|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI KURULUŞUNDAN EMEVÎLER DEVLETİ’NİN YIKILIŞINA KADAR KAYREVAN Yüksek Lisans Tezi ESRA KESKİN BURSA – 2015 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI KURULUŞUNDAN EMEVÎLER DEVLETİ’NİN YIKILIŞINA KADAR KAYREVAN Yüksek Lisans Tezi ESRA KESKİN DANIŞMAN PROF. DR. ADEM APAK BURSA – 2015 iii ÖZET Yazar : Esra KESKİN Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Bilim Dalı : İslâm Tarihi Bilim Dalı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : x+111 Mezuniyet Tarihi : .…./…./2015 Tez Danışmanı : Prof. Dr. Adem APAK KURULUŞUNDAN EMEVÎLER DEVLETİ’NİN YIKILIŞINA KADAR KAYREVAN Çalışma giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Tezin amacı Emeviler döneminde Kayrevan şehrinin medeniyet tarihindeki yerini ortaya koymaktır. Çalışmanın giriş bölümünde kaynak ve araştırmalar, Kuzey Afrika ve Kayrevan’ın coğrafî konumu, mimarî özellikleri genel hatlarıyla anlatılmıştır. Birinci bölümde Kayrevan şehrinin kurulduğu döneme kadar Kuzey Afrika fetihlerinden bahsedilmiştir. Kayrevan şehrinin kuruluşundan sonraki kısımda ise valiler merkezli bir anlatım benimsenmiştir. Bu bölüm tamamıyla siyasî tarih formatıyla aktarılmıştır. Araştırmanın ikinci bölümü ilmî ve sosyo-kültürel hayata hasredilmiştir. Bu başlık altında daha çok ilmî hayattan bahsedilmektedir. Ardından ele alınan sosyal ve kültürel hayat çoğunlukla siyasî ve ilmî tarih kaynaklarından tespit edilen bilgilere dayalı olarak takdim edilmiştir. Sonuç kısmında çalışmanın tamamı bölümler halinde değerlendirilmiştir. Kayrevan’ın haritaları da son kısımda ekler başlığıyla sunulmuştur. Anahtar kelimeler: İslâm Tarihi, Kayrevan, Kuzey Afrika, Emeviler, Şehir Tarihi iv ABSTRACT Author : Esra KESKİN University : Uludag University Main Department : History of Islam and Islamic Arts Department : History of Islam Type of Thesis : Master Thesis Page Number : x+111 Date of Graduation :.…./…./2015 Supervisor : Prof. Dr. Adem APAK FROM IT’S FOUNDATION THE CITY OF QAYRAWAN UNTIL THE COLLAPSE OF THE UMAYYAD DYNASTY The study is composed of an introduction and two chapters. The aim of the thesis is to present the position of Qayrawan in the history of civilization during the period of Umayyad Dynasty. In the introduction, the sources and researchs, the geographical position and architectural characteristics of Qayrawan and North Africa are generally explained. The first chapter mentions are conquests of North Africa until the foundation of Qayrawan. İt’s perferred a narration based on Governer’s acts after the foundation period of the city. This chapter is utterly narrated in the from of political history. The second chapter consists scientific and socio-cultural life. İt’s mostly mentioned about scientific life under this title. And then, the socio cultural life discussed is largely presented in the light of information which was determined through the history sources of political and scientific. In the Conclusion, the whole study is commented as chapters. Besides, the plans and maps of Qayrawan are added in the title of appendix. Keywords: History of Islâm, Qayrawan, North Africa, Umayyads, History of city v İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ........................................................................................................ii ÖZET ...................................................................................................................................iii ABSTRACT ........................................................................................................................ iv İÇİNDEKİLER .................................................................................................................... v KISALTMALAR .............................................................................................................. viii ÖNSÖZ ................................................................................................................................ ix GİRİŞ .................................................................................................................................... 1 A. KAYNAKLAR VE ARAŞTIRMALAR ....................................................................... 1 1. Kaynaklar ................................................................................................................... 1 2. Araştırmalar ................................................................................................................ 4 B. KAYREVAN ŞEHRİ .................................................................................................... 6 1. İfrikiyye ve Kayrevan’ın Coğrafi Konumu ................................................................ 6 2. Kayrevan Şehrinin Kurulması ve Başkent Oluşu ....................................................... 9 3. Kayrevan’ın İslâm Şehir Tarihindeki Konumu ........................................................ 13 4. Kayrevan ‘ın Fiziki Yapısı ....................................................................................... 14 BİRİNCİ BÖLÜM SİYASİ TARİH A. KAYREVAN ŞEHRİNİN KURULUŞUNA KADAR KUZEY AFRİKA FETİHLERİ ................................................................................................................. 19 B. EMEVÎLER DÖNEMİNDE KAYREVAN ŞEHRİNE ATANAN VALİLER ........... 23 1. Ukbe b. Nafi (İlk Valiliği) ........................................................................................ 23 2. Ebu’l-Muhâcir ed-Dînâr ........................................................................................... 27 3. Ukbe b. Nâfi’ (İkinci Valiliği).................................................................................. 28 4. Züheyr b. Kays el-Belevî ......................................................................................... 33 5. Hassân b. Nu‘mân .................................................................................................... 34 6. Mûsâ b. Nusayr ........................................................................................................ 39 vi 7. Muhammed b. Yezîd ................................................................................................ 46 8. İsmail b. Ubeydullah Ebu’l-Muhâcir ....................................................................... 48 9. Yezîd b. Ebû Müslim’in Valiliği .............................................................................. 49 10. Bişr b. Safvân el-Kelbî ........................................................................................... 50 11. Ubeyde b. Abdurrahman el-Kaysî .......................................................................... 51 12. Ubeydullah b. Habhâb ............................................................................................ 53 13. Külsûm b. İyâz el-Kuşeyrî ..................................................................................... 55 14. Hanzale b. Safvân ................................................................................................... 57 15. Abdurrahman b. Habîb ........................................................................................... 59 İKİNCİ BÖLÜM KAYREVAN’DA İLMÎ VE SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT A. KAYREVAN’DA İLMÎ HAYAT ............................................................................... 62 1. Ashâbın İlmî Hayata Katkısı .................................................................................... 62 2. Tâbiûnun İlmî Hayata Katkısı .................................................................................. 66 3. Tâbiûnun Kayrevan’da Yetiştirdiği Alim Tabakası ................................................. 73 4. Emevîler Döneminde Kayrevan’da Öğretilen İlimler .............................................. 75 a. Kur’ân-ı Kerîm İlimleri...................................................................................................................... 75 b. Hadis İlimleri.......................................................................................................................................... 77 c. Fıkıh İlimleri............................................................................................................................................ 78 d. Arap Dili ile İlgili İlimler.................................................................................................................. 79 5. Eğitim Öğretim Yapılan Mekanlar ........................................................................... 80 a. Mescidler................................................................................................................................................... 81 b. Küttâblar.................................................................................................................................................... 83 c. Yöneticilerin, Alimlerin İlim Meclisleri ve Cihat Alanları............................................... 84 e. İlim Öğretimi için Rıhle..................................................................................................................... 85 B. KAYREVAN’DA SOSYAL HAYAT ........................................................................ 