|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Günah işlemek ve iman
|
Sual: Günah işlemek ve işlemeye devam etmek insanın imansız ölmesine sebep olmaz mı?
CEVAP
Büyük günahları işlemek ve devam etmek insanı küfre sürükleyip, imansız ölmesine sebep olabilir.
Sual: Büyük günahlar nelerdir?
CEVAP
Büyük günahlardan bazıları şunlardır:
1- Bid'at sahibi olmak
2- Günah işlemeye devam etmek
3- Müslüman olduğuna şükretmemek
4- İmansız ölmekten korkmamak
5- Zulmetmek
6- Anaya-babaya âsi olmak
7- Doğru olsa da çok yemin etmek
8- Namazı öğrenmeye ve çoluk-çocuğa öğretmeye önem vermemek
9- İçki içmek
10- Yalan yere evliyalık taslamak
11- Günahını küçük görmek
12- Kendini beğenmek
13- İlim ve ibadeti ile kendini üstün görmek
14- Haset etmek
15- Tecrübe etmeden bir kimseye iyi demek
16- Yalana, gıybete devam etmek
17- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından uzak durmak
18- Kâfir olsa da komşusuna eziyet etmek
19- Dünya işleri için, çok sinirlenmek
20- Büyü yapmak
21- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek
22- Allahü teâlânın sevdiklerini sevmemek; sevmediklerini sevmek
23- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak
24- Zina veya livata yapmak
25- Açık saçık giyinmek
26- Katillik
27- Hırsızlık
28- Uyuşturucu madde kullanmak
29- Gasp
30- Ramazan orucunu, açıktan yemek
31- Zaruretsiz faiz vermek
32- Haksız yere yetim malı yemek
33- Ölçü ve tartıda hile yapmak
34- Namazı vaktinden önce veya sonra kılmak
35- Kalb kırmak
36- Rüşvet almak
37- Malın zekatını ve uşrunu vermemek
38- Canlı hayvanı ateşte yakmak
39- Kur'an-ı kerimi öğrendikten sonra, okumasını unutmak
40- Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek
41- Hainlik etmek
42- Eshab-ı kiramdan herhangi birini sevmemek
43- Namuslu kadına, kötü kadın demek
44- Müslümanlar arasında söz taşımak
45- Avret yerini açmak veya başkasının avret yerine bakmak
46- Emanete hıyanet etmek
47- Cimrilik
48- Dünyaya düşkünlük
49- Allahü teâlânın azabından korkmamak
50- Haramı haram helali helal bilmemek
51- Falcıların falına inanmak
52- Kadına, kıza yani harama bakmak
53- Kadınların erkek, erkeklerin kadın elbisesi giymesi
54- Ettiği iyiliği başa kakmak
55- Allah’tan gayrıya yemin etmek. Mesela çocuğumun ölüsünü öpeyim gibi
56- Küçük günahı işlemeye devam etmek
57- Bir namaz vaktini kaçıracak zaman kadar cünüp durmak
58- Çalgı çalmak ve dinlemek
59- İntihar etmek
60- Dinini öğrenmemek.
Günahı önemsiz saymak
Sual: Günahı önemsiz saymak ne demektir, nasıl olur?
CEVAP
Günahı önemsiz saymanın ne demek olduğu çok kimse tarafından bilinmemekte, bu yüzden günahkârlara kâfir denmektedir. Mesela (İçki içmeye devam eden kimse, haram olduğuna önem verse, içmez, açık gezen bayan, bunun haram olduğuna önem verse kapanır. O halde bunlar, işlediği günahlarına üzülmedikleri, yani haramı önemsiz saydıkları için kâfirdir) demek yanlıştır.
Üzülmeyen, önem vermeyen kâfir olur ama, üzülmek, önem vermemek ne demektir? Mesela namazını kılan bir bayan, açık gezmenin günah olduğunu biliyorsa, (Kapanmak Allah’ın emri, kapansak iyi olur ama, bu zamanda kapanamıyoruz) derse, bu bayana kâfir denmez. Bunun gibi içki içen kimse de, (İçki haramdır, fakat alıştık bırakamıyoruz) derse, bu kimseye kâfir denmez. Aksine, hiç içki içmeyen biri, (bir bardak şarap içmek günah sayılmaz) dese küfre girer. Yahut, (Herkes açık geziyor, ne oluyor, biz de geziyoruz, herkes içiyor, biz de içiyoruz, sarhoş olmadıktan sonra ne zararı olur) diyerek haramı önemsiz saymak küfür olur.
Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin sene itaat eden İblis, kibrederek secde etmediği için sonsuz olarak Cehennemlik oldu. Âdem aleyhisselamın oğlu, bir adam öldürdüğü için ebedi Cehennemlik oldu. Her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için imansız gitti. Karun zekat vermediği için malı ile helak oldu. O halde her günahtan kaçmaya çalışmalı. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin)
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.
Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe edip "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" dese, bütün günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder. Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Kur'an-ı kerimde, (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye]ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) buyuruluyor. (Zümer 53)
Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde, gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Onun için sözümüze dikkat etmeliyiz. Atalarımız, (Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir) demişlerdir.
