.
XXXXXXXXX
Kadının Mirası ve Eşitlik
Dr. Selman Kuzu
A. İslâmdan Önceki Durum
İslâmın erkekleri kadınlardan üstün tutup kadınâ€erkek eşitliğini ihlâl ettiği iddiasının bir mesnedi de mirasta kadına bir, erkeğe iki hisse verilmesidir. Gerçekte ise kadına bir, erkeğe iki hisse verilmesinin erkeği kadından üstün tutmakla hiçbir ilişkisi yoktur. Bilâkis İslâm, Cahiliyetin kendilerine zulüm yaptığı ve haklarını çiğnediği küçük çocukların ve kadınların hukukunu, onlara da mirastan pay vererek koruma altına almıştır. Nitekim bu konuda âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: Ana, baba ve akrabaların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana, baba ve akrabalarının bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar az olsun, çok olsun, farz kılınmıştır.(Nisâ, 4/7)1
Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kadınlar miras alamıyordu. Hatta kadınlar bir eşya gibi ölünün mirasçılarına intikal ediyordu. Sadece eli silâh tutan, vatanı muhafaza eden büyük erkekler mirasçı olurdu. Ölenin malı en yakınlarından erkek olup harp edebilecek yaşta bulunanlara düşerdi.2 Bununla beraber Medinedeki uygulamada da, sadece bûluğ çağına ermiş erkekler babalarının mirasçısı olabiliyor, küçük kız ve erkek kardeşleri, hattâ anneleri mirasçı olamıyordu.3 Bundan dolayıdır ki; Allah size, çocuklarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin paylarının, kızların alacağı payın iki katı olmasını emretmektedir.4 âyeti inince bu hüküm, müşriklerin hoşuna gitmemiş ve şöyle demişlerdir: Kadına dörtte bir, ya da sekizde bir, kız çocuğa yarım ve küçük çocuğa da mirastan pay veriliyor. Oysa onlar ne ata binebiliyor, ne de düşmanla savaşabiliyor. Küçük çocuğa da miras veriliyor, oysa çocuk hiçbir işe yaramıyor.5 Bu bakış açısından açıkça şu anlaşılmaktadır ki, o gün insanın değeri iktisadî hayata katkısıyla ölçülüyordu.
Bu mantık Allahın farz kıldığı, adalet ve bin bir hikmetlerle yaptığı paylaştırmaya karşı, bir kısım kimselerin kalplerinde hâlâ varlığını sürdüren Arap cahiliyesinin mantığı idi. Allahın tespit ettiği paylara ve Onun bölüştürmesine karşı, günümüzde de bazı zihinlerde yer eden cahiliye mantığı, Arap cahiliye mantığından çok farklı değildir.
Bu âyetin nüzul sebebi de yine cahiliyedeki kadın ve kız çocuklarının bu durumunu açıkça ortaya koymaktadır. Uhud Harbinde şehit düşen Sad b. Rebinin (r.a.) zevcesi, iki kızıyla birlikte Resulüllahın huzuruna gelmiş ve şöyle demiştir:
Ya Resûlallah! Şunlar Sadın kızlarıdır. Babaları Uhud Harbinde şehit edildi. Şimdi ise amcaları mallarını almış kendilerine bir şey bırakmamıştır. Hâlbuki bu kızcağızlar, malsız evlenemeyeceklerdir.
Allah Resûlü (s.a.s.) kadının bu şikâyetini dinledi ve Allah bu mesele hakkında hükmünü bildirecektir,6 buyurdu. Bunun üzerine miras âyeti nazil oldu.7
İşte İslâm, kadını ve çocukları mirastan mahrum bırakma gibi bir mağduriyetten kurtarmış, ona da erkekle birlikte sosyal ve hukukî bir şahsiyet bahşetmiştir. Dolayısı ile bugün, kadın haklarını savunduklarını iddia eden istismarcılar, İslâm kadına yarım hisse veriyor. diye tenkit edecekleri yerde, böyle bir içtimaî yapıda büyük bir inkılâpla kadına miras hakkı veren İslâmın hakkaniyetini ve üstünlüğünü kabul ve takdir etmeleri gerekir. Öyle ki Kurân-ı Kerim bu hükmüyle sadece yaşça büyük ve küçük oğullar arasındaki adaletsizliği ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda ana, kız çocuk, kız kardeş, büyük ana, kız torun gibi kadın akrabalara da, ayrı ayrı zikrederek mirastan pay vermiştir. Kurânın sabit hak olarak tanzim ettiği bu paylar vasiyetname vb. gibi herhangi bir hukukî, veya örfî düzenlemeyle de, asla engellenemez, (Nasîben mefruza) farz olarak belirlenmiş hisseler (Nisâ, 4/7) kategorisindedir. Bu ifade, ilgili hükmün muhkem ve sarih, aynı zamanda her türlü değişime de kapalı olduğunun en belirgin göstergesidir.
B. Kadının Mirasıyla İlgili Âyetler
İslâmda kadının mirasta erkek gibi hak sahibi olduğu ortadadır. İtirazlar ise niçin kadına erkeğin yarısı kadar hisse verildiği konusundadır.
Öncelikle şu hususu belirtelim ki, İslâmda kadına, mirasta erkeğin payının yarısı kadar hisse verilmesi emredildiği şeklindeki genelleme, mevzuyla ilgili âyetlerin maksatlı olarak bir bütün hâlinde değerlendirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu âyetler ön yargıdan uzak bir şekilde, dikkatlice incelendiğinde bu iddianın gerçekle bağdaşmadığı açıkça görülecektir. Zira;
1. Mirastan kadına erkeğin yarısı kadar hisse verilmesi, kadının mirasçı olarak sahip olabileceği bütün durumlar için değil, sadece kadının aynı ana-babanın çocuğu olarak erkek kardeşiyle birlikte mirasçı olması durumunda söz konusudur: Allah size çocuklarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının, kızların iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve ikiden fazla iseler, bunların payı, ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı olarak bir tek kız ise, mirasın yarısı onundur.(Nisâ, 4/11)8
Binaenaleyh kadına, erkeğin mirastaki hisselerinin yarısının verilmesinin, her durumda geçerli, umumî bir kural olmadığı açıktır. Bu sebeple kadına, erkeğin yarısı kadar pay verilmesinin mirasçı olarak kadının konumu ne olursa olsun, tek bir hüküm olduğunu iddia etmek, yukarıda zikredilen âyeti saptırmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
2. Ayette de açıkça görüldüğü gibi, kadının mirastaki payının durumu, sadece iddia edildiği gibi erkeğin yarı hissesi değildir. Ölenin sadece kız çocukları varsa ve sayıları da ikiden fazla ise, o zaman mirasın 2/3ü onların olur. Şayet ölenin mirasçısı bir tane kız çocuğu ise, o zaman mirasın yarısını almaya hak kazanır. (Nisâ, 4/11)
3. Yine anneâ€babanın çocuğu vefat eder de miras bırakırsa, ölenin çocukları da varsa, o taktirde ana babadan her birine mirastan 1/6 hisse verilir. Eğer ölenin çocuğu yok, ana-baba da ona mirasçı olmuş ise, annesine 1/3 hisse düşer. Eğer ölenin kardeşleri varsa, annesine 1/6 hisse düşer.(Nisâ, 4/11)9
4. Koca, çocuk bırakmadan ölmüşse hanımı mirasın 1/4ünü alır. Eğer ölen kocanın kız veya erkek bir veya daha fazla, o hanımdan veya başka bir hanımından çocukları varsa, ya da öz erkek çocuğunun, erkek çocukları varsa, hanımı 1/8 alır. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın 1/4ü hanımlarınızındır. Eğer çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın 1/8i hanımlarınızındır...(Nisâ, 4/12)10
Görüldüğü gibi mirasta kadının payının her zaman erkeğin payının yarısı olduğu iddiası doğru değildir. Paylar, kadının mirasta ortak bulunduğu şahıslara göre değişiklik göstermektedir.
