|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
www.irfansohbetleri.com/2014/12/dinle-neyden-3-bolum-insan-i-kamil/
16 Ara 2014 - İnsan-ı Kâmil nasıl anlatılabilir? Nazım ve nesir olarak kırk kadar kitap yazmış, astronomiden
İnsan-ı Kâmil
On 16 Aralık 2014
Dinle Neyden | 3. Bölüm | 16′ 29”
İnsan-ı Kâmil nasıl anlatılabilir? Nazım ve nesir olarak kırk kadar kitap yazmış, astronomiden tasavvufa, fıkıhtan matematiğe, felsefeden musikîye kadar her mevzudan bahsedebilmiş, bizzat kendisi de hiç şüphesiz İnsan-ı Kâmil mertebesine yükselmiş Nakşibendî tarikatinde içtihad sahibi Pîr-i Sanî olmuş Molla Camî hazretleri İnsan-ı Kâmil tarifinde yani Hz. Mevlânâ’yı tarifinde bakın ne diyor:
“An Ferîdün-i cihân-ı ma’nevî
Bes büved bürhân-ı kadreş Mesnevî
Men çi gûyem vasf-ı ân âlicenâb
Nîst Peygamber ve lî dâredkitâb”
Günümüz Türkçe’si ile:
O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin,
Kadri kıymeti için Mesnevî çok kuvvetli bir delil ve yeterli bir kitaptır,
O yücenin vasıflarını anlatabilmek için ben ne diyebilirim?
Peygamber değildir fakat kitabı vardır.
Molla Camî gibi bir zatın bile “ben ne söyleyebilirim” diyerek aczini beyan ettiği İnsan-ı Kâmil tarifinde herkes acizdir. Şu kadarı söylenebilir, Allah’ın kitabında Habibi’ne dahi “Sen onları görüp gözet” diye tavsiye buyurduğu insanlar İnsan-ı Kâmil olanlardır. (00:35)
Bizler dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik. Nasıl parmak izimizden saç telimize birbirimizden farklı isek meşreplerimiz bakımından da birbirimize benzemeyiz. Her insanoğlunun yaratılışında yaratacısını bulmak ve bilmek tabiatı, cevheri vardır. Bu genel tabiata ve özel meşrebine uygun olarak yaşayabilenler bu hayatı mesud yaşayabilenlerdir, mutlu olanlar onlardır. Resûl-u Ekrem Efendimiz, yaratılışındaki “Rahmeten lil âleminlik” tabiatına uygun olarak bütün insanların doğru yola ulaşmasını, hidayete ermesini istiyordu, çünkü O aynı zamanda Hâdi, doğru yola iletici isminin tam mazharı idi. (03:50)
Allah, kendi esmasından olan Raûf ve Rahim esmalarını da Habibi’ne vermiştir. Tevbe suresinin sondan bir önceki ayetinde “Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gönderilmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok zor gelir, o size çok düşkündür ve müminler hakkında çok şefkatli, merhametlidir” buyruluyor. Annelerin evlatları üzerindeki şefkat ve merhameti Resûlullah’ın ümmeti üzerindeki şefkat ve merhametinin zerresi bile değildir. (05:58)
Dünyevi bir takım varlıklarına güvenen ve hiç haketmedikleri halde eşraf yani şerefliler olarak adlandırılan bazı Mekke müşrikleri Efendimiz’e “biz köleler, fakirlerle bir arada bulunmayız, onları huzurundan kovarsan gelir seni dinleriz” dediler. Efendimiz bunu kabul etmedi. Müşrikler, hiç olmazsa biz geldiğimiz zaman onları meclisten gönder, biz de senin sözlerini dinleyelim dediler. Efendimiz, herkesi hidayeti ulaştırabilmek arzusundan dolayı bu fikre biraz olumlu baktı. Çünkü O Raûf, Rahîm ve Hâdi idi. Kendilerine eşraf denen müşriklere konuşmadan önce Cebrail Aleyhisselâm geldi ve “Onları huzurundan kovma, onların üzerinden gözlerini ayırma, onları gör gözet” ayetini getirdi. Allah işte O insanları Habibi’ne tavsiye ediyordu. İnsan-ı Kâmil’in Kur’anî anlatımının bir nebzesidir bu… O İnsan-ı Kâmil, Hakk’ın Habibi’nin ağzından buyurduğu şekli ile “Benim velilerim, benim gizlilik bulutlarım altındadır, onları benden başka kimse bilmez” dediği kişidir. (08:00)
Bu yüce velileri, bu İnsan-ı Kâmil tipini, bizzat İnsan-ı Kâmil olan Hz. Mevlânâ şöyle tarif ediyor: “Veliler güneşlerin güneşidir, güneş ışığını onların nurundan alır.” Nasıl ay bizzat kendisi ışık kaynağı olmayıp, güneşin ışığını aksettiriyor ise, Hz. Mevlânâ’ya göre güneş dahi ışık kaynağı değildir, Allah’ın dostlarının, velilerinin nurunu aksettiren bir aynadan ibarettir. İnsan-ı Kâmil için delil arayanlara Hz. Mevlânâ şöyle cevap verir: “Güneşin varlığına delil, yine güneştir.” Güneşe karşı gözlerini kapayanlar, güneşi türlü sebeplerle görmeyenler güneşi inkar ettiler, bundan güneşe ne zarar geldi. İnsan-ı Kâmil’i de inkar eden kişiler olabilir, ama İnsan-ı Kâmil’e bunlar bir noksanlık vermez. (11:10)
Güneş arasıra bulutların altına gizlense bile ısıtmaya, aydınlatmaya devam ettiği gibi Hz. Mevlânâ gibi İnsan-ı Kâmiller de bazen insanların nefis bulutları altında gizlenirler, unutkanlık bulutları altında gizlenirler, ama varlıkları ve tasarrufları devam eder. İşte Hz. Mevlânâ’nın ifadesi ile güneşin dahi aydınlığını aldığı İnsan-ı Kâmillerin, veli kulların nuru ile içimizdeki karanlıkların aydınlatılması dilek ve niyazı ile hoş olun hoş kalın… (15:10)
İnsan-ı Kamil - IslamKutuphanesi.com
www.islamkutuphanesi.com/.../online/insanikamil/.../insani_kamil/0-6.ht...
İslam'da Mükemmel İnsan
.
Yazan: Murtaza MUTAHHARİ
Mütercim: İsmail BENDİDERYA
Sayfa Sayısı: 428
Ebat: 13x19 cm.
Yayınevi: Kevser
Telif Hakkı: Tüm Hakları Saklıdır
eKitap: www.EhlibeytKutuphanesi.com &
TAKDİM
ALLAH'IN ADIYLA
İnsan bireyleri ve bu bireylerden oluşan toplumun yaradılışına uygun bir şekilde mutlu yaşamasını temin etmek, tüm mekteplerin amacıdır. İster ilahi dinler ister beşeri sistemler, felsefeleri ve yasalarıyla insanı muhatap alır ve onu eğiterek hedeflediği son noktaya varmasını sağlar. Bunun için de birey ve toplum olmanın gerektirdiği bütün vazifeleri harfiyen uygulamak için gerekli ve geçerli bütün yöntemleri ve malzemeleri kullanır. Birey ve toplumu arzulanan kemale ulaştırmakta başarının sırrı, birey ve toplumu bütün yönleriyle en mükemmel şekilde tanımaktan geçer. İnsanın doğasını iyi tanıyıp zaman ve mekan sınırlarından soyutlanarak insan eğitme metodunu iyi kullanan sistem en başarılı sistem olacaktır.
İnsanı tanıdığını iddia eden ancak gerçekte tanımamış mektepler de tarih boyunca var olmuştur. Kimileri ömrünü bitirmiş ve kimileri de can çekişmektedir. Bir de çıkarları uğruna toplumu sürü gibi görüp kendini insanların ilahı sananlar var ki sunmuş oldukları sözde mektepler ve düşünceler insanlığın, değil mutluluğunu bedbahtlığını sonuçlandırmaktadır.
İlahi dinlerin sonuncusu olan İslam dini, hem insan yetiştirme programını hem de bu programla kendini yetiştiren canlı insan örneklerini sunmuştur ki marifet ve ilmin derinliklerine inen onları bulsun, inemeyenler ve madde dünyasının hissiyat araçlarına tutsak olanlar da göz ve kulaklarıyla bunları tanısın ve onlara izcilik ederek derinleşmesini öğrenebilsinler.
Günümüz dünyasında fikirlerin çatıştığını ve insanın geleceğinin bu fikirler sayesinde şekilleneceğini bilmek yeterli değildir. Bu çatışma içinde fikirlerin doğruluğunu saptama ve özgürce yaşayıp-anlatmak, çağdaş bir insana yakışan bir vasıftır.
Elinizdeki kitabın muhtevası, varmayı amaçladığı konu ve vermeyi tasarladığı mesajla kitaba verilen isim arasında mütenasip bir bağlantı vardır. Bu hem yazarın fikri tecessümünün bir ifadesi hem de okuyucunun tecessümünün mükafat ya da mücazatı olacaktır. Bu açıdan okuyucu, belki de bir önsöze gerek kalmaksızın kitabın son sayfasını çevirdiğinde yapacağı muhasebeyi bu kitabın ismini mütalaayla elde edebilecektir.
Üstad Mutahhari'ye yabancı olmayan bugünün Türkçe okuru, onun büyük bir dikkatle inceleyip gerçek değerini saptamaya niyetlendiği her şeyi, her düşünce, tefekkür ve her mesajı ancak ve ancak İslam mihengine vurduktan sonra tespit ettiğini ve son sözü akli ya da hissi temayüllerine kapılarak değil, İslami bilgilerden aldığı sonuçlara bakarak söylediğini bilirler. Bu açıdan onun izlediği bu ilahi yöntemin daha doğru ve yerinde neticeler vereceğini görebiliriz; zira birey ve toplumun yaratılışını ve doğasını en iyi tanıyan onların yaratıcısıdır.
Bu eser, şehit Üstad Murtaza Mutahhari'nin konuşmalarından derlenmiş, konuşma üslubuyla yazı gramerinin çatıştığı düşük cümlelerin -Farsça'sında ve anlam tamamen mahfuz olacak şekilde- imla ve benzeri usullerle düzeltilmesi dışında hiçbir ekleme ya da eksiltme olmaksızın kitaba geçirilmesi faydalı görülmüştür. Bu arada kitabın ilk orijinalini almayı ve Üstadın kendi tashihinden geçen nüshayı çevirmeyi daha uygun bulduğumuzu hemen belirtelim. Bu nedenle, elinizdeki Türkçeleştirilmiş metinde, üstadın ilgili eserinin 10. baskısının esas alınmış olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Bu eserde şehit Üstad Mutahhari'nin mükemmel insan örneklerinden müteşekkil bir tablosu var adeta. Muhtelif ekoller, farklı dünya görüşleri bu tablonun renkleri; bu ekollerin tanımladığı "kemal" insan ve nihayet "kamil-mükemmel- insan" ise kullanılan bütün malzeme...
Ancak, tabloya yine İslam ahkamının fırçası hakim; hükmü ilahi'den başka ilhamı yok ressamın burada. Bu sebeple tablonun tamamlanmış haline bakıldığında en cazip rengin O'nun rengi olduğu, bu cihetle de O'nun rızası için kemale yürüyen ve neticede kamil olup mükemmelleşen bir yürüyen ve neticede kamil olup mükemmelleşen bir insan portresi ortaya çıkmaktadır. İşte bu portre İNSAN-I KAMİL"dir.
KEVSER
1. Oturum
İNSANIN RUHSAL
KUSURLARI
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[1]
Bahsimizin ana mihveri ve ele almayı kurduğumuz konu; İslam nazarında mükemmel insandır; buna insan-ı kamil, örnek insan, en yüce ya da ülvi insan da diyebilirsin.
Mevcut olan pek çok şey gibi insanın da kamili ve gayri kamili vardır, mükemmel insan da vardır, mükemmel olmayan insan da. Aynı şekilde salim insan olduğu gibi salim olmayan, kusurlu insan da mevcuttur. Salim insan da iki çeşittir:
1- Kamil insan.
2- Kamil olmayan insan.
İslam nazarında kamil ve örnek insanın niteliklerini ve nasıl olduğunu bilmek her Müslüman'ın şer'i vazifesidir. Zira İslami bir model, örnek ve numune biçimi söz konusudur. Başka bir deyişle, eğer biz mükemmel bir Müslüman olmak ve insanlığımızı kemale erdirmek istiyorsak -ki her Müslüman muvazzaftır bununla, zira İslam'ın hedefi kamil insan meydana getirmektir- bunun ancak İslami bir eğitim ve terbiyeyle mümkün olacağını unutmamamız gerekir.
Bu durumda, işe şu sorularla başlamak yerinde olacaktır: Mükemmel insan nasıldır? Kemale ermiş bir insan -ruhen ve manen- ne gibi özelliklere sahiptir? Mükemmel bir insanın manevi siması hangi nitelikleri taşır? Mükemmel insanı tanıtan belli başlı nitelikler nelerdir? Ancak bu sorulara gerekli İslami cevaplar bulabildiğimizde toplumumuzu, bireylerimizi ve kendimizi mükemmelleştirebilmemiz mümkün olacaktır. Aksi takdirde İslam nazarında kemale ermiş insanın nasıl ve ne demek olduğunu bilmeksizin tam ve mükemmel bir Müslüman olabilmemiz, başka bir deyişle -nispi de olsa- insani kemale varıp "mükemmel insan" olabilmeyi başarmamız imkansızdır.
İSLAM'DA MÜKEMMEL İNSANI TANIMANIN YOLLARI
İslam nazarında mükemmel insanı tanımanın iki yolu vardır:
1- Birinci derecede Kur'an-ı Kerim'de, ikinci derecede sünnette kamil insanın nasıl tanımlanıp, hangi özelliklerle beyan edildiğine bakmak. Bu tabir Kur'an ya da sünnette "kamil insan" şeklinde değil de "kamil Müslüman" veya "kamil mü'min" ifadeleriyle de beyan edilmiş olabilir. Ancak sonuçta maksat yine "kamil insan"dan başka bir şey olmayacaktır; zira "kamil Müslüman"ın "İslam'da kemale ermiş insan" ve aynı şekilde "kamil mü'min"in "imanda ve imanla kemale ermiş insan" olduğu açıktır. Binaenaleyh kamil insanı tanımanın birinci yolu Kur'an ve sünnetin bu hususta ne gibi tanımlamalarda bulunduğuna bakmak ve bu iki İslami esasın "kamil insan" portresini hangi çizgiler ve özelliklerle tasvir ettiğini araştırmaktır ki hem Kur'an'da hem sünnette bu mevzuyla ilgili yeterince açıklayıcı malzeme mevcuttur.
2- Kişiliğini tamamen Kur'ani ve İslami usullere göre yetiştirip gerçek anlamda birer İslami kamil insan olabilen kişileri tanımak ve onları örnek almak. Zira İslami kamil insan bir hayal ürünü değildir, sadece zihni ve hayali olarak farzedilen ve pratikte var olmayan, hayata geçmemiş ve faraziyeden ibaret kalmış bir ideal değildir. Aksine, bu gibi insanlar yaşamış, gerçek hayatta bu mertebeye erişmişlerdir; tam anlamıyla kemale ereni olduğu gibi bundan bir ya da iki derece aşağı mertebelere varanlar da bulunmuştur.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.a) hazretleri İslam dininin örnek kamil insanıdır, keza onu takiben Hz. Ali (a.s) de İslam'ın mükemmel insan örneklerinden bir diğerini teşkil eder. Binaenaleyh onları tanımak, İslam'da mükemmel insan hakkında yeterince bilgi verecek, mükemmel insanın nasıl ve nice olduğunu anlamamıza yetecektir.
Ancak, mesela Ali'yi (a.s) tanımak İslam'da kamil insanı tanımaktır derken kastedilen onun adı, nesebi, soyu, sopu vb. nüfus kütüğünü ilgilendiren bilgileri öğrenmek ve bilmek değildir tabi. Evet, Ali'nin (a.s) tüzel ve herhangi birisi gibi hukuki bir kimliği vardır; nüfus cüzdanındaki Ali'dir (a.s) bu; yâni ismi Ali'dir; Ebu Talib'in oğlu Abd'ul Muttalib'in torunudur, annesi Esed İbn-i Abd'uluzza'nın kızı Fatıma'dır, Hz. Fatıma'nın (a.s) kocasıdır, Hasan ve Hüseyin'in (a.s) babasıdır; şu tarihte doğmuş, şu tarihte dünyadan göçmüş, şu, şu savaşlara katılmıştır vs. Bunlar nüfus kütüğünü ilgilendiren bilgilerdir; yâni mesela biz Hz. Ali (a.s) için bir nüfus cüzdanı çıkarttırmak istediğimizde bu bilgilere baş vururuz. Ancak bu nüfus cüzdanındaki bilgilerle Ali'yi (a.s) İslam dininin kamil bir insanı olarak tanıyabilmek kabil değildir; Ali'yi tanımak, onun kişiliğini tanımaktır, şahsiyetini tanımaktır, şahsını değil. Bu anlamda biz Ali'nin kişiliğini tanıyabildiğimiz ölçüde İslam'ın "kamil insan"ını tanıyabilmişiz demektir.
Aynı şekilde bu kamil insanı kendimize örnek aldığımız, yolunu izlediğimiz ve kendisini -lafta değil- amelde ve pratikte öncü, rehber ve imam olarak kabul edip ona uyduğumuz ölçüde de onun Şia'sı -izleyicisi, yolunda giden- olmuş oluruz. Yâni Ali'nin yolunda gidebilmek ancak hayatın her safhasında onu örnek alıp kendini bu kamil numuneye göre yetiştirmekle mümkündür. Şehid-i Evvel'in de demiş olduğu gibi: Şia, Ali'nin yolunda giden, ona uyan ve yaşamını onun esas aldığı esaslara göre düzenleyene denir ancak. Yâni sırf Hz. Ali'yi (a.s) sevmekle, ona muhabbet beslemekle; kısacası lafla Ali (a.s) Şia'sı olunamaz.[2] Şehid-i Sani "muşayeet" kelimesiyle ifade ediyor bunu; muşayeet "onunla, onun ardında, onun ardı sıra yürümek" anlamına gelir. O halde Ali (a.s) Şia'sı Ali'yi muraat edendir ancak, yâni -lafla değil- amelde ona uyan, ona benzeyen kimsedir.
Demek oluyor ki insan-ı kamili tanıyabilmenin iki yolu vardır, faydasının ne olduğunu da gördük bunun. O halde bu konu yalnızca ilmi açıdan etkisi olabilecek felsefi ve bilimsel bir konu olmayıp pratik faydalar içeren bir konudur. Eğer Kur'an'ın -ve sünnetin- açıklamaları ya da Kur'an'ın yetiştirmiş olduğu şahsiyetler aracılığıyla İslam'ın kamil insanını tanıyamadıkça İslam'ın tayin etmiş olduğu yolda yürümemiz, gerçek manada bir Müslüman olmamız ve toplumumuzu İslami bir toplum haline getirmemiz mümkün değil demektir. O halde İslam'ın kamil ve örnek insanını tanımak bizim için vazgeçilemez bir zaruret mesabesindedir.
KEMAL VE TAMAMIN FARKI
Meselenin bu noktasında akla şöyle bir soru gelmektedir: Kamilin manası nedir? Ne demektir kamil? Bazı şeyler vardır ki ilk bakışta çok sarih ve net gibi gelir insana, ancak üzerinde biraz dikkatle durulduğunda bu net gibi görünen şeyin, pek çok karmaşıktan daha fazla açıklığa kavuşturulmaya ihtiyacı olduğu görülür.
"Kemal" ve "tamam" kelimeleri Arapça iki lügat olup anlam itibarıyla birbirine yakındırlar -eş anlamlı değil, benzer anlamlı diyoruz- ve yine Arapça'da bu iki kelimenin zıt anlamını karşılayan ancak bir tek kelime mevcuttur; aynı kelime kimi yerde kemal'in, kimi yerde de tam'ın zıddı olarak kullanılır. Farsça'da ise bu iki kelime bulunmaz, her ikisinin de anlamını verebilen ancak bir kelime mevcuttur. Mevzubahsimiz olan "kemal" ve "tamam" kelimeleri Arapça'da kimi yerde "kamil" ve "tamm" şeklinde de geçer ve her iki kelimenin karşıtı olarak "nâkıs" (eksik) kelimesi kullanılır. (Nitekim Farsça'da) mesela şu kamildir, bu nâkıstır denilir; aynı şekilde şu tam ya da tamamdır, bu nâkıstır şeklinde ifade edilir.
Her iki kelimenin de bir arada kullanıldığı şu ayet-i kerimeye dikkat ediniz:
"Bugün dininizi ikmal (kamil) ettim ve size olan nimetimi tamamladım"[3]
Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim burada "dininizi ikmal ettim, ve size olan nimetimi tamamladım" ifadesini kullanmıştır, zira burada ikmal yerine tamamlamak ve tamamlamak yerine ikmal tabiri kullanılarak "dininizi tamamladım" ve "nimetimi ikmal ettim" denilmiş olsaydı Arapça gramer kurallarına aykırı olmuş olacaktı.
Bu iki kelimenin yekdiğerinden farkı nedir? Bu farkı tespit edemediğimiz sürece konuya başlayabilmemiz kabil olmayacaktır; her şeyden önce bu iki kelimenin anlamları arasındaki farklılıktan doğan ince nüansı tespit etmemiz şarttır.
Herhangi bir şeyin meydana gelebilmesi için gerekli her şey mevcutsa o şey için "tamdır, tamamlanmıştır" denilir. Yâni tam vücut bulması için gerekli olan bazı şeylere sahip değilse bu durumda onun mahiyeti "nâkıs" yâni eksik olmuş olur. Mesela tamamı değil de, yarısı, üçte birisi, üçte ikisi vb. meydana gelmiştir, yâni henüz bütünüyle meydana gelmemiş, tam olarak vücut bulmamıştır demektir. Bir proje üzerinden inşa edilmesi düşünülen binayı, ya da bir camiyi ele alalım. Mesela inşa edilmesi düşünülen bina, bir cami binası olmuş olsun; bu bina için büyük bir salonun yapımına, salon için de duvar, tavan, kapı, pencere vb. malzemelere ihtiyaç vardır. Böyle bir bina için gerekli malzeme ve işler tamamlandığında, bina "tamamlanmış"tır denilir. Bunun karşısındaki kelime ise "nâkıs" -ya da Türkçe'siyle "eksik"- tir ki bu da "tam"ın zıt manasını verir.
"Kemal" ise bir şeyin "tam" ve "tamam" olduktan sonra varabileceği bir üst merhaledir; ondan da üst, ve yine daha üst... merhaleler onun "kemal"ini tavsif eder. Bir şey kemale ermemiş ve kamil olmamış olduğu halde pekala tamamlanmış olabilir. Yâni kemal yokken "tam" mevcut olabilir; fakat tamamlanmış bir şey "kamil" de olursa bir basamak yukarı çıkmış, bir merhale öteye varmış demektir.
Kemal -ya da mükemmelleşme- "dikey yönde" bir ifadedir, tamamsa "yatay bir cihette" seyreder. Yâni eğer bir şey yatay cihette nihayete erer ve son bulursa tamamlandı denilir; dikey bir harekette cereyan ederek son bulan şeyler içinse "kemal" tabiri kullanılarak "kamil" -ya da mükemmel- oldu, ikmal ya da "kemal buldu" şeklinde ifadelerle beyan edilir. Mesela filancanın aklı kamil oldu, aklen mükemmelleşti denilir; yâni daha önce akılsızdı demek değildir bu . Hayır, daha önce de aklı vardı, ancak "şimdi bir derece ilerlemiş, bir merhale yukarıya yükselmiştir" denilmek istenir. Ya da "filancanın ilmi kamil oldu" denilir; bu, "onun daha önce de ilmi vardı ve bu ilminden istifade etmekteydi, ancak, şimdi bu ilmi mükemmelleşti, bir derece daha yükseldi ve ilmini kemale erdirme yolunda, "kemalde bir merhale" daha kaydetti" demektir.
Buraya kadar anlattıklarımızı şöyle toparlayabiliriz: Tam bir insan vardır, bunun karşı anlamını "eksik" insan tabiri verir. Eksik insan, yatay anlamda tamam değildir, yâni "yarı tam"dır, "eksik"tir, eksiği vardır; tam bir insan değil de, yarım bir insandır, çeyrek bir insandır vb. Sözün kısası "tam" bir insan değildir o. Bir de şu durum söz konusudur: Adam "tam" bir insandır, ancak "tam insan" olabilen birisi mükemmelleşebilir de; yâni kamil ve daha kamil de olabilir... Ondan daha üstün bir insanın bulunamayacağı bir kemal derecesine de varabilir. İşte buna "tam kamil" insan denilir ki insaniyetin en üst derecesi, en yüce makamı ve merhalesidir bu.
"İNSAN-I KAMİL" TABİRİ
Hicri yedinci yüzyıla kadar İslam edebiyatında "kamil" ya "mükemmel insan" tabiri kullanılmış değildir, bu tabir mezkur tarihten sonra kullanılmaya başlanmış olup Avrupa'da da bir hayli revaçtadır bugün. Ancak onu ilk kullanan yine İslam dünyasıdır. Müslümanlar arasında bu tabiri kullanan ve ondan ilk defa "kamil -ya da mükemmel-insan" şeklinde söz eden şahıs tanınmış arif Muhyiddin Arabi (Endülüsi-yi Tai)dir.
Muhyiddin Arabi irfanın babası sayılır. Yâni Farsça konuşup Farsça yazmış olan İranlılar da dahil olmak üzere hicretten yedi yüz yıl sonra ortaya çıkan muhtelif dil ve milletlere mensup İslam arifleri Muhyiddin Arabi'nin öğrencileridirler. Hepimizin yakından tanıdığı meşhur Mevlana irfan ekolünde Muhyiddin'in yanında hiç kalır. Muhyiddin, Arap asıllı olup bugün adına İspanya denilen Endülüs ahalisinden ve Hatem-i Tai'nin evlatlarındandır. Hayatı boyunca İslam ülkelerinin hemen hepsine seyahat etmiş, sonunda Şam'da dünyadan göçmüştür. Türbesi bugünkü Şam'dadır. Türbesinin Şam'da olması itibarıyla ona "Şamlı" da denilmiştir.
Muhyiddin Arabi'nin Sadreddin Konevi adlı bir öğrencisi vardır ki kendisinden sonra en tanınmış ariflerden biridir.
İslami irfanın ciddi bir ilim olarak, üstelik en karmaşık ve en çetrefilli ilimlerden biri sıfatıyla gündeme getirilmesi işi Muhyiddin Arabi ve onun yazmış olduğu kitaplara açıklamalar yazan öğrencisi Sadreddin Konevi'ye aittir. Sadreddin Konevi, meşhur Mevlana'yla muasırdır; Mevlana, onun cemaat imamlığı yaptığı mescide gider, arkasında namaza dururdu.
Muhyiddin Arabi'nin fikirleri Sadreddin Konevi aracılığıyla Mevlana'ya intikal etmiştir. Bugün bu zeminede yazılıp çizilenlerin büyük bir kısmı asılsızdır; İslam irfanı bambaşka köklerden gelir aslında, apayrı manalar taşır. Günümüzde malum gazete ve dergilerin kendilerinden uydurarak düzüp koştukları o saçmalıkların İslam irfanıyla hiçbir alakası yoktur.[4]
Onun ciddi ve düzenli bir şekilde ele aldığı en önemli mevzulardan biri de "kamil insan" meselesiydi. Tabii onun bu meseleyi irfani bir bakış açısında ele almış olduğu unutulmamalı. Çok mükemmel, benzeri pek nadir bulunan, edebi şiir kitabı "Gülşen-i Raz" kitabının sahibi ünlü Mahmud Şebusteri'den sorulan sorulardan biri de insan-ı kamille ilgilidir. O da soruyu irfani boyutundan yanıtlamıştır. Bahsimizin daha sonraki bölümlerinde bu meselenin tekrar açılması zarureti doğarsa biraz daha teferruatlıca ele almaya çalışacağız bu noktayı inşallah.
Görüldüğü gibi bu meseleyi ele alıp "kamil insan" unvanıyla gündeme getiren ve konuya tamamen irfani bir açıdan yaklaşan ilk şahıs Muhyiddin Arabi'dir. Ondan başka bu konuyla ilgilenenler yok değildir. Ancak her biri kendilerine has bir bakış açısıyla ele almışlardır meseleyi.
Biz bu konuyu Kur'ani açıdan ele almak istiyoruz. "Kamil insan"ı Kur'ani açıdan inceleyebilmek ve Kur'an nazarında mükemmel insanın kim ve nasıl olduğunu açıklığa kavuşturmak için her şeyden önce "tam insan" ve "nâkıs=eksik insan" terimleri üzerinde durmak gerekir. Bu merhale anlaşılmadıkça onun devamı olan merhaleyi kavramak güçleşecektir.
CİSMİ VE RUHİ KUSURLAR
İnsanları "tam ve sağlam insan" ve "eksik ve kusurlu insan" olarak iki grupta ele almak kabildir. "Sağlam" ve "kusurlu" tabirleriyle kastedilen şey kimi zaman maddi ve cismi bir mana taşır, insanın vücut ve beden yapısıyla ilgili bir durumu ifade edebilmek için kullanılır bu tabirler. İnsanların vücutça da yekdiğerlerinden farklı; kiminin sağlam ve kiminin de kör ve hasta ya da özürlü olduğu açıktır. İnsanın ya uzvi bir özrü vardır, ya da hastadır; mesela âmâdır, falan uzvu özürlüdür vs. Ancak bütün bunlar bir insanın sadece "şahsı" ile ilgili bir durumu ortaya koyar.
Hiç dikkat ettiniz mi? Bir insanın kör olması; sağır, felç ya da çirkin olması, boyunun kısa vs. olması o insan için bir fazilet ya da bir ayıp sayılmaz. Bütün bunlar bir kimsenin şahsiyetine, kişilik ve insaniyetine leke düşüren olaylar olarak görülmez ve bu gibi cismi olaylar "şahsiyet eksikliği" sayılmaz. Mesela adını herkesin duymuş olduğu ve kimilerince peygamberlerden bir alt kademede olduğu iddia edilen şu tanınmış Yunan filozofu Sokrat son derece çirkin bir insandır! Fakat bugüne değin kimse onun bu çirkinliğini insanlığında bir kusur olarak algılamamış ve vücutça çirkin oluşunun onun karakterinin de çirkin olduğuna delalet ettiğini iddia etmemiş ve çirkinliği yüzünden Sokrat'ı kınamamıştır. Ebu'l A'la Muarri[5] âmâ idi! Yine muasır olan Taha Hüseyin[6] de âmâ bir zattı. Şimdi kişinin "şahs"ını ilgilendiren bu özür onun "şahsiyetini" de ilgilendirir, uzvi eksikliği onun karakter ve kişiliği açısından da ayıplanacak bir kusur sayılır diyebilmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Bu da her insanın iki boyutu olduğunu gösterir:
1- İnsanın öznesi ya da şahsı.
2- İnsanın şahsiyeti ya da karakteri. Yâni her insan vücut ve ruh denilen iki ayrı boyuta sahiptir, ruhu cisimden ayırmak gerekir. Ruhu cisme tabi ve onun bir parçası şeklinde yorumlayanlar apaçık bir yanılgı içerisindedirler.
Esasen meseleyi şöyle bir soruyla ortaya koymak daha doğru olacaktır: Acaba bir insanın vücudu sapasağlam olduğu halde ruhu hasta olamaz mı? Vücutça sağlam bir insan ruhi bir hastalığa yakalanamaz mı? Başlı başına ele alınması gereken bir konudur bu... Ruha hiçbir asalet tanımayan ve ruhu inkar ederek onunla ilgili bütün hassaları doğrudan doğruya sinir sisteminin etki ve tepkileri olarak yorumlayanlar onun tamamen cisme ve bedene tabi bir şey olduğunu iddia ederler. Eğer ruh hastaysa cisim hasta demektir, cismin hasta oluşu sebebiyle ruh hastalanır ancak, o halde ruh hastalıkları denilen şeyin cismi hastalıklarından başka bir şey olmadığını derler.
Ancak şunu hemen belirtelim ki meselenin hiç de böyle olmadığı; bir insanın bedeni açıdan kan dolaşımı, kandaki akyuvar ve alyuvarların yapısı, sinir sistemi, vücudun vitamin dengesi, metabolizma faaliyetleri vb. bakımlardan sapasağlam olmasına, hatta asabi yönden de sağlam olup hiçbir sinir hastalığına müptela bulunmamasına rağmen ruhi bir hastalığa yakalanmasının, mesela ukde, aşağılık kompleksi, kapris vb. ruh bozukluklarına duçar olmasının mümkün bulunduğu anlaşılmıştır günümüzde. Bilim, ukde ve komplekse sahip insanların gerçekten hasta olduklarını tespit etmiştir artık; yâni bedeni tamamen sağlam olduğu, fiziksel hiçbir hastalığı bulunmadığı halde ruhi yapısında bozukluklar meydana gelmiştir der.
Bu sebeple bazı ruh hastalarını maddi ilaçlarla tedavi edebilmek mümkün değildir. Mesela tekebbüre kapılan bir insanın gerçekten hasta olduğu, bunun ruhi ve psikolojik yapısından meydana gelen birtakım bozukluklardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Tekebbür gibi bir psikolojik hastalığa yakalanmış birisinin yeyiverince iyileşeceği ve tekebbürünün tevazua dönüşeceği bir ilacı eczanelerde bulabilmek mümkün müdür? Ya da taş kalpli olan, acıma duygusu nedir bilmeyen gaddar bir insanı iğne ve ilaçla tedavi edip şefkatli, merhametli ve yufka yürekli bir insana dönüştürmek kabil midir? Elbette ki hayır! Bu gibi hastalıkların kendilerine has tedavi yöntemleri mevcuttur ama bu yöntem bilinen anlamda fiziki tedavilerden tamamen farklıdır.
Hatta kimi zaman vücuttaki bir hastalık psikolojik yöntemlerle tedavi edilmekte, kimi zaman da psikolojik bir hastalık vücut yoluyla iyileştirilmektedir. Vücutla ilgili bir hastalığın telkin ve benzeri psikolojik takviyelerle iyileştirildiği çok görülmüştür. Oldukça ilginç bir olaydır bu. Bütün bunlar, insanın beden ve ruhun terkibinden müteşekkil bir yaratık olduğunu ortaya koymaktadır. Beden mutlak anlamda tabi ve bağımlı olmadığı gibi ruh da bedene mutlak anlamda bağımlı olmayıp ondan müstakil bir varlık arz eder. Hekimlerin de söylemiş olduğu gibi bu iki şey sürekli birbirlerinden etkilenirler; vücut psikolojik yapıyı, psikolojik yapı da vücut yapısını etkiler. Bu da insanoğlunun psikolojik sisteminin bağımsız bir sistem olduğunu, cismin bir parçası olmadığını gösterir.
Konumuz kamil insan olmasına rağmen öncelikle "sağlam insan" ve "özürlü insan" terimleri üzerinde durduk. Bu zaruri girişten amaç, daha önce sözünü ettiğimiz sağlamlık ve özürlülük durumlarının vücutla ya da psikolojik yapıyla alakası olmadığını belirtmek ve önce bu meseleyi açıklığa kavuşturmaktı. Yoksa "Şu insanın vücudunun bütün organları sapasağlamdır" gibi bir neticeye varacak olan tıbbi bir tartışmaya girmek değil maksadımız. Esasen vücut ve beden meselesi, ele aldığımız konu itibariyle mevzuumuzun haricinde kalmaktadır.
Buraya kadar elde ettiğimiz sonuç, insanın ruhen ve psikolojik açıdan sağlam olabileceği gibi bunun tersinin de geçerli olabileceğidir. Nitekim bu mevzuyla ilgili bazı terimler Kur'an'da geçer ve mesela "Kalplerinde ve ruhlarında hastalık vardır..."[7] buyurulur. Yâni "Gözlerinde hastalık vardır" şeklinde buyurmuyor, "Kalplerinde hastalık vardır" diyor. Kur'an'da bahsi geçen bu "kalp" bilinen anlamda tıbbın sahasına giren kalp değil, insan ruhu ve psikolojik yapısıdır.
Kur'an hakkında da şöyle buyrulur: "Kur'an'ı mü'minlere şifa ve rahmet olsun diye indirdik, Kur'an mü'minlerin şifasıdır."[8]
Emir-ül Mü'minin (a.s) fakirliğin belalardan birisi olduğunu belirterek "Fakirlikten daha kötü olanı, vücudun hastalanması, vücut hastalığından daha kötü ve şiddetlisi ise kalbin ve gönlün hasta olmasıdır." [9]der.
Kur'an'ın öngördüğü programlardan biri de sağlam insanlar meydana getirmek olduğuna göre "kamil insan"dan önce "sağlam insan" olmayı amaçlamak ve sağlam mı yoksa özürlü, kusurlu ve eksik bir insan mı olduğumuzu tespit etmek zorundayız.
RUHİ HASTALIKLAR
İnsan ruhunda sarsıntılara sebep olan şeylerin başlıca neler olduğunu kısaca belirtelim:
Psikoloji biliminin tespit etmiş olduğu bulgulara göre umutsuzluk ve mahrumiyetler, psikolojik hastalıklara sebep olmaktadır. Yâni insanoğlunun duçar olduğu ruh hastalıkları, psikolojik bozukluklar, ukdeler, kompleksler vb. rahatsızlıkların çoğu mahrumiyet ve eksiklik duygularından kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi Freoud özellikle cinsel konularda olmak üzere ifrata varacak derecede bu noktayı esas almıştır düşüncelerine. Ancak, mahrumiyet ve yoksunluğun insan ruhunda hastalıklara yol açtığı da bir gerçek... Birine karşı garaz besleyen bir insanın bu garazı zamanla kine dönüşür ve ondan intikam almak ister, giderek öyle bir noktaya varır ki sonunda onu kanlar içinde yere sermedikçe huzur bulamaz, sakinleşemez bir hale gelir. İnsanda görülebilen bu kin, nefret ve intikam hissi nedir, nereden kaynaklanır? Başlı başına bir konudur bu!
Kıskanç insan, başkalarının bir hayra, bir nimete eriştiğini görmeye tahammül edemez, onu, elindekilerden mahrum bırakabilmek arzusuyla yanıp tutuşur. Kendisini düşünmez. Sağlam bir insanda haset ve kıskançlık yoktur, gıpta etmek ve imrenmek vardır, o kendisini düşünür, içinde bulunduğu durumun değerlendirmesini yapar ve ilerlemeye çalışır. İlerlemeye çalışan, kendisini düşünen bir insanın bu davranışı ayıplanacak bir kusur değildir, söz konusu davranışta bulunan insan salim insandır. Fakat bütün düşüncesi başkalarını düşürmek ve onların geride kalmasını sağlamak olan bir insanın bu davranışı hastalıktır, anormaldir; böyle bir insan hastadır. Böylelerini görmüşsünüzdür belki; kimi zaman işi öyle bir noktaya kadar götürürler ki karşıdakine yüzde elli zarar verebilmek uğruna kendilerini yüzde yüzlük bir zarara uğratırlar!
HASET HASTALIĞINDAN BİR ÖRNEK
Tarih kitapları bu konuyla ilgili ilginç bir hikayeden bahseder, pek meşhur bir hadisedir. Nakledildiğine göre halifelerden biri döneminde oldukça zengin bir adam, bir gün pazarda bir köle alıp evine getirir. Kölesine bir köle gibi değil de tam bir efendi gibi davranır; en güzel ve en pahalı elbiseler alır ona, en nefis yiyecekleri ikram eder, bol bol para verir, dilediğince harcamasını ister. Kısacası adeta öz oğluymuş gibi davranır. Ancak kölenin dikkatinden kaçmayan bir nokta vardır, ona bunca iyi davranan efendisi hep düşünceli bir haldedir, daima kederlidir. Bir gün efendisi, ona yapabileceği en büyük iyiliği de yapar, kendisini azad edeceğini söyleyerek iyi bir iş kurup sermaye olarak kullanabilmesi için yüklüce bir para da vereceğini bildirir. Kölenin sevincine diyecek yoktur.
O gece adam kölesini yanına çağırıp kendisiyle dertleşmek istediğini söyler ve içini döküp anlatmaya başlar: "Bak evladım" der "Sana bunca ummadığın iyiliklerde bulundum, hatta seni azad etmeye ve sermaye olarak kullanabileceğin yüklüce bir para da vermeye niyetlendim. Bütün bunları niçin yaptım biliyor musun?" Köle "Hayır" der, adam "Sana bunca iyilikte bulundum, karşılığında bir ricam var sadece" der, "Bu ricamı yerine getirecek olursan sana verdiğim her şey helalin olsun derim, ancak ricamı yerine getirmezsen hakkımı helal etmem sana. Üstelik isteğimi gerçekleştirmen halinde bugüne kadar verdiklerimden kat kat daha fazlasını vereceğimi de bilmiş ol!" Köle "Emriniz baş üstüne; siz benim efendimsiniz, her emrinizi yerine getirmeye hazırım. Siz yeniden hayata kavuşturdunuz beni, ne isterseniz yaparım..." diye cevap verince, adam, "Yok, öyle olmaz" der "Bana söz vermen lazım; istediğimin ne olduğunu öğrendikten sonra vazgeçmenden korkarım!"
Bunun üzerine köle o ne isterse yapacağına dair yemin edip söz verir, adam ondan söz aldıktan sonra "Şimdi iyice kulak ver bana." der ve ekler: "Benim tayin edeceğim bir zaman ve mekanda başımı keseceksin, tamam mı?!"
Köle hayretten donakaldı, kulaklarına inanamaz, "Aman efendim! Nasıl olur?!" der de fayda etmez, efendisi kararlıdır. Böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini anlatmaya çalışır, fakat efendisi kendisine vermiş olduğu sözü hatırlatarak köleyi ikna eder.
Gece yarısına doğru adam gidip köleyi uyandırır, eline keskin bir bıçak verip ardı sıra gelmesini söyleyerek evin damına çıkar, oradan da atlayıp bitişikteki evin damına çıkar, oradan da atlayıp bitişikteki dama geçerler. Adamın komşusunun evidir bu. Oracıkta para dolu bir keseyi kölesine verip "Bu para senin olsun" der, "Benim başımı burada keseceksin işte; daha sonra dilediğin yere gitmekte serbestsin artık." Köle şaşkınlıktan donakalmıştır. "Neden sizi öldürmemi istiyorsunuz?" diye sorar, efendisi "Üzerinde durduğumuz bu dam, komşumun evinin damıdır" der ve ekler: "Ben bu komşumu fena halde kıskanırım; gözüm götürmez işte, adamı görmeye bile tahammül edemiyorum, ölürüm daha iyi! Biz birbirimizin rakibiydik ticarette. Ama herif beni geride bıraktı şimdi, her hususta benden ileri! Hırsımdan yanıp yanıp kül olasım geliyor, tahammül edemiyorum ben bu adama! Sonunda bu çareyi akıl ettim, kendimi öldürmek suretiyle onun üzerine bir cinayet yüklemeye karar verdim; böylece onu zindana atacaklar ben de rahatlamış olacağım nihayet. Başka türlü rahatlayamam... Bu cinayet muhakkak onun üzerinde kalır, çünkü birbirimizin rakibiydik. Yarın cesedi bulduklarında "filancanın evinde bulduk. Zaten rakiptiler birbirlerine; o halde kesinlikle bu öldürmüştür adamcağızı!" diyerek onun yakasına yapışacak ve cinayet suçuyla idama götüreceklerdir sonunda. Benim istediğim de bu zaten!"
Köle duydukları karşısında hayretten donakalır. "Bir insan ancak bu kadar alçalabilir; senin gibi ahmak ve alçak birinin hakkı da ölümdür zaten" diyerek onun isteğini yerine getirir, başını kesip paraları da alarak uzaklaşıp gider. Çok geçmeden cesedi komşunun damında bulurlar. Adamcağızı yaka paça tutup zindana atarlar. Fakat bir yandan da "Eğer katil bu adamsa onu ne diye kendi evinin damında öldürsün ki?... Bu işte bir iş olmalı..." demektedir herkes.
Nitekim çok geçmeden olayın iç yüzü anlaşılır. Vicdanı rahatsız olan köle, kadıya başvurup gerçekleri anlatır, "Yakaladığınız adam suçsuzdur, onu kendi isteğiyle ben öldürdüm, bu adamcağıza katil damgası vurabilmek için planladı her şeyi. Kıskançlıktan yanıp tutuşuyordu, sonunda kendi hayatına kıyacak kadar ileriye götürdü işi" der. Mesele böylece anlaşılınca katil zanlısı komşu ve köle serbest bırakılır, olay da tarih sayfalarına geçer bütün enteresanlığıyla.
Bu vakıa bir gerçektir, işte bu bir hastalıktır; insan müptela olabiliyor buna... Kıskançlık hastalığıdır bu, hasettir...
Kur'an-ı Kerim "Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir."[10] buyurur; görüldüğü gibi Kur'an'ın insanla ilgili ilk programı onun nefsini tezkiye ve terbiye etmektir, ruhunu hastalıklardan kurtarmak; komplekslerden, karanlıklardan, rahatsızlıklardan, sapma ve sapıklıklardan arıtmak ve "çirkinleştiren değişimlere uğramak"tan korumaktır.
ÇİRKİNLEŞTİRİLMİŞ İNSAN
"Çirkinleştiren değişimler" meselesi üzerinde biraz durmakta fayda var. Kur'an'da "mesğ" tabiriyle geçer bu. Nedir bu "çirkinleşme"? Ne demektir "çirkinleştiren değişimlere uğramak"?! Eski kavimlerden birinin çok günah işlediği ve günahlarda ısrar edişleri sebebiyle peygamberlerinin lanetine uğradığı ve şekillerinin değiştirildiği, çirkin bir şekle sokuldukları anlatılır, hayvana dönüştükleri söylenir. Pek çok kimse duymuştur bunu; mezkur ümmet maymuna dönüşmüştür mesela; ya da kurt, ayı vb. bir hayvan haline gelmiştir. Buna "mesğ" edilmek, yâni kötü bir değişime uğrayarak çirkin bir hale gelmek denir.
Burada, "acaba bu insanlar gerçekten çirkin bir değişime mi uğradılar, yâni hayvan mı oluverdiler?" sorusu geliyor akla... Burada bir incelik var; farz edelim ki insan fiziki olarak değişmiyor, yâni hayvan şeklini almıyor da manevi ve ruhi açıdan hayvanlaşıyor... Mümkündür bu; hatta kötülük, aşağılık ve ruhi çirkinlikte eşi benzeri görülmemiş bir hayvana da dönüşebilir.
Nitekim Kur'an bu hususta "...Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hatta daha da sapıktır onlar..."[11] der. Nasıl mümkündür bu? Gerçekten bir insan ruhi açıdan bir hayvana dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir! Zira insanın şahsiyetini meydana getiren unsurlar onun ahlaki ve ruhi yapısıdır, psikolojik özellikleridir. İnsani ahlaktan mahrum olan, insanlık ruhunu yitirip bütünüyle yırtıcı hayvanlara mahsus özellikler kazanan bir insan "çirkinleşmiş" ve çirkin bir değişime uğramış demektir, gerçekten hayvanlaşmıştır, hayvana dönüşmüştür artık.
Bir domuzu ele alalım mesela; ruhuyla vücudu mütenasiptir, yâni bir domuzdur o, domuza mahsus özellikleri vardır tabiatıyla. Bir insan da bu özellikleri taşıyor olabilir, bütünüyle domuza has hasletler kazanabilir. Böyle bir insan "çirkinleştiren bir değişime" uğramıştır işte, insanlıktan çıkmış, domuzlaşmıştır. Mana itibarıyla; batında ve hakikat gözüyle bakıldığında o bir domuzdur ancak, başka bir şey değil.
O halde nâkıs ve kusurlu insan kimi vakit çirkinleşme merhalesine kadar varmaktadır, değişime uğramakta, insanlık hasletlerini yitirmektedir. Bunlara pek az kulak verir çoğumuz; kimileri de daha geç inanmak için bunları mecaz sanır; ancak gerçektir hepsi de.
İmam Seccad (a.s) devrinde yaşamış olan bir zat şöyle anlatır: "Arafat'ta İmam Seccad'la (a.s) birlikte idik. Yüksek bir yerden baktığımda Arafat meydanının dalga dalga, insanlarla dolup taştığını gördüm. İmama "Elhamdülillah hacılar pek ziyade bu yıl" dedim, İmam "Feryatlar ziyade, bağrışanlar çok, hacıysa pek az"[12] buyurdular. Sonra nasıl oldu anlayamadım; İmam nasıl bir görüş verdi bana, kalbimdeki hangi gözü görür hale getirdi bilmem; bana "Bir de şimdi bak." buyurdular, baktım... Hayretten küçük dilimi yutacaktım neredeyse; meydan hayvanlarla doluydu, tam bir hayvanat bahçesiydi gördüğüm! Birkaç insan da vardı ki hayvanlar arasında şuraya buraya hareket halindeydiler. İmam "Görüyor musun?" buyurdular, "İşin batını budur işte!"
Mâna ve batın ehli nazarında gün gibi aşikar olan bir gerçektir bu, inanmayan modern akıllar ise hatayı aynada değil, kendilerinde aramalıdırlar. İnsanların batınını görebilen, hakikatini idrak edebilen kimseler günümüzde de vardır.
Tıpkı dört ayaklı hayvanlar gibi yiyip içmekten, yatıp uyumaktan ve cinsel ilişkide bulunmaktan başka bir amaç ve haz tanımayan, hayatı ve yaşamanın amacını bunlarla özetleyip bunlardan ibaret sayan bir insan gerçekten hayvan değil de nedir? Böyle bir insan gerçekten "çirkinleştirici bir değişim"e uğramamış mıdır? Bütün ruhuyla bir hayvana dönüşmemiş midir?! İnsanlık gerçeğini unutmuştur böyleleri, insani hasletlerini bütünüyle bırakmış ve kendilerine hayvani hasletler kazandırmışlardır. Nebe' suresinde şöyle bir ayet yer alır:
"Şüphe yok ki ayırma gününün vakti de tayin edilmiştir. O gün sur üfürülür de gelirsiniz bölük bölük. Ve gök açılmış, kapılar haline gelmiştir; ve dağlar yürütülmüş, seraba dönmüştür..."[13]
Evet... Kıyamet Günü insanlar bölük bölük haşr olunacaklardır... Ehl-i Beyt İmamları (a.s) mükerrer defa "bu bölüklerden sadece birinin insan şeklinde haşr olunacağını" bildirmişlerdir! Diğer gruplar karıncalar, maymunlar, akrepler, yılanlar, kaplanlar vb. şeklinde haşr olunacaklardır.
Neden? Allah-u Teala'nın bir insanı sebepsiz yere hayvan kılığına sokması mümkün müdür? Elbette ki hayır. Ancak dünyadayken akrepleşen, şunu bunu iğneleyip zehrini dökmeyi adet edinmiş olan, üzmekten ve eziyet etmekten zevk duyan kimselerdir ki maskeleri düşecek, gerçek yüzleri ortaya çıkacak ve dünyada edinmiş oldukları kişilik ve dolayısıyla bürünmüş oldukları hal ile, yâni akrep şekliyle haşr olunacaklardır. Aynı şekilde gerçekte maymunluğu tercih eden ve dünyadayken maymunluktan başka bir şey yapmayıp iyiden iyiye maymunlaşan insanlar da maymun haline getirilecek ve bu gerçek kimlikleriyle haşr olunacaklardır.
Dünyadayken köpekleşenler kıyamet günü köpek halinde haşr olunacaklardır, gerçek budur...
"Kıyamet günü insanlar niyetleriyle haşr olunacaklardır."[14] arzularına, maksatlarına, gerçek sıfat ve gerçek hasletlerine göre hesaba çekileceklerdir. Siz bu dünyada nesiniz, hangi durumdasınız, konumunuz, kimliğiniz nedir? Ne almak istiyorsunuz, istekleriniz nelerdir? İstekleriniz bir insanın istekleri midir, insanca mıdır? Yoksa yırtıcı bir hayvanın veya bir kuşun istedikleri midir sizin de istedikleriniz? İstekleriniz ve arzularınız neyse siz de osunuz işte! Ve, olduğunuz gibi haşr olunacaksınızdır! Sair tapınmalardan men edilmiş olmamızın sebebi de budur işte; Allah'tan başka kime ve neye tapıyorsak o bizim aslımızdır, gerçek kişiliğimizdir. Paraya mı tapınıyoruz, pulperest miyiz? O halde para bizim gerçek mahiyetimiz olmuş, varlığımıza işlemiş demektir; bütünleşivermişizdir onunla. Bu para, kıyamette kıpkızıl olacak nesnedir işte; Kur'ân'ın da buyurmuş olduğu gibi dünyada bu nesneye tapan ve bütün varlıkları servet aşkıyla yoğrulanlar ahirette de bu nesneyle bütünleşiverecektir, ayet-i kerimede zikredilmiş olduğu gibi:
"...Altını, gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları acı bir azapla müjdele! O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılıp alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak ve işte bunlardır kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler" denecek, tadın biriktirdiklerinizin âzabını."[15]
Kimileri, artık madeni para geçersiz oldu, kağıt paralar çıktı piyasaya diyebilirler, idrak yetersizliğidir bu. Ahiret dünyasında varlıkların mahiyetleri farklıdır; para, onu sevenin cehennemi olacaktır deniliyorsa bunun altını, gümüş ve kağıdı söz konusu olmaz artık, o kağıt onun cehennemi olacak, yakacaktır, mesele budur.
Bunlar insanı çirkin bir değişime uğratan sebeplerdir işte. Bu gece konuşmamın mihverini sağlam ve eksik insan, salim ve ayıplı insan mevzularına ayırmaktan amacım şu neticeyi ortaya koymaktı: Ukdeli insan ayıplı insandır, özürlüdür, hastadır. Herhangi bir maddeye tapan bir insan -dikkat ediniz, maddeyi kullanan ve maddeden ihtiyaç ölçüsünde istifade eden insan değil, dünyadaki nesnelerden birine tapan insan diyoruz- ayıplı ve kusurlu insandır, hastadır; değişmiş ve çirkinleşmiştir.
RAMAZAN AYININ İNSAN YETİŞTİRME PROGRAMI
Bütün geceleri ihya edilmesi gereken, dua ve Allah'a yöneliş geceleri olan bu mübarek Ramazan ayının esas amacı insanı programlamak, onu yetiştirmek ve düzelmesini sağlamaktır. Yâni maksat ayıplı, özürlü ve kusurlu insanların ayıplarını gidermelerini, sağlam ve salim birer insan olmalarını sağlamak ve salim insanları da kamil insan merhalesine vardırmaktır.
Ramazan ayının ana programı nefsi tezkiye etmek, ayıplar, eksiklikleri ve kusurları gidermek, hastalıkları iyileştirmektir, Ramazan ayının amacı insani akıl, iman ve iradeyi hayvani ve nefsaani şehvetlere hakim kılmaktır; dua ve Hakka yönelmektir, Allah'a yöneliş, ruhu O'na doğru yüceltmektir. Aksi takdirde bütün Ramazan boyunca, otuz gün açlığa dayan, susuzluk çek, uykusuzluk çek, geceleri ibadete koyul, o camiden şu camiye, o hutbeden bu hutbeye koşturup dur, sonra da bir bak ki Ramazan bayramı gelivermiş!... Ne çıkar?! Neye yaradı bütün bunlar?! Ramazan gelip geçmiş ama adam zerrece olsun değişmemiş, hatta beter bile oluyor bazıları...
İslam, boşu boşuna ağzınızı yumup öylece oturun demiyor ki!... Oruçtan maksat, insanların bu vesileyle kendilerini ıslah edebilmelerine yardımcı olmaktır. Nitekim rivayetlerde "Oruç tutanlar arasında öyleleri vardır ki tuttukları oruçtan, açlıktan başka nasipleri yoktur" ifadesi geçer. Otuz gün boyunca helal yiyeceklere ağız kapamanın sebebi bir eğitimden geçmiş olmak ve ağzına haram lokma almamayı,haram laf etmemeyi, gıybette bulunmamayı, yalan söylememeyi, küfretmemeyi öğrenmektir; helal lokmayı harama tercih edebilmeyi başarmaktır!
Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna gelen oruçlu kadının hikayesini duymuşsunuzdur; Resulullah (s.a.a) ona süt -ya da herhangi bir yiyecek - ikram eder ve içmesini söyler. Kadın "Ya Resulullah, oruçluyum ben" der, Peygamber "Hayır" buyururlar, "Oruçlu değilsin sen; al ve iç!..." Kadın yine oruçlu olduğunu söyler, bu durum üç kez tekrarlanır, üçüncü defada Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Nasıl oruçlu olabilirsin ki; daha bir saat önce mü'min kardeşinin etini yedin ya!..." der ve, "Onun etini yediğini görmek istiyor isen kus (mideni boşalt)" buyururlar. Kadıncağız Peygamberin dediğini yapınca ağzından et parçaları dökülmeye başlar...
Yâni bedenin ağzını helale kapayacak, ama ruhun ağzını harama açık bırakacak, öyle mi!?...
Değil mi ki bir insan yalan söylediğinde ağzından pek şiddetli bir koku yükselir de yedi göğün meleklerini rahatsız eder? Bazen cehennemin neden onca kötü kokacağını soruyorlar; cevabı açıktır bunun, cehennemin pis kokuları dünyada meydana getirdiğimiz ufunetlerdir; ardarda düzüp koştuğumuz yalanlar, ettiğimiz çirkin küfürler ve yaptığımız iftira ve töhmetlerdir. Hele iftira en kötüsüdür bunların... Çünkü iftira hem yalandır hem de gıybet; ikisinin çirkinliğini bir arada taşır, iki büyük günahı bir arada işlemektir.
Vay o kimsenin haline ki bir Ramazan ayını nice iftiralarla geride bırakır, bu mübarek ayda din kardeşlerine töhmetler atar...
Ramazan ayı, bir araya toplanma ve topluca ibadet etme ayıdır, nifak ve tefrika ayı değildir bu mübarek ay!..
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
2. Oturum
İNSANİ DEĞERLERİN OLGUNLAŞMASINDA
UYUMUN GEREKLİLİĞİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[16]
Her varlığın kendine göre "kamil"i vardır; kemal durumu her mevcudata göre farklıdır. mesela "kamil insan"la "kamil melek" aynı şeyler değildir. Bir meleğin, melekliğin en üst derecesine varması ve bir melek için mümkün olan en mükemmel kemale ulaşmasıyla bir insanın insanlığın en yüce mertebesine vararak mükemmel insan olması iki ayrı olaydır.
İNSANIN KEMALİ İLE DİĞER VARLIKLARIN
KEMALİNİN FARKLI OLUŞUNUN SEBEBİ
Meleklerin varlığından bizi agah kılanlar; onların halis akıldan, halis "düşünce"den yaratıldıklarını haber vermişlerdir. Yâni topraktan gelmiş olanların özelliklerini taşımazlar; maddi, şehevi, asabi vb. boyutları yoktur meleklerin... Hayvanlarda da böyle bir "halis"lik vardır, ancak onlar meleklerin tam tersidirler, yâni sırf "topraktan"dırlar ve Allah-u Teala'nın Kur'an'da" ilaahi ruh" adıyla zikrettiği ruhtan tamamen mahrumdurlar. Hem meleklerin hem hayvanların sahip olduğu her şeye sahip olan tek yaratık insandır, hem melekutidir o, hem mülki; bu ikisinin terkibidir. Usul-ü Kafi'de rivayet olunan bir hadis-i şerifin tabiriyle insan hem ülvi, hem süfli bir yaratıktır.[17] Ehl-i Sünnet ravilerince beyan edilmiş pek çok rivayette de aynı tabir geçer. Keza Mevlana bu hadis-i şerifi şiir kalıbında beyan etmiş ve çok güzel bir ifadeyle her iki kelimeyi de -ülvi ve süfli- Mesnevi'de şöyle kullanmıştır:
"Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: Yüce yaratan, mahlukat-ı alemi üç türlü yaratmıştır.
Bunlardan bir bölüğü sırf akıl, bilgi ve cömertlikten yaratılmıştır; bunlar meleklerdir, secdeden -Allah'a itaatten- başka şey bilmezler.
Mayalarında heva ve hevesten, hırs ve tamahtan eser yoktur; Allah aşkıyla yaşayan mutlak nurdurlar.
Diğer bölük ise bilgi denilen şeyden tamamen yoksundur hayvan -misali- işte; otlayıp semirir yalnızca...
Ahırdan ve attan başka hiçbir şey görmez gözü: ne kötülüğün ne olduğunu bilir, ne de üstünlüğün...
Üçüncü bölüğüyse insanoğlu teşkil eder. Yarısı melek, yarısı eşektir onun.
Eşek olan yarısı "süfli"liğe temayüllüdür, diğer yarısı "ülvi"liğe eğilim gösterir.
Çatışmada bu ikisinde hangisi üstün gelirse odur o insan..."
Evet... Mevlana'nın şiire döktüğü bu hadis-i şerifte de buyurulmuş olduğu gibi mahlukatın bir bölüğü mutlak nurdan, diğer bir bölümü de öfke ve şehvetten yaratılmıştır. İnsan ise bir karışımdan ibarettir; kamil insan, kamil hayvandan farklıdır, mesela ideal ve mükemmel bir atın kemali ile -kamil insan- kemalleri- farklıdır. Kamil insan, kamil melekten de farklıdır. Kamil insanın bu farklığının sebebi, yukarıda da belirtmiş olduğumuz "zatındaki terkip"den, yâni özü itibarıyla bir "karışım" dan ibaret oluşudur:
"Şüphe yok ki biz insanı yarattık bir katre karışık sudan, denemek için onu..."[18]
Evet... Biz insanı bir katre döl suyundan yarattık, bunda (bugünkü tabiriyle bu "gen"de) pek çok karışımlar, pek çok yetenekler vardır. Onu deneyeceğimiz bir merhaleye varmıştır. Yâni kemalin öyle bir derecesine varmıştı ki biz onu hür, irade sahibi ve ilahi göreve layık olacağı bir şekilde yarattık ve onu sınamaya soktuk, denedik. Hamurunda- genlerinde- muhtelif karışımlar ve yetenekler olduğundan deneriz kendisini, not veririz ona; mükafatlandırır ya da cezalandırırız onu. Halbuki diğer mevcudat böyle bir liyakate sahip değildir:
"...Ve onu görür ve duyar bir hale getirdik; sonra yolu gösterdik ona; ister şükreder, ister nankör olur..."[19]
İnsan hürriyetini, bağımsızlık ve muhtariyetini bu hürriyet ve bağımsızlığın sebep ve kaynağını bundan daha güzel ve bundan daha sarih bir beyanla ifade edebilmek kabil değildir: "Onu sınamaya tabi tuttuk..." Görür, duyar ve bilir bir hale getirdik onu...", "Ona yolu gösterdik..." ...O halde o, kendi yolunu kendisi seçecektir..." Doğru yolu gösterdik ona ister şükreder, ister nankör olur."
Demek ki kamil insan, Kur'an'da da buyurulmuş olduğu gibi "bir katre karışık sudan yaratılmış, karışık bir mayadan yoğrulmuş olan insandır; onun kamilini diğerinin kamilinden ayıran bu "terkip oluş"tur. İşte kamil insan, kamil melekten farklıdır.
DEĞERLERİN OLGUNLAŞMASINDA
UYUMUN GEREKLİLİĞİ
İnsanın kemali denge ve teadülünde saklıdır, yâni yapısında mevcut bulunan onca yetenekler arasında meydana getireceği dengedir onun kemali. Kamil insan, yapısındaki onca yeteneklerden yalnızca birine eğilim göstermez, diğer yeteneklerini ihmal edip herhangi bir yeteneğine önem vererek yalnızca onu geliştirmez, kamil insan bütün yeteneklerini gereğince kullanıp onları uyumlu ve dengeli bir şekilde geliştiren insandır. Ulema "Esasen "adl"in hakikati de denge ve uyumdur" der. Uyum diyoruz; çünkü insanın kemale erebilmek için bütün yeteneklerini kullanması ve bunların hepsini geliştirmesi yetmez; bu kullanım ve geliştirimin uyumlu olması da şarttır:
Meselenin daha kolay anlaşılabilmesi için basit bir örnekle başlayalım işe: Bir bebeği ele alınız; gelişme çağında bulunan bu bebeğin vücudu, kolları, elleri, ayakları, başı vardır; başında gözleri, kulakları, ağzı, burnu, dişleri vardır; bu dış organların yanında iç organları vs. vardır. Şimdi sağlam bebeği tanımlayalım: Bütün organları uyumlu ve dengeli bir şekilde gelişmiş olan bebek sağlam bebektir. Şimdi bir de şu karikatürlerde çizilen bir tip düşünelim; burnu fazlaca gelişmiş bir insan mesela... Vücudunun diğer organları gelişmemiş de, yalnızca burnu gelişmiş olsun... Vücuduyla eşit büyüklükte bir burun... Ya da gözleri veya kafası gelişmiş, ancak, bedeni gelişmemiş olsun... Bedeni gelişmiş de kafası gelişmemiş vs. Böyle birisi, evet, gelişmiş olabilir; fakat uyumsuz ve dengesiz bir gelişmedir bu.
Kamil insan, bütün insani değerleri birlikte gelişmiş olan insandır, gelişmemiş bir değeri kalmamıştır. Bütün değerleri ve boyutları yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli bir şekilde gelişmiş, neticede her yönüyle mükemmellik kazanmıştır, kamil insan budur işte! Kur'an bu insanı "imam" olarak tabir eder:
"O zamanlar Rabbi, İbrahim'i bazı sözlerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: Ben seni insanlara imam edeceğim. İbrahim, soyumdan da imam kıl, dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[20]
Evet... İbrahim (a.s) bir çok ilahi sınavları başarıyla geride bırakıp da bütün bu imtihanlardan gerekli notu aldıktan sonra İmam oldu. Üstelik bir değil, iki değil... Pek çok sınavdan geçti. Onun oğlu İsmail'i (a.s) Allah yolunda kendi elleriyle kesip kurban etmeye hazırlanması, bu ilahi imtihanlardan biriydi yalnızca...
Bunun Allah emri olduğunu öğrenir öğrenmez hemen icrası için hazırlandı; ancak fiilen amel safhasına gelince "İkisi de buna boyun eydiler, alnını toprağa koydu."[21] İbrahim oğlunun başını kesmek; İsmail de kurban olmak için hazırlanınca Allah-u Teala hükmünü bildirdi:
"Ona seslendik: Ey İbrahim! Rüyana sadık çıktın, biz de iyilik edenleri mükafatlandırırız. Muhakkak ki bu senin için apaçık bir sınamaydı..."[22]
Evet... Ey İbrahim, amel buraya kadar... Bizim istediğimiz buraya kadardı... Yâni gerçekten oğlunu kesmeni istememiştik senden; maksadımız seni sınamak ve emrimiz karşısında göstermiş olduğun itaatin hangi raddeye kadar tezahür edeceğini ortaya koymaktı.
Neticede ateşe atılmak, öz oğlunu kurbangaha götürmek vb. daha nice imtihanları başarıyla geride bıraktıktan sonra "...Muhakkak ki İbrahim tek başına bir ümmetti, Allah'a karşı itaatli ve hanifti, müşriklerden değildi..."[23] hitabına liyakat kazanma ile bir kavme, bir millete karşı tek mertebesine ulaşmaktadır: "Biz seni imam kıldık insanlara..."[24] Kur'an-ı Kerim bu buyruğuyla "Sen şimdi insanlara imam olacak, örnek, öncü, rehber ve numune olacak bir merhaleye vardın"; başka bir deyişle "Sen kamil bir insansın artık, kemale ermek isteyenler seni örnek almalı ve sana benzemeye çalışmalıdırlar" demektedir Hz. İbrahim'e (a.s)...
Hz. Ali (a.s) de kamil insandır; çünkü bütün insani değerler gelişmiş ve kemale varmıştır onda, gelişmeleri doruğunda ve yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli olmuştur; her üç şartı da kendinde topladığından kamil insan diyoruz ona. Yâni bütün insani değerler en mükemmel haliyle ve yekdiğeriyle dengeli bir şekilde gelişmiş, neticede kemale ermiş demektir. Bu denge ve uyumu diğer bir örnekle açıklamaya çalışalım.
Denizlerdeki med ve cezir olayını bilmeyen kalmamıştır bugün; ayın tesiriyle yeryüzündeki denizler sürekli bir med ve cezir olayı yaşar, bir o yana, bir bu yana çekilirler.[25] İnsan ruhu ve haliyle toplumlar için de böyle bir med ve cezr olayı söz konusudur; insan ruhu sürekli bir med ve cezr halindedir, bir oyana, bir bu yana... Toplum da böyledir; bir cihetten diğerine, bir haletten öbürüne doğru hareket halindedir hep; bu olay kişilerin, ya da olayların akışı neticesinde vuku bulur. Ancak biz meselenin bu boyutuyla ilgilenmeyeceğiz burada, söz konusu hayvani çekimler ve maddi cazibe ve etkileşimler şimdilik konumuz haricinde yer alan bahisler durumundadırlar.
Hatta insanoğlunun insani değerleri için de kimi zaman aynı durum söz konusu olabilmektedir. Mesela kimi insanlar vardır ki eğilimleri gerçekten insanidir, insanca temayülleri vardır, fakat bu temayüllerden yalnızca birinin çekimine kapılır ve öylece ilerleyip giderler, diğer insani değerleri bütünüyle ihmal edip unutuverirler. Böyleleri tıpkı daha önce de sözünü ettiğimiz gibi yalnızca kulağı, gözü, burnu veya herhangi bir uzvu gelişmiş, diğer bütün uzuvları geri kalmış olan karikatür insanlara benzerler. Toplumlarda görülen sapma ve yozlaşmalarının ana sebebi genellikle uyumsuzluk ve dengesizlikten kaynaklanır. Bir toplumun bütün fertleri yalnızca batıl yolda oluş yüzünden sapmaz; yâni toplumdaki bütün sapmaların esas nedeni sırf batılda olma değildir her zaman... kimi vakit insanlar bir "hak" da ifrata kaçtıkları, bir doğruda aşırı gittikleri için saparlar- (ki genellikle toplumlar için böyle olmaktadır.) ve fesada bulaşırlar.
BİR DEĞERİN OLGUNLAŞMASI BAĞLAMINDA
AŞIRILIĞIN ÖRNEKLERİ
1- İbadet: İslam dininin yüzde yüz onayladığı insani değerlerden biri "ibadet"tir. Burada kastedilen özel anlamda ibadettir.[26] Yâni Allah'la halvet etme, O'nu anma, yakarma ve O'na hamd-u senada bulunmadır; İslami asıllardan olan namaz, dua, gece namazları vb. ibadetler gibi İslam'ın bir parçası olan ve dinden tecrit kabul etmez İslami değerlerdir kastedilen.
Evet ibadet gerçek bir değerdir. Ancak dikkatli davranılmaması halinde bir de bakarsınız ki toplum bütünüyle sırf bu değerin çekimine kaptırmış kendisini ve İslam yalnızca ibadet etmekten, camiye gitmekten, müstehap namaz kılıp, müstehap gusüller almaktan, dua ve tespihten ve güzel sesle Kur'an okumaktan ibaret oluvermiş?... Neticede toplum öyle bir çekimin yörüngesine girmek ve aşırıya kaçmakla diğer değerlerini kaybetmiş olur; toplumdaki değerler menfileşmeye, sonra da "çirkinleştirici bir değişime" uğramaya başlar. Nitekim İslam tarihinde böyle akımın moda olduğu vakidir! Tertemiz insanlar, hiçbir garaz ve kötü maksatları olmaksızın kendilerini bu akıma kaptırmış ve neticede dengelerini yitirmişlerdir. "Ben insanım, Allah-u Teala beni insan olarak yaratmıştır, melek olarak değil; melek olsaydım öbür taraftan gitmem gerekirdi..." diyememişlerdir. İnsan, varlığındaki muhtelif düşünceleri geliştirmesi gerektiğini, üstelik bunları uyumlu ve dengeli bir şekilde bir arada bulundurmanın şart olduğunu kavrayamamıştır.
Bir gün Hz. Resulullah'a (s.a.a) gelip "Ashabınızdan bazı kimseler kendilerini bütünüyle ibadete vermişler, dediler." Resul-i Ekrem (s.a.a) bu haberi duyunca pek rahatsız oldular hemen camiye gittiler, içeriye girer girmez "Ne oluyor bazılarına?" dediler sert bir ifadeyle "Duydum ki ümmetim arasında böyleleri türemiş... Ben sizin peygamberiniz olduğum halde böyle davranmadığımı görmez misiniz? Ben hiçbir zaman bütün gecemi sabaha kadar ibadetle geçirmem, gecenin fazla bir kısmını uyku ve istirahatla geçiririm, Ben ailemle ilgilenir, haklarını eda ederim. Asla her günü oruçla geçirmem; bazı günler oruç tutar ve bazı günlerse mutlaka oruç tutmam, bu yolu tutturup gidenler benim sünnetimden çıkmışlardır!..."
Evet... İslami değerlerden birine olan aşırı eğilimin diğer İslami değerleri unutturduğunu ve ümmetinin herhangi bir cazibeye kapılarak bir yörüngede şartlandığını gören Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) derhal olaya müdahale etmekte ve bunun İslam ve sünnette yeri olamayacağını duyurmaktadır.
Amr İbn-i As'ın Abdullah ve Muhammed adlarında iki oğlu vardı. Bunlardan birisi tıpkı babasına çekmişti; dünya malına, mevki ve makama tapardı. Amr İbn-i As Muaviye ve Hz. Ali (a.s) hususunda oğullarıyla meşverette bulunduğunda Abdullah "Ali'yi destekle, o hak üzeredir" der, Muhammed ise "Ali'den hayır yok, iyisi sen Muaviye'den yana çık" diye tavsiyede bulunurdu ona.
Abdullah'ın ibadete aşırı düşkünlüğü vardı. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde Abdullah bir gün peygamberle yolda karşılaştı; Hz. Resulullah (s.a.a) "Abdullah" buyurdular "Senin geceleri sabaha kadar ibadetle geçirdiğini, gündüzleri de hep oruçlu olduğunu söylediler bana, ne dersin?" Abdullah "Evet ya Resulullah, doğru söylemişler, öyledir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) "Ama ben böyle yapmıyorum, bunu kabul etmiyorum, doğru değildir." buyurdular.
Toplum kimi zaman da zühde kayar ve bu boyuta aşırı temayül gösterir. Evet, zühdün İslami değerlerden biri olduğunda şüphe yok, son derece faydalı ve fevkalade müsbet etkileri bulunan bir değer olduğu da su götürmez bir gerçek... Bir toplumun, bu değere sahip olmaksızın saadete kavuşması, ya da bu değeri taşımaksızın İslami bir toplum sayılabilmesi mümkün değildir. Ancak, bizzat bu değer de kimi zaman bütün toplumu her şeyiyle kendisine müteveccih kılarak diğer bütün değerleri unutturmakta ve her şeyi kendisine münhasır kılıp kendisinden başka hiçbir değere hayat şansı tanınmamasına sebep olabilmektedir. Takvada aşırıya kaçmanın bir neticesidir bu... Aşırıya kaçılması durumunda benzeri menfi bir neticeye sebep olan diğer bir değer de "insan sevgisi" ve "topluma hizmet verme" yönündeki temayüldür.
2- İnsanlara Hizmet: İslam'ın da teyid ettiği gibi gerçekten her şeyiyle insani bir duygu ve insanca bir değer olan esaslardan biri de Allah kullarına hizmet etmektir.
Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu konuda sayısız tekid ve işaretlerde bulunmuşlardır. Kur'an-ı Kerim de aynı meselenin ehemmiyetine defalarca değinmiş, insanların birbiriyle yardımlaşması ve sosyal işbirliğinde bulunması hususunda sarih hükümlerini bildirmiştir: "Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip durmanız hayır sayılmaz ki; hayır ve itaat sahipleri Allah'a inanan; son güne, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, Allah sevgisiyle yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve esirlere mal veren, namaz kılan, zekat veren, ahdettikleri zaman ahdlerine vefa eden, sıkıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişilerdir. Onlardır sözleri doğru olanlar, onlardır sakınanlar..."[27]
Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim halka ve insanlığa hizmeti büyük bir değer olarak kabul etmektedir, bu değeri inkara kalkışmak imkansızdır. Fakat kimileri şair Sa'di gibi "İbadet, halka hizmettir, başka bir şey değil! diyebilmektedir. (Sa'di'nin amelde böyle olmadığını, bunun şiir dili olduğunu da hemen belirtelim) ancak meseleye böyle yaklaşanların kabul ettikleri slogana bir örnek vermektir amacımız. Halka hizmeti her şeyin üzerinde tutan ve diğer bütün değerleri nefyeden bir zihniyettir bu; yâni "varsa yoksa halka hizmet" anlayışı!!
Kimileri, ibadetin değerini inkar etmek istemektedir; zühd, takva, ilim, cihad vb gibi İslam'da mevcut olan fevkalade yüksek insani değerlere bir butlan çizgisi çekmek ve bunları yaşanılan hayatın dışına itmek istemektedir. Onlara göre her şey hizmetten ibarettir, başkaca insani bir değerden söz edilmez!..
Bugün özellikle bazı aydınlarımız fevkalade muazzam bir mantık neticesi keşfettiklerini sanarak mal bulmuş mağribi gibi bu keşiflerine dört elle sarılırlar, "insaniyet", "insancılık" ve "insan sevgisi" gibi adlar verdikleri bu değeri bütün değerlerin üzerinde tutarlar.
Ne demektir "insancılık"? Nedir insan sevgisiyle kastedilen şey?
İşte: Hakka hizmet, halkçılık... İyi, tamam; halka hizmet edelim, ama halk kimdir?
İnsanlara hizmet etmek Allah'ın kullarına yardımcı olmak elbette güzel bir şey, hatta insanlık ve İslamlık görevidir de bu.
Fakat burada "hangi insanlar?" diye sormak gerekmez mi?
Bu hizmet, söz konusu insanların "kim" ve "nasıl" oluşuna "nasıl bir insan" ve "nereye kadar insan oldukları"na bakılmadan mı yapılacaktır?
Meseleyi biraz daha açalım:
Farzedelim ki Allah kullarının, yâni halkın karnını doyurduk, üst-başını düzelttik, doyurup giyindirdik... Ya sonra? Çünkü işin buraya kadarı insanın hayvani yönüne hizmetten ibarettir; yâni henüz insani değil hayvani bir hizmet güdülebilmiştir ancak... Biz bütün değerleri "Allah kullarına - halka- hizmet" ten ibaret bilir ve her şeyi bu değerin tekeline verirsek; Allah kullarına verdiğimiz değer bu kadardan ibaret olur ve bu hizmetle "insanlığa olan borcumuzu ifa" etmiş olduğumuzu zannedersek; ne kendimiz ne diğerleri için başkaca hiçbir değer ve liyakate kail olmazsak bütün halk bir "koyun sürüsü" ve Allah kulu onca insan yalnızca mesela bir "at sürüsü"nden ibaret olmuş olmaz mı?
Bu durumda "insancıllık" ve "insan sevgisi" adına ortaya atılarak yaptığımız bütün iş bir hayvan sürüsünün karnını doyurup üzerini giydirmektir; hepsi bu!
İnsanların ekmek, giyim vb. geçim meselelerinin hallini küçümsüyor ya da gereksizdir diyerek reddediyor değiliz; hayır, bu da gereklidir ve yapılmalıdır. Ancak işin aksak tarafı insanın varabileceği en yüce amacı "karın doyurmaktan ibaret sayıp onu bir hayvan mesabesine indirgemek ve bütün "insani amaç ve değerler"i bir lokma ekmekte hülasa ederek insanı bu hayvani merhalede "işte son durak" diyerek durdurmak ve kendi haline bırakmaktır.
O zaman bizim başarabildiğimiz o yüce hizmet kendimiz gibi hayvanlara yardımcı olmaktan; ve diğerlerinin varabilecekleri en üstün değer ve yapabilecekleri en yüce şey de bizim gibi hayvanlara hizmetten başka ne olacaktır?
Hayır, bu kabul edilemez...
İnsana hizmet, yüce bir değerdir; ama insaniyeti olan insana ve insanca olmak şartıyla!... Bunu her zaman belirtmişimdir; Patris Lumumba da insandır, Musa Çumbe de! Eğer mesele insana sırf insan olduğu için hizmet etmekse ve "o da insandır, bu da; o da Allah'ın kuludur, bu da!" denilecekse o zaman ne diye bu ikisi arasına fark koyuyor, ikisini birbirinden ayrı görüyoruz ki?
Maksat sırf insana, yalnızca halka hizmet etmiş olmaksa o zaman Muaviye'yle Ebuzer'in ne farkı kalır birbirinden? İkisi de insan, ikisi de halktan değil midir?!
Hayır, kabul edilemez bu!... Daha önce bahsi geçen diğer meselelerde de olduğu gibi burada da ifrat ve aşırılık vardır...
3- Hürriyet: Bu konuda verilebilecek örneklerden biri de hürriyettir, özgürlük değeridir. Hürriyet en yüce ve en büyük insani değerlerden biridir; başka bir deyişle insanın maneviyatı ve onun hayvani boyutunun ötesindeki şeyler demektir. Hürriyet de bir değerdir insan için; maddi değerlerin üstünde bir değer hem de! Dikkate değer bir noktadır gerçekten; insanlık mayasından zerrece nasibi olanlar aç ve çıplak kalmaya, en zor şartlar altında yaşamaya razıdırlar, ama bir insanın esiri olmaya, mahkum olarak yaşamaya asla...
Hür yaşamayı her çeşit esarete tercih ederler...
"Kitapname-i Danişverân" adlı kitapta gayet ilginç bir hikaye anlatılır. Bilindiği üzere ne yazık ki Ebu Ali Sina bir ara vezirlik yapmıştır.[28] Hikayeye göre:
Ebu Ali Sina görkemli vezir esvapları içinde debdebe ve şaşaayla giderken bir lağım temizleyicisine rastlar. Adamcağız o sırada bir lağım kuyusunu boşaltmakla meşguldür. Dehası gibi kulakları da keskin olan Ebu Ali Sina, lağım temizleyicisinin kendi kendine mırıldandığı şu türküyü duyar:
"Hatırını sayar, kıymetini bilirim ey gönül
Hoşça vakit geçirmen ne de hoş gerçekten...,
Bu cümleleri duyan Ebu Ali Sina gülmekten kendini alamaz; adam hem en pis işle uğraşıyor hem de günlüne çok hoşça vakit geçirttiğini söyleyerek nefsini minnette bırakıyordu!
Ebu Ali Sina atını durdurup adama seslenir: "El Hak, gönlüne hoşça vakit geçirmedesin hani!.. Bundan iyisi can sağlığı!.. İnsaf be adam!" der.
Onun giyim kuşamını, debdebe ve ihtişamını anlamıştır; sultanın veziridir, karşısındaki... Hiç çekinmeden "Ben bu mesleği, senin gibi başkalarına kulluk etmemek için seçtim" der Ebu Ali Sina'ya; "Hür bir lağım temizleyicisi olmak, senin şu andaki durumunda bulunmaktan, hatta dünyanın bütün nimetlerinden daha evladır!.. Çünkü kula kulluk etmedesin sen, kulun hükmüne mahkumsun alt tarafı!..."
Derler ki Ebu Ali Sina bu sözler karşısında mahcubiyetten mum gibi eridi, bütün vücudunu ter bastı; bu mantıklı söz karşısında verecek hiçbir cevap bulamamıştı çünkü. Bu yüzden hemen oradan ayrıldı.[29]
Nasıl bir gerçektir bu?! Ne demek vezirlik karşısında lağım temizleyiciliği?! Adam onca debdebe ve şaşaayı; dizili sofralar, koşulu atlar, el pençe divan duran hizmetçiler ve uşakları elinin kenarıyla itecek ve hürriyet namına lağım temizleyiciliğini bu hayata tercih edecek, öyle mi?!
Henüz topraktan sıyrılamamış, dünya ve dünyalıktan kopamamış hayvani mantıkta bu gerçeğe yer yoktur!... O mantık kabul edemez bu gerçeği, çünkü kavrayamaz!..
Hürriyet elle tutulur, gözle görülür bir nesne midir ki? Böyle bir meslekte hürriyetten nasıl dem vurabilir insan?
Hayır; hürriyet, duyu organlarıyla algılanamaz ve bu mesleğe münhasır da değildir elbet; ama insanoğlunun bilinçli yüksek vicdanı nezdinde hürriyet, lağım temizleyiciliğini esarete tercih ettirecek kadar aziz ve değerlidir!
Hürriyet hakikaten insani bir değerdir, büyük bir değer hem de... Bazı toplumlarda bütünüyle unutulmuş, gözardı edilmiştir maalesef...
Ancak kimi zaman da bunun tam tersi olmakta ve bu duygu insanoğlunda öylesine uyanıp öylesine şahlanmaktadır ki her şey "hürriyet" oluvermekte, her şey "hürriyet"le tabir edilmekte ve bütün değerler, hatta insan ve insanlık bile bir anda "hürriyet"le yorumlanır olmaktadır! Diğer değerler bütünüyle hasır altı olmakta ve "hürriyet" bütün kıymet, ölçü ve değerlerin yerine ikame edilmektedir.
Bu anlayışta hürriyetten başkaca bir "değer"e hayat hakkı tanınmaz...
Adına hürriyet denilen bir değer -öylesine ölçü ve hadle- sahneye gelir ki; kendisinden başka her şeyi silip süpürüp atar, başkaca değer tanımaz, diğer bütün değerler onunla -hürriyet- yok olup gidecek bir şekilde gündeme getirilmiştir çünkü.
Bu hususta zikredebileceğimiz diğer bir örnek de "adalet"tir, "hikmet" ve "irfan" gibi,değerler için de aynı şey söylenebilir...
4- Aşk: Kimileri aşk üzerinde pek fazla durur mesela, her şeyi aşka münhasır kılar. İrfan ve tasavvuf edebiyatında, irfanla ilgili gazellerde işlenen yegane konu "aşk"tır; "aşk, yegane insani değermişçesine ele alınır tasavvufçularda:
"Şöyle bir görünüverince O, meleğin, "Aşk'a sahip olmadığı anlaşıldı."
Melek bilmedi "aşk"ın ne olduğunu
Bilmek istiyorsa eğer- İnsanın toprağına dökülen o gülsuyundan içmeli bir yudum en azından. İrfan ehli ve tasavvufçular, aşktan başka değer tanımazlar, hatta akla bile önem vermezler; önem vermemekle de kalmaz, akla karşı çıkarlar. İrfan ehli, akla karşı savaş açmışlardır. Bakınız Hafız ne diyor:
"Arif, meydeki gizli sırrı keşfetmiştir
Herkesin renginden, her yakutun kızıllığından anlar ne cevher olduğunu.
Gül bahçesinin ne olduğunu seher kuşu bilir ancak.
İki satır okuyan herkesin bileceği mâna değildir bu
Ey akıl defterinden aşk ayetini öğrenmeye çalışan,
Bunca araştırmadan sonra korkarım "bilmiyor oluşundan başka bir şey öğrenemeyeceksin!"
Şiirde geçen gül bahçesinden maksat, kemallerin bütününün zatı, yâni zat-ı Hak'tır. Şiirin sonunda ise Ebu Ali Sina'ya hitap edilmektedir, bilindiği gibi İşaretler'in sonunda aşktan söz eder; esasen insan ve insanlık bütünüyle "aşk" oluvermiştir artık. Akılsa "ayak bağı" ve "köstek"ten ibaret olduğundan tamamen reddedilir... Kimi zaman da tersi olur bunun; yâni bu sefer de "akıl" ve "düşünce" gelir sahneye; akıl ve düşünce her şey oluverir. Nitekim Ebu Ali Sina, bu konular gündeme geldiğinde "Bırakınız bunları, bunlar hayale benzer şeyler, akıl bineğiyle ilerlemek lazım..." der.
Evet... Bütün bunlar, insanda mevcut olan türlü değerlerdir; akıl, aşk, sevgi, adalet, hizmet, ibadet, hürriyet vb. değerlerin hepsi de vardır insanda, hepsi de insani değerlerdir.
O halde hangi insan "kamil insan"dır şimdi?..
Tam anlamıyla ve sırf "abid" olan mı ?
Yoksa sadece halis bir "zahid" olan mı?
Tam bir mücahit olan mı yoksa?
Ya da:
Tam anlamıyla hür olan?
Tam anlamıyla aşık olan ?
Tam anlamıyla akıllı olan?
Hangisi?
Bu insanlardan hangisi "kamil insan"dır? Hangisi "kemale ermiş olan örnek insan"dır?
Evet, tek başına hiçbirisi kamil insan değildir bunların...
Kamil insan, bütün bu değerleri bir arada taşıyan ve bütün bu değerleri benliğinde geliştirebilmiş olan insandır; mükemmel insan bütün bu değerlerin, bünyesinde, en iyi şekilde ve aynı zamanda yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli bir şekilde geliştiği kimsedir... Hz. Ali (a.s) gibi...
NEHC-ÜL BELAĞA'NIN KAPSAMLILIĞI
Nehc-ül Belağa'ya bir bakınız; Hz. Ali'nin (a.s) kitabına... Hz. Ali'nin kitabı yerinde bir tabir değil aslında.[30]
Nehc-ül Belağa'da insanın her boyutuna rastlamak mümkündür!
Bu kitabın bir bölümünü açıp okuduğunuzda karşınıza geçip sizinle konuşanın Ebu Ali Sina olduğunu sanırsınız...
Başka bir bölümüne baktığınızda Mevlana Celaleddin Rumi ya da Muhyiddin Arabi'yle karşılaşırsınız adeta...
Diğer bir bölümü okurken karşınıza Firdevsi çıkar birden; destanlar yaratan bir kahraman, ya da iliklerine kadar özgür bir hürriyet aşığıyla yüz yüze gelirsiniz!
Sayfaları çevirdikçe hiç ummadığınız, birbirine hiç de benzemeyen yüzler geçmeye başlar gözlerinizin önünden:
Bir kahraman, dünyayı terk etmiş bir abid; dünyadan ve maddiyattan elini eteğini çekmiş bir zahid, bir rahip... Ve daha nice simalar bu kitabın sayfalarında dolaşır durur... O, bütün insani değerlere sahiptir çünkü... Zira söz, sözü söyleyenin ruhunu yansıtır. Ali büyük mü büyük, bizse ne kadar da küçüğüz...
Geçmişte, yaklaşık bundan elli yıl öncesine kadar bizim Müslüman toplumumuza ibadi ve zühdi bir temayül hakimdi. Herhangi bir yerde herhangi bir vaiz hutbe mi okuyacak, minbere çıkıp vaaz mı edecek; hemen Nehc-ül Belağa'da zühdle ilgili 20 dolayındaki hutbeden birini okumaya başlardı, o günlerde minbere çıkan her vaiz bu hutbelerden birini okurdu mutlaka. Mesela:
"Ey insanlar, dünya geçici bir uğraş yeridir; kalıcı olan ve hiç değişmeyense ahiret yurdudur ancak. O halde o kalıcı yere varabilmek için geçin şu geçitlerinizden... Sırlarınızı bilmeyenlere açmayın sırlarınızı, bilenlerin önünde yırtmayın gizliliklerinizin örtüsünü; kalplerinizi alıp çıkarın şu dünyadan, bedenleriniz dünyadan çıkmamışken... Denenmektesiniz şu dünyada siz; ahiret ve ebediyet için yaratıldınız hepiniz..."[31]
Evet, okunan yalnızca bu gibi ibadet, zühd ve ahiretle ilgili hutbelerdi; diğer hutbeleri okunmuyordu Nehc-ül Belağa'yı toplum kaldırmıyor, kabul etmiyor, ilgi göstermiyordu çünkü, başka değerlerin akımına kaptırmıştı kendisini. İnsanların kendini kaptırdığı değerlerle ilgili hutbeler okunmaktaydı genellikle, diğer kısımlarından ise söz edilmiyordu hiç. Yüzyılda bir kez de olsa birisi kalkıp da Emir-ül Mü'minin'in Malik Eşter'e yazmış olduğu emirnameyi okumaya yanaşmazdı. Halbuki bu emirname sosyal ve siyasi bakımdan gerçek bir hazineydi. Ancak toplum ruhen böyle bir temayülden mahrumdu, böyle şeylere istek yoktu, şevk yoktu. Hz. Ali'nin (a.s) Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu hadis-i şerife dikkat ediniz:
"Bir toplumda zayıflar güçlülerin karşısına dikilip dili sürçmeksizin haklarını istemedikçe, o toplumun kutsiyete varıp pak olması; kusur, ayıp ve kötülüklerden kurtulabilmesi mümkün olamayacaktır."[32]
İslam ümmeti 50 yıl öncesine kadar bu hadis-i şerifin manasını kavrayacak ruha sahip değildi; bu hadis-i şerifin heyecanını yaşamaktan uzaktı. Esasen bu beyandaki değeri kavrayamazdı da, çünkü toplumda tek değer hakimdi, "tek değerli" bir toplumdu. Toplum bütünüyle bu değere kaymış durumdaydı.
Hz. Ali'nin sözlerine gelince... Onun sözlerinde, konuşmalarında, tarihinde ve kişiliğinde bütün insani değerleri bir arada bulabilmek mümkündür.[33]
Hz. Ali (a.s) pratik hayatta da toplumun rehberi ve imamı olmalıdır. Yâni, bütün insani değerleri uyumlu ve dengeli bir şekilde bünyesinde taşıyan kamil bir insan, kemale varmış bir rehber olarak örnek alınmalıdır o... Öyle bir insan ki gece olup da ibadete koyulduğunda, Rabbine hamd-ü senada bulunup yakarmaya başladığında bütün arifleri geride bırakır; Hakka erişmek, bütün varlığıyla Hakka yönelmek ve Rabbine doğru kanatlanmak demek olan ibadet ruhu ile diğer insani vasıfları aynı şiddetle, aynı hararet ve aynı kemalle bir arada bünyesinde taşır.
Bütün dikkatini belli bir şeye toplamış olan bir insanın o şey haricindeki dış dünyayla bağlantılarını kestiğini başka şeyleri hissetmediğini duymuş ya da görmüşsünüzdür. Mesela savaşın kızgın bir anında kendini bütünüyle savaşa kaptırmış bir insan, o şiddetli vuruşma sırasında bir yara alacak olsa bunu hissetmez, örneğin kolunun bir tarafını kesip geçen bıçağın acısını belki de hiç duymaz, bütün varlığıyla savaşa konsantre olmuştur çünkü. İbadetle meşgulken Hz. Ali'nin (a.s) durumu da böyledir işte; yalnızca savaşırken değil, ibadet ederken de öylesine bir aşk-ı ilahi ile yanıp tutuşmakta, öylesine bir coşkuyla çağlamaktadır ki, asla bu alemde değilmişçesine bir halet-i ruhiye içine girivermektedir birden!
Kendisi, Nehc-ül Belağa'daki bir hutbesinde bu insanları şöyle tarif eder: "Halkla birlikte, ama halktan ayrıdırlar. Halkla beraberdirler ama ruhları yüce mi yüce yerlerdedir onların..."[1]
Evet...
İbadetle meşgulken vücuduna saplanmış olan oku çıkarırlar; ama o öylesine vurgundur ki Hakka, öylesine kaptırmıştır ki kendisini O'nun cazibesine, okun çıkarıldığını hissetmez bile, farkına dahi varmaz olayın...
İbadet mihrabında öylesine kıvranarak ağlamakta, sızı ve gözyaşlarına öylesine gark olmaktadır ki benzeri duyulmuş değil...
Onun geceleri böyle geçer.
Gündüzleri ise bambaşka bir insan oluverir; o gitmiş, yerine bir başkası gelmiştir sanki! Güler yüzlü, sevinçlidir; gülümseyerek gelir dostlarının yanına, etrafına sevgi saçar, canlılık ve neşe doludur şimdi de!...[2]
Ashabı, yakın dostları onu anlatırken "Ali (a.s) daima güler yüzlü, her zaman mütebessimdi" derler, "Onun en belirgin vasıflarından biriydi bu; fevkalade hoşsohbet bir insandı, ziyadesiyle cana yakın ve nüktedandı." Amr İbn-i As onun bu mizacını aleyhte propaganda aracı yapar ve "Ali halifeliğe yaramaz; güler yüzlü ve cana yakındır çünkü, güler yüzlülükle halifelik yapılamaz. Halife olacak kimse asık suratlı ve sert olmalı ki halk ondan korksun..." derdi.
Nehc-ül Belağa'daki bir hutbesinde Hz. Ali (a.s) bu hususa bizzat işaret eder:
"Ali halkla çok samimi diyorlar; fazlaca cana yakın, nüktedan diyorlar..."[3]
Savaş meydanına düşmanın karşısına çıkınca bir mücahit, tam bir asker, ama aynı zamanda neşeli ve güler yüzlü... el-Gadiri'n dördüncü cildinin 26. sayfasında bir şiirle şöyle tavsif edilir:
"Odur ibadet mihrabında pek ağlayan
Odur savaş meydanlarında güleç, neşeli olan,
Nasıl bir insandır bu gerçekten?!
Kur'ani insandır...
Kur'an, böyle insanlar ister işte:
"Şüphe yok ki geceleyin kalkmak pek meşakkatlidir, fakat ibadet için de gece pek uygun; şüphe yok gündüzün işin-gücün vardır..."[4]
Evet, onun gündüz bir kişiliği vardır, geceyse adeta ayrı bir kişiliği...
Burada Hafız'dan bir dörtlük zikretmek istiyorum.[5] O irfani ruh ve şair yeteneğiyle "Gecelerin ibadet, gündüzlerinse iş ve çalışma vakti olduğu"nu şöyle döker mısralarına:
Gündüzleri işinle, mesleğinle uğraş; sanat edinmeye bak.
Zira gündüz içilen mey, gönlü paslanmış ayna gibi karartır.
Akşam olup da ufka karanlık inmeye başlayınca var ya
Meyin seherinin başlangıcı, tanyerinin ağardığı vakittir işte"
Evet, Hz. Ali'nin gecesi de gündüzü de böyledir. Kamil insandır, bir "zıtlar bütünü"dür, birbirine zıt bütün insani değerleri bünyesinde toplamıştır o. Bin küsür yıldan bu yana Hz. Ali (a.s) en fazla bu kişiliğiyle tanınmıştır. Hatta bizzat Seyyid Rezi Nehc-ül Belağa'nın mukaddimesinde şöyle yazar: "Dostlarla bir araya geldiğimizde genellikle bu konuyu anlatırım, Hz. Ali'nin (a.s) türlü boyutlar taşıyan konuşmalarından örnekler verir, onları şaşırtırım." Gerçekten şaşırtıcı bir kişilik o; konuşmaların bir bölümünü bitirip diğerine geçtiğinizde bir dünyadan diğerine geçtiğinizi hissediyorsunuz adeta! Daha sonraki bölüm, yine başka bir dünya, her biri bir öncekinden farklı... Bir abidler dünyasındadır, bir zahidler dünyasında; bir ara felsefe alemine götürür sizi, sonra bir bakarsınız arifler aleminde bulmuşsunuz kendinizi... Bir ara dünyası ordu oluverir, askerler, subaylar, komutanlar arasında gezinmeye başlarsınız; bir ara adil bir yöneticinin dünyasında, bazen bir hakimin, bazen bir yargıcın, kimi zaman da bir müftünün... Evet... Bütün dünyalarda dolaşır durur o, bir alemden diğerine seyir halindedir hep... İnsanın insaniyetine mahsus hiçbir dünya yoktur ki Ali (a.s) orada bulunmasın...
Hicri 8. yüzyılda yaşayan Safiyyuddin Hilli onu şöyle anlatır:
"Bütün zıtlar sende bir araya toplanmıştır: Hem hakimsindir hem hekim; hem halim ve yumuşak huylusun, hem cesur; hem abidsin hem fakir ve cömert..."
Hakim ve hekim... Genellikle birbiriyle uyuşmayan iki sıfat... Hem son derece yumuşak huylu, halim-selim bir insan, hem olabildiğine cesur... Öldürmek gerektiğinde gözünü kırpmayan, iğrenç kanların dökülme zamanı geldiğinde kan döken, ölüm saçan... İbadetin son haddine varmış bir abid; kullukta örnek bir derviş... Hem yoksul, hem alabildiğine cömert; eli açık mı açık, nesi var nesi yoksa bağışlara gider; şairin dediği gibi:
"Asalet sahibi hür insanların elinde durmaz mal-mülk
Aşığın kalbinde küskünlüğün,
Kalburda suyun durmadığı gibi hani..."
Evet, Hz. Ali'yi (a.s) böyle anlatır o, "Öyle bir ahlak ki incelik, yumuşaklık, okşayıcılık ve tatlılıkta en hafif esintiyi bile kıskandırır, o kadar güzel bir huy ki seher yelini utandırır. Aynı zamanda cesur, savaşçı ve atılgan; taşı da çeliği de su gibi eriten bir cesaret ve şecaat..."
Gerçekten nasıl bir insandır o? Kimdir, hangisidir aslında?!
Yoksa çeliği bile eriten bu kuvvet, katılık ve sertlik midir asıl kimliği?
Sahi...
Hangisidir o ?
Hepsidir... Hepsi de bir araya toplanmıştır mükemmel insanda...
Evet, mükemmel insan, bütün insani değerlerin kahramanıdır. Mükemmel insan, insanca değerleriyle meydanların tümünde kahraman olan insandır.
Bize ne öğretir o ? İşte:
Sırf bir değerin akımına kapılarak diğer değerleri unutmamayı, yalnızca bir değere yönelme hatasına düşmemeyi!... Evet, bütün değerlerde kahraman olmamız mümkün değil belki, fakat en azından elimizden geldiğince bu değerleri bünyemizde barındırmamız gerekir; bu kadarını yapabiliriz... Mükemmel insan olamıyorsak dengeli ve uyumlu bir insan olmalıyız hiç olmazsa. Bu durumda bütün sahnelerde gerçek bir Müslüman olarak varlık gösterebiliriz.
Buraya kadar kamil insanı tanımlamaya çalıştık, örnek olarak seçtiğimiz insanın özelliklerinden, konuşmalarından kısa kesitler sunduk. Konumuzla ilgili diğer bölümleri bir sonraki oturumda açıklayacağım, inşaallah.
Hz. Ali'nin (a.s) geçireceği son Ramazan... Bu Ramazan ayı diğerlerinden çok farklıydı. Onun nazarında apayrı bir sevinç ve sefa taşıyordu. Ali'nin (a.s) ailesi ise, bir üzüntü ve endişe içindeydi. Çünkü bu Ramazan ayında Ali'nin gidişatı pek değişmişti, hiç bir Ramazanda böyle olmamıştı o...
Burada, onun yine kahraman olarak karşımıza çıktığı bir diğer niteliğinden söz edeceğiz...
Şimdi sözü kendisine bırakalım; Hz. İmam Ali (a.s) şöyle anlatıyor:
Müslümanlara hitaben "İnsanlar sanırlar mı ki inandık derlerde öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar? Andolsun ki biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah doğruları bilir, yalancıları bilir..."[6] ayet-i kerimesi nazil olunca Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra ümmet arasında büyük fitneler başlatan oyunları ve Müslümanların büyük imtihanlarla sınanacağını sezerek "Ya Resulullah, bu ayet-i kerimede neye işaret olunmaktadır?" diye sordum, "Ümmetim benden sonra sınanacak"[7] buyurdular. Daha sonra "Ya Resulullah, Uhud'da, Hamza b. Abdulmuttalib başta gelmek üzere 70 kişi şehit oldu, onlar Uhud kahramanlarıydılar. Ben bu feyizden mahrum kaldığım, onlarla birlikte Uhud'da şahadete erişmediğim için ziyadesiyle üzüldüm, muzdarip oldum" dedim.[8] Bunun üzerine "Üzülme" buyurdular, "Orada şehit olmadın, evet, ama sonunda Allah yolunda şehit olarak göçeceksin bu dünyadan."
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Ya Ali, sen şehit olacaksın elbet, ama şehadet anında sabrın nasıl olacak dersin?" buyurduğunda Ali (a.s) "Sabrımı değil, şükrümü sorun ya Resulullah, şükrederim elbet" diye cevap vermekte...
Sabrın sırası değil; vakit şükretme vakti; şahadete sabırsızım, şahadetime şükrederim elbet, demekte Ali...
Son Ramazan ayı; Ali (a.s) için apayrı bir mana, apayrı bir sefa taşımakta... Ehl-i Beytiyse hüzünlü, üzgün... Kaygılı ve endişeli...
Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) haber verdiği olaylar vuku bulmakta, Ali'ye bildirdiği alametler birbirinin ardı sıra meydana çıkmaktadır... Kimi zaman bu alametler zuhur etmekte, Ehl-i Beyt (a.s) ve yakın ashabı üzüntüye boğulmaktadır...
