Büyük Gazete'ye gönderdiğiniz ZARURİ AÇIKLAMA isimli yazınızda kendinizin mezhebsiz, vehhâbi, müctehid, müctehidlere karşı saygısız, reformcu, İbn-i Teymiyyeci, Ef-ganici ve Abduhcu olmadığınızı, tavizli fetvalar vermediğinizi, Diyanetçe neşredilen Mezhebsiz Reşit Rıza'nın kitabında ehl-i sünnetin icma ve ittifakına aykırı bir şey bulunmadığını belirtiyorsunuz.
«Biz itikaden Mâtûridî, amelen Hanefiyiz, Müslümanların bir mezhebe bağlı kalmalarını CAİZ görürüz.» diyorsunuz..
Halbuki CAİZ demek, olması da olmaması da Şeriata uygundur demektir. Müslümanların dört mezhebden birine bağlı kalmaları şarttır demeyip de caiz demekle bir mezhebe bağlanmamaya cevaz vermiş oluyorsunuz ki bu da mezhepsizlik olur. Tefsir-i Mazherî'de «Dört mezhebden ayrılmak Şeriattan ayrılmak olur.» buyurulmaktadır.
Bir mukallid, bir ihtiyaca mebni mezheb değiştirirse, dört hak mezhebden başkasına giremez.
Mukallid veya müctehidin bir mezhebe bağlı kalmasına şart dememek mezhebsizlik olur ki mezhebsiz mukallid veya mezhebsiz müctehid olmaz.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın tamamının müctehid olduğunu, her birinin mezheblerinin de kendi mezhebleri olduğunu bildirmektedir.
«Mezhepsiz değilim.» diyorsunuz. Oku Dergisinin 152. sayısında BİR AÇIKLAMA başlığı altında Mezhepsiz Mevdûdi'nin «Benim mezhebim yoktur.» sözünü açıklarken «BENİM MEZHEBİM YOKTUR dediği doğru ise, bunu kitablarında yazıp uyguladığı esaslar dahilînde anlamak gerekir ki mânâsı: Muayyen bir mezhebe bağlı kalmadan islâmî problemi açıklamak, çözmek ve karara varmaktır. Bu yol ise gerçek âlimlerin takip edecekleri TEK YOL'dur» diyorsunuz.
Görüldüğü gibi «Mezhebim yok» demenin «gerçek âlimlerin takip edeceği tek yol» olduğunu bizzat siz söylüyorsunuz" Şu halde size mezhebi yok diyen Oku Dergisi’ndeki Karaman değil midir?
Mezhebli bir mükellefin, mezhebindeki bir hükmü beğenmediği veya delilini kâfi görmediği için o hükme tâbi olmazsa mülhid olacağını senet bir âlimden dinliyelim :
Evet müceddid-i Elfi sâni Imâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fa-rûkî Serhendî hazretleri, MEBDE VE MEAD Risalesinin otuzuncu fıkrasında buyuruyorlar ki: «Namazda kıraat farzdır. Hadîs-i Şerîfte de FATİHASIZ NAMAZ OLMAZ buyurulduğu halde hakiki kıraati bırakıp kıraat-ı hükmiye karar verilişinin sebebini anlayamadım. Mezhebimiz Hanefide İmâm arkasında kıraata dair açık bir delil bulunmamasına rağmen mezhebe uyarak imâm arkasında Fatiha okumazdım. Zira biliyordum ki MEZHEBDEN ÇIKMAK İLHADDIR.»
Risalenin devamında mezhebe uymanın bereketiyle Hak teâlânın lütfü ile kendilerine bunun hikmetinin gösterildiğini bildiriyor ve bariz misâllerle bunu açıklıyor.
Demek oluyor ki, İmâm-ı Rabbânî gibi müceddid ve müctehid bir veliyy-i kâmil, delilini bilsin veya bilmesin istisnasız mezhebinin bütün hükümlerine tâbi oluyor, bir hükme bile tâbi olmamayı mezhebden çıkmak ve ilhad kabul ediyor.
Oku dergisinin aynı sayısında genç ilim yolcularına verdiğiniz tavsiyenin birinde «Kitâb ve sünneti kişilerin değerlendirmeleri ve ölçülerine değil, kişilerin sözlerini kitâb ve sünnet ölçülerine vurun, tam ayarını kalpından bu ölçü ile ayırın.» diyorsunuz.
Siz gerçekten Hanefî iseniz ve kişilerden maksadınız, Ehl-i sünnet âlimleri değilse, niçin bu kişilerin sözlerini, ehl-i sünnet âlimlerinin mezhebinizin ölçülerine vurun, demiyorsunuz?
Kişilerden maksadınız, İmâm-ı A'zam ve İmâm-ı Ebû Yusuf gibi Ehl-i sünnet âlimleri ise bunların sözlerini -İçtihadlarını- kitâb ve sünnet ölçülerine hangi genç vuracak? Müctehid gençler var diyelim, peki bu müctehid gençler, İmâm-ı A'zam'ın içtihâdının kalp olduğunu hangi ölçüyle anlayacak? Müctehid ayrı ictihadda bulunur ve diğer müctehidinkine kalp diyemez. Bu tavsiyeniz gençleri içtihâda dolayısıyla mezhebsizliğe teşvik değil midir?
İbni Abidin Abdest bahsinde «Müctehidlerin bildirdiklerinin delillerini mukallidin araması lâzım değildir.» diyor. İlim öğrenmek için delillerine baksın, ama kalpını, ayarını bulmak için değil tabii... Çünkü İmâm-ı Rabbânî müctehid olduğu halde sünnette de delilini gördüğü halde. Yani Fatihasız namazın olmayacağı hükmünü bildiği halde Hanefî mezhebinde olan bir kimsenin imâm arkasında Fâtiha okumaması gerektiğini, Hanefi olduğu halde okuyanın mülhid olacağını bildirirken siz nasıl oluyor da gençleri Kitâb ve Sünnete davet ediyorsunuz? Niçin mezheb hükümlerini iyi öğrenmeye davet etmiyorsunuz?
Siz hem Hanefisiniz, hem de İmâm-ı A'zam'a tâbi olmayı kitâb ve sünnete tâbi olmaktan ayrı bir şey mi zannediyorsunuz? Evet derseniz mezhebsiz olursunuz. Hayır derseniz, o halde niçin gençleri İmâm-ı A'zam'a veya tâbi oldukları mezhebe ittibâ etmelerini tavsiye etmiyorsunuz?
Yine aynı Dergideki tavsiyelerinizin birinde «Bîr fikrî söyleyenin, şöhret, diploma ve mevkiine göre değil, dayanak ve deliline bakarak değerlendirin, kabul veya red edin» diyorsunuz.
«Bir fikrî söyleyen»den maksadınız, mezheb imâmları ve mezhebdeki müctehidler değil midir? Evet derseniz, mezhebindeki hükümlere şüphe ile bakıp kitâb ve sünnetten «delil aramaya müctehid olmayan gençleri nasıl teşvik edersiniz?
Hayır derseniz, neden «Bir fikrî söyleyenin sözünü mezheb hükümlerine vurmak suretiyle kabul veya reddedin.» demiyorsunuz?
Beşer yapısı bir Anayasa, birçokları tarafından farklı tefsir ve tevillere tâbi tutulurken, Kelâm-ı Kadîm herkesin anlayacağı şekilde mi indirilmiştir? Öyle olsaydı Kitâb ve Sünnetten 73 tane mezheb çıkmazdı. Kitâb ve Sünnete ehli davet edilir, herkesi davet etmek, herkesin kafasına göre bir din meydana gelmesine sebep olmak ve dinîmizi parçalamak değil midir? Toplu olan dinîmiz «Islâmın bir noktaya cem'i» perdesi arkasında bin parçaya bölmek mi istiyor? Herkes Kitâb ve Sünnete elini uzatırsa uzatılan el kadar din meydana çıkar.
Aynı Dergideki tavsiyelerinizden biri de «İctihad ihtilâflarının tefrikaya meydan vermeyecek şekilde tevhidi niçin sapıklık olsun?» «Bu ihtilâfların parçalanma ve çar-pışmaya vesile olmaması için çalışmak ehl-i sünnet içtihadını bütünleştirmek zemme değil, takdire vesile olmalı, degil midir?» diyorsunuz.
Fesübhanallah, siz ne biçim Hanefisiniz? Hanefi mezhebini noksan ve bütünleşmeye nasıl gerekli görürsünüz? Dört mezhebin her biri tamdır, noksan değildir, tevhîde ihtiyacı yoktur? Mezhebini noksan ve bütünleşmeye muhtaç bilmek mezhebsizlik olmaz mı?
İhtilaflı zannettiğiniz ictihadların doğrusunu kim bulacak? Müctehid olsa bile müctehid de doğrusunu bilemez. Çünkü ictihad ictihadla nakzolunamaz.
«Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılığı rahmettir.» meâlindeki hadîs-i şerîf, mezhebler arasında ihtilâfın bulunmasından şikâyet değil, rahmet olduğundan haber veriyor. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem'in haberini tekzib veya beğenmemeye dinîmizde ne ile hükmolunacağı malûm-i hâs-ü âmdır. Biliyorsunuz ki, kişi söylediği sözün esîri, söyleyeceği sözün ise hâkimidir.
Hak teâlânın hak üzere yandırdığı mezheb kandillerini söndürmek isteyenlerin, bu işlerinden hâsılatları bıyık ve sakallarının tutuşmasıdır. İnsanlara şirin görünmek, etrafının kalabalık olmasını istemek, dinden taviz vermek, dinîn sahibi kendisi imiş gibi, uygulamayı zaman ve mekâna göre düşünmek, ayarlamak ve tasarruf etmekle değil, mezhebinde bilgili ve muttakî olmak, Allah adamlarım sevmek, onlara uymakla olur. Din adamlarının üstünü ve büyüğü, üstün ve büyük din adamlarının, âlimlerin velilerin ilimlerini, sözlerini nakledendir. Şeref ve mecd bunlaradır. Bütün hüner, bir ileri köye, bir yan nahiyeye ulaşacak şebekede nakledici tel olmak... Yani yeni fizik ağzı ile üretken değil iletken olmalıdır. Eğer temiz bir kalb, lekesiz bir muhabbet ile, gönlünü, o büyüklerin kalblerine de bağlarsa «Kalbden kalbe yol vardır.» hadîs-i şerîfi gereğince, o yüksek kalblerden istifade eder. Bileşik kaplar usûlü güzel bir örnektir. Ancak burada yüksekte olanda azalma olmaz.
Ehl-i sünnet itikadını bütünleştirmekten kastınız 72 sapık fırka değil dört hak mezheb olsa gerektir. Dört mezhep size göre bütünleşince, yani bozulup yok olunca hak olan dört mezheb nereye gidecektir? Hadîs-i şerîfle bildirilen rahmetten şikâyet eden ve onu kaldırmayı dinîn tamamlanması, zamana uydurulması sananlar ancak reformcular, sapıklar, kasıtlılar, gizli maksatlılardır. .İslâm'ın temiz bünyesi, bu zararlı dış mikropları içinde yaşatmamıştır. Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî buyurur ki : «Yâ rabbî dostlarını yani müctehid din imâmlarını ve evliyânı öyle yapmışsın ki, kimi helâk etmek istersen, onlara saldırtırsın.»
Hem Ehl-i sünnet içtihâdının bütünleşmesinden, yani mezheblerin birleşmesinden bahsediyorsunuz hem de «Mezheblerin kaldırılma düşüncesini cinnet telâkki ederiz.» diyorsunuz. Böyle tenakuzlu konuşmaktan maksadınız nedir? Bir taraftan da, mezhebler arasında kavgalar olmuştur, Ehl-i sünnet içtihâdını birleştirelim, bizi zem değil, takdir edin, gibi ifadeler neyin nesidir? Bir zamanlar mezheblere kancayı, İbn-i Teymiyye ve talebeleri takmıştı, şimdi ise siz... İbn-i Teymiyye ve sapık talebeleri zamanlarında ŞERİAT Mahkemelerince hapsedilmişlerdi. Bildiğiniz gibi şimdi böyle bir mahkeme mevcut değil!.. Mevcut olsaydı Kardâvî ve Mevdûdî gibi mezhebsizler, mezheblere saldırdıkları halde ellerini kollarını sallaya sallaya gezmeleri mümkün olur muydu? Mezhebsizlerin sık sık cumhuriyete hamdetmelerinin sebebi bu olsa gerektir.
Hanefi Müslüman mezhebinin hükümleriyle amel eder, zaruret anlarında diğer üç hak mezhebden birini taklîd eder. Mezhebleri bütünleştirmeye ve birleştirmeye kalkmaz. Bu her mezhebde bِöyledir.
Yine tavsiyelerinizin birinde «Selef ictihadlarına hiç bir zaman kesin nazarıyla bakmamışlardı, içtihâda dayanan hükümleri için, harâm, helâl ve farz gibi kesin tabirler kullanmaktan çekinmişlerdir. Bunları unutmayın.» diyorsunuz.
Hanefilere, gusülde ağzın içini yıkamak farzdır diye kesin hüküm koymamışlar mıdır?
Besmelesiz kesilen hayvan, Hanefilere göre harâm, Şafiîlere göre ise helâl değil midir?
Meni Hanefilere göre galiz necaset, Şafiîlere göre ise temiz değil midir? Bunlar gibi sayısız mesele zikredilebilir. Müctehidler bu harâm ve helâli, farz ve vacibi kendi kafalarına göre mi söylemişlerdir, yoksa Kitâb ve Sünnetten mi çıkarmışlardır?
Ne demek istiyorsunuz? Helâl, harâm ve farz gibi kesin hüküm veren mezheb imâmlarına rastlarsanız inanmayın veya delillerine bakmadıkça kabul etmeyin mi demek istiyorsunuz? Biraz açık yazın. Tâlimatınıza göre delil aramaya kalkar imâm arkasında Fatiha okumanın farz olduğunu sünnetten çıkarırsak ne yapalım? Hanefiyi terk mi edelim? Yoksa imâm arkasında Fatiha okuyup yine Hanefi mi kalalım? Böyle şey olmaz.
Mahut Diyanet tarafından neşredilen «İslâm Hukukunda İ Ç T İ H A D» isimli yapıtınızda (s. 161) İbn-i Teymiyye'nin talebelerinden İbnul Kayyim'in «Dinîni hiç bir müctehide ısmarlama, Hazret-i Peygamberden ve eshâbından geleni al, sonra tâbiîn gelir ki kişi bunlardan muhayyerdir.» ifadesini naklettiğiniz halde «Bu mezhebsizin saçmasına bakmayın» gibi bir ifadede bulunmadığınıza göre siz nasıl oluyor da dinînizi İmâm-ı A'zama ısmarlıyorsunuz?
Kendinîze mi ait yoksa bir mezhebsize mi ait şöyle bir ifadede bulunuyorsunuz : «Mukallid, birçok müctehidlerden birini taklîd ettiğinde, hükümlerindeki hatâ veya isabeti bilemez. Hatâsından af ve ecir, isabetinden de ecir alamaz. FAKAT İCTİHAD EDERSE HER İKİ DURUMDA DA ECİR ALIR.» (İ. H. İCTİHAD s. 215)
Bu ifade size ait olamaz, çünkü siz mezhebsiz olmadığınızı söylediğinize göre, hangi mezhebsizden nakil yaptığınızı bildirmenizi istiyoruz. Bu ifade ile herkes içtihâda davet edilmektedir. Bu ve bunun gibi selefî meşrepli mezhebsizlerden nakil yapmasaydınız dînimiz noksan mı olurdu? Hüccet âlimler kâfi gelmiyor muydu da kendi ifadenize göre hatâları bulunan mezhebsizlerden nakiller yapıyorsunuz? Bununla dine hizmet ettiğinizi Kıyamet gününde nasıl söyleyebileceksiniz? Adı geçen yapıtınızda mezhebsizlerin ifadelerini ve Ehl-i sünnete aykırı olan görüşleri bariz şekilde siyah harflerle yazmaktan kastınız nedir? Ehl-i sünnet âlimlerinin mübarek ifadelerini meselâ Yusûf-i Nebhani hazretlerinin «İctihad iddia edenin ya aklı noksandır veya dinî...», diğer ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği «Telfık, Müslümanların icmaı ile bâtıldır.» hükümlerini niçin mezhebsizlerinki gibi, bariz yazmadınız? Mezhebsizlerinkini tasvib anlamı çıkmaz mı?
Umumiyetle yapıtlarınızda «Karşı gruptakiler» «muhalif görüşlüler» gibi tabirler kullanıyorsunuz. Dinîmizde muhalif görüşte olan hiç kimse yoktur. Bütün İslâm âlimleri birbirlerini tasdik ede ede gelmişlerdir. Hiç biri diğerine muhalif olmamıştır. İslâm âlimlerinin farklı ictihadiârı vardır. Bu da dinîmizin emri olduğu için muhalif görüş denemez.
Müctehid İmâmların diğer müctehidler için söylediği «Beni taklîd etmeyin» ifadesini, hiç bir tefrik yapmadan ve siyah harflerle yazmanız, mukallidlerin delillerini Kitâb ve Sünnetten almalarını tavsiye değil midir?
Siyah harflerle Dört Mezhebin İmâmlarının şöyle bir şey söylediklerini iddia ediyorsunuz : «Müctehid derecesine varmış olsun olmasın, her mükellefin, dinîn iki kaynağı (dikkat edin dört değil iki) Kitâb ve sünnet ile devamlı temaslarını sağlamak, bunların yerine fukahanın sözlerini ikame etme tehlikesini önlemek için insanları ictihad ve ittiba'a teşvik taklîdi men etmişlerdir.» (İ. H. İCTİHAD s. 164.)
Müctehid olmayan mükellefin fukahanın Kitâb ve Sünnetten çıkardığı hükümlerle amel etmesi bir tehlike midir, yoksa mezhebli olmak mıdır? Fukahanın Kitâb ve Sünnetten çıkardığı hükümleri tehlike saymak mezhebsizlik değil midir?
Hangi konularda içtihâda ihtiyaç olduğunu zikretmeden, hem de mezhebde ictihad değil de dört mezhebin dışında mutlak bir ictihaddan bahsederek şöyle diyorsunuz : «Bu ihtisas devri olan zamanımızda, her biri gerekli olan İslâmi ilimlerle, hukuk, iktisâd, sosyoloji, psikoloji... gibi yardımcı ilimlerin bir veya birkaçında mütehassıs zevatın teşkil edebileceği İCTİHAD ŞURASI'nda, mutlak ictihad şartlarının rahatça tahakkuk edebileceği kanaatindeyiz.» (İ. H. İCTİHAD s, 234)
Batı hayranları dâima dinî, ilimden, ahlâktan, insanlıktan, edebiyattan, kültürden ayrı telâkki etmişler, «Bu, iş, İslâma da, insanlığa da aykırıdır» demişlerdir. Dergilerine de «Dinî, ilmî, ahlâkî, edebî, harsî» gibi tabirler kullanmışlardır.
Dinîmiz noksan değildir. Dinde hukuk, iktisat., sosyoloji ve psikoloji de vardır. Olmasa hâşâ dinîmiz noksan olur. Siz de İslâm'ı bu ilimlerden ayrı göstermişsiniz. Muteber kitablarda ictihad için lüzumlu ilimler, âlet ilimleri ile birlikte zikredilmiştir. Yeni bir şey ilâve etmeye ve çıkarmaya ihtiyaç yoktur.
İctihad için Müslüman olma ve ilâhi mevhibe gibi şartlardan niçin bahsetmiyorsunuz? O bilgileri bir kâfir veya bir mezhebsiz de öğrenemez mi? «İfademizin içerisinde bunlar da mevcuttur» diyemezsiniz. Çünkü M. İ. Hukuk'u isimli yapıtınızda «Dinî nas» tabirini kullanıyorsunuz. Bir din kitabında dinî nas tabiri kullanılmaz. Dinî olmayan nas var mıdır? Hamidullahın dine dıştan baktığı gibi, namaza dinî namaz, Peygamberimize, İslâm Peygamberi, NAS'a f dinî nas denmez. Diyelim ki kullandınız, peki nas'ın başına dinî koymayı ihmal etmiyorsunuz da içtihâdın şartlarını sayarken Müslüman ve ilâhi mevhibe sahibi muttaki bir şahıs olmayı niçin zikretmiyorsunuz?
«Elimizdeki deliller, onlara kâfir veya ehl-i bidat demeye kâfi değildir.» diyor ve benim vehhabî olduğuma dair tek delili olan ortaya çıksın gibi bir iddiada bulunuyorsunuz.
Hak mezheb dört tane değil midir? Vehhablliğîn sünnî bir mezheb olduğunu hangi Ehl-i sünnet âlimi söylemiştir. Vehhâbiliğin ciltleri dolduran sapıklıklarını burada saymaya imkân yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri sayısız reddiyeler yazmışlardır. Kitâb-üt-Tevhid ve Fethül-Mecid isimli Vehhâbi kitablarını okursanız mezhebsiz olduklarını gözünüzle görürsünüz. Vehhâbilerin küfre düştüklerini Millî Fikir'in 15. sayısında vesikaları ile birlikte neşrettik. Ehl-i sünneti mişrik bilmeleri bile onların kâfir olduklarını gösteren bir delildir.
«Vehhâbi değilim» deyişiniz, bazı siyasîlerin komünizmi kötülemeyip de sıkışınca «Ben komünist değilim.» demelerine benziyor. Siyasiler kendi açılarından mazur sayı-labilirler. Çünkü komünistlerden oy alabilmek için komünizmi tehlike olarak göstermeyebilirler. Fakat siz Vehhâbi olmadığınıza ve Vehhâbilerden herhangi bir menfaat görmediğinize göre, vehhâbiliğin ehl-i bid'attan olduğunun delilini bizden sormayıp kendiniz öğrenmeniz .gerekmez mi?
Kitabüssünne isimli vehhabî kitabının 35. sayfasında, Peygamberimizin Allah'ı dört meleğin taşıdığı altın bir kürsü üzerinde gördüğü bildirilmektedir. 15. sayımızda bildirdiğimiz açık hüccetlere rağmen vehhâbilik sünnî bir mezhebdir diye iddia ederseniz kimliğiniz kolayca meydana çıkar.
«Hiç bir yerde yazılı veya sözlü olarak ben müctehidim demedim.» diyorsunuz.
Çorum'da kursiyerlere yaptığınız konuşmada, Türkiye'de öşürün verilmesi gerektiğini, Ömer Nasuhi Bilmen'in ise verilemez dediğini söylemiştiniz. Bunun üzerine sakallı bir İmâm :
«Sizin ve Ömer Nasuhi Bilmen'in söylediği bir müçtehide mi aittir, yoksa kendi görüşleriniz midir?» sorusuna:
«Verilmez sözü Ömer Nasuhi Bilmen'in içtihâdıdır, verilmesi gerekli sözü de benim ictihadımdır. O harâm işletiyor, ben ise bir farzı işletiyorum, ne haber?» diye cevap vermiştiniz. Bu ifadeniz için istemediğiniz kadar şahit göstermek mümkündür. Bu sözünüzle müctehid olduğunuzu iddia etmiş olmuyor musunuz? Size müctehid diyen varsa, kursiyerlere konuşan Karaman'dır.
Bütün yapıtlarınızın Mevdûdî'nin uyguladığı esaslara benzediği ve müstakil bir müctehid edası ile yazıldığı görülmektedir. Bir mukallid asla Mevdûdî veya sizin gibi kitab yazamaz. Allâme İbni Abidin'in kitapları mukallid sıfatıyle yazılmıştır. Müctehid ile mukallid arasında başka bir sıfat yoktur. İbnulkayyim ile diğer mezhepsizlere göre bir İttibâ terimi mevcut ise de, ehl-i sünnet âlimleri itti-ba'ı taklîd mânâsında kullanmışlardır.
