:
Onlar Kudüs’ü zaptettikten sonra yetmiş bin ahaliyi çok vahşi şekilde öldürdüler.
Müslümanlar, Selahaddin Eyyubî’nin kumandasında şehri geri aldıklarında bir tek Hıristiyanın burnu kanamadı. Halk fidye ödemek suretiyle yanına eşyalarını alarak şehri barış içinde terk etti. Hattâ fidye ödeyemeyenleri büyük Sultan bedava serbest bıraktı, bazılarına da yol parası verdi. Kendi tarihçileri böyle yazıyor.
İstanbul’un 1204’te Katolikler tarafından zaptı mı, yoksa 1453’te Türker tarafından zaptı mı daha kanlı olmuştur. Elbette ki, Haçlı saldırısı daha kanlı, daha vahşi, daha tahripkâr olmuştur.
İslâm’ı, Peygamberi kötüleyen Papa dünyanın şu haline baksın. Saldırgan Hıristiyanlar Müslümanlarla savaşıyor. Irak kan gölü, Afganistan perişan, Çeçenistan ölüm kalım savaşı veriyor. Hıristiyanlar ellerine geçen savaş esirlerine canavarca işkence yapıyor. Filistin’deki Siyonist zulmünü Hıristiyan ABDdestekliyor. İslâm dünyasının petrolünü, madenlerini, zenginliklerini sömürüyorlar. Müslümanları, bölerek parçalayarak köle haline getirmek istiyorlar.
Hıristiyan ülkelerde, medenî insanlara yakışmayacak şekilde İslâm’a, Kur’ân’a, Peygambere, Müslümanların mukaddesatına saldırılıyor.
İslâm şiddet diniymiş... Pöh!....
Savaş bir realitedir, bir olgudur. İslâm’ın insanlığa getirdiği büyük rahmetlerden biri de savaşı kutsallaştırarak acılarını asgarîye indirmiş olmasıdır.
Malachie kehanetlerine göre bugünkü Papa, Papalar listesinin sondan ikincisidir. Bundan sonra bir papa daha gelecek, dünya allak bullak olacak, Roma tahrip edilecek, yer yerinden oynayacak, ne papalık kalacak, ne Katoliklik.
Katolikler eskiden Protestanları Hıristiyan saymıyor, onlara söylemediklerini bırakmıyordu. Sonra, elli küsur yıldan bu yana ökümenizm çıktı, çeşitli kiliseler birbirine yaklaşmaya başladı. Müslümanlara amansızca saldıran Amerikan Evangelistleri artık Katoliklerin kardeşidir. Roma Papası Evangelist kardeşlerinin Müslümanlara yaptıkları vahşetleri, işkenceleri, zulümleri, yamyamlıkları niçin gereği gibi protesto etmiyor?
Vaktiyle Danimarkalı filozof Kierkegaard bir yazısında, genç bir rahibi katedralin vaaz kürsüsüne çıkartmış, kralın ve büyük devlet ricalinin bulunduğu bir topluluğun karşısında ona şu sözleri söyletmişti:
“-İsa diye İsa diye İsa’nın mezarına tükürdünüz!..”
Biz Müslümanlar bütün Peygamberlere iman ediyoruz. Bu arada Hz.İsa efendimize de... Hz. İsa’ya iman etmeyen bir kimse Müslüman olamaz... Hz. İsa bizdendir...Nitekim âhir zamanda tekrar dünyaya nüzul ettiğinde Müslümanların arasına katılacaktır.
Bugünkü Katolikliğin Hz.İsa ile alakası yoktur.
Papanın ülkemize gelişini protesto için yapılacak büyük mitinge katılmayı ihmal etmeyiniz. Dış dünyadan hayli televizyoncu, gazeteci, muhabir gelmiş bulunuyor. Sıkıca bağladıkları, sarıp sarmaladıkları Türkleri görsünler.
LİSANIMIZDA hikmetli atasözleri ve deyimler vardır. Onlardan biri de şudur: “Bekâra karı boşamak kolaydır.” Papanın ülkemize yaptığı ziyaretle ilgili olarak birtakım ateistler, Sabataistler, İslâm dini ve Şeriatı ile kesinlikle uyuşmayan ictihadlar yaptılar, fetvalar verdiler, bidatler çıkardılar.
Papa cenapları, Sultanahmet Camii’nde kıbleye karşı kıyama durmuş, bizim Diyanet başkanı bu jeste karşılık vermek üzere bir kilisede istavroz çıkartabilir miymiş?
Bir kere, Papa kıyama durmamıştır. Kıyam demek bir Müslümanın, namazın şartlarına ve rükunlarına riayet ederek ayakta durması demektir. Papa’nın kıyama durması için İslâmî bakımdan ne imanı vardır ne de tahareti. Onunki, ayakta durmaktan ibarettir.
İkincisi: Birtakım sekülerleşmişlerin “saygı duruşlarının” İslâm’da yeri yoktur. Müslümanlar, kendi ölülerine Fatiha okurlar, bunun sevabını onlara bağışlarlar.
Dinin aslına, esasına, zaruriyatına uygun olmayan her yenilik bidattir. Peygamber Efendimiz bu bidatler için “Dalâlettir” (sapıklıktır) buyurmuştur. Böyle dalâletler çıkartanların cehennemlik olacağı da haber verilmiştir.
Bir İslâm hocasının camide Papa ile birlikte kıyama durmasına entegrist (bütüncü) bir Müslüman olarak hoşgörüyle bakamam. Papa cenapları tek başına kıbleye yönelip kıyam yapabilirdi, o onun bileceği birşeydi. Hocaların 1400 küsur seneden beri İslâm dininde denenmemiş, yeri olmayan hareketler yapmaları, ileride dinimize ve ümmetimize zarar getirecek bir çığır açmaktır.
Papanın ziyareti münasebetiyle Sultanahmet Camii’ne üç vakit Müslümanlar sokulmadı, cemaatin mâbede girmesine izin verilmedi. Bu da çok yanlış olmuştur.
Osmanlı Devleti zamanında ecnebilerin (yabancıların) camilere girebilmesi için İstanbul’da Şeyhülislâmlıktan, taşrada müftülüklerden yazılı izin almaları gerekirdi.
Bundan birkaç sene önce bir yaz ayında Bursa’da Ulucamii’ye gitmiştim. Caminin içi saçları, kolları, göğüsleri açık kadınlarla doluydu. Mukaddes bir ibadet yeri maalesef kadınlar hamamına benziyordu, son derece üzülmüştüm. Başta Bursa Müftüsü, Diyanet’e bağlı olan ve olmayan bütün hocalar ve dindar Müslümanlar böyle bir laubaliliğe izin vermemelidir.
Birtakım diyalogçuların etekleri zil çalıyor. Neredeyse sevinçlerinden oynayacaklar. Neymiş,Papa Sultanahmet Camii’nde kıyama durmuş, “Ben var Türkleri çok sevmek...” demiş.
Çok bilmiş diyalogçulara soruyorum: Papanın Türkleri sevmesi candan ve yürekten midir, yoksa bir takiyye midir?
Papaya sorsak: “Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Muhammed Mustafa Hazretlerini sever misiniz, sevmez misiniz?”
Severim dese bir türlü, sevmem dese bir türlü...
Severim derse, bu sevginin yanına iman eklendiği takdirde Katoliklikten çıkacak, Papalık tacı ve tahtı elden gidecek.
Sevmiyorum dese, takiyyeye uymayan bir söz etmiş olacak.
Papa ülkemize gelebilir, birtakım ziyaretler yapabilir, tarihte ender görülmüş bir vak’a olarak bir camiyi ziyaret edebilir... Bütün bunları normal görebiliriz.
Ancak birtakım diyalogcuların “Ah Papa, canım Papa, Ak Papa...Ne güzel kıyama durdu... İbrahimî dinler... Ehl-i Kitap da cennete girecektir...” gibisinden hezeyanî edebiyatlarını kabul edemeyiz.