Şaşılacak şeyler söylemekte, şaşılacak şeyler anlatmaktadır Ali (a.s)...
Her zamankinden farklı bir hali vardır son günlerde.
Bu son Ramazan ayında, ömrünün son günlerinde her gece bir eve iftara gitmekte,[9] fakat çok az yemek yemektedir. Çocukları üzüntüden ne yapacaklarını bilmez bir haldedirler, çok sevmektedirler babalarını çünkü... Sonunda onun bu haline dayanamaz "Babacığım, neden bu kadar az yediniz?" diye sorarlar, o da her zaman olduğu gibi: "Rabbimin huzuruna boş mideyle çıkmak istiyorum..." der... Bu cevap üzerine onun bir beklenti içinde olduğunu anlarlar, önemli ve yakın bir bekleyiş içinde olduğunu sezerler...
Kimi zaman başını kaldırıp gözlerini göğe çevirir ve "Bana haber veren sevgili Resulullah (s.a.a) doğru söylemiştir elbet, onun sözü doğrudur, verdiği haber yalan değil; olacak, yakındır, yakındır..." derdi.
Ramazanın 13. günü bir alametten daha söz etti, üzüntüleri artırmıştı bu. Cuma günüydü, hutbe okuyordu...[10] "Hüseyin, evladım, bu ayın bitmesine kaç gün kaldı?" diye sordu. Hz. Hüseyin (a.s) on yedi gün kaldığını söyleyince eliyle kendi sakalını gösterip "Yakındır..." dedi, "Bu sakalın yakında bu baştan akan kanlarla kızıla boyanacağı vakit yakındır..."
Ramazanın on dokuzuncu günü çocukları gecenin bir vaktine kadar onun yanında kaldılar, daha sonra İmam Hasan (a.s) hazretleri kendi evine gitmek üzere oradan ayrıldı. Hz. Ali (a.s) de kendi musallasında idi.[11] Tan yeri ağarmamıştı ki Hz. Hasan (a.s) tekrar babasını yoklamaya geldi, doğruca musallanın bulunduğu tarafa yürüdü. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) Hz. Fatima't-üz Zehra'dan (a.s) olan evlatlarına özel bir saygı gösterirdi; Hz. Resul-i Ekrem (a.s) ve onun biricik evladı Hz. Fatıma'ya (a.s) olan saygısını Hz. Fatıma'nın (a.s) çocuklarının varlığında korumuştu. Hz. Hasan'ın (a.s) geldiğini görünce "Oğul" dedi, "Şuracıkta oturmuş, Rabbimle raz-u niyazla meşgulken uyku bastı beni bir ara... Rüyamda Hz. Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördüm, "Ya Resulullah, senin bu ümmetin çok eziyetler eder bana, pek üzerler beni, yüreğim kan ağlamakta bunların elinden" dedim. Bunun üzerine bana "Lanetle" buyurdular, ben de lanetledim "Allah'ım! Beni bu ümmetten al ve başlarına liyakatsiz birini gönder..." dedim"[12]
Gerçekten düşündürücüdür bu... Ümmet Ali'ye uyum sağlamıyor, onu dinlemiyor, kendisine yardımcı olmuyordu. Onun gösterdiği yolda yürümeye yanaşmıyordu kimse... Ali'nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı elbet; Cemel, Sıffin... Ona biat edenler biatlarından dönmüş, Aişe dostlarıyla onun üzerine yürümüştü, kanlar akmıştı... Öte yandan Muaviye... Olmadık hileler, olmadık ihanetler, desiseler, cinayetler... Ali'nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı ümmetin elinden...
Muaviye dünyanın gelmiş geçmiş en hilekar insanlarından biriydi gerçekten, bir dehaydı bu hususta... Ali'yi (a.s) en çok neyin üzeceğini gayet iyi biliyor, özellikle ateşi körüklüyordu... Bir diğer mesele de Haricilerdi, donuklaşmış zihniyetler, ruhsuz mukaddeslerdi... Onlar da asi olmuşlardı onca dindarlıklarıyla(!) iman(!) ve ihlaslarıyla(!)... Ali'yi (a.s) tekfir edecek, onun dinden çıktığını öne sürecek kadar dindar bir güruh!!!
Neler gördü, neler yaşadı Ali (a.s)...
Onun uğradığı musibet ve karşılaştığı zorluklar, katlandığı eziyet, çektiği sıkıntı, uğradığı baskı ve gördüğü ihanetler gerçekten korkunç ve dayanılmazdır. Bunlar mütalaa edildiğinde, meselenin ayrıntıları irdelendiğinde dağları çökertecek bunca musibet ve şiddetli hadiseler karşısında Ali'nin (a.s) gösterdiği tahammül ve mukavemete şaşırmamak elde değil doğrusu...
Üstelik bunları söyleyebileceği, içini döküp derdini anlatabileceği kimse de yoktur...
Yalnızdır...
Rüyasında Hz. Peygamber-i Ekrem'i (s.a.a) görmekte ve "Ya Resulullah! Ümmetin kana boğmakta yüreğimi, pek üzmekteler beni, ne yaparım ben bunlarla?!" diye şikayette bulunmaktadır Hatem-i Enbiya'ya...
"Oğulcağızım, ceddin Resulullah (s.a.a) lanetle, dedi bana, ben de lanetledim; Allah'ım, dedim bir an önce canımı al benim, ve bunlara layık oldukları bir yönetici musallat et!"
Evet, laneti de farklıdır onun, pek düşündürücüdür...
Bu sözler onun çektiği sıkıntıları, dayanılmaz eziyetleri, içini kan ağlatan dertleri dile getirmektedir...
Hz. Hasan'la (a.s) bu konuşmadan sonra dışarıya çıkarlar, bu sırada ördeklerin bağrıştığını duyar "Evet" der "Şimdi ördekler bağrışmakta; fakat çok geçmez birazdan insanlar bağrışıp ağlaşacaklar burada"[13]. Bunu duyunca onun gitmesine mani olmak istediler, evlatları önüne geçip "Babacığım, bırakmayız seni, gitme bugün camiye, bugün yerine başkasını gönder lütfen." dediler. Ama o gitmekte kararlıydı; önce bu ısrarlar karşısında yeğeni Cu'de Bin Cubeyre'yi cemaat kıldırması için göndermeye niyetlendiyse de sonra çabucak vazgeçti bundan "Kendim gitmeliyim" dedi. Onun bu kararlı tutumunu görünce "O halde izin verin, yanınızda birisi bulunsun bari" dediler, bunu da kabul etmedi, yalnız gitmek istediğini söyledi... Onun için bambaşka bir seherdi bu...
Mutluluk seheriydi onun...
Yaralandıktan sonra o haliyle yatağında yatarken, olayı bizzat şöyle tabir etmektedir: "Allah'a yemin ederim ki başıma inen bu darbe aşığın sevgilisine kavuşması oldu, tıpkı benim gibi."[14]
Evet, gecenin zifiri karanlığında, çölün ortasında çadır kurup konaklayabileceği bir kuyu başı arayan kimse gibidir tıpkı... Böyle birisi aradığı su kuyusunu bulunca nasıl sevinirse Rabbine kavuşmak da onu öylece sevindirmektedir işte. Hafız'ın dediği gibi:
"Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.
Gecenin o zifiri karanlığında ab-ı hayat verdiler bana
Gece ne kadar da kutlu, seher ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi.
O kadir gecesinde ben berat aldım işte."
Evet... "Kendim giderim..." dedi, başkasını istemedi yanında; yalnız tek başına gitmek istedi...
Sevinçli, heyecanlıydı...
Büyük bir hadisenin vuku bulacağını biliyordu, daha önceden kimi alametlerden söz edilmişti kendisine, nitekim Nehc-ül Belağa'da: "Bu işin batınından haberdar olabilmek, meselenin künhüne varabilmek için çok uğraştım, ama Allah Teala gizli kalmasını istedi." der.
Evet, sonunda camiye varır, minareye çıkıp ezanı bizzat okur, "Allah-u Ekber!" feryadı yükselir minareden. Ezan okuduktan sonra tanyeriyle vedalaşır, "Ey seher" der, "Ey tanyeri! Ali dünyaya geldiğinden bu yana bir gün olsun ondan önce uyandın mı sen? Bir kez olsun Ali uykudayken tanyeri ağarmış şafak onu uykuda yakalayabilmiş midir? "Evet ey şafak, Ali'nin gözleri hep kapanacak, ebedi bir uykuya dalacaktır artık..."
Minareden inerken şöyle der:
"Kitaplar, ayetler sahibi Allah yolunda cihad eden mü'mine yol açı.,
Allah'tan başkasına kulluk etmeyen ve camilerde insanları uyandıran mücahidin yolunu."[15]
Evet... Son ana kadar kendisini "Mücahit bir mü'min" olarak tanımakta ve tanıtmaktadır.
Öte yandan onu seven herkes derin bir kaygı ve endişe içerisindedir; Ali (a.s), bu bağrışmalardan sonra ağlama sesleri duyacaklarını söylemiştir onlara. O gece kimsenin gözüne uyku girmemişti, herkes müteessir, herkes tedirgindir "Bu gece ne olacak, ne gibi bir hadise vuku bulacak?" kaygısı hakimdir; evlatları "Babamızın başına bir şey mi gelecek yoksa?!" endişesi içinde kıvranmaktadırlar. Ve namaz vakti... Sabah namazının kılındığı bir sırada bütün şehir bir feryatla çalkalanır:
"Andolsun Allah'a, hidayet rükünleri sarsıldı;
takva sancakları düştü;
ürvet-ül vüska (sağlam ip) koptu;
Mustafa'nın amcası oğlu öldürüldü;
seçilmiş vasiy öldürüldü;
Aliyyi murtaza öldürüldü;
kötülerin en kötüsü öldürdü onu."
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
MUHTELİF EKOLLER AÇISINDAN
İNSAN OLABİLME SORUN VE SORUMLULUKLARI
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[16]
Bilindiği gibi insan gerçeğinin ne olduğu ve insan mahiyetinin esasını neyin teşkil ettiği hususunda genel olarak iki nazariye mevcuttur:
a) Ruhiyyun: Ruha inanan maneviyatçılar
b) Maddiyyun: Ruha inanmayan maddeciler
Bu iki görüş birbirinin karşısındadır daima. Birinci kesim ruha inanır; insanın ruh ve cismin terkibinden müteşekkil bir varlık olduğunu kabul eder. İnsan ruhu fani değildir, insanın ölümüyle ruhunun varlığı son bulmaz. Ruh daima vardır ve ölümsüzdür (Nitekim dinin mantığı, özellikle İslami nasslar bu gerçeğe delalet eder.)
İkinci nazariyeye göre ise insanın bütün varlığı vücudundan, mevcut cismi mekanizmasından ibarettir. İnsan bu maddi yapısından başkaca hiçbir şey değildir, ölüm onun bütünüyle sonudur; ölen insan artık bitmiştir, yok olup gitmiştir, her şeyi gibi kişiliği de vücuduyla birlikte ölür, yok olup gider.
İki görüş arasında mevcut olan bu kesin ayrılık ve aykırılığa rağmen müştereken kabul ettikleri bir nokta da vardır. İnsanın mahiyet ve gerçeği üzerine muhalif ve birbirine zıt olan bu iki nazariye, diğer bir konuda, insanın manevi bazı özellikleri hususunda birleşirler. Her iki nazariyeye göre insanın bazı yönleri ve bazı hususiyetleri vardır ki maddi ve cismi bir yapı arz etmedikleri halde insan varlığının bir parçası sayılırlar; adına insanın maddi olmayan, ya da "manevi boyutları" da diyebileceğimiz bu hususiyatlar insana "değer" ve "kişilik" kazandırırlar, onun asıl mahiyeti ve ne olduğu hususunun tespitinde en önemli rolü oynarlar. Mesela her insanın bir "insan olma" ya da "insani"lik ölçüsü ve boyutu vardır; onun "insan olma" değeri bu vasıflarından birisidir işte. Başka bir deyişle bu özellik ve vasıfların kendisinden alınması -ya da akamete uğraması- halinde insanın hayvandan hiçbir farkı kalmayacaktır.
İnsanın "insan olma"sı, insanın "insanilik" ve "insancılığı" onun maddi varlığına, bedeni yapısına bağlı değildir, insanın bu vasfının vücuduyla hiçbir alakası yoktur. Bir başı, iki kulağı olan, iki ayak üzerinde yürüyen konuşan her mahluk "insaniyete haiz"dir denilemez. Sa'di'nin de söylemiş olduğu gibi:
"Kalıba asalet kazandıran, insanlığıdır insanın
Güzel giyimli olmak insanlık getirmez ki...
İnsanlık göz, kulak, ağız ve burunsa eğer
Duvarla insaniyetin ne farkı var? Cevap ver!"
Evet, zor olan insanlıktır, insaniyete sahip olmaktır, halk arasında "adam olmak" derler buna.[17] Adam olmak gövde ve kalıpla olsaydı, o zaman doğan her insanoğlu "adam" olmuş olurdu herhalde!
Hayır...
Mesele bu kadar basit değildir.
Adam olabilmek için birtakım insani vasıflarla ahlak ve değerlere sahip olmak gerekir; insanlığın manası bunlardır, insanoğluna insan anlamını ancak insani bir inanç, insanca davranışlar ve insanca bir ahlak kazandırabilir. Onu "insan" eden, ona insanca bir "kişilik" ve "karakter" kazandıran, kısacası onu değerli kılan bu vasıflardır işte. Günümüzde "insani değerler" ya "insaniyet vasıfları" adıyla söz edilir. İnsan ancak bunlara sahip olduğu sürece bir kişilik, karakter ve değere kavuşabilmiş demektir. Bu vasıfları taşımaması halinde insanın hayvandan hiçbir farkı kalmaz.
Bir önceki sohbetimizde insan ya da toplumda görülen sapmaların iki türlü olduğundan söz etmiştik; bunlardan biri, değerlerin karşıtlarının değerlere karşı çıkmasıyla meydana gelir. Yâni gayri insani değerler, insani değerlere karşı çıkar ve bunların egemenliği halinde sapma başlar. Mesela zulüm, adaletin karşısına dikildiğinde, adalet yerine zulüm, hakim olduğunda o insan ya da o toplumda sapma ve inhiraf baş gösterir; veya hafakan, şiddet ve baskı hürriyetin yerine ikame edilir; sorumsuzluk, lakaytlık ve tanrı tanımazlık, Allah'a inanma ve ibadetin karşısına çıkar; akılsızlık ve aptallık akıl, hikmet ve anlayışa tercih edilir vs. Ancak bütün sapmalar karşı değerlerin değerlere karşı çıkması sonucu meydana gelmez; zira karşı değerler, değerlere karşı çıktıklarında çabucak yenilirler. Aksine, insanlar ve toplumlarda görülen sapmaların sebebi, daha çok bizzat bu "insani değer"lerden birinin aşırı gelişmesi ve bu dengesiz ve menfi gelişmenin bir kanser tümürüne dönüşerek diğer bütün değerleri yok etmesidir. Mesela takva ve zühd insani birer değerdirler, hatta insan olmanın birer ölçüsüdür bunlar. Fakat buna rağmen kimi zaman bir toplum ya da fertte bu değerlere karşı öylesine aşırı bir eğilim ve temayül görülmektedir ki zamanla diğer değerler bütünüyle unutulmakta ve her şey "takva" ve "zühd"den ibaret sayılır hale gelmektedir. Bu "tek değerlilik", vücutta görülen çarpık gelişmeye benzer tıpkı; vücudun yalnızca bir organı -mesela burun- gelişir, vücut bütün gelişme imkanlarını bu organa adar, bütün imkanlar yalnızca onun geliştirilmesi için seferber edilir ve neticede o organ fazlasıyla gelişir, ama vücut da bütünüyle cılız kalıp işe yaramaz hale gelir!...
Daha önce muhtelif ekollerin, hatta en maddeci görüşlerin bile insan gerçeği üzerine müşterek bir noktada birleştiğini, bunun da insanın varlığında inkarı imkansız bazı manevi değerlerin söz konusu oluşu gerçeği olduğunu belirtmiştik.
İnsani değerler ortak bir başlık altında mütalaa edilirler; bu ana başlığın da şıkları ve teferruatları vardır. İslam ariflerince belirtilen bu nokta, günümüzde insan bilimleriyle uğraşan araştırmacı ve bilim adamaları tarafından da kabul edilmiş ve bunlardan daha önce İslami metinlerde gündeme gelerek özel ıstılah ve deyimleriyle tespit edilmiştir. Bu ana başlığa İslami metinlerde "dert taşımak" ya da "dert sahibi olmak" denilir; insanlığın temel ölçüsüdür bu. Yâni insan, "dert hissettiği" ve "dert taşıdığı" ölçüde insandır, hissettiği derde göre ölçülür onun insaniyeti.
İnsanla hayvanın en belirgin farkı, insanın birtakım mesuliyet duyguları taşıması ve birtakım "dertler"i olmasıdır, İnsan dışında kimsenin; hayvanların, ya da insan görünümünde olduğu halde insanlıktan zerrece nasibini almamış, insaniyet ruhundan tamamiyle yoksun bulunan insan kılıklı tersyüz mahlukların böyle bir sorunu yoktur, "dert" taşımaz onlar...
Meselenin etraflıca izahını yapabilmek için her şeyden önce "dert" kavramı üzerinde duralım biraz. İlk bakışta ters gelebilir bize; ne demek yâni "dertli olmak"
Bilinen kadarıyla dert, istenmeyen bir şeydir; insan derdi uzaklaştırmalıdır kendinden, ona çare aramalı, çaresi neyse ona bakmalıdır...
O halde nasıl olur da "dert"in insani olmanın ölçüsü olduğu söylenebilir?! Bu durumda, insanlığın mihengi olup, değerleri değerli kılan şey nasıl "dert" olabilir?!.. Dertli olmayı kim ister ki? Derdin iyi bir şey olduğunu kim söyleyebilir? vs.
Evet, bu ve benzeri daha birçok sual gelebilir akla...
Fakat pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da iyice ve sıhhatli bir metotla düşünmeden önyargıda bulunmamak gerekir.
Aksi halde varılacak sonuç yanlış olacaktır.
Önce meselenin kaynağını aramak gerekir. Bir hastalık vardır, bir de hastalığa sebep olan mikrop... Kötü olan mikroptur, iltihap, tümür vb. şeylerdir, hastalığı bunlar icad eder zaten. Vücuda bir mikrop girer ve hastalığa sebep olur; bu mikrobun vücuda girmesiyle zamanla dert ve acı kendini gösterir. Bir parmağın kesilmesi hoşa gidecek bir şey değildir, kötüdür elbet; ya da midede başlayan bir sancının hoş bir tarafı yoktur. Kısacası sonucu bir kayıp ve hasar alacak olan yaranın ve hastalığın varlığı iyi bir şey değildir... Ancak dert -ya da burada örneğini verdiğimiz gibi bir hastalığın ağrısı- insan için bir uyarı ve haberdir, sonucu uyanış olacak bir mesajdır. Hatta vücut ağrıları için de aynı durum söz konusudur. Mesela bir insanın başı ağrıyorsa, başındaki bu ağrı yerinde bir arıza meydana geldiğini gösterir; ağrı varsa bir hastalık da vardır. Ağrı, bu hastalığın habercisidir. Söz konusu ağrıdır ki sizi hastalığın, vücuttaki bir yaraya ya da bir mikrobun varlığına müteveccih kılar; bu uyarı sonucu hastalığın varlığı meydana çıkınca da onun tedavisine başvurur ve tehlikeden kurtulursunuz. Görüldüğü gibi ağrı, tehlikeyi bildiren bir alarm zilidir. Ya da mesela makina ve motorların ısı ve sürat seviyelerini gösteren göstergelere benzer; bu aletin kötü bir tarafı yoktur ki; kötü olan, hoşa gitmeyecek olan arabanızın su kaynatması ya da yağının azalmış olmasıdır. Ancak bunları vermekten başka bir şey yapmayan gösterge aracının kötü ve zararlı olduğu düşünülemez. O halde vücuttaki bir ağrı, bir hastalığın habercisidir; o ağrının duyulmaması halinde hem hastalık belli olmayacak, hem de hasta, tedavi olmaya çalışmayacaktır. Ancak ağrı, onu hastalığından haberdar eder ve tedavi yollarına başvurmaya mecbur bırakır. İşte hastaya bir "dert" olan bu ağrı kötülenemez, onu iyileşmesi için uyarmaktadır çünkü; o halde bu dert bir "nimet"tir aslında
"Onu bir tadıverdin mi, acısını;
Bundan böyle "senden başkasına tapmam" der.
"Senden başkasına yönelmem" diye söz verirsin artık.
Anlamışsındır çünkü ağrının seni uyandırdığını,
Uyanışa sebep olup hastalığı sana bildirdiğini
O halde şu hakikati unutma ey hakikati arayan:
Uyanmıştır artık, derdi olan
İşi sezmiş, farkına varmıştır...
Kim daha uyanıksa bil ki daha dertlidir
Kim daha bilgiliyse rengi daha fazla sararmıştır..."[18]
Evet kimin derdi daha çoksa, her kim başkalarının hissedemediği bazı dertleri hissedebiliyor, diğerlerinin duyamadığı bazı acıları duyuyor ve taşıyorsa; bu dertleri hissedebildiği, bu acıları duyabildiği ölçüde diğerlerinden daha uyanık ve daha bilgilidir. Dertsizlik, acı taşımama ve hiçbir mesuliyet duygusu hissetmemezlik bir çeşit ruhi çıplaklıktır, duygusuzluk ve anlayışsızlığa denktir. Dert taşıma ve acı hissetme ise uyanışa, bilinç ve idrak yeteneği kazanmaya eşittir...
Bir durumda hangisini tercih eder insan?
Uyanık, akıllı ve bilgili olup dert taşımayı, acı hissetmeyi, "dertli" olmayı mı?
Yoksa "dert"inden bihaber olup ahmak, akılsız ve aptalca yaşamayı mı?
Yâni "bilme" ve "uyanık olma"nın getireceği dert ve acıyı "cehalet", "bilgisizlik", "bihaberlik" ve "duygusuzluk"tan doğan rehavet ve rahatlığa tercih etmez mi?
Bir atasözü vardır "Sokrat olup zayıf ve cılız düşmek; besili bir domuz olup semirmekten yeğdir"...diye.
Yâni Sokrat olup da bilge ve akıllı, fakat zayıf, fakir ve mahrum olmak; bir domuz olup her türlü rahat ve refaha sahip, fakat aptal, duygusuz ve anlayışsız kalmaktan daha iyidir...
Edebiyatımızda göze çarpan "akıldan şikayetçilik" unsurudur ki bu deyimlerin söylenmesini gerekli kılmıştır. Bizim edebiyatımız akıldan şikayet eden nesir ve nazımla doludur, özellikle şiirlerimizde göze çarpar bu, "Keşke şu akıl denilen şeye hiç sahip olmasaydım diye hayıflanılır."[19] Bakınız ne diyor şair:
"Can düşmanımdır benim aklım ve zekam.
Keşke açılmasaydı gözüm, duymasaydı kulağım."
Diğer bir şairse şöyle demekte:
"Akıllı olup da delilerin haline yanacağına
Deli ol gitsin, akıllılar senin haline yana dursunlar en iyisi..."
Yâni delilikle karışık bir "rahat"ı; akıl, fikir, idrak ve anlayışla karışık "rahatsızlık" ve "üzüntü"ye tercih etmektedir!
Yanlıştır bu...
İnsaniyet makamına varabilmiş olan, duyarlılık ve dert taşımanın değerini idrak etmiş bulunan birisinin "Benim düşmanım aklım ve bilincimdir" diyebilmesi mümkün değildir; o Peygamberin (s.a.a) buyruğunu söyler ancak: "Her insanın gerçek dostu aklı ve zekasıdır, her insanın gerçek düşmanı ise yine kendi cehaleti ve bilgisizliğidir"[20] der.
"Can düşmanımdır benim aklım ve zekam." diyen kişi cehalet ve bilinçsizliğin doğurduğu felaketlerden habersizdir; cahillik ve akılsızlığın sebep olduğu bedbahtlıkları tatmamış, hissedememiştir. Bunları duyabilmiş ve idrak edebilmiş birisinin bu görüşte olması, böyle bir tabir kullanabilmesi mümkün değildir.
O halde dert ve derdi hissediş, anlam bakımından iyi bir şeydir; evet, insanda derde sebep olacak bir unsur bulunmaz ve neticede dert de olmazsa bu tasvip edilir. Başka bir değişle dert olacak herhangi bir sebebin mevcut olmaması cihetiyle derdi olmamak, derdi olmaktan daha iyidir elbet. Ancak dert olacak bir durum söz konusu olduğu halde ve derdi meydana getiren bir sebep de var olduğu, zarar ve hasara yol açtığı halde insanın hiçbir ağrı duymaması, hiçbir dert taşımaması ancak gaflettir; bihaberlik, zavallılık ve bedbahtlıktır. Bedeni ve maddi hastalıklar için de aynı durum söz konusu değil midir? Kendisi var olduğu halde acısı olmayan, hiçbir ağrı ve benzeri şikayetlere yol açmayan; böylece kendisini gizleyerek varlığını sürdüren her hastalık öldürücüdür. Hasta insan, vücudunda hiçbir ağrı duymadığından, herhangi bir şikayeti olmadığından taşıdığı hastalığın farkına varmamış ve ölmüştür. Halbuki başlangıçta herhangi bir ağrı duymuş olsaydı bu ağrının verdiği rahatsızlık onu ağrının sebebini anlamaya sevk edecek ve tabiatıyla tedavi yollarına başvurarak iyileşme imkanına kavuşacaktı; ya da en azından mesela bir tümörse, öldürücü boyutlara ulaşmadan cerrahi müdahaleyle alınacak ve hasta ölümden kurtarılacaktı. Ancak hastanın ölümüne sebep olacak mikrop habersizce vücuduna girmiş ve yine hastanın haberi olmaksızın gelişmesini sürdürerek ölüm tehlikesi yaratmıştır...
Acı vermemiş, ağrıya sebep olmamıştı çünkü...
Tabii bu arada şu noktayı da hemen belirtelim ki insanın insanlık değerlerini tespit eden değer, bütünüyle "dert taşımak" ve "dertli olmaktır" denilemeyeceği gibi "dert kötü bir şeydir ve muhakkak onu gidermek gerekir" de denilemez. Hayır, dert iyi bir şeydir ve varlığı- insanın onun varlığını hissedebilmesi- kişinin yararınadır. Derdi genelde bu kadarla tanımladıktan sonra şimdi onun insanla ilgili özel boyutuna geçelim:
İnsanın derdi nedir? İnsanın derdi derken mesela bir baş ağrısı mı gelmelidir akla? İnsanın insanlık boyutu söz konusu ediliyorsa meselenin baş ağrısı ya da benzeri bir dert olmayacağı açıktır. Çünkü herhangi bir hayvanın da pekala başı ağrıyabilir. İnsanın başı, eli, kolu ya da ayağının ağrıması ona insani bir dert kazandırmaz; uzuv ve vücut ağrıları hayvanda da vardır, insanda da; her ikisinde de görülebilecek olan bu ağrının ortaya koyduğu dert" hayvani" bir derttir; maddi ve şahsa münhasırdır. Ancak insanın derdinden söz edilirken insanın derdi, onun "dert taşıması", "derde sahip olması"dır diyenlerin kastettiği dert böyle bir dert, böyle bir ağrı değildir, bambaşka bir şeydir o; insani değerlerin kıymeti, insani değerlere değer katan şeydir.
İslam ariflerince de tanınmış ve tespit edilmiş bir "dert"tir bu... Arifler bu derdi pek mukaddes bilir, insanın ancak kendi nevine münhasır bir özelliği olduğunu söylerler Hatta insanı meleklere üstün kılan şeyin de bu olduğuna inanırlar; insan melekten üstündür, çünkü o dert taşır, meleğinse derdi yoktur. Ariflerin sözünü ettiği bu dert "Allah'ın peşinde olan", "Allah'ı arama", "Yaratan'ı arayış derdi"dir. Yalnızca ariflerin görüşü değildir bu, buraya kadar sözü edilen çerçeve dahilinde İslam'ın da görüşüdür aynı zamanda. Bir hakikattir bu; insan ilahi bir soluktan gelmedir, asıl mayası budur; apayrı bir dünyaya aittir insan. Yaşadığı bu dünyada, tabiatta mevcut olan bunca varlıklar arasında bir yabancılık hisseder, bütünüyle onların cinsinden olmadığını anlar. İçinde yaşadığı dünyanın her şeyi gariptir ona; insan bu dünyada adeta bir yabancıdır, gurbettedir. O, kendisiyle içiçe yaşadığı tabiatı yadırgar ve garipser, çünkü onunla tam olarak aynı cinsten değildir, bu yüzden de bu dünyada hep yabancılık duygusuna kapılır, gurbette olduğunu hisseder, bir "sıla"sı vardır sanki, hep onun hasretini duyar içinde, onu arar durur hayatı boyunca... Her şey; gördüğü, tanıdığı her şey fanidir, geçicidir, sürekli bir değişim içindedir; hiçbir şey gönül verilecek, kendisine bağlanılacak türden değildir... Oysa insanda sürekli bir ölümsüzlük düşüncesi vardır, sürekli bir "hep kalıcılık" merak ve endişesi vardır, bir fırtına gibi hep içinde taşır onu, hep tedirgindir...Onun "dert"i işte budur... İnsanı Yaratıcısına itaate, Allah'a ibadete, Rabbine hamd-u senada bulunup O'nunla dertleşmeye ve O'na yaklaşmaya cezbeden güçtür bu!
İslam irfanı bunu anlatmaya çalışan örnekler, deyimler, teşbihler ve kıssalarla doludur. Bazen Hindistan ormanlarında, hemcinsleriyle bir arada yaşamaktayken tutulup kafese konulan bir papağan misaliyle anlatılmak istenir. Hayvancağız hep üzgün hep mahzundur; dertlidir daima...Vatanından ırak düşmüş, gurbete getirilmiştir, hürriyetine kavuşup vatanına, içinde yaşadığı, içinde doğup büyüdüğü ormana doğru kanatlanıp uçacağı anı bekler durur boyuna... Bütün kaygısı budur, "dert"i, vatan hasretidir.
Kimi zaman, yuvasından ırak düşen bir kuşa teşbih edilir...
Bu hususta en güzel teşbihi yine Mevlana yapar ve insanı, sazlıktan kesilip getirilen bir "ney"e benzetir, daima ah-u figan etmede, ağlayıp inlemede, hüzünlü bir sesle yürekleri parçalamadadır. Çünkü onu vatanından koparmışlar, "öz"ünden ve "asl"ından ayrı düşürmüşlerdir:
"Dinle... Şu ney nasıl şikayet etmede, bak; ayrılıkları anlatmada:
Diyor ki: Beni kamışlıktan kesip getirdiklerinden beri feryadımla kadın- erkek herkes ağlamıştır.
Ayrılıktan şahrem şahrem olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona
Aslından uzak kalan kişi, buluşma zamanını bekler hep...
Ney gibi iki ağzımız var adeta; biri onun dudaklarında gizli sanki...[21]
Kimi zaman da Hindistan'dan getirilen bir filin hikayesi örnek verilir, sürekli tepesine vururlar bu filin, aksi takdirde vatanı olan Hindistan'ı hatırlamakta ve huysuzluk etmektedir:
"Fil ne zaman uyuyacak olsa
Hindistan girerdi rüyasına
Eşekse rüyasında Hindistan'ı görmez hiç
Hindistanlı değildir ki sıla hasreti çeksin."[22]
Evet; derler ki Hindistan'ı rüyasında gören tek hayvan fildir... Eşek Hindistan'ı rüyasında görmez hiç; çünkü oralı değildir, vatan hasreti yoktur onun. Bu şiirde insan asıl temadır, gerçekte o anlatılmak istenir bu örneklerle... Ayrı bir alemin hasretiyle kasılıp kavrulan tek yaratığın insan olduğu, yeryüzünde ancak onun irfani bir dert ve irfani bir kaygı taşıdığı anlatılmak istenir. Hakka kavuşmanın, Rabbiyle buluşmanın, O'na doğru yönelip O'na yakın olabilmenin derdiyle yanıp tutuşan insandır.
Ne kadar da güzel anlatır bunu Emir-ül Mü'minin Ali (a.s); Kumeyl b. Ziyad en-Nehai'nin elinden tutup onu çöle götürür, şehirden iyice uzaklaşırlar, ıssız çölde bir başlarına kalınca Hz. Ali (a.s) anlatmaya başlar... Kumeyl "Hz. Ali (a.s) derin bir iç çektikten sonra, Ey Kumeyl! buyurdular" der, "İnsanların kalpleri kaplara benzer, gönülleri bir kap gibidir tıpkı; en hayırlı gönül, kapasitesi fazla olan ve içindekini en iyi koruyabilendir. Benden[23] duyduğun sözü aklında tut, insanlar üç kısımdır... Evet insanlar üç grupta da ele alınır, bu üç grubun özelliklerini anlatmaya başlar, konuşmasının sonuna doğru eliyle göğsüne işaret edip "Burada öylesine derin, öylesine geniş bir bilgi var ki; ne olurdu bunu anlayabilecek biri bulunsaydı, keşke bu sırrı anlayabilecek, onu hakkıyla idrak edebilecek, fakat dünyaya da alet etmeyecek biri olsaydı" diyerek sırrını açacak birisinin olmayışından yakınır, fakat daha sonra "Böyle birisi hiç de yok değil hani..." diyerek ekler: "Fakat emin değilim ondan; din hükümlerini isteklerine alet edebilir..."
Emir-ül Mü'minin bu konuşmasında söz konusu idrak ve bilgi sahibi insanların daima yeryüzünde var olduğunu ve olacağını, yeryüzünün bir an olsun onlarsız bırakılmamış oluğunu da hatırlatarak: "Allah'ım, evet; yeryüzü, senin için delil ve hüccet olan, senin adına kaim bulunan birisinden mahrum kalmaz"der, "O, ilmi ve dini ayakta tutar; ama meydanda olur, bilinir, tanınır yahut hikmet icab eder, gizlenir... Allah'ın hüccetlerinin, Allah'ın apaçık delillerinin batıl olmaması için hüküm budur, böyledir. Ama bu niceye dek böyle sürer gider? Andolsun Allah'a ki onların sayıları azdır. Allah katında dereceleri pek büyük, makamları pek yücedir. Allah delillerini, onlara benzeyenlere ısmarlayıncaya, kendi benzerlerinin gönüllerine verinceye dek onlarla korur. Allah onların can gözlerini açar, bilgiyi onlara sunar, onlar da yakin ruhuyla kuvvetlenirler, güçlükleri kolay görürler, bilgisizlerin kaçındıkları, hoş görmedikleri şeyler hoş görünür onlara, canları yüceler yücesi olan yakınlık duraklarında olduğu halde bedenleriyle dünya ehlinden görünürler, onlarla görüşüp konuşurlar. İşte bunlardır Allah'ın halifeleri, bunlardır yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratılmış olanlar; bunlardır halkı dine çağıranlar... Ah, ah!... Ne de özlerim onları görmeyi..."[24]
Evet... Ne de yücedir Ali'nin (a.s) derdi, irfani dertleri pek de görkemlidir gerçekten... ibadi ve duai dertleri bambaşkadır onun... İbadet sırasında öylesine kendisinden geçer, sevgilisine, mahbubu olan Rabbine öylesine adapte olur ki bütünüyle unutur benliğini bir aşk ve teslimiyetle yönelir ki Rabbine, vücudundan çekip çıkarılan okun bile farkına varmaz!...
"İnsan"ın derdi budur işte...
Budur insani dert..."
Hak'tan firak derdi... O'nun zatına yakınlık iştiyakı, Rabbine kavuşma arzusuyla yanıp tutuşma, O'nun rızasına nail olmadır... İnsan O'na kavuşmadıkça, O'nun rızasına nail olmadıkça varlığını kasıp kavuran bu fırtına dinmez, bu dert derman edilmez, yorgun gönlü dinlenmez... Bu dert her zaman, sürekli vardır insanda... Pek çok şeylerle sürekli oyalanır durur, şuradan buraya, filan durumdan filan duruma geçer geçmesine, ama bunlar bütünüyle oyalanmaca, geçici meşgalelerdir onun için. İşin gerçeği bambaşkadır aslında; Kur'an'ın da buyurmuş olduğu gibi:
"...İyice bilin ki, gönüller Allah'ı anmakla yatışır ancak, O'nu anmakla huzur ve kuvvet bulur."[25]
Evet; ayet-i kerime böyle buyurmakta, insanoğlunun ancak ve ancak Hakkı anmakla huzur ve sükun bulacağını, onun içten içe depreşip duran dertlerinin ancak Rabbine yönelmek ve O'nun yakınlığına mucip olmak süratiyle yatışabileceğini bildirmektedir.
İnsanın dertlerinden biridir bu... Arifler daha çok bu dertle ilgilenmişler, insanın diğer dertlerine fazlaca önem vermemişlerdir. Mevlana'nın daha önce birkaç beytini verdiğimiz bir şiirinde de söylemiş olduğu gibi:
"Hastalıktaki dert, inilti ve hasret
Hastayı uyandırır; hastalık ve dert bütünüyle uyanış getirir zaten.
Kim daha uyanıksa bil ki daha dertlidir
Kim daha çok anlamışsa rengi daha çok sararır
O halde şu hakikatı unutma ey hakikati arayan. Uyanmıştır artık derdi olan; işi sezmiş, farkına varmıştır,
Mevlana'nın nakletmiş olduğu bir hikaye vardır; bu hikayede Allah'ı pek fazla anan bir zahidden söz edilir. Daima Rabbini anan ve "Allah" kelimesini dilinden düşürmeyen bu adamcağız bir gün şeytanın vesvesesine kapılır, onun oyununa gelir ve "Allah" demekten, Rabbini anmaktan vazgeçer. Bu da şöyle olur: Şeytan bir gün bu adamcağıza görünür "Behey zavallı!.." der. "Bunca vakittir Allah'ı andın, nice geceleri "Allah" diyerek sabahladın; seherin erken vakitlerinde kalkıp yine "Allah! Allah!" dedin... Üstelik bunca gönülden, bunca yürekten yanıp kavrularak ve onca meşakkate katlanarak hep andın O'nu... Ama bugüne değin bir kez olsun O'nun cevap verdiğini işittin mi? Bunca "Allah" demene karşılık bir defacık olsun O'nun sana "Lebbeyk!" dediğini duydun mu?! Bu iştiyak ve yakarışla kimin kapısını çalsan, hangi evin eşiğine yüzünü sürmüş olsan muhakkak bir cevap alırdın, hiç olamazsa bir "lebbeyk!" duyardın... Halbuki seni hiç umursayan yok, görmüyor musun?!" Şeytanın bu sözleri adamcağızın aklına yatar -görünüşte- mantıklı gelir ona. Bu yüzden de artık "Allah" demekten vazgeçer, O'nun adını ağzına almacasına susuverir.- Ancak bir gece rüyasında Allah'ı anmaktan niçin vazgeçtiğini sorarlar o da "Bunca vakittir yana yakıla Allah deyip durdum ama bir defacık olsun "Lebbeyk" denilmedi bana..." der ve halinden şikayet eder. Rüyada duyduğu ses "Ama ben Allah tarafından sana bu cevabı vermeye memur edilmişimdir" der:
"Dedi ki: Senin şu "Allah" deyişin yok mu; bizim "Lebbeyk!" deyişimizdir işte o.
Onca yakarışın, onca O'nu anarak hasretiyle kavruluşun peykimiz, habercimizdir bizim"
Evet, Allah'a yakarışın kendisi "Lebbeyk" değil midir gerçekten? Nitekim Hz. Ali (a.s) bir duasında "Allah'ım" der, "Dua duygumu elimden alacak, sana yakarış iştiyakimi köreltecek; beni, sana duadan alıkoyacak, bu muazzam dertten mahrum bırakacak olan günahlarımı bağışla..."[26]
Bu yüzdendir ki duanın insan için hem vesile olduğunu söylemişlerdir hem de matlup... yâni dua her zaman icabet edilsin diye yapılmaz; icabet olsun olmasın, matlupdur dua; Allah tarafından kulun beğenilmiş bir davranışıdır daima.
İnsanın "dert"i hususunda öne sürülen görüşlerden biri de "halkçılık"tır. Bu görüşü savunanlar insana insan olmak değerini bahşeden esasın "Allah'ı arama ve O'na yönelme derdi" değil, "Allah'ın kullarıyla ilgilenme derdi" olduğunu söylerler. Onlara göre insanın insan oluşunu tespit eden ölçü onun diğer insanların derdini kendi derdi olarak kabul etmesi ve hemcinslerinin dertlerini paylaşabilmesidir. Yâni gerçek insan, asıl hüviyetini koruyabilmiş olan, kendisini şahsen hiç ilgilendirmediği ve şahsına yönelik hiçbir tehdit unsuru oluşturmadığı halde başkalarının dertlerini kendisine dert eden, başka bir deyişle hiçbir karşılık ummaksızın insanların meselelerini giderme kaygısı taşıyan insandır. Onun derdi, "başkalarının dert çekiyor olması" dır... Sa'di' nin de dediği gibi:
"Zavallılığımdan değil, sararıp soluşum
Zavallıların derdinden ben böyle olmuşum"
Evet, bu görüşte olanlara göre "insanın derdi diğer insanların dertleridir, onların karşılaştıkları müşkülatlardır. Eğer bir insan başkaların derdini kendi derdiymişçesine hissedebiliyor ve çekiyorsa; kimi insanların aç olduğunu düşünerek uykusu kaçıyorsa; başkalarının aç kalmasındansa kendisi aç kalmayı tercih edip "başkalarının ayağına diken batacağına benim gözüme batsın, daha iyi!." diyebiliyorsa gerçek insandır, çünkü asıl insani derdi o taşımaktadır... İnsana insan olma değerini bahşeden, ona kişilik ve insanlık kazandıran yegane dert budur işte: Başkalarının derdini kendine dert edinmek! Bütün insani değerlerin ana kaynağı ve yegane ölçüsü bu derde sahip olabilmektir...
Bugün "insanlık!", "insancıllık!".. yaygaraları koparanların insanlık adına yapmış oldukları tek şey habire slogan atmaktır. Onlara göre insani davranış, insanca eylem; ancak toplumculuk derdinden kaynaklanan ve diğer insanların dertlerinden yola çıkarak neşet bulan, başkalarına karşı duyulan mesuliyetlerden ibarettir, bu çerçevenin dışında vuku bulan hiçbir davranış "insanca" değildir!
Görüldüğü gibi burada da bütün diğer insani değerler bir tek değere kurban gitmekte, onun dışındaki değerler gözardı edilmekte, çiğnenmektedir.
İnsani değerlerin bir tek değere dönüştürülüp insanın bu değere "aşırı" ilgi göstermesi yüzünden diğer bütün insani değerleri dumura uğratan ve dolayisiyle insanın "çirkin ve menfi bir dönüşümüne" yol açan durumlardan biridir bu da...
Meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturabilmek için bu değişim ve dönüşümün ne olduğu ve ne olması gerektiği üzerinde kısaca durmakta fayda var:
İslam nazarında ve İslami ölçülere göre kimdir "olması gerektiği gibi olan" insan?
Bütün derdi, diğer insanların derdi olan ve kendini her şeyiyle sırf bu derde konsantre eden kişi mi?
Yoksa bütün derdi "Allah" olan ve kendini sırf "O'nu anış ve O'na yöneliş"e adayan kimse mi?
Yoksa;
Derdi "Allah'a yönelme ve O'nun rızasına nail olma" olan ve sırf bu sebep yüzünden insanların dertleriyle de ilgilenen; yâni her şeye O'nun rızası açısından bakıp her şeyi bu ölçüye göre değerlendiren kişi mi?
"İslam'a göre insan" hangisidir bunların?
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) hitaben şöyle buyrulur:
"...Şu Kur'an'a inanmadıkları ve senden yüz çevirdikleri için üzülüp hayıflanarak kendini helak mı edeceksin?"[27]
Hz. Resulullah (s.a.a) halkın hidayet bulması, gerçek saadete kavuşup kurtuluşa ermesi, dünyanın her türlü esaret ve belalarından kurtulup ahiret azabından aman bulması için elinden gelen çabayı sarf etmekte, inanmayan ve inkara kapılanların hallerine pek üzülmekte, onların ettiklerine hayıflanmaktadır...
Hem de pek fazla...
Kendisini helak edercesine...
Kur'an "Ne oluyor sana?... Bu raddeye kadar mı üzülüp hayıflanacaksın? Kendini telef mi edeceksin hidayete ermiyor, kendi lehlerine olacak, onları kurtaracak yolu teşhis ve tercih etmiyorlar diye?" buyurmaktadır Peygambere (s.a.a) "...Tâhâ... Kur'an'ı zahmet çekmen için indirmedik. Ancak korkacaklara bir öğüt olarak indirdik..."[28]
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:
"Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki bir sıkıntıya düşmeniz pek ağır gelir ona, pek düşkündür size; mü'minleri esirger, rahimdir"[29]
Fevkalade bir tabirdir bu; insanlara, peygamberiniz sizden biridir denilmektedir. Ümmetinin sıkıntıya düşmesi ona pek ağır gelir, halkına ziyadesiyle düşkündür o, en bariz özelliklerinden biri halkını sevmesi, ümmetine düşkün olmasıdır. Öyle bir kimsedir ki peygamberiniz, sizin derdinizi taşır, dertlerinizi kendi derdi bilir... Zaten Müslüman da bu değil midir; hem "Hakk"a düşkündür, hem "halk"a Allah'ı sever; bu sevgi insan sevgisi de verir ona, insanları da sever; çünkü O'na olan düşkünlüğü, O'nun kullarına da düşkün olmasını sağlar.
Kimi babalar çocuklarına pek düşkündürler, evladının okuması, iyi bir geleceğe sahip olması için elinde avcunda ne varsa hepsini harcar, kendini olmadık zahmetlere sokar, olmadık meşakkatlere katlanır, çevresindekiler onun evladına, karşı duyduğu bu hissi "düşkünlük" tabiriyle dile getirir ve "falanca adam, evladına pek düşkün..."derler. Parayı çok sevenler için de "Paraya pula çok düşkün" tabiri kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberin (s.a.a) ümmetine karşı duyduğu yakınlığın derecesi de bu tabirle ifade edilmektedir işte, o da ümmetine düşkündür, onların dertlerini giderebilmek, meselelerine çözüm yolu bulabilmek için pek zahmet çekmekte, olmadık meşakkatlere katlanmaktadır.
Hz. Ali (a.s) de aynı tabiri kullanır; bir gün kendisine, Osman bin Huneyf'in Basra'da sadece zenginlerin davetli olduğu bir ziyafete katıldığını haber verirler. Bu haberle pek müteessir olur. Neden? Söz konusu davette -Allah korusun- şarap mı içilmiştir? Kumar mı oynanmıştır? Fısk-u fücura mı irtikap edilmiştir yoksa?..
Hayır... Hiçbiri olmamıştır bunların.
Söz konusu davetin ayıbı; daveti tertipleyenlerin, katılanların ve onlardan biri olan Osman bin Huneyf'in günahı, davete yalnızca zenginlerin çağrılmış olmasıdır!.. Eşraf, şehrin ileri gelenleri çağrılmış, fakir fukaradan ise davet edilen olmamıştır.[30] "Ya Ali" derler, "Osman zenginlerin tertiplediği, yalnızca eşrafın ve zenginlerin çağırıldığı, fakir fukaranın ise hatıra bile getirilmediği bir daveti kabul etti, böyle bir davete katıldı..."
İmam Ali (a.s) olayı öğrenince Osman b. Huneyf'in; fakirlerin kapı eşiklerinde kaldığı ve yalnızca zenginlerin içeriye alındığı bir davete katılmış olabileceğine inanamadığını, bunun pek yanlış ve çirkin bir amel olduğunu hatırlatarak onu kınar ve kendisine yazdığı mektupta "...Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, sırf zenginleri davet edilen bir topluluğun davetine icabet edesin... Dilesem ben de yağlar, ballar bulurum; buğday ekmeğinin halisini yerim, elbisenin en hasını -ipek- giyerim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması, beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç?" der...[31]
Güzel yemekler yemek, iyi giyinmek haramdır dememekte o; hayır, mesele çok daha başkadır onun nazarında... Öyleyse neden bu mektupta "Heyhat" demekte, neden hayıflanmaktadır peki?!
Onun derdi bambaşka, duyduğu teessür ve his apayrıdır. "Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki" der, "Hicaz'da yahut Yemame'de belki yoksular vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir... Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki, çevremde aç karınlar; susuzluktan yanmış, bunalmış ciğerler vardır... Şairin de dediği gibi:
Sen karnı tok olarak yatarken
Çevrende bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar var!
İnsansan eğer.
Bu dert sana yeter."
Halkın derdinden haberdar olmak buna denir işte... Adı "Halkın derdini taşımak", "İnsanlığa yar ve yardımcı olmak"tır bunun, "Ana değerdir bu...
"Razı olur muyum ki bana Emir-ül Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım; darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara mukteda sayılmayayım?..."[32]
Evet... Devletin en üst makamında bulunmuş olmak müreffeh yaşamaya, yönettiği insanlar arasında henüz açlar varken refah içinde bulunma hakkına sahip olmaya bir bahane teşkil etmez Ali'nin (a.s) nazarında...
Bütünüyle "diğerlerinin derdiyle dolu"dur o; insanın, başkalarının derdine ortak olması, onların dertlerini ve acılarını paylaşabilmesi gerçekten güzel, gerçekten insancadır; insan olan haz duyar bundan. Bu duygunun gerçek sırrı, asıl sebebi nedir, neden insan başkalarının derdine ortak olabilmekten, başkalarına yardım edebilmekten zevk alır, niçin vardır insanda bu duygu? Allah bilir.
İbn-i Sina, "İşarat" adlı eserinin son bölümlerinde kaşınmayı örnek verir[33] ve bu derde müptela olanın kaşıntıdan ıstırap duyduğunu, ancak kaşınmaktan da zevk aldığını söyler. Yâni hasta için bir "dert"tir bu, fakat acı veren bir dert değildir. Kimi dertler vardır ki gerçekten böyledir; üzüntüdür, ama verdiği hüzün matlup olur, hoştur, gözyaşlarını akıtır, fakat kalbi memnun eder, hüzün vardır, ama ferahlık verir aynı zamanda...
İnsan üzüntü ve dertten genellikle kaçar. Fakat mesela falan yerde Hz. Hüseyin Seyyid-üş Şüheda'nın (ona selam olsun) mersiyesi var, onun anıldığı bir meclis var, gidip oturalım o mecliste biraz, şehit imamı anarak ağlayalım, onu yad edip gözyaşı dökelim" denilecek olsa her Müslüman gider; Hz. Hüseyin'i (a.s) anar, onu yad eder; yad edince de gözyaşlarını tutmaz, içi burkuluverir, hüzün dolar yüreğine, ağlar... Yüreği yanmayan, gönlüne hüzün dolmayan insan ağlar mı hiç ? Fakat yine de her Müslüman, Hz. Hüseyin'in (a.s) derdini hissetmek ister, kendisini ağlatsa da, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ciğerparesini anmaktan, o eşsiz yiğide, o mazlum şehide ağlamaktan haz duyar; Hüseyin'e (a.s) insanca gözyaşı dökmek, insan olanın ruhunu yıkayıverir, apayrı bir halet-i ruhiyle kazandırır insana. Yalnızca kendi ruhunu değil, bütün bedenlerin ruhunu kendisinde hisseden bir bedenin işi zordur gerçekten... Böyle bir ruh tek başına herkesin derdini kendi içinde duyar, onunmuş gibi hisseder...
Gerekli imkanlara sahip olduğu halde bir parça arpa ekmeğiyle idare eder de "Hicaz veya Yemame'de yoksullar vardır, bir lokma ekmeğe hasret kalıp aç karnına uyuyanlar vardır belki..." der... Bu düşünceyi taşıyan kişi elbette ki doyasıya yiyemez, gösterişli elbiseler giyemez, yamalı ayakkabı geçirir ayağına; Alivarane bir ruhu vardır çünkü...
Şairin biri "Yücelen ruhun işi zor gerçekten..." der. Evet, ruh büyük olunca; yükü pek ağırlaşır gerçekten. Bir dul kadıncağızla birkaç yetim yavrucağın durumundan habersiz kalmak üzüntülere boğar onu, kederlendirir, uykuyu alır gözlerinden... Bir gün yoldan geçerken bir kadıncağıza rastlar; sırtında su dolu kırba, düşe kalka gitmektedir... Böyle bir manzaraya şahit olup da kayıtsızca oradan geçip gitmesi mümkün müdür Ali'nin (a.s)? Gördüğü manzara karşısında teessüre kapılır, bu kadıncağız su kırbasını neden kendi taşımaktadır ki? Kimi-kimsesi olan bir kadın bu kırbayı kendi sırtına vurmaz elbet; ya su taşıyacak kimsesi yoktur, yahut varsa da ona yardım etmemektedir... Ali (a.s) saygı ve şefkatle ona yaklaşır, izin verirse kendisine yardımcı olmak istediğini söyler, su kırbasını onun sırtından alır ve taşımaya başlar.
Kadıncağızın evine vardığında kırbayı bırakır ve dönmeden önce ona kırbayı neden kendisinin taşıdığını sorar. Kadın kırbayı taşıyacak başka kimsesi olmadığını söyler, "Kocam vardı fakat Ali'nin ordusunda, onun saflarında savaşırken vuruldu, şimdiyse bize bakacak kimsemiz yok" der. Olayı nakleden raviler "Ali (a.s) bu cümleyi duyunca tepeden tırnağa sarsıldı."derler. O gün hep bu cümleyi hatırlayıp durdu, gece boyunca da uyku girmedi gözüne. Sabah olur olmaz yeterince ekmek, et ve hurma alıp bütün ailesiyle birlikte o kadıncağızı ziyarete gitti; getirdiği eti kendi elleriyle pişirip yetim yavrucaklara yedirdi, onları kucağına alıp sevdi, okşadı. Lokmayı kendi elleriyle çocukların ağzına koyarak "Evlatlarım" diyordu "Affedin Ali'yi! Sizin durumunuzdan haberdar olamadığı için bağışlayın lütfen onu..."
Daha sonra ekmek pişirmek için tandırı yakar; tandırın gür ateşine yaklaşır iyice; öyle ki neredeyse yanacaktır, ardından "Ey Ali" der kendi kendine "Tat bu dünyanın ateşini, yakından tad ki cehennem ateşini hatırlayasın; hatırla ki bir daha fakir fukaranın halinden gafil olmayasın; dulların ve yetimlerin hallerinden bihaber kalmayasın..."
Allah'ım! Ali'deki (a.s) gerçeğin yüzü suyu hakkı için İslam derdi ver yüreğimize! Bu dinin kaygısını taşıyanlardan karar kıl bizi! Yüreklerimizi Senin hüznünle; Sana itaat, ibadet ve muhabbet ateşiyle doldur, sonumuzu hayırlı kıl; halkına, yarattığın kullara karşı sevgi ve dert ortaklığı duygusu icat et kalplerimizde; Ebu Talib oğlu Ali'nin velayet nurundan nasiplenen, bütün gerçeğiyle onun izinden yürüyenlerden et bizi; kalplerimizi iman nuruyla aydın kıl!
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
.
|
İNSANDA ALLAH'I ARAMA
SORUNU VE DERDİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"Ey iman edenler, sabretmek ve namaz kılmak hususunda Allah'tan yardım dileyin. Bunlar ağır ve büyük şeylerdir, ama Allah'tan çekinen saygılı kimseler için -ağır- değil..."[1]
İnsan her zaman için kendi kendisinin maneviyat kapısıdır.[2] İnsan, bizzat kendisinin maneviyata açılan kapısıdır, bu kapıdan maneviyat alemi ne girer, kendisine aşina olunca maneviyata da aşina olur ve bu muazzam alemi keşfeder derken, insanda, madde alemiyle uyuşmayan, bu alemin nevinden olmayan bir takım hususiyatların var olduğu kastedilmektedir. Yalnızca geçmiş çağlardaki insanbilimcileri ya da eski ruh bilimcilerinin kabul ettiği bir gerçek değildir bu. Muasır ruh bilimcileri de bu gerçeği kabul eder ve insanın, maddi dünyanın kanun ve kurallarıyla bağdaşmayan bazı özellikler taşıdığını itiraf ederler. Bu da insan ve onun gerçek dünyasıyla ilgili apayrı muhasebeleri gündeme getirmektedir kaçınılmaz olarak.
Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) "Kendisini tanıyan, Allah'ı da tanır, kendisini bilen O'nu da bilir"[3] buyururlar.
Kur'an-ı Kerim insanı, alemdeki bütün mevcudattan farklı bir şekilde ele alır, onun konumu hepsinden farklıdır. Kur'an'daki şu tabire dikkat ediniz:
"Yakında delillerimizi alemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da; böylece sonucu onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz; her şeye tanık olan Rabbin yetmez mi sana? "[4]
Görüldüğü gibi ayet-i kerimede özel bir beyan kullanılmakta, Allah'ın ayetleri olan delillerin "alem"de ve "insanların kendi varlıkları"nda gösterileceği buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerimede geçen mezkur kelimelerin Arapça'sı olan "afak ve "enfus" tabirleri İran edebiyatına da geçmiştir bugün; "afaki" ya da "enfusi meseleler" bahisleri vardır edebiyatımızda. Burada haklı olarak "İnsanda ve insan nefsinde var olan, ancak maddi usullerle açıklanmayan ve maddeden farklı bir yapı arz eden şey veya şeyler nelerdir?" sorusu gelecektir akla. Bunun açıklaması bir hayli uzun... Burada kısaca değinmekle yetineceğiz:
İNSANLIĞIN İNSANDAN AYRILABİLİRLİĞİ
Söz konusu "maddi muhasebelerle açıklanmayan ve maddi hesaplara uymayan şeyler"den biri de insani değerlerdir, başka bir deyişle insanın insanlığıdır, insan olma vasfıdır. Başlı başına bir konudur bu, gayet ilginçtir de! Hangi yaratığa bakarsanız bakın, kendisini kendisinden ayıracak, özünden soyutlayacak bir özelliği bünyesi kabul etmez. Mesela kaplanın kaplanlığından söz ederiz; köpeklik sıfatı köpeğe mahsus, atlık sıfatı ata hastır deriz. Bu hayvanlar bu sıfatlarıyla vardırlar, onların öz sıfatlarını kendilerinden ayırabilmek mümkün değildir. Yâni "at"lığını yitirmiş bir ata, ya da artık kaplan olmayan bir kaplana rastlayabilmek kabil değildir.
Halbuki insanlığını yitirmiş bir insana rastlayabilmek pekala mümkündür; insan olmayan insanlar pekala vardır. Yâni mevcudat içinde ancak insanoğludur ki kendi özüne mahsus benliğini teşkil eden sıfatından soyutlanabilir.
İnsanın insanlığını teşkil eden, ona insaniyet bahşeden ve insani kişilik kazandıran şahsiyet unsurları (şahsi unsurlar değil, şahsiyet unsurları) insanın maddi yapısıyla ilgili değildir; bu özellikler maddi şeyler değildir çünkü, beş duyu organıyla hissedilemez, algılanamazlar. İnsana mahsus oldukları halde, insani ve insanın yaşadığı bu alemde var oldukları halde hissedilebilir, algılanabilir şeyler değildirler. Başka bir deyişle maddi değil, manevi yapıdadırlar.
Öte yandan insanı insan kılan, ona insani şahsiyet ve fazilet kazandıran, kısacası insan olma ölçüsü olarak kabul edilen bu erdem ve değerler tabiat aracılığıyla meydana gelmezler, tabiat vergisi değildirler; esasen hiç kimsenin dahliyle meydana gelebilecek şeyler değildir bunlar, insan bunları bizzat meydana getirir kendisinde, kendisini insanileştirecek olan yine onun kendisidir. Kısacası insanın maneviyata açılan penceresi yine kendi varlığıdır; o, kendi vasıtasıyla manâ aleminden haberdar olabilir ancak.
Ehl-i Beyt-i Mutahhar'ın (a.s) sekizinci imamı Hz. Ali b. Musa er-Rıza (a.s) "Orada -öbür alemde- mevcut olan şeyler, burada -bu alemde- mevcut olanlar vasıtasıyla tanınır." buyururlar.
İnsan maneviyatı ve insaniyet ölçüsü olan; kendisinden, "insanlık değerleri" tabiriyle söz edilen şeyler pek fazladır. Ancak bütün bu değerleri bir tek değerde özetlemek mümkündür: "Dert taşımak" ya da "Dertten haberdar olmak" değeridir bu!
İnsani değerlerden söz eden her ideoloji ve okul, bu konuya değinmiştir İnsanda var olan bir dert vardır ki bütün insani ve hayvani değerlerin üstünde ve ötesindedir denmiştir. Nedir bu dert? Söz konusu insani dert nedir, hangi derttir bu?
Önceki bahislerimizde bu derdi kimilerinin "insanın bu dünyada gurbette oluşu ve yaşadığı yeryüzü hayatını yadırgayışı "olarak tespit ettiğini belirttik. Bu görüşte olanlara göre insan, dünyada yabancılık hissetmekte ve mevcut tabiat ve ilişkileri yadırgamaktadır; çünkü apayrı bir dünyadan belli bir risalet, görev ve mesajla gelmiştir o, aslında ayrı düşmüştür; bu ayrılık onda fevkalade duygular yaratmış, onun varlığında aşk, şevk ve gurbet duyguları meydana getirmiştir. Bu ayrılık derdi "aslına dönüş" duygusu doğurmuştur onda; vatana, yâni Hakka, Allah'a dönüş arzusu yaratmıştır varlığında. Cennetten kovulmuş, toprak alemine sürülmüştür; bütün arzusu, vadedilen cennetine tekrar dönebilmektir; ancak -dünyaya- gelişi boşuna ve beyhude yere değildir aslında; bir mesaj taşımaktadır o; bu mesajı iletmek ve bu risaleti tamamlamak üzere gönderilmiştir dünya yuvarlağına.
Velhasıl bu hicran ve bu ayrılık derdi sürekli rahatsız etmektedir onu.
Bu görüşe göre insanın derdi "Rabbi"dir, O'na kavuşmak, O'nun yakınlığını ve rızasını kazanmaktır; Hakk'tan uzak kalış yegane derdidir insanın, O'na dönüş özlemiyle yanıp tutuşur insan, kim olursa olsun, hangi makam ya da konumda bulunursa bulunsun istediğini elde edemediğini, gerçek sevgilisine kavuşmadığını hep hissedecektir.
İNSAN MUTLAK KEMAL PEŞİNDE
"İnsan daima sahip olamadığı şeylere taliptir" derler; kendisinde olmayan, maliki olmadığı şeylere malik olmak ister hep... Sahip olmadığı sürece ister onu; ancak sahip olduktan sonra çok geçmeden soğuyuverir o şeyden... Neden böyledir bu? Bir yaratığın bir şeyi onca istemesine rağmen onu elde ettikten sonra ondan soğuması ve artık istememesi mantıksız değil midir?
Yurt dışındaki yabancı müzelerden birini ziyarete giden birisi bu müzede bir heykel gördüğünü anlatır. Bir sedire, uzanmış güzel bir kadınla; bir ayağı sedirde diğer ayağı yerde, yüzünü sedirden çevirmiş, oradan kaçmak üzere olan yakışlıklı bir delikanlının heykelidir bu. Müzeyi gezmekte olan şahıs, heykeltıraşın bu eserle neyi anlatmaya çalıştığını kavrayamaz; alışılanın aksine, kavuşma değil bir kaçış sahnesidir çünkü bu. Müzedeki yetkililerden izah alır; heykeltıraşın bu heykeli, Eflatun'un bir görüşünden ilham alarak yaptığını, Eflatunun bu meşhur görüşünü yansıtmayı amaçladığını söylerler. Eflatuna göre insan bir şeye sahip olmadığı sürece onu ister; büyük bir aşk, hırs ve şevkle ona koşar. Ancak ona kavuştuktan, istediğini elde ettikten sonra bu hırs ve aşk bitiverir, "Kavuşma, aşkın sonudur, arzunun ölüp gömülüverdiği; bıkkınlık ve usancın dirildiği andır; kavuşma aşkın sonu, bezginliğin başlangıcıdır" der Eflatun.
Mesele ilk bakışta bir hayli ters görünmesine rağmen dikkatlice ele alındığında su sonuç çıkar ortaya:
İnsan, yaratılışı itibarıyla "sınırlı", "geçici" ve "fani" şeylere aşık olamaz; belli bir zaman ve mekanla sınırlı sevgiler insanı doyuramaz. Çünkü insan mutlak kemale, aşıktır yalnızca; bundan başka bir şeye değil. Yâni Hakka aşıktır insan, O'nun zat-ı akdesine meftundur, Allah'a vurgundur gerçekte. Allah'ı inkar eden kişi de Allah'a aşıktır. İnkar eder ama fıtratının derinliklerinde mutlak kemale aşık olduğunu bilmez. Kemalden gafildir, maşukunu yitirmiştir.
Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi: "Hiç bir insan yaratıcısından başkasını sevmemiştir, sevememiştir; O'ndan başkasına gönül veren bir insan dünyaya gelmiş değildir henüz; ancak, Allah-u Teala bir takım isimlerin ardında gizlidir; mesela Mecnun, Leyla'ya aşık oluğunu zanneder ama vicdanının ve fıtratının derinliklerinde olup bitenlerden habersiz oluşundandır bu."[5]
Peygamberlerin gönderiliş sebebi insanlara Allah'ın adını ve Allah'a ibadet etmeği öğretmek değildir; bu esas insanların fıtratında zaten mevcuttu. Onlar, yol göstermek, yanlış yolu doğru yoldan ayırıp insanlara doğru teşhiste yardımcı olabilmek maksadıyla gönderilmişlerdir. Ona -insana- mutlak kemale aşık olduğunu, asıl onu araması gerektiğini; onun dışında peşinde koştuğu her şeyin ancak bir aldatmacadan ibaret olduğunu hatırlatırlar. Mutlak kemalin teşhisinde yanılır insan genellikle. Mesela kimi zaman paraya tutuluverir, mutlak kemalin servet olduğunu sandığındandır bu... Kimi zaman makamı, kimi zaman da canını mutlak kemal zanneder ve dört elle sarılır bu aldatmacalara. İnsanın bütün arzusu, mutlak kemaldir aslında, onu elde etmek ve ona ulaşabilmektir ondaki bunca çırpınışın gayesi. Ancak neyin mutlak kemal olduğu hususunda yanılır insan; bu yüzden servet, makam can vb. şeylere eğilim gösterir, gerçekte bu eğilimler büyük bir yanılgının eseridirler. Peygamberler ve ilahi öncüler, insana bu yanılgıyı anlatmak ve yol göstericilikte bulunmak amacıyla gönderilmişlerdir toplumlara.
İnsana türlü heyecan ve hazlar veren asıl "insani dert" budur, "ilahi dert"tir, Rabbine kavuşma arzusu, ayrılık hasretidir. Basiretine engel olan perdeler sıyrılıverdiğinde, insan gerçek sevdiğinin ne olduğunu fark ettiğinde Ali b. Ebu Talib'de (a.s) örneğini verdiğimiz gibi bir ibadete yönelebilecek ve bütün varlığıyla O'na dönecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de "Kalpler yalnızca Allah'ı anmakla huzur bulur, gönüller ancak ve ancak O'nu yad etmekle yatışır"[6] buyurmaktadır. İnsan, Rabbini bilerek O'na yöneldiğinde bütün bu keşmekeş ve iç huzursuzluklar da son bulacaktır elbet! Bu ayet-i kerimede insanoğlunun mal, servet, umumi refah vb. imkanlarla aradığı mutlak huzura kavuşamayacağı, kimilerinin iddia ettiği gibi mesela bütün toplumun maddi refaha kavuşması halinde insanların iç huzursuzluk ve tedirginliklerden tamamen kurtulacağı görüşünün bir yanılgıdan ibaret olduğu hatırlatılmaktadır. Kur'an, bunların hedef olarak telakki edilmesini bir hata olarak yorumlar; bunların gereksiz olduğunu söylemez, insanın elbette bir ölçüye kadar maddi ihtiyaçları vardır; ancak bunlar, insanın amacı değildir ve olmamalıdır. Yâni bunları elde etmekle kemale ermez insan, aradığı mutlak kemal ve iç huzur bunlara ulaşmak değildir.
Evet, kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışır, gönüller ancak O'na yönelmek ve O'nu yad etmekle huzur bulur... Başkaca hiçbir şey ve durum bu huzur ve sükunu veremez insana. Meseleyi böyle yorumlayan düşünceler dışında olaya "halk" açısından bakan düşünceler de vardır. Bu görüşte olanlara göre insanın derdi "Hakk" derdi değil, "halk" derdidir; halkla oluş onun bütün iç huzursuzluklarını ve temel kaygılarını yok edecektir.
Hatta kimileri "Hakk derdi" de neymiş? derler, bu derdi yadırgarlar...
İnsan Allah'a yönelmedikçe içinde taşımaya mahkumdur bu derdi. Başka yollarla, başka yönlere yönelmekle hallolunacak bir dert değildir "insanoğlu olma derdi"... İnsanın insan oluşu bu ilahi derdi kazandırır ona; "Hakk"tan yanalığın ve O'na yönelişin hissettirdiği dertle insan "insan" olur.
ARİFLER AÇISINDAN KAMİL İNSANIN SEYRİ
Arifler bunu pek güzel ifade ederler; kamil insan oluşun merhalelerini şu dört seyirde toplarlar:
1- İnsanın kendi "ben"liğinden "Allah"a gidişi.
2- Allah'ta; Allah'la birlikte yolculuk (yâni Allah'ı tanımak)
3- Allah'tan halkullah'a; yaradandan yaradılana, ama yalnız değil, Allah'la birlikte halka doğru yolculuk (yâni Allah'ı tanıma ve Hakkı bilişten sonra bu gerçeği halka götürüş)
4- Hak'la birlikte halkın arasında oluş: Hak'la birlikte halkın arasında yapılan yolculuk (halkı da Hakka yaklaştırmak, yâni halkı kurtuluşa götürmek amacıyla halkın arasında yaşamak)
Meseleyi bundan daha sarih ve daha güzel açıklayabilmek kabil değil... İnsanoğlu Allah'tan uzak bulunduğu sürece O'na yönelmez, O'na doğru gidemez; gerisi boştur, bunun aksini kabul etmek gerçekten büyük bir hatadır.
Allah'ı andığından; O'nu kabul edip Rabbini tanıdığından kendisini Allah'a yakın hissedecek, O'nun da kendisiyle olduğunu fark edecektir. İşte o zaman - bu merhaleye varmış olan insan yaratıcısını -ve dolayısıyla yaratılış gayesini- tanımış ve idrak etmiş olmanın mesuliyetiyle halka gidecek ve Hak'la beraber ve halkla birlikte olacaktır. Böyle bir insan "rabbani"dir, "ilahi"dir, Allah'a aittir. Böylesi bir insan bir lahzacık olsun Rabbini unutmaz, O'ndan gafil olmaz, halkın arasında bulunan böyle bir insan, onları da kendisiyle birlikte -Hakka- götürür; onları kurtuluşa hidayet eder, Allah'a yaklaştırır.
İnsan bu merhaleleri kat etmedikçe ne kendi derdine çözüm bulabilir, ne de halk için bir şeyler yapabilir... İnsanın yolculuğu halktan Allah'a doğrudur derseniz oracıkta kalır, bir adım öteye gidemezsiniz. Bazı maddeci ekoller gibi "insan Allah'a yönelmeden, O'nu tanımadan insanlara yönelip onları kurtarabilir" denilirse sadece yalan söylenmiş olur; bu haliyle topluma hiçbir faydası dokunmaz insanın. Zira tarih boyunca insanları ve toplumları kurtarabilmeyi başaranlar, öncelikle kendilerini kurtarabilmiş olanlardır!!.. Hatalar ve yanılgılar içinde yüzen bir insanın topluma hiçbir şey veremeyeceği, henüz kendisini ıslah etmemiş olanın hiç kimseyi ıslah edemeyeceği aşikardır.
Sahi; insanı kurtarmak derken ne kastedilir? Neden kurtarış, hangi şey ya da şeylerden kurtuluş? Mesele, neden ya da nerelerden kurtulmasıdır onun? Tabiatın esaretinden, doğaya bağımlılıktan mı? İnsanın diğer insanların esaretinden kurtuluşu mu yoksa? Başka bir deyişle insanın hemcinslerinden bağımsızlığı anlamında bir "hür oluş" mu? İnsanın kurtuluşundan, bağımsızlık ve hürriyetinden söz ederken kastedilen şey nedir?
Doğrusu; insanın kendisinden kurutuluşudur, kendi benliğinden, nefs-i emmaresinden, kendi "sınırlılığından" kurtulmasıdır. İnsan, kendi "sınırlı benlik"inden kurtulamadıkça tabiatın esaretinden ve doğaya tam bağımlı olmaktan da kurtulamaz; böyle bir insan diğer insanların esaretinden de kurtulamayacaktır.
İÇSEL VE DIŞSAL EĞİLİMLERİN BİRLİKTELİĞİNİN GEREKLİLİĞİ
İşlemek istediğimiz konunun daha ilk merhalesindeyiz. Bu gece Ramazanın 21. gecesi; son on gecenin ilki... Ramazanın son on gecesine girildiğinde, yâni bu geceden itibaren, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) yatak -yorganını dürüp bir köşeye kaldırır, Şevval ayı girinceye dek de onlara elini sürmezdi. Yâni Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ramazanın son on gecesi asla uyumazdı; bu on gece ibadet gecesidir çünkü; Rabbiyle halvet ediş, O'na yakarış, dua ve münacat gecesidir...
Bunu zikretmemin sebebi; daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi değerlerde ifrata kaçılmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Bazen bir değerde aşırıya kaçma yüzünden bütün diğer değerler mahvolup gitmektedir.
Evvelce de belirtmiş olduğumuz gibi, geçmişte Müslümanlar, ibadet değerine aşırı bir eğilim göstermiş, neticede diğer değerler bütünüyle unutulup gitmişti. Her şey ibadetten ibaret bir hal alır olmuştu, tek hareket ibadetti, tek olay ibadetti, tek ölçü ibadet, tek değer ibadetti... Bugün de başka bir eğilim ortaya çıkmakta yavaş-yavaş... Başka bir ifrat baş göstermede şimdi de... Bir gurup insan, İslam'ın içtimai yönüne aşırı temayül göstererek onun ilahi boyutunu giderek unutmada;[7] başka bir deyişle yeni bir yanlışlığa irtikap olunmada; diğer bir "aşırılık" gündeme gelmede.
Adamın biri merkebe binemeyince gerilemiş, var gücüyle koşup sıçramış; ama hayvanın sırtına oturacağı yerde öbür tarafa, yere düşünce şaşkınlıkla" Hay Allah !" demiş "Yine önceki gibi -yaya- kaldık!..."
Esas olan ölçülü ve dengeli olmaktır. İslami ölçü ve dengeyi kaçırdıktan sonra toplumdan uzaklaşan bir "abid"le "Allah'tan uzaklaşan bir toplumcu" arasında ne fark kalır? İslam nazarında ikisi de ifrat, ikisi de yanlıştır bunların; "İbadete eğilim gösteren, fakat halktan uzak yaşayan" birisiyle "Halka eğilim gösteren, fakat Hak'tan uzak yaşayan" birisi arasında hiçbir fark olmayacaktır:
Feth suresinin sonunda yer alan ayetlere dikkat ediniz:
"Muhammed, Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar, kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler."[8]
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabı, onun yetiştirmiş olduğu kimseler nasıl insanlardı? Evet; inananlar, Hakk ve hakikat düşmanlarına[9] karşı böyledirler işte... Yerinden sarsmayan bir duvar gibi serttirler.
"Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda yan yana, omuz omuza, kurşunla kenetlenip kurulmuş bir duvar gibi saf kurarak savaşanları sever..."[10]
Evet, inanan ve hakikati kabullenenlere karşı şefkatli, merhametlidirler; kendi aralarında vahdet, birlik, beraberlik ve sevgi hakimdir, haktan yana olanlara karşı yumuşak, kafirlere karşıysa sert ve çetindirler. İslami toplumun özellikleridir bunlar; yüzyıllardır unuttuğumuz hasletlerimizdir bizim...
Devamında şöyle açıklanır onların durumu:
"Onları görürsün ki rüku etmedeler, secdeye kapanmadalar Allah'tan lütuf, ihsan ve razılık dileyerek; yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmededir."
Burada Kur'an-ı Kerim, mezkur ilahi değeri anlatır; topluma en yakın olanları, gerçekten insanları düşünenleri, bu hususta "en iyi" olanları vasfeder... Onlar Rablerinden kendilerine daima "daha iyi" ve "daha ileride" olmayı nasip etmesini isterler; bulundukları yer ve durumu yeterli bulmazlar, günden güne ilerlemek, her geçen gün Allah'a biraz daha yakın olmak ve O'nun rızasını daha fazla kazanabilmek arzusundadırlar. İbadetin en ileri derecesi, en yüce çeşididir bu; bütün ibadetleri Allah rızasına nail olabilmek içindir yalnızca; yegane amaçları O, yegane endişeleri O'dur..."onların bu vasıfları Tevrat'ta da vardır; ve onlara ait bu vasıflar İncil'de de var.
Allah-u Teala daha sonra İslami toplumu örneklendiriyor:
"Adeta ekilmiş bir taneye benzer ki filiz vermiştir, derken filizi kuvvetlenmiştir, derken kalınlaşmıştır da dümdüz boy vermiştir, gövdelerine dayanıp yücelmiştir; ekincileri şaşırtır, sevindirir..."[11]
Ayet-i kerimede İslami toplum bir filize benzetilmektedir; yeşeren ve gelişen bir filizdir bu; bir tohumken yeşermiş ve böylesine gelişmiştir; bütün ekincileri hayrette bırakan bir gelişmeyle hem de!
Kur'an-ı Kerim, bu iki eğilimi bir arada ve İslami toplumdaki insanları pek güzel bir ifadeyle beyan eder:
"Tövbe edenler, ibadette bulunanlar, hamdedenler, oruç tutanlar, -savaşmak veya bilgi elde etmek için- yurttan yurda gezenler, rüku edenler, secdeye kapananlar, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler ve Allah sınırlarını koruyanlar... İşte bu inanmış kişileri de müjdele."[12]
Görüldüğü gibi ayet-i kerimede, inananların ilahi boyutları zikredilmektedir; onlar: Tövbe edenler, istiğfarda bulunanlar, ibadet edenler, oruç tutanlar, rükua ve secdeye varanlar ve toplumu ıslah edenler olan "iyiliği emredip, kötülüğü nehyedenler"dirler. Keza:
"Onlar sabredenler, doğru sözlü olanlar, alçak gönüllü olup -Allah'a- itaat edenler, cömert olup -mallarını yoksullara ve Allah yolunda- harcayanlar ve seher çağlarında suçlarının bağışlanmasını dileyenlerdir."[13]
Evet, ayet-i kerimede inananların belirgin vasıfları böylece sarih bir ifadeyle açıklanmaktadır. Burada şu noktayı da hemen hatırlatalım ki Kur'an-ı Kerim'de "sabır" kelimesi daima "dayanma ve yılmaksızın mukavemet gösterme" anlamında geçer, özellikle savaş meydanlarında sabır ve mukavemet zikredilir; ayet-i kerimenin sonunda ise "seher çağlarında Allah'ı anma ve O'ndan mağfirette ve bağışlanmada bulunma" vasfından söz edilir.
İslam'da bu eğilimlerin birbirinden tefkiki mümkün değildir; inanan, bütün bunları bir arada kabul etmek ve kendisinde bulundurmak durumundadır. Bu temayüllerden birini hafife alan, diğerlerini de hafife almış olacaktır.
Hz. Mehdi (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) hazretlerinin ashabını anlatan pek çok hadis-i şerifte "Geceleri bir rahip, gündüzleri bir aslan kesilir onlar" buyrulur.[14]
İSLAM TARİHİNDEN BİR ÖRNEK
Hz. Mehdi'nin (a.f) ashabı hakkında böyle buyrulduğuna göre Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ashabının nasıl insanlar olduklarını kestirebilmek güç olmasa gerek.
Usul-ü Kafi'de geçen ve Mevlana'nın da Mesnevisinde şiire döktüğü meşhur bir hadis vardır ki Sünni ve Şii muhaddislerce sıhhatinde muvafakat edilmiştir. Rivayete göre Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir gün Ashab-ı Suffe'nin ziyaretine giderler Hz. Resulullah (s.a.a) mescidin avlusunda yaşadıkları için kendilerine bu adın verildiği mezkur yoksulları sık-sık ziyaret ederdi.[15]. Sabahın alaca karanlığıdır, gözü bu ashap arasında bir gence takılır; fevkalade bir haleti vardır bu gencin. Onun durumu Hz. Resulullah'ın (s.a.a) dikkatini celbeder; gözleri çukura inmiş, rengi sararmıştır; normalin dışında bir görünüşü vardır bu gencin. Hz. Resulullah (s.a.a) "Bu geceyi nasıl sabahladın?"[16] diye sorar gence, delikanlı cevap verir: "Yakin bulmuş olarak sabahladım ya Resulullah!" Bu; "sizin beyan buyurduğunuz, insanlarca ancak sizin ağzınızdan duyulabilen gerçekleri ben basiretle gördüm" manâsına geliyordu. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) onun ağzından biraz daha laf alabilmek için "Her şeyin bir alameti vardır" buyurdular, "Sen de yakin ehli olduğunu iddia ettiğine göre yakininin alameti nedir, söyler misin? Delikanlı "Alameti odur ki" dedi, "Geceleri uykusuz, gündüzleri susuz bırakır beni." Bunun anlamı şuydu: Gecelerimi ibadetle geçirip gündüzleri oruç tutmuş olmam, yakinimin delilidir. Bu yakin, geceleri yastığa baş koyup uyumama engel olmakta, bir gün olsun gündüzün iftar etmekten beni alıkoymakta... Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Bu yetmez" buyurdular, "Yakin etmiş olduğuna dair daha fazla delil göstermeni isterim." Genç adam "Ya Resulullah" dedi, "Bu dünyada yaşadığım halde öbür dünyada olup bitenleri görür gibiyim ben; oradan gelen sesler kulağıma çalınmada adeta...[17] Cennet ve cehennem ehlinin seslerini duyuyorum. Eğer izin verecek olsanız ashabınızı da teker-teker söylerim size; hangisi cennetlik, hangisi cehennemlik, anlatırım..." Söz buraya gelince Hz. Resul-i Ekrem "Sus" buyurdular, "Bu kadarı kafi..."[18] Daha sonra "Delikanlı" buyurdular, "Arzun nedir?" Genç adam "Şehadet ya Resulullah! ...Allah yolunda şehit olmaktır arzum." diye cevap verdi...
Evet... Gecesi ve gündüzü böyle bir gencin arzusu şehadet... İslam'a iman eden insan budur işte; mü'min budur; İslam'ın insanı budur. Her iki derde de sahiptir, ancak; ikinci derdi, birinci derdinden neşet bulmuştur onun; taşıdığı ilahi dert bu ikinci derdi meydana getirmiştir. Kur'an-ı Kerim "Ey inananlar, sabır ve namazdan yardım alın; şüphesiz ki Allah, sabredenlerledir..."[19] buyurur. Daha sonraki ayet oruçla ilgili olarak da sabır ve yardımdan söz eder... Oruç nasıl yardım edebilir bize? Allah'a ibadetten, O'na tapınma ve O'na yönelişten nasıl bir yardım almamız söz konusudur?...
Toplumda gerçek ve güçlü bir Müslüman olmayı dileyen, hakiki bir mücahit olmayı arzu eden birisi her şeyden önce tam bir ihlasla namaz kılmalıdır, namazını hakkıyla eda etmelidir...[20]
Kimileri namazı küçümserler, "Namaz da neyin nesi oluyor yâni?" derler, "İbadet vb. şeyler kocakarılara düşer; insan sosyal olmalıdır, aydın olmalıdır biraz..." derler... Hayır... Aydınlık bu değildir asla...
Hattaboğlu Ömer de kendi döneminde "Hayye ala hayr-il amel" (haydin, hayırlı amele -namaz- koşun) ibaresini ezandan kaldırırken böyle bir aydınlık fikirlikle düşünmüştü. Fakat büyük bir hataydı bu... Bilindiği üzere onun dönemi fütühat dönemiydi, üst üste fetihlerin yapıldığı, cihad ve mücahede ile iç içe olunan bir dönemdi... Müslüman savaşçılar akın-akın cepheye gidiyor; küfre ve şirke karşı savaşıyorlardı... Sayıları az olduğu halde büyük orduları dize getirmiş, yenilgiye uğratmışlardı. İslam orduları sayıca toplum 50-60 bin civarında oldukları halde her biri yüz binlerce askerden müteşekkil ordulara sahip olan iki büyük imparatorluğa karşı savaşmada ve onları bozguna uğratmadaydılar. Rum ve İran imparatorlukları yüz binlerce savaşçıyla Müslümanlara saldırdıklarında İslam askerleri sayıca yüz bini bulmadıkları halde her iki cephede de onları bozguna uğratmış ve savaştan muzaffer olarak çıkabilmişlerdir. Cihadın yerli yerince anlaşıldığı ve tam manasıyla Müslümanların hayatının bir parçası olduğu bir dönemdi bu, İslam'ın nice mücahitler, nice savaşçılar yetiştirebileceği gözler önüne serilmişti artık.
Böyle bir dönemde halife "hayye ala hayr-il amel" ibaresinin ezandan kaldırılmasını önermekte... Neden? Nedeni şudur: Müezzin ezan okuduğunda tekbir ve ardından şahadetleri getirdikten sonra "hayye ale's-salat" (namaza koşun ve "hayye ale'l felah" (felaha, kurtuluşa koşun, namaz kurtuluştur) demekte ve bu ibareler hiçbir sakıncaya yol açmamaktadır. Ancak bu ibarelerden sonra söylenen "hayye ala hayr-il amel" (namaz en hayırlı ameldir; en hayırlı amel olan namaza koşun) ibaresi sakınca yaratmakta; zira bu cümle cihada giden mücahitlerin moralini bozmaktadır. İstidlal şudur: Bu cümleyi duyan mücahit, ister istemez duraklamakta ve kendi kendisine "Namaza mı yönelmeli, yoksa cihada mı? "diye sormaktadır. Çünkü müezzin "Namaz en hayırlı ameldir, en hayırlı amel olan namaza koşun !" diye haykırmaktadır ona. Bunu duyan mücahit elbette amellerin en hayırlısına -madem ki bu namazdır, o halde namaza- koşacak ve savaş meydanına gidip cihad etmektense Medine'de; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kabr-i mutahharı civarında kalıp mescidde namaz kılmayı ve amellerin en hayırlısını işlemeyi tercih edecektir... Varsın diğerleri cihad ede dursun; ölsün, öldürsün, yaralansın, güzü kör olsun, kolu- bacağı kesilsin, karnı deşilsin... ben buracıkta kalır, günde bir kaç rekat namaz kılar ve onlardan daha hayırlı bir amel işlemiş olurum!... Üstelik çoluk çocuğum da yanı başımda bulunmuş olur! düşüncesiyle hareket edecek ve cihattan vazgeçecektir... Hayır, bu apaçık yanlış düşüncelere yol açmakta; öyleyse "hayye ala hayr-il amel" ibaresini ezan-ı Muhammedi'den kaldırmalı ve onun yerine "esselat-u hayrun min'en nevm!" (namaz, uykudan daha hayırlıdır) ibaresini koymalıdır. Zira "En hayırlı amel olan namaza koşun!" cümlesi, mücahitleri cihattan caydırmakta, savaştan soğutmakta ve namazın cihada tercih edilmesine yol açmaktadır!...[21]
Halbuki sayıları yüz bini aşmayan İslam savaşçıları, kendilerinden kat-kat üstün ordulara sahip olan her iki imparatorluğu da yenilgiye uğratabiliyorduysa bunun bir nedeni vardı... Sahi, sayıca az oldukları halde Müslümanların zafer kazanmalarının, fetihten fetihe koşmalarının sebebi neydi?
Neye dayanıyordu bu fetihler?
Silah üstünlüğüne mi?
Arap silahları Romalılar ve İranlıların silahlarından daha etkin ve daha üstün müydü?
Hayır.
İranlılar ve Romalılar, devrin en ileri medeniyetine sahip iki büyük imparatorluğu teşkil ediyorlardı; savaş teçhizatı bakımından en ileri teknik ve en iyi silahlara sahiptiler. Romalılar ve İranlıların kullandıkları silahlar karşısında Arap kılıcı köhne bir demir parçası olarak telakki edilmedeydi...
Arap ırkı, Pers ve Roma ırkından daha güçlü ve daha kuvvetli miydi yoksa?
Hayır!...
İslam'dan önce Araplar müteaddit kere her iki imparatorluğa yenik düşmüşlerdi; mesela Sasani imparatorlarından Şahpur Zulektaf Arapları şiddetli bir bozguna uğratmış, savaşçıları zincirlere bağlayıp esir etmişti. Arabın fevkalade bir gücü söz konusu değildir. Pers ve Roma imparatorlukları karşısında siliktiler daima...
O halde nasıl oldu da Araplar hem İran, hem Roma imparatorluğunu yenilgiye uğrattılar? Hangi güçle başardılar bunu?..
Elbette ki iman gücüyle... "Haydin, hayırlı amele koşun" ibaresinin kazandırdığı güçtür ki Müslüman Arapları muzaffer kılmış, düşman ordularını dize getirmiştir.
Namazın gücüdür bu... Allah Teala'ya dayanış, O'na güveniş ve Kur'an'ın tabiriyle; gece vakti namaza durduğunda, ellerini açıp duaya koyulduğunda, Rabbinden medet umduğunda güç kazanır Müslüman! B güç moral verir ona, ruhunu kavi eder. Roma ve İran imparatorluklarını alt eden bu moral ve bu ruhi üstünlüktü işte...
Arap, nereden almaktaydı bu morali?
İmanından...
Namaz nedir peki?
İmanı tazelemek değil midir? Namaz kılan kişi imanını tazelemektedir. Allah-u Ekber diyen kişi tekbir getirdikçe korkusuzlaşmakta ve "Allah'tan büyük yoktur" demektedir."Allah büyüktür", "O, en büyüktür" dedikçe O'nun dışındaki her şey gözünde küçülmekte, naçiz oluvermektedir... Bir tek tekbir; bütün zahiri görkem şaşaa ve heybetleri silip götürmeye yetmektedir. Tekbir getirildiğinde O'ndan başka her şey ve herkes bir "hiç" oluverir... Mü'min, yüz binlerce düşman askerini karşısında görünce "La havle ve la kuvvete illa billah-il aliyyil azim" ve "Allah-u Ekber"le korkusuzca dikiliverir orduların karşısına... "Allah büyüktür... Allah'a dayanın, Allah'a güvenin; O'ndan yardım dileyip O'ndan güç alın"...Mücahide bu gücü veren onun namazıdır işte... "Hayye ala hayr-il amel" (En hayırlı amel olan namaza koşun) cümlesinin mücahit bir insanı cihattan alıkoyacağını, cihadı bırakarak evinde oturup namaz kılmayı tercih etmesine sebep olacağını sanmak büyük bir hata, büyük bir yanılgıdır. Böyle bir zanna kapılan kişi, cihadın kendisine farz olduğu kimsenin mutlaka cepheye gitmesi ve savaşa katılması gerektiğini; bu durumda namaz için Medine camiinde kalmanın o kimseye haram olduğunu bilmektedir. Namazın kabulünün şartı cihad; cihadın kabulünün şartı da namazdır; bunları yekdiğerinden ayrı mütalaa etmek, böyle bir zanna kapılmak çok büyük bir hatadır. Cihatsız namaz batıldır; namaz eksi cihad denklemi sıfıra eşittir; cihadı olmayan bir namaz "hayr-ul amel" olamayacağı gibi, "şerr-ul amel"dir de aynı zamanda!... Namaz bu değildir! Kişiyi cihattan alıkoyan şey namaz olamaz, İslam'ın namazı değildir bu; eğer böyle birisi varsa ona İslam'da namazın ne olduğunu açıklayıp öğretmek gerekir. Müslüman'a namazın en hayırlı amel olduğunu öğreten ve hatırlatan ibareyi kaldırmak değil; namazı doğru tebliğ edebilmektir doğru olan. İslam'ın buyurduğu namaz, kişiyi cihattan alıkoyup camilerde inzivaya çeken namaz değildir; İslam'ın namazı, amellerin en hayırlısıdır, "hayr-ul amel"dir,
Namazın, Müslümanı cihattan alıkoyacağını zanneden kişi, bu yanlış düşünceyi silip atmalıdır aklından. Şunu bilmelidir ki İslam mantığında ve İslam nizamında değerlerin değeri ibadettir; evet ibadettir ama söz konusu edilen şey "İslami ibadettir ancak; şartları vardır, en sarih ve en gerekli şartı da "Kur'ani" olmasıdır, yâni Kur'an'ın ölçülerine mutabık kalmasıdır. Bu ölçüyse Kur'an'da açıkça belirtilmiştir. Kur'an; namazın ancak etkisini gösterebildiği zaman namaz olabileceğini söyler. Namazın etkisi nedir:
"Namaz insanları kötülükten alıkoyar..."[22]
Evet, namazın en belirgin vasfı, insanı kötü ve yanlış şeylerden alıkoyucu olmasıdır. Kişi eğer namaz kılıyor, fakat buna rağmen yine de kötü ve çirkin şeyler yapıyorsa bu, namazın etkisizliğinden değil, "onun kıldığı namazın namaz olmayışından"dır. Böyle birisi hatayı kendisinde aramalı ve her şeyden önce nasıl ve niçin namaz kıldığını yeniden gözden geçirerek namazını düzeltmelidir.
Namaz...
Namaz, insanı bütün insani ve İslami değerlere ulaştırabilir... Yeter ki doğru kılınsın; hakkıyla eda edilmiş olsun.
Ebu Talib oğlu Ali'den öğrenilecek çok şey var gerçekten. İslami değerleri bütünüyle görebilmek mümkündür onda. Onun Nehc-ül Belağa'sının her sayfasında ayrı bir insan bulursunuz karşınızda; çeşitli İslami boyutların hepsini taşımaktadır o zira.
Her yerde ayrı bir kişiliktir o, çünkü bütün İslami değerleri bir arada kendisinde toplamış bir bütündür onun kişiliği.
Bir yerde, bir bakarsınız tepeden tırnağa kahramanlık mantığı kesilmiş... Bütün hayatını askeri meşgalelerle geçirmiş, tepeden tırnağa savaş tecrübeleriyle donanmış mükemmel bir askeri mantığa sahip biri vardır karşınızda adeta... Başka bir yerde ise başka bir insan, apayrı bir kişilikle karşınıza dikilir; bu da Ali'dir (a.s); fakat bu defa bütün varlığıyla kendisini ibadete adamış, ilahi aşktan başka bir şey düşünmeyen bir arif oluvermiştir her şeyiyle!...
HZ. ALİ'NİN (A.S) MERTLİĞİ VE MÜRÜVVETİ
Nehc-ül Belağa, onun bu çok yönlü kişiliğini yansıtan konuşmalarla doludur. Ancak biz konumuzun sınırlarında kalmak durumunda olduğumuzdan İslami mantık ve bu mantıktaki çok yönlü kişiliğe örnek olması için bu konuşmalardan sadece birini vermekle yetiniyoruz burada:
Sıffin savaşında -savaş fiilen başlamadan önce- Hz. Ali (a.s) ile Muaviye orduları arasındaki ilk çarpışma Fırat kıyılarında olmuştur. Taraflar savaşa girişmeden önce öncü kuvvetler gönderilmişti; Muaviye, komutanları ve danışmanlarının da fikir birliğiyle Fırat kıyılarını işgal etmişti. Böylece Hz. Ali'nin (a.s) ordusunun su yolunu keserek onları hayati bir ihtiyaçtan mahrum bıraktıklarını; neticede susuz olarak savaşı sürdürmeyecekleri için de geriye dönüp yenilgiyi kabul edeceklerini hesaplamışlardı...[23]
Ali (a.s) savaşa girişmeden önce taraflar arasında müzakerelerde bulunulmasının faydalı olduğunu söyleyerek meseleyi kan dökmeden, görüşme yoluyla hayırlı bir sonuca bağlamayı teklif etti. Görüşme ve müzakereyle hallolunabilecek bir meseleyi savaş ateşine sürüklemenin; arada Müslüman kanı dökülmesine sebebiyet vermenin vebali olacağı inancındaydı. Bu cihetle Muaviye ordularının Fırat kıyılarını işgal ettiklerini haber aldığında Muaviye'ye bir haberci gönderip "Henüz biz karşı karşıya gelmeden, bir mahalde karşılaşıp görüşmeden siz su yolunu bize kapadınız!" dedi -bu da Muaviye'nin savaş kışkırtıcılığında bulunduğunu gösteriyordu-.
Hz. Ali'nin mesajını alan Muaviye savaş erkanını toplantıya çağırarak kendileriyle görüşüp danıştı, fikirlerini aldı "Mesele budur, Ali suyu bırakmayı istiyor ne dersiniz?" dedi. Toplantıda bulunanlar muhtelif görüşlerdeydiler; kimi serbest bırakılmasından, kimi de aksinden yanaydı. Amr b. As, birinci grubun görüşüne katılmıştı "Suyu bırakın" dedi "Çünkü bırakmazsanız zorla alacaklar; o zaman da el aleme rezil olacağız..."Fakat ötekiler buna karşı çıktılar, suyu bırakmanın büyük hata olacağını, Ali ordularının bu kıyıları, ele geçiremeyeceğini öne sürüyorlardı. Sonunda ikinci grubun görüşü benimsendi ve Fırat suyunun Ali (a.s) ordularına kapatılması kararlaştırıldı. Ali (a.s) haberi aldığında karşı tarafın savaşı körüklemeye, kan dökmeye azmettiğini sezdi, işi ancak kılıç halledecektir. Savaşı Ali'ye (a.s) tahmil etmişlerdi, savaşmaya zorluyorlardı onu. Başka çare kalmadığını gören İmam (a.s), ordunun karşısına geçip bir konuşma yaptı; baştan sona yiğitlik terennüm eden; binlerce kös, binlerce savaş marşından daha etkin olan bir hitabeydi bu:
"Askerler! Muaviye bir bölük azgını etrafına toplamış ve size karşı çıkmış durumda! Fırat'ın suyunu kapatmışlar size; kıyıları tutmuşlar, sizi sudan mahrum bırakmaya niyetlenmişler!...
Ne yapmalı dersiniz?
İki yol var karşımızda şimdi: Ya alçakça yaşamak, yada vuruşarak şerefle ölmek!
Dostlar! Su mu istiyorsunuz? Doyasıya, kana-kana Fırat'ın suyundan susuzluğunuzu gidermek mi istiyorsunuz?...
Pekala... O halde evvela şu alçakların kanına susayan kılıçlarınızı sulayın...
Su istiyorsanız, kılıçlarınızı, size su yolunu kapatan bu sapkınların kanıyla bir güzel yıkayın önce... Sonra dilediğiniz suya kavuşacaksınızdır! Susuzluğumuzu mertçe vuruşarak giderebiliriz ancak; başka yolu yok bunun!..."
Ardından, bütün orduyu coşturan, damarlarına, iliklerine değin yiğitçe bir heyecan ve feveranla kasıp kavuran bir cümle söyledi; bu cümle hayat ve ölümün , Hz. Ali'ye (a.s) göre askeri yorumuydu:
"Dostlarım! Hayat nedir sizce?!
Yeryüzünde yürümek, adım atıp hareket etmek, yiyip içmek ve yatıp uyumak mıdır hayat?
Ya ölüm... Ölüm nedir sizce?!
Toprağın altına gidivermek mi?..
Hayır!
Elbette ki hayır!
Hayat ve ölüm, bunlar değildir asla!
Hayat; ölerek de olsa muzaffer olmaktır!
Ölümse, yenilgi ve esaretle yaşamaktır!
Kahrolarak, alçalarak yaşamadır ölüm kahrederek, yiğitçe yücelerek ölmekse hayattır![24]
Evet... Ali'nin konuşmasıdır bu... Bir yiğitlik destanı, bir kahramanlık deyimidir sanki...
Yüz binlerce savaş marşından daha etkin bir cümledir bu...
"Ölüm, esareti kabullenip kahrolarak alçakça yaşamakta,
Hayat; kahrederek, yiğitçe vuruşarak yücelip şerefle ölmektedir!.."
Bu inançla savaşa giren elbette zafer kazanacaktır...
Nitekim Ali (a.s) orduları çok kısa süren bir çarpışmadan sonra Fırat kıyılarını ele geçirdiler, Muaviye ve ordusu susuz kalıvermişti şimdi!...
Muaviye, kendilerine biraz su verilmesini rica eden bir mektup gönderdi Hz. Ali'ye (a.s). Hz. Ali'nin (a.s) adamları bunu kabul edemeyeceklerini söylediler, gönderilen habercilere, "Su yolunu ilkin siz kestiniz, size su vermeyiz dediniz; şimdi nasıl su istersiniz bizden?" dediler.
Fakat Hz. Ali (a.s) onları yatıştırdı, bunun doğru olmadığını söyleyerek "Onların yaptığı hataydı, bizim böyle bir hataya, böyle bir alçaklığa tevessül etmemiz düşünülemez, mertlik değildir bu... Ben düşmanımla savaş meydanında vuruşur, zaferi savaş meydanında ararım. Bu gibi baskılara tenezzül etmek ne bizim ne de izzet ve keramet sahibi başka bir Müslüman'ın şanına yakışmaz dedi ve gönderilen habercilere diledikleri kadar su alabileceklerini söyledi!...
Mertlik ve mürüvvet denilen şey budur işte!...
Mertlik, cesaretten çok daha üstün bir vasıftır.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hz. Ali'ye hitaben şöyle der Mesnevi'de:
"Der şecâat şir-i rabbanisti
Der muruvvet-i hod ki daned kisti"[25]
Evet, Hz. Ali'yi (a.s) böyle tavsif eder Mevlana:
"Cesarette Allah'ın aslanısın
Mertlikteyse ancak sen bilirsin kendini..."
Cesaret ve şecaatle rabbani aslansın sen, Allah'ın aslanısın. Mertliğiniyse anlatabilmek mümkün değil, dile sığmaz, kelimelerle anlatılmaz mürüvvetin...
Ali'nin binlerce boyutundan biridir bu yalnızca...
HZ. ALİ'NİN (A.S) MÜNACATI
Kimi zaman da sosyal faaliyetlerden fırsat bulduğunda Rabbiyle baş başa kalır, uzlet eder; tarifi imkansız bir aşk ve şevkle raz-u niyaz eder, Rabbine ibadete koyulur. Nehc-ül Belağa'da bu kişiliğine rastlayabilirisiniz onun.[26]
"Allah'ım! Senin evliyaların için yakınların en yakını, dostların en iyisisin sen. Senden daha yakın yok bana, senden daha yakınını görmedim kendime. Allah'ım! Yalnızım ben, dostum ve yakınım yok senden başka... Ancak seninle hissetmedeyim ben. Allah'ım! Sana güvenenler için herkesten daha güvenilirsin sen; çağırana ilk koşan, daima hazır olansın sen. Allah'ım ! Sen, dostlarının, seni seven aşıklarının kalplerinde yatanı bilirsin; batınlarından haberdarsın; içyüzlerini görür, bilirsin onların... İrfan ve basiretlerinin derecesinden tamamıyla haberdarsındır; kim ne kadar arif, kim ne kadar basiretlidir en iyi sen bilirsin. Sırları senin indinde açık, gizlilikleri senin nezdinde aşikardır; gönülleri sana doğru kanatlanmadadır onların..."[27]
Burada bütün Müslümanlara "Kumeyl Duası"nı ısrarla okumalarını tavsiye ederim. Ali'nin (a.s) duasıdır bu, Kumeyl'e o öğretmiştir bu duayı. İrfani açıdan fevkalade mükemmel bir duadır bu, irfanın doruğuna ulaşılmıştır bu duada. Bu duayı baştan sona okuyan bir kişi onda ne dünyayı bulacaktır ne ahireti (ahiret derken cennet ve cehennemi kastediyorum.) O halde nasıl bir duadır bu; ne vardır onda dünya ve ahiret yoksa eğer?!
Bu duada dünya ve ahiretin ötesi, çok-çok ötesi bir şey vardır.
Kumeyl duasında yalnız ve yalnız "Allah"vardır. Bu muazzam dua, baştan sona Allah'ı anış ve sırf O'na yöneliştir. İhlasla dolup taşan bir kulun, O'nun azamet ve celali karşısında coşa gelip taşmasıdır; ihlasla dolup taşan bir kulun Rabbiyle irtibatıdır.