C. Niçin Erkeğe İki, Kadına Bir Hisse?
Kurâna göre kadının, sadece erkek kardeşiyle beraber mirasçı olduğunda yarım hisse alması, sathî bir nazarla bakıldığında eşitsizlik ve haksızlık gibi gözükse bile, gerçekte bu taksim tam bir adalettir. Adalet bir yana, sadece insaf ve hakkaniyet prensipleri ışığında bile mesele ele alınırsa bu taksimin isabetliliği görülecektir.
1. İslâmda miras, şahısların ihtiyaç ve mesuliyetine göre taksime tabi tutulmuştur. Anne, eş, kız çocuk veya kız kardeşin geçimi, kendisine ait olmayıp; oğul, koca, baba veya erkek kardeşin sorumluluğundadır. Kadın çoğunlukla kendisi dışında başkalarının geçimini sağlamakla da mükellef değildir.11 Erkek ise bütün durumlarda eşinin, kızının, annesinin veya kız kardeşinin geçimini sağlamakla mükelleftir. Erkek, ailesinin resmî hamisidir ve bütün maiyetinden sorumludur. Bu sebepledir ki, Nimet, mesuliyete göredir. kaidesine uygun olarak, eşinin, kızlarının, annesinin ve gerektiğinde kız kardeşinin nafakasını sağlamakla mesul olan erkeğe, böyle bir sorumluluğu olmayan kadının payının iki misli pay verilmiştir.
2. Kadın kendi mal varlığında istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Kadın zengin olsa bile, ailenin harcamalarına katılma mecburiyeti yoktur.12 Bu açıdan değerlendirdiğimizde de, kadın ile erkeğe eşit pay verildiğinde, hisseleri aynı olduğu hâlde, erkek ailenin geçimini sağladığı, kadının ise böyle bir mesuliyeti olmadığı için denge erkek aleyhinde bozulmuş olacaktır ki, bu erkeğe haksızlık edilmesi demektir. Bediüzzaman Said Nursi de bu mevzuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır. .... erkeğe iki kadın payı vardır......... âyetinde, Kurânın hükmü, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir, çünkü, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise bir kocaya varır nafakasını ona yükler, mirastaki noksanını telâfi eder.13
3. Kadın eğer bekâr ise, bakmakla mükellef olduğu hiçbir kimse olmayan tek başına bir insandır. Evlendiği zaman ise bahsettiğimiz gibi kendisinin ve çocuklarının nafakasını temin tamamen kocanın vazifesidir. Eşinin hiçbir nafaka sorumluluğu yoktur.14 Üstelik kadın bir de kocasından mehir alacak ve örfe göre, altın ev eşyası, para vs. bir çok hediyeye de sahip alacaktır. Kadın sahip olduğu malı, nafaka kocaya ait olduğu için harcamayabilir.15 İsterse onu işleterek artırabilir. Erkek kardeş ise babadan aldığı mirası, evlilik masraflarına, mehre ve ailesinin nafakasına harcamakla bitirecektir. Kaldı ki bekâr kız kardeş, babasından aldığı mirasla geçinemiyorsa, erkek ona yardım etme mecburiyetindedir.16 Dolayısıyla bu açıdan da meseleyi ele alıp değerlendirdiğimizde erkeğe bir, kadına yarım hisse gerçek adalettir. Burada dikkat edilirse, İslâm, kadınların sosyal açıdan karşılıklı bağlı, ekonomik açıdan ise bağımsız olduğu bir yapı öngörmektedir.İslâmın,aile fertleri arasında karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü ve anlayış üzerindeki tahşidatını anlamak için bu önemlidir. Fakat ekonomik bağımsızlığın fazileti ne kadar büyük olursa olsun, bu, hiçbir zaman kadınların kendi kendilerini geçindirmek zorunda kalması ve tamamen aile dışında kendi başına buyruk yaşayabileceği anlamına gelmez. Ailenin ekonomik sorumluluğu ve sosyal refahı daima erkeklerin omuzlarındadır. Aslında kadınlara tanınan bu ayrıcalıklı konum, yüce dinimizin onlara verdiği değeri göstermektedir.
4. Erkek kardeş, herhangi bir zorlama olmadan, miras taksiminde kız kardeşine isterse, kendine düşen pay kadar veya daha fazla verebilir. Bu hibe veya hediye olur. Kimse buna mani olamaz.
5. Meselenin bir de psikolojik yönü vardır. İslâm, tek bir zamana, tek bir döneme ve tek bir ülkeye ya da millete ait değildir. O, hükümlerinde bütün zamanları, bütün toplumları ve temel insan psikolojisini dikkate alır. Hemen hemen bütün toplumlarda asırlardır görülen ve bugün de devam eden bir vakıa olarak, kız çocuklarına genellikle evin malını yabancıya götüren kişi olarak bakılır. Halbûki o, evlense, ayrı bir yuva kurup çocuk sahibi olsa bile, yine anneâ€babasının, erkek kardeşlerinin merhametine, şefkatine ve himayesine, erkekten daha çok muhtaçtır. Ailesinden göreceği şefkat ve merhamet, onun alacağı maldan çok daha değerlidir. Hâl böyle iken, miras taksiminde ise kız ve erkeğe eşit hisse vermek, bu şefkat ve merhamete zarar verebilir. Meseleye bu açıdan da yaklaşan Bediüzzaman bu hususla ilgili şunları söylemektedir: Hem merhamettir. Çünkü, o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete muhtaçtır. Kurânın hükmüne göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona benim servetimin yarısının yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himaye görür. Kardeşi ona hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını başkalarının eline verecek bir rakip nazariyle bakmaz. O merhamete ve himayeye bir kin, bir kırgınlık katmaz. Şu hâlde o fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder fakat ona bedel, akrabalarının şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Haktan ziyade merhamet edeceğiz diye, hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şiddetli bir zulümdür. Belki cahiliye döneminde acımasız bir kıskançlığa binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi, gaddarane bir zulmü andıracak bu zamanın vahşi hırsı, merhametsiz bir kötülüğe yol açmak ihtimali vardır. Bunun gibi bütün ahkâm-ı Kurâniye, Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ, 21/107) fermanını tasdik ediyorlar.17 Bediüzzaman bu değerlendirmeleriyle konuya farklı bir derinlik kazandırmaktadır.