Papa kültür bakımından hayli yüklü bir kimsedir. En az yarım düzine lisan bilmektedir, tarih bilmektedir, genel kültür sahibidir. Hazret-i Muhammed’in risaleti, peygamberliği, dini, dâveti, tebliği kendisine ulaşmıştır. “Bilmiyorum... Haberim yoktu...”gibisinden hiçbir özrü ve bahanesi olamaz.
Diyalogçuların iddia ettiği gibi Katoliklerle Âmentüde ittifak halinde değiliz. Böyle bir iddia gerçeklere tamamen zıttır. Aklı başında bir Müslüman böyle bir iddiada bulunamaz.
Katoliklikle İslâm, Allah inancı konusunda ittifak halinde değildir. Müslümanlar muvahhiddir, Tevhid inancına bağlıdır; Allah’a eş, ortak, benzer, oğul, kız koşmazlar. Katoliklerde ise Teslis inancı esastır. Hazret-i İsa’nın tanrının oğlu, üçlemenin üç uknumundan biri olduğunu iddia ederler. Tevhid ile Teslisin bağdaşması mümkün değildir.
Katoliklikle İslâm arasında peygamberlere inanç konusunda uyum yoktur. Müslümanlar bütün peygamberleri kabul ederler ve onlara iman ederler. Katolikler, Son Peygamber Muhammed Aleyhisselâmı inkâr ve tekzib ederler. Bundan başka, İslâm’da peygamberlerin ismet sıfatı vardır. Yani onlar günahlardan, çirkin hallerden korunmuş, temiz şahsiyetlerdir. Katoliklerin kutsal kitabında ise, Hazret-i Lût’un iki kızı tarafından sarhoş edildiği, kızların sarhoş babalarıyla yattığı ve gebe kaldıkları yazılmaktadır. Hazret-i Süleyman’ın da âhir ömründe putlara taptığı iddia ediliyor. Binaenaleyh onlarla bizim aramızda bu konuda da bir ittifak, uyum ve birlik yoktur.
Kitaplar konusunda da ittifakımız yoktur. Onlar Kur’ân-ı Kerîm’i ilâhî vahiy, hak kitap olarak kabul etmezler. Ellerindeki Kitab-ı Mukaddesin büyük kısmı ilâhî vahiy ve kelâm değildir, çeşitli zamanlarda çeşitli kâtiplerin yazdıkları, içlerinde çelişkiler bulunan metinlerdir, onların Kitapları tahrife uğramıştır. Diyalogçular kalkmışlar, Katoliklerle Müslümanlar ilâhî kitaplar konusunda aynı inanca sahiptirler diyorlar. Bu adamlar herkesi kör, âlemi sersem mi sanıyorlar?
Katolikler Allah’ın Tevrat’ta haram kılmış olduğu domuzu ve kanı helâl kılmışlardır. Hangi hak ve selâhiyetle? Hazret-i İsa Aleyhisselâm Efendimiz ömrü boyunca ilâhî yasakları çiğnememiştir, haram yememiştir.
Aşırı Papa sevgisi ve hayranlığı iki taifede görülüyor:
Birinci taife: Agresif İslâm düşmanları, ateistler, Sabataycılar ve saire.
İkinci taife: Birtakım Müslüman diyalogçular ve hoşgörücüler.
Haydi birinci taifenin sevgi ve hayranlığını anladık. Peki, ikincilere ne oluyor?
Papa hayranı birtakım din kardeşlerimizi insafa ve itidale dâvet ediyoruz. Kendilerini uyarıyoruz. İçi ateş dolu bir uçurumun çok kaygan kenarında dolaşıyorlar. İmanlarını ve ebedî saadetlerini tehlikeye atıyorlar. İslâm dünyasında on dört asırdan beri çıkmamış, görülmemiş, çok vahim, çok büyük, çok tehlikeli, çok vartalı bir bidat çıkartmışlardır. Bu bidat Kur’ân-ı Kerîm’in muhkem (kesin) âyetlerine, Resul-i Kibriya Efendimizin Sünnetine ve sahih hadîslerine, Selef-i Salihîn Efendilerimizin itikad ve zihniyetine, asırlardan beri gelip geçmiş ulemânın, fukahanın, evliyaullahın ictihadlarına, görüşlerine, anlayışlarına tamamen aykırıdır.
Diyalog bidati, İkinci Vatikan konsilinde ortaya atılmış olup, yüzde yüz yabancı bir görüş ve cereyandır. İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur.
İslâm dini Allah katında geçerli olan tek hak dindir. İslâm bu konuda hiçbir müşâreket (ortaklık) kabul etmez. Teslise inananlar da ehli necat ve ehli cennettir demek zımnen (dolaylı olarak) İslâm’ı inkâr mânâsına gelir.
Dinden çıkmak için, dinin bütününü inkâr etmek gerekmez. Zaruriyat-ı diniyyeden (İslâm’ın temel inanç ve hükümlerinden) bir tekini inkâr eden dinden çıkmış olur.
Birtakım misyonerler bazı zavallı, sefalete düşmüş, câhil kalmış Müslümanları para vererek, iş bularak, zengin ülkelere göç etmelerine imkân tanıyarak, yahut çocuklarını okutarak kandırıyorlarmış. Papalığın İslâm dünyasında büyük harcamalar yaptığına dair rivayetler var.
Hiçbir Müslüman şahıs veya kuruluş ehl-i salibden, teslis ehlinden para alarak dine hizmet ettiğini sanmasın.
Uyarılar doğru da olsa bazılarına ağır gelir; biz kardeşlik vazifemizi yapıyoruz, ikaz ediyoruz. Birtakım şeytanî vesvese ve kuruntulara kapılıp da âhiretlerini berbat etmesinler.
Kur’ân, İbrahim Halilullah Aleyhisselâm Efendimiz hakkında “İbrahim Yahudi ve Nasrani değildi; Hanif ve Müslimdi” buyuruyor. Bugün dünyada tek İbrahimî din vardır, o da İslâm’dır. “Üç İbrahimî din...” diyenler büyük yanılgı içindedir.
ÖNCE /8sutun.com/ internet sitesinde yayınlanan aşağıdaki haberi birlikte okuyalım:
Hrant Dink İçin Batman’da Yâsin Okutuldu
Batman’da, ‘Dinler arasındaki hoşgörü ortamına katkı sunan’ Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Gazeteci-Yazar Hrant Dink için Yâsin okuttu. Vakıf 2’nci Başkanı Emin Bulut, “Yıllar öncesinden Dink’in atalarının geçtiği bu topraklarda, her kesimle içiçe yaşadık. Dink, bizim için bir değerdi. Öldürülmesi bizi derinden üzdü. Ona içimizden gelen duygularla Yasin okuduk” dedi.
Merkezi Batman’da bulunan Seyid Bilal Vakfı, öldürülen Hrant Dink için vakıf merkezinde Yâsin okudu. Dink için okutulan Yasin’i yaklaşık 30 Vakıf üyesi dinledi. Vakıf İkinci Başkanı Emin Bulut, dinler arasındaki hoşgörü, sevgi ve barışı her platformda dile getirdiklerini söyledi. 1950’li yıllarda Beşiri İlçesi’ne bağlı Yenipınar Köyü’nde yaşayan Hrant Dink’in yakınlarının halen bölgede bulunduğunu anlatan Emin Bulut, şöyle konuştu:
“Bizler vakıf olarak din, dil, ırk ve mezhep gözetmeksizin hoşgörünün temsilcisiyiz. Üç semavi dinin atası olan Hz. İbrahim’in soyundan geliyoruz. Yıllarca bu coğrafyadaki diğer inançların mensuplarıyla bir arada yaşadık. Et ve tırnak gibi iç içeyiz. Yezidi, Süryani, Ermeni ve Keldaniler de bizim parçamız gibiydi. Hrant’ın öldürülmesi bizi de üzmüştür. İçimizden Hrant’a Yasin okumak geldi. Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun.”
Bu habere İbrahim K. isimli bir okuyucu şu yorumu göndermiş, onu da okuyalım:
İbrahim K.