Kumeyl duasında gerçek ibadeti ve Ali'nin (a.s) Rabbine karşı kulluğunun ihlasını ve bu kulluğun fevkalade mahiyetini sergiler Kumeyl duası.
İmam Zeynelabidin (a.s) Ramazan sabahları duasında, Ebu Hamza Sumali duasında Rabbine nasıl münacat eder, nasıl yakarır ona ? Bunu, mezkur duayı tam bir ihlasla okurken hissedebilir insan ancak...
Dua...
Müslümanlığımızın ilk adımıdır bu. Dinimizde ileri atacağımız ilk adım Rabbimize yönelik, O'na yakın olmaya çalışmaktır, O'nun yakınlığını kazandıktan, tam bir ihlasla O'na yöneldikten sonradır ki ferdi, içtimai vb. mesuliyetlerimizin farkına varırız ve bu mesuliyetleri hakkıyla ifa edebilmemiz bu durumda mümkün olacaktır.
Tek yönlü eğilimlerimizden bir an önce uzaklaşmamız zaruridir. İslam ümmeti bu tek yönlü ve tek boyutlu eğilimlerin müptelası olmuştur her zaman. Bu "tek yönlülük" ve "tek boyutluluk" doğuran eğilimlerin başka çeşitlerine duçar olmamak ve aynı hatayı yeniden, ama başka şekliyle tekrarlamamak için duanın değerini çok iyi bilmemiz ve duaya gereken önemi vererek bu aslı hafife almamamız gerekmektedir.
Çok önemli bir noktadır bu...
İmam Cafer Sadık (a.s) hazretleri vefatlarından çok kısa bir süre önce, ölüm döşeğinde yattıkları bir sırada bütün yakınlarını yanına çağırır. Herkes gelir, imamın emri üzere o odada toplanırlar. İmam, son defa gözlerini açıp onlara bakar ve son nefesini vermeden önce son nasihatını, inananlara ilk tavsiyesi olan buyruğunu hatırlatır:
"Namazı küçümseyenler, bizim şefaatimize nail olamayacaklardır!..."[28]
Hz. Ali'nin (a.s) ömrünün en ilginç ve şaşırtıcı kesiti, hayatının son 45 saatidir. Onun hayatını muhtelif safhalarda mütalaa etmek mümkündür. Doğumundan Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bisetine kadar geçen yıllar onun hayatının ilk devresini teşkil eder. İkinci devre, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bisetinde hicrete kadar ki dönem; hicretten Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatına kadar geçen süreyse onun hayatının üçüncü dönemine başlangıç teşkil eder, ki bu dönem onun hayatının yine en ilginç ve apayrı hadiselerle dolu dönemidir. Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) vefatlarından kendi hilafetinin başlangıcına kadar geçen 25 yıllık bir süre de vardır ki kendine has özellikler taşır. Dört buçuk yıl süren hilafet dönemiyse Hz. Ali'nin (a.s) hayatının bir başka safhasıdır. Ömrünün son safhası, yaralanışından şahadetine kadar geçen 48 saatten az bir süredir ki onun hayatının en hayret verici dönemidir bu.
Hz. Ali'nin (a.s) kamil insan olduğu, bu son safhada daha belirgin bir şekilde müşahede edilmektedir. Ömrünün son lahzalarını yaşamaktadır artık, ölüm kapıyı çalmaktadır. Kamil insanı tanımanın en sarih ölçülerinden biri de, ölümle yüz yüze geldiğinde nasıl bir tepki gösterdiğine bakmaktır. Yâni insanın ölümü karşılama şekli, onun insanlığının bir ölçüsüdür ve bulduğu son şeklin açık bir ifadesidir. O halde "Hz. Ali (a.s) ölümü nasıl karşıladı?" sorusu onu daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır:
Ölümüne sebep olacak olan kılıç darbesi başına indiği an iki cümle söyler Ali (a.s):
1- Katilin yakalanmasını ister.
2- "Andolsun Kabe'nin Rabbine, kurtuldum, şahadete nail oldum." der. Şehadet, kurtuluştur onun nazarında...
Hz. Ali (a.s) ağır bir yara almıştı. Onu evine taşıdılar, yatağa yatırdılar, Kufe'de yaşayan, devrin tanınmış doktorlarından olan Useyd b. Amr adlı tabibi imamın başucuna getirdiler. Tabip kısa bir muayeneden sonra ümit kalmadığını anladı...[29]
Genelde tedavinin mümkün olmadığı hastaya söylenmez. Ancak Ali'nin öyle birisi olmadığını bildiğinden "Ey mü'minlerin emiri" dedi, "Eğer vasiyetiniz varsa vasiyetinizi yapın artık..."
Bu sırada Hz. Ali'nin (a.s) küçük kızı Ümm-ü Gülsüm babasını yaralayanın -ezelden ebede dek lanet olsun ona- yanına gider ve ona serzenişte bulunur, "Babam sana ne yaptı ki ona bu kötülüğü reva gördün?" der ve ekler: "Umarım babam iyileşir de sen ettiğinden utana kalırsın hep..." Bunun üzerine katil İbn-i Mülcem, küçücük yavrucağın bu umudunu da boşa çıkarmaya çalışarak "Boş yere ümitlenme"der, "Ben o kılıcı bin dirheme (ya da dinar) aldım, bin dirhem de (ya da dinar) verip en kuvvetli zehirle bilettim... Bu zehir, değil babanın başına, bütün Küfe halkının başına bir anda indirilecek olsa, hepsini öldürebilecek güçtedir. O halde boşuna ümitlenme, bu durumda kurtulması imkansız artık onun..."
Hz. Ali'nin (a.s) insanı hayrette bırakan diğer bir davranışı da kendi katiline karşı tutumudur... O durumda yemek yiyemeyeceği için kendisine biraz süt getirirler. Sütü gördüğünde katilini hatırlar ve "Bana verdiğiniz yiyeceklerden ona da verin." der. Vasiyetini yaparken, ona iyi davranmalarını, aşırıya kaçmamalarını öğütler "Ey Abd'ul Muttaliboğulları!" der. "Ben öldükten sonra halka Emir-ül Mü'minin şöyle oldu, onun katlinde filancanın parmağı vardı deyip şunu bunu suçlamayın sakın... Beni öldüren ancak bir kişidir."
Sonra İmam Hasan'a (a.s) dönüp, "Oğulcağızım" der, "O bana bir kılıç darbesi vurmuştur sadece; iki ya da daha fazla değil, yalnızca bir darbe..."[30] Benden sonra bu iş senin elinde; dilersen onu serbest bırakır, dilersen kısas edersin... Ancak kısas edecek olursan şunu unutma ki o bana yalnızca bir kılıç darbesi vurmuştur, çok değil; sen de ancak bir darbe vurabilirsin ona; ölürse ölür; ölmezse kalır, kurtulur.
Bunları söyledikten sonra yine tutuklunun -İbn-i Mülcem- halini sorar "Yemeğini verin; aç ve susuz bırakmayın sakın" der. Kendisine bir şey getirdiğinde "Ona da verdiniz mi bundan? diye sorar ve "Bana getirdiklerinizden ona da verin mutlaka." buyurur...
Evet... Ali'dir (a.s) bu... Düşmanına, katiline karşı tavrı ve tutumu böyledir onun... Ne de güzel demiş Mevlana:
"Cesarette Allah'ın aslanısın sen, Mertlikte, kendinden başka kim bilebilir kim olduğunu?"
Onun mertlik ve insanlığına verilebilecek binlerce örnekten biridir bu yalnızca...
Ölüm döşeğinde yatmaktadır... Her dakika durumu daha kötüleşmekte, vücuduna yayılan o korkunç zehir her lahza etkisini daha çok göstermektedir. Olayı duyan koşmuş; dostları başucunda, kapı eşiğinde beklemeye koyulmuştur. Bütün şehir mateme bürünmüş durumdadır, herkes mahzun, herkes üzgündür; her yerden ağlama sesleri çalınmadadır kulağa... Fakat bu sırada başucunda bekleşmekte olanlar İmamın (a.s) huzur ve mutlulukla tebessüm etmekte olduğunu görürler; o mutebessim haliyle "Andolsun Allah'a; başıma gelen bu iş hiç de tatsız gelmiyor bana" der, "Bu şahadetin ta kendisidir işte; Allah yolunda şehit olmaksa en büyük arzumdu her zaman... Hele ibadet sırasında şehit olmak... Bundan daha güzel ne olabilir?"[31]
Bunları söyledikten sonra Arapça'da meşhur olan bir deyim kullanır: Bilindiği üzere o zamanlar Araplar çölde, çok zor şartlar altında yaşarlardı. En büyük problemleri suydu; bu yüzden sulak ve yeşillik bölgelerde çadır kurarlar, sular çekilip otlar kuruyunca başka bir saha ararlardı. Ancak, gündüzleri çöl sıcağı dayanılmaz şiddette olduğundan bu arayış havanın biraz da olsa serinlediği akşam karanlığından sonra başlar ve su bulununcaya kadar bütün gece sürerdi. Bu cihetle, o günün Araplarınca sık kullanılan ve manası pek iyi anlaşılan bu deyimi kullanır ve "Dostlarım" der"Gecenin karanlığında su arayan birisi ansızın karşısında bir pınar bulur da nasıl sevinirse, ben de öyle sevinmedeyim işte... Aradığımı bulmuşluğun, sevgilime kavuşuyor oluşun sevincini tatmadayım şimdi!..."
Hafız, "Andolsun Kabe'nin Rabbine kurtuldum" terennümünü bakın nasıl seslendiriyor:
"Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.
Gecenin o zifiri karanlığında ab-ı hayat verdiler bana...
Ne kadar kutlu geceydi o; seher, ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi
O kadir gecesinde ben berat aldım işte!"
Evet, onun en ilginç ve etkili konuşmaları, hayatının son 45 saatinde yaptığı konuşmalardır!!...
Hz. Ali (a.s) Ramazanın on dokuzuncu günü tan yeri henüz ağarmaya başladığında yaralanmış ve aldığı öldürücü yara neticesinde Ramazanın 21. gecesinin bitimine doğru şahadet şerbetini içerek melekut alemine doğru kanatlanmıştır.
Son lahzalardı... Herkes başucuna toplanmıştı İmamın... Kuvvetli zehir, giderek daha fazla yayılıyor ve bütün vücudunu etkisi altına alıyordu... İmam, zehrin etkisiyle bazen kendisinden geçip komaya giriyor; kısa bir süre sonra yine kendisine gelir gelmez inciler saçıp nasihatlerde bulunarak her biri nice hikmetler taşıyan son derece kıymetli öğütlerde bulunuyordu. Onun son nasihati yirmi madde[32] halinde sıraladığı meşhur tavsiyeleridir. Ehl-i Beyt'ini yanına çağırır; önce Hz. Hasan ve Hüseyin'e (a.s); daha sonra da diğer evlatlarına tek-tek hitap eder ve ardından bu nasihati, tarih boyunca yaşayan ve yaşayacak olan bütün nesillere yöneltir ve muntazam bir sıralamayla öğüdüne başlar:
"...İkinize -Hz. Hasan ve Hüseyin- bütün evladıma, Ehl-i Beytime ve bu sözlerim kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koymayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun; ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak bütün -nafile- namazlardan ve oruçlardan üstündür.
Allah için, Allah için yetimleri koruyun; bazen aç, bazen tok bırakmayın, size emanet edilen haklarını yitirmeyin onların... Allah için, Allah için Kur'an'a riayet edin... Allah için, Allah için namazı bırakmayın, çünkü namaz, dininizin direğidir..."[33]
Böylece söz konusu yirmi maddelik vasiyetini teker teker sıralayıp bitirdi. Bu sırada başucunda durup dikkatle onu dinleyenler, birdenbire halinin değiştiğini, bitkince gözlerini yumduğunu gördüler; alnına iri ter damlaları birikmişti, dudakları kıpırdıyor, bir şeyler söylüyordu o haliyle. Onun ne dediğini duymak için iyice eğildiler, dikkatle kulak verip dinlediler, İmam son lahzalarında kelime-i şahadeti terennüm etmekteydi "Eşhed-u enla ilahe illallah ve eşhed-u enne Muhammeden abduhu ve Resulühu..."
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
5. Oturum
MUHTELİF EKOLLERE GÖRE
İNSAN-I KAMİLİN TANIMI
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[34]
İnsanoğlu için bir ekol ya da bir ideoloji öne süren herkes "kemal" ve "kamil insan" konularında da belli bir görüş taşır. Bu ideolojilere göre "ahlak" denilen şey bilimle değil, fenle ilgilidir; yâni ahlak; var olan haliyle var olan bir şey değil, "olması gereken"ler statüsüne giren bir kavramdır.
Ahlak, insanda var olması gereken birtakım hasletler bütünüdür. Öyle ki bunlara sahip olması halinde insan, insanlığın yüce mevkiine erişebilecektir. Başka bir deyişle; kamil ve üstün insan bu vasıflar toplamıdır.
Muhtelif ideoloji ve dünya görüşlerinin kamil insan konusunda öne sürdükleri nazariyeleri belli birkaç ana başlık altında hülasa edebilmek mümkündür:
Bunlardan biri "akliyyun=akılcılar"ın görüşüdür. Bu görüşün öncüleri insana akıl açısından yaklaşır ve aklı, insanın ana cevheri olarak kabul ederler; insanın insanlığı, onun aklında ve akıllılığındadır derler. Akıl da, fikir ve düşünce gücüdür...
Geçmişte yaşamış kimi filozofların -ki bunların arasında bizimkiler de vardır- öne sürdüğü bu görüşün temsilcilerinden biri de tanınmış bilimadamı Ebu Ali Sina'dır, Onlara göre kamil insan, hekim-bilgili ve akıllı- insan demekti; başka bir deyişle insanın kemali, onun hikmet ve bilgisiydi. Onların "hikmet"ten kastettikleri şey neydi peki? Bugünkü anlamda "ilim" denilen şey mi? Hayır, hikmetten kasıtları, varlık aleminin bütününün doğru ve genel bir yorumuydu, bu ise bilinen anlamdaki bilimden farklı bir şeydi. Meselenin daha iyi anlaşılması için burada ilimle felsefe arasındaki farkı kısaca açıklamanın faydalı olacağı kanaatindeyim:
Tahran şehrini tanımak ve bu şehir hakkında bilgi edinmek isteyen birisini ele alalım. Bu şahıs için mezbur şehir hakkında iki tür bilgi elde etmek mümkündür: 1) Genel ve yüzeysel, fakat muhkem bir bilgi. 2) Kısmi, fakat belirli ve detaylı bir bilgi. Birinci durumdaki bilgi, mesela Tahran belediyesinde çalışan bir harita mühendisinin sahip olduğu bilgidir. Böyle bir şahsa "Tahran'ın haritasını çiz", ya da "Tahran'ı bana tanıt" derseniz bir kağıt üzerine şehrin genel bir haritasını çizebilir; bu haritada şehrin doğu, batı, kuzey ve güney yön ve il sınırlarını iyice belirler; şehrin anayollarını, ana caddelerini, parkları ve meydanlarını gösterir; mesela şurası Tecriş, şu taraf Hz. Abdülazim mıntıkasıdır der. Böylece söz konusu mühendis, Tahran hakkında size genel bir bilgi vermiş ve bu şehrin bütününü genel bir çerçevede tanıtmıştır. Fakat bu haritada, sizin evinizin yerini göstermesi ya da onun vermiş olduğu bilgiyle o haritada sizin evinizin yerini tam olarak işaretleyebilmeniz mümkün değildir.
İkinci yol olarak "kısmi, fakat belirgin ve detaylı bir bilgi" dedik. Bu da, Tahran hakkında bu bilgilere sahip olmayan, mezkur mühendis gibi bu büyük şehrin genel durumundan söz edecek kadar bilgisi bulunmayan, ancak şehrin belli semtlerini çok iyi bilen birisinin sahip olduğu bilgidir. Söz konusu şahıs, o mühendis gibi şehrin bütün anayollarını, parklarını, cadde ve meydanlarını eksiksiz olarak sayıp dökemez, belki çoğunun yerini ve adını bile duymamıştır; ancak bazı semtler vardır ki avucunun içi gibi bilir. Mesela onun bildiği bir semti soracak olursanız mahallesinden yollarına, yollarından sokaklarına kadar sayıp döker size; şu sokak falan yere çıkar der; hatta falan sokakta şu kadar ev, şu kadar mağaza vardır, falan evin kapısı mavi, filan mağazanın kapısı şu renktir diyerek o mahalleyi bütün ayrıntılarıyla anlatıverir!...
O halde bütün şehir hakkında genel bilgiye sahip birisi, şehrin küçük semtlerinden herhangi birini ayrıntılarıyla bilemeyecek, bu küçük semti bütün ayrıntılarıyla bilen birisi de şehrin genel durumu konusunda pekala bilgisiz olabilecektir!
Felsefeyle ilgilenenin durumu da birinci şahıs gibidir. Filozof ya da felsefeci, varlık aleminin genel yapısını kavramaya çalışan kişiye denir. Onun amacı varlığın başlangıç ve sonunu anlamak, varlığın safhaları ve varlık aleminin kendine has kurallarını keşfedebilmektir. O, genel kurallarla ilgilenir; bu yüzden de parçaların teferruatına vakıf değildir; mesela falan bitki ya da filan hayvan, taş veya güneş konusunda -ilmi konular olduğundan- teferruatlı bilgisi yoktur onun.
Filezofun nazarında "hikmet", varlık alemi konusunda genel ve geniş bilgidir. O, bütün varlık alemini belli sınırlarla zihninde tasavvur etmeye yâni bütün varlık alemini aklıyla tasavvur ve teşhise çalışır; ancak onun zihninde şekil bulan bu portre müşahhas ve belirgin değil, müphem ve belirsizdir, nazaridir.
Onlara göre insanın kemali, varlık aleminin bütün sınırlarıyla onun zihnine yansımasıdır. Bu cihetle eski dönem felsefecileri bunu şöyle tabir etmekteydiler: "İnsanın ayni alemle mutabık bir akıl alemi olması. Bu durumda insanın özü bir alem oluverir, ancak akılsal ve fikirsel bir alem." Şairin de demiş olduğu gibi:
"Bilgiden azıcık nasibini alan kişi
Bizzat bir dünya olur, kendisi küçük bir alem kesilir."
Evet, felsefecilere göre kamil insan, aklen kemale ermiş olan insandır. Bu akli kemalin manası ise, o kişinin zihninde varlık aleminin bütün boyutları ve bütün çerçevesiyle şekillenmiş olmasıdır. Bu şekil ve tasavvur; düşünce, istidlal ve akıl yoluyla meydana gelir onun zihninde; yâni aklını kullanarak ve düşünerek varlık aleminin aslını kavrar. Ancak, felsefeciler bununla da yetinmeyerek hikmeti iki planda ele aldılar:
1- Nazari hikmet, ya da teorik bilgi: Bununla kastedilen, varlık dünyasını yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde tanımaktı.
2- Ameli hikmet, ya da pratik bilgi:[35] Bundan kastedilen de insan aklının tam anlamıyla varlığının güdü, güç ve donanımlarına hakim olabilmesidir.[36]
Daha sonra şu neticeyi ortaya koyar felsefeciler: Varlık alemini nazari hikmetle yukarıda anlatıldığı gibi, düşünce ve istidlal yoluyla idrak edip kavrar ve ameli hikmetle de ilerleyip nefsinizi, bütün nefsi istek ve güçler akla tabi olacak şekilde aklın kontrolüne sokabilirseniz, kamil insan olabilirsiniz...
Bu ekol, akıl ve hikmet; başka bir deyişle düşünce ve genel bilgi ekolüdür.
İnsan-ı kamil[37] konusunu ele alan diğer bir ekol ise "aşk" ekolüdür.
İrfan ekolünden ibaret olan aşk ekolü ise insanın kemalinin "aşk"a ve aşkının onu ulaştırdığı varlığa -ki bu da Hakk Teala'nın Zat-ı Akdesinden başka şey değildir- bağlı olduğunu söyler. Bu ekol, hareket ekolüdür; akıl ekolü gibi düşünce ekolü değildir. Akıl ekolünde hekim hareketten değil, düşünceden söz eder. Akılcılık ideolojisinde hareket, ancak zihin ve düşünce hareketidir. Halbuki aşk ekolü, bir hareket ve aksiyon ekolüdür. Ancak bu hareket yatay değil, dikeydir, giderek yükselen, yükseldikçe daha da yüceleşen bir harekettir. Bu hareket de daha sonra yatay harekete dönüşmektedir, ama, kemale ermek isteyen insanın hareketi ilkin dikeydir, Yâni Hakk Teala'ya doğrudur; O'na doğru komutlanış, O'na doğru yüceliş. "Aşk" yolunun yolcusuna göre hakikatleri anlayabilmek için akıl, düşünce ve istidlal yeterli değildir; O'na yaklaşabilmek için daha çok ruha önem vermek gerekir, zira insan ruhu gerçekten manevi bir hareket halindedir; onun bu hareketi, Allah'a varışa değin sürecektir. Bu cihetle "aşk" öğretisine inananlar, akılcılığı yererler daima.
Edebiyatımızın[38] en ilginç bölümlerinden biri "aşk"la "akıl" üzerine yapılan münazara ve tartışmalardır. Bu münazaralar, genellikle irfan ehli tarafından yapılmış ve aşkın akla galip geldiği ilan edilmiştir. Zira bu düşünce ekolünün temsilcileri insanın kemale erebilmesi için akıl ve düşüncenin yeterli olamayacağı görüşündedirler. Onlar "Akıl, insanın bütün varlığı değil, varlığının bir parçasıdır, akıl da göz gibi bir vesileden ibarettir" derler. Son yüzyıl düşünürlerinden Breston da bu konu üzerinde önemle durarak insanın varlık cevherinin akıl değil, ruh olduğunu, ruhun aşk ve sevgi dünyasına ait olup Allah'a doğru hareketten başka bir eylemi olmadığını söyler. Bu cihetle aşk ve onu ihtiva eden ruh, akıl ve düşünceden üstün tutulur ve ona tercih edilir.
Aşk ve onun ilahi potasında eriyişi akla ve aklın istidlallerine tercih edişin örnekleri, Hafız'ın bazı şiirlerinde belirgin bir tarzda göze çarpar. Onların "tevhid" inançları apayrı bir manâ taşır; "vahdet-i vücud" tevhididir bu; böylesine tevhidi bir merhalede her şeyin şekli değişir, her şey "hakkani" bir şekle bürünüverir. Sonra da insan ve Allah ilişkisi çıkar ortaya. Bu ekolün ortaya koyduğu kamil insan modeli, sonunda tanrılaşır, ilahlaşır ve "Allah" oluverir; onlara göre gerçek "kamil insan" tanrıdan başka bir şey değildir. Bu anlamda kemale ulaşan insan kendisini aşar, benliği fani olur ve Allah'a erişir.
Kamil insandan söz eden diğer bir ideoloji ve okul da ne akla, ne de aşka yer vermeyen, ancak ve ancak "kuvvet" ve "kudret"e inanan düşünce okuludur.
Bu görüşe göre kamil insan "kudret ve güç" sahibi olan insandır; çünkü kemal denilen şey "güç ve kudret"tir ancak; kuvvet ve iktidardır; hangi yolla, hangi surette olursa olsun, hangi anlama yorumlanırsa yorumlansın.
Eski Yunan'da kendilerine "sofist" denilen bu akımın öncüleri söz konusu düşünceyi sarih bir şekilde gündeme getirmiş ve "hak, kuvvettir!" diyecek kadar ileriye gitmişlerdir. Onlara göre kudret ve güç "hak"kın ta kendisidir; bu anlamda güçlü insan, ne olursa olsun "haklı" insandır, güçlü olmayan "zayıf" insansa aynı düşünceden hareketle neticede "haksız"dır.
Bu düşünce okuluna göre esasen adalet ve zulmün mefhumu yoktur, anlamsız birer kelimedir bunlar; aslolan kuvvettir ve hak da kuvvetten doğar; yâni güçlülük, haklılıktır. O halde insan bütün çabasını güçlü ve kudretli olmaya sarf etmeli, olabildiğince güçlenmeli ve bunun belli bir sınırı, ya da yolları olduğunu da düşünmemelidir.
Son iki yüzyılın tanınmış düşünürlerinden olan Alman felsefeci Nietsche bu düşünce okulunu, sözüm ona, ihya edenlerin başında gelir. Sofizmin yeni uygulayıcısı diyebileceğimiz bu düşünür adeta büyük bir marifetmiş gibi bu okulun ana görüşlerini belirgin hatlarda topladı. Bu düşünce okuluna göre "doğru olmak, dürüst davranmak, emanete hıyanet etmemek vb. iyi şeyler ve insani vasıflardır" gibi düşünceler tamamen yanlıştır, "insanilik ve iyilik" terimleri saçmalıktan başka bir şey değildir. Düşkünün elinden tutmak, zayıfa yardımcı olmak anlamsızdır; bilâkis, zayıfı daha da ezmek ve düşenin elinden tutacağına beline bir tekme indirmek gerekir. Çünkü zayıf olmak en büyük suçtur zaten! O halde zayıfı cezalandırmak, düşmek üzere olana yardımcı olup elinden tutmak yerine, ayağına çelme takıp yere kapaklanmasına sebep olmak gerekir!...
Din düşmanı olan ve hiçbir tanrı inancı taşımayan Nietsche'e göre "din", zayıfların icadı olan bir inançtır. Karl Marx'ın görüşünün tam tersi bir düşüncedir bu. Marxızme göre din, güçlülerin icadıdır; güçlüler, zayıfları kandırmak ve köleleştirip sömürebilmek için din düşüncesini ortaya atmışlardır
...Nietsche ise bunun tam tersini söyler ve "Dini zayıflar icad etmişlerdir"der. Ona göre zayıflar, güçlülerin gücünü sınırlamak amacıyla bu çareye başvurmuşlardır. Yeterince güçlü olmayanlar "af, bağış, cömertlik, ruh, mertlik, insanlık, iyilik, adalet" vb. kavramları ortaya atarak güçlüleri kandırmış, gerçekte insanoğluna ihanet etmiş; onların bu "iyilik mefhumlarıyla kurdukları oyun"a gelen güçlüler, neticede güçlerini sınırlamak zorunda kalmışlardır...
Onlara göre "nefisle mücadele" denilen şey yanlış ve bir kandırmacadan ibarettir; aksine, nefsini alabildiğine tatmin etmek, tenperver ve canına düşkün olmak gerekir. Aynı şekilde "eşitlik" de saçmadır. Ne demek "eşitlik"?!... Egemen ve ezilen, ezen ve ezilen vardır ve olmalıdır da!... Bir grup (zayıflar), diğer bir grubun (güçlüler) egemenliği altında bulunmaya mecburdur; zayıflar güçlülerin egemenliğine boyun eğmeli, onlar için çalışmalı ve onlara hizmeti bir görev bilmelidirler, çalışmaktan, ezilip horlanmaktan canları çıkıyor olabilir, çıkmalıdır da!...Onların görevi, güçlülerin daha da güçlenmesine yardımcı olmaktır! Zira ancak bu şekilde "en üstün -en güçlü- insan" meydana çıkabilecektir!...
Bu düşünce okuluna göre kadın erkek eşitliği de yanlış ve anlamsız bir kavramdır, kadın haklarından söz edilemez; çünkü erkek güçlü, kadınsa zayıftır. O halde erkek kadından daha üstündür ve kadın, ancak erkeğe -erkek daha güçlü olduğu için- hizmet etmek için vardır, onun yaratılışının tek sebebi de budur zaten!...
Bu düşünce okulunun görüşleri kısaca bunlar... Bu okula inananlara göre üstün insan, kamil ve yüce insan, güçlü olan insandır. Başka bir deyişle üstünlük ve kemalin ölçüsü "güç"tür, "güçlülük"tür.
MUHTELİF EKOLLERE GÖRE
İNSAN-I KAMİLİN TANIMI
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[34]
İnsanoğlu için bir ekol ya da bir ideoloji öne süren herkes "kemal" ve "kamil insan" konularında da belli bir görüş taşır. Bu ideolojilere göre "ahlak" denilen şey bilimle değil, fenle ilgilidir; yâni ahlak; var olan haliyle var olan bir şey değil, "olması gereken"ler statüsüne giren bir kavramdır.
Ahlak, insanda var olması gereken birtakım hasletler bütünüdür. Öyle ki bunlara sahip olması halinde insan, insanlığın yüce mevkiine erişebilecektir. Başka bir deyişle; kamil ve üstün insan bu vasıflar toplamıdır.
Muhtelif ideoloji ve dünya görüşlerinin kamil insan konusunda öne sürdükleri nazariyeleri belli birkaç ana başlık altında hülasa edebilmek mümkündür:
Bunlardan biri "akliyyun=akılcılar"ın görüşüdür. Bu görüşün öncüleri insana akıl açısından yaklaşır ve aklı, insanın ana cevheri olarak kabul ederler; insanın insanlığı, onun aklında ve akıllılığındadır derler. Akıl da, fikir ve düşünce gücüdür...
Geçmişte yaşamış kimi filozofların -ki bunların arasında bizimkiler de vardır- öne sürdüğü bu görüşün temsilcilerinden biri de tanınmış bilimadamı Ebu Ali Sina'dır, Onlara göre kamil insan, hekim-bilgili ve akıllı- insan demekti; başka bir deyişle insanın kemali, onun hikmet ve bilgisiydi. Onların "hikmet"ten kastettikleri şey neydi peki? Bugünkü anlamda "ilim" denilen şey mi? Hayır, hikmetten kasıtları, varlık aleminin bütününün doğru ve genel bir yorumuydu, bu ise bilinen anlamdaki bilimden farklı bir şeydi. Meselenin daha iyi anlaşılması için burada ilimle felsefe arasındaki farkı kısaca açıklamanın faydalı olacağı kanaatindeyim:
Tahran şehrini tanımak ve bu şehir hakkında bilgi edinmek isteyen birisini ele alalım. Bu şahıs için mezbur şehir hakkında iki tür bilgi elde etmek mümkündür: 1) Genel ve yüzeysel, fakat muhkem bir bilgi. 2) Kısmi, fakat belirli ve detaylı bir bilgi. Birinci durumdaki bilgi, mesela Tahran belediyesinde çalışan bir harita mühendisinin sahip olduğu bilgidir. Böyle bir şahsa "Tahran'ın haritasını çiz", ya da "Tahran'ı bana tanıt" derseniz bir kağıt üzerine şehrin genel bir haritasını çizebilir; bu haritada şehrin doğu, batı, kuzey ve güney yön ve il sınırlarını iyice belirler; şehrin anayollarını, ana caddelerini, parkları ve meydanlarını gösterir; mesela şurası Tecriş, şu taraf Hz. Abdülazim mıntıkasıdır der. Böylece söz konusu mühendis, Tahran hakkında size genel bir bilgi vermiş ve bu şehrin bütününü genel bir çerçevede tanıtmıştır. Fakat bu haritada, sizin evinizin yerini göstermesi ya da onun vermiş olduğu bilgiyle o haritada sizin evinizin yerini tam olarak işaretleyebilmeniz mümkün değildir.
İkinci yol olarak "kısmi, fakat belirgin ve detaylı bir bilgi" dedik. Bu da, Tahran hakkında bu bilgilere sahip olmayan, mezkur mühendis gibi bu büyük şehrin genel durumundan söz edecek kadar bilgisi bulunmayan, ancak şehrin belli semtlerini çok iyi bilen birisinin sahip olduğu bilgidir. Söz konusu şahıs, o mühendis gibi şehrin bütün anayollarını, parklarını, cadde ve meydanlarını eksiksiz olarak sayıp dökemez, belki çoğunun yerini ve adını bile duymamıştır; ancak bazı semtler vardır ki avucunun içi gibi bilir. Mesela onun bildiği bir semti soracak olursanız mahallesinden yollarına, yollarından sokaklarına kadar sayıp döker size; şu sokak falan yere çıkar der; hatta falan sokakta şu kadar ev, şu kadar mağaza vardır, falan evin kapısı mavi, filan mağazanın kapısı şu renktir diyerek o mahalleyi bütün ayrıntılarıyla anlatıverir!...
O halde bütün şehir hakkında genel bilgiye sahip birisi, şehrin küçük semtlerinden herhangi birini ayrıntılarıyla bilemeyecek, bu küçük semti bütün ayrıntılarıyla bilen birisi de şehrin genel durumu konusunda pekala bilgisiz olabilecektir!
Felsefeyle ilgilenenin durumu da birinci şahıs gibidir. Filozof ya da felsefeci, varlık aleminin genel yapısını kavramaya çalışan kişiye denir. Onun amacı varlığın başlangıç ve sonunu anlamak, varlığın safhaları ve varlık aleminin kendine has kurallarını keşfedebilmektir. O, genel kurallarla ilgilenir; bu yüzden de parçaların teferruatına vakıf değildir; mesela falan bitki ya da filan hayvan, taş veya güneş konusunda -ilmi konular olduğundan- teferruatlı bilgisi yoktur onun.
Filezofun nazarında "hikmet", varlık alemi konusunda genel ve geniş bilgidir. O, bütün varlık alemini belli sınırlarla zihninde tasavvur etmeye yâni bütün varlık alemini aklıyla tasavvur ve teşhise çalışır; ancak onun zihninde şekil bulan bu portre müşahhas ve belirgin değil, müphem ve belirsizdir, nazaridir.
Onlara göre insanın kemali, varlık aleminin bütün sınırlarıyla onun zihnine yansımasıdır. Bu cihetle eski dönem felsefecileri bunu şöyle tabir etmekteydiler: "İnsanın ayni alemle mutabık bir akıl alemi olması. Bu durumda insanın özü bir alem oluverir, ancak akılsal ve fikirsel bir alem." Şairin de demiş olduğu gibi:
"Bilgiden azıcık nasibini alan kişi
Bizzat bir dünya olur, kendisi küçük bir alem kesilir."
Evet, felsefecilere göre kamil insan, aklen kemale ermiş olan insandır. Bu akli kemalin manası ise, o kişinin zihninde varlık aleminin bütün boyutları ve bütün çerçevesiyle şekillenmiş olmasıdır. Bu şekil ve tasavvur; düşünce, istidlal ve akıl yoluyla meydana gelir onun zihninde; yâni aklını kullanarak ve düşünerek varlık aleminin aslını kavrar. Ancak, felsefeciler bununla da yetinmeyerek hikmeti iki planda ele aldılar:
1- Nazari hikmet, ya da teorik bilgi: Bununla kastedilen, varlık dünyasını yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde tanımaktı.
2- Ameli hikmet, ya da pratik bilgi:[35] Bundan kastedilen de insan aklının tam anlamıyla varlığının güdü, güç ve donanımlarına hakim olabilmesidir.[36]
Daha sonra şu neticeyi ortaya koyar felsefeciler: Varlık alemini nazari hikmetle yukarıda anlatıldığı gibi, düşünce ve istidlal yoluyla idrak edip kavrar ve ameli hikmetle de ilerleyip nefsinizi, bütün nefsi istek ve güçler akla tabi olacak şekilde aklın kontrolüne sokabilirseniz, kamil insan olabilirsiniz...
Bu ekol, akıl ve hikmet; başka bir deyişle düşünce ve genel bilgi ekolüdür.
İnsan-ı kamil[37] konusunu ele alan diğer bir ekol ise "aşk" ekolüdür.
İrfan ekolünden ibaret olan aşk ekolü ise insanın kemalinin "aşk"a ve aşkının onu ulaştırdığı varlığa -ki bu da Hakk Teala'nın Zat-ı Akdesinden başka şey değildir- bağlı olduğunu söyler. Bu ekol, hareket ekolüdür; akıl ekolü gibi düşünce ekolü değildir. Akıl ekolünde hekim hareketten değil, düşünceden söz eder. Akılcılık ideolojisinde hareket, ancak zihin ve düşünce hareketidir. Halbuki aşk ekolü, bir hareket ve aksiyon ekolüdür. Ancak bu hareket yatay değil, dikeydir, giderek yükselen, yükseldikçe daha da yüceleşen bir harekettir. Bu hareket de daha sonra yatay harekete dönüşmektedir, ama, kemale ermek isteyen insanın hareketi ilkin dikeydir, Yâni Hakk Teala'ya doğrudur; O'na doğru komutlanış, O'na doğru yüceliş. "Aşk" yolunun yolcusuna göre hakikatleri anlayabilmek için akıl, düşünce ve istidlal yeterli değildir; O'na yaklaşabilmek için daha çok ruha önem vermek gerekir, zira insan ruhu gerçekten manevi bir hareket halindedir; onun bu hareketi, Allah'a varışa değin sürecektir. Bu cihetle "aşk" öğretisine inananlar, akılcılığı yererler daima.
Edebiyatımızın[38] en ilginç bölümlerinden biri "aşk"la "akıl" üzerine yapılan münazara ve tartışmalardır. Bu münazaralar, genellikle irfan ehli tarafından yapılmış ve aşkın akla galip geldiği ilan edilmiştir. Zira bu düşünce ekolünün temsilcileri insanın kemale erebilmesi için akıl ve düşüncenin yeterli olamayacağı görüşündedirler. Onlar "Akıl, insanın bütün varlığı değil, varlığının bir parçasıdır, akıl da göz gibi bir vesileden ibarettir" derler. Son yüzyıl düşünürlerinden Breston da bu konu üzerinde önemle durarak insanın varlık cevherinin akıl değil, ruh olduğunu, ruhun aşk ve sevgi dünyasına ait olup Allah'a doğru hareketten başka bir eylemi olmadığını söyler. Bu cihetle aşk ve onu ihtiva eden ruh, akıl ve düşünceden üstün tutulur ve ona tercih edilir.
Aşk ve onun ilahi potasında eriyişi akla ve aklın istidlallerine tercih edişin örnekleri, Hafız'ın bazı şiirlerinde belirgin bir tarzda göze çarpar. Onların "tevhid" inançları apayrı bir manâ taşır; "vahdet-i vücud" tevhididir bu; böylesine tevhidi bir merhalede her şeyin şekli değişir, her şey "hakkani" bir şekle bürünüverir. Sonra da insan ve Allah ilişkisi çıkar ortaya. Bu ekolün ortaya koyduğu kamil insan modeli, sonunda tanrılaşır, ilahlaşır ve "Allah" oluverir; onlara göre gerçek "kamil insan" tanrıdan başka bir şey değildir. Bu anlamda kemale ulaşan insan kendisini aşar, benliği fani olur ve Allah'a erişir.
Kamil insandan söz eden diğer bir ideoloji ve okul da ne akla, ne de aşka yer vermeyen, ancak ve ancak "kuvvet" ve "kudret"e inanan düşünce okuludur.
Bu görüşe göre kamil insan "kudret ve güç" sahibi olan insandır; çünkü kemal denilen şey "güç ve kudret"tir ancak; kuvvet ve iktidardır; hangi yolla, hangi surette olursa olsun, hangi anlama yorumlanırsa yorumlansın.
Eski Yunan'da kendilerine "sofist" denilen bu akımın öncüleri söz konusu düşünceyi sarih bir şekilde gündeme getirmiş ve "hak, kuvvettir!" diyecek kadar ileriye gitmişlerdir. Onlara göre kudret ve güç "hak"kın ta kendisidir; bu anlamda güçlü insan, ne olursa olsun "haklı" insandır, güçlü olmayan "zayıf" insansa aynı düşünceden hareketle neticede "haksız"dır.
Bu düşünce okuluna göre esasen adalet ve zulmün mefhumu yoktur, anlamsız birer kelimedir bunlar; aslolan kuvvettir ve hak da kuvvetten doğar; yâni güçlülük, haklılıktır. O halde insan bütün çabasını güçlü ve kudretli olmaya sarf etmeli, olabildiğince güçlenmeli ve bunun belli bir sınırı, ya da yolları olduğunu da düşünmemelidir.
Son iki yüzyılın tanınmış düşünürlerinden olan Alman felsefeci Nietsche bu düşünce okulunu, sözüm ona, ihya edenlerin başında gelir. Sofizmin yeni uygulayıcısı diyebileceğimiz bu düşünür adeta büyük bir marifetmiş gibi bu okulun ana görüşlerini belirgin hatlarda topladı. Bu düşünce okuluna göre "doğru olmak, dürüst davranmak, emanete hıyanet etmemek vb. iyi şeyler ve insani vasıflardır" gibi düşünceler tamamen yanlıştır, "insanilik ve iyilik" terimleri saçmalıktan başka bir şey değildir. Düşkünün elinden tutmak, zayıfa yardımcı olmak anlamsızdır; bilâkis, zayıfı daha da ezmek ve düşenin elinden tutacağına beline bir tekme indirmek gerekir. Çünkü zayıf olmak en büyük suçtur zaten! O halde zayıfı cezalandırmak, düşmek üzere olana yardımcı olup elinden tutmak yerine, ayağına çelme takıp yere kapaklanmasına sebep olmak gerekir!...
Din düşmanı olan ve hiçbir tanrı inancı taşımayan Nietsche'e göre "din", zayıfların icadı olan bir inançtır. Karl Marx'ın görüşünün tam tersi bir düşüncedir bu. Marxızme göre din, güçlülerin icadıdır; güçlüler, zayıfları kandırmak ve köleleştirip sömürebilmek için din düşüncesini ortaya atmışlardır
...Nietsche ise bunun tam tersini söyler ve "Dini zayıflar icad etmişlerdir"der. Ona göre zayıflar, güçlülerin gücünü sınırlamak amacıyla bu çareye başvurmuşlardır. Yeterince güçlü olmayanlar "af, bağış, cömertlik, ruh, mertlik, insanlık, iyilik, adalet" vb. kavramları ortaya atarak güçlüleri kandırmış, gerçekte insanoğluna ihanet etmiş; onların bu "iyilik mefhumlarıyla kurdukları oyun"a gelen güçlüler, neticede güçlerini sınırlamak zorunda kalmışlardır...
Onlara göre "nefisle mücadele" denilen şey yanlış ve bir kandırmacadan ibarettir; aksine, nefsini alabildiğine tatmin etmek, tenperver ve canına düşkün olmak gerekir. Aynı şekilde "eşitlik" de saçmadır. Ne demek "eşitlik"?!... Egemen ve ezilen, ezen ve ezilen vardır ve olmalıdır da!... Bir grup (zayıflar), diğer bir grubun (güçlüler) egemenliği altında bulunmaya mecburdur; zayıflar güçlülerin egemenliğine boyun eğmeli, onlar için çalışmalı ve onlara hizmeti bir görev bilmelidirler, çalışmaktan, ezilip horlanmaktan canları çıkıyor olabilir, çıkmalıdır da!...Onların görevi, güçlülerin daha da güçlenmesine yardımcı olmaktır! Zira ancak bu şekilde "en üstün -en güçlü- insan" meydana çıkabilecektir!...
Bu düşünce okuluna göre kadın erkek eşitliği de yanlış ve anlamsız bir kavramdır, kadın haklarından söz edilemez; çünkü erkek güçlü, kadınsa zayıftır. O halde erkek kadından daha üstündür ve kadın, ancak erkeğe -erkek daha güçlü olduğu için- hizmet etmek için vardır, onun yaratılışının tek sebebi de budur zaten!...
Bu düşünce okulunun görüşleri kısaca bunlar... Bu okula inananlara göre üstün insan, kamil ve yüce insan, güçlü olan insandır. Başka bir deyişle üstünlük ve kemalin ölçüsü "güç"tür, "güçlülük"tür.
AKIL EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[20]
Geçmişteki felsefi deyimiyle "kamil insan", bugünkü felsefi deyimlerde ise "ideal insan" denilen insan tipini tanımak ve gerçekte onun ne gibi özellikler taşıması gerektiğini bilmek zaruridir. Zira her düşünce okulu ve felsefi görüşün vereceği ahlak, eğitim ve davranış şekli; düşünce okulunun tasvip edip tanımladığı "kamil insan" ya da bugünkü deyişiyle "ideal insan" modeline bağlıdır doğrudan doğruya.
İnsanoğlunun "kamil insan" konusunda neler düşündüğünü tesbit edebilmek için bu konuda görüşler öne süren muhtelif felsefe okulları ve ideolojileri etraflıca ele alıp incelemek, daha sonra bunları İslami ölçülerle ele alıp İslam'ın bu görüş ve düşünceleri nasıl değerlendirdiğine bakmak gerekir.
Geçen bölümde bazı düşünce okullarının ana görüşlerine kısaca değinmiş ve bunları kendi esas çerçevelerinde özetle tanıtmaya çalışmıştık. Bu bölümde "akliyyun" felsefesini tafsilatıyla ele almakla başlayacağız incelememize.
Akıl Ekolünün Özetle Açıklaması
Geçmiş çağların felsefe düşünürlerine göre insanın özü ve aslının "akıl" dan ibaret olduğunu belirtmiştik. Bu düşünürlere göre insanın asıl varlığı, onun "aklı"dır; başka bir deyişle insanın gerçek "ben"i, "aklı"dır, insanın kişiliğini "akıl" tespit etmektedir. İnsanoğlunun vücudu ve bedeni nasıl onun "kişilik"inin bir parçası değilse, insanda var olan ruhi ve psikolojik birtakım yetenek ve güçler de onun gerçek kişiliğinin bir parçası değildir. İnsanın gerçek kişiliği, onun "düşünme gücü"dür. İnsan "düşünen" bir yaratıktır; yâni insanoğlunun insani yönü onun "düşünce"si ve "düşünebiliyor olması"dır; "görme gücü" ve "görüyor olma"sı insanın insani boyutuyla ilgili değildir, görme gücü insan için ancak bir vesileden ibarettir. Aynı şekilde insanın aslı "düşünce"dir derken mesela "hayal gücü" ve "tahayyül"ün de insanın "asl"ına ait olmayıp ancak bir araç olduğu anlaşılmaktadır. Aynı düşünceden hareketle, "istek, arzu, şehvet, öfke" vb. duygular da insanın "asl"ının, "öz"ünün; başka bir deyişle "kişilik"inin ölçüsü değildirler. İnsanın "öz"ü ve "asıl benlik"i onun düşünce gücüdür sadece, "düşünebiliyor olma"sıdır. O halde "kamil insan", en iyi düşünebilen insandır, düşüncesi kemale ermiş olan insandır. Düşüncesi kemale ermiş insan tabiriyle de: "Varlık alemini gerçekte var olduğu haliyle, yâni asıl gerçeğiyle idrak edip anlayabilmiş olan insan" kastedilmektedir.
O halde bu düşünce okulunda iki esas görüş mevcuttu. Bunlardan biri, aklın, insanın "öz"ü olduğu, insanın asıl "ben"ini aklın teşkil ettiğidir. İkinci temel görüş ise aklın, alemi var olduğu haliyle ve bütün gerçeğiyle idrak edebilecek güce sahip olduğudur. Yâni akıl bir ayna gibidir, bütün varlık alemini gerçek haliyle kendisinde yansıtır.
Bu görüşü tasvip eden İslam bilgeleri, İslami imanın da esasen bundan ibaret oluğunu savunmuşlardır. Yâni İslam'da ve Kur'an'da sözü geçen "insan" kavramı, varlık alemini gerçek haliyle idrak edebilmek ve anlayabilmektir derler. Alemin başlangıcı, varlığın nereden ve nasıl kaynaklandığı, alemde olup bitenlerin aslı, varlık nizamının olayları ve kurallarını anlama ve bütün bunların neticede dönüp dolaşıp hangi noktaya varacağını kavrama imanın kendisidir.
Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen Allah'a iman, varlığın vasıtaları ve basamaklarından biri olan meleklere iman; varlık aleminin mahluk olduğuna, Allah'ın cihanı kendi haline bırakmayıp hidayet ettiğine ve yönlendirdiğine; bu cümleden olmak üzere peygamberleri, insanları hidayet etmeleri için gönderdiğine, her şeyin Allah'tan geldiğine ve sonunda her şeyin yine Allah'a döneceğine inanmak vb. esaslar sözü edilen "iman" dan başka bir şey değildir. Mezkur bilgeler imanı bir marifet, hikmet, tanıma ve "bilgi" şeklinde tefsir eder ve bu tanıma ve "hakkında bilgi sahibi olma"nın hikmetle tanıma ve cihanın varlığına sahih bir usulle "bilgece" bir felsefi açıklama getirebilme olduğunu, bununla da ilmi ve bilimsel tanımanın kastedilmediğini söylerler. Zira bilim -pozitif bilim- asl değil, "cüz"dür onlara göre. Aslolan hekimane tanıyış ve bilgece genel biliştir, felsefi kavrayıştır. Bu işe varlığın başlangıcı, varlık aleminin başlangıç ve sonu, kainatta cereyan eden olaylar ve varlık aleminin safhalarını idrak etmek demektir.
Akıl Ekolünün Karşısındaki Ekoller
Akliyyun okulu dediğimiz bu felsefi görüşün karşısında yer alan, bu okulla daima mücadele halinde olan muhtelif görüşler vardır. Akliyyun'a karşı çıkan bu görüşlerin başında "İşrakiyyun" düşüncesi -irfan okulu, aşk öğretisi- gelir. Daha sonraki bahislerimizde bu düşünce okulunu da etraflıca ele almaya çalışacağız.
Akliyyun'a karşı çıkan diğer bir düşünce okulu ise "Hadisçiler" ya da "Ahbariyyun" (hadis ve rivayetlere dayanan ve bunu yegane temel kabul edenler)dir. Ahbariyyun ya da Hadisçiler denilen okulun temsilcileri, Akliyyun'un "aklı, varlığı kavramında esas alan" görüşüne karşı çıkar ve onların akla gereğinden fazla önem verdiklerini söyleyerek bunu mübalağalı bir değer olarak telakki ederler.
Akliyyun'a en fazla karşı çıkan ve onu en çok eleştiren okul ise "Hissiyyun=sezgiciler"dir. Hissiyyun, son üç-dört asrın en gözde felsefe okullarından biri durumundaydı. Bu okulun temsilcileri de Akliyyun'a karşı çıktılar, "akıl, sizin sözünü ettiğiniz kadar önemli ve asli bir değer değildir dediler; "Akıl, esasi ve temel değer olarak kabul edilemez. Aslolan his ve sezgidir; akıl, hisle duyuş ve sezgi gücüne tabidir, onun hizmetindedir. Önemli olan insanın aklı ve düşüncesi değil, sezgi gücü ve "hissetme yoluyla duyup kavrama" kabiliyetidir. Akıl, his gücüyle elde edilenleri birtakım işlemlere tabi tutmaya yarayan bir araçtan ibarettir."
Bir fabrikayı ele alalım mesela... Bu fabrikaya belli bir hammadde verilecek, fabrikadaki bir takım araç ve makinalar da bu hammaddeyi işleyecektir. Tıpkı bir dokuma fabrikası gibi, bu fabrikaya verilen ana madde ham pamuktan ibarettir; fabrikadaki araçlar bu pamuğu önce temizler, daha sonra iplik yapar ve bu iplikleri istenen şekilde dokurlar. Akıl da bu fabrika gibidir işte; tek başına ne bir anlamı vardır ne bir fonksiyonu... Esas olan, sezgi gücüyle elde edilen bir takım bilgilerdir. Bu bilgiler, akıl fabrikasının işleyeceği hammadde olarak ona sunulur, onun fonksiyonu bu bilgileri incelemek , araştırmak ve işlemekten ibarettir yalnızca.
Bu arada "Akliyyun" düşüncesinin tamamen yok olmadığını, kimilerince hala itibar gördüğünü de hemen belirtelim. Ancak biz, konunuz itibariyle Akliyyun ve bu okula şiddetli eleştiriler getiren diğer düşünce okulları arasında etraflı mukayeselerde bulunmayacak ve bu mesele etrafında İslam'ın görüşünü esas alacağız.
İslam'da Akli Bilginin Asaleti
Akliyyun okulunun belli başlı temel görüşleri, ana prensipleri vardır. Burada bunları teker-teker ele alıp İslam'la karşılaştıracak ve bunların İslami görüşe ne derece uygun ve İslam inancıyla nereye kadar mutabık kaldığını inceleyeceğiz.
Akliyyun okulunun temel düşüncesini teşkil eden esasların ilki ve en önemlisi: "Aklın asaleti ve düşünce yoluyla elde edilen bilgilerin muteber olduğudur. Aklın ve akıl yoluyla elde edilen bilginin asalet ve itibari derken ne kastedilmektedir?
Bunun mânası şudur: İnsan aklı, varlık dünyasının bütün gerçeklerini idrak edip anlayabilecek güçtedir! Yâni akıl yoluyla elde edilen bilgi "öz bilgi" dir, "hakikat"tır, güvenilir ve en doğrudur. Akıl yoluyla elde edilen bilgiden şüphe edilemez, akıl yoluyla varılan netice ve hükümler yabana atılamaz.
Düşünce okullarının çoğu, akla bu kadar önem vermez, aklı bu raddeye kadar kutsayan düşünce sistemi sayılıdır.
Peki, İslam'ın bu konuda görüşleri nelerdir?
İslam da değer vermekte midir akla?
Evet... Üstelik hiçbir dinin vermediği kadar büyük bir değer vermektedir İslam. İslami metinlerde aklın senediyet ve itibarına verilen değer hiçbir dinde görülmez, hiçbir din onun kadar aklı savunmamış, onun kadar düşünce ve istidlalden yana çıkmamıştır. Mesela Hıristiyanlıkta aklın, iman hususunda zerrece müdahale hakkı ve fonksiyonu yoktur, iman meselesinde hiçbir müdahale hakkı tanınmaz akla. Hıristiyanlık, kişinin iman etmesi gereken herhangi bir konuda aklına müracaat etmemesi ve asla düşünmemesi gerektiğini söyler. Zira düşünce, aklı ilgilendiren bir olaydır; akıl ise bu gibi konulara -iman- kesinlikle karışmamalıdır. İman edilmesi gereken yerde kişi inanır; düşünmez... Bir şeye iman edilecekse o şey hakkında düşünmenin, "neden"ler ve "niçin"lerden söz etmenin lüzumu yoktur, inancı gerektiren hususlarda akla başvurmak ancak abesliktir.
Halkın imanının bekçisi olan mü'min papazların görevi, iman konularına akıl ve düşüncenin karıştırılmasını önlemektir. Esasen Hıristiyanlığın temel şartlarından biridir bu.
İslam'da olay tam tersine cereyan eder. İslam inancında "İslam usulü" ve imanın şartları mütalaa edilirken bunları kabul edecek şahıs mutlaka ve sadece aklına başvurmak durumundadır. Yâni biri çıkıp da: "İslam'ın akait ve iman şartlarından biri nedir?" diye soracak olursa ve siz de ona, mesela "tevhid"dir; "Allah'ın bir olduğuna; ortağı ve benzeri bulunmadığına inanmaktır," diye cevap verecek olursanız. "Neye istidlalle, hangi sebeplerle iman ettin buna? diye sorabilir size pekala... Bu durumda İslam, akıldan başka öne süreceğiniz hiçbir sebep ve gerekçeyi kabul etmemektedir.
Bu arada siz şöyle de diyebilirsiniz: "Allah'ın bir olduğuna, eşi ve benzeri bulunmadığına inanmışın ben, hiçbir delilim de yok, evet hiçbir akli gerekçe de göstermiyorum, fakat siz teferruata değil, neticeye bakın. Neticede benim inanmış olmam önemlidir, niçin ve neye dayanarak inandığımın ne önemi var? Ben bu inancı büyüklerimden aldım, ninemden duydum ve inandım Allah'a!.. Mesele benim inanmış olmamdır; ninemden duyarak dedemden işiterek ya da rüyada görmüş olduğum bir şey üzerine inanmıştım işte, ne fark eder?!"
Ancak, İslam bu inanca karşıdır; bir rüyaya,bir rivayete ya da geçmişlerden öyle geldiği ve öyle duyulduğu için kabul edilen inanca İslam'da yer yoktur. Kişinin, ortamın etkisiyle ya da bir töreye uymuş olmak için elde ettiği inancı reddeder İslam; o, kendi aklıyla burhan ve delillerle kanaat getirmeli ve bu yakinle inanmalıdır der.
Hıristiyanlık akidesine göre iman ve akait usulleri, akla kapalı tutulan "yasak bölge"dir. Bir Hıristiyan din adamının, dinini seven bir papazın en önemli görevi, bu alanı akıl ve düşüncenin nüfuzundan korumaktır. İslam'da inanç ise bütünüyle aklın elindedir; akıldan başka hiçbir güç bu sahaya müdahale hakkına sahip değildir.
İslami metinlerde bu konuyla ilgili fevkalade beyanlar, çarpıcı konuşma ve hükümler mevcuttur. Her şeyden önce Kur'an'a bakınız; sürekli insanoğlunun aklını kullanmasından söz eder, onu düşünmeye davet eder. Burada, İslam'ın akla verdiği önem ve bu ehemmiyetin ölçüsü mevzuunun iyice açıklık kazanabilmesi için birkaç ayet, hadis-i şerif ve Musa b. Cafer'den (a.s) nakledilen bir hadisi -ki İslam'ın akla verdiği değeri Kur'an'ın ayetlerine dayanarak açıklamaktadır- zikretmenin faydalı olacağı inancındayım.
İslami kaynaklarda, hadis ve rivayet kitaplarında, mevcut bütün İslami metinlerde aklın ehemmiyetinden söz eden sayısız hadis, ayet, rivayet ve bahisler vardır. Temel hadis kitaplarının hemen bütününde ilk bölümün akılla ilgili bahislere tahsis edilmiş olması bu konuda verilebilecek en çarpıcı örneklerden biridir. Mesela Usul-ü Kafi'yi elinize aldığınızda kitabın ilk bölümünün "Kitab-ul Akl" denilen, akılla ilgili bahisler olduğunu görürsünüz. Akla ve düşüncenin ehemmiyetine dair ne kadar hadis varsa bu bölümde toplanmıştır. Musa b. Cafer'den (a.s) bu hususta nakledilen bir hadiste oldukça çarpıcı bir tabir göze çarpar: "Allah'u Teala'nın insanlara göndermiş olduğu iki resulü, iki hücceti vardır. Bunlardan biri, insanın kendi dışında cereyan eden resuller olayıdır, bu anlamda peygamber (s.a.a) onun "dış peygamberi"dir. Diğeri ise "akıl" dır. Akıl, insanoğlunun "iç peygamberi", "deruni Resulü"dür"[21]
Allah Teala'nın insanlara vermiş olduğu bu iki hüccet birbirinin tamamlayıcısıdır. Yâni akıl olur, peygamberler olmazsa, insanoğlu yalnız aklıyla saadet yolunu bulamayacaktır. Aynı şekilde akıl olmaz, fakat peygamberler olursa, insanoğlu bu defa da mutluluğa götüren yolu seçebilmekten aciz kalacaktır. Akılla nebi, her ikisi bir araya gelerek belli bir görevi -insanın doğru yolu bulması- yerine getirmektedir! Akla bunca ölçülü ve yerinde bir değer vererek düşünceyi böylesine savunan kim vardır? İslam'da aklın değerini savunan, bunun gibi daha birçok tabirlere rastlayabilirsiniz. İşte onlardan birkaçı:
"Akıllı kişinin uykusu, cahil kişinin ibadetinden üstündür."
"Akıllının yemek yemesi, cahilin oruç tutmasından üstündür."
"Akıllının sükunu ve sukut etmesi, cahilin hareketinden üstündür."
"Hiçbir peygamber yoktur ki bisetinden önce Allah Teala onun aklını kemale erdirmiş olmasın. Bir peygamber, peygamberlikle görevlendirilmeden önce Allah Teala onu akılca mükemmelleştirir ve ümmetinin en akıllısı kılar."
İslam inancında Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Akl-ı Küll"dür... Hıristiyanlık inancıyla asla bağdaşmayan bir inançtır bu. Esasen Hıristiyanlıkta akılla din, iki ayrı şey olarak mütalaa edilir. İslam ise peygamberini "Akl-ı Küll=her şeyi kavrayan akıl" olarak tanımlayan bir dindir.
O halde bazı düşünürlerce kabul edilen aklın hüccet olma hali; yâni aklın yoluyla bir gerçeğin bilinmesi ve anlaşılmasının mümkün olduğu görüşü kesinlikle İslam'a uygun ve İslam dinince de teyid edilen bir görüştür.
Akıl Ekolü Üzerine İki Eleştiri
Felsefecilere göre insanın cevheri ve asıl benliği, onun aklıdır, diğer uzuvlar aklın hizmetinde bulunan. araçlardan ibarettirler, önemli fonksiyonları yoktur bunların. Vücut, bütün organlarıyla aklın araçları durumundadır, insana bahşedilen göz, kulak, hafıza, hayal gücü, vehme kapılma vb. gibi insanda var olan bütün güçler ve yetenekler, insanın gerçek varlığına hizmet amacıyla vardırlar; bu gerçek varlık ise "akıl"dan başka bir şey değildir.
Evet... Felsefecilerin görüşü bu...
Bu görüşü İslam kabul etmekte ve akıl için yapılan bu tanımlamayı onaylamakta mıdır?
Hayır...
İnsanın bütün cevherini yalnızca akıldan ibaret sayan, insanoğlu için akıldan başka bir kimlik ve kişilik tanımayan bu görüşe "İslami esaslara uygundur" diyebilmek mümkün değildir.
İslami metinlerde aklın tanımı bu değildir. İslama göre akıl, insanın bütün varlığı değil, varlığının önemli bir parçasıdır ancak.
Şimdi gelelim diğer meseleye; tanıma ve bilmenin İslam'daki yeterlilik derecesine:
Bizim felsefe kitaplarının çoğunda; hatta bahislerine irfani bir zevk katan Molla Sadra'nın kitaplarında bile İslam'i iman, genellikle "tanıma" ve "biliş" olarak tefsir edilir. Onlara göre İslam'da iman, tanıma ve bilmeden ibarettir, gerisi önemli değildir. Allah'a iman demek, Allah'ı tanıma ve bilme demektir; peygamberlere iman, onları tanıma ve haklarında doğru bilgiye sahip olma demektir, aynı şekilde meleklere iman, melekleri bilme ve onları tanıyış; ahiret gününe iman da bu günün ne olduğunu biliş ve ahiret meselesini kavrayıştır, başka bir şey değil!
Bu görüş, İslam'da ve Kur'an'da bahsi geçen "iman" kavramıyla zerrece bağdaşmamaktadır... İslam'da iman; biliş, tanıyış ve meseleyi kavrayıştan çok daha öte bir şeydir; son derece hassas bir noktadır bu. Müslüman, şu noktaya önemle ve titizlikle dikkat etmelidir: Tanıma ve biliş kavramları anlamca açıktır; belli bir mesele konusunda bilgi sahibi olma, konuya vakıf olacak kadar tanıma ve bilgi taşıma demektir. Mesela su üzerine çalışan bir bilim adamı suyu tanır, su konusunda bilgilidir; diğeri astronomdur, gök bilimiyle uğraşır, bu da yıldızları ve gezegenleri bilir, gök cisimlerine vakıftır. Aynı şekilde bir sosyologun toplum, bir psikologun ruh, bir jeologun hayvan, bir botanikçinin de bitki konusunda bilgi sahibi olduğu ve her birinin kendi mesleğiyle ilgili mevzulara aşina bulunduğu ortadadır. Buradaki "biliş", "tanıyış" ve aşina ya da vakıf olma kelimeleri, bilinen anlamıyla "konuyu bilme, aslına vakıf olma, meseleyi idrak etmiş ve anlamış bulunma"dan başka bir şey değildir. Biliş, kavrayış ve tanıyış kavramlarını böylece açıkladıktan sonra, şimdi "iman" meselesini ele alalım; Kur'an'da bahsi geçen "iman" kavramı da böyle bir "biliş" ve "anlama" mıdır sadece? Bu durumda mesela Allah'a iman demek, "Allah'ı tanıma ve O'nu bilme"den mi ibarettir yâni? Ya da mesela peygambere iman demek, peygamberin ne olduğunu bilmek ve bu konuda bilgi sahibi olmak mıdır yalnızca?...
Hayır. Kur'an'ın sözünü ettiği iman sadece "o hususta bilgi sahibi olmak ve meseleyi kavramış bulunmak"tan ibaret değildir. Bu da gereklidir, evet; imanın rükünlerinden, imanın şartlarından biri de konuya vakıf olmak ve o meseleyi gereğince kavramış bulunmaktır. Esasen bu "biliş"i taşımayan yâni "bilgisizce" edilen iman, iman değildir zaten. Fakat şu da var ki tek başına "bilgi sahibi olma" ve yalnızca meseleyi kavramış bulunma da iman için yeterli değildir; iman, "bilme"den ibaret değildir... İman, aynı zamanda bir eğilim, bir sempati, sevgi ve teslimiyettir de!... İmanda alaka ve temayül gösterme, ilgi duyma, sevme, teslimiyet duyup alçak gönüllülük hissetme unsurları vardır. "Biliş" ve "tanıyış"ta ise bu unsurlar görülmez. Bilişte, mesela "ilgi duyma" şartı yoktur. Örneğin gök bilimiyle uğraşan bir astronomun, yıldızlar konusunda bilgili olduğu için "yıldızları sevdiği" de iddia edilemez; bir maden mühendisi madenler konusunda bilgilidir ve madenleri tanır, "o halde bu mühendis aynı zamanda madenleri sevmektedir de!..." denilemez. Aynı şekilde bir su uzmanının, sırf bu konuda bilgisi olduğu için ille de suya özel bir ilgi duyması gerekmez aksine kişi, bilgi sahibi olduğu bir konudan, çok iyi tanıdığı bir şey ya da kimseden pekala hoşlanmıyor hatta nefret ediyor olabilir!... Devlet sistemlerine bakınız mesela... bir devlet, çoğu kez "düşman devlet" konusunda bir hayli bilgi taşır, hatta kimi zaman o devleti kendisinden daha fazla tanır ve hakkında çok detaylı bilgiye de sahip olabilir!... Ama ona düşmandır!... Mesela bugün İsrail'de Araplar ve Müslümanlar konusunda uzman olan, hatta bir anlamda İslam bilimcisi denilebilecek araştırmacılar bulunması ve bunların Müslüman ülkelerdeki araştırmacılardan çok daha fazla olması pekala muhtemeldir. Nitekim bugün Mısır, Suriye, Cezayir, vb. İslam ülkeleri üzerinde çalışan İsrailli uzmanların sayısı, İran'dakinden çok daha fazladır, Hatta bugün bizde Mısır konusunda gerçekten uzman diyebileceğimiz doğru dürüst bir araştırmacı bile bulunmayabilir, halbuki İsrail'de yüzlercesi vardır! Keza, Mısır'da da İsrail konusunda araştırmalar yapan uzmanlar mevcuttur. Ancak, İsrail'in bugün İslam ülkeleri üzerinde bunca araştırma yapmış olması ve onları gayet iyi tanıması, İsrail'in bu ülkeleri sevdiği ve Müslümanlara sempati beslediği anlamına mı gelir? Ya da falan İslam ülkesinin İsrail konusunda epey bilgi sahibi olması, bu ülkenin İsrail'e sempati beslediği şeklinde mi yorumlanmalıdır? Tam tersine; her ikisi de yekdiğerinin amansız düşmanıdır aslında...
İslami imanın, felsefecilerin iddia ettiği gibi sadece tanıma ve bilmeden ibaret olmadığını hatırlatan İslam ulema ve düşünürleri, bunu şöyle açıklarlar:
Kur'an-ı Kerim, tanınacak ve bilinecek şeylerin en iyisini, en güzel örneklerle zikretmiş; bu mesellerle ilgili gerekli bütün bilgileri vererek etraflıca tanıtmıştır. Mesela Kur'an, Allah Teala'yı, tanıtılabilecek en güzel şekliyle tanıtmış; peygamberler konusunda en sahih ve en mükemmel bilgileri vermiştir. Aynı şekilde Allah'ın delilleri ve hüccetleri en iyi şekliyle Kur'an'da anlatılmış, mead meselesi etrafında en mükemmel bilgiler de yine Kur'an'da verilmiştir. Ancak Kur'an'ın bunca tanıtmasına ve vermiş olduğu bunca bilgiye rağmen; bütün bunları çok iyi bildiği halde iman etmeyen ve kafir olan -keza bu zeminde de en sarih örneği teşkil eden- birisi vardır: Şeytan... Evet, şeytan bütün bunları çok iyi bildiği ve meseleye gayet vakıf olduğu halde iman değil, inkar etmiştir! Allah Teala'yı şeytan mı daha iyi bilir, yoksa ateist bir materyalist mi?
Bu sorunun cevabı açıktır. Şeytan, bizim tanıdığımızdan çok daha fazla tanır Allah'ı... Bu konuda bilgisi de bizlerden kat-kat fazladır onun... Üstelik binlerce yıl Allah Teala'ya ibadet etmiş, O'na kullukta bulunmuştur!
Acaba şeytanın melekler konusunda da bilgisi var mıdır?
Elbette vardır; Kur'an-ı Kerim'in bizleri onlara iman etmekle mükellef kıldığı meleklerle binlerce yıl birlikte olmuş, onlarla aynı saflarda bulunmuş ve birlikte çalışmıştır...
O, Cebrail'i (ona selam olsun) hepimizden daha iyi tanır...
Ya peygamberleri?
Onları da tanır mı şeytan? Onların peygamber olduklarını, gerçekten Allah'ın elçisi sıfatını taşıdıklarını bilir mi acaba?
Evet!... Hepsini de tanır, hepsini de bilir; üstelik hepimizden çok daha iyi bilir bütün bunları.
Meadı da bilir o... Kıyamet ve ahiret konularında sürekli konuşur Allah'la; bu konuları gayet iyi bilir...Ancak bütün bunlara rağmen Kur'an-ı Kerim şeytanın kafir olduğunu söyler!!
"Ancak, İblis secde etmemişti, ululanmıştı ve o, kafirlerden olmuştu." [22]
İman, felsefecilerin iddia ettiği gibi sadece tanıyış ve bilişten ibaret olsaydı, herkesten önce şeytanın mü'min olması gerekirdi. Halbuki, Kur'an'ın da buyurmuş olduğu gibi, şeytan, mü'min değildir; bilmektedir, buna rağmen inkar etmekte, küfründe ısrardan vazgeçmemektedir. Hakikati bilmekte, bu gerçekten hoşlanmamaktadır; bu gerçeğe eğilimi ve sempatisi yoktur, onu kabule yanaşmamaktadır... Bu örnek açık bir gerçeği ortaya koyar: İman, sadece biliş ve tanıyıştan ibaret değildir. Nitekim kimi İslam düşünürleri Kur'an-ı Kerim'in Tin Suresi'nin altıncı ayetinde "...ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlar başka..." zikredilen "inananlar" ibaresindeki inanışı "nazari hikmet=teorik bilgi" ve aynı ayetteki "iyi işlerde bulunanlar" ibaresindeki iyi işi de "ameli hikmet=pratik bilgi" tarzında açıklarlar. Yetersiz ve yanlış bir yaklaşımıdır bu; mezbur ayet-i kerimede sözü geçen "inananlar" ibaresindeki inanışta, tecrit bilginin çok ötesinde, bu bilgiyi aşan bir unsur vardır. Teorik bilgi, bu unsurun yalnızca bir parçasıdır; bu gerçeğin tümü değil bir kısmıdır. Sözü geçen bütün ilim, bilgi, hikmet ve marifetler bu gerçeğin temelini teşkil eden birer "cüz"den ibarettirler; bu bilgi ve hikmetin çok ötesinde bir unsur vardır ki, o da, yukarıda sözünü ettiğimiz "teslimiyet, temayül ve sevme"dir.
Buraya kadar anlatılanları toparlayacak olursak; Akliyyun felsefesinin üç ana görüşünü ele almış olduk; bunlar:
1- Akıl hüccettir, bir delildir; bir takım gerçek ve doğruları kavrayabilecek, doğru bilgiler elde edebilecek güce sahiptir, onun elde ettiği sonuçlara güvenilebilir. (Bu görüş, İslam açısından da doğrudur.)
2- Akıl insanoğlunun yegane cevheri, onun her şeyidir. (Bu görüşün İslam'a uygun olmadığını belirttik.)
3- Akılcılar, ya da bugünkü deyimiyle rasyonalistlere göre İslami iman; akli deliller ve aklın elde ettiği sonuçlardan ibarettir. İman, bilgi ve tanıyıştan başka bir şey değildir onlara göre. (Son açıklamamızda bu görüşün de İslam'a aykırı olduğunu belirttik.)
İmanın Asaleti
Akliyyun hususunda ele alacağımız diğer bir mesele de imanın "asalet"e sahip olup olmadığı konusudur. İmandan kasıt, ister Akliyyunun iddia ettiği salt marifet (bütün yönleriyle vakıf olma, en detaylı bilgi) olsun, ister marifet onun bir parçası olarak kabul edilsin (ki doğru olanı da budur); soru değişmeyecektir: İman tek başına asalet taşıyan bir şey midir, yoksa kendiliğinden her şey için yeterli olmayan ve "amel" için başlangıç teşkil eden bir gereklilik midir? Meselenin bu noktasında iki düşünce sistemi bütün gücüyle yekdiğerinin karşısına dikilmektedir.
"İmanın asaleti var mıdır?" sorusuyla kastedilen nedir?
Buradaki asaletten maksat "İmanın, insan amelinin itikadi üssü ve hareket mihveri" oluşu açısından bir "asalet" midir?
Başka bir deyişle:
İnsan dünya üzerinde var olduğu sürece çalışıp çabalamalı, elinden gelen gayreti göstermeli, faaliyette bulunmalı, cihad etmelidir vs. Ancak bütün bu çalışıp çabalamalar belli bir plan ve program üzerine olmalı, belli bir amaca yönelik olup yine belli bir takım metod, esas ve kurallara dayalı bulunmalıdır. Bu da muayyen bir itikadi alt yapıyı, başka bir deyişle amacı ve aracı saptayan belli bir "temel inanç sistemi"nin tespitini zaruri kılmaktadır. Zira insanoğlu sürekli hareket içinde olan, fıtraten faal bulunan bir yaratıktır. Bu sebeple hayatta ulaşmak istediği bazı amaçlara ulaşabilmek, pratik bir yaşama planı ve hayat düzenine sahip olabilmek için belli bir temel düşünce ve inanç sistemine ve bir fikri altyapıya ihtiyaç vardır; bu düşünce ve inanç altyapısı olmaksızın gayretlerinin bütünün sonuçları olan üstyapıda muvaffak olması mümkün olmayacaktır. O halde üstyapı düşüncelerinin paralelinde kurabileceği bir inanç ve fikir altyapısı verilmelidir ona. Bu merhalede insan, bir ev ya da herhangi bir bina yapmak isteyen kişiye benzer. Onun asıl amacı; dört duvarı, çatısı, kapı ve penceresi olan bir bina yapmaktır, elde etmek istediği şey aslında bunlardır. Ancak böyle bir binayı yapabilmek, istenen evi dört sağlam duvar üzerine bina edebilmek için önce bu duvarların sağlam bir temele oturtulması, bunun için de temel koyma ve temel atma işlemleri -altyapı-nın tamamlanması gereklidir. Bina, bu altyapı -temel- üzerine kurulacaktır çünkü. Ancak bu altyapı işlemleri onun amacı değildir amacı olan evin sağlam olması ve sağlam duvarlar üzerine kurulması için gereklidir bu altyapı...
Bugün mevcut sosyal düşünce okullarının mesela Komünizmin belli bir takım temel düşünceleri ve fikirleri vardır bu fikirlerin altyapı inanç sistemini materyalizm -maddecilik- oluşturur. Komünizmin kendine has sosyal, siyasi, iktisadi ve ahlaki birtakım programları fikri yapı açısından bu esas -Materyalist düşünce sistemi- üzerine kuruludur. Ancak bu düşünce sistemi amaç değildir onun için. Evet Komünizme inanmış birisi için Materyalizm gerçekte amaç değildir asla materyalizmin tek başına asaleti -kendiliğinden yeterliliği- yoktur.[23] Komünizme inanmış biri için Materyalizmin hakikaten hiçbir asaleti yoktur aslında. Ancak ne var ki o, Materyalizm olmaksızın komünizmin sosyal, siyasi ve iktisadi görüşlerini açıklayabilmenin mümkün olamayacağını zanneder (ki bu zannında yanılmaktadır.) Bu cihetledir ki kendi görüşlerine genel bir açıklama ve izah tarzı getirebilmek ve bu görüşlere belli bir dayanak noktası gösterebilmek için Materyalizme tenezzül etmiş ve bu yolu tutturmuştur.
Nitekim son zamanlarda bazı Komünistler, Komünizmle Materyalizmi birbirinden ayırmış ve "Bizim için Materyalizmin asaleti ve vazgeçilmez gerekliliği hiç de söz konusu değildir; bizim amacımız Komünizmdir, bu pekala Materyalizmsiz de olabilir!" demişlerdir. Bugün Komünizmin bazı cenahlarında, dine karşı açılan savaşta taviz verenler ve daha ılımlı bir tavırla yaklaşanlar göze çarpmaktadır. Çünkü fikri metotlara inanç, onların nazarında zaruri değildir; bu akidevi esaslar, ideolojik inancın altyapısını teşkil eden fikirler durumundadırlar. Zira belli bir dünya görüşüne dayalı olmayan bir ideolojiden söz etmek mümkün değildir, bu dünya görüşü, tıpkı binanın temeli gibidir, ideolojinin muhtelif yönleri bu dünya görüşü üzerine oturtulur ve ona göre tanzim edilip, fakat yine de esas ve amaç bu dünya görüşü değil, onun üzerine kurulan düşünce sisteminin belli boyutları, ya da ideolojidir.
İslam'da nasıldır peki?
İslam nazarında "iman" nedir?
Allah'a, meleklere, meada, peygamberler ve evliyaullaha iman vb. sırf ideolojisini üzerine kurabileceği bir temel ve altyapı inanç sistemi olarak mı koymuştur İslam? İslami iman denilen şey bu fikri altyapıdan ibaret ve kendi başına hiçbir öz değer ve asalet taşımayan bir inanç mıdır? Yoksa bu iman ve temel düşünce metodu İslam ideolojisinin fikri temelini teşkil ediyor olmasının yanı sıra bir öz değer ve asalete de sahip midir? Ya da şöyle mi demek gerekir mesela: "Eğer üzerine bina kurulmayacaksa temel atmanın anlamı yoktur"?...
İslam'a göre "İslami iman" İslam ideolojisinin temelini ve fikri altyapıyı teşkil etmesinin yanı sıra başlı başına asaleti de olan bir unsurdur; yâni iman vazgeçilmez bir değerdir ve buna ilaveten İslam ideolojisinin temelini oluşturma değerini de taşır. Yâni bu açıdan felsefecilerin görüşü doğrudur, imanın bütün değeri, amele mukaddime teşkil ediyor olması değildir sadece, imanın bizzat kendisi de asalete sahip (vazgeçilmez bir değer)dir aynı zamanda. "Aslolan ameldir, ancak amel önemlidir, yapılan iş önemlidir; imanı değerli kılan, sadece ve sadece amelin değeridir. Yoksa, imanın kendiliğinden hiçbir değeri -ve zarureti- yoktur" diyemeyiz. Ancak, şu vardır: İmanın amelden soyutlanması halinde bir sütun yerle bir edilmiş olur.
Kur'an-ı Kerim daima "iman edenler ve salih amel işleyenler" tabirini kullanır. İman ve amel, saadetin iki vazgeçilmez sütunu ve temel dayanağı durumundadırlar.
Saadet binası, bir tek sütun üzerine kurulamaz; yıkılır... İman, İslam nazarında "zati değer"e sahiptir, yâni bizzat kendi sonucu ve sebebiyle değer taşır, başlı başına bir asli değeri vardır imanın. Öte yandan insanoğlunun bu dünyada, hatta özellikle öbür dünyada kemale sahip olması, söz konusu İslami imanı taşımasına bağlıdır. Zira İslam nazarında ruh, gerçekten müstakil ve bağımsızdır; ruh kendiliğinden kemale sahiptir, onun kendi yapısından gelme bir kemali vardır. Ruh, ölümden sonrada bakidir, varlığını devam ettirir; eğer kendi kemallerini elde edemez, ondan uzak tutulursa eksik ve fasit olur ve "saadet"e erişemez.
Kur'an ve Nehc-ül Belağa'dan Örnekler
Bakınız Kur'an-ı Kerim bu hususta ne buyurmakta:
"...Ve burada kör olan, ahirette de kördür ve yolunu da tam sapıtmıştır; şaşırmış gitmiştir..."[24]
Evet, ayet-i kerimede de buyurulmuş olduğu gibi, dünyada kör olanlar, ahirette de kör olarak haşr edileceklerdir. Burada bahsi geçen körlük, zahiri anlamda körlük değildir; yâni mezkur ayette bildirilen olay, dünyada vücut gözleri kör olanın ahirette de kör olacağı; bu durumda mesela İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ashabından olan Ebu Basir'in öbür dünyada kör olarak haşr olunacağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Ayette bahsi geçen körlük deruni körlüktür; yâni bu dünyada gerçekleri görmeyen, hakikatlere gözlerini kapayan; Rabbine, ayet ve alametlerine teveccüh göstermeyen ve inanması gereken hakikatlere inanmayıp bunlardan gafil kalan kişi, ahirette kör olarak haşr olunacaktır; mezkur ayetin başka türlü tefsiri mümkün değildir.
Bu dünyada imanı olmayan, inanması gereken hakikatlere inanmayan bir şahıs düşününüz. Böyle birisi yapılabilecek bütün iyilikleri yapmış olsa; bir insanın gösterebileceği bütün iyi davranışları göstermiş, iyiliğe emir ve kötülükten nehiyde bulunmuş, yeryüzünde tam anlamıyla bir zahit gibi yaşamış ve hayatını bütünüyle halkullaha hizmete adamış; fakat Rabbini tanımış, Allah'a ve meada inanmamış ve kainatın hakikatlerinden uzak yaşamış ise kör kalmış demektir. Nitekim böyle birisi hiç şüphesiz, ahirette de kör olarak haşr olunacaktır. O halde imanı bütün bu amellerin yalnızca mukaddimesi olarak telakki edip "Önemli olan insanın iyi olmasıdır; imanın nasıl olduğu bu durumda ehemmiyet taşımaz, varsın imanı olmasın; iyi amelde bulunması yeter..." şeklinde düşünmek tamamen yanlıştır; kişi mutlaka imana sahip olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim'de ki şu ayetlere dikkat ediniz:
"Beni anmaktan yüz çevirene gelince: Dünyada ona dar bir geçim var, kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. Ya Rabbi, der, beni neden kör olarak haşrettin, halbuki ben -dünyada- görüyordum. Böylece der, sana delillerim geldi de unutuverdin onları, işte sen de tıpkı o çeşit unutulmadasın bugün..."[25]
Evet, kıyamette kör olarak haşredilen kul, itiraz eder, "Allah'ım!" der, "Ben dünyada kör değildim, gözlerim vardı, görürdüm, neden burada körüm şimdi?" Ona şöyle cevap verilir: "Evet, dünyada gözlerin vardı, ama o gözler burada hiçbir işe yaramıyor işte, burada görmek için gereken manevi ve batini gözdür. Bu basiret ve böyle bir görüş dünyadayken sende de vardı, ancak sen dünyadayken kör ettin onu, bu sebeple burada da körsün şimdi ! Bizim ayetlerimiz, alamet ve işaretlerimiz dünyada sana sunuldu. Sen bu alametlere bakarak bizi görüp tanıyabilir, gerçeği kavrayabilirdin; böylece hakikat alemi olan bu aleme göçtüğünde hakiki görüş gücün olurdu. Fakat yaşadığın tabiat dünyasında bunu idrak edemediğin ve kendini kör bıraktığın için burada da körsün..."
Yüce Allah Mutaffifin suresinde şöyle buyuruyor:
"Hayır, doğrusu onlar, o gün Rablerinden perdelenmişlerdir."[26] Bu gibileri kıyamette, hakikat aleminde Rableriyle kendileri arasında -kendi getirdikleri- hicaplar ve perdeleri bulacaklar kamil hakikati idrak etmekten mahrum kalacaklardır.
İmanın manası apaçık ortadadır; insanoğlu bu dünyada öbür dünyayı görebilmek, bu alemde diğer alemi duyabilmek için gelmiştir dünyaya...
Bunu defalarca söylemişimdir; gençlerin Nehc-ül Belağa'ya ilgi duyduğunu görmek fevkalade sevindiriyor beni. Ancak bu kitabın sadece bir boyutuna değil, bütün boyutlarına bakmak ve bütün boyutlarına eğilmek gerekir. Nehc-ül Belağa'nın duyabilen kulaklar hakkında neler söylediğine şöyle bir bakınız... Nehc-ül Belağa imanın asaletine inanır; onun nazarında imanın değeri, fikri ve akidevi esaslara temel teşkil etmiş olması değildir sadece; buna ilaveten imanın öz ve asıl bir değeri de vardır.
Ehlullah hakkında Nehc-ül Belağa'da geçen şu cümleye dikkat ediniz:
"Onlar öyle kimselerdir ki Allah'a yönelip bağışlanma dilediklerinde, günahlarının bağışlanması için Allah'a yalvarıp yakarmakla meşgul oldukları bir sırada rahmet esintilerini hisseder, bağışlandıklarını gönüllerinde duyarlar..."[27]
"Her devirde, her zaman vardır onlar; onların yaşamadığı , onların bulunmadığı bir çağ ve zaman yoktur..."[28]
Hz. Ali'nin (a.s) bu cümlesine dikkat edildiğinde böylelerinin halihazırda bizim zamanımızda da yaşadıkları, yaşamakta oldukları anlaşılır. Zaman, bu insanlardan mahrum bırakılmaz; onlar kendi içlerinde, gönüllerinin derinliklerinde, düşünce dünyalarında Rableriyle konuşur, Onunla raz-u niyazda bulunurlar. Fahr-i Razi'nin bununla ilgili çok güzel bir rubaisi vardır:
"Can alemine kör gitmekten korkarım
Cihandan bihaber gitmekten korkarım.
Ten aleminden can diyarına göçerim amma
Tende iken can alemini görmeden göçmekten korkarım!"
Şair, "Gönül gözüm açılmadan ölüp gitmekten korkmadayım; dünyada gerçekleri anlamamış bir halde iken ahirete göçmekten korkmadayım." demektedir. Şiirde geçen "alemi görmek"ten maksat, bilinen anlamda maddi alemi; duvar, pencere, deniz, yıldızlar vs'yi görmek değildir. Burada kastedilen şey alemin gerçekleri ve ruhudur, varlığın temel ve yaratılışın hikmetleridir; kısacası İslam'ın "iman" diye tabir etmiş olduğu şeydir. Bu cihetle şair "Ben ten aleminde -dünyada- iken can alemini göremezsem; ten aleminden can alemine göçtüğümde can alemini nasıl görebilirim?" demektedir. Zira alemin hakikatlerini bu dünyada görebilmek ve gerçeği buradayken idrak edebilmek gerekir, aksi takdirde can alemine can gözü kapalı olarak göçülecektir. Mezkur şiirde bahsi geçen konu, "Dünyada kör olanların ahirette de kör olarak haşr olunacakları" mealindeki ayet-i kerimede zikrolunan meseleden başka birşey değildir. İslam'da Allah'a inanmak, varlık aleminin vasıtaları olan meleklere ve Hak Teala'nın bizler için feyiz vasıtaları olan enbiya ve evliyaullaha iman etmek; nereden ve niçin gelip, sonunda nereye ve nasıl gideceğimizi bilmek, neticede istesek de istemesek de Hakk'ın tapısına varacağımıza, zira her şeyin sonunda O'na döneceğine -mead- inanmak vs. idrak ve inançlar asalet taşırlar; birer vazgeçilmez değer ve lüzum durumundadırlar. Bu gerçeklere vakıf olmak -marifet- ve inanmak -iman- asalete haizdir; başlı başına vazgeçilmez bir değer ve asalet olmasının yanı sıra, İslam'ın ideolojik fikir ve düşünce temelini teşkil etmesi açısından da asalet taşır. Yüzde yüz asil olan bir iman; bir ideoloji için en ideal fikri ve akidevi temel durumundadır. O halde ne olursa olsun imanı amele, ameli de imana feda etmemek gerekir. Bu ikisi yekdiğerinin tamamlayıcısı ve bütünleyicisidir; birinin diğerine feda ve tercih edilmesi söz konusu edilemez.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere felsefecilerin kamil insan olarak tanımladıkları insan tipi kamil değil, eksik insandır; yâni kemalin bir kısmına sahiptir. Akli kemalin asil olduğu mevzuundaki tespitleri doğrudur. Ancak bütün kemali akla münhasır kılmaları ve insanın diğer yönlerine ehemmiyet vermemiş olmaları sonucu ulaşabildikleri insan yarı kamil insandır. Felsefecilerin tanımlamış olduğu kamil insan modeli, tepeden tırnağa, bilgi ve akıldan yoğrulup yontulmuş bir heykel gibidir, bütün özelliği "yalnızca bilgili olma"sıdır, "bilme"sidir. Onların teorisinde bu insan, iyi bilen bir yaratıktır; ancak bu yaratık sadece bilgiden ibaretti, heyecan yoktur onda; hareket, güzellik vb şeylerden yoksundur. Yegane hüneri "biliyor olma"sıdır, hepsi bu! Bilgilidir o, hem de çok bilgili... felsefecilerin tanımladığı haliyle onun bilgisi bütün kainatı idrak edecek kadar fazladır, yine onların tabiriyle bu insan aslında bir köşede durmuş "başlı başına bir dünya, başlı başına bir kainat"tır.
Bu insan, İslam'ın "kamil insan"ı değildir, bir kemale -akli kemale- sahiptir ama daha pek çok kemalden de yoksundur; bu cihetle en iyimser tabirle biz ona "yarı kamil insan" demekteyiz.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
7. Oturum
AYRINTILARIYLA İRFAN EKOLÜ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[1]
Geçtiğimiz bölümlerde muhtelif okulların kamil insanla ilgili görüşlerini ele almış ve kemale ermiş insan konusunda felsefecilerin bir görüşe, irfan ehlinin başka bir görüşe sahip olduğunu; çağdaş felsefecilerin ise her ikisinden de farklı bir görüş benimsediğini belirtmiş; ardından Akliyyun, Kalbiyyun, irfancılar, sevgi okulu, kuvvet ve gücü esas olan dünya görüşü, insanlara hizmeti esas alan dünya görüşü vb. hususunda genel bir portre çizerek bu görüşlerin ana fikrini özetle anlatmıştık. Bu bölümde mezbur dünya görüşlerinden birini etraflıca ele alarak bu dünya görüşünün muhtelif kısımlarını inceleyecek ve bu konularda İslami düşüncenin neler olduğunu ve İslam'a göre mezbur dünya görüşünün hangi konumda bulunduğunu belirtmeye çalışacağız.
Geçen bölümde Akliyyun okulunu ele almış ve kamil insana bu okulun hangi açıdan baktığını anlatmıştık. Bu bölümde de irfancı ve tasavvufçu dünya görüşünde kamil insanın nasıl tanımlandığı üzerinde duracağız. İrfan ve tasavvuf açısından kamil insanın ne olduğu üzerinde yapılacak bir tartışma, şüphesiz, diğer okulların bu konudaki görüşleri hakkında yapılacak bir tartışmadan daha önemli ve hassas olacaktır bizim için. Zira Eflatun, İbn-i Sina vb. büyük felsefecilerin ortaya koyduğu kamil insan modeli halk arasında revaç ve rağbet bulmuş ve fazlaca tanınmış bir model değildir. Felsefecilerin tanımladığı kamil insan, daha çok yine onların felsefe kitaplarında gündeme gelmiş ve sayfaların mahdudiyetinden kurtulmayıp kitaplarda kalmış bir modeldir. Oysaki irfani ve tasavvufi dünya görüşü, kendi kamil insan modelini halka tanıtabilmiştir. Tasavvufçular nesir ve şiir kitaplarında kamil insan konusundaki görüşlerini etraflıca anlatmış, ilginç örnekleme ve şiirle meseleyi daima gündeme getirebilmişlerdir. Tasavvufçuların kamil insan modelinin halk arasında daha yaygın ve daha cazip bir konum kazandığı da bir gerçek... Nitekim onların kamil insan konusundaki görüşleri de tıpkı felsefecilerin bu konudaki görüşleri gibi kısmen İslam'a uygundur; ancak tasavvufçuların kamil insanıyla İslam'ın kamil insanı arasında belirgin farklar vardır, bu okulun sözünü ettiği kamil insan modeli de yüzde yüz İslami kamil insan değildir.
Arifler Açısından Aşk
Geçen bölümde felsefeciler ve Akliyyunun kamil insanını incelerken onlara göre insanın özü ve zatının "akıl"dan ibaret olduğunu, akıl dışında her şeyin ancak vesile kabul edilip insanın özüne ait bir parça şeklinde yorumlanmadığını belirtmiş ve felsefecilere göre "ben"in akıl, düşünce ve mantık gücü demek olduğunu söylemiştik.
Tasavvufçulara göre akıl ve düşünce gücü insanın "ben"i değildir; bu güç ancak bir araç mesabesindedir. İnsanoğlunun gerçek"ben"i, onların "gönül" ya da "kalp" diye tanımladığı şeydir; bu sebeple insan, benliğine akılla değil, gönülle kavuşur, esasen onun bütün benliği kalp ve gönülden ibarettir. Felsefecilerin akıl adını verdikleri "öz benlik"i tasavvufçular "gönül" olarak saptamış ve insan gerçeğinin düşünce gücü değil, gönül ve kalp olduğu neticesine varmışlardır. Tasavvufun sözünü ettiği kalp, maddi vücutta yer alan ve bir parça etten ibaret olan yürek değildir; manevi kalptir, "gönül" dür, insanoğlunun bütün duygu ve isteklerinin merkezidir. Keza bu "gönül" de düşünceye yer yoktur, orada ancak "his" vardır. Dolayısıyla tasavvufi idrake düşünceyle değil, "his" ve "sezgi"yle varılır.
İnsanoğlunun en güçlü duyguları olan aşk ve sezginin arif ve tasavvufçu nazarında fevkalade ehemmiyeti vardır. Meselenin bu noktasında şunu da hemen belirtelim ki tasavvufçunun sözünü ettiği aşk kavramı, günlük hayatta alışılagelen aşk kelimesinin aktüel anlamı değildir. Aktüel anlamda aşk, cinsel bir kelimedir, cinsi duyguları anlatır. Arifin mevzubahis ettiği aşksa ilahi aşktır; insanı Allah'a yaklaştırır. Onun aşkı Rabbidir, arifin sevgilisi Allah'tır, herhangi bir insan ya da şu veya bu şey değildir. Üstelik tasavvufçuya göre bu aşk sadece insana özgü de değildir. Bütün yaratıklarda aşk vardır, bütün mevcudat ilahi aşkı taşır ve yaşar. Tasavvuf kitaplarında bu mesele başlıbaşına bir bölüm teşkil eder, özellikle tasavvuf eğilim gösteren "Esfar" gibi tanınmış felsefi eserlerde "aşkın bütün mevcudatta cereyan eden bir gerçek olduğu" hususunda özel bir bölüm ayrılmıştır. Onlara göre aşk, bütün mevcudatta cereyan ve sereyan halinde olan yegane gerçektir. Bu sebepledir ki "teneffüs ettiğimiz şu havada, toprakta, taşta ve bütün atom parçacıklarında -ilahi- aşk vardır" derler. Tasavvufçuya göre zaten yegane gerçek de aşktır; yâni ilahi aşk dışında ikinci bir "gerçek" yoktur, bu aşk dışında kişinin gördüğünü ya da var olduğunu zannettiği herşey mecazidir. Mevlana bunu şöyle anlatır:
"Aşk bir okyanustur. Gök ise bu okyanusa nispetle bir köpük gibi... Züleyha'nın Yusuf'a vurgun oluşu gibi tıpkı..."[2]
Evet, arifin nazarında aşk bir okyanus; gök ve bütün tabiat ise bu okyanusun küçücük bir zerresi gibidir. Onun nazarında aslolan ilahi aşktır; yerin ve göğün bu aşka nisbetle değeri, hemencecik sönüveren bir köpüğün değerinden fazla değildir. Nitekim Hafız şöyle der:
"Biz görkem ve makam için gelmedik bu diyara. Kaderin cilvesi sonucu sığındık buraya aslında. Yokluktan başlar bu yolculuğumuz, biz aşk menzilinin yolcularıyız.
Varlık diyarına varabilmek için bunca yolu kat ederiz biz."
Hafızın bu şiiri Sahife-i Seccadiye'den alınmış[3] bir cümlenin tercümesidir, fevkalade derin bir mana taşır: "Allah'a hamd, Resulüne ve soyuna salat ve selamdan sonra... Allah Teala bütün alemi yokluktan yaratmış ve ibda etmiştir ("ibda etmiştir"den maksat, alemin belli bir örnek ve benzer üzerinde yaratılmadığı, kendine has bir özellikle yoktan var edildiğidir). Ardından aleme -bütün yarattıklarına- kendi sevgisini vermiş, onlara ilahi aşkı kazandırmıştır."[4] Hafız bu cümleye istinadan kendisinin yokluk dünyasından varlık dünyasına geldiğini ve ilahi aşkla var olabilmeyi başardığını söyleyerek dünya yaşantısının bunca meşakkatine bu aşk ve bu varlığa ulaşabilmek için katlandığını anlatır.
Kemale Ulaşmanın Yolu
Tasavvufçuların deyişiyle insanoğlu için bütün alemde ilahi aşktan başka bir gerçek ve değer mevcut olmadığına göre" onun nazarında insan gerçeği nedir?" sorusuna bir cevap aramak gerekir. Zira tasavvufçuyla felsefeci arasında gayet açık bir görüş farklılığı vardır burada. O, felsefeci gibi insan gerçeği "düşüncedir" dememekte, insan gerçeğinin "gönül" olduğunu söylemektedir. Tasavvufçunun gönül dediği şey de ilahi aşkın merkezinden başka birşey değildir. Burada şöyle bir netice çıkmaktadır ortaya: Tasavvufçunun "ben"i düşünen bir ben değil, gönülden seven ve aşık olan bir "ben"dir.
Felsefeciye göre kemale ermek isteyen bir insan bunu ancak akıl ve düşünceyle başarabilir; mantık gücüyle, istidlalle, kıyasla, sebep ve sonuç ilişkilerini en ince ayrıntılarıyla hesaplayıp doğru teşhiste bulunmayla mükemmelleşebilir. Oysa ki tasavvufçuya göre bunlara hiç de gerek yoktur:
"Arif kişide okuma -yazma harf ve istidlal arama !
Kar gibi apak ve tertemiz bir yürekten başka bir şey yoktur onda"
Evet, tasavvufçu sebep ve sonuç ilişkileriyle ilgilenmez, mantık ve istidlale itina etmez; onun için önemli olan tertemiz bir kalbe sahip olmak, nefsini tezkiye ve terbiye edip ahlak-i rezilaneden arıtmak ve elinden geldiğince Hak'tan gayrı hiç bir şeye ilgi ve temayül göstermeyip bütün kalbiyle Allah'a yönelerek onu gayri ilahi isteklere götürebilecek olan nefsini kontrol etmektir. Tasavvufçu "Allah'tan başka hiçbir düşünceye yer verme kalbinde" der. Zira Allah'tan ve O'nun aşkından başka her düşünce bir kara dev gibidir, bir canavardır. İçinde bu canavarı taşıyan bir kalbe meleğin (ilahi nur) girebilmesi mümkün değildir. Hafız bu düşünceyi şöyle anlatır bir şiirinde:
"Karar verdim, başarmaya çalışacağım
Üzüntülere son verecek bir şey yapacağım !
Gönül halvetgahı ağyarın sohbet mekanı değil !
Dev çıkınca melek girer bu gönle
Ahkam sohbetleri uzun gecelerin karanlığı gibidir.
Işığı güneşte ara, sen çağırsan o gelir.
İnsafsız dünya ağasının kapısında ne kadar bekleyeceksin daha?
Bekleye dur sen hele, "gelecek" diye kahya...
Hazine bulmak istiyorsan dilenciliği bırakma
Bu yolun yolcusunun öğüdü bu, unutma."
Bu dünya görüşüne göre insanı kemale götürecek yegane şey nefsin ıslahı ve terbiyesidir; bu anlamda kişi nefsini terbiye ettiği ve Allah'tan başka hiçbir düşünceye zihninde yer vermediği ölçüde kemale erecek ve mükemmelleşecektir. Arif kişi bunu başarabilmek için dış dünyadan kopmalı, arzu ve isteklerini elinden geldiğince yenerek köreltmeli ve bütün varlığıyla kendi iç dünyasına kapanmalıdır. Onu kemale götürecek yegane yol budur; ilmi araştırmaların, sebep -sonuç ilişkileri üzerine yapılacak tartışma ve incelemelerin, istidlaller ve mantık mukayeselerinin hiçbir faydası yoktur. Mevlana bu inancı şöyle anlatır:
"Mantıkçıların temeli yaş tahtaya benzer
Yaş tahtaya ise ayak basılmaz elbet."[5]
Mevlana diğer bir şiirinde ise bu görüşü şöyle dile getirir:
"Akılcının sözü inci mercan olsa da
Candan söz edenin sözü bambaşkadır
Can bahsi apayrı bir mevzudur şüphesiz
Can kadehi bambaşka can katar canlara."[6]
Netice nedir ? Bilgi ve düşünceyi esas alan felsefeci ya da akılcıya göre bilgi ve mantıkla yürüyen insan sonunda başlıbaşına bir cihan olacaktır; bilgi, düşünce ve mantıktan müteşekkil bir cihandır bu. Ona göre düşünce ve mantık gücüyle yola çıkarak kendisini bilgiyle donatan kişi, neticede bütün varlık alemini -genel de olsa- kendi beyninde şekillendirecek ve zihin gücüyle bu alemin bütününü aklında yansıtarak kavrayabilecektir. Başka bir deyişle hekim -bilge- kişinin varacağı yolun sonu bilgi ve "dünyayı görmek"tir. Peki, "arif"in yolunun sonu nereye varmaktadır acaba? "Arif"in yolunun sonu "varmak"tır, "görmek" değil! Peki, neye varmak ister o ? Hakk'ın zatına ! Ona göre, insanoğlu kendi içini temizleyebilir ve aşk bineğine binerek yoldaki menzilleri daha mükemmel bir insanın (pir) öncülüğü ve kılavuzluğunda kat edecek olursa sonuçta onunla Allah arasında mevcut bütün hicaplar -örtü ve perdeler- ortadan kalkacak ve tasavvufçunun deyişiyle kişi -arif- Allah'a ulaşacak, O'na kavuşacaktır. "Kur'an'da "Likaullah"tan söz edilmektedir" der. Tasavvufçunun varmak istediği ve istekle varacağına inandığı sonuç budur. O, tepeden tırnağa bilgi ve düşünce dünyası kesilme arzusunda değildir, varlık alemini bütünüyle kendi içinde yansıtabilecek bir ayna olabilme peşinde de değildir. O, yansıtmaktan ziyade alemin merkezine varmak azmindedir:
"...Ey insan, şüphe yok ki sen, Rabbine ulaşmak için meşakkatler içinde didinir durursun da sonunda O'na kavuşursun..."[7]
Evet, o makama varan kişi her şeye sahiptir artık, onun her şeyi vardır, ancak bu makama varabilmeyi başaran kimsenin artık hiçbir isteği de kalmamıştır. Meselenin püf noktası da buradadır işte; öyle bir makama varıyorsunuz ki size her şeyi veriyorlar, ancak burada sizin O'ndan başka hiçbir şeye ilginiz yoktur artık. Ebu Said Ebu'l Hayr bunu şu şiiriyle çok güzel anlatır:
"Seni tanıyan kişinin can nesine gerek?
Ev-bark, çoluk-çocuk, nesine gerek?
Aşkınla deli olana iki cihanı verdin
Sana vurgun olana iki cihan ne gerek?"
Evet, hiçbir şey istemediği bir sırada her iki cihanı da bağışlıyorsun ona... Seni tanımadığı sürece her şeyi isteyip durur, fakat o zaman vermezsin. Seni tanıyı verdiği zamansa her şeyi verirsin ona, ancak bu sefer de onun hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmamıştır artık. Seni tanıyan biri ancak seni ister; senden başka hiçbir şeye zerrece ilgisi kalmaz onun. Zira sen dünya ve ahiretin ötesinde bir gerçek, bütün isteklerin ötesinde bir sevgilisin.