Günümüzde, erkek ve kadın, mirasta eşit hak aldıkları için, birçok kız kardeşle erkek kardeşin araları açılmaktadır. Erkek kardeş, kız kardeşinin, babasının servetinin yarısını alıp başkalarına yedirmesine rıza gösterememektedir. Bu cahiliye düşüncesinden dolayı ülkemizde erkek ve kız kardeşler arasında pek çok miras problemleri yaşanmaktadır. Günümüzde pek çok kimse kız kardeşine baskı yapıp, mirastan herhangi bir pay almamasını veya vereceği az bir şeyle yetinmesini istemektedir. Çoğu zaman imzalar bu baskı altında atılmaktadır. Aile içi mahkemelerde kadınlar ikna edilmekte veya susturulmaktadır. Bazen de medyadan takip ettiğimiz kadarıyla miras kavgaları, bitmeyen kan davalarına dönüşebilmektedir. Hakkın taksimine teslim olmama ve hakkına rıza göstermeme, bir değil yüzlerce haksızlığa ve zulme sebebiyet vermektedir.
İşte saymaya çalıştığımız sebeplerden dolayıdır ki, erkeğe malî mesuliyetlerinin ağırlığına uygun olarak mirastan pay verilmiş, zengin ve fakir olma durumlarında bile, hiçbir malî yükümlülüğü bulunmayan, bununla birlikte kız, eş, ana ve dul kalma durumlarında bile sosyal güvenliği daima güvence altına alınmış kadına da ona göre pay verilmiştir.18 Eğer hükümlerinde sonsuz hikmet sahibi Allahın bu hükmü adil değilse, yeryüzünde adalet yok demektir.
Sonuç olarak, Kurânda aile hukukunun devamı olarak ele alınan miras hukuku en detaylı anlatılan konulardan bir tanesidir. Günümüzün aktüel mevzularından olan kadının mirastaki eşitliği meselesine, salt eşitlik açısından bakılması, bizce yanılgının temelini oluşturmaktadır. Çünkü Kurânda kadının farklı durumlardaki payları farklı değerlendirilmektedir. Bir eş, bir ana, tek veya birkaç kardeş bir arada olma durumuna göre farlı kategorilerde ele alınmaktadır. Her konuda olduğu gibi bu noktada da mutlak eşitliği savunanlar, bu mevzuda sayılan temel esasları görmemezlikten gelmektedirler. Dolayısıyla bazı durumlarda mirastan kadına, erkeğin hissesinin yarısı kadar pay verilmesinin, erkeği kadından üstün tutma düşüncesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Öyle olsaydı, mirasta payları daha fazla olan çocukların, insanî değer yönüyle babalarından daha üstün olduklarını söylemek gerekirdi. Bu da çok gülünç bir iddia olurdu. Bilâkis bu taksimat, kadın ile erkeğin sorumluluklarıyla doğru orantılı olarak, rızkın dengeli dağıtımı ve hem ailede hem de sosyal hayatta sevginin-adaletin sağlanması gayesine yöneliktir.
Ayrıca burada ihtiyacın ve kadın-erkek arasında mesuliyetin belirleyici olması, henüz hayata yeni başlayan, ömrü boyunca birçok malî güçlüklerle karşılaşacak, çoğu kez zayıf nesillerin mala ihtiyaçlarından dolayı, çocuklara ebeveynden veya erkeğe kadından daha fazla hisse ayrılması, en küçük sosyal birim olan aile çevresinde insanî ölçüler içinde yaşamayı temine matuftur. Aynı zamanda bu, orta sınıflaşmaya doğru atılan adımların da işaretleridir.19
Dipnotlar
1. Nisâ sûresi, 4/7; Bu âyet mirasla ilgili beş temel prensip ortaya koymaktadır. a) Erkek gibi kadında mirastan pay alır. b) Az çok bütün mallar mirasa tabidir. c) Bu kural taşınabilir ve taşınmaz bütün mallar için geçerlidir. d) Ölen kişi mal bırakırsa miras söz konusu olur. e) Yakın akraba varken uzak akrabaya miras düşmez. Bu beş prensibi gayet özlü ihtiva eden bu âyet giriş yapılarak, sonra miras payları belirlenir. Bkz, Suat Yıldırım, Kurân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli s. 77. İst. 1998.
2. Bk. Taberî, Câmiulâ€beyan 4/262, Mısır, 1968; Razî, Tefsirul-kebîr 9/194, Beyrut; Tahir b. Aşur, etâ€Tahrîr vet-tenvîr 4/248, Tunus, ts; İbn Kesîr, Tefsîrul-Kurânil-azim 2/161. Araplar Mızraklarıyla vuruşmayan yurdunu müdafaa edemeyen ve ganimet kazanamayan kimseler varis olamaz. derlerdi. Bk. a.g.e. eserler. Aynı yerler: Cahiliye dönemindeki miras uygulamaları için bk. Ali Osman Ateş, İslâma Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri s. 379-388.
3. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi 1/260, İrfan Yay. İst. 1980; Yahudilikteki miras uygulamaları için bk. Ali Osman Ateş, İslâma Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri s. 372-380.
4. Nisâ sûresi, 4/11.
5. Bk. Taberî, a.g.e. 4/275; İbn Kesir, a.g.e. 2/197.
6. Ebu Davud, feraiz 4; İbn Mace, feraiz 2.
7. Vahidî, Esbabunâ€nüzul s.150; Bk. İbn Kesir, a.g.e. 2/196; Kurtubî, el-Câmi li ahkâmil-Kurân 5/39; Razî, a.g.e. 9/203-204. Âyetin iniş sebebi olarak, Cabir b. Abdullahın başından geçen başka bir vakada zikredilmektedir. Bk. Buharî, tefsirul-Kurân 4; Tirmizî, feraiz 6; Tirmizî, tefsirul-Kurân 5.