Hrant Dink dürüst, kaliteli bir yazar olabilir. Ama bazı iyi sıfatlar onu Müslüman yapmaz. İşin cılkını çıkardılar.Bazı Müslümanlar birbirlerine olmadıkları kadar gayrimüslimlere merhametliler. Kantarın topuzu iyice kaçtı. Allah’ın Kur’ân’da kâfirlere verdiği sıfatlar belli. Siz diyalogçular Allah’tan daha mı merhametlisiniz?Allah’a yalan isnad edenlerin insanların en zalimi oldukları kesin bir biçimde Kur’ân’da belirtiliyor. Allah’tan korkun.
İşte size bir haber ve bir okuyucu yorumu... Aslında bunlara bir ilâve yapmak gerekmez ama hayli üzüldüğüm için ben de birkaç satır yazmak istiyorum...Bakınız “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” derken nerelere geldik. Bu işin sonu nereye gidecektir?
Hrant Dink’in öldürülmesi hepimizi üzdü ve sarstı. Ülkemizde böyle bir şey olmasını istemezdik. Lâkin dinî bakımdan bazı gerçekleri de gözardı etmemeliyiz. Bu gerçekler nelerdir? Açık ve seçik yazıyorum:
(1) Bir gayr-i müslim için Yâsin veya melvit okunmaz. Çünkü: Gayr-i müslim İslâm’ı hak din olarak kabul etmez...Peygamber Efendimizi hak peygamber olarak kabul etmez...Kur’ân-ı Kerîm’i hak kitap olarak kabul etmez...Bunları hak olarak kabul etmiş olsaydı, gayr-i müslim olmayacak, müslim ve mü’min olacaktı.
(2) Bir Hıristiyan kilisesinde bir Müslümana dua edilmesine şaşılmaz ama Müslümanların bir Hıristiyana Yâsin okutmalarına şaşılır. Çünkü:Müslümanlar Hazret-i İsâ’ya inanırlar, Hazret-i Meryem’e çok hürmet ederler, ona annemiz derler, Allah’ın İncil adıyla kutsal bir kitap göndermiş olduğuna iman ederler. Hıristiyanlarda ise, İslâm’ın Peygamberi ve Kitabı konusunda böyle bir benimseme, kabul ve iman yoktur.
(3) Dinlerarası Diyalog doktrini/ideolojisi İslâm’ın “usûlüne” zıttır. Kur’ân“İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi” buyuruyor. Diyalogçular “Üç ibrahimî din” diyorlar. Kur’ân “Allah katında (tek hak)din İslâm’dır” diyor; onlar üç semavî ve ibrahimî din edebiyatıyla hak dinlerin sayısını (İslâm’ın aleyhinde olarak) üçe çıkartıyorlar.
Habere yorum yapan okuyucunun dediği gibi bazı Diyalogçular işin cılkını ve cıcığını çıkartmışlardır.
Batman’daki dernek işi o kadar ileriye götürüyor ki, Şeytan’ı kutsal tanıyan kişileri bile Diyalog şemsiyesi altına alıyor.
İslâm dini Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ile çıkmış bir din değildir. Asıllar, temeller bakımından Hazret-i Âdem’den beri sürüp gelen tek hak dindir. Hazret-i Muhammed ile, Şeriat (uygulamaya ait hükümler) sahasında son şeklini almıştır. Allah’ın sıfatları konusunda hiçbir değişiklik olmamıştır. Binlerce yıl tevhid inancı esasmış... Hazret-i İsâ’dan birkaç yüzyıl sonra ortaya Teslis çıkmış... Böyle bir kopukluk ve değişiklik kabul edilemez.
Şayet Diyalogçuların bazısı “Hem Tevhid haktır, hem de Teslis haktır” inancına sahip iseler, iyi bilsinler ki, dinden çıkmış olurlar. Kur’ân, Sünnet ve İcmâ Teslis inancını kesin şekilde reddetmektedir.
Amerikalılarla, Siyonistlerle işbirliği yapan Diyalogçuların (Hepsini kasd etmiyorum, “yapanları” kasd ediyorum) sorumlulukları çok büyüktür. Şaşırttıkları, inançlarını bozdukları, saptırdıkları vatandaşların vebali onların üzerinedir.
Ne günlere kaldık!..
Resmî din otoritelerine soruyorum: Bir gayr-i müslime Yâsin okunur mu?
Nasıl cevap verecekler... Yukarıya tükürseler bıyık, aşağıya tükürseler sakal...
Yılanlar ve Deprem
ASIRLARCA uyuyan Çinliler ilim, teknik, sanayi sahalarında hızla ilerliyorlar. Batı medeniyeti dünyayı batırmazsa, 21’inci yüzyılın Çin çağı olması büyük ihtimal dahilindedir.
Biz Türkiyelileri, hele İstanbulluları çok ilgilendirmesi gereken bir haber:
Çin’de, depremleri önceden keşf etmek ve tedbir almak için yılanlardan yararlanılıyormuş. Guangxi vilâyetindeki Nanning şehrindeki “Sismik Araştırmalar Merkezi”nde bir yılan çiftliğinde, günün 24 saatinde yılanlar dikkatle gözaltında tutulup inceleniyormuş. Bu sürüngenler, beş gün öncesinden 120 kilometrelik bir uzaklıktaki depremi haber veren hareketler yapıyormuş.Kış ortasında bile yuvalarından dışarı çıkıyorlarmış. Hattâ şiddetli ve büyük depremlerden önce çıkıp kaçarken duvarlara çarpıp eziliyorlarmış.Merkez’in Müdürü Jiagn Wiesong China Daily gazetesine bu mealde demeç vermiş...
/C / courrierinternational.com/da okuduğum bu habere uzun bir yorum yapabiliriz. Yıllardan beri İstanbul’da büyük bir deprem bekleniyor. Kimileri her an olabilir diyor, kimileri yakınlarda olmaz, yan gelin yatın diyor. Deprem rantı yemek isteyenlerin hepsi ayakta. Birtakım depremciler birbirini suçluyor. Yedi yıl önce alınan ceset torbaları çoktan çürümüştür.
Bizde de, Çin’de olduğu gibi depremi önceden haber verecek bir yılan merkezi kurulsa olmaz mı?
Böyle bir karar alınsa, bütçeden bu iş için bir fon ayrılsa bu sefer de bu işi kim yapacak meselesi ortaya çıkacak. Depremi haber veren yılan ihalesine fesat karıştırmak isteyecekler. Bu işi bizim yılanlar yapsın...
Deprem konusunda medyada sık sık boy gösteren bir deprem profesörü geçen seçimlerde milletvekilliği adaylığını bile koymuştu. Listesinde yer aldığı parti barajı aşamadığı için Meclis’e girememişti.
Şehrin şu bölgesinde deprem şiddetli olacak, binalar yıkılacak veya büyük hasar görecek; filan bölgelerde sarsıntı az hissedilecek, oralardaki binalar ayakta kalacak konusunda da çok dolaplar çevrildi diye duyuyoruz.
İSLÂM’ın temel öğreti ve hükümlerinde hiçbir değişiklik, ilâve, çıkartma yapılamaz. Böyle bir şey başka dinlerde olabilir, çünkü onların kutsal metinleri kaybolmuştur, tahrife uğramıştır.
Diyalogcular “Cennet Müslümanların tekelinde değildir, Müslüman olmayanlar da oraya girebilir” diyorlar. Onlara soruyoruz: “Cennet Müslümanların tekelinde değil de sizin tekelinizde midir?”
Cennet, Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların tekelinde değildir. Kimin tekelindedir.Mülkün sahibi olan Yüce Allah’ın tekelindedir. Dilediğini cennete koyar, dilemediğini koymaz.
Biz Müslümanlar kutsal kitap ve metin olarak Kur’ân-ı Kerîm’i kabul ederiz. Kur’ân, din konusunda ne diyor: “Allah katında din İslâm’dır.”
Yedinci miladî yüzyılda Allah, Hazret-i Muhammed’i Elçi ve Haberci olarak insanlığa göndermiş ve ebedî selâmet ve saadet isteyenlerin ona iman ve itaat etmelerini istemiştir. Bu husus muhkem Kur’ân ayetleriyle sabittir.
Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderildikten ve davet ve tebligatına başladıktan sonra, bu davet kendisine ulaşıp da inkâr edenler için kurtuluş yoktur.
Bir adam “Ben Allah’ın bir olduğuna inanıyorum, fakat Hazret-i Muhammed’in risaletini ve davetini kabul etmiyorum” dese kurtuluşa erer ve cennete girer mi?İslâmî öğretilere göre girmez.
Allah’ın bir olduğuna inanan kimse muvahhiddir; lâkin Hazret-i Muhammed’e inanmaz ve İslâm’ı din olarak kabul etmezse mümin ve müslim sayılmaz.
Peygamberimizin gelmesinden önceki hanîfler, kurtuluşa ermişlerdir ama Peygamber geldikten ve daveti kendisine ulaştıktan sonra sadece hanîflikle kişi cenneti hak edemez.
Yeryüzünde ilâhi barışın hüküm sürmesi için İslâm’ın öğreti ve hükümlerinin hâkim olması gerekir.
Birtakım diyalogcular, reformcular, dinde yenilikçiler, değişimciler sanki cennet babalarının mülkü imiş gibi kapılarını sonuna kadar açıyorlar ve Hazret-i Muhammed’e yalancı diyenleri, Kur’ân’a düzmece diyenleri, İslâm’a uyduruk din diyenleri içeriye dolduruyorlar.
Diyalogcular akıllarınca Hazret-i Peygambere iman etmeyenlere merhamet ediyorlar. Yahu siz merhamet konusunda Allah’ın sınırlarını aşabilir misiniz?
Müslüman olmayanlara kâfir demek caiz değilmiş... Evvel yoğ idi, iş bu rivayet yeni çıktı...
Kur’ân bazılarına kâfir demiyor mu?
Peygamber kâfir demiyor mu?
Fıkıh ve Şeriat kâfir demiyor mu?
Ulemâ kâfir demiyor mu?
Açın Kur’ân-ı Kerîm fihristlerini, kaç yerde kâfir kelimesi geçiyor?
Müslümanlar, Hazret-i Muhammed’e yalancı diyenlerin, Kur’ân’ı inkâr edenlerin, İslâm’ı kabul etmeyenlerin kâfir olduğunu kabul ederler lâkin önüne gelene de alenen sen kâfirsin demezler.
Resulullah Efendimiz Necran’dan gelen Hıristiyan heyetine iyi muamele etmiş, hatta onların Mescid-i Nebevî’de ibadet etmelerine izin vermiştir. Bir de emanname yazdırıp ita etmiştir. Onun Hıristiyanlara iyi muamele etmiş olması, risaletini inkâr edenlerin gerçeği örtenler (kefere) oldukları realitesini ortadan kaldırmaz.
Dinlerarası diyalog meselesi bir an önce ulemâ tarafından müzakere edilmeli ve netice, gerekçeli bir fetva ile Müslümanlara bildirilmelidir.
Bu maksatla hepsi de icazetli olmak şartıyla on beş büyük din âlimi bir araya gelmeli ve gerekli müzakere ve tartışmalardan sonra bir karara varmalıdır.
Bir kısım diyalogcular takiyye yapıyorlar. Müslümanlara takiyye yapılmaz. Gerçekler bellidir; hak bellidir, bâtıl bellidir, bir konuda doğru olan neyse çok açık ve seçik bir şekilde Müslümanlara bildirilmelidir.
Şu on dört asırlık İslâm tarihinde, kâfirlerin hatırı için Kelime-i Tevhid’in ikinci kısmının telâffuz edilmemesi gibi bir fitne görülmemiştir. Bu fitne ateşinin biran önce söndürülmesi gerekir.
Diyalogcular kemkümü bıraksınlar ve cesaretleri varsa bu konuda tertiplenecek büyük bir açıkoturuma katılsınlar, eteklerindeki bütün taşları döksünler ve çıkacak neticeye razı olsunlar.
Bediuzzaman Hazretlerini bozuk doktrinlerine alet etmesinler.Tokat yemekten korksunlar.
Âhir zamanda Bolşeviklere, ateistlere, mülhidlere karşı İslâm ulemâsı ile Hıristiyan ruhbanlarının işbirliği yapması başka, Teslis inancının doğru olduğu hezeyanı başka şeydir.
Birtakım diyalogcular herkesi kör, âlemi sersem mi sanıyorlar?
Yahudiler ve
Amerikalılar İçin Ölmek
BAŞKAN Bush’un hizmet süresinin bitmesine az kaldı. Giderayak bir delilik yapması ihtimalden uzak değildir. Eskiden alkolikmiş, sonra Evangelist bir kilise tarafından “yeniden canlandırılmış”. Hayata, siyasete, dünyaya, insanlığa normal bir gözle bakmıyor, agresif Evangelistlerin gözlüğüyle bakıyor. Bu Evangelistler kraldan ziyade kralcı, Yahudilerden daha fazla Siyonist ve İsrailseverdir. Hazret-i İsa’nın yeryüzüne dönüşünü çabuklaştırmak için Yahudilerle Müslümanlar arasında dehşetli bir savaşın kopması gerektiğine inanıyorlar. Bu yüzden de İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyorlar.Müslümanları hiç mi hiç sevmiyorlar... Peki, Başkan Bush ile Recep Tayyip Erdoğan’ın samimi görüşmeleri ne oluyor? Bunların hepsi siyaset icabıdır.
Başkan Bush’u Amerikalılar da durduramıyor, frenleyemiyor.
Afganistan’da durum parlak değil. Irak tam bir bataklık ve şimdi de İran’a saldırma planları yapıyorlar.İran Türkiye’nin iki misli büyüklüğünde bir ülke... Engebeli bir arazisi, dört bin yıllık mazisi var. Irak’ta başarılı olamayan orada hiç olamaz.
Türkiye’yi üs olarak kullanıyorlar, İncirlik Havaalanı Amerikalıların kontrolünde. İran-ABD savaşı patlak verince bizim durumumuz ne olacak?
Konunun uzmanı değilim, çok ciddi kaynaklardan ABD’nin İran’a önümüzdeki nisan ayında saldırmasının muhtemel olduğuna dair yazılar okuyorum. İran’daki İslâm Cumhuriyeti rejimi ABDsaldırıları neticesinde çöker mi, Amerika oraya kara birliklerini gönderir mi, yahut bizzat çarpışacağı yerde, başka bir büyük Ortadoğu ülkesini taşeron olarak kullanır mı?
Yaşlı bir insanım, beni askere almazlar, olan Türkiye’nin genç nesillerine olur. Amerika’nın ve İsrail’in kışkırttığı İran-Irak savaşında iki taraf da birer milyon civarında insan kaybetmişti. Yaralanıp sakat kalanlar cabası.
Yahudiler ve Amerikalılar için ölmek ne kötü bir şey.
EŞİTLİK eşitlik diye yırtınıyorlar, sonra da bizzat kendileri eşitliğin canına okuyorlar. Gayet açık şekilde ayırımcılık yapıyorlar. Örnekler vereyim:
Milliyetçilere, Türkçülere ateş püskürüyorlar, onlar “Bu vatan bölünemez” dediği vakit suratlarını asıyorlar, dillerinden ve kalemlerinden zehir saçıyorlar. Beride bölücüler terörist hareketler yapınca onları savunuyorlar.
Hoppa ve züppe bir kız üniversiteye aşırı seksi kıyafetle, mini etekle gidince ve idareciler “Kızım bu kadar da olmaz...” uyarısı yapınca, kızı savunuyorlar; beride başını eşarpla örterek üniversiteye gidip yüksek tahsil yapmak isteyen kızlara sahip çıkmıyorlar, bırakın savunmak “Oh olsun!” diyorlar.
Bir dinsizin inanmamak hakkını savunuyorlar, bir dindarın inanmak hakkına sahip olduğunu kabul etmiyorlar.
Başkalarının gözlerindeki saman çöplerini görüyorlar, kendi gözlerindeki merteklerden haberleri yok.