Burada mezkur tasavvufi görüşlerin İslami ölçülere uyup uymadığı bahsine girmeyeceğiz. Zira bu son derece teferruatlı bir açıklamayı gerekli kılmaktadır. Ancak buraya kadarki açıklamalardan sonra asıl konumuz olan kamil insan hakkında tasavvufi görüşün ne olduğu ve tasavvufta kime "kamil insan" denildiği mevzunun belli bir netlik kazandığı şüphesiz. Tasavvufçu görüşünde kamil insan Allah'a ulaşabilen, O'nu bulabilen insandır; bu insan Allah'a kavuşunca bütün Esma ve Sıfat-ı ilahinin mazharı oluverir. Başka bir deyişle O'na kavuşan arif, Zat-ı Hakk'ın kendisinde bütünüyle zuhur ve tecelli ettiği bir ayna durumuna gelir. Daha önceki bahislerimizde felsefecilerin kamil insan olarak tanımladıkları modelin İslam nazarında kamil değil, nispeten kamil insan olduğunu belirtmiştik. Şimdi de tasavvufçu görüşün kamil insan modelini ele alacağız. Burada önce şu soruya belli bir cevap aramak gerekir: İslam'da nefsini tezkiye etme ve nefsini arıtmaya çalışma gibi bir mesele sözkonusu mudur? Bu sorunun cevabının "evet" olduğunu hemen belirtelim, zira mesele, Kur'an'da da sarihen geçmekte:
"Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir..."[8] ve ardarda geçen on bir yeminden sonra Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Kurtuluşa erenler, nefislerini tezkiye edip kendilerini arıtanlardır; nefislerini fasid ve kendilerini tebah edenlerse zavallı olup gitmişlerdir elbet..."
İlm-i İfazi
Tezkiye-i nefs İslam nazarında Hakkı tanıma ve Allah'a yaklaşmaya bir vesile midir, yoksa Hakkı tanımanın yegane yolu filozof görüşü savunan felsefecilerin iddia ettiği gibi sadece bilgi, istidlal ve ilimle kavrayış mıdır"? sorusuna verilecek cevap açıktır. Elbette ki Hakkı tanıma ve gerçeğe ulaşmanın yegane yolu istidlal ve karmaşık mantık mukayeseleri değildir. Keza, nefsini tezkiye ve kendini kontrol ediş, Allah'a yaklaşma vesilesidir. Buraya kadar doğrudur, bu anlamda tezkiye-i nefs İslami ölçülere uygun ve esasen İslamidir Nitekim Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) günümüze gelen ve Ehl-i Sünnet ve Şia ulemasınca da rivayet olunup sahihliğinde şüphe bulunmayan bir hadis-i şerifte kırk gün kırk gece boyunca Allah rızası için tertemiz olarak kalmayı -bu müddet zarfında sadece ve sadece Allah'ı hoşnut edecek şekilde yaşamayı- başaran kimsenin kalbinden hikmet ve bilgi kaynayarak, bu hikmet ve bilginin mezkur şahsın kalbinden diline döküleceği bildirilir.[9] Allah rızası için kırk gün kırk gece ihlasla yaşamak... Yâni bu süre zarfında Allah rızasından başka hiçbir amacı, arzusu ve temayülü olmamalıdır o şahsın... Yaptığı ve yapmadığı herşey sadece ve sadece Allah için ve O'nu hoşnut edecek tarzda olmalıdır. Allah için konuşmalı, Allah için susmalı, Allah için bakmalı, Allah için gözlerini sakınmalı, Allah için yemeli, Allah için yememeli, Allah için uyumalı ve Allah için uyanmalıdır...
Kısacası nefsini öylesine öğretmeli, kendini öylesine programlamalı ve ruhunu öylesine ıslah etmelidir ki bu kırk gün kırk gece boyunca bütün beşeri heva ve heveslerden benliğini soyutlamalı, bu sürenin her lahzasını Allah'ı hoşnut edecek şekilde değerlendirmelidir...
Kur'an-ı Kerim'in de buyurmuş olduğu gibi İbrahim Halilullah (a.s) gibi olmalıdır:
"De ki: Şüphe yok; namazım da, ibadetlerim de, diriliğim de, ölümüm de alemlerin Rabbi olan Allah içindir..."[10]
Evet... Hz. Resulullah (s.a.a) de şöyle buyurmaktadır: Her kim kırk gün kırk gece boyunca heva ve heveslerini bütünüyle terk eder ve bütün beşeri istek ve arzularından vaz geçebilirse... Her kim bu süre boyunca. Allah'tan başka hiçbir şey düşünmez ve O'nun rızasından gayrı hiçbir şey arzulamayıp ancak O'nun için davranır, O'nun için durur ve sadece O'nun için yaşarsa... İşte o zaman, yalnız ve yalnız Allah rızasıyla geçirilen böylesi kırk gün kırk geceden sonra marifet ve hikmet pınarları yüreğinden coşup kaynayarak diline dökülüverir...
Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere "ilm-i ifazi" denilen ve içten kaynayıp gelen deruni ilmi İslam kabul etmektedir. Ancak burada şu noktaya da dikkat edilmelidir: İslam, ifazi ilmi kabul ve teşvik ettiği gibi akıl vesilesiyle öğrenilen ilmi de kabul ve bu ilme teşvik etmektedir. Nitekim Hz. Musa'ya (a.s) bu ilmi öğrenmesi emredilir:
"...Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsan etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik. Musa, ona, sana öğretilen gerçek bilgiden bana da öğretmen şartıyla sana uyayım mı? dedi..."[11]
Ayet-i kerimede ilm-i ledun'dan söz edilmektedir.[12] İlm-i ledun, herhangi bir insandan öğrenilmiş bir ilim değildir, inanan ve nefsini tezkiye edebilen mezkur şahsa Allah Teala tarafından verilmiş, onun kendi derunundan diline akıtılmıştır.
Hafız, kırk günlük tezkiye-i nefisle ilgili bu hadis-i şerifi, kendine has şifreli, şiirlerinden birinde pek güzel anlatır:
"Bir diyarda bir yolcu bir sofiye
Bir muamma söylemiş, işte şöyle:
Demiş kırk gün şişesinde durarak
Halis olur şarap, düzelir ancak.
Şu hadis-i şerife de dikkat ediniz:
"Şeytanlar insanoğlunun yüreğinde dolaşıp durmaz ve onun kalbini karartıp tozlara büründürmeselerdi, insanoğlu kalp güzüyle melekleri görebilirdi..."[13]
Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:
"Fazla -gereksiz yere- konuşmasaydınız ne güzel olurdu... şu dilin size pek zararı vardır... Sizin kalbiniz rast gele her hayvanın otladığı bir otlak gibi olmasaydı benim gördüklerimi siz de görebilir, benim duyduklarımı siz de duyabilirdiniz..."
Hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi bu sesleri duymak ve görülebileceğine işaret edilen şeyleri görebilmek için peygamber olmak gerekmemektedir. Özünü temizleyen insanlar da -Hz. Meryem gibi- onları görebilir ve duyabilirler.
Hz. Ali (a.s) daha on yaşındayken Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanı başında, onunla birlikte ibadet ederdi, onunla birlikte Hira'ya giderdi. Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ilk vahy indiğinde; bütün alem onun nazarında apayrılaştığında onun duyduğu gaybdan ve meleklerden gelen sesleri Ali de duymaktaydı. Hz. Ali'nin (a.s) kendisi bunu şöyle anlatır:
"Ya Resulullah, size ilk vahiy indiğinde şeytanın ümitsiz çığlığını duydum" diye arzettim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Ya Ali, sen de benim gördüğümü görüyor, benim duyduğumu duyuyorsun, ancak, sen peygamber değilsin"[14]
Bütün bu hadislerden de anlaşıldığı gibi nefsini tezkiye edip özünü temizlemek ve kendini eğitip kontrol edebilmek gibi gayretler sadece insanın kalbini temizlemek ve onu ihlasa kavuşturmakla kalmaz; bunun da ötesinde, insanı fevkalade muazzam yüceliklere de ulaştırır. İnsana öylesine bir halet-i ruhiye elverir ki içinden ilim ve hikmet kaynayıp taşmaya başlar.
Ruhun Yücelmesi ve Alçalması
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde vuku bulan ilginç bir olay vardır. Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazıları onun huzuruna vararak "Ya Resulullah" derler. "Münafık olmaktan korkarız..." (dikkat ediniz; bunu söyleyenler mü'minlerdir, inananlardır. Ancak, kendi hallerinde meydana gelen bir değişim onları fevkalade tedirgin etmekten ve hemen Resulullah'a, (s.a.a) koşarak bu halin nifak olabilme ihtimalinden duydukları ürküntüyü dile getirmektedirler!...) Resul-i Ekrem (s.a.a) onlardan bu endişelerinin sebebini sorar, cevap verirler: "Zira biz sizin yanınızda bulunduğumuz zaman siz hep faydalı ve etkili şeyler konuşuyor, çok güzel vaaz ediyor; Allah'tan kıyamet ve günahlardan söz açıyorsunuz. Sizi dinlerken o kadar etkileniyor ve öylesine tarifi imkansız bir halet-i ruhiye içine giriyoruz ki hoş mu hoş, güzel mi güzel bir halimiz oluyor. Ancak, sizden ayrılıp da evlerimize gittiğimizde, çoluk çocuğumuzun yanında oturduğumuzda, çok geçmeden halimizin değişmeye başladığını ve yine önceki -sizi adeta hiç dinlememiş gibi- halimize döndüğümüzü hissediyoruz. Ya Resulullah, bu nifak değil midir?" Peygamber-i Ekrem (s.a.a) "Hayır" buyurdular, "Bu nifak değildir, nifak iki yüzlülüğe, iki zıt niyetliliğe denir. Sizin sözünü ettiğiniz ve içinde bulunduğunuz durum nifak değil, iki değişik hale girmedir. Kimi zaman insanın ruhu yücelir, kimi zamansa alçalır. Benim yanımda bulunduğunuz ve bu sözleri duyduğunuz zaman elbette değişiverirsiniz. Eğer bu haleti -benim yanımda olduğunuz zaman size elveren halet-i ruhiyeyi- koruyabilir ve bu halde kalırsanız meleklerle görüşüp tanışır, ayağınız ıslanmaksızın suyun üzerinde yürüyebilirsiniz."[15]
Evet, mezkur durum insanda meleke ve huy haline geldiğinde insan böylesine yücelebilir.
Bence Sadi'nin meşhur kıtasında anlatılanlar işte bu hadis-i şerifin tercümesi olsa gerektir.[16] Sadi, Hz. Yakub'un (a.s) duygularını başka bir şekilde dile getirir:
"Oğlunu yitiren o ihtiyara
Ey temiz insan, dediler,
Mısır'dan gömleğinin kokusunu aldın da onun,
Kenan illerinde kuyuda olduğunu neden bilemedin?
Bu şiirinde Sa'di, Hz. Yakub'la Hz. Yusuf aleyhisselamların kıssasına işaret eder: Hz. Yusuf (a.s) Mısır'da kardeşlerini görür ve kendisini onlara tanıtır; sonra da babası Yakub'a (a.s) götürmeleri için gömleğini onlara verir. Ancak onlar henüz yoldayken Hz. Yakub (a.s) meseleyi hisseder:
"...Şu gömleğimi alın da götürün, babamın gözlerine sürün, iyileşir, görmeye başlar. Bütün ailenizle gelin buraya. Kervan Mısırdan ayrılınca -henüz yokdayken- babaları, bana bunak demeseniz bari, Yusuf'un kokusunu duyuyorum dedi..."[17]
Sa'di, şiirinde bu meseleyi ele alır ve "Hz. Yakub'dan (a.s) şöyle sordular"der: "Sen ta Mısır'dan Yusuf'un (a.s) kokusunu aldın da kendi mıntıkan olan Kenan'da bir kuyuda olduğunu o zamanlar nasıl anlayamadın?"
Sa'di, bu soruya Hz. Yakub'un (a.s) lisan-ı haliyle şöyle cevap verir:
"O -Hz. Yakub- şöyle cevap verdi:
Dünya halimiz şimşeğin[18] çakışına benzer,
Şimşek gibi birden çakar, sonra yok olur.
Hafız'ın şiirinde de şöyle anlatılır:
"Leyla'nın evinden bir şimşek çaktı seherde
Başı sevdalı Mecnunun harmanını ne etti bir bak!"
Sa'di, Hz. Yakub'a (a.s) yöneltilen soruyu ve onun lisan-ı haliyle bu soruya verdiği cevabı anlattıktan sonra şöyle der:
"Ey derviş, şu halinle sabit kalsaydın eğer
Her iki cihanı da aşıp geçerdin elbet."[19]
Arif bulunduğu halde kalmayı başarabilirse, iki alemin ötesine gider.
Kamil İnsanın Seyir ve Hareketi
Meselenin bu noktasında konuya tam bir netlik kazandırabilmek ve buraya kadar söylediklerimizi yine sağlam bir senetle pekiştirebilmek için Nehc-ül Belağa'dan bir bölüm aktarmanın faydalı olacağı inancındayız. Özellikle gençler, bu gibi konuları Nehc-ül Belağa'dan duymayı tercih etmekte, onu tatmin edici bulmaktadırlar bugün. Biz defalarca bunu söyledik, yine de söylüyoruz; Nehc-ül Belağa da Hz. Ali'nin kendisidir -tamamiyle onun görüşlerini yansıtmaktadır- diyoruz. İnsanoğlunun sözleri onun tıpkı kendisi demektir. Zira söz, ruhun tecellisidir; insan, dilinin altında gizlidir. Bu sebepledir ki aşağılık ruha sahip olan bir insanın ağzından çıkan sözler de aşağılık, yüce bir ruha sahip olan bir insanın sözleri de yüce ve değerli olmaktadır. Keza, tek boyutlu bir ruhun kelamı tek boyutlu; çok boyutlu bir ruhunsa kelamı da çok boyutludur. Bu durumda "zıtların toplamı" bir kişiliğe sahip olan Hz. Ali gibi bir insanın konuşmaları da "zıtların toplamı" olacak ve türlü mevzu ve özellikleri bir arada işleyecektir. Onun konuşmalarında tasavvuf ve irfan da vardır, öyle ki irfanın doruğunda olduğunu fark edersiniz; sözlerinde felsefe de vardır, felsefenin doruğunda olduğunu görürsünüz; hürdür o, hürriyetin doruğunda; kahramanlıktan sözeder kahramanlığın doruğunu görürsünüz onda; ahlaktan söz eder, ahlakın en yücesini duyar, en güzelini bulursunuz onda; o Ali'den söz eder; Nehc-ül Belağa'da bizzat Ali'yi bulursunuz. Bir konuşmasında irfan yolcusunu şöyle anlatır:
"Aklını diriltmiş, nefsini öldürmüştür o; öyle ki dinin izin verdiği ölçüde perhiz ve riyazette bulunmuş tahammüllü kılmıştır onu, ruhunun katılığını letafet ve yumuşaklığa dönüştürmüş, ruhu latif mi latif berrak mı berrak oluvermiştir. İşte bu halde iken ansızın bir kıvılcım çakıverir ta içinden, yolu apaydınlatır ona. Ardından, menzilden menzile yürümeye başlar, gider de gider; sonunda onun arzusu olan son menzile, selamet menziline varır..."[20]
O halde "Kamil insan salik insan mıdır ya da nefsini terbiye edip özünü temizleyen insan mıdır?" sorusuna İslam'ın verdiği cevap "evet"tir. Hatta bunun da ötesinde; kamil insan elbette saliktir, selamet kapısı denilen durağa varabilmek için menzilden menzile koşar, kurtuluşa erişebilmek için nice yollar kat eder, nice merhaleleri geride bırakır. Hakka yaklaşmak, Rabbinin yakınlığını kazanabilmek için didinir de didinir... Bu yolda o kadar ilerler ki, onunla Rabbi arasında hicap kalmaz; Rabbini gönül gözüyle görebilecek merhaleye varmak ister ve varabilir de. Bu noktaya varabildiğinde artık bizim gibi herhangi bir insan olmaktan çıkmıştır o, yücelmiş, yükselmiştir. Bu durumda bizler gibi, mesela, eserlerini müşahede yoluyla yaratıcısını tanıma gayretinde değildir artık. Gökyüzüne bakıp Allah'ı hatırlamaya, O'nu tanıyabilmek ve var olduğunu kavrayabilmek için yeryüzünde mütalaalarda bulunmaya, bir yapraktaki yaratılış sırlarını incelemeye ihtiyacı kalmamıştır artık onun. Zira varmış olduğu bu merhaleden sonra Allah'ın varlığı bir yapraktan, yer ya da gökyüzünün yaratılış sırlarından çok daha net ve aşikar oluvermiştir onun için.
İmam Hüseyin (a.s) şu sözlerinde buna işaret etmemiş midir: "Senden başkası için sende bulunmayan bir zuhur mu sözkonusudur."[21]
Bir gün adamın biri Hz. Ali'ye (a.s) Allah'ı görüp görmediğini sorar. Hz. Ali (a.s) "Elbette" der ve ekler: "Görmediğim bir mabuda ibadet etmem ki ben... Ancak sanma ki gözle görüştür bu; sanma ki Allah'ın belli bir mekan ve yönde olduğu anlamını verir bu; hayır; ben mabudumu şu kafatasındaki gözlerle değil, gönül gözleriyle görmüş, kalp gözüyle müşahede etmişimdir."[22]
İrfan Ekolü Üzerine Bazı Eleştiriler
1- Aklı küçümseme:
Bu inanç çerçevesinde ve buraya kadar tasavvufun ve irfanın kamil insanı, İslam'ın onayladığı bir modeldir; bu anlamda kamil insan -bu ölçüye kadar- İslamidir ve İslam'ın kamil insanının özelliğini taşır. Ancak bu model, İslam'ın kamil insanının bütün özelliklerini taşımaz ve "her şeyiyle kamil" değildir. Zira tasavvufçu dünya görüşü bazı şeyleri oldukça küçümser ve tahkir eder, oysa ki İslam buna karşıdır -mezkur mesele, İslam nazarında tasavvufçuların tespit ettiği gibi önemsiz ve değersiz değildir-. İşte bu sebepledir ki tasavvufun kamil insan modeli "kamil değil, "kısmen kamil"dir.[23]
Tasavvufta ilim ve akıl pek küçümsenir.
Ancak, şunu unutmamak gerekir ki İslam gönülden kaynaklanan ve kalbi olarak tanımlanan değerler hususunda kalbi kabul ettiği gibi aklı da kabul eder. Yâni birini alabildiğine yüceltip ötekini aşağılamaz. İslam gönlü kabul ettiği gibi aşkı da kabul eder; sezgiyle ve sevgiyle ulaşılan ilahi gerçeğe evet der. İslam tasavvuf ve irfanı kabul eder, seyr-ü süluku kabul eder; ancak bunun yanında aklı da kabul eder, düşünme, istidlal ve mantığı asla küçümsemez, bilakis; düşünme, istidlal ve mantığa fevkalade saygı gösterir. Nitekim bu akımların ardından gelen İslami düşüncelerde hem akla hem de kalbe gereken önemin verilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Şeyh-i İşrak Şihabeddin Suhreverdi, Molla Sedra Sadr-ül Müteellihin Şirazi vb.'leri bu konuda örnek verilebilir. Sözkonusu şahıslar aklı ve kalbi İslami ölçülerde birleştirmiş, özellikle Molla Sadra, Kur'ani çerçeveden bu iki düşünceye gereken önemi vermiş ve irfanla aklı birbirinden ayrı olarak işlememiştir. Onun eserlerinde, mesela, Ebu Ali Sina'da olduğu gibi kalbin küçümsendiğini,[24] tasavvufun tahkir edildiğini göremezsiniz. Tasavvufu küçümsemediği gibi; kimi tasavvufçuların yaptığını yapıp aklı ve düşünceyi de küçümsememiş; her ikisine de saygıyla yaklaşmıştır.
Kısacası İslam ne bilgi ve aklı, ne de aşkı ve kalbi küçümsemiş değildir; bunların yegane kurtuluş vesilesi olduğunu kabul etmediği gibi, herhangi birinin gereksiz veya önemsiz olduğu görüşünü de reddeder. Zira Kur'an'ın kamil insanı, aklen de kemale ermiş insandır.
2- Mutlak içe dönüklük:
İrfan ve tasavvufun kamil insanıyla ilgili, İslam'ın katılmadığı bir diğer nokta da şudur:
Tasavvuf ve irfanda yalnızca "içe dönük olma" söz konusudur, "dışa dönük"lük son derece sönük kalmıştır; ferdi boyutu güçlü, içtimai boyutu ise bir o kadar zayıftır. İrfanın kamil insanı sosyal bir insan değildir; kendi içine kapanmış, kendi -iç- meseleleriyle ancak uğraşabilen, dış dünyayla ise neredeyse hiç ilgilenmeyen bir insandır.
Oysa ki İslam'ın kamil insanı, tasavvufun sözünün ettiği gönül, aşk, süluk, ilm-i ifazi, ilm-i manevi ve tezkiye-i nefs gibi özellikleri taşıyor olmasına ilaveten aynı zamanda dışa dönük ve sosyaldir de... İslam'ın kamil insanı her zaman içine kapanık değildir; evet, geceleri içine kapanıp kendi iç meselelerine dalabilir, ibadetin doruğunda bir arif kesilir; ancak her halükarda gündüzleri toplumun içinde yaşar ve sosyal hayata katılır. Hz. Hüccetullah Mehdi'nin (a.s), Allah Teala onun zuhurunu çabuklaştırsın inşallah- ashabını anlatan rivayetler de onun ashabının en mükemmel müslümanlar arasından seçilmiş örneklerden müteşekkil olduğu geçer ve bu seçkin mü'minlerin şu vasfından söz edilir:
"Geceleri rahip, gündüzleri aslandırlar..."
Yâni geceleyin onların yanına gidecek olursan karşında bir rahip bulursun; dünyadan elini eteğini çekmiş, adeta dağlarda mağara köşelerinde inzivaya çekilmiş, ibadetten başka bir şey düşünmeyen dervişler gibidirler. Ancak, onları gündüzleyin görürsen şaşırırsın, tıpkı birer aslan oluvermişlerdir. Gecenin rahipleri, gündüzün aslanlarıdır onlar...
Kur'an-ı Kerim bütün bu sıfatları bir araya toplayarak bu mü'min insanlardan şöyle söz eder:
"...Tövbe edenler, ibadette bulunanlar, hamd edenler, oruç tutanlar, savaş veya bilgi elde etmek için diyardan diyara gezenler, rüku edenler, secdeye kapananlar, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler ve Allah sınırlarını koruyanlar. İşte bu inanmış kişileri de müjdele..."[25]
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayet-i kerimede inananların her iki boyutundan da söz edilmektedir. Ayetin "Secdeye kapananlar" a kadar ki bölümü müminlerin ferdi ibadetleri ve iç dünyalarıyla ilgili vasıf ve faaliyetlerinden söz etmekte; ardından hemen sosyal boyutları vurgulanmaktadır.
Yine başka bir ayet-i kerimede inananlar şöyle anlatılır:
"...Muhammed Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunalar, kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları görürsün ki rüku etmekteler, secdeye kapanmaktalar. Allah'tan lütuf, ihsan ve razılık dilerle. Yüzlerinde secde eserinin alametleri görünmededir ve onların bu vasıfları Tevrat'ta da vardır ve onlara ait bu vasıflar İncil'de de var; adeta ekilmiş bir taneye benzer ki filiz vermiştir, derken filizi kuvvetlenmiştir; derken kalınlaşmıştır da dümdüz boy vermiştir; gövdelerine dayanıp yücelmiştir; ekincileri şaşırtır, sevindirir, kafirleri bununla kızdırıp yerindirmek için. Allah, inananlara ve iyi işlerde bulunanlara mağfiret ve pek büyük bir mükafat vaadetmiştir..."[26]
Yukarıdaki ayet-i kerimede Hz. Resulullah (s.a.a) ve onunla -inançta- beraber olanlar anlatılmakta ve önce sosyal yönleriyle vasfedilmektedirler. Hz. Resul (s.a.a) ve beraberindekilerin gerçeği gizleyen kafirlere ve hak ve hakikate karşı düşmanlık ve inat besleyen inkarcılara karşı müsamahasız ve çetin olduklarını; inananlara karşıysa alabildiğine merhametli ve müşfik davranıp adeta bir rahmet bulutu kesildiklerini hatırlatmaktadır. Ayetin buraya kadarki kısmı, onların toplumcu ve sosyal yönlerini anlatmaktadır. Ardından aynı insanları bir de diğer vasıflarıyla anlatır, onların iç dünyalarından; ferdi hayatlarından söz eder. Hayatlarının bu boyutunda aynı insanlar rüku etmede, secdeye varmada, Allah'a yakarak O'ndan daha fazla razılık ve hoşnutluk dilemededirler. Bu boyutta varabildikleri yer ve elde edebildikleri rızaya iktifa etmemede ve Allah'ı daha fazla razı etmeye; O'nu kendilerinden daha fazla hoşnut kılmaya çalışmaktadırlar. Alabildiğine artırmaya çalıştıkları şey dünya ve dünyalık değildir yâni; onların yegane arzusu Allah'ın rızası ve O'nun hoşnutluğudur; onların nazarında en üstün ve en yüce değerdir bu. Yine aynı şahısların yüzlerinde secde ve ibadetlerinin alametleri görülür, itaatleri yüzlerine aksetmiştir onların... Burada şu noktayı hemen hatırlatalım ki ayet-i kerimede bahsi geçen ibadet ve kulluk, İslam'ın kamil insanının nice boyutlarından biridir sadece. İşte bu noktada İslam'ın kamil insanıyla tasavvufun kamil insanı birbirinden ayrılmaktadır. Tasavvufun kamil insanı için tek bir boyut vardır, o da ibadet ve maneviyat... İslam'ın kamil insanında ise ibadet ve maneviyat, nice kemal boyutlarından biri durumundadır yalnızca... Şu da var ki pek çok tasavvufçu, İslami araştırma sonucu tasavvufun bu zaafını fark etmiş ve eserlerinde bu hataya dikkat çekmişlerdir. Ancak yine de bu ifratın tasavvufta yer-yer gözlemlendiğini unutmamak gerekir. Yâni "içe dönüş"lülük öyle bir noktaya varmıştır ki kişinin "dışa dönük" yönü tamamen yok olmuştur! İslam'ın tasvib ettiği bir durum değildir bu...
3- Nefsi öldürme:
Meselenin bu noktasında değinmek istediğim bir başka mevzu daha var: "Nefsini öldürme" meselesi...
İslami metinlerde "Nefsi öldürme" tabiri yoktur, "Ölmeden önce ölünüz" tabiri vardır. Bu tabirde anlatılanın ne olduğu ise aşikardır; maksat nefsini terbiye ve tezkiye edip kendini eğitmek ve kontrol edebilmektir. Kimi şairlerin şiirlerinde nefsini öldürme tabiri sık-sık kullanılsa da amacın nefsi ıslah ediş olduğu ortadadır. Başka bir deyişle kişinin kendini alabildiğine ezip kırması, kişiliğini alabildiğine horlayıp küçümsemesi bencil olmamayla eş tutulmuştur tasavvufta... İrfani ve tasavvufi akımda bu mesele etrafında öylesine yorumlar ve beyanlarda bulunulmuştur ki; İslam'da son derece önemli bir nokta olan "nefsin kerameti" ya da "kişiliğin değeri" adeta unutuluvermiştir. Üzerinde önemle durulması gereken bir noktadır bu... Tasavvufla ilgili bahsimizin başlangıcında da belirtmiş olduğum gibi tasavvuf ve irfan konuları bir hayli çekici olduğundan ve tasavvufçular kamil insan konusundaki görüşlerini pek çok ilginç nesir ve şiirlerle gündeme getirdiklerinden onların bu mesele etrafındaki görüşleri halkımızı pek fazla etkilemiş ve halkın kaderini önemli ölçüde etkisi altına almış durumdadır. Yâni toplumumuzda kamil insan, daha çok tasavvufçuların tanımladığı model olmuştur bugün. Bu cihetle tasavvufun tanımlamış olduğu mükemmel insan tipi üzerinde biraz daha etraflıca durmanın faydalı olacağı inancındayım.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
8. Oturum
İRFAN EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(1)
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[27]
İslam nazarında kamil insanın ne olduğu ve nasıl olması gerektiği meselesini açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız bu sohbetin buraya kadarki bölümlerinde insanın kendi kendisinden soyutlanabilen yegane varlık olduğunu ve bu yönüyle bütün diğer varlıklardan ayrıldığını belirtmiştik. Daha açık bir deyişle taş olmayan bir taşa, kedi olamayan bir kediye, köpeklik hassalarını bütünüyle yitirmiş bir köpek ya da hemcinslerine mahsus özelliklerden tamamen yoksun bir kaplana rastlayabilmek mümkün değildir. Mesela yeryüzündeki bütün kaplanlar, kaplanlara mahsus olan ve insanlarca "kaplanlık" hassaları" olarak adlandırılan birtakım içgüdüsel vasıflar taşır ve bu vasıflara uygun davranışlar gösterirler. Halbuki insan için durum hiç de böyle değildir; o, insanlığı öğrenmek ve bunun için birtakım eğitim ve öğretimlerden geçmek zorundadır, insanoğlunun "insaniyeti" olarak nitelendirilen yönünün onun biyolojik yapısıyla alakalı olmadığı unutulmamalıdır. Eskilerin "adam olma" dediği ve öteden beri "insanlık" olarak adlandırılan şeydir bu. Sa'dı'nin de dediği gibi
"İnsanoğlunun canı, insanlık ruhuyla değer kazanır
Giyim kuşam insanlık alameti değildir asla."
Evet, doğru bir tabirdir bu... İnsanoğlunun insanlığı biyolojik ya da tıbbi teşhislerle elde edilebilecek ve bu ilimlerin laboratuarlarında gözlemlenebilecek bir değer değildir asla... İnsan olmakla insan şeklinde bir mahluk olarak, yâni insanın biyolojik yapısıyla mücehhez olarak dünyaya gelmek ayrı şeylerdir. Bu yapıyla dünyaya gelen herkes "insanlaşmış bir insan" demek değildir. İnsanlaşmayı öğrenecek ve doğru bir eğitim ve terbiyeyle insanlaşacaktır ancak. Bir insan anadan doğma alim olamayacağı gibi, anadan doğma "insan"da olamaz. Dünyaya gelen her insan nasıl bilfiil değil, bilkuvve alim ise; insanlığının da aynı hassaya sahip olduğunu ve dünyaya gelen bir bebeğin henüz bilfiil değil, bil kuvve "insan" ya da eskilerin tabiriyle bil kuvve "adam" olduğunu unutmamak gerekir. Meselenin bu noktasında hiç kimse anadan doğma "insan" olmadığına ve herkesin "insan" olması gerektiğine göre "insanlık" ya da "adam olma" nedir? sorusu gelmektedir akla... İnsanlığın ne olduğunu bir zoolog ya da bir tıp hekiminin açıklaması beklenemez. Çünkü mesele biyolojik bir olaydan ibaret değildir. Mevcut dünya görüşleri arasında en maddeci olanları dahi bu gerçeği inkar edememektedir bugün. "İnsanlık" denilen şeyin inkar edilemez bir değer olduğunu, ancak maddi ölçülerle de algılanmayacağını onlar da kabul etmişlerdir. Bu cihetle bahsimizin geçen bölümlerinde de insanın kendi kendisinin manevi penceresi olduğunu vurgulamış ve bu gerçeği önemle belirtmiştik.
İnsanoğlunun maddi şeyler dışında başka birtakım şeylerin de var olduğunu ve bunların maddi ölçülerle algılanamayacağını laboratuar gözlemleriyle müşahede edilemeyeceğini kavrayabilmesi ve kendi kendisinden yola çıkarak madde ötesi maneviyatı sezebilmesi için bu pencereye yönelmesi ve bir de oradan görünen dünyanın gerçekleriyle tanışması gerekir. Bu dünyanın en bariz gerçeklerinden biri olan "insan oluş" ya da "insanlık"ın madde ötesi bir hakikat olduğunu ve ölçülerinin maddeyi tamamen aştığını bugün en maddeci ideolojiler dahi kabul etmek zorunda kalmış ve bundan "insani değerleri" ya da insanın maddi olmayan yönü olarak bahsetmişlerdir.
O halde bizim yapmak istediğimiz şey İslami ölçülere dayanarak asil insani değerleri tanımak ve tanımlayabilmekten başka birşey değildir. Başka bir deyişle İslam nazarında asil insani değerlerin ne olduğunu anlamak durumundayız. Bunun için de diğer dünya görüşleri ve düşünce ekollerinin doğru bir muhasebesini yapmak ve bu muhtelif görüşleri inceleyerek gerekli eleştirilerde bulunmak gerekir. Eleştiriden maksadın da sırf yanlışları yakalamak ya da öylesine reddetmek olmadığını da göz önünde bulundurmalıyız. Aksi takdirde herkes bir fikir öne sürecek ve insani değerler şunlardan ibarettir diyerek kendi görüşlerinin doğruluğunu iddia edecektir. Daha kötüsü, birinin ortaya çıkıp da "Hayır efendim, şöyle değil de böyledir" ya da "Neden şöyle olmasın?" şeklinde bir öneri veya itirazda bulunmasıdır. Ancak, muhtelif dünya görüşleri ve düşünce ekolleri dikkatli bir inceleme ve eleştiriye tabi tutularak İslami ölçü ve kıstaslarla değerlendirildiğinde güvenilir ve mantıki sonuçlara varılacak ve rahatça "insan meselesiyle ilgili İslami değerler şunlardan ibarettir" denilebilecektir.
Doğru bir inceleme ve sıhhatli bir eleştiri, tıpkı bir sarrafın yaptığı gibi elindeki malzemeleri güvenilir bir mihenk taşına vurmak ve sağlam kıstaslar ve ölçülerle bunları değerlendirmektir. Sarraf, elindeki akçeyi mihenk taşına vurarak onun ayarını anlar; bu ölçüden geçirerek onun ne kadarının halis altın, ne kadarının gümüş ve ne kadarının başka karışımlardan ibaret olduğunu tesbit eder. Yoksa, eleştirmek demek, o şeyi bütünüyle reddetmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu anlamda yapmamız gereken şey, felsefeciler, tasavvufçular ve diğer düşünce ekollerinin öne sürdükleri görüşleri İslami ölçü ve kıstaslarla karşılaştırmak bunların ne derece doğru ya da yanlış olduğunu tesbit etmektir.
Hatta bu durumda İslam'ın bu konularda göstermiş olduğu hassasiyet, ehemmiyet ve tepki derecelerine bakarak mezkur değerlerin yüzdelik nispetini hesaplayabilmek ve bu orana göre onları belli bir sıralamaya tabi tutmak da pekala mümkün olabilecektir.
Kimi zaman bazı aceleciler ortaya çıkarak "Efendim, asil İslami değerleri anlatın yeter, biz anlarız..." diyebilirler. Ancak bu yaklaşımın doğru olmadığını ve muhtelif düşünceleri etraflıca ele alıp incelemeksizin doğru dürüst bir sonuca varılamayacağını bilmek gerekir. Bu sebeple biz mezkur düşünce ve dünya görüşlerini incelemeye devam edeceğiz.
Bazı Ariflerin Aklı Küçümsemesi
Bir önceki bölümde tasavvufi düşünceyi ele almış ve bu akımı incelemiştik.
Tasavvufçu dünya görüşü; hatta diğer mistik görüşlerden son derece farklı olup pek çok konuda İslami zemineler arz eden ve kamil insanı İslam'ın kamil insanına oldukça benzeyen "İslam tasavvufçu dünya görüşü" dahi eleştiri konusudur.
İrfan okulu ya da tasavvufi dünya görüşü diyebileceğimiz bu düşünce türünün kamil insan mevzuunda eski ve yeni bütün düşünce okullarından daha zengin olduğunu itiraf etmek gerekir. Ne geçmişteki düşünce okulları bunlar kadar yaklaşabilmiştir kamil insan meselesine, ne de günümüzün çağdaş düşünce okulları. Ancak yine de, bu düşünce okulunun da eleştirilmesi gereken görüşler öne sürdüğünü gözden kaçırmamak gerekir. Bahsimizin geçen bölümünde tasavvufçu dünya görüşünün sunduğu kamil insan modelinin üç esas konuda eleştiriye tabi tutulması gerektiğini belirtmiş[28] ve bunlardan birinin "akıl" meselesi olduğunu söylemiştik. Tasavvufçular aklı haddinden fazla küçümsemiş, hatta aklı ve akli delilleri "geçersiz" sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Tasavvufçuların "aşk mertebesi"ni akıldan çok daha üstün saydıkları bir gerçek. Hafız, bunun "Aşk, akıldan çok daha üstündür elbet" dizesiyle dile getirir. Ancak, tasavvufçuların aklı küçümseme konusunda kimi zaman aşırıya kaçacak kadar ileri gitmişlerdir. Araştırma ve istidlal gibi şeyler tasavvufçular nazarında bütünüyle değersiz ve geçersiz şeyler olarak tanımlanmış ve hatta aklı "hicab-ı asgar" ya da "hakikatleri görmeye engel olan küçük örtü" tabiriyle tanımlayacak bir noktaya gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki herhangi bir bilgenin, hakikatleri idrak noktasında belli bir mertebeye varabilmiş olmasını büyük bir hasretle karşılamışlardır.
Tarihte, bununla ilgili ilginç bir vakıa zikredilir: Ebu Ali Sina, tanınmış bir bilgindir. Dördüncü yüzyılın sonları, beşinci yüzyılın başlarında yaşamış, 428'de vefat etmiştir. Katı bir akılcı ve titiz bir araştırmacı olan bu büyük İslam bilgini, dönemin bir hayli tanınmış büyük tasavvufçularından Ebu Said Ebu'l Hayr ile çağdaştır. Bilindiği gibi Ebu Ali Sina Mavera-un Nehr adı verilen mıntıkada doğmuş, ilk yıllarını Buhara ve Belh'de geçirmiş; ancak kendisini zorla saray uleması yapmak isteyen Sultan Mahmud'un elinden kurtulabilmek için doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalarak Nişabur'a gitmiştir. Ebu Ali Sina Nişabur'da Ebu Said Ebu'l Hayr'la görüşür; tarihin kaydettiğine göre biri büyük bir bilim adamı, diğeri de büyük bir tasavvufçu olan bu iki tanınmış sima, tam üç gün üç gece halvet eder, konuşurlar. Bu müddet zarfında cemaat namazları dışında ne dışarıya çıkar, ne de kimseyle konuşurlar. Üçüncü günün sonunda Ebu Ali Sina oradan ayrılır. Kendisine Ebu Said'i nasıl bulduğunu sorarlar, Ebu Sina "O" der. "Bizim bildiğimiz şeyleri -basiretiyle- görmekte". Daha sonra Ebu Said'e gider ve ona da "Ebu Sina'yı nasıl buldun? diye sorarlar. Ebu Said şu cevabı verir: "Bizim görebildiğimiz her şeyi o kör (!) asasıyla gelip buluyor ve görüyor! Biz nereye gittiysek bu kör (!) de gelip bizi buldu!..."
Evet... Bu Said'in verdiği bu cevap, tasavvufçuların aklı ne derece küçümsediklerini, istidlal ve bilimi ne derece tahkir ettiklerini sarih bir şekilde gözler önüne sermekte.
Bizim, tasavvufla ilgili özellikle vurgulamak istediğimiz nokta şu: Akıl konusunda Kur'an-ı Kerim'in, hükmüyle tasavvufçuların görüşleri yan yana koyulacak olursa yekdiğeriyle uyum arz etmeyecektir... Yâni bu durumda iki farklı görüş çıkacaktır karşınıza. Zira Kur'an-ı Kerim, tasavvufçuların tersine, akla önem verir; akli bulgulara, bilgi ve araştırmaya saygı duyar.
Hz. Ali'ye (a.s) bakınız; Sünni olsun Şii olsun bütün mutasavvıf ve arifler kendi silsilelerini ona dayandırırlar;[29] irfan ve tarikatlerin hemen hepsi sonunda ona kavuşur; yetmişi aşkın tarikat arasında Ebu Bekir'le son bulan bir silsile dışında hepsi Ali'yle son bulur, yine bütün urefa, tasavvufçu ve tarikatçılar onu zamanın en ileri kutbu ve mürşidi (Kutb-ül arifin) olarak kabul ederler. Keza İbn-i Ebi'l Hadid'in de dediği gibi tasavvufçuların o güne değin yazmış oldukları bütün kitaplarındaki hakikatleri, o Nehc-ül Belağa'sında dört satırda hülasa etmiştir. Ancak, yine de aynı insan Nehc-ül Belağa'sında muazzam akli ve mantıki istidlaller de öne sürmekte ve gelmiş geçmiş bütün filozoflara parmak ısırtacak bir bilgelik örneği sergilemektedir.
Kısacası Ali (a.s) aklı asla horlamamış, mantığı küçümsememiştir.
O halde İslam'ın kamil insanıyla tasavvufun kamil insanı arasında şu belirgin fark vardır: İslam'ın kamil insanı akli boyutta da gelişmiştir, aklı onun varlığının önemli bir parçası durumundadır. Tasavvufun kamil insanı ise akla önem vermediği gibi, onu küçümser de aynı zamanda. Bir diğer mesele de, diğer oturumda da açıklandığı üzere "topluma eğilim" konusudur. Gerekirse bu konuyla ilgili olarak da ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Tabiattan Yüz Çevirme
Tasavvufla ilgili diğer bir eleştiri konusu, tasavvufa hakim olan "Ne istersen kendinden iste, herşey senin içinde vardır" mantığıdır. Bundan maksat gönüldür, ne istersen gönülden iste, batınından iste demektir.
İrfan ve tasavvuf okulu batıncı, ya da "içe dönük"lülüğü, "iç dünyasına yöneliş"i esas alan bir okuldur. Tasavvufi dünya görüşünde gönül, alemden daha büyüktür. Bu görüşte söz konusu ruh[30] ya da gönül bir tarafa, bütün alemi de öbür tarafa koyacak olursanız insan gönlünün bütün alemden daha büyük -ve değerli- olduğunu görürsünüz Onlara göre alem "küçük insan", gönül ise "büyük insan"dır. Keza bu inanışa göre insan gönlüyle alem iki ayrı yere oturtulduğu için bilinen varlık dünyası "küçük alem" insan gönlü "büyük alem" olarak tanımlanır. Yâni bizim büyük alem olarak tanımladığımız varlık dünyası, tasavvufçulara göre küçük alemdir, büyük alem onlara göre insanın kendi gönlünden, kendi iç aleminden başka birşey değildir. Başka bir deyişle insanın içinde bulunduğu şu alem küçük insandır; büyük insansa senin içinde bulunduğun şey değil, senin içinde bulunan şeydir.
Mevlana'nın da deyişiyle:
"Ademoğluysan eğer, onun gibi davran
Bütün zerreleri kendi varlığında gör.
Nehirde olmayan ne var ki testide?
Şehirde olmayan ne vardır ki evde?
Şu cihan bir testidir, gönül tıpkı bir nehir
Şu cihan bir odacık, gönül bir büyük şehir...[31]
Evin bir odasında mevcut olan bir şeyin o evin bulunduğu şehirde mevcut olmadığını söyleyebilir miyiz? Ev, zaten şehrin bir parçasıdır, evde mevcut olan herşey, aslında şehirde mevcut olan şeylerin birer örneği durumundadır. Keza, su testisinin içinde bulunan, nehir de bulunanların bir parçası değil midir? Aynı şekilde şu soru da yerinde olacaktır: İnsan önce şehre mi girer, eve mi ? Açıktır ki evi şehirde bulunan bir insan, önce şehre girecektir. İnsan, su testisi ya da içinde su bulunan herhangi küçük bir kaba mı gider, yoksa nehre mi? Açıktır ki su arayan herkes, küçük bir testiyi değil, nehri tercih edecektir.
İrfan ve tasavvufun temeli içe dönüklülüğe, gönül ve batına yönelişe; kısacası dış dünyadan vazgeçip iç dünyaya teveccühe dayanır. Mutasavvıf kişi içe dönüktür; hatta dışa ait bütün değerleri de reddeder. Aranan değerin, yâni "Hakk"ın dış dünyada bulunup bulunmayacağı sorusuna "Hayır" der; ona göre bu değere ancak iç dünyada rastlayabilmek ve bu değeri ancak iç dünyada -gönül- bulabilmek mümkündür:
"Yıllardır gönül, tılsımlı küreyi ister dururdu bizden
Kendisinde var olanı ellerden isterdi bilmeden.
Alem sedefinin dışındaydı aradığı inci aslında
O ise aranır dururdu sahile çarpan sedefler arasında
Allah deyip dururdu gönül fukarası biri
Her an onunlaydı Allah; görmüyordu gözleri...
Dün gece müşkülümü açtım bilge dervişe
Bir bakışta her müşkülü halleden biri işte.
"Her şeyi gösteren şu tılsımlı küreyi
Ne zaman verdi sana? Söyle derviş gerçeği"
Dedim ona. Dedi ki: "Kal-u beladan beri
Ve ekledi: Darağacını şereflendiren dostun suçu
Sırrı açıklamaktan ibaretti"...
Evet; insanın kendi iç dünyasına dikkatle eğilebilmesi hususunda tasavvufçular hakikaten alabildiğine ilerlemişlerdir. Mesnevinin altıncı cildinde Mevlana temsili bir hikaye anlatır; adamın biri Allah'a yalvarıp bir define bulmayı nasip et bana dermiş. Adamın bütün dileği bir define bulabilmekmiş. Daima Allah'a yakarır ve "Allah'ım "dermiş, "Bunca insan yaşadı yeryüzünde, niceleri nice defineler gömdüler toprağa. Kendileri ölüp gittiler, o definelerse öylece toprak altında durmada şimdi... Ne olur sanki onlardan birinin yerini bana bildirsen..." Evet, adamcağızın gece gündüz bütün işi böylesine yalvarıp ağlayarak Allah'tan bir define göstermesini istemekti. Sonunda bir gece uyuyakalmışken bir rüya gördü; rüyada bir adam karşısına çıkıp "Allah'tan dilediğin nedir?" diye sordu ona: Adamcağız sevinçle "Bir define istiyorum O'ndan" dedi. Bunun üzerine rüyada ona görünen şahıs "Pekala" dedi, "Ben, Allah Teala tarafından sana bir definenin yerini bildirmekle görevlendirildim. Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Yanına bir ok ve bir de yay alıp falan tepeye çık; oku yaya yerleştirip bırak. Ok nereye düşerse orayı kaz, aradığın defineyi orada bulacaksın"...
Adamcağız hayretle uyandı. Gördüğü rüyadan iyice etkilenmişti "Çok net bir rüyaydı" dedi kendi kendine, "Dediklerini yapmaya değer doğrusu. O tepeye gider, adamın dediğini harfiyen yaparım; bakarsın gerçekten bir define bulurum; kim bilir?! " diye düşünerek kalkıp yola koyuldum. Rüyada kendisine tarif edilen tepeyi arayıp buldu; şimdi iş bir tek ok atmaya kalmıştı. Ancak, bu sırada rüyadaki şahsın oku hangi yöne atması gerektiğini kendisine söylememiş olduğunu hatırladı "Zararı yok" dedi, "Ben de kıbleye doğru durur, oku o tarafa atarım, inşallah define kıble tarafındadır"... Ardından oku yaya yerleştirip kıble yönüne doğru durdu; yayı var gücüyle çekip bıraktı. Gözlerini oktan ayırmaksızın dikkatle seyretti; okun düştüğü yeri tespit ettikten sonra eline bir kazmayla bir de kürek alıp çıktı yola; okun düştüğü yeri bulup kazmaya başladı. Kazdı, kazdı; kocaman bir çukur açmıştı fakat defineden eser yoktu!...
Yılmadı; "Ben de başka yöne atarım oku" diyerek mezkur tepeye çıkıp oku bu defa mesela kuzeye doğru attı, okun düştüğü yeri bulup kazdı ama hiçbir şey bulamadı. Doğu, batı, kuzey, güney, güneydoğu, kuzeydoğu... velhasıl nice bir zaman her yönü deneyip durdu, her yöne ok attı, okun düştüğü yeri iyice kazdı, fakat bir türlü bir defineye rastlayamadı! Sonunda üzgün ve kırgın bir gönülle camiye gidip oturdu, "Ya Rabbim, bu nasıl define yeri göstermekti, oldu mu şimdi bu yaptığın?!" diyerek şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya başladı. Bu durum böylece birkaç gün sürüp gitti. Bir gece rüyada yine aynı adamı gördü, onu azarlamaya başlayıp verdiği define adresinin yanlış olduğunu söyledi. Adam, "Sözünü ettiğim tepeyi bulmadın mı?" dedi, "Buldum" diye cevap verdi. "Peki, sonra ne yaptın? diye sordu. "Kıbleye doğru durup yayı bütün gücümle gerdim, sonra da bıraktım" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben sana kıbleye doğru durmanı ve yayı bütün gücünle çekmeni söylemedim ki; ben oku yaya yerleştirip bırak dedim, yayı çek demedim diyerek gözden kayboldu. Adamcağız rüyadan uyanır uyanmaz eline kazmayı küreği geçirip yola koyuldu. bahsedilen tepeye vardı, oku yaya yerleştirip "bakalım iş nereye varacak?" diyerek oku bıraktı. Ok ayaklarının dibine düşüvermişti. Hemencecik orayı kazdı ve aradığı defineyi buldu. Hikayenin burasında Mevlana şöyle der:
"Hak, can damarından daha yakındır sana
Sense düşünce okunu atıverdin uzağa.
Ey oka yaya sarılmış, oklar fırlatan kişi
Define yanı başında, sense uzaklara atmadasın okunu"[32]
Tanınmış çağdaş alimlerden biri bu hikayeyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatırdı. "Bu hikayeyi ben de Mesnevi'de okumuş, ancak Mevlana'nın maksadını tam olarak kavrayamamıştım. Tasavvuf zevkine sahip hoşsohbet bir hatip vardı; Mesnevi'yi iyi bilirdi. Bir gün kendisiyle sohbet ettiğimizde mezkur hikayeyi hatırlattım ve Mevlana bununla neyi anlatmak istiyor dedim. Bir tek cümleyle cevap verdi: Aradığın şey kendindedir; istediğini kendinden iste... Evet, irfan ehline göre gönül, bir nehir; cihansa küçücük bir küp, küçücük bir testi gibidir; gönül, şaşırtıcılıklarla dolu bir şehir, cihansa küçük bir oda gibidir... Buna benzer teşbihlere çok sık rastlanır tasavvufta. Kısacası irfan ve tasavvuf okulunda dış dünya pek küçümsenmiş; tabiat küçücük bir kitap miktarınca dahi sözkonusu edilip gündeme getirilmemiştir. halbuki Hz. Ali'den (a.s) nakledilen bir cümlede cihan alem-i ekber, -büyük alem- insan ise alem-i asğar -küçük alem- olarak anılır.
Tasavvufun bu mantığını Kur'an mantığıyla karşılaştırdığınızda; pek çok açıdan müspet noktalar taşımasına rağmen dış dünyayı küçümsemesi açısından aksak bir mantık olduğunu görürsünüz. Kur'an tabiata karşı bu kadar lakayt ve ilgisiz değildir; bilakis, afaki ayetlerle enfüsi ayetler yanyanadır:[33] "Yakında delillerimizi alemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da: Böylece sonucu, onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz, Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi sana?..."[34]
Burada şunu da hemen hatırlatalım ki insanoğlunun en yüce değerleri ve elde edebileceği en üstün marifetler - bilgi, beceri ve yetenekler- yine onun kendi içinde ve öz yapısında mevcuttur. Ancak bu, insanın dışındaki dünya ve tabiatın bir hiç olduğu, tabiatının Allah Teala'nın ayeti ve Hakk'ın aynası olmadığı anlamına da gelmez. Sadece gönül müdür Allah'ın aynası? Hakkı yansıtan yegane ayna insanın iç dünyası mıdır? Elbette ki hayır! Gönül nasıl Allah'ın bir aynasıysa; tabiat da O'nun bir başka aynasıdır...
Tasavvuf okulu üzerinde daha fazla durmamızı gerektirecek önemli bir noktadır bu. Zira daha önceki bahislerimizde de belirtmiş olduğumuz gibi tasavvuf daha çok ruhi yönümüzle ilgilenmiştir bizim... Tasavvuf düşüncesi kolayca insanlarımız arasında yayılma imkanı bulduğu halde felsefe düşüncesi felsefe kitaplarından dışarı taşmamış ve bu yaygınlığı kazanmamıştır. Felsefeciler, tasavvufçular gibi kendi düşüncelerini yayamamış, bunları umuma aksettirememişlerdir. Daha açık bir deyişle tasavvufi düşünce halk arasında yaygın, felsefi düşünce ise yaygın değildir. Oysa ki tasavvufi düşünce çekici ve şirin olması, gönüllere hitabeden bir sıcaklık ve güzellik taşıması hasebiyle bütün evlere girmiş, halkın her kesimine kendisini tanıtabilmiştir. Mevlana her eve girmiştir bugün, Hafız ve Sadi'nin -kitapları ve şiirleri vasıtasıyla düşüncelerinin- girmediği ev hemen-hemen yok gibidir günümüzde. Bu yaygınlığı itibariyle tasavvuf düşüncesinin nice müspet noktaları halkımız üzerinde nasıl faydalı olmuşsa; kimi tasavvufçuların bazı yanlış düşünce ve ibareler de -ki yok değildir- aynı şekilde menfi etki bırakabilmiştir. Tasavvufi düşünce üzerinde, felsefi düşünceden daha fazla durmamızın ve bu bahsi daha geniş bir şekilde ele almamızın sebebi de budur.
İNSAN-TABİAT İLİŞKİSİ
Evet, bir hayli önemli bir mevzudur bu... İnsanın tabiatla olan ilişkisi... Sahi, insanla tabiat arasındaki ilişki, iki yabancı unsur arasındaki ilişki şeklinde mi ele alınmalıdır? Tasavvuf düşüncesine göre yüzde yüz yabancı iki unsurun ilişkisidir bu. Hatta bundan da öte, mahkumla zindanın ilişkisidir; bülbülün kafesle, Yusuf'un Kenan diyarındaki kuyuyla ilişkisi gibidir...
Kimilerine göre insanın dünyaya gelişi, bülbülün kafese konulmasına, bir hürün hapsolmasına, ya da Yusuf'un (a.s) kuyuya düşmesine eş bir olay olarak değerlendirilebilir.
Tabiatı insanoğlunun zindanı, düştüğü bir kuyu ya da içine kapatılmış olduğu bir kafes şeklinde yorumlamamız halinde, insan- tabiat ilişkisini de yekdiğerine zıt iki unsurun ilişkisi olarak kabul etmemiz gerekecektir elbet...
Bu durumda insanoğlunun tabiatta; üzerinde yaşamakta olduğu bu yeryüzünde ne yapması, hangi ve ne tür faaliyetler göstermesi gerekecektir peki?
Dünyayı bir kafes, insanı da bu kafese kapatılmış bir kuş olarak kabul edersek; kuşun kafes içinde yegane düşüncesinin ve yapması beklenen yegane eylemin bu kafesten kurtulmak olduğunu; bu durumda onun başka hiç birşey düşünmeyip, hiçbir şey yapmayacağını da kabul etmemiz gerekecektir.
Bir mahkumun, bir an önce zindandan kurtulmaktan başka bir düşüncesi olabilir mi? Hatta zindanın duvarını delmek ya da yıkmak pahasına da olsa hürriyetine kavuşmak için elinden geleni yapmasından başka ne beklenebilir? Kapatılmış olduğu zindanla mahkum arasındaki en bariz ilişki ve mahkumun göstereceği en tabii tepkidir bu...
Kuyuya düşmüş bir Yusuf'un, oralardan geçecek bir kervanı beklemekten, kervandakilerin su almak için kuyuya sallayacakları bir kovaya tutunup kuyudan kurtulabilmekten başka bir umudu ve düşüncesi olmayacaktır elbet.
Peki, İslam nazarında insan-tabiat ilişkisi nasıldır? Kur'an-ı Kerim bu ilişkiyi mahkumun zindanla, kuşun kafesle, Yusuf'un kuyuyla ilişkisi şeklinde mi tanımlamaktadır acaba?.. Bu soruya tatmin edici bir cevap aramak kaçınılmazdır; zira tasavvufta bu mevzu üzerinde ziyadesiyle durulmuştur. Bakınız Senai ne diyor:
"Kırıver kafesi, tavuslar misali
Kanatlanıver şu yücelere bir..."
Ya da diğer bir tasavvufçunun deyişiyle:
"Ey Mısır'ın Yusuf'u
Çıkıver kuyudan artık..."
İslam'ın Görüşü
Tasavvufi düşüncede insan-tabiat ilişkisi böyle tanımlanmakta. Ancak, İslam nazarında insanın tabiatla olan ilişkisi çiftçinin tarlayla, tüccarın ticaretle, ibadet eden abidin mabetle olan ilişkisi şeklinde yorumlanır. Bir çiftçi için tarla amaç değil, araçtır... Yâni çiftçinin evi barkı şehirde- ya da mesela köyde-dir; asıl yurdu orasıdır; fakat o, geçim için gerekli mutluluk, refah ve saadeti sağlayabilmek maksadıyla tarlaya gider ve orada çalışır. Gitmelidir tarlaya o... Evet, tarlaya gitmeli ve orayı ekime müsait bir hale getirmelidir. Bu amaçla çift sürüp kazdığı tarlaya tohum ekmeli, buğdaylar yeşerince mevcut zararlı otları söküp atmalı, olgunlaştığında mahsulü biçip harman etmelidir:
"Dünya, ahiret tarlasıdır."[35]
Evet, insan- tabiat ilişkisi böyle değerlendirilir İslam'da... Tarlasını yanlışlıkla evi zanneden bir çiftçi hata etmektedir elbet... Çiftçi tarlasını bilmeli ve tarlayla evini karıştırmamalıdır; biri yerleşip yaşadığı yer; diğeriyse bu yaşamı ve sonrasını temin edebilmek için kullanacağı bir araç ve vesiledir. Keza bir tüccar için piyasa iş yeri, çalışıp çabalama mekanıdır. Yâni sermaye ve emeğini birleştirecek ve daha fazla kazanacaktır bu mekanda. İslam nazarında dünya ve tabiat alemi de böyle bir ticaret piyasasından ibarettir işte. Ali'nin (a.s) de, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) de belirtmiş olduğu gibi: "Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanıdır"[36]
Bir gün adamın biri Hz. Ali'nin (a.s) yanına gider ve oturup dünyayı kötülemeye başlar Ali'nin (a.s) dünyadan hoşlanmadığını, dünyayı yerdiğini duymuştu, ama dünyanın nesini kınadığından haberi yoktu bu adamcağızın. Onun anladığı kadarıyla Ali (a.s) dünyadan hoşlanmıyordu işte; bu yüzden de dünyayı, yâni tabiat alemini habire yeriyor olmalıydı... Halbuki bilmiyordu ki Ali'nin (a.s) kınadığı şey tabiat elemi ya da salt dünya küresi değildi asla! O, dünyayı değil, dünya perestliyi kınamakta, insanı değil, maddeye tapan şaşkını yermekteydi. Zira Hakka tapış ve hakikate ibadet edişin karşı eylemi olan ve gerçekte insani değerleri bütünüyle reddetmekten başka birşey olmayan büyük bir hatadır bu...
Evet, adam oturup dünyayı kötülemeye, dünyadan yakınmaya başlayınca Hz. Ali (a.s) pek rahatsız oldu, "Behey dünyayı kınayıp duran kişi, behey dünyaya aldanmış adam!" dedi, "Dünya seni aldatmış değil, sen dünyaya aldanmışsın! Dünya insanı aldatmaz ki; kişi kendi aldanır..."[37]
Evet, dünyanın aldatan değil, insanın aldanabilen olduğuna dikkat çekilmekte. Hz. Ali'nin (a.s) özellikle vurguladığı bu noktayı basit bir örnekle açıklayabilmek mümkün:
İhtiyar bir kadın düşünün; takma dişler, takma kirpikler, peruk ve daha nice çeşitli makyajlarla süslenmiş ve kendisine genç bir kadın görüntüsü vermiştir. Delikanlının biri onun görünüşüne aldanıp onunla evlenmek isteyebilir. Burada genç delikanlı aldanmış ve hata etmiştir; ancak ihtiyar kadın da "aldatıcı" olmuş ve bu aldanışa bizzat ve bilfiil sebep teşkil etmiştir. Kadın yaşlı mı yaşlıdır; kendisiyle evlenmek isteyen delikanlıya bunu açıkça söylemekte ve... "Yaşım geçkin, ağzımda bir tek dış yok, başımda gördüğün nesne de saç değil peruktur!... Ben buyum işte; ne dersin, yine de evlenmek ister misin benimle?!" demektedir. Ancak kadıncağız her ne kadar yaşının geçkin, dişlerinin takma, saçlarının peruk olduğunu söyleyip durmaktaysa da delikanlı "bunlar işin cilvesi" diyerek onunla evlenirse bu durumda kadıncağız onu aldatmamış, bizzat kendisi kendisini kandırmak istemiştir.
Ali (a.s) şöyle demektedir:
"Dünyanın hiç bir şeyi örtülü- kapalı değil ki!... Dünya hangi gerçeğini gizlemiştir bugüne dek? Ne zaman aldattı, neyiyle aldattı seni dünya?! Babanı kendi ellerinle toprağa verdiğinde mi aldattı seni dünya?!... Dünya, "Ben buyum işte demekte açıkça..." Bende sebat yoktur, kalıcı değilim... "Olduğum gibi gör ve bu gerçeğimle tanı beni... Neden olduğum gibi değil de, olmamı istediğin gibi görmektesin beni hala?" diye haykırmakta hep... O halde dünya kimseyi aldatmış değildir; kişinin kendisi kendisini aldatmaya çalışmaktadır. Ve şöyle ekler Ali (a.s):
"Gel muhasebe yapalım şimdi; bu durumda dünya mı sana, yoksa sen mi dünya ya kıymaktasın? Sen mi bu dünyaya ihanet etmektesin, yoksa bu dünya mı ihanet etmekte sana?!... Ne zaman kandırdı seni dünya? Ne zaman mahvetti seni? Heveslerinin, nefsani arzularının peşi sıra giden kendin değil misin? Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanı, Allah dostlarının ibadetgahıdır. İbadetgahı olmayan kişi nasıl ibadet eder, abid kişi nerede ibadete koyulabilir? Piyasa denilen şey olmazsa tüccar nasıl artırabilir sermayesini? Piyasa ve ticaret olmazsa kişi nasıl kazanç elde edebilir ki?!"[38]
Dünyanın insan için bir zindan , bir kuyu ya da bir kafes sayıldığı ve insanın yegane görevinin bu kafesi kırmak, bu zindandan kurtulmak olduğu düşüncesi ruh ve nefsi tanıma meselesiyle ilgili olarak ayrı bir düşünceye dayanır ki İslam onu kabül etmemiştir.
Ruhun Dünyada Tekamülü
İslam'dan önce Hindistan ve Yunan'dan belirip bu ülkelerden dünyaya yayılan ve İslam'la bağdaşmayan bir düşünce vardı. Bu düşünceye göre insanın ruhu önce tam ve kamil olarak başka bir alemde yaratılmış, sonra da tıpkı bir kuş gibi -bedeninde- kafeslenerek getirilip bu dünyaya bırakılmıştır.
Bu durumda kafesi kırmak gerekir...
Ancak, Kur'an-ı Kerim, Mü'minun suresinde bu mevzuyla ilgili olarak gayet ilginç ve fevkalade bir tabir kullanmıştır; Sadr'ul Mutaallihin bunu şöyle açıklar: "Ben, ruhun, sonradan maddeden yaratılmış, soyut ve kalıcı olduğunu Mü'minun suresinin bu ayetlerinden anladım. Mezkur ayet-i kerimelerde insanın yaratılışı sistematik bir şekilde merhale merhale şöyle anlatılmaktadır: "Andolsun ki biz insanı balçık mayasından yarattık (topraktan), sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık, sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken, kan pıhtısını bir parça et haline soktuk (cenin), derken ette kemikler yarattık, ardından kemiklere et giydirdik..." Mü'minun suresinde insanın yaratılış merhalelerini açıklayan bu ayetlerin hemen ardından şu ayet-i kerime gelir: "Sonra da onu başka bir yaratılışla meydana getirdik..."[39]
Yukarıda zikredilen en son ayet-i kerimede bilinen tabiat ve maddenin "başka bir şey"e, yâni ruha dönüştürüldüğü açıklanmaktadır. Bu da ruhun soyut olduğu, ancak, madde dışı bir soyut değil, aslının maddeden kaynaklanmış bir soyut yapı arzettiğini gösterir. Yâni ruh da aslında şu bildiğimiz madde aleminin bir parçası olup ondan daha değişik bir yaratılış ve özellikle yaratılmıştır. Daha açık bir deyişle ruh başka bir aleme ait ve o alemde kemale ermiş olup sonradan dünya alemine getirilmiş ve bu dünyevi yaşama hapsedilmiş değildir. Ruh da bu alemin bir parçası, o da tabiatın bir çocuğudur. Ruh maddeden -ancak, başkalaşıma uğratılarak- yaratıldığına göre onun da anası tabiat ve dünyadır. O halde dünyada bulunan ruh, kafeste ya da zindanda değil, ana kucağındadır; kendi annesinin kolları arasındadır. Tabiat insan ruhunun anasıdır; tabiatta yaşayan insan annesinin yanı başında, onun kucağında yaşamaktadır; tabiatın kucağı, ana kucağıdır... O halde insanoğlu burada, şu tabiat aleminde kemale erecek, burada olgunlaşacaktır; daha önce kemale ermiş olması söz konusu değildir. Dünyayı insanoğlunun zindanı, kafesi ya da içine düşmüş olduğu bir kuyu şeklinde yorumlayarak onun yegane gayesini bir an önce buradan kurtulmaya çalışmakla özetleyip tabiat alemini insana bütünüyle yabancı bir unsur olarak telakki eden bu sofistlik düşünce İslami bir düşünce ve İslam'a mutabık bir görüş değildir. İslami düşünceyle bu sofistlik düşünce arasında şu hassas fark söz konusudur: İslam, dünya alemini insanoğlunun zindanı ya da kafesi şeklinde değil, onun anası olarak kabul eder ve şöyle der: Sen her zaman ananın eteğine yapışacak, onun kucağına çakılıp kalacak değilsin. Tabiat ananın eteğini bırakmaz, büyüdükçe olgunlaşmaz ve dünya aleminde yüceleşme yolunu tutmazsan hep tabiatta kalır ve "salt tabii bir varlık" oluverirsin. Kur'an-ı Kerim'in de deyimiyle "...Sonra da onu döndürdük, aşağıların en aşağısına kattık."[40] ayetinin bir örneği durumuna düşersin ve "...Ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlardan başka."[41] ayetinde sözü geçen yücelmiş insanlar arasına katılamazsın. Bu da dünyayı cehennem kılar sana; zira tabiattan başka birşey olmayan esfel-es safilinden kalkıp yükseklere çıkamayan ve yücelemeyen kişi için tabiat alemi ya da dünya, cehennem oluverecektir: onun ana kucağı gibi sığınacak yeri, anayurdu cehennem uçurumudur...[42]
Evet; Karia suresinde de buyurulmuş olduğu gibi tabiat ananın kucağından sıyrılamayan insanın annesi -yâni dünya- cehennemi kesiliverecektir onun. Allah Teala bu anadan doğurmuş, böyle mukadder kılmıştır bunu; anası dünyadır insanoğlunun. O, ana kucağında çakılı kalmamalı, erginleşip yücelere yükselmelidir. Okullara gitmeli, tahsil etmeli, basamak basamak yükselerek yüce mertebelere ulaşmalıdır. Ana kucağına çakılı kalmamalıdır, aksi takdirde sonsuza dek burada kalakalacaktır. Yaşı mesela yirmi beşe gelmiş olduğu halde hala kendisini ana sütüne muhtaç gören ve annesinin eteğini bırakmayan biri gibi tıpkı...
O halde İslam sosyolojisi ve İslami antropolojiye göre insan, daha önceden Alem-i Kuds'de ve bütün kemallere sahip olarak yaratılmış ve daha önceden bu kutsal alemde uçup durmakta iken, sonradan alınıp dünya kafesine kapatılmış bir kuş değildir. Şairin de dediği gibi: "Alem-i Kuds'un kuşuyum ben / Nasıl anlatayım ayrılığı, nasıl açıklayayım bilmem..." insan ne o alemin kuşu ne de bu alemin zindanının mahkumudur ki yegane görevi bu zindanın duvarlarını yıkıp kaçmak olsun... İslam bunu reddeder! Evet, alem-i ervah, alem-i eczamdan üstündür; ancak bunun sebebi, yaratılış ve tekvin itibarıyla ruhun cisme olan mertebe ve derece üstünlüğüdür. Yâni ruh, yaratılışı bu alemde vuku bulmuş bir şüadır, ancak bu şüa, başka bir alemden bu aleme ışımıştır. Yoksa ruh daha önce bütünüyle kemale ermiş ve tamamlanmış bir halde başka bir alemde bulunmuş değildir ki daha sonra bu aleme getirilmiş ve hapsedilmiş olsun!... Bu tenasüh düşüncesi İslami değildir, asıl Eflatun'a dayanan bu platonik yanlış görüş, eski Hint felsefelerinde de görülür.
Eski Yunan'da yaşamış olan Eflatun da ruhun bu aleme gelmeden önce başka bir alemde hiç noksansız, tam ve kemale ermiş olarak yaratıldığına inanmıştır. Ona göre ruh, daha önce alem-i misaldeydi; ancak daha sonra maslahat üzere bu aleme getirilip hapsedildi; o halde onun gayesi bu alemden kurtulmaya çalışmak olmalıdır!... Ancak, İslam, tabiat alemine bu açıdan bakmaz, dünyayı böyle yorumlamaz. Şunu da hemen belirtelim ki biz, "Bütün arifler ve tasavvufçular bu büyük hataya düşmüşlerdir demiyoruz. Hayır, kimi tasavvuf büyükleri görüşlerini beyan ederken bu noktaya gereken dikkati göstermiş, yerinde terimler kullanmışlardır; ne toplumdan uzaklaşmış, ne de dünyadan bütünüyle el etek çekerek inzivaya saplanmışlardır. Evet, bu hataya düşmemiş büyük tasavvufçular da yok değildir. Afaki ve enfüsi ayetlerin Kur'an-ı Kerim'de bir arada zikredildiğini fark etmiş ve tabiatın da Hakk'ın aynası olduğunu, Hakk'ın cemalini yansıttığını görebilmişlerdir.
Nitekim insaniyet aleminin bir harikası denile bilecek şu fevkalade satırlar Şebisteri'nin değil midir?[43]
"Cana, düşünce öğretenin adıyla...
Can çırağını nuruyla yakıp aydınlattı.
Fazliyle her iki alem de aydınlanıverdi
Feyziyle insanın toprağı gül bahçesi kesildi."
Daha sonra afaki ayetlere teveccühle şöyle demekte:
"Canı tecellide olanın yanında
Bütün alem Hakk Teala'nın kitabıdır.
Araz i'rab, cevherse harfler gibidir
Mertebeler de i'rabla vukuf gibidir işte."
Ya da Cami'nin dediği gibi:
"Cihan, şahidimiz olan güzel aynamızdır bizim
Her şeyiyle onun veçhini gösteren bir ayna...
Evet, Kuran'la tasavvuf düşüncesini yanyana koyup önemle eğildiği araştırılırsa İslam'ın; nefs, nefsin batını, insanın kendi iç dünyasına eğilimi gibi şeyleri herhangi bir surette inkar etmeksizin dünya alemine tasavvufçulardan daha dikkatle eğildiği ve tabiata onlardan daha fazla önem verdiği görülür.
O halde Kur'an'ın kamil insanı akılcı ve gönülcü -insanın kendi iç dünyasına önem veren ve öz benliğiyle irtibat kuran- olmasının yanı sıra, tabiatçıdır da aynı zamanda!... Yâni o, hem aklı, hem kalbi her gerçeği, hem de tabiat gerçeğini kabul ve hazmetmiştir.
"Öz"den Geçme
Tasavvufla ilgili diğer bir mesele de "öz"den geçiş, "ben"liği terk ediştir. Tasavvuf gönlü ve iç dünyayı saygıdeğer bilir, ancak Kur'an'ın "nefs" dediği şeyi pek küçümser. Tasavvufun çağrısının bir bölümünü "ben"den vazgeçiş, "kendi"yi terk ediş; "benlik" ve "bencillik"i kınayış teşkil eder. Bu, kendi sınırları çerçevesinde doğru bir mantıktır; İslam mantığı da bunu onaylar. Ancak, İslam iki "ben" ve iki "nefs"ten söz eder. Bu "ben"lerden biri İslam'ın reddettiği ve kınadığı "ben"lik olmasına karşın, diğeri İslam'ın diriltmeye ve ihya etmeye çalıştığı "ben"dir. Bu ikisi arasında gayet hassas bir fark vardır, İslam meseleyi dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. Mesele, tıpkı bir dostla düşmanın yan yana durması gibidir. Biri dostumuz, diğeriyse düşmanımızdır, tam sınırda ve yan yana durmuşlardır; elimizde silah, ateş etmeye hazırız!... Bu durumda son derece dikkatli olmak ve sınırları iyi teşhis etmek gerekir, en küçük hata dahi tehlikeli bir sonuç doğurabilir. Bu iki "ben" insanda öylesine birbirine karışmış, yek diğeriyle öylesine iç içe girmiştir ki bütünüyle alçaklık ve aşağılık olan "ben"i vurup, bütün insani değerlerin ona bağlı olduğu ikinci "ben"i sapasağlam kurtarabilmek için gerçekten mahir bir atıcı olmak gerekir.
Bu, İslam'ın bir mucizesidir, sözkonusu "ben"i öylesine dakik ve belirgin bir şekilde teşhis edip saptamıştır ki yanılmak ya da hata etmek kesinlikle mevzubahis değildir. Tasavvufta da kimi zaman bu konuda doğru teşhiste bulunanlar olmuştur. Ancak kimi zaman da teşhis hatalı olmuş ve düşman "ben" yerine, dost "ben" yemiştir kurşunu!... Başka bir deyişle teşhis hatasının kurbanı "insancıl ben" olmuş, tasavvufun onca değer verdiği kalp ve gönül yaralanmıştır.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
İRFAN EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(1)
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"O'dur ki ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Şüphesiz onlar, önceden, açık bir sapıklık içinde idiler."[27]
İslam nazarında kamil insanın ne olduğu ve nasıl olması gerektiği meselesini açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız bu sohbetin buraya kadarki bölümlerinde insanın kendi kendisinden soyutlanabilen yegane varlık olduğunu ve bu yönüyle bütün diğer varlıklardan ayrıldığını belirtmiştik. Daha açık bir deyişle taş olmayan bir taşa, kedi olamayan bir kediye, köpeklik hassalarını bütünüyle yitirmiş bir köpek ya da hemcinslerine mahsus özelliklerden tamamen yoksun bir kaplana rastlayabilmek mümkün değildir. Mesela yeryüzündeki bütün kaplanlar, kaplanlara mahsus olan ve insanlarca "kaplanlık" hassaları" olarak adlandırılan birtakım içgüdüsel vasıflar taşır ve bu vasıflara uygun davranışlar gösterirler. Halbuki insan için durum hiç de böyle değildir; o, insanlığı öğrenmek ve bunun için birtakım eğitim ve öğretimlerden geçmek zorundadır, insanoğlunun "insaniyeti" olarak nitelendirilen yönünün onun biyolojik yapısıyla alakalı olmadığı unutulmamalıdır. Eskilerin "adam olma" dediği ve öteden beri "insanlık" olarak adlandırılan şeydir bu. Sa'dı'nin de dediği gibi
"İnsanoğlunun canı, insanlık ruhuyla değer kazanır
Giyim kuşam insanlık alameti değildir asla."
Evet, doğru bir tabirdir bu... İnsanoğlunun insanlığı biyolojik ya da tıbbi teşhislerle elde edilebilecek ve bu ilimlerin laboratuarlarında gözlemlenebilecek bir değer değildir asla... İnsan olmakla insan şeklinde bir mahluk olarak, yâni insanın biyolojik yapısıyla mücehhez olarak dünyaya gelmek ayrı şeylerdir. Bu yapıyla dünyaya gelen herkes "insanlaşmış bir insan" demek değildir. İnsanlaşmayı öğrenecek ve doğru bir eğitim ve terbiyeyle insanlaşacaktır ancak. Bir insan anadan doğma alim olamayacağı gibi, anadan doğma "insan"da olamaz. Dünyaya gelen her insan nasıl bilfiil değil, bilkuvve alim ise; insanlığının da aynı hassaya sahip olduğunu ve dünyaya gelen bir bebeğin henüz bilfiil değil, bil kuvve "insan" ya da eskilerin tabiriyle bil kuvve "adam" olduğunu unutmamak gerekir. Meselenin bu noktasında hiç kimse anadan doğma "insan" olmadığına ve herkesin "insan" olması gerektiğine göre "insanlık" ya da "adam olma" nedir? sorusu gelmektedir akla... İnsanlığın ne olduğunu bir zoolog ya da bir tıp hekiminin açıklaması beklenemez. Çünkü mesele biyolojik bir olaydan ibaret değildir. Mevcut dünya görüşleri arasında en maddeci olanları dahi bu gerçeği inkar edememektedir bugün. "İnsanlık" denilen şeyin inkar edilemez bir değer olduğunu, ancak maddi ölçülerle de algılanmayacağını onlar da kabul etmişlerdir. Bu cihetle bahsimizin geçen bölümlerinde de insanın kendi kendisinin manevi penceresi olduğunu vurgulamış ve bu gerçeği önemle belirtmiştik.
İnsanoğlunun maddi şeyler dışında başka birtakım şeylerin de var olduğunu ve bunların maddi ölçülerle algılanamayacağını laboratuar gözlemleriyle müşahede edilemeyeceğini kavrayabilmesi ve kendi kendisinden yola çıkarak madde ötesi maneviyatı sezebilmesi için bu pencereye yönelmesi ve bir de oradan görünen dünyanın gerçekleriyle tanışması gerekir. Bu dünyanın en bariz gerçeklerinden biri olan "insan oluş" ya da "insanlık"ın madde ötesi bir hakikat olduğunu ve ölçülerinin maddeyi tamamen aştığını bugün en maddeci ideolojiler dahi kabul etmek zorunda kalmış ve bundan "insani değerleri" ya da insanın maddi olmayan yönü olarak bahsetmişlerdir.
O halde bizim yapmak istediğimiz şey İslami ölçülere dayanarak asil insani değerleri tanımak ve tanımlayabilmekten başka birşey değildir. Başka bir deyişle İslam nazarında asil insani değerlerin ne olduğunu anlamak durumundayız. Bunun için de diğer dünya görüşleri ve düşünce ekollerinin doğru bir muhasebesini yapmak ve bu muhtelif görüşleri inceleyerek gerekli eleştirilerde bulunmak gerekir. Eleştiriden maksadın da sırf yanlışları yakalamak ya da öylesine reddetmek olmadığını da göz önünde bulundurmalıyız. Aksi takdirde herkes bir fikir öne sürecek ve insani değerler şunlardan ibarettir diyerek kendi görüşlerinin doğruluğunu iddia edecektir. Daha kötüsü, birinin ortaya çıkıp da "Hayır efendim, şöyle değil de böyledir" ya da "Neden şöyle olmasın?" şeklinde bir öneri veya itirazda bulunmasıdır. Ancak, muhtelif dünya görüşleri ve düşünce ekolleri dikkatli bir inceleme ve eleştiriye tabi tutularak İslami ölçü ve kıstaslarla değerlendirildiğinde güvenilir ve mantıki sonuçlara varılacak ve rahatça "insan meselesiyle ilgili İslami değerler şunlardan ibarettir" denilebilecektir.
Doğru bir inceleme ve sıhhatli bir eleştiri, tıpkı bir sarrafın yaptığı gibi elindeki malzemeleri güvenilir bir mihenk taşına vurmak ve sağlam kıstaslar ve ölçülerle bunları değerlendirmektir. Sarraf, elindeki akçeyi mihenk taşına vurarak onun ayarını anlar; bu ölçüden geçirerek onun ne kadarının halis altın, ne kadarının gümüş ve ne kadarının başka karışımlardan ibaret olduğunu tesbit eder. Yoksa, eleştirmek demek, o şeyi bütünüyle reddetmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu anlamda yapmamız gereken şey, felsefeciler, tasavvufçular ve diğer düşünce ekollerinin öne sürdükleri görüşleri İslami ölçü ve kıstaslarla karşılaştırmak bunların ne derece doğru ya da yanlış olduğunu tesbit etmektir.
Hatta bu durumda İslam'ın bu konularda göstermiş olduğu hassasiyet, ehemmiyet ve tepki derecelerine bakarak mezkur değerlerin yüzdelik nispetini hesaplayabilmek ve bu orana göre onları belli bir sıralamaya tabi tutmak da pekala mümkün olabilecektir.
Kimi zaman bazı aceleciler ortaya çıkarak "Efendim, asil İslami değerleri anlatın yeter, biz anlarız..." diyebilirler. Ancak bu yaklaşımın doğru olmadığını ve muhtelif düşünceleri etraflıca ele alıp incelemeksizin doğru dürüst bir sonuca varılamayacağını bilmek gerekir. Bu sebeple biz mezkur düşünce ve dünya görüşlerini incelemeye devam edeceğiz.
Bazı Ariflerin Aklı Küçümsemesi
Bir önceki bölümde tasavvufi düşünceyi ele almış ve bu akımı incelemiştik.
Tasavvufçu dünya görüşü; hatta diğer mistik görüşlerden son derece farklı olup pek çok konuda İslami zemineler arz eden ve kamil insanı İslam'ın kamil insanına oldukça benzeyen "İslam tasavvufçu dünya görüşü" dahi eleştiri konusudur.
İrfan okulu ya da tasavvufi dünya görüşü diyebileceğimiz bu düşünce türünün kamil insan mevzuunda eski ve yeni bütün düşünce okullarından daha zengin olduğunu itiraf etmek gerekir. Ne geçmişteki düşünce okulları bunlar kadar yaklaşabilmiştir kamil insan meselesine, ne de günümüzün çağdaş düşünce okulları. Ancak yine de, bu düşünce okulunun da eleştirilmesi gereken görüşler öne sürdüğünü gözden kaçırmamak gerekir. Bahsimizin geçen bölümünde tasavvufçu dünya görüşünün sunduğu kamil insan modelinin üç esas konuda eleştiriye tabi tutulması gerektiğini belirtmiş[28] ve bunlardan birinin "akıl" meselesi olduğunu söylemiştik. Tasavvufçular aklı haddinden fazla küçümsemiş, hatta aklı ve akli delilleri "geçersiz" sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Tasavvufçuların "aşk mertebesi"ni akıldan çok daha üstün saydıkları bir gerçek. Hafız, bunun "Aşk, akıldan çok daha üstündür elbet" dizesiyle dile getirir. Ancak, tasavvufçuların aklı küçümseme konusunda kimi zaman aşırıya kaçacak kadar ileri gitmişlerdir. Araştırma ve istidlal gibi şeyler tasavvufçular nazarında bütünüyle değersiz ve geçersiz şeyler olarak tanımlanmış ve hatta aklı "hicab-ı asgar" ya da "hakikatleri görmeye engel olan küçük örtü" tabiriyle tanımlayacak bir noktaya gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki herhangi bir bilgenin, hakikatleri idrak noktasında belli bir mertebeye varabilmiş olmasını büyük bir hasretle karşılamışlardır.
Tarihte, bununla ilgili ilginç bir vakıa zikredilir: Ebu Ali Sina, tanınmış bir bilgindir. Dördüncü yüzyılın sonları, beşinci yüzyılın başlarında yaşamış, 428'de vefat etmiştir. Katı bir akılcı ve titiz bir araştırmacı olan bu büyük İslam bilgini, dönemin bir hayli tanınmış büyük tasavvufçularından Ebu Said Ebu'l Hayr ile çağdaştır. Bilindiği gibi Ebu Ali Sina Mavera-un Nehr adı verilen mıntıkada doğmuş, ilk yıllarını Buhara ve Belh'de geçirmiş; ancak kendisini zorla saray uleması yapmak isteyen Sultan Mahmud'un elinden kurtulabilmek için doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalarak Nişabur'a gitmiştir. Ebu Ali Sina Nişabur'da Ebu Said Ebu'l Hayr'la görüşür; tarihin kaydettiğine göre biri büyük bir bilim adamı, diğeri de büyük bir tasavvufçu olan bu iki tanınmış sima, tam üç gün üç gece halvet eder, konuşurlar. Bu müddet zarfında cemaat namazları dışında ne dışarıya çıkar, ne de kimseyle konuşurlar. Üçüncü günün sonunda Ebu Ali Sina oradan ayrılır. Kendisine Ebu Said'i nasıl bulduğunu sorarlar, Ebu Sina "O" der. "Bizim bildiğimiz şeyleri -basiretiyle- görmekte". Daha sonra Ebu Said'e gider ve ona da "Ebu Sina'yı nasıl buldun? diye sorarlar. Ebu Said şu cevabı verir: "Bizim görebildiğimiz her şeyi o kör (!) asasıyla gelip buluyor ve görüyor! Biz nereye gittiysek bu kör (!) de gelip bizi buldu!..."
Evet... Bu Said'in verdiği bu cevap, tasavvufçuların aklı ne derece küçümsediklerini, istidlal ve bilimi ne derece tahkir ettiklerini sarih bir şekilde gözler önüne sermekte.
Bizim, tasavvufla ilgili özellikle vurgulamak istediğimiz nokta şu: Akıl konusunda Kur'an-ı Kerim'in, hükmüyle tasavvufçuların görüşleri yan yana koyulacak olursa yekdiğeriyle uyum arz etmeyecektir... Yâni bu durumda iki farklı görüş çıkacaktır karşınıza. Zira Kur'an-ı Kerim, tasavvufçuların tersine, akla önem verir; akli bulgulara, bilgi ve araştırmaya saygı duyar.
Hz. Ali'ye (a.s) bakınız; Sünni olsun Şii olsun bütün mutasavvıf ve arifler kendi silsilelerini ona dayandırırlar;[29] irfan ve tarikatlerin hemen hepsi sonunda ona kavuşur; yetmişi aşkın tarikat arasında Ebu Bekir'le son bulan bir silsile dışında hepsi Ali'yle son bulur, yine bütün urefa, tasavvufçu ve tarikatçılar onu zamanın en ileri kutbu ve mürşidi (Kutb-ül arifin) olarak kabul ederler. Keza İbn-i Ebi'l Hadid'in de dediği gibi tasavvufçuların o güne değin yazmış oldukları bütün kitaplarındaki hakikatleri, o Nehc-ül Belağa'sında dört satırda hülasa etmiştir. Ancak, yine de aynı insan Nehc-ül Belağa'sında muazzam akli ve mantıki istidlaller de öne sürmekte ve gelmiş geçmiş bütün filozoflara parmak ısırtacak bir bilgelik örneği sergilemektedir.
Kısacası Ali (a.s) aklı asla horlamamış, mantığı küçümsememiştir.
O halde İslam'ın kamil insanıyla tasavvufun kamil insanı arasında şu belirgin fark vardır: İslam'ın kamil insanı akli boyutta da gelişmiştir, aklı onun varlığının önemli bir parçası durumundadır. Tasavvufun kamil insanı ise akla önem vermediği gibi, onu küçümser de aynı zamanda. Bir diğer mesele de, diğer oturumda da açıklandığı üzere "topluma eğilim" konusudur. Gerekirse bu konuyla ilgili olarak da ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Tabiattan Yüz Çevirme
Tasavvufla ilgili diğer bir eleştiri konusu, tasavvufa hakim olan "Ne istersen kendinden iste, herşey senin içinde vardır" mantığıdır. Bundan maksat gönüldür, ne istersen gönülden iste, batınından iste demektir.
İrfan ve tasavvuf okulu batıncı, ya da "içe dönük"lülüğü, "iç dünyasına yöneliş"i esas alan bir okuldur. Tasavvufi dünya görüşünde gönül, alemden daha büyüktür. Bu görüşte söz konusu ruh[30] ya da gönül bir tarafa, bütün alemi de öbür tarafa koyacak olursanız insan gönlünün bütün alemden daha büyük -ve değerli- olduğunu görürsünüz Onlara göre alem "küçük insan", gönül ise "büyük insan"dır. Keza bu inanışa göre insan gönlüyle alem iki ayrı yere oturtulduğu için bilinen varlık dünyası "küçük alem" insan gönlü "büyük alem" olarak tanımlanır. Yâni bizim büyük alem olarak tanımladığımız varlık dünyası, tasavvufçulara göre küçük alemdir, büyük alem onlara göre insanın kendi gönlünden, kendi iç aleminden başka birşey değildir. Başka bir deyişle insanın içinde bulunduğu şu alem küçük insandır; büyük insansa senin içinde bulunduğun şey değil, senin içinde bulunan şeydir.
Mevlana'nın da deyişiyle:
"Ademoğluysan eğer, onun gibi davran
Bütün zerreleri kendi varlığında gör.
Nehirde olmayan ne var ki testide?
Şehirde olmayan ne vardır ki evde?
Şu cihan bir testidir, gönül tıpkı bir nehir
Şu cihan bir odacık, gönül bir büyük şehir...[31]
Evin bir odasında mevcut olan bir şeyin o evin bulunduğu şehirde mevcut olmadığını söyleyebilir miyiz? Ev, zaten şehrin bir parçasıdır, evde mevcut olan herşey, aslında şehirde mevcut olan şeylerin birer örneği durumundadır. Keza, su testisinin içinde bulunan, nehir de bulunanların bir parçası değil midir? Aynı şekilde şu soru da yerinde olacaktır: İnsan önce şehre mi girer, eve mi ? Açıktır ki evi şehirde bulunan bir insan, önce şehre girecektir. İnsan, su testisi ya da içinde su bulunan herhangi küçük bir kaba mı gider, yoksa nehre mi? Açıktır ki su arayan herkes, küçük bir testiyi değil, nehri tercih edecektir.
İrfan ve tasavvufun temeli içe dönüklülüğe, gönül ve batına yönelişe; kısacası dış dünyadan vazgeçip iç dünyaya teveccühe dayanır. Mutasavvıf kişi içe dönüktür; hatta dışa ait bütün değerleri de reddeder. Aranan değerin, yâni "Hakk"ın dış dünyada bulunup bulunmayacağı sorusuna "Hayır" der; ona göre bu değere ancak iç dünyada rastlayabilmek ve bu değeri ancak iç dünyada -gönül- bulabilmek mümkündür:
"Yıllardır gönül, tılsımlı küreyi ister dururdu bizden
Kendisinde var olanı ellerden isterdi bilmeden.
Alem sedefinin dışındaydı aradığı inci aslında
O ise aranır dururdu sahile çarpan sedefler arasında
Allah deyip dururdu gönül fukarası biri
Her an onunlaydı Allah; görmüyordu gözleri...
Dün gece müşkülümü açtım bilge dervişe
Bir bakışta her müşkülü halleden biri işte.
"Her şeyi gösteren şu tılsımlı küreyi
Ne zaman verdi sana? Söyle derviş gerçeği"
Dedim ona. Dedi ki: "Kal-u beladan beri
Ve ekledi: Darağacını şereflendiren dostun suçu
Sırrı açıklamaktan ibaretti"...
Evet; insanın kendi iç dünyasına dikkatle eğilebilmesi hususunda tasavvufçular hakikaten alabildiğine ilerlemişlerdir. Mesnevinin altıncı cildinde Mevlana temsili bir hikaye anlatır; adamın biri Allah'a yalvarıp bir define bulmayı nasip et bana dermiş. Adamın bütün dileği bir define bulabilmekmiş. Daima Allah'a yakarır ve "Allah'ım "dermiş, "Bunca insan yaşadı yeryüzünde, niceleri nice defineler gömdüler toprağa. Kendileri ölüp gittiler, o definelerse öylece toprak altında durmada şimdi... Ne olur sanki onlardan birinin yerini bana bildirsen..." Evet, adamcağızın gece gündüz bütün işi böylesine yalvarıp ağlayarak Allah'tan bir define göstermesini istemekti. Sonunda bir gece uyuyakalmışken bir rüya gördü; rüyada bir adam karşısına çıkıp "Allah'tan dilediğin nedir?" diye sordu ona: Adamcağız sevinçle "Bir define istiyorum O'ndan" dedi. Bunun üzerine rüyada ona görünen şahıs "Pekala" dedi, "Ben, Allah Teala tarafından sana bir definenin yerini bildirmekle görevlendirildim. Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Yanına bir ok ve bir de yay alıp falan tepeye çık; oku yaya yerleştirip bırak. Ok nereye düşerse orayı kaz, aradığın defineyi orada bulacaksın"...
Adamcağız hayretle uyandı. Gördüğü rüyadan iyice etkilenmişti "Çok net bir rüyaydı" dedi kendi kendine, "Dediklerini yapmaya değer doğrusu. O tepeye gider, adamın dediğini harfiyen yaparım; bakarsın gerçekten bir define bulurum; kim bilir?! " diye düşünerek kalkıp yola koyuldum. Rüyada kendisine tarif edilen tepeyi arayıp buldu; şimdi iş bir tek ok atmaya kalmıştı. Ancak, bu sırada rüyadaki şahsın oku hangi yöne atması gerektiğini kendisine söylememiş olduğunu hatırladı "Zararı yok" dedi, "Ben de kıbleye doğru durur, oku o tarafa atarım, inşallah define kıble tarafındadır"... Ardından oku yaya yerleştirip kıble yönüne doğru durdu; yayı var gücüyle çekip bıraktı. Gözlerini oktan ayırmaksızın dikkatle seyretti; okun düştüğü yeri tespit ettikten sonra eline bir kazmayla bir de kürek alıp çıktı yola; okun düştüğü yeri bulup kazmaya başladı. Kazdı, kazdı; kocaman bir çukur açmıştı fakat defineden eser yoktu!...
Yılmadı; "Ben de başka yöne atarım oku" diyerek mezkur tepeye çıkıp oku bu defa mesela kuzeye doğru attı, okun düştüğü yeri bulup kazdı ama hiçbir şey bulamadı. Doğu, batı, kuzey, güney, güneydoğu, kuzeydoğu... velhasıl nice bir zaman her yönü deneyip durdu, her yöne ok attı, okun düştüğü yeri iyice kazdı, fakat bir türlü bir defineye rastlayamadı! Sonunda üzgün ve kırgın bir gönülle camiye gidip oturdu, "Ya Rabbim, bu nasıl define yeri göstermekti, oldu mu şimdi bu yaptığın?!" diyerek şikayet etmeye, ağlayıp sızlamaya başladı. Bu durum böylece birkaç gün sürüp gitti. Bir gece rüyada yine aynı adamı gördü, onu azarlamaya başlayıp verdiği define adresinin yanlış olduğunu söyledi. Adam, "Sözünü ettiğim tepeyi bulmadın mı?" dedi, "Buldum" diye cevap verdi. "Peki, sonra ne yaptın? diye sordu. "Kıbleye doğru durup yayı bütün gücümle gerdim, sonra da bıraktım" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben sana kıbleye doğru durmanı ve yayı bütün gücünle çekmeni söylemedim ki; ben oku yaya yerleştirip bırak dedim, yayı çek demedim diyerek gözden kayboldu. Adamcağız rüyadan uyanır uyanmaz eline kazmayı küreği geçirip yola koyuldu. bahsedilen tepeye vardı, oku yaya yerleştirip "bakalım iş nereye varacak?" diyerek oku bıraktı. Ok ayaklarının dibine düşüvermişti. Hemencecik orayı kazdı ve aradığı defineyi buldu. Hikayenin burasında Mevlana şöyle der:
"Hak, can damarından daha yakındır sana
Sense düşünce okunu atıverdin uzağa.
Ey oka yaya sarılmış, oklar fırlatan kişi
Define yanı başında, sense uzaklara atmadasın okunu"[32]
Tanınmış çağdaş alimlerden biri bu hikayeyle ilgili bir hatırasını şöyle anlatırdı. "Bu hikayeyi ben de Mesnevi'de okumuş, ancak Mevlana'nın maksadını tam olarak kavrayamamıştım. Tasavvuf zevkine sahip hoşsohbet bir hatip vardı; Mesnevi'yi iyi bilirdi. Bir gün kendisiyle sohbet ettiğimizde mezkur hikayeyi hatırlattım ve Mevlana bununla neyi anlatmak istiyor dedim. Bir tek cümleyle cevap verdi: Aradığın şey kendindedir; istediğini kendinden iste... Evet, irfan ehline göre gönül, bir nehir; cihansa küçücük bir küp, küçücük bir testi gibidir; gönül, şaşırtıcılıklarla dolu bir şehir, cihansa küçük bir oda gibidir... Buna benzer teşbihlere çok sık rastlanır tasavvufta. Kısacası irfan ve tasavvuf okulunda dış dünya pek küçümsenmiş; tabiat küçücük bir kitap miktarınca dahi sözkonusu edilip gündeme getirilmemiştir. halbuki Hz. Ali'den (a.s) nakledilen bir cümlede cihan alem-i ekber, -büyük alem- insan ise alem-i asğar -küçük alem- olarak anılır.
Tasavvufun bu mantığını Kur'an mantığıyla karşılaştırdığınızda; pek çok açıdan müspet noktalar taşımasına rağmen dış dünyayı küçümsemesi açısından aksak bir mantık olduğunu görürsünüz. Kur'an tabiata karşı bu kadar lakayt ve ilgisiz değildir; bilakis, afaki ayetlerle enfüsi ayetler yanyanadır:[33] "Yakında delillerimizi alemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da: Böylece sonucu, onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz, Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi sana?..."[34]
Burada şunu da hemen hatırlatalım ki insanoğlunun en yüce değerleri ve elde edebileceği en üstün marifetler - bilgi, beceri ve yetenekler- yine onun kendi içinde ve öz yapısında mevcuttur. Ancak bu, insanın dışındaki dünya ve tabiatın bir hiç olduğu, tabiatının Allah Teala'nın ayeti ve Hakk'ın aynası olmadığı anlamına da gelmez. Sadece gönül müdür Allah'ın aynası? Hakkı yansıtan yegane ayna insanın iç dünyası mıdır? Elbette ki hayır! Gönül nasıl Allah'ın bir aynasıysa; tabiat da O'nun bir başka aynasıdır...
Tasavvuf okulu üzerinde daha fazla durmamızı gerektirecek önemli bir noktadır bu. Zira daha önceki bahislerimizde de belirtmiş olduğumuz gibi tasavvuf daha çok ruhi yönümüzle ilgilenmiştir bizim... Tasavvuf düşüncesi kolayca insanlarımız arasında yayılma imkanı bulduğu halde felsefe düşüncesi felsefe kitaplarından dışarı taşmamış ve bu yaygınlığı kazanmamıştır. Felsefeciler, tasavvufçular gibi kendi düşüncelerini yayamamış, bunları umuma aksettirememişlerdir. Daha açık bir deyişle tasavvufi düşünce halk arasında yaygın, felsefi düşünce ise yaygın değildir. Oysa ki tasavvufi düşünce çekici ve şirin olması, gönüllere hitabeden bir sıcaklık ve güzellik taşıması hasebiyle bütün evlere girmiş, halkın her kesimine kendisini tanıtabilmiştir. Mevlana her eve girmiştir bugün, Hafız ve Sadi'nin -kitapları ve şiirleri vasıtasıyla düşüncelerinin- girmediği ev hemen-hemen yok gibidir günümüzde. Bu yaygınlığı itibariyle tasavvuf düşüncesinin nice müspet noktaları halkımız üzerinde nasıl faydalı olmuşsa; kimi tasavvufçuların bazı yanlış düşünce ve ibareler de -ki yok değildir- aynı şekilde menfi etki bırakabilmiştir. Tasavvufi düşünce üzerinde, felsefi düşünceden daha fazla durmamızın ve bu bahsi daha geniş bir şekilde ele almamızın sebebi de budur.
İNSAN-TABİAT İLİŞKİSİ
Evet, bir hayli önemli bir mevzudur bu... İnsanın tabiatla olan ilişkisi... Sahi, insanla tabiat arasındaki ilişki, iki yabancı unsur arasındaki ilişki şeklinde mi ele alınmalıdır? Tasavvuf düşüncesine göre yüzde yüz yabancı iki unsurun ilişkisidir bu. Hatta bundan da öte, mahkumla zindanın ilişkisidir; bülbülün kafesle, Yusuf'un Kenan diyarındaki kuyuyla ilişkisi gibidir...
Kimilerine göre insanın dünyaya gelişi, bülbülün kafese konulmasına, bir hürün hapsolmasına, ya da Yusuf'un (a.s) kuyuya düşmesine eş bir olay olarak değerlendirilebilir.
Tabiatı insanoğlunun zindanı, düştüğü bir kuyu ya da içine kapatılmış olduğu bir kafes şeklinde yorumlamamız halinde, insan- tabiat ilişkisini de yekdiğerine zıt iki unsurun ilişkisi olarak kabul etmemiz gerekecektir elbet...
Bu durumda insanoğlunun tabiatta; üzerinde yaşamakta olduğu bu yeryüzünde ne yapması, hangi ve ne tür faaliyetler göstermesi gerekecektir peki?
Dünyayı bir kafes, insanı da bu kafese kapatılmış bir kuş olarak kabul edersek; kuşun kafes içinde yegane düşüncesinin ve yapması beklenen yegane eylemin bu kafesten kurtulmak olduğunu; bu durumda onun başka hiç birşey düşünmeyip, hiçbir şey yapmayacağını da kabul etmemiz gerekecektir.
Bir mahkumun, bir an önce zindandan kurtulmaktan başka bir düşüncesi olabilir mi? Hatta zindanın duvarını delmek ya da yıkmak pahasına da olsa hürriyetine kavuşmak için elinden geleni yapmasından başka ne beklenebilir? Kapatılmış olduğu zindanla mahkum arasındaki en bariz ilişki ve mahkumun göstereceği en tabii tepkidir bu...
Kuyuya düşmüş bir Yusuf'un, oralardan geçecek bir kervanı beklemekten, kervandakilerin su almak için kuyuya sallayacakları bir kovaya tutunup kuyudan kurtulabilmekten başka bir umudu ve düşüncesi olmayacaktır elbet.
Peki, İslam nazarında insan-tabiat ilişkisi nasıldır? Kur'an-ı Kerim bu ilişkiyi mahkumun zindanla, kuşun kafesle, Yusuf'un kuyuyla ilişkisi şeklinde mi tanımlamaktadır acaba?.. Bu soruya tatmin edici bir cevap aramak kaçınılmazdır; zira tasavvufta bu mevzu üzerinde ziyadesiyle durulmuştur. Bakınız Senai ne diyor:
"Kırıver kafesi, tavuslar misali
Kanatlanıver şu yücelere bir..."
Ya da diğer bir tasavvufçunun deyişiyle:
"Ey Mısır'ın Yusuf'u
Çıkıver kuyudan artık..."
İslam'ın Görüşü
Tasavvufi düşüncede insan-tabiat ilişkisi böyle tanımlanmakta. Ancak, İslam nazarında insanın tabiatla olan ilişkisi çiftçinin tarlayla, tüccarın ticaretle, ibadet eden abidin mabetle olan ilişkisi şeklinde yorumlanır. Bir çiftçi için tarla amaç değil, araçtır... Yâni çiftçinin evi barkı şehirde- ya da mesela köyde-dir; asıl yurdu orasıdır; fakat o, geçim için gerekli mutluluk, refah ve saadeti sağlayabilmek maksadıyla tarlaya gider ve orada çalışır. Gitmelidir tarlaya o... Evet, tarlaya gitmeli ve orayı ekime müsait bir hale getirmelidir. Bu amaçla çift sürüp kazdığı tarlaya tohum ekmeli, buğdaylar yeşerince mevcut zararlı otları söküp atmalı, olgunlaştığında mahsulü biçip harman etmelidir:
"Dünya, ahiret tarlasıdır."[35]
Evet, insan- tabiat ilişkisi böyle değerlendirilir İslam'da... Tarlasını yanlışlıkla evi zanneden bir çiftçi hata etmektedir elbet... Çiftçi tarlasını bilmeli ve tarlayla evini karıştırmamalıdır; biri yerleşip yaşadığı yer; diğeriyse bu yaşamı ve sonrasını temin edebilmek için kullanacağı bir araç ve vesiledir. Keza bir tüccar için piyasa iş yeri, çalışıp çabalama mekanıdır. Yâni sermaye ve emeğini birleştirecek ve daha fazla kazanacaktır bu mekanda. İslam nazarında dünya ve tabiat alemi de böyle bir ticaret piyasasından ibarettir işte. Ali'nin (a.s) de, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) de belirtmiş olduğu gibi: "Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanıdır"[36]
Bir gün adamın biri Hz. Ali'nin (a.s) yanına gider ve oturup dünyayı kötülemeye başlar Ali'nin (a.s) dünyadan hoşlanmadığını, dünyayı yerdiğini duymuştu, ama dünyanın nesini kınadığından haberi yoktu bu adamcağızın. Onun anladığı kadarıyla Ali (a.s) dünyadan hoşlanmıyordu işte; bu yüzden de dünyayı, yâni tabiat alemini habire yeriyor olmalıydı... Halbuki bilmiyordu ki Ali'nin (a.s) kınadığı şey tabiat elemi ya da salt dünya küresi değildi asla! O, dünyayı değil, dünya perestliyi kınamakta, insanı değil, maddeye tapan şaşkını yermekteydi. Zira Hakka tapış ve hakikate ibadet edişin karşı eylemi olan ve gerçekte insani değerleri bütünüyle reddetmekten başka birşey olmayan büyük bir hatadır bu...