Müctehid bulunmadığı için ictihad kapısının kendiliğinden kapandığını söyleyen EI-Kerhî, EI-Kaffâl, Kâdihan, Abdulkerîm-i Rafii, İbni Ebiddem, Eş-Şihaburremli, İbni Haceril Heytemi, Eş-Şemsür-remli, Menavî, Davud bin Süleyman, Yusûf-i Nebhani gibi âlimleri zikrettikten sonra bunların ictihad hareketine karşı çıkmalarına sebep olarak İ. H. İCTİHAD isimli yapıtınızın 186. sayfasında «Mezheb taassubu, cehâlet, menfaat ve adem-i basiretin en büyük rolü oynadığını söylemek mümkündür.» diyorsunuz. Bu mübarek âlimlere müteassıp, câhil, menfaatperest ve basiretsiz demek bir saygı ifadesi mi oluyor?
Yapıtlarınızda İmâm-ı A'zam'a ekseriya Ebu Hanife diyorsunuz da her nedense İmâm-ı A'zam demeye diliniz varmıyor. Bu hareketiniz İmâm-ı A'zam radiyallahü anh'a fazla saygınızdan mı acaba?
Evet, Peygamberlerden başkasının hatâ işlemesi caizdir. Caiz demek mutlaka hatâ işledi demek değildir. Gerek İmâm-ı A'zam radiyallahü anh ve gerekse diğer üç hak mezhebin imâmlarının bir hatâsını gösterebilir misiniz? Hem mukallid hem de müctehid indinde İmâm-ı A'zam'ın tek içtihâdı hatâsı yoktur. İctihad ictihadla nakzedilemez. Müctehidlerin Allahü teâlâ indinde hatâları olabilirse de mukallid indinde hepsi doğrudur. Mukallid taklîd etmekle ecir kazanır, mezhepsizlerin dediği gibi harâm işlemiş olmaz.
Mezhepsizlik, reformculuğun başka adıdır. Mezhebsizlik varsa reformculuk da var demektir.
«Hiç bir yerde nikâh dinî değildir demedik.» diyorsunuz. Mukayeseli İslâm Hukuku isimli yapıtınızın 236. sayfasında «Esas ve şartlarını dinî nasların ve bunlara müstenid ictihadların tesbit etmiş olması, evliliğin dînî bir akit olmasını îcab ettirmez.» denmektedir.
Evet nikâh dinî değildir, dememişsiniz de kitabınıza yazmışsınız. Demek size tavizli fetva verdi diyen kendi yapıtınız oluyor. Siz değil deseniz de nikâh dînî bir akittir.
«İbni Teymiyye'nin kâfir ve sapık olmadığını, ancak bazı ifratları ve ictihad hatâları olduğunu» söylüyorsunuz.
Eğer İbn-i Teymiyye müctehid ise kimse onun hatâsını bilemez. İctihadla ictihad nakzolunamaz,
İbni Teymiyye'nin cihete kail ve arşın kıdemine kani bulunduğu ve mücessimeden olduğu muteber kitaplarda yazılıdır. Bu ise Ehl-i sünnet dışılıktır.
İbni Teymiyye kâfirlerin de «ebedî cehennemde kalmıyacağını» söylemiştir. Bu ise âyet-i kerîmeyi alenen inkârdır.
Üç talakı bir talak sayarak ehl-i sünnetin icmaına karşı gelmiş ve ehl-i sünnetten çıkmıştır. Muhiddin-i Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine KÂFİR demekten çekinmemiştir. Selefiyeden olduğu için nasları te'vil etmediğinden sapıtmıştır.
Mezhepsiz İbni Teymiyye sizin gibi Hanefi mezhebine mensup bir kimseye nasıl hüccet olur? Hanefide neyi noksan buldunuz da İbni Teymiyye'den imdat istiyorsunuz?
İbni Teymiye'nin bütün bu sapıklıklarını Ehl-i sünnete aykırı bulmuyorsanız niçin İbn-i Teymiyyeci olmayı kabul etmiyorsunuz? Biz ehl-i sünnetin bütün imâmlarını, fukahasını hüccet kabul ederiz. Bize İmâm-ı A'zamcı, İmâm-ı Rabbânici, Ebussuud Efendici, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendici denecek olsa hiç alınmayız. Fakat siz hüccet gösterdiğiniz bir kimse için ondansınız deyince niçin gocunuyorsunuz?
İbni Teymiyye müctehid ise, ehl-i sünnetten ise İBNİ TEYMİYECİ denince gocunmaya hiç mahal yok, Ehl-i sünnetten değilde Selefiyeden ise delil getirmek lüzumsuz hattâ sapıklık olur. Bizim gibi mukallidlere göre hatasız olan İmâm-ı A'zam dururken size göre hatalı olan, bize göre mezhebsiz olan İbni Teymiyyeyi niçin hüccet gibi gösteriyorsunuz? Mezhepsiz İbni Teymiyye'den delil getirmediğiniz hiç bir yapıtınız var mı? Tabii İctihadla ilgili.
«Peygamberlik sanatlardan bir sanattır» diyen çeşitli sapıklıkları bulunan Efgani hakkında «Efgani masonluğu bıraktı» diye âdeta müdafaa edişiniz tuhafımıza gitti. Efganiyi övmek ehl-i sünnet olana yakışmaz. Yoksa, tamam olan dinîmiz, onunla bir başka kemâle mi kavuştu? Bir bardak dolu ise, ilâve edilen, ya dِökülür, ya içindekini dِöker. Dikkat edene bu cümle kâfidir.
İ. H. İCTİHAD isimli yapıtınızda mezhebsiz vehhâbi Abduh'u da müctehidler arasında zikretmişsiniz.
Hocanız Davutoğlu, Din Tahripçileri isimli eserinde çeşitli mucizeleri te'vil ve inkâr eden ve Mısır'da ilk mason locasını kuran Abduh'un «Teselsülün butlanı meselesine muhalif» olduğu isbatlanrnıştır. Artık Abduh'un masonluğu bırakıp bırakmaması mühim değil, bu görüşü küfür olarak yeter ona.
«En mühim fetvaları, Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kesilen hayvanların eti ile, faizin cevazına dair verdiği fetvalardır.» s. 41
«M. Abduh tarafından ileri sürülen yeni fikirler mutaassıp ve eskilik taraftarı çevrelerde kuvvetli muhalefetle karşılaşmıştır.» s. 41
«M. Abduh, Kur'ânı yaratılmış kabul ediyor ve sünnîliğin bunun aksini iddia eden sert görüşünü yumuşatmak tecrübesinde bulunuyordu.» s. 42
«Hakkında edilen iftiralara gelince bu gibi büyükler hakkında cahiller tarafından iftiralar reva görülmekte olduğundan bunun hakkında da yürütülmesine taaccüp edilmez.» s. 43
Faize helâl ve Kur'ân-ı kerîm'e mahlûk diyen bir mezhebsize nasıl olur da müctehid diyebilirsiniz? Zırva te'vil götürmez, ölüm sizi uyandırmadan uyansanız nasıl olur?
«Kur'ân mahluk değildir» demek mahut tefsir kitabında yazıldığı gibi «İddia ve görüş» değil, ehl-i sünnet itikadıdır. Her nedense mezhebsiz Abduh'u büyük sananlar, ehl-i sünnet itikadına görüş, iddia, tez, nazariye gibi ifadeler kullanıyorlar, sebebi ne ki? Ehl-i sünnetten şüpheleri mi var acaba?
Bu kitabda taklîdin bâtıl olduğunu söyleyen mezhebsiz Reşit Rıza, mukallidin ağzından s. 169'da «Adam Muhammedî olmayı bırakıyor da Hanefi veya Şafiî oluyor.» diyor. Hanefi veya Şafiî olmayı Muhammedî olmaktan başka bir şey zannediyor mezhebsiz. Muhammedi olmayan kâfirdir. Bütün Hanefiler, dolayısıyle siz de Reşit Rıza'ya göre Muhammedî olmadığınız için kâfir olmuş olmuyor musunuz? Bütün sapık fırkalar bile Muhammedî olduğuna göre, Hanefi olanları fırka-ı da'lleye bile dahil etmiyor mezhebsiz.
Cevabüssail kitabında şiî olduğu bildirilen, Usûl-ül-Erbaa kitabında «Bir mezhebi taklîd eden müşrik ve kâfir», İrşadül Fühul kitabında «ölüleri taklîd etmenin caiz olmadığında İCMA vardır» diyen mezhebsiz M. Şevkâniye 175. sayfada «Mutlak bir müctehiddir mezhebi bilinen mezhebsizlerin en kuvvetlisi, sözü de en sağlamıdır.» denilmektedir.
Şakkulkamer mucizesini inkâr ettiği, Musa aleyhisselama kâhin dediği Davutoğlu Hoca'nm Din Tahripçileri isimli eserinde vesikaları ile bildirilmekte olan Reşit Rıza'nın kitabını, nasıl sadeleştirme cüretinde bulunabilirsiniz?
Bir de «Bu kitabın içinde ehl-i sünnetin icma ve ittifak ettiği esaslara aykırı bir şey yoktur.» Nasıl dersiniz? Baştan sona sapıklıkla doludur. Taklîdi bâtıl sayması İCMA'ya aykırı değil midir? İ. H. İCTİHAD isimli yapıtınızda da (s. 214'de) «Taklîdi men eden biz değiliz, O Allah tealidir.» diyen mezhebsizlerden nakil yapmışsınız. Siz Hanefi olduğunuza göre Allahü teâlânın men ettiği bir işi nasıl yaparsınız? Mezhepsizlerin böyle ipe sapa gelmez saçmalarını nakletmeseniz kıyamet mi kopar yani? Hem böyle saçmaları naklediyorsunuz, hem de tarafsız kalıyorsunuz, siz Hanefi olduğunuza göre «Taklîdi men eden biz değil Allah teâlâ» diyen mezhebsizlerin cılkını çıkarmalısınız. Sanki hüccet gibi bir de yapıtlarınıza alıyorsunuz.
«Bu kitabın tenkid edilecek ve tercih edilmîyecek tarafları bulunabilir» diyorsunuz. Tenkid edilebilecek tarafı bulunan bir kitabın neşrine nasıl âlet olursunuz? Bu kitapta ehl-i sünnete aykırı yüzlerce mesele vardır. Hatalı bir kitap neşredilmez. Çünkü bir kitabın doğru ve yanlışını tefrik eden, bilen bir kimse için o kitabı okumaya lüzum yoktur. Bilmeyen bir kimse için de çok zararlıdır, yanlışları o kimseyi sapıtabilir.
Devamlı ictihadla ilgili yapıtlar yazacağınıza, bir İbni Abidin'i tercüme etseniz de faydalı bir hizmet yapsanız mezhebsizler kızar mı size?
Sözleriniz birbirini tutmadığı, kitaplarında dinîmizin temel bilqilerine uymayan ifadeler, nakiller bulunduğundan, bunlarla refomcu'lar paralelinde bir mezheb, bir yol tuttuğunuz yukarıdaki misallerden anlaşılmaktadır. Halisane söylüyoruz bu ne size ne de Müslümanlara hiç bir fayda sağlamaz Dünya ve ukbanız için zararlı olur. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Bu dünya amel, iş, ticaret yeridir Zararlarınıza sizden önce, bir Müslüman olarak biz razı olmadığımız için bu mektubu size yazdık. Dost ağır söyler. Haddi aşarak sizi övseydik, eşsiz âlim, asrımızın müctehidi deseydik belki hoşunuza giderdi ama yalan olur, faidesiz olurdu İslâm bahçesinde, o güzel güller, o rengârenk eşsiz koku sacan çiçekler arasında böyle köksüz, cılız kokusuz sun’î çiçekler açmaz. Tohumu dışardan atılmış' felsefeciler, reformcular, vehhâbiler hep böyledir. Asaletleri yoktur. Kökü aslı olmayan fer'in tâlibi hangi dûn-himmetliler olur?
İnsan lisanın altında gizlidir. Bu yazıları onun için yazdık Dil kaleminiz ve kalem dilinizden sâdır olanlar, dinini seven ve kayıran kimselerin hazmedeceği cinsten değildir Hef Ehl-i sünnette, hattâ din sâhibinde, din gayreti olur Cevaplarımız gayretimiz nisbetindedir. Bunu yapmamız dinîmizin bir emridir. Elbette yapacağız. Ma'rufu emir, münkeri nehy ettiğimiz için vazifemizi yapmış oluyoruz. Yoksa kişi olarak, ne alıp vereceğimiz vardır? Allahü teâlâ kendisi için olmayan söz ve hareketlerden bizleri korusun. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak tanıtsın. Dinînin hizmetçisi eylesin.
1 - Selefiye Mezhebinden emekli postacı «Elhamdülillah Yarım Asra yakın bir zamandan beri cumhuriyet idaresini kurmuş oluyoruz.» diyor. Tanıdığımız bütün se-lefiyeciler, İbni Teymiyeciler ve mezhebsizler bu şekilde Cumhuriyete hamdediyorlar. Siz Cumhuriyete hangi şekilde hamdediyorsunuz?
2 - Türkiye'deki bütün mezhebsizler ŞAPKA Zünnar hakkındaki ehl-i sünnet âlimlerinin fetvalarına çok kızıyorlar. Siz de kızıyor musunuz?
3 - Hanefî mezhebindeki müftabih kavle göre Şeriatla idare edilmeyen ülkeler Darül-harbdir. Fakat siz Hanefî olduğunuzu iddia ettiğiniz halde Neşriyat Müdürümüze «Fransa Darülharb değil, darülküfürdür ve Darül-İslâm gibi hareket edilir.» demişsiniz. Bu fikirde hâlâ ısrar ediyor musunuz?
4 - Dört hak mezhebin dördüne göre de özürsüz kaçırılan namazların kazası da farzdır. Ancak İbni Teymiye gibi selefiye meşrepli mezhepsizlere göre ibadette kıyas caiz olmadığından özürsüz kaçırılan namazların kazası farz değildir. Neşriyat Müdürümüze gönderdiğiniz mektupta İbni Teymiyenin görüşünü savunuyorsunuz. Şimdi Hanefî olduğunuza göre bu sakat görüşten vazgeçtiniz mi?
5 - Müesses nizam mezhepsizlerin rahatça cirit atmalarına manî olmadığı için müesses nizama hamd ve saygıyı telkin ediyormuşsunuz, doğru mudur?
6 - Mezhebsizler büyük müctehidlerin tamamının Selefiyye mezhebinden olduğu iftirasını yayıyorlar. Selefiyye'de te'vil asla caiz olmadığına göre, te'vil edilmesi gerekli birçok âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf vardır. Te'vil edilmeyip o şekilde itikad edilirse küfür olur. Meselâ A'raf sûresi 190, Bakara sûresi 10, Feth sûresi 2, Enbiya sûresi 87, Yusuf sûresi 24, Enam sûresi 76-77-78, Tevbe sûresi 43. gibi âyeti kerîmeler te'vil edilmezse insan küfre düşer, Allah yürür gibi hadîs-i şe.rifler de vardır.
Te'vili gerekli nasları te'vil etmeyerek, Allah yer semasına iner kabul etmek küfür değil midir? Nasları okuyup hikmetini Allah bilir demek başka, o şekilde inanmak başkadır.
7 - Mezheb-i seleften emekli postacıya yazdığınız mektubun cevabını arkadaşlarınız, Neşriyat Müdürümüze okudu. Feth süresindeki ZENB kelimesini sormuşsunuz. O da «Oğlum Hayrettin..» diye başlayan mektubunda Peygamber aleyhisselâmı övdükten sonra «Kâinatın Efendisinin günahıdır.» diyerek te'vili caiz görmemiştir. Siz de buna inanarak Peygamberlerden ismet sıfatını kaldırdınız mı? Yoksa Emekliye inanmayıp Hanefî âlimlerine mi inanıyorsunuz?
8 - Ehl-i sünnetin tamamı, Hazret-i Muaviye Radiyallahü anh'a asla atmadıkları, atanlara şiddetli hükümler serdettikleri, Eshâb-ı kirâmın tamamına âdil dedikleri, fâsık demedikleri sabitken buradaki sizi sevenler ile ra'fiziler Hazret-i Muaviye Radiyallahü anh'a atıp tutuyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aşağıdaki yazıyı Hayrettin Karaman Bey gibi düşünenelere ithaf ediyorum. Bir önceki yazımda kendisine mail yazdığımı belirtmiştim. Doğrusu cevap beklemiyordum ama sağolsun lutfetmiş ve kısa cevabında şöyle demiş:''Sizin tasvip etmeme hakkınız var. Ayrıca ilminiz varsa beni tenkit de edebilirsiniz.Ben ictihad ve tercih selahiyetini bilgimden alıyorum. Bunlar bir makamdan veya şahıstan alınmaz.''
İlmi, gerçekleri görmesine öyle perde olmuş ve kibre sürüklemiş ki, ''benim'' diyor. Yani, pilotlukla ilgili kitapları okumakla hayatım geçti, gider pilot kabinine oturur; yolcu uçağını havalandırır ve hedefteki hava limanına sorunsuz indiririm ! Elbette kendisinin insan olarak şahsına hiçbir garezimiz olamaz. Kariyerli meslektaşlarından olsam bu akla gelebilirdi. Burada 3-5 kişinin okuduğu ve canfm.info ve bazen zehirli.org gibi yerlerde yazıları yayınlanan biri olarak alim de değilim amma tek dediğim alimleri tanırım. Kim ehl-i sünnete ve usul-ü fıkha ''ilm-i emanet'' duygusu ile hassas bağlı; kim İbn-i Teymiyye ve taifesini kendisine imam yaparak Türkiye ve İslam dünyasında kalemşörlük yapıyor, işte onu az çok bilme nasibine erişenlerdenim diye şükretmekteyim.
Sayın Hayrettin beye sözü uzatmayacağım sadece İslam fıkhına ''bana göre böyle'' mantığı getireren İslamoğlu, Ateş, Beyaz , Öztürk ve Karaman beşi bir yerdesi olarak büyük zarar verdiklerini, bu vebali yüklenme cür'etinden tevbe etmelerini acizane tavsiye ederek şunu soracağım: İmam Suyuti (ks) hazretleri mi daha alim zatınız mı? İkincibin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (ks) hazretleri mi daha alim, zatınız mı? İki isim verdim, sebebi aşağıda, geçen yıl bir yerde yayınlanan yazımdadır.
İçtihad eden, çalışan çaba sarfeden; ihtiyaç hasıl olduğunda Kitap, Sünnet ve İcmadan hükümler çıkaran bilginlerdir.Fetva verebilmek için gerekli olan şartlar şunlardır :
1-Müslüman olmak; erkek, kadın farkı yoktur.
3-Fetva veren ilim ve vakar sahibi olup, soğukkanlı ve dengeli birisi olmalıdır.
5-Fetva veren üzerinde hiçbir baskı olmamalı İslami manada "hür" olmalıdır.Siyasi yönetimlerden ve halktan müstağni olmayan kimsenin ictihadı ile amel edilemez.Allah Teala'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp; kendi heva ve hevesleriyle hüküm icad eden tağuti güçlerle cihad etmek "farz-ı ayn"dır.Tağuti güçlerin velayetini kabul ederek; onlardan görev alan bir kimse "sadık ve adil" olma hasletini yitirir. Dolayısıyla velev ki müctehid seviyesinde ilme sahip bile olsa, o kimsenin "fetva"sı ile amel edilmez.[1]
6-Fetva verende hak ile batılı ayırd edebilecek kuvvet bulunmalıdır.Bu insanları tanımak, örf ve adetleri bilmekle ile olur.
İlahiyat fakültesini bitirip, doktora yapmakla, profesör olmakla müçtehid olunmaz. "Müctehidi taklid etmek vaciptir".[2]
Bundan başka arapça, gramer, sarf, nahiv, nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, hadis, siyer, tefsir, belagat, usulü fıkıh, illet, lafzı mutlak-müşterek, müfesser, maslahat, içtihad, istihsan, kıyas, icma, sünnet, adalet, güzel ahlâka sahip olmak gerekir..
Yine ahkâm ayetlerini ve hadisleri va'z edildikleri zaman, illet, sebep ve şartları hakkında kesin bilgi sahibi olmak, sebeb-i nüzul, sebeb-i vürud konusunda ihtisaslaşmış olmak..Fıkıh mevzuatını teşkil eden şer'i hükümleri ifade eden istilah ve sözlerin kıymetini hakkıyla ve “tam” olarak bilmek...Şer'i hükümlerin İslamiyetin ilk üç devresinde nasıl tatbik edildiklerini ve bu tatbik şekilleri arasındaki ihtilafları, müftabih kavillerin hangileri olduğunu bilmek..İslam fıkhının tam bir faaliyet içerisinde bulunduğu devirlerdeki içtihadları ve bu içtihadlar arasında hangileri ile hükmedildiğini iyi bilme mecburiyeti vardır.[3]
Mezhepsiz refomcular bu şartları da kabul etmezler.Zira onlarda çok iyi bilirler ki, bu şartları kabul etmek demek, günümüzde bu şartlarda adam olmadığını da teslim etmek, itiraf etmek olacaktır.Bu durumda da kendileri nasıl müctehid, imam olacaklar, nasıl ictihad edecekler !
Hastanenin pansumancısı, doktor gömleğini giymekle ameliyat yapsaydı, tıp okullarına ihtiyaç kalmazdı ! Birileri kendilerini müctehid ilan ediyorlar-ki ilerki sayfalarda inşaallah örneklendireceğiz- uyduları da mesela bir Mevdudi’yi, Karaman’ı, Kardavi’yi asrın müctehidleri ilan ediyorlar! Ben yaptım oldu mantığı..
Yusuf Nebhani hazretleri “İmam Suyuti (rh.a.) hazretlerinin zamanında kendisinin ictihad edebileceğini söylediğinde, asrının alimlerinin ayaklanıp mutlak müctehidliğini kabul etmeyip; kendisine sorular sorduklarını, imam-ı Suyuti hazretlerinin bu soruları cevaplamadığını ve mazeret beyanı ile, “mutlak” müçtehidliğinin geçerlilik kazanmadığını” bizlere naklediyor.[4] Sekiz yaşında hafız olan İmam-ı Suyuti hazretleri (vefatı m.1505) beşyüz kadar çok kıymetli kitablar yazmıştır.Hadis imamı ve müctehid olan Süyuti hazretleri, daha yirmi iki yaşında (Celaleyn) tefsir yazmaya başlamıştır.
İmam Gazali rahmetullahi aleyh hazretleri (rh.a.) meşhur İhya'sında : " Zamanınızda müctehid kalmamıştır..İçtihad mertebesinde bulunmayan asrının en alimi de olsa, mezhep sahibinden naklen fetva verir.Mezhebinde bu mes'ele zaif de olsa onu terkedemez." buyuruyor. Yine İmamı Razi, İmamı Rafii, İmamı Nevevi "Bugün müctehid yoktur " buyuruyorlar.
Muhyiddini İbni Arabi (ks) hazretleri de : "Nasılki Peygamberlerin getirdiklerini anlamasak da onları tasdik etmemiz lazımdır.Müctehidlerin de gayb ilimlerinde sağlam makamları vardır..Onlar öyle alimlerdir ki, zanla hükmetseler zanları da ilimdir" buyurmuştur.
İkincibin yılın müceddidi onca ilmine ve şöhretine rağmen, büyük bir mütevazilikle :" Bizim gibi cahillerin bir-kaç hadis-i şerif işitmemiz, delil ve sened olamaz.Bir şeyin helal ve haram olması için müctehidin zan etmesi (ictihad yapması) lâzımdır.''[5] buyurarak meselenin ne denli ciddiyet ve önem arz ettiğini, bu ümmete ve müctehid taslaklarına ilan ve beyan etmişlerdir.