Elbette herkesi kastetmiyorum, lâkin ülkemizdeki bir kısım sözde aydınlar son derece tek taraflı, ayırımcı, fanatik düşünüyorlar ve hareket ediyorlar.
Evrensel insan hakları ve hürriyetleri mi?.. Onlar içindir.
Eşitlik mi?.. Onlar, karşıtlarından, sevmediklerinden “daha eşittir.”
Kendilerini vatansever zannediyorlar, karşıtlarını vatan haini ilan ediyorlar.
İnançları yok, dine ve teolojik konulara balıklama atlayarak burunlarını sokuyorlar.
“Cennete gayr-i müslimler girecek mi?” Bu teolojik bir konudur, Müslümanlar ve ehl-i kitap kendi aralarında tartışabilirler. Ateistlerin, agnostiklerin, deistlerin buna karışmaya hakları yoktur. Be adam! Sen Allah’a inanmıyorsun, âhirete inanmıyorsun, cennet cehenneme inanmıyorsun, kalkmışsın cennete kim girecek, kim girmeyecek tartışmalarında baş köşeyi işgal ediyorsun. Sana ne!
Bir de aydın geçiniyorlar... Aydın olmanın birinci şartı ülkesindeki, dünyadaki kötülüklere ve pisliklere muhalif olmak demektir. Kötülükleri, pislikleri, zulümleri tenkit etmeyen, bunların ortadan kalkması için çalışmayan kimsenin derya kadar kültürü olsa o yine aydın olamaz.
Vatansever geçiniyorlar... Onların vatanseverliği, çiftliğini ve içindeki inekleri çok seven bir ağanın sevgisi gibidir.
Bu ülkede insan hakları olacaksa herkes için olmalıdır.
Eşitlik olacaksa herkes için olmalıdır.
Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, dindarların dinsizler kadar hürriyeti yoksa orada insan hakları ve eşitlik yok demektir.
Evet:
Üniversitede başörtülü kızlar da eşit şekilde okuyabilmelidir. Başörtülüleri yüksek tahsil müesseselerine sokmamak bir insan hakları ihlâlidir.
Mason locaları/tarikatları nasıl serbestse İslâm tarikatları da öyle serbest olmalıdır.
Milliyetsizlerin, kozmopolitlerin ne kadar düşünce hürriyeti varsa milliyetçilerin de o kadar olmalıdır.
Ateist, ateistliğinden dolayı rahatsız edilmiyorsa, dindar Müslüman da sofuluğundan dolayı rahatsız edilmemelidir.
İsteyen, resmî prosedüre uymak şartıyla bar, pavyon, diskotek, batakhane, meyhane açabiliyor; Müslümanlar da cami, tekke, İslâm kültür merkezi, İslâm derneği açabilmelidir.
Dindar vatandaşlar, Müslüman kadın ve kızların birtakım edepsiz ve seviyesiz kimseler tarafından rahatsız edilmemesi için, sırf kadınlara mahsus otobüsler olmasını isteyebilmeli ve hiçbir densiz bu isteklere gericilik, ayırımcılık, çağdışılık damgasını vuramamalıdır.
Yukarıda saydığım hususlar bütün medenî ülkelerde eşit şekilde mevcuttur. Meselâ Kanada’da dinsizlik de serbesttir, dindarlık da. Dinsizlik nasıl bir suç değilse, dindarlık da değildir. Hattâ geçen yıl bir yazımda dile getirmiştim, Kanada eyaletlerinden birinde Müslümanlara Şeriat hukuku uygulanması bile orada teklif edilebilmekte ve tartışılabilmektedir.
Bana üniversitelerinde ve yüksekokullarında başörtüsüyle okumanın yasak olduğu bir tek medenî ülke göstersinler. Gösteremezler...
Bazı kavramlar, değerler, terimler yeniden târif edilsin (tanımlansın), bu konularda olumlu tartışmalar ve müzakereler yapılsın denilince küplere biniyorlar. Neymiş efendim, bunların tanımları eskiden yapılmış, tekrar yapılamazmış. Bunlar fosilleşmiş, donmuş, taşlaşmış kafalar ve zihniyetlerdir.
Hem dine karşıdırlar, hem de en çok dinden bahsederler.
Şu bizim “Pravda’mıza” bakınız. Sanki bir din gazetesidir. Olumsuz olmak, saldırmak, hakaret etmek şartıyla hep dinden bahseder. Bolşeviklik terörü, tabuları, baskıları, cinayetleri Rusya’da sona erdi, bizdeki birtakım çağdaşlık yobazlarının kafasında devam ediyor.
Bunlarla kemmiyet (kelle sayısı, oy çokluğu) yoluyla mücadele edemezsiniz.
Tek çare:
Kültür konusunda onlardan daha yüksek ve ileri olan kadrolar kurulacaktır.
Medyada hem tiraj hem tesir bakımından onlarınkinden daha güçlü yayın organlarına sahip olunacaktır.
Onların bâtıl ve yobazca yaygaralarını tesirsiz hale getirecek yayınlar yapılacaktır.
Yazık ki, bunları yapamıyoruz. Meydan yüzde doksan onlara kalıyor...
Belediye’nin Cevabı
Sayın Mehmet Şevket EYGİ
16 Mart 2007 tarihli, Sayın Başkan Kadir TOPBAŞ Beyefendiye hitaben kaleme aldığınız yazıda, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi dolayısıyla, bütün sokak kedi ve köpeklerinin toplanarak itlaf edileceğine dair aldığınız duyum, İstanbulBüyükşehir Belediyesi’nin bu konudaki politikasıyla, uygulamalarıyla uzaktan ve yakından alâkası olmayan bir iddiadır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak “Yaşam; evrendeki tüm hayvanlar için en temel haktır” prensibimizdir.
Bu çerçevede, yasal mevzuat ve fennî icaplar çerçevesinde hayvan refahını arttıracak; Hayvan, İnsan ve Çevre sağlığı açısından koruyucu hekimlik hizmeti dışında bir faaliyetimiz, gayretimiz ve çalışmamız söz konusu değildir.
Müsterih olmanızı istirham eder, saygılarımı sunarım.
Arif İrfan EKER
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı
Veteriner Hizmetleri Müdürlüğü
Modernistleri ve Diyalogçuları Yerden Yere Vuruyor
SURİYELİ büyük İslâm alimi Muhammed Vehbe Zuhaylî Hocaefendi, Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi “Karşılaştırmalı Fıkıh” bölümü başkanıdır, Cidde Fıkıh Konseyi gibi birçok uluslararası komisyonun üyesi veya danışmanıdır. Türkiye’de “İslâm Fıkhı Ansiklopedisi” adlı engin ve derin çalışmasıyla tanınmaktadır. Bu eseri, Zaman gazetesi de promosyon olarak vermiştir. İşte bu güçlü ve güvenilir hocaefendi ülkemizi ziyaret etmiş, bu ziyareti esnasında İstanbul’daki Darü’l-Hikme’ye de (Bilgi ve Hikmet Evi) uğramıştır. Burada, kendisine bazı önemli sorular yöneltilmiş ve çok faydalı bir mülakat yapılmıştır. Bu mülakatın Arapça metni ve Türkçe tercümesi darulhikme.org’ta yayınlanmış bulunuyor. Muhterem Hocaefendinin önemli uyarılarının, çok doğru tenkitlerinin Müslümanlar tarafından öğrenilmesine hizmet etmek maksadıyla, adıgeçen mülakattan bazı önemli cümleleri, paragrafları aşağıya alıyorum. Zuhaylî Efendi Hazretlerinin sözleri helvetica hurufatıyla verilmiştir. Pakistanlı Dr. Fazlurrahman ve sayın Hasan Hanefi isimlerinin geçtiği bir soru üzerine şunu söylemiştir:
“Öncelikle Hasan Hanefî’den ‘sayın’ diye söz etmeyin, O bir isyankârdır (mütemerriddir). Modernistler İslâm dairesinin dışında değerlendirilmelidir.