İbadet yapmamak, günahlardan kaçmamak insanın kalbini karartır, zamanla küfre sokar, kâfir olur. Günahların hepsi Allah’ın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. "Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum" dedi. İşte böyle korkular müslümanın kurtuluşuna sebeptir. Çünkü hadis-i şerifte,(Allahü teâlâ, kıyamette buyurur ki: "Dünyada iken bir gün beni hatırlayıp ananı, benden bir kerecik korkanı, Cehennemden çıkarın") buyuruldu.
Çok önemli tembih
Erkek olsun, kadın olsun, her Müslümanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine yani haramlara riayet etmesi lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya önem vermeyenin imanı gider. İmansız kimse, kabirde azap çeker. Ahirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Af edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her sözde, her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere, Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, pişman oldum. Beni affetdiyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kaza etmek lazımdır. (Seadet-i Ebediyye)
Günahı hafif görmek
Sual: Ehl-i sünnet itikadına göre amel imandan parça değildir. Yani insan günah işlemekle kâfir olmaz. Bir de, (Günahı hafif görmek, önem vermemek küfürdür) buyuruluyor. İçki içen, gıybet eden, yalan söyleyen kimse, günah işlediği için kâfir olmuyor, fakat bu günahları hafif görmese zaten bunları işlemez. Bunlar kâfir mi, değil mi? Buradaki inceliği anlayamadım. Mesela namaz kılan bir kadın, açık geziyor. Açık gezme günahını hafif görmese açık gezmez. Allah'a imanı olmasa, namaz kılmaz. Bunun imanı var mı, yok mu? Yine kitaplarda, (Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin imanı gider)deniyor. Hâlbuki oruç tutmamak günahtır, küfür değildir. Günahı hafif görmek küfür olduğu gibi, kitaplarda sadece farzı değil, sünneti bile hafif görenin, önem vermeyenin kâfir olacağı yazıyor. Namazda takke giymek sünnettir. Önem vermezse kâfir oluyor, (Önem verseydi giyerdi) diye hatırıma geliyor. İkindinin ve yatsının sünnetini terk edenler için de aynı şeyi düşünmekten kendimi alamıyorum. Hâlbuki sünneti yapmayan sevabdan mahrum kalır, kâfir olmaz. İkisinin ortasını bulamıyorum. Bu konuda bir açıklama mümkün müdür?
CEVAP
Hem namaz kılıp, hem de, çekinmeden günah işleyen kimse için, kesin olarak (Günahı hafife alıyor) veya (Günahı hafife almıyor)demek yanlış olur.
Devamlı açık gezen bir bayanın, açıklığı hafife almadığını söylemek zordur. Devamlı içki içen veya başka günahı işleyen kimse için de, (Bu günahı hafife almıyor) demek çok zordur. Günah alışkanlık hâline gelince, hafife alınma tehlikesi başlar. Devamlı bir veya birkaç günahı işleyen kimsenin tevbe etmesi güçtür. Tevbeyi hatırına bile getirmez. Namaz kılan bir kimse, (Örtünmenin dinde yeri yoktur) diye inansa kâfir olacağı gibi, örtünme emrini hafife alınca da kâfir olur.
Ara sıra günah işleyen kimsenin günahı hafife aldığını söylemek zordur. Böyle kişi tevbe de edebilir. Genelde ara sıra günah işleyen kimse, günahı hafif gördüğü için değil, o anda basireti bağlanıyor, gaflete düşüyor sanki farkında olmadan günah işliyor. Yoksa bir Müslüman, günaha önem vermeden kasten günah işlemekten çekinir.
(Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin imanı gider) demek, oruç tutmayan kâfir olur demek değildir. Oruç tutmamak ayrı, oruca meydan okur gibi, başkalarını da oruç tutmamaya teşvik eder şekilde açıktan oruç yemek ayrıdır. Bunda orucu hafife almak vardır. Bir insan, aç kalırım korkusuyla, hastalanırım endişesiyle veya işimi aksatır diye oruç tutmazsa, bunlar gerçekten geçerli bir sebep olmasa da, yine bir mazeretle oruç tutmamış olur, orucu hafife almış olmaz, yani küfür değildir.
Takke giymemek gibi, sünnetleri yapmayan, sünnete önem vermediğinden değil, geçersiz de olsa, başka sebeplerle bunları yapmıyor. Buna benzer sebeplerle sünnetleri yapmayana ve günah işleyene kâfir dememelidir.
İçki ve iman
Sual: (İçki içeri, iman dışarı! İçki içenin kırk gün namazı kabul olmadığı için namaz kılmamalı) diyorlar. Böyle bir şey var mı?
CEVAP
Hayır, böyle bir şey yoktur. Ehl-i sünnet itikadına göre, içkiyi helâl bilmedikçe veya haramı hafife almadıkça, içki içenin imanı gitmez.(İhya)
Namazı bırakmak çok büyük günahtır. (İçki vücuttan kırk gün çıkmaz)diye bir şey yoktur. Kur'an-ı kerimde (Sarhoş iken kılmayın)buyuruluyor. Çünkü ne okuduğunu anlamaz ve sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur. Abdestsiz olunca namaz da kılamaz. Okuduğunu anlamayacak kadar çok içmemişse, namazını kılması lazımdır. Ne günah işlenirse işlensin, namaz terk edilmemeli. İçki içmeye devam eden kimsenin, namazı sahihtir, yani borç ödenmiş olur, ama büyük sevablara kavuşamaz. İçki içen, içki içtim diye, dua etmeyi ve zikretmeyi, tesbih çekmeyi bırakmamalıdır.