Kuyumcunun elinizdeki sarı yüzüğe daha gözle bakıp, altın olup olmadığını zan'la bile bilmesinden çok ileri bir şey bu..Takvanın ilme hürmetin kazandırdığı "hal" bu.
Bugün mezheplerin yaklaşık 700 yıldır donduğu ve bu yüzden örtülü şirk iddiası yapanlar [6] başka müçtehid gelemez diye yaygara yapanlar yukarıdaki isimlerini ve sözlerini zikrettiğimiz mübarek imamlardan daha alim oldukları örtülü iddiasındadırlar !
İşte ilim ehlinin tuzağa düştüğü nefsin oyuncağı olduğu an..! Zaten şeytan'da ilminden dolayı Adem aleyhisselama secde etmemiş, büyüklenmiş ve lanetliklerden olmamış mıydı? Bunlarda ilim sandıkları vehimleri yüzünden mübarek mezhep imamlarımıza teslim olmamakta inad ediyorlar! Sadece hanefi mezhebinde birmilyona yakın mesele olasılıklarla birlikte çözüme bağlanmıştır.Daha geride üç tane mezhebin çözümlerini de siz ilave ediniz.Çözümler var da bunları bulup, nakledecek alimler azaldı..!
Bazı çevreler, bir müctehide ittiba ile taklidin farklı şeyler olduğu iddiasındadırlar. Ancak bu iddiayı destekleyebilecek herhangi bir delil bulmak mümkün değildir. Zira bir müçtehidi taklid, o müçtehidin şer'i delillerden çıkardığı hükümlerle amel etmekten ibarettir. Yoksa müçtehidi "hüküm koyucu" noktasında görmek değildir. [7]
[3] Pezdevi,usul; A.Aziz el Buhari Keşfül Esrar, Bilmen Kamusu, Anskl.İlmihal.
[5] İmam-ı Rabbani (ks) hazretleri, Mektubat c.1, 312. Mektub
[7] Y.Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c.I sh: 48.
KARAMAN - YAVUZ MÜNAKAŞASI
A. Fikrî Yavuz isimli birisi, Karaman tarafından sadeleştirilen mezhepsiz Reşit Rıza'nın «Mezahibin Telfîkı ve İslâmın bir noktaya cem'i» isimli kitabına reddiye mahiyetinde bir risale hazırlamış, risalenin arkasına ÖZEL DAĞITIMA TÂBİDİR, HALKA DAĞITILMAZ ibaresini koymuş. Biz halktan birisi olmamıza rağmen fazla titizlik gösterilmemiş olmalı ki bizim de elimize bu risale geçti.
Karaman da bu risaleye cevap olmak üzere bir broşür de o hazırlamış.
İşin enteresan tarafı sanki bu broşürler danışıklı döğüş gibi hazırlanmıştır. Yavuz'unki FEYİZ YAYINLARI NO. 10'dur. Karaman'ınki FEYİZ YAYINLARI NO. 11'dir. Her ikisi de Erenler Matbaasında dizilmiş, Er-Tu Matbaasında basılmıştır. Karaman da broşürünün arkasına ÖZEL DAĞITIMA TÂBİDİR ibaresini koydurmuştur. Bizim gibi halkın eline geçmemesi için böyle bir ifade kullanmış olmalıdır. Fakat bu da serbest dağılmasına müsaade etmiş olmalı ki tâ bizim elimize kadar geldi.
İşin tuhafı Yavuzun bazı kitapları, Karaman'ın broşüründe de reklâm edilmektedir.
Kitaplar fazla ilmî olduğu için halka dağıtılmıyor.
Her iki risaleden birer ilmî cevap yazalım. Halk anlamazsa, belki bir anlayan çıkar.
Yavuz şöyle ilmî bir tenkit vücuda getirmiş :
«Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu. Eninde sonunda oyun meydana çıkar ve çıktı işte.»
Tabiî böyle ilmî bir tenkide daha ilmî bir cevap vermek gerekirdi. Karaman da şöyle ilmî bir cevap veriyor:
«Yavuz hırsız ev sahibini bastırır.»
Yavuz'un risalesinde mason ve mezhepsiz Abduh'un «Bulunduğumuz asır, bir mezhep üzerine saplanıp kalacak zaman değildir.» cümlesini niçin kitabın kapağından çıkarıldığı soruluyor.
Karaman ise, yanlış anlaşılmasın diye kapaktan çıkardığını, fakat kitabın 21. sayfasında bu cümlenin de yer aldığını belirtmektedir.
21. sayfada daha neler var bir göz atalım : Müslümanların yaşayabilmesi için iki çare gösteriliyor:
1 - İnanç itibariyle birbirine muhalif olan Ehl-i Sünnet ile Şia âlimleri arasında tam bir anlaşma vücuda getirmek,
2 - Fıkıh mezheplerini birleştirerek, İSLÂM FIKIH çerçevesi içinde hareket etmektir.
Yavuz da bu ifadeleri yazmış ve Karaman'a soruyor: «ŞİA mı Ehl-i Sünnete taviz verecek, yoksa Ehl-i Sünnet mi SİA'ya taviz verecek?»
Tabiî Karaman'dan koskoca bir tısss... Bay Yavuz, Karaman'ın oyununu nereden bilsin, Karaman işine gelene cevap verir, işine gelmediğini hiç duymaz bile... Çünkü KARAMAN'A AÇIK MEKTUP isimli sayımızda kendisine sorduğumuz hiç bir soruya cevap vermemiştir. Çünkü biz ilmî yazmıştık, ilmî bir soruya cevap vermek elbette imkânsızdır. İbni Teymiyye gibi mezhepsizlerden cevap verse bile bizce muteber addedilmeyeceği için sükutu tercih etmişti. Yavuz'ünkilere cevap vermeye kalkmış. Fakat yine de işine gelenlere cevap vermiştir.
Avam lisanı ile yazmamızın sebebi, Karaman da aynı lisanla yazmış biz de aynı silâhı kullanmayı tercih ettik. Meselâ Karaman broşürünün ön sözünde diyor ki «Bir kısmını tava getirip cevap aldılar.»
Tava getirmek ilmîlikten uzak, hissî ve argo bir tabirdir.
Yavuz 21. sayfadaki «İslâm âleminin kurtuluş çaresi, asırlardan beri ümmetin zihninde toplanmış olan hurafeleri hakikate tebdil edip dîni, aslındaki saflığa döndürerek müslümanlarm fikirlerini bir nokta etrafında toplamakla mümkün olacaktır.» ibareyi yazıyor. Asırlardan beri gelen hurafe nedir? Cevap yok tabiî. Müslümanların fikirlerini sadeleştiricinin ifadesi ile İslâmî düşünceleri bir nokta etrafında toplamak ne demektir. Hak olan dört mezhep varken, ihtilâf rahmet iken, ne diye bir noktaya toplamaktan bahsedilir? Mezhebin dört olması hurafe midir, rahmet midir? Cevap yok tabiî.
21. sayfada mütercim şöyle diyor: «Bugün fetva makamından çıkan fetvalar İslâm fıkhı, hele hiç olmazsa dört mezhep üzerinde olmalı değil midir?»
Ne demektir bu? Hanefî olan bir müslümana dört mezhep haricinde fetva vermek, hiç olmazsa dört mezhep içinde başka mezheplerden fetva vermek isteniyor. Zaruret olmadıkça mezhepten çıkmanın ilhad olduğunu KARAMAN'A AÇIK MEKTUP isimli sayımızda vesikası ile bildirmiştik. Mütercimin ifadesiyle müslümanlar alenen bu ifadelerle mülhidliğe sürüklenmek isteniyor.
Mütercim 22. sayfada şöyle diyor: «Konuşmalar, bir mezhepten dışarı çıkmamak fikrîni korumak taraftarı olan ihtiyar bir mukallit ile mezhepleri birleştirme -telfik- fikrînin teşvikçisi olan genç ve güçlü bir İslahatçı arasında geçtiği için pek manâlıdır.»
Ne demektir bu? Her müslüman gibi bir mezhebe bağlanmayı zaruri gören bir müslüman ile, mezhepleri birleştirmek suretiyle ortadan kaldırmak isteyen bir reformcu, islâhatçı arasında geçen konuşmalar, demektir. Gizli değil, alenen mezheplerin birleştirilmesinden bahsediliyor da bir de kalkılıyor «Biz mezheplerin birleştirilmesinden bahsetmiyoruz.» deniyor. Âlemi kör mü zannediyor bunlar?
Karaman, broşürüne kendi kendine hazırladığı bir röportaj eklemiş, tıpkı mezhepsiz Reşit Rıza'nın kendi kendine bir konuşma hazırladığı gibi. Karaman bu röportajında kendi soruyor kendi cevap veriyor. Bakalım ne soruyor ne cevap veriyor:
1 - Mezheplerin birleştirilmesinden maksat, mezheplerin ortadan kaldırılması değilmiş, fetva verilirken çeşitli fıkıh mezheplerinin hepsinden istifade etmekmiş.
Hiç birleştirmek istifade etmek demek midir? Zaruret anlarında istifade etmek caizdir. Zaruret yokken istifade etmeye kalkmak ise İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elfi Sani hazretlerinin bildirdiğine göre zaruretsiz başka mezhepleri taklît ilhaddır, küfürdür. Yani mezhepleri birleştirmek de, zaruretsiz istifade ediyoruz diye bazı hükümleri almak da küfürdür. Vesikası Karaman'a verdiğimiz cevapta mevcuttur.
Dikkat edilirse Karaman, «Çeşitli fıkıh mezhepleri» tabirini kullanmakta, kitaplarına da İSLÂM HUKUKUNDA MEZHEPLER, fıkıh mezhepleri gibi isimler koymaktadır. Her nedense DÖRT HAK MEZHEP tabirini kullanmaktan ısrarla kaçınmaktadır. Bugün için dört mezhepten çıkmanın ilhad olduğu Tefsir-i Mazhari ve diğer muteber kitaplarda yazılıdır. Eskiden mutlak Müctehid adedi kadar fıkıh mezhebinden bahsedilirdi. Fakat bugün dörtten bahsetmemek veya beşinciyi hak gibi göstermek dalâlettir.
2 - Karaman diyor ki : «İslâm bir mezhebin ihata edemiyeceği kadar geniştir. İslâm bir derya ise mezhep bir göldür.»
Bu cümle de tamamen yanlıştır. Karaman ZARURİ AÇIKLAMA isimli yazısında bir mezhebe bağlanmayı CAİZ gördüğünü belirtmektedir. Nasıl olur da derya dururken bir göle bağlanmayı caiz görür?
İstisnasız bütün Ehl-i sünnet âlimlerine göre bir mezhebe bağlanmak şarttır. Mukallid indinde her mezhep, bir deryadır. Zaruret anlarında başka mezheplerden de istifade etmek hak olan dört mezhepte bulunduğuna göre, her mezhep deryadır. Noksanlık yoktur, göl değildir.
3 - Davudoğlu Hoca, Sünnî fıkıh mezhepleri arasında çatışma ve kavga olmadığını söylemişti. Karaman ise, İbni Teymiyye ve Şevkâni gibi mezhepsizlerle bazı tarihçilerden delil getirerek kavgaların olduğunu isbata çalışıyor. Velevki tarihte kavga olmuş olsun. Hadîs-i şerîfle ihtilâfın rahmet olduğu belirtildiğine göre bu rahmeti kaldırmaya kim cüret edebilir? Bugün sünnî dört hak mezhep arasında bir kavga olmuş mudur da devamlı tarih kurcalanarak mezhep taassubundan bahsedilmektedir? Din taassubundan Müslümanlarla Hıristiyanlar kavga etse birleştirmek mi gerekir? Kavga oldu diye mezhepleri mi birleştirelim?
4 - Karaman, Reşit Rıza'nın Türk düşmanı ve ingiliz taraftarı olmadığını şöyle isbatlıyor:
«Onun düşmanlığı Türk milletine değil, o günkü idareyedir.» O idarenin ne olduğunu büyük bir pervasızlıkla açıklıyor:
«Abdülhamid'in istibdadına çatmıştır.»
Cennetmekân Ulu Hakan Abdülhamid Han hazretlerinin müstebit olduğunu başta Yahudiler olmak üzere yabancılar söylemiştir. Ehl-i Sünnete mensup hiç bir din adamı ona müstebit dememiştir. Fakat Karaman çekinmeden diyebiliyor. Cumhuriyet kanunlarına göre Ulu Hakana MÜSTEBİT demek suç değildir. Karaman da büyük bir cumhuriyetçi olduğuna göre onun da suçlamasını yadırgamadık.
Ulu Hakan, HATIRA DEFTERİ'nde Efgani'nin bir İngiliz taraftarı olduğunu kaydettiği halde, Karaman, Efgani'nin ömrünü İngilizlerle mücadele halinde geçirdiğini mezkûr broşürün 4. maddesinde alenen söyleyebiliyor. İngilizlerle mücadelesi, bir İngiliz casusu olarak Osmanlılar için de mücadele vermesi midir?
Karaman, Diyanetin neşrettiği kitabın beşinci sayfasında mezhepsiz Reşit Rıza'nın hayatını anlatırken Reşit Rıza'nın İmâm-ı Gazâlî'nin İHYA'sını çok okuduğunu, İHYA'nın ona ilmî ve tasavvufu çok sevdirdiğini, Reşit Rıza'nın hocası, Reşit Rıza için «Bu ilmî İmâm-ı Gazâlî'ye borçludur.» dediğini kaydetmektedir.
Biraz daha alt satırlara bakalım : Mason Cemalettin Efgani'nin yön verdiği ve mason Abduh'un muharriri bulunduğu bir mecmua Reşit Rıza'nın eline geçiyor. Karaman şöyle diyor:
«Gazetenin iki nüshasını tesadüfen ele geçiren Reşit Rıza, onları okuyunca âdeta sihirlenmiş, din anlayışı değişmiştir.»
Hani derler ya, şecaat arzederken sirkatini söylemek... Tıpkı böyle. Adam İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerinden DİN'i öğreniyor İki mezhepsizin gazetesini okuyunca DİN ANLAYIŞI DEĞİŞİYOR. Yani İmâm-ı Gazâlî'nin din anlayışından başka bir anlayış. Efgani ve Abduh tipi bir anlayış, kısacası mezhepsizlik. Buna intak-ı Hak derler.
İkinci bir intak-ı Hak da şöyledir: Reşit Rıza, EGANİ kitabı ile NEHCÜL-BELAGA'yı çok okurmuş. (Aynı kitap S. 5)
Halbuki EGANİ kitabının yazarı olan Ebulferec Ali bin Hüseyin İsfehani'nin ŞİÎ olduğunu 12. sayımızda vesikası ile bildirmiştik.
NEHCÜLBELAGA'nın da yine bir RAFÎZİ tarafından yazıldığını İmâm-ı Askalani ve İmâm-ı Zehebi gibi âlimler açıklamışlardır. Ali Arşî isimli bir rafîzi de bu kitap için methiyeler yazmıştır ve dünyanın her tarafına yaydığı kitabının adı da İSTİNAD'dır. Bir Rafîzîyi diğer bir rafîzinin övmesi yadırganamaz elbette. Fakat Karaman, Reşit Rızayı öveceğim derken içinden çıkılmaz, tev’ili mümkün olmayan hatâlara düşüyor.
Allahü teâlâya hamdolsun ki Karaman kendi ağzı ile Reşit Rıza'nın hangi kitapları okuduğunu bize bildirdi. Rafîzi kitapları okuyan ve din anlayışı İmâm-ı Gazâli'ninkinden başka olan Reşit Rıza'nın nasıl bir mezhepsiz olduğunu böylece öğrenmiş olduk.
Karaman, Sayın Yavuz'a verdiği cevaplarda kendisinin «ilmi ve dinî ölçüler içinde tenkid edilmesini» istiyor. Dinî ve ilmî sözünü daima yabancılarla dinîmizi bilmeyen yarı aydınlar kullanmaktadır. Dinîmizde ilmî olmayan hiç bir şey var mıdır? Dinîmiz ilimden ayrı mıdır? Dinîmiz ilmî, ahlâkı, edebiyatı, hasılı faideli ne varsa hepsini içine almıştır, noksan değildir. Din ve ilim birbirinden ayrı değildir.
5 - Mezhepsiz Reşit Rıza'nın kitabını Ahmet Hamdi Akseki'nin gençliğinde tercüme ettiği, sonra pişman olduğu söylenmişti. Karaman, A. Hamdi Akseki'nin pişman olmadığını söylemektedir. Bu ifade ile Ahmed-Hamdi Akseki'yi de şaibe altına sokmuş olmuyor mu Karaman? Bâtıl bir fikirden Ahmed Hamdi Akseki tövbe etmemişse o bâtıl fikrîn hak mı olması icap eder?
6 - Diyanetin bu kitabı Yüksek Din Kurulundan geçirmeden neşredildiği söylenmişti. Bay Karaman bu kitabın baskısı için üç tane selefi meşrepli isim veriyor. Yüksek Din Kurulu üç kişiden ibaret değildir. «M.nin şahidi bozacıdır.» derler. Bu üç kişi, tabii senatör gibi kurulun tabiî üyesidirler.
7 - Karaman diyor ki, «Mezhepsizlik Ehl-i Sünnet dışı kimseler için kullanılır. Bu kitabı okuyan, böyle bir mezhepsizliğin propagandasının yapıldığını iddia edemez, ederse iftira etmiş olur.»
Âlim cahil herkes bilir ki, Ehl-i Sünnet dört hak mezhepten ibarettir. Mezhepsiz Reşit Rıza, mezheplerin birleştirilmesi ile ilgili o kitapta bir defacık olsun «Dört hak mezhepten çıkmak Ehl-i sünnete aykırıdır» demiş midir? Aksine dördü bire indirmek için mukallide olmayacak şeyler söyletmemiş midir? Karaman kendi ağzı ile Reşit Rıza'nın dört mezhebden birisine mensup olmadığını SELEFİ olduğunu söylemiyor mu? Hem dört mezhebin dışında ol, hem de Ehl-i sünnet ol, olmaz böyle şey...
Ayrıca Karaman, «Bir mezhebe bağlanmak gerekir» diyenlerin delillerinin zayıf olduğunu söylüyor. Zaruretsiz dört hak mezhepten birini veya beşinci bir mezhebi taklîd etmeyi caiz gören tek Ehl-i Sünnet âlimi gösterilebilir mi? Teymiyye ve talebesi İbnül Kayyim gibi mezhepsizler, Şevkani gibi Şiîler, beşinci mezhebi taklîd etmeyi caiz gör-müşlerse de veya bir kısmı taklîdi harâm saymışsa da bizim için delil olamaz.
Kur'ân-ı kerîm tebliğ edilmeden önce, o zamanki mü'minlerin Kur'ân-ı kerîm âyetleri ile amel etmediklerini söylemek ne kadar gülünç ise, «Dört hak mezhep teşekkül etmeden önce hiç kimse, bu dört hak mezhebin birisiyle amel etmiyordu.» şeklinde bir mugalataya sapmak da o derece gülünçtür. Ehl-i Sünnet âlimleri buyurmuşlardır ki : «Dört hak mezhebe mensup bir mukallidin Eshâb-ı kirâmı taklîd etmeleri harâmdır.»
Mezhepler teşekkül etmeden önceki durumu sonrakine kıyasın bâtıl olduğunu cahiller de bilir. Hazret-i Ebu bekir Radiyallahü anh zamanında üç talakı bir anda vermek tek talak sayılıyordu. Hazret-i Ömer Radiyallahü anh'dan sonra İCMA hasıl olarak her talak bir talak sayılmıştır.
Şimdi mezhepsizin birisi çıkıp da «Birinci Halife devrinde böyle idi, şimdi de böyle olmalıdır.» gibi bir söz söylemeye hakkı var mıdır?
Günümüzdeki mezhepsizler, Eshâb-ı kirâm ve tabiîn devrini ele alıyorlar. «O zamanlar herkes önüne gelen müctehide sorardı, şimdi de öyle olmalıdır.» diyorlar. Başka bir mezhepsiz de çıkıp «Musa aleyhisselâm zamanında böyle idi, İsa aleyhisselâmın Şeriatında şöyle idi, şimdi de böyle olmalıdır.» derse yadırganmaz.
Devr-i saadette bile nesh edilen âyet-i kerîme ve hadis-i şerîfler olmuştur. İcma hâsıl olmadan önceki bir vaziyeti, icma hâsıl olduktan sonraki devirlere kıyas edilemez. Selef-i salihinden bazı zatların, bazı içkileri helâl kabul ettiğini bizzat Karaman yazmaktadır. Şimdi mezhepsizin birisi çıkıp da «seleften bu içkiyi helâl kabul eden olduğuna göre, biz de helâl kabul edelim.» diyebilir mi?
İbni Hümam'ın mezhepsizliğe cevaz verdiği söyleniyor ki, büyük bir iftiradır.
Eşeddül Cihad kitabının 16. sayfasında İbni Emir Hac şöyle buyurmaktadır: «Hocam İbni Hümam, müctehid olmayanların dört mezhepten birini taklîd etmesinin lâzım olduğunu söylerdi.»
Karaman, broşürün 16. sayfasında Ahlâkî yönden mezhepsizliği anlatırken şöyle diyor:
«Tek mezhebe bağlanmak tatbikatta dördüncü asırdan sonra ortaya çıkmış bir âdettir.»
Daha sonra Karaman, dört mezhebin teşekkülünden önce gelip geçmiş İslâm'ın en faziletli nesillerinin tek mezhebe bağlanmadığını zikrederek «İmdi tek mezhebe bağlı kalmayanı zemmeden, kötüleyen bu nesilleri de zemmetmiş olur.» diyor.
Mezhepsizin birisi çıksa, şarabın henüz harâm edilmediği zamanı kasdederek «Asr-ı saadetin ilk zamanlarında şarap içen İslâmın en faziletli nesilleri vardı. Şarap içeni kötüleyen o faziletli nesilleri de kötülemiş olur.» diyebilir.
Hazret-i İsa aleyhisselâmın Şeriatında da şarap harâm değildi. Yine mezhepsizin birisi çıksa «Büyük Peygamber İsa aleyhisselâmın Harâm etmediği şarabı harâm saymak, İsa aleyhisselâmı kötülemek olur.» derse ne deriz?
Karaman ve o taifedeki diğerleri, hep bu taktiği ,uyguluyorlar: «Sahabe ve tabiîn devrinde mezhepler yoktu.» Biz de biliyoruz yoktu. Ne demek istiyorsunuz, o zaman yok idi, şimdi de mi yok olsun?
İmâm-ı A'zam gelmeden önce, Hanefî mezhebine tâbi olmak olur mu? O zamanlar İmâm-ı Sevri'ye, İmâm-ı Evzaî'ye tâbi olanlar olmuştur. Fakat şimdi, bütün hükümleri tedvin edilmemiş olan bu mezheplere tâbi olunamıyacağını Ehl-i Sünnet âlimleri beyan etmişlerdir. Ancak buna İbni Teymiyye ve diğer mezhepsiz talebeler itiraz etmişlerdir. Karaman, İbni Teymiyye ve talebelerinin sözlerini hüccet olarak kabul ediyor da, Ehl-i Sünnet âlimlerinin hükümlerini zayıf buluyor. Bizim veya Karaman'ın hükümlerin delillerini zayıf veya kuvvetli görmesi hüccet olabilir mi?