“Modernistleri nasıl değerlendiriyorsunuz?..” sorusuna: “Modernistler diye adlandırılan kesimin İslâmî düşünme biçiminden kendilerini soyutladıklarmı, ona muhalif durduklarını ve hattâ düşmanlık yaptıklarını düşünüyorum. Bunlar Batı kültüründen ve ithal düşüncelerden yoğun olarak etkilenmiş kişilerdir. Bu akım, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Nebeviyye’de açıklanan Allah’ın dini ile çatışmaktadır...” (...) Ben modernistleri dinledim ve yazdıklarını okudum. Onlar Allah’ın şeriatını, bu şeriatın esasları ve kaideleri ile amel etmeyi en son sıraya koymak istiyorlar. Sarih şer’î nasları ihmal ediyorlar ve şer’i nassı itibara alma hususunda onu en geri planda tutuyorlar. Mahza akıldan hareket ediyorlar. (...) Mazide takılıp kaldığımız şeklindeki ithamları hiçbir sağlam esasa dayanmamaktadır. Bizi bu şekilde itham edenlerin asıl kendileri töhmet altındadır. Çünkü onlar Allah’ın dinini ve şeriatını ötelemektedir. Kur’an ve Sünnet’in belirlediği şer’î esasların gereklerini yerine getirmemektedirler... Biz zikredilen bu asılları değiştirme yetkisine sahip değiliz. Çünkü bu, hiç kimsenin ihlâl ve tecavüz etme ya da bu şeriatın belirlediği bir şeyi reddetme yetkisine sahip olmadığı, ilahî ve rabbani bir şeriattır.”
Nasların tarihselliğini savunan yenilikçiler hakkındaki bir soruya verdiği cevapta şöyle söylüyor:
“Bu kişiler, nasların tarihselliği vb. söylemleri dile getirirken büyük bir yanlışın içindeler. Zira bu, Allah’a ve Resulüne bir ihanettir. Naslar, Kıyamet’e kadar dâim ve kâimdir. Dolayısıyla Kur’an ve Sünneti tarihsellik tezi içine hapseden bir anlayış, sahibini ilhada ve küfre götürür... Bu, şeriatın asılları ve gerektirdikleriyle çatışan bir yaklaşım biçimidir.”
Dinlerarası Diyalog hakkında:
“.....Diyaloğun ilk şartı ötekini tanımak ve kabul etmektir. Ama onlar küstah ve tepeden bakan tezlerine uygulama yolu açmak ve politik, ekonomik, enformatik ve kültürel küreselleşmenin gereklerini dayatmak için ‘medeniyetler çatışması” vb. konuları sürekli gündemde tutuyorlar. Dolayısıyla bu yapılanlar, Müslümanları sarsmayı ve savurmayı ve vahy-i ilahîyi bozmayı hedefleyen büyük bir aldatmacadır.” (...) Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) kabul ediyorlar mı? Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna inanıyorlar mı? Hayır!.. Öyleyse bunun neresi diyalogtur? Dolayısıyla yürütülmekte olan diyalog inandırıcı değildir. Çünkü diyaloğun bir şartı da tarafların birbirini tanımasıdır...” (...) “Netice olarak hakk olan biziz. Ancak bu, diğer din mensuplarıyla çatışacağız anlamına gelmemektedir. Aksine, onların dinine karışmayız. Cehennem onlar için yaratılmıştır.”
Ehl-i Kitab Cennete girecektir diyen bazı Müslüman akademisyenlerle ilgili olarak yöneltilen bir soruya verdiği cevapta:
“Bir Müslüman ......erin ve .....arın cehenneme girmeyeceğini söylerse gayr-i müslim olur.”
Cehennemin ebedî olmadığını iddia edenlerle ilgili soruya verdiği cevapta:
“Son olarak da Yusuf el-Karadavî de bunların yolunu tutmuştur,” (Zuhaylî Efendi hazretleri, Karadavî’nin Cezire televizyonunda bunu söylediğini tasrih ediyor...)
Soru: Modernistler içinde Müslüman bir kadının ehl-i kitab bir erkekle evlenmesinin caiz olduğunu ve kadının bütün bedenini örtmesi yerine göğüslerini örtmesinin yeterli olduğunu söyleyenler var...
Zuhaylî Hoca: “Son olarak bunu Hasan Turabî de söyledi. Müslüman bir kadının Yahudi ve Hıristiyan bir erkekle evlenebileceğini iddia ediyor. (...) ve kadının bütün bedenini örtmesi yerine göğüslerini örtmesinin yeterli olduğunu söylüyor.” (...) Bunların hepsi sapkın görüşlerdir.”
Soru: Yusuf el-Karadavî, (Şeriat ve fıkıh) hükümlerinin yüzde doksan üçünün mütegayyirattan (değişebilir ahkamdan) olduğunu söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Zuhaylî hoca: Bu bâtıl bir sözdür...
Hz. İsa aleyhisselamın âhir zamanda nüzulü (inmesi) ile ilgili soruya verdiği cevap:
“Bu, mütevâtir hadîslerle sabit bir konudur. Şeyh Abdülvehhab Ebû Gudde (rh) bu konuda bir kitap yazarak, âhir zamanda Hz. Mesih aleyhisselamın nüzulünün mütevâtir riyavetlerle sabit olduğunu ispat etmiştir. Bu bizim akidemizin esaslarındandır. Konuyla ilgili birçok hadîs vardır ve bunlar manevî mütevâtir derecesine ulaşmıştır.
Soru: Hz. İsa’nın nüzulünü inkâr edenin hükmü nedir?
Cevap: İnkarının sorumluluğuna katlanır...
Muhterem okuyucularıma, darulhikme.org’taki bu röportajın tamamını dikkatle okumalarını tavsiye ederim. İnternet kullanan kardeşlerimiz bu siteyi sık kullanılanlar listesine almayı ihmal etmesinler.
Zuhaylî Hocaefendi hazretleri öyle sıradan bir hoca değildir. Sarıklı, cüppeli, vasıflı, güçlü, haysiyetli bir fakihtir. Elli yıldan beri sarığını çıkartmamıştır. Onun telif ettiği İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Zaman gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılmıştır. Ona güvenebiliriz. Bu muhterem Hocaefendi, modernistleri İslâm dışına çıkmakla suçluyor. Dinlerarası Diyaloğu şiddetle yeriyor. Gerekçesiz konuşmuyor. Dinimizi, ihtilaflı meseleleri böyle hocalardan öğrenmeliyiz. Kendisine bu sütunlardan teşekkür, minnet, hürmet ve selamlarımı arz ediyor, sıhhat ve selam diliyor, tevfıkat-ı ilahiyeye nail olmasını ve daha nice hayırlı hizmetler etmesini niyaz ediyorum. Darü’l-Hikme mensuplarına da böyle bir röportajı yayınladıkları için teşekkürler..
ÇOK açık yazıyorum ama bazı cemaatçilere meramımı anlatamıyorum. Anlamıyorlar mı, anlamak istemiyorlar mı? Bu konuda aşağıdaki açıklama ve aydınlatmaları yapmam gerekiyor.
(1) Cemaatlerin faydalı hizmet ve faaliyetlerini elbette alkışlıyorum. Bir Müslümanın faydalı dinî hizmet ve faaliyetlere karşı olması mümkün müdür?
(2) Bazı cemaatlerin faydalı olmayan, zararlı faaliyetlerini (isim vermeden anonim bir şekilde) tenkit ediyorum.
(3) Bazı cemaatler ve gruplar, İslâm’ın Allah katında tek hak ve makbul din olduğu inancına aykırı beyanlarda bulunuyor, faaliyetler yapıyor. Onları bir Müslüman olarak, fitne ve fesat çıkartmayacak şekilde tenkit etmek boynumun borcudur.
(4) Bazı cemaatler, Peygamber Efendimizi inkar ve tekzib eden, Kur’an’ı ilahî hak kitap olarak kabul etmeyen, İslâm dinini uydurma bir din olarak gören kafirleri ehl-i necat ve ehl-i Cennet yapıyor. Bu bozuk inancın ve görüşün mutlaka tenkit edilmesi gerekir.