8. Nisâ sûresi, 4/11.
9. Nisâ sûresi, 4/11.
10. Nisâ sûresi, 4/12. Bu âyette dikkat edilecek önemli bir husus da, erkek gibi, kadına da borç ve vasiyet hakkı tanınmış olmasıdır. Eğer çocukları yoksa eşlerinizin yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Ölen erkek olsun, kadın olsun, borcu verilip vasiyeti yerine getirildikten sonra geri kalan mirası taksim edilir. Bu, kadına bütün medenî ve sosyal hakların tanınması demektir. Kadın mülk sahibi olur, miras bırakır, miras alır, vasiyet eder, vasiyeti yerine getirir, borç alıp, verebilir. Demek ki Kurân kadına her türlü mülkiyet ve mülkünde tasarruf hakkını tanımış ona tam hür bir kişilik kazandırmıştır. Bk. Süleyman Ateş, Çağdaş Kurân-ı Kerim Tefsiri Yeni Ufuklar Neşriyat, 1988, 2/574; Kocası vefat eden kadının mirastaki durumları ile ilgili daha geniş bilgi için bk. Hamza Aktan, İslâm Miras Hukuku İşaret Yay., İstanbul, 1991.
11. Kadının nafakası ve kendisine düşen malî mesuliyetler konusunda daha geniş bilgi için bk. İslâmda Kadın Hakları (Antoloji) 2/178-283 Rehber Baş. Yay. 1. Baskı. Ankara, 1993.
12. Daha geniş bilgi için bk. Ruhi Özcan, İslâm Hukukunda Hısımlık Nafakası s. 68-84, Çağlayan Yayınları İzmir, 1996.
13. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat s. 37, Envar Neşriyat, İstanbul, 1997; ayrıca bk. Sözler s. 381.
14. Bk. Kâsânî, Alauddin Ebû Bekr İbn Mesûd, Bedaiusâ€Sânâi 4/28. Mısır, 1328; Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut 5/187. Mısır, 1324; İbn Rüşdilâ€Hafid, Muhammed İbn Ahmed, Bidayetülâ€müctehid 2/55, Mısır, 1379.
15. Meselâ; koca fakir, karısı zengin de olsa mükellef kocadır. Karı, kocanın nafakasından mesul tutulamaz. Hatta sakatlık vb. durumlar yüzünden kendisinden ve karısının nafakasını teminden aciz bulunan koca hakkında da aynı hüküm geçerlidir. Bu durumdaki kocanın nafakası zengin karısı tarafından değil hısımları (yakın akrabaları) tarafından karşılanacaktır. Karı da kendi hısımlarınca infâk edilecektir. Öyle ki, kadının kocasından alacağı evlilik nafakası, zaman aşımına uğramayan bir borçtur. Kadın kendi malından harcasa bile bunları kocasından tahsil edebilir. Bk. Özcan, Ruhi, Hısımlık Nafakası s. 71.
16. Hısımlık nafakası için bk. Ruhi Özcan, a.g.e. s. 89-154.
17. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat 37; Sözler s. 381.
18. İslâmda kadının sosyal güvenliği için bk. Faruk Beşer, Kadının Çalışması Sosyal Güvenliği ve İslâm s.165-180, Nun Yay. İst. 1995; Bayraktar Bayraklı, Bir ailede baba yaşlı ise kız ile erkek çocuklar beraber çalışıyor ve beraber kazanıyorlarsa mirastaki hakları eşittir. demekte ve bu görüşüne Nisâ sûresinin 32. âyetini delil olarak getirmektedir. Halbuki bu âyet buna delil olamaz. Zira bu âyet Cahiliye Arap toplumunda mirastan mahrum bırakılan kadına erkek gibi mirastan hisse verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Kadının hangi durumda ne kadar alacağı ise naslarda tespit edilmiştir. İkinci olarak şunu da söylemek gerekir ki, böyle bir ailede çalışan kızın kazancı tamamen kendisine aittir. Ailenin harcamalarına katkıda bulunma mecburiyeti yoktur. Şahsî mülküdür. Bk. Bayraktar Bayraklı, Kadın, Sevgi ve Temel Hakları s. 64, İşaret Yay. İstanbul, 2000.
19. Orta tabakalaşma ve İslâmî esaslar için bk. İzzet Er, Sosyal Gelişme ve İslâm s. 94-115, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999.
Kadının Şahitliği ve Kadın - Erkek Eşitliği Meselesi
Dr. Selman Kuzu
a) Şahitlik ve Şahitliğin Önemi
Şehadet kelimesi hazır olmak manasına gelen Şe-Hi-De fiilinin masdarıdır. Lûgatta kesin haber manâsındadır. Istılahî manâda ise, yargı organları önünde şehadet lafzını kullanarak, şahitlik ederim, tanıklık ederim şeklinde, bir hakkın ispat edilmesi için doğru sözlülüğüyle tanınmış şahsın verdiği haberdir.1
İslâm hukukunda şahitlik önemli bir ispat yoludur. Şahitliğin yapıldığı vak aya göre bazen 2, bazen 4 şahidin ifadesiyle kula veya Allah a ait büyük haklar ortaya çıkar. Bazen de şahitliğin neticesinde idama kadar varabilen cezalar verilebilir. Bunun için Allah Rasûlü, şahitlik yapacak kimsenin ancak güneş gibi gördüğü bir mevzuya şahitlik yapabileceğini belirtmişlerdir.
Rasulullah a (s.a.s.) şehadetten soruldu ve O, söyle buyurdu:
†Güneşi gördüğü gibi, (kesin olarak bildiğine, müşahede ettiğin şeylere) şehadet et, yahut bırak.2
Bir diğer hadiste de Allah Rasûlü, büyük günahları sayarken yalan şahitliğin üzerinde hassasiyetle durmaktadır.
†Size büyük günahların, en büyüğünü haber vereyim mi?
†Evet Ya Rasûlellah.
†Allah a şirk koşmak, ana babaya asi gelmek. Allah Rasûlü, böyle buyurduktan sonra, yaslandıkları yerden doğrularak: Dikkat ediniz, biri de yalan şahitliktir. Dikkat ediniz, biri de yalan şahitliktir.... diye heyecan ve dehşetle o kadar tekrar etmiştir ki Ashâb, bu durum karşısında artık keşke dursa temennisinde bulunmuşlardır.3
Eymen b. Huzeym den rivayet edilen bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.), 3 kere, Ey insanlar! Yalan yere şahitlik, Allah a şirk koşmaya denk tutulmuştur. buyurmuş ve arkasından şu âyeti okumuştur.4
Artık o pis putlara (tapınmaktan) ve yalan söylemekten kaçının. (Hacc/22:30)
Enes b. Malik ten rivayet edilen hadis-i şerif de, şehadete Allah katında verilen önemi açıkça göstermektedir:
Bir gün Rasûllullah ın huzurundan bir cenaze geçmişti. Orada bulunan Ashâb, vefat eden zatı övmüştü. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Cennet ona vacip oldu. buyurdular.
Bir müddet sonra bir cenaze daha gelmiş, bu sefer Ashâb, onu yermişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) ise onun için, Cehennem vacip oldu. buyurdular. Ashab-ı Kiram bunun sebebini sorunca, Rasûllüllah (s.a.s.) şu cevabı verdiler. Müminler, Allah ın şahitleridir. 5
Şahitlik müessesesine verilen bu önem, adaletin tam te min edilmesi içindir. Bundan dolayı, İslâm hukukunda şahitliğin geçerli sayılabilmesi için şahitte ve şehadette bazı şartlar aranır ki, bu da yine şahitliğe verilen önemi ve şahitliğin ağır bir mesuliyet olduğunu gösterir.
b) Şahitte Aranan Genel Şartlar
a- Aklî ehliyet ve büluğ: Şahidin akıllı ve büluğa ermiş olmasının şartı üzerinde ittifak vardır. Deli, sarhoş ve çocuk gibi, aklı başında olmayanların veya aklî yönden mümeyyiz olmayanların sözüne güvenilemeyeceği için şahitlikleri kabul edilmez.
b- Hürriyet: Şahidin hür olması üzerinde ittifak vardır. Kölelerin şahitliği kabul edilmez. Çünkü köle efendisinin tesiri altında olduğu gibi, velâyet hakkı da yoktur. (Bu, şüphesiz köleliğin sürdüğü çağlar için geçerli bir kuraldır.)
c- İslam: İslâm toplumunda şahidin Müslüman olması şarttır. Kâfirin, Müslüman hakkındakı şehadeti kabul edilmez. Çünkü o, Müslüman hakkında yapacağı şahitlikte, kamuoyu nezdinde umumiyetle itham altında olur.
d- Şahidin gözünün görmesi şarttır. Şehadet, öncelikle şüphesiz görme işidir. İkinci olarak, bu şart, lehine şahitlik yapılanın tanınması ve şehadet esnasında ona işaret edilmesi gerekebileceğinden dolayıdır. Gözü görmeyen kimse ise, insanları ancak sesinden ayırt edebilir. Bunda ise şüphe söz konusudur. Zira sesler birbirine benzeyebilir. Bazı İslâm alimleri ise, gözle görmenin şart olmadığı vak alarda âmânın şahitlik yapabileceklerini söylemişlerdir.6
e- Şahidin konuşabilir olması şarttır. Dilsizin işareti anlaşılsa bile şehadeti kabul edilmez. İşaret, şehadetlerde muteber değildir. Çünkü şehadet kesin bilgiyi gerektirir. Şehadette de bunun dil ile lafzen apaçık söylenmesi istenir. Bununla beraber, bazı İslâm hukukçuları dilsizin şehadetini kabul etmişlerdir.7 (yazılı ifade??)
f- Adalet: Bütün İslâm hukukçuları, şahitlerde adaletin şart olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur ân-ı Kerim de Razı olacağınız şahitlerden ... (Bakara/2:282) ve bir âyette de Aranızda adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun... (Talâk/65:2) buyurulmaktadır.
Adalet, lûgatta orta yollu, dengeli, güvenilir olmak demektir. Şer i ıstılahta ise, büyük günahlardan uzak durup küçük günahlar üzerinde ısrar etmemektir. Hakikatte ise, bütün günahlardan sakınmak şehadetin sıhhati için şarttır. Günahlardan uzak kalmakta ise, çoğunlukla görülen durum dikkate alınır. Çünkü masiyetleri çok olan kimsenin bu durumu şahitliğini de etkiler. Nadiren günah işleyen kimsenin şahitliği kabul edilirse de, büyük günah işleyen ve/veya küçük günahlarda ısrar eden, adaletli olarak görülmemiş ve şahitlik yapamayacağı belirtilmiştir. Adaletin muteber olan sınırı budur. Ta ki, şahitler tam güvenilir olsun ve haklar zayi olmasın.
Hukukta hüküm, tabiî ki zahire göredir. İslâm, günahların araştırılmasını katiyen men eder. Bu bakımdan, hadler ve kısaslar müstesna, karşı taraf tenkit etmedikçe, şahitlerin durumu hakkında soru sorulmaz. Zahiri adalet ile yetinilebileceği hadiste belirtilmiştir.
Kazf sebebiyle, had vurulmuş kimse müstesna, Müslümanlar birbirlerine karşı âdildirler. 8
g- İtham altında olmamak: İslâm hukukçuları, töhmet altında olma sebebiyle şahitliğin red edileceği hususunda icma etmişlerdir. Töhmette bulunmak ise, lehine şehadet ettiği kimse ile karşılıklı fayda görme veya birbirinden zarar def etme konumunda ve münasebetinde bulunmasıdır. Meselâ, babanın oğlu ve torunu için şehadeti, çocuğun da anne, baba ve büyük baba, büyük anne için şehadeti kabul edilmez.9
Şehadetin kendinde aranan şartlar ise şunlardır :
1- Şehadet lafzı: Şahidin şehadet lafzını zikretmesi gerekir. Şayet şahit, şahidim, şahid olurum gibi açık şehadet eden lâfızlar yerine, bilirim yahut inanırım diyecek olursa, o olay hakkında şehadeti kabul edilmez.
2- Şehadetin davaya uygun olması gerekir. Şayet şehadet, iddia edilen şeyden (davadan) farklı olursa kabul edilmez. Ancak davacı, dava ve şehadet arasında bunları uzlaştırmanın mümkün olması halinde, kabul edilebilir.10
Şehadetle ilgili burada vermeye çalıştığımız bu kısa malûmat bize, İslâm da şahitliğin önemli bir müessese olduğunu, üzerinde son derece titizlik ve hassasiyetle durulması gerektiğini açıkça göstermektedir.
C- Kadının Şahitliği
a-) Bir erkek, iki kadın
İslâm hukukunda kadının şehadeti muteberdir. Çünkü kadın da erkek gibi şehadet ehliyeti için gerekli olan zabt ve eda niteliklerine sahiptir. Kadınların şahitliği, bizzat âyet-i kerimede yer almıştır: Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter.
Her zaman iki erkek şahit bulmak mümkün değildir. Burada İslâm kolaylık sağlamakta ve kadınları da şahitliğe çağırmaktadır.
Âyette öncelikle erkekler şahitliğe çağırılmaktadır. Zira İslâmî bir toplumda, çalışan sınıfı genellikle onlar oluşturur. Bu huzur ve güven toplumunda, günümüzdeki bozuk cemiyetlerde olduğu gibi kadın, çok az bir para karşılığı çalışmak zorunda kalarak, hem kendi sağlığı, hem de toplumun sıhhati açısından, dışarıda çalışmakla vereceği hizmetten çok daha büyük ve önemli bir fonksiyon olarak, istikbali omuzunda taşıyacak evlâtlarını terbiye etme ve yetiştirme gibi çok önemli annelik görevini bırakma mecburiyeti altında tutulmaz. Dolayısıyla çarşıda, pazarda, vekalet, kefalet ve şehadet gibi mevzularda kadının çok fazla ilgisi ve bilgisi olmayacağından, âyet-i kerime, ilk etapta erkekleri şahitliğe çağırmakta, şayet iki erkek bulunmazsa, güvenilir bir erkek ve iki kadının şahit olabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i Kerimede iki kadının şehadette bir erkeğe mukabil sayılması, bu mevzunun onun asıl meselesi olmaması ve psikolojik yapısından kaynaklanan zabt eksikliğidir. Yoksa mesele, kadın ve erkek eşitliğini iddia edenlerin dediği gibi, kadının insan yerine konulup konulmamasıyla, ona değer verilip-verilmemesiyle ve kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliğiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter.
Burada bahsi geçen unutmanın çeşitli sebepleri olabilir.
.
Efendimizin (s.a.v) Zamanında Kadınların Eğitimi
Rasim Haner
Bazı milletlerde, kadına hitaben mukaddes kitap okumaktansa, o kadının ateşte yanması tercih ediliyor, kız çocuklarına mukaddes sözlerden okumak, o kıza ahlaksızlık öğretmekle eş değerde görülüyordu. Arap toplumunda ise, bazı kabilelerde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, anneye bu konuda söz hakkı verilmiyordu.
Cahiliyede kadının durumuna kısa bir bakış
Kur’ân inmeye başlamadan önceki dönemlere cahiliye devri denir. Cahiliye, bir hayat tarzı idi. Bu cehalet, sadece Arap toplumları için değil o devirde bütün dünya için geçerliydi. Zira Hazreti İsa’dan sonra yaklaşık altı asır geçmiş ve o Mesihî soluklar insanların katılığı içinde tesirini yitirmişti. Bu katılık ve cehaleti resmetmek için kadının durumuna bakmak yeterli olacaktır.
O dönemde kimi kavimlerce, kadının insan olup olmadığı sorgulanıyor, kimilerince de ruhunun olmadığına inanılıyordu. Bazı coğrafyalarda, özel günlerinde kadının temiz olmadığı, kullandığı eşyalar ve dokunduğu insanların bir gün boyunca murdar kalacağı düşünülüyordu. Bazı milletlerde, kadına mukaddes kitap okumaktansa, o kadının ateşte yanması tercih ediliyor, kız çocuklarına mukaddes sözlerden okumak, o kıza ahlaksızlık öğretmekle eş değerde görülüyordu. Arap toplumunda ise, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, anneye bu konuda söz hakkı verilmiyordu. Kız doğuran kadın büyük suç işlemiş gibi bir psikoloji içerisine giriyor, kendisine kız çocuğunun olduğu müjdesi verilen baba ise, müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışıyor ve ne yapacağını düşünüyordu. Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bırakacaktı, yoksa toprağa mı gömecekti.. Ne yapacaktı? Kara kara düşünüyordu ve sonunda o fena hükmü veriyordu: Toprağa gömmek.! (Nahl, 16/58–59)
Zira o kızcağız, elinden iş gelmeyen bir ayıp unsuru, eve gelir getirmeyip sürekli tüketen hatta evdeki malı evlenerek başkasına götüren bir tüketici olarak kabul ediliyordu.1
İslâm’la gelenler
İşte bütün dünyada yaşanan, kadın hakkındaki bu cehalet karanlığının üzerine İslâm güneşi şu beyanlarla doğuverdi: “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar. Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi mükemmel bilir, dilediği her şeye kadirdir. (Şûrâ, 42/49)
Evet, bu güneşin aydınlığında, kadın için bütün hürriyet yolları açılıverdi. Kadın, Allah’ın bir kulu olarak erkeklerle eşit olduğu bildirildi. Güzelce terbiye edilen kız çocuklarının anne-baba için cehenneme karşı bir kalkan olacağı müjdesi verildi. Kadına kendini rahatlıkla ifade etme hürriyeti bahşedilirken, mescide kadar gelip Allah Resûlü’ne durumunu anlatma imkanı sunuldu. Bunun da ötesinde kadınlarla istişare yapılması hususunda bizzat Peygamber uygulamasıyla canlı bir örnek ortaya kondu. (Buhari, Megazi, 1-2)
İlmin Önemi
İlim, İslâm’ın en çok ehemmiyet verdiği mevzulardandır. Oku emriyle inmeye başlayan Kur’ân, ilme yaptığı bu ilk vurguyu, daha sonra “bilenle bilmeyenin bir olmadığını” beyanla (Zariyât, 39/9) devam ettirmiş, düşünme konusunda yapmış olduğu ısrarlı teşviklerle ilmin hocası olan insan merakını sürekli faal tutmuş ve bütün bu faaliyetleri, ilim talebini öğreten şu duayla taçlandırmıştır: “Rabbim, ilmimi artır.” (Ta Ha, 20/114)
Bunların yanında Kur’ân, gerçek âlimleri Allah’tan en çok korkanlar olarak methetmiş, bilinmeyen mevzuların onlara sorulmasını da tavsiye buyurmuştur. İlmin peygamberlerden kalan tek miras olduğunu (Buhari, İlim, 10) bildiren Allah Resûlü’nün mübarek ifadelerinde, ilim taliplerine cennet yollarının kolaylaştırıldığı müjdesi verilmiş, meleklerin ilim yolcularına kol kanat gerdiği ifade buyrulmuştur. (Ebu Davud, İlim, 1). Şu inşirah verici haber de yine âlemlere rahmet olarak gelmiş o Zat’a (s.a.s.) aittir: “İlim öğrenen kişinin rızkını Allah Teala üstlenmiştir.” Çalışarak ekmeğini kazanan fakat geçimini sağladığı ilim talibi kardeşinin çalışmamasından yakınan sahabiye, Efendimiz (s.a.s.)’in ikazı şöyle olmuştur: “Ne biliyorsun, belki de sen, onun yüzü suyu hürmetine rızıklandırılıyorsundur.” (Tirmizi, Zühd, 33) Evet, Allah Resûlü’nün ifadeleri içinde ilim rızkın bir vesilesidir. Müjdeler bununla da kalmamış, âlim ve onun talebesi, dünyadaki en kıymetli varlıklar olarak nazara verilmiş, (Tirmizi, Zühd, 14), ilim tahsili için yollara düşenlerin, evlerine dönünceye kadar Allah yolunda oldukları (Tirmizi, İlim, 2), hayrı öğretenlere denizdeki balıkların bile dua ettiği (Tirmizi, İlim, 19) bildirilmiştir.
Bu faziletlerin yanında, ilmin kıymetini bilememenin açtığı tehlikeli yol da hatırlatılmıştır: İlmi dünyevî menfaat elde etmek için öğrenenlerin Cennetin kokusunu dahi duyamayacakları tehdidiyle niyetlere yön verilmiş (Ebu Davud, İlim, 12), riya için ilim öğrenenin yüzüstü cehenneme sürükleneceği ikazında bulunulmuştur. (Müslim, İmare, 152) İlim yolunda fiilî duanın yanında kavlî dua da ihmal edilmemiş, faydasız ilimden Allah’a sığınılmış, ilmiyle âmil olanlar tebcil edilmiştir. İlim tahsil ederken ölen kimsenin Peygamberlerle arasında bir derece kalacağı muştusuyla gayretler coşturulmuş, (Darimî, Mukaddime, 32) geride faydalı bir ilim bırakanların amel defterlerinin kapanmayacağı müjdesiyle de (Müslim, Vasiyyet, 14) yüreklere inşirahlar salınmıştır. İlmin ehemmiyetine dair saydığımız bütün bu hususlarda kadınlar erkeklerle aynı haklara sahiptirler.
Kadınların İlim Tahsili
Öğrenilecek şeylerin başında, Allah’a dair bilinmesi gerekenler gelir. Buna kısaca Allah marifeti diyebiliriz. Bu marifeti, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman gibi marifet artırıcı diğer rükünler takib eder. Ardından da bir insanın dünya hayatını tanzim eden ameller/fiiller gelir. Daha sonra da ahlaki hususlar yerini alır. Hiç şüphesiz, saydığımız bu hususların öğrenilmesinde erkeklerle kadınlar eşittir. Bir diğer ifadesiyle kadınlar, şer’î mesuliyetlerde erkekler gibidir. “Kadınlara Cuma, cihad ve cenaze hariç erkeklere farz kılınan her şey farz kılınmıştır” (Abdürrezzak, 5/298) hadis-i şerifindeki istisnaları saymayacak olursak kadınlarla erkekler aynı şartlara ve sorumluluklara sahiptirler. Bu sorumlulukların ahirete ait ceza ve mükafatları konusunda da kadınlar erkeklerle eşittir. Kur’ân’da bu hakikat şöyle beyan edilir: “Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: “Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur.” (Âl-i İmran, 3/195) Bu eşitlik gereği, kadınlar da erkekler gibi kendilerine gereken ilimleri öğrenmek zorundadırlar.
Peygamber Efendimiz’in cariyeler hakkındaki şu beyanları, değil hür kadınların, köle kadınların bile ilim öğrenme konusundaki haklarını ortaya koyar: “Bir insanın cariyesi olur, ona güzel bir tahsil ve eğitim verir, sonra da onu azad ederse, Allah onu iki katıyla mükâfatlandırır.” (Buhari, Cihad, 145)
Efendimiz (s.a.s.)’in kavlen ve fiilen teşvikçisi olduğu kadın eğitimi, İslâm’da en güzel şekilde tatbik edilmiş ve kadın hiçbir zaman bu hakkından mahrum bırakılmamıştır. Zamanımızda kısmen bazı yerlerde görüldüğü gibi, kız çocuklarını okutmama yanlışlığına düşülmüşse bu, dini yanlış ya da eksik anlamadan kaynaklanmıştır.
Kadınların ilim tahsil etmesi ve dini öğrenmesi, Peygamberimiz zamanında birkaç şekilde gerçekleşmiştir. Şimdi kısaca bunları görmeye çalışalım.
1- Kadınların mescide gidip gelmeleri
Peygamber Efendimiz zamanında kadınlar da tıpkı erkekler gibi mescide gelip gidiyorlar, vakit namazlarıyla beraber Cuma ve bayram namazlarını da kılıyorlardı. Hatta özel günlerinde kadınların bayram namazına gelmeleri ve cemaatin gerisinde durarak tekbirlere iştirak etmeleri tavsiye ediliyordu. (Buhari, Îdeyn, 15)
Şu hadis-i şeriflerden kadınların mescide gelmelerinde o gün herhangi bir sakınca görülmediğini anlıyoruz. “Kadınların mescitlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır.” (Müslim, Salât, 134–137), “Kadınlarınız gece mescide çıkmak için izin istediklerinde onlara izin verin” (Müslim, Salât, 139), “Kadınlar cemaate katılmak istediklerinde, koku sürünmesinler.” (Müslim, Salât, 141) Görülüyor ki, mescidler kadınlar için her zaman için açıktı. Ancak, bazı şartlar da yok değildi. Kadınlar koku sürünmeden gelecekler ve böylece namazda yaşanması gereken konsantrasyonu bozmayacaklardı. Bu ve benzeri tedbirlerde, namazın huzurunu gözetme ile beraber erkekler için fitne unsuru olmama da göz önünde bulunduruluyordu. Nitekim, Peygamber Efendimiz’in vefatlarından sonra kadınların mescide gelmeleri bazı endişeler uyandırmış ve zaman zaman çeşitli uygulamalara gidilmiştir. Bu uygulamalardan biri Hazreti Ömer’e aittir. Hazreti Ömer (r.a), Ramazan ayında erkeklerden ayrı namaz kılmaları için mescidin içinde kadınlara bir yer ayırmış ve onlara Süleyman bin Ebû Hasme’yi imam tayin etmiştir.2 Bu tür uygulamaların sebebini Hazreti Aişe validemiz (r.anha)’in şu sözünde bulmaktayız: “Eğer Allah Resûlü, kendisinden sonra kadınların neler yaptıklarını görseydi, İsrailoğullarının kadınlarında olduğu gibi, onların mescide gelmelerini men ederdi.” (Ebû Davud, Salât 53) Burada kadınların süslenerek mescide geldikleri, giyimleriyle dikkat çektikleri ve bu halleriyle namazın ve mescidin manevi havasını olumsuz yönde etkiledikleri anlaşılmaktadır. Bu uygulama daha sonra Hazreti Osman zamanında kaldırılmış ve kadınlar erkeklerle beraber aynı imama uyarak namaz kılmışlardır.3
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), sadece Cuma günleri değil diğer günler de namazlardan sonra mescidde, inen ayetleri tebliğ ve tefsir ediyor, o ayetle ilgili olan ya da olmayan sorulara cevaplar veriyordu. İşte bu sohbetlere kadınlar da katılıyor, hatta sorular da soruyorlardı. (Buhari, İlim, 41)4
Kadınların sohbetleri ve hutbeleri dinlemeleri daha sonra Hulefa-i Raşidin döneminde de devam etmiştir. Hazreti Ömer hutbe verirken bir kadının kalkıp mehirin azaltılmasıyla alakalı fikrine karşı çıkması ve bunu ayetten delil getirerek rahatlıkla ifade etmesi, bu meselede bir örnektir.5 Bu anlatılanlardan da anlaşılıyor ki, kadınlar asr-ı saadette -bazen çeşitli tedbirlerle beraber- mescitlerin manevî ve ilmî feyizlerinden istifade etmişler ve hep ilme açık olmuşlardır.