Karaman'ın kitaplarını okuyanlar görürler ki, Karaman ekseriya kitaplarını yüksekten bakan bir hakem edası ile yazmaktadır. Meselâ telfıkı savunanların delilleri zayıftır, taklîdi harâm sayanlarınki de zayıftır. Orta yol benim yazdıklarım gibidir, demektedir.
Halbuki orta yol, doğru yol, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği, gösterdiği yoldur. Tefsir-i Mazharî'de bildirildiği gibi «DÖRT MEZHEBDEN ÇIKAN MEZHEPSİZDİR, KÂFİRDİR.» Zaruretsiz başka hak mezhepleri de taklîd eden de telfık yapmış olacağından bâtıldır, mezhepsizliktir.
Karaman broşürün 16. sayfasında şöyle diyor:
«Bizce halk dînî mes'elelerini itimad ettiği hocalara sormalı, hocalar da ehliyetleri varsa bütün sünnî fıkıh mezheplerini tetkik etmeli, müslümanların dünya ve ahiret hayatları için EN DOĞRU HÜKMÜ bulup söylemelidir, işte bu davranış zemme değil methedilmeye lâyıktır.»
Cümle BİZCE kelimesiyle başlamaktadır. Halbuki biz, siz, o kim oluyor da hükümler serdediyor? Dört hak mezhebin hükümleri kifâyetsiz mi de, onlardan nakil yapmıyoruz?
Cümlede «Sünnî fıkıh mezhepleri» tabiri geçmektedir. Neden dört hak mezhep değil de fıkıh mezhepleri? İleride gelecek, Karaman, Vehhâbiliği de sünnî bir mezhep kabul ettiği için dört sünnî mezhep tabirini kullanmamaya son derece dikkat ediyor. Hak mezhep dört mü, daha fazla mı?
«Hoca en doğru hükmü bulup söylemeliymiş» Bırakın en doğruyu, doğru hükmü bile nasıl bilsin, ne ile bilsin hoca? Karaman'a göre acaba Hanefî mezhebinin ictihadları mı doğru, yoksa diğer üç hak mezhebinki mi? Bunu ancak Allahü teâlâ bilir. Hiç bir müctehid kendi ictlhadlarının muhakkak doğru, diğer ictihadların muhakkak yanlış olduğunu söylememiştir. Şu halde EN DOĞRU nasıl bilinebilir? Mutlak doğru bilinemediği gibi, her mezhepten istenilen hükmü almaya da TELFIK denir ki «Telfık, icma-i ümmet ile bâtıldır.»
Demek Türkiye'de binlerce müctehidin tâbi olduğu Imâm-ı A'zam ve İmâm-ı Şafiî gibi dehâ çapındaki büyük imâmları imtihan edip doğrusunu yanlışını bulabilecek kimseler varmış. Böyle bir cür'et, Davudoğlu Hocanın tabiriyle büyük bir cinnettir.
25. Sayımızda vesikasını vermiştik. Karaman'ın teklif ettiği fikrî tatbik etmek, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elfi Sanî hazretlerinin ifade ettiği gibi ilhaddır.
Mezhepsiz Reşit Rıza'nın kitabı için Karaman diyor ki:
«Bu kitap, herhangi bir cereyanın propagandası için değil, cehâlet ve taassubu izale için yazılmıştır.»
Dört mezhebden birine bağlanmak, mezhepten çıkmamak ve beşinci mezhepleri kabul etmemek cehalet ve taassup öyle mi? Vehhâbiler ve rafızîler hariç, asırlardır herkes dört hak mezhebin birisine bağlanmıştır. Şu halde Vehhâbilerle rafizîler cehalet ve taassubu izale etmişler, sünnîler ise asırlardan beri bu gericilik çemberini kıramamışlardır, öyle mi?
8 - Karaman, yukarıdaki fikirleri söyleyen başka âlim var mı, diye kendi kendine soruyor. Sanki bir tek âlim o fikirleri müdafaa ediyormuş gibi, daha başka var mı diyor. Cevap olarak da pek çok âlim bulunduğunu zikrederek kendi yazdığı kitabı delil olarak ileri sürüyor. Tabiî bu arada Büyük Veli, Büyük Müctehid İmâm-ı Gazâlî hazretlerini de şahit göstermek istiyor. İmâm-ı Gazâli'nin eser yazış şekli, mukallid gibi değil, müctehid gibidir. Yani delillerini Kitâb, Sünnet ve İcma-i Ümmetten almaktadır. İmâm-ı Gazâlî müctehid olduğu için başka bir müctehidi taklîd etmesi elbette harâmdır. İmâm-ı Gazâlî böyle yaptı, biz de öyle yapalım demeye mukallidlerin hakkı yoktur. İmâm-ı Gazâli'nin fikirleri müctehidler içindir. «Benî ve başkalarını taklîd etmeyin» sözü müctehidler için söylenmiştir.
9- Karaman, broşürdeki dokuzuncu sorusunda, kendi kendine «Bu kitab faydalı mıdır, faydalıysa niçin reaksiyon gördü?» diye soruyor. Reaksiyon gösterenleri ikiye ayırıyor:
1 - Kötü maksatlılar,
2 - İyi niyetli, fakat dar görüşlüler.
Acaba bu kitabı övenler kimlermiş?
1 - İbni Teymiyeciler,
2 - Vehhâbiler,
3 - Dar görüşlü olanlar değil, geniş görüşlü olanlar, yani geniş mezhepli olanlar,
4 - Mezhep taassubunu kıran zamanımızın büyük müctehidleri (!)
5 - İyi niyetli olduğu halde meseleye vakıf olmayan saf müslümanlar.
Biz de böyle bir sıralama yaptık. Acaba Karaman bu gruptakilerden birisine dahil midir değil midir?
Karaman, iyi niyetli fakat dar görüşlü olanlara «Mezhepçi olmak yerine İslâmcı olmayı» tavsiye ediyor.
Karaman'a göre bir mezhebe bağlanmak, yani mezhepçi olmak acaba İslâmcı olmak demek değil midir? Mezhebe sıkı sıkıya bağlanmak ve zaruret olmadıkça başka bir mezhebin bir hükmünü tatbik etmemek müslümanlık değil midir? Halbuki İmâm-ı Rabbânî hazretleri, mezhebin bir hükmünü beğenmeyip hak olan başka bir mezhebin hükmü ile amel etmeyi ilhad kabul etmektedir.
Karaman, dokuzuncu sorusuna şöyle devam ediyor:
«Allah ve Resûlü, bizi Hanefî, Şafiî, Maliki gibi bir mezhebe bağlanmak, bunları müdafaa etmekle mükellef kılmamıştır, İslâma bağlanmak onu müdafaa etmekle mükellef kılmıştır.»
Ne demek bu ifadeler, mezhebe bağlanmak İslâm'a bağlanmak demek değil midir? Asırlardır, bir mezhebe bağlanan ve onu müdafaa eden sayısız evliya gelip geçmiştir. Bunlar Allahü teâlâ'nın emrinin aksini mi yapmışlardır?
: Cenâb-ı Allah ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm âlimlerine tâbi olmayı, bilenlerden sormayı, İcmaya uymayı emretmiştir. Dolayısıyla İcma gereği olan dört hak mezhebden birisine uymayı emretmiştir. Yani Hanefî veya Şafiî olmayı Allahü teâlâ ve Peygamber aleyhisselâm emretmiştir. Dört hak mezhebden birine uymayı İslâm âlimleri bize emrettiklerine göre, biz de islâm âlimlerine uymak mecburiyetinde olduğumuza göre, dört hak mezhebden birine uymak Cenâb-ı Hakkın ve hem de Peygamber aleyhisselâmın emri demektir. Allahü teâlâ, «İslâm âlimlerine tâbi olun.» diye buyurmuştur. Teker teker İslâm âlimlerinin isimlerini de mi zikredecekti? Meselâ Nü'man bin Sabit (İmâm-ı A'zam) veya Muhammed bin İdris (İmâm-ı Şafiî) gibi âlimlere mi tâbi olun diye emir buyuracaktı? Hanefî, Malikî diye isim zikrederek mugalataya sapmak, demagoji yapmak çirkin yoldur.
Dört hak mezhebin dört büyük imâmı, Hadîs-i şerîflerle övülmüş olduğu da ilim ehlince sabittir.
Karaman, şöyle devam ediyor:
«Mezhepçi hak olsun, hatâ olsun, faydalı olsun, zararlı olsun, mutlaka mezhebini savunur, orta bağlı kalır.»
Dünyada dört hak mezhep bulunduğuna göre, hak olan mezhep de faydalı olduğuna göre, hak olsun hatâ olsun, zararlı olsun demek, ne demektir? İslâm âlimleri hak olan dört mezhep derken ve hepsi de faydalı derken Karaman bir de hata ve zararlı çıkarmaktadır.
Karaman'ı açık konuşmaya davet ediyoruz. Dört hak mezhebden ona göre hak olmayan mı var acaba? Zararlı olan tarafları da mı var yoksa?
Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine gِöre döِrt hak mezhebin, hepsi de Allahü teâlânın yoludur.
Bir de İSLÂMCI diye birisinden bahsediyor. Aslında İslâmcı tabiri yanlış bir tabirdir, maalesef birçok müslümanlar bu tabiri kullanmaktadır. İslâmiyeti savunan kişi mânâsına müslüman denir. Asırlardır gelen İslâm âlimlerinin kitaplarını açıp okuyun, hiç birinde İslâmcı tabiri geçmez. Her ne ise bu İslâmcı, İslâmı, her şeyin üstünde, mezheplerin üstünde görürmüş.
Karaman'ın bütün derdi, mezhep ve İslâmı ayrı şeylermiş gibi göstermeye çalışmak...
Hanefî olduğunu söyleyen Karaman, canı isteyince İmâm-ı A'zam radiyallahü anh'ı tepebileceğini göstererek ağzından baklayı çıkarıyor:
«Ebu Hanife'ye göre bir kimseyi ölümle tehdit edip zorla karısını boşatsalar bu boşanma muteberdir, kadın boş düşer. İmâm-ı Şafiî'ye göre boş düşmez.»
Karaman kitaplarında İmâm-ı A'zam tabirini kullanmaktan titizlikle kaçınmakta, EBU HANİFE deyip geçmektedir, Ebu Hanife de onun künyesidir, ama A'zam kelimesini nedense kullanmak istemiyor.
İmâm-ı A'zam'la İmâm-ı Şafiî ayrı ayrı ictihadlarda bulunduysa ne olmuş yani? Dört hak mezheplerde bunun gibi birçok farklı ictihad vardır. Farklı olmasının da rahmet olduğu Hadîs-i şerîflerle sabittir. Ne demek istiyor Karaman?
Şükür burada ne istediğini gizlememiş, Şafiî'nin içtihâdının İslâmın rûhuna daha uygun olduğunu çekinmeden ve alenen söylemiştir.
Bu ne demektir? İmâm-ı A'zam hâşâ, Karaman kadar İslâmın rûhuna vakıf değildi. Bu bakımdan hatalı bir içtihadda bulundu. Hanefî olduğunu söyleyen Karaman, burada İmâm-ı Şafiî'yi daha uygun buldu.
25. sayımızda yazdığımız bir vesikayı aynen buraya alıyoruz:
«Müceddid-i Elfi Sani, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretleri, MEBDE VE MEAD Risalesinin 30. fıkrasında buyuruyorlar ki: «Namazda kıraat farzdır. Hadîs-i Şerîfte de FATİHASIZ NAMAZ OLMAZ buyurulduğu halde hakikî kıraati bırakıp Kıraat-ı hükmiye karar verilişinin sebebini anlıyamadım. Mezhebimiz Hanefide imâm arkasında kıraata dair açık bir delil bulunmamasına rağmen mezhebe uyarak imâm arkasında FATİHA okumazdım. Zira biliyordum ki M EZHEPDEN ÇIKMAK İLHADDIR.»
Risalenin devamında mezhebe uymanın bereketiyle Hak teâlânın lütfü ile kendilerine bunun hikmetinin gösterildiğini bildiriyor ve bariz misallerle bunu açıklıyor.
Demek oluyor ki, İmâm-ı Rabbânî gibi müceddid ve müctehid bir veliyy-i kâmil, delilini bilsin veya bilmesin istisnasız mezhebinin bütün hükümlerine tâbi oluyor, bir hükme bile tâbi olmamayı mezhebden çıkmak ve ilhad kabul ediyor.»
Şu halde zahir ve bâtın ilimlerinde mütehassıs senet âlim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bildirdiğine göre, Hanefî bir müslüman, Şafiîye uyarak karısını boşamazsa mülhid oluyor, mezhepsiz oluyor.
Karaman'ın taktiği ile kendi ifadelerine göre diyoruz ki, Karaman, İmâm-ı A'zam'ın içtihâdını İslâm rûhuna aykırı bulmakla hem İmâm-ı A'zam'ı, hem de İmâm-ı Rabbânî'yi İslâm rûhunu anlamamakla suçlamış oluyor.
Karaman, 1917 tarihli Hukuk-u Aile Kararnamesinden âdeta senet gibi bahsediyor. Halbuki bu kararnameyi imzalayanlar, dolaylı veya dolaysız olarak Osmanlı Devletinin yıkılmasına sebep olmuş kimselerdir, sözleri ve imzaları nasıl hüccet olur, Karaman, bu Kararnameden bahsederek «Bizce İslâmın rûhuna bu ictihad daha uygundur» diyebiliyor.
Karaman bu misalleri anlatırken «Mahremi bile olsa kadına dokununca da abdest bozulur» diyerek İmâm-ı Safiînin içtihâdını İslâmın rûhuna uygun bulmuyor. Hanefîde kolaylık olduğunu söylüyor.
Şafiî mezhebinde mahremi olan kadına dokununca abdest bozulmaz. Karaman, niçin bozar diyor? Mezheplerde doğru yanlış aramaktan öğrenmeye acaba vakit bulamadı mı ki? Yoksa mahrem kelimesini mi bilmiyor? Bir insanın hanımı, kendisine ne mahremdir, ne de namahrem... Şafiî mezhebinde namahreme dokununca abdest bozulur, bir de namahremken helâl olan hanımına dokununca. Anne ve bacı gibi mahremlere dokununca abdest bozulmaz.
Karaman kısaca demek istiyor ki, şu mezhebin burasını tatbik etmek zor, öbürünün de şurasını tatbik etmek İslâmın rûhuna aykırıdır, şu mezhebinki daha uygundur. Bir hoca bunları gözönüne alarak fetva soranlara kendi aklına nasıl uygun geliyorsa öyle fetva vermelidir.
Karaman mezheplerde doğru yanlış, faydalı, zararlı arayacağına, kendisi nasıl olsa en doğruyu bilebiliyor. En doğrulardan müteşekkil bir mezhep kursun, isteyen bu Mezheb-i Karamanî'ye girer. Belki de çok taraftar bulabilir. Abdulvehhab'ın oğlu Vehhâbiliği kurdu, çok da taraftar topladı. Karaman'a göre Sünnî bir mezhep de oldu. Karaman'ın dört hak mezheple uğraşacağına yeni bir mezhep kurmasının daha az zararlı olacağı kanaatındayız.
10 - Karaman, Vehhâbilikle ilgili kendi kendine sordüğü onuncu ve sonuncu sorusunu da şöyle cevaplandırıyor:
«Vehhâbilik sünnî bir mezhep olmakla beraber, şirkten kaçmak, tevhidi korumak için, bazı ifratlara düşmüştür.»
Karaman, bu cümlesi ile üç azim hatayı bir arada işliyor :
1 - Bugüne kadar hiç bir Ehl-i Sünnet âlimi Vehhâbiliğe sünnî mezhep dememiş, aksine sayısız reddiyeler yazmışlardır. Dört mezhebin haricindeki her mezhep sapık mezheptir. Vehhâbîler ise kâfirdir.
2 - Vehhâbilik sünnî bir mezhepmiş de yalnız bazı ifratları varmış, ifrat veya tefrit ne ile bilinir? Kitab ve Sunnete göre bilemeyiz. Bütün sapık mezhepler, kendi mezheplerinin de Kitab ve Sünnete dayandıklarını iddia etmişlerdir. İfrat ve tefrit Ehl-i Sünnet âkidesine göre ölçülür. Vehhâbilik eğer sünnî bir mezhep ise ifratı olmaz onun. Çünkü farklı ictihad rahmettir, ifrat değildir. «Nimet-i İslâm» kitabının nikâh bahsinde Vehhâblliğin ZINDIKLIK olduğu bildirilmektedir.
3 - Vehhâbîlerin şirkten kaçmak ve tevhidi korumak gibi iyi niyetleri varmış. 72 sapık mezhebin hepsi de iyi niyetle hareket etti, fakat hepsi de Ehl-i Sünnetin dışına çıktığı için dalâlete saplandı. «CEHENNEM İYİ NİYETLİLERLE DOLUDUR» mealindeki Hadîs-i şerîf iyi niyetle işlenen günah ve küfürlerin mazur görülemiyeceğini göstermektedir. Ehli olmayanın Kitâb ve Sünnete el uzatması felâkettir. Cebriye, Mutezile, Şia gibi sapık mezhepler, Kitâb ve Sünnetten anladıkları manaya göre ictihad etmişlerdir, fakat hepsi de dalâlete düşmüşlerdir. Yani Kitâb ve Sünnete göre herkes ifrat ve tefriti bulamaz. Ehil olanlar bulmuş ve bir kaideye bağlamışlardır. Bu kaide topluluğuna Ehl-i Sünnet velcemaat denir.
Broşürün onuncu maddesine devam ediyoruz :
«Asırlar boyunca Mâtûrîdî kalan milletimizin bundan böyle de bu inanma üslûbunu devam ettireceği kanaatindayım.»,
Başka bir cümlesi de şöyle :
«Ayrıca Türk milletinin iman üslûbuna uygun düşmediği için Vehhâbiliğin tutunacağına da inanmıyorum.»
Asırlardır Şeriatla idare edilen Türk milleti, önce Meşrutiyeti, sonra da Cumhuriyeti kabul etmiştir. Komünistin birisi çıksa ve dese ki:
«Asırlar boyunca müslüman kalan milletimizin bu inanma üslûbunu devam ettireceği komünist olmayacağı, ayrıca Türk milletinin iman üslûbuna uygun düşmediği için komünizmin Türkiye'de tutunacağına da inanmıyorum.»
Böyle bir komüniste ne denir? En azından kimi kandırıyorsun? denir. Herkes biliyor ki solcular bu milleti «Türkiye komünist olmaz.» sloganıyla uyutmaktadır.
Muteber kitaplarımızda itikaddaki mezhebimiz Ehl-i Sünnet Velcemaat olarak tarif edilmiştir. Hiç bir islâm âlimi Mâtûridî veya Eş'arî diye ayırmamıştır. İbni Teymiyeciler ve Vehhâbîler bilhassa İmâm-ı Eş'arî'ye te'vilci diyerek saldırırlar.
Vehhâbîliğin karakteristik vasfını bilmekte faide vardır. Umumiyetle Ehl-i Sünnet âlimlerinden nakil yapmazlar, devamlı âyet ve hadisten delil getirmeye çalışırlar Vaazlar ve hutbeler, farkında olmadan umumiyetle bu metodla işlenmektedir.
Komünist olan bir kimsenin alnında KOMÜNİST yazmadığı gibi, vehhâbi olan bir kimsenin de alnında VEHHÂBÎ diye yazmaz. Ancak fikirlerinden anlaşılır. Özel mülkiyet ve din düşmanlığı yapanlar komünisttir. Mezhep düşmanı olup, müctehid olmadığı halde, delil olarak hep âyet ve hadîsi gösterenler ve kıyas-ı fukahayı inkâr edenler de vehhâbidir. Türkiye'de komünist de, vehhâbi de vardır. Fakat birisi kanunlardan korktuğu için, diğeri de Ehl-i Sünnet müslümanlarından çekindiği için alenen vehhâbi ve komünist olduğunu söyleyemiyor. Herkes Kardâvî gibi, Mevdûdi gibi mezhepsiz olduğunu söyleyecek kadar açık yürekli değil ya...
«Türkiye komünist olmaz» demek nasıl l ihanet ise, Karaman gibi «Türkiye Vehhâbi olmaz» demek de ilme, akla, mantığa aykırıdır, Suud-i Arabistan Ehl-i Sünnetin Kal'ası iken, İngilizlerin tesiriyle Vehhâbiliğin Karargâhı haline gelmemiş midir? Asırlardır Ehl-i Sünnet olması vehhâbi olmamasına mani olabilmiş midir?
Karaman'a göre Türkiye'de vehhâbî olmadığı için, tıpkı komünist olmadığı gibi, bu hususta para için kitap yazarak savaşsız kahraman olma sevdasından vazgeçilmeliymiş. Vehhâbiliğe reaksiyon göstermek sürüye kurt getirebilirmiş. Kurt yoksa gelmez elbette. Fakat sürüyü öylece teslim almak isteyen Abduh'un çömezleri sinsi kurtlar masonların komünistlerin koltukları altında ulumaktadırlar. Bugün Vehhâbîlerle yapılan KÜLTÜR ANLAŞMASI gereğince Vehhâbî kitabı olmayan tek dinî müessese kalmamıştır.
Türkiye'de belki bir milyon komünist vardır. Fakat kaç tanesi alenen «Ben komünistim» diyebiliyor? Elbette mezhepsizler de «Biz Vehhâbiyiz.» demezler. Bugün vehhabîler bile kendilerine vehhâbî demiyorlar. Rusya bile kendisine komünist demiyor, sosyalist diyor. Vehhâbîler de kendilerine vehhâbî demiyorlar. Selefî diyorlar? Bazan onu da demiyorlar.
Karaman, mezhepsiz Reşit Rıza için «Müellifin selefî oluşunu, bazı kimseler Vehhâbîlikle karıştırmışlardır.» diyor.
Bu da intak-ı Hak kabilinden bir söz. Yani Reşit Rıza'nın mezhebi yokmuş, dört mezhebden birisine mensup değilmiş, selefî imiş. Bunu bizzat Karaman söylüyor, söyleten Allahü teâlâya hamdler olsun. Mustafa Varlı, mezhepsiz Kardâvî için «Şafiî mezhebine mensup değerli bir âlimdir.» diyordu. Fakat Karaman, Reşit Rıza için bir mezhep bulamamış, Selefî diyor. (Selefîliğin iç yüzü, ikinci ciltte, Uludağ'a Vesikalı Cevaplar kısmında vesikalarla anlatılmıştır.)
Ehl-i ilmîn bildiği gibi, Selefîlik İbn-i Teymiyye'nin yoludur. Vehhabîliğin kamufle şeklidir. Vehhabîliğin liderleri sadece Muhammed bin Abdülvehhab değildir, İbni Teymiyye ve talebeleri de Vehhâbiliğin liderleridir. Dört mezhebden olmayan bir kimse nasıl müdafaa edilir, hayret ediyoruz.
Vehhâbî meşrepli mezhepsizler diyorlar ki:
«Eshâb-ı Kiramın mezhepleri ne idi? Tabiînin mezhepleri ne idi? Bunların mezhepleri mi vardı? Hepsi Selefî idi.»
Her mutlak müctehidin mezhebi, kendi mezhebidir. Nasıl İmâm-ı A'zam'ın mezhebi kendi mezhebi ise, İmâm-ı Sevrî'nin de, İmâm-ı Evzaî'nin de mezhepleri kendi mezhepleri idi. Eshâb-ı Kiramın hepsi de müctehid olduğundan her birinin mezhepleri kendi mezhepleri idi. Tabiînden başlayıp mezheplerin teşekkül ettiği devreye kadar, müctehidler kendi mezhepleri ile amel ediyor, müctehid olmayanlar ise, yakınlarındaki müctehidlere bilmediklerini sorarak amel ediyorlar idi, onların mezhepleri de tâbi oldukları müctehidin mezhebi idi. Yani müctehid olsun olmasın hiç kimse mezhepsiz değildi.