Salih bir zat, daha önce ölmüş olan o bölgede tanınmış bir kadını rüyada iyi hâlde görünce, durumunu sorar. Kadın da şöyle cevap verir: “Rabbim beni affetti. Günah olduğunu bildiğim hâlde, nefsime uyup içki içerdim. Yine bir içki meclisindeyken ezan okunmaya başladı. İçkiyi bırakıp, ben de müezzin gibi şehadet getirdim. Çok geçmeden öldüm. Allahü teâlâ, meleklere, (Kalbinde imanı olmasaydı, beni sarhoş hâlde hatırlamazdı. Ona azap etmeyin!) buyurdu. Böylece affa uğramış oldum.” (Şir’a şerhi)
Menkıbede de görüldüğü gibi, her içki içene, hattâ içki içerken ölene de, kâfir dememelidir. Zerre imanı varsa, sonunda kurtulur.
.
|
|
Bugün 2 ziyaretçi (64 klik) kişi burdaydı! |
|
|
.
Haramlardan kimler kaçar
|
Sual: Haramlardan kimler nasıl kaçar?
CEVAP
Farzları herkes yapabilir, ama haramlardan herkes kaçamaz. Ancak salih kullar kaçar. Dinimizde günah işlememek, ibadet etmekten daha kıymetlidir. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir)buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır.(Rıyad-un-nasıhin) Bid'at işlemek ise, büyük günahlardan daha tehlikelidir. Bu bakımdan dine hizmet etmek niyetiyle bid'at işlemeyi mubah görmemeli.
Bir haramdan kaçmak, milyonlarca nafile namaz kılmaktan evladır. Haram işleyerek farz, mekruh işleyerek sünnet yapılmaz. Günahtan kaçmak ibadet yapmaktan önce gelir. (U. Besair)
Bir emri yapmak, bir haramı işlemeye sebep olursa, haram işlememek için, o emir tehir veya terk edilir, yapılmaz. Mesela bir kadının hacca gitmesi farzdır yani emirdir, ama yanında mahremi yoksa gitmesi haram olur. Avret yerini açmadan, necaseti temizlemek mümkün olmazsa, namazı, öyle kılar. Çünkü, temizlemek emirdir, açmak ise yasaktır.
Ey Oğul İlmihali’nde diyor ki:
Haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur.
Burada sanki ibadet etmek haramdan kaçmaktan önce geliyor sanılabilir. Ama öyle değildir. Yine haramdan kaçmak önce gelmektedir.
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
“Teberri etmedikçe, tevelli olmaz. Yani uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Farzları herkes yapabilir; ama haramlardan herkes kaçamaz. Ancak salihler kaçar. İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez.”
Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur meselesine gelince, haramların terkinde sadece tasdik yani bunlar haramdır diye inanmak ve kaçınmak vardır, amel yoktur. Farzlar da ise tasdik ile beraber ameli de yapmak vardır. Amel terk edildiği için günahı daha fazladır. Başka bir ifadeyle, farzları yapmayan ameli terk ettiği için, haramları işlemekten daha büyük günaha girer. Haram işi yapmayan mesela içki içmeyen; namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi ameli gerektiren işleri yapmıyor. İçki içen sadece bir haram işlemiş olur. Namaz kılmayan ise, çok ameli terk etmiştir.
Bir namazda 12 farz var. Beş vakit namazda 60 farz var. Namaz kılmayan, günde 60 kere büyük günah işliyor. Artık bu insanı düşünün, ne kadar iyilik yaparsa yapsın, ne kadar ibadet ederse etsin hepsinin sevabı azalıp yok olur. Borçtan kurtulur ise de sevap olarak eline bir şey geçmez. O halde, kim ne kadar çok büyük günah işlerse işlesin, ama namazı terk etmesin.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubahların fazlasından kaçınmalı! Mubahları gerektiği kadar kullanmalı! Bir insan, mubah [İslamiyet’in izin verdiği] şeylerden her istediğini yapar, taşkınca mubah işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, bir gün uçuruma düşebilir. Takvayı tam yapabilmek için mubahları gerektiği kadar kullanmalı, zaruret miktarını aşmamalı! Bu kadarını da, kulluk vazifelerini yapabilmek için kullanmaya, niyet etmelidir. Mubahların fazlasından kaçınabilmek büyük nimettir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubahların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalı! Mubahlar lüzumundan fazla işlendiğinde, pişman olup tevbe etmeli! Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmeli! Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalı! Bu pişmanlık, tevbe ve yalvarmak, belki mubahların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin zararından korur. Çünkü (Günahkârın, boynunu bükmesi, ibadet edenin göğsünü kabartmasından daha iyidir) buyurmuşlardır. (m.76)
.
|
|
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
www.sorularlaislamiyet.com/.../gunahkarlarin-kabirdeki-hali-nasildir.htm...
19 Oca 2007 - Ehl-i sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir ... O da
.Günahkarların kabirdeki hali nasıldır?
| Tarih:
Cu, 19/01/2007 - 18:57
Değerli kardeşimiz;
Kabir hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse, ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış olur. Münkerve Nekir melekleri kabir sorgulamasını yapar. Rabbini, peygamberini ve dini sorar. Bu sorgudan sadece peygamberler ve çocuklar muaftır.