(5) Bazı bozuk ilahiyatçılar, bir cemaatin gölgesinde şu yanlış görüşleri yayıyor: “Bütün insanların Müslüman olmaları dinin, Kur’an’ın hedefi değildir”... “Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun’ demiyor...”(Alıntılar aynen alınmıştır.) Bu yanlış görüşleri tenkit etmeyip de ne yapacağız?
(6) Bir cemaat, Kelime-i Tevhid’in “Muhammed Resulullah” kısmına iman etmeyenleri de kurtulmuşlar zümresine ilhak etmektedir. Böyle bir inanç Kur’an’a zıttır. Çünkü Kur’an’da “Her kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki, Biz kafirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır”(Sûre 48, ayet 13) buyurulmaktadır. Müslümanlığın temel inançlarından biri de BÜTÜN PEYGAMBERLERE iman etmek, onlardan hiçbirini inkar ve tekzib etmemektir. Hazret-i Muhammed’in risaleti, tebliği, dâveti kendisine ulaşıp da bunları inkar edene necat da yoktur, Cennet de. Kaldı ki, Teslis inancına bağlı olanlar, Kelime-i Tevhid’in birinci kısmına da iman etmiş sayılmazlar, çünkü Hz. İsa Efendimizi tanrı, Allah’ın oğlu olarak kabul ederler.
(7) Bazı cemaatler zekatları topluyor ve fakir fukaranın haklarını gasb etmiş oluyor.
(8) İsrail, ABD, Mossad, Cia ile işbirliği yapıldığına dair birtakım rivayetler vardır. Kimler yapıyor? Burası kesin olarak belli değil ama bu konuda Ümmet-i Muhammed’i uyarmak gerekmez mi? Yarası olmayan gocunmasın...
(9) Bazı cemaatler, Kur’an’ın ve Sünnetin sınırlarını aşarak başlarındaki zevatı hiç hatâ etmez, günah işlemez masum kimseler olarak gösteriyor. Öyle sapık kişiler ve gruplar var ki, Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimize hakaret edilince kılları kıpırdamıyor ama kendi başkanlarına toz kondurulunca korkunç tepki gösteriyor. Bunların tenkit edilmesi, uyarılması gerekmez mi?
Kur’an, Sünnet, icma, ahkam-ı şer’iye sınırları içinde hayırlı hizmetler yapan cemaatlere minnettar ve müteşekkiriz. Allah’ın tevfiki onlarla olsun.
Bir cemaatte hem hayır var, hem şer... Hayrına dil uzatmayız, şer ve yanlış tarafını isim vermeden tenkit ederiz.
Hayır yapıyor diye yanlış taraflarını ve faaliyetlerini de doğru bulup alkışlayacak değiliz.
Tekrar ediyorum:
Bütün hayırlı ve gerçek tarikatlara taraftarım. Hayırlı hizmet ve faaliyet yapan bütün cemaatlere ve vakıflara taraftarım.
İsim vererek kesinlikle tenkit ve uyarı yapmam. Bendeniz savcı değilim, hakim değilim, cellat değilim...
Evliyanın Kerametleri
EVLİYAULLAH’ın kerametlerini iki zümre inkâr eder. Birinciler dinsizler, ateistler, pozitivistlerdir. Bunların son ikisi Allah’ın varlığını bile kabul etmez. Velilerin kerametlerini inkar ve tekzip etmelerine şaşılmamalıdır. İkinci zümre Müslümanların içindeki bir taifedir. İşte onlara şaşılır.
Bir velinin kerameti, mensup olduğu Peygamberin bir nevi mucizesidir.
Velilerin en önemli kerametleri şunlardır: Tarikat ve tasavvuflarının Şeriat-ı garra-i Ahmediyeye uygun olması. Şeriattan zerre kadar sapan/inhiraf eden tarikat hak tarikat değildir.
İtikatta Kur’an’a, Sünnete, icmâ-i ümmete uygunluk.
Salavat-ı mefruzayı (farz namazları) dosdoğru kılmak.
Cemaate devam. Bursa şeyhlerini anlatan “Yadigâr-ı Şemsi” adlı kitapta, eski şeyhlerden muhterem bir zatın 50 sene boyunca farz namazlarını hep cemaatle kıldığı yazılıdır. İşte bu büyük bir keramettir.
Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin sünnetine bağlılık, O’nun ahlâkı (huyları) ile mütehalli olmak (süslenmiş bulunmak), ne güzel bir keramettir.
Bazı velilerde tayy-i mekân kerameti görülmüştür. Bu da bir keramettir ama Şeriata uygunluk, namaz ve cemaat gibi konulardaki kerametler ondan daha büyüktür. Büyüklerimiz, bir adam batmadan su üzerinde yürüse, lakin onda şeriata aykırı haller olsa, o görülen şey keramet değil, istidractır (bozuk kişilerde görülen harika işler) buyurmuşlardır.
Rufaî tekkelerinde yapılan âyinlerde bürhan gösterilir. Cezbe haline gelmiş dervişlerin vücuduna şişler batırılır. Kan akmaz, acı vermez. Bir müddet zikirden sonra şeyh efendi bismillah der, şişi çıkartır, yaranın üzerine parmağını bastırır, hiçbir iz kalmaz. Bazı büyük rufaî şeyhleri şiş yerine bıçak ve kılıç kullanmışlar ve yine hiçbir şey olmamıştır. İşte bütün bunlar, Efendimiz İbrahim Halilullah’ın (aleyhisselam) ateşte yanmama mucizesinin bir devamı mahiyetindedir. Cezbe halindeki gerçek dervişleri ateş yakmaz, kılıç kesmez. Bütün bunlarda akıl, vicdan ve fîraset sahipleri için ibretler, burhanlar vardır.
Salih Müslümanların faziletleri de olağanüstü hallerdendir. İnsanların lisanından emin olduğu (güvende bulunduğu) bir Müslüman kerim bir Müslümandır.
Hâtemülenbiya Habib-i Kibriya Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat Efendimizi çok sevmek de büyük kerametlerdendir.
Eskiden yoktu ama şimdi uçaklar var, uçmak önemini yitirdi. Kuşlar da uçuyor.
Güzel ahlâklı olmak ne büyük keramettir.
Kendini beğenmemek, nefsini kötülemek... Bunlar da keramet.
Allah’ın verdiği nafakayı muhtaç kardeşleriyle paylaşmak...
Ehlî (evcil) ve vahşi hayvanlara, bitkilere, sulara, toprağa, denize zarar vermemek...
Benlikten kurtulmak için hiç olmaya çalışmak...
Haramdan ve şüpheli şeylerden kaçınmak.
Bunlar hep keramettir.
Gurur, kibir, nefsaniyet ile keramet bir yerde olmaz.
Ben diyende hayır yok.
Hiç olabilmek, ne büyük keramet.
İyilerin duaları üzerimize sâyeban (gölgelik) olsun.
Âmin...
KUR’AN’A, Sünnete, Şeriat hükümlerine ve sınırlarına bağlı hiçbir gerçek tarikata karşı değilim. Onların hepsini can u gönülden destekliyorum, yaptıkları hayırlı hizmetleri takdir ediyorum. Kendilerine minnettar ve müteşekkirim.
Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, İslâm ahlâkının ilke ve hükümlerine bağlı bütün hayırlı cemaatleri destekliyorum. Onlara hürmet ediyorum. Yaptıkları hayırlı hizmetler dolayısıyla kendilerini tebrik ediyorum.
Meşreblerimiz farklı da olsa imana, İslâm’a, Kur’an’a, Sünnete, Şeriata muhlisen lillah hizmet eden bütün yazarlara hürmet ediyorum. Kendilerine selamlarımı sunarım.
Benim, isim vermeden anonim şekilde tenkit ettiklerim şunlardır:
(1) Söyledikleri, yaptıkları, metotları Kur’an’a ve Sünnete açıkça ters düşen bid’atçiler.