Hak mezhepler, bid'at değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin emridir, rahmettir. Dört hak mezhep teşekkül ettikten sonra birine girme mecburiyetinde İCMA hâsıl oldu. İbn-i Teymiyye ve talebeleri hiç bir mezhebe tâbi olmadılar, mezhepsiz oldular. Mezhepsizler, mübarek Selef-i salihine bile Selefî diyorlar.
Karaman'ın kendi kendine hazırlayıp cevaplandırdığı tenakuzlarla dolu röportajı burada bitti.
Şimdi ise Karaman'ın aynı broşürde Fikrî Yavuz'a verdiği cevaplara bakalım.
Fikrî Yavuz'a verdiği cevabın beşinci maddesinde mezhepleri tek mezhep halinde birleştirmek istemediğini savunarak mezhepsiz Reşit Rıza'nın kitabından dört cümle seçerek, broşüre almış, cümleler aynen şöyledir:
1 - Bugün fetva makamından çıkan fetvalar İslam fıkhı, hele hiç olmazsa dört mezhep üzerine olmalı değil midir?
2 - Bu sebeple günümüzde hiç olmazsa dört mezhep imâm ve fakihlerinin kitap ve görüşlerinden süzülmüş bir kitap telif edilmeli.
3 - Salih mü'minlerin ibâdetler konusunda herhangi bir müctehidi -mezhebi- taklîd etmelerinde mahzur yoktur.
4 - Fakat bir kimse müctehid imâmların hepsini sever ve sayar da sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde onların her birine tâbi olursa davranışı övgüye lâyık olur.
Bu cümleleri de cevaplandıralım:
1 - Birinci cümlede tek mezheple değil, İslâm fıkhı ile fetva verilmesi isteniyor ki, tek mezhebe bağlılığın İslâm fıkhı demek olmadığı apaçık söylenmektedir, İmâm-ı A'zam tek mezheple amel etmiştir, tabileri tek mezheple amel etmiştir. Selefî meşreplilere göre bunlar İslâm fıkhı ile amel etmiş sayılmıyor. «Hiç olmazsa dört mezhep üzerine fetva verilmelidir.» demesi de dört mezhep haricinde hak mezheplerin bulunduğunu alenen itiraf değil midir? Tek mezhebe olan bu düşmanlık acaba nereden ileri geliyor ki?
2 - İkinci cümlede «Dört mezhebin hükümlerinden süzülmüş bir kitap telifi» ne demektir? Apaçık şekilde dört mezhebi tek mezhep halinde birleştirmek demek değil midir? Karaman'ın, Celâl Yıldırım'ın, yaptığı gibi, bu mezhep böyle diyor, öteki müctehid şöyle diyor, diyerek fıkıh anarşisi çıkarmak demek değil midir? Dört mezhebin kitaplarını bir kitap halinde, dört yolu bir yol halinde birleştirmek dört mezhebi kaldırmak demek değil midir? Karaman hem mezhepleri birleştirmek istemiyoruz diyor, hem de böyle bir cümleyi delil olarak gösteriyor. Ne kadar tuhaf değil mi?
3 - Üçüncü cümle ile de tek mezhebe bağlı kalma mecburiyeti kaldırılmak isteniyor. Herhangi bir müctehidi taklîd etmekte mahzur olmadığı söyleniyor. Karaman parantez açmış, müctehidden kasıt mezhep diyor. Halbuki Reşit Rıza'ya göre müctehidlik iddia eden herkes mezhep sahibidir.
4- Delil diye yazılan bu dördüncü cümle de çok enteresan... Mükellefin müctehid İmâmların sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde onların her birine tâbi olması övgüye lâyıkmış. Ne demek bu? Müctehid İmâmların sünnete uygun olup olmadığını kim tesbit edecek? Cevap olarak «BİR KİMSE» deniyor. Yani önüne gelen mezhep imâmlarının hatasını araştıracak. Hak olan mezheplerde sünnete aykırı taraf bulunmadığı için hak mezhep denmiştir. «Sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde» tabirini kullanmakla «Sünnete uymayan yerleri de vardır» denmek istendiği gizli değildir.
Dördüncü cümlede ne deniyor? Bir kimse, sünnete uygun olduğuna kanaat getirdiği yerlerde bazan bu müctehidi, bazan ötekini taklîd etmesi isteniyor. Her mezhepten işine gelen yerleri zaruretsiz alan kimseye mezhepsiz derler.
Cümlede geçen bir kimse sözü de çok manidardır.
Cümlede geçen BİR KİMSE müctehid ise, müctehid kendi içtihâdı ile amel eder, başkasının içtihâdına karışmaz. Müctehid değil de mukallid ise, delilini bilsin veya bilmesin mezhep imâmlarına değil, bir tek mezhep imâmına tâbi olur. Tabiî hak olan dört mezhep imâmından birine, gidip de İbni Teymiyye veya Şiî Şevkâni'ye değil tabiî...
BİR KİMSE'nin kendi mezhebinde sünnete muhalif ictihadların olabileceğini kabul etmesi, zaruretsiz kendi mezhebinden başka hak bir mezhebin hükmü ile amel etmesinin İLHAD olacağını Imâm-ı Rabbânî hazretlerinden öğrenmistik.
Karaman, Fikrî Yavuz'a verdiği onuncu cevapta kendisinin Ehl-i Sünnete ve İcmâ-i Ümmete aykırı tek cümlesi olmadığını iddia ediyor. Yukarıda sayısız cümleler nakledildi, hangisi Ehl-i Sünnete uygun? Bu hareketler, bu fikirler, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bildirdiği gibi İLHAD değil midir?
Karaman'ın Sayın Yavuz'a şöyle bir suali var:
«Kendinizi Ehl-i Sünnetin mihengi mi zannediyorsunuz? Size böyle bir ehliyet diplomasını veya icazetini kim verdi?»
Dört hak mezhebin birisine tâbi olan Ehl-i Sünnete mensup bir kimse kendisini Ehl-i sünnetin mihengi zannetmez. O sadece Ehl-i Sünnet âlimlerinden nakil yapar, Ehl-i Sünnetin mihengi olarak Ehl-i Sünnetin âlimlerini, âlimlerinin hükümlerini ölçü almıştır. Bir müslüman da ancak, böyle yapar.
Bizim gibi Ehl-i Sünnet mukallidleri için mihenk taşları mezhep imâmları ile mezhebdeki müctehidlerdir. Reşit Rıza'ya göre ise İbn-i Teymiyye, Şevkâni gibi mezhepsiz-lerdir.
Zamanımızdaki mezhepsizlere göre ise mihenk taşları, mezhep imâmları ile müctehidler değil, Kitâb ve Sünnettir. Mezhep imâmları da insan olduğu için hata ederlermiş, onun için Kitab ve Sünnet ölçü olmadığı halde, mezhepsizlerin Kitab ve Sünnetten çıkardığı hükümler ölçü ve mihenk taşları oluyormuş. Mezhep imâmları insan olduğu için yanılıyor, fakat mezhepsizler insan olmadıkları için hata etmezlermiş. Mezhepsizler insan değil BELHÜM EDAL imiş.
Mezhepsizlere soruyoruz, İmâm-ı A'zam'ı, İmâm-ı Rabbânî'yi Ehl-i Sünnetin mihengi kabul ediyorlar mı? Evet derlerse, yukarıda vesikasını verdik, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Reşit Rıza'nın, Karaman'ın fikirlerini İLHAD olarak kabul etmektedir.
Eğer İmâm-ı A'zam gibi büyükleri Ehl-i Sünnetin mihengi kabul etmiyorlarsa dünyada Ehl-i Sünnete mihenk olacak kimse kalmadı demektir. Belki mezhepsizler Kitâb ve Sünnet var ya diyecekler. Kitâb ve Sünneti İmâm-ı A'zam anlıyamadı da mezhepsizler mi anladı?
Karaman, Sayın Fikrî Yavuz'a şöyle bir sual soruyor:
«İslâm davâsına bizden fazla sahip çıkma hakkını nereden alıyorsunuz? Size böyle bir ehliyet diplomasını veya icazetini kim verdi?».
Karaman'a mezhepler arasında tercih yapma, bir hükmün İslâm'ın rûhuna daha uygun olduğunu, diğerinin uygun olmadığını söyleme icazetini kim vermişse, Sayın Yavuz'a da böyle bir işin caiz olmadığını söyleme icazetini o vermiştir. Anlatabildik mi Karaman?
Bizim mihengimiz Ehl-i Sünnetin mübarek imâmlarıdır. İmâm-ı A'zam'ın kâfir dediği kâfirdir, İmâm-ı Rabbânî'nin mülhid dediği mülhiddir.
Karaman'ın Yavuz'a verdiği onbirinci cevapta, kâfirler sadece Efgani ve Abduhu takdir etmekle kalmamışlar, büyük müctehidleri, Gazâlî ve İbni Rüştü de takdir etmişler.
Hiç kâfirden müctehid olur mu? Ehl-i Sünnetin mihengi İmâm-ı Gazâlî hazretleri, felsefeci İbni Rüştün birkaç hususta küfre düştüğünü ve kâfir olduğunu ispatlamıştır. Fakat hemşerimiz Karaman, bu felsefeciyi hüccet bir islâm âlimi gibi takdir etmekte ve sözü senetmiş gibi bazı kitaplarına bu felsefeciden delil getirmektedir.
Avrupalılar İmâm-ı Gazâli'yi ilmînden dolayı takdir etmişler, Efgani ve Abduh'u ise, islâmiyeti içten yıkmak istedikleri için, Efgani Ulu Hakan'ı devirmekte İngiliz masonları ile ittifak ettiğinden kâfir Avrupalılar takdir etmişlerdir.
Mezhepsizlere soruyoruz :
Mason Efgani ile mason Abduh'un dinîmize ne faidesi olmuştur? Tek faydası söylenemez, fakat zararları saymakla bitmez. Mucizelerin bir kısmını te'vil, bir kısmını da inkâr etmemiş midir? Kurân-ı kerîme MAHLUK dememiş midir? Faize helâl dememiş midir? İslâma böyle mi hizmet edilir? Böyle bir mezhepsiz nasıl olur da methedilir, nasıl olur da Karaman bu Vehhabîyi MUTLAK MÜCTEHİD olarak gösterir? Kâfir Avrupalıların bu sapıkları övmesi, takdir etmesi bu sapıklıklarından dolayıdır. İmâm-ı Gazâlî hazretlerini ise ilmînden dolayıdır. Mevlânâ hazretlerini ise yanlış olarak onu HÜMANİST zannetmelerinden dolayıdır.
İmâm-ı A'zam yarım milyon mesele halletmiş, 64 bin kaide koymuştur. Mason Abduh ve tilmîzlerinin mezhepsizlikten başka dinîmize ne hizmetleri olmuştur?
Bir İbni Âbidin dururken, bir Kuduri mevcutken, Mısırlı ve Suriyeli mezhepsizlerin kitaplarını tercüme etmek dine hizmet midir, dinî yıkmak mıdır?
Biz bu mezhepsizlerin içyüzlerini ortaya serince Bay Karaman hemen çıkıyor, «Eser yazarı ile değil, yazar eseri ile değerlendirilmelidir.» diyor. B,u ne demektir? Yazarı mason da olsa, mezhepsiz de olsa siz eserine bakın, eseri iyi olabilir demek değil midir? Bir masonun yaptığı alet kullanılır, fenne ve dünyaya ait eserlerine itimat edilebilir, Fakat dine ait yapıtlarına nasıl itibar edilir?
Karaman'ın şu hadîs-i şerîfi duyduğunu biliyoruz :
«Ehli olmadığı halde kendi re'yi ile Kur'ân-ı kerîmi tefsir eden cehennemliktir.»
Yapılan tefsir belki Beydavi tefsiri gibi kıymetli bir tefsir olabilir. Fakat ehli olmadığı için Hadîs-i şerîfe göre cehennemliktir. BEYDAVİ senettir. Fakat Karamana göre Beydavi tefsirinde bile mevzu hadîs vardır, hattâ IHYA'da bile mevzu hadîs vardır. İçinde mevzu hadîs bulunmayan kitaplar Karaman'ın kitaplarıdır.
Bir insanın İslâm âlimlerine hücum etmesiyle büyük olurum sanması çok abes ve çok yanlış bir taktiktir. .
İmâm-ı A'zam'ın her sözü hüccettir. Fakat aynı sözü Reşit Rıza söylemiş olsa hüccet olmaz. Biz Hüccet-ül İslâm olana inanırız. Masondan ve mezhepsizden Ehl-i Sünnete uygun eser beklemek ilme ve akla aykırıdır. Onlar yapmak değil, yıkmak isterler.
Karaman «Yazar eseri ile değerlendirilmelidir.» diyor. Reşit Rıza'nm eseri, Ehl-i Sünnet âlimlerininkine uymadığı için değer vermiyoruz.
Bay Karaman, broşürün onblrinci maddesinde Efganinin ömrünü İngilizlerle geçirdiğini söylüyor, Kaynak olarak da mezhepsizlerin çıkardığı El-MENAR dergisini gösteriyor. Ulu Hakan ise, Efgani'nin bir İngiliz casusu olduğunu HATIRAT'ında söylüyor. Şimdi hangisine inanalım? Cennet-mekâna mı, yoksa mezhepsiz dergiye mi?
Karaman, Sayın Yavuz'a verdiği onikinci maddedeki cevapta, halkın, avamın, mukallidin, mezhepleri olamıyacağını bunların mezheplerinin müftülerin vereceği fetvalar olacağını söylüyor. Dünyada tek müctehid olmadığına göre Karaman'a göre herkesin mezhebi yoktur, yani herkes mezhepsizdir. Arapça bilmek müctehid olmayı gerektiriyorsa Arap Devletlerindeki bütün vehhâbîler müctehid demektir.
«Avamın mezhebi müftünün fetvasıdır» sözünü açıklayalım. Müftü müctehid olmadığı için ona hangi mezhebe göre fetva verdiğini söyler. Hanefî olana Hanefi mezhebine göre, Şafiî olana da Şafiî mezhebine göre fetva verir. Bütün mezhepleri karıştırıp telfik yapmaz. «Avamın mezhebi yoktur» sözü, Avam mezhep imâmı değildir, kurduğu bir mezhep yoktur dernektir. Mezhepsiz demek değildir, mezhebi tâbi olduğu dört hak mezhepten birisi demektir.
Karaman broşürdeki onikinci maddede bir denemeden bahsediyor, Dinimizi deneme tahtası mı zannetti ki? Halkın başka mezheplere ihtiyacı var mıdır, yok mudur deneme yapılmalıymış! Bunu müftüler yapacakmış. Hangi müftüler? Laik müftüler mi, yoksa dinîmizin tarif ettiği müctehid müftü mü? Günümüzde tek müctehid müftü olmadığına göre, müftüden bahsetmek isabetli değildir. Dinîmizde denemeye, tecrübeye ihtiyacı olan bir hüküm yoktur. Dinîmiz noksan değildir, kâmildir. Denemeyle hüküm bulunmaz.
Nihâyet Karaman denemeyle ilgili cümlelerinden sonra ağzından baklayı çıkarıyor:
«Müslümanlar bazı müftülere baş vurup aile yuvalarını yıkan fetvalar ile başları dönmüş olarak ayrılırken müftüler onlara (FİLÂN HAK MEZHEBE GÖRE SENİN KARIN BOŞ DÜŞMEZ) deseler, o müslüman büyük bir sevinç içinde derhal o hükmü benimser mi? Elbette.»
Karaman'ın böyle bir fetvasını belki birçok müslümanlar benimseyebilir, fakat onların benimsemesi bize ölçü olmaz,, böyle rastgele bir fetva mezhepsizlik olur. Zaruret hallerinde başka bir hak mezhebi taklid etmenin belli şartları vardır. Mezheb-i İbni Teymiyye'ye göre üç talak bir talak sayılır, müftü bu mezhepsize göre fetva verse, müslüman bilmediği için memnun olur, fakat böyle bir fetva zina olur, mezhepsizlik olur. Sonra bay Karaman'a göre «Nikâh dinî bir akit değildir.» din mevzuu içine bu nikâhı niçin sokar ki?
Zarurete mebni dört hak mezhebden birisini taklîd etmenin caiz olduğunu Ehl-i Sünnetin mihengi olan âlimler hükümler koymuşlardır. Ancak bunun da şartları vardır. Bunu bir misalle açıklayalım;
Hanefî mezhebine mensup abdestli bir kimsenin eli kanasa «Şafiî mezhebinde kanın çıkması abdesti bozmaz» diyerek gidip namaz kılamaz. O anda namazı kılması için bir zaruret bulunacak. Zaruret bulununca, Şafiî mezhebine göre guslünün bulunup bulunulmadığına bakılır. Gusülde niyet etmemişse guslü Şafiî mezhebine göre yok demektir. Hanefiye göre de kan çıktığından abdestsizdir. Yani her iki mezhebe göre abdestsizdir, namaz kılamaz. Eğer Şâfiî mezhebine göre guslü varsa, abdestinin olup olmadığına bakılır. Abdest alırken niyet etmiş midir? Etmemişse abdestsizdir. Yabancı bir kadına dokunmuş mudur? Dokunmuşsa abdestsizdir. İstinca yapmış mıdır? Az da olsa üzerinde necaset var mıdır? Hanefî mezhebine göre az necaset namaza mani değildir, Şafiî mezhebinde ise manidir. Bunun gibi diğer mezhepteki bütün bozan hükümlerle, farz olan hükümleri bilmek lâzımdır. Türkiye'de hak olan dört mezhebin hükümlerini bilebilen insana rastlamak çok nadirdir. Mezhep taklîdi oyuncak değildir. Hanefî mezhebindeki mükellef, gusülde, abdestte ve necasette tamamen Şafiî mezhebine uysa namaz kılarken de Şafiî mezhebine göre yapması gereken hükümler vardır. İmâm arkasında fatiha okuması lâzımdır. Yani Şafiî mezhebinde bulunan 18 erkânı tatbik etmesi lâzımdır. Selâm verirken namazdan çıkmaya niyet etmesi lâzımdır. Şafiî mezhebinde gecenin yarısından sonra yatsı namazını kılmak caiz değildir. Gecenin yarısından sonra yatsıyı kılarsa eda etmiş olmaz, kaza etmiş olur. Bu hükümleri bilen kaç müslümana rastlanır?
Boşanma mevzuu da öyle kolay bir iş değildir. Şafiî mezhebine göre muteber sayılmayan bir nikâh ile evlenen Hanefî bir müslümana karısını cebren boşatsalar, bu kadın boş olur. Şafiî mezhebine göre boş değildir, denemez. Çünkü Şafiî mezhebine göre zaten nikâhlı değildi. Şafiî mezhebine göre cebren boşama muteber değil deyip de, adama «Git evliliğine devam et» denirse, adam memnun olabilir ama, evliliğin dine uygun olması lâzımdır. Kişinin memnuniyeti ölçü olmaz. Hanefî mezhebindeki müslümanın Şafiî mezhebindeki nikâh ile ilgili bütün şartları gözetmeden onunla tekrar evlenirse zina olur, mezhepsizlik olur. Bu şartları saymadan caizdir gibi kafadan fetva verenlere şahit olduk.
Broşürün sonunda Karaman, Yavuz'un haklı tenkidlerini hazmedemiyerek şöyle diyor:
«Yazık, ne kadar yazık, İslâm uleması birbirine düşüyor.»
Günümüzde birbirine düşen İslâm uleması var mıdır? Karaman, Yavuz'la birlikte kendilerini İslâm uleması olarak nasıl takdim eder? Biz de Karaman'a soruyoruz, «Ulema icazetini size kim verdi?» İlim o kadar ucuzladı mı ki? Âlim kelimesini insan kendisine öyle hemen kolayca nasıl yakıştırır? Davudoğlu Hoca'nın öğrettiği kadar fıkıh bilmekle insan âlim olamaz. Bir kimseye âlim diyebilmek için hiç değilse fukahanın yedinci tabakasından olan İbni Âbidin kadar ilme sahip olmak lâzımdır. Dünyada İbni Âbidin kadar ilme sahip kaç kişi çıkar? Herkes kendine âlim gözüyle bakarsa anarşiden geçilmez.
Allahü teâlâ Ehl-i Sünnet Müslümanlarının yardımcısı olsun. Âmin...
.
XXXXXXXXXXXXXXX
KARAMAN’IN CEVÂBI VE CEVÂBIMIZ
Hüseyin Avni
Bu yazımız, Hayrettin Karaman’ın yabancı kadınlarla tokalaşmak hususunda yazmış olduğu yazısı munasebetiyle Ğurabâ Mecmuası'nın geçmiş sayısında yayınlanan "Hayrettin Karaman'dan Bir Dîn Tahrîfi Ve Saptırması Daha…" başlıklı tenkid yazımız üzerine gönderilen cevâbî yazısı ve o yazıya verdiğimiz cevaptır.
H. Karaman’ın Cevâbı
Kısa bir cevap gönderiyorum. Parçalara ayırıp cevap vererek değil, olduğu gibi neşredin. Sonra istediğiniz gibi parçalayıp cevap verebilirsiniz. Beni tevbeye da’vet ediyorsunuz; Allah razı olsun,“estağfirullahe ve etûbu ileyh”. Ama ben o yazıda hata veya günah işlediğimi kabul etmiyorum, samimi kanaatim ve bilgim budur. Dinime de kötülük etmek için değil, iyilik etmek için yazıyorum. Sizin yazarınız bana hakaret ediyor, alay ediyor, ağır ithamlarda bulunuyor; o ve siz tevbe etmeyi düşünmez
misiniz?
1-Kadınlarla erkeklerin şehvetsiz olarak musafahalarının haram olduğuna
dair nass yoktur. Cevapta nakledilen rivayetlerin sahih olanlarının delaletleri kat’i değildir; gözün zinası “ya avret olan yere bakmaktır veya avret olmayan yere şehvetle bakmaktır.” Elin zinası da yine “avret olan yere dokunmak veya avret olmayan yere şehvet ihtimaliyle dokunmaktır.”Kadının elleri (bazı fıkıhçılara göre ellerinin içi) ve yüzleri avret değildir. Avret olmayan bir yere şehvetsiz bakmak da haram değildir. Avret olmayan yere dokunmaya gelince;
a)zaruret yoksa, b) şehvet ihtimali varsa dokunmak caiz değildir. Şehvet ihtimali yoksa dokunmak caizdir.
Ben, Bedâyi’in ifadesini tercüme etmedim, ona atıf yaparak “fıkıhçılarınbu konuda ne dediklerini” özetledim. Yaptığımı tercüme olarak kabul edip ağır sözler söyleyeni sorumluluk duygusuna davet ediyorum.
Kıyas yoluyla hükme varmalarından maksadım şudur:
a) Avret olmayan yere şehvetsiz bakmanın caiz olması dokunmanın da caiz olmasını gerektirmez; çünkü dokunmanın şehveti celbetme ihtimali
daha kuvvetlidir; bu sebeple dokunma, bakmaya kıyas edilemez.
b) Avret yerine bakmak haram kılınmıştır; çünkü bu bakma şehveti celbeder, avret olmayan yere dokunmak da caiz değildir; çünkü bu dokunmanın da tıpkı avret yerine bakmak gibi şehveti celbetme ihtimali kuvvetlidir (Kıyas).
c) Şehvet ihtimali bulunmadığında veya zayıf olduğunda dokunma caizdir;
bu takdirde dokunma, avret olmayan yere bakmak gibidir (Kıyas).
Bir hükmü naslar ifade etse bile fıkıhçılar kıyas yoluyla da sabit olduğunu söyler ve açıklamalar yaparlar. Bu açıklamadan sonra, söylediklerimi teyit eden Bedâyi’in ibaresini, yazarınızın bıraktığı yerden devam ederek tercüme ediyorum:
“Bu iki uzva (yüz ve avuçlara) dokunmanın hükmüne gelince… Bunlara dokunmak helâl olmaz; çünki, bu iki uzva bakmanın helâl olmasısözünü ettiğimiz zarûretler sebebiyledir. Halbuki dokunmakta hiçbir zarûret yoktur. Bununla beraber dokunmak, şehveti uyandırmakta ve harekete geçirmekte bakmak fiilinin üstündedir.
İki işten, aşağıda olanın mübâh olması yukarıda olanın da mübâh olmasına delâlet etmez. Bu (hüküm) dokunanlar (mesela tokalaşanlar) genç olunca geçerlidir. Eğer yaşlı olurlarsa musâfaha yapmaların da bir sakınca yoktur. Cünkü bunların tokalaşmaları, şehvet bulunmadığı bulunmadığı için, şehveti harekete geçirme tesirinin dışına çıkmıştır. Resulullah (s.a.)’in, yaşlı kadınlarla musafaha yaptığı da rivayet edilmiştir.”
Kâsânî, muteber bir Hanefi fıkıh alimidir; ona hiçbir kimse “din tahripçisi,hain” filan dememiştir. İşte bu zat:
a) Avret olmayan yerlere şehvetsiz bakmanın caiz olduğunu,
b) Şehvet ihtimali bulunmadığında dokunmanın da caiz olduğunu,
c) Rivayet edilen hadislerin mutlak olarak bakmayı ve dokunmayı değil, “avret yerine zaruret bulunmadan,” “avret olmayan yere şehvetli” bakmakla ilgili olduğunu açık veya delalet yoluyla ifade ediyor.
Benim söylediğim ve kadim fıkıh kitablarında yeri bulunmayan söz ise “zaruret halinde gençlerin de, şehvet ihtimali bulunduğu halde bundan sakınmaya çalışarak tokalaşmalarının caiz olabileceği”dir. Eskiler “alma, satma, el ile alıp verme” gibi durumları zaruret sayıyorlar. Biz laik bir ülkede yaşıyoruz, bir belediye başkanı (soruyu o sormuştu), bir bakan, başbakan, cumhurbaşkanı… Bazı yer ve durumlar da kendisine uzatılan kadın elini sıkmazsa problem çıkar; bunu bir zaruret sayıp saymama meselesinde farklı değerlendirmeler olabilir.
Ama ben bunu zaruret saydığım için “hain, din tahrifçisi, tahripçisi, aklıarızalı, hain…” olmam; bunları bana yakıştıranları ve dergilerinin sayfalarında neşredenleri Allah affetsin! (Karamanın Cevâbı Bitti.)
Karaman’ın Cevâbı’na Cevâbımız:
Sayın Karaman’ın cevâbını okudunuz: önceki bâtıl iddiâlarında ısrâr etmiş; ayrıca başka ilâveleri de bulunduran bir ‘ilmî’ cevâb(!) yazmış… Siz ‘değmez’ deseniz de biz O’na tenbîh kabîlinden kısa bir cevâb vereceğiz…
Okuyalım…
Karaman: Kısa bir cevap gönderiyorum. Parçalara ayırıp cevap vererek değil, olduğu gibi neşredin. Sonra istediğiniz gibi parçalayıp cevap verebilirsiniz.
Beni tevbeye da’vet ediyorsunuz; Allah razı olsun, “estağfirullahe veetûbu ileyh”. Ama ben o yazıda hata veya günah işlediğimi kabul etmiyorum, samimi kanaatim ve bilgim budur. Dinime de kötülük etmek için değil, iyilik etmek için yazıyorum. Sizin yazarınız bana hakaret ediyor, alay ediyor, ağır ithamlarda bulunuyor; o ve siz tevbe etmeyi düşünmez misiniz?
Cevâb: Düşünmez miyiz hiç!... Biz de, ‘estağfirullahe ve etûbu ileyh’ diyoruz; ama, ithâm etmiyor, teşhîs ve tesbîtte bulunuyoruz; hakâret yapmıyor, Müslim’in ve diğerlerinin ‘insanları yerlerine oturtunuz’[1] hadîsi ile amel ediyoruz.
Karaman: 1-Kadınlarla erkeklerin şehvetsiz olarak musâfahalarının haram olduğuna dair nass yoktur. Cevapta nakledilen rivâyetlerin sahih olanlarının delaletleri kat’i değildir; gözün zinâsı “ya avret olan yere bakmaktırveya avret olmayan yere şehvetle bakmaktır.” Elin zinası da yine “avret olan yere dokunmak veya avret olmayan yere şehvet ihtimaliyle dokunmaktır.”
Kadının elleri (bazı fıkıhçılara göre ellerinin içi) ve yüzleri avret değildir. Avret olmayan bir yere şehvetsiz bakmak da haram değildir.
Cevâb:
Bir: ‘Kadınlarla erkeklerin şehvetsiz olarak musâfahalarının harâm olduğuna dâir nass yoktur’iddiâsı hevâya uyularak söylenmiştir veaslâ doğru değildir; gerekçesinin tutarsızlığıise aşağıdaki maddeler de açıklanacaktır.
İki: ‘Cevâbta nakledilen rivâyetlerin sahih olanlarının…’ derkensanki nakledilen rivâyetlerin sahîh olmayanları varmış gibi bir zann uyandırılmakisteniyor ki, bu, aldatmaca değilse, mes’eleyi ve konuşmayı bilmemektir.
Böyle bir iddiâ varsa bu isbât edilmeliydi; her zamanki gibi bulanık suda avlanmak yoluna gidilmemeliydi.
Üç: Biz cevâbımızda, bilhassa son iki hadîsin ulemânın ittifakla anladığına göre ‘yabancı kadınla yapılacak her çeşit musâfahanın harâmlığı’na delâletinin kat’î olduğunu ifâde etmiş, bunun icmâ’ ile de kesinlik kazandığını anlatmış ve şöyle demiştik:
[Evet, bunlardan ilk üç hadîsin haramlığa delâleti hüccet seviyesinde açık olmayıp ihtimâlli ise de, karîneler sebebiyle ikinci birinciden, üçüncü de ikinciden yasaklık bildirmekte daha açıktır. Dördüncü ve hele beşinci hadîsler bu harâmlık ma’nâsın da artık iyice açıktırlar. Siz bunlara bir de bakmak yasağıyla alâkalı âyet ve hadîslerin delâlet-i nassları veya fehvâlarını ve bunlara da dayanan İcmâ-i ümmet’i ilâve ederseniz, artık şu hadîslerin haramlığa delâleti kesinleşmiş olur ve hiçbir şeytânî vesveseye yer kalmaz; dîn de gedik açmaya çalışan hiçbir zındığın elinde herhangi bir bahane de bulunmaz.]
Burada kırık plak gibi aynı iddiâyı tekrarlamak yerine da’vâmızın nakzı gerekirdi ve bu hiç değilse bir nakil ile isbât edilmeliydi. Oysa böyle bir şey yok. Demek ki, keyfî konuşulmaktadır. İslâm ulemâsının bunu söz birliği ile böyle anlaması kadar kat’îlik nerede olabilir ve bulunabilir?
Dört: Bu ‘ya avret olan yere bakmaktır veya avret olmayan yere şehvetle bakmaktır,’ elin zinâsı dayine ‘avret olan yere dokunmak veya avret olmayan yere şehvet ihtimaliyle dokunmaktır’, hükmü avret yerlerisınırlı olan erkek içün doğru ise de,kadın içün kat’iyyetle yanlıştır. çünki, kadınıntamamı avrettir; yüz ve avuçlarlaalâkalı istisnâ ise -rivâyetlerdeki sıhhatmünâkaşası bir yana- nasslarla sâbitolan zarûret hâlleriyle sınırlı olup alâhilâfi’l-kıyâs vâkı’dir ve ittifâkla değildir;o yüzden dokunmak işi Kâsânî’ninde dediği gibi, ‘bakmaya kıyâs edilemez’.
Beş: Karaman’ın bu iddiâsına göre,değil musâfaha, şehvetsiz olarak-meselâ, acıma hissiyle- yabancı kadın yüzü okşamak bile câiz olmalıdır…
Bunu iddiâ edebilecek bir mü’min olabilir mi?!..
Ama, ‘deme, olmaz, olmaz; zîrâ, olmaz, olmaz’ demişler…
Karaman: Avret olmayan yere dokunmaya
gelince;
a) Zaruret yoksa,
b) Şehvet ihtimali varsa dokunmak caiz değildir. Şehvet ihtimali yoksa dokunmak caizdir.
Cevâb:
Bir: Kâsânî’nin de ifâde ettiği gibi yabancı kadınla musâfahada ‘hiçbir zarûret yoktur’ Buna rağmen bâtıl kıyâs, yine tekrârlanmakta… Zanlara ve nefslerin hevâlarına dayanan zarûretler ise sayılamayacak miktarda fazla olup hiçbir mü’mine göre zarûret sayılmazlar.
İki: Oysa ‘şehvet ihtimâlinin olmaması’ ancak çocuklarda, pîr-i fânîlerde veya hissiyâtını kaybetmiş hastalarda olabilir ki, bunlar bahsimizin dışındadır. Kaldı ki, imkânsız olmasıyla beraber bir kimsenin şehvetlenmemesi muhâl farz olarak bir anlık farz edilmiş olsun; ya karşısındakinin şehvetlenip şehvetlenmeyeceğini nereden bilecek, karşılıklı anlaşmalarla mı bir netîceye varılacak?!...
Ve mine’l-ğarâib ve’l-acâib.
Karaman: Ben, Bedâyi’in ifâdesini tercüme etmedim, ona atıf yaparak “fıkıhçıların bu konuda ne dediklerini” özetledim. Yaptığımı tercüme olarak kabul edip ağır sözler söyleyeni sorumluluk duygusuna davet ediyorum.
Cevâb:
Bir: Allah içün söyleyin, şu ifâdelerden akıllılar ne anlar?:
[Fıkıhçılar kadınla erkeğin musafahası konusunu kıyas ile hükme bağlamışlarveşöyle demişlerdir: “Kadınlarınel ve yüzleri avret değildir, bunlaraşehvetsiz bakılabilir. Ama dokunmakşehvet celbi bakımından daha etkilidir,bu bakımdan avret yerine bakmaya vedokunmaya benzer; bu sebeple dokunmacaiz olmaz.” (Kâsânî, s. 489)]
Elbette ki, bunun Bedâyi’in ifâdesiolduğunu anlar, değil mi?.. Aksi hâldeKaraman’ın bu ifâdesinden Türkçeyi debilmediği anlaşılır.
İki: Bedâyi’in verilen kaynaktaki‘özetlendiği’ iddiâ edilen ifâdesindetamâmen aksi ortaya konmaktadır.
üç: üstelik burada -Kâsânî’nin dışındaki- bahsi geçen ‘fıkıhçılar’ ve ‘özetlediğiniz’i söylediğiniz görüşleri nerededir? Yok…
Dört: Biz söylediklerimizi zaten îmân hamiyyeti, İslâm gayreti ve bir mü’min olmak ‘sorumluluğu’ îcâbı söylemiş idik. O bakımdan şu istikâmette bundan böyle Karaman tarafından yapılan da’vete de uyup -inşâellâh- daha bir dikkat edeceğiz.
Karaman: Kıyâs yoluyla hükme varmalarından maksadım şudur:
a)Avret olmayan yere şehvetsiz bakmanın caiz olması dokunmanın da caiz olmasını gerektirmez; çünkü dokunmanın şehveti celbetme ihtimali daha kuvvetlidir; bu sebeple dokunma, bakmaya kıyas edilemez.
Cevâb: Tahrîr-i murâdınızla açık da’vânızı nakzetmektesiniz; çünki da’vânız, ‘fıkıhçılar kadınla erkeğin musafahası konusunu kıyas ile hükmebağlamışlar…’ ifâdelerinizde de görüldüğü gibi hükmün kıyâsa dayandığı idi; oysa burada ‘bu sebeple dokunma, bakmaya kıyas edilemez’ demekle ortada kıyâs olmadığını ifâde etmektesiniz. Hâsılı açık bir çelişki sergilemektesiniz.
Karaman:
b) Avret yerine bakmak haram kılınmıştır; çünkü bu bakma şehveti celbeder, avret olmayan yere dokunmak da caiz değildir; çünkü bu dokunmanın da tıpkı avret yerine bakmak gibi şehveti celbetme ihtimali kuvvetlidir (Kıyas)
Cevâb:
Bir: önce böyle kıyâs olmaz. Netîce, tuhaf bir şekilde ikinci mukaddime (yanimukaddime-i kübrâ) yerine konulmuş. Çağdaş ‘müçtehitler’ kıyâsı işte bu kadar bilebilirler. Ortada iddiâ ettiğiniz kıyâs bulunsaydı, doğru şekli şöyle olurdu:
[Avret yerine bakmak haram kılınmıştır; çünkü bu bakma şehveti celbeder. Bu dokunmanın da tıpkı avret yerine bakmak gibi şehveti celbetme ihtimali kuvvetlidir. (O halde) avret olmayan yere dokunmak
da caiz değildir.]
İki: Önceden de “orada yapılan bir kıyâs değil, başka bir yolla istinbâttır. Hattâ iddiâ edilenin tam aksine burada, kıyâsa gidilemeyeceği söylenmektedir. Daha açık bir ifâdeyle, avuçlara ve yüzlere, bazı husûsî zarûretler sebebiyle bakılabilirse de, tutulamaz; buralarda ralarda dokunmak işi bakmak işine kıyâslanamaz; çünki dokunmakta hiçbir zarûret yoktur. Zarûretsiz bakmaktaki haramlıknasslarla sâbittir. Bu haramlıkta illet veya menât olan ma’nâ, dokunmakta daha fazla vardır. Öyleyse delâlet-i nassla veya fehvâ ile aynı hüküm bakmayı yasaklayan nasslarda evlâ yolla vardır. Yani, ‘ebeveyninize üf demeyiniz’ âyeti ‘hoşt demeyiniz’ ve ya ‘dayak atmayınız’ ma’nâlarını da evleviyetle bulundurur; çünki bunlarda ‘üzme’ve ‘incitme’ ma’nâları daha fazla mevcûddur. Hâsılı, ‘oşt demeyiniz’ veya ‘dayak atmayınız’ ma’nâlarının ‘üf demeyiniz’ âyetinde bulunmadığını, aksine bunların kıyâs ile âyetin hükmüne dâhil edildiği…” dediğimiz gibi ortada herhangi bir kıyâs yoktur.
üç: Bütün bunlara rağmen böyle bir kıyâsın bulunduğunu söylemek, kıyâsı da bilmemektir ve cehâlettir.
Karaman:
c) Şehvet ihtimali bulunmadığında veya zayıf olduğunda dokunma caizdir; bu takdirde dokunma, avret olmayan yere bakmak gibidir (Kıyas).
Cevâb:
Bir: Hiçbir fakıhden böyle bir kıyâs nakledilemez; varsa göstermelisiniz. Gösteremeyeceğinize göre bu sizin uydurmanızdır. İki. Birinci mukaddimenin, daha doğrusu birinci mukaddime olarak getirilen kadıyyenin ikinci yarısı yani ‘(Şehvet ihtimali) zayıf olduğunda dokunma caizdir’ hükmü bâtıl olup hiçbir nassda veya kitâbda mevcûd değildir.
Üç: Bu da aslında bâtıldır. Mes’elenin burası bir yana bırakılacak olsa bile kıyâs diye getirilen şu sözler kendi içinde dahî doğru bir kıyâs değildir. çünki, ikinci mukaddime yerindeki ifâdeler ile netîce Matvî/dürülmüş olamayacak bir şekilde karıştırılmış.
Dört: Yabancı bir kadına dokunmakta şehvet bulunmama ihtimâli ya çocukta veya pîr-i fânîde olabilir. Çocuk söz birliği ile, pîr-i fânî de Hanefîlere göre mes’elenin dışındadır ki, bizim sözümüz bunlarda değildir. Çocuk ile, pîr-i fânînin dışındaki erkeklerde şehvet bulunmamak ihtimâli asla bahis mevzuu olamaz.
Beş: Farz-ı muhâl iki taraftan birinde bu şehvetlenmeme ihtimâli bulunsa bile bunun karşısındakinde bulunup bulunmayacağı kesinlikle bilinemez. Nitekim önceki makalemizde şöyle demiştik:
[Bakmak tek taraflıdır. Dolayısıyla -zayıf bir ihtimâlle de olsa- kişi kendine âid olan bakmakla hâsıl olacak şehvetlenmeyi belki kontrolünde bulundurabilir, şehvetlenmeyebilir. Ancak, musâfaha iki kişi ile olan bir iştir. Bunda cinsî hisleri ölmemiş bir kimsenin kendi şehvetini kontrol etmesi neredeyse imkânsızlık sınırında olan çok uzak bir ihtimâldir. Farz-ı muhâl olarak bunu başardığı kabûl edilse bile, bu odun veya çaput hâline gelmiş kişi, karşısındakinin şehvetlenip şehvetlenmeyeceğini nereden bilip de ona göre hareket edecektir?
İşi, ‘gel, sen de şehvetlenme, ben de şehvetlenmeyeyim, öylece uslu uslu musâfahalaşalım’ şeklinde birkarşılıklı anlaşıp sözleşmekle mi çözecekler?]
Öyleyse şu cevâz hükmü imkânsızlık üzerinde kurulmaya çalışılmaktadır. İlmi bir yana bıraksak bile ayıb diye bir şey vardır, sayın Karaman!..
Altı: Sayın Karaman!... ‘Şehvet ihtimali bulunmadığında veya zayıf olduğunda dokunma câizdir’ derken, ‘yok’ ise önceden bunu ne ile ve nasılölçebileceksiniz? ‘Az’ ise -meselâ- nekadar ‘az’ demek istiyorsunuz? Bununeyle ölçeceksiniz, elinizde -meselâ- bir‘şehvetmetre’ mi var? Gülünç olmuyormusunuz sayın Karaman?
Karaman: Bir hükmü nasslar ifade etse bile fıkıhçılar kıyas yoluyla da sabit olduğunu söyler ve açıklamalar yaparlar.
Cevâb: Ama siz öyle dememiş, aksine şöyle bir ifâde kullanmıştınız:
[Fıkıhçılar kadınla erkeğin musafahası konusunu kıyas ile hükme bağlamışlarve şöyle demişlerdir: ‘Kadınların el ve yüzleri avret değildir, bunlara şehvetsiz bakılabilir. Ama dokunmak şehvet celbi bakımından daha etkilidir, bu bakımdan avret yerine bakmaya ve dokunmaya benzer; bu sebeple dokunma caiz olmaz.’ (Kâsânî, s.489)]
Biz de şöyle yazmış idik: ‘üstelik kıyâs bulunsa bile bir hüküm, açık nasslarla ve İcmâ’ ile sâbit olduktan sonra kıyâsla da isbât edilse, bu kıyâs önceden sâbit olan hükmü te’yîd ve takviyeye yarar; Fıkıh kitâbları, husûsan Şerhu Meânî’lçsâr bunun misâlleriyle doludur.
Bu husûstaki hilâfta, söylediğimiz râcih olup aksi îzâha ve te’vîle muhtâctır.’Bütün bunlardan sonra, bize böylebir cevâb vermeye kalkmanız ne dereceakla ve ilme uyabilir, sayın Karaman?!..
Karaman: Bu açıklamadan sonra, söylediklerimi teyit eden Be dâyi’in ibaresini, yazarınızın bıraktığı yerden devam ederek tercüme ediyorum: “Bu iki uzva (yüz ve avuçlara) dokunmanın hükmüne gelince… Bunlara dokunmak helâl olmaz; çünki, bu iki uzva bakmanın helâl olmasısözünü ettiğimiz zarûretler sebebiyledir. Halbuki dokunmakta hiçbir zarûret yoktur. Bununla beraber dokunmak, şehveti uyandırmakta ve harekete geçirmekte bakmak fiilinin üstündedir. İki işten, aşağıda olanın mübâh olması yukarıda olanın da mübâh olmasına delâlet etmez. Bu (hüküm) dokunanlar (mesela tokalaşanlar) genç olunca geçerlidir. Eğer yaşlı olurlarsa musâfaha yapmalarında bir sakınca yoktur. Cünkü bunların tokalaşmaları, şehvet bulunmadığı için, şehveti harekete geçirme tesirinin dışına çıkmıştır. Resulullah(s.a.)’in, yaşlı kadınlarla musafaha yaptığı da rivayet edilmiştir.”
Cevâb:
Bir: ‘Bedâyi’in ibaresini, yazarınızın bıraktığı yerden devam ederek tercüme ediyorum’ derken bizimbir şeyleri gizlemek maksadıyla sözü yarıdakesmek gibi bir düşüklüğü işlediğimiz anlatmak istiyorsanız, -hamd olsun-biz onu asla yapmadık ve yapmayız;onu yapanları ve yapabilecekleribaşka adreslerde aramalısınız. Hem,bunu hiç zorlanmadan ve yorulmadanelinizle koymuş gibi kolayca bulacaksınız.
İki: Bizim ‘Bu (hüküm) dokunanlar (mesela tokalaşanlar) genç olunca geçerlidir. Eğer yaşlı olurlarsa musâfaha yapmalarında bir sakınca yoktur. Cünkü bunların tokalaşmaları, şehvet bulunmadığı için, şehveti harekete geçirme te’sîrinin dışına çıkmıştır…’ mes’elesiyle alâkalı sözümüz ve itirâzımız olmadığına, sorulan suâlin verilen cevâbınızın ve yaptığımız tenkîdimizin bu mes’ele ile uzaktan yakından münâsebeti bulunmadığına göre burayı da ilâve etmeniz ayrı bir mantıksızlık…
üç: Eğer burayı, ona ‘gençlerin şehvetlenmemek
ihtimâlinin bulunmaması ması veya az olması’ hâlini kıyâslamak,makîsun aleyh yapmak içün getirdiyseniz,kıyasınız münâkaşasız bâtıldır. Çünkibu, fârık’a rağmen bir kıyâsdır; zîrâ, şehvettenkesilen yaşlılarda şehvet -‘az’ bileolsa- kesin bulunmamasına rağmen sizinde i’tirâf ettiğiniz, kıyâsınızda ‘şehvetlenmeme’veya ‘az şehvetlenme’sadece ihtimâldir. Bunlar da kıyâsı bâtı kılacak fârık’dır, ayırıcı yandır.
Dört: ‘Resulullah(s.a.)’in, yaşlı kadınlarla musafaha yaptığı da rivayet edilmiştir’ ifâdesine gelince… Hadîs âlimlerince bu rivâyetin de hadîs kaynaklarındabulunmadığı ifâde edilmesinerağmen, kadınlarla musâfaha hakkındakirivâyet içün sarfetttiğiniz ‘(yabancıkadınlarla musâfahanın harâm olduğunu) ifade eden söz hadis değildir, uydurmadır’ şeklindeki sözü buradasöylemiyorsunuz; neden, işinize gelmediğiiçün mü? Bu bir samîmiyyetsizlik, iyiniyyete ve ilim adamlığına yakışmayacakbir tavır değil midir?
Beş: Evet, biz Hanefî imâmlarımızın fıkıh kitâblarında Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’e değil de Hz. Ömer radıyellâhu anhu’ya nisbet edilen bu rivâyetin -hadîs kitâbların da henüz bulunamadıysa bile- mevcûd olduğuna hüsn-i zann etmekteyiz; bu başka bir nokta.
Altı: Bu hükmün -Merfû’ veya mevkûf bir rivâyet olarak sâbit olmadığı farzedilse bile- nassların umûmâtından illet veya menât tesbît yollarından biriyle ta’yîn edilen bir illete dayanan doğru bir fıkhî hüküm olduğunu kabûl ediyoruz. Bizim i’tirâzımız bu hükme değil, benzer rivâyetler hakkındaki ölçüsüz, tutarsız ve çelişen kanâatler ile hükmün alakasız bir sahaya taşınmasıdır.
Karaman : Kâsânî, muteber bir Hanefi fıkıh alimidir; ona hiçbir kimse “dintahripçisi, hain” filan dememiştir. İşte bu zat:
a) Avret olmayan yerlere şehvetsiz bakmanın caiz olduğunu,
b) Şehvet ihtimali bulunmadığında dokunmanın da caiz olduğunu,
c) Rivayet edilen hadislerin mutlak olarak bakmayı ve dokunmayı değil, “avret yerine zaruret bulunmadan,” “avret olmayan yere şehvetli” bakmakla ilgili olduğunu açık veya delalet yoluyla ifade ediyor.
Cevâb:
Bir: Doğru, sayın Karaman’ın da dediği dediği gibi, ‘Kâsânî, mu’teber bir Hanefi fıkıh âlimidir; ona hiçbir kimse din tahripçisi, hâin filan dememiştir’; biz de demedik; diyenlere de -bi iznillâh- haddini
bildiririz.
İki: Kâsânî’nin dedikleri bizce de doğru olmakla beraber, bizim bu mes’elemizle alâkasız şeyler. Nitekim siz de O’ndan yukarıda şu açık ifâdeleri aktarmıştınız: ‘Bu iki uzva (yüz ve avuçlara) dokunmanın hükmüne gelince… Bunlara dokunmak helâl olmaz; çünki, bu iki uzva bakmanın helâl olması sözünü ettiğimiz zarûretler sebebiyledir. Hâlbuki dokunmakta hiçbir zarûret yoktur.’ Bütün bunlara rağmen, şu zayıf da olsa mesnedi olmayan ictihâdınızda (!) O’na dayandığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz?!..
Bunu anlayabilmek cidden çok zor.
Karaman: Benim söylediğim ve kadim fıkıh kitablarında yeri bulunmayan söz ise “zaruret halinde gençlerin de, şehvet ihtimali bulunduğu halde bundan sakınmaya çalışarak tokalaşmalarının caiz olabileceği”dir.
Cevâb: Bu düşünceniz, -üstâd-ı a’zamınız Efgânî’nin de dediği gibi-[2] geleceğinakla dayanan yeni dini’nin inşâsı îcâbı olmalı… Yoksa böyle bir şey Allah celle celâlühû’nun dîni olan İslâm’da yok…
Karaman: Eskiler “alma, satma, el ile alıp verme” gibi durumları zaruret sayıyorlar. Biz laik bir ülkede yaşıyoruz, bir belediye başkanı (soruyu o sormuştu), bir bakan, başbakan, cumhûrbaşkanı… Bazı yer ve durumlarda kendisine uzatılan kadın elini sıkmazsa problem çıkar. Bunu bir zaruret sayıp saymama mes’elesinde farklı değerlendirmeler olabilir. Ama ben bunu zaruret saydığım için “hain, din tahrifçisi, tahripçisi, aklı arızalı, hain…” olmam.
Bunları bana yakıştıranları ve dergilerinin sayfalarında neşredenleri Allah affetsin!
Cevâb:
Bir: ‘Eskiler alma, satma, el ile alıp verme gibi durumları zaruret sayıyorlar’ ama nerelerde? Elbetteki, Kâsânî’nin de ‘halbuki dokunmakta hiçbir zarûret yoktur’ dedi-ği gibi tokalaşmakta değil…
İki: Sizin ‘Biz laik bir ülkede yaşıyoruz, bir belediye başkanı (soruyuo sormuştu), bir bakan, başbakan, cumhûrbaşkanı… Bazı yer ve durumlarda kendisine uzatılan kadın elini sıkmazsa problem çıkar’ifâdeleriniz, ictihâdınızın dînî değil ısmarlamaveya fason politik ictihâdlarzincirinin bir halkası olduğunu açıkçaortaya koymaktadır. Bir şirketin veyayeşil şallı harbi kırmızı ‘finans kurumu’yaftalı baba bankaların veyâhudda politikacıların ‘fıkıh danışmanı’olanların böyle ısmarlama ictihâdlarınsâhibleri olmaları beklenir ise de sizene oluyor sayın Karaman? Lütfen bizikara kara düşündürmeyiniz, ne olur!..
Dinlerini dünyaları içün bir zaman koltuk değneği yapan, bir zaman sonra da buna ihtiyâcları kalmadı düşüncesiyle iyice atan kimseler var… Onlara fason fetvâlar üreten olmak karasını yüzüne sürebilenlerden olmayı kendine yakıştırabilenlerden olmamalıyız; öyle değil mi sayın Karaman!..
Üç: Değil bir müctehid, sıradan bir Mü’min bile İslâm’ı lâik bir ülkenin şartlarına uydurmayı İslâmî bir çözüm değil, İslâm’ı tahrîf, tahrîb ve ona ağır bir hakâret sayar; hattâ bu bizzat lâikliğe bile ters düşer; yanılıyor muyum sayın Karaman?!.
Dört: Kendi hayatında ve huzûrunda yapılan bir toplantıda serdedilen meddâhlık seviyesindeki övgülerle sermest olup kendinden geçen Sayın Karaman’dan ‘meddâhların suratlarına toprak saçma’sını elbette beklemiyorduk… Çünki bu iş -Sünnet’ten de olsa- O’na göre büyük ihtimâlle gerilerde kalmıştı; zamanın şartlarına göre yeni ictihâd ve revizyonlarla yeni bir şekle sokulmalı, bambaşka bir muhtevâya kavuşturulmalıydı. Lâkin, resmî ideolojinin İslâm telakkilerini Müslüman halka kabûl ettirmek gibi ‘kutsal’ bir vazîfenin baş memuru olmakla medhedilmesine ses çıkarmamaya cesâret göstermesi ve susmakla onu takrîr etmesi cidden ibret vericiydi…[3]
Bu keyfiyyetin şu sade- dinde olduğumuz fetvâ ve ictihâdlarla yan yana, üst üste, alt alta ve beraberce düşünülmesi îmân sâhibi bir insana hakîkaten dehşet vermektedir…
Beş: Sayın Karaman!.. Evet, siz, ‘bunu zaruret saydığınız için hain, aklı arızalı, hâin.. olmazsınız’; bu, bizce de bir cihetle böyledir… çünki bizim, yazımızda sözünü ettiğimiz ‘hâinlik’ eskilerimizin ifâdesiyle ‘hıyânet-i ilmiyye’, yani nakilde bilerek tahrîf yapmak demektir. Halbuki burada böyle bir şey yoktur. Siz, bizce de çok büyük ihtimâlle aklı ârızalı dahi değilsiniz; zîrâ bunu kanâatimizce bilerek ve şuurlu olarak yapmaktasınız. Şâyet aklı ârızalı olsaydınız, Allah celle celâlühû katında hiçbir mes’ûliyyetiniz olmazdı; ama şimdi öyle mi?...
Altı: ‘Din tahrifçisi, tahripçisi olmadığınız’a gelince… İşte orada durunuz…Siz, kendi zımnî şehâdetinizve açık takrîrlerinizle dîni, yeniictihâdlarınızla lâik bir ülkenin şartlarınauyarlamak vazîfesini îfâ ve icrâ etmiyormuydunuz?.. Nitekim biz bunuüç numaralı dipnotta açıkça ortaya koyduk.
Dîni ona yamanan yanlışlıklardan temizleyip, eskideki yeni hâline döndürseydiniz, işiniz ‘tecdîd’, vasfınız da ‘müceddid’ olacaktı; ama siz, dîni, ilk berrak ve yeni hâlini lâik bir ülkenin şartlarına uydurmakla, yeni şartlar noktasında deforme oldu düşüncesiyle dinde reform yapmaya kalk makla bir çeşit Luterlik yaptınız ve yapıyorsunuz. ‘Bir çeşit’ demekle, vasıflarınızın birbirinize tam olarak uymadığını anlatmak istiyorum. Çünki Luter, iyice deforme olan Hıristiyanlığı bazı hurâfelerden uzaklaştırmakla yanlışlıkları kısmen azaltıyor ve kötülüğü nisbeten eksiltiyordu. Ama ne var ki, bu işi onu yegâne hak olan İslâm’a değil, -başka bir takım yanlışlara nisbete- ehven görünen diğer bir hataya götürüyordu.
Hâsılı, O’nun yaptığı, bir cihetle kötüyü ehvenleştirmekti. Bu da bir yanıyla hak olan İslâm’a varmaya dalgakıran olmakla menfîlik bulundursa bile, başka bir yanıyla kısmî bir müsbetlik de taşıyordu. Ama siz öyle mi?
Siz kendinizi, âdetâ, birilerince özünden uzaklaştırılan İslâm’ı, o bulaşıksız ve lekesiz özünden ve ilk zamanki berrak hâlinden daha da uzaklaştırmakla vazîfeli sayıyor ve îcâbını yapıyorsunuz; o bakımdan aranızda mühim farklar var…
İşte bu ma’nâda siz, kendinizin ‘dîni ilk zamanki berrak hâlinden daha da uzaklaştırmak ve –meselâ lâik bir ülkede- zamanın şartlarına uydurmak’ şeklindeki bir değiştirmek ma’nâsında ‘din tahrifçisi, tahripçisi olmadığınız’ı nasıl iddiâ edebilirsiniz?!...
Bu yaptığımız sadece bir tesbît olup asla hakâret değildir. üstelik bu, günümüzdeki şartların sâhibleri nezdinde -kanâatimize göre- sizin içün bir hüsn-i şehâdettir. Belli bir seviyeyi -gösteren hakâret’e gelince…Ne haddimize?!…
Yedi: ‘Bunları bana yakıştıranları ve dergilerinin sayfalarında neşredenleri Allah affetsin!’ şeklindekiduânıza ‘âmîn’ diyoruz. Yazdıklarımızda beklediğimiz de zaten Allah celle celâlühû’nun affıdır. Âmîn.
Netîce:
Sayın Karaman’ın ‘cevâb’ diye yazdıkları iki şeyi ihtivâ etmektedir: Birincisi:
O, yazdıklarımıza cevâb vermemektedir; sözleri, sadece yanlışında ısrârı ve ilâveleri bulundurmaktadır…
İkincisi: Şu birkaç noktanın dışındaki onca mes’elede söylediğimiz diğer sözleri kabullenme durumuna düşmüştür.
[1]Müslim, Mukaddime (1/5), Ebû Dâvûd (4842)
[2]Mahmûd Ebû Reyye, ‘Dînullâhi Vâhid’, son üç sayfa.
[3]Nitekim 06 Aralık 2009 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde şِyle bir haber neşredilmişti: Sistemin yapısını topluma empoze edebilmek için dini alanda sِz sِyleyebilecek insana ihtiyaç olduğunu belirten Taşgetiren, ‘Bunun ilahiyatçılar veya hocalar olması tercih ediliyor.
Zaman içinde bu nitelikte insanlar bulundu. Bu insanların başında Hayretin Hoca geliyor’ dedi. Şu haberin yapıldığı gazete, yazarlarından olan sayın Karaman’ın dünyaca fıkıh otoritesi olarak tanındığını iddiâ etmektedir. Böyle bir gazetede bir takım son derece mubâlağalı olan medih ifâdelerinin arasında yer alan şu cümleler gerçekten ibret vericiydi. Satır arası denilebilecek şu sِzler, akıllı ve firâsetli mü’minler için çok büyük ehemmiyet arz etmektedir. Kendi huzurlarında sarf edilen şu değerlendirmelere sayın Karaman’ın i’tirâz etmemesi -hukuk diliyle ifâde edilecek olursa-
O’nun bu söylenenleri takrîr ve tasdîk etmesi ma’nâsından başka bir şey ifâde etmiyordu. Nitekim Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun yazısında geçen şu ifâdeler de bu dediklerimizin tasdîki mâhiyetindedir: Yemekte Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol’un Prof. Dr Hayrettin Karaman’a yönelttiği soru. Taha Akyol’un Hayrettin Karaman’ı ‘modern Müslüman’ olarak tasnif etme isteğini, Hayrettin Karaman o masada oturan herkes kadar ‘modern Müslüman’ olduğu şeklinde cevapladı. Belki tevâzu’, belki de ihtirâzî bir kayıd …
Nereden bakılırsa geciktirimeden verilen ânî bir cevâb..
Hayreddin Karaman ve Süleyman Ateş
Hayreddin Karaman 26 Ekim 2008 tarihinde Yeni Şafak'ta şunları yazmış:
M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah'ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber'i de –bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.
"Polemik Değil Diyalog" isimli kitapta (Ufuk Kitap, 2006) yer alan bir konuşmamda yukarıda özetlediğim bilgileri verdim. Görüş sahiplerinin delillerini açıkladım, çağdaş görüş daha yeni olduğu için onun delillerini daha geniş olarak açıkladım. Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar.
İyi niyetliler için bir daha tekrar edeyim:
1. Yukarıdaki görüşleri ben, kendi görüşüm olarak söylemedim, sahiplerini zikrederek naklettim (Bak. s. 28, 29, 35, 42).
2. Bana göre dördüncü görüşe sahip olan kişiler de İslam alimleridir.
***
Hayreddin Karaman'ın "İslam alimi" olarak bahsettiği Süleyman Ateş 23 Ağustos 2008 tarihli Vatan Gazetesi'ndeki yazısında Cehennem'in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Bu inanışın hükmü aşağıda yazılacaktır. 3 Ocak 2008 tarihli makalesinde ise şunları yazmaktadır:
Hollanda’dan yazan okurumun ilk sorusunu dün cevaplamıştım. Bugün cevaplayacağım iki soruyu hatırlatmak için tekrar buraya alıyorum: “2- Yurt dışında yaşayan biz Müslümanların, gayrimüslimlere İslâm dinini tebliğ etme yükümlülüğümüz var mı? 3- Gıda maddelerine ilave edilen katkı maddelerini (domuz eti, domuz yağı gibi...) nasıl değerlendirmemiz gerekir?”
CEVAP: 2- Tebliğ meselesi, insanların gücüne göredir. Elinizden geliyorsa gayrimüslimlere İslâm’ı anlatırsınız. Ama anlatımınız bir yarar sağlamaz da tepki uyandırırsa böyle bir şey yapmak asla doğru olmaz. Kaldı ki onlar da zaten kitap sahibidir. Kendi kitaplarına göre amel eder, Allah’a şirksiz inanır ve O’na ibadet ederlerse Kur’ân’a göre kurtuluşa ererler.
***
Süleyman Ateş 10.11.2007 tarihli Vatan Gazetesi'ndeki yazısında Cehennem'in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Sözlerini aynen alıyorum:
İnanan hiç kimse cehennemde yıllarca değil, bir an bile kalmak istemez. Çünkü oranın bir anı binlerce yıla bedeldir. Siz eğer rahman ve rahim Allah’ın, her ne suretle olursa olsun suçluları bir yıl değil, bin yıl değil, milyon yıl da değil, milyarlarca, sonsuzca cehennemde cezalandıracağını düşünüyorsanız, buna vicdanen ve gönül rahatlığıyla evet diyebiliyorsanız size söyleyecek bir sözüm yok. Suçluların, cezaları ne kadar uzun sürse de bir gün arınıp çıkacakları sizi rahatsız ediyorsa bu sizin merhamet düşüncenizle ilgili bir sorundur.
...
Yalnız Allah, insanların düşüncesine göre karar vermez, suçlu da olsa kullarının yararına göre karar verir. Benim gönlüm sonsuzca azabı kabul etmiyor ve Allah’ın bu kadar acımasız olacağını asla düşünemiyorum. Allah’ın rahmeti her şeyi kaplamış ve gazabına baskınken nasıl olur da en çok yüz yıl da sürse sonsuzca hayat karşısında bir an gibi kalan şu dünya yaşamındaki suçlar için (tamamı suçla geçmiş olsa da) milyarlarca, hatta sonsuzca azap eder? Nerede kaldı O’nun merhameti? Kur’ân’ın ifadelerini basit mantık oyunlarıyla değil, asıl amacı içinde düşünmek gerekir. Amaç, korkutup insanları kötülükten caydırmaktır.
----------------------------------
Süleyman Ateş bu inancında İbni Teymiyye ve İbni Kayyım'ı takip etmiştir. Halbuki, fena-i nar [Cehennem'in son bulacağı] görüşü açık nasslara ve icmâ-i ümmete aykırıdır:
Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcmâ ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icmâ edildiğini ve bu icmâ'a muhalefet edenlerin küfründe icmâ bulunduğunu söyler. (Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)
E. Sifil'in bir makalesinden naklettiğim bu pasajdaki cümleler, Dr. Cibril Haddad'ın bir makalesinde İmam-ı Sübki'den nakledilmektedir:
The doctrine of the Muslims is that Paradise and Hellfire do not pass away. Abû Muhammad Ibn Hazm has reported Consensus on the question and the fact that whoever violates such Consensus is a disbeliever (kâfir) by Consensus. There is no doubt over this, for it is obligatorily known in the Religion and the evidence to that effect is abundant. (Al-Subkî, al-Durra al-Mudiyya fî al-Radd `alâ Ibn Taymiyya (3rd epistle, al-I`tibâr bi Baqâ' al-Jannati wa al-Nâr p. 60)).
Zahid el-Kevseri diyor ki: "Cennet ve Cehennem'in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk'ın icmâ'ına dayanır." (Makalat, 377) "Cennet ve Cehennem'in baki olduğu hususu Kur'an, sünnet ve yakini icma ile sabittir."(Makalat, 450)
Muhammed Hadimi diyor ki: "Küfrün gailesi yani en büyük mefsedeti [zararı], Cennet'e girmekten mahrumluk ve Cehennem'de müebbed [sonsuz] azabdır. Kat'i naslarla [ayet ve hadislerle] ve Ehl-i sünnetin hepsinin icmâiyle böyledir." (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.466)
İmam el-Eş'arî şöyle yazıyor: "Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir."(el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164 - İnkişaf Dergisi no:7'den naklen)
İmam-ı Şarani diyor ki: "Her kim (Cehennem fani olacak) derse, o kimse sahih senedle nakledilen hadisin iktiza ettiği mananın dışına çıkmıştır ve Peygamberin (aleyhisselam) getirdiği ayet-i kerimeler ile Ehl-i sünnetin, adil imamların ittifak ettikleri şeye muhalefet etmiştir. (Resule karşı gelip, mü'minlerin yolundan başka bir yola gideni, o yönde bırakır ve Cehennem'e sokarız; orası ne kötü bir yerdir.) [Nisa 115]"(Muhtasaru Tezkiretil Kurtubi, Bedir Yay., s. 302)
İmam-ı a'zam Ebu Hanife diyor ki: "Cennetlik ve cehennemlikler girdikten sonra cennet ve cehennem yok olacaktır diyen kimse de orada ebedî kalışı inkâr ettiği için, kâfir olur." (Fıkhu'l Ebsat)
Küfrü açık bir kişiyi Müslüman olarak tanımlamak, İslam alimi diyerek tazim etmek ayrıca küfürdür..
Hayreddin Karaman 26 Ekim 2008 tarihinde Yeni Şafak'ta şunları yazmış:
M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşamadan Allah'ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber'i de –bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler.
"Polemik Değil Diyalog" isimli kitapta (Ufuk Kitap, 2006) yer alan bir konuşmamda yukarıda özetlediğim bilgileri verdim. Görüş sahiplerinin delillerini açıkladım, çağdaş görüş daha yeni olduğu için onun delillerini daha geniş olarak açıkladım. Tabii konuşma, yazmadan farklı olduğu, ifadeler arasında dağınıklık bulunduğu için bazı kimseler yanlış anladılar, bazıları da fırsat bulmuşken bunu kötüye kullandılar.
İyi niyetliler için bir daha tekrar edeyim:
1. Yukarıdaki görüşleri ben, kendi görüşüm olarak söylemedim, sahiplerini zikrederek naklettim (Bak. s. 28, 29, 35, 42).
2. Bana göre dördüncü görüşe sahip olan kişiler de İslam alimleridir.
***
Hayreddin Karaman'ın "İslam alimi" olarak bahsettiği Süleyman Ateş 23 Ağustos 2008 tarihli Vatan Gazetesi'ndeki yazısında Cehennem'in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Bu inanışın hükmü aşağıda yazılacaktır. 3 Ocak 2008 tarihli makalesinde ise şunları yazmaktadır:
Hollanda’dan yazan okurumun ilk sorusunu dün cevaplamıştım. Bugün cevaplayacağım iki soruyu hatırlatmak için tekrar buraya alıyorum: “2- Yurt dışında yaşayan biz Müslümanların, gayrimüslimlere İslâm dinini tebliğ etme yükümlülüğümüz var mı? 3- Gıda maddelerine ilave edilen katkı maddelerini (domuz eti, domuz yağı gibi...) nasıl değerlendirmemiz gerekir?”
CEVAP: 2- Tebliğ meselesi, insanların gücüne göredir. Elinizden geliyorsa gayrimüslimlere İslâm’ı anlatırsınız. Ama anlatımınız bir yarar sağlamaz da tepki uyandırırsa böyle bir şey yapmak asla doğru olmaz. Kaldı ki onlar da zaten kitap sahibidir. Kendi kitaplarına göre amel eder, Allah’a şirksiz inanır ve O’na ibadet ederlerse Kur’ân’a göre kurtuluşa ererler.
***
Süleyman Ateş 10.11.2007 tarihli Vatan Gazetesi'ndeki yazısında Cehennem'in ebedi olduğunu inkar etmektedir. Sözlerini aynen alıyorum:
İnanan hiç kimse cehennemde yıllarca değil, bir an bile kalmak istemez. Çünkü oranın bir anı binlerce yıla bedeldir. Siz eğer rahman ve rahim Allah’ın, her ne suretle olursa olsun suçluları bir yıl değil, bin yıl değil, milyon yıl da değil, milyarlarca, sonsuzca cehennemde cezalandıracağını düşünüyorsanız, buna vicdanen ve gönül rahatlığıyla evet diyebiliyorsanız size söyleyecek bir sözüm yok. Suçluların, cezaları ne kadar uzun sürse de bir gün arınıp çıkacakları sizi rahatsız ediyorsa bu sizin merhamet düşüncenizle ilgili bir sorundur.
...
Yalnız Allah, insanların düşüncesine göre karar vermez, suçlu da olsa kullarının yararına göre karar verir. Benim gönlüm sonsuzca azabı kabul etmiyor ve Allah’ın bu kadar acımasız olacağını asla düşünemiyorum. Allah’ın rahmeti her şeyi kaplamış ve gazabına baskınken nasıl olur da en çok yüz yıl da sürse sonsuzca hayat karşısında bir an gibi kalan şu dünya yaşamındaki suçlar için (tamamı suçla geçmiş olsa da) milyarlarca, hatta sonsuzca azap eder? Nerede kaldı O’nun merhameti? Kur’ân’ın ifadelerini basit mantık oyunlarıyla değil, asıl amacı içinde düşünmek gerekir. Amaç, korkutup insanları kötülükten caydırmaktır.