Ehl-i sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir, iman ve salih amel sahipleri için cennet bahçelerinden bir bahçe; kâfirler için de cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır.(1)
Kabirdeki ölü cennetlik (said) bir kimse ise, onun ruhu cennete gider, eğer günahkâr ve cehennemlik (şâkî) ise, cehennemin yanına gider. Bir kısım ruhlar da berzahta bulunurlar ki, burası ne cennet ne de cehennemdir.
Bazı âlimlere göre, saidlerin rûhu cennette olmakla birlikte kabirleriyle olan bağlantıları kesilmez. Bu irtibat özellikle cuma gecesi ve gündüzü ile cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar, pek canlı bir şekilde devam eder. Saidlerin ruhları dünya haberlerini izleme imkânı bulabilirler. Vefat edip yeni gelenlere dünyadan haber sorarlar. Kendilerini ziyarete gelenlerin selâmını duyarlar, hatta izin verilirse, selâma karşılık vermeleri de mümkündür.(2)
Kabir Azabı:
Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizin dibinde kalsın veya yırtıcı bir hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatı geçirecektir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve cennet kendilerine gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler. Onlara da cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münâfıklar ise kabirde azap göreceklerdir.(3)
Kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayet ve hadisler vardır. Bir ayet-i kerimede;
"Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı gün de denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun."(Mümin, 40/46)
buyurulur. Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber Efendimiz (asm);
"Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder." (İbrahim, 14/17)
ayetinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır (Buhârî, Tefsîr, sure: 14).
Kabir azabı ile ilgili hadis kitaplarında pek çok hadis-i şerif zikredilmektedir. Bunlardan bir kaçı şöyledir:
Hz. Peygamber (asm) bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azap çekmekte olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Resulullah (asm) yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören ashap, niye böyle yaptığını sorduklarında buyurmuşlar:
"Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur." (Buhârî Cenâiz, 82; Müslim, İmân, 34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26)
Hz. Peygamber (asm) diğer bir hadislerinde şöyle buyururlar:
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, Kıyamet, 26).
Başka bir hadiste de şöyle buyurur:
"Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (asm) denilen zat hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve Resuludur. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik.", derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye: " Yat ve uyu " derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber verin." der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et." derler."
"Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der: "Şu Muhammed (asm) denilen zat hakkında ne dersin?" Münâfık da şöyle cevap verir: "Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum." Melekler ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk." derler. Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine sıkıştır." diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam eder." (Tirmizi, Cenâiz 70).
Kur'an'da şehitlerin kabir hayatıyla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Allah yolunda öldürenleri, sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar." (Âli İmrân, 3/169),
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar dirildirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara, 2/154).
Kabir azabının yalnız ruha mı, yoksa bedene mi, yahut da her ikisine mi yapılacağı konusu bilginler arasında tartışmalıdır. Bu azabın hem rûha, hem de bedene yapılacağı görüşü tercihe şayandır. Ancak azabın niteliği hakkında fazla bilgi yoktur.
Rûhun gerçeği üzerinde de görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre ruh lâtif (ince, şeffaf, nüfuz kabiliyeti olan) bir cisimdir. Yaş ağaca suyun nüfûzu gibi bedene nüfûz etmiştir. Allah, rûh cesette kaldığı sürece hayatı devam ettirmeyi âdet kılmıştır. Ruh cesetten çıkınca ölüm hayatı ortadan kaldırır. Başka bir görüşe göre de, ruh ceset için güneşin ışıkları gibidir. Mutasavvıflar bu görüşü benimsemişlerdir. Ehl-i Sünnete mensup bir topluluk, gülsuyunun güle sirâyet ettiği gibi, rûhun da bedene sirâyet eden bir cevher olduğunu söylemişlerdir.(4). Ayette şöyle buyurulur:
"De ki ruh, Rabbimin bildiği bir iştir. Size bu konuda pek az bilgi verilmiştir." (İsrâ, 17/85).
Ebû Hanife'ye göre, peygamberler, çocuklar ve şehitler kabir sorusu ile karşılaşmazlar. Ancak Ebû Hanîfe kâfirlerin çocuklarına kabirde soru sorulması, cennete girmeleri ve onlarla ilgili benzeri bazı soruları cevapsız bırakmıştır.(5).
Kaynaklar:
(1) bk. Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul 1980, s. 235, 237: es-Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 185; Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, s. 251; Tirmizi, Kıyâme, 26; Müslim, İman, 34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972, III/29.
(2) bk. ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV/504, 505.
(3) bk. bk. ez-Zebîdî, Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, IV 496 vd.
(4) bk. Aliyyu'l-Kâri, Fıkh-ı Ekber Şerhi, terc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul 1979, s. 259
(5) bk. Alliyü'l-Kâri, a.g.e, s. 252-253
İlave bilgi için tıklayınız:
3000 yıl önce ölen birinin kabir azabı ile kıyamete yakın ölen kimsenin kabir azabı bir olur mu, kabirdeki sorgu ile hesap günü yapılan sorgu arasında fark var mıdır?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-1170.html
Günahkar Müslümanların ahiretteki hali. müslüman olup günahkar olan bir kimse cehennemde günahının cez
.
Günahkar Müslümanların ahiretteki hali
müslüman olup günahkar olan bir kimse cehennemde günahının cezasını çekip ondan sonra alnında leke olduğu halde cennete girecektir.buna ayeti kerimeden delilimiz nedir?
İddia sizin, isbatı da size düşer. Ayetlerle mi isbat edersiniz, hadislerle mi, o da gene sizin bileceğiniz bir iş, bir seçim... Hâşâ bizim böyle bir sözümüz de iddiamız da yok, olamaz da…
Bu hususta bildiğimiz ve inandığımız şey; Cehennem’den çıkıp Cennet’e giren mü’minlerin üzerinde Cehennem izi/lekesi olmayacağına dairdir. Çünkü Cennet-i a’lâ üzüntü ve elem yeri değildir. Kesinlikle bu kimseler Cehennem’den çıktıkları bilinse dahi Cennet’e girdiklerinde bir elem hissetmezler. Bundan dolayı üzüntü duymayacaklardır. Hadislerde Cehennem’den çıkanların üzerinde Cehennem’den kalan yanık izi olmayacağı bidirilmiştir. Bunlardan birinin mevzumuzla ilgili kısmı şöyledir:
Suveyd ibnu Saîd, Hafs ibnu Meysere'den, o Zeyd ibnu Eslem'den, o Ata ibnu Yesar'dan, o da Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.anhum) rivayet eder ki:
“…Allah Teala (meleklere):
- '…Gidin, kalbinde bir dinarın yarısı ağırlığında hayır bulduklarınızı çıkarın diye buyurur. Kalabalık bir topluluk daha çıkarırlar. Sonra:
- 'Ey Rabb'imiz, orada iyilik sahibi hiçbir kimse bırakmadık' derler. Ebu Saîd (r.a.) dedi ki; Eğer siz beni bu hadis hususunda tasdik etmiyor (doğrulamıyor)sanız, isterseniz şu ayeti okuyun: "Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı iş, eğer bir kötülük ise, onun cezasını adaletle verir.) İyilik olursa onu katlar (kat kat arttırır), kendinden de büyük mükâfat verir". [Nisa suresi, 40] Allah azze ve celle bütün bunlardan sonra:
- 'Melekler şefaat etti, Peygamberler şefaat etti, Mü'minler şefaat etti, sadece rahmet edicilerin en merhametlisinin şefaati kaldı' diye buyurur. Bundan sonra Cehennemden bir avuç (kabza) alır, oradan hiç hayır nedir bilmeyen bir topluluk çıkarır. Bunlar kömürleşmiş bir haldedirler. Bunları Cennet’in girişlerinde bir nehire atar. O nehire ‘Hayat nehri’ denilmektedir. Selin getirdiği yığındaki tanenin çıkması gibi oradan çıkarlar. Görmez misiniz, taşın veya ağacın güneş yönüne gelen tarafı hafif sararmış ve yeşilimsi olarak görünür. Gölge tarafına gelen kısmı ise beyaz olur. Oradakiler:
- 'Ey Allah'ın Rasûlü, sen âdeta, sahrada çobanlık yapmış gibisin dediler. (Yani Fahr-i Kâinat Efendimiz, sahra ahalisi gibi her şeyi gayet güzel örneklendirerek ve sahradaki benzerleri ile açıklayarak anlatıyordu.) Rasûlullah (s.a.v.) sözüne şöyle devam etti:
- ‘İnci gibi çıkarlar. Boyunlarında mühürler vardır. Cennet ehli onları tanır. Bunlar Allah'ın âzadlılarıdır, işledikleri bir amel olmaksızın, önden gönderdikleri bir hayır bulunmaksızın Allah onları Cennet’e koymuştur. Sonra Cenab-ı Hak onlara:
- 'Cennet’e girin, gördükleriniz sizindir diye buyurur. Onlar:
- 'Ey Rabb'imiz, âlemlerden kimseye vermediklerini bize verdin' derler.
- 'Size Benim katımda bundan daha üstünü vardır' denilir. Onlar:
-'Ey Rabb'imiz, bundan daha üstün ne olabilir' derler. Allah Teala:
- 'Rızam, artık bundan sonra Ben ebediyen size gadap etmem/kızmam' diye buyurur"
Bir rivayette "Hiçbir amel işlemeksizin, hiçbir hayır göndermeksizin Allah bunları Cennet’ine koydu. Onlara: 'Bu gördükleriniz ve bir o kadarı sizindir' denilir" diye ilave vardır. [Müslim, Sahih, İman, 302]
***
Hadiste Cehennem’den çıkanların, ‘Hayat’ nehrinde yıkandıktan sonra inci gibi parlayarak çıkacakları da ifade edilmektedir. Bunların üzerinde Cehennem izi yoktur.
Üzerlerinde bir hatem/mühür bulunacağı ifadesi olan rivayet ise şöyledir: "Boyunlarında mühürler vardır". et-Tahrîr ve’t-Tenvîr müellifi Muhammed et-Tahir ibnu Aşur (rh.) diyor ki: Burada mühürler ile kastedilenler, onların tanınması için boyunlarına asılan şeylerdir. Sadelikleri, temizlikleri, yüzlerindeki sevinç ve güzellik dolayısıyla da "inci gibi" olarak vasfedilmişlerdir. Çünkü artık üzerlerinde ateş ve yanık izi kalmayacaktır. En doğru olanı Allah bilir.
"Bunlar Allah'ın âzadlılarıdırlar". Yani bir kimsenin şefaati ile olmaksızın, Allah Teala'nın kendi fazlı ve ihsanı ile çıkarılan bu kimselere Cennettekiler "Bunlar Allah'ın âzadlılarıdır" derler.
"İşledikleri bir amel, önden gönderdikleri bir hayır olmaksızın Allah onları Cennet’e koymuştur". Yani Allah Teala, onları sadece imanları dolayısıyla, iman dışında hiçbir güzel amelleri bulunmamasına rağmen Cennet’e koymuştur.
"Şu gördüklerinizin hepsi sizindir". Yani gördüklerinizin mülkiyeti ve ondan istifade hakkı size aittir. Onlar sadece kendilerine ayrılan nimetleri göreceklerdir.
"Ey Rabb'imiz âlemlerden kimseye vermediklerini bize verdin". Yani Cehennemliklere vermediğini bize verdin. Ama kendilerinden önce Cennete girmiş olan Cennetlikler, elbette onlardan daha çok nimete sahip olurlar. Onlar bu sözü zan üzere de söylemiş olurlar. Çünkü o anda kendilerine verilen şey gözlerine çok büyük görünür.
"Size benim katımda bundan daha üstünü vardır" sözünü duyunca, kendilerine verilenin üstünde, hissedilir bir nimet nasıl olur diye hayret ederler. Allah Teala da, kendilerinden razı olduğunu ve bir daha ebediyen onlara gadab etmeyeceğini bildirir. Elbette ki Allah Teala'nın rızası nimetlerin en büyüğüdür. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de: " Allah'ın rızası her şeyden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur” [Tevbe suresi, 72] diye buyruluyor. [Nevevî'nin Sahih-i Müslim Şerhi]
İmam Müslim, Kastalanî'nin Hamişine (rahımehumallah) göre c. 2, s. l28'de, "Şefaatin İsbatı ve Tevhid Ehlinin Cehennem’den Çıkarılması" başlıklı bâbda şöyle demektedir:
Harun ibnu Saîd el-Eyll, Abdullah ibnu Vehb'den, o Malik ibnu Enes'den, o Amr ibnu Yahya ibni İmare'den, o babasından o da Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.anhum) Rasûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Teala Cennet ehlini Cennet’e koyar, dilediğini de kendi rahmeti ile koyar. Cehennem ehlini de Cehennem’e sokar. Sonra: ‘Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığında iman bulduğunuzu (Cehennem’den) çıkarın’ diye buyurur. Bunlar kömürleşmiş, kavrulmuş bir vaziyette çıkarılırlar. Hayat ırmağına atılırlar. Selin kenarındaki tanenin bitmesi gibi orada biterler (hayat bulurlar). Onu görmediniz mi nasıl sarı, kıvrak bir şekilde çıkar". [Müslim, Sahih, İman, 304]
cehennem, Melekler, günahkâr, kalb, tasdik, Cennet, sel, Müslüman, rıza, ahiret, hayır, iddia,üstün, peygamberler, hâl, şefâat, ağac, isbat, Hayat nehri, Hâşâ, yanık izi olmayacağı, zerre,kat kat dinar, âzadlı, sahra, inci,
.
www.ilkadimdergisi.net/.../gunah-ve-gunahkara-kars-tavrmz-ne-olmal-9...
Ehl-i Sünnete göre kişi hem günâhkâr hem de mü'min olabilir, fakat aynı anda hem kâfir hem mü'min olamaz. Bu dur
.
Günah ve Günahkara Karşı Tavrımız Ne Olmalı?
Sesli Dinle
A. Baki ÖNCEL
Mürtekib-i Kebire
Kur'an'da yapılmaması ve cezasının olduğu kesin bir şekilde emredilmiş, işleyen kişinin hem dünya hem de ahirette cezalandırılacağı günahlara Büyük günah (veya mürtekib-i kebîre) denilmiştir. Büyük günahları belirten birçok hadis bulunmaktadır. Nass ile belirtilmiş büyük günahlar, şirk koşmak, haksız yere adam öldürmek, zina yapmak, sihirbazlık/sihir yapmak... vs. Bu fiillerin içinde en sık zikredileni şirk koşmak, İslam akidesinin temeli olan Allah'ın birliği kaidesine inanmamak, bunu reddetmektir. Allah'a şirk koşan İslam'a göre kâfirdir. Bununla birlikte diğer büyük günahları işleyenlerin kâfir mi, Müslüman mı oldukları, yoksa başka bir durumda mı oldukları tartışılmıştır. Bizim için bu konuda Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleri önemlidir.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Hasan el Basri’ye göre büyük günah işleyenler amelde münafıktır. Hasan el Basri’nin bu görüşüne El Cürcani de katılmış ve bu görüşlerine nasdan destek olarak da münafığın özelliklerinden bahseden çeşitli hadisleri temel almıştır (El-Cürcânî, Şerhu'l Mevâkıf, 3. cilt, s.257). Cürcani buna göre münafığın özelliklerini büyük günah kavramı ile denk tutmuştur.
Hasan el-Basrî'nin bu görüşü çoğunluk tarafından kabul görmemiş ve “münafık küfürünü gizleyendir, oysa büyük günah işleyen kişinin küfür sahibi olması şart değil” şeklinde tenkit edilmiştir. Ayrıca Hasan el-Basrî'nin daha sonraları bu görüşünden vazgeçtiğine dair rivayetler de mevcuttur. (Es-Sâbûnî, el-Bidâye, s. 80; Alî el-Kârî, Şerhu'l Fıkhi'l Ekber, s.69.)
İkinci görüş işe Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, muhaddislerin ve selefin görüşüdür ve bu görüşe göre büyük günah işleyenin günahkâr mü’min olduğu görüşüdür. Tabii bunun için de ölçü, büyük günah işleyenin “günahı küfür cinsinden olmadığı sürece” günahkâr bir mü’min olduğu yönündedir.
Küfr ve Fısk
Küfr ve Fısk kavramları da bu konuda önemli kavramlardır. Ehl-i Sünnet, fıskı iman ve küfür arasında üçüncü bir merhale olarak görmez. Ehl-i Sünnet, büyük günah işleyen mü’mini fasık olarak tanımlar. Fasıklık üçüncü bir merhale olsaydı kişide ne iman ne de küfür bulunurdu. Ehl-i Sünnetin bu görüşüne göre fasık, kâfir ve münafıkla denk değildir. Çünkü kâfir, mü’minin zıddı olduğu gibi, küfür de imanın zıddıdır; büyük günahın değil. Ehl-i Sünnete göre kişi hem günâhkâr hem de mü’min olabilir, fakat aynı anda hem kâfir hem mü’min olamaz. Bu duruma göre günahkâr mü’min olur. Onun için dünyada mü’min olarak davranılır. Cenaze namazı kılınır, Müslüman mezarlığına defnedilir. (El-Cüveynî, el-İrşâd, s. 397.) Ahirette de bir mü’min'dir; günahının cezasını çeker veya Allah dilerse bu günahı affeder, ama sonunda iman etmiş olduğu için cennete girer. (El-Cüveynî, el-İrşâd, s. 392; İbn Teymiyye, Mecmûu'l Fetâvâ, 8. cilt, s.271; eş-Şehristânî, el-Milel, 1. cilt, s.101. )
Ehl-i Sünnet'in büyük günah işleyenin durumu hakkındaki görüşünü desteklerken Ebû Zerr el-Gifârî'nin rivayet ettiği hadis delil olarak gösterilir. Bu hadise göre İslam peygamberi şöyle demiştir:
" ‘Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed onun elçisidir,’ diyen ve bu sözü üzerine ölen hiçbir kimse yoktur ki, en sonunda cennete girmemiş olsun." Buna karşılık Ebû Zerr: "Zina edip içki içse, hırsızlık etmiş de olsa da mı?" diye sorar. Peygamberimiz de: "Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş de olsa." diye cevaplar. Ebu Zerr bu sorusunu üç kez daha tekrarlar, her seferinde aynı cevabı alır. Dördüncüsünde peygamber şöyle cevap verir: "Ebu Zerr bu durumdan hoşlanmasa bile o kişi cennete girer.” (Buhârî, et-Tevhîd, 33; Müslim, İmân, 40; Tirmizî, İmân, 18.)
Günahlardan kurtuluş için tövbe kapısı her zaman açıktır.
Bu hadis Rasulullah (a.s) Efendimizin âlemlere rahmet olmasının çok güzel örneklerindendir.
Olumsuz davranışlarımız insanlığımızdan kaynaklanan yanlışlarımızdır. Yüce dinimiz günah işlemeye sevk etmez. Günahı asla meşru kabul etmez. Eğer rahmet günahı ve günahkârı kapsamışsa, günahkârı eğitmek ve yeniden kazanma amacını güder. Amel imandan bir parça olmadığı için günahkâr mü’min olunur kâfir olunmaz. Olumsuzluklarımız dinin kurucusu tarafından din dışına itilmemize engelse, günahından dolayı hiç kimse kimseyi dışlamamalıdır. Düşman olmamalıdır. Eğer düşmanlık gerekiyorsa günahın kendisine düşman olunmalıdır. Günahkâra düşmanlık, sanki onu günaha tekrar itmek gibidir. O insanın kaybedilmesine sebep olunur. Oysa insanın ezeli düşmanı lâinin elinden insanlığı kurtarmak her insanın görevi değil midir? Günahkâr günahıyla baş başa bırakılırsa, şeytan daha çok ona yaklaşarak ümitsizlik psikolojisine, bir de boş vermişliği fısıldayarak hem dinden, hem de sosyal hayattan uzaklaşmasına sebep olacaktır.
Her günah, yaratıcı ile yaratılanın arasındaki ahengin bozulmasına sebep olduğu için günahkârda iç huzurun da kaybolmasına sebep olacaktır. Din ise insana iç huzuru sağlayan bir yapı iken elbette müntesiplerinin iç huzurunu bozulmasını asla kabul etmez.
Ondan dolayı da günahı terk etmeyi emreder ama günahkârı dışlamaz. Mü’min mü’mini yalnız bırakıp haramilere teslim etmez. İnsana uhuvvet hukukunu telkin eden İslam ferde de salihlerle beraber olmasını emreder. İnsan etkileyen ve etkilenen bir varlık olduğu için olumsuz ortamları, olumlu merkezlere yönlendirerek hem ferdin, hem de toplumun ruh sağlığını hedef alır. Onun içindir ki, günahkârların kalbini serinletecek Kur’ani tavsiyeler ve emirlerle Allah’ın rahmetinden asla ümid kesmemek gerektiği ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin sapıklık olduğu haber verilirken, ümitsizliğin ileri boyutlarda küfürle sonuçlanacağı bildirilir. Ondan ümit kesmek rahmet sıfatını inkâr etmek anlamına geldiğinden küfre kadar uzanır.
Rasulullah (S.A.V. ) Efendimiz; eğer işlenen günah toplumsal bir alana yayılmış ise bir kanun ve devlet adamı olarak gerekli tedbiri almış, günah boyutunda kalmayıp suç alanına giren durumlarda ise cezalandırmıştır. Peygamberimizin misyonunun toplumsal düzeni hak ve hukuk kuralları üzerine kurma olduğunu unutmamak lazımdır. Bazen öyle olur ki, ceza vermek hem kamu vicdanını tatmin eder, hem de ileride olması muhtemel yanlış davranışları önleme amacı taşır. Onun için suçlu ile günahkâr kavramlarını ayırmak ve suçluya cezasını verdikten sonra geri kalan günah konusunda Peygamberimizin tavrına bakmak lazımdır. Örneğin hırsıza, zina ettiği alenîleşen zani kişiye v.b. gibi durumlara ceza tertibi başka, günahkâr olarak onun hakkında alınan tedbir başka olmuştur. İşte bu metot rasulullah (a.s )’ın tebliğde başarılı olmasındaki en önemli sırlardan biridir. Mesela kötülüğe meyyal birisinin ve bu kötülüğü irtikâp eden şahsın engellenmesi, cezalandırılması zaman zaman kaçınılmaz olur. Onu ikinci bir kötülüğe düşmesine engel olduğu gibi, irtikâp ettiği fiilin kefareti olduğu için günahkârın omzundan günah yükünü kaldırmaktadır. Bir de şu yönden bakmak lazım; işlenen suç işleyene zarar vermekle kalmayıp, topluma sirayet ederek toplumu da bozar.
Müslüman, toplumu arıtan ve arındırandır. Suyun hem temiz hem de temizleyici olduğu gibi. Zaten İslam’daki emr-i bil maruf nehy-i anil münker, bireysel suçlar ve ibadetlerle ilgili tembellik yapanlara arınma telkini vermek ve müslümanın müslümandaki haklarından değil midir?
Peygamberimizin yaşadığı toplumda ibadet ihlallerine pek rastlanmazken, ibadet ihmallerinde de Efendimizin af yolunu seçtiği, müsamaha ile karşıladığı malumken, günümüzde hiç kimsenin kimseyi ibadet ihmalinde suçlayarak iyice onu dinden imandan etmeye hakkı yoktur sanırım. Bu konuda Hz. Musa’ya emredilen KAVLİ LEYYİN’le firavuna gidip hatırlatması emrini unutmamamız lazım.
Bazen Efendimizin ibadet ihlâlleri karşısında tutumunun, o insanların affedilmesi için çeşitli alternatifler sunarak işi mükâfata dönüştürüşünü tefekkür edelim... Keffaret uygulamasının anlamı o işi mükâfata dönüştürmektir unutmayalım.
Keffaret gerektiren bir suç işleyen bir Sahâbi'ye Peygamberimizin tutumu şöyle olmuştur:
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce'nin verdikleri bir rivayete göre: "Bir başkasında rastlanmayacak derecede kadına zaafı olan bir sahâbî, "Ramazan ayında (oruçlu iken) hanımıma temas ediveririm" diye korkusundan Ramazan süresince devam edecek bir yeminde bulunur. Daha sonra ise yemini bozar. Sabah olunca Rasûlullah'a gelerek durumunu sorar. Hz. Peygamber kendisine bir köle azat etmesini söyler. Kölesinin olmadığını söyleyince, iki ay peş peşe oruç tutmasını söyler. Dayanamayacağını belirtince, altmış fakire bir vask hurmayı taksim etmesini emreder. Onun da bulunmadığını ve geceyi aç geçirdiklerini belirtince, Hz. Peygamber, Şüreyk oğullarının sadaka mallarına bakan memura gitmesini ve o miktar hurmayı almasını, sonra altmış fakire yedirmesini ve geri kalanını da ailesi ile birlikte yemesini söyler. Hatta rivayetlerin bir kısmına göre hurmanın tümünü kendisinin ve ailesinin yemesini söylemiştir. İşte peygamber tavrı; kazanılmış insanları bazı hatalarından dolayı dışlayıp onu şeytana ve kötü çevreye itmek değil sonuna kadar mücadele edip, düşmana teslim etmemek için çaba sarf etmektir.
.
www.sevde.de/Fikhi/F/fasik1.htm
Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı ... çirkin olduğunu inkâr ederek
.FÂSIK (GÜNAHKAR)
Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse.
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır.
Lügatta, çıkmak manasına gelir. Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir. Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır. Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır.
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50. âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır. Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a. Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek.
b. Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak.
c. Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, a.g.e., I, 282).
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır. Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir. Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara. 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir. Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir.
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik. Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur. Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81).
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır. Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir. Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır. Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir. Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır. Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır. Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur. Yine böyle küfür de isnad edemez. Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137). Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır. Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur.
.XXXXXXXXXXX
FECİR.NET
|
Bugün 37 ziyaretçi (129 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
Bugün 315 ziyaretçi (390 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|