2- Peygamberimizin özel sohbet günleri
“Allah, beni bir muallim olarak gönderdi.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 229) diyen ve ümmetinin içinde erkeklerle beraber kadınların eğitimiyle de ilgilenen Allah Resûlü (s.a.s.), kendisine özel sohbet talebiyle gelen kadınlara hususi bir gün ayırmış ve onlara vaazlar vermiştir.
Medine’nin kadınları gelerek şöyle demişlerdi: “Ey Allah’ın Resûlü, erkekler Sizi dinleyip Sizden istifade etme konusunda bizi geçtiler. Bize de müstakil bir gün ayırsanız!” Allah Resûlü, bunun üzerine onlara bir gün verdi. O belirli günde onlara nasihat eder ve bazı emirlerde bulunurdu. (Buhari, İlim 36)
Mescidde sohbet dinleme hakkına sahip olan bu kadınlar, erkeklerin fazla kalabalık olmaları sebebiyle izdihama maruz kalıyorlar ve bazen Efendimiz’i tam işitemiyorlardı. Ayrıca, hepsi her zaman mescide gelemiyordu. Onların bu ısrarlı isteklerine binaen, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ilgisiz kalamazdı ve kalmadı da. Hemen bir gün belirledi ve kadınlara has vaazlar verdi. Hatta bazı rivayetlerde Allah Resûlü’nün “Falanca hanımın evinde toplanın” diyerek kadınlara mahsus vaazını belirli bir evde yaptığı rivayet edilir. (Fethu’l Bârî, 1/236) Aynı hadis-i şerifte, Peygamberimizin kadınlara yapmış olduğu vaaz konularından biri de, konumuzla alakalı olarak, geleceğin büyük kadınları olan küçük kızların eğitimiyle alakalıdır. Allah Resûlü, onlara şöyle buyurur: Bir kadının üç kızı olur da onları güzelce terbiye ederse, bu üç kız onun için cehenneme karşı perde olur. Bir kadın sorar “iki kızı olursa!?” Peygamberimiz “iki kızı olan da aynıdır” buyurur. Burada kadınların da kızlarına tebliğde bulunmaları ve onları güzelce terbiye etmeleri gerektiğini öğreniyoruz.
Buhari, “Devlet başkanının kadınlara nasihatte bulunması” babına yer vererek şu hadiseyi anlatır: Allah Resûlü (s.a.s.), bir gün Bilal (r.a.)’ı da yanına alarak, kadınlara vaaz vermek üzere çıktı. Kadınlara sadakanın faziletlerini anlatarak sadaka vermelerini istedi. Kadınlar küpelerini ve yüzüklerini sadaka olarak ortaya atmaya başladılar. Bilal de bunları alıp elbisesinde topladı. (Buhari, İlim 32) İbni Hacer, şöyle der: Buharî bu başlıkla, ailenin öğretimiyle ilgili teşvikin, kişinin sadece kendisine mahsus olmayıp bunun devlet başkanı ve onun yetki verdiği kimselere de yönelik olduğuna dikkat çekmiştir. (Fethu’l Bârî, 1/232) Bu hadiste dikkatimizi çeken diğer bir husus, kadınların maddî infakta bulunmaları ve himmette bulunmaları için Peygamberimiz’in onları topluca teşvik etmesidir. Bu husus, bugün olduğu gibi kadınların gerektiğinde bu türlü hizmetlerde bulunabileceğinin delili olmaktadır.
3- Sahabenin ailesine tebliği
Allah Resûlü, genellikle tebliğ ve irşatlarını, Mescid-i Nebevî’de yapıyordu. Bütün öğrenilenler vahiy eksenli idi ve her şey ter ü tazeydi. Gökler ötesinin haberleri bir yağmur gibi yağıyordu yeryüzüne. Sahabe, başına bir iş geldiğinde, evde bir mesele olduğunda hemen mescide Peygamber Efendimiz’in yanına koşuyor, müşkilinin halledilmesini istirham ediyordu. Eğer, sorma imkânı bulamaz veya utanırsa, ehl-i suffeye soruyor, Efendimiz’den menkul bir haber varsa onu öğreniyor ve evine dönerek öğrendiklerini ailesine de öğretiyordu. (Bkz. Buhari, İlim, 26) Çünkü “Bir ayet de olsa benden duyduklarınızı insanlara tebliğ ediniz” emrini alan Sahabe’nin başka türlü yapması beklenemezdi. “Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki, yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim, 66/6) ayetinden anlaşıldığı üzere bütün inananlar, aile efradını ebedi hüsrandan korumakla mesuldür. Bu ayeti en güzel şekilde anlayan ve dini yaşamada hassas davranan Sahabenin bir kelime de olsa elde ettikleri bilgiden ailelerini mahrum etmeleri düşünülemezdi. Evet, Sahabe bu ayeti çok iyi anlıyor ve gereğini yapıyordu. Dini yeni öğrenen insanların şu kıssası, bu konuda bize bir fikir vermektedir: Rabîa kabilesinden bir grup Allah Resûlü’ne gelip, Medine’ye kolay gelemediklerini, düşman kavimlerin yol üzerinde bulunmasından dolayı ancak haram aylarda gelebildiklerini arz ettikten sonra kendilerine nasihatlerde bulunmasını istediler. Allah Resûlü de onlara bazı tavsiyelerde bulundu ve sonra şöyle buyurdu: “Bu dediklerimi iyi ezberleyin ve geride kalanlara anlatın.” (Buhârî, İlim, 25) Geride kalanlardan maksat ise başta aileleri olmak üzere bütün kabileydi.
.
|