85 1. Kayrevan’da Yaşayan Etnik Unsurlar ...................................................................... 85 a. Berberîler .................................................................................................................................................. 86 b. Rumlar........................................................................................................................................................ 89 c. Araplar........................................................................................................................................................ 89 d. Yahudiler .................................................................................................................................................. 90 vii e. Diğer Gruplar.......................................................................................................................................... 90 2. Kayrevan’da Meslek Grupları .................................................................................. 91 3. Giyim Kuşam ........................................................................................................... 92 4. Yemek Kültürü ......................................................................................................... 92 C. KAYREVAN’DA İKTİSADÎ HAYAT....................................................................... 93 1. Ticaret....................................................................................................................... 94 2. Tarım ve Hayvancılık ............................................................................................... 95 3. Zanaat/El Sanatları ................................................................................................... 96 SONUÇ ............................................................................................................................... 97 KAYNAKLAR ................................................................................................................. 100 EKLER ............................................................................................................................. 107 ÖZGEÇMİŞ ..................................................................................................................... 111 viii KISALTMALAR b. : Bin/İbni b.(dipnotta) : Baskı bkz. : Bakınız çev. : Çeviren c. : Cilt DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi h. : Hicrî Hz. : Hazreti İA : İslâm Ansiklopedisi İSAM : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi r.a. : Radiyallahu anh s. : Sayfa (s.a.v) : Sallallâhu aleyhi ve selem nşr. : Neşir eden thk. : Tahkik eden trc. : Tercüme eden ty. : Basım tarihi yok vb. : ve benzeri y.y. : Basım yeri yok yay.y. : Yayıncı yok ix ÖNSÖZ Şehir tarihi çalışmaları Türkiye’de uzun süre ihmal edilmesine rağmen son yıllarda ilgi gören bir araştırma alanıdır. Genelde İslâm özelde Osmanlı şehirleri araştırmacılar tarafından hem bütüncül, hem de parçalı olarak çalışılmıştır. Şehirlerin genel tarihlerinin yanı sıra şehrin herhangi bir unsurunun çalışılması da bu kapsama girmektedir. İslâm şehirleri arasından Kûfe, Bağdat, Kurtuba gibi kadim şehirlerle ilgili çalışmalar göze çarparken, bir dönem merkez konumunda olan ancak zamanla etkinliğini kaybeden daha küçük şehirler arka planda kalmıştır. Çalışmamız işte bu arka planda kalan şehirlerden biri olan Kayrevan şehrini konu almakta, şehir tarihi çalışmalarına mütevazi bir katkı sağlamayı hedeflemektedir. Kayrevan şehri Emevîler döneminde İslâm Medeniyetinin merkez şehirlerinden biri olup, hususen Kuzey Afrika ve Endülüs fetihlerinin başlangıç noktasıdır. Şehir meşrik(doğu), mağrib(batı) ayrımında mağrib kısmının merkezini temsil eder. Doğudan batıya geçişlerde bağlantı merkezi görevini üstlenerek, büyük Endülüs medeniyetinin geçiş noktası olmuştur. Tezimizdeki amaç Kayrevan’ın Emevîler dönemindeki bu büyük rolünü ön plana çıkarmaktır. Çalışmamız giriş, birinci bölüm-siyasi tarih, ikinci bölüm-ilmî ve sosyo-kültürel hayat şeklinde üç kısımdan oluşmaktadır. Giriş kısmında Kuzey Afrika ve Kayrevan’ın konumu, coğrafya ve tarih kaynaklarından faydalanılarak genel olarak tarif edilmiştir. Şehir tarihleri içerisinde Kayrevan şehri bir kategori içerisinde değerlendirilerek, bilhassa mimari unsurları tanıtılmıştır. Böylelikle giriş kısmında şehirle ilgili genel bir takdim yapılarak Emevîler dönemindeki durumu verilmiştir. Birinci bölümde siyasi tarih başlığı altında öncelikle Hz. Ömer’in hilafeti döneminden (22/642) Mervân b. Muhammed’in halifeliğine kadar (127/744) burada gerçekleştirilen fetih ve hakimiyet dönemleri anlatılarak; yalnızca İfrikiyye değil, Mağrib ve Endülüs fetihlerinin de zikredilmesine özen gösterilmiştir. Zira fetihlerin tamamı ya Kayrevan şehrinin valisi ya da onun görevlendirdiği başka bir komutan tarafından gerçekleştirilmiştir. Kayrevan’ın merkezî rolü bu fetihlerle somut olarak görülebilmektedir. x Kayrevan’ın Emevîler dönemi tarihi, buraya görevlendirilen valilerin her birinin ayrı ayrı dönemler halinde incelenmesiyle oluşturulmuştur. İkinci bölümde Kayrevan’ın ilmî ve sosyo-kültürel hayatı incelenmiştir. Burada özellikle de ilmî hayat ön plana çıkmaktadır. Emevîler Döneminde Kayrevan’da siyasî ve ilmî tarih dışında sosyal hayat hakkında çok fazla bilgi bulunmaması sebebiyle, siyasî ve ilmî tarih içerisinden sosyal hayatla ilgili bilgiler tespit edilerek müstakil bir başlık altında verilmiştir. Çalışmada bazı kısımlarda yer ve şahıs isimlerinin Arapçaları zikredilmiştir. Bunun sebebi bu isimlerin okunuşunda farklar bulunmasıdır. Burada zikretmek istediğim bir husus var ki; Kuzey Afrika ülkelerini ziyaret ederek kültürünü tanıma fırsatı elde etmeme rağmen Kayrevan’ı henüz görmemiş olmam büyük bir eksikliktir. En kısa zamanda telafi etmek gerektiği düşüncesindeyim. Burada çalışmamın tamamında büyük emekleri bulunan danışman hocam Prof. Dr. Adem Apak, “Kayrevan Tarihi”ni çalışmam önerisinde bulunan Doç. Dr. Nuh Arslantaş, hiçbir zaman tavsiyelerini esirgemeyen Doç. Dr. Adnan Adıgüzel ve Yard. Doç. Dr. Şevket Yıldız hocalarıma ve danıştığım tüm sorulara nezaketle cevap veren saygıdeğer meslektaşım Sarah Bulut’a teşekkürü bir borç bilirim. Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır. Esra KESKİN BURSA-2015 1 GİRİŞ A. KAYNAKLAR VE ARAŞTIRMALAR 1. Kaynaklar Emevîler Dönemi Kayrevan şehir tarihini araştırabilmek için döneme en yakın tarihî verileri kullanmak gerekir. Ancak çalıştığımız döneme ait bilgiler yaklaşık bir asır sonra yazılmıştır. Bu da tarihî veriler için uzun bir zaman dilimidir. Çalışmada bilgilerin detaylandırılması bu sebeple mümkün olmamıştır. Kullanılan kaynaklar arasında Halîfe b. Hayyât’ın (240/854) “Târîhu Halife b. Hayyât”ı1 , İbn Abdilhakem’in (257/870) “Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ”sı2 , Belâzürî’nin (279/870) “Futûhu’l-Buldân”ı3 , Ya‘kûbî’nin (292/905) “Târîhu Ya‘kûbî”si4 zikredilebilir. Bunlar arasından Emevîler Dönemi Kuzey Afrika Tarihi için döneme en yakın kaynak İbn Abdilhakem’in (257/870) “Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ”sıdır. Bu kitapta Afrika ve Endülüs fetihleri ile ilgili detaylı bilgiler bulunmaktadır. Belâzürî’nin (279/870) “Futûhu’l-Buldân” adlı kitabının birkaç rivayetiyle birlikte tezimizin en eski bilgi kaynaklarından olduğunu söyleyebiliriz. Şunu da ilave etmek gerekir ki Halîfe b. Hayyât’ın rivayetlerindeki bilgiler diğer kitaplardaki rivayetlerle birebir örtüşmesine rağmen, verdiği tarihlerin neredeyse tamamı diğer kaynakların verdiği tarihlerden farklıdır. Bu kitaplarda rivayetlerin kopuk bir şekilde verilmesi daha ileri tarihte yazılmış kitaplara müracaat etmeyi gerektirmiştir. Bu iki kitabın ardından “Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib”5 kitabının sahibi Rakîku’l-Kayrevanî’nin (383/993-994) anlatımının bütünlüğü olayların tamamını görmede daha etkili olmuştur. Kayrevanî’nin eseri Ağlebîler dönemini de kapsayan özet bir kitap niteliğindedir. Taberî (310/923) ve İbn Kesîr’in 1 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halife b. Hayyât (nşr. Ekrem Ziya el-Ömerî), Dâru Tayyibe, 3. b., Riyad, 1985. 2 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ (nşr. C. C. Torrey), Brill yayınevi, Leiden, 1920. 3 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân (thk.Muhammed Rıdvan), yay.y., Beyrut, 1983. 4 Ya’kûbî, Tarîhu’l-Ya’kûbî, Dâru’l-Beyrut, Beyrut, 1960. 5 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, Dâru’l-Furcânî, y.y., 1994. 