Süleyman Ateş bu inancında İbni Teymiyye ve İbni Kayyım'ı takip etmiştir. Halbuki, fena-i nar [Cehennem'in son bulacağı] görüşü açık nasslara ve icmâ-i ümmete aykırıdır:
Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcmâ ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icmâ edildiğini ve bu icmâ'a muhalefet edenlerin küfründe icmâ bulunduğunu söyler. (Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)
E. Sifil'in bir makalesinden naklettiğim bu pasajdaki cümleler, Dr. Cibril Haddad'ın bir makalesinde İmam-ı Sübki'den nakledilmektedir:
The doctrine of the Muslims is that Paradise and Hellfire do not pass away. Abû Muhammad Ibn Hazm has reported Consensus on the question and the fact that whoever violates such Consensus is a disbeliever (kâfir) by Consensus. There is no doubt over this, for it is obligatorily known in the Religion and the evidence to that effect is abundant. (Al-Subkî, al-Durra al-Mudiyya fî al-Radd `alâ Ibn Taymiyya (3rd epistle, al-I`tibâr bi Baqâ' al-Jannati wa al-Nâr p. 60)).
Zahid el-Kevseri diyor ki:
"Cennet ve Cehennem'in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk'ın icmâ'ına dayanır." (Makalat, 377)
"Cennet ve Cehennem'in baki olduğu hususu Kur'an, sünnet ve yakini icma ile sabittir."(Makalat, 450)
Muhammed Hadimi diyor ki:
"Küfrün gailesi yani en büyük mefsedeti [zararı], Cennet'e girmekten mahrumluk ve Cehennem'de müebbed [sonsuz] azabdır. Kat'i naslarla [ayet ve hadislerle] ve Ehl-i sünnetin hepsinin icmâiyle böyledir." (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.466)
İmam el-Eş'arî şöyle yazıyor:
"Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir."(el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164 - İnkişaf Dergisi no:7'den naklen)
İmam-ı Şarani diyor ki:
"Her kim (Cehennem fani olacak) derse, o kimse sahih senedle nakledilen hadisin iktiza ettiği mananın dışına çıkmıştır ve Peygamberin (aleyhisselam) getirdiği ayet-i kerimeler ile Ehl-i sünnetin, adil imamların ittifak ettikleri şeye muhalefet etmiştir. (Resule karşı gelip, mü'minlerin yolundan başka bir yola gideni, o yönde bırakır ve Cehennem'e sokarız; orası ne kötü bir yerdir.) [Nisa 115]"(Muhtasaru Tezkiretil Kurtubi, Bedir Yay., s. 302)
İmam-ı a'zam Ebu Hanife diyor ki:
"Cennetlik ve cehennemlikler girdikten sonra cennet ve cehennem yok olacaktır diyen kimse de orada ebedî kalışı inkâr ettiği için, kâfir olur." (Fıkhu'l Ebsat)
Küfrü açık bir kişiyi Müslüman olarak tanımlamak, İslam alimi diyerek tazim etmek ayrıca küfürdür.
Hazırlayan: Murat Yazıcı
Mehmet Şevket Eygi Bey bir makalesinde diyor ki:
"TELFİK-İ MEZÂHİB: Aslen Suriyeli bir Osmanlı Arabı iken Mısır’a kaçıp orada fikirlerini yaymış Reşid Rızâ adında biri vardır. Bu zat, Muhammed Abduh’un talebesi olduğunu iddia eder ama boynuzun kulağı geçmesi gibi, bu Reşid Rızâ reformculukta üstadını geride bırakmıştır. Abduh, Cemâlüddin Afganî’nin talebesidir. Farmasondur. İtikad bakımından Mutezile mezhebine bağlıdır. Risâle-i Tevhîd adlı meşhur eserinin ilk baskısında (Bulak mat.), Mutezile mezhebinin “Kur’ân mahluktur” bozuk inancını açıkça benimsemiş ve tutmuştur. Daha sonraki baskılarda bu paragraf taqıyye icabı çıkarılmıştır. Kim çıkartmıştır? Tilmizi Reşid Rızâ! Peki mason ve mutezile Abduh’un bu eli bayraklı talebesi hangi mezhebdendir? Vehhabî’dir. Bu zâtın İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri isimli kitabı 1970’li yılların başında maalesef bizim Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlandı. Makam ve müessese olarak Diyanet’i tenzih ediyorum. Lakin o tarihte Diyanet’e hâkim olan bazıları bu işi yaptılar. Daha sonra Diyanet kitabın yeni baskılarını yayınlamadı. Şu anda telfikçi, Afganîci, Abduhçu, Reşid Rızâcı bir ilâhiyatçı tarafından yayınlanmaktadır. Telfik-i mezâhib ne demektir? Bu soruya ben cevab vermeyeyim. Son devrin büyük ve açık fikirli Osmanlı ulemasından Seydişehirli Esad Mahmud Efendinin sözünü nakledeyim: Bu zât, Tarih-i İlm-i Hukuk adlı kitabının “İslâm Şeriatının Tarihi” bölümünde, telfikin İslâm dinini ve fıkhını oyuncak hâline getirmek olduğunu yazıyor..." (İnkişaf Dergisi, No: 3)
Bu yazının tamamı için bkz.
http://inkisaf.net/sayi-03/muslumanlarin-zihinleri-nasil-karistirildi.aspx
Not: M. Ş. Eygi'nin "telfikçi, Afganîci, Abduhçu, Reşid Rızâcı bir ilâhiyatçı" diyerek bahsettiği kişi Hayreddin Karaman'dır.
Molla Sadreddin Yüksel'in bazı yazıları aşağıda verilmiştir.
Derleyen: Murat Yazıcı
Hayreddin Karaman 22 Ağustos 2008 tarihinde Yeni Şafak'ta şunları yazmış:
Necat (ahirette kurtuluş) konusunda bir tartışma
Sayın Ahmet Ali Aksoy internette "Bu nasıl bir diyalog, bu gidiş nereye?" başlıklı biz yazı yayınlamış, bana da geldi. Bu yazıda "Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu" tarafından periyodik olarak tertib edilen "DİYALOG" toplantılarından birini tenkit ediyor. Bu toplantıda Ali Bulaç, Ali Erbaş, Arif Gökçe, Cemal Uşak, Faruk Tuncer, İlyas Üzüm ve Niyazi Öktem ile beraber, Vatikan temsilcisi George Marovitch, Dozideos Anagnasdopavios ve Yusuf Altıntaş gibi Kilise ve Havra mensubları bulunmuştu. Ben huzurlarında "DİYALOG" mevzûunda bir konuşma (sunum) yaptım, toplantıya katılanlar sorular sorarak ve görüşlerini açıklıyarak katkıda bulundular. Daha sonra bu konuşma "Polemik Değil Diyalog" isimli bir kitabda neşredildi.
Sayın Aksoy yanlış bulduğu ifadelerimi -bazılarına cevap da vererek- nakletmiş. Birkaç örnek vereyim:
"Bütün insanların Müslüman olmaları' dinin, Kur'ân'ın hedefi değildir." (Polemik Değil Diyalog, s. 41);
"Müslümanların çoğu 'Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm'a çağırdığına' inanırlar" (Polemik Değil Diyalog, s. 35);
"Peygamberimiz 'Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!' demiyor, 'Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!' demiyor." (Polemik Değil Diyalog, s. 35);
"Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı" (Polemik Değil Diyalog, s. 36);
"Kur'ân-ı Kerîm'de Ehl-i Kitab'la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah'a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur'ân birçok âyette bunu söylüyor; yani 'Peygambere iman edin' demiyor." (Polemik Değil Diyalog, s. 37);
Bu son ifadem meşhur necat (ebedi kurtuluş) meselesi ile ilgilidir.
"Son peygamber olan Peygamberimiz geldikten sonra O'nun davetine uyarak Müslüman olmayan, Allah'a şirk koşmadan, ahirete de şüphe etmeden iman eden ve "Salih amel" işleyen (bütün dinlerde ortak olan iyi davranışlarda bulunan ve kötülüklerden uzak duran) Yahudiler, Hristiyanlar (Ehl-i kitab) ahirette kurtuluşa erer mi?" sorusuna İslam alimleri üç cevap vermişlerdir: 1. Davetin ulaşması mümkün olmayan yerlerde yaşayanlar müstesna bütün insanlar Son Peygambere inanmak mecburiyetindedirler; inanmayanlar ahrette kurtuluşa eremez. 2. İmam Gazzalî'ye göre iman mecburiyetinin iki şartı var a) Peygamber'in tebliğinin sahih olarak ona ulaşması lazım. b) Nazarı muharrik olacak şekilde olmalı; yani tebliğ yoğun ve tahrik edici olmalıdır.
3. Reşid Rızaların zamanından itibaren üçüncü bir adımın daha atılmış olduğunu görüyoruz. Meselâ Abduh (öğrencisi Reşid Rıza ekleme yaparak bunu anlatıyor) "Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler(den) her kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve amel-i salih işlerse, elbette onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de" (Bakara: 2/62) mealindeki âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Bu, Ehl-i fetret (Son Peygamber'den sonra yaşayan ve Müslüman olmayanlar) için de geçerlidir." Allah'a, ahiret gününe iman eden ve amel-i salih işleyen kimseler için korkacakları bir şey yoktur, yani bunlar nâcidir (kurtuluşa ererler). Ben anılan konuşmamda, bu üç görüşü naklettim, her birinin delil ve dayanaklarını verdim ve özetle şunu dedim: Başka dinlerde, ötekilere böyle bir bakış mevcut değil, ama İslam düşüncesinde böyle bir görüş ve bakış mevcuttur. Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim.
Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.
***
Bununla alakalı olarak Milli Gazete'den Ebubekir Sifil ve Türkiye Gazetesi'nden Mehmed Ali Demirbaş'ın yazılarını biraz kısaltarak aşağıya alıyorum.
EHL-İ NECAT-2
Milli Gazete - 1 Eylül 2008
Prof. Dr. Hayreddin Karaman hoca "necat meselesi"yle ilgili yazdıklarına epey tepki almış olmalı ki, konu hakkında üçüncü yazısını yazdı. Daha önceki yazılarında yer almayan hususlar maddeler halinde şöyle zikredilebilir:
1. Hocanın yazdıklarını iyi niyetle tenkit edenler, yazdıklarının avamın kafasını karıştırabileceği endişesi taşıyormuş. Hoca, saygıyla karşılamakla birlikte bu endişelere katılmadığını söylemiş.
Hocanın –daha önce başkaları tarafından da dile getirildiği bilinen– bu iddiadan kimin ne şekilde etkileneceğini kestirmesi elbette mümkün değil. Dolayısıyla "Hiçbir mümin, "şu şartları taşıyan ehl-i kitap da cennete girebilir" diyen alimler varmış diye dinini (İslam'ı) terk etmez; çünkü İslam'ı terk etmek Son Peygamber'i inkar etmek manasına gelir" şeklinde kesin bir yargıda bulunmak hiçbir anlam ifade etmez.
Son temsilciliğini Karaman hocanın yaptığı işbu "Ehl-i Kitab'ın necatı" meselesini vaktiyle ateşli bir şekilde savunan Fazlur Rahman henüz vefat etmeden oğlunun hristiyanlığa geçtiği, hatta bu da yetmezmiş gibi papaz olduğu acı gerçeğini yaşamış birisidir. Bu durumu kabullenemeyip tepki gösterince oğlu, "Baba, bu üç dinin mensuplarının cennete gideceğini söyleyen sen değil miydin? Şimdi niçin benim hristiyanlığa geçmemi tepkiyle karşılıyorsun?" karşılığını vermiş. Henüz teyit edemediğim bu bilgi –eğer doğruysa– herkesin, özellikle Batı'da yaşayanların kulağına küpe olmalıdır.[1]
Meselenin en az bunun kadar önemli bir diğer veçhesi de şudur: Hocanın, "İslam'ı terk etmek Son Peygamber'i inkar etmek manasına gelir" şeklindeki tesbiti, şu sorunun cevabı net bir şekilde verilmedikçe boşlukta kalmaya mahkûmdur: Son Peygamber'in (s.a.v) tebliğini kabul edip ona bağlanma mükellefiyetinin muhatabı kimlerdir?
Eğer Hoca ve onun gibi düşünenlerin dediği gibi Ehl-i Kitab'ın İslam'ı kabul edip Müslüman olma mükellefiyeti yok ise ve onlar Müslüman olmadıkları halde cennete gidebilecekler ise, bir müslümanın da onların konumuna intikal etmesi niçin mümkün olmasın? Bu mantığa göre bir müslümanın "Hz. Muhammed de bir peygamberdir, ama İsa'nın mesajı bana daha uygun geliyor" diyerek din değiştirip hristiyan olması pekala mümkün olabilir!!
2. Hoca, "Yazdıklarım "Üç din birbirine eşittir, bir dine girmek isteyen hangisine girse olur" manasında değildir" diyor. Ama sonuç itibariyle bu üç dinin mensuplarının cennete gideceğini söylemek, mensuplarına kurtuluşu temin etmek bakımından bu üç dinin eşit olduğunu söylemekten farksızdır.
3. Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine inanmakla birlikte O'nun tebliğinin kendisini bağlamadığını söylemek bir insanı kurtarır mı? Meselenin püf noktası burasıdır. Tarih boyunca Ehl-i Sünnet alimleri, müfessirleri, kelamcıları, müctehidleri bunun söz konusu olmayacağını söylemiş. Bunu da muhkem Kur'an ve Sünnet nasslarına dayandırmışlar. Ehl-i Sünnet –hatta sadece Ehl-i Sünnet değil, Sünnîsiyle bid'isiyle bütün İslam fırkaları– arasında bu konuda Sahabe döneminden beri oluşmuş bulunan görüş birliği, son asırlarda birkaç kişinin aksini söylemesinden etkilenip "tartışılabilir" hale dönüşmez.
Hoca'nın –önceleri tam aksi istikamette defalarca görüş beyin etmiş olmakla birlikte şimdi– ısrarla savunduğu bu mesele, gazete yazısı formatındaki beyanlarla geçiştirilmek yerine, üzerinde daha ciddi olarak durulmayı hak edecek ehemmiyettedir.
[1] Bu bilginin kaynağı, Pakistan Uluslararası İslam Üniversitesi'nin eski rektörü Prof. Dr. Mahmud Gazi'dir. Kendisi şu anda Katar'da bir üniversitede görev yapmaktadır. Yine Prof. Dr. Gazi'nin aktardığına göre, Fazlur Rahman, ömrünün son dönemlerinde Londra'da bir araya geldiklerinde kendisine, çok büyük hatalar yaptığını, oğlunun bu durumunun da bu hataların ürünü olduğunu söylemiş ve pişmanlık izhar etmiş. Bütün bu bilgiler, www.timeturk.com sitesinin editörü olan ve Rıhle dergisinin yazar kadrosunda bulunan muhterem Turan Kışlakçı'dan alınmıştır.
Mason Abduh taraftarı
6 Ekim 2008 Türkiye Gazetesi
Sual: Bir ilahiyatçı, (Son devir İslam âlimlerinden Abduh ve talebesi Reşit Rıza’nın, “Son peygamberden sonra yaşayan ve Müslüman olmayanlardan, Allah’a, ahiret gününe iman eden ve salih amel işleyen kimseler de kurtuluşa erecekler” sözü savunulabilir) diyor. İmanın şartı altı değil mi? Sadece Allah var, ahiret var demekle iman olur mu? Bir de, salih amel deniyor. Amel imandan parça mı da, böyle söyleniyor?
CEVAP: Sicilli mason Abduh’la çömezi mezhepsiz Reşit Rıza, İslam âlimi değil, birer İslam düşmanıdır. Kahire mason locası reisi olan Cemaleddin Efgani’nin İslam’ı içeriden yıkma propagandalarına aldanan mason Abduh hakkında önce kısaca bilgi verelim:
Beyrut mason locası başkanı, (Mısır’da Efgani’den sonra mason locası başkanı olan imam Abduh, masonluk ruhunu yayarak çok hizmet etti) diyor. (Daire-tül-mearif-ül-masoniyye s. 197)
Efgani’den sonra, Abduh da, masonluğa çok yardım etti. (Les franco-maçons s. 127)
(Salih amel işleyen kâfir de olsa, Cennete girer) diyor. Hayranı Seyyit Kutup bile, (Üstad Abduh, düşünüşünü nakzeden âyetleri hatırlamıyor) diyerek tenkit ediyor. [Nisa 124. âyetinin tefsirinde]
Fil suresindeki kuşlara sivrisinek, attıkları taşlara da mikrop diyor. Elmalılı Hamdi, tefsirinde buna gerekli cevabı vermiştir. (s. 84, 87)
(İslamiyet ve nasraniyet) kitabında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir) diyor. Londra’daki papaza yazdığı mektupta, (İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim) diyor. (F. Bilgiler) [Hıristiyanlığa büyük din diyor.]
Mehmet Sofuoğlu, (Abduh faize helal der, Kur’anı mahlûk kabul eder) diyor. (Tefsir kitabı s.41)
Yüksek İslam enstitüsü eski müdürü Ahmed Davudoğlu, Din Tahripçileri kitabında diyor ki:
1- Şeyh-ül-islam Mustafa Sabri efendinin (Mevkıful akl) kitabında dediği gibi, Abduh, Efgani vasıtasıyla Ezhere masonluğu sokup kadınların açılmasını destekledi. (s. 81)
2- Ezher Mecellesinde, (Mısır’da ilk mason locasını kuran Abduh’tur) diyor. (s. 81)
3- Şeytan, cin gibi şeyleri kabul etmez. Mucizeler, ona göre İslam için birer kara lekedir. Mesela Hazret-i Musa’nın denizi yarma mucizesine, med-cezir olayı der. (s. 82, 83)
4- Kur’anda bulunan her şeye doğru demek gerekmediğini söyler. (s. 82)
5- Teselsülün batıllığına inanmaz. (s. 82) [Sırf bu bile, Abduh’un küfrünü gösteren bir delildir.]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
(Abduh, İslam âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, İslam düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak İslamiyet’i içeriden yıkan azılı mülhidlerden olmuştur.) [Yarın: Reşid Rıza kimdir?]
Mason Abduh taraftarı -2-
Mezhepsiz Reşit Rıza, hocası mason Abduh’un dinde reformcu fikirlerini yaymak için Mısır’da El-Menar dergisini çıkardı. (Eldavetü vel-irşad) medresesinde hocalık yaptı. El-Muhaverat kitabında, Ehl-i sünnet mezhebine ve fıkıh kitaplarına saldırdı.
Mezhepsizler kitabında Dr. Hasib Es-Samirai [Ali Nar tercümesinde] diyor ki:
Reşit Rıza ne aldıysa, M. Abduh’tan aldı. O da bütün sermayesini, şarkın filozofu denilen Efgani’den devşirdi. Yani bu iki zatın, özü ve fikrî hüviyeti üstadlarına bağlıdır. (s. 45)
Reşit Rıza, Efgani’nin fikir mirasçısı ve çömezi Abduh’la beraber olmuştur. (s. 80)
El-Menar dergisinde Vehhabiler hakkında çeşitli makaleler yayımlayan Reşid Rıza, Vehhabi hareketini yerinde ve lüzumlu görmüştür. [Prof. Yusuf Ziya Yörükan, “Vahhabilik”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 6]
Eserleri incelendiğinde bozuk mutezile fırkasının fikirlerinin hâkim olduğu görülür. Yaymaya çalıştığı düşüncelerinden bir kısmı şunlardır:
1- Mucizeleri kendi düşüncesine göre tevil etmekte ve birçoğunu inkâr etmektedir.
2- Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa’nın peygamberliklerine dil uzatmaktadır. İsa aleyhisselamın diri olarak göğe kaldırıldığı Kur’an-ı kerimde bildirildiği ve Ehl-i sünnet âlimleri bunu açıklayıp izah ettikleri halde o, (İsa aleyhisselam öldü) demektedir.
3- Cinlerin varlığını kabul etmeyip, onlara zararlı mikroplar der. (Tefsir-i Menar 3/s.95,96)
Hâlbuki cinlerin varlığı, yaratıldığı Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir.
4- Ehl-i sünnetin dört hak mezhebini kabul etmiyor, mezhepler birleştirilmeli diyor. Bu konuda yazdığı (Muhaverat) veya (Telfık-ı mezahib) kitabının propagandası, yandaşları tarafından yapılmaktadır. Bu kitabında, üstadı Abduh gibi dört mezhebi tenkit etmiş, mezhepleri şahsi tartışmalar şeklinde göstererek, (İslam birliğini bozmuşlardır) diyecek kadar ileri gitmiştir. Bin yıldan beri dört mezhepten birine uyan halis Müslümanlarla alay etmiştir.
Muhaverat kitabında, dört mezhebe çatılmakta, İslam bilgilerinin dört kaynağından biri olan (icma-ı ümmet) inkâr edilmekte, herkes kitaptan, sünnetten kendi anladığına göre amel etmeli denilmektedir. Böylece, İslam bilgilerini ve İslam birliğini kökünden yıkmak istemektedir. Maalesef yandaşları bu kitabı Türkçe’ye tercüme ederek bozuk fikirlerini her tarafa yaymaya çalışıyorlar.
Mason Abduh taraftarı -4-
18 Ekim 2008 Türkiye Gazetesi
Bugün de, Reşit Rıza’nın, (Son peygamberden sonra yaşayan gayrimüslimlerden, Allah’a, ahiret gününe iman eden ve salih amel işleyenleri de kurtuluşa ereceklerdir) sözüne cevap veriyoruz:
Amentü’de bildirilen imanın şartı altıdır. Bunlardan birini bile kabul etmeyen nasıl kurtuluşa erer ki? Peygamber efendimiz, Buhari ve Müslim gibi en sahih iki hadis kitabında, (Cennete sadece Müslüman olan girer) buyuruyor. Reşit Rıza, Müslüman olması şart değil diyerek, Resulullah efendimizi yalanlıyor. Peygamberlere inanma, melekleri inkâr et, kitapları kabul etme, imanın diğer şartlarını hiçe say ve kurtuluşa er! Bu kadar saçmalık olur mu? Reşit Rıza’nın amentüsünde, salih amel de geçiyor. Kime göre salih amel? Kur’an-ı kerimi iman esasları arasından çıkarınca, dört hak mezhepten birine uymayınca, neye göre salih amel işleyeceksin? Dört mezhepten birine uymadıkça dine uygun sahih namaz kılınamaz. Sonra, imanı olmayanın amelini, Allahü teâlâ kabul eder mi?
Mezhepsiz Reşit Rıza’nın böyle saçma inançlarını gündeme getirip savunmak kadar büyük tehlike var mıdır?
Amentü’deki altı esasa inanmayan, mümin olamaz. İslamiyet’ten başka hak din yoktur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Âl-i İmran 19]
(Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [Âl-i İmran 85]
(Kimi, ona [Muhammed aleyhisselama] iman etti, kimi ondan yüz çevirdi. Bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr edip kâfir olanları elbet ateşe atacağız.) [Nisa 55, 56]
(Yahudiler Üzeyr’e, Hıristiyanlar da İsa’ya Allah’ın oğlu dediler. Daha önce kâfir olmuş kişilerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin.) [Tevbe 30] (Ehl-i kitap, diğer kâfirleri taklit ettikleri için kötülenmektedir.)
(Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, [İslam düşmanlığında] birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez.) [Maide 51] (Ehl-i kitap, kâfir olduğu için dost olmaz.)
(Sen, onların dinine uymadıkça, Hıristiyanlar ve Yahudiler senden hoşnut olmaz. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın [bildirdiği İslamiyet] yoludur.) [Bekara 120] (Yani, Ehl-i kitap, doğru yolda, [Allah’ın yolunda] değildir. Ehl-i kitabın bozuk dinine girmedikçe, Resulullahtan hoşnut olmazlar.)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Beni duyup da, bana inanmayan Yahudi ve Hıristiyanlar, elbet Cehenneme girecektir.) [Müslim]