Evet, adam oturup dünyayı kötülemeye, dünyadan yakınmaya başlayınca Hz. Ali (a.s) pek rahatsız oldu, "Behey dünyayı kınayıp duran kişi, behey dünyaya aldanmış adam!" dedi, "Dünya seni aldatmış değil, sen dünyaya aldanmışsın! Dünya insanı aldatmaz ki; kişi kendi aldanır..."[37]
Evet, dünyanın aldatan değil, insanın aldanabilen olduğuna dikkat çekilmekte. Hz. Ali'nin (a.s) özellikle vurguladığı bu noktayı basit bir örnekle açıklayabilmek mümkün:
İhtiyar bir kadın düşünün; takma dişler, takma kirpikler, peruk ve daha nice çeşitli makyajlarla süslenmiş ve kendisine genç bir kadın görüntüsü vermiştir. Delikanlının biri onun görünüşüne aldanıp onunla evlenmek isteyebilir. Burada genç delikanlı aldanmış ve hata etmiştir; ancak ihtiyar kadın da "aldatıcı" olmuş ve bu aldanışa bizzat ve bilfiil sebep teşkil etmiştir. Kadın yaşlı mı yaşlıdır; kendisiyle evlenmek isteyen delikanlıya bunu açıkça söylemekte ve... "Yaşım geçkin, ağzımda bir tek dış yok, başımda gördüğün nesne de saç değil peruktur!... Ben buyum işte; ne dersin, yine de evlenmek ister misin benimle?!" demektedir. Ancak kadıncağız her ne kadar yaşının geçkin, dişlerinin takma, saçlarının peruk olduğunu söyleyip durmaktaysa da delikanlı "bunlar işin cilvesi" diyerek onunla evlenirse bu durumda kadıncağız onu aldatmamış, bizzat kendisi kendisini kandırmak istemiştir.
Ali (a.s) şöyle demektedir:
"Dünyanın hiç bir şeyi örtülü- kapalı değil ki!... Dünya hangi gerçeğini gizlemiştir bugüne dek? Ne zaman aldattı, neyiyle aldattı seni dünya?! Babanı kendi ellerinle toprağa verdiğinde mi aldattı seni dünya?!... Dünya, "Ben buyum işte demekte açıkça..." Bende sebat yoktur, kalıcı değilim... "Olduğum gibi gör ve bu gerçeğimle tanı beni... Neden olduğum gibi değil de, olmamı istediğin gibi görmektesin beni hala?" diye haykırmakta hep... O halde dünya kimseyi aldatmış değildir; kişinin kendisi kendisini aldatmaya çalışmaktadır. Ve şöyle ekler Ali (a.s):
"Gel muhasebe yapalım şimdi; bu durumda dünya mı sana, yoksa sen mi dünya ya kıymaktasın? Sen mi bu dünyaya ihanet etmektesin, yoksa bu dünya mı ihanet etmekte sana?!... Ne zaman kandırdı seni dünya? Ne zaman mahvetti seni? Heveslerinin, nefsani arzularının peşi sıra giden kendin değil misin? Dünya, Allah evliyalarının ticaret mekanı, Allah dostlarının ibadetgahıdır. İbadetgahı olmayan kişi nasıl ibadet eder, abid kişi nerede ibadete koyulabilir? Piyasa denilen şey olmazsa tüccar nasıl artırabilir sermayesini? Piyasa ve ticaret olmazsa kişi nasıl kazanç elde edebilir ki?!"[38]
Dünyanın insan için bir zindan , bir kuyu ya da bir kafes sayıldığı ve insanın yegane görevinin bu kafesi kırmak, bu zindandan kurtulmak olduğu düşüncesi ruh ve nefsi tanıma meselesiyle ilgili olarak ayrı bir düşünceye dayanır ki İslam onu kabül etmemiştir.
Ruhun Dünyada Tekamülü
İslam'dan önce Hindistan ve Yunan'dan belirip bu ülkelerden dünyaya yayılan ve İslam'la bağdaşmayan bir düşünce vardı. Bu düşünceye göre insanın ruhu önce tam ve kamil olarak başka bir alemde yaratılmış, sonra da tıpkı bir kuş gibi -bedeninde- kafeslenerek getirilip bu dünyaya bırakılmıştır.
Bu durumda kafesi kırmak gerekir...
Ancak, Kur'an-ı Kerim, Mü'minun suresinde bu mevzuyla ilgili olarak gayet ilginç ve fevkalade bir tabir kullanmıştır; Sadr'ul Mutaallihin bunu şöyle açıklar: "Ben, ruhun, sonradan maddeden yaratılmış, soyut ve kalıcı olduğunu Mü'minun suresinin bu ayetlerinden anladım. Mezkur ayet-i kerimelerde insanın yaratılışı sistematik bir şekilde merhale merhale şöyle anlatılmaktadır: "Andolsun ki biz insanı balçık mayasından yarattık (topraktan), sonra onu sağlam bir karar yurdunda bir katre su kıldık, sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken, kan pıhtısını bir parça et haline soktuk (cenin), derken ette kemikler yarattık, ardından kemiklere et giydirdik..." Mü'minun suresinde insanın yaratılış merhalelerini açıklayan bu ayetlerin hemen ardından şu ayet-i kerime gelir: "Sonra da onu başka bir yaratılışla meydana getirdik..."[39]
Yukarıda zikredilen en son ayet-i kerimede bilinen tabiat ve maddenin "başka bir şey"e, yâni ruha dönüştürüldüğü açıklanmaktadır. Bu da ruhun soyut olduğu, ancak, madde dışı bir soyut değil, aslının maddeden kaynaklanmış bir soyut yapı arzettiğini gösterir. Yâni ruh da aslında şu bildiğimiz madde aleminin bir parçası olup ondan daha değişik bir yaratılış ve özellikle yaratılmıştır. Daha açık bir deyişle ruh başka bir aleme ait ve o alemde kemale ermiş olup sonradan dünya alemine getirilmiş ve bu dünyevi yaşama hapsedilmiş değildir. Ruh da bu alemin bir parçası, o da tabiatın bir çocuğudur. Ruh maddeden -ancak, başkalaşıma uğratılarak- yaratıldığına göre onun da anası tabiat ve dünyadır. O halde dünyada bulunan ruh, kafeste ya da zindanda değil, ana kucağındadır; kendi annesinin kolları arasındadır. Tabiat insan ruhunun anasıdır; tabiatta yaşayan insan annesinin yanı başında, onun kucağında yaşamaktadır; tabiatın kucağı, ana kucağıdır... O halde insanoğlu burada, şu tabiat aleminde kemale erecek, burada olgunlaşacaktır; daha önce kemale ermiş olması söz konusu değildir. Dünyayı insanoğlunun zindanı, kafesi ya da içine düşmüş olduğu bir kuyu şeklinde yorumlayarak onun yegane gayesini bir an önce buradan kurtulmaya çalışmakla özetleyip tabiat alemini insana bütünüyle yabancı bir unsur olarak telakki eden bu sofistlik düşünce İslami bir düşünce ve İslam'a mutabık bir görüş değildir. İslami düşünceyle bu sofistlik düşünce arasında şu hassas fark söz konusudur: İslam, dünya alemini insanoğlunun zindanı ya da kafesi şeklinde değil, onun anası olarak kabul eder ve şöyle der: Sen her zaman ananın eteğine yapışacak, onun kucağına çakılıp kalacak değilsin. Tabiat ananın eteğini bırakmaz, büyüdükçe olgunlaşmaz ve dünya aleminde yüceleşme yolunu tutmazsan hep tabiatta kalır ve "salt tabii bir varlık" oluverirsin. Kur'an-ı Kerim'in de deyimiyle "...Sonra da onu döndürdük, aşağıların en aşağısına kattık."[40] ayetinin bir örneği durumuna düşersin ve "...Ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlardan başka."[41] ayetinde sözü geçen yücelmiş insanlar arasına katılamazsın. Bu da dünyayı cehennem kılar sana; zira tabiattan başka birşey olmayan esfel-es safilinden kalkıp yükseklere çıkamayan ve yücelemeyen kişi için tabiat alemi ya da dünya, cehennem oluverecektir: onun ana kucağı gibi sığınacak yeri, anayurdu cehennem uçurumudur...[42]
Evet; Karia suresinde de buyurulmuş olduğu gibi tabiat ananın kucağından sıyrılamayan insanın annesi -yâni dünya- cehennemi kesiliverecektir onun. Allah Teala bu anadan doğurmuş, böyle mukadder kılmıştır bunu; anası dünyadır insanoğlunun. O, ana kucağında çakılı kalmamalı, erginleşip yücelere yükselmelidir. Okullara gitmeli, tahsil etmeli, basamak basamak yükselerek yüce mertebelere ulaşmalıdır. Ana kucağına çakılı kalmamalıdır, aksi takdirde sonsuza dek burada kalakalacaktır. Yaşı mesela yirmi beşe gelmiş olduğu halde hala kendisini ana sütüne muhtaç gören ve annesinin eteğini bırakmayan biri gibi tıpkı...
O halde İslam sosyolojisi ve İslami antropolojiye göre insan, daha önceden Alem-i Kuds'de ve bütün kemallere sahip olarak yaratılmış ve daha önceden bu kutsal alemde uçup durmakta iken, sonradan alınıp dünya kafesine kapatılmış bir kuş değildir. Şairin de dediği gibi: "Alem-i Kuds'un kuşuyum ben / Nasıl anlatayım ayrılığı, nasıl açıklayayım bilmem..." insan ne o alemin kuşu ne de bu alemin zindanının mahkumudur ki yegane görevi bu zindanın duvarlarını yıkıp kaçmak olsun... İslam bunu reddeder! Evet, alem-i ervah, alem-i eczamdan üstündür; ancak bunun sebebi, yaratılış ve tekvin itibarıyla ruhun cisme olan mertebe ve derece üstünlüğüdür. Yâni ruh, yaratılışı bu alemde vuku bulmuş bir şüadır, ancak bu şüa, başka bir alemden bu aleme ışımıştır. Yoksa ruh daha önce bütünüyle kemale ermiş ve tamamlanmış bir halde başka bir alemde bulunmuş değildir ki daha sonra bu aleme getirilmiş ve hapsedilmiş olsun!... Bu tenasüh düşüncesi İslami değildir, asıl Eflatun'a dayanan bu platonik yanlış görüş, eski Hint felsefelerinde de görülür.
Eski Yunan'da yaşamış olan Eflatun da ruhun bu aleme gelmeden önce başka bir alemde hiç noksansız, tam ve kemale ermiş olarak yaratıldığına inanmıştır. Ona göre ruh, daha önce alem-i misaldeydi; ancak daha sonra maslahat üzere bu aleme getirilip hapsedildi; o halde onun gayesi bu alemden kurtulmaya çalışmak olmalıdır!... Ancak, İslam, tabiat alemine bu açıdan bakmaz, dünyayı böyle yorumlamaz. Şunu da hemen belirtelim ki biz, "Bütün arifler ve tasavvufçular bu büyük hataya düşmüşlerdir demiyoruz. Hayır, kimi tasavvuf büyükleri görüşlerini beyan ederken bu noktaya gereken dikkati göstermiş, yerinde terimler kullanmışlardır; ne toplumdan uzaklaşmış, ne de dünyadan bütünüyle el etek çekerek inzivaya saplanmışlardır. Evet, bu hataya düşmemiş büyük tasavvufçular da yok değildir. Afaki ve enfüsi ayetlerin Kur'an-ı Kerim'de bir arada zikredildiğini fark etmiş ve tabiatın da Hakk'ın aynası olduğunu, Hakk'ın cemalini yansıttığını görebilmişlerdir.
Nitekim insaniyet aleminin bir harikası denile bilecek şu fevkalade satırlar Şebisteri'nin değil midir?[43]
"Cana, düşünce öğretenin adıyla...
Can çırağını nuruyla yakıp aydınlattı.
Fazliyle her iki alem de aydınlanıverdi
Feyziyle insanın toprağı gül bahçesi kesildi."
Daha sonra afaki ayetlere teveccühle şöyle demekte:
"Canı tecellide olanın yanında
Bütün alem Hakk Teala'nın kitabıdır.
Araz i'rab, cevherse harfler gibidir
Mertebeler de i'rabla vukuf gibidir işte."
Ya da Cami'nin dediği gibi:
"Cihan, şahidimiz olan güzel aynamızdır bizim
Her şeyiyle onun veçhini gösteren bir ayna...
Evet, Kuran'la tasavvuf düşüncesini yanyana koyup önemle eğildiği araştırılırsa İslam'ın; nefs, nefsin batını, insanın kendi iç dünyasına eğilimi gibi şeyleri herhangi bir surette inkar etmeksizin dünya alemine tasavvufçulardan daha dikkatle eğildiği ve tabiata onlardan daha fazla önem verdiği görülür.
O halde Kur'an'ın kamil insanı akılcı ve gönülcü -insanın kendi iç dünyasına önem veren ve öz benliğiyle irtibat kuran- olmasının yanı sıra, tabiatçıdır da aynı zamanda!... Yâni o, hem aklı, hem kalbi her gerçeği, hem de tabiat gerçeğini kabul ve hazmetmiştir.
"Öz"den Geçme
Tasavvufla ilgili diğer bir mesele de "öz"den geçiş, "ben"liği terk ediştir. Tasavvuf gönlü ve iç dünyayı saygıdeğer bilir, ancak Kur'an'ın "nefs" dediği şeyi pek küçümser. Tasavvufun çağrısının bir bölümünü "ben"den vazgeçiş, "kendi"yi terk ediş; "benlik" ve "bencillik"i kınayış teşkil eder. Bu, kendi sınırları çerçevesinde doğru bir mantıktır; İslam mantığı da bunu onaylar. Ancak, İslam iki "ben" ve iki "nefs"ten söz eder. Bu "ben"lerden biri İslam'ın reddettiği ve kınadığı "ben"lik olmasına karşın, diğeri İslam'ın diriltmeye ve ihya etmeye çalıştığı "ben"dir. Bu ikisi arasında gayet hassas bir fark vardır, İslam meseleyi dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. Mesele, tıpkı bir dostla düşmanın yan yana durması gibidir. Biri dostumuz, diğeriyse düşmanımızdır, tam sınırda ve yan yana durmuşlardır; elimizde silah, ateş etmeye hazırız!... Bu durumda son derece dikkatli olmak ve sınırları iyi teşhis etmek gerekir, en küçük hata dahi tehlikeli bir sonuç doğurabilir. Bu iki "ben" insanda öylesine birbirine karışmış, yek diğeriyle öylesine iç içe girmiştir ki bütünüyle alçaklık ve aşağılık olan "ben"i vurup, bütün insani değerlerin ona bağlı olduğu ikinci "ben"i sapasağlam kurtarabilmek için gerçekten mahir bir atıcı olmak gerekir.
Bu, İslam'ın bir mucizesidir, sözkonusu "ben"i öylesine dakik ve belirgin bir şekilde teşhis edip saptamıştır ki yanılmak ya da hata etmek kesinlikle mevzubahis değildir. Tasavvufta da kimi zaman bu konuda doğru teşhiste bulunanlar olmuştur. Ancak kimi zaman da teşhis hatalı olmuş ve düşman "ben" yerine, dost "ben" yemiştir kurşunu!... Başka bir deyişle teşhis hatasının kurbanı "insancıl ben" olmuş, tasavvufun onca değer verdiği kalp ve gönül yaralanmıştır.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
İRFAN EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"Artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı yeğlemişse, onun barınağı cehennemdir. Ama kim Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini tutkulardan men etmişse, onun barınağı da cennettir."[1]
Tasavvufi düşüncede kamil insanla ilgili mevcut önemli meselelerden biri de insanın kendi nefsi ve kendi "benlik"iyle olan irtibatıdır. Bunun aynı zamanda İslami bir mesele olduğunu da hemen hatırlatmak yerinde olacaktır. Yâni nefs-i emmareye karşı çıkış, benlik, bencillik ve heva ve hevese karşı, mücadele ediş esası hem irfan ve tasavvuf, dili ve düşüncesinde vardır, hem de yüce İslami talimatlarda mevcuttur. Hatta bu esasın hem İslam'da hem de tasavvufta bulunduğunu söylemek dahi bir yere kadar yanlış bir ifade sayılır. Zira İslami tasavvufçular da bu meseleler konusunda bizzat İslam'dan ilham almışlardır! Nitekim mezkur meseleler çevresinde kullanılmış olan deyim ve tanımlamalar bütünüyle İslami ıstılahlardır. Meselenin bu noktasında bir konuyu önemle vurgulamanın ve bu konuyla ilgili bir noktayı açıklamanın gerekli olduğu inancındayız:
Arapçası "nefs" olan "ben" ya da "benlikle mücadele "nefisle cihad" olarak tanımlanmıştır. Hatta nefs, insanın içinde yaşayan düşman olarak tabir edilir. Bakınız Sa'di ne demekte:
"Nefsinin düşmanıyla oda arkadaşısın
Nasıl? Yabancıyla savaşa tutuşmuşsun?!"
Bu tabir de Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şu hadis-i şeriflerinden iktibas edilmiştir:
"En tehlikeli düşmanın, iki böğrün arasında yerleşmiş bulunan nefsindir."[2]
Sa'di, Gülistan'ında şöyle bir kıssa anlatır. Arifin birinden, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu hadis-i şeriflerinin ne manaya geldiğini sordular. Hz. Resulullah (s.a.a) nefsi niçin insanın en büyük ve en tehlikeli düşmanı olarak tanımlamış? Arif cevap verdi: "Bunun sebebi şudur: Düşmanın kim olursa olsun; ona iyilik eder, isteklerini yerine getirirsen dost olur seninle. Halbuki nefs, tam tersinedir; isteklerini yerine getirdikçe düşmanlığı daha da artar sana!..."
Görüldüğü gibi nefse düşman gözüyle bakılmıştır. Bu nefs; bizim "ben", "bencillik","nefsine düşkünlük" ya da kendi kendisine tapacak kadar "egoist" olma şeklinde tabir ettiğimiz şeydir. Şimdi kötü bir şey olarak tanımlanan bu "ben"ve "bencillik"in ne olduğunu inceleyelim biraz.
Bencilliğin İlk Merhalesi
Bencilliğin bir çeşidi ve bir derecesi; kendi kendinin ekseni olmaktır, yâni hep kendini düşünmektir. Bu anlamda kişi her şeyi kendisi için yapar, bütün gayesi ve davranışları kendi ihtiyaçlarını temin için tezahür eder. Burada şahıs sadece kendisini düşünmektedir, kendi kendisinin ekseni olmuştur, sabahtan akşama kadar yaptığı her şey, gösterdiği bütün çaba kendi hayatını temin edebilmek içindir. Kişinin "kendisi için" ve "bu hadde kadar" göstermiş olduğu bu "bencillik", ahlak dışı denilebilecek kadar kötü bir davranış mıdır acaba? Cevap şudur: Bu, ahlaki bir davranış değildir; yâni insani değer olarak tanımlanabilecek bir davranış türü değildir. Ancak, ahlak dışı bir davranış da olmadığı unutulmamalıdır.
Bir hastalık ya da anormallik de değildir...
Kur'an-ı Kerim insan için üç makam tanımıştır:
1- Hayvandan aşağı.
2- Hayvanla aynı.
3- Hayvandan üstün.
İnsanoğlu kimi zaman insaniyetten uzaklaşarak hayvaniyet gösterir; bu onun hayvanlaştığı, hayvanla aynılaştığı durumudur. Kimi zamansa değer kazanarak yücelir, bu durumda sadece hayvandan değil, meleklerden dahi üstün olur. Bazen de insan menfi değerlerin peşine gider, bu değerleri elde edince sıfırın altına iniverir; bu da onu hayvandan da beter kılar.
Sonuç olarak insanın yaptığı işleri üç tür ve değere ayırmak mümkündür:
1- Ahlaki davranışlar -hayvandan üstün-
2- Ahlak dışı davranışlar -hayvandan aşağı-
3- Ne ahlaki, ne de ahlak dışı olan davranışlar -hayvan-
Güvercinleşmiş, koyunlaşmış bir insan düşünelim; yâni sadece kendisini düşünmekte, sırf kendisi için yaşamaktadır. Bu, hayvanlık derecesidir, böyle bir insanın davranışında ahlak unsuru arama, yoktur çünkü... Ancak bu sınırlar dahilinde "ahlak dışı" ya da "ahlaksız" da diyemeyiz ona.
Bencilliğin İkinci Merhalesi
Kimi zaman da adam yine kendisini düşünmekte, karnını doyurmaya çalışmaktadır; ancak belli bir noktadan sonra bir çeşit ruhsal bozukluklara müptela olmakta ve insani hasletleri, hayvani hasletlerinin emrine girerek kişiyi her şeyi kendisi için istemeye kadar götürmektedir.
Kursağında yem toplayan bir güvercin, doymak için yapar bunu; bu normal bir davranıştır. At, karnını doyurabilmek için otlar, yem yer, bu da normaldir. Keza bu hadde kalmış ve bu merhaleyi aşamamış bir insanın sırf hayvani (maddi) ihtiyaçlarını karşılayabilmek için göstereceği davranışlar da bir hayvan için normaldir, çünkü -bu merhale ve bu durumda- o bir hayvandır.
Ancak insan, kimi zaman da "hırs"a müptela olmakta, gözünü hırs bürümektedir. İşin bu noktasında "Karnını doyurabilmek" gerekçesi sözkonusu olmaktan çıkmıştır artık. Şimdi o doymak için değil, daha fazlasına, sonra yine daha fazlasına sahip olabilmek için toplamakta ve istemektedir her şeyi. Ne kadar olursa olsun, elinde ki az gelir ona, habire artırmak, habire çoğaltmak ister, bununsa ne haddi vardır ne sınırı... Adı hırstır bunun, tamah ve tamahkarlıktır... Öte yandan iş almaya değil de vermeye gelince, bir bağış ya da ihsanda bulunma sözkonusu olunca eli sıkılaşıverir, hiç yanaşmaz ! Bu da bir başka hastalık, bir başka marazdır ki cimrilik ya da pintilik olarak tabir ederiz.
Hz. Resul-i Ekrem de (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde bunu pintilik ve cimrilik (şuhh) olarak ifade etmişlerdir ki bu da yine Kur'an'ın tabiridir: "...Ve nefislerinin cimriliğinden korunmuş olanlar..."[3] Yâni cimri, pinti, nekes ya da hırslı kişi ruhsal bir bozukluğa yakalanmıştır; psikolojik bir durumdur bu. Adama hakim olmaya görsün; ne benliği ne düşüncesi, ne de iradesi kendi elinde, emrinde olmaz artık. Tersine, canına ve kanına işlemiş olan, örneğin, para aşkı gibi bir bozuk psikoloji hakim olur bütün benliğine. Akla ve hesaba uygun bir tarafı da yoktur bu davranışın; mantıksızdır da... Çünkü eğer kişide akıl ve mantık olsa, parayı nerede harcaması gerektiğini de kestirebilmesi ve hiç olmazsa kendi menfaati için yeri geldiğinde harcaması gerekir. Mutluluğu, için hayrı ve kendi faydası için yapması gerekir en azından... Fakat müptelası olduğu "cimrilik" marazı izin vermez buna. İşte bu, ahlak dışı ve ahlaka aykırı bir davranıştır; cimrilik ya da hırs, hayvanlıktan daha aşağı bir mertebe olduğundandır ki bunlara "ahlaksızlık" ve "hastalık" halleri demekteyiz.
Bencilliğin Üçüncü Merhalesi
İnsan nefsi sadece hırs, cimrilik vb. marazlara müptela olmaz, bazen bedeni hastalıklardan çok daha tehlikeli ve çok daha karmaşık hastalıklara da yakalanıverir. Bunlar akla mantığa sığmayan, ancak ve ancak hastanın bozuk psikolojik durumuna uyan davranışlar olarak gözlemlenir. Günümüzde bu hastalıklara psikolojik ukdeler denilmektedir; mesela kıskançlık gibi... Kıskançlık hali, tamamiyle akla ters düşen mantıksız bir davranış türüdür. Kıskanç insan, bütünüyle kendisini unutacak bir hale gelir. Yâni kendi mutluluğunu düşüneceği yerde sürekli başkalarının mutsuzluğunu arzu eder. Kendi mutluluğunu düşünse dahi başkalarının mutsuzluğunu kat-kat arzular. Hangi mantıkla bağdaşır bu? Hiçbir hayvanda böyle bir halet, böyle bir davranış biçimi göremezsiniz; hiç bir hayvan yoktur ki bütün arzusu diğer bir hayvanın mutsuzluğunu görebilmek olsun!... Hayvan denilen mahlukatın bütün arzusu kendi işkembesini doyurabilmekten ibarettir, hepsi bu... Halbuki insanda, bir hayvanda dahi görülmesi mümkün olmayan bu tür iğrenç davranışlar pekala gözlemlenebilmektedir; insan pekala tekebbür gösterip büyüklük taslamakta, benliğinde psikolojik ukdeler besleyebilmektedir. Bu tür bozukluklar insanın şuur altında, nefsinin batınında gizlidir; kendisi dahi habersizdir bunlardan!
Evet, bizzat insanın kendi nefsinin sebep olup meydana getirdiği sorunlardır bunlar.
"Öz"e Kanış
Kimi zaman kendi nefsi aldatır insanı; insan kendi kendisini kandırmaya başlar! Nasıl bir olaydır bu, insan nasıl olur da kendi içinden aldatılabilir? Kur'an'ın kullandığı tabirdir bu: "Yakub, olsa olsa, dedi nefisleriniz yaptığınız işi size güzel, o güç işi kolay göstermiş..."[4]
Tasvil, yâni kendi kendini kandırma, aldatıp iğfal etme tabiri, Kur'an-ı Kerim'de geçen son derece yerinde ve dakik bir tabirdir. Kur'an'da bu ifadeden, herkesin kendi nefsi tarafından kimi zaman kandırıldığı anlaşılmaktadır. İnsanın nefsi bir şeyi istemeye görsün; onu öylesine bezeyip süsler öylesine çekici ve güzelmiş gibi gösterir ki insan o şeyin gerçekten güzel olduğunu zanneder. Bu, insanın içindeki "benlik"inden başka bir şey değildir.
Hakikaten fevkalade ilginç bir tabirdir bu. Psikoloji biliminin bir hayli ilerlemiş olduğu çağımızda bu meseleler giderek daha derinlemesine anlaşılmaktadır. Hatta psikologlar bugün şu noktayı da saptamış durumdadırlar: Bazı delirmelerin sebebi ne sinirsel ne de biyolojiktir; kimi delirginlik vakıalarının tek sebebi insanın iç dünyası ve ruhi durumuyla ilgilidir. Mesela insan kimi zaman hayatın bazı zorluklarına tahammül edememekte, bu durumda psikolojik olarak rahatlamak ve dertlerden, baskılardan kurtulabilmek için aklın üzerine sünger çekmektedir. Bakınız şair ne diyor:
"Akıllı takımından kime rastladıysam bir derdi var
En iyisi delirmek, onun da bir keyfi var."
Evet, mesele insanın kendi nefsinin oyununa gelmesidir; nefsinin başkasına değil, kişinin bizzat kendisine oyun hazırlaması ve onu aldatmasıdır. Başlıbaşına önemli bir konudur bu.
Tasavvufta bu mesele üzerinde yeterince durulmuş ve konu, gerçekten nefis bir şekilde irdelenmiştir. Özellikle nefsin insanı ahlak dışı davranışlara iterek kişide hastalıklara yol açması ve onu hayvandan da aşağı bir mertebeye düşürmesi konusu fevkalade güzel bir ifadeyle açıklanmış; hatta insanı hayrete düşürecek noktalara dikkat edilmiştir. Bu dikkat ve basirete şaşırmamak, takdir etmemek mümkün değil gerçekten; yirminci yüzyıl psikoloji biliminin nice araştırmalarla daha henüz ortaya koyabildiği psikolojik meseleleri, tasavvufçular bundan bin sene önce gündeme getirmiş ve şaşırtıcı bir dikkat ve incelikle konuyu açıklamışlardır. Gerçi bütün bunların kaynağı Kur'an'dır ve tasavvufçular da yine Kur'an'dan almışlardır böylesine bir ilhamı... Ancak mezkur meselelerde bunca ilerleyebilen tasavvuf ehlinin gayet yetenekli ve basiretli olduğunu kabul etmek gerekir. Bu insanlar Kur'an'da sözü geçen bir meseleyi, o meseleyle ilgili bir tek kelime ve bir tek ipucundan yola çıkarak dikkatle takip etmekte ve pekala sonuç almaktadırlar. Bunu şöyle örneklendirebiliriz:
Tasvil, yâni nefsin kendi kendisini aldatmasıyla ilgili bir konu vardır ki Mevlana bunu pek güzel açıklar Mesnevi'sinde.
Gizli Ruhsal Ukdeler
Batıni şuur denilen şeyin varlığı günümüzde tartışmasız olarak kabul edilmiştir. İnsanın batıni şuurunda kendisinin dahi inanmayacağı kötülük ve çirkinlikler yatar. Bunlar, şuuraltında gizlidir; açığa çıkmadığı içindir ki insanın kendisi dahi bunların varlığından habersiz kalır. Şuur atlında yatan şeyler, ancak bazı özel şartlarda ve harekete geçirici bir sebep ya da olayla açığa çıkar. İşte o zamandır ki insan hayretten donakalır; kendisinde, kendi varlığında böylesi eğilim ve davranışların da var oluğunu -inanmak istemese de- büyük bir hayretle müşahede eder.
Kimi zaman insan kendine pek inanır ve güvenir; kendi kendisini şöyle bir gözden geçirdiğinde kalbinin tertemiz olduğunu görür. Ne kine rastlar kalbinde, ne nefrete; ne kimsecikleri kıskanmakta, ne de birilerine karşı kibirlenip tekebbür taslamaktadır... Ancak, zaman gelir ki şartlar, onun varlığında nice hasetler, nice kin, nefret, kötülük ve çirkinlikler taşıdığını hayretle görüverir. Nitekim tasavvufta güzel bir beyitle dile getirilir bu:
"Ejderhadır nefs, kim demiş öldüğünü?!
Ortam müsait değil, ondan bu ölgünlüğü!"
Yılan, kış mevsiminde yarı cansız bir hale gelir, adeta donar. Öyle ki, dokunsanız kıpırdayamayacaktır bile. Bir çocuk bile bu durumda oynayabilir onunla. Durumu bilmeyen biri bu yılanın nasıl olup da böylesine ehlileştiğine şaşar. Ancak gün ışığı altında şöyle bir ısınmaya görsün, bütünüyle değişiverir, canlanır. Mevlana, meşhur yılan hikayesinde bunu anlatırken şu yerinde beyti kullanır işte:
"Ejderhadır nefs, kim demiş öldüğünü?!
Ortam müsait değil, ondan bu ölgünlüğü !..."[5]
Mesnevi'nin bir başka bölümünde insanın şuuraltındaki gizli eğilimlerinden söz ederken, bugün psikoloji uzmanlarını hayrete düşüren şu muazzam tabirleri kullanır:
"Eğilimler, köpekler gibi uyumuştur
Hayırla şerr gömülüdür içlerinde...
Güçleri kalmadığından uyumuşlardır böyle
Tıpkı kütük gibi cansız bir halde..."
Köpekleri görmüşsünüzdür; kimi zaman 5-10 köpek bir arada serilip yatarlar; başlarını ön ayakları üzerine koyup gözlerini kapatırlar öyle uslu uslu yatarlar ki gören kuzu zanneder onları.
"Fakat bir leş kokusu gelmeye görsün
Hırs "Sûr"u üfürülüverir bu köpeklere
Karşı sokakta bir eşek ölse, leşi
Yüzlerce uyumuş köpeği uyandırıverir uykudan!"
Evet, öylesine kuzu kuzu uyumuş olan bu köpeklerin uyanması için bir leş kokusu yeterlidir. Kokuyu alır almaz davranırlar, ortalığı velveleye verir, gürültü koparırlar. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olur, vücutlarındaki her tüy, hırstan birer diş haline geliverir adeta!
"Gizli-kapalı hırslar, bilinmedik eğilimler
Ortaya çıkıverir ansızın yüreklerden, yenlerden!
Her köpek, kılına kadar diş kesiliverir de
Hileyle kuyruğunu oynatıp durmaya başlar.[6]
Ardından, şöyle der:
"Yüzlerce böyle köpek uyur senin vücudunda
Av olmadığındandır bu uykuları da !..."
Ne kadar büyük bir gerçek!
Kur'an ve Hadislerde Nefisle Cihat
Buraya kadar mesele tamamiyle doğru ve gerçekten dakik bir şekilde beyan edilmiş... Meselenin buraya kadar ki kısmını Kur'ani ve hadisi deliller de teyid etmektedir. Kur'an'ın da, sünnetin de buyruğu budur; nefsle, nefs-i emmare ile elbette savaşmalı, cihad etmelidir:
"Artık kim azmışsa, dünya yaşayışını üstün tutmuşsa; artık cehennemdir onun yeri-yurdu. Ve ama kim Rabbinin durağından korkup da, nefsi, dileğinden çekmişse, şüphe yok ki cennettir onun yeri-yurdu."[7]
"...Gördün mü dileğini mabud edineni?..."[8]
Ve başka bir ayet-i kerimede Hz. Yusuf'tan (a.s) naklen şöyle buyrulur: "Ve ben kendimi, hiç kötülükte bulunmam diye tamamiyle temize çıkaramam, ancak Rabbim acırsa, kötülük yapmam."[9] Hz. Yusuf (a.s) kendisinden emindir elbet; ama yine de o bile "Ben kendimi hiçbir kötülükte bulunmam diye temize çıkaramam" demekte ve ancak Allah Teala'nın yardımıyla kötülüklerden tamamiyle sakınabileceğini ifade etmektedir. Zira o da bilmektedir ki insanoğlunun nefsi denilen şey son derece karmaşık bir mekanizmadır, katman katmandır adeta... Bir bakarasın, mesela onuncu katmanda insanın fark edemediği, bilmediği bir kötü hassa ya da davranışa temayül yatmış olabilir. Bu cihetle Hz. Yusuf (a.s) dahi, nefsinden tamamiyle emin olmamakta, hiçbir kötülüğün zuhur etmeyeceğini söylememekte ve nefsini bütünüyle temize çıkarmasının mümkün olmadığını buyurmaktadır. Zaten mü'minin belirgin bir vasfıdır bu; inanmış insan, asla tamamen güvenmez nefsine, nefsinin hiçbir kötülüğe bulaşmayacağını iddia etmez hiçbir zaman.
"Nefisle cihad" deyimi, İslam'a mahsus bir ıstılahtır. Sahabeden bir grup, bir gazve dönüşü Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanına vardığında, Resulullah (s.a.a) onlara bakar ve "Aferin o topluluğa ki küçük cihattan başarıyla dönmüşlerdir ve büyük cihat onları beklemekte."[10] buyururlar. Sahabe, "Ya Resulullah, büyük cihad nedir?" diye sorduklarında, hazret, "Nefisle cihad!" buyururlar.
Evet, buraya kadar hepsi doğru. Ancak nefisle cihad ya da kişinin kendi benliğiyle mücadele merhalesi mevzuunda; "ben"in ve "benlik"in yenilmesi, bencilliğin alt edilmesinin nasıl gerçekleşebileceği konusunda kimi irfan ve tasavvuf büyüklerinin önermiş oldukları yöntemleri İslam teyit etmez. Nefsin isteklerini kırmak için uygulanan çok zor riyazet ve çile yöntemi, bunlardan biridir, İslam bu noktaya gelince duruverir, "Vücudunun, senin üzerinde hakkı vardır" der. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) döneminde de bir grup ashap bu zor riyazetleri uygulamak istemiş, ancak, Resulullah'ın (s.a.a) şiddetli tepkisiyle karşılaşmışlardı. Ne var ki kimilerinin bu yönteme başvurduğu görülmektedir. Halbuki İslam, bu derece çile ve eziyeti tasvib etmemiştir. Burada bir parantez açarak bu meseleyi biraz açıklamaya çalışalım, riyazet ve nefisle mücahede konusu iki şekilde olur:
1- Riyazet yöntemi: Burada çileye kapanan şahıs, vücudunu zorlar; katlanılması güç tahammülü zor işler yükler bedenine. Mesela çok az yemek yer ve çok az uyur. Bu yöntem daha çok Hint murtazları arasında yaygındır.
2- Bizzat nefs ve ruhla mücadele yöntemi: Bu yöntemi, nefsin isteklerinin tam tersine davranmak şeklinde özetleyebiliriz. Bir yere, bir sınıra kadar doğrudur bu. Ancak bu yöntemde de İslam mantığıyla bağdaşmayan, İslam'ın kamil insanına yaraşmayan uygulama ve aşırılıklar vardır.
Melami Yöntemi
Bunlardan biri, adına "Melami yöntemi"[11] denilen ve kimi tasavvufçular tarafından uygulanan yöntemdir. Bütün tasavvufçular bu yöntemi uygulamamışsa da bu yöntemin bütün tasavvufçular üzerinde az ya da çok, belli etkiler bıraktığı bir gerçek... Melami yöntemi, tamamen iki yüzlülük ve riyakarlık yönteminin karşısında yer alır. Riyakar insanın batını kötüdür, iyiymiş gibi görünür, kendini iyi göstermeye çalışır. Melameti ise iyi insandır, ancak halkın kendisine ilgi duymasını önleyebilmek için kendisini kötüymüş gibi gösterir. Yâni mesela, şarap içmez, ama içermiş gibi gösterir; zina yapmaz, ama öyle davranır ki halk onu fasık ve zinakar bir insan zanneder!
Neden?
Melameti niçin böyle davranır?
Melametinin bu soruya verdiği cevap şudur: "Nefsimi öldürmek için."!!!
Gerçekten nefse karşı şiddetli ve zor bir savaştır bu... Nefs, halkın ilgisini toplamak, insanlar tarafından takdir ve beğeni kazanmak ister; halk arasında itibarı olsun ister. Melameti ise nefsin bu isteğine karşı çıkabilmek için halkın gözünden düşürür kendisini, bilerek ve kasten kendi aleyhinde kötü zanna sebep olur.
Adam hırsız değil aslında, ama hırsızmış gibi gösteriyor kendini! Nitekim bu amaçla gidip halkın malını alıyor, başka bir yere götürüyor... Gelip bulsunlar ve onun çaldığını zannedip dayak atsınlar diye!... Eğer bulamazlarsa götürüp yerine koyuyor, bu defa da şarap şişesi taşıyor yanında!... Halbuki şarap içen biri de değil!...
Peki, İslam mantığına uyan bir davranış mıdır bu?
Hayır.
İslam şöyle der: "Mü'minin ırzı, namus ve haysiyeti onun elinde dileğince oynatabileceği bir oyuncak değildir. Mü'min kişi ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini zan altında bırakacak davranışlarda bulunmaz, böyle bir hakka sahip değildir esasen?... İslam, eğer iyi bir insan değilsen kendini iyiymiş gibi gösterme, ikiyüzlülük yapma; ama kötü olmadığın halde kötüymüş gibi de gösterme kendini, der. Zira bu iki davranış yekdiğerinden farksızdır, ikisi de yalan ve yapmacıktır, her iki amelde de pratik olarak "yalan" ve "riya" eylemi vardır.
Yüksek ve mukaddes manevi anlamların irfan ve tasavvuf edebiyatında fısk-u fucur elbisesi giydirilerek sunulmasının ve bu yüce gerçeklerin şahit, maşuk, mey ve ney gibi unsurların diliyle beyan edilmiş olmasının en belirgin sebeplerinden biri bu yönteme başvuranların yapmadıkları ve yapamayacakları bazı şeyleri adeta yapıyorlarmışçasına göstermek istemiş olmalarındandır. Hafız'da çok görülür bu. Ancak Hafız kimi yerde kendisinin riyakar ya da Melameti olmadığını hatırlatır:
"Ey gönül, kurtuluş yoluna hayırla varmak istiyorsan
Dindarlık taslama, ama fesatla da övünme!"
Kısacası Melametlik yolu nefse karşı verilen bir nevi sufiyane bir mücadele yöntemidir ki İslam bu yöntemi reddeder. Burada şunu da hemen hatırlatalım ki Melametlik inancı bütün mutasavvıflar arasında yerleşmiş değildir; tersine, çoğu tasavvufçular şeriat adabına riayet etmiş, dini bütün kimselerdir. Hace Abdullah Ensari ve benzerleri örnek verilebilir buna. Ancak, başta Horsan tasavvufçuları gelmek üzere kimi tasavvufçular da Melametiliği benimsemişlerdir.
Tasavvuf ve İzzet-i Nefs
Tasavvuf okulunda sûfi, nefisle mücadele edebilmek, nefsi ehlileştirip onun kendisine tasallutta bulunmasını önleyebilmek için, kimi zaman alçaltıcı ve oldukça aşağılayıcı işlere katlanır. Mesela kendi haysiyetini müdafaa etmesi gerekirken, bunu yapmaz; izzet-i nefsini kasten aşağılatıp kendini küçük düşürür. "Mü'minin izzeti" denilen kavram kimi tasavvuf tarikatlarında hiçbir mana ve kıymet taşımaz. Nitekim çoğu tasavvuf tarikatlarında salik- tasavvufa giren kişi- kendi mürşidi ve şeyhine hizmet merasimlerinde, aşağılık ve iğrenç işler yapmaya mecbur edilir. Mesela bir müddet hayvan pislikleri toplatılır kendisine, çöpçülük ve tuvalet temizleyiciliği gibi işler yaptırılır ve bütün bunların nefsi öldürmek için yapılması gerektiği anlatılır. Ancak, nefsi öldürmek amacıyla katlanılan bu uygulamalar kimi zaman İslam'ın sınırlarını da aşmakta, İslam'ın izin vermediği şeyler de olabilmektedir pekala.
Şu vakıaya dikkat ediniz:
İbn-i Ebi'l Hadid, tasavvuf ulularından Şeyh İbrahim Ethem'in[12] şöyle dediğini nakleder: Hayatım boyunca hiçbir şey şu üç olayda olduğu kadar mutlu etmedi beni:
1- Çok hasta olduğum bir gündü. Koma halinde camide yatıyordum, ayağa kalkabilecek durumda değildim. Mescidin bakımıyla uğraşan hademe gelip herkesi dışarıya çıkardı. Yerimden kıpırdayacak mecalim olmadığından, beni de ayaklarımdan tutup leş gibi sürükleyerek dışarıya attı. Ne kadar sevindiğini, bu olayın beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Zira nefsimin onuru kırılmış, burnu iyice yere sürtülmüştü.
2- Bir defasında da denizdeydik, gemiyle yolculuğa çıkmıştım. Gemide türlü maskaralıklarıyla yolcuları güldüren bir soytarı, vardı. Herkes güverteye toplanmış, onu seyretmekle meşgulken bir ara "Evet" dedi, "Falan yerde filan kafir vardı, ben gidip sakalından tuttum keferenin, şöyle çekiverdim bir güzel!... "...Bunları söylerken bir yandan da gözlerini yolcular arasında gezdirip sözünü ettiği kefereye benzer bir suje aramaktaydı. Bu sırada gözü bana takıldı; benden daha çirkin, benden daha meymenetsiz birini bulamamış olacak ki gelip sakalıma yapışıverdi. "İşte şöyle" dedi ve sakalımdan tutup beni sürükleyerek yolcuları güldürdü. O sırada ben için-için seviniyordum, çok mutlu olmuştum. Zira onun bu davranışı nefsimi bir güzel hırpalamış, incitmişti.
3- Bir keresinde de bir kış günüydü, dışarıya çıkmıştım. Hırkama şöyle bir baktım; o kadar bitlenmişti ki hırkamda tüyün mü, yoksa bitin mi daha fazla olduğunu anlayabilmek mümkün değildi. Beni çok mutlu eden üç olaydan biri de bu olmuştur işte!
Evet, tasavvufta nefisle mücadeledir bunlar, ama nefisle mücadelenin böylesine İslam izin vermemektedir.
Neden?
Zira İslam, usül olarak bir müslümanın kendisini bu kadar küçük düşürmesine izin vermez, kişinin kendi kendisini bunca aşağılamasına müsaade etmez. Yukarıdaki olayda serdeden davranışlar her iki yönüyle de -İslami usüle- aykırı ve hatadır. Adamın biri, halkı güldürmeye çalışmakta ve bunun için soytarılığa tenezzül etmektedir; başlıbaşına uygunsuz bir davranıştır bu. Ardından bir hata daha yapmakta ve karşıdakine -İbrahim Ethem- hakaret etmektedir. Ancak hatanın en büyüğü, muhatabının bu davranışa hiçbir tepki göstermeyip onun kendisini aşağılamasına göz yumması, üstelik bundan zevk duymuş olmasıdır!... Hayır, İslam, "mü'minin nefsi azizdir" der, mü'minin izzet-i nefsine saygı gösterilmesi gerektiğini söyler. İslami usül ve İslami mantık gereğince İbrahim Ethem'in bu olaya tepki göstermesi ve kendisini aşağılayan soytarıya karşı koyarak olayı kınaması gerekirdi! Mezkur usül ve mantık, bunu farz kılmıştır ona!
Diğer bir sufi de şöyle anlatır: Mübarek Ramazan ayında birisi evine, iftara davet etti beni. Akşamleyin iftar vaktine doğru evine gittim ama beni içeri almadı. Ertesi gün yine iftara davet etti, gittim yine içeri almadı. Öbür gün yine aynı şekilde ve sonunda bir gün adam bana çıkışıverdi, "Ne biçim adamsın sen!" dedi, "Her gelişinde kapıdan geri çevirdiğim halde sen ertesi gün tekrar geliyorsun!..." Evet, köpek de böyledir... İslam, insanın izzet-i nefsini bunca aşağılamasına, kişiliğini bunca ayaklar altına alıp kendi haysiyetini bunca lekelemesine müsaade etmez. Zira İslam da nefs sözkonusu olduğunda nefsi öldürme de söz konusudur elbet, nefs-i emmareyle mücadele ve mücahede edilmelidir. Ancak İslam, nefisle mücadeleyi ne kadar önemsemiş ve mühim saymışsa izzet-i nefse değer vermeyi, kendine güven duymayı (kuvvet-i nefs) ve nefsin kerametini de bir o kadar mühim saymış, hatta bu hususa daha fazla önem vermiştir. Mü'minin nefsi İslam nezdinde aziz ve muhteremdir. Hatta İslami ahlak, bütünüyle nefsin keramet ve şerafetini korumasını ister insandan; nefsinin asalet ve yüceliğine leke düşürememesi gerektiğini buyurur.
Evet, İslam bir yandan nefsinle mücadele et, ona karşı diren derken, bir yandan da nefsinin asaletini lekeleme, onun yüceliğine gölge düşürme der.
Nasıl olur bu?
İnsanda iki nefs mi var ki, birine saygı duyup, diğerine düşman kesilsin?
Cevabı açıktır bunun. İnsanda, mücerret anlamda iki ayrı şahıs gibi iki ayrı nefs mevcut değildir. İnsanda bir nefs vardır, ancak bu nefsin yüce ve aşağılık dereceleri sözkonusudur. Yüce ve üstün derecede bulunduğunda saygıdeğer ve azizdir; aşağı dereceye indiğinde ise aşağılık ve kötüdür. Ayağını yorganına göre uzatmaz, haddi aşmaya, sınırı çiğnemeye kalkışırsa önüne geçmek gerekir. Tasavvufta yeterince dikkate alınmayan ve gereğince beyan edilmeyen nokta da budur işte. Bu yüzdendir ki tasavvufun nefisle cihad dediği yerde sadece nefs-i emmareye değil, nefs-i şerife karşı da mücadele edilmiş ve insan haysiyeti, insanlık onuru denilen değer alabildiğine horlanmıştır.
İnsanın Gerçek "Ben"i
O halde meselenin bu noktasında insanın gerçek "ben" inin ne ve kim olduğu sorusuna bir cevap aramak zaruri olmaktadır.
"Ben" nedir?
İnsanın gerçek "ben"i kimdir ve nasıldır?
Felsefeciler bu konuda kendilerine has, özel bir görüş öne sürer ve her insanın gerçek "ben"i, onun ruhu ve psikolojik yapısıdır derler.
Günümüzde psikoloji bilimi hiç olmazsa şu noktaya kadar varabilmiştir: Senin "kendin" olarak kendinde varlığını hissettiğin "ben"in, gerçek "ben"inin bir kısmı, bir parçasıdır aslında. Yâni kişi, kendi varlığının algılayabildiği kadarına "ben" demektedir, bu algılanan ben dışında bir de algılamadığı, ama aslında var olan bir "bilinçsiz ben" vardır. O halde "ben"inin büyük bir kısmından senin dahi haberin yoktur, zira "ben"inin bu kısmı senin şuuraltında gizlidir.
Tasavvufçular bu noktada gerçekten fevkalade başarı göstermiş ve çağımızın psikoloji uzmanlarını geride bırakan dikkatli ve dakik bir yaklaşımla meseleyi ele alıp felsefecilere şiddetle karşı çıkarak insanın "ben"inin onun ruhundan ibaret olmadığını; "ben"in ruhtan öte bir gerçek olup meselenin felsefecilerin zannettiğinden çok daha etraflı ve derin olduğunu söylemişlerdir. Şebisteri'nin de demiş olduğu gibi:
"Ben"in, canından ve teninden üstündür senin
Zira ten ve can, "ben"in birer parçasıdırlar.
Tasavvufçular, insan ancak Rabbini bulduğu zaman gerçek "ben"inini de bulabilir derler. Ben'in varlığına delalet eden şeyler, Allah'ın varlığına delalet eden şeylerden ayrı ve farklı değil asla. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de böyle buyurulmuştur:
"Ve o kişilere benzemeyin, Allah'ı unutmuşlardır da, O da kendilerini unutturmuştur onlara; onlardır buyruktan çıkanların ta kendileri."[13]
Evet, tasavvufçular, insanın "ben"inin, felsefecilerin tesbit ettikleri şeyden çok daha derin ve onun ötesinde olduğunu fark edebilmişlerdir.
Bilindiği gibi Muhyiddin Arabi, İslam tasavvufunun babasıdır. Yedinci yüzyıldan bu yana gelmiş geçmiş bütün namlı tasavvufçular -ister Farsça, ister Arapça yazmış olsun- onun öğrencisi olup onun düşünce okulunda yetişmiş kimselerdir. Tasavvuf, onun sayesinde fikri alanda bir hayli gelişme göstermiştir. Tasavvufun babası olarak bilinen Muhyiddin de felsefecilere karşı çıkmış, Ebu Ali Sina ve benzerlerini şiddetle eleştirmiştir ve şöyle demiştir:...[14]
Şebisteri' de aynen Muhyiddin gibi sözler sarfetmiştir bu konuda.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mesnevi'nin bir bölümünde bu hususu çok güzel bir beyanla dile getirir:
"Sen! Ey mücadelede kendini kaybeden?
Başkalarını kendinden bilmedin.
Sen, görünenin "kendin" olduğunu söylüyorsun
Vallahi böyle değil işin aslı.
İnsanlardan bir an ayrılıp da yapayalnız kalmaya gör,
Üzüntüden gına gelir, dertlenir, sıkılıverirsin.
Bu "sen" kimsin ki bunca yalnız, "biricik"?
Kendinin güzeli, mutlusu, sarhoşusun böyle?[15]
Kur'an'da şöyle buyrulur: "...Şüphesiz, ziyana düşenler o kişilerdir ki kıyamet günü kendilerini ve yakınlarını ziyana sokarlar; bilin ki budur apaçık ziyan..."[16]
Evet, en büyük kayıp, insanın kendini kaybetmesi, "kendi"ni yitirmesidir.
İbadetin ruhu, gerçeği ve bütünüyle aslı Allah'a yöneliştir; bu ise gerçek "kendi"yi biliş ve hakiki "ben"i buluştan başka birşey değildir.
O halde tasavvufçular meseleyi buraya kadar iyi kavramış ve açıklamışlardır. Ancak, maalesef nefisle cihad konusunda aynı dikkati gösterememiş ve esasen lekelenmemesi gereken izzet-i nefsi de hiçe sayan bir cihad açmışlardır nefse karşı. Nefsin bu yönünü korumaları, nefsin izzet ve kerametini yüceltmeleri gerekirken nefsin bütününe karşı cephe almış ve esasen insanı yüce makamlara ulaştıran bu boyuta gereken önemi vermemiş, bu hususa oldukça az değinerek İslam'ın, meselenin bu boyutuyla ilgili düsturlarından pek az ilham almışlardır.
Kur'an ve Hadisler Işığında İzzet-i Nefs
Evet, İslam'da nefisle mücadele vardır:
"Nefsinizi heva ve heveslerinden nehyediniz"
"Nefs-i emmare gerçekten hata edicidir, serkeştir."
"Andolsun ki kim nefsini, özünü iyice temizlemişse kurtulmuş, muradına ermiştir."
"Ölmeden önce ölünüz."
Buyrukları da yine İslam'ın buyruğudur; ancak İslam'da "nefsin izzeti" denilen bir değer de mevcuttu, Kur'an'da bu değerden de söz edilir:
"...Ve Allah'ındır izzet ve üstünlük ve peygamberinin ve inananların."[17]
Keza Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: "Birisinden bir şey istediğinizde zilletle değil, izzetle isteyin; izzet-i nefsinizi çiğnemeden ve çiğnetmeden isteğinizi dile getirin."[18]. Bu hadis-i şerifte de izzet-i nefsin korunması, ona leke düşürülmesi ve kişinin her hangi bir şeyi elde edebilmek için kendisini alçaltmaması buyurulmaktadır. Bu durumda siz; "Ben, nefsimi kırmak için birinden bir şey isteyince dilenci gibi ister, bu raddede alçakgönüllülük gösteririm" diyebilirsiniz; ancak İslami bir davranış biçimi olmayacaktır bu. İslam, "Eğer birinden birşey isteyeceksen izzet-i nefsinle iste; kendini alçaltmadan, kendini küçük düşürmeden dile getir ihtiyacını" der.
Bakınız Hz. Ali (a.s) savaş meydanında ne diyor: "...Ya aşağılığa razı olun, şerefsizliği göze alın; yahut kılıçları kanlarla sulayın da suya kavuşun. Kahrolarak, alçalarak yaşamak ölüm; kahrederek ve yücelerek ölmek ise dirim ve hayattır size..."[19]
Şair, bunu şöyle dile getirir:
"Efendi olduğum halde kölelik etmem ben
Utanç bilirim böyle bir hayatı, istemem.
Ölmüş bir tenle, dostların ağlayışı
Düşmanların güldüğü bir canlı olmaktan yeğdir elbet"
Keza İmam Hüseyin (a.s) "Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmek yeğdir!" buyururlar.[20]
Görüldüğü gibi, İmam Hüseyin (a.s) "Nefsimizle cihad gereği Yezid'e ve İbn-i Ziyad'a itaat etmemiz gerekir, zira böylece nefsimizin isteğine karşı gelmiş ve nefsimize karşı mücahede etmiş oluruz" dememektedir! İslam asla izin veremez buna; Hz. Hüseyin (a.s) der ki:
"İbn-i Ziyad denilen o alçak, ya zillete boyun eğmemi, ya da kılıçlara karşı durmamı istemiş benden!... Bunlardan birini tercih etsin, demiş... Heyhat!... Zillete boyun eğene, alçakça yaşamayı tercih edene yazıklar olsun! Ben kim, zillete boyun eğmek kim?! Allah Teala, bizim zillete boyun eğmemize razı olmaz! (Dikkat ediniz; benim prensiplerim demiyor, duygularım izin vermez demiyor; inancım izin vermez, İslam izin vermez, diyor) Allah Resulü (s.a.a) buna razı olmaz! Ne terbiyem izin verir buna, ne eğitim tarzım... Ben Ali'nin (a.s) oğluyum; Fatıma'nın (a.s) evladıyım; onlar yetiştirmiş, onlar eğitmişlerdir beni! Zehra'nın (ona selam olsun) göğsünden süt emmişim ben; o süt, zillete boyun eğmeme izin vermez asla!"[21]
"Ben asla zilletle el uzatmam ve köleymişçesine kaçmam; ne teslim olurum, ne zillete katlanırım!..."[22]
Evet; bu gibi tabirler Kur'an'da, hadiste, İmamların (a.s) konuşmalarında, özellikle İmam Hüseyin'in hitabelerinde pek çoktur.
Gençlere Tavsiye
Söz buraya gelmişken, daha önce Cavid Camii'nde konuşmamda değinmiş olduğum bir noktayı tekrar hatırlatmak isterim:
Bir toplantıda, "Hayat; inanmak ve cihad etmektir" cümlesi üzerinde durmuş ve son günlerde habire İmam Hüseyin aleyhisselam'a atfedilerek zikrolunan bu cümlenin, Hz. Hüseyin'e (a.s) ait olduğuna dair İslam'i kaynaklarda hiçbir rivayete rastlanmadığını belirtmiştim. Burada tekrar belirtiyorum; bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olduğuna dair hiçbir senet ve kaynak mevcut değildir; İmam Hüseyin'in (a.s) sözü değildir bu... Bu cümleyle ifade olunan mana yanlış olduğu gibi; Hz. Hüseyin'in (a.s) mantığına da ters düşmektedir.
İslam mantığı bu değildir asla; insanoğlunun hayatı inanmak ve inandığı şey uğruna mücadele etmekle özetlenemez. İnanç mevzu bahis değildir İslam'da. İslam'da mevzu bahis edilen şey ancak "hakk"tır. İslam inancına göre hayat, kişinin hakkı tanıyıp bulması ve hakk uğruna cihad etmesidir. Hayatın inanmak ve inancı uğruna mücadele etmekten ibaret olduğu görüşü batıya ait bir görüş olup, sonradan İslam alemine sirayet etmiştir. Bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olmadığını söylediğimde bazı gençlerin alındığını gördüm; bu nedenle meseleyi tekrar açıklıyorum: Biz bugün gençleri mutaassıp ve tutucu değil, gerçekleri arayıcı bir telaş ve hakikatçilik üzere gördüğümüz için onlara, geçmişe oranla daha fazla saygı duymaktayız. Gördüğümüz odur ki gençler hakikati aramakta, nedenini araştırmaksızın inanmamakta ve sebebini tam bilmediği bir şeyde, sırf kendisi ona inandığı için taassup gösteren bir tavır sergilememektedir. Bu yüzden hürmete şayandırlar diyoruz. Yoksa, eğer genç nesil de taassup gösterir ve nedenini bilmeden, ne derece doğru olup olmadığına bakmadan inanıp kafasına yerleştirirse bir şeyi, bu durumda bu genç nesille eski nesil arasında ne fark kalır?! Eskiler de öyleydi, onlar da bir takım inançlara sahipti elbet; şu farkla ki, bugün siz falan cümleyi beğenmişsiniz, onlar filan cümleyi!...
O da hiçbir delil olmaksızın sıkı sıkıya yapışmış inancına, siz de... Oysa ki ne İslam mantığıyla bağdaşmakta, ne de herhangi bir kaynak kitapta ya da senette mevcut... Bu durumda, İslam düşmanı birinin, usta bir muhalifin bir gün karşınıza dikiliverip "Beyefendi, Hz. Hüseyin'in (a.s) bu sözü söylediğine dair herhangi bir kaynağınız var mı? Varsa nerede, hangi kitapta?" dediğini düşünün, ne yaparsınız? Adam haklı; öyle ya, eğer İmam Hüseyin (a.s) söylemiş diyorsanız mutlaka bir kaynağı, senedi ve isbatı olmalı bunun! Siz arayacak ve hiçbir kaynakta böyle bir cümleye rastlayamayacak ve kalkıp bana gelerek bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olduğunu ispatlayacak bir senet ya da kaynak var mı diye soracaksınız, varsa göster diyeceksiniz. Ben bunun hiçbir kaynakta geçmediğini söyleyince, işte o zaman "Arkadaş, bunu şimdiye kadar ne diye söylemediniz bize?!" diye alınacak, çıkışmaya başlayacaksınız... Benim gibilerine öfkelenecek ve işin buraya kadarını neden söylemediniz, niçin açıklamadınız, düşmana karşı neden mahcup duruma düşürdünüz bizi... deyip duracaksınız!...
Kaldı ki eğer siz bu cümlede bir yiğitlik ve kahramanlık görüyor ve bu yüzden beğeniyorsanız, Hz. Hüseyin'in (a.s) bundan yüz kat daha fazla yiğitlik taşıyan, bütünüyle kahramanca olan nice sözleri olduğunu da bilmeniz gerekir. Onun şu meşhur sözü; "Zilletle yaşamaktansa izzetle ölmek yeğdir!" cümlesi, "Hayat, inanmak ve inancı uğruna mücadele etmekten ibarettir." Gibi bir deyimdeki manadan çok daha üstün ve yiğitçe değil midir?
Ya da Hz. Hüseyin'in (a.s) Aşura günü vuruşa vuruşa söylediği şu recezi:
"Ölüm, utanca düşmekten yeğdir.
Utanç, cehennem ateşinden yeğ."[23]
Ve yine onun Aşura günü söylemiş olduğu şu cümle:
"İbn-i Ziyad denilen o alçak ya zillete boyun eğmemi, ya da kılıçlara karşı durmamı istemiş benden!... Bu ikisinden birini tercih etsin demiş... Heyhat!... Zillete boyun eğene,alçaklığı tercih ederek yaşayana yazıklar olsun!... Ben kim; zillete boyun eğmek kim!? Allah Teala zillete boyun eğmemize razı olmaz! Allah Resulü (s.a.a) buna razı olmaz! Gördüğüm eğitim, aldığım terbiye, içtiğim mutahhar sütün hakkı... izin vermez buna!.."
Ya da kıyam için harekete geçtiğinde söylemiş olduğu:
"...Bizimle can vermeye hazır olanlar, Allah'a kavuşacaklarına tam bir inançla inanmış bulunanlar bizimle gelirler, ben yarın hareket ediyorum inşallah!"[24]
Buna benzer daha nice cümleleri vardır Hüseyin'in (a.s). Mesele çarpıcı bir şiar bulmaksa biz müslümanların slogan ve şiar fakiri olmadığımızı hatırlatmak gerekir. Eğer slogan fakiri bir millet olsaydık, yâni yiğitlik taşan; kahramanlık çağrıştıran canlı şiar ve hitabelerimiz olmasaydı "Şu cümleyi de Hz. Hüseyin (a.s) demiş deyiverelim- neüzübillah- diye düşünülerek böyle bir eksikliği(!) doldurma yoluna gidenler olabilirdi belki (Allah korusun). Oysa Allah'a şükür bizde bu gibi slogan ve şiarlar fazlasıyla var, başkaları muhtaçtır müslümanların sloganlarına, Müslümanlar başkalarının sloganına muhtaç değil!...
O halde yabancıların sloganlarına özenmek niye?! Üstelik yanlış sloganlara!...
Genç neslin tutucu olması hiç doğru değil! Bu cümlenin Hz. Hüseyin'e (a.s) ait olmadığını tekrar söylüyorum; yüzde doksan yakinle diyorum ki Hz. Hüseyin'e (a.s) ait değil. Ancak, biri bir kaynak gösterir ve bu cümlenin Hz. Hüseyin'e ait olduğunu ispatlarsa ben şu kürsüye çıkıp yanıldığımı söylemeye hazırım!... Beyanlarımıza dikkat etmemiz şarttır; eğer bir şey söyleyeceksek bunun belli ve güvenilir bir kaynağı olup olmadığını araştırmamız; güvenilir kaynaklara dayanarak, senet ve delille konuşmamız icab eder. Bu hususta söylenecek daha pek çok şey var; ancak vakit darlığı sebebiyle maalesef bu kadarını yeterli buluyorum.
O halde konuyu şöyle toparlayabiliriz: Nefsle mücadele etmeli, onun heva ve heveslerine kapılmamalı, yersiz ve meşru olmayan isteklerinden onu caydırmalı, ancak ona zulüm de etmemeli; izzet ve şerefini lekelememelidir. Tasavvufa yöneltilebilecek eleştirilerden birini bu teşkil eder. Meseleyi İslam'i ölçülerle ele alıp İslam'ın mihengine vurduğumuzda tasavvufun nefisle mücadelede aşırıya kaçtığını, nefsi emmareyle (nefsin kötülüklere eğilimi boyutu) birlikte izzet-i nefsi de ayaklar altına düşürdüğünü görmekteyiz. Tasavvuftan söz ederken bu nokta da hatırlanmalı ve ıslah edilmelidir.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)
10.
Oturum
KUDRET EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(1)
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"...Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber birçok bilginler de- onların safında- savaşa giriştiler, Allah yolunda başlarına gelenlere dayandılar; ne gevşediler, ne zayıflık gösterdiler, ne de boyun eğdiler, ve Allah sabredenleri sever..."[25]
Kamil, üstün, yüce, örnek, ideal... insan mevzuuyla ilgili olarak ele alacağımız diğer bir düşünce okulu da "Güç Okulu", kuvvet ve kudreti esas alan düşünce sistemidir. Bu düşünce okulunda kamil insan "güç"lü insanla eşittir; ideal insan, güç sahibi insandır; üstün olan, kuvvetli olandır. Aynı mantıktan hareketle kamil olmayan, eksik ve noksan olan herşey güçsüzdür; güçsüzlük eksikliktir.
İnsanlar arasında kim daha güçlüyse o daha mükemmel, daha yüce ve daha üstündür; kim daha zayıfsa o daha eksik ve aşağıdır. Bu dünya görüşüne göre esasen hakk ve adalet kavramları gerçek kavramlar değildir, hakikati olmayan, anlamsız birer kelimeden ibarettir. Gerçek olan ve anlam taşıyan tek bir şey vardır; o da: Kuvvet!
Bizim düşüncemizse şudur: Meseleyi güçlü ve zayıf olarak ele almak yerine; şunun ya da bunun galip geleceğini düşünmek yerine neyin hakk, neyin batıl olduğuna bakmak, hangisinin adil, hangisinin zalim olduğuna dikkat etmek gerekir. Bir noktada hakkın batıla galebe çalması mümkündür; ancak bunun tersi de pekala vuku bulabilir; yâni batıl da hakka üst gelebilir. Bu arada şu noktayı da hemen belirtelim ki Kur'an-i mantığa göre nihâi zafer daima hakkındır; batılın hakka karşı elde edebileceği zaferler ise mutlaka geçicidir. Ancak karşı karşıya gelen iki güçten yenenin hakk, yenilenin ise her zaman batıl olduğu, galip gelen tarafın, dolayısıyla adil de telakki edilmesi gerektiği gibi bir düşünce İslam mantığına aykırıdır.
Kudret Ekolünün Tarihi
Güçlü olanın yaptığı her şeyi, sırf güçlü yapmıştır diye adilane kabul eden bu dünya görüşü, insanlık tarihinde epey eskilere dayanır. Bu görüş, Sokrat öncesi bir görüştür, Sokrat'tan çok daha önce, ileri sürülmüştür. Sokrat'ın yaşadığı yıllar, yaklaşık İsa'dan 400 yıl öncelerine dayanır; bu hesapla, Sokrat döneminden günümüze değin 2400'ya da 2500 yıl geçtiği söylenebilir. Felsefe biliminde kendilerinden "sofist" adıyla söz edilen antikçağ Yunan felsefecilerinden kimi düşünürler, Sokrat döneminden çok daha önce bu düşünceyi savunmuş, özellikle sosyal meselelere daima böyle bir bakışla yaklaşmışlardır. Ancak Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozofların ortaya çıkmasıyla bu felsefe akımı zayıflamış ve sofizm eski itibarını kaybetmiştir. Sofizmin bütünüyle değerini yitirişi ise Hıristiyanlığın doğduğu yıllara rastlar. Hıristiyanlığın gelişiyle sofizm adeta iptal edilmiştir. Zira Hıristiyanlık, sofizmin tam karşısında yer almaktaydı; güçlüyü değil, zayıfı savunuyordu. Hatta yalnızca "kuvvet"e karşı olmakla kalmıyor, "zayıflık"ı da her şeyiyle savunuyordu! Hıristiyanlık, "zayıflık" şiar edinmekte, "sana bir tokat atana, yüzünün öbür tarafını çevir" demekteydi!... Savunmayı selbeden bu düşünce, bir nevi "zayıflık"ın propagandasıdır.
Velhasıl Hıristiyanlığın gelişiyle sofistlik düşünceye yer kalmamış, ondan sonra da İslam gelmiştir.
İleride daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağımız gibi kuvvet hususunda İslam'ın kendine has bir mantığı vardır. Ancak şurası muhakkak ki İslam'ın sözünü ettiği kuvvet, hakk ve adalete müsavi bir değer değildir. Yâni İslam, kuvveti hakla eşitlemez, "kuvvet=hak=adalet"tir demez. Batılıların "kuvvetin hakkı" dedikleri kavramı reddeder, kuvvetin hakla özdeş ve eşanlamda ele alınmasına karşı çıkar. Neticede hakkın kuvvet, kuvvetin hakk olduğu düşüncesi tekrar hortlayıverdi batı dünyasında. İlk defa politik felsefede kendini gösteren bu düşünce, yine bu sahanın sınırlarında kalarak politikaya mahsus bir düşünce haline getirildi.
Tanınmış İtalyan felsefecisi Makyavel, siyasi felsefe düşüncesini bu temel üzerine kurmuştur. Makyavel, "Siyasette yegane temel unsur, güçlü ve egemen olmaktır; siyasi sahada hedeflere ulaşabilmek için güç ve hakimiyet dışında hiçbir asl tanımamak gerekir"der. Ona göre siyasal amaca ulaşabilmek için yapılan her türlü ahlaksızlık meşrudur; bu kabilden olmak üzere siyasette yalan, hile, sahtekarlık, yalan yemin, ihanet, hakkı çiğneme vb. şeyler gayet normal karşılanmalıdır. Makyavel'in ardından, bir çok düşünür bunu siyasetin temel kavramı ve esası olarak ele almakta gecikmedi. Bununla da yetinmeyerek, mezkur düşünceyi ahlakın temel prensiplerinden biri olarak kabul ettiler. Böylece dilediklerini yapabilmeleri yolunda politikacılara yeşil ışık yakılmış ve her türlü ahlaksızlık, esasen insani ahlakın ta kendisi olarak yorumlanmıştı!...
Felsefe sahasının tanınmış isimlerinden biri olan Alman düşünür Nietzsche de kuvveti ahlakın temel ilkesi saymıştır.[26]
Bakon'un Görüşü ve Etkileri
Bahsimizin ayrıntılarına girmeden önce önemli bir önbilgi vermenin faydalı olacağı inancındayım. Bundan, yaklaşık dört yüzyıl önce biri Fransız, diğeri İngiliz olan iki büyük düşünür, özelde felsefe ve mantık, geneldeyse bütün bilimleri etkisi altına alan bir görüş sürdüler öne. Fransız düşünür Dekart'la (Descartes) İngiliz düşünür Bakon (Bacon)'un geliştirdiği bu düşünce, kendilerine daha sonraları "modern bilimin öncüleri" unvanını kazandıracaktı. Bu iki düşünürün, özellikle Bacon'un, bilim konusunda öne sürmüş olduğu teori, kendilerinden önceki teorilerin bütünüyle yeniden gözden geçirilmesine ve düşünce sahasında köklü değişikliklere sebep oldu. Bu yeni düşünce bir yandan bilim sahasında gözle görülür ilerlemeler ve terakkilere yardımcı olup insanoğlunun tabiata olan hakimiyetini kat-kat artırmış, ancak yine aynı düşünce, öbür yandan insanoğlunun fesada gömülmesine sebep olmuştur! Yâni bu nazariye bir taraftan insanoğlu eliyle tabiatı mamur ve bayındır bir hale getirirken, bir taraftan da insanı, yine insanın kendi eliyle fesada boğmuş, zavallı ve bedbaht kılmıştır.[27]
Nasıl bir nazariyedir bu?
Bacon'dan öncesine kadar gelmiş geçmiş bütün büyükler, felsefeciler ve özellikle dinler, bilimin güç ve egemenlik kazanmada değil, hakk ve gerçeğe ulaşmada, gerçeğin keşfinde kullanılması gereken bir araç olduğuna inanmakta ve insanı bilimle uğraşmaya ve ilim elde etmeye teşvik etmekteydi. Ancak, insanı bilime teşvik eden dinler ya da felsefelerin amacı onu güçlü ve egemen kılmak olmamıştır. Onlar "Ey insan, alim ol, bilgi elde et, öğren! Zira bilgi, gerçeğe ulaştırır seni" demiş, gerçeğe ulaşmada faydalı bir vesile olduğu içindir ki insanları öğrenmeye çağırmışlardır. Nitekim mezbur dönemlerde bilim, hakikate ulaşabilme yolunda faydalı bir araç olduğundan bilime saygı da duyulur, kutsanırdı. Bilim mukaddestir, çünkü insanı gerçeğe götürüyordu; dolayısıyla mukaddes bir hakikatti o da... Bilim mukaddesti, çünkü insanoğlunun menfaatlerinin ötesinde, maddi çıkarları aşmış bir şeydi. Nitekim, daima "bilim mi daha iyi, yoksa servet mi?" diye sorulurdu. Arapça olsun, Farsça olsun; bizim edebiyatımızda da bu mukayesenin sık-sık yapılmış olduğunu görürsünüz. Bilimle servet kıyaslanır ve sonunda bilim tercih edilir. İşte bir örnek:
"İdris'e bilim, Karun'a ise servet verildi
Biri toprak altında diğeri göğün ötesinde şimdi!
Keza Hz. İmam Ali de (a.s) Nehc-ül Belağa'sında ilimle serveti kıyaslar ve ilmi servete tercih ettiğini söyler.[28] Daha önce de belirtmiş olduğum gibi ilme kutsal bir gözle bakılır, onun maddi menfaatlerin üzerinde bir kıymete haiz olduğu kabul edilirdi. Nitekim öğretmenlik mesleğinin kutsal sayılması bu esasa dayanır. "Bana bir harf öğretenin kölesi kesilirim..." sözü de Ali b. Ebu Talib'in değil midir?
Kur'an'a şöyle bir bakınız; ilmin yüceliğinden nasıl söz etmekte ve bilimin kutsallığını nasıl yüceltmektedir, görünüz... Hz. Adem'in (a.s) yaratılış hikayesine, ona Esma-ül Hüsna'nın öğretilmesine ve meleklerin kendisine secde edişine dair ayetleri mütalaa ediniz:
"Ey melekler, secde edin Adem'e... Zira o, sizin bilmediğiniz bir şeyi bilmekte..."[29]
Bacon ise ilmin insanoğlu için bir eğlence aracı olduğunu söyleyecekti. O, hakikati bulabilmek amacıyla bilim peşinde koşanların yanıldıklarını, bilimin, onların zannettiği gibi mukaddes birşey olmadığını iddia etti. Ona göre bilim, insanoğlunun yaşam düzeyini yükseltebilmesi amacıyla öğrenilmeliydi, bilim, ancak bu amaçla istifade edilirse faydalı olabilirdi. Bilim, bu anlamda insanın işine yaradığı ölçüde faydalıydı. Başka bir deyişle mukaddes olan "hakikatin keşfi için elde edilen bilim değil, insanoğlunu tabiata egemen kılmada yardımcı olacak bilim"di. Zira bu bilim, insana güç kazandıracak ve doğayı onun egemenliği altına geçirecekti.
Böylece bilim; semavi boyutunu, dünyevi ve maddi boyuta bırakmış oluyordu.
Bilim yön değiştiriyor, bilimsel araştırmalar başka bir boyuta yöneltiliyordu. Artık bilimsel araştırmalar daha çok tabiatın sırlarını keşfetmeye, rumuzları çözmeye yönelikti.
Doğanın sırları teker-teker keşfedilmeliydi...
Neden?
İnsanoğlunun doğaya daha fazla egemen olabilmesi için!
Peki, insan tabiata hakim olunca ne olacaktı?
Daha iyi yaşayacaktı!
Bunun anlamı neydi?
Bu, refah demekti. Yâni daha müreffeh bir hayata kavuşacak ve refah düzeyi yükselecekti.
Bir bakıma insanoğlu için gayet faydalı bir nazariyeydi bu aslında... Zira böylece bilim, insanoğlunun tabiata daha fazla hakim olmasını, dolayısıyla da tabiattan daha fazla faydalanabilmesini sağlıyor, bu amaçla tabiatın sırlarını keşfetme yolunda kullanılıyordu. Mezkur nazariye bu açıdan faydalı olmuştu, evet, ancak diğer taraftan aynı nazariye bilimin kutsallığını yitirmesine ve artık ilahi bir değer olarak anlaşılmamasına sebep olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek için bugün dini medreselerimizde tahsil etmekte olan öğrencilerimizin durumuna bakmak kafi olacaktır. Bilim, gerçek anlamda sahip olduğu değeri taşımaktadır hâla onların nazarında, onlar bugün de geçmişteki usul ve yöntemlerle tahsillerini sürdürmekte ve ilme, layık olduğu değeri vermektedirler. İlim, onların nazarında, mesela "Adab-ul Mutaallimin"[30] ve sair değerli eserlerde beyan edilen o fevkalade kıymete haizdir hâla. Sözkonusu kitaplar, hadis ve rivayetlerden bahseden eserlerdir; onlar, bu tür kitapları da tahsil ettiklerindendir ki, ilim onların nezdinde ülviyetini yitirmemiş, kıymet ve kadasetini kaybetmemiştir. Mesela bir medrese öğrencisi abdest almadan sınıfa girmez; hadis ve rivayetlerden aldığı bir edep ve terbiyedir bu. Zira ilim tahsil edilen yer ve ilim tahsil ettiren şahıs bir ülviyete haizdir, okul ve öğretmenin pek yüce ve muhterem bir makamı vardır. Bir medrese öğrencisi için öğretmeni saygıdeğer birisidir, o, gerçekten bütün ruhuyla bunu hisseder ve duyar, öğretmenine gönülden saygı taşır.
İlmi, dünya malı için tahsil eden biriyse, içten içe kendisine karşı bir mahcubiyet duyacak ve kendisinden utanacaktır, "para için öğrenmiş veya öğretmiş olmak"tan sıkıntı duyacaktır. Keza, insanlara bir şeyler öğretmek isteyen bir alim ya da medrese hocası, bunu sırf belli bir ücret elde edebilmek amacıyla yapmaz, böyle bir tutumu ilim ve alime hakaret bilir, para için öğretmesi halinde ilmin makamını düşürmüş olacağını idrak eder. Halbuki Bacon ve benzerlerinin yöntem ve amaçlarıyla tedris edilen bugünkü yeni eğitimde, bilim hiçbir yücelik ve kutsallık taşımamaktadır. Bu eğitim sisteminde bilim, bütün ülviliğini yitirmiştir. Bugünün eğitim sisteminde ilim tahsil etmekte olan bir öğrenci için tahsil ettiği ilmin yegane değeri, gelecekte ona daha müreffeh bir hayat sağlayacak olmasından ibarettir! Bu eğitim sistemi anlayışıyla okula adımını atan bir ilkokul, ortaokul,lise ya da üniversite öğrencisi için amaç, mesela ya mühendis, ya da doktor olmaktır. Bu branşlarda elde edeceği bilimi ise sadece "daha rahat bir hayata kavuşabilmek için" istemektedir, hepsi bu!... Keza bir esnaf ya da tüccarın yanına çırak olarak giden birisiyle onun arasında hiçbir fark yoktur!
Çünkü her ikisinin de amacı para kazanmak, daha müreffeh hayat şartlarına sahip olmaktır.
Bu anlayışla tahsil etmekte olan bir öğrenci için, öğretmeni de aynı durumdadır. Öğretmen, onun nazarında "öğretme mesleği"yle geçimini kazanan biridir. Öğretmeni gelecek ona ders verecektir; zira bunun karşılığında ayda şu kadar maaş almaktadır; o halde "öğretmek"le görevlidir... Evet, onun nazarında öğretmeni budur, bundan daha fazla bir değeri yoktur... Nitekim bugün kimi öğrencilerin, öğretmenlerin ardından rahatça küfür savurabildiğini görmekteyiz! Üstelik utanç da duymamaktadır bu davranışından; onun nazarında artık normalleşmiştir bu!...
Bacon, işte bu nazariyeyle çıktı sahneye, "kuvvet için ilim" dedi, "bilim, kuvvetin hizmetinde olmalıdır" dedi; bilimi, egemenliğin bir vesilesi olarak tanımladı ve tanıttı. "Bilim, ancak daha fazla güçlenebilmek için elde edilmeye değer, başka bir şey için değil!" diyerek çıktı ortaya. Bu düşünce tarzının kötü etkileri, hemen başlangıçta göstermedi kendisini... Ancak "bilim"in, kendisine "daha fazla güç" kazandırmasını isteyen ve onu sırf bu amaçla kullanan insan, giderek her şeyin "güç"ve "kuvvet"in egemenliği altına girdiğini gördü hayretle. Bu anlayış onu öyle bir noktaya getirmişti ki, sadece bilim değil, bilimle birlikte her şeyde, evet, neticede kendisi de "güç" ve "kuvvet"in egemenliği altına girivermişti! Nitekim bugün dünyanın çarkı "güç"le döner olmuştur; herşey "güçlü"nün hizmetinde, herkes "güçlüler"in egemenliği altındadır. Bilim, hiçbir zaman ve çağda bugünkü kadar esir olmamış; bugünkü kadar güçlüler ve kuvvetlilerin hizmet ve sultası altına girmemiştir! Keza dünyanın en ileri ve en seçkin bilginleri de, günümüzün "en kötü durumdaki esirleri"ve "en bahtsız tutsakları" durumundadırlar! Bunu apaçık görebilirsiniz; Eınstaine bir bilgindir, evet, ama onun ilmi Amerikan süperinin hizmetinde değil midir bugün? Başka bir deyişle Eınshtaine bugün bu süper gücün kuklası ve hizmetkarı haline getirilmiş, onun tarafından kullanılır bir "alet" olmuştur. Mevcut "ilmi anlayış"la, alet olmamazlık da edemez. İster emperyalizmin, ister sosyalizmin tahakküm sınırları dahilinde olsun, ilim bugün dünyanın her yerinde "gücün hizmetinde" ve "güçlünün emrinde"dir... Günümüzde dünyaya hakim olan şey "ilim" değil, "güç" tür; "bilgi" değil, "zorbalık"tır! Dünya, "güçlülerin dünyası" durumuna getirilmiştir. Bu cihetle, şimdilerde sıkça kullanılan "Günümüz dünyası, bilim dünyasıdır" ibaresi tashih edilmeli ve "Günümüz dünyası kuvvetin egemen olduğu bir dünyadır" şeklinde söylenmelidir.
Zira halihazırda dünya bilimin değil, kuvvetin elindedir; alimin değil, kuvvetlinin güdümündedir. Bugün, bilim vardır; ancak "hür bir bilim" değil, "kuvvetin ve kuvvetlinin hizmetinde" olan bir bilimdir bu. Binaenaleyh bilim bugün "esir" durumundadır, tutsak edilmiştir, "kuvvetin tutsağı"dır. Bugün dünyanın neresinde yeni bir şey icad edilse, nerede yeni bir buluş gerçekleştirilse, nerede yeni bir teknik geliştirilirse onu hemen alır "kuvvet" hizmetine sokarlar! Egemen güçler bu buluş ve teknikten, her şeyden önce daha fazla insanı daha kolay şekilde öldürmeyi mümkün kılacak daha korkunç ve daha öldürücü yeni silahlar yapma yolunda faydalanmaya bakarlar; ilk düşündükleri şey budur! Herhangi bir buluş ve geliştirilebilecek yeni bir teknik karşısında ilk akıllarına gelecek olan şey, ondan "insanları öldürebilme yolunda kullanılacak" daha etkin silahlar yapabilmektir. Mezkur buluş ve tekniklerden bu amaçla azami ölçüde faydalanırlar; eğer falan buluş ya da teknik, sözkonusu öldürücü silahlar yapmada işlerine yaramayacak birşey olursa, işte ancak o zaman diğer insanların da bu buluş ya da teknikten faydalanmasına müsaade ediverirler! Bilimin bugün insanlığın hizmetinde olduğunu zannetmek ancak safdillik olacaktır. "Kuvvet"in işine yarayacak her bilim, kuvvetin tekeline geçmektedir hemen; egemenin gücünü artırabilecek her buluş ve teknik, onun sultası altına alınmaktadır derhal!... Hatta bu buluş ve teknikleri çoğu kez yıllarca herkesten gizli tutar, büyük bir sır olarak saklarlar; "kuvvet"in ona ihtiyacı vardır çünkü... Varsın insanlığın da ihtiyacı olsun, önemli değildir onlarca!... O buluş bir sır olarak gizli tutulur, ta ki kuvvetin onu kullanacağı bir zaman gelip çatıncaya kadar... İşte ancak o zamandır ki insanlar böyle bir şeyin de var olduğunu anlayıverirler!!!
Bacon nazariyesinin ürünü bu olmuştur işte. Bacon'un göstermiş olduğu bu yol ister istemez neticede Makyavell'in yoluyla birleşmekte, özellikle de Nietzsche gibilerinin yoluyla noktalanmaktadır.
Nictzsche'nin Darvin Nazariyesinden Yararlanması
Meselenin bu noktasında, Nictzsche hazretlerinin ustaca bir tahrifle takdim edip insanoğlunun başına bela etmeye çalıştığı diğer bir nazariyeden bahsedeceğiz: Darvin nazariyesi...
Darvin aslında dindar bir Hıristiyan'dır, tanrıya inanan, dinine can-u gönülden bağlı bir Mesihi'dir.[31] Konuşmalarında olsun yazılarında olsun, tanrıya gönülden inandığını ve İsa Mesih'e derin bir saygı beslediğini sarih ifadelerle belirtmiş olan Darvin'in teori ve ilkeleri çoğu kimse tarafından aslından çok daha farklı gösterilerek tahrif edilmiş, saptırılmış ve neticede Darvin'in de asla tasvip etmediği ve etmeyeceği bugünkü noktaya gelmiştir.
Maddeciler ve materyalistler, Allah'ı inkar edebilmeye çalışmak gibi abes ve çirkin bir gayeyle Darvin'in tekamül nazariyesini kullandılar, bu nazariyeden su-i istifade ettiler. Darvin nazariyesinin materyalistlerce kötü amaçla kullanıldığı en önemli saha ahlak sahası olmuştur. Başka bir deyişle örnek insan, mükemmel insan ya da bizim "kamil insan" dediğimiz ideal insan tipini kendi istedikleri şekil ve vasıfla sunabilmek için bu nazariyeyi kullanmışlardır! Bilindiği üzere Darvin'in dört temel kuralından biri "canlı kalabilme kavgası" ya da "yaşama savaşı"dır. Ona göre bütün canlılar kendilerine düşkündürler; bu yüzden her canlı kendi varlığını sürdürmek ve canlılığını korumak ister. Başka bir deyişle varlığını sürdürebilmek için her canlıda bir korunma mekanizması vardır ve bu mekanizma "tabii"dir, içgüdüseldir. Bu da onun ister istemez bir "yaşama mücadelesi"ne katılması demektir. Darvin'in "hayatın dört aslından biri" olarak tanımlamış olduğu bu ilke gereği, madem ki her canlıda kendini koruma ve varlığını sürdürme temayül ve çabası vardır, o halde her canlı bunu yapabilmek, yâni yaşamını sürdürebilmek için diğer canlılarla mücadele edecek, savaşacaktır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Mücadele, kavga ve savaş; hayatın temel unsurudur... Her canlı, yekdiğeriyle daima niza ve savaş halindedir. Çünkü hayat, bir "var olabilme kavgası"dır. Bu acımasız savaşta ancak "güçlü" olanlar yaşama hakkına sahiptirler. "zayıf" olansa yok olmaya mahkumdur! Tabiat tıpkı bir kalbur gibidir, bütün canlılar bu kalburda elenir durur. O halde sözünü ettiğimiz savaş da tabiidir, çünkü tabiatın kalburudur! Tabiat, yaşamaya ve varlığını sürdürmeye layık olanı seçebilmek için durmaksızın bu elemeyi yapacaktır. Bu eleme, "iyi"nin ve "güçlü"nün tespitidir. İyi ve güçlü ise bu "varlığını sürdürebilme" kavgasından muzaffer olarak çıkmayı ve rakiplerini saf dışı bırakmayı başarabilendir.
Darvin'in bu teorisi olduğu gibi kabul edilmiş ve eleştiriye uğramamış değildir tabii. Kimileri, bazı canlıların, hemcinslerinden daha güçlü ve daha iyi olmadıkları halde yine de hayatlarını sürdürebilmiş olduklarını söyleyerek Darvin'in bu nazariyesini eleştirmiş ve hayatın sürekli bir "çatışma" dan ibaret olmadığını söylemişlerdir.
Ancak Nietzsche efendi bunları görmezlikten gelerek hayatın salt bir "yaşam kavgası" ve "varlığını sürdürebilme savaşı" olduğunu iddia etmekten vazgeçmedi. Vazgeçmek bir yana, meseleyi daha da saptırarak bunun bütün canlılar için geçerli bir "hayat şartı" olduğu genellemesine gidip insanı da içine alan bir saha çizdi ve bu sahada insanoğlunun temel hayat şartının savaş, niza ve çekişme olduğunu iddia etti! Bunu, "hayatın temel ilkesi" sayacak kadar hem de!... Sonra da şu vecizeyi yumurtlayıverdi: "Varlığını sürdürebilme çabası, hayatın temel ilkesi olduğuna göre, ancak güçlü olan kazanacak ve ancak güçlü olan varlığını idame ettirebilecektir. Bu onun hakkıdır da... Çünkü o, diğerlerinden daha güçlü olduğunu göstermiştir.!..
Kamil insan konusunda da aynı mantıkla hareket ederek "Tabiat, üstün insana doğru ilerlemektedir, tabiatın bizatihi akışı bu yöndedir." der.[32] O gelecekte tabiatın kendiliğinden kamil insanı meydana getireceğini söyler!
Nitezsche'den "Kamil İnsan nedir?" diye soracak olursanız vereceği cevap şudur:
"Kamil insan, güçlü olan insandır! Zayıf olmadığı gibi zaafları da yoktur onun."
Sahi, Nietzsceh'e göre zaaf nedir peki?
Bugün bizim adına dostluk, ülfet, sevgi beslemek, ihsan ve bağışta bulunmak, yardımlaşmak, insanlara iyilik ve hakka hizmet etmek... dediğimiz şeyler, Nietzscehe'nin nazarında birer "zaaf"tırlar ve insanı zayıflaştırıcı özellikleri vardır!...
Nietzsche bütün bu ahlaki faziletleri bir kalemde silip atar ve "Bunlar ahlak değildir"der. Bu ahlaki faziletleri o kadar tahkir eder ki neticede "Fazilet denilen bu şeyler insanlığın ilerlemesine engeldir; insanın tekamüle varmasına kamil,güçlü ve üstün insan örneğinin ortaya çıkabilmesine mani olan şeylerdir" diyecek noktaya vardırır! Onun nazarında kamil insan, bizim "kemal" olarak nitelendirdiğimiz bu sıfatlara sahip olmayan insandır. Zira bizim "kemal" adıyla sözünü ettiğimiz bu özellikler Nietzscehe hazretlerinin nazarında birer beşeri zaaftan ibarettir sadece!!! Bu yüzdendir ki Nietzsche "Sokrat da düşmandır, Mesih de!" demektedir!...
Ona göre ahlakı öven ve insanları iffete, namuslu olmaya; dürüst, adil ve sevgiyle davranmaya çağıran Sokrat kötüdür; çünkü insanları kötü şeylere (!) davet etmektedir. İsa Mesih'e gelince; o, Sokrat'tan da kötüdür. Zira ömrü boyunca insanlara birbirini sevmeyi, yekdiğerine ülfet ve kardeşlikle yaklaşmayı öğütlemiş ve bu zararlı (!) şeyleri aşılayıp durmuştur! Nietzsche "Bunlar fazilet ve erdem değil, insanın zaaflarıdır" der, "İnsan bu gibi şeylerden ne kadar uzak dursa kemale o kadar yaklaşmış olur. Zira kemal demek, güç ve kuvvet demektir; eksiklik ve zaaf ise "güçsüzlük"tür ancak! Adına ahlak denilen erdemler, kişinin zaafından kaynaklanan değersiz davranışlardan ibarettir!"
Evet... Nietzsche hazretlerinin o güzelim vecizeleri işte bunlar... Dünyaya "düşünür" olarak tanıtılan bu zat, meseleleri işte bu derece saptırmış, sapıklıkta bunca ilerleyebilme bedbahtlığı göstermiştir.
KUDRET EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(1)
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"...Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber birçok bilginler de- onların safında- savaşa giriştiler, Allah yolunda başlarına gelenlere dayandılar; ne gevşediler, ne zayıflık gösterdiler, ne de boyun eğdiler, ve Allah sabredenleri sever..."[25]
Kamil, üstün, yüce, örnek, ideal... insan mevzuuyla ilgili olarak ele alacağımız diğer bir düşünce okulu da "Güç Okulu", kuvvet ve kudreti esas alan düşünce sistemidir. Bu düşünce okulunda kamil insan "güç"lü insanla eşittir; ideal insan, güç sahibi insandır; üstün olan, kuvvetli olandır. Aynı mantıktan hareketle kamil olmayan, eksik ve noksan olan herşey güçsüzdür; güçsüzlük eksikliktir.
İnsanlar arasında kim daha güçlüyse o daha mükemmel, daha yüce ve daha üstündür; kim daha zayıfsa o daha eksik ve aşağıdır. Bu dünya görüşüne göre esasen hakk ve adalet kavramları gerçek kavramlar değildir, hakikati olmayan, anlamsız birer kelimeden ibarettir. Gerçek olan ve anlam taşıyan tek bir şey vardır; o da: Kuvvet!
Bizim düşüncemizse şudur: Meseleyi güçlü ve zayıf olarak ele almak yerine; şunun ya da bunun galip geleceğini düşünmek yerine neyin hakk, neyin batıl olduğuna bakmak, hangisinin adil, hangisinin zalim olduğuna dikkat etmek gerekir. Bir noktada hakkın batıla galebe çalması mümkündür; ancak bunun tersi de pekala vuku bulabilir; yâni batıl da hakka üst gelebilir. Bu arada şu noktayı da hemen belirtelim ki Kur'an-i mantığa göre nihâi zafer daima hakkındır; batılın hakka karşı elde edebileceği zaferler ise mutlaka geçicidir. Ancak karşı karşıya gelen iki güçten yenenin hakk, yenilenin ise her zaman batıl olduğu, galip gelen tarafın, dolayısıyla adil de telakki edilmesi gerektiği gibi bir düşünce İslam mantığına aykırıdır.
Kudret Ekolünün Tarihi
Güçlü olanın yaptığı her şeyi, sırf güçlü yapmıştır diye adilane kabul eden bu dünya görüşü, insanlık tarihinde epey eskilere dayanır. Bu görüş, Sokrat öncesi bir görüştür, Sokrat'tan çok daha önce, ileri sürülmüştür. Sokrat'ın yaşadığı yıllar, yaklaşık İsa'dan 400 yıl öncelerine dayanır; bu hesapla, Sokrat döneminden günümüze değin 2400'ya da 2500 yıl geçtiği söylenebilir. Felsefe biliminde kendilerinden "sofist" adıyla söz edilen antikçağ Yunan felsefecilerinden kimi düşünürler, Sokrat döneminden çok daha önce bu düşünceyi savunmuş, özellikle sosyal meselelere daima böyle bir bakışla yaklaşmışlardır. Ancak Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozofların ortaya çıkmasıyla bu felsefe akımı zayıflamış ve sofizm eski itibarını kaybetmiştir. Sofizmin bütünüyle değerini yitirişi ise Hıristiyanlığın doğduğu yıllara rastlar. Hıristiyanlığın gelişiyle sofizm adeta iptal edilmiştir. Zira Hıristiyanlık, sofizmin tam karşısında yer almaktaydı; güçlüyü değil, zayıfı savunuyordu. Hatta yalnızca "kuvvet"e karşı olmakla kalmıyor, "zayıflık"ı da her şeyiyle savunuyordu! Hıristiyanlık, "zayıflık" şiar edinmekte, "sana bir tokat atana, yüzünün öbür tarafını çevir" demekteydi!... Savunmayı selbeden bu düşünce, bir nevi "zayıflık"ın propagandasıdır.
Velhasıl Hıristiyanlığın gelişiyle sofistlik düşünceye yer kalmamış, ondan sonra da İslam gelmiştir.
İleride daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağımız gibi kuvvet hususunda İslam'ın kendine has bir mantığı vardır. Ancak şurası muhakkak ki İslam'ın sözünü ettiği kuvvet, hakk ve adalete müsavi bir değer değildir. Yâni İslam, kuvveti hakla eşitlemez, "kuvvet=hak=adalet"tir demez. Batılıların "kuvvetin hakkı" dedikleri kavramı reddeder, kuvvetin hakla özdeş ve eşanlamda ele alınmasına karşı çıkar. Neticede hakkın kuvvet, kuvvetin hakk olduğu düşüncesi tekrar hortlayıverdi batı dünyasında. İlk defa politik felsefede kendini gösteren bu düşünce, yine bu sahanın sınırlarında kalarak politikaya mahsus bir düşünce haline getirildi.
Tanınmış İtalyan felsefecisi Makyavel, siyasi felsefe düşüncesini bu temel üzerine kurmuştur. Makyavel, "Siyasette yegane temel unsur, güçlü ve egemen olmaktır; siyasi sahada hedeflere ulaşabilmek için güç ve hakimiyet dışında hiçbir asl tanımamak gerekir"der. Ona göre siyasal amaca ulaşabilmek için yapılan her türlü ahlaksızlık meşrudur; bu kabilden olmak üzere siyasette yalan, hile, sahtekarlık, yalan yemin, ihanet, hakkı çiğneme vb. şeyler gayet normal karşılanmalıdır. Makyavel'in ardından, bir çok düşünür bunu siyasetin temel kavramı ve esası olarak ele almakta gecikmedi. Bununla da yetinmeyerek, mezkur düşünceyi ahlakın temel prensiplerinden biri olarak kabul ettiler. Böylece dilediklerini yapabilmeleri yolunda politikacılara yeşil ışık yakılmış ve her türlü ahlaksızlık, esasen insani ahlakın ta kendisi olarak yorumlanmıştı!...
Felsefe sahasının tanınmış isimlerinden biri olan Alman düşünür Nietzsche de kuvveti ahlakın temel ilkesi saymıştır.[26]
Bakon'un Görüşü ve Etkileri
Bahsimizin ayrıntılarına girmeden önce önemli bir önbilgi vermenin faydalı olacağı inancındayım. Bundan, yaklaşık dört yüzyıl önce biri Fransız, diğeri İngiliz olan iki büyük düşünür, özelde felsefe ve mantık, geneldeyse bütün bilimleri etkisi altına alan bir görüş sürdüler öne. Fransız düşünür Dekart'la (Descartes) İngiliz düşünür Bakon (Bacon)'un geliştirdiği bu düşünce, kendilerine daha sonraları "modern bilimin öncüleri" unvanını kazandıracaktı. Bu iki düşünürün, özellikle Bacon'un, bilim konusunda öne sürmüş olduğu teori, kendilerinden önceki teorilerin bütünüyle yeniden gözden geçirilmesine ve düşünce sahasında köklü değişikliklere sebep oldu. Bu yeni düşünce bir yandan bilim sahasında gözle görülür ilerlemeler ve terakkilere yardımcı olup insanoğlunun tabiata olan hakimiyetini kat-kat artırmış, ancak yine aynı düşünce, öbür yandan insanoğlunun fesada gömülmesine sebep olmuştur! Yâni bu nazariye bir taraftan insanoğlu eliyle tabiatı mamur ve bayındır bir hale getirirken, bir taraftan da insanı, yine insanın kendi eliyle fesada boğmuş, zavallı ve bedbaht kılmıştır.[27]
Nasıl bir nazariyedir bu?
Bacon'dan öncesine kadar gelmiş geçmiş bütün büyükler, felsefeciler ve özellikle dinler, bilimin güç ve egemenlik kazanmada değil, hakk ve gerçeğe ulaşmada, gerçeğin keşfinde kullanılması gereken bir araç olduğuna inanmakta ve insanı bilimle uğraşmaya ve ilim elde etmeye teşvik etmekteydi. Ancak, insanı bilime teşvik eden dinler ya da felsefelerin amacı onu güçlü ve egemen kılmak olmamıştır. Onlar "Ey insan, alim ol, bilgi elde et, öğren! Zira bilgi, gerçeğe ulaştırır seni" demiş, gerçeğe ulaşmada faydalı bir vesile olduğu içindir ki insanları öğrenmeye çağırmışlardır. Nitekim mezbur dönemlerde bilim, hakikate ulaşabilme yolunda faydalı bir araç olduğundan bilime saygı da duyulur, kutsanırdı. Bilim mukaddestir, çünkü insanı gerçeğe götürüyordu; dolayısıyla mukaddes bir hakikatti o da... Bilim mukaddesti, çünkü insanoğlunun menfaatlerinin ötesinde, maddi çıkarları aşmış bir şeydi. Nitekim, daima "bilim mi daha iyi, yoksa servet mi?" diye sorulurdu. Arapça olsun, Farsça olsun; bizim edebiyatımızda da bu mukayesenin sık-sık yapılmış olduğunu görürsünüz. Bilimle servet kıyaslanır ve sonunda bilim tercih edilir. İşte bir örnek:
"İdris'e bilim, Karun'a ise servet verildi
Biri toprak altında diğeri göğün ötesinde şimdi!
Keza Hz. İmam Ali de (a.s) Nehc-ül Belağa'sında ilimle serveti kıyaslar ve ilmi servete tercih ettiğini söyler.[28] Daha önce de belirtmiş olduğum gibi ilme kutsal bir gözle bakılır, onun maddi menfaatlerin üzerinde bir kıymete haiz olduğu kabul edilirdi. Nitekim öğretmenlik mesleğinin kutsal sayılması bu esasa dayanır. "Bana bir harf öğretenin kölesi kesilirim..." sözü de Ali b. Ebu Talib'in değil midir?
Kur'an'a şöyle bir bakınız; ilmin yüceliğinden nasıl söz etmekte ve bilimin kutsallığını nasıl yüceltmektedir, görünüz... Hz. Adem'in (a.s) yaratılış hikayesine, ona Esma-ül Hüsna'nın öğretilmesine ve meleklerin kendisine secde edişine dair ayetleri mütalaa ediniz:
"Ey melekler, secde edin Adem'e... Zira o, sizin bilmediğiniz bir şeyi bilmekte..."[29]
Bacon ise ilmin insanoğlu için bir eğlence aracı olduğunu söyleyecekti. O, hakikati bulabilmek amacıyla bilim peşinde koşanların yanıldıklarını, bilimin, onların zannettiği gibi mukaddes birşey olmadığını iddia etti. Ona göre bilim, insanoğlunun yaşam düzeyini yükseltebilmesi amacıyla öğrenilmeliydi, bilim, ancak bu amaçla istifade edilirse faydalı olabilirdi. Bilim, bu anlamda insanın işine yaradığı ölçüde faydalıydı. Başka bir deyişle mukaddes olan "hakikatin keşfi için elde edilen bilim değil, insanoğlunu tabiata egemen kılmada yardımcı olacak bilim"di. Zira bu bilim, insana güç kazandıracak ve doğayı onun egemenliği altına geçirecekti.
Böylece bilim; semavi boyutunu, dünyevi ve maddi boyuta bırakmış oluyordu.
Bilim yön değiştiriyor, bilimsel araştırmalar başka bir boyuta yöneltiliyordu. Artık bilimsel araştırmalar daha çok tabiatın sırlarını keşfetmeye, rumuzları çözmeye yönelikti.
Doğanın sırları teker-teker keşfedilmeliydi...
Neden?
İnsanoğlunun doğaya daha fazla egemen olabilmesi için!
Peki, insan tabiata hakim olunca ne olacaktı?
Daha iyi yaşayacaktı!
Bunun anlamı neydi?
Bu, refah demekti. Yâni daha müreffeh bir hayata kavuşacak ve refah düzeyi yükselecekti.
Bir bakıma insanoğlu için gayet faydalı bir nazariyeydi bu aslında... Zira böylece bilim, insanoğlunun tabiata daha fazla hakim olmasını, dolayısıyla da tabiattan daha fazla faydalanabilmesini sağlıyor, bu amaçla tabiatın sırlarını keşfetme yolunda kullanılıyordu. Mezkur nazariye bu açıdan faydalı olmuştu, evet, ancak diğer taraftan aynı nazariye bilimin kutsallığını yitirmesine ve artık ilahi bir değer olarak anlaşılmamasına sebep olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek için bugün dini medreselerimizde tahsil etmekte olan öğrencilerimizin durumuna bakmak kafi olacaktır. Bilim, gerçek anlamda sahip olduğu değeri taşımaktadır hâla onların nazarında, onlar bugün de geçmişteki usul ve yöntemlerle tahsillerini sürdürmekte ve ilme, layık olduğu değeri vermektedirler. İlim, onların nazarında, mesela "Adab-ul Mutaallimin"[30] ve sair değerli eserlerde beyan edilen o fevkalade kıymete haizdir hâla. Sözkonusu kitaplar, hadis ve rivayetlerden bahseden eserlerdir; onlar, bu tür kitapları da tahsil ettiklerindendir ki, ilim onların nezdinde ülviyetini yitirmemiş, kıymet ve kadasetini kaybetmemiştir. Mesela bir medrese öğrencisi abdest almadan sınıfa girmez; hadis ve rivayetlerden aldığı bir edep ve terbiyedir bu. Zira ilim tahsil edilen yer ve ilim tahsil ettiren şahıs bir ülviyete haizdir, okul ve öğretmenin pek yüce ve muhterem bir makamı vardır. Bir medrese öğrencisi için öğretmeni saygıdeğer birisidir, o, gerçekten bütün ruhuyla bunu hisseder ve duyar, öğretmenine gönülden saygı taşır.
İlmi, dünya malı için tahsil eden biriyse, içten içe kendisine karşı bir mahcubiyet duyacak ve kendisinden utanacaktır, "para için öğrenmiş veya öğretmiş olmak"tan sıkıntı duyacaktır. Keza, insanlara bir şeyler öğretmek isteyen bir alim ya da medrese hocası, bunu sırf belli bir ücret elde edebilmek amacıyla yapmaz, böyle bir tutumu ilim ve alime hakaret bilir, para için öğretmesi halinde ilmin makamını düşürmüş olacağını idrak eder. Halbuki Bacon ve benzerlerinin yöntem ve amaçlarıyla tedris edilen bugünkü yeni eğitimde, bilim hiçbir yücelik ve kutsallık taşımamaktadır. Bu eğitim sisteminde bilim, bütün ülviliğini yitirmiştir. Bugünün eğitim sisteminde ilim tahsil etmekte olan bir öğrenci için tahsil ettiği ilmin yegane değeri, gelecekte ona daha müreffeh bir hayat sağlayacak olmasından ibarettir! Bu eğitim sistemi anlayışıyla okula adımını atan bir ilkokul, ortaokul,lise ya da üniversite öğrencisi için amaç, mesela ya mühendis, ya da doktor olmaktır. Bu branşlarda elde edeceği bilimi ise sadece "daha rahat bir hayata kavuşabilmek için" istemektedir, hepsi bu!... Keza bir esnaf ya da tüccarın yanına çırak olarak giden birisiyle onun arasında hiçbir fark yoktur!
Çünkü her ikisinin de amacı para kazanmak, daha müreffeh hayat şartlarına sahip olmaktır.
Bu anlayışla tahsil etmekte olan bir öğrenci için, öğretmeni de aynı durumdadır. Öğretmen, onun nazarında "öğretme mesleği"yle geçimini kazanan biridir. Öğretmeni gelecek ona ders verecektir; zira bunun karşılığında ayda şu kadar maaş almaktadır; o halde "öğretmek"le görevlidir... Evet, onun nazarında öğretmeni budur, bundan daha fazla bir değeri yoktur... Nitekim bugün kimi öğrencilerin, öğretmenlerin ardından rahatça küfür savurabildiğini görmekteyiz! Üstelik utanç da duymamaktadır bu davranışından; onun nazarında artık normalleşmiştir bu!...
Bacon, işte bu nazariyeyle çıktı sahneye, "kuvvet için ilim" dedi, "bilim, kuvvetin hizmetinde olmalıdır" dedi; bilimi, egemenliğin bir vesilesi olarak tanımladı ve tanıttı. "Bilim, ancak daha fazla güçlenebilmek için elde edilmeye değer, başka bir şey için değil!" diyerek çıktı ortaya. Bu düşünce tarzının kötü etkileri, hemen başlangıçta göstermedi kendisini... Ancak "bilim"in, kendisine "daha fazla güç" kazandırmasını isteyen ve onu sırf bu amaçla kullanan insan, giderek her şeyin "güç"ve "kuvvet"in egemenliği altına girdiğini gördü hayretle. Bu anlayış onu öyle bir noktaya getirmişti ki, sadece bilim değil, bilimle birlikte her şeyde, evet, neticede kendisi de "güç" ve "kuvvet"in egemenliği altına girivermişti! Nitekim bugün dünyanın çarkı "güç"le döner olmuştur; herşey "güçlü"nün hizmetinde, herkes "güçlüler"in egemenliği altındadır. Bilim, hiçbir zaman ve çağda bugünkü kadar esir olmamış; bugünkü kadar güçlüler ve kuvvetlilerin hizmet ve sultası altına girmemiştir! Keza dünyanın en ileri ve en seçkin bilginleri de, günümüzün "en kötü durumdaki esirleri"ve "en bahtsız tutsakları" durumundadırlar! Bunu apaçık görebilirsiniz; Eınstaine bir bilgindir, evet, ama onun ilmi Amerikan süperinin hizmetinde değil midir bugün? Başka bir deyişle Eınshtaine bugün bu süper gücün kuklası ve hizmetkarı haline getirilmiş, onun tarafından kullanılır bir "alet" olmuştur. Mevcut "ilmi anlayış"la, alet olmamazlık da edemez. İster emperyalizmin, ister sosyalizmin tahakküm sınırları dahilinde olsun, ilim bugün dünyanın her yerinde "gücün hizmetinde" ve "güçlünün emrinde"dir... Günümüzde dünyaya hakim olan şey "ilim" değil, "güç" tür; "bilgi" değil, "zorbalık"tır! Dünya, "güçlülerin dünyası" durumuna getirilmiştir. Bu cihetle, şimdilerde sıkça kullanılan "Günümüz dünyası, bilim dünyasıdır" ibaresi tashih edilmeli ve "Günümüz dünyası kuvvetin egemen olduğu bir dünyadır" şeklinde söylenmelidir.
Zira halihazırda dünya bilimin değil, kuvvetin elindedir; alimin değil, kuvvetlinin güdümündedir. Bugün, bilim vardır; ancak "hür bir bilim" değil, "kuvvetin ve kuvvetlinin hizmetinde" olan bir bilimdir bu. Binaenaleyh bilim bugün "esir" durumundadır, tutsak edilmiştir, "kuvvetin tutsağı"dır. Bugün dünyanın neresinde yeni bir şey icad edilse, nerede yeni bir buluş gerçekleştirilse, nerede yeni bir teknik geliştirilirse onu hemen alır "kuvvet" hizmetine sokarlar! Egemen güçler bu buluş ve teknikten, her şeyden önce daha fazla insanı daha kolay şekilde öldürmeyi mümkün kılacak daha korkunç ve daha öldürücü yeni silahlar yapma yolunda faydalanmaya bakarlar; ilk düşündükleri şey budur! Herhangi bir buluş ve geliştirilebilecek yeni bir teknik karşısında ilk akıllarına gelecek olan şey, ondan "insanları öldürebilme yolunda kullanılacak" daha etkin silahlar yapabilmektir. Mezkur buluş ve tekniklerden bu amaçla azami ölçüde faydalanırlar; eğer falan buluş ya da teknik, sözkonusu öldürücü silahlar yapmada işlerine yaramayacak birşey olursa, işte ancak o zaman diğer insanların da bu buluş ya da teknikten faydalanmasına müsaade ediverirler! Bilimin bugün insanlığın hizmetinde olduğunu zannetmek ancak safdillik olacaktır. "Kuvvet"in işine yarayacak her bilim, kuvvetin tekeline geçmektedir hemen; egemenin gücünü artırabilecek her buluş ve teknik, onun sultası altına alınmaktadır derhal!... Hatta bu buluş ve teknikleri çoğu kez yıllarca herkesten gizli tutar, büyük bir sır olarak saklarlar; "kuvvet"in ona ihtiyacı vardır çünkü... Varsın insanlığın da ihtiyacı olsun, önemli değildir onlarca!... O buluş bir sır olarak gizli tutulur, ta ki kuvvetin onu kullanacağı bir zaman gelip çatıncaya kadar... İşte ancak o zamandır ki insanlar böyle bir şeyin de var olduğunu anlayıverirler!!!
Bacon nazariyesinin ürünü bu olmuştur işte. Bacon'un göstermiş olduğu bu yol ister istemez neticede Makyavell'in yoluyla birleşmekte, özellikle de Nietzsche gibilerinin yoluyla noktalanmaktadır.
Nictzsche'nin Darvin Nazariyesinden Yararlanması
Meselenin bu noktasında, Nictzsche hazretlerinin ustaca bir tahrifle takdim edip insanoğlunun başına bela etmeye çalıştığı diğer bir nazariyeden bahsedeceğiz: Darvin nazariyesi...
Darvin aslında dindar bir Hıristiyan'dır, tanrıya inanan, dinine can-u gönülden bağlı bir Mesihi'dir.[31] Konuşmalarında olsun yazılarında olsun, tanrıya gönülden inandığını ve İsa Mesih'e derin bir saygı beslediğini sarih ifadelerle belirtmiş olan Darvin'in teori ve ilkeleri çoğu kimse tarafından aslından çok daha farklı gösterilerek tahrif edilmiş, saptırılmış ve neticede Darvin'in de asla tasvip etmediği ve etmeyeceği bugünkü noktaya gelmiştir.
Maddeciler ve materyalistler, Allah'ı inkar edebilmeye çalışmak gibi abes ve çirkin bir gayeyle Darvin'in tekamül nazariyesini kullandılar, bu nazariyeden su-i istifade ettiler. Darvin nazariyesinin materyalistlerce kötü amaçla kullanıldığı en önemli saha ahlak sahası olmuştur. Başka bir deyişle örnek insan, mükemmel insan ya da bizim "kamil insan" dediğimiz ideal insan tipini kendi istedikleri şekil ve vasıfla sunabilmek için bu nazariyeyi kullanmışlardır! Bilindiği üzere Darvin'in dört temel kuralından biri "canlı kalabilme kavgası" ya da "yaşama savaşı"dır. Ona göre bütün canlılar kendilerine düşkündürler; bu yüzden her canlı kendi varlığını sürdürmek ve canlılığını korumak ister. Başka bir deyişle varlığını sürdürebilmek için her canlıda bir korunma mekanizması vardır ve bu mekanizma "tabii"dir, içgüdüseldir. Bu da onun ister istemez bir "yaşama mücadelesi"ne katılması demektir. Darvin'in "hayatın dört aslından biri" olarak tanımlamış olduğu bu ilke gereği, madem ki her canlıda kendini koruma ve varlığını sürdürme temayül ve çabası vardır, o halde her canlı bunu yapabilmek, yâni yaşamını sürdürebilmek için diğer canlılarla mücadele edecek, savaşacaktır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Mücadele, kavga ve savaş; hayatın temel unsurudur... Her canlı, yekdiğeriyle daima niza ve savaş halindedir. Çünkü hayat, bir "var olabilme kavgası"dır. Bu acımasız savaşta ancak "güçlü" olanlar yaşama hakkına sahiptirler. "zayıf" olansa yok olmaya mahkumdur! Tabiat tıpkı bir kalbur gibidir, bütün canlılar bu kalburda elenir durur. O halde sözünü ettiğimiz savaş da tabiidir, çünkü tabiatın kalburudur! Tabiat, yaşamaya ve varlığını sürdürmeye layık olanı seçebilmek için durmaksızın bu elemeyi yapacaktır. Bu eleme, "iyi"nin ve "güçlü"nün tespitidir. İyi ve güçlü ise bu "varlığını sürdürebilme" kavgasından muzaffer olarak çıkmayı ve rakiplerini saf dışı bırakmayı başarabilendir.
Darvin'in bu teorisi olduğu gibi kabul edilmiş ve eleştiriye uğramamış değildir tabii. Kimileri, bazı canlıların, hemcinslerinden daha güçlü ve daha iyi olmadıkları halde yine de hayatlarını sürdürebilmiş olduklarını söyleyerek Darvin'in bu nazariyesini eleştirmiş ve hayatın sürekli bir "çatışma" dan ibaret olmadığını söylemişlerdir.
Ancak Nietzsche efendi bunları görmezlikten gelerek hayatın salt bir "yaşam kavgası" ve "varlığını sürdürebilme savaşı" olduğunu iddia etmekten vazgeçmedi. Vazgeçmek bir yana, meseleyi daha da saptırarak bunun bütün canlılar için geçerli bir "hayat şartı" olduğu genellemesine gidip insanı da içine alan bir saha çizdi ve bu sahada insanoğlunun temel hayat şartının savaş, niza ve çekişme olduğunu iddia etti! Bunu, "hayatın temel ilkesi" sayacak kadar hem de!... Sonra da şu vecizeyi yumurtlayıverdi: "Varlığını sürdürebilme çabası, hayatın temel ilkesi olduğuna göre, ancak güçlü olan kazanacak ve ancak güçlü olan varlığını idame ettirebilecektir. Bu onun hakkıdır da... Çünkü o, diğerlerinden daha güçlü olduğunu göstermiştir.!..
Kamil insan konusunda da aynı mantıkla hareket ederek "Tabiat, üstün insana doğru ilerlemektedir, tabiatın bizatihi akışı bu yöndedir." der.[32] O gelecekte tabiatın kendiliğinden kamil insanı meydana getireceğini söyler!
Nitezsche'den "Kamil İnsan nedir?" diye soracak olursanız vereceği cevap şudur:
"Kamil insan, güçlü olan insandır! Zayıf olmadığı gibi zaafları da yoktur onun."
Sahi, Nietzsceh'e göre zaaf nedir peki?
Bugün bizim adına dostluk, ülfet, sevgi beslemek, ihsan ve bağışta bulunmak, yardımlaşmak, insanlara iyilik ve hakka hizmet etmek... dediğimiz şeyler, Nietzscehe'nin nazarında birer "zaaf"tırlar ve insanı zayıflaştırıcı özellikleri vardır!...
Nietzsche bütün bu ahlaki faziletleri bir kalemde silip atar ve "Bunlar ahlak değildir"der. Bu ahlaki faziletleri o kadar tahkir eder ki neticede "Fazilet denilen bu şeyler insanlığın ilerlemesine engeldir; insanın tekamüle varmasına kamil,güçlü ve üstün insan örneğinin ortaya çıkabilmesine mani olan şeylerdir" diyecek noktaya vardırır! Onun nazarında kamil insan, bizim "kemal" olarak nitelendirdiğimiz bu sıfatlara sahip olmayan insandır. Zira bizim "kemal" adıyla sözünü ettiğimiz bu özellikler Nietzscehe hazretlerinin nazarında birer beşeri zaaftan ibarettir sadece!!! Bu yüzdendir ki Nietzsche "Sokrat da düşmandır, Mesih de!" demektedir!...
Ona göre ahlakı öven ve insanları iffete, namuslu olmaya; dürüst, adil ve sevgiyle davranmaya çağıran Sokrat kötüdür; çünkü insanları kötü şeylere (!) davet etmektedir. İsa Mesih'e gelince; o, Sokrat'tan da kötüdür. Zira ömrü boyunca insanlara birbirini sevmeyi, yekdiğerine ülfet ve kardeşlikle yaklaşmayı öğütlemiş ve bu zararlı (!) şeyleri aşılayıp durmuştur! Nietzsche "Bunlar fazilet ve erdem değil, insanın zaaflarıdır" der, "İnsan bu gibi şeylerden ne kadar uzak dursa kemale o kadar yaklaşmış olur. Zira kemal demek, güç ve kuvvet demektir; eksiklik ve zaaf ise "güçsüzlük"tür ancak! Adına ahlak denilen erdemler, kişinin zaafından kaynaklanan değersiz davranışlardan ibarettir!"
Evet... Nietzsche hazretlerinin o güzelim vecizeleri işte bunlar... Dünyaya "düşünür" olarak tanıtılan bu zat, meseleleri işte bu derece saptırmış, sapıklıkta bunca ilerleyebilme bedbahtlığı göstermiştir.
KUDRET EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(2)
SEVGİ EKOLÜ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"Şüphe yok ki Allah; adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı ve yakınlara ihsan etmeyi emreder; çirkin olan kötü şeylerle haksızlığı nehyeder; öğüt alasınız diye size öğüt vermededir."[16]
Geçen bölümde güç ve kudreti esas alan görüşe göre kamil insanın ne olduğu üzerinde durmuş ve kudretçi dünya görüşünde kemalin güç, eksikliğin ise acz ve güçsüzlük olarak yorumlandığını söylemiştik. Bu dünya görüşünde "iyi" ve "kötü" kavramları dahi "kuvvet"le ölçülüp, "güç"le değerlendirilmektedir. Güç, iyi demektir; güçlü olmak, iyi olmaktır, güçlülük iyilikle özdeştir. Aynı anlayışa göre kötü olan, güçsüz olandır, o halde "güçsüzlük" kötülüktür. Bilindiği gibi, felsefeciler meseleleri "kemal" ve "noksanlık" açısından değerlendirir, kemalcılarsa meselelere "iyi" ve "kötü" ölçüleriyle yaklaşırlar. Kudretçi dünya görüşü, her iki grubun da ölçüsünü reddeder ve her şeye ancak "güç" ve "zaaf" ölçüleriyle yaklaşılabileceğini savunur. Başka bir deyişle felsefenin kemal dediği şey, bu okulda "güç ve kuvvet" olarak isimlendirilmiştir; aynı zaviyeden bakıldığında kemalin tersi olan "eksiklik"in de "güçsüzlük"le özdeştirildiği görülecektir. Keza kelamcıların "iyi" ve "kötü" adını vermiş oldukları genel geçer ölçünün bu okuldaki adı yine "güç" ve "güçsüzlük"tür. Meseleyi "hakk"la "batıl" ölçülerine götürecek olsanız durum yine aynı olacak; "güç" hakkı, "güçsüzlük" ise "batıl"ı karşılayan kavramlar haline gelecektir!!!
Bu okulun "adalet" ve "zulm"e uyguladığı ölçü de yine "güç" ve "güçsüzlük"ten ibarettir. Bu sebeple birbirinin karşısında yer alan, yekdiğeriyle herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşen iki kişiden hangisi daha güçlüyse bu dünya görüşüne göre o, diğer şahsa nazaran hem daha kamil, hem daha iyi, hem daha haklı, hem de daha adildir; binaenaleyh güçsüz olan ya da güçsüz olduğu için yenik düşen tarafsa nakıs, kötü, haksız ve zalimdir!!!
İlk Eleştiri
Görüldüğü gibi bu dünya görüşü iki büyük yanlıştan beslenmektedir. Bunlardan biri her şeyi "güç"ten ibaret zannedip "güç"le değerlendirerek diğer insani değerleri bütünüyle reddetmektir.
Evet, güç ve kudret de insani değerlerden biridir, günümüz felsefecilerinin "valeur"[17] dedikleri, bizim felsefecilerimiz tarafından da "kemal" olarak tanımlanan şeyin bir parçasıdır neticede... Başka bir deyişle "güç" de bir kemaldir; ancak kemal sadece "güç"ten ibaret değildir!
Nitekim bizim felsefecilerimiz "Vacib-el Vücud"un zatından söz ederken önce O'nun "Mutlak Varlık" olduğunu, mutlak varlığınsa "kemal" demek olup, dolayısıyle, kemal olan her sıfatın "Vacib-el Vücud"un zati sıfatı da olacağını ispatlar ve "güç"ün de bu sıfatlardan biri olduğunu söylerler. Çok net bir burhandır bu; güç, bizatihi kemaldir, yâni öz yapısı itibariyle "kamil"liği vardır. İlim, irade, azm ve hayat nasıl birer kamal ise güç de böylesine bir kemal olduğuna göre, bu kemal sıfatının insanda da var olduğu aşikardır.
Güç yegane kemal değildir derken bundan "güçsüzlük" ve "zaaf"ın tasdik edildiği şeklinde bir anlam da çıkarılmamalıdır. Güçsüzlüğü savunan ve zaaf propagandası yapan okullar elbette ki hata içerisindedirler, bunu tasvib edebilmek asla mümkün değildir. Ancak, gücün yegane kemal olmadığı da unutulmamalıdır. Nitekim Hak Teala'nın zati sıfatı kudretten ibaret değildir. Zat-ı Hakk'ın pek çok kemaliyye sıfatı ve pek çok Esma-ı Hüsna'sı vardır ki "güç" bu kemaliyye sıfatlardan ancak biridir; "kadir olma" ya da muktedirlik de Esma-ı Hüsna'nın bütünü değil, bir parçasıdır.
İkinci Eleştiri
Bu dünya görüşünün diğer önemli hatası da ilkinden daha önemsiz sayılmayacak büyüklükteki "gücü yanlış tanımlama" hatasıdır. Mezkur okulun bütün insani değer ve kemalleri bir kalemde silip atarak her şeyi "güç"le açıklaması bir yana dursun; bu okulun onca "kudret taraftarlığı"na rağmen kudretin ne olduğunu dahi anlayamamış olması ve bu kemali sıfatın gerçekte ancak bir merhalesinden ibaret olan "hayvani güç"ü, kudretin bütünü zannetmesi de bir hayli ilginçtir!... Hayvani güç, hayvanın kaslarındaki güçten başka birşey değildir. Hayvanın bütün gücü bundan ibaret olduğu gibi bütün arzuları da nefsani ve şehevidir sadece... İnsanı bu noktada hayvandan ayıran ve onu daha üstün bir kademeye getiren şey, insanda var olup hayvanda mevcut bulunmayan bir "güç"tür ki bu güçle hayvani güç arasında hiçbir benzerlik yoktur!... İşte bu gücün varlığı nazara alındığında Nietzsche'in dediği gibi "sırf kudretten yana" bir düşünceye sahip olsanız dahi, elde edeceğiniz netice Nietzsche'in zannettiğinden çok daha farklı olacaktır! Nietzsche insanın güce tabi olması gerektiğini hatırlatırken "O halde elden geldiğince güçlü olmalı, güçlü olduğunda ise zayıfı acımadan ezebilmeli; nefsinin isteklerine gem vurmamalı ve canının her çektiğini yerine getirerek dünya lezzetlerinden maksimum faydayı sağlamaya çalışmalısın." der. Halbuki yukarıda sözü geçen "insana mahsus güç" bambaşka bir netice verir.
Ruhi Güç
Meseleyi İslami ölçülerle daha rahat kavrayabilmek için Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şu hadiseyi hatırlamak yeterli olacaktır; hadis kitaplarında bu vakıa şöyle anlatılır:
"Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine'de bir sokaktan geçerken bir grup delikanlının bir taşın etrafında toplanmış olduğunu gördü. Gençler bu taşı halter gibi kullanarak kuvvetlerini ölçüyor ve birbirleriyle yarışıyorlardı. Taş bir hayli ağırdı, onu daha çok kaldırabilenler kuvvetleriyle övünmekteydiler. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara yaklaşarak "Benim hakem olmamı ister misiniz?" buyurdular. Delikanlılar bunu sevinerek kabul edeceklerini söyleyince de "Pekala" buyurdular, "Beni hakem seçtiğinize göre, taşa gerek kalmadı! Bu taş olmaksızın da hanginizin daha güçlü olduğunu tespite yetecek bir ölçü ve kıstas bildireyim mi size?..." Gençler büyük bir merak ve heyecanla "Evet ya Resulullah!" deyince "Her kim" buyurdular, "nefsinin bir günaha meylettiğini görür de ona karşı mukavemet ederse; bir günah, bir kötülük veya bir harama karşı nefsinden yükselen şiddetli arzuya rağmen direnip onu bastırır ve nefsine galip gelirse, işte o, en kuvvetli olanınızdır!"
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu hadisede işaret buyurdukları güç "irade gücü"dür; insana mahsus bu gücü, hayvani istek olan "nefsi temayül" gücünün karşısına çıkarmaktadır Peygamber-i Ekrem (s.a.a)... Bununla da, kuvvetin pazu gücünden ibaret olmadığını, bunun hayvani bir güç çeşidi olduğunu hatırlatmak istemektedir. İnsanoğlunun gücünü onun kollarındaki kas gücüyle eşitlemek elbette ki doğru bir tesbit olmayacaktır. Kuvvetin bu boyutu, hayvanla insanın müştereken taşıdığı bir "güç boyutu"dur yalnızca. Nitekim bu da bir kemaldir, fiziki güçte de kemal vardır elbette. Ancak, insanın kaslarındaki güçten çok daha üstün bir güç boyutu daha vardır ki, o da nefsani istek ve şehevi temayülleri bastırabilme kudreti olan "irade gücü"dür.
İslami ahlak ve İslami irfan edebiyatımızda iradeden bir "güç" olarak söz edilmesinin sebebi, onun "arzulara karşı direnebilme yeteneği"nden başka bir şey değildir. Nitekim Resulullah (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde "İnsanların en güçlü, en yiğit ve en cesur olanı, nefsinin isteklerine galip gelebilendir" buyururlar.[18]
Görüldüğü gibi burada da yiğitlik, güç ve cesaret bir arada geçmektedir. Sa'di'nin de deyişiyle:
"Varsa yiğitçe gücün, bir gönül fethet dostum,
Sırf bileğine sıkılık değil yiğitlik elbet !...
Evet, yiğit dediğin güçlü olmalı. Ancak, başkalarının gönlünü kırmak, ya da sırf bileğine sıkı olup diğerinin suratını dağıtmak mıdır yiğitlik sadece?... Yiğit güçlü olmalıdır, evet; fakat irade gücüdür bu... Güç, tahripten başka, imar da edebilmeli; gerektiğinde yıkabilmeyi becerdiği gibi, kurabilmeyi de becerebilmelidir! O halde asıl yiğitlik, güçlü olduğu halde kendisini kontrol edebilmek ve her şeye rağmen nefsani arzularına gem vurarak karşısındakinin gönlünü alabilmektir. Mevlana'nın da demiş olduğu gibi:
"Öfke ve şehvet anında hani yiğit, nerede?
Bana bu yiğit lazım işte! Hani ya o...? Nerede?!"
Mevlana bu şiirde yiğitliği tanımlamakta ve bu sıfata yerinde bir yorum getirerek gerçek yiğitliğin, kişinin kendi nefsine karşı verdiği mücadele sırasında belli olacağını belirtmektedir. Öfkelenen kişi tepeden tırnağa korkunç bir yangına tutulmuştur aslında; kendi içindeki bu tehlikeli yangını söndürebilmeyi başarırsa yiğittir ancak; bunu başarabildiği ölçüde güçlü ve kuvvetlidir. Keza gerçek kudret; şehvetin galeyana gelip de kişinin bütün iradesini elinden almaya çalıştığı bir anda onun önüne dikilmek ve yiğitçe bir kıyamla iradesini kullanıp şehvetin esiri durumuna düşmekten kurtulabilmektir!... Bütün ahlakiyatçıların "iyi vasıflar" olarak nitelediği; Nietzsche gibilerininse "bunlar zaaftır!" diyerek insana zararlı olduğu hükmüne varıp reddettiği ahlaki değerler doğru kıstaslarla değerlendirilecek olursa bunların gerçekten fevkalade birer güç unsuru olduğu görülecektir. Evet, kimi zaman, gerçekte zaaf olan bazı şeyler kuvvet zannedilmekte ve yanlışlık yapılmaktadır. Ancak, böylesi yanlışlıklara duçar olunmaması için ahlakiyatçılar" duyguların akıl ve imanla birlikte harekete geçirilmesi gerektiği"ni vurgulamışlardır daima... Yâni duyguları tahrik etmek ya da sadece duygulanmak yeterli değildir; bu durumda "hissi davranmış olma"nın yanlışlıkları çıkacaktır ortaya elbette. İşte bu yanlışlıkları önleyebilmek için kişinin sırf hissiyattan hareketle yola çıkmasına engel olmak ve o andaki duygunun, mantık ve inancı ölçüleriyle de bağdaşıp bağdaşmadığına dikkat göstermek gerekir.
Yerli ve Yersiz Hissi Davranışlar
Sa'di bunu şöyle açıklar:
"Yırtıcı kaplana acımak
Zulümdür koyunlara ancak!"
Doğrudur; azgınlaşmış bir kaplan ya da kurta acımak, koyunlara zulüm olacaktır ancak. Yüzlerce koyunu acımadan parçaladığını bildiğiniz bir kurdun haline nasıl içiniz yanabilir ki? Elbette böyle bir davranış, onun zulmüne ortaklık olacaktır! Kıssadan hisse çıkarılacak olursa zalimlere acıyanların, gerçekte mazlumlara karşı acımasız ve katı kalpli olacağı, binaenaleyh kendisinin de kolayca mazluma zulmedebileceği neticesi çıkar ortaya!...
Böyle bir acıma ise zaaftır tabii!...
Zalime acıyan bir insan, gerçekte zayıf bir insandır.
Nitekim zina yapan erkek ve kadınlarla ilgili hükmü açıklayan bir ayet-i kerimede de açıkça belirtilmiştir bu...
Evli bir erkek zina yaparsa cezası recmdir; yâni taşlanarak öldürülür. Evli olduğu halde zina yapan bir kadın için de hüküm aynıdır.
Kur'an-ı Kerim, zina ile ilgili cezalandırmaların amme önünde yapılmasını, böylece insanlardan bir bölüğünün bu sahneleri görmesinin sağlanmasını emreder. İşte bu sahneleri müşahede sırasında ruhen zayıf olanlar acıma duygusuna kapılır ve bir insanın gözleri önünde sopaya yatırılmasına ya da idam edilmesine dayanamayarak -aklıyla değil, hisleriyle- galeyana gelip "İnsaf edin birazcık canım! Acıma duygusu diye bir şey yok mu sizde?!" deyiverir.
"...Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onlara uygulanan azaba mü'minlerden bir grup da şahit bulunsun, -onların akıbetini görsün-"[19]
Bu İlahi bir cezalandırmadır. İlahi cezalandırma ise bütün bir insanlığın hayrına olacak şekilde tanzim edildiğine göre böyle bir cezaya çarptırılanın haline acımak ve ona karşı merhamet duygusuna kapılmak aslında merhamet değildir. Zira insanlık suçu işleyen birine karşı acıma duygusuna kapılmak, bütün bir insanlığa karşı katı kalpli davranmış olmaya eşittir. Bu durumda ona mı acımak gerekir, yoksa onun acımadığı insanlığa mı?!
Yeri gelmişken, günümüzde de sık sık tartışma konusu edilip ikide bir gündemde tutulmaya çalışılan şu idam meselesi üzerinde duralım biraz da... Kimileri idam cezasına şiddetle karşı çıkar ve bunun insanlık dışı bir davranış olduğunu söyleyerek "Kimse ölüm cezasına çarptırılmamalı; hatta bir cani bile, ne kadar cinayet işlemiş olursa olsun idama mahkum edilmemelidir!" derler. Bunu söylerken de "Çünkü, caniyi idam değil, ıslah etmek gerekir" gibi eksik bir gerçeği öne sürmeyi de unutmazlar tabii... Apaçık mügalata yapmaktır bu. Bir toplumda insanlar elbette ki eğitilmeli ve ıslah edilmelidir; kişi, cinayet işlemeden önce bu eylemden caydırılacak şekilde belli bir eğitime tabi tutulmalı ve onun mesela bir "cani" olmasına engel olunmaya çalışılmalıdır. Bunu biz de reddetmiyoruz zaten... Ancak mesele bu kadarla bitmiyor ki... Zira:
1- Sözkonusu eğitim ve ıslah mekanizmalarının toplumda ideal bir yeterliliğe sahip olamama ihtimali var (ki bugün mevcut toplumların büyük çoğunluğunda aynı durum vardır). Hatta eğitim yetersizliği ve ıslah imkanlarının az oluşu bir yana, bugünkü toplumların çoğunda insanları fesada iten ve suça sevk ve teşvik eden sayısız sebep ve unsurlar mevcuttur!...
2- Toplumda bireylerin eğitim imkanları sağlanmış ve ıslah edici insanlar vardır ki onca eğitim ve terbiyeye rağmen pekala cinayet işleyebilmektedirler!... Böylelerine ne yapmak gerekir bu durumda? Onları hangi "caydırıcı sebep"le durdurabilirsiniz? Ölüm cezasının kaldırıldığı bir toplumda (bugün çoğu toplumlarda oluğu gibi ıslah imkanları işlerliğe konulmadığında ya da konulmuşsa bile yetersiz kalması yüzünden) "fiilen ıslah edilmemiş caniler" hemen harekete geçmeyecek midir?
Önceleri kulağa pek hoş gelen bu insancıl (!) hareketi tasvib etmemiz halinde kişinin bir caniye dönüşmesine sebebiyet vermiş olmaz mıyız? Bu ise caniyi cinayete teşvik etmektir açıkça!... Zira o şöyle düşünecektir: "Toplum şimdiye değin beni ıslah etmeye çalışmadı... Çocukluğumda babam, büyüdüğümde ise ne o, ne de bir başkası benimle uğraşmaya ve beni eğitmeye yanaşmadı." Ve eğer ıslah olmaya niyeti varsa en iyimser ihtimalle "O halde en iyisi cinayet işlemek..." diyecektir, "Zira bu durumda beni yakalayıp hapse atarlar. O zaman da belki orada bizi ıslah ederler de, biz de adam olmuş oluruz"?!
Kaldı ki caninin böyle düşünebileceğini zannetmek de fazlaca iyimserlik olacaktır...
Kimi zaman da "hırsızın elini kesme" hükmünü eleştirir ve bazı dar görüşlüler "El kesmek de neyin nesi oluyor? Çağdışı ve insanlığa aykırı bir uygulama bu vs." diye velvele koparırlar. Dar görüşlülükten başka birşey değildir bu aslında... Hırsızın eli kesilmemelidir diyenler gazetelere şöyle bir göz atacak olurlarsa, her gün vuku bulan onlarca hırsızlık ve çalınan nice mal-mülk bir yana, bu hırsızlıklar sırasında nice canlara da kıyıldığını ve vahşice cinayetler işlendiğini göreceklerdir. Halbuki hırsızlığa yeltenen birisi, kanunun pençesine düşebileceğini ve bu durumda dört parmağının da kesileceğini bilir ve bundan emin olursa, üstelik ömrünün sonuna kadar hırsızlık suçunun canlı yüzkarasını -parmaklarının kesikliğini de- hep taşıyacağını göz önünde bulundurur ve toplumda dışlanacağını düşünürse bu suçu aynı rahatlıkla işeyebilecek midir yine?
Bir ya da iki hırsızın parmakları kesilmeye görsün; kaç kişi cüret edebilecektir bir daha çalmaya?!
Bundan 50-60 yıl öncesi Mekke'ye giden hacılar, ya da meseleyi yakından duyanlar bilirler; o yıllarda Arabistan'da hırsızlık had safhaya varmıştı. Hacc kafileleri silahlı oldukları ve beraberlerinde askeri korumalar bulundurdukları halde yine de eşkıyaların korkusundan, iki bin kişiden az adamla yola çıkmaya cüret edemezlerdi. Bunca tedbire rağmen yine de her yıl nice kafileler eşkıyaların saldırısına uğrar, kafilenin malı-mülkü talan olur ve yüzlerce de hacı adayı canlarını yitirirdi.
Suudi hükümeti bu hadiseler karşısında aciz kalınca çareyi had uygulamada bulup kendisine İslami bir devlet süsü de vererek (çünkü amacı İslami kısası uygulamak değil, çığırından çıkan eşkıyalık hadiselerine son vermekti aslında!) yakaladığı eşkıyanın parmaklarını kesiverince kervan soygunu diye birşey kalmadı. (Suudilerin bu uygulamayı neden yaptıklarını açıklamıştık.) Gerçi neticede âdi hırsızlıkların kökü kesildi ama burada şunu da hemen hatırlatalım ki İslami bir uygulama süsü verilerek Arafat ve Mina gibi hacıların yoğun olduğu yerlerde yapılan had uygulamaları aslında Suudilerin "İslam'ın işlerine gelen tarafını uygulamaları"ndan başka birşey değildi. Nitekim o yıllardaki kervan soygunlarının önemli sebeplerinden biri, devrin Suudi yöneticilerini akıl almaz israfları yanında zavallı halka çektirilen aşırı fakirlikti. Bu durum bugün de aynen devam etmektedir. Bugün Arabistan'da zengin kesimi tümüyle kral ailesinden ya da krallığa yakın çevrelerden ibarettir.
Suudiler, İslami bir hassasiyetle değil, sırf bir yöntem olarak bunu uyguladılar ve eşkıyalıklar son buldu! Artık hacıların yere düşürdüğü kıymetli şeylere dahi dokunmaya cüret edemiyor kimse!
Uygulama kısmen icra edilen bir had olduğu halde bunca etkili olması düşündürücü değil midir? Hırsız, artık hırsızlığa yeltenememektedir, çünkü hemen cezalandırılacağından emindir bu durumda...
O halde suçlunun cezalandırılmasına dayanamayıp ona merhamet göstermek, hem suçluyu suçunu tekrarlamaya teşvik edecek, hem de onun suç işlemiş olduğu toplum ya da bireylere karşı kişinin katı kalpli olmasına sebebiyet verecekti.
Neticede görüldüğü gibi gücü onca savunan ve ideal insan örneğini güçlü insan olarak takdim eden kudretçi dünya görüşü sadece diğer insani değerleri tanıyamamakla kalmamış, savunuculuğunu yaptığı "kuvvet"in idrakinden de aciz kalmıştır. Bu okulun savunduğu şey aslında kuvvetin kendisi bile değil, onun bir boyutu ve sadece bir kısmı olan "fiziki kuvvet"tir.
Hadislerde Gerçek Güç
Gerçek kuvvet ise kişinin kendisini aşarak başkalarının yardımına koşmasıdır. Muktedir bir ruha sahip olan insan, oğluna öğütte bulunurken "Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil!"[20] diyebilen insandır.
Evet, Hz. İmam Ali'nin (a.s) cümlesidir bu... Oğulları Hz. İmam Hasan ve Hüseyin aleyhisselamlara vasiyette bulunurken, gücünüzü mazlumun yardımına koşmada,düşenin elinden tutmada ve zalimin karşısına dikilmede kullanın, der. Gerçek güç budur işte. Yoksa Nietzsche hazretlerinin insanoğluna tavsiye ettiği kıskançlıklar, bedhahlıklar, kin ve nefretler güç değildir asla; bunlar, olsa olsa beşeri marazlar ve zaaflardır ancak. İnsanların kötülüğünü isteyen, şuna buna kalbinde kin besleyen, intikam duygularıyla yanıp tutuşan, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan sadist vb. birisinin güçlü, hatta sağlam olduğu nasıl iddia edilebilir? Bunlar güç değil, zaaftırlar; bu hassalara sahip bir insan için ancak "hasta" tabiri kullanılabilir. Sağlam bir insan güçlü olduğu nisbette kıskançlıktan uzaklaşır; kişinin gücü arttıkça nefret ve intikam olguları zayıflar... Gerçek güçle bu marazi hassalar arasında ters bir orantı vardır yâni...
Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) fevkalade zarif ve çarpıcı bir cümlesi vardır, adeta uzman bir psikolog dikkatiyle şöyle buyurur İmam: "Güçlü oluş, kini giderir."[21] Evet, kendisini yeterince güçlü hisseden birisi, diğer insanlara kin beslemez. Bunun karşı kutbunda zayıf insan yer alır; zayıf insan daima başkalarına kin güdecek, herkesi kıskanacaktır, benliğinde zaaf duygusuna kapılmanın tabii neticesidir bu.
Zaaf konusunda Hz. Ali'den (a.s) nakledilen pek güzel bir cümle vardır ki bu cümlede de "gıybet"e işaret edilir. Emir-ül Mü'minin'e hangi çeşit insanların gıybete düşkün oldukları ve başkalarını çekiştirip durmaktan zevk aldıkları sorulduğunda "Zaaf ve acz içindeki insanlar..." diye cevap verir [22]
Zaaf ve acz içinde bulunan insanların yapabilmeye muktedir oldukları maksimum eylem gıybetten ibarettir, bunun ötesine güçleri yetmez. Ruhen güçlü olan ve herhangi bir zaaf ya da acz taşımayan bir insanın gıybete tenezzül etmesi muhaldir. Böyle birisi gıybeti çirkin bulur, başkalarının ardı sıra kötü konuşmayı zaaf ve korkaklık addeder. Hz. Ali'nin (a.s) gıybeti bir zaaf belirtisi sayması ve güçlü insanın asla gıybete tenezzül etmeyeceğini belirtmesi hayli ilginç bir tespittir. Ali (a.s) zinayı da bir zaaf belirtisi sayar o; "Zina, namus gayreti taşımayan aciz insanlara mahsus bir ameldir" der ve "Yeryüzü kurulandan beri zerrece iffet ve namus gayretine sahip bir insanın zina yaptığı ya da başkalarının iffetine göz diktiği görülmemiştir"[23] buyurur. Bundan da zinaya, ancak namussuz insanların tenezzül ettiği neticesi çıkar ki, namussuzluk da bir zaaftır aslında. Başkalarının namusuna önem vermeyen birinin kendi namus anlayışının da gevşek olacağı apaçık ortadadır.
Ama Nietzche efendi bu gibi güçleri güç olarak tanımamaktadır, ona göre güç sadece pazu ve silah gücüdür, demir ve çeliğin eziciliğidir. Onun güçlü insanı, uzmancadır, iri yapılı bir hayvan gibidir, güçlüdür, ama insanın ruh gücünden ne haberi vardır böylesinin, ne de nasibi!
Binaenaleyh İslam okulunda kuvvet de insani bir değer ve kemaldir, İslam'ı kamil insanının simasının bir çizgisidir. İslam, zayıf insanı beğenmez, Allah Teala gevşek ve güçsüz insanları sevmez[24]
O halde İslam'da sadece güç değil, onun yanında başka değerler de gereklidir, buna ilaveten, İslam'ın meşru bildiği kuvvetle Nietzche efendi, tasavvufçular, Makyavel ve benzerlerinin meşru saydığı kuvvet pek farklıdır. İslam, insandaki meşru güçleri tanır ve onları takviye eder, ama bunun sonucu Nietzche'nın tahmininden çok farklı olur. İslam'ın "güç" bildiği şey, neticede toplumun hayrına olan şeydir.
Nietzche ise, insanın acıma duygusunu "zaaf" telakki eder, halbuki ona "mesele acımak değil, cömertliktir, bağış ve büyüklüktür, hayra vesile olmaktır!" demek gerekir. Meseleye bir de bu açıdan baksana Nietzche efendi! Meseleyi bir de "Güçlü bir insanın mı topluma hayrı dokunur, zayıfın mı? Hayra sebep olmak güç müdür, yoksa zaaf mı?" şeklinde değerlendirsene efendi!! Hayra sebep olmak tabii ki güçle mümkündür; zaafla değil! Şimdi sevgi okuluna gelelim:
Sevgi Ekolü
Bu ekol daha çok Hindistan'da tebliğ olunmuş ve bir yere kadar da Hıristiyanlar tarafından yayılan bir düşünce okuludur. Hıristiyanlar her ne kadar dinlerini sevgi dini olarak tanımlarsalar da, onlarınki zaaf ve "zaaf severlik"tir aslında. Ama Hint ekolü "sevgi ekolü" olarak adlandırılabilir. Sahi, sevgi ekolü nedir?
Sevgi ekolünde insanın kemali insanlara hizmet ve onlara iyilikte bulunmaktır, yâni Nietzche'nin tam karşı noktası! Nistzche ne diyorsa, bunlar onun tersini söylemektedir. Bunlar, "esasen mükemmel insan, hemcinslerine iyiliği dokunabilen insandır" derler. İnsanlık, bireyin hemcinslerine hayrının dokunmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi her ne kadar batılılar pratikte bu aslı uygulamıyorlarsa da, insanlık derken onlar da, insanlara iyilikte bulunmayı kastederler. Yâni orada da basın ve yayının "insanca" veya "insanlık dışı" derken kastettiği mihver anlam budur. (Tabi bu arada tekrar vurguluyorum: batılılar bu anlamı kastetseler de bu anlam ve mananın batıda bugün hiçbir geçerliliği yoktur.) Mesela "falan şey insancadır" derken "insanlara faydası vardır" denilmek istenir, "insanca değil" derken de "insanlığın hayrına değildir" denilmektedir. Kısacası bu görüşe göre insanlık, insanlara hizmetten başka birşey değildir. Bazen bizim şairlerimiz arasında da bu mübalağaya rastlanır, mesela Sa'di bir şiirinde şöyle demektedir:
"İbadet, insanlara hizmetten başka şey değildir,
İbadet tesbihten, seccadeyle abadan ibaret değildir"
Tabi burada Sa'di'nin başka bir amacı var, onun kastettiği kimse; ibadeti takkeyle tespih ve seccadeden ibaret gören ve insanlara iyilikte bulunma gibi bir kaygı taşımayan tasavvufçu ve derviş görünümlü yoz insanlardır. Aslında Sa'di'nin kendisi de bir derviş ve tasavvuf ehlidir, ama burada yoz tasavvufçuları kastetmekte, insanlara iyilikte bulunma kaygısı taşımayan dervişleri eleştirmektedir. Ancak, önce mübalağalı bir girişte bulunmakta ve "İbadet, insanlara iyilikte bulunmaktan başka şey değildir" demektedir.
Bazen başkaları bunu daha uygunsuz ve yanlış tabirlerle dile getirir ve mesela "İçki iç, minber yak; ama başkalarını incitme!" derler.
Bunlara göre dünyada bir tek yanlış ve çirkin davranış vardır, o da, insanları kırmak. Yegane iyilik de insanları razı etmektir! Sevgi okulunun özetle sözü şudur: Yegane iyilik, insanlara iyilikte bulunmak, yegane kötülükse insanları incitmektir!
Kur'an da İyilik ve Özveriye Davet Eder
Şimdi bu okulun değerlendirmesine gelelim. İnsanlara iyilik ve ihsanda bulunmanın İslam nazarında insani bir değer olduğu şüphesiz. İnsanların kaygısını sinede taşımak ve onlara hizmeti vazife telakki etmek elbette ki İslam nazarında bir kemal ve olgunluktur, aynı zamanda pek yüce bir kıymet ve değer de taşır. Ama İslam bunun saltlaştırılıp tekelleştirilmesine karşıdır. Bunu biraz açalım şimdi:
Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur: "Şüphe yok ki Allah; adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı, yakınlara ihsan etmeyi emreder, fahşadan -insana yakışmayan bütün çirkin ve hayasızca amellerden- kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz"[25]
Görüldüğü gibi, Allah Teala Müslümanları adalete çağırmaktadır. Adalet, insanların hak ve hukukuna riayet edip kimsenin hakkını çiğnememektir. Ayrıca ihsanda bulunmak da emredilir ki, sosyal açıdan değil de, ahlaki açıdan bakıldığında adaletten de üstün bir ameldir ihsan. Allah Teala, sadece insanların haklarını çiğnemeyin demiyor, aynı zamanda kendi meşru haklarınız hususunda fedakarlık ederek insanlara iyilikte de bulunun diye emrediyor.
Kur'an'ın emirlerinden olan fedakarlık ve özveri başkasını kendine yeğlemek demektir; kendi ihtiyacı olduğu halde başkasının ihtiyacını gidermeyi tercih etmektir. Fedakarlık ve özveri, insanlığın en görkemli tavırlarından biridir ve Kur'an'da da fevkalade övülen bir davranıştır. Nitekim Mekke'ye hicret eden muhacirleri kendilerine yeğleyen Medineli ensar hakkında Kur'an şöyle buyurur: "...Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile -kardeşlerini- öz nefislerine tercih ederler."[26] veya bir başka yerde, adına "Hel Eta" da denilen "İnsan" veya "Dehr" suresinde Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s), Hasan ve Hüseyin ve tüm Ehl-i Beyt (hepsine selam olsun) yaptığı muazzam özveri karşısında onları fevkalade överek şöyle buyurmaktadır: "Kendileri pek ihtiyaç duydukları halde, yemeklerini yoksul, yetim ve esire yedirirler de "Biz size ancak Allah'ın rızası için yedirmedeyiz, sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür!"[27]
Bu ayetin nüzul sebebini bütün Müslümanlar duymuştur. Hasan ve Hüseyn'in (a.s) hastalanması üzerine Hz. Ali'yle (a.s) Hz. Fatıma (a.s) üç gün oruç adağında bulunur ve adaklarını yerine getirirler. Hz. Ali (a.s) çalışıp biraz arpa getirir, Hz. Zehra (a.s) bundan ekmek pişirir. İftar sırasında bir miskin -fakir- kapıyı çalar, ekmeklerini ona verirler. Diğer iki gecede de bir yetim ve bir esir kapıyı çalar ve yegane iftarlıkları olan ekmeklerini onlara verirler, ki bunun üzerine yukarıdaki ayetler nazil olur.
Kısacası mesele ihsan ve fedakarlıkta bulunmak, özveri taşımaktır. İslam tarihi bu tür fedakarlık örnekleriyle doludur.
Bir Sevgi Örneği
Sevgi ve merhamet duyguları, İslam'ın daima benimsediği şeylerdendir. Şu meşhur olayı her müslüman duymuştur: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) evladını kucağına almış, onu öpmekte sevip okşamaktayken orada bulunan- sahabelerden- biri "Benim on tane çocuğum var ve şimdiye değin hiçbirini bir tek defa olsun öpmüş değilim!" der.[28] Rivayette Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu sözden çok rahatsız olduğu, yüzünün ifadesinin değiştiği ve "Başkasına merhamette bulunmayana Allah Tela merhamet etmeyecektir!" buyurduğu,[29] bir başka rivayette de "Allah senin kalbinden merhameti kazımış, ne gelir elden?!" dediği geçer.
Bu konuda daha pek çok hadis ve rivayet mevcuttur. Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin (a.s) hayatı bunun en bariz örneğidir, başlı başına sevgi ve merhamet timsalidir o; zayıfın karşısında Hz. Ali'nin (a.s) merhamet ve sevgi deryası coşuvermektedir.
Batıda İnsani Duygular
Daha önceki bahislerimde doğulu ve batılı tiplerin ruhi yapısına değinmiş ve batılıların genellikle katı kalpli olduklarını vurgulamıştım. Bizzat batılılar da bunu itiraf etmekte; sevecenlik, samimiyet, içtenlik ve fedakarlık gibi tavırları "doğulu olmanın özelliği" olarak tanımlamaktadırlar. Hatta ebeveynin kendi evlatlarına, evladın ebeveyne, kardeşlerin yekdiğerine karşı sevgi duyduğu çok az görülür onlarda. Doğulular da bunun farkına varmış olacak ki "İnsani duygular sadece doğuda var, batıdaki yaşam çok ruhsuz ve kupkuru! Orada kendi aralarında adalet vardır, sosyal adalet vardır; ama duygu, sevgi, ihsanda bulunma ve benzeri şeylerden eser yoktur orada demekteler."
Dostlardan biri anlatırdı, mide ameliyatı için Avusturya'ya gitmiş, oğlu da orada tahsil ediyor. "Ameliyattan sonra nekahat devresi tamamlanınca oğlumla bir lokantaya gittik, bana çay, kahve ısmarlamakta, etrafımda fırıl fırıl dönmekteydi. Yakın masalardan birindeki bir karı-kocanın dikkatle bizi izlediğini farkettim" diyor, "Oğlum yanlarından geçerken ona bir şeyler söylediler, döndüğünde ne konuştuklarını sordum. Oğlumdan benim kim olduğumu, niçin bana bunca hizmet ettiğini sormuşlar. Babası olduğumu söyleyince "olabilir" demişler, "Babana bunca hizmet niye?!" Oğlum onların mantığıyla cevap verebilmek için "Ben burada onun gönderdiği parayla okuyorum, o para göndermezse halim ne olur?!" demiş, onlar pek şaşırarak "Yâni çalışıp kazandığı parayı sana mı veriyor hâlâ?!" diye sormuşlar, oğlum olumlu cevap vermiş, bu yüzden acayip mahluklar görüyormuşçasına hayretle bizi seyrediyorlardı oradan, derken, dayanamayıp bizim masaya geldiler. "Bizim de bir oğlumuz var, yıllardır yurt dışında okuyor." dediler (tabi oğlum daha sonra onların hiç evlatları olmadığını ve bunun yalan olduğunu öğrendi.) Otuz yıl önce birbirleriyle tanışıp nişanlanmışlar, biraz birbirimizi tanıyalım, sonra evleniriz demişler ve 30 yıldır bir türlü evlenmeye fırsat bulamamışlar!
Merhum Ayetullah Burucerdi'nin Almanya'ya gönderdiği rahmetli Muhakkıki bey çok ilginç bir olay anlatır, şöyle derdi: Bizim zamanımızda orada müslüman olanlar arasında bir profesör de vardı. Bilgili ve araştırmacı bir insandı, sık sık görüşürdük. Ömrünün son yıllarında kansere yakalandı, hastahanede yatıyordu. Oranın Müslümanlarıyla kendisini ziyarete gittiğimiz bir gün bize içini döküverdi, "Hastalığımın ilk günleri kanser teşhisinde bulundular" dedi, "Karımla oğlum gelip, madem ki kansersin, öleceksin demektir; hadi bize eyvallah" deyip gittiler! Adamcağızı o hasta haliyle orada bırakıp gidiyorlar! Profesörün kimsesi olmadığından sık sık ziyarete giderdik. Bir gün hastahanede öldüğünü haber verdiler. Cenazesini almaya gittik. Oğlu da gelmişti. Biz "Hiç olmazsa babasının cenazesine gelmiş" diye düşünürken, o gidip cenazeyi hastahanenin kadura bölümüne satmış, parasını alıp gitmeyi bekliyormuş!!
Adaletin Fedakarlığa Önceliği
Maksadım burada gerçek hayat hikayeleri anlatmak değil, evet, batılıların duygu fakiri olduklarında hiç şüphe yok! Asıl üzerinde durmak istediğim şey, bizim de adını "duygu" dediğimiz bir çok şeyin aslında duygu olmadığı, gerçekte çoğu bencillikleri de duygusallık ve insanlık telakki etme hatasına kapıldığımızdır.
Duygusallık ve şefkatli olma; insanın kendi meşru hakkını başkaları yararına kullanması demektir. Böyle bir adamın daha önce bir sınıfı tamamlaması gerekir, o sınıf nedir? İşte: Böyle biri her şeyden önce, başkalarının haklarını çiğnememeli, herkesin hakkına saygı göstermeli, kendi hakkını arayabilmeli ve sonra da kendi hakkını diğer insanların lehine kullanabilmelidir. Bunu başarabilen insan hissiyat ve duygu sahibidir, ancak böyle biri için "sosyal duygulu insan" tabiri kullanılabilir.
Halbuki öyleleri de vardır ki, kendi haklarına hiçbir zaman kanaat etmezler; durmadan para kazanmanın peşindedirler, helal haram bilmezler, kimsenin hakkına saygı göstermez, herkesin hakkını çiğnerler. İşte böyle biri, günün birinde bir arkadaşı için birkaç bin tümen[30] para harcayınca biz bunu duygusallık, şefkat ve sosyal duygu zannediyoruz, hayır, onunki sosyal duygu değil, bencilliktir, duygu sömürüsüdür, isim yapmaktır. Kendisini cömertmiş gibi gösterip başkasına karşı büyüklenmek isteyen birinin bu tür bir davranışı insanlık değildir ki. Nice insanların hakkını hukukunu çiğneyip, işine geldiğinde, bir insan için bunları biraz harcayıveren biri "insansever" değildir ki! Bizim yaptığımız -bu tür- şeylerin çoğu insan severlik sayılmaz gerçekten!
Bir başka örnek vereyim; mesela kimimizde bir huy vardır, adını da "konukseverlik" koymuşuzdur, "Biz mert adamızdır, mert adamın kapısı da herkese açıktır!" deriz. Her gün misafir vardır, biri gelir öbürü gider, yemeğe kalır, yatıya bile çağırılır... Bu, esasen çok güzel ve iyidir, ama başkalarına zulmetmemek şartıyla! Evimizde eşimiz olarak bulunan kadıncağızın da şer'an bir hakkı vardır, biz ona evde çalışmasını emredemeyiz, bunu kendi isteğiyle yapar ancak; ama biz "misafirimiz var!" diye onu sıkıntılara sokuyor, zahmetlere düşürüyor, bunun adına da "misafirperverlik" diyoruz! "Bizim kapımız herkese açıktır!" diyoruz... Ama, başkalarına zulmederek birilerine yapılan bu "misafirperverlik" misafirperverlik değildir ki!
Hz. Ali (a.s) evde, eşi Hz. Fatıma'ya (s.a) yardım ederdi. Hz. Zehra (s.a) ev işini kendi seçerdi, eşi ona zorla ev işi yaptırmazdı, sevgili eşini zahmete düşürmek istememekteydi çünkü.
Bir insanın evine her gün misafir getirmesi ve günün birinde eşinin "yorgunum ben" demesi karşısında parlayıp "O halde çık git evden!" diye gürlemesi nasıl "misafirperverlik" olabilir?!
O halde bu tür davranışlar da sosyal duygu değildir aslında. Ama bu arada gerçekten ve samimi bir özveri olursa, o başkadır elbette. Davranışlarının sosyal duygu temeline dayalı olmasını isteyen biri her şeyden önce adil olmalı, yâni başkalarının hakkını çiğnememelidir. Bu şartla fedakarlıkta bulunması ve mesela kendi haklarından feragat etmesinin hiçbir sakıncası yoktu. Büyük alimlerimiz arasında öyleleri vardır ki, kimsenin hakkına tecavüzde bulunmamaya büyük özen göstererek yaşamışlardır. Böyleleri; evlerinde bir kez olsun eşi veya çocuklarına bir tek defa dahi emrivakide bulunmamışlardır [31]
Büyük taklit mercii ve merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdulkerim Hairi'nin üstadı olan rahmetli Mirza Muhammed Taki Şirazi (r.a) hazretlerinin kendi evinde de kimseye bir tek defa emir vermemiş olduğu pek meşhurdur. Hatta bir defasında rahmetli hastalanıyor; eşi de pirinç çorbası yapmış ona, yemeği ocağa koyup gidiyor hanımı, o da hasta, öylece yatıyor ve yerinden kalkacak hali de yok. Birkaç saat sonra evdekiler gelmediğinde, çorbanın ocakta öylece durduğunu görüyorlar. Yerinden kalkamadığından, hiç kimseye emrivakide de bulunmak istemediğinden öylece bırakmış. "Eşime seslenir de o çorbayı bana getir" desem şer'an doğru olur mu?" endişesi duymuş. Eşi mutfakta kendi rızasıyla çalışıyor, ama ondan çorbayı istemesi bir emrivaki olabilir diye düşünüyor.
Demek ki duygu, özveri; ancak bencillik, çıkar planları ve gösteriş için olmaması şartıyla değerlidir.
Gerçek Bir Özveri Örneği
Sadr-ı İslam Müslümanlarının Mute savaşında gösterdikleri bir davranış vardır ki cidden şaşırtıcı ve takdire şayandır. Mute savaşında birkaç kişi ağır yaralanıyor, sürekli kan kaybediyorlar, kan kaybettikleri için de susuyorlar tabi. Bir müslüman, yaralılara su vermek için kırbayla oraya gidiyor. Yaralılardan birine vermek için eğildiğinde o, biraz ötedeki bir yaralıyı göstererek önce ona su yetiştirmesini istiyor. Ona gidince o da diğer bir yaralıyı gösteriyor. O yaralıya su vermek isterken onun can verdiğini görüyor! Bir diğerinin başucuna gidince onun da öldüğünü görüyor. Karşılaştığı birinci yaralının yanına gittiğinde onun da can teslim ettiğini görüyor. Fedakarlık budur işte; kendisi şiddetle ihtiyaç duyduğu halde, başkasını kendisine yeğlemektedir gerçek fedakarlık!
Sevgi Ekolüne Eleştiri
Sevgi ve bu sevgiden doğan "salt hizmet" okulunun eleştirilmesi gereken iki boyutu var. Sevgi ve hizmet elbette ki insani bir değerdir; ama insani değerlerin tamamı değil, bu değerlerin bir parçasıdır sadece! Daha önce güç ve kuvvet okuluna yönelttiğimiz iki nokta burada da geçerlidir:
Bu eleştirilerden ilki, bu okulun da tek boyutlu olması ve diğer değerleri unutup her şeyi sevgi ve hizmete hasretme hatasına düşmesidir. Sevgi, bağışlama ve cömertlik insan için bir kemaldir. Felsefeciler de bunların kemal sıfatlarından olduğunu kanıtlamışlardır. Bunların kemal olduğundan ötürü de Allah Teala'nın zat-ı vacibinin sıfatlarındandır ve Allah Teala "mutlak feyiz sahibi"dir. Bu mezkur vasıfların kemal olduğu kuşkusuzdur. Bunların hatası, diğer değerleri büsbütün unutup "varsa yoksa insanlara hizmet ve onları sevmek!" demeleri ve insanlığı bu boyutla kısıtlamalarıdır.
Diğer taraftan güç okulu nasıl "güç"ü tanımlamadan hataya kapılmış, "gizli ve maddi güç"ten başka bir güç tanımayarak ruhi, ahlaki, manevi, fikri güçleri hiç hesaba katmamıştıysa, bu okulda da aynı hata göze çarpmaktadır.
İnsanlara hizmet ve onlara iyilik ne demektir sahi? İnsanların neyine ve niçin hizmet? Evet insanlara hizmet etmek iyidir, ama hangi insana, neden ve nasıl? Mesela insanların midesine mi? Evet, aç insanlar elbette ki doyurulmalıdır, hiç şüphe yoktur bunda. Aç doyurulmalı, çıplak giydirilmelidir; insanoğlu açlıktan, soğuktan ve sıcaktan korunmalı, başını sokacak bir evi, barkı da bulunmalıdır, özgür değilse özgürlüğüne kavuşturulmalıdır; bütün bunlar doğrudur ve hepsi de Allah'ın kullarına hizmettir. Ama burada şu soru söz konusudur: Netice ne olacaktır? Nihâi gaye nedir? İnsanların sırf bir ihtiyacını karşılamış olmakla onlara iyilik ve hayırda mı bulunmuş oluruz gerçekten? İnsanlar kendi kendilerine hizmette bulunmuyor, kendi kendilerine düşmanlık ediyorlarsa ne olacak? Yâni kendi can düşmanları kendileri olacak şekilde cehaletle davranıyorlarsa, saadet yolunu bilmedikleri gibi kötü yolda ve kötülük yolunda yürüyorlarsa, bunu görmezden gelip "Bu durum bizi ırgalamaz, biz mideleri doyuralım, yeter" diyebilir miyiz? "Midesi doysun da, ondan sonra ne yapacaksa yapsın, hangi yolu tutacaksa tutsun, nasıl olacaksa olsun" mu demek gerekir?! Yoksa insanlara yapılan bir hizmet "insanlığa bir hizmet olduğu sürece"mi değerlidir? Yâni insani değerlere bir hizmet olursa mı değerlidir yoksa? Allah'ın kullarına yapılacak bir hizmet, elbette ki insani değerler doğrultusunda ve bu değerlere paralel olursa gerekli ve değerli olabilir. İnsani değerler doğrultusunda gerçekleşmeyen bir hizmetin hiçbir olumlu anlam ifade etmeyeceği apaçık ortadadır.
İnsanlara Hizmet, İmanın Başlangıcıdır
Burada şu noktayı iyi kavramak gerekir: Bazıları "Allah'ın emirlerinin tamamı, bütün ibadetler ve esasen imanın esası, insanlara hizmettir; iman da, esasen inananlara hizmet edebilmek için gereklidir netice itibariyle! Allah'a ibadet etmeliyiz, çünkü bu ibadetin ışığında inanlara daha iyi hizmet imkanı doğmaktadır." demektedirler. Onlara göre bütün dinler, bütün ilahi emirler ve insanlık tarihinin büyüklerinin emir ve düsturları hep insanlara hizmetin gerçekleşmesi içindir. İnsanların "ne için var olduğu"nu ise düşünmezler. Evet, insanlara hizmet gereklidir, ama kendilerine hizmet edilen bu insanlar ne yapacaktır sonra? Planı, programı nedir o insanların? Hiçbir plan ve program yoktur bu düşüncede!
Durum bu olmamalıdır, iman insanlara hizmetin başlangıç ve öncülü değildir asla; ibadet, insanlara hizmet için emredilmiş değildir asla; bilakis," insanlara hizmet imanın başlangıcı ve ibadetin öncülü" durumundadır. İnsana hizmettir ki akıllı olmanın mukaddimesi ve diğer insani değerlerin başlangıç ve hazırlığıdır. Yâni biz, insanları iman çizgisine sokabilmek için hizmette bulunmalıyız, onları Allah'a ibadete yöneltmek, diğer insani değerlere kavuşmalarını sağlamak için hizmet götürmeliyiz, başka bir gayeyle değil.
İnsanlara hizmet imanın başlangıcıdır; iman,insanlara hizmetin başlangıcı değil! Bunlar yekdiğerinden ayrı da değildir. İslam budur işte; İslam okulunun görüşü budur ve dikkatle bakılacak olursa bunun ne kadar dakik ve doğru bir görüş olduğu da kolayca anlaşılır.
Eğer insanlara hizmet, imanın bir başlangıcı ve öncülü olmazsa bütün insanları "insan oluşları"ndan soyutlayarak değerlendirmemiz gerekecek ve "insancıl" değil, sırf "insanoğlu" olduğu için yaklaşmamız gerekecektir onlara. Daha önce de belirttiğimiz gibi o zaman Çumbe'yle Lomumba'ya aynı gözle bakmamız gerekecektir. Çünkü her ikisi de insandır, midesi vardır, ikisi de aç ve çıplak kalabilirler; yâni zooloji açısından bu iki canlı arasında hiçbir fark yoktur.
Bazı ciddi dergileri okuduğumda bir bakıyorum kimileri, İslam irfanını övmüş olabilmek için "Bizim ariflerimiz pek büyük insanlarmış, büyük şeyler söylemişler" diyor; "Nedenmiş o?" diye sorduğumuzda "Çünkü irfanın gayesi halka hizmettir" diye cevap veriyorlar.
Ama gerçek hiç de böyle değildir! İrfanın nihâi gayesi halka hizmet değildir asla! İrfan yolunun başlangıcı veya ilk menzillerinden biri halka hizmet olabilir, evet, halka hizmet etmek irfanda vardır ve olması da gerekir; ama halka hizmet, irfanın nihâi hedefi değildir. Halka hizmet, irfanın nice öncül ve mukaddimelerinden biridir sadece, şer'i deyişle beyan etmek istersek, bunu şöyle ifade edebilmemiz de mümkündür: Allah'a yakın olmak, Allah'ın kullarına hizmet etmenin mukaddimesi değildir; insanlara hizmet etmek Allah'a yakın olmanın ve O'nun rızasını kazanmanın mukaddimesidir.
Demek ki sevgi okulunun da iki kusuru var: Biri, sevgiyi yegane değer telakki etmesi, diğeri de sevgiyi insanlığın nihâi noktası sanmasıdır. Başka bir deyişle bu okul, insanlığın ulaşabileceği en yüce doruğu insanlara hizmet ve onları sevmek şeklinde tarif etmektedir. Ama İslam bunu kabul etmemektedir. İslam, insanlara hizmet ve onları sevmeyi gerekli bilmekte ve bunu bir değer olarak kabul etmektedir, ama İslam nazarında nihâi değil, ön değerlerden biridir bu. Yâni insanın kat etmesi gereken yolun sonu "halka hizmet"e çıkmaz; "halka hizmet" meselesi bu yolun katedilmesi gereken bir kısmıdır sadece, işe buradan başlanabilir, ama iş bu noktada bitmez asla, insanın nihâi gayesi başka şeydir.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur.)
.
12. Oturum
SOSYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"De ki: Ey kitap ehli! Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[1]
İnsan-ı kamil konusundaki okullardan biri de sosyalizm ekolüdür. Bu okulda insanlığın kemali ve (kusuru) eksikliği iki şeyde özetlenebilir: Kusur, insanın kişisel istikametlere yönelmesi; kemal ise, toplumsal hedeflere yönelmesidir. Bu, insanın "ben" hissi oldukça kusurlu olacağı ve ancak "ben" ortadan kaldırdığı zaman kamil olacağı anlamına gelmektedir; fakat bu, irfan okulundaki "ben"in yok edilmesiyle aynı manada değildir,
Arifler "ben"in, "O" için yok edilmesini istemektedirler. Yâni, birinci tekil şahıs zamiri olan "ben", üçüncü tekil şahıs zamiri "O"dan maksatları Allah'tır; "ben"in "O"nda yok olması, insanın Allah'da yok olması demektir.
Bu okul, "ben"in kırılması ve yıkılmasına taraftar olması bakımında arifler mektebiyle benzerdir. Ama bu bezerlik "O"nun ortaya çıkması için değildir, belki sadece "ben" zamirinin ortadan kaldırılması bakımındandır. Çünkü sosyalizm okulunda "ben", "biz"in ortaya çıkması için yok edilir. Onlara göre insan-ı kamil, arif olan bir insan değildir; kendi "ben"ini toplumda yok eden bir insandır. O öyle bir insandır ki "ben"i hiç hissetmez, hep "biz"i hisseder.
Başka okulların çoğu bu görüşü kabul etmişler, hatta "ben"i "O"nun ortaya çıkması için yok eden okullar bile. "Biz"in ortaya çıkmasına karşı çıkmamışlar ve "ben"in "biz"e dönüşmesini himaye etmişlerdir.
BU MEKTEBİN GÖRÜŞÜNÜN ÖZETİ
İnsan-ı kamil, "ben"ini "biz"e dönüştürmüş bir insan olarak bilen bu okula göre, hiçbir yerde "ben"e ait bir şey yoktur, "biz"e ait şeyler vardır; bu aidiyyet "biz" olmanın sebebidir.
İnsanlarla ilgili şeylere baktığınız zaman onların iki çeşit olduğunu görürsünüz: Biri, her toplumda bulunan "biz"le ilgili işlerdir. Mesela, acaba Fars dili bizim malımız mı dır? Hayır. "Ben" adı sizin malınız mıdır? Hayır. Onun malı başka birinin midir? Hayır. Fars dili bir toplumundur. Peki, vatan kimindir? Bir kişinin malı değildir, bir toplumun malıdır. Buna benzer her şey, yâni toplumu ilgilendiren her ne varsa bir ferdin değildir ve bunlar fertleri bir yapar.
Biz aynı dili konuştuğumuz için başklarıyla birlikteyiz, yâni dil "biz"e aittir, "ben"e değil. Aynı şekilde vatan da "biz"e aittir, bir kişiye ve şahsa ait değildir. İşte bunun için biz aynı kültüre sahibiz, aynı dine ve aynı gönüle sahibiz. "Biz"le ilgili her şeyin "ben"le alakası yoktur, bir yönü, yoktur; ortak bir yönü vardır, bu, fertleri "biz" yapar.
Öte yandan, özel yönü bulunan fertleri ayrı ayrı ilgilendiren şeyler de vardır: Benim evim, benim param, benim elbisem, benim halım ve benim otomobilim. Benim evim artık sizin değildir, benim malımdır; benim param sizin paranız değildir, bizim paramız da değildir, benim paramdır.
İnsanla ilgili bu tür şeyler özeldir.
Özellikle ilgili olan şeylerin "bencillik" olduğunu söylüyor. "Ben"i ne yapıyor? Kişisel mülkiyet, özel mülkiyet. "Bizi" ne yapıyor? Toplu mülkiyet, ortaklık. Öyleyse insanların kamil olmasının ölçüsü "biz" olmasıdır ve "biz" olmasının ölçüsü de özelliklerin ortadan kalkması ve sosyalizmin, özelliğin yerine geçmesidir.
Onların bir iddiasına göre insanlığın başlangıcında ortaya çıkan toplum, müşterek bir toplum olmuştur. Mülkiyet olmamıştır, "benim yerim", "senin yerin", "benim servetim" ve "senin servetin" söz konusu değildir. Her şey ortaktı. Beşer, bir cennette ve huzur içinde hayat sürmekteydi. Tıpkı eski dinlerin söylediği gibi bizim atamız başlangıçta cennette idi sonra isyan etti. İşte bunun için cennetten kovulmuş ve yeryüzünde yaşamaya mahkum edilmiştir.
Onlara göre bu konu, insanın cennette ortak bir hayat sürdüğünün ve "biz" olarak yaşadığının diğer bir tabiridir. "Ben"yoktu, bir isyandan sonra mahkum oldu ve bu isyan sebebiyle ortak cennetten kovuldu; o isyan kişisel mülkiyetin ortaya çıkmasıdır. Kişisel mülkiyet ortaya çıktığı zaman insan saadet cennetinden kovulmuş, sıkıntılara zorluklara duçar olmuştur, şimdi hala aynı şekilde bedbaht bir hayat sürmektedir.
İnsanın tekrar cennete dönebilmesi için edeceği tövbe, mülkiyetten tövbe etmektir. Eski dinlerin dediği gibi insanın sonra (tekrar) gideceği, öncekinden daha mükemmel ve daha güzel bir cennettir.
İnsan ne zaman bu büyük günahından tövbe eder de ferdi mülkiyet yerine ortaklığı getirirse, işte o zaman tekrar kendi insanlık ve ademiyet makamına ulaşır.
Mülkiyetin ortaya çıkmasının, zulmün ortaya çıkması olduğunu ve zulmün de mülkiyetten kaynaklandığını söylüyorlar. Bunun için (mülkiyetin ortaya çıkmasıyla), "sömüren" ve "sömürülen" ortaya çıktı. İnsan, sömüren ve sömürülen olduğu sürece eksiktir; beşerin arasında bu eşitsizlikler ve seviye farkları bulundukça mesela biri Demavend dağına çıkarken diğer biri de korkunç bir uçuruma düşerse insanlık asla saadet yüzü göremez; saadeti ancak bu farkları ortadan kaldırıp dümdüz bir çöl gibi eşit hale getirdiği zaman görebilir.
Bu beraberlik ve eşitliğin hakim olmasından sonra, kardeşlik ortaya çıkar. İşte o zaman insan, eksik insan değildir, mükemmel insandır.
Demek ki bu okul, insanın kemalini kişisel bağlılıkların kovulmasında ve insanın bütün ihtiyaçlarının ve onun arkasından gelenlerin, örneğin sömürenler ve sömürülenlerin (ki sömürme her iki tarafta binlerce kusur ve eksikliği yaratır, bunlardan biri kin diğeri de hırstır) kökünün kazınmasında görmekte ve insanın kemalinin ancak o zaman ortaya çıkacağını savunmaktadır.
BU MEKTEBİN TEMEL HATASI
"Ben"in "biz"e dönüşme ve "ben"in ortadan kaldırılma gayesi sosyalistlere mahsus bir düşünce değildir. Onlara ait olan, gösterdikleri yoldur ve o da şundan ibaret: "Ben"i ortaya çıkaran özel mülkiyet[2] ve "biz"i ortaya çıkaransa ortak mülkiyettir.[3]
Sosyalistlere şöyle bir cevap verilebilir: Acaba "beni ortaya çıkaran" dediğiniz şey, bir eşyanın mı insana, yoksa insanın mı bir eşyaya bağlı olmasıdır? Esas konu budur. Acaba insanla ilgili bir şey olsa, yâni insan ona sahip olsa ve eşya onun mülkü olsa, bu, "ben yapan"mıdır? Fertler arasına bir sınır mı çeker, bir kale mi inşa eder, birliği mi bozar, yoksa bunun aksi mi olur? İnsanın eşya üzerine mülkiyeti, eşyanın insana bağlı olması "benliğin" kaynağı değildir, konunun tersidir. İnsanın eşyaya sahip olması, eşyanın insan üzerinde mülkiyeti, yâni insanın eşyanın kulu olması bizim ariflerimizin tabiriyle eşyaya gönülden bağlılık "Ben"cil yapar. Para sahibi olmak insanı "ben" yapmaz ve "biz" olmayı ondan almaz, paraya kul olmak insanı "ben"cil yapar ve "biz" olmayı ondan alır.
Sosyalizm mektebi, "ben"ler "biz" olana kadar mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Oysa İslam mektebi, mülkiyeti ortadan kaldır demiyor; insanı, insan yap, insanı iyi terbiye et, insana yüce fikirler ver diyor. Mesela insanın bir eşyaya sahip olduğunu düşünsek, eşya ona ait ise ve bir şeyin kulu değilse o insan özgürdür. Acaba hangi insan "biz"dir? O, manevi özgürlüğünden başka hiçbir şeyi olmayan bir insan mıdır? Eğer bir insanın hiçbir şeyi yoksa "biz"midir? Hayır, buna delil olarak şu gösterilebilir: Bir eşyaya bağlı olmayan, gönlünde bir eşyanın ilgisi bulunmayan bir insanı eşya kendine esir edemez. O hiçbir zaman "ben"cil olamaz. Onda "ben"yoktur ve daima "biz"dir.
Bu durumda her iki tarafa da şöyle örnek veriyorlar:
Biz bazı insanların dünyada eşyaya sahip olduğu halde, onların terbiyelerinin, ahlaklarının onları eşyanın kulu ve kölesi yapmadığını daima görüyoruz;[4] "züht" gerçek manada böyledir. Nehc-ül Belağa'ya göre züht (dünyayı terk etme), dünyadan bağımsız olarak yaşamak ve dünyanın kulu olmamaktır.
HZ. ALİ'YE GÖRE DÜNYA
Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Dünya! Seni boşadım, hem de talak-ı selase ile, bu boşanmanın dönüşü yoktur. Ey Dünya! Benden uzak dur! Dünya! Allah'a and olsun ki sana, beni hor ve zebun edesin diye uymam ve teslim olmam!"[5]
Hz. Ali daima dünyanın karşısında, yâni eşyanın karşısında bir isyan ve baş kaldırma durumundaydı. Hiçbir zaman, ruhuna pençe atması için dünyaya müsaade etmedi. "Ben, beni istediğin yere götüresin diye yularımı senin eline vermem" işte bu, tam İslami zühttür, İslami ölçüler doğrultusunda dünyayı terktir. Özgür yaşamak ve kendini dünya nimetlerine satmamaktır.
Hz. Ali yine şöyle buyuruyor:
"Dünya pazarında, iki tür insan vardır: biri kendini satar parasını alır, diğeri de dünyada kendini satın alır ve hür bırakır."[6] Vaktiyle Hz. Ali, kendisinin olan dirhem ve dinarı eline alıp ona bir müddet bakmış ve şöyle buyurmuştur:
"Ey para! Sen avcumda oldukça benim değilsin". Bu, bizim söylediğimizin tam aksidir. Biz, "Para ancak benim cebime girdiği zaman benimdir; elimden çıktığı zaman benim değildir" diyoruz. Oysa Hz. Ali: "Sen benim elimde oldukça benim değilsin" buyuruyor. (Neden) Benim elimde oldukça benim değilsin! Senin malın olmalıyım, senin kölen olmalıyım, seni korumalıyım ki seni harcayayım. Seni korudukça, bekçiliğini yaptıkça sen benim hizmetimde değilsin, benim malım değilsin, çünkü ben senin hizmetindeyim ve ben senin malın olmuşum.
Hz. Ali bir kasabın önünden geçerken, kasap Hz. Ali'yi görünce:
"Bugün pek güzel etler getirdim, arzu ederseniz buyurun alın" dedi.
Hz. Ali:
"Param yok" buyurunca, kasap:
"Onun parası için sabrederim" dedi.
Hz. Ali:
"Ben kendi karnıma sabretmesini söylerim, neden senden et alayım ki sen de parası için bekleyesin? Ben sana bağlı ve borçlu olmamak için karnımı bekletirim" buyurdu.
"BENLİK"TEN KURTULMANIN YOLU GÖNLÜ TEMİZLEMEKTİR
İslam mektebi şöyle diyor; eğer insanı "ben" olmaktan kurtarmak ve "biz" yapmak istiyorsanız, onun içini ıslah ediniz, onun eşyanın kulu olmasına müsaade etmeyiniz, yoksa kişisel mülkiyetin inkar edilmesiyle, bu derdin devası olmaz.
Burada iki okulun varlığından bahsetmemiz lazım gelecektir. Bu ekollerden biri, "Mülkiyet işleriyle hiç ilgimiz yoktur, ne kadar farklılık olsa da önemli değildir, yalnız içe bakılır" diyor.
Öbür mektep de, "Evet, esas olan içtir, ama dış temizlenmedikçe iç temizlenmez" diyor. Biz İslam'da dışa da dikkat edildiğini görüyoruz. İslam, dıştaki uygunsuzlukların giderilmesini, mülkiyeti tamamıyla ortadan kaldırmadan, ister.
İslam, çeşitli yollardan, toplumun eşit olmasını ister ama aynı zamanda "ben"in "biz"e dönüşmesi için bunu yeterli görmez, bunun gerçekleşmesi için bir gerçeği ruhlara hakim kılmayı gerekli görür.
Edebiyatta geçen "muzaf" ve "muzafun ileyh"[7] olayını duymuşsunuzdur mutlaka. Sosyalizm ekolünde bütün dikkatini "muzaf"lara yönelterek "Bu muzaflar "ben" ile bir araya geldiğinde, mesela "Benim evim" veya "Benim param" olarak kullanıldığında "ben"i "ben" eder. Muzaflar özellik ifade ettiğinden "ben" ortaya çıkar. Öyleyse "muzaflar" yok edilmeli, ortadan kaldırılmalı" diyorlar.[8]
Ama bu mektep, "hayır" diyor. Hayır, bu "ben"in muzafları bir iş yapmıyor, iş yapan "ben"in "muzafun ileyh"leridir belirtileridir, diyor sonra da "Ben nedir?" Yâni bu "ben" neye bağlıdır? Eğer bu "ben" kişisel işlere bağlı ve sınırlı özelliklere sahip olursa "ben" "ben" olur..."[9] ama ruh toplumsal işlerle ilgili olursa, mesela bir fikre, iman ve Allah'a bağlı olursa, o zaman "ben", "biz"e dönüşmüş olur.
Bu okulun taraftarları şöyle diyorlar: Biz bir yandan çok eşyaya sahip olan, fakat "ben"leri "ben"likten çıkmış ve "biz" olmuş çok insan görüyoruz. Onların hiçbir şeye bağlılıkları kalmayıp "ben"leri "biz" olduğu zaman her şeye hem sahip olurlar, hem de onların, "ben"leri "biz" olur. Çünkü artık onların ruhları eşyaya bağlı değildir.
Hz. Ali, hayatta iken böyleydi. Onun yönelişlerle dolu bir hayatı vardı. Evinde eşi ve çocuklarıyla beraber bir gece yiyebileceği, yiyeceklerinden başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ali, o zamanın dünyasında büyük bir ülkenin yöneticisi olduğu günleri yaşadı. Halkın canı üzerinde yetkiliydi. Devletin hazinesi elinin altındaydı. İsteseydi her çeşit nimete ulaşabilir ve "ben"ini her şekilde tatmin edebilirdi. Fakat ne her şey elinin altında olduğu zaman ve ne de hiçbir şeyi olmadığı zaman onun "ben"i, "ben" olmadı. O daima "biz" oldu. Daima kendini unutur ve başkalarını düşünürdü.
Demek ki bu felsefe doğru değildir, çünkü "ben"in "biz" olması için özel mülkiyetin ortadan kaldırılması lazım değildir.
BENLİK SEBEPLERİNİN MÜLKİYETTE SINIRLI OLMAYIŞI
Öte yandan sosyalizm ekolüne verilen başka bir cevapta şöyle söylüyorlar: İnsanın istediği ve ekonomik işler cinsinden olmayan o şeylerin hepsinin mülkiyetini ortaklığa dönüştürelim ki bir defa "ben" "biz" olsun. Hayatın bir bölümünde mülkiyetin sözkonusu olduğu ekonomik işler vardır. Ancak ekonomik işlere bağlı olmayan, mülkiyetin söz konusu olmadığı pek çok kısımlar da vardır, örneğin "makam" ve "kadın" konusu. Bunların kıymeti insan için ekonomik işlerden çok olmasa da, az değildir.
Bazen insan parası, pulu ve her neyi varsa bir kadının uğruna harcamaya hazırdır veya bütün servetini ve varlığını, dünya çapında, sosyal hayatta çok şöhreti olan bir makam elde edebilmek için kaybetmeye hazırdır. Bunları ne yapacaksınız? Acaba eşitlik olsun diye bütün kadınları birbirinin üzerine döküp, onlardan biri diğerinin aynısı olan tek tip bir kadın mı üretelim? Cinsel ilişkide ortaklık sorun olmasa bile -oysa bugün bütün komünist ülkelerde yoktur- sonuçta herhangi bir evde güzel bir kadın ve başka bir evde çok çirkin bir kadın olduğunda; bu konu tekrar "ben"liği gündeme getirir.
Peki makam nasıldır? Birinin sosyalist bir ülkenin başkanı olduğunu varsayarsak (tekrar ediyorum ki bu bir gerçek değil, sadece varsayımdır), o kişi beslenme ve ulaşım bakımından diğer insanlarla, halkla eşit midir? Mesela falanca sosyalist ülkenin başbakanı ekonomik imkanlardan faydalanma bakımından, filan fabrikada çalışan bir işçi ve filan tarlada çalışan bir çiftçiyle aynı seviyede midir? Bütün bu varsayımlar doğru olsa bile o başbakanlık makamında olduğu için her gün yüzlerce fotoğrafı gazetelerde yayınlanır, bir günde adı radyolardan bütün dünyaya duyurulur ve televizyonlardan dünyaya tanıtılır. Şimdi, fabrikanın bir köşesinde suskun oturan işçi de aynı imkanlardan yararlanabiliyor mu? Bunları onların aralarında paylaştırmak mümkün değildir. İşçi ile başbakanı eşitleyemeyiz.
Bir parti liderliği ister istemez bir kişiye mahsustur ve onun yardımcılığı başka birine, baş müdürlük de diğer birine... Böylece bir grup en üstte diğer grup da onun altında olacaktır. İdari makamlar da böyledir.
Hal böyle ise "ben"in, "biz"e dönüşebilmesi için sadece özel mülkiyetlerin ortadan kaldırılması da yetmez. Biz özel mülkiyetin kaldırıldığı yerlerde "ben"in "biz"e dönüşmediğini gördük; savaşlar, kavgalar ve tasfiyeler onların içine girer ve rekabetler açığa çıkar. Hatta bunların iki büyük devi (Çin ve Rusya) hala birbiriyle çatışma halindedirler.[10] Çatışmalarının sebebi de karşılarındaki emperyalizmdir, (Amerika'yı kastediyor) kendileriyle dostluk kursun diye birbirleriyle yarışıyorlar.
Bunların hepsi "ben"lerin "biz"e dönüşmediğinin işaretiydi ve onların söyledikleri palavradır.
Şurası doğrudur ve biz de kabul ediyoruz; mülkiyetin "benlik" yapan çok etkisi vardır. "Biz" olmayla çok çatışmaları vardır. Bunun için İslam'da servetin dengelenmesi çok mühimdir. Ancak bu, meselenin (bu eşitsizliklerin) ortadan kaldırılması için ve "ben"lerin "biz"e dönüşmesi için yeterli değildir. Sonra bu "biz" konusunun (onların arasında) lafu güzaftan başka bir şey olmadığını ve kendi aralarında ihtiyaç baş gösterince konunun daha farklı olduğunu görürüz.
Gerçek bir okul olarak burada "ben"in "biz"e dönüşmesinin insan-ı kamil olmanın ilk şartlarından biri olduğunu biliyoruz ve bunu kabul ediyoruz, ama bir kimsenin "ben"in "biz"e dönüşmesiyle insan-ı kamil olacağını sanması yanlıştır, doğru değildir.
Sosyalizm mektebi de tek değere sahip, tek boyutlu bir mekteptir. Buna göre: Bütün insani değerlerin "ben"in "biz"e dönüşmesinde olduğu doğru değildir. "Ben"in "Biz"e dönüşmesinden başka değerler de vardır. Biz önceden incelediğimiz okullarda bunlardan en azından birine önem verildiğini açıklamıştık. Öyleyse yalnız bir şeyi insanlığın değeri olarak bilmek doğru değildir.
"BEN"LERDEN (KURTULUP) "BİZ" OLMANIN YOLU; İMAN
İkinci olarak bu "ben", daha önce "O"na dönüşmüş olursa, hakikaten "biz" olur. Yâni ariflerin de dediği gibi "ben", "O"na dönmeden "biz"e dönüşmez. "Ben"lerin "biz" olmasının yolu "ben"lerin önce "O" olmasıdır, yâni Allah'a iman olmasıdır:
"De ki: Ey kitap ehli: Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[11]
Muhatap, kitap ehli olanlardır: Ey kitap sahibi olanlar! Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Zerdüştiler! Gelin hepimizin bir kelime ve hakikat etrafında toplanalım.
Bizim ve sizin aranızda ortak olan bir hakikat etrafında. Bu hakikatın özelliği "ben"den olmayışıdır, "sen"den olmayışıdır, "biz"den[12] ve "siz"den olmayışıdır. Genel anlamıyla "biz"den hikayet eden bir hakikattır. "biz"i de "siz"i de kapsar, hem "siz hem "biz" o hakikate ortağız.
Ben peygamber olduğum için Allah yalnız benim Allah'ımdır, Hıristiyan olduğun için senin Allah'ın değildir, Yahudi olduğun için senin Allah'ın değildir, Zerdüşti olduğun için senin Allah'ın değildir, diyemem. Bu taşın, bu suyun ve havanın Allah'ı değildir diyemem. O her şeyin Allah'ıdır. Onun her şeyle irtibatı vardır. Eğer insan O'na bağlanırsa sınırlı bir şeye bağlanmış olmayacağından "Benliği" sınırlandırılamaz.
O, benim veya senin bağlanacağın ve savaş çıkmasına sebep olacak bir para değildir.
O, her şeyi kendi etrafında toplayabilen bir gerçektir. Gelin topluca "biz", olalım, ama hangi araç vasıtasıyla?
Bir iman vasıtasıyla, bir fikir vasıtasıyla, bir kelime vasıtasıyla: Allah. Gelin topluca "biz" olalım, ama önce hepimiz "O" olmalıyız
"O" olduğumuz zaman, "O"nun karşısında olan bu benlikler aradan kalkınca, hepimiz tek renk oluruz, "O" oluruz. İşte o zaman hepimiz "biz" olalım diyebiliriz.
"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin" Yalnız O'na tapınalım ve O'na ortak koşmayalım. Sonra buyuruyor:
"Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmınızı rabler edinmememizdir." "O"na doğru gittiğimizde "O" oluruz. "O" olduğumuzda da "biz" oluruz. İşte yalnız o zaman "biz" olabiliriz. (Bu esnada) bazılarımız, bazılarımızı kendi rabbi (yâni kendi ilahı) olarak seçmez. Hanlık, beylik ve uşaklık ortadan kalkar; sömüren ve sömürülen lafları ortadan kalkar, seviye farkları ortadan kalkar, ama bir şartla; oradan başlamak şartıyla:
"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."
İşte Kur'an'a inananların daima bahsettikleri "biz" olma, budur.
Namazda, Allah'a hamd ettikten sonra O'nu övüyoruz "Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır" diyerek Allah'a hitab ediyoruz ve söz veriyoruz. Ben yalnız namaz kılıyorum ve benim namazım kişiseldir. Yâni Allah'ım sana tapınıyorum, demek istiyoruz. Ancak bunu "yalnız, sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" şeklinde söylüyoruz:
Ey Allah'ım "biz" yalnız sana tapıyoruz ve "biz" yalnız senden yardım istiyoruz.
"Ben" yalnız sana tapıyorum demiyoruz. Namazın sonunda; "Allah'ın selamı üzerimize ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun" diyoruz.
SADİ'NİN ŞİİRİNDE EKSİK OLAN MANA
Ademoğlu, birbirinin organı (gibi)dir. Ki aynı cevherden yaratılmıştır. Zamandan birine bir dert gelse diğer organların da düzeni bozulur. Başkalarının derdine aldırmıyorsan sana insan adını vermek yakışmaz.
Sa'di'nin bu şiiri çok önemli bir teşhiste bulunmuştur. Hem de haklı ve doğru bir teşhistir bu. Hz. Peygamberin bir hadisinin tam tercümesi gibidir. Ama biraz eksiktir ve o hadis-i şerifin tamamiyle aslı gibi değildir. O hadis-i nebevi şöyledir:
İman ehlinin, karşılıklı dostluk ve karşılıklı şefkati bir vücudun organları gibidir. Acaba bir vücudun parçalarından olan bir organ rahatsızlandığı zaman, diğer organlar rahat uyuyabilirler mi? O organ ne kadar acı çekerse çeksin (bize ne) diyebilir mi? Veya öteki organlar onunla beraber acı çeker mi?
Hz. Peygamber, diğer organların bu acı çeken organın acısını iki şekilde paylaştıklarını buyuruyor: Biri uykusuzluk diğeri de ateş (hararet)tir. Diğer organlar uyumuyor ve daima ateş içinde yanıyorlar. Örneğin bağırsakta bir rahatsızlık olsa veya böbrekte bir taş olsa, el de uyumuyor, baş da uyumuyor kalp de uyumuyor; beden asla istirahat etmiyor, çünkü bir organ acı çekmektedir. Ateş, bir organda ortaya çıkan bir rahatsızlığa karşı, bedenin tümünün bir tepkisidir.
Ancak Hz. Peygamber, "Mü'minin misali, bir vücut gibi olmasıdır" şeklinde buyurmakla vücudun bir ruh istediğine dikkat çekiyor. Bir vücudun bütün organlarının "O" olması sonra da "biz" olması için bir ruh lazımdır.
Acaba vücut ölmüşse siz bir organı kıtır kıtır doğrasanız, diğer organlar bunu hiç hisseder mi? Hayır. Çünkü vücutta ruh yoktur. Bütün mü'minleri bir yapan bu ruhtur. Çünkü bunlar o ruhta bir olmuşlar, "biz" olmuşlar ve birbirleriyle, dertleşmektedirler. İşte o ruh imandır; "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime"dir.
Çünkü mü'min iman sahibidir ve "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" onlara hükmetmektedir. Onların "ben"leri "O" olmuştur. Zaten gönüldaş ve derttaş olmuşlardır. Ama "Ortak bir kelimesi" olmayan insanlar böyle değildirler.
Hz. Peygamber (s.a.a), mü'minleri, bir ruhu paylaşanlar ve ortak bir kelimenin hükmü altında olanlar diye tanıtmıştır.
Sa'di, "Ademoğlu birbirinin organıdır" demekle hata etmiştir. Ademoğlu, "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" olmadıkça asla bir vücudun organı olamazlar ve değildirler. Ademoğlunun birbirinin organı olduğu yalandır.
Acaba Amerikalılar ve Vietnamlılar, Ademoğulları mıdır? Yoksa değil midir? Eğer Vietnamlıların Ademoğlu olduğunu, Amerikalıların Ademoğlu olmadığını veya tam aksini söylersek doğru değildir. Hayır, her ikisi de Ademoğludur ama Ademoğlunun bir vücudun organı olduğu yalandır.
Ademoğlu ne zaman bir ruh ve bir "ben" onlara hükmederse, yâni onların "ben"leri "O"da son bulursa, bir imanda hallolursa, onlarda hiç "ben" kalmadıysa, o zaman birbirleriyle dertleşirler. O zaman:
"Zamandan birine bir dert gelse
Diğer organların düzeni bozulur."
Demek ki bu ekolde insan-ı kamil konusunda yanlış bir hüküm vardır. Bütün değerler unutulmuş ve yalnız bir değer kalmıştır, o da "biz" olmaktır. Bu "biz olmak" doğru bir sözdür, yâni bir insanın "ben"i "biz"e dönüşmedikçe insan-ı kamil değildir, ama "ben"i "biz"e dönüşen bir insanın, insan-ı kamil olacağını sanırsanız yanılırsınız. "Biz" olmak insan-i kamil'in simasındaki hatlardan sadece biridir, onun simasının bütün çizgileri değildir.
Bir diğer hataları da "ben"leri ortaya çıkaran şeyin özel mülkiyet olduğunu sanmaları ve özel mülkiyetin kaldırılarak ortak mülkiyetin getirilmesiyle bu sorunun çözüleceği vehmidir.
TİLKİ İLE DEVENİN HİKAYESİ
Birkaç yıl önce derginin birinde bir hikaye okumuştum. O hikayede bir deve ile bir tilki arkadaş oluyorlar ve tilki deveye, gel ortak bir hayat sürelim, yaşadığımız bu hayatın şahsiliklerini, özel mülkiyeti ortadan kaldıralım, bir birimizle dost, müttefik olalım ve hatta birbirimizi "Yoldaş" diye çağıralım. Ben sana "Deve yoldaş" diyeyim; sen de bana "Tilki yoldaş" de; "ben" aramızda söz konusu olmasın. Hatta ben hiçbir zaman "benim çocuğum" demeyeyim; "Bizim çocuğumuz" diyeyim ve sende kendi yavruna "benim deve yavrum" deme, "bizim yavrumuz"de.
Gel "ben"i tamamiyle ortadan kaldırıp "biz"e dönüştürelim. Ben bundan sonra senin palanına "bizim palanımız" sen de benim kuyruğuma "bizim kuyruğumuz" de, böylece aramızda benlik sözkonusu olmaz, dedi.
Zavallı deve buna inanmıştı. Birkaç gün ortak bir hayat sürdükten sonra bir olay meydana geldi. Tilki birkaç gün avlanamadı. Çok huzursuz ve sinirli olduğu bir gün ortak evlerine geldi, açlıktan midesi kazınıyordu, gözüne devenin yavrusu ilişti, onu bir köşeye sıkıştırıp parçalayarak karnını afiyetle doyurdu.
Eve dönen deve yavrusunu aradı, tilkiye sorunca, bilmiyorum haberim yok dedi. Deve, yavrusunun cesedini görünceye kadar aradı. Yorgun düşmüştü ve kim benim yavrumu bu hale getirdi diye başına vuruyordu.
Deve "benim yavrum" deyince, tilki hemen: sen hâlâ akıllanmamışsın "benim yavrum" diyorsun? "Bizim yavrumuz" de, dedi.
"Ben" bu şekilde "biz"e dönüşecek olursa o zaman "tilki ile deve"nin şekli ortaya çıkar.
Öyleyse bu mektep insan-ı kamil konusunda yeterli değildir. Bu mektepte yalnız bir değere -o da eksik bir şekilde- yönelinmiştir.
EGZİSTANSİYALİZM TEORİSİNİN ÖZETİ
Bu oturum sonunda başka bir mektepten kısaca bahsedeceğiz: Onun ayrıntılarını ise gelecek oturumda açıklayacağız.
Bugün pek revaç gören bir okuldur bu. İnsan-ı kamil için çizdiği resimden ve onların bahsettiği insani değerler bakımından sosyalizm okulunun karşısında olan bir okul olduğunu söyleyebiliriz.
Sosyalist okulda daha çok toplumsal yönlere önem verilmiştir. Sosyalizme göre insan, bütün insanlar arasında eşitlik, ortaklık ve birlik olduğu zaman, insan-ı kamildir. Bahsettikleri "Ortak mülkiyet" (yalandan) toplumsal istikametlere yönelmektedir.
Arz edeceğimiz gibi bu mektepte ne kişisel değerlere ne de toplumsal değerlere yönelinmiştir. Dikkat çekilen konular: Hür irade sorunu, hür düşünce sorunu, kişisel hakimiyet ve bağımsızlık sorunu bu okulun en çok önem verdiği şeylerdir. Bu okula göre insan-ı kamil, "ben"i her türlü baskıdan uzak bulunan, hür olan, hiç bir gücün ona etki etmediği, mutlak bir hürriyet içinde hayat süren, iradesi hür olan insandır.
Bu mektepte gerçek insanlık için bir ölçü söylemek lazım gelirse, o da "hürriyet"tir ve hürriyetin başlangıcının da "bilgi" olduğunu söylerler.
Onlara göre insan-ı kamil, yâni hür insandır, insan ne kadar hür olursa o kadar kamildir; ne kadar başka şeylerin etkisinde kalırsa, onun insanlığı o kadar azalır.
Hatta bu okula göre iman sahibi olmak, Allah inancı ve Allah'a kulluk, insanın insanlığını azaltır, kusurlu kılar. Çünkü iman, insanı Allah karşısında boyun eğmeye, Allah'a kul olmaya zorlar. Allah'a karşı kulluk, insanın hürriyetini ortadan kaldırır. İnsan-ı kamil her şeyden bağımsız olan bir insandır. Onun için dini bağlardan da kurtulmuş olmalıdır. Hafız şöyle söylüyor:
"Bu mavi göğün altında bağlılık rengi taşıyan her şeyden hür olanın himmetinin kölesiyim ben."
Eğer bu masmavi göğün altında yaşayan birinin hiçbir şeye bağlılığı yoksa o kamildir.
"Ay yanaklar yüzünden ortaya çıkan
Bütün gamlar onun sevgisiyle sevinç olur.
Veya başka bir yerde şöyle söylüyor:
Açıkça söylüyorum ve dediğim için sevinçliyim
Aşkın kölesiyim ve her iki dünyada azadım."
Egzistansiyalizm mektebi diyor ki: Hayır. "Aşk kölesiyim" demek yanlıştır, her iki cihandan azadım, aşktan da azadım ve hatta o ay yanaklara ilgili olan şeylerden de. İnsanlık, yâni hürriyet, hürriyeti ortaya çıkaran, gerektiren şey, insaniyet, yâni baş kaldırmak, her şeye karşı asi olmak ve hiçbir şeye teslim olmamak... İnşallah gelecek oturumda bu okuldan çokça bahsedeceğiz.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur)
13.
Oturum
EGZİSTANSİYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"Ey iman edenler! Allah'tan saygı ile korkun; her kişi yarın için önceden ne göndermişse ona dikkatle baksın. Allah'tan saygı ile korkun. Şüphesiz ki Allah, yapageldiklerinizden haberlidir. Artık siz Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onları kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar ilahi sınırları aşıp azan kişilerdir."[13]
Önceki oturumumuzda insan-ı kamil konusunda, bugünün yeni okullarından biri olan bir okuldan bahsetmiştik.
Bu mektep, insan-ı kamile ölçü olarak ve insanın gerçek cevheri olarak; insanın değerlerinden biri hürriyeti kabul eder.
Onlara göre yalnız insan bu alemde hür yaratılmıştır; yâni hiçbir güce ve zarurete, hiçbir şeye boyun eğmeye mecbur değildir. Bizim eskilerin tabiriyle, insan bu hilkat aleminde muhtar bir varlıktır, mecbur bir varlık değildir ve bazılarının tabiriyle insandan başka varolan bütün mevcudat mecburdur; yâni bir zorunluluklar zincirinin etkisi altındadır. Ama yalnız insan mecbur değildir ve hiçbir güç onu idare edemez.
EGZİSTANSiYALİZMDE VÜCUDUN ASALETİ
Bu okulun başka bir iddiasına göre, bu dünyaya hür ve bağımsız gelen insandır, alemin diğer varlıklarının aksine onun kendine has bir tabiatı yoktur. Dünyada yaratılan her varlığın kendine göre bir tabiatı vardır; taş, taş olarak yaratılmıştır ve taştan başka birşey olamaz, kerpiç olamaz; kedi, kedi tabiatında yaratılmıştır; at, at tabiatında yaratılmıştır. Ama insanın hiçbir şekilde kendine has bir tabiatı yoktur, sadece insan tabiatını kendi kendine edinir. Hür ve bağımsız bir varlık olan insan, kendi ihtiyarının ve hürlüğünün sınırlarını kendinde edindiği tabiatının mahiyetiyle çizer. Buna "vücudun asaleti" veya "vücudun mahiyete önceliği" adını vermişlerdir.
Vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği bizde nisbeten eski bir deyimdir. Yaklaşık üç yüz elli yıl (yâni Sadr-ül Müteellihin devrinden) bu yana kullanagelmiştir. Ama filozoflar vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği konusunu dikkate almamışlardı, belki bunu bütün eşyalar hakkında kullanıyorlardı. Ondan, başka bir mana kastediyorlardı.
Fakat insanın başka varlıklara göre daha üstün bir imtiyazı olduğu için belirli bir tabiatının olmadığı ve kendi kendisine bir tabiat edindiği -ki onlar bunun adını vücudun asaleti ve vücudun mahiyete önceliği koymuşlardır- konusu bizim felsefemizde ve bilhassa Sadr-ül Müteellihin felsefesinde -başka bir tabirlerle- çok daha sağlam açıklanmıştır.
Onlar (yâni egzistansiyalistler) başka bir tabirle ve başka bir yoldan bu konuyu tesbit etmişlerdir ve söyledikleri doğrudur; insanın kendine has, sabit bir tabiatı olmadığı ve kendi kendine tabiat edindiği bir gerçektir.