2 (774/1373) tarihleri6 de içerisinde Kuzey Afrika’nın rivayetlerinin azlığına rağmen faydalandığımız kaynaklardan olmuştur. İbnü’l-Esîr’in (630/1210) “el-Kâmil fi’t-Târîh”7 adlı eseri ise Kuzey Afrika ile ilgili çok sayıda rivayeti içerisinde barındırır. Tüm bu klasik literatür içerisinde konuların düzenli olarak verildiği yegane kaynak ise İbnü’l-İzârî’nin (712/1312) “Beyânu’l-Muğrib fî Ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib” 8 adlı kitabıdır. Burada Kayrevan ve Kuzey Afrika’nın siyasî tarihiyle ilgili bilgilerin neredeyse tamamını bir arada görmek mümkündür. Üstelik bu kitap kendisinden önceki kaynakları değerlendirirken de bir ölçüt sayılmaktadır. İbn Haldûn’un (808/1405), Kitâbu’l-İber’i9 de Kuzey Afrika’da yaşayan birinin döneme bakışını görmek açısından mühimdir. İbn Tağriberdî’nin (874/1470) “Nücûmuz-Zâhire”si10 de Kuzey Afrika ve Endülüs ile ilgili rivayetleriyle çalışmamızda yer almıştır. Siyasî tarih ile ilgili kaynakları zikrettikten sonra çalışmamızın ana kaynaklarından olan coğrafya ve tabakât kitaplarını da tanıtmak gerekir. Hiçbir detayın atlanmaması için sırasıyla bütün coğrafya kitapları tek tek tetkik edilmiştir. İbnü’l-Fakîh’in (289/902) “Muhtasar Kitâbu’l-Buldân”ı11, İbn Hurdâzbih’in (300/912-913) “Kitâbu’l-Mesâlik ve’lMemâlik”i12, İbn Rüsteh’in (310-337/922-948) “Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’lBuldân”ı13, İstahrî’nin (340/952) “Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik”i14, İbn Havkal’ın (367/977) “Sûretü’l-Arz”ı15, Mukaddesî/ Makdisî’nin (390/1000) “Kitâbu Ahseni’tTekâsim”i16, Bekrî’nin (487/1094) hem “Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik” hem de “Mu‘cemu Mâ İsta‘cem min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâdî”i17, Yâkût el-Hamevî’nin 6 Taberî, Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (thk. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim), 2. b., Dâru’l-Meârif, Kahire, ty.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), 1. b., Dâru’l-Hicr, ty.. 7 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh (thk. Ebû’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî), 1.b., Dâru’l-Kitâbi’l-İlmiyye, Beyrut, 1987. 8 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib fî Ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib (thk.G. S. Colin, E. Levi-Provensal) , 3. b., Dâru’s-Sekâfe, Beyrut, 1983. 9 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber ve Divânu’l-Mübtede’ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’lBerber ve Men Âsârahüm min Zevi’s-Sultâni’l-Ekber, 2. b., Dâru’l-Kitâbu’l-Mısrî, Kahire, 1999. 10 İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire fî Mülûki Mısır ve’l-Kahire (thk. Muhammed Hüseyin Şemseddin), 1. b., Darû’l-Kütüb’il-ilmiyye, Beyrut, 1992. 11 İbnü’l-Fakîh, Muhtasar Kitâbu’l-Buldân (nşr. M.J.De Goeje), Brill yayınevi, Leiden, 1967. 12 İbn Hurdâzbih, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik (nşr. M.J. De Geoje), Brill Yayınevi, Leiden, 1967. 13 İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân (thk. M.J.De Goeje), Brill Yayınevi, Leiden, 1967. 14 İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik(thk. M.J.De Goeje), Brill Yayınevi, Leiden,1967. 15 İbn Havkal, Sûretü’l-Arz(nşr. M. J. De Goeje), Brill Yayınevi, Leiden, 1967 16 Mukaddesî/Makdisî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsim(nşr. M. J. De Goeje), Brill Yayınevi, Leiden, 1967. 17 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik (nşr. A.P. Van Leeuwen- A. Ferre), Tunus, 1992. 3 (626/1229) “Mu‘cemu’l-Buldân”ı18 ve Kazvînî’nin (682/1283) “Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd”ı19 sırasıyla incelenmiştir. Bu kitaplarda bilgiler genellikle birbirinin tekrarı olurken, zaman zaman farklı detaylar da göze çarpmaktadır. Çalışmamızda Yâkût elHamevî’nin kitabı tarihî, coğrafî ve mimarî bilgileri kendisinde topladığı için genellikle tercih edilen eser olmuştur. Bilinmeyen yer adlarının neredeyse tamamında da onun kitabı referans gösterilmiştir. Coğrafî kaynaklar Kuzey Afrika’daki yerlerin konumlarını ve adlarını vermelerinin yanı sıra Kayrevan şehrinin ana unsurlarını ve gelişim aşamalarını da net bir şekilde göstermişlerdir. Ek olarak tarihî bilgileri de yeri geldiğince zikretmeye çalışmışlardır. Bu açıdan şehir tarihi çalışmaları için birincil kaynak olarak görülmüşlerdir. Şehir tarihi çalışmaları için temel bilgi kaynaklarından biri de tabakât kitaplarıdır. Hem genel hem de bir bölgeye ait tabakat kitapları orada yaşayan insanlarla ilgili bilgiler vermelerinin yanı sıra yaşadıkları yer hakkında da küçük detaylar vermişlerdir. Bu bağlamda öncelikle İbnü’l-Esîr’in (630/1210) Üsdü’l-Ğabe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe’si20 çalışmamıza kaynaklık etmiştir. Ebû’l-Arab’ın (333/945) “Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye”si21 , Debbâğ’ın (699/1300) “Meâlimü’l-İmân fî Ma’rifeti Ehli’l-Kayrevan”22 adlı eseri, Mâlikî’nin (464/1071’den sonra) “Riyâdu’n-Nüfûs”u23 da Kuzey Afrika ve Kayrevan ile ilgili bilgiler içermesi bakımından oldukça zengindir. Bu kitapların içerisinde ashâb, tâbiûn ve dönemin ilim adamları hakkında bilgiler bulunurken; mezarlık, cami, mescidler gibi mimarîye ait bazı detayları da görmek mümkün olmuştur. Yukarıda sıraladığımız temel kaynaklara ilaveten seyyâhların kitapları ek olarak zikredilebilir. Bu bölge ile ilgili birkaç seyahatnâme incelenmesine rağmen Hassân b. Muhammed el-Vezzân’ın (957/1550) “Vasfu İfrîkiyâ”sı24 hariç Emevîler dönemi Kayrevan’ına ait farklı bir bilgiyle karşılaşılmamıştır. 18 Bekrî, Mu‘cemu Mâ İsta‘cem min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâdî, yay. y., Beyrut, 1983. 19 Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, yay. y., Beyrut, 1960. 20 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe (thk. Muhammed İbrahim el-Bennâ, Muhammed Ahmed Âşûr, Mahmud Abdülvehhab Fayid), yay. y., Kahire, ty. 21 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, Dâru’l-Kitâbi’l-Lübnân, Lübnan, ty. 22 Debbâğ, Meâlimü’l-İmân fî Ma’rifeti Ehli’l-Kayrevân (thk. Abdülmecid Hayâlî), Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, y.y., 2005. 23 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs (thk.Beşîr el-Bekkûş), 1.b., Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1983. 24 Hassân b. Muhammed el-Vezzân, Vasfu İfrîkiyâ (Fransızcadan trc. Muhammed Hacî, Muhammed elAhdâr), 2. b., Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1983. 4 2. Araştırmalar İslâm tarihi yazımında yeni araştırmacıların karşılaştığı en büyük problemlerden biri klasik kaynak literatürü içerisinde rivayetlerin çeşitliliği karşısında nasıl bir tavır alınacağı hususudur. Çalışmamızın ilk dönemlerinde biz de böyle bir durumla karşıkarşıya kaldık. Daha önce Türkiye’de çalışılmamış Kayrevan tarihinin kaynaklarına ulaşmak için öncelikle bir araştırma kaynağına ihtiyaç duyduk. Tezimizde Türkçe iki araştırma çalışması hem Kuzey Afrika hem de Kayrevan tarihi kaynaklarını bulmak adına bizim için iki mühim eser oldu. Nadir Özkuyumcu’nun “Mısır ve Kuzey Afrika’nın Müslümanlar Tarafından Fethi” adlı kitabı ve Ali Vasfi Kurt’un “Mağrib ve Endülüs’de Hadis İlminin Gelişim Safhaları ve Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Hadis Kültürü”25 isimli doktora tezi bize yol gösterici iki kaynak oldu. İlki siyasî tarih açısından ikincisi ilmî ve sosyo-kültürel yönden bize rehberlik etti. Bunlar dışında tezimizle dolaylı olarak bağlantılı birçok Türkçe kaynak da mevcut idi. Arapça araştırma kaynakları arasında ise Sa‘d Zağlûl’un “Târîhu’l-Mağribi’lArabî”si26, Necîb Zebîb’in “Mevsuâtü’l-Âmme li Tarihi’l-Mağrib ve’l-Endelüs”ü27 ve Sealibi’nin “Târîhu Şimâli İfrikıyye”28 kitabı Kuzey Afrika ve Kayrevan’daki siyasî hayat hakkında detaylı bilgi sunmaktadır. Bu kitaplar klasik kaynaklardaki rivayetleri tasnif etmişler, bu rivayetler hakkında bazen yorumda bazen de tenkitte bulunmuşlardır. Tezimizde tenkidlerinin sağlamlığı sebebiyle daha çok Sa’d Zağlûl’un tespitlerine yer vermeye özen gösterildi. İlmî ve sosyo-kültürel literatür içerisinde ise temel kitap olarak hadis alanında Hüseyin b. Muhammed eş-Şevât’ın “Medresetü’l-Hadis fi’l-Kayrevan mine’l-Fethi’lİslâmî ilâ Muntasafi’l-Karni’l-Hâmis el-Hicrî”29, kıraat alanında Hind Şelebî’nin “el- 25 Nadir Özkuyumcu, Mısır ve Kuzey Afrika’nın Müslümanlar Tarafından Fethi, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Manisa, 2007; Ali Vasfi Kurt, Mağrib ve Endülüs’de Hadis İlminin Gelişim safhaları ve Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Hadis Kültürü (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1997. 26 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, Menşeetü’l-Meârif, 1. b., İskenderiyye, 2003. 27 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme li Tarihi’l-Mağrib ve’l-Endelüs (thk. Ahmed b. Sevde), 1. b., Dâru’lEmîr, Beyrut, 1995. 28 Sealibi, Târîhu Şimâli İfrikıyye (thk. Ahmed b. Milad-Muhammed İdris), 1.b., Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1987. 29 Hüseyin b. Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis fi’l-Kayrevan mine’l-Fethi’l-İslâmî ilâ Muntasafi’l-Karni’l-Hâmis el-Hicrî, c. II, 1. b., Dâru’l-Âlemiyye li’l-Kitâbi’l-İslâmî, Riyad, h. 1411. 