(2) Tevhid inancını reddeden, Resulullah Efendimiz’i inkâr ve tekzib eden (yalanlayan), Kur’an’ın hak kitap olduğunu kabul etmeyen, İslâm’ın hak din olduğunu inkar eden agresif İslâm düşmanı kafirlerle işbirliği yapanlar, onları dost velî (idareci) olarak kabul edenler.
(3) Temiz ve saf Müslüman halkın paralarını, mallarını toplayıp, bunları dinin ve Şeriatın gösterdiği şekilde harcamayanlar.
(4) Başlarındaki reisleri masum (hatâ ve günah işlemez) sanan, onları erbab (rabler) haline getirip putlaştıran zihniyet.
(5) Cemaatlerini, zümrelerini, kliklerini yüce İslâm dini ile özdeşleştirenler.
(6) İslâm düşmanı agresif Evangelistlerle, Siyonistlerle, Vatikanla işbirliği yapanlar.
(7) Münzel (indirilmiş) gerçek din İslâm’ın yerine; uydurulmuş, ılımlı, evcil/ehlî, muharref bir İslâm türetmek isteyenler.
(8) Dinde reform yapmak isteyenler.
(9) Dinin fıkıh, muamelat, ukubat, ahkam-ı sultaniye, ahkam-ı şer’iyye kısımlarını kaldırıp, İslâm’ı kafirlerin istediği şekilde beşerî bir hümanizma veya ideolojiye dönüştürmek isteyenler.
(10) Hiçbir hakları ve yetkileri ve izinleri olmadığı halde dinin esaslarından taviz verenler.
(11) Dinimizin kesin şekilde yasaklamış olduğu israfa, lükse, gösterişe, gurura kibre, aşırı tüketime, saçıp savurmaya yönelmiş olan; din kardeşleri aç gecelerken kendileri tok sabahlayan, Nemrud ve Firavun gibi debdebeli hayat süren sefihler.
(12) Din büyüğü, din hizmetkarı, din temsilcisi gibi görünüp din sömürüsü yapan baronlar.
İsim vermeden, hiç kimseye çatmadan onları olumlu bir şekilde tenkit etmeye, uyarmaya devam edeceğim.
Hak yolda olanlara, Kur’an ve Sünnete uyanlara, İslâm ahlâkının ilkeleri ve ölçüleri ile ziynetli bulunanlara sadece hürmet ediyorum.
Tenkit ve uyarılarım dolayısıyla bendenize ağız dolusu hakaret ve iftira edenlere aldırmam. Onların kötülemeleri ve saldırıları hiç cesaretimi kırmaz.
İddiasız bir insanım, kaybedecek bir şeyim yoktur.
Kendine güvenen varsa, açık isim, adres, tel. numarası vererek, gerekçe göstererek, küfür ve hakaret etmeyerek tenkitlerimi çürütsün, uyarılarımı red ve cerh etsin. Sütunumun hacmini aşmamak şartıyla burada onları yayınlayayım.
Şile’ye Otoyol!..
ŞİLE, benim hayatımda büyük yeri olan bir ilçedir. Çünkü oranın hapishanesinde epey müddet yattım, çile çektim.
Eskiden Şile’ye vadilerin arasından yılan gibi kıvrılan seksen virajlı dar bir yol ile gidiliyordu. Sonra bu yolu genişlettiler, virajları azalttılar, ulaşıma kolaylık sağladılar.
Bununla da yetinmediler, şimdi İstanbul ile Şile arasında otoyol yapıyorlar.
Niçin niçin niçin?
Kocaeli yarımadasının bu kısmı bu kadar büyük bir otoyolu kaldırmaz.
Birileri bu bölgeyi yerleşime açmak, binalaştırmak, betonlaştırmak istiyor.
Böyle bir şey sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin tümünün felaketi olacaktır.
Son elli/altmış yıl içinde bu memleketi yanlış yapılaşma, yanlış imar, yanlış binalar batırdı.
Türkiye trilyonlarca dolarını çirkin ve çürük beton yığınlarına harcadı.
7 küsur şiddetinde bir zelzelede çoğu yıkılacak olan çürük çarık, zevksiz, gudubet binalar.
Memleketi böyle çirkin ve çürük binalar ile dolduran “yüksek” mimarlara yazıklar olsun!.. Belediyecilere yazıklar olsun!... Bunlara izin veren politikacılara, bürokratlara yazıklar olsun!..
Şile ile İstanbul arasında büyücek bir köy vardı. Eski başbakanlardan birinin yeğeni bu köye muhtar oldu ve köy kısa zamanda azmanlaştı, aşırı şekilde büyüdü. Biri bu büyümeden milyonlarca dolar vurmuş.
Kocaeli yarımadasının yapılaşmaya açılması sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin sonu olacaktır.
Şu anda nüfusu yirmi milyonu geçmiş olan İstanbul’un etrafını dolaşınız, çepeçevre dev mesken blokları inşaatları göreceksiniz, bunlar yerleşime açılınca nüfus otuz milyona çıkacak, trafik büsbütün tıkanacak, yaşamak bir azap haline gelecektir.
Binlerce açıkgöz ve paragöz, sözde orman vasfını kaybetmiş arazilerde villalar, siteler, yazlıklar inşa etmek için bekleşip duruyor.
Onlar bu işlerden milyar dolarlar vuracak ve İstanbul batacak, Türkiye batacak.
İstanbul’un suları, şu anda şehre yetişmiyor. İleride vahim bir su sıkıntısı olacaktır.
Her zaman yazıyorum, 82 milyonluk Almanya’nın başkenti Berlin’in metropol nüfusu 3,5 milyon, hinterlandıyla (en geniş çevresiyle) 5 milyondur. 60 milyonluk İtalya’nın başkenti Roma’nın nüfusu en geniş şekliyle 4 milyondur.
Şile’nin tadı şu anda kaçmıştır. Şehir iğrenç, çirkin beton yığınlarıyla doluyor.
Karadeniz’de denizin mavisiyle karanın yeşili arasına o iğrenç sahil yolunu yapan vandal zihniyetin bastığı yerde ot bitmiyor.
Hıncal Uluç geçen gün Şile yolunu, Şile’nin kötü büyümesini tenkit eden bir yazı kaleme aldı. Yerden göğe kadar haklıdır... Şile’de nargile içmek için bir yere gitmişler, bir nefes çekmişler, aaa odun dumanı geliyor, üstteki ince tömbeki tabakasının altında odun talaşı varmış. Bırakıp gitmişler...
Bir pazar günü otomobille Şile’ye gitmeye kalkınız ve ağzınızın payını alınız. Yollar araba selleriyle dolu. Trafik tıkalı. Zehirleyici egzoz dumanları etrafı sarmış.
Bilenler biliyor medenî, akıllı, dünya işlerini iyi bilen Batı ülkelerinde küçük sayfiye (yazlık) bölgelerine otoyol motoyol yapılmıyor. Böyle bir şeyi halk istemiyor. Fabrika da yaptırmıyorlar. Betonlaşmaya karşılar. Deniz ile kara arasından yol geçirtmiyorlar. Yeşilliği ve sahili koruyorlar. Hattâ Fransa’da öyle sakin yerler var ki, halk o bölgeden yüksek gerilimli elektrik hattı geçirilmesine izin vermiyor.
Ülkeyi, şehirleri, sahilleri, kırsal kesimi çirkinleştirmek suçtur, vatana ihanettir.
Medenî ülkelerde her yıl yapılan yeni meskenlerin yüzde 95’i bahçeli evlerdir.
Vatanımız birtakım sefil rantçıların ihtiraslarına kurban ediliyor.
Türkiye’yi çirkinleştirerek, ülkenin dengesini bozarak, kırsal kesimi tahrip ederek kazandıkları ve kazanacakları paralar onlara zehir olsun.
İstanbul bu kadar nüfusu kaldırmaz.
İstanbul’un nüfusu 30 milyona ulaşınca ülke tepetaklak olup batacaktır.
Çin’in nüfusu bir milyar 300 milyon iken, başkent Pekin 16 milyon oldu diye saçlarını başlarını yoluyorlar.
İstanbul’u ve çevresini bu hale getirenleri tarih lanetle anacaktır.
|