Bu konu, bizim dini tabirimizle geçmiş ümmetlerin meshiyle (hayvanlaşması, çirkinleşmesi) ilgili veya bugünün insanlarının ahlakları hakkında ya da kıyamet günü insanların tekrar diriltilmesiyle ilgili (bahislerde zikredilmiştir) -insanlar kıyamet gününde yalnız bir şekilde haşredilmeyeceklerdir; insanların bazıları insan olarak haşredileceklerdir, pek çoğu ise insandan başka suretlerde; hayvan olarak haşredileceklerdir- bu konu aynı esas üzerindedir, insanlardan herhangi biri insan fıtratına sahip olarak doğar, insan zekasına sahip olarak doğar ama hayatın akışı içinde onun aslının insandan başka bir hayvana dönüşmesi mümkündür ve bir hakikattir.
Her halükarda bu okulun kabül ettiği, "insanın hür ve bağımsız ve kendi kendinden sorumlu olarak yaratılmış olması" aslı doğrudur.
Müslümanlar arasında iki ayrı grubun olduğunu biliyoruz: Eşaira[14] cebre ve Mutezile[15] tefvize, Şia ise "emrün beynel emreyn=iki görüşün arası"na inanır.
Egzistansiyalizmin söylediği, "sonradan tabiat edinme"; Mutezile'nin söylediği "Kendine sonradan huy edinme"nin aynısıdır.
İslam'a göre edinme yoktur,ama ihtiyar vardır. İmamlar şöyle söylemişlerdir:
(Bugünkü materyalistlerin dediği gibi) beşeri iradeyi inkar etme yoktur ve (yine bugünkü egzistansiyalistlerin söylediği gibi) sonradan tabiat edinme de yoktur. İhtiyar, "emir iki emrin arasında"dır.
Demek ki insanın ihtiyarı meselesi hakkında söylenen; insana bir gücün hükmetmediği ve ondan ihtiyarını almadığı, sözleri hariç diğerleri doğrudur, yâni insanın, bütün yaratıkların aksine -canlı ve cansızların hepsi- sabit ve değişmez bir tabiatı olduğu doğrudur ve kabul edilmez bir deyim değildir. İnsanın kendi kendine tabiat edinen ve şekil verebilen bir varlık olduğunda şüphe yoktur.
İNSANIN BAĞIMLILIĞININ SONUÇLARI
Fakat bu okulun, insanın hürlüğü hakkında başka bir görüşü vardır. Burada insanın hürriyeti kelimesini felsefi manada şöyle açıklıyorlar:
İnsan hür ve muhtar yaratılmıştır hatta kendi tabiatını kendi kendine edinmesi lazımdır. Daha sonra şöyle diyorlar: Özgürlüğün zıddı ve ona ters düşen her şey insanı insanlığından çıkarır ve insanlıktan uzaklaştırır.
İnsan, zatı itibariyle hür yaratılmıştır. Bağımlılık gibi sebeplerin insandan özgürlüğünü alması mümkündür. Eğer insan kendini bir şeye bağlarsa, bir şeye kul ve teslim olursa, -bu istediği şey ne olursa olsun- bu okula göre insanlığın dışına çıkmış demektir. Çünkü artık hürriyeti ondan alınmıştır. İnsan hür ve bağımsız tek varlıktır; ancak kendini bir şeye bağlarsa, hürriyeti ve bağımsızlığı ondan alınmış olur.
İnsanın bağımlılığını gerektiren şeyler birkaç şey olabilir:
İnsan önce para gibi bir şeye bağlanır, paraya bağlanmasının sonucunda insan kendini, kendi insanlığını unutur ve başka bir şekle yönelir.
İnsanın böyle bir şeye bağlanması, insandan hürriyetini alır, kendini unutturur, insanı o şeylere çeker, insan böyle olduğu zaman kendini hatırlamaz, hatırında ve gönlünde hep o sevdiği şey vardır. Bu, insanın kendisi için kendini unutmadır. Bu, bir gaflettir. Kendini bilen bir varlığın yerine, "kendinden habersiz ve bilgisiz bir varlık" gelmiş olur.
Bununla ilgili ikinci özellik de insanın kendindeki değerlerden, insani değerlerden gafil olmasıdır. Onun bütün dikkati sadece o şeyin değerine yönelmektedir.
Paraya tapan biri için, insani değerlerin hiçbir kıymeti yoktur; zaten onun kendisinde de değer yoktur. Onun zihninde şereften, bağışlamadan eser yoktur, hürriyet ve bağımsızlıktan da zihninde eser yoktur: Onun zihninde her şey paradır. Parasal değerlerin onun için bir kıymeti vardır, ama onun kendisi için kendinde bulunan değerlerin kıymeti yoktur.
Onun kendi değerleri onun nazarında ölmüştür ve o değer verdiği şey yaşamaktadır.
Üçüncü özellik de bir şeye bağlılığın esaret sayılmasıdır. İnsan kendini bir şeye bağladığı zaman, genellikle onun tekamülü ve hareketi duraksar, çünkü o şeye; bir ağaca veya kazığa bağlanan bir hayvan gibi bağlanmış olur.
Siz eğer bir insanı, bir hayvanı veya bir otomobili bir ağaca bağlarsanız onun hareket etmesini engellemiş olursunuz. Ona ket vurursunuz, onu tutuklarsınız. Bugünkü tabirle, onu "olmak" halinden "idilik" haline dönüştürmüş olursunuz.
Bizim filozoflarımızın tabiriyle asıl halet ve niteliği olan "değişim" ondan alınır ve "değişim karşıtı" haline dönüştürülür.
BU EKOLE GÖRE "ALLAH'A İNANMA"
Demek ki insanın hakikati ve cevheri ve insani değerlerin değeri, başka bir deyişle insani değerlerin anası, bu okulda hürriyet ve ihtiyardır. İnsan eğer kendi insani değerlerinin koruyucusu olmak isterse, insanlığının yok olmasını, başka bir hayvana dönüşmesini istemiyorsa, kendi hürriyetini korumalıdır. Eğer kendi hürriyetini korumak istiyorsa "yüzlüler"e olan bağlılığını koparması veya "aşkın kölesi" olmaktan kendini koruması lazımdır.
Bu çemenden bir selvi boylunun gölgesi bize yeter
Ya Rabbi, kendi kapından beni cennetine gönderme
Sana giden yolun başında olmak
Her şeyden ve her yerden üstündür.
"Gülizar, Selvi boylunun gölgesi, Cennet", gibi bağlardan kurtulmak lazımdır.
Bu okula göre insanın "mutlak hür" olması lazım. Bunun isbatı da, aralarında çok büyük zıtlıklar olmasına rağmen diyalektik materyalizmlerdir. Ama bu iki güruhtan egzistansiyalistler Allah'a inanmanın iki açıdan bu okulla uyuşmadığına inanmaktadırlar. Biri şu açıdan: Allah'a inanmak, kaza ve kadere inanmayı gerektirir; kaza ve kadere inanmaksa, hem cebre ve hem de insanın sabit bir tabiatı olduğuna inanmayı gerektirir.
Çünkü gerçekten eğer bir Allah varsa o Allah'ın ilminde insanın belirli bir tabiatının olması lazımdır; "Belirsiz" olması mümkün değildir. Aynı şekilde eğer bir Allah varsa, kaza ve kader ve sonuçta da cebr insana hakim olur. O zaman onun bağımsızlığı ve hürriyeti kalmaz. Öyleyse biz hürriyeti kabul ettiğimiz için Allah'ı kabul etmiyoruz.
İkinci olarak, Allah'a inanma ile hürriyete inanma çeliştiği için -bunların inanışına göre- olumsuzdur; Allah'a inanma, Allah'a iman etmeyi gerektirir. Allah'a bağlılığı, bu bağlılık her ne şekilde olursa olsun gerektirdiğinden insanın hürriyetine terstir; özellikle bu bağlılık Allah'a iman etme olursa. Çünkü Allah'a inanma bütün bağlılıkların üstünde bir bağlılıktır.
Şairin deyişiyle:
"Ben sana bağlıyım başka bir bağa muhtaç değilim
Ahdi seninle bağladım asla kırmış değilim."
Eğer bağlılık Allah'a olursa onu başka hiçbir şekilde inkar etmeyeceği için, bu okula göre insan-ı kamilin ölçüsü onun bağımsızlığıdır.
Bu okul hakkında iki yönden bahsedilebilir. Biri, Allah'a inanmanın bağımsızlığa ters olduğuna inanmalarıdır. Bu onların bir hatasıdır. "Materyalizme Eğilim Nedenleri" adlı kitapta ve ayrıca "İnsan ve Macerası" adlı kitapta bu konuyu açıklamış ve bunun böyle olmadığını söylemiştim.
Bunların kaza ve kader hakkındaki düşünceleri, ihtiyar kadınların kaza ve kader hakkındaki fikirlerinden farksızdır. Bunlar kaza ve kaderin İslami kültürde nasıl oluğunu hiç anlamamışlardır. İslam'a göre, insanın hürriyeti ile kaza ve kadere inanmanın hiçbir tersliği yoktur. İşin bu yönü şimdilik bizim konumuz değildir. Bizim bahsimiz ikinci kısımdadır.
Bu okulun ikinci hatası da, bağlılık neye olursa olsun hürriyetin tersidir, hatta bu bağlılık Allah'a olsa bile, demeleridir. Ben burada sizin için bir başlangıç yapacağım:
KEMAL, KENDİNDEN KENDİNE HAREKET ETMEKTİR
Bir tekamül seyrini kateden bir varlığı göz önüne alın. Bir çiçek, topraktan filizlendiği andan, olgunlaşıp tekrar bir çiçek olana ve nihâi sınırına ulaşana kadar nereden nereye seyreder? Veya bir hayvanın yaratılışının kaynağı olan bir hücre, başlangıç anından mükemmel bir hayvan olana; yâni kamilleşmiş bir varlık, en zayıf hallerden en güçlü hale erişinceye kadar nereden nereye seyrediyor?
Acaba "kendi"nden, "başkası"na mı seyrediyor? Acaba "kendi"ne yabancılaşıyor mu? Veya "başkası"ndan "kendi"ne mi seyrediyor? Ya da "başkası"ndan "başkası"na mı, yoksa nihayetinde "kendi"nden "kendi"ne mi seyrediyor?
Eğer "kendi"sinden "başkası"na seyrettiğini söylersek; hareket etmediği, gelişmediği zaman kendisi olduğunu, fakat hareket etmeye başladığı andan itibaren kendine yabancılaştığı, kendinden ayrıldığı ve artık kendisinin kendinde olmadığı manası anlaşılır. Aynı şekilde çok eski filozoflardan bazıları "hareket kendinden başka bir doğuştur" demişlerdir, yâni "hareket, kendinden başkalaşmaktır". Tabii ki, bunlar doğru bir söz değildir.
Mesele şudur: Bir çiçek tohumu veya bir insan nütfesi, ilk hareket etmeye başladığı andan, kemale eriştiği son lahzaya kadar, "kendi"nden "kendi"ne hareket eder. Yâni o, "kendi" ve gerçekliği devam eden bir gerçekliktir. Onun "kendi"si ne ilk an, ne orta, ne son andır; o, baştan sona kadar "kendi"dir.
Acaba hangi sona erirse en çok "kendi"si olur? Yâni onun "kendi"si daha kamil olur? Evet "kendi"nden "kendi"ne doğru hareket eder ama, eksik olan "kendi"nden kamil olan "kendi"ne hareket eder.
Örnek gösterdiğimiz çiçek şuur sahibi olduğundan kendi kemaline doğru hareket eder. Şimdi eğer bu çiçek şuurlu bir şair olsaydı acaba kendi kemalinden başka bir şeye aşık olabilir miydi?
Bütün varlıklar fitri olarak kendi nihâi kemallerine aşıktırlar. Çiçek kendi kemalinin aşıkı olduğu gibi, cansız varlıklar da, bazı deyişlere göre, kendi nihâi kemallerinin aşkına sahiptirler. Her varlık kendi kemaline aşıktır.
Buna göre bir varlığın kendi nihâi kemaline olan bağlılığı Sartre efendinin teorisinin aksine, "kendine yabancılaşmak" değildir, daha çok kendine dalmaktır; yâni daha çok "kendi kendisi olmak"tır.
Eğer insanın bağımsızlığı kendi kemalini aşarsa, yâni kendi kemalinin sınırını aşan bir aşamaya erişirse, kendi kendinden bağımsız olur. Bu tür bir hürriyet kendine yabancılaşmayı doğurur. Bu tür bir hürriyet bir insanın kemalinin zıddıdır. Hürriyet eğer varlığın kemaline şamil olacaksa, yâni o varlığın tekamül aşamasını kapsayan bir şeyse, onu ihtiva ediyorsa, "Ben kendi tekamül merhalemden daha hürüm" manası anlaşılır. Yâni ona da bağımlı değilim.
Bunun manası şudur: Ben "kendi"mden daha mükemmelim ve benim "kendi" kamilliğimden "kendi" eksikliğim bağımsızdır, hürdür.
Bu hürriyet insanı kendinden daha çok uzaklaştırır. Yâni bu sefer bağlılık kendinin kemaline ve daha kamilliğine olur.
Bu okulda başkasına bağlılık ile kendine bağlılık arasında -yâni kendi kemal aşamasındaki bir şeye bağlılık- fark koyulmamıştır.
Biz de, kendisine yabancı bir zata bağlılığın, insanın başka bir şekil almasına sebep olacağını kabul ediyoruz. Peki neden dinlerin hepsi dünyanın maddiyatına bağlılığı yasaklamıştır?
Çünkü (maddiyat) yabancıdır. Gerçekten de insani değerlerin yok olmasına sebep olur. Ama insanın nihâi kemaline bağlılık, yabancı bir şeye bağlılık değildir, "kendi"ne bağlılıktır; insanın kendine bağlılığı, insanın kendine yabancılaşmasını gerektirmez, kendinden habersiz olmasına, kendindeki insani değerleri unutmasına sebep olmaz. Veya hareketsiz kalmasına ve "olması"nın "idiliği"ne dönüşmesine sebep olmaz. Çünkü, bir şey nihâi özüne bağlandığı zaman ona doğru hareket eder.
ALLAH İLE İNSANIN İLİŞKİSİ KONUSUNDA BU EKOLÜN HATASI
Sartre Efendi! Allah insana iki şekilde yabancı değildir. Birincisi, insanın Allah'a olan bağlılığı zata ters düşecek bir şey değildir ki insan Allah'a inanmakla kendini unutsun. Bilakis Allah'ı hatırlamıştır. Varlığının sebebi, oluşunun sebebi, her şeyi yapan ve her şeyin başlangıcı O'dur, her şey O'na doğrudur. O, bir şeye kendinden daha yakın olan şeydir.
İslam felsefesinde bunun delilleri çok açık bir şekilde beyan ve isbat edilmiştir.
Kur'an "Biz ona sizden daha yakınız..."[16] buyurmaktadır.
Biz size, sizin kendinizden daha yakınız; bizim bilgimiz, sizin kendiniz hakkındaki bilginizden daha çoktur ve muhakkak ki bizim zatımız sizden daha çok size yakındır.
Herkes "Ben kendime her şeyden yakınım" der ama Kur'an, Allah her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır buyuruyor. Çünkü Allah her şeye rağmen o şeyin kendisinden daha kendisidir. Bu konunun çok yüksek bir seviyesi olduğunda şüphe yoktur.
Hz. Ali Nehc-ül Belağa'da bu konuda şöyle buyuruyor: "Allah eşyanın kendisinin dışında değildir ve onlardan ayrı değildir, ama eşyanın içinde de değildir."
İkinci olarak Kur'an, insanın Allah'a bağlanması lazım geldiğini buyurmaktadır. Çünkü Allah insanın kemal seyrinin sonu olduğu gibi, insanın yolu Allah'a doğrudur. Öyleyse insanın Allah'a yönelmesi, kendi kemalinin nihayetine yönelmesi demektir. Bir tohum misalinde olduğu gibi kendinin kemalinin sonuna yönelmesidir.
İnsanın Allah'a doğru gitmesi, insanın "kendi"ne doğru gitmesidir; insanın kusurlu, eksik "kendi"nden daha kamil olan "kendi"ne gitmesidir. Öyleyse, Allah'ı başka şeylerle kıyaslayan ve insanın Allah'a yöneldiği zaman kendini unutmuş olacağını, hareketinin duraksayacağını sanan kişi yanılmaktadır.
KENDİNİ BİLME VE RABBİNİ BİLME
Allah insana öylesine yakındır ki insanın Allah'ı bilmesi tıpkı onun kendini bilmesi gibidir. İnsan ancak kendini bildiği zaman Allah'ı bilebilir. Bir insanın "kendini bilme"den "Allah'ı bilme"si imkansızdır. Kur'an, kendini unutan kimse Allah'ı unutmuş olur, buyurmaktadır. Ancak insan ne zaman tekrar kendine dönerse o zaman Allah'a döner, Allah'ı bulmuş olur. Eğer insan Allah'ını unutmuş ise kendini de unutmuştur.
Kur'an Egzisiztansiyalistlerin iddialarının aksini buyuruyor. Onların iddialarına göre insan Allah'a yönelirse "Allah'ı bilmiş" olur "kendini bilmiş" değil. Kur'an ise, insan ancak "kendini bilebildiği zaman Allah'ı bilmiş olur" buyurmaktadır. Bunun için Kur'an'daki ruh ve insan konusu çok yüce ve hakikaten çok şaşırtıcıdır.
Kur'an insanın bazen kendini kaybettiğini buyuruyor. Kur'an'ın tabiriyle, büyük kaybı olan, bütün parasını kaybeden kimse değildir, hatta bütün hürriyetini kaybederek başka birinin kölesi olan kimse de değildir; hatta bütün şerefini kaybeden kimse de değildir, büyük kayıp, insanın kendini kaybetmesidir. İnsan kendini kaybettiği zaman her şeyini kaybetmiş olur; eğer insan kendini bulursa o zaman her şeyi bulmuş olur.
İbadetin felsefesi nedir? İbadetin felsefesi, insanın kendini buluncaya kadar Allah'ı bulma isteğidir; ibadettin felsefesi "kendini tekrar bulma" ve Kur'an'ın buyurduğu manada gerçekten "kendini bilme"dir.
Kur'an, İslam okulundan ilham alanlar hariç, insanlığın hala bu gerçeği idrak edemediğini söylemektedir.
İnsanın kendini bilme ve tanımasını yorumlayan Muhyiddin Arabi ve öğrencisi Mevlana Celaleddin-i Rumi gibileri Kur'an'ın inişinden altı yüz yıl sonra dünyaya gelmiş olmalarına rağmen Kur'an'dan ilham alarak bu tanımı yapmışlardır.
Kur'an'dan altı yüz sene sonra yaşamış olmalarına rağmen asrımızın felsefesinin yedi yüz yıl ilerisinde olmanın şerefine sahiptirler.
Mevlana, "kendini bilme" konusunun hiçbir zaman "Allah'ı bilme"den ayrı olmadığını söylüyor:
"Ey gönül, canın[17] iktizası uyanık olmaktır
Kim daha uyanıksa onun canı daha güçlüdür."
Canın gerçekten "bilgi" olduğunu söyledikten sonra, daha çok bilgili olanların canlarının daha güçlü olacağını söylüyor.
İşte bunun için insanın ruhu, daha bilgili olduğundan, hayvanın ruhundan daha güçlüdür. Konu yavaş yavaş kendinden haberdar olduğu zaman kendi Allah'ından haberdar olana kadar, daha ince bir hal almaktadır.
Buna rağmen, bunlar hürriyet konusunda her bağlılığın, bağımsızlığa ters düştüğünü zannediyorlar. Oysa Allah'a bağlılığın dışındaki her bağlılık hürriyetin zıddıdır. Allah'a bağlılıksa, insanın daha kamil "kendi"ne bağlılığıdır. Özgürlük ve hürriyet ancak Allah'a bağlılıkla ortaya çıkar.
Öyleyse Allah'ı bilme, kendini daha çok bilmeyi gerektirir; insan ne kadar ibadet eder, ne kadar Rabbiyle halvet ederek O'nu anarsa, Allah'a ne kadar çok yönelirse, o zaman kendi nefsini o kadar güzel tanımış olur.
Merhum Mirza Cevad Meliki-i Tebrizi Necef'te eğitim görmüş büyük müçtehitlerden biridir. Merhum Hüseyin Kulu Hamedani'nin öğrencilerindendir. Bu çok büyük arif, elli yıl öncesine kadar hayattaydı ve Kum kentinde ikamet etmekteydi. Çok nefis kitapları vardır.
Merhum Tebrizi kendisiyle ilgili "kendini bilme ve tanıma" konusunu bir takım mukaddimeler işleyerek şerh ettikten sonra irfani açıdan "kendini bilme" (insanın kendi nefsini idrak etme ve tanıması) merhalesine gelince bunu şöyle anlatır: Ben birini tanıyorum.[18] Bu kendini bilmeyi ilk defa rüya aleminde kendisinde keşfetmiş ve artık onun için uyanıklık halinde de devam etmiştir. Daha sonra durumu kendi kitabında bir şekilde açıklıyor:
Bu "kendine aydınlanma" gerçekte "Allah'ı bilme"nin ikinci derecesidir, bir aslın neticesidir. İbadetten başka bir yoldan gerçekleşemez, bir psikolog yüzyıl psikoloji ile uğraşsa yine gerçek bir kendini bilmeye erişemez.
Hz. Ali'nin (a.s) bir cümlesi vardır:
"Bir şeyini -mesela bir eşyasını- kaybettiği zaman onu bulana kadar peşinde koşan, fakat kendini kaybetmiş olduğunu hiç düşünmeyen adama şaşarım! Neden kendini bulmaya koşmuyor?! Ey insan! Sen kendini kaybettiğini bilmiyor musun? Git kendini bul, (çünkü) bu senin için kaybettiğin herhangi bir şeyden daha kıymetlidir..."
DİĞER BİRKAÇ ELEŞTİRİNİN CEVABI
Değerler konusunda Allah'a iman etmenin insani değerleri unutturduğunu söylüyorlar. Oysa biz, yabancı bir şeyde boğulmanın, insanın kendi zatındaki insani değerlerini unutmasına sebep olduğunu söylüyoruz.
Ama eğer bu boğulma, "kendi"si ve kendi kemaliyle aynı şeyde olursa, insandaki değerlerin dirilmesine, ihya olmasına sebep olur. Buna delil olarak kulluk makamında çok yüksek seviyelere ulaşan bazı kimseler gösterilebilir; onlardaki akıl güçlüdür. Onlardaki aşk daha güçlüdür. Onların gücü daha fazladır, onlarda insanlarla olmak daha güçlüdür. Onların izzet ve kerameti (bağışlama) daha güçlüdür. Çünkü bunların hepsi Hakk'ın zatının tezahürüdür.
Allah'a inanmanın, insanın duraksamasına ve hareketsiz kalmasına sebep olacağını söyleyenlere şöyle demek lazımdır:
Onlar, Allah'ın ağaç gibi bir şey olduğunu, böylece Allah'a bağlanan bir kişinin sınırlı, bağlı ve artık hareket kabiliyeti olmayan bir varlık olacağını zannediyorlar.
Egzistansiyalist efendiler! Allah sonsuz, uçsuz bucaksız bir gerçektir. Eğer insanı sınırlı bir uzayda, mesela yüz fersahlık[19] bir fezada hapsederseniz, bu insan için bir sınırlamadır, çünkü insan, "Benim katettiğim bu fezanın sonu sınırlıdır" der.
Ama eğer insanı sonsuz bir uzaya hapsederseniz, artık onu sınırlayamazsınız; sonsuz uzayda duraksama yoktur. Yâni ey insan! Bu sonsuzluğa hareket edersen yine kemaline doğru gidersin. Allah sonsuz olan tek varlıktır. Eğer insanların en mükemmeli olan, yâni Hatem-ül Enbiya (s.a.a), ebediyete kadar ileri gitse yine onun seyrinin sonu yoktur.
Allah, sonu olan bir varlık değildir, bu sonsuz alan yalnız insan içindir.
Salavat konusunda ulema arasındaki bir bahse dönelim. Bizim Hz. Peygambere gönderdiğimiz salavatın manası nedir? Allah'tan peygamberin üzerine rahmet ve hayır göndermesini taleb ediyoruz bunun ne etkisi vardır? Bazıları, peygamber insan-ı kamil olduğuna göre, onun için rahmet ve hayır dilemenin anlamı nedir? diyorlar. Bunlara cevap olarak şöyle söylemek lazımdır: Hz. Peygamber sürekli hareket halindedir ve bu hareket sonsuza kadar olsa bile, bu yolun sonu yoktur. Öyleyse Allah'ın zatına olan bağlılık, insanın "değişim"inin "değişim karşıtlığı"na dönüşme sebebi ve kaynağı olamaz.
AMAÇSAL KEMAL VE ARAÇSAL KEMAL
Bu egzistansiyalist efendilerin hata ettikleri başka bir konu da hedef ile vesile arasındadır. Hürriyet insan için bir kemaldir, ama bu özgürlük "amaçsal kemal" değil, "araçsal kemal"dir.
İnsanın hedefi hür olmak değildir, ama insanın kendi kemalatına erişinceye kadar hür olması lazımdır.
Hürriyet yâni bağımsızlık insan içindir, çünkü insan bütün varlıklar arasında yolunu kendi kendine seçmesi lazım gelen tek varlıktır. Hatta çok daha ince bir tabirle "insanın kendisini seçmesi" lazımdır.
Öyleyse insan, hürdür ve bağımsızdır, ama acaba hür olması "kemaline ulaştığını" mı gösterir yoksa "kendi kemalini seçmede bağımsız olduğunu" mu. Hürriyetle, insanın kemalatının en yüce makamlarına erişmesi mümkün olduğu gibi "aşağıların aşağısına" düşmesi de mümkündür.
Muhtar, yâni yuları kendi boynuna atılmış bir varlık. Ey insan! Sen bu tabiat aleminin erişkin tek varlığısın; diğer bütün oğullar erişkin değildir, onlar bakıma muhtaçtır, ancak sen erişkin ve hür bir varlıksın.
"Gerçekten biz, insana yol gösterdik; o ya şükredici ya da nankör olur."[20]
Biz sana yol gösteriyoruz, kendi yolunu senin seçmen lazımdır.
Hürriyet insanlığın kemalinin kendisi değildir, insanlığın kemalinin vesilesidir. Yâni eğer insan hür olmazsa, insanlığın kemalatını tahsil edemez. Çünkü bir gücün egemenliği altında olan bir varlık oraya erişemez. Öyleyse hürriyet "araçsal kemal"dir, "amaçsal kemal" değildir.
İsyan da böyledir. Bunlar buradan insanın hür olduğu için isyankar ve serkeş olabileceği sonucuna varmışlardır; yâni her türlü dayatma gücün karşısında durabilir ve onu inkar da edebilir. Sonra onlar, isyan ve baş kaldırmanın insanın kendisi için kemal olduğunu sandılar. Onlara göre hür insan, hiçbir şeye teslim olmayan ve her şeye baş kaldıran insandır.
İsyanın zati değer taşıdığına inandıkları için şöyle bir sonuç alınabilir: "Bu ekol hercümerci gerektirir."
Sartre bu töhmeti kendi okulundan uzak tutabilmek için çok çalışmış ama becerememiştir. İsyanın zati bir değere sahip olduğu okulda hercümercin olmaması mümkün değildir.
İslam okulunda "isyan mümkün"dür. Zaten insan için bir değerdir. Yâni insan itaat de edebilir, isyan da; yükselebildiği gibi, alçalabilir de. Acaba isyan etmeyen biri insandan üstün müdür? Hayır. O isyan edemiyor, etmiyor. İsyan ve itaat edebilme kabiliyeti insanda birbiriyle eşittir. İnsanın kemalinden sayılır. Başka varlıkların böyle bir kabiliyetleri olmadığı için sorumlu ve hür değildirler.
Evet, isyandan sonra Allah'a yönelme, insan için bir kemaldir. İsyandan dönmek, Hak Teala'nın esma-i hüsnasından -yâni "Gafur" ve "Bağışlayıcı" isminden- birinin tahakkuk etmesi, gerçekleşmesidir.
Eğer bir tövbe ve bir isyan olmasaydı bir gufran da olmayacaktı. O zaman, Allah'ın gufranı, bağışlaması olmayacaktı; bu, eğer isyan olmasaydı Allah "Gafur" olmayacaktı demek değildir.
İsyan küfür, tövbe de küfürden dönmektedir. Bu küfürden dönmekle Allah'ın gufranı ortaya çıkar.
Bir rivayette Allah'ın şöyle buyurduğu bildirilir: "Eğer yeryüzünde yarattığım insanlar isyan etmeseydi, tekrar isyan etsinler, tövbe etsinler de onları bağışlayayım diye yeni bir mevcudat yaratırdım." Öyleyse isyanın kendisi zati bir değer değildir.
Hürriyet, yâni engel olmaması, mecburiyetin olmaması, yolun başında hiçbir bağlılığın olmamasıdır. Öyleyse insanın hür olması kemal yolunda hareket edebileceğini gösterir, hür olmak kemale varmakla eşit ve anlamdaş değildir. Hürriyet kemalin başlangıcıdır, kendisi değildir. Bir yolu katetmesi gereken hür ve bağımsız yaratılmış bir varlığın yolunun üzerindeki bütün engelleri alınmış, hürriyet aşamasına gelmiştir ama hürriyet aşamasına erişmek, kemalin başlangıcına erişmektir; yâni kendi kemal yolunu kat edebilmesi için hürdür. Öyleyse bu okulun ilk hatası insanın hürriyetinin ve bağımsızlığının Allah'ın varlığıyla çeliştiğini sanmasıdır.
İkinci hatası iman ve Allah'a bağlılığın, herhangi bir eşyaya olan bağlılık gibi insanın değerlerini yitirmesine, hareketsiz kalmasına, duraksamasına ve donmasına sebep olacağını sanmasıdır. Bu okulun üçüncü hatası da hürriyeti insanın nihâi kemali olarak bilmesidir. Oysa aslında hürriyet, insanın "kemalinin başlangıcı"dır.
Acaba hürriyet kemal midir? Şüphesiz. Çünkü eğer hürriyet olmasa bir insanın kendi kemaline ulaşması mümkün değildir. Allah insanı, hürriyeti ve bağımsızlığı sayesinde kemale ulaşabilecek şekilde yaratmıştır. Kemal yolunu, insanın kendi ihtiyarıyla adım atarak geçmesinden başka türlü katetmesi mümkün değildir. Ama dayatma ve zorlama (hürriyetin yok edilmesi) ortaya çıkarsa, bu yol yürünmez.
İSLAMİ TABİRLERDE HÜRRİYET
İslami tabirlerde geçen hürriyet kavramına biraz değineceğim. İslam, hürriyet konusunun insanın insani değerlerinden biri olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Ama yalnızca bir kişiye mahsus bir değer değildir. Hürriyet, yanlış tefsirler ve tabirlerdeki manalar da değildir. Hürriyetin gerçek anlamı, Nehc-ül Belağa'da Hz. Ali'nin, Malik Eşter'e yazdığı ayrıntılı mektuptan sonra gelen, -İmam Ali'nin (a.s) en ayrıntılı bu mektubu, İmam Hasan'a (a.s) vasiyetidir- mektuptadır.
O mektubun cümlelerinden biri şöyledir: "Kendi canını ve ruhunu, her türlü pis işten ve kötülükten aziz tut; her türlü alçaklık ve adilikten muhterem say."
"Kendi canını tut" demiyor, "aziz tut" diyor. Yâni alçaklığa ve adiliğe düşme, kendi zatının ihtiramını muhafaza et diyor.
Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kayıpların en büyüğü, kendini kaybetmektir."
Buradaki anlamın aynısını Hz. Ali başka bir tabirle şöyle buyuruyor.
"Oğlum kaybedeceğin veya satacağın her şeye bir değer biçmek mümkündür. Senin neyin varsa, onun, satıldığında karşılığını alacağın bir değeri vardır. Ama bir şeyin var ki onu satmaya kalksan bütün dünyada ona bir değer bulamazsın, o kendindir. Yâni bu canın, nefsin ve ruhundur; eğer ruhunu satarsan karşılığında sana dünyanın tamamını ve onda bulunanları verseler ona denk düşmez."
O'nun saygıdeğer oğlu İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Benim kendi ruhuma ve nefsime karşılık olacak yalnız bir şey var ki o da Allah'tır. Ruhu Allah'a satıp, Allah'ı alabilirsin ama nefse karşılık bütün varlıklar aleminin, melekler aleminin, dünya ve ahiretin hiçbir kıymeti yoktur."
Hz. Ali aynı mektubunda şöyle buyuruyor:
"Oğlum! Asla başkasının kulu olma, çünkü Allah seni bağımsız, hür yaratmıştır."
Size Nehc-ül Belağa'dan başka bir örnek arz ederek sözlerime son vereceğim. Hz. Ali (a.s) ibadetlere kıymet (bir çok hadiste bu tabir vardır) biçerken şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ibadet eden insanlar üç gruptur: Bazıları, Allah'a korktukları için ibadet ederler. Çünkü bir cehennem ve azap olduğunu işitmişlerdir. Allah'a kendilerini muazzep etmesin diye ibadet ederler. İşte bu, kölelerin ibadetidir.
Bunların vasıfları, sahiplerinden korktukları için bir iş yapan ve başka bir değeri bulunmayan kölelerin özellikleri gibidir.
Bazıları da cennete tamah ettikleri için Allah'a ibadet ederler. Çünkü Allah'ın "altlarından ırmaklar akan" cennetleri olduğu ve orada "canlarının çektiği cinsten kuş eti; ve iri kara gözlü eşler ki, sedefinde saklı inciler misali"[21] hurilerin olduğunu işittiklerinden: Ancak hatırlarına bir kuş eti veya zümrüt, inci, mercan ya da kara gözlü bir huri geldiği zaman bunlardan paylarını alabilmek için ibadet etmeye başlarlar. Bu ibadet de tacirlerin ibadetidir.
Ama bir başka grup vardır ki onlar Allah'a şükrederek ibadet ederler. İbadetlerinde ne cennet hevesi ne de cehennem korkusu vardır; yalnız ve yalnız Allah'ı görürler."
İnsanı insan eden, insani değerlerden biride onun "şükredici" olmasıdır. Onun vicdanı, Allah'a şükretmesi gerektiğine hükmeder; ve o da cennet ve cehennem olsun veya olmasın, ben Allah'a ibadet ederim, der.
Mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet eden Hz. Peygamber değil miydi? Ey Allah'ın Resulü (s.a.a)! Siz, "Allah'ın senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması"... olan bir varlıksınız, niçin bu kadar ibadet ediyorsunuz? diye sordukları zaman şöyle buyurdu:
"Acaba herkesin ibadeti Cehennem korkusundan veya Cennet hevesinden midir?! Acaba benim şükredici bir kul olmam gerekmez mi?"
Demek ki birinci grubun ibadeti, kölelerin ibadeti; ikincilerin ibadeti tacirlerin ibadeti; üçüncü grubun ibadeti ise hürr insanların ibadetidir.
Hz. Ali'nin (a.s) mantığına göre, hür ve bağımsız insanın cennet ve cehenneme bağlılığı yoktur. O, cennet ve cehennemden azadedir, ancak kendi Allah'ına bağlıdır.
Başlangıçta niyetim şimdiye kadar söylediklerimin hepsini bir oturumda yeniden hülasa etmek ve İslam'ın örnek insanını bir yerde göstermek idi. Ama bu okulların hepsini aynı anda anlatmış ve İslam'ın görüşünü açıklamış oldum.
Yine de şöyle özetleyebiliriz: İslam sadece bir değere odaklanmış bir mektep değildir. İslam'ın gözü her yeri görmektedir. Bu gün filozofların dediğini çok önceden İslam demiştir, ariflerin gördüğü şeyi İslam daha iyi görmüştür, sevgi ekolünün ortaya koyduğunu İslam daha güzel ve kapsamlı olarak beyan etmiştir, kudret ekolünün gözlemlediği şeyi, İslam daha iyi gözlemlemiştir, sosyalizm ve egzistansiyalizmin gördüğü şeyi, İslam daha net görmüştür. Aynı zamanda bu ekollere yöneltilen eleştirilerin hiç biri İslam'a yöneltilemez. Çünkü hiçbir zayıf noktası yoktur.
Mantık bize çok somut ve net bir şekilde İslam okulunun mükemmel ve kapsamlı olduğunu gösteriyor ve bütün bunlar, İslam'ın Allah tarafından bize gönderilmiş olduğunu ispatlıyor.
Burada bahsettiğimiz ve dünyanın en dahi insanlarının tesis ettiği okulların hepsinin, İslam okulu karşısında renk verdiği doğru değil mi? Hz. Peygamber ne kadar meşhur biriydi -Yâni meşhurlardan biri gibi ne okula gitti ne de yazı yazdı- ki bu sözleri kendi zihninden söyleyebilsin; kendinden daha güçlü, insanlardan daha güçlü bir kudretten ilham aldığı ortadadır, gerçekten de onun ilhamı Allah katındandır. Bu okul diğer bütün okulları geçmiştir. Böylece, diğer ekollerle mukayese edilerek, bu okulun değerinin açıklanmış olduğunu söyleyebiliriz.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur.)
.
SOSYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"De ki: Ey kitap ehli! Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[1]
İnsan-ı kamil konusundaki okullardan biri de sosyalizm ekolüdür. Bu okulda insanlığın kemali ve (kusuru) eksikliği iki şeyde özetlenebilir: Kusur, insanın kişisel istikametlere yönelmesi; kemal ise, toplumsal hedeflere yönelmesidir. Bu, insanın "ben" hissi oldukça kusurlu olacağı ve ancak "ben" ortadan kaldırdığı zaman kamil olacağı anlamına gelmektedir; fakat bu, irfan okulundaki "ben"in yok edilmesiyle aynı manada değildir,
Arifler "ben"in, "O" için yok edilmesini istemektedirler. Yâni, birinci tekil şahıs zamiri olan "ben", üçüncü tekil şahıs zamiri "O"dan maksatları Allah'tır; "ben"in "O"nda yok olması, insanın Allah'da yok olması demektir.
Bu okul, "ben"in kırılması ve yıkılmasına taraftar olması bakımında arifler mektebiyle benzerdir. Ama bu bezerlik "O"nun ortaya çıkması için değildir, belki sadece "ben" zamirinin ortadan kaldırılması bakımındandır. Çünkü sosyalizm okulunda "ben", "biz"in ortaya çıkması için yok edilir. Onlara göre insan-ı kamil, arif olan bir insan değildir; kendi "ben"ini toplumda yok eden bir insandır. O öyle bir insandır ki "ben"i hiç hissetmez, hep "biz"i hisseder.
Başka okulların çoğu bu görüşü kabul etmişler, hatta "ben"i "O"nun ortaya çıkması için yok eden okullar bile. "Biz"in ortaya çıkmasına karşı çıkmamışlar ve "ben"in "biz"e dönüşmesini himaye etmişlerdir.
BU MEKTEBİN GÖRÜŞÜNÜN ÖZETİ
İnsan-ı kamil, "ben"ini "biz"e dönüştürmüş bir insan olarak bilen bu okula göre, hiçbir yerde "ben"e ait bir şey yoktur, "biz"e ait şeyler vardır; bu aidiyyet "biz" olmanın sebebidir.
İnsanlarla ilgili şeylere baktığınız zaman onların iki çeşit olduğunu görürsünüz: Biri, her toplumda bulunan "biz"le ilgili işlerdir. Mesela, acaba Fars dili bizim malımız mı dır? Hayır. "Ben" adı sizin malınız mıdır? Hayır. Onun malı başka birinin midir? Hayır. Fars dili bir toplumundur. Peki, vatan kimindir? Bir kişinin malı değildir, bir toplumun malıdır. Buna benzer her şey, yâni toplumu ilgilendiren her ne varsa bir ferdin değildir ve bunlar fertleri bir yapar.
Biz aynı dili konuştuğumuz için başklarıyla birlikteyiz, yâni dil "biz"e aittir, "ben"e değil. Aynı şekilde vatan da "biz"e aittir, bir kişiye ve şahsa ait değildir. İşte bunun için biz aynı kültüre sahibiz, aynı dine ve aynı gönüle sahibiz. "Biz"le ilgili her şeyin "ben"le alakası yoktur, bir yönü, yoktur; ortak bir yönü vardır, bu, fertleri "biz" yapar.
Öte yandan, özel yönü bulunan fertleri ayrı ayrı ilgilendiren şeyler de vardır: Benim evim, benim param, benim elbisem, benim halım ve benim otomobilim. Benim evim artık sizin değildir, benim malımdır; benim param sizin paranız değildir, bizim paramız da değildir, benim paramdır.
İnsanla ilgili bu tür şeyler özeldir.
Özellikle ilgili olan şeylerin "bencillik" olduğunu söylüyor. "Ben"i ne yapıyor? Kişisel mülkiyet, özel mülkiyet. "Bizi" ne yapıyor? Toplu mülkiyet, ortaklık. Öyleyse insanların kamil olmasının ölçüsü "biz" olmasıdır ve "biz" olmasının ölçüsü de özelliklerin ortadan kalkması ve sosyalizmin, özelliğin yerine geçmesidir.
Onların bir iddiasına göre insanlığın başlangıcında ortaya çıkan toplum, müşterek bir toplum olmuştur. Mülkiyet olmamıştır, "benim yerim", "senin yerin", "benim servetim" ve "senin servetin" söz konusu değildir. Her şey ortaktı. Beşer, bir cennette ve huzur içinde hayat sürmekteydi. Tıpkı eski dinlerin söylediği gibi bizim atamız başlangıçta cennette idi sonra isyan etti. İşte bunun için cennetten kovulmuş ve yeryüzünde yaşamaya mahkum edilmiştir.
Onlara göre bu konu, insanın cennette ortak bir hayat sürdüğünün ve "biz" olarak yaşadığının diğer bir tabiridir. "Ben"yoktu, bir isyandan sonra mahkum oldu ve bu isyan sebebiyle ortak cennetten kovuldu; o isyan kişisel mülkiyetin ortaya çıkmasıdır. Kişisel mülkiyet ortaya çıktığı zaman insan saadet cennetinden kovulmuş, sıkıntılara zorluklara duçar olmuştur, şimdi hala aynı şekilde bedbaht bir hayat sürmektedir.
İnsanın tekrar cennete dönebilmesi için edeceği tövbe, mülkiyetten tövbe etmektir. Eski dinlerin dediği gibi insanın sonra (tekrar) gideceği, öncekinden daha mükemmel ve daha güzel bir cennettir.
İnsan ne zaman bu büyük günahından tövbe eder de ferdi mülkiyet yerine ortaklığı getirirse, işte o zaman tekrar kendi insanlık ve ademiyet makamına ulaşır.
Mülkiyetin ortaya çıkmasının, zulmün ortaya çıkması olduğunu ve zulmün de mülkiyetten kaynaklandığını söylüyorlar. Bunun için (mülkiyetin ortaya çıkmasıyla), "sömüren" ve "sömürülen" ortaya çıktı. İnsan, sömüren ve sömürülen olduğu sürece eksiktir; beşerin arasında bu eşitsizlikler ve seviye farkları bulundukça mesela biri Demavend dağına çıkarken diğer biri de korkunç bir uçuruma düşerse insanlık asla saadet yüzü göremez; saadeti ancak bu farkları ortadan kaldırıp dümdüz bir çöl gibi eşit hale getirdiği zaman görebilir.
Bu beraberlik ve eşitliğin hakim olmasından sonra, kardeşlik ortaya çıkar. İşte o zaman insan, eksik insan değildir, mükemmel insandır.
Demek ki bu okul, insanın kemalini kişisel bağlılıkların kovulmasında ve insanın bütün ihtiyaçlarının ve onun arkasından gelenlerin, örneğin sömürenler ve sömürülenlerin (ki sömürme her iki tarafta binlerce kusur ve eksikliği yaratır, bunlardan biri kin diğeri de hırstır) kökünün kazınmasında görmekte ve insanın kemalinin ancak o zaman ortaya çıkacağını savunmaktadır.
BU MEKTEBİN TEMEL HATASI
"Ben"in "biz"e dönüşme ve "ben"in ortadan kaldırılma gayesi sosyalistlere mahsus bir düşünce değildir. Onlara ait olan, gösterdikleri yoldur ve o da şundan ibaret: "Ben"i ortaya çıkaran özel mülkiyet[2] ve "biz"i ortaya çıkaransa ortak mülkiyettir.[3]
Sosyalistlere şöyle bir cevap verilebilir: Acaba "beni ortaya çıkaran" dediğiniz şey, bir eşyanın mı insana, yoksa insanın mı bir eşyaya bağlı olmasıdır? Esas konu budur. Acaba insanla ilgili bir şey olsa, yâni insan ona sahip olsa ve eşya onun mülkü olsa, bu, "ben yapan"mıdır? Fertler arasına bir sınır mı çeker, bir kale mi inşa eder, birliği mi bozar, yoksa bunun aksi mi olur? İnsanın eşya üzerine mülkiyeti, eşyanın insana bağlı olması "benliğin" kaynağı değildir, konunun tersidir. İnsanın eşyaya sahip olması, eşyanın insan üzerinde mülkiyeti, yâni insanın eşyanın kulu olması bizim ariflerimizin tabiriyle eşyaya gönülden bağlılık "Ben"cil yapar. Para sahibi olmak insanı "ben" yapmaz ve "biz" olmayı ondan almaz, paraya kul olmak insanı "ben"cil yapar ve "biz" olmayı ondan alır.
Sosyalizm mektebi, "ben"ler "biz" olana kadar mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Oysa İslam mektebi, mülkiyeti ortadan kaldır demiyor; insanı, insan yap, insanı iyi terbiye et, insana yüce fikirler ver diyor. Mesela insanın bir eşyaya sahip olduğunu düşünsek, eşya ona ait ise ve bir şeyin kulu değilse o insan özgürdür. Acaba hangi insan "biz"dir? O, manevi özgürlüğünden başka hiçbir şeyi olmayan bir insan mıdır? Eğer bir insanın hiçbir şeyi yoksa "biz"midir? Hayır, buna delil olarak şu gösterilebilir: Bir eşyaya bağlı olmayan, gönlünde bir eşyanın ilgisi bulunmayan bir insanı eşya kendine esir edemez. O hiçbir zaman "ben"cil olamaz. Onda "ben"yoktur ve daima "biz"dir.
Bu durumda her iki tarafa da şöyle örnek veriyorlar:
Biz bazı insanların dünyada eşyaya sahip olduğu halde, onların terbiyelerinin, ahlaklarının onları eşyanın kulu ve kölesi yapmadığını daima görüyoruz;[4] "züht" gerçek manada böyledir. Nehc-ül Belağa'ya göre züht (dünyayı terk etme), dünyadan bağımsız olarak yaşamak ve dünyanın kulu olmamaktır.
HZ. ALİ'YE GÖRE DÜNYA
Hz. Ali şöyle buyuruyor: "Dünya! Seni boşadım, hem de talak-ı selase ile, bu boşanmanın dönüşü yoktur. Ey Dünya! Benden uzak dur! Dünya! Allah'a and olsun ki sana, beni hor ve zebun edesin diye uymam ve teslim olmam!"[5]
Hz. Ali daima dünyanın karşısında, yâni eşyanın karşısında bir isyan ve baş kaldırma durumundaydı. Hiçbir zaman, ruhuna pençe atması için dünyaya müsaade etmedi. "Ben, beni istediğin yere götüresin diye yularımı senin eline vermem" işte bu, tam İslami zühttür, İslami ölçüler doğrultusunda dünyayı terktir. Özgür yaşamak ve kendini dünya nimetlerine satmamaktır.
Hz. Ali yine şöyle buyuruyor:
"Dünya pazarında, iki tür insan vardır: biri kendini satar parasını alır, diğeri de dünyada kendini satın alır ve hür bırakır."[6] Vaktiyle Hz. Ali, kendisinin olan dirhem ve dinarı eline alıp ona bir müddet bakmış ve şöyle buyurmuştur:
"Ey para! Sen avcumda oldukça benim değilsin". Bu, bizim söylediğimizin tam aksidir. Biz, "Para ancak benim cebime girdiği zaman benimdir; elimden çıktığı zaman benim değildir" diyoruz. Oysa Hz. Ali: "Sen benim elimde oldukça benim değilsin" buyuruyor. (Neden) Benim elimde oldukça benim değilsin! Senin malın olmalıyım, senin kölen olmalıyım, seni korumalıyım ki seni harcayayım. Seni korudukça, bekçiliğini yaptıkça sen benim hizmetimde değilsin, benim malım değilsin, çünkü ben senin hizmetindeyim ve ben senin malın olmuşum.
Hz. Ali bir kasabın önünden geçerken, kasap Hz. Ali'yi görünce:
"Bugün pek güzel etler getirdim, arzu ederseniz buyurun alın" dedi.
Hz. Ali:
"Param yok" buyurunca, kasap:
"Onun parası için sabrederim" dedi.
Hz. Ali:
"Ben kendi karnıma sabretmesini söylerim, neden senden et alayım ki sen de parası için bekleyesin? Ben sana bağlı ve borçlu olmamak için karnımı bekletirim" buyurdu.
"BENLİK"TEN KURTULMANIN YOLU GÖNLÜ TEMİZLEMEKTİR
İslam mektebi şöyle diyor; eğer insanı "ben" olmaktan kurtarmak ve "biz" yapmak istiyorsanız, onun içini ıslah ediniz, onun eşyanın kulu olmasına müsaade etmeyiniz, yoksa kişisel mülkiyetin inkar edilmesiyle, bu derdin devası olmaz.
Burada iki okulun varlığından bahsetmemiz lazım gelecektir. Bu ekollerden biri, "Mülkiyet işleriyle hiç ilgimiz yoktur, ne kadar farklılık olsa da önemli değildir, yalnız içe bakılır" diyor.
Öbür mektep de, "Evet, esas olan içtir, ama dış temizlenmedikçe iç temizlenmez" diyor. Biz İslam'da dışa da dikkat edildiğini görüyoruz. İslam, dıştaki uygunsuzlukların giderilmesini, mülkiyeti tamamıyla ortadan kaldırmadan, ister.
İslam, çeşitli yollardan, toplumun eşit olmasını ister ama aynı zamanda "ben"in "biz"e dönüşmesi için bunu yeterli görmez, bunun gerçekleşmesi için bir gerçeği ruhlara hakim kılmayı gerekli görür.
Edebiyatta geçen "muzaf" ve "muzafun ileyh"[7] olayını duymuşsunuzdur mutlaka. Sosyalizm ekolünde bütün dikkatini "muzaf"lara yönelterek "Bu muzaflar "ben" ile bir araya geldiğinde, mesela "Benim evim" veya "Benim param" olarak kullanıldığında "ben"i "ben" eder. Muzaflar özellik ifade ettiğinden "ben" ortaya çıkar. Öyleyse "muzaflar" yok edilmeli, ortadan kaldırılmalı" diyorlar.[8]
Ama bu mektep, "hayır" diyor. Hayır, bu "ben"in muzafları bir iş yapmıyor, iş yapan "ben"in "muzafun ileyh"leridir belirtileridir, diyor sonra da "Ben nedir?" Yâni bu "ben" neye bağlıdır? Eğer bu "ben" kişisel işlere bağlı ve sınırlı özelliklere sahip olursa "ben" "ben" olur..."[9] ama ruh toplumsal işlerle ilgili olursa, mesela bir fikre, iman ve Allah'a bağlı olursa, o zaman "ben", "biz"e dönüşmüş olur.
Bu okulun taraftarları şöyle diyorlar: Biz bir yandan çok eşyaya sahip olan, fakat "ben"leri "ben"likten çıkmış ve "biz" olmuş çok insan görüyoruz. Onların hiçbir şeye bağlılıkları kalmayıp "ben"leri "biz" olduğu zaman her şeye hem sahip olurlar, hem de onların, "ben"leri "biz" olur. Çünkü artık onların ruhları eşyaya bağlı değildir.
Hz. Ali, hayatta iken böyleydi. Onun yönelişlerle dolu bir hayatı vardı. Evinde eşi ve çocuklarıyla beraber bir gece yiyebileceği, yiyeceklerinden başka bir şeyi yoktu.
Hz. Ali, o zamanın dünyasında büyük bir ülkenin yöneticisi olduğu günleri yaşadı. Halkın canı üzerinde yetkiliydi. Devletin hazinesi elinin altındaydı. İsteseydi her çeşit nimete ulaşabilir ve "ben"ini her şekilde tatmin edebilirdi. Fakat ne her şey elinin altında olduğu zaman ve ne de hiçbir şeyi olmadığı zaman onun "ben"i, "ben" olmadı. O daima "biz" oldu. Daima kendini unutur ve başkalarını düşünürdü.
Demek ki bu felsefe doğru değildir, çünkü "ben"in "biz" olması için özel mülkiyetin ortadan kaldırılması lazım değildir.
BENLİK SEBEPLERİNİN MÜLKİYETTE SINIRLI OLMAYIŞI
Öte yandan sosyalizm ekolüne verilen başka bir cevapta şöyle söylüyorlar: İnsanın istediği ve ekonomik işler cinsinden olmayan o şeylerin hepsinin mülkiyetini ortaklığa dönüştürelim ki bir defa "ben" "biz" olsun. Hayatın bir bölümünde mülkiyetin sözkonusu olduğu ekonomik işler vardır. Ancak ekonomik işlere bağlı olmayan, mülkiyetin söz konusu olmadığı pek çok kısımlar da vardır, örneğin "makam" ve "kadın" konusu. Bunların kıymeti insan için ekonomik işlerden çok olmasa da, az değildir.
Bazen insan parası, pulu ve her neyi varsa bir kadının uğruna harcamaya hazırdır veya bütün servetini ve varlığını, dünya çapında, sosyal hayatta çok şöhreti olan bir makam elde edebilmek için kaybetmeye hazırdır. Bunları ne yapacaksınız? Acaba eşitlik olsun diye bütün kadınları birbirinin üzerine döküp, onlardan biri diğerinin aynısı olan tek tip bir kadın mı üretelim? Cinsel ilişkide ortaklık sorun olmasa bile -oysa bugün bütün komünist ülkelerde yoktur- sonuçta herhangi bir evde güzel bir kadın ve başka bir evde çok çirkin bir kadın olduğunda; bu konu tekrar "ben"liği gündeme getirir.
Peki makam nasıldır? Birinin sosyalist bir ülkenin başkanı olduğunu varsayarsak (tekrar ediyorum ki bu bir gerçek değil, sadece varsayımdır), o kişi beslenme ve ulaşım bakımından diğer insanlarla, halkla eşit midir? Mesela falanca sosyalist ülkenin başbakanı ekonomik imkanlardan faydalanma bakımından, filan fabrikada çalışan bir işçi ve filan tarlada çalışan bir çiftçiyle aynı seviyede midir? Bütün bu varsayımlar doğru olsa bile o başbakanlık makamında olduğu için her gün yüzlerce fotoğrafı gazetelerde yayınlanır, bir günde adı radyolardan bütün dünyaya duyurulur ve televizyonlardan dünyaya tanıtılır. Şimdi, fabrikanın bir köşesinde suskun oturan işçi de aynı imkanlardan yararlanabiliyor mu? Bunları onların aralarında paylaştırmak mümkün değildir. İşçi ile başbakanı eşitleyemeyiz.
Bir parti liderliği ister istemez bir kişiye mahsustur ve onun yardımcılığı başka birine, baş müdürlük de diğer birine... Böylece bir grup en üstte diğer grup da onun altında olacaktır. İdari makamlar da böyledir.
Hal böyle ise "ben"in, "biz"e dönüşebilmesi için sadece özel mülkiyetlerin ortadan kaldırılması da yetmez. Biz özel mülkiyetin kaldırıldığı yerlerde "ben"in "biz"e dönüşmediğini gördük; savaşlar, kavgalar ve tasfiyeler onların içine girer ve rekabetler açığa çıkar. Hatta bunların iki büyük devi (Çin ve Rusya) hala birbiriyle çatışma halindedirler.[10] Çatışmalarının sebebi de karşılarındaki emperyalizmdir, (Amerika'yı kastediyor) kendileriyle dostluk kursun diye birbirleriyle yarışıyorlar.
Bunların hepsi "ben"lerin "biz"e dönüşmediğinin işaretiydi ve onların söyledikleri palavradır.
Şurası doğrudur ve biz de kabul ediyoruz; mülkiyetin "benlik" yapan çok etkisi vardır. "Biz" olmayla çok çatışmaları vardır. Bunun için İslam'da servetin dengelenmesi çok mühimdir. Ancak bu, meselenin (bu eşitsizliklerin) ortadan kaldırılması için ve "ben"lerin "biz"e dönüşmesi için yeterli değildir. Sonra bu "biz" konusunun (onların arasında) lafu güzaftan başka bir şey olmadığını ve kendi aralarında ihtiyaç baş gösterince konunun daha farklı olduğunu görürüz.
Gerçek bir okul olarak burada "ben"in "biz"e dönüşmesinin insan-ı kamil olmanın ilk şartlarından biri olduğunu biliyoruz ve bunu kabul ediyoruz, ama bir kimsenin "ben"in "biz"e dönüşmesiyle insan-ı kamil olacağını sanması yanlıştır, doğru değildir.
Sosyalizm mektebi de tek değere sahip, tek boyutlu bir mekteptir. Buna göre: Bütün insani değerlerin "ben"in "biz"e dönüşmesinde olduğu doğru değildir. "Ben"in "Biz"e dönüşmesinden başka değerler de vardır. Biz önceden incelediğimiz okullarda bunlardan en azından birine önem verildiğini açıklamıştık. Öyleyse yalnız bir şeyi insanlığın değeri olarak bilmek doğru değildir.
"BEN"LERDEN (KURTULUP) "BİZ" OLMANIN YOLU; İMAN
İkinci olarak bu "ben", daha önce "O"na dönüşmüş olursa, hakikaten "biz" olur. Yâni ariflerin de dediği gibi "ben", "O"na dönmeden "biz"e dönüşmez. "Ben"lerin "biz" olmasının yolu "ben"lerin önce "O" olmasıdır, yâni Allah'a iman olmasıdır:
"De ki: Ey kitap ehli: Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."[11]
Muhatap, kitap ehli olanlardır: Ey kitap sahibi olanlar! Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Zerdüştiler! Gelin hepimizin bir kelime ve hakikat etrafında toplanalım.
Bizim ve sizin aranızda ortak olan bir hakikat etrafında. Bu hakikatın özelliği "ben"den olmayışıdır, "sen"den olmayışıdır, "biz"den[12] ve "siz"den olmayışıdır. Genel anlamıyla "biz"den hikayet eden bir hakikattır. "biz"i de "siz"i de kapsar, hem "siz hem "biz" o hakikate ortağız.
Ben peygamber olduğum için Allah yalnız benim Allah'ımdır, Hıristiyan olduğun için senin Allah'ın değildir, Yahudi olduğun için senin Allah'ın değildir, Zerdüşti olduğun için senin Allah'ın değildir, diyemem. Bu taşın, bu suyun ve havanın Allah'ı değildir diyemem. O her şeyin Allah'ıdır. Onun her şeyle irtibatı vardır. Eğer insan O'na bağlanırsa sınırlı bir şeye bağlanmış olmayacağından "Benliği" sınırlandırılamaz.
O, benim veya senin bağlanacağın ve savaş çıkmasına sebep olacak bir para değildir.
O, her şeyi kendi etrafında toplayabilen bir gerçektir. Gelin topluca "biz", olalım, ama hangi araç vasıtasıyla?
Bir iman vasıtasıyla, bir fikir vasıtasıyla, bir kelime vasıtasıyla: Allah. Gelin topluca "biz" olalım, ama önce hepimiz "O" olmalıyız
"O" olduğumuz zaman, "O"nun karşısında olan bu benlikler aradan kalkınca, hepimiz tek renk oluruz, "O" oluruz. İşte o zaman hepimiz "biz" olalım diyebiliriz.
"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin" Yalnız O'na tapınalım ve O'na ortak koşmayalım. Sonra buyuruyor:
"Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmınızı rabler edinmememizdir." "O"na doğru gittiğimizde "O" oluruz. "O" olduğumuzda da "biz" oluruz. İşte yalnız o zaman "biz" olabiliriz. (Bu esnada) bazılarımız, bazılarımızı kendi rabbi (yâni kendi ilahı) olarak seçmez. Hanlık, beylik ve uşaklık ortadan kalkar; sömüren ve sömürülen lafları ortadan kalkar, seviye farkları ortadan kalkar, ama bir şartla; oradan başlamak şartıyla:
"Aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin; (o da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımızın bir kısmımızı rabler edinmememizdir."
İşte Kur'an'a inananların daima bahsettikleri "biz" olma, budur.
Namazda, Allah'a hamd ettikten sonra O'nu övüyoruz "Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır" diyerek Allah'a hitab ediyoruz ve söz veriyoruz. Ben yalnız namaz kılıyorum ve benim namazım kişiseldir. Yâni Allah'ım sana tapınıyorum, demek istiyoruz. Ancak bunu "yalnız, sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" şeklinde söylüyoruz:
Ey Allah'ım "biz" yalnız sana tapıyoruz ve "biz" yalnız senden yardım istiyoruz.
"Ben" yalnız sana tapıyorum demiyoruz. Namazın sonunda; "Allah'ın selamı üzerimize ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun" diyoruz.
SADİ'NİN ŞİİRİNDE EKSİK OLAN MANA
Ademoğlu, birbirinin organı (gibi)dir. Ki aynı cevherden yaratılmıştır. Zamandan birine bir dert gelse diğer organların da düzeni bozulur. Başkalarının derdine aldırmıyorsan sana insan adını vermek yakışmaz.
Sa'di'nin bu şiiri çok önemli bir teşhiste bulunmuştur. Hem de haklı ve doğru bir teşhistir bu. Hz. Peygamberin bir hadisinin tam tercümesi gibidir. Ama biraz eksiktir ve o hadis-i şerifin tamamiyle aslı gibi değildir. O hadis-i nebevi şöyledir:
İman ehlinin, karşılıklı dostluk ve karşılıklı şefkati bir vücudun organları gibidir. Acaba bir vücudun parçalarından olan bir organ rahatsızlandığı zaman, diğer organlar rahat uyuyabilirler mi? O organ ne kadar acı çekerse çeksin (bize ne) diyebilir mi? Veya öteki organlar onunla beraber acı çeker mi?
Hz. Peygamber, diğer organların bu acı çeken organın acısını iki şekilde paylaştıklarını buyuruyor: Biri uykusuzluk diğeri de ateş (hararet)tir. Diğer organlar uyumuyor ve daima ateş içinde yanıyorlar. Örneğin bağırsakta bir rahatsızlık olsa veya böbrekte bir taş olsa, el de uyumuyor, baş da uyumuyor kalp de uyumuyor; beden asla istirahat etmiyor, çünkü bir organ acı çekmektedir. Ateş, bir organda ortaya çıkan bir rahatsızlığa karşı, bedenin tümünün bir tepkisidir.
Ancak Hz. Peygamber, "Mü'minin misali, bir vücut gibi olmasıdır" şeklinde buyurmakla vücudun bir ruh istediğine dikkat çekiyor. Bir vücudun bütün organlarının "O" olması sonra da "biz" olması için bir ruh lazımdır.
Acaba vücut ölmüşse siz bir organı kıtır kıtır doğrasanız, diğer organlar bunu hiç hisseder mi? Hayır. Çünkü vücutta ruh yoktur. Bütün mü'minleri bir yapan bu ruhtur. Çünkü bunlar o ruhta bir olmuşlar, "biz" olmuşlar ve birbirleriyle, dertleşmektedirler. İşte o ruh imandır; "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime"dir.
Çünkü mü'min iman sahibidir ve "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" onlara hükmetmektedir. Onların "ben"leri "O" olmuştur. Zaten gönüldaş ve derttaş olmuşlardır. Ama "Ortak bir kelimesi" olmayan insanlar böyle değildirler.
Hz. Peygamber (s.a.a), mü'minleri, bir ruhu paylaşanlar ve ortak bir kelimenin hükmü altında olanlar diye tanıtmıştır.
Sa'di, "Ademoğlu birbirinin organıdır" demekle hata etmiştir. Ademoğlu, "Aramızda ortaklaşa (ölçü ve dengeyi sağlayacak) bir kelime" olmadıkça asla bir vücudun organı olamazlar ve değildirler. Ademoğlunun birbirinin organı olduğu yalandır.
Acaba Amerikalılar ve Vietnamlılar, Ademoğulları mıdır? Yoksa değil midir? Eğer Vietnamlıların Ademoğlu olduğunu, Amerikalıların Ademoğlu olmadığını veya tam aksini söylersek doğru değildir. Hayır, her ikisi de Ademoğludur ama Ademoğlunun bir vücudun organı olduğu yalandır.
Ademoğlu ne zaman bir ruh ve bir "ben" onlara hükmederse, yâni onların "ben"leri "O"da son bulursa, bir imanda hallolursa, onlarda hiç "ben" kalmadıysa, o zaman birbirleriyle dertleşirler. O zaman:
"Zamandan birine bir dert gelse
Diğer organların düzeni bozulur."
Demek ki bu ekolde insan-ı kamil konusunda yanlış bir hüküm vardır. Bütün değerler unutulmuş ve yalnız bir değer kalmıştır, o da "biz" olmaktır. Bu "biz olmak" doğru bir sözdür, yâni bir insanın "ben"i "biz"e dönüşmedikçe insan-ı kamil değildir, ama "ben"i "biz"e dönüşen bir insanın, insan-ı kamil olacağını sanırsanız yanılırsınız. "Biz" olmak insan-i kamil'in simasındaki hatlardan sadece biridir, onun simasının bütün çizgileri değildir.
Bir diğer hataları da "ben"leri ortaya çıkaran şeyin özel mülkiyet olduğunu sanmaları ve özel mülkiyetin kaldırılarak ortak mülkiyetin getirilmesiyle bu sorunun çözüleceği vehmidir.
TİLKİ İLE DEVENİN HİKAYESİ
Birkaç yıl önce derginin birinde bir hikaye okumuştum. O hikayede bir deve ile bir tilki arkadaş oluyorlar ve tilki deveye, gel ortak bir hayat sürelim, yaşadığımız bu hayatın şahsiliklerini, özel mülkiyeti ortadan kaldıralım, bir birimizle dost, müttefik olalım ve hatta birbirimizi "Yoldaş" diye çağıralım. Ben sana "Deve yoldaş" diyeyim; sen de bana "Tilki yoldaş" de; "ben" aramızda söz konusu olmasın. Hatta ben hiçbir zaman "benim çocuğum" demeyeyim; "Bizim çocuğumuz" diyeyim ve sende kendi yavruna "benim deve yavrum" deme, "bizim yavrumuz"de.
Gel "ben"i tamamiyle ortadan kaldırıp "biz"e dönüştürelim. Ben bundan sonra senin palanına "bizim palanımız" sen de benim kuyruğuma "bizim kuyruğumuz" de, böylece aramızda benlik sözkonusu olmaz, dedi.
Zavallı deve buna inanmıştı. Birkaç gün ortak bir hayat sürdükten sonra bir olay meydana geldi. Tilki birkaç gün avlanamadı. Çok huzursuz ve sinirli olduğu bir gün ortak evlerine geldi, açlıktan midesi kazınıyordu, gözüne devenin yavrusu ilişti, onu bir köşeye sıkıştırıp parçalayarak karnını afiyetle doyurdu.
Eve dönen deve yavrusunu aradı, tilkiye sorunca, bilmiyorum haberim yok dedi. Deve, yavrusunun cesedini görünceye kadar aradı. Yorgun düşmüştü ve kim benim yavrumu bu hale getirdi diye başına vuruyordu.
Deve "benim yavrum" deyince, tilki hemen: sen hâlâ akıllanmamışsın "benim yavrum" diyorsun? "Bizim yavrumuz" de, dedi.
"Ben" bu şekilde "biz"e dönüşecek olursa o zaman "tilki ile deve"nin şekli ortaya çıkar.
Öyleyse bu mektep insan-ı kamil konusunda yeterli değildir. Bu mektepte yalnız bir değere -o da eksik bir şekilde- yönelinmiştir.
EGZİSTANSİYALİZM TEORİSİNİN ÖZETİ
Bu oturum sonunda başka bir mektepten kısaca bahsedeceğiz: Onun ayrıntılarını ise gelecek oturumda açıklayacağız.
Bugün pek revaç gören bir okuldur bu. İnsan-ı kamil için çizdiği resimden ve onların bahsettiği insani değerler bakımından sosyalizm okulunun karşısında olan bir okul olduğunu söyleyebiliriz.
Sosyalist okulda daha çok toplumsal yönlere önem verilmiştir. Sosyalizme göre insan, bütün insanlar arasında eşitlik, ortaklık ve birlik olduğu zaman, insan-ı kamildir. Bahsettikleri "Ortak mülkiyet" (yalandan) toplumsal istikametlere yönelmektedir.
Arz edeceğimiz gibi bu mektepte ne kişisel değerlere ne de toplumsal değerlere yönelinmiştir. Dikkat çekilen konular: Hür irade sorunu, hür düşünce sorunu, kişisel hakimiyet ve bağımsızlık sorunu bu okulun en çok önem verdiği şeylerdir. Bu okula göre insan-ı kamil, "ben"i her türlü baskıdan uzak bulunan, hür olan, hiç bir gücün ona etki etmediği, mutlak bir hürriyet içinde hayat süren, iradesi hür olan insandır.
Bu mektepte gerçek insanlık için bir ölçü söylemek lazım gelirse, o da "hürriyet"tir ve hürriyetin başlangıcının da "bilgi" olduğunu söylerler.
Onlara göre insan-ı kamil, yâni hür insandır, insan ne kadar hür olursa o kadar kamildir; ne kadar başka şeylerin etkisinde kalırsa, onun insanlığı o kadar azalır.
Hatta bu okula göre iman sahibi olmak, Allah inancı ve Allah'a kulluk, insanın insanlığını azaltır, kusurlu kılar. Çünkü iman, insanı Allah karşısında boyun eğmeye, Allah'a kul olmaya zorlar. Allah'a karşı kulluk, insanın hürriyetini ortadan kaldırır. İnsan-ı kamil her şeyden bağımsız olan bir insandır. Onun için dini bağlardan da kurtulmuş olmalıdır. Hafız şöyle söylüyor:
"Bu mavi göğün altında bağlılık rengi taşıyan her şeyden hür olanın himmetinin kölesiyim ben."
Eğer bu masmavi göğün altında yaşayan birinin hiçbir şeye bağlılığı yoksa o kamildir.
"Ay yanaklar yüzünden ortaya çıkan
Bütün gamlar onun sevgisiyle sevinç olur.
Veya başka bir yerde şöyle söylüyor:
Açıkça söylüyorum ve dediğim için sevinçliyim
Aşkın kölesiyim ve her iki dünyada azadım."
Egzistansiyalizm mektebi diyor ki: Hayır. "Aşk kölesiyim" demek yanlıştır, her iki cihandan azadım, aşktan da azadım ve hatta o ay yanaklara ilgili olan şeylerden de. İnsanlık, yâni hürriyet, hürriyeti ortaya çıkaran, gerektiren şey, insaniyet, yâni baş kaldırmak, her şeye karşı asi olmak ve hiçbir şeye teslim olmamak... İnşallah gelecek oturumda bu okuldan çokça bahsedeceğiz.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur)
13.
Oturum
EGZİSTANSİYALİZM EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."
Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm
(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)
"Ey iman edenler! Allah'tan saygı ile korkun; her kişi yarın için önceden ne göndermişse ona dikkatle baksın. Allah'tan saygı ile korkun. Şüphesiz ki Allah, yapageldiklerinizden haberlidir. Artık siz Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onları kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar ilahi sınırları aşıp azan kişilerdir."[13]
Önceki oturumumuzda insan-ı kamil konusunda, bugünün yeni okullarından biri olan bir okuldan bahsetmiştik.
Bu mektep, insan-ı kamile ölçü olarak ve insanın gerçek cevheri olarak; insanın değerlerinden biri hürriyeti kabul eder.
Onlara göre yalnız insan bu alemde hür yaratılmıştır; yâni hiçbir güce ve zarurete, hiçbir şeye boyun eğmeye mecbur değildir. Bizim eskilerin tabiriyle, insan bu hilkat aleminde muhtar bir varlıktır, mecbur bir varlık değildir ve bazılarının tabiriyle insandan başka varolan bütün mevcudat mecburdur; yâni bir zorunluluklar zincirinin etkisi altındadır. Ama yalnız insan mecbur değildir ve hiçbir güç onu idare edemez.
EGZİSTANSiYALİZMDE VÜCUDUN ASALETİ
Bu okulun başka bir iddiasına göre, bu dünyaya hür ve bağımsız gelen insandır, alemin diğer varlıklarının aksine onun kendine has bir tabiatı yoktur. Dünyada yaratılan her varlığın kendine göre bir tabiatı vardır; taş, taş olarak yaratılmıştır ve taştan başka birşey olamaz, kerpiç olamaz; kedi, kedi tabiatında yaratılmıştır; at, at tabiatında yaratılmıştır. Ama insanın hiçbir şekilde kendine has bir tabiatı yoktur, sadece insan tabiatını kendi kendine edinir. Hür ve bağımsız bir varlık olan insan, kendi ihtiyarının ve hürlüğünün sınırlarını kendinde edindiği tabiatının mahiyetiyle çizer. Buna "vücudun asaleti" veya "vücudun mahiyete önceliği" adını vermişlerdir.
Vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği bizde nisbeten eski bir deyimdir. Yaklaşık üç yüz elli yıl (yâni Sadr-ül Müteellihin devrinden) bu yana kullanagelmiştir. Ama filozoflar vücudun asaleti ve mahiyetin önceliği konusunu dikkate almamışlardı, belki bunu bütün eşyalar hakkında kullanıyorlardı. Ondan, başka bir mana kastediyorlardı.
Fakat insanın başka varlıklara göre daha üstün bir imtiyazı olduğu için belirli bir tabiatının olmadığı ve kendi kendisine bir tabiat edindiği -ki onlar bunun adını vücudun asaleti ve vücudun mahiyete önceliği koymuşlardır- konusu bizim felsefemizde ve bilhassa Sadr-ül Müteellihin felsefesinde -başka bir tabirlerle- çok daha sağlam açıklanmıştır.
Onlar (yâni egzistansiyalistler) başka bir tabirle ve başka bir yoldan bu konuyu tesbit etmişlerdir ve söyledikleri doğrudur; insanın kendine has, sabit bir tabiatı olmadığı ve kendi kendine tabiat edindiği bir gerçektir.
Bu konu, bizim dini tabirimizle geçmiş ümmetlerin meshiyle (hayvanlaşması, çirkinleşmesi) ilgili veya bugünün insanlarının ahlakları hakkında ya da kıyamet günü insanların tekrar diriltilmesiyle ilgili (bahislerde zikredilmiştir) -insanlar kıyamet gününde yalnız bir şekilde haşredilmeyeceklerdir; insanların bazıları insan olarak haşredileceklerdir, pek çoğu ise insandan başka suretlerde; hayvan olarak haşredileceklerdir- bu konu aynı esas üzerindedir, insanlardan herhangi biri insan fıtratına sahip olarak doğar, insan zekasına sahip olarak doğar ama hayatın akışı içinde onun aslının insandan başka bir hayvana dönüşmesi mümkündür ve bir hakikattir.
Her halükarda bu okulun kabül ettiği, "insanın hür ve bağımsız ve kendi kendinden sorumlu olarak yaratılmış olması" aslı doğrudur.
Müslümanlar arasında iki ayrı grubun olduğunu biliyoruz: Eşaira[14] cebre ve Mutezile[15] tefvize, Şia ise "emrün beynel emreyn=iki görüşün arası"na inanır.
Egzistansiyalizmin söylediği, "sonradan tabiat edinme"; Mutezile'nin söylediği "Kendine sonradan huy edinme"nin aynısıdır.
İslam'a göre edinme yoktur,ama ihtiyar vardır. İmamlar şöyle söylemişlerdir:
(Bugünkü materyalistlerin dediği gibi) beşeri iradeyi inkar etme yoktur ve (yine bugünkü egzistansiyalistlerin söylediği gibi) sonradan tabiat edinme de yoktur. İhtiyar, "emir iki emrin arasında"dır.
Demek ki insanın ihtiyarı meselesi hakkında söylenen; insana bir gücün hükmetmediği ve ondan ihtiyarını almadığı, sözleri hariç diğerleri doğrudur, yâni insanın, bütün yaratıkların aksine -canlı ve cansızların hepsi- sabit ve değişmez bir tabiatı olduğu doğrudur ve kabul edilmez bir deyim değildir. İnsanın kendi kendine tabiat edinen ve şekil verebilen bir varlık olduğunda şüphe yoktur.
İNSANIN BAĞIMLILIĞININ SONUÇLARI
Fakat bu okulun, insanın hürlüğü hakkında başka bir görüşü vardır. Burada insanın hürriyeti kelimesini felsefi manada şöyle açıklıyorlar:
İnsan hür ve muhtar yaratılmıştır hatta kendi tabiatını kendi kendine edinmesi lazımdır. Daha sonra şöyle diyorlar: Özgürlüğün zıddı ve ona ters düşen her şey insanı insanlığından çıkarır ve insanlıktan uzaklaştırır.
İnsan, zatı itibariyle hür yaratılmıştır. Bağımlılık gibi sebeplerin insandan özgürlüğünü alması mümkündür. Eğer insan kendini bir şeye bağlarsa, bir şeye kul ve teslim olursa, -bu istediği şey ne olursa olsun- bu okula göre insanlığın dışına çıkmış demektir. Çünkü artık hürriyeti ondan alınmıştır. İnsan hür ve bağımsız tek varlıktır; ancak kendini bir şeye bağlarsa, hürriyeti ve bağımsızlığı ondan alınmış olur.
İnsanın bağımlılığını gerektiren şeyler birkaç şey olabilir:
İnsan önce para gibi bir şeye bağlanır, paraya bağlanmasının sonucunda insan kendini, kendi insanlığını unutur ve başka bir şekle yönelir.
İnsanın böyle bir şeye bağlanması, insandan hürriyetini alır, kendini unutturur, insanı o şeylere çeker, insan böyle olduğu zaman kendini hatırlamaz, hatırında ve gönlünde hep o sevdiği şey vardır. Bu, insanın kendisi için kendini unutmadır. Bu, bir gaflettir. Kendini bilen bir varlığın yerine, "kendinden habersiz ve bilgisiz bir varlık" gelmiş olur.
Bununla ilgili ikinci özellik de insanın kendindeki değerlerden, insani değerlerden gafil olmasıdır. Onun bütün dikkati sadece o şeyin değerine yönelmektedir.
Paraya tapan biri için, insani değerlerin hiçbir kıymeti yoktur; zaten onun kendisinde de değer yoktur. Onun zihninde şereften, bağışlamadan eser yoktur, hürriyet ve bağımsızlıktan da zihninde eser yoktur: Onun zihninde her şey paradır. Parasal değerlerin onun için bir kıymeti vardır, ama onun kendisi için kendinde bulunan değerlerin kıymeti yoktur.
Onun kendi değerleri onun nazarında ölmüştür ve o değer verdiği şey yaşamaktadır.
Üçüncü özellik de bir şeye bağlılığın esaret sayılmasıdır. İnsan kendini bir şeye bağladığı zaman, genellikle onun tekamülü ve hareketi duraksar, çünkü o şeye; bir ağaca veya kazığa bağlanan bir hayvan gibi bağlanmış olur.
Siz eğer bir insanı, bir hayvanı veya bir otomobili bir ağaca bağlarsanız onun hareket etmesini engellemiş olursunuz. Ona ket vurursunuz, onu tutuklarsınız. Bugünkü tabirle, onu "olmak" halinden "idilik" haline dönüştürmüş olursunuz.
Bizim filozoflarımızın tabiriyle asıl halet ve niteliği olan "değişim" ondan alınır ve "değişim karşıtı" haline dönüştürülür.
BU EKOLE GÖRE "ALLAH'A İNANMA"
Demek ki insanın hakikati ve cevheri ve insani değerlerin değeri, başka bir deyişle insani değerlerin anası, bu okulda hürriyet ve ihtiyardır. İnsan eğer kendi insani değerlerinin koruyucusu olmak isterse, insanlığının yok olmasını, başka bir hayvana dönüşmesini istemiyorsa, kendi hürriyetini korumalıdır. Eğer kendi hürriyetini korumak istiyorsa "yüzlüler"e olan bağlılığını koparması veya "aşkın kölesi" olmaktan kendini koruması lazımdır.
Bu çemenden bir selvi boylunun gölgesi bize yeter
Ya Rabbi, kendi kapından beni cennetine gönderme
Sana giden yolun başında olmak
Her şeyden ve her yerden üstündür.
"Gülizar, Selvi boylunun gölgesi, Cennet", gibi bağlardan kurtulmak lazımdır.
Bu okula göre insanın "mutlak hür" olması lazım. Bunun isbatı da, aralarında çok büyük zıtlıklar olmasına rağmen diyalektik materyalizmlerdir. Ama bu iki güruhtan egzistansiyalistler Allah'a inanmanın iki açıdan bu okulla uyuşmadığına inanmaktadırlar. Biri şu açıdan: Allah'a inanmak, kaza ve kadere inanmayı gerektirir; kaza ve kadere inanmaksa, hem cebre ve hem de insanın sabit bir tabiatı olduğuna inanmayı gerektirir.
Çünkü gerçekten eğer bir Allah varsa o Allah'ın ilminde insanın belirli bir tabiatının olması lazımdır; "Belirsiz" olması mümkün değildir. Aynı şekilde eğer bir Allah varsa, kaza ve kader ve sonuçta da cebr insana hakim olur. O zaman onun bağımsızlığı ve hürriyeti kalmaz. Öyleyse biz hürriyeti kabul ettiğimiz için Allah'ı kabul etmiyoruz.
İkinci olarak, Allah'a inanma ile hürriyete inanma çeliştiği için -bunların inanışına göre- olumsuzdur; Allah'a inanma, Allah'a iman etmeyi gerektirir. Allah'a bağlılığı, bu bağlılık her ne şekilde olursa olsun gerektirdiğinden insanın hürriyetine terstir; özellikle bu bağlılık Allah'a iman etme olursa. Çünkü Allah'a inanma bütün bağlılıkların üstünde bir bağlılıktır.
Şairin deyişiyle:
"Ben sana bağlıyım başka bir bağa muhtaç değilim
Ahdi seninle bağladım asla kırmış değilim."
Eğer bağlılık Allah'a olursa onu başka hiçbir şekilde inkar etmeyeceği için, bu okula göre insan-ı kamilin ölçüsü onun bağımsızlığıdır.
Bu okul hakkında iki yönden bahsedilebilir. Biri, Allah'a inanmanın bağımsızlığa ters olduğuna inanmalarıdır. Bu onların bir hatasıdır. "Materyalizme Eğilim Nedenleri" adlı kitapta ve ayrıca "İnsan ve Macerası" adlı kitapta bu konuyu açıklamış ve bunun böyle olmadığını söylemiştim.
Bunların kaza ve kader hakkındaki düşünceleri, ihtiyar kadınların kaza ve kader hakkındaki fikirlerinden farksızdır. Bunlar kaza ve kaderin İslami kültürde nasıl oluğunu hiç anlamamışlardır. İslam'a göre, insanın hürriyeti ile kaza ve kadere inanmanın hiçbir tersliği yoktur. İşin bu yönü şimdilik bizim konumuz değildir. Bizim bahsimiz ikinci kısımdadır.
Bu okulun ikinci hatası da, bağlılık neye olursa olsun hürriyetin tersidir, hatta bu bağlılık Allah'a olsa bile, demeleridir. Ben burada sizin için bir başlangıç yapacağım:
KEMAL, KENDİNDEN KENDİNE HAREKET ETMEKTİR
Bir tekamül seyrini kateden bir varlığı göz önüne alın. Bir çiçek, topraktan filizlendiği andan, olgunlaşıp tekrar bir çiçek olana ve nihâi sınırına ulaşana kadar nereden nereye seyreder? Veya bir hayvanın yaratılışının kaynağı olan bir hücre, başlangıç anından mükemmel bir hayvan olana; yâni kamilleşmiş bir varlık, en zayıf hallerden en güçlü hale erişinceye kadar nereden nereye seyrediyor?
Acaba "kendi"nden, "başkası"na mı seyrediyor? Acaba "kendi"ne yabancılaşıyor mu? Veya "başkası"ndan "kendi"ne mi seyrediyor? Ya da "başkası"ndan "başkası"na mı, yoksa nihayetinde "kendi"nden "kendi"ne mi seyrediyor?
Eğer "kendi"sinden "başkası"na seyrettiğini söylersek; hareket etmediği, gelişmediği zaman kendisi olduğunu, fakat hareket etmeye başladığı andan itibaren kendine yabancılaştığı, kendinden ayrıldığı ve artık kendisinin kendinde olmadığı manası anlaşılır. Aynı şekilde çok eski filozoflardan bazıları "hareket kendinden başka bir doğuştur" demişlerdir, yâni "hareket, kendinden başkalaşmaktır". Tabii ki, bunlar doğru bir söz değildir.
Mesele şudur: Bir çiçek tohumu veya bir insan nütfesi, ilk hareket etmeye başladığı andan, kemale eriştiği son lahzaya kadar, "kendi"nden "kendi"ne hareket eder. Yâni o, "kendi" ve gerçekliği devam eden bir gerçekliktir. Onun "kendi"si ne ilk an, ne orta, ne son andır; o, baştan sona kadar "kendi"dir.
Acaba hangi sona erirse en çok "kendi"si olur? Yâni onun "kendi"si daha kamil olur? Evet "kendi"nden "kendi"ne doğru hareket eder ama, eksik olan "kendi"nden kamil olan "kendi"ne hareket eder.
Örnek gösterdiğimiz çiçek şuur sahibi olduğundan kendi kemaline doğru hareket eder. Şimdi eğer bu çiçek şuurlu bir şair olsaydı acaba kendi kemalinden başka bir şeye aşık olabilir miydi?
Bütün varlıklar fitri olarak kendi nihâi kemallerine aşıktırlar. Çiçek kendi kemalinin aşıkı olduğu gibi, cansız varlıklar da, bazı deyişlere göre, kendi nihâi kemallerinin aşkına sahiptirler. Her varlık kendi kemaline aşıktır.
Buna göre bir varlığın kendi nihâi kemaline olan bağlılığı Sartre efendinin teorisinin aksine, "kendine yabancılaşmak" değildir, daha çok kendine dalmaktır; yâni daha çok "kendi kendisi olmak"tır.
Eğer insanın bağımsızlığı kendi kemalini aşarsa, yâni kendi kemalinin sınırını aşan bir aşamaya erişirse, kendi kendinden bağımsız olur. Bu tür bir hürriyet kendine yabancılaşmayı doğurur. Bu tür bir hürriyet bir insanın kemalinin zıddıdır. Hürriyet eğer varlığın kemaline şamil olacaksa, yâni o varlığın tekamül aşamasını kapsayan bir şeyse, onu ihtiva ediyorsa, "Ben kendi tekamül merhalemden daha hürüm" manası anlaşılır. Yâni ona da bağımlı değilim.
Bunun manası şudur: Ben "kendi"mden daha mükemmelim ve benim "kendi" kamilliğimden "kendi" eksikliğim bağımsızdır, hürdür.
Bu hürriyet insanı kendinden daha çok uzaklaştırır. Yâni bu sefer bağlılık kendinin kemaline ve daha kamilliğine olur.
Bu okulda başkasına bağlılık ile kendine bağlılık arasında -yâni kendi kemal aşamasındaki bir şeye bağlılık- fark koyulmamıştır.
Biz de, kendisine yabancı bir zata bağlılığın, insanın başka bir şekil almasına sebep olacağını kabul ediyoruz. Peki neden dinlerin hepsi dünyanın maddiyatına bağlılığı yasaklamıştır?
Çünkü (maddiyat) yabancıdır. Gerçekten de insani değerlerin yok olmasına sebep olur. Ama insanın nihâi kemaline bağlılık, yabancı bir şeye bağlılık değildir, "kendi"ne bağlılıktır; insanın kendine bağlılığı, insanın kendine yabancılaşmasını gerektirmez, kendinden habersiz olmasına, kendindeki insani değerleri unutmasına sebep olmaz. Veya hareketsiz kalmasına ve "olması"nın "idiliği"ne dönüşmesine sebep olmaz. Çünkü, bir şey nihâi özüne bağlandığı zaman ona doğru hareket eder.
ALLAH İLE İNSANIN İLİŞKİSİ KONUSUNDA BU EKOLÜN HATASI
Sartre Efendi! Allah insana iki şekilde yabancı değildir. Birincisi, insanın Allah'a olan bağlılığı zata ters düşecek bir şey değildir ki insan Allah'a inanmakla kendini unutsun. Bilakis Allah'ı hatırlamıştır. Varlığının sebebi, oluşunun sebebi, her şeyi yapan ve her şeyin başlangıcı O'dur, her şey O'na doğrudur. O, bir şeye kendinden daha yakın olan şeydir.
İslam felsefesinde bunun delilleri çok açık bir şekilde beyan ve isbat edilmiştir.
Kur'an "Biz ona sizden daha yakınız..."[16] buyurmaktadır.
Biz size, sizin kendinizden daha yakınız; bizim bilgimiz, sizin kendiniz hakkındaki bilginizden daha çoktur ve muhakkak ki bizim zatımız sizden daha çok size yakındır.
Herkes "Ben kendime her şeyden yakınım" der ama Kur'an, Allah her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır buyuruyor. Çünkü Allah her şeye rağmen o şeyin kendisinden daha kendisidir. Bu konunun çok yüksek bir seviyesi olduğunda şüphe yoktur.
Hz. Ali Nehc-ül Belağa'da bu konuda şöyle buyuruyor: "Allah eşyanın kendisinin dışında değildir ve onlardan ayrı değildir, ama eşyanın içinde de değildir."
İkinci olarak Kur'an, insanın Allah'a bağlanması lazım geldiğini buyurmaktadır. Çünkü Allah insanın kemal seyrinin sonu olduğu gibi, insanın yolu Allah'a doğrudur. Öyleyse insanın Allah'a yönelmesi, kendi kemalinin nihayetine yönelmesi demektir. Bir tohum misalinde olduğu gibi kendinin kemalinin sonuna yönelmesidir.
İnsanın Allah'a doğru gitmesi, insanın "kendi"ne doğru gitmesidir; insanın kusurlu, eksik "kendi"nden daha kamil olan "kendi"ne gitmesidir. Öyleyse, Allah'ı başka şeylerle kıyaslayan ve insanın Allah'a yöneldiği zaman kendini unutmuş olacağını, hareketinin duraksayacağını sanan kişi yanılmaktadır.
KENDİNİ BİLME VE RABBİNİ BİLME
Allah insana öylesine yakındır ki insanın Allah'ı bilmesi tıpkı onun kendini bilmesi gibidir. İnsan ancak kendini bildiği zaman Allah'ı bilebilir. Bir insanın "kendini bilme"den "Allah'ı bilme"si imkansızdır. Kur'an, kendini unutan kimse Allah'ı unutmuş olur, buyurmaktadır. Ancak insan ne zaman tekrar kendine dönerse o zaman Allah'a döner, Allah'ı bulmuş olur. Eğer insan Allah'ını unutmuş ise kendini de unutmuştur.
Kur'an Egzisiztansiyalistlerin iddialarının aksini buyuruyor. Onların iddialarına göre insan Allah'a yönelirse "Allah'ı bilmiş" olur "kendini bilmiş" değil. Kur'an ise, insan ancak "kendini bilebildiği zaman Allah'ı bilmiş olur" buyurmaktadır. Bunun için Kur'an'daki ruh ve insan konusu çok yüce ve hakikaten çok şaşırtıcıdır.
Kur'an insanın bazen kendini kaybettiğini buyuruyor. Kur'an'ın tabiriyle, büyük kaybı olan, bütün parasını kaybeden kimse değildir, hatta bütün hürriyetini kaybederek başka birinin kölesi olan kimse de değildir; hatta bütün şerefini kaybeden kimse de değildir, büyük kayıp, insanın kendini kaybetmesidir. İnsan kendini kaybettiği zaman her şeyini kaybetmiş olur; eğer insan kendini bulursa o zaman her şeyi bulmuş olur.
İbadetin felsefesi nedir? İbadetin felsefesi, insanın kendini buluncaya kadar Allah'ı bulma isteğidir; ibadettin felsefesi "kendini tekrar bulma" ve Kur'an'ın buyurduğu manada gerçekten "kendini bilme"dir.
Kur'an, İslam okulundan ilham alanlar hariç, insanlığın hala bu gerçeği idrak edemediğini söylemektedir.
İnsanın kendini bilme ve tanımasını yorumlayan Muhyiddin Arabi ve öğrencisi Mevlana Celaleddin-i Rumi gibileri Kur'an'ın inişinden altı yüz yıl sonra dünyaya gelmiş olmalarına rağmen Kur'an'dan ilham alarak bu tanımı yapmışlardır.
Kur'an'dan altı yüz sene sonra yaşamış olmalarına rağmen asrımızın felsefesinin yedi yüz yıl ilerisinde olmanın şerefine sahiptirler.
Mevlana, "kendini bilme" konusunun hiçbir zaman "Allah'ı bilme"den ayrı olmadığını söylüyor:
"Ey gönül, canın[17] iktizası uyanık olmaktır
Kim daha uyanıksa onun canı daha güçlüdür."
Canın gerçekten "bilgi" olduğunu söyledikten sonra, daha çok bilgili olanların canlarının daha güçlü olacağını söylüyor.
İşte bunun için insanın ruhu, daha bilgili olduğundan, hayvanın ruhundan daha güçlüdür. Konu yavaş yavaş kendinden haberdar olduğu zaman kendi Allah'ından haberdar olana kadar, daha ince bir hal almaktadır.
Buna rağmen, bunlar hürriyet konusunda her bağlılığın, bağımsızlığa ters düştüğünü zannediyorlar. Oysa Allah'a bağlılığın dışındaki her bağlılık hürriyetin zıddıdır. Allah'a bağlılıksa, insanın daha kamil "kendi"ne bağlılığıdır. Özgürlük ve hürriyet ancak Allah'a bağlılıkla ortaya çıkar.
Öyleyse Allah'ı bilme, kendini daha çok bilmeyi gerektirir; insan ne kadar ibadet eder, ne kadar Rabbiyle halvet ederek O'nu anarsa, Allah'a ne kadar çok yönelirse, o zaman kendi nefsini o kadar güzel tanımış olur.
Merhum Mirza Cevad Meliki-i Tebrizi Necef'te eğitim görmüş büyük müçtehitlerden biridir. Merhum Hüseyin Kulu Hamedani'nin öğrencilerindendir. Bu çok büyük arif, elli yıl öncesine kadar hayattaydı ve Kum kentinde ikamet etmekteydi. Çok nefis kitapları vardır.
Merhum Tebrizi kendisiyle ilgili "kendini bilme ve tanıma" konusunu bir takım mukaddimeler işleyerek şerh ettikten sonra irfani açıdan "kendini bilme" (insanın kendi nefsini idrak etme ve tanıması) merhalesine gelince bunu şöyle anlatır: Ben birini tanıyorum.[18] Bu kendini bilmeyi ilk defa rüya aleminde kendisinde keşfetmiş ve artık onun için uyanıklık halinde de devam etmiştir. Daha sonra durumu kendi kitabında bir şekilde açıklıyor:
Bu "kendine aydınlanma" gerçekte "Allah'ı bilme"nin ikinci derecesidir, bir aslın neticesidir. İbadetten başka bir yoldan gerçekleşemez, bir psikolog yüzyıl psikoloji ile uğraşsa yine gerçek bir kendini bilmeye erişemez.
Hz. Ali'nin (a.s) bir cümlesi vardır:
"Bir şeyini -mesela bir eşyasını- kaybettiği zaman onu bulana kadar peşinde koşan, fakat kendini kaybetmiş olduğunu hiç düşünmeyen adama şaşarım! Neden kendini bulmaya koşmuyor?! Ey insan! Sen kendini kaybettiğini bilmiyor musun? Git kendini bul, (çünkü) bu senin için kaybettiğin herhangi bir şeyden daha kıymetlidir..."
DİĞER BİRKAÇ ELEŞTİRİNİN CEVABI
Değerler konusunda Allah'a iman etmenin insani değerleri unutturduğunu söylüyorlar. Oysa biz, yabancı bir şeyde boğulmanın, insanın kendi zatındaki insani değerlerini unutmasına sebep olduğunu söylüyoruz.
Ama eğer bu boğulma, "kendi"si ve kendi kemaliyle aynı şeyde olursa, insandaki değerlerin dirilmesine, ihya olmasına sebep olur. Buna delil olarak kulluk makamında çok yüksek seviyelere ulaşan bazı kimseler gösterilebilir; onlardaki akıl güçlüdür. Onlardaki aşk daha güçlüdür. Onların gücü daha fazladır, onlarda insanlarla olmak daha güçlüdür. Onların izzet ve kerameti (bağışlama) daha güçlüdür. Çünkü bunların hepsi Hakk'ın zatının tezahürüdür.
Allah'a inanmanın, insanın duraksamasına ve hareketsiz kalmasına sebep olacağını söyleyenlere şöyle demek lazımdır:
Onlar, Allah'ın ağaç gibi bir şey olduğunu, böylece Allah'a bağlanan bir kişinin sınırlı, bağlı ve artık hareket kabiliyeti olmayan bir varlık olacağını zannediyorlar.
Egzistansiyalist efendiler! Allah sonsuz, uçsuz bucaksız bir gerçektir. Eğer insanı sınırlı bir uzayda, mesela yüz fersahlık[19] bir fezada hapsederseniz, bu insan için bir sınırlamadır, çünkü insan, "Benim katettiğim bu fezanın sonu sınırlıdır" der.
Ama eğer insanı sonsuz bir uzaya hapsederseniz, artık onu sınırlayamazsınız; sonsuz uzayda duraksama yoktur. Yâni ey insan! Bu sonsuzluğa hareket edersen yine kemaline doğru gidersin. Allah sonsuz olan tek varlıktır. Eğer insanların en mükemmeli olan, yâni Hatem-ül Enbiya (s.a.a), ebediyete kadar ileri gitse yine onun seyrinin sonu yoktur.
Allah, sonu olan bir varlık değildir, bu sonsuz alan yalnız insan içindir.
Salavat konusunda ulema arasındaki bir bahse dönelim. Bizim Hz. Peygambere gönderdiğimiz salavatın manası nedir? Allah'tan peygamberin üzerine rahmet ve hayır göndermesini taleb ediyoruz bunun ne etkisi vardır? Bazıları, peygamber insan-ı kamil olduğuna göre, onun için rahmet ve hayır dilemenin anlamı nedir? diyorlar. Bunlara cevap olarak şöyle söylemek lazımdır: Hz. Peygamber sürekli hareket halindedir ve bu hareket sonsuza kadar olsa bile, bu yolun sonu yoktur. Öyleyse Allah'ın zatına olan bağlılık, insanın "değişim"inin "değişim karşıtlığı"na dönüşme sebebi ve kaynağı olamaz.
AMAÇSAL KEMAL VE ARAÇSAL KEMAL
Bu egzistansiyalist efendilerin hata ettikleri başka bir konu da hedef ile vesile arasındadır. Hürriyet insan için bir kemaldir, ama bu özgürlük "amaçsal kemal" değil, "araçsal kemal"dir.
İnsanın hedefi hür olmak değildir, ama insanın kendi kemalatına erişinceye kadar hür olması lazımdır.
Hürriyet yâni bağımsızlık insan içindir, çünkü insan bütün varlıklar arasında yolunu kendi kendine seçmesi lazım gelen tek varlıktır. Hatta çok daha ince bir tabirle "insanın kendisini seçmesi" lazımdır.
Öyleyse insan, hürdür ve bağımsızdır, ama acaba hür olması "kemaline ulaştığını" mı gösterir yoksa "kendi kemalini seçmede bağımsız olduğunu" mu. Hürriyetle, insanın kemalatının en yüce makamlarına erişmesi mümkün olduğu gibi "aşağıların aşağısına" düşmesi de mümkündür.
Muhtar, yâni yuları kendi boynuna atılmış bir varlık. Ey insan! Sen bu tabiat aleminin erişkin tek varlığısın; diğer bütün oğullar erişkin değildir, onlar bakıma muhtaçtır, ancak sen erişkin ve hür bir varlıksın.
"Gerçekten biz, insana yol gösterdik; o ya şükredici ya da nankör olur."[20]
Biz sana yol gösteriyoruz, kendi yolunu senin seçmen lazımdır.
Hürriyet insanlığın kemalinin kendisi değildir, insanlığın kemalinin vesilesidir. Yâni eğer insan hür olmazsa, insanlığın kemalatını tahsil edemez. Çünkü bir gücün egemenliği altında olan bir varlık oraya erişemez. Öyleyse hürriyet "araçsal kemal"dir, "amaçsal kemal" değildir.
İsyan da böyledir. Bunlar buradan insanın hür olduğu için isyankar ve serkeş olabileceği sonucuna varmışlardır; yâni her türlü dayatma gücün karşısında durabilir ve onu inkar da edebilir. Sonra onlar, isyan ve baş kaldırmanın insanın kendisi için kemal olduğunu sandılar. Onlara göre hür insan, hiçbir şeye teslim olmayan ve her şeye baş kaldıran insandır.
İsyanın zati değer taşıdığına inandıkları için şöyle bir sonuç alınabilir: "Bu ekol hercümerci gerektirir."
Sartre bu töhmeti kendi okulundan uzak tutabilmek için çok çalışmış ama becerememiştir. İsyanın zati bir değere sahip olduğu okulda hercümercin olmaması mümkün değildir.
İslam okulunda "isyan mümkün"dür. Zaten insan için bir değerdir. Yâni insan itaat de edebilir, isyan da; yükselebildiği gibi, alçalabilir de. Acaba isyan etmeyen biri insandan üstün müdür? Hayır. O isyan edemiyor, etmiyor. İsyan ve itaat edebilme kabiliyeti insanda birbiriyle eşittir. İnsanın kemalinden sayılır. Başka varlıkların böyle bir kabiliyetleri olmadığı için sorumlu ve hür değildirler.
Evet, isyandan sonra Allah'a yönelme, insan için bir kemaldir. İsyandan dönmek, Hak Teala'nın esma-i hüsnasından -yâni "Gafur" ve "Bağışlayıcı" isminden- birinin tahakkuk etmesi, gerçekleşmesidir.
Eğer bir tövbe ve bir isyan olmasaydı bir gufran da olmayacaktı. O zaman, Allah'ın gufranı, bağışlaması olmayacaktı; bu, eğer isyan olmasaydı Allah "Gafur" olmayacaktı demek değildir.
İsyan küfür, tövbe de küfürden dönmektedir. Bu küfürden dönmekle Allah'ın gufranı ortaya çıkar.
Bir rivayette Allah'ın şöyle buyurduğu bildirilir: "Eğer yeryüzünde yarattığım insanlar isyan etmeseydi, tekrar isyan etsinler, tövbe etsinler de onları bağışlayayım diye yeni bir mevcudat yaratırdım." Öyleyse isyanın kendisi zati bir değer değildir.
Hürriyet, yâni engel olmaması, mecburiyetin olmaması, yolun başında hiçbir bağlılığın olmamasıdır. Öyleyse insanın hür olması kemal yolunda hareket edebileceğini gösterir, hür olmak kemale varmakla eşit ve anlamdaş değildir. Hürriyet kemalin başlangıcıdır, kendisi değildir. Bir yolu katetmesi gereken hür ve bağımsız yaratılmış bir varlığın yolunun üzerindeki bütün engelleri alınmış, hürriyet aşamasına gelmiştir ama hürriyet aşamasına erişmek, kemalin başlangıcına erişmektir; yâni kendi kemal yolunu kat edebilmesi için hürdür. Öyleyse bu okulun ilk hatası insanın hürriyetinin ve bağımsızlığının Allah'ın varlığıyla çeliştiğini sanmasıdır.
İkinci hatası iman ve Allah'a bağlılığın, herhangi bir eşyaya olan bağlılık gibi insanın değerlerini yitirmesine, hareketsiz kalmasına, duraksamasına ve donmasına sebep olacağını sanmasıdır. Bu okulun üçüncü hatası da hürriyeti insanın nihâi kemali olarak bilmesidir. Oysa aslında hürriyet, insanın "kemalinin başlangıcı"dır.
Acaba hürriyet kemal midir? Şüphesiz. Çünkü eğer hürriyet olmasa bir insanın kendi kemaline ulaşması mümkün değildir. Allah insanı, hürriyeti ve bağımsızlığı sayesinde kemale ulaşabilecek şekilde yaratmıştır. Kemal yolunu, insanın kendi ihtiyarıyla adım atarak geçmesinden başka türlü katetmesi mümkün değildir. Ama dayatma ve zorlama (hürriyetin yok edilmesi) ortaya çıkarsa, bu yol yürünmez.
İSLAMİ TABİRLERDE HÜRRİYET
İslami tabirlerde geçen hürriyet kavramına biraz değineceğim. İslam, hürriyet konusunun insanın insani değerlerinden biri olduğunu açıkça itiraf etmiştir. Ama yalnızca bir kişiye mahsus bir değer değildir. Hürriyet, yanlış tefsirler ve tabirlerdeki manalar da değildir. Hürriyetin gerçek anlamı, Nehc-ül Belağa'da Hz. Ali'nin, Malik Eşter'e yazdığı ayrıntılı mektuptan sonra gelen, -İmam Ali'nin (a.s) en ayrıntılı bu mektubu, İmam Hasan'a (a.s) vasiyetidir- mektuptadır.
O mektubun cümlelerinden biri şöyledir: "Kendi canını ve ruhunu, her türlü pis işten ve kötülükten aziz tut; her türlü alçaklık ve adilikten muhterem say."
"Kendi canını tut" demiyor, "aziz tut" diyor. Yâni alçaklığa ve adiliğe düşme, kendi zatının ihtiramını muhafaza et diyor.
Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kayıpların en büyüğü, kendini kaybetmektir."
Buradaki anlamın aynısını Hz. Ali başka bir tabirle şöyle buyuruyor.
"Oğlum kaybedeceğin veya satacağın her şeye bir değer biçmek mümkündür. Senin neyin varsa, onun, satıldığında karşılığını alacağın bir değeri vardır. Ama bir şeyin var ki onu satmaya kalksan bütün dünyada ona bir değer bulamazsın, o kendindir. Yâni bu canın, nefsin ve ruhundur; eğer ruhunu satarsan karşılığında sana dünyanın tamamını ve onda bulunanları verseler ona denk düşmez."
O'nun saygıdeğer oğlu İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Benim kendi ruhuma ve nefsime karşılık olacak yalnız bir şey var ki o da Allah'tır. Ruhu Allah'a satıp, Allah'ı alabilirsin ama nefse karşılık bütün varlıklar aleminin, melekler aleminin, dünya ve ahiretin hiçbir kıymeti yoktur."
Hz. Ali aynı mektubunda şöyle buyuruyor:
"Oğlum! Asla başkasının kulu olma, çünkü Allah seni bağımsız, hür yaratmıştır."
Size Nehc-ül Belağa'dan başka bir örnek arz ederek sözlerime son vereceğim. Hz. Ali (a.s) ibadetlere kıymet (bir çok hadiste bu tabir vardır) biçerken şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ibadet eden insanlar üç gruptur: Bazıları, Allah'a korktukları için ibadet ederler. Çünkü bir cehennem ve azap olduğunu işitmişlerdir. Allah'a kendilerini muazzep etmesin diye ibadet ederler. İşte bu, kölelerin ibadetidir.
Bunların vasıfları, sahiplerinden korktukları için bir iş yapan ve başka bir değeri bulunmayan kölelerin özellikleri gibidir.
Bazıları da cennete tamah ettikleri için Allah'a ibadet ederler. Çünkü Allah'ın "altlarından ırmaklar akan" cennetleri olduğu ve orada "canlarının çektiği cinsten kuş eti; ve iri kara gözlü eşler ki, sedefinde saklı inciler misali"[21] hurilerin olduğunu işittiklerinden: Ancak hatırlarına bir kuş eti veya zümrüt, inci, mercan ya da kara gözlü bir huri geldiği zaman bunlardan paylarını alabilmek için ibadet etmeye başlarlar. Bu ibadet de tacirlerin ibadetidir.
Ama bir başka grup vardır ki onlar Allah'a şükrederek ibadet ederler. İbadetlerinde ne cennet hevesi ne de cehennem korkusu vardır; yalnız ve yalnız Allah'ı görürler."
İnsanı insan eden, insani değerlerden biride onun "şükredici" olmasıdır. Onun vicdanı, Allah'a şükretmesi gerektiğine hükmeder; ve o da cennet ve cehennem olsun veya olmasın, ben Allah'a ibadet ederim, der.
Mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet eden Hz. Peygamber değil miydi? Ey Allah'ın Resulü (s.a.a)! Siz, "Allah'ın senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması"... olan bir varlıksınız, niçin bu kadar ibadet ediyorsunuz? diye sordukları zaman şöyle buyurdu:
"Acaba herkesin ibadeti Cehennem korkusundan veya Cennet hevesinden midir?! Acaba benim şükredici bir kul olmam gerekmez mi?"
Demek ki birinci grubun ibadeti, kölelerin ibadeti; ikincilerin ibadeti tacirlerin ibadeti; üçüncü grubun ibadeti ise hürr insanların ibadetidir.
Hz. Ali'nin (a.s) mantığına göre, hür ve bağımsız insanın cennet ve cehenneme bağlılığı yoktur. O, cennet ve cehennemden azadedir, ancak kendi Allah'ına bağlıdır.
Başlangıçta niyetim şimdiye kadar söylediklerimin hepsini bir oturumda yeniden hülasa etmek ve İslam'ın örnek insanını bir yerde göstermek idi. Ama bu okulların hepsini aynı anda anlatmış ve İslam'ın görüşünü açıklamış oldum.
Yine de şöyle özetleyebiliriz: İslam sadece bir değere odaklanmış bir mektep değildir. İslam'ın gözü her yeri görmektedir. Bu gün filozofların dediğini çok önceden İslam demiştir, ariflerin gördüğü şeyi İslam daha iyi görmüştür, sevgi ekolünün ortaya koyduğunu İslam daha güzel ve kapsamlı olarak beyan etmiştir, kudret ekolünün gözlemlediği şeyi, İslam daha iyi gözlemlemiştir, sosyalizm ve egzistansiyalizmin gördüğü şeyi, İslam daha net görmüştür. Aynı zamanda bu ekollere yöneltilen eleştirilerin hiç biri İslam'a yöneltilemez. Çünkü hiçbir zayıf noktası yoktur.
Mantık bize çok somut ve net bir şekilde İslam okulunun mükemmel ve kapsamlı olduğunu gösteriyor ve bütün bunlar, İslam'ın Allah tarafından bize gönderilmiş olduğunu ispatlıyor.
Burada bahsettiğimiz ve dünyanın en dahi insanlarının tesis ettiği okulların hepsinin, İslam okulu karşısında renk verdiği doğru değil mi? Hz. Peygamber ne kadar meşhur biriydi -Yâni meşhurlardan biri gibi ne okula gitti ne de yazı yazdı- ki bu sözleri kendi zihninden söyleyebilsin; kendinden daha güçlü, insanlardan daha güçlü bir kudretten ilham aldığı ortadadır, gerçekten de onun ilhamı Allah katındandır. Bu okul diğer bütün okulları geçmiştir. Böylece, diğer ekollerle mukayese edilerek, bu okulun değerinin açıklanmış olduğunu söyleyebiliriz.
Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.
(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur.)
www.kuranevi.org/?p=618
Kendisinin za
.
İBN. ARABÎ-DİNLERİN BİRLİĞİ ve İNSAN-I KÂMİL
İBN. ARABÎ-DİNLERİN BİRLİĞİ ve İNSAN-I KÂMİL
İbn Arabî’nin öğretisinin önemli özelliklerinden birisi de“Dinlerin Birliği” inancı ile ilgilidir. Ona göre farklı dinlerin oluşu sadece isimlerin ve şekillerin farklılığındandır. O’na göre Tanrı ve Kâinat bir olduğuna göre Firavun bile Allah’a ibadet etmiştir. Bu nedenle Firavun kâmil bir mümindir (!). Zira taptığı şey de varlığın yani Bir’in bir parçası olduğuna göre puta tapan bir kişi bile aslında Allah’a ibadet etmektedir (hâşâ). O bu düşünlerini manzum ifadelerle de dile getirir: “Her biçimi kuşatır kalbim: Ceylanlar için otlak ve Hıristiyan rahipler için bir manastırdır o, Ve putlara tapınak, hacıların kâbesi, Tevrat’ın levhaları ve Kur’an’ın sayfalarıdr aynı zamanda, Ben aşk dinine uyarım hangi yolu tutarsa Aşk’ın develeri, işte budur benim dinim ve inancım”. (Üç Müslüman Bilge,S. Hüseyin Nasr, s. 131)
Yaratılışı “tecelliler” şeklinde izah eder ki burada Plotinus’un “südûr” nazariyesinden ilham aldığı anlaşılmaktadır.Gördüğümüz farklılıklar, Allah’ın değişik kemâl derecelerinde tecelli etmesinden ibarettir. Allah’ın hakikati cansız maddelerde çok aşağı derecelerde tecelli etmiştir. O’nun en yüksek derecede tecellisi “insan-ı kâmil”dedir.İnsan-ı kâmil hakikatlerin hakikati veya Muhammed’in hakikatinin tezahür ettiği insan demektir. Daha açık ifadeyle Allah’ın onun şahsında tecelli ettiği insan demektir (!).
Hz. Muhammed son peygamber ama son velî değildir. Hakikatlerin hakikati peygamberin şahsında tecellisini bulmakla beraber bu tecelli sona ermez. Binaenaleyh insan-ı kâmilin yani en yüksek hakikatin tecelligâhı olarak başka bir insan da olabilir. Nitekim o, peygamberlerin vasfı olan“hâtem-i enbiyalık” gibi bir de “hâtem-i evliyalık” kavramı ortaya atmış ve bununla da kendi şahsını ima etmiştir. Kendisinin zamanın insan-ı kâmili olduğunu iddia eder. Zaten insanı kâmil her devirde sadece bir tane bulunur. Ona göre son veli iki sebepten dolayı son peygamberden daha üstündür(!): Birincisi bilgileri direkt Allah’tan almasıdır. Peygamber ise melek aracılığıyla alır. İkincisi ise onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır.
Meşhur bir hadise göre güya “Allah gizli bir hazine idi bilinmek için dünyayı yarattı”. Bu durumda O’nu bilenin bulunması gerekir. İşte insan-ı kâmil bu kimsedir. İnsanı kâmil olan kişi bu makamı kendi gayretleriyle elde etmiştir. Bu yüzden peygamberler bile insanı kâmilden yüce değildirler. Hakikatlerin hakikatinin veya Muhammed’in hakikatinin bizim bildiğimiz Hz. Muhammed’le olan bütün ilişkisi tarihin bir döneminde onun şahsında ortaya çıkmış olmasından ibarettir. Velîler de bu tecelliye mazhardırlar. Hatta velîler bu hususta Hz. Peygamberden üstündürler. Ancak Hz. Muhammed aynı zamanda bir velî olduğu için o herkesten üstündür.
Peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur:“Nübüvvet kerpiçlerden örülü bir duvara benzer. O duvar ki tümü tamamlanmış, geriye tek kerpiçlik bir boşluk kalmıştır, işte ben o boşluğu dolduracak kerpicim. Benden sonra ne nebi ne de resul vardır.” İbn Arabî ünlü “Fususu’l-Hikem” adlı eserinde “Aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten “hatemu’l-enbiya”yı temsil eden gümüş kerpici Allah Resulü’nün gördüğü halde “hatemü’l-evliya”yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini” söyler.“Hâlbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır” der. Eserinde nebilerin sonuncusu olan Resulü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusunu temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. (İbn Arabî, Fususu’l-Hikem I/63).
İşte tüm bu nedenlerden dolayıdır ki İbn Arabî sûfî çevrelerinde üstat sayılarak, sûfîlerce “şeyh-i ekber” adını alırken, Selefiyeci Müslümanlar ise “şeyh-i ekfer” olduğuna karar verdiler. Mesela, Tahavi Akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki: “Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, Allah Resulü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kâfir kim olabilir?”. (İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, 11/745). Ve şarih hızını alamayarak devam eder:“İbn Arabî ve emsallerinin küfrü ‘Allah’ın Resullerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz’ (6/124) diyen kimselerin küfründen daha da beterdir. İbn Arabî ve benzerleri cehennemin en dibinde olan Ittihadiyye (hulul) inancındaki münafık ve zındıklardır.” (İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, 11/745).
Buraya kadar sizlere “İlâhi aşk” felsefesinin Doğu, Batı ve İslam mistisizmindeki farklı yansımalarının oldukça kısa bir tarihçesini sunmaya çalıştım. Aslında “aşk”ın bir yaşam biçimi olmaktan da öte bizatihi hayatın kendisi olduğundan hareketle, aşkın öznesinin veya nesnesinin “kim” ya da “ne” olduğunun çok da fazla önemli olmadığı söylenebilir. Lâkin “aşk” olayını buraya kadar anlattıklarımda olduğu gibi, yaratılanın Yaratana ulaşma çabasından da öte, kendi varlığı ile O’nun varlığını özdeş hale getirmeye çalışması şeklindeki “İlâhi aşk”a indirgediğimizde, bu faaliyetin nihai anlamda bizi ulaştırdığı noktanın yaşadığımız hayatta hiç bir karşılığını bulamadığımı belirtmek isterim!
www.muhyiddinibnularabi.com › Fusûsu'l-Hikem › 1-Âdem Fassı
Bundan dolayı kendisinde insa
.
Değerli okuyucular; Burada yazılan bütün bilgiler “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât” yaşantısı içerisinde Efendimiz (s.a.v)’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in apaçık belirttiği zâhir hakîkatlerin doğru bir şekilde uygulanmasından ve yaşanmasından sonra ancak doğru bir şekilde yol gösterici olabilecektir. Bunların anlaşıldığı zannedilerek kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşülebilir. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. Zâhiri gözardı ederek bâtına geçmek nefse kolaylık vereceğinden herşeyden önce farzların ve sünnetlerin tatbîki şarttır.
Ve bu ecilden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü mühür hazîneleri muhafaza ettiği gibi, hálk ettiklerini onunla muhafaza edicidir. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onların açılmasına bir kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin muhafazasında onu halife yaptı. Bundan dolayı kendisinde insan-ı kâmil mevcût oldukça, âlem muhafaza olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, dünyâ hazînelerinden zâil olup kaldırılsa Hak Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan şey çıkar ve bazısına katılır. Ve iş âhirete nakledilir. Şu halde âhiret hazîneleri üzerine ebedî mühür ile mühürlendi(6).
Yâni insan-ı kâmil isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olduğundan dolayı Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” ismini verdi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur.
Çünkü kilitlerin üzerine konulan mühürmumunun üstüne basılan mühür ile hazîneler muhafaza edildiği gibi Hak Teâlâ da, kendisinin isimlerinin görünme yerleri olan hálk ettiklerini insan-ı kâmilin vücûdu ile muhafaza eder. Çünkü mevcût türlerin sûretlerinin devamlılığı, ulûhiyyet hazînelerinden, durmaksızın onlara ulaşan isimlere âit îtâlar ile olur. Eğer bu tecellîler kesilse, âlem sûretleri bir anda buz gibi eriyip mahvolur ve yok olur.
Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî “Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûretlerin kemâlât ve eserlerinin devamlılığına sebep olan ilâhi îtâlar ilk önce zamânın vâhidi olan insan-ı kâmilin kalp aynasına inip, daha sonra onun kalbinden âleme yansıma sûretiyle dağıtılır. Ve hakîki pâdişâhın izni olmadıkça, insan-ı kâmilin muhafaza ettiği hazînelerin sırlarına kimse vâkıf olamaz; ve ilâhi hazînelerin tasarrufuna kimse cesâret edemez.
Ve “illâ bi iznihi” deki zamîrin insan-ı kâmil’e dönük olması dahi mümkündür. Bu şekilde ma’nâ: “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin izni olmadıkça ilâhi îtâların kaynağı olan hazînelerde hiçbir kimse tasarrufa cesâret edemez, demek olur. Ve insan-ı kâmilin ilâhi hazînelerde tasarrufu asâleten değil, hilâfetendir. Çünkü Hak Teâlâ âlemin muhafazası husûsunda insan-ı kâmili halîfe yaptı. Bundan dolayı âlemde insan-ı kâmil mevcût oldukça, o âlem dâimâ muhafazada kalır.
Sen görmez misin ki, Zâhir isminin görünme yeri olan olan bu kesîf dünyâ âleminde Hakk’ın açığa çıkma ve açığa çıkarması ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü(isticlâsı), son derece kemâle geldikten sonra, insan-ı kâmilin vücûdu zâil ve onun vücûd mührü dünyâ hazînelerinden kaldırıldığı zaman, artık dünyâ hazînelerinde muhafaza edecek bir şey kalmaz.
Çünkü zâhir sûretler bozulup harâp olur. Ve Zâhir isminin hükümleri Bâtın isminin sahasına nakil olur. Ve kesîf dünyâ âleminde mevcût olan mâden ve hayvân ve insan ve cinn ve göklerde olan melekler âhiret âlemine ihrac olur ve âlemde toplanır. Nitekim Hak Teâlâ “Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve toplanma ise her bir şey hakkında geneldir. Bundan dolayı âlemden ihrac olan şeylerin bazısı bazısına katılır. Yâni parçalar kendi asıllarına katılmış olur.
Şu halde mâden ve bitki ve hayvân toprağa; ve insan ve cinn ise, kendilerinde üstün gelene göre, ateşe aît parçalar şeytandan ibâret olan ateşe, ve nûra aît parçalar da melekten ibâret olan nûra katılır. Daha sonra nûr insan-ı kâmile katılıp nûrânî âlemde onun mühürleme hakîkati açığa çıkar. Ve insan-ı kâmil görünme yeriyle açığa çıkma işi âhirete nakil olmakla, insan-ı kâmil nûruyla nûra âit âlemin hazînesinin; ve ateşiyle de ateşe âit âlemin hazînesinin, âhiret âlemi üzerine ebedî mühürleme ile mührü olur. Çünkü insan-ı kâmil melek ve şeytanı toplamıştır.
Şu kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez; belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin noksan insânda şeytan tasarruf eder. Onun için noksan insânda şeytânlık gâlip olunca âhirete naklinde şeytanın aslından olan ateşe katılır. Ve şeytan Celâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Celâli tecellîlerin mahalli ise cehennemdir. Ve Celâli tecellîler elemi gerektirir. Ve eğer nûrluk gâlip olursa âhirete naklinde meleğin aslı olan nûra katılır.
Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar:
Mesnevî:
Tercüme: “Diğer bir hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve nûr Cemâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Cemâli tecellîler mahalli ise cennettir. Ve Cemâli tecellîler lezzeti gerektirir. Ve ahîret oluşumunda bunların mahalli ayrı olduğu halde, dünyevî oluşumda bir aradadır. Bundan dolayı gerek mü’minlerin ve gerek kâfirlerin bu âlemde Cemâli ve Celâli tecellîlerden nasîbleri vardır.
İşte insan-ı kâmil, dünyâ hazînesi üzerine geçici mühür ile ve âhiret hazînesi üzerinde de ebedî mühür ile mühürlenir. Çünkü onun mühürlenmesi, oluşumun geçiciliğine ve ebediliğine tâbi’dir.
Fususu’l Hikem / Âdem Fassı
Muhiddin İbnü’l Arabi
Ahmed Avni Konuk Tercüme ve Şerhi
.
www.mehmetizzetaslin.com/?pnum=34&pt=insanı%20kamil
İNSAN-I KAMİL. ZİKRİ: AL
İNSAN-I KAMİL
ZİKRİ: ALLAH
ALEMİ: Tüm alemlerde gereği gibi hareket (tecelliye hakkıyla riayet etmek)
Kelime-i Tevhid: Lâ ilahe illallah muhammeden resulullah
Kelime-i Şehadet: Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu
Özel Tevhid Zikri: Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.
Özel Tevhid Zikri: HU HU ALLAH HU
İDRAK AYETİ: “ve ma erselnake illâ rahmetenlil âlemin (Enbiya/107)
Mealen: “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”
İDRAK AYETİ: “Kul innemâ yuhâ ileyye ennemâ ilahüküm ilahün vahid fehel entüm müslimün” (Enbiya/108)
Mealen: “De ki: Bana, sadece sizin ilahınızın yalnızca tek bir ilah olduğu vahiy edilmektedir. Hala boyun eğip teslim olmuyor musunuz?
İDRAK AYETİ: “Ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema” (Enfal/17)
Mealen: “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı”
İDRAK HADİSİ: “Men reani fekad reel Hakk”
Mealen:”Beni gören ancak Hakk’ı görmüş olur”
İDRAK AYETİ: “Lekad câeküm rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi mâ anittüm harisün aleyküm bilmümine rafun rahiym” (Tevbe/128)
Mealen: “Yemin olsunki size nefsinizden aziz bir resul geldi, sizin sıkılmanız onun zoruna gider, size çok düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli çok merhametlidir”
YAŞANTISI: Daha evvel Hakk’ta ve Hakk’la baki “bakabillah” hükmüyle yaşayan salike, bu mertebede yeni bir elbise giydirilip, tekrar beşeriyet alemine gönderilir.
Bu makamda Hz. Ali (kv): “esseyrü anillahi huve’s seyru bir rucu’i fi makami el farki vel cem’i littekmil vel irşad” buyurulmuştur. Yani seyri anillah (Allah’tan seyr) ahadiyet makamından vahidiyet makamına, irşad ve süluku tekmil için cem makamından fark makamına manen nüzul etmektir.
Dışı Şeriat-ı ve Sünneti Muhammedi-i, içi Hakikat-i Muhammedi ile bezenmiş olduğu halde halka çok yumuşak ve müşfik bir şekilde yaklaşıp bu özelliklerle davranmaktır.
İstidat ve kabiliyetleri olanları ellerinden tutup daha evvelce kendi geçtiği yolları takip ederek Hakk’ın huzuruna çıkarıp Miraç ettirmeye çalışır. Son derece geniş ihatası olan, tüm taayyün mertebelerini bünyesinde bulunduran bir mertebedir. Buradan sonra kişi kemal ehli olup, başkasına ihtiyacı kalmaz. Sözleri genellikle ilhamdır. İstidadı nispetinde son nefesine kadar mertebesini geliştirebilir. Bu mertebenin sonu yoktur.
En baştan başlayıp nefs-i emareden yola çıkan salik, nihayet epey uzun çalışma ve gayretlerden sonra Hakk’ın izni ve yol göstericisinin himmetiyle eğer bu mertebeye ulaşabilirse çok değerli bir iş yapmış olur, bu değeri madde aleminin maddi kıymetleri ile ölçmek imkansızdır.
“Çık aradan kalsın yaradan” sözleriyle belirtilmek istenen, izafi varlığının yukarıda gösterilen yollardan geçerek, ilahi hüviyete kavuşması neticesinde, zaten Hakk’ın olan varlığını, gerçek hali ile idrak edip bütün varlığında O’nun hareket ettiğini, O’nunla kendinden başka bir şey olmadığını anlayıp bu Hakkani hüviyeti, vasfı ile tekrar kesret alemine dönen kişi, deryaya ulaşan suyun, buhar haline gelip, bulut olup, tekrar yağmur haline gelmesine benzer.
O yağmur tanesi sağda solda kalmış yağmur damlaları ile birlikte bir dere oluşturur, dere nehre, nehir tekrar denize ulaşır. Bu böylece devam eder gider. Kim ki bu dönüşümü idrak eder, alemin sırrını çözmüş demektir.
İlahi hüviyet ve vasıflarla Zat aleminden beşeriyet alemine dönen ilk yüce insan “İnsan-ı Kamil” Muhammed Aleyhisselamdır. Alemlerde onun özel mertebesine ulaşmanın kimse için yolu yoktur. O’ndan veraset alan İnsan-ı kamillerden sonra bu mertebeye ulaşan kimseler ise Kamil İnsan’lardır.
İşte halk içinde bunları tanımak pek mümkün olmaz. Çünkü bütün vasıflarla birlikte olduklarından, belirli vasıfları yoktur. Bu kişileri ancak irfan yoluyla anlamak mümkün olur. Bu kişileri ancak irfan yoluyla anlamak mümkün olur. Kim ki bunları bulur ve uyar işte onlar, azim ve gayret ile zaman içerisinde o kervanda yol alarak menzillerine ulaşabilirler.
Bu mertebenin özelliği “Cem ül Cem” yani toplamların toplamıdır. Varlığında “efal” alemi, “esma”alemi, “sıfat” alemi ve “zat” alemi cem edilmiştir.
Dışı her ne kadar beşeri sureti görüntüsünde ise de; içi tamamen Hakk’ın tüm mertebelerini ihata etmiş bilinmez bir sır deryasıdır.
Hakk onda her mertebeden gerektiği gibi zuhur eder. O da her tecelliye hakkını vermiş olur. O, alemde Hakk’tan başka hiçbir şey müşahede edemez. Her müşahede ettiğinin ilahi hüviyetin kendi mertebesinden Allah ismi camisi ile isim ve sıfatlarının oluşturduğu izafi hüviyetlerden ve tümünün ilahi hüviyeti temsil ettiğinin idrakindedir.
Beyazıd-ı Bestaminin dediği “kırk sene varki halk beni kendileriyle ünsiyet eder zannediyor, halbuki ben Hakk ile ünsiyetteyim” sözü ve yaşantısı bu mertebenin halini pek güzel anlatır.
Bu mertebenin ehli “nasa akılları düzeyinde hitap ediniz” hadisi şerifinin hükmü ile, karşısına gelen kimse hangi akıl düzeyinde ise onun mertebesini bilir ve o kişiyi o mertebeden hitap eder. Eğer kabiliyetli görürse az daha üst mertebeden hitap ederek oraya doğru yükseltmeğe çalışır. Eğer kabiliyet ve gayret görmezse rengine boyar ve o kişiyi olduğu yerde bırakır.
Bu mertebenin ehilleri, “marifetullah” hükmüyle, Allah’ı, Kur’anı ve hadisleri her mertebede idrak eder ve her mertebenin hakkını vererek yaşar. Cami ismiyle toplayıcıdır. Bütün varlığa faydalı ve merhametlidir. O kişi şu ayetteki, “O kendiliğinden konuşmamaktadır, onun konuşması ancak kendisine bildirilen bir vahy iledir” (Necm/3-4) tecellisinin bereketi ile “Makam-ı Muhammed” den aldığı yansıma ve ilahi bir lütuf ile aşağıdaki güzellikler gerçekleşmektedir.
- İşte ancak bu sözler gerçek hedefi bulur.
- İlgili mahalde “Nuru Muhammediyye” yi parıldatmaya başlar.
- Ancak bu sözler kalplere şifa, gönüllere safa, ruhlara beka kazandırır.
- Ham meyveyi oldurur, ölmüşü diriltir.
- Dünya sarhoşunu ayıltır, ahiret sarhoşunu uyandırır.
- Uyuyanı uyandırır, atılı harekete geçirir.
- Yolcuyu menzile ulaştırır.
- Dargınları barıştırır, aşıkını maşukuna kavuşturur.
- Mahcubların perdesini açar.
- Ümitsizleri ümitlendirir.
- Cehli ilme dönüştürür.
- Pulu altın eder.
- Kulu sultan, sultanı insan eder.
- Sözleri pahası bulunmaz değerlerdir.
Bu kimseler ancak “Allah zikri” “Allah muhabbeti” ve “Allah sohbetiyle” huzur bulurlar.
İşte gerçekte sadece bunlar “abduhu” ve “resulühu” olarak yaşarlar.
Zira bu ehil kimseler;
“Bu anda mülk kimindir?” (Gafir/16) sorusuna muhatap olmuşlar ve Allah’ın kendi kendine cevabıyla “(Mülk) Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” (Gafir/16) cevabını idrakle nefislerinde yaşamışlar, tükenip, helak olup bitmişken, Cenab-ı Hakk kendi varlığından, hüviyetinden yeni varlık ve hayat verip “sıbgatullah” a yani “ilahi boya” ya boyamıştır. Böylece içinde ve dışında bulunan sıfatları değişir. Kur’anda şöyle buyrulur:
“O gün yer başka bir arz ile, semalarda başka semalar ile değişir. Vahid ve Kahhar sıfatıyla Allah meydana çıkar” (Hicr/48)
O kişiye ilahi hüviyetle Hakkani göz, Hakkani kulak ve Hakkani lisan verilir. O’nunla yokluktan varlığa, ayrılığa gelmiş, böylece bütün eşyada lisansız olarak sual-cevaba başlamıştır. Bu uyanıklık ile anlayışı ve bilişi tamdır. Bu hal sadece ilmel yakîn değil, onun üstünde aynel yakîn ve Hakkel yakîn halidir. Bu nedenle bilirki, ilham veren O, irşad eden O, hidayete erdiren O olur. Bu nedenle gerçek kul olup “abduhu” olurlar ve bu uyanıklık ile başkalarınada bu haberleri ulaştırmak için Hz. Resul’ün (sav) verasetiyle adeta “resuluhu” olurlar. Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi’den haber verirler. Bu ehil kişi peygamberler varisidir. Hakikat-i Muhammediye’ye vasıl olmuştur.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri buyururki; “Bir kemal sahibi “HU” dediğinde, dediği “O” kendisi olur ve izafi kişiliği, izafi hüviyeti tamamiyle ortadan kalkmış olur. Şunu anlarki, bu hal marifetullah sırrındandır, herkes bunu bilmez. Ehlullahdan hiçbir kimse bu hale işaret dahi etmemiştir… ya sırrı açma endişesinden, ya korkudan, yada tehlikeli olduğunu düşündüklerinden… Zira bu halde onu kulun lisanından söyleyen Allahu Tealadır! Buna gizli ifade denirki, manası söyleyende zahir, gayrıda ise gizlidir”
Bu halin hakikatini beyan için biraz daha açmak gerek.
Kemal sahibi “Hu” dediğinde, o anda kendi varlığını tamamiyle ifna eder…
Ölmeden önce öl” hadis-i şerifince varlığını yok etmiş olur ki, bu da ölüm demektir. Yani izafi hüviyetini ilahi hüviyete tamamiyle bağlamış, bütünleştirmiştir. Bu ise irade ile olur. İradi ölümdür. Zahiren ve batınen varlığından eser kalmayıp, başsız ve ayaksız, kimliksiz kendisini “Hu” deryasına bırakır. Böylece boğulup yok olur. Nam ve nişanı kalmaz. Bu devreden sonra kendisi “Hu” olur. Zuhura tüm esma ve sıfatları içeren “Allah” Zati ismiyle çıkar. “Hu” ile deryaya düşen ise deryanın aynı olur. Deryayı “Hu” dan maksat, deryayı “Vahidiyettir”. İlahi aşktır. Mutlak Vücud’tur. Nur deryasıdır. Birlik alemidir.
Hazreti Resulullah bizleri irşad için dualarında “Allah’ın beni nur eyle” derlerdi. Zaten nurdu ama bizlere öğretmek için böyle diyordu. Bilinmeli ki kendini “Hu” ya veren “NUR” olur. Arifibillah Zekiye Şamiye (ra) şöyle buyururlardı
Nefsinden kurtulur “Hu” olursun
Sıfatlarından kurtulur “NUR” olursun
Nefsin asli hakikatini idrak ile birimsel nefsinden kurtulup, onu ilahi hüviyetin vasıflarıyla donatmakla “Hu” ve “NUR” olursun buyurmuşlardır. İkisinde bir hakikatin farklı iki yüzüdür. “Hu” ile kastedilen “Allah’ın Zatı” dır. Cümle varlık Hakkın, “Ben” kelimesiyle kasdettiğim varlık dahi Hakkındır, diye idrak edip bütün varlığı kendide dahil olmak üzere Zat deryasına bırakır. “Hu” olup, “NUR” olup arınır temizlenirler.
“Hu” ismine devam edenlere bilmek gereklidir ki, “Hu” dan maksad ifade ettiği müsemmadır.
“Hu” dediği zaman ne isim, ne resim, ne zaman, ne mekan, nede nişan dahi kalmayıp; “Zatı Hu” da cümle varlığı ve haliyle kendini yok edip, abdin lisanından “Hu” diyeni “Hu” olarak bırakması gerekmektedir. Beyt:
Evvel ve ahir ne ki var Hu imiş
Batın ve zahir ne ki var HU imiş
Anlatılmak istenen mana hasıl olduktan sonra, “abd”, kul adı altında ister “Hu” desin, ister ”ben” desin, ister biz desin ister onlar desin mana hep aynıdır; murad O’nun Zatıdır.
“Hu” ya ilahi hüviyete ulaşan, ilahi hüviyetin temsilleri olan “Kur’an” ve “Hakikati Muhammedi” den, dolayısıyla Sünneti Muhammedi’dende haber vermiş olurlar. Zira Zatın abd’ı ve Zatın habercisi olmuş olurlar.
Akla gelen şudur ki, kul Hakkı “tekvin” etmiş olur. “Hu” dediği zamanda; sözde, halk tekvini gelir. Bunun hakikati şudur ki …”Hu” diyen kimse, eğer mürşid-i kamile yetişip kamil olmuş değilse, burada hata yapabilir. Yani salik, irfan yolcusu, mürşid-i kamil elinden aşk badesini içip, fenafillah hasıl olmamışsa “Hu” dediği zamanda, kendi zannı ve tasavvuru, itikadı ve takyidi üzere Hakkı tahayyül ve tasavvur eder, çünkü Zat-ı Mutlak’a ermemiştir. Böylecede kendi tasavvuruna göre Hakkı sınırlar ve kayd altına alır. Dolayısıyla “Hu” yu tekvin ve icad etmiş olur. Bundan sonrada kendi peydah etmiş olduğu halika ibadet etmiş olur. Gerçek Zat’a değil, Allah’a değil. Asıl kemal odur ki, kul “Hu” dediğinde tamamiyle varlığından soyunup, mahv olup fena bula, izafi benliği ilahi benlikle, hüviyette yokola. Sonra bir itikad, zan, kayd tahsisi ile kendini bağlamayıp, yönlerden hususi bir yön ile bağlamaya… ancak bunlardan sonra, mutlak rabbül erbaba bağlanmış olur ve ibadete başlar. Aksi halde, kendi zannında yaratmış olduğu mabuduna ibadet etmiş olur. O zaman Kur’andan şu ayetin sınırlarına girmiş olur: “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Casiye/23) Bunu çok iyi düşünmek gerekir.
Kamil insanlar kelime-i tevhidi her mertebede ve her mertebenin hakkını vererek söylerler, gerçek tevhid ehli bunlardır. Tevhidi tüm mertebelere yaymak için şu özel tevhidi vird edinirler.
“La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehûl mülkü lehûl hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir”
İlahi hüviyeti ile Allah’ın şeriki olmadığını ilan ederler. Tüm mülkünü, alemlerin ilahi hüviyeti ile tüm mertebelerden geçerek zuhura çıkarttığını ve bu nedenlerden dolayıda gerçek hamd edilecek başka bir varlık olmadığını ilan ederler. O öldürüp hayat verir. Kendi ilahi hüviyeti ile ezeli ve ebedi “hayy” olduğu, kendisi için ölümün söz konusu olmadığını ve ilahi hüviyetiyle Allah’ın her şeye kadir olduğunu idrak ederler.
Bu mertebeye gelen kişi Fatiha’nın yaşantısını en iyi şekilde idrak edendir. Fatiha’nın iki vechi vardır:
Bir kulluk “makam-ı abdiyyet”
Diğeri ilahlık “makam-ı uluhiyet”
İki yönünü birlikte idrak edip, analiz-sentez ile yaşama sokmak Kamil insana has bir oluşumdur.
Gerçek Hamd’ı ancak Hakk ve Hakk ehli yapar. Fatiha ümmeti Muhammed’e büyük bir lütuf ve hibedir.
“Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” hükmünün tecellisi risalet menbası Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek gönlünden o kişilere sirayet ettiğinden, işte o kişiler alemlere rahmet olurlar.
Allah’ın muradı, hem dünya hemde ahiret aleminde bu rahmetin tamam olmasıdır. Bu nedenle Peygamber Efendimiz’e alemlere rahmet olarak gönderildiği bildirildikten hemen sonraki ayette emredilerek;
“De ki: Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Hala (Müslüman) teslim olmayacak mısınız?” denilerek ilahi rahmetin, tek ilah olan Allah’a varlığını teslim etmesiyle gerçekleşeceğini vurgulamıştır.
Teslim olup Müslüman olarak ölmek, hem dünya, hemde ahiret rahmeti için gerçek dayanak olarak belirtilmiştir. İşte bu nedenle Peygamber Efendimiz: “La ilahe illallah benim kalemdir. Oraya giren kurtulur” buyurmuştur. Ayrıca Allah Zati kelamında “La ilahe illallah işte Ben O’yum” buyurarak bu gerçeği belirtmiştir.
İşte bu nedenlerle kamil insanlarda alemlere rahmet olurlar. Çünkü gönüllerinde “Hakikati Muhammedi” nin nuru, zahirlerinde de “Şeriat-ı Muahmmedi” nin şerefini taşırlar. Cenabı Hakk bunların sırrı ve hakikatleri cihetinden halkı aleme rahmet eder, fakat alem halkı bu rahmetin nerden geldiğini idrak edemezler.
İşte yukarıda kendi izafi hüviyetini ilahi hüviyete katıp, “Hu” ya eren ve “NUR” olup Allah’ın ahlakıyla, Kur’an ahlakıyla ahlaklanan kamil insandan her zuhura çıkan Allah’ın bir muradı olmuş olur. “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” ilahi hükmü bu kimselerin yaşantısını ne kadar güzel ne kadar açık olarak anlatmaktadır. “İzafi varlık ve hüviyetleri” iflas etmiş yerini “Hakk varlığı ve hüviyeti” istila etmiş, sırayet etmiş olan güzel inanlardan zuhura gelen her şey, Halık’ın bir fiili hükmüne dönüşmüştür.
İşte bu “Hakkani hüviyetiyle” kendisinde Zat, hem Zati hemde sıfati ve esmai tecellilerini zuhura getirip fiile döndürmektedir.
İşte bu nedenle Miraç’ta bu gerçeği idrak eden Peygamber Efendimiz “Beni gören Hakkı görmüş olur” gerçeğini ifade ederek bizlerede bu yolu açmış olmaktadır. Bu muazzam sırrı ifşa ederek ne büyük bir irfan hazinesi insanlığa hibe ettiği tartışılmaz.
Bu hakikatlerin bir zerresi insana ulaşırsa, o insan baştan aşağı sarsılır, çöker yere yığılır, yanar kül olur, savrulur.
Sonra tekrar zerreleri toplanır, yeni bir yapılanma ile kendine gelmeğe başlar ve gerçek Hakkani hali zuhur etmeğe başladığında kendini başka bir eda, başka bir safa, başka bir vefa, başka bir biçimde, başka bir manada, başka bir alem içre, başka bir yapıda bulur. Ve o yüce Peygamberden kendine ulaşan ilahi hüviyetinden gelen tecelli bereketiyle, “cübbemin içinde Hakk’tan başka bir şey yok” “her ne yana eğilsem, her şey ol yana eğilir” “bana bakan ancak Hakkı görmüş olur” ve benzeri sözleri demeye başlar.
Her ne kadar zahir ehli için bu sözler geçersiz isede, “Hakikat-i Muhammediye’ye ulaşmış kutlu kimseler için geçerlidir. Bu halleri ancak yaşayan bilir. Rivayet ve nakil bilgisi değildir. Müşahede ve Vehbi ilimdir.
Bu nedenle bu kişiler kelime-i tevhid’i ve kelime-i şehadeti tüm geçirdiği mertebelerin tüm bilgilerini müşahedeli olarak, büyük bir idrakle söylerler ve yaşarlar.
Şeriat-ı ve Sünnet-i Muhammediyye’yi temsil eden şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerini haklarını vererek müşahedeli bir biçimde yaşarlar. Bu nedenle kemal ehlidirler.
Bu mertebeye eren kişinin iki vechi (yönü) vardır. Biri halka diğeri Hakk’a bakar. Nerede, nasıl gerekiyorsa o vechiyle görünür. Halkı ve Hakkı bünyesinde cem etmiştir. O’nu tanımak ve anlamak cidden çok zordur.
Kamil insan tüm mertebeleri cem ettiğinden ve Hakk’ın zuhur mahalli olduğundan O’nda tüm tecelliler hakkıyla açığa çıkar. Tecelli-i Zat, Tecelli-i Sıfat, Tecelli-i Esma, Tecelli-i Efal kemaliyle O’nda zuhura çıkar.
Bu mertebenin başka bir özelliğide “Peygamberin ahlakıyla ahlaklanın” hadisi hükmüyle Resulullah’ın ahlakı ile bezenmiş olduğu halde yaşayışı, beşeri yaşamın icapları içerisinde Hakk’ın bir yaşam tarzıdır.
Kur’anı Kerim de O’nun ahlakı övülmüş ve “Ve Muhakkakki Sen pek büyük bir ahlak üzerindesin” (Kalem/4) buyurulmuştur.
Allah’ın ahlakı: Celal ve Cemal sıfatlarıyla her mertebede o mertebenin gereği olan adaleti yerine getirmektir
Hz. Peygamberin ahlakı ise daha ziyade belirgin olarak merhamet üzeredir. Müminlere karşı merhametlidir.
“Size nefsinizden peygamber gönderildi, müminlere çok düşkün, şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe/128)
Tevhid-i Zat mertebesi talim edildikten sonra, kişiye beşeriyet elbisesi giydirilerek “efal” yani beşeriyet alemine Hakkani vasıflarıyla gönderilir. İşte burada o kişi etrafına çok müşfik ve merhametli davranır. Bu da Hz. Peygamber’in bariz ahlakından o kişiye yansımasıdır. Nefsi arınıp temizlenmiş, peygamber ahlakını, Kur’an ahlakını yansıtacak düzeye gelmiş ve bu ahlak yaşanır hale gelmiştir.
Hz. Aişe (ra) validemiz Peygamberimizin ahlakı sorulduğunda “O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı” diye buyurmuştur. Meseleye bu yönlede baktığımızda Kur’an Zat olduğuna ve Zat bütün mertebeleri kuşattığına göre, demek ki aynı zamanda Efal, Esma, Sıfat, Zat ve İnsan-ı Kamil mertebelerinin gereği ne ise onu ortaya getirmesi Hz. Resulullah’ın geniş manadaki ahlakı olmaktadır. Zahirde Şeriat-ı Muhammedi batında Hakikati Muhammedi hükümleri geçerli olmuş olur. Bu zatlar dışta halk ile içte Hakk iledir. Halkın ve Hakkın hüviyetlerini yakinen bildiklerinden her mevcuda yerli yerince hakkını verirler. Bu kişileri tanımak zordur, gerçek irfan ehli, vasıl kimseler bunlardır.
Halkta Hakk’ı, Hakk’ta halkı müşahede ederler. Bir başka ifadeyle kesrette vahdet, vahdette kesret yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu en güzel şekilde yaşarlar. İlmi Zatta kesretin aynı vahdet, vahdetin aynı kesret olduğunu “Muhammedi Şuhud” ile bilirler. Daha evvelce “ehli sünnet vel cemaat” yolunu sadece şekil ve suret halinde zahirde yaşarken, bu defa “ehli sünnet vel cemaat” yolunu batını ile birlikte yaşarlar ki gerçek “İslamiyet” ve “Marifetullah” yaşamı budur.
Ahadiyet üzerine İzzet perdesi çekilmiştir. Bu perde ebediyen kalkmaz. Cenab-ı Hakkı ahadiyetinde kendinden gayrı gören yoktur. Çünkü hakayık, bu rüyete tahammül edemez. En mükemmel mahluk olan insan-ı kamil bile ahadiyet üzerine değil, vahidiyet üzerine mahluktur. Makam-ı ahadiyet, mutlak üzere olup gına makamıdır. Manayı ahadiyet insan-ı kamil hakkında sahih olmaz. İnsan-ı kamil vahid-i zamandır. İlahi hüviyeti vahidiyet üzerine taşır. Buna binaen kuvve-i vahdaniyet kuvve-i ahadiyete mukabil gelemez. Vahid dahi ahadiyete göre noksandır. Zira Ahadiyeti Zatı hüviyet için Zatiyyedir. Vahdaniyet ise Ahadiyet için bir isimdir. Bu nedenle ahad ile tenzihte gelmiştir. Ahadiyet mevcut üzere itlak olunmuştur. Bu itibarla ahadiyet tüm mevcudata saridir, sırayet etmiştir demektir. Ahadiyetin cem-i mevcudata sereyanı öyle bir şekilde vaki olmuştur ki, halk bunu tam manasıyla idrak edemez. Sadece Cenab-ı Hakkın dilediği kimseler bu sereyana agahtır. Bu özelliği ise Kur’anda: “Rabbin ancak kendisine ibadet edilmesini kaza eylemiştir” (İsra/23) ayetiyle bildirmiştir. Mabud olan sırr-ı matlubdurki sırrı ahadiyetten ibarettir. Özetle mabud olan Rabdır, Allahu Teala ise umumu camidir. Buna binaen Cenab-ı Hakk “Rabbine ibadette hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın”(Kehf/110) buyurmuştur. Çünkü ahad şirki kabul etmez. Ahad kendi Amâ mertebesinde daima baki ve zevalden münezzehtir. Gerçek tenzihte bu mertebeye racidir. Bu makamda tecelli ebediyen sahih olmaz. Onun için bu makamın hüviyeti daima örtülü ve mechuldür. Bu nedenle hüviyet gaybı adı verilmiştir. “Künhü zatını idrak edemedik” buyurulmasıda bu makam içindir.
İnsan-ı kamil; mutlak-mukayyet, cisim-ruh, mana-hakikat, zahir-batın, ilahi-kevni her şeye Zati bir beraberlik ile eşlik eden kimsedir. O her şeyle Zatı ile beraberdir. Herhangi bir şeye nispet olunan her durum, o şeyde taayyünü açısından onun vasfıdır. Taayyünsüzlüğü açısından ise, onun hiçbir hasebi, ismi, sıfatı, hükmü, nispeti, eseri ve teessürü yoktur.
Ne vakit abd, kendi nefsini Rabbinin huzurunda kendinden atar yani Hakka teslim ederse ve Rabbinin kapısı önünde fakr ve zillet ile olursa, varlığını teslim ederse o kimse şüphesiz merhumdur. Allah’a fakr ile teslim olan ise izzet ile kaimdir. Abd zillet izhar edecek olursa aslına rücu etmiş tekebbür eylerse kendi aslından çıkmış olur. Kendi aslından çıkan kimse nefsine zulmetmiş, kendini zahmete, yorgunluğa terk eylemiş olur.
İnsanın Hakkı tevhid etmesi üç kısımdır:
- Tevhid-i ilmidir.
- Tevhid-i halidir.
- Tevhidi-i ilmü ledünni hakikidir.
1-) İlmi evvel tevhid-i delildir. Bu tevhid avama, zahiri alimlere mahsustur.
2-) Tevhid-i halidir: Bu dahi Hakk Tealanın senin zatın olmaktan ibarettir. Yani sen “O” olmaktır. Sende sen olmak değildir. ”Attığın zaman sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) ayetinin sırrıyla tahakkuk eylemekten ibarettir.
3-) Tevhid-i halinden sonra olan ikinci ilimdir. Bunuda tevhid-i müşahede denilir. Bunun sırrı eşyayı ilahi vahdaniyetle müşahede eylemek “BİR” den başka bir şey görmemektir. “Vahdet-i şuhud” ve “Vahdet-i Vücud” ilmidir.
İnsan-ı kamil, ilahi suret yani ilahi isim ve sıfatlar üzerine mahluktur, taayyün suretidir; Zat isminin görünme yeridir. Cismaniyeti ve hakikati üzere “Allah” ismi camisinin mazharıdır, gölgesidir. Bundan dolayı İnsan-ı Kamil’den “Allah” toplayıcı isminin hükümleri ve eserleri açığa çıkar. İnsan-ı Kamil’in Hakk’a benzeyişinin sırrı budur. Bu benzerlik, Mutlak benzeyiş değil, kayıtlı bir benzeyiştir. Mutlak oluş, uluhiyeti Zatına mahsustur. Peygamber Efendimiz (sav); “Künhü Zatını idrak edemedik” diyerek bu özelliği de vurgulamıştır.
Hakiki İnsan-ı Kamil Peygamber Efendimiz (sav) dir. O, asaleten insanı kamil olup, varisleri vekaleten insanı kamildir. Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:
- Allahü Teala Adem’i Rahman sureti üzerine yarattı
Diğer bir hadisinde ise;
- Allahü Teala Adem’i kendi sureti üzerine yarattı.
Bunun oluşu şöyledir:
Alahü Teala diridir, Alimdir, güçlüdür, diler, işitir, görür, konuşur. İnsan dahi aynıdır. O da diridir, alimdir… Sonra; İnsan Yüce Allah’ın hüviyetini hüviyeti ile; benliğini benliği ile; Zatını zatı ile; külliyetini külliyeti ile şümuluni şümulu ile; hususiyetini hususiyeti ile karşılar.
İnsanı kamil, Zat’a bağlı ilahi isim ve sıfatları Hakk etmiştir. Onun bu Hakk edişi, asalet ve mülk yolu ile böyledir.
İnsan-ı Kamil’in Hakka karşı misali aynadır ki; Bir şahıs aynaya baktığı zaman, onda ancak kendi suretini görür, yoksa kendi suretini görmesi mümkün olmaz. “İnsan-ı Kamil” olmasaydı, Allah ismi aynasında kendi suretini görürdü. Zira Allah ismi kendisine bir aynadır. “İnsan-ı Kamil” dahi yüce Hakkın aynasıdır. Yüce Hakk dahi aynen İnsan-ı Kamil’in aynasıdır. Yüce Hak, kendi Zatına vacip kıldı ki; isimleri ve sıfatları ancak “İnsan-ı Kamil” de görüle.
“La ilahe illallah” fenayı, “Muhammeden Resulullah” bekayı oluşturur. Birlikte toplanıp, fena-bekabillahı tek bir noktada, Ahadiyeti Zatta toplar. Hüviyet gaybı olan bu nokta sırrı-Zatı oluşturur. Bu nedenle hüviyet gaybı, Mutlak Zat tam manasıyla idrak edilemez. Hz. Resulullah (sav) “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurarak bu mertebeyi belirtmiştir. Bu noktadan, Mutlak Zattan olan tecelliler “Allah” ismi camisi ile taayyün eder. Hüviyet gaybından, Zatı Nefsinden oluşan tüm izafi hüviyetler kendi mertebelerinde Allah ismi camisinin toplandığı ilahi isim terkiplerinden oluşur. “Hu Hu Allah Hu” zikri Tek Ve BİR Vücudda, hüviyette; Allah ismi ile zuhura çıkan isimleri ile müşahede edilir, idrak edilir. Bu tek vücud-hüviyet evveli, ahiri, zahiri ve batını tek bir “Zat noktası” nda toplar. Hüviyetler gaybden şehadete taayyün mertebelerinde zuhura çıkan Allah isminin, tüm ilahi isim ve sıfatların, şehadet edilmesinden ibarettir. İnsanı kamil, “Abduhu ve resuluhu” ünvanıyla en kemalli zuhurudur Hakkın. Bu nedenle Hz. Resul (sav) “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurmuştur.
Hz. resulün nefsini temsil eden hüviyeti Hakkın Zatı Nefsinden halkedilmiş olup, Zati hüviyetin aynasıdır. Bu nedenle “abduhu” ve “resuluhu” dur. “Hu” dan ibaret “Nur” deryasında hakikati ile “Allah” isminin, vücudu ile “Rahman” isminin mazharıdır.
Nübüvvetin batını velayetir ki “lâ ilahe illallah” tır. Nübüvvetin zahiri “muhammeden resulullah” tır. Bu ikisi cemul-cem mertebesinde birleşir. Ahadiyeti Zatın Mazharı Muhammedi ile açığa çıkışıdır. “La ilahe illallah” feyzi akdesten Ahadiyeti Zat kaynaklanır, kalbi işletir. “Muhammeden Resulullah” feyzi mukaddestir. Şeriat, tarikat feyzi mukaddes olup, zahirdir. Hakikat, marifet feyzi akdestir, batındır. Hakikati Muhammedi tüm bunları içeren hakikattir. Feyzi akdesten gelen tevhid, ilmi ledün, ilahi esrar ve marifetlerdir. Feyzi mukaddes Hakikati Muhammediden zuhura çıkan bu marifetlere ilişkin şeriati Muhammediyedir. Tüm bu hakikatlerin merkezi hakikat-i insaniyemiz olan nefs-i natıka olup, aslı bakidir.
İnsan-ı kamil Rabbülalemini “hüve” ile bilip ve onu ancak Allah’a raci kılıp vahdeti vücuda ulaşıp masiva görmezler. Sadece Hakkı müşahede ederler. Bu nedenle Hz. Ali (keremallahu vechehu) “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” buyurmuştur.
Her birimsel nefsin ilahi hüviyetten hissesini yansıttığını idrak eden arifibillah her nefse Hakk ettiği değeri ve Hakk ettiği kazanımları yerli yerince verir. Bu makamda Muhyiddin-i Arabi Hz. (ks) şöyle buyurmuştur. “Gönlüm bir ceylana mera, ruhbana manastır, mümine Kabe, ehline Kuran olmuştur”. Arifibillah “Allah” ismi camisinin varisi olarak, her nefse Allah isminin içindeki diğer ilahi isimleri sunmada son derece cömerttir. Bu nedenle “alemlere rahmet” olmaktadır.
Allah lafzının sonunda ki “he” yani “Hu” nun “hüviyeti mutlaka” olduğunu ve kendi hüviyetlerinin bü hüviyetin kendi mertebelerinde izafi ve itibari hüviyetler olduğunun idrakine vararak, kelime-i tevhidi ve kelime-i şehadeti müşahedeli ve kemal özelliklerle zikrederler.
Bu mertebenin sahipleri, “Hüviyet-i Mutlaka” dan buldukları kendi gerçek hüviyetleri ile yaşarlar, diğerleri gibi zanni ve hayali hüviyetleri ile değil.
Kendilerine verilen bir Hakkani elbise ile halkın arasına Hakk ile dönerek bulundukları yerde “mertebe-i Muhammediye” nin temsilcileri olurlar.
İnsan-ı Kamil mertebesi, Mutlak Vücud’un en son tecellisi ve mazharlarda zuhuru bakımından en son libasıdır (örtüsüdür).
Şehadet aleminden ibaret olan cismani, “Misal” ve melekler aleminden ibaret olan nurani alemleri, “Ruhlar aleminden” ibaret olan ruhani “İlim alemi” nden ibaret olan “ilm-i ilahi”, “ayan-ı sabite” ve “vahdet” mertebelerini “izafi yokluk ve zulmet” mertebelerini dahi kendinde toplayan bir mertebedir.
Mutlak Vücud, bütün ilahi sıfat ve isimleri ile şehadet alemi her ne kadar ilahi isimlerin hüküm ve eserlerinin zuhuruna müsait bir “ayna” gibi isede, tam cilalı ve parlak bir ayna değildir. Adem’in yaratılması, zuhuru ile alem, cilalı ve parlak bir ayna durumuna gelmiştir.
Alemin özü olan ve kendinden önceki mertebeleri kendinde toplayan Adem de Hakk, kendi suretini yani sıfat ve isimlerini en mükemmel şekilde müşahede eder. Fakat bu müşahede, uzaktan ve kendi vücudunun dışında bulunan bir şeye bakış gibi düşünülmemelidir.
Zira bütün mertebeler Mutlak Vücud’un ilahi hüviyetiyle her mevcudun izafi hüviyete bürünmesinden başka bir şey değildir. Her bir mertebede tecelli eden ve zuhur eden de bu Vücuddur, ilahi hüviyettir. Bunu idrak ettiğinde Hz. Ali (kv) Efendimizin bir kuyuya giderek, içine “Hu” diye ses verdiği, kuyununda bu sesin yankısıyla tüm alemlere “Hu” sesini yaydığı rivayet edilir. Ayrıca Hz. Ali (kv) Efendimiz: “Ya Hu, Ya men Hu, Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu” zikri ile dua etmiştir. Bunun nedenini soranlara bu zikri ism-i azam olduğunu ifade etmiştir.
Yukarıda bahsedilen müşahede Hakk’ın bütün zerrelerde zatı ile zuhur ve huzuru ile vuku bulan “zevki” ve “vicdani” bir müşahededir.
Allah her zerrede, Zatıyla kaim, Vücuduyla mevcut, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum ve tecelli, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud ve batını ile sırdır.
İnsan-ı Kamil bütün ilahi isimlerden ibaret olan “ilahi sureti-hüviyeti” kabüle müsait taayyüne sahiptir. “İlahi emanet” i taşımaya ehil olarak yaratılmıştır, zuhura getirilmiştir. Kendisinde ilahi sıfat ve isimlerin hükümleri fiilen zahir olur. Diğer insanlardan ise, bu ilahi sıfatların hükümleri kısmen zahir olur.
Allah’ın şehadet alemindeki tecellisi, sıfatları, isimleri ve fiilleri iledir.
İnsan-ı Kamil bütün alemlerin hülasası olduğu için O’nda “Zati tecelli” ile beraber, sıfatlar, isimler ve fiillerin tecellileri toplanmıştır.
İnsan-ı Kamil mertebesindeki kemal ve zuhur diğer mertebelerde müşahede edilmez. Her mertebede mertebenin istidat, kabiliyet ve özellikleri kadar müşahede edilir.
Varlıkların her biri “ilahi nur” un aynası olmakla beraber, “cihanı gösteren kadeh ve alemi gösteren ayna” “Adem” yani insan-ı kamildir. Onda ilahi sıfatların nurları tamamiyle zahir olmuştur. Nur, kendi cemal ve celalini “İnsan-ı Kamil” de görmüştür.
İnsan-ı Kamil’e yukarıda zikredilenlerden başka daha birçok isim verilmiştir. O’na “Zıll-i ilah (İlah’ın gölgesi)”, “Zıll-i memdud (yayılmış gölge)” ve “zıllullah (Allah’ın gölgesi)” isimleride verilmiştir.
Hz. Mevlana (ks) mesnevisinde “Tanrı’ya kul olan hakikatte Tanrı gölgesidir. O, bu alemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir” diyerek, Tanrı gölgesi (Saye-i Yezdan) tabirini “kul” hakkında kullanmıştır ki, İnsan-ı Kamil ile aynı manadadır.
Nefs, Şehadet aleminden Zata doğru manevi uruç (yükseliş) suretiyle aslına ve menşeine dönmüş olur. İnsan bu mertebeleri ve bunların birbirlerine nispetle durumlarını müşahe eder ve bilir. Nefs-i Natıka aracılığı ile insan şu ilme ulaşır:
Şehadet aleminde algılanan her bir mevcud, “misal” ve “hayal” mertebesinde mevcud olan latif bir varlığın suretidir;
Bunlar ise;
“misal” ve “hayal” “nur alemi” nin suretidir. ”nurlar” ise “ruh alemi” nin suretidir; “ruhlar” ise “ayan-ı sabite” suretleridir; “ayan-ı sabite” ise “ilmi ilahi” suretleridir; “İlmi ilahi” ise “genel vücud tecellisi” olan nefesi rahman ile vücud bulan İlmi Zatta mevcudların vücud bulmasıdır.
İnsan-ı kamilin hüviyetinde tüm bu mertebeler cem edilmiştir.
Böylece irfan yolcusu salik, nefsinde cümle esma-i ilahiyenin eser ve hükümleri zuhur ettiğinde, o hakikatiyle Hakk, suret ve zahiriyle halk olur.
Kendisinde Hakk’ın bütün mertebelerinin ahkamı toplanmış olduğundan o sureti ilahiyye üzere bütün halka Rahman olmuş olur. Zira İnsan-ı Kamil zahiri ve batını ile halka rahmettir.
Muhiyiddin-i Arabi bu makamda; Kalbim her surete bürünür oldu. Bir ceylan mera, bir ruhbana manastır, putlara ev, tavaf edene Kabe, Kur’anın bir mushafı oldu”buyurmuştur.
Ayrıca Arifi Rabbani Hz. Ali (kv) “Devan sendedir bilmezsin. Hastalığın sendendir görmezsin. Kendini küçük bir cürüm zannedersin. Senin içinde büyük bir alem gizlidir. Sen harfleriyle gizli olanın ortaya çıktığı kitab-ı mübinsin” buyurmuşlardır.
Fatiha’yı şerif bu mertebenin suresi olup, Kur’anın özetini temsil eder. Fatihayı şerifin iki yönü vardır.
- Makam-ı abdiyet
- Makam-ı uluhiyet
Bu iki yönünü birleştirip, tevhid ederek yaşama adapte etmek Kamil insana mahsus bir özelliktir. Fatiha’nın çok değerli tefsirleri vardır. Hatta Hz. Ali (kv) Efendimiz: “Fatiha’dan yetmiş deve yükü kitap yazardım” buyurarak, Fatiha’nın esrarından bahsetmişlerdir. Biz sadece konumuz olan tevhid açısından bu iki yönü birleştiren önemli bir husus üzerinde kısaca duracağız.
“Bismillahirrahmanirrahim” in “B” sinin altındaki nokta, hüviyet gaybını, hüviyet-i mutlakayı temsil etmektedir. “B” harfinden sonra, ilahi Zat Allah ismi ile Uluhiyeti Zat mertebesine tenezzül ederek uluhiyetini ilan etmektedir. Allah ismi bilindiği üzere tüm ilahi isim ve sıfatlar bir mertebe daha tenezzül ederek zuhura çıkmaya başlamıştır. Rahim mertebesinde ise efal aleminde bu isim ve sıfatlar yürürlüğe girmektedirler. İsim ve sıfatların faaliyete geçmesi, alemlerin zuhura çıkması demektir. Alemlerin zuhurunu Allah Rab ismi ile Zatına bağlamış. Zatı ve alemlerini yani isim ve sıfatlarını “Elhamdülillahirrabbilalemiyn” ayetiyle bir bütünlüğe kavuşturmuş ve tevhid edip Zatında toplamıştır. Bu nedenle, Zatı, isim ve sıfatları ile “Hamd” Allah’a mahsustur. Alemlerde Kendisinden başka bir şey olmadığı için, tek hamd edilecek, hamda layık O vardır. Başka bir şey yoktur ki hamd edilsin.
“Elhamdülillahirrabbilalemiyn” ile Zatını ve alemleri bir potada birleştiren Allah, tekrar Rahman mertebesinde isim ve sıfatlarını yürürlüğe koymuş, Rahim mertebesinde de faaliyete geçirmiştir. Bu Zatının “Errahmanirrahim” ayetiyle anlatılmaktadır. İlahi isim ve sıfatlarının faaliyete geçmesiyle, tüm alemlerde; her mertebede, her an kendi emri olan “din” in hükümlerini yürürlüğe sokmaktadır. Bu nedenle her gün, her an dinin maliki ve hükümranıdır, tek sahibidir. Bu özelliğine “Maliki yevmiddin” ayetiyle açıklamıştır. Mademki Dinin ve alemlerin tek ve bir sahibi olan Allah’tır. Tüm mevcudlar ve mevcudları oluşturup, onları kapsayan ilahi isim ve sıfatlar Allah’ın Zatına dönerek, asıllarına rücu ederek, yalnız Zatına kulluk ettiklerini ve Zatından yardım dilediklerini ikrar etmek zorunda kalmaktadırlar. Varlıklarının devamı bunlara bağlıdır. Bunu ise “İyya kenabudu ve iyye kenestain”ayetiyle Zata sunarlar. Zatla, isim ve sıfatlarının ortak olarak tevhid edildiği mertebedir. Sonra mevcudlar, ve onları oluşturup kapsayan isim ve sıfatlar Zatından isteklerini dile getirmektedirler. Bunlarda Sıratı müstekimde olan bir hidayet “İhdinassıratel müstakim”ve nimet verdiklerinin yoluna “Sıratellezine enamte aleyhim” gazaba ve dalalete uğramışların yoluna değil.”Gayril mağdubi aleyhim veladdâlliyn” denilerek isim ve sıfatlar dolayısıyla mevcutlar taleplerini dile getirmektedirler. AMİN
İşte alemlerde Zatından ve O’nun bağıntılarından olan isim ve sıfatlarından başka bir şey yoktur. Kişi Fatiha’yı bu bilinçle okuyarak ”Vahdette kesret ile Kesrette vahdeti” müşahede eder. Fatiha’sı bir tevhid bayrağı açmış olur. Bununda özü “La ilahe illallah muhammeden resulullah” tır.
Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav): “Fatihasız namaz olmaz” buyurmuşlardır. Zira namaz (salat) bir tevhid eylemidir. Namazdaki Fatiha, kısaca belirttiğimiz bu hususiyetleri ile ilahi hüviyeti bize sunmakta ve “Vahdette kesret-Kesrette vahdet” özellikleri ile uluhiyeti bize en güzel şekilde özetlemektedir. Namazda ahadiyeti-i Zata yani Kabe’ye yönelen kişinin Fatiha dahil bütün okuduğu sure ve dualar O’nun tevhidini bize anlatmaktadır. Nefs-i natıka bu tevhid ile aslı olan Allah’ın nuru ve Kur’anın sırrı makamına erişmektedir. İşte namaz nefsi aslına ulaştıran, bütün ibadetler içinde bulunduran bir ibadettir. Bu nedenlerle “namaz müminin miracıdır” buyurulmuştur. Zira nefs-i natıka bu tevhid eylemiyle, her namazda miraç yoluna çıkmakta, Allah ile kendi kelamı olan Kur’an aracılığı ile sohbet etmektedir. “Ne var alemde o var Adem’de” tasavvuf kuralı gereğince önce kendi varlığında, sonrada alemlerde bu okuduğu Kur’anla bütünleşmekte, böylece hem kendi varlığına hemde alemlere zekatını manen ödemektedir. Namaz kılan hangi mertebede ise, alt mertebelerde olanlara zekatını manen sunmaktadır. Tüm bu mertebelerde kendi nefside dahil tevhidi ilan etmektedir. Bunu bu idrakle yapanlar ise kamil insanlardır. İşte bu özellikleri ile de halka ve alemlere rahmettirler. Tabidir ki Fatiha’nın çok açıklamaları vardır. Hepsi güzeldir ve yerli yerindedir. Biz özetle Fatiha’ya tevhid açısından bakmak istedik. Kamil insanların “Salatün daimun”hükmünce daim namaz halinde oldukları göz önünde bulundurulacak olursa, tüm yaşamlarının “Fatiha” yani “Kur’an” yaşamı olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.
İslam içinde, şeriat-ı Muhammedi bünyesinde şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebeleri bulunur. Her mertebe kendi gerçeğinde haktır, gerçektir. Ancak en kemalli hali tüm bunları insanın nefsinde cem etmesi; cem-ül cem ve Ahadiyetül Cem mertebesinden yani zirveden bir bakışla şeriat-ı Muhammediyi sırrı ve batını olan Hakikati Muhammedi ile birlikte yaşamak ve hal haline getirmektir. Bunuda özetleyecek olursak;
“BİL, BUL, UY; YAŞA, OL, OLDUR” sözünü hayata geçirmek, bu hal ile yaşamaktır.
Allah’ın bu yaşamı hal edinmek isteyenlere, gayret gösterenlere yardımcı olmasını, eksiklerini ilim ve ilham ile tamamlamasını ve hale yansıtmayı kolaylaştırmasını niyaz ederim. AMİN
Rabbi yessir ve lâ tuassir Rabbi temim bil hayr.
Rabbena atina fiddünya haseneten vefil ahireti haseneten ve kına azabennar. AMİN
Mevlana Celaleddin-i Hadi
(20.04.2013)
HAKİKAT-İ AMENTÜ ESRARI
Amentü bihi: elhamdü lillâhi ellezi, amentü bilhüviyetil mutlakati vegaybilgubi ve hakayiğil hakkiyeti ve noktayi latayyün ve noktayı sırrı künhizatiye. Bu sırlara gayben ve ilmen iman ettim bilvahtedil vücudiye. Amentü billahi: elhamdü lillâhillezi biuluhiyeti mutlakati ve kesretil esmaiye ve muhitatizzatiye. Bu sırlara enfusuafakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvahdetil vücudiye veş şuhudiye. Ve melaiketihi: Suphanellezi amentü bimelaiketihi elletihiye kuva-ül ulviye ve sultanil hakkiye ve kuvaüssuvariye likesretil esmaiye ve kuveüssufliye limuhıtatuzzatiye. Bu sırlara enfüsü afakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvahdetil vücudiye veşşuhudiye. Vekütübihi: Suphanellezi amentü bikütübihilleti hiye kelimatil ulviye ve sultanül hakkiye ve kelimatil nuriye lisaltanatil halkiye ve
kelimatussuriye likesretil esmaiye ve kelimatussufliye elmuhitetuzzatiye. Verüsilihi: Suphanellezi amentü birüsülihi elleti biyeyüpasümelebisühü bilibasi envarîssıfatiye ve envarilsemaiye yedunennase fiasrihi, minhükmül mudilliilâhükmil hadi biemrillahi tealâ resulüne el Mustafa ve seyyidülembiya vehâtemil embiyai yübasü melabisen bilibasi sultanil hakkiye velibasî kesretil esmaiye ve bilibasi muhitatizzatiye rahmeten lilalemin yedussakaleyn minhökmülmudilli ilâhökmül hadi bilemrilahitaala veyerelaşikine velarifine fimirati kalbihi eluluhiyeti mutlaka. Bu sırlara enfüsü afakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvehdetil vücudiye ve şuhudiye. Ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahitealâ: Suphanellezi amentü kazai velkaderi velkazaü hükmün ilmiyyün filezel elleti elayanis sabiteti maşemmet rayhatel vücudi, el ilmü tabiun lilmalum Velmalümü hakikata enfasina. Bu sırlara gaybenilmen iman ettim bilvahdetil vücudiye içmalen ve tafsilen. Kale rabbüna: elestü birabbiküm nahnü kulna; bela ya Rabbena yani matatlubü minna saîden evşakiyyen ünasen evzükuren evganiyen ev fakiren halkan evhulkan bilisanirruhi fimakamil ferdiyeti yatlubü enfüsüna bihasebil istida dıvel gabiliyeti Bu sırlara ensüfü afakta aynel yakîn ve hakkel yakîn iman ettim bilvahdetil vücudiye ve şuhudiye.
Hacı Bekir Sıdkı Visali Halıcıoğlu (ks)
EMANETULLAH MAZHARINDAN KELİME-İ TEVHİD KASİDESİ
Kur’an-ı Kerim’de buyurdu Lâ ilâhe illellah
Fa'lem ennehu Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Otuz üç yerinde cehri Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Âlemlerin bidayeti menşei Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hazreti hamsin devvari Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İman-ı kâmil: ilk nefesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Cennet-i âlâ anahtarı: Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kalblerin ilk kapıcısı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kâinat kapısı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Mir'at-ı Muhammed nurundan Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Cemâlullah zatın bul Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Emaneti ile mazharı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kalu belâ tasdiki: Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Telkin-i esrarı mebde-i Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Venefehtu fihimin ruhi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İlmullah hazinesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İradullah zuhuru Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kudretullah tasarruf i Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hakikati esma merkezi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hakikat-ı eşya ezkeri Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Bütün âlemler tevhidi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Melekler raksa girdi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Enbiya Evliya kelamı Lâ ilâhe illelah Muhammedün Resûlullah
Mürşidler telkini zatı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Ey Ruhi sen dahi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İhvanlarla her nefesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Mafevkinden aldığı üzere Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Her an oku vuslatı bul Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hz. Mehmet Ruhi Akhan (ks)
Bismîllahirrahmanirrahîm
Bir vücuddur cümle eşya ayn-ı eşyadır Huda
Hep hüviyyetdir görünen yok Hudadan mâ-ada
Lîk vardır ol vücudun zâhiri vü bâtını
Pes bu hey’etle olur ol evvel ü âhır ana
İtibarîdir vücuda evvel ü âhır demek
Bir ahaddır ol ayın kim ibtida-vü-intiha
Evvel âhır farz edersen böyledir bu yoksa ki
İbtidasız intihasız böyledir bu sır şehâ
Ayn olan şeyde ne mümkin evvel ü âhır demek
Şâhid-i kâfi kelâm-ı Hakdaki lafz u edâ
Bir vücudun bâtınıdır ol kadîm-î ruh-u Hak
Hep tecelli-i Hudadır hâdis olan zâhirâ
Bâtın-ı âlem teneffüs etmek ister zâhirâ
Müstetir olan hakayık ta ki ola âşinâ
Cân-ı âlemden takaza kopdu zâtı aşkına
Ekmel-i sûretde geydi hüsnünü seyr ede tâ
Lâ-cerem düşdü sefer bu iktiza olan tamâm
(Kenz-i Mahfi) feth olup mekşuf ola sırr-ı âmâ
Geldik imdi zât-ı Hakk kim bâtın-ı âlemdurur
(Kenz-i Mahfi) sini seyret gör nice eyler küşâ
Hz. Sunullah Gaybi Baba (ks)
İster isen bulasın cânânı sen
İster isen bulasın cânânı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir'atında gözle anı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Her sıfât kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
İrişince zâtına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul
Kenz-i mahfî âşikâr hep sendedir
Yaz u kış leyl ü nehâr hep sendedir
İki âlemde ne var hep sendedir
Gayre bakma sende iste sende bul
"Men aref" sırrına ir ko gafleti
Gör ne remz eyler bu insân sûreti
Haşr ü neşr ile tamu'yu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul
Haşr-i sûrî hâlin inkâr eyleme
Gülşen iken yerini nâr eyleme
Enfüs ü âfâkı bil âr eyleme
Gayre bakma sende iste sende bul
Zât-ı Hakk'ı anla zâtındır senin
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin
Sen seni bilmek necâtındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul
Sûreti terk eyle mânâ bulagör
Ko sıfâtı bahr-i zâta dalagör
Ey Niyâzî şark u garba dolagör
Gayre bakma sende iste sende bul
..
www.mevlanavakfi.co
.
Kamil İnsan - Şemsettin KESER
Hazret-i Pîr'in kıyamete kadar değeri düşmeyecek eseri Mesnevi-i Şerif'i "Dinle Neyden" diye başlar. "Ney'"den murad kâmil insandır. Kâmil insan her yönüyle örnek insan demektir. Hak yolunda yürüyen insanları dört kısma ayırırlar. Birinci kısım; mahcub (perdeli) insanlardır ki bunlar yaratıcının zatını bilemezler. Sıfatlarının zuhuru olan eserlere bakarak Allah (c. c.) hakkında bilgi edinebilirler. İkinci kısım insanlar "arif" tabir edilen insanlardır. Bunlar sıfatı zatıyla kaim ve zatı, sıfatı ile zahir müşahede ederler. Üçüncü kısım insanlar "müstağrak" denilen insanlardır. Bunlar Allah'ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Birlik makamında mahvü müstağraktır. Dördüncü kısım insanlar "Kâmil insanlar" dır. Sıfatları zatı ile ve zatı sıfatları ile görürler.
Ney (Kâmil insan-Veliler-Şeyh) dinin özüdür. Bunlar Peygamber varisleri olup, dinimizle alakalı hakikatleri bu insanların dükkanlarında bulabiliriz. Peygamberlik (Nübüvvet) Efendimiz (s.a.v.) ile sona erdi ve dinî kurallar (şeriat) en mükemmel surette kitap halinde belirlendi. Hak tealanın ilmi sadece Kur'an-ı kerim değildir. Çünkü "denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa Allah (c.c.)'ın ilmini yazmakla bitiremez denmektedir. Kur'an-ı Kerim birkaç şişe mürekkeple yazıp bitirilebilir. O halde Hakk'ın ilmini sadece Kur'an ile sınırlandırmak doğru değildir. Musa (a.s.) azim Peygamber iken Hızır (a.s.)'ın yaptığı işlerin hikmetine vakıf olamamıştır. Bu hadise Hz. Musa için eksiklik veya Hızır (a.s.) için üstünlük şeklinde telakki edilmemelidir. Cenab-ı Hakk (c.c.) insanları uyarmak, bilgilendirmek amacıyla sürekli Peygamberler göndermiştir. Peygamber kimdir? İnsan cinsinden bir varlıktır. Ancak özel olarak yetiştirilmiştir. Peygamber makamına varis olan veliler ve Şeyh Efendiler de özel olarak hazırlanmış insanlardır. Bu noktada şu kelam-ı kibar söylenebilir: "Muhammed (s.a.v.) de bir beşerdir. Ama diğer beşerler gibi değil. Belki O, taşlar arasında yakut (elmas) taşı gibidir." Değerli olan (elmas-yakut vs.) gibi maddelere de "taş" derler. Değersiz olan çakıllara vs. de "taş" tabir ederler. Söylenişte ikisini de aynı kelimede ifade ederler ama kıymette hiç aynı olur mu? Olmaz.
Hz. Mevlâna "Allah adamı" diye tabir edeceğimiz mürşidi- şeyhi kâmil insanı anlatırken, insanların yanılgıya düşmemeleri için örnekler verir. "Şîr" Arapça'da iki manaya gelir. Aslan ve Süt. Yazıda aynı olan bu iki şey manada aynı mıdır? Değil. Aynı çiçekten beslenen iki cins arı aynı gıdayı alırlar ama biri bu gıdayı bal haline getirir diğeri ise zehir. Aynı bataklıktan beslenen iki cins kamış, büyüyünce birisi şeker kamışı olur diğerinin içi boş kalır. * Bu nedenle veliler ile diğer insanlar aynı değildir. Aynı gören göz şaşıdır. Gerçeği göremez. Peki mademki Allah adamları farklıdır, niçin insan cinsinden gelmiştir? Sorusunu cahiliye arapları da sormuştur. Cenab-ı Peygamber için "Bunun yerine bir melek gönderilseydi ya" demişlerdir. Buna cevap olarak çeşitli şeyler söylenebilir. Ancak her cins ancak kendi cinsiyle ülfet eder. Hz. Ali (r.a.) zamanında bir kadın koşarak huzura gelir ve feryat eder. "gitti ciğer parem ey Emir, gitti" der. Ağlayan kadını susturup ne olduğunu sorarlar. Kadın, Hz. Ali (r.a)'a emekleme çağındaki çocuğunun bir evin çatısına çıktığını ve çatının ucuna kadar gittiğini, ve çağırmalarına rağmen gelmediğini söyleyince, Hz. Ali (r.a) o evin bulunduğu yere gelir ve durumu görür. Hz. Emir aynı yaşta başka bir çocuğu alır evin üzerine çıkarır. Çatı ucundaki çocuk, kendisiyle aynı yaştaki çocuğu görünce hemen emekleyerek onun yanına gelir ve çocuğu kurtarırlar. Bu hikayeden maksat, insan ancak kendi cinsiyle mutlu olur. Bu nedenle Yüce yaratanımız bize lütfetmiş ve merhameten Peygamberini insan cinsinden göndermiştir. İnsan ancak kendi cinsini dinler.
İnsanlar velileri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebeple, Allah'ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Allah yerin ve göğün nurudur. Ay ve yıldızlar ışığını güneşten alırlar. Onlar müstakilen ışık kaynağı değildirler. Ancak güneşin yansımasıdırlar. İşte ancak Peygamberler Hakk'ın nurunu yansıtma kabiliyetine sahiptir. Peygamber (s.a.v)'den bu ışığı (Nur'u) ancak veliler alabilir. İnsanlar da bu Nur'u velilerden alabilir. Kalbinde ışık sahibi olan insan ancak hakikati görebilir. Bunun için ayet, insanlara değil de iman etmiş olanlara hitap etmektedir. "Ey, İman edenler, salihlerle beraber olunuz" "salih" kimdir? Hz. Mevlana Efendimizin bahsettiği "Ney" gibi olan mürşittir. Mürşidin bedeni Hakk nurunun lambasının konulduğu yer (mişkattir) Bu bedende bulunan kalpte Hakk'ın nuru ışıldar.
Kâmil insanın varlık nedeni nedir?
Çeşitli yönlerden izah etmek gerekirse:
1-) İnsanın ve alemin yaratılması ile alakalı olan bir hadis-i kutsîdir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, insanları seyredilmeyi istedim alemleri yarattım." Cenab-ı Hakk en güzel varlıktır. Dünyadaki güzellikler onun güzelliğinin zerre ile ifade edilemeyecek bir yansımasıdır. Güzel olanlar güzelliğini aynadan seyretmekten haz duyarlar ve "güzel" olduğunun yüzlerine ifade edilmesinden hoşlanırlar. Bu iki duygudan daha fazla zevk veren duygu yoktur. Bu nedenle yaratıcımız güzelliğinin bilinmesini farkedilmesini ve övülmesini istemektedir.
İşte yaratıcıyı hakiki manada bilen, onu layıkıyla övebilecek olan, kâmil insandır.
2-) Cenab-ı Hakk, en güzel ahlakların sahibidir. Bir usta sanatının devamını ister. Veya bir baba evladının da kendi gibi güzel huylu, kaabiliyetli olmasını ister. Yani kendinde var olanı evladında veya yetiştirdiklerinde gördüğü vakit, bundan sevinç duyar. Yaratıcımız bu duyguyu da istemiştir. Yarattığı eserinde, (insanda) sahip olduğu güzel ahlakın izlerini görmek ister. İşte kâmil insan, Allah (c.c.) ahlakını en fazla taşıyan insandır.
Kâmil insanın iki yüzü vardır. Allah'a dönmüş olan yüzü ile insanlara dönmüş olan yüzü. Diğer bir tabirle Hakk ile ve halk ile münasebetleri vardır.
"Sağ elimi kaldırdım
Sol elimi daldırdım
Dilim kalbe indirdim
Döndüm mevlana gibi"
Dizlerde olduğu gibi, kâmil insan bir elini Hakk'a kaldırır ve yaratıcıdan ister, Hakk'ın kendisine lütfettiği feyzi, bereket, ışık v.s. diğer eli ile halka dağıtır. Kâmil insan mum gibidir. Etrafı aydınlatırken kendini bitirir.
3-) Kâmil insan, insandaki manevi hastalıkları gideren bir tabibdir. Manevi hastalıklar kalbîdir. (Hırs, şöhret, şehvet, hased, kin, garaz, hiddet, cimrilik v.s.) gibi menfi duygular gerçekte beden şehrimize hakim olabilecek duygulardır. Bu hastalıklar kalbimzide olduğu müddetçe bizim hakikati görmemiz mümkün değildir. Perde olan bu engellerin, yakılması veya yırtılması gerekir. Bu noktada kâmil insan yardıma yetişir. Hakk'ın kendisine verdiği manevi imkanla (sohbet, nazar, gönlüne girme, v.s.) bu hastalıklar tedavi edilir. "Nefs-i emmareyi" de pîr'in mürşidin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. Ey Hakk talibi; o nefsi öldürenin eteğini sıkı tut. Mürşidin eteğini sıkı tutmak, ondan ayrılmamak, Allah'ın sana manevi bir lûtfu, bir yardımıdır. Sana ne güç, ne kuvvet gelirse onun çekişinden gelir. Kendine velilerin kalbinde yer edin ki; sırları belirtmek için onlar sana Utarit yıldızı gibi gönül defterini açsınlar.
4-) Nerede manen çıplak bir yoksul görürsen bil ki; o zavallı kâmil insandan kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Şunu iyi bil ki; bu kirli dünyada iken kim kendisine yol gösterecek kâmil insandan kaçarsa o; devletten, mutluluktan kaçmış demektir. Meşhur bir alim, düzenlenecek bir sempozyuma konuşmacı olarak çağrılır. Bastırılan davet evrakında sempozyuma katılacak konuşmacıların listesine bakar ki; kendi ismi listenin en sonuna yazılmış. Feryadı basar: "Ben en sona yazılacak adam mıyım ?"
Bu davranışı nasıl izah edelim ? Eğer "âlimlik" bilgi yüklenmesi ise Kur'an'da belirtilen "kitap yüklü merkepler" tarifine uygun gelir. Öğrendiği dinî ilimlerin hiç biri kendi nefsini alçaltma duygusunu verememiş bir adam "âdem" olabilme yolunda değildir. Belki bu sohbetten önce "şeriat nedir, Kur'an nedir, Hakk'ı bilme ve bulma noktasında nereye kadar gelebilirler ?" konuları konuşulsa olay biraz daha netleşirdi. Malum; gıda çocuğun gelişmesine göre verilir. Süt çocuğu süt içer, emekleme çağındaki mama yer ve sonra büyüklerin gıdasına geçilir. Yetişkinin gıdası süt çocuğuna yedirilirse çocuk zarar görür. Eksiklikler bize ait olmak üzere söz hem az hem öz olmak gerektir vesselam.
*Bu yer yediği posa olarak kendisinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilahî nûr olur. Başka birisi yer, yediği şeyler cimrilik, çekemezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk'ın, hakikatin nûru husûle gelir. İmanlı kişi feyizli, ekime müsait tertemiz bir tarlaya benzer. İmansız ise, çorak hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı melek gibi masumdur. İmansız ise, şeytan ve canavar misalidir. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu aynıdır. Şunu iyi bil ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek kişi ancak zavk sahibi olan, onu tadabilen kişidir.
Diğer makaleler
Tasavvuf
Bediüzzaman'ın "İnsan-ı Kâmil" Odaklı Ahlâk Projesi
Prof. Dr. Said Gazzavî
İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, islâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk'ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da -kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla- bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.
Çalışmamıza başlarken "Mefâtîhu'n-Nur" adlı kitabını, Bediüzzaman'ın engin ve zengin dünyasına yelken açmak isteyenler için istılahî bir kaynak ve referans maksadıyla kaleme alan merhum Ferîd el-Ensarî'nin ruhunu rahmetle yâd ediyoruz. Merhum bu kitabında, Bediüzzaman Hazretleri'nin ıslah projesinin odak noktası olması ve konuyu ele alan diğer yaklaşımlara farklı, yeni ve orijinal açılımlar getirmesinden dolayı "insanlık" terimi üzerinde hassasiyetle durmuştur. Merhumun da dediği gibi, Bediüzzaman Hazretleri'nin Kur'ân-ı Kerîm'i bütün yön ve derinlikleriyle inceleyerek "insan" kavramından istinbat ettiği/geliştirdiği bu terim, ondan bizlere nakledilen konuların arasında en lâtiflerinden birini teşkil etmektedir. Zîrâ onun bu terime getirdiği açılımları ve keşfettiği mânâları bir başkasında göremeyebiliriz. Şöyle diyor Bediüzzaman Hazretleri: "İnsanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kasîde-i manzûme-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi çekirdek-misâl bir mucize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvük eden ve melâikeye karşı rüçhaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve mânâsız karmakarışık çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir." (Bkz. Sözler, 23. Söz, s. 341)
Risale-i Nur düşüncesinde, insaniyetin hareket noktasını oluşturan ve onu besleyen "insan konusu"nu araştırırken, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın ruhunun arşına yükselip elde etmesi için var ettiği yükseliş ve hilâfet makamları arasında yüce bir mertebe olduğunu keşfettim ve fikrimi insan-i kâmil kavramı üzerinde yoğunlaştırdım. Hattâ merhum Ensarî'nin, Said-i Nursi'nin ahlâk projesi üzerinde çalışan muhakkik ve müdakkik araştırmacıları, konuyu etüt etmeye ve Risale-i Nur'un ıslah projesiyle ilişkisini incelemeye davet ettiğini gördüm.
Bediüzzaman Hazretleri'nin tarifine göre insan-i kâmil, "tahkîkî iman üzerine kâim/mebnî kutsî marifet denizine dalarak velayet makamını elde etmiş Müslüman"dır.
Yukarıdaki tarif, kendisinin de belirttiği gibi, Ensarî'nin, Said-i Nursi'ye ait farklı metinlerden süzüp sentezleyerek formüle ettiği bir tanımdır. Söz konusu metinlerden biri şudur: "Seyr ü sülûk-i kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; hakikî mü'min ve tam bir Müslüman olmak; yalnız sûrî değil, belki hakikat-ı îmanı ve hakikat-ı İslâm'ı kazanmak; şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak, muhatab olmak, dost olmak, halil olmak, âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melâikeye rüchaniyetini isbat etmek, şeriatın îmanî, amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir." (Mektûbât, 29. Mektup, s. 514)
İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın tedbir ve kudretiyle yarattığı, yeryüzü hilâfeti için hazırladığı, onu onurlandırmak ve şereflendirmek için melekleri secde ettirdiği; bütün unsurlarıyla mütekâmil bir perspektife göre insanlığı tesis edecek dengeli bir medeniyet inşâ etmekle görevlendirdiği bir varlıktır. İnsanın, söz konusu insan-ı kâmil mertebesine ulaşması için, taklidî imandan tahkîkî imana yükselme miracını gerçekleştirmesi gerekir. Zîrâ "imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir." diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Evet, iman-ı taklidî, şüphelere çabuk mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var." (Emirdağ Lâhikası, s. 103-104)
Bediüzzaman Hazretleri'nin önerdiği insanı taklîdî imandan tahkîkî imana yükseltecek mekanizmaların neler olabileceğini sorguladığımızda, kendimizi, insanda saklı bulunan binlerce his, duygu, düşünce ve meleke hakkında yepyeni bir düşünce âleminin kapısında buluruz. Bediüzzaman Hazretleri, bu duygu ve melekelerin bizleri kemal mertebesine ulaştırması için, onları doğru ve güzel bir şekilde kullanmamızı öğütler: "İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı talep ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiyatlarını vermek demektir." (Mektubat, 9. Mektup, s.31)
Bediüzzaman Hazretleri'nin de açıkladığı gibi, insandaki bu duyguların, insanı kemale götüren birer davranış eğitimine dönüştürülmesine verilebilecek pratik örneklerden biri şudur: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, "Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme." Yani, "Fıtratını değiştir" gibi, zâhiren onlarca mâlâyutâk bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz." hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." (Mektubat, 9. Mektup, s. 34)
Evrensel ahlâk projesi
Genel mânâda insanın durum ve konumu bu şekildedir. Ancak evrensel ahlâk projesini gerçekleştirme misyonuyla mükellef insan-ı kâmil ise, onun duygularını, -Bediüzzaman Hazretleri'nin kavramları çerçevesinde söyleyecek olursak -lâtifelerini, ana gaye ve esas maksada (Cenâb-ı Hakk'a kulluk) yöneltir, tâ ki Sahabe-i Kiram'ın kemaline yaklaşsın. "İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letâifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramânâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 538-539)
Bediüzzaman Hazretleri'nin, insan-ı kâmil düşüncesi, hayalî ve ütopik bir düşünce midir? Yoksa insan toplumlarında yaşanmış/yaşanabilecek bir gerçek midir?
Bediüzzaman Hazretleri bu soruya, en mükemmel ve en üstün örnek olan Rasul-i Ekrem ve Cenâb-ı Hakk'ın esmâ, sıfât ve şuûnun delil-i a'zamı Hz. Peygamber'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayarak cevap verir. Beyan edilen insanî kemâlâtı kendi nefsinde ve dinî hayatında en açık ve mükemmel surette izhar etmiştir. Bu da gösteriyor ki, bütün kâinatlar insan için yaratıldığı; yani yaratılışın en büyük maksadı ve en seçkin meyvesi insan olduğu gibi, insanın yaratılışının en yüce gayesi, Vahid ü Ehad'in en parlak aynası Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Bediüzzaman Hazretleri daha sonra gerçek hayatta bizzat yaşanmış insan portrelerini sunmaktadır. Şüphesiz onlar da, peygamberlerden sonra kümmelîn-i evliya (velâyet semasının yıldızları) olan Sahabe-i Kiram'dır. Zîrâ onlar, Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanma yolunda bütün enerjilerini harcamış, böylece -peygamberlerden sonra- marifetullahta zirve noktayı tutmuş ve birer insan-ı kâmil numuneleri olmuşlardır.
Diğer yandan Bediüzzaman Hazretleri, bu insan-ı kâmil numunelerinin "reel bakış açısı ve Sahabe-i Kiram'a son derece saygı çerçevesinde" gelecek çağlarda tekrar ortaya çıkma problemine de değinmiştir. "Kur'ân'ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur'anın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder." (Sözler, 25. Söz, s. 486)
İnsanı, insan-ı kâmil mertebesine ulaştıracak mekanizma, Cenâb-ı Hakk'a kulluk için yaratılan bütün uzuvlardır. Zîrâ "Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 538-539)
Risale-i Nur'un ahlâk projesi
Makalenin bu kısmında, Risale-i Nur'un ahlâk projesine temasımız sadece metodik bir geçiştir, yoksa bu çalışmanın ana konusu olan insan-ı kâmil kavramının dışına çıkıyor değiliz. Kur'ân-ı Kerîm'in o yüksek ve mucizevî belâgati ile ilân ettiği Kur'ânî miraç yolunun istikamet ve şümul bakımından eşi ve benzeri olmadığı gibi, aynı zamanda en kısa, en açık ve Cenâb-ı Hakk'a en yakın, insanlık için en kapsamlı yoldur. Biz de bu yolu tercih ediyoruz. İşte insan bu yola sülûk etmekle insan-ı kâmil mertebesine doğru yükselmeye başlar.
Merhum Ensarî'nin "Kur'ân İlimleri ile Beşerî Bilimler Arasında Evrensel Ahlâk" adlı çalışmasında işaret ettiği gibi, insanın, derin, etkili ve kalıcı eğitim ve terbiyesi ancak sürekli vicdanî bir mücahede mekanizması ile gerçekleşebilir. Ensarî, söz konusu eserinde, bizleri, Bediüzzaman Hazretleri'nin, insan-ı kâmil olan Hz. Peygamber'in rüşd eksenli rehberliğinde, bu mücahede mekanizmasıyla, nasıl bir nesli insan-ı kâmil mertebesine yükselttiği hususundaki o müthiş anlayışına götürmektedir: "İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu." (Sözler, 19. Söz, s.251)
Bediüzzaman Hazretleri'nin projesinde ahlâk kavramını incelediğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, Kur'ânî bir sistem olarak ahlâk kavramı hakkındaki yenilikçi anlayışıdır. Ensarî ise, Risale-i Nur'un ahlâk kavramını tam idrak ederek, onu sadece faziletlerle sınırlı tutan anlayışlardan ayrılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in evrensel mesajı, küllî mânâda ahlâk temeli üzerine yükselen bir toplum inşâ etmek gayesiyle gelmiştir. Ferdî, içtimaî ve kâinatın diğer parçalarıyla ilgili ontolojik münasebetlerdeki insan davranışlarının tümü "ahlâk"tır.
Bu anlayış, kimilerinin, sadece içtimaî mânâsı itibariyle faziletler alanı ile sınırlı tuttuğu bakış açısından çok farklı ve özel bir anlayıştır. Fıkhî anlamın tesiri altında kalmış klâsik mânâda "faziletler", insanın gönüllü olarak fazladan yaptığı nafile ibadetleri andıran bir kavramdır. Ne var ki, bu, ahlâk kelimesine yüklenmiş ikinci dereceden, yani tâli, fer'î ve cüzî bir mânâdır. Bediüzzaman Hazretleri'nin ahlâk düşüncesi ise, ahlâkın fürû değil, usûl (temel) oluşu esası üzerinde yükselmektedir.
Dikkatimizi çeken ikinci husus ise, ahlâkın kuşatıcı ve şümullü bir kavram oluşudur. Çünkü ahlâk projesinin bileşenlerinde İlâhî, nebevî, insanî ve vahşî ahlâk şeklinde en üstten en alta doğru bir sıralama vardır. Böylece Bediüzzaman Hazretleri'nin, ahlâk kavramının, peygamberlerin eda ettiği misyon olan önderlik ve rehberlik yapmakla mükellef insan-ı kâmil ile olan münasebetine yaptığı vurguyu da anlamış bulunmaktayız.
İnsanın sürekli nefsî mücahede ile miraç ve terakki etme mekanizmaları ise, - metodik olarak - alttan üste doğru yükselmeyi gerektirir, bunun için de, Peygamber Efedimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanıltmaz rüşd eksenli rehberliğinde, sonraları salah ve ıslaha müheyya raşid bir topluma dönüşen cahiliye toplumunda yaşayan insan portrelerinden örnekler verir. Metot ve sistemler alanında ise, bir ahlâk nizamı olması hasebiyle Kur'ân'ı önerir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın bu hususiyetini, "Gustave Le Bon"un şahadetine atıfta bulunarak açıklar:
"Kur'ân'da varit olan ahlâkî prensipler, diğer bütün dinî kitaplarda gelenlerin çok fevkindedir. Ona ve söz konusu prensiplere uyan kavim ve milletler, ırkları, renkleri ve yaşadıkları zamanları farklı olsa da olumlu mânâda değişmişlerdir. Bundan çıkarabileceğimiz en önemli netice şudur: Kur'ân-ı Azim'in, ahkâmına boyun eğen toplumlar üzerindeki muazzam etkisi.. İslâmiyet'ten daha eski dinler, insanların ruhları üzerindeki hâkimiyetlerini günden güne kaybetmekte oldukları hâlde, Hz. Muhammed'in dini bütün kudret ve hâkimiyetini muhafaza etmektedir."
Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk projesini oluştururken, Kur'ân-ı Kerîm'in muazzam sisteminden faydalanarak kapsamlı ve kuşatıcı bir düşünce üretmiş ve İlâhî olandan insanî olana, sosyal olandan vahşî olana şeklinde bir sıralama takip etmiş ve alttan üste doğru yükseliş için miraç basamaklarını resmetmiştir. Vahşî ahlâk ise, Bediüzzaman'ın ifadesi ile "rezîle"dir. Zîrâ: "Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci Kelime: 'Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne.' İkinci Kelime: 'Sen çalış, ben yiyeyim.' Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar." (Sözler, 25. Söz, s. 441)
Evet, bu ahlâk çeşidi "vahşî"dir; zîrâ Ensarî'nin ifadesi ile bu ahlâk cahiliye dönemi Araplarının ahlâkıdır. "Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi -ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak- vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor." (Sözler, 19. Söz, s.251)
Duyguları yönetme, kontrol ve yönlendirme ve insanı en düşük seviyeden insan-ı kâmil mertebesine yükseltmeye birer vasıta hâline dönüştürme konusu, Bediüzzaman Hazretleri'nin üzerinde özenle durduğu ve örneklerini verdiği temel konulardan biridir. Bu duyguları kontrol ve yönetme işlemidir ki cahiliye Araplarını bir hamlede Allah Resulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabesi olma pâyesine yükseltmiş ve Risale-i Nur'da birkaç yerde değinildiği gibi, gerçek hayatta insan-ı kâmil olmanın en yüksek örneğini sergilemişlerdir.
Ahlâkî yükseliş merdiveninin diğer bir basamağı ise, gayrimüslimlere sirayet eden içtimaî ahlâktır. "Maatteessüf; güzel şeylerimiz, gayrimüslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayrimüslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş..." (Tarihçe-i Hayat, s. 83)
Bediüzzaman Hazretleri, siyasete gönderme yapmayı da ihmal etmiyor. "Asr-ı Saadet'ten günümüze git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 533) sözleri ile bu sosyal ahlâkın revaç bulmasından siyaseti sorumlu tutuyor.
Daha sonra, ortak insanî ahlâklar basamağına yükseliyoruz. Çünkü onlar - Ensarî'ye göre - Cenâb-ı Hakk'a ulaşmak için insan fıtratının zorunlu hasletleridir. Bediüzzaman Hazretleri, bu hasletlerin varlığına, insanlıkla münasebetine ve insanlığın onlarla ahlâk sahibi olduğuna işaret eder. Ancak bu hasletler, Risale-i Nur'un ahlâk sistemi sayesinde fıtrîlikten itidal, istikamet ve dengeli davranışa dönüşmeye muhtaçtır. Bundan dolayı, insanî ahlâkta, yolların en kolayı, en faydalısı, en kısası, en selâmetlisi sırat-ı müstakîm ve istikamettedir.
Aslında Bediüzzaman, insanlığın itidal ve istikamete muhtaç oluşuna işaret etmekle, insanı, şümullü ahlâk projesi çerçevesinde mertebe ve gayelerin en yükseğine; İlâhî ahlâka yükselmeye yönlendirmektedir. Zîrâ "Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahalluk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır." (30. Söz, s. 589)
İlâhî ahlâk projesiyle insan-ı kâmilin inşâsı
İlâhî ahlâkı kuşanma miracına yükselmek için Bediüzzaman Hazretleri'nin "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, (sorumluluğundan) korktular. İnsan onu yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir." (Ahzâb: 72) âyetini nasıl tevil ettiğine bakmak gerekmektedir. "Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emânetin müteaddit vücûhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet, ene zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurânî bir şecere-i Tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir." (30. Söz, s. 583)
İşte nurânî bir şecere-i Tûbâyı meyve veren tohum, bilinç, ilim ve nefis ile ahsen-i takvime mazhar insan-ı kâmili meyve verir.
"İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden, 'Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.' (Şems Sûresi: 9.) beşâretinde dâhil olur." Emâneti bihakkın edâ eder. (30. Söz, s.585) ve ilâhî ahlâk projesini inşâ eder. Şecere-i zakkumun ürkütücü çekirdeği ise zalûm, cehûl insanın en üst örneğini meyve verir. "Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-i ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emânete hıyanet eder, "Nefsini günahlarla örten ise ziyana uğrar." (Şems Sûresi: 10.) altında dâhil olur. " (30. Söz, s.586)
İşte böylece, Kur'ân nizamından beslenen, insanî ruhu mahiyetiyle beraber aksettiren; evrensel mânâsını kazanması, vahşi (cahiliye) ahlâktan başlayarak sırasıyla içtimaî, insanî ve sonunda ilâhî ahlâka ulaştıran Nur Ahlâk Projesini tesis etmek için eğitim, terbiye ve mücahede yollarına sülûk ettiren insan-ı kâmil kavramını idrak etmeye yaklaşmış bulunuyoruz.
Teoriye dönüş
Şimdi çalışmamızın başında doğruluk veya yanlışlığını araştırmak için öne sürdüğümüz tezimize geri dönüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri'nin, ima, işaret ve tasrihlerinden insan-ı kâmilin mânâsının, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve çağların en hayırlısı Asr-ı Saadet'teki Sahabe-i Kiram'ın şahsiyetlerinden en yüksek seviyede tahakkuk ettiğini görüyoruz. Ne var ki bu husus sadece o zaman ve o şahıslara has bir durum değildir; insan, Kur'ân-ı Kerîm ve onun ahlâk nizamının nurundan istimdat ile her zaman ve zeminde, imanî intisap miracı vasıtasıyla vahşî ahlâk derecesinden içtimaî, oradan insanî, oradanda İlâhî ahlâka ve nihayet insan-ı kâmil mertebesine ulaşabilir.
Ensari'nin Bediüzzaman'ı anlattığı "Son Süvari" ve Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıttığı "Süvarinin Dönüşü" romanlarını okurken şu soruyu sordum kendime: "Son Süvari" kelimesindeki "son" nitelendirmesini mütefekkir ve müceddit Bediüzzaman Said Nursi'ye nispet etmesiyle ve "Süvarinin Dönüşü" romanındaki "dönüş" ifadesiyle ne kastetmektedir?
Acaba Ensarî -Nur Islah Projesini düşünürken- bu projenin ne ölçüde gerçekleşmiş olduğunu mu araştırıyordu? Kemale âşık ve müştak insan modelinin bu iki portrede gerçekleştiğini mi düşünüyordu?
Yüreğinde Risale-i Nur sevdası ile bizleri bırakarak göçüp giden merhum Ensarî'nin cevaplaması gereken yerinde iki sorudur bunlar. Ensarî, "Süvarinin Dönüşü" romanını şu şekilde ithaf ediyordu:
Ey Arap dünyasının gençleri! Bu sayfaları sizlere ithaf ediyorum! Tâ ki ümmetimizin başbuğunun nerede olduğunu görelim ve doğru yola yönelelim.
Rehberini arayan Arap dünyasının gençlerine çok derin mânâları olan bir ithaftır bu! Bu "başbuğ", insan-ı kâmil veya o yolda ilerleyenden başka ne olabilir ki!
Bediüzzaman'ın insan-ı kâmil kavramına yaklaşımını incelemeye çalıştığımız bu mütevazı çalışmamızda, bu kavramla komşu kavramlar olan insan-ı hak, insan-ı küllî gibi kavramlara şuurlu bir tercih olarak değinmediğimiz gibi, Fahreddin Razî, Şeyh-i Ekber İbn-i Arabî, Abdülkerim el-Cîlî, Abdulğanî el-Nablusî, Muhammed Bahauddin el-Baytar, Sadreddin el-Konevî, Kemaleddin el-Kâşânî ve Şerîf Cürcanî gibi diğer mütefekkir ve mutasavvıfların görüşlerine de yer vermedik. Çünkü bizler Bediüzzaman Hazretleri'nin düşünce sistemi hakkında yaptığımız bu akademik diyalogların ilk etabında konunun tek bir yönünü incelemeyi; diğer yönlerini ise gelecekteki yapacağımız diğer akademik diyaloglara havale etmeyi hedefledik.
Bediüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın nuruyla aydınlanmış söz konusu diyalogları tam idrak etmiş ve ikinci bin yılın başından beri, üçüncü bin yılda insanlığın yaşadığı-yaşayacağı bin bir çeşit problem ve krize gerçekçi ve etkili çözümler önermiştir.
*2. Hasan Üniv. Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi/Fas
said.gazzavi@yeniumit.com.tr
Tercüme: Yavuz Acar
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 423 ziyaretçi (548 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|