5 Kırâatü bi-İfrikiyye mine’l-Fethi ilâ Muntasafi’l-Karni’l-Hâmis”30 ve ilmî çalışmaların tamamı için Abdurrahman Osman Hicâzî’nin “et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan”31 isimli eserlerini zikredebiliriz. İlk dönemde ilmî çalışmaların yapıldığı önemli merkezler olması açısından Necvâ Osman’ın Kayrevan’ın cami ve mescidlerini anlatan “Mesâcidü’lKayrevan = Les Mosquees De Kairouan”32 adlı eserini tavsiye ederken, Kayrevan’ın mimarisi hakkında detaylı bir çalışma olduğunu da söyleyebiliriz. Emevîler döneminde Kayrevan’ı her yönden incelemek için Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû’nun “‘Asru’l-Kayrevan”33, Habîb Cenhâni’nin “Dirasât fi’t-Tarihi’lİktisadî ve’l-İctimaî li’l-Mağribi’l-İslâmî”34, Habîb Cenhânî’nin “el-Kayrevan Abre İzdihâri’l-Hadâreti’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib”35, Muhammed Muhammed Zeytûn’nun “elKayrevan ve Devruhâ fi’l-Hadâreti’l-İslâmiyye”36 ve Müncî Ka‘bî’nin “el-Kayrevan”37 isimli eserlerini tetkik etmek gerekir. Ancak bunların içerisinde Müncî Ka‘bî’nin “elKayrevan”ı tam bir araştırma kaynağı sayılmaz. Daha çok Kayrevan’ı turistik bir tarzda tanıtmak için görsellerle hazırlanmış bir kitaptır. Çalışmamız için Kayrevan’ın genel tarihi ile ilgili Tunus ve Kayrevan’da daha çok araştırma kaynağı bulunmaktadır. Bunların Tunus kütüphanelerinden taranması ve incelenmesi gerekmektedir. 30 Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye mine’l-fethi ilâ Muntasafi’l-Karni’l-Hâmis, Dâru’l-Arabiyye, y.y., ty. 31 Abdurrahman Osman Hicâzî, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, 1. b., el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 1997. 32 Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan = Les Mosquees De Kairouan, Dâru İkrime, Dımaşk, 2000. 33 Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, 2. b., Tlasdar, Dımaşk, 1989. 34 Habîb Cenhâni, Dirasât fi’t-Tarihi’l-İktisâdî ve’l-İctimaî li’l-Mağribi’l-İslâmî, 2. b., Dâru’l-Garbi’lİslâmî, Beyrut, 1986. 35 Habîb Cenhânî, el-Kayrevan Abre İzdihâri’l-Hadâreti’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib, Dâru’t-Tunusiyye, Tunus, 1968. 36 Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ fi’l-Hadâreti’l-İslâmiyye, Dâru’l-Menâr, Kahire, 1988. 37 Müncî Ka‘bî, el-Kayrevan, 1. b., Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1990. 6 B. KAYREVAN ŞEHRİ 1. İfrikiyye ve Kayrevan’ın Coğrafi Konumu Kayrevan’ın coğrafi konumunun tespit edilebilmesi için öncelikle içinde bulunduğu İfrikiyye bölgesinin sınırlarının belirlenmesi gerekmektedir. İfrikiyye ilk fetihler esnasında Arap Yarımadasının batısında kalması dolayısıyla “Mağrib” olarak tanımlanan bölge dahilinde yer alıyordu. Meşrik(doğu) ve Mağrib(batı) ayrımının asıl manasını Abbâsîler döneminde kazandığı anlaşılır. Mısır’ın batısında kalan kısımların tamamına Mağrib denilmiştir. Nitekim ilk coğrafyacılara göre Mısır ve Endülüs dışında batıda kalan tüm kısım mağribi temsil eder. Endülüs’ün batı sayılmamasının nedeni ise buranın Abbâsîler döneminde yönetime itaat etmeyen kişiler tarafından yönetiliyor olmasıdır. Mağrib zaman zaman karışıklıklar yaşasa da genel olarak Abbâsîlere bağlı kalmıştır. 38 Mağrib doğuda Berka’dan başlayarak batıda Atlas Okyanusuna kadar uzanır. Bölge kuzeyde Akdeniz’e sınır iken güneyde Sûdan’ın çölleriyle son bulur. Bu geniş coğrafî alan Mağribu’l-Ednâ, Mağribu’l-Evsat, Mağribu’l-Aksâ olarak üç kısma ayrılmıştır. Mağribu’lEdnâ ismi yerine genellikle İfrikiyye kullanılmıştır. Bazı durumlarda ise bölgenin tamamına “İfrikiyye” denilmiştir. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Ebû Serh ve Muâviye b. Hudeyc’in yaptığı ilk fetihlerde batı Mısır sınırından itibaren uzanan topraklar İfrikiyye olarak isimlendirilmiştir. İfrikiyye sınırını bu şekilde Mağrib sınırıyla birebir örtüşen şekilde tanımlayanlar da mevcuttur. İfrikiyye yani Mağribu’l-Ednâ sınırı hemen hemen günümüzdeki Tunus sınırıyla aynıdır. Batıda Trablus’un bir kısmıyla doğuda Cezayir’in Bicâye şehrine kadar olan kısmı da o dönemki İfrikiyye sınırlarına dahil edilmiştir. Yâkût el- Hamevî’nin tespitine göre batı ve doğu sınırı arası yaklaşık iki buçuk aylık bir mesafededir. Kaynaklarda Sıkılliye(Sicilya) adasının tam olarak bu bölgeye tekabül ettiği, Endülüs’ün ise Mağribü’l-Aksâ topraklarının karşısında bulunduğu ifade edilmiştir.39 38 İlk coğrafyacıların birçoğu Abbâsîler döneminde devlet tarafından görevlendirilmiş kimseler olduğu bilinmektedir. Sa‘d Zağlûl, Beyânu’l-Muğrib fî Ahbâri’l-Endelüs ve’l-Mağrib, c. I, s. 69 39 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, Beyrut, 1957, s. 228; Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’lArabî, s. 69-75; Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 671; Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s. 215. 7 İfrikiyye’nin ismi hakkında Berberîlerin köken tartışmalarıyla bağlantılı farklı görüşler ortaya konmuştur. Bir görüşe göre İfrikiyye, İfrikis b. Ebrehe veya İfrikis b. Kays b. Sayfî b. Sebe‘ adlı Yemen meliki sebebiyle bu şekilde isimlendirilmiştir. İfrikis Mağribte savaştığında buraya bir şehir kurulmasını emrettiği için onun ismiyle İfrikiyye adını almıştır. Hemedânî’ye göre bu kişinin ismi İfrikus b. Ebrehe’dir. Onun ilk ismi Kays iken, burayı inşa ettirince ismine buranın ismi olan İfri de eklenmiştir. Artık bundan sonra İfrikays olarak isimlendirilmiş, yıllar geçtikçe ismi kolaylaştırılarak İfrikis denilmiştir.40 Ebû Abdullah el-Kuzâî; Fârûk b. Beysâr b. Hâm b. Nûh’un abisinin Mısır’ı ele geçirdiğinde onu Kuzey Afrika’ya görevlendirilmesinden sonra bu bölgenin İfrikiyye olarak isimlendirildiğini rivayet etmiştir. Bu görüş Mısır hakkındaki rivayetlerle de birebir örtüşmektedir.41 Bölge halkı kendisini Fârûk b. Müsrim’in soyundan olduklarından dolayı Afrikalı olarak isimlendirmiştir.42 Ömer b. Hattâb ise İfrikiyye isminin kökeni hakkında farklı bir yorumda bulunmuştur. İfrikiyye halkını “mefrika” “ayırıcı” olarak tanımlayarak onların kendi aralarında birlik olmadıkları gibi, başka toplumları da tefrikaya düşüren yapılarının olduğunu ifade etmiştir. İfrikiyye adını da bununla bağlantılı olduğunu zikretmiştir. Bazı tarihçiler ise bu ismi daha önce bölgede yaşayan Rumların verdiğini düşünmektedir. Onlara göre Müslümanlar bu topraklara geldiklerinde bu isim mevcuttu. Müslümanlar İfrikiyye adını onlardan alarak kullanmışlardır. Buradaki mevcut ihtilaf bu ismi yerli halkın mı yoksa Bizanslıların mı verdiği hususunda yaşanmıştır. Bu bahiste çeşitli görüşler farklı delillerle desteklenerek sunulmuştur.43 İfrikiyye sınırları ve anlamı genel olarak ele alındıktan sonra bu bölgede Kayrevan’ın konumundan bahsedilebilir. Kaynaklarda ilk olarak Muâviye b. Hudeyc’in Karn Dağı yakınlarında Akdeniz’e yakın bir bölgede bir ordugâh kurduğu rivayet edilmiştir. Muâviye’den sonra gelen komutan Ukbe b. Nâfi’ buranın ordugâh bir şehir için uygun olmadığını düşünerek bölgenin iç tarafına doğru yönelmiştir. Kayrevan şehri zamanımızda da tarihte bilinen haliyle aynı konumda bulunmaktadır. Eski coğrafyacıların şehri tanımlamaları da onun tarihte çevresiyle olan mesafesini göstermektedir. Kuruluş 40 Bekrî, Mu‘cemu Mâ İsta‘cem min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâdî, c. I, s. 176; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 228. 41 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 228. 42 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 671. 43 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, s. 75-76. 8 aşamasında şehrin Tunus’tan yüz mîl, 44 üç merhale; 45 Akdeniz’den ise otuz altı mîllik uzaklıkta bir mesafeye kurulduğu zikredilmektedir. Mesafe belirtmeksizin Nefzâve’nin Kayrevan’ın yakınlarında olduğu belirtilmektedir.46 Kaynaklarda zikredildiğine göre Kayrevan Kastiliyye şehrine yedi, Nefûse dağına gidiş altı, Kayrevan yakınlarında bulunan Ubbe şehrine üç günlük uzaklıktaydı.47 Kayrevan’dan Müstenîr Osman’a ulaşım altı, 48 Kâbis ve Meccâne şehirlerine dört, 49 Mağribu’l-Evsat bölgesine tekabül eden Zâb bölgesine on, 50 Vehrân şehrine beş merhaledir.51 İstahrî ise İfrikiyye ile Mağrib arasındaki en uzun mesafeyi Kayrevan Sicilmâse şehirleri arasındaki merhaleyi zikrederek göstermektedir. Bu iki şehir arasındaki mesafe seksen merhaledir.52 Kayrevan İfrikiyye Bölgesi’nde Akdeniz’e yakın konumda yer almaktadır. Fakat Akdeniz’e kıyısı olan bir şehir değildir. Coğrafî kaynaklarda İfrikiyye’nin büyük bir bölgede yer aldığı, doğal kaynakları ve verimli arazisiyle tam bir Akdeniz toprağı olduğu, bu sebeple arazisinde zeytin ve hurma ağaçlarının yetiştiği rivayet edilmiştir. Kayrevan ise Akdeniz ikliminin tam olarak ulaşamadığı bir bölgede kurulmuştur. İlk coğrafyacıların yedi iklim bölgesi sınıflandırmasında üçüncü bölgede sayılan bu bölge çöle yakınlığı sebebiyle verimin düşük olduğu bir araziye denk gelmiştir. Dolayısıyla çevresindeki su bolluğuna rağmen su kıtlığı buranın en büyük problemini teşkil etmiştir. Şehirde çokça var olan su kuyularının inşa sebebi de budur.53 Kayrevan şehri kuruluşundan itibaren büyük bir değişim yaşamıştır. Şehir Emevîler dönemini tamamladıktan sonra Mağrib şehirlerinin en büyüğü haline gelmiştir. Hicrî 44 Mîl: Dört bin zirâ-ı mimarîlik mesafe ölçüsü. Orta yürüyüşle yirmi dakikalık yol. 1848 m. Bkz. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 1. b., Rağbet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 301. 45 Merhale: Bir konaklık mesafe; normal sekiz saatlik yaya yolu ya da yüklü deve ile alınan yol (24 mîl=8 Fersah=44352 m.) Bkz. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 290. 46 Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s. 278. 47 Ancak bu bilgilerin hiçbirinde Bekrî, mesafenin yürümeye göre mi yoksa binekle gidelerek mi hesaplandığını belirtmemiştir. Bkz. Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 881, 715. 48 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 718. 49 İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 347. 50 İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 350. 51 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 739. 52 İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 50. 53 İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 96-97; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’lBuldân, c. IV, s. 420, c. I, s. 228; Kazvinî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s. 148; Mukaddesî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsim, s. 224-226. 9 altıncı asrın sonu ve yedinci asrın başında yaşayan Yâkût el-Hamevî onun uzunluğunun otuz bir derece, genişliğinin otuz derece kırk dakika olduğunu aktarmıştır. 54 2. Kayrevan Şehrinin Kurulması ve Başkent Oluşu İfrikiyye fetihlerini ilk olarak tamamlayan komutan Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’tir. Fakat Mısır valiliği süresince İfrikiyye’de İslâm hâkimiyetini muhafaza edecek herhangi bir kurum oluşturmamıştır. İbn Ebû Serh’in ardından Mısır valiliğini üstlenen Muâviye b. Hudeyc bölgedeki fetihleri genişleterek devam ettirmiştir. Mısır valisi fetihler esnasında ordusunun dinlenmesini sağlamak için Karn bölgesinde bir ordugâh edinmiştir. Onun bu faaliyeti, daha sonra gelecek İslâm orduları için öncülük teşkil etmiştir. Yalnız onun oluşturduğu bu karargâh geçici olarak kurulduğu için İslâm ordusunun Mısır’a dönmesinden sonra kullanılmamıştır.55 Ordugâha Kayrevan ismini veren ilk kişi de Muâviye b. Hudeyc olmuştur.56 Muâviye b. Ebû Süfyân’ın İfrikiyye’nin fetihleri için Ukbe b. Nâfi’’yi görevlendirmesi üzerine Kuzey Afrika bir kez daha Müslümanlarla karşılaşmıştır. İslâm’a itaat ettikten bir süre sonra isyan başlatan kabileler Ukbe b. Nâfi’ tarafından tekrar kontrol altına alınmıştır. Uzun süren fetih harekâtının ardından İslâm ordusu Mısır valisinin daha önce belirlemiş olduğu ordugâha ulaştığında Ukbe b. Nâfi’ bu bölgede bir şehir inşa etmenin gerekliliğini anlamıştır. 57 Emrindeki komutanlar da Ukbe ile aynı fikirde olduklarını söyleyerek cihad için bu bölgenin çok iyi bir konumda olduğunu söylemelerine rağmen, yine de Ukbe b. Nâfî şehri buraya kurmayı düşünmemiştir. Zira sahile yakın olması Müslümanların emniyeti için büyük bir riskti ve denizden ani bir baskınla karşı karşıya geldiğinde şehir zor durumda kalabilirdi. Bu sebeple; Ukbe şehrin daha iç kesimlerde, çöl sınırında verimli bir arazi üzerine kurulmasını istemiştir. Ukbe b. Nâfi’’nin düşüncesini haklı bulan İslâm ordusu komutanları yeni bir mekan belirlemek için yola çıkmıştır.58 54 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV s. 420; İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 43-44 55 Bkz. s. 3-4; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s. 333; Bekrî, Mu‘cemu Mâ İsta‘cem min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâdî, c. III, s. 1105. 56 Şevât, Medresetü’l-Hadis fi’l-Kayrevan, c. I, s. 45. 57 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229. 58 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 421; Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 71, 87. 10 Müslüman askerler araştırmaları sonucunda Kumûniyye59 olarak zikredilen bir yere ulaşmışlardır. Burası Akdeniz’den otuz altı mîl, Tunus’tan yaklaşık yüz mîl uzaklıkta bir yerdir.60 Ukbe b. Nâfi’ kılıcını yere saplayarak ordusuna; İfrikiyye halkının İslâm ordusu geldiğinde Müslüman olduğunu, geri döndüğünde ise küfre döndüğünü söyleyerek buraya bir şehir kurulmasını emretti.61 Sa‘d Zağlûl, Ukbe b. Nâfi’’nin bu sözünü dinden dönen kabileler sebebiyle söylediğini düşünmektedir. Zira bunlar, ifade edildiği gibi İslâmiyet kendilerine ulaştığında önce teslim olmuşlar, İslâm ordusu çekilince hemen sonrasında eski dinlerine geri dönmüşlerdir. Ukbe b. Nâfi’’nin bu tecrübesi, Muâviye b. Hudeyc’in ordugâh fikriyle birleşince, Kuzey Afrika’nın merkezi konumunda olan Kayrevan adında böyle önemli bir şehir kurulmuştur. Müslümanlar buranın sık ağaçlı bir orman olduğu için her türlü vahşi hayvanın yaşadığı bir yer olduğunu gördüklerinde buraya girmekten çekinmişlerdir. Bu durum Ukbe b. Nâfi’’ye bildirilince ordusunu toplayarak, ormanlık alana doğru “Ey haşarât ve yırtıcı hayvanlar! Biz Resûlullah’ın ashabındanız. Buradan başka bir yere gidin.”62 diye seslendi. Rivayete göre onun çağrısından sonra yırtıcı haşerât ve hayvanlar yavrularını da alarak süratle kaçmışlardır. Buna şahit olan herkes çok şaşırmıştır. Berberîlerden birçok kişinin bu olay sebebiyle Müslüman olduğu rivayet edilmiştir. Bazı kaynaklarda işte bu hadiseden sonra şehre yıllarca haşerâtın yaklaşmadığı zikredilmektedir.63 Neredeyse tüm klasik kaynaklarda geçen bu rivayeti Sa‘d Zağlûl eserinde tenkit etmiştir. Bu rivayet’in Vakıdî’ye nispet edilen “Futûhu İfrikiyye” kitabında bulunduğunu zikretmektedir. Futûhu İfrikiyye ise birçok olağan dışı olayları ihtiva etmektedir. İlk kaynaklardan olduğu için de diğer eserlerden faydalanmış olması muhtemeldir. İşte bu sebeple rivayet abartılarak, Ukbe b. Nâfi’’nin kerameti olarak gösterilmiştir. Sa’d Zağlûl, olayın şöyle olduğunu düşünmektedir. Eskiden beri ormanlık bir alan açılmak istenildiğinde, yırtıcı hayvan ve 59 Kumûniye: Kayrevan kurulmadan önce Kayrevan’ın kurulduğu alandaki şehrin adıdır. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 399; Müncî Ka‘bî Kumûniye kelimesinin Latince “Colonia” kelimesinin Arapçalaştırılmış hali olduğuna dair bir bilgi aktarmaktadır. Müncî Ka‘bî, el-Kayrevan, s. 12. 60 Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 87. 61 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 19; Kazvînî, Asâru’l-bilâd ve ahbâru’l-ibâd, s. 242. 62 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 421; Bekrî, Mu‘cemu Mâ İsta‘cem min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâdî, c. III, s. 1105; Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s.242. 63 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 421; Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s.242; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c.I, s. 12. 11 haşerâttan temizlenmesi için imar yapılacak bölge ateşle yakılarak temizlenir. Ukbe b. Nâfi’’nin de şehrin kurulacağı yer için böyle yapması muhtemeldir. Ateşe verilme işlemi aynı zamanda çalılıklardan kurtulmak için de yapılmaktadır. Burada yaşayan tüm hayvanlar yangın sebebiyle kaçmaktadırlar. Ona göre; hadise gerçekte böyle olmakla birlikte tarihçiler tarafından farklı şekilde aktarılmıştır.64 Ukbe öncelikle şehrin imar planını hazırlatmıştır. Buna göre cami ve Dâru’lİmâra65 yapılacak alan belirlendikten sonra, Arapların ve Berberî kabilelerin ayrı ayrı yerleşeceği semtler belirlenmiştir.66 Şehrin inşasında merkez caminin yanı sıra, çeşitli yerlerine küçük camiler yapılmasına da karar verilmiştir. Kayrevan da kuruluş aşamasında diğer Arap şehirleriyle aynı şekilde planlanmıştır. Dolayısıyla bu inşa faaliyeti daha önceki Kûfe, Basra ve Fustat gibi şehirlerin devamı olmuştur. İbnü’l-Esîr Dâru’l-İmâra’nın inşaatına caminin inşaatından önce başlanıldığını söylerken, İbn İzârî ise caminin önce yapıldığını rivayet eder. Sa‘d Zağlûl iki rivayetinde makul olduğunu ifade etmektedir. İlk olarak Dâru’l-İmâra’nın yapılması, Ukbe b. Nâfi’’nin kalacak yer sıkıntısını çözmek için düşünülmüş olabilir. Aynı şekilde cami inşaatına başlanılması da Müslümanların camiye ihtiyaç duyması sebebiyle acele edilmesinden dolayı muhtemel görülebilir.67 Ukbe b. Nâfi’ cami yapılmaya başlandığında kıble tayini için uzun süre düşünmüştür. Rüyasında bir sesin “tekbir sesini takip et. O sesin kesildiği yer kıbledir.”demesi üzerine, sabah uyandığında kıble tayini için cami yapılacak alana gitmiştir. Sesin kesildiği yeri kıble olarak tayin etmiştir.68 Sa’d Zağlûl bu rivayete de oldukça ihtiyatlı yaklaşmaktadır. Zira kıble tayini konusunda Ukbe kendisini ölçü almış, dönemin ilm-i felekte uzman alimlerine danışmamıştır. Uzmanların söylediğine göre ise, Kayrevan’ın kıblesi gerçek kıbleden bir miktar farklıdır.69 Hassân b. Muhammed ve Kazvînî’nin verdiği bilgilere göre daha önce burada yaşayan milletlerden kalma mermerden mamul iki büyük sütun mihraba yakın bir yerde kolon olarak kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde Rum meliklerinden birinin buna 64 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 192-193. 65 Dâru’l-İmâra: Şehirde oturan, devleti temsil eden valinin ikâmetgâhı ve şehri yönettiği mekandır. Bu terim ilk defa Hz. Ömer zamanında anlam kazanmıştır. Bkz. Ramazan Altınay, Emevîler Dönemi Merkezî Şehirlerde Müslümanların Gündelik Hayatı(Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2004, s. 97. 66 Abdülvâhid Zenûn Tahâ, el-Feth ve’l-İstikrâru’l-Arabiyyi’l-İslâmî fî Şimâli İfrikiya ve’l-Endelüs, 1. b., Dâru’l-Medâri’l-İslâmî, Beyrut, 2004, s. 108. 67 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 193-194. 68 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 231; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 421; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 12-13. 69 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 194. 12 epeyce pahalı bir fiyat biçerek istemesi, bunun Bizans kalıntısı olma ihtimalini ortaya çıkarmaktadır.70 Kayrevan şehrinin iç unsurlarının tamamı bu aşamalardan sonra tamamlanmıştır. Ukbe b. Nâfî bunun ardından dışarıdan şehri koruyacak surların örülmesini emretmiştir. Buranın askerî bir şehir olması dolayısıyla ne kadar uzakta da olsa hala Rum saldırısına maruz kalma riski bulunuyordu. Bu sebeple şehrin dışına tuğlalarla surlar inşa edilmiştir. Kayrevan’ın giriş çıkışına da yedi adet kapı konarak şehir içi, şehir dışı geçişler sağlanmıştır.71 Kayrevan’ın inşa edildiği dönemde kurulduğu alan mesafesi konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. İbü’l-Esîr’e göre şehir üç bin altıyüz ba‘72 üzerine inşa edilmiştir. İbn İzârî’ye göre ise on üç bin altıyüz zirâ‘lık73 bir alana sahiptir. Sa‘d Zağlûl bu rivayetleri de şu şekilde değerlendirir. Üç bin altı yüz ba‘ yaklaşık olarak beş bin sekiz yüz metreye tekabül etmektedir. Bu da şehrin genel olarak cami, Dâru’l-İmâra ve askerî mühimmat depoları için makul bir ölçüdür. İkinci rivayetteki on üç bin altı yüz zirâ‘nın yaklaşık değeri de yedi bin metredir. Askerî mekânların yanında halkın ve kabilelerin yerleşim yeri hesaplandığında, bu da bir şehir için yeterli bir ölçü olarak kabul edilebilir.74 Kayrevan’ın inşası (50/670-671) senesinde başlayarak yaklaşık beş sene sürmüştür. Ukbe b. Nâfi’ bu dönemde fetih hareketlerini durdurarak, buranın tam olarak geliştirilmesi için çaba göstermiştir. Bu çaba daha sonra Kuzey Afrika’nın merkezi, ardından başkenti olacak bir şehir için çok önemlidir. Zira Kuzey Afrika’da Arapların iskan edilmeye başlanması ve yerli halkın İslâmiyet’le tanışması ilk olarak Kayrevan sayesinde olmuştur. Burası zamanla askerî bir karargâh olmasının ötesinde İslâm dininin öğretildiği bir şehir olmuştur.75 70 Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 87; Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, s. 242 71 Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 87. 72 Ba‘: kolların iki yana açılmasıyla oluşan uzunluk kadar hesaplanan ölçü birimi. Zübeydî, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Dâru’l-Hidâye, y.y., ty., c. XX, s. 361. 73 Zirâ‘: dirsekten orta parmak ucuna kadar hesaplanan ölçü birimi. Feyyûmî, el-Misbâhü’l-Münîr fî Ğarîbi’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. I, el-Mektebeti’l-İlmiyye, Beyrut, ty., s. 207. 74 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 194-195. 75 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 421; Kuruluşundan günümüze kadar Kayrevan tarihini genel olarak görmek için bkz. Nadir Özkuyumcu, “Kayrevan”, c. XXV, DİA, Ankara, 2002, s. 88-90; G. Yver, “Kayravan”, c. VI, İA, İstanbul, 1977, s. 467-471. 13 3. Kayrevan’ın İslâm Şehir Tarihindeki Konumu İslâm şehirleri kuruluşları bakımından farklı şekillerde incelenmişlerdir. Araştırmacılar genellikle ikili tasnifler kullanmışlardır. Araştırmacıların bir kısmı şehirleri planlı veya plansız kurulmuş şehirler olarak iki kategoride değerlendirmişlerdir. Bazıları ordugâh olarak kurulan veya bunun dışındakiler şeklinde, diğer bir kısmı ise Müslümanlar tarafından kurulan veya fetihle ele geçirilenler olarak sınıflandırmışlardır. Genel olarak İslâm şehirleri tasnif edilirken, Müslümanlar tarafından kurulan Kûfe, Bağdat, Basra, Kayrevan ve fetihle ele geçirilen Şam, Halep şeklinde iki kısımda incelenmiştir. Müslümanların kurduğu şehirlerin ise bir kısmı ordugâh olarak bir kısmı idarî amaçlarla kurulmuştur. Askerî karakterli olanlar genellikle plansız ve geçici mahiyettedir. İdarî amaçla kurulanlar ise planlı bir şekilde inşa edilirken, şehrin merkezî unsurları kalıcı olarak belirlenmiştir.76 Müslümanlar tarafından ilk kurulan şehirler genellikle ordugâh olarak kullanılmış, zamanla gerçekleşen yerleşimlerle idarî bir merkez halini almıştır. Bu ordugâhlar fethedilen topraklar üzerinde yerli halkı itaat altında tutabilmek, bölgenin fethinin tamamlanabilmesi ve Arapların yerli halkla irtibatı sağlayabilmesi için kurulmuştur. Ordugâh için mekan tespiti yapanlar genellikle şehri fetheden komutanlar olmuştur. Böylece birçok İslâm şehri karargâh halinden daha geniş ve nitelikli bir iskan merkezine dönüşerek gelişimini tamamlamıştır. Fetihlerin sonlandırılmasıyla birlikte askerî nitelikli şehirlerin kuruluşu da sona ermiştir.77 Kayrevan İslâm şehirlerinin yaşadığı bu gelişimi tam olarak yaşamıştır. Öncelikle Muâviye b. Hudeyc tarafından daha sonra ise Ukbe b. Nâfi’’nin yer tayiniyle askerî bir şehir olarak kurulmuştur. Kuruluş aşamasında bahsedildiği gibi şehir askerî bir şehrin inşa amaçlarının üçünü de gerçekleştirmiştir. Şehrin kuruluş sebepleri olarak; Kuzey Afrika halkının fetihlerin hemen ardından dinden dönmesi, Müslümanların bölgenin tamamının fethi için askerî bir karargâha ihtiyaç duymaları zikredilebilir. Yine Kayrevan’ın askerî amaçlarla kurulan diğer şehirler gibi zamanla gelişerek ve büyüyerek idarî bir merkez halini aldığı söylenebilir. Bu küçük İslâm şehri; İbn Haldûn’un Mukaddimesi’nde ifade ettiği gibi Arapların ilk kurdukları şehirlerden olup dönemin yerleşim anlayışını tam olarak 76 Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı (H. I-III/ M.VII-IX), 1. b., Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995, s. 31. 77 Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı, s. 32; Mehmet Mahfuz Söylemez, İslâm Şehirleri, 1.b., Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 7-10. 14 yansıtmaktadır. Müslüman Araplar İslâm şehirlerini kurarken kendileri için önemli hususları dikkate alarak harekete geçmişlerdir. Buna göre daha çok çöl yaşamını tanıyan Araplar denizden gelecek saldırılara hazırlıklı olmadıkları için iç kesimlere yerleşmeyi tercih etmişlerdir. İbn Haldûn, Arapların bu tavrını yalnızca dönemin şartlarıyla hareket etmeleri ve şehrin geleceğini düşünmemeleri sebebiyle eleştirmiştir. Zira kuruldukları dönemde canlılıklarını zirvede yaşayan bu şehirler; medeniyetin gelişmesi, insanların medenîleşmesi ve ulaşımın gerekliliğinden dolayı bir süre sonra terk edilmekten kurtulamamışlardır. İbn Haldûn’un bu teorisine örnek gösterdiği şehirlerden biri de Kayrevandır. 78 4. Kayrevan ‘ın Fiziki Yapısı Kayrevan’ın detaylı olarak incelenebilmesi için şehrin hangi amaçla kurulduğunu bilmek gerekmektedir. Aslında buraya verilen isim onun amacını göstermektedir. “Kayrevan” Farsça Kârevan kelimesinden Arapçaya geçen ve çok eski dönemlerden beri kullanılan bir kelimedir. Kayrevan hem Farsçada hem de Arapçada kafile ve ordugâh manasında kullanılmıştır.79 Bu ismin Muâviye b. Hudeyc’in geçici olarak kurduğu askeri karargâh için de kullanıldığı düşünülmektedir. Ukbe b. Nafi de aslında şehri öncelikli olarak ordugâh olarak düşünmüştür. Kayrevan önceleri askeri amaçla kullanılan basit bir yapıdadır. Yerleşik hayatın Araplar ve Berberîler üzerindeki etkisi kalıcı hale geldikçe şehir bu durumdan etkilenmiştir. Daha sonraları ise Kayrevan Ağlebîler dönemine kadar gelişmeye çalışan, Ağlebî hakimiyeti döneminde ise en parlak zamanını yaşayan bir şehir olarak tarihe geçmiştir. Kayrevan’ın en önemli özelliği ise İfrikiyye ve Mağrib’te kurulan şehirlerin tamamı tarafından örnek alınmasıdır. Zira burası İslâm medeniyetinin Mağrib ve Endülüs’e yayılmasını sağlamıştır.80 Şehir fiziki açıdan incelendiğinde; buranın Kumûniye olarak bilinen antik bir kentin üzerine kurulduğu görülmektedir. Şehrin inşasında bu antik kentin bakıyyelerinden ve 78 İbn Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn (Ali Abdülvahid Vafî), c. II, 3. b., Dâru Nahda, Kahire, ty., .s. 853-854 79 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 420; Cevherî, es-Sıhâh Tâcü’l-Luğa(thk. Ahmed Abdülğafûr Attâr), c. VI, 4. b., Dâru’l-İlm li’l-Melâyin, Beyrut 1987, s. 2462; Zübeydî, Tâcu’l-Arûs, c. XXXV, s. 548. 80 Habîb Cenhânî, Dirasât fi’t-Tarihi’l-İktisâdî ve’l-İctimâî li’l-Mağribi’l-İslâmî, s.122; Debbâğ, Meâlimu’l-İman fî Ma‘rifeti Ehli’l-Kayrevan, c. I, s. 73. 15 etrafındaki ağaçlardan da faydalanıldığı anlaşılır. Kayrevan Camisi yapımında bu sütunlardan iki tanesinin kullanıldığı da bilinmektedir. Kalıntıların bir kısmının şehirden yaklaşık on iki mîl uzaklıkta Vüselât olarak bilinen bir dağda yer almaktadır. Kayrevan şehrinin genel olarak Mezopotamya şehirlerinin yapısına benzediği ve antik kent yapılanmasını yansıttığı görülmektedir. Hicrî dördüncü asırda yaşayan İbn Hurdâzbih’in ölçümlerine göre şehir iki bin yüz elli mîl üzerinde kuruludur.81 Yâkût el-Hamevî’nin genişlik ve uzunluk ölçümleriyle birlikte Emevîler dönemine en yakın tarihli kaynak olarak bu coğrafyacının bilgileri dikkate şayandır. Şehrin etrafında kerpiç ve çamurdan yapılmış surlar bulunmaktadır. Bu surların Ukbe b. Nâfi’ tarafından yaptırıldığı, daha sonra muhkem bir şekilde donatıldığı bir süre sonra da Ağlebîler dönemi hükümdarlarından Ziyâdetullah b. İbrahim b. Ağleb tarafından yıktırıldığı bilinmektedir. Surlardan iç ve dışa geçişler büyük kapılardan sağlanır. Şehrin Emevîler döneminde ismini zikredebileceğimiz yedi adet kapısı bulunmaktadır. Bunlar “ Bâbu’s-Selâm, Bâbu Rabî‘, Bâbu Abdullah, Bâbu Tunus, Bâbu Rîh, Bâbu Ukbe b. Nafi‘, Bâbu Tırazdır. Kayrevan’ın kuruluşunun ilk yıllarında kapı sayısının az olduğu daha sonraki dönemlerde arttırıldığı kaynaklarda zikredilir.82 Kayrevan yazları su sıkıntısının yaşandığı coğrafî bir bölgede yer alır. Zira burası çöllere yakın kurak araziler üzerine kurulmuştur. Şehrin su ihtiyacı çevresinde bulunan kaynaklardan buraya su getirilerek giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bu da yeterli gelmediğinden, surların etrafına yağmur sularının biriktirildiği su depoları inşa edilmiştir. İlk olarak Muâviye b. Hudeyc’in burada karargâh edindiği esnada Tunus kapısı yakınlarında kazdırdığı kuyular da kullanılmıştır. Sistemli olarak ise ilk defa Hişâm b. Abdülmelik zamanında şehrin surlarının dışına on beş adet su deposu inşa edilmiştir. Daha sonra Ağlebîler döneminde daha nitelikli sulama havuzları yapılmıştır.83 Mezarlıklar şehrin dışarısında bulunmaktadır. Emevîler döneminde kaynaklardan edinilen bilgiye göre iki adet mezarlık bulunuyordu. Birincisi Abdullah b. Ömer’in vefat 81 İbn Hurdâzbih, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 89; Habîb Cenhânî, Dirasât, s. 59. 82 Mukaddesî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsim, s. 225; Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 67; Abdurrahman Osman Hicâzî, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s.120-121; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ fî’l-Hadâreti’l-İslâmiyye, s. 93-94; Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı, s. 79; İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 347; Habîb Cenhânî, Dirasât, s. 59; Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı , s. 80-82; İbrahim Ahmed el-Adevî, el-Ümeviyyûn ve’l-Bizantiyyûn, 2. b., ed-Dâru’l-Kavmiyye, Kahire, ty., s. 232. 83 Hasan b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 90; Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan= Les Mosquees de Kairouan, s. 18-19; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 90-91. 16 eden kızını defnettiği Selâm kapısının yakınındaki Kureyş mezarlığıdır. İkincisi ise Ebû Zem‘a el-Belevî’nin defnedildiği Tunus kapısının yanındaki Belevî mezarlığıdır. Bu ikisi dışında başka bir kabristanın varlığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.84 Kayrevan’ın merkezinde tüm İslâm şehirlerinde olduğu gibi cami ve Dâru’l-İmâra bulunmaktadır. Burada yerleşim, şehrin ilk kurucusu tarafından yaptırılan bu iki unsur etrafında sağlanmıştır. Ancak yıllar geçtikçe şehir batıya doğru genişleşmiş, cami ve Dâru’l-İmâra doğu tarafında kalmıştır.85 Merkezdeki Ukbe b. Nâfi’ camii ilk inşa edildiğinde küçük ve basit bir yapıya sahipti. Çatısı Medine’deki mescid gibi hurma dallarıyla örtülmüşken avlunun bir kısmı açıkta bırakılmıştır. Burası daha sonra Hassân b. Nu’mân tarafından yıkılarak yeniden inşa edilmiş, bu yeni inşaat esnasında yalnızca mihrabı bırakılmıştır. İlk zamanlarda namaz kılınan yer dört bölüm halindedir. Yan taraflarında uzun koridorlar o dönemde mevcut değildir. Hassân b. Nu’mân caminin yeterli gelmemesi sebebiyle yan tarafında yer alan bahçeleri satın alarak camiyi kuzeye doğru genişletmiş, namaz kılınacak yerler ilave ettirmiş ve uzun koridorlar eklenmiştir. Aynı zamanda caminin içerisine Roma döneminden kalma iki adet kırmızı sütun yerleştirilmiştir.86 Yenilik olarak caminin avlusuna bir de havuz inşa edilmiştir. Cami Hassân b. Nu’mân’dan sonra Bişr b. Safvân tarafından da yenilenmiştir. Minareyi inşa ettiren ilk kişinin de Bişr olduğu rivayet edilmektedir. Minarenin uzunluğu altmış zira‘ genişliği ise yirmi beş zira‘ olup, doğu ve batı tarafında iki kapısı bulunmaktadır. Alt kısmı işlemeli mermerdendir. Pencereleri ok atımı için tasarlanmış şekilde kuzey ve batıda bulunur. Fetihlerin yoğun olduğu bir dönemde bölge insanlarının sığınağının Kayrevan, şehrin sığınağının da bu cami olması sebebiyle böyle planlanmış olabilir. Minarenin dikdörtgen olması da Şam Emeviyye Camisinin Kuzey Afrika mimarisine etkisi olarak izah edilebilir. Revaklar camiyi dört bir taraftan kuşatmaktadır. Mukaddesî, Ukbe b. Nâfi’ Camisi’nin on bir kapısı bulunduğunu zikreder. Kapıların isimleri şu şekildedir: “ Bâbu’sSimât, Bâbu’s-Sarrâfîn, Bâbu’r-Rehâdene, Bâbu’l-Fuzûliyyîn, Bâbu’l-Me’zene, Bâbu’sSabbâğîn, Bâbu’l-Havvâriyyîn, Bâbu Sûk’ul-Hamîs, Bâbu’l-Mîzât, Bâbu’l-Hâssa, Bâbu’lLahhâmîn”. Genellikle kapı isimlendirmelerinde cami etrafında bulunan çarşı isimlerinden 84 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 16-18; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 62, 87, 93, 121, 129, 154; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c. I, s. 103, 141, 143; Şevât, Medresetü’l-Hadis fi’lKayrevan, c. II, s. 479; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 96. 85 Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı, s. 80-81, 103-104. 86 Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s. 242; Habîb Cenhânî, Dirasât, 122. 17 etkilenildiği görülmektedir.87 İmamın kullandığı kapı güney kısımda bulunur ve Bâbu’lHâssa olarak isimlendirilmiştir. Mimarî özelliklerinin yanında Kayrevan Ulu Camii İslâm kültür ve sanatına katkısı bakımından oldukça önemlidir. Cami İslâm Medeniyetine ilmî ve kültürel katkı sağlaması, mağrib topraklarında kurulan ilk cami olması, şüphesiz burada gelişen İslâmî mimarinin görülmesi bakımından büyük bir ehemmiyet arz eder.88 Şehir merkezinin ikinci önemli yapısı olan Dâru’l-İmâra caminin hemen yakınına inşa edilmiştir. Devlet işlerinin görüşüldüğü bu yapı Ukbe b. Nâfi’ döneminden itibaren kullanılmıştır. Hassân b. Nu’mân Dâru’l-İmâra’nin yanına divanların tutulması için resmi bir bina daha inşa ettirerek, Kuzey Afrika’nın tüm divanlarını buraya toplamıştır. Bu bina da “Divânü’l-Cünd, Divânü’l-Harac ve Divânü’r-Resâil şeklinde üç bölümden oluşmaktadır. İlk kez bu dönemde Arapça para basıldığı için şehrin Tıraz kapısı yakınlarına para basımı, ölçü aletlerinin ayarlanması, düzenlenmesi ve kaydedilmesi için bir darphâne inşa edilmiştir.89 Şehrin merkezinden dışarıya doğru açılan ve “Sımât” olarak bilinen bir caddede çarşı bulunuyordu. Ukbe b. Nâfi’ tarafından belirlenen çarşının bir kısmı Kayrevan Camii’nden Rabî‘ kapısına, bir kısmı da camiden Tunus kapısına kadar ulaşıyordu. Çarşı birçok bölümden oluşmaktaydı ve Sayârife(kuyumcular), Cevherîn, Gazel, Serâcîn, Bezâzîn, Rehâdere(yabancı tüccarlar için tahsis edilen çarşı), Sûk’ul-Yehûd ve bunun gibi kısmlara ayrılmıştı.90 Emevîler döneminde Kayrevan şehrinde yerleşim de bu çarşılar gibi merkezden dışarıya doğru açılan bir formdadır. Şehir tarihçilerinin ışınsal olarak tanımladıkları bu form, mimaride merkezden sur dışına çıkış ana yollarla sağlanmıştır. Ana yollar oldukça geniş olarak planlanmıştır. Şehirde evler belirli bir düzen içerisinde yerleştirilmemiştir. Ara sokaklar da hem merkezle iletişimi hem de kendi içerisindeki birlikteliği sağlamıştır. Ukbe b. Nâfi’’nin camiyi ve Dâru’l-İmâra’yı inşa ettikten sonra çevresine askerlerin iskan edilmelerini emrettiği rivayet edilmektedir. Etrafına ilk olarak Araplar 87 Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 149-151; Habîb Cenhânî, elKayrevan Abre İzdihâri’l-Hadâreti’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib, s. 170 88 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 6773-674; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c. I, s. 91; Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan, s. 17, 65-67, 70-75, 89, 93. 89 İbn Havkal, Sûretü’l-Arz, s. 96; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 89-90. 90 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 67; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’lİslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 120-121; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 93-94; Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan, s. 18-19. 18 yerleştirildikten sonra Müslüman olan Berberîler’in şehre yerleşimine müsaade edilmiştir. İslâmiyet’i kabul ederek Kayrevan’a yerleşmek isteyen Berberîler’in sayısı arttıkça şehir daha da büyümüştür. Burada yaşayan yerleşik kabileler haricinde göçmen bedevî kabileler de yazları su ve yiyecek ihtiyacından dolayı şehrin etrafına çadır kurmuşlardır. Kayrevan’da nüfus bu sebeple yazları daha kalabalık bir hal almıştır. 91 Merkez cami haricinde Kayrevan’ın çeşitli yerlerinde de mescidler inşa edilmiştir. Necvâ Osman Mesâcidü’l-Kayrevan aslı eserinde, bu dönemde on dört caminin var olduğunu sonra ise üç sahabe ilim meclisinin de mescide dönüştürüldüğünü ifade etmektedir. Böylelikle sayı on yediye yükselmiştir. Kayrevanlılar için ikinci büyük cami olan Zeytûne Kayrevan’ın yenilendiği bazı dönemlerde merkez cami rolünü üstlenmiştir. Ömer b. Abdülazîz’in görevlendirdiği on kişilik heyetin her biri de değişik bölgelerde mescid inşa etmişlerdir. Bunlardan el-Hubulî ve Zeytûne mescidi günümüze kadar ulaşabilmiştir. Hubulî mescidi Tunus kapısı yakınlarında yer alır. Bu on mescid dışında Ensâr, Ebû Meysere, Uleyy b. Rebâh, Sebt, Hamîs, Abdullah, Haneş Es-San‘ânî mescidleri bulunmaktadır. Abdullah mescidi Abdullah kapısı yakınlarında yer almaktadır.92 Kayrevan evlerinin mimari tarzı oldukça basit yapıdadır. İnşaatta kullanılacak kadar taşın şehirde mevcut olmaması sebebiyle evler, genellikle kerpiç ve çamurdan inşa edilmiştir. İhtiyaç duyulan taşlar ise Subeytula şehrinden getirtilmiştir. Ayrıca bu dönemde şehirde kanalizasyon kanallarının da mevcut olduğu iddia edilmektedir. Klasik kaynaklarda varlığı henüz tespit edilmemiş bu bilgi sadece çağdaş müelliflerden Necvâ Osman tarafından aktarılmaktadır. Bu sebeple bilginin sıhhati şüphelidir.93 91 Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiya, c. II, s. 90; Habîb Cenhânî, Dirasât, s. 58; Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fiziki Yapısı, s. 78. 92 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 58-63; Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131-132; Abdurrahman Osman Hicâzî, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye, 152; Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan, s. 151, 181. 93 Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan, s. 18-19; Habîb Cenhânî, Dirasât, s. 58; Emevîler döneminde Kayrevan ve diğer şehirlerin imar faaliyetlerini karşılaştırabilmek için bkz. Fatih Erkoçoğlu, Başlangıçtan Emevîlerin Sonuna Kadar İmar Faaliyetleri(basılmamış yüksek lisans tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1999. 19 BİRİNCİ BÖLÜM SİYASİ TARİH A. KAYREVAN ŞEHRİNİN KURULUŞUNA KADAR KUZEY AFRİKA FETİHLERİ Hulefâ-i Raşidîn döneminde, Müslümanların Mısırdan sonra hedefleri Kuzey Afrika oldu. Bölgedeki fetihler Mısır valileri tarafından gerçekleştirilerek, Emevîler dönemindeki büyük fetihlerin alt yapısı hazırlandı. Bu dönemde Kuzey Afrika’ya doğru harekete geçen ilk komutan Mısır valisi Amr b. el-Âs’tı. Mısır’dan 22/642 yılında çıkan Amr b. el-Âs öncelikle Berka’yı (İntablus) 94 hedef alarak, Berka halkının henüz savaş gerçekleşmeden gelen barış talepleri üzerine taraflar cizye ile antlaşma sağladı.95 Mısır valisinin sonraki istikameti Trablus96 oldu. Trablus halkı başlangıç aşamasında kale kapılarını kapatarak, savunma vaziyeti aldı. Şehri muhasara eden Müslüman ordu, herhangi bir başarı elde edemedi. Bir ay sonra Benî Müdlic kabilesinden bir grup askerin serinlemek için gittikleri sahil tarafında surların olmadığını fark etmesiyle birlikte fetih kolaylıkla gerçekleşti. Trablus halkı ise, sahildeki gemileriyle şehri terk etti. 97 Trablus’un ardından Amr b. el-Âs, Sebret98 şehrine bir birlik gönderdi. Trablus’un muhasara altında 94 Berka: İskenderiyye ve İfrikiyye arasında birçok şehir ve köyün içinde bulunduğu bir bölgedir. Abdullah b. Amr b. el-Âs’a “Eğer malım mülküm hicazda olmasaydı, Berka’yı mesken edinirdim.” dedirtecek kadar güzel bir şehirdi. Kayrevan Berka arası iki yüz on beş fersahtır. (Fersah: üç mîl, orta yürüyüşle bir saatlik yoldur(5544m)) Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, Beyrut, 1957, s. 388-389; Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 109; Berka Kayrevan arası 638 mîldir. Bkz. İbnü’l-Fakîh, Muhtasar Kitâbu’l-Buldân, s. 79. 95 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 170; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 225; Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 649-650; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber ve Divânu’l-Mübtede’ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve Men Âsârahüm min Zevi’s-Sultâni’l-Ekber, c. IV, s. 1002; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire fî Mülûk-i Mısır ve’l-Kahire, c. I, s. 94. 96 Trablus: Yunancada üç şehir manasına gelir. Burası şehir ve köylerden oluşan bir yerdir. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s.25. 97 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.171; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 22; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, Dâru’l-Beyrut, Beyrut, 1960, s. 156; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1002; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s. 25. 98 Yâkût el-Hamevî Sebret’in aslında Nebâre adında bir şehrin çarşısı olduğunu ve kaynaklarda çarşının isminin şehir ismi olarak hatalı yazıldığını bildirmektedir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.III, s. 184. 20 olduğunu duyan Sebretliler kalelerine sığınarak savunma konumuna geçtiler. Amr b. el-Âs bu durumu fark edince şehri muhasara etmeden geri döndü. İslâm ordusu Trablus’un fethinden emin olduğunda ise Sebret halkına baskın düzenleyerek, onları hiç ummadıkları bir anda bozguna uğrattı. Bu şehir de Müslümanlar tarafından fethedilmiş oldu.99 Amr b. el-Âs Trablus ve civarını fethettiğini halife Ömer b. Hattâb’a mektupla bildirdi. İfrikiyye ile arasında az bir mesafenin kaldığını söyleyerek halifeden Kuzey Afrika’nın fethi için izin istedi. Hz. Ömer ise Mısır valisinin bu teklifini reddetti. Rivayetlerde Hz. Ömer’in bölgedeki etnik ve siyasi durumun karışıklığını vurgulayarak, Amr b. el-Âs’ın ilerlemesini istemediği anlaşılmaktadır.100 Mısır valisi buradan ayrılmadan önce Büsr b. Ebû Ertât’ı İfrikiyye tarafındaki Veddân101 ve Fezzân102 üzerine, Ukbe b. Nafi‘i de Berka ve Zevîle103 arasındaki yerlere gönderdi. Bu kabilelerin sulh yoluyla Müslümanlara itaatlerini bildirmelerinden sonra İslamiyet’in bu bölgelerde yayılması yolunda ilk adımlar atılmış oldu.104 Kuzey Afrika’da yapılan fetihler devam ederken halife Hz. Ömer vefat etti. Onun ardından halifelik makamını Hz. Osman devraldı. Mısır komutanlarından Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh105 bu esnada Rum birliklerinin Berka sınırına toplandığı haberi verilince,106 Mısır valisi İbnu’l-Âs’tan İfrikiyye’de savaşmak için izin istedi. Fakat daha o fethe çıkmadan kısa bir zaman içinde 36/656-657 yılında Hz. Osman’ın kendisini Mısır’a vali 99 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.172. 100 Belâzürî’de geçen rivayete göre Hz. Ömer yazdığı mektupta İfrikiyye’nin aldanmış ve aldatılmış olma durumunu şu şekilde açıklamıştır: İfrikiyye halkı Rum hükümdarına vergi ödüyor, bu hususta onu aldatıyorlardı. Aynı şekilde Endülüs hükümdarı İfrikiyyelilerle anlaşmış fakat gerekliliklerini yerine getirmemişti. Bkz. Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.227; Yâkût el Hamevî ise Hz. Ömer ile Amr b. el-Âs arasında geçen diyaloğu şu şekilde aktarmış ve yorumlamıştır. Halîfe Ömer, İbnü’l-Âs’a şöyle dedi: “İfrikiyye’ye girme! Çünkü o ehlini toparlayan değil, parçalayan bir memlekettir. Oranın suyu serttir, alimlerden biri buranın suyunu içtiğinde kalbi katılaşır.” Yâkût el-Hamevîye göre; Hz. Osman zamanında Arapların burayı fethetmeleri ve buranın suyunu içmeleri dolayısıyla kalpleri katılaştı. Bunun neticesinde de Hz. Osman’ı öldürdüler. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.I, s. 229, c. III, s. 160. 101 Veddân: İfrikiyye’nin güneyinde yer alır. Burası ile Zevîle arasında on günlük bir mesafe vardır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.V, s. 366. 102 Fezzân: Feyyûm ve batı Trablus(Trablusgarp) arasında geniş bir vilayettir. Zevîle onun şehridir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s. 260. 103 Zevîle: Bilâdu’s-Sevâd( güney Afrika) ve çölün sınır şehridir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’lBuldân, c.III, s. 160; Kayrevan Zevîle arası mesafe yaklaşık bir aydır. Bkz. İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 50. 104 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.226; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 156; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 17-18-19; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme li Tarihi’l-Mağrib ve’l-Endelüs, c. II, s. 16; Adem Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi(2)(Hulefâ-i Raşidîn Dönemi), 1. b., Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007, s.165. 105 Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh hz. Osman’ın süt kardeşidir. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1002; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 17. 106 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 17. 21 tayin ettiği haberini öğrendi. Üstelik Hz. Osman onu İfrikiyye’ye yönlendirmiş, teşvik etmek amacıyla kendisine elde edeceği ganimetin beşte birini vaat etmiştir. Sahâbe ile istişare eden Hz. Osman, içinde İbn Abbâs, İbn Ömer, İbn Ca’fer, Hasan, Hüseyin, İbn Zübeyr, Ma‘bed b. Abbâs, Mervân b. Hakem, Hâris b. Hakem ve kardeşi, Misver b. Mahreme, Abdurrahman b. Zeyd, Âsım b. Ömer, Ubeydullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebû Bekir, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Büsr b. Ertât, ve şair Ebû Züeyb Huveylid b. Hâlid el-Hüzelî gibi birçok ashâb ve Medinelinin bulunduğu büyük bir orduyu Osman b. Hars b. el-Hakemî’nin önderliğinde Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’e gönderdi.107 Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh fetih gayesiyle İfrikiyye’ye doğru harekete geçti. Berka’da ise Ukbe b. Nafi Berberîlerden Müslüman olmuş kişileri toplayarak bir birlik teşkil ederek Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’i karşılamıştı. Abdullah b. Sa‘d, Ukbe b. Nafi‘i ve Abdullah b. Nafi‘ b. Hâris’i komutan tayin ederek yaklaşık on bin askerle Rum ve Berberî birliklerin bulunduğu bölgelere doğru hareket etmeleri için emir verdi.108 Hz. Osman’ın halifeliği döneminde Kuzey Afrika’da Kartaca’dan Tanca’ya kadar bütün bölgelere Georger adında bir Patrik hükmediyordu. Georger Müslümanların geleceği haberini alınca Subeytula’da109 büyük bir ordu hazırlattı. Abdullah b. Sa’d öncelikle Georger’ı itaate davet ettiyse de, kabul etmedi. Bunun ardından gerçekleşen savaşta, İslâm ordusu Georger’in birliklerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi esnasında Abdullah b. Zübeyr de Georger’i öldürdü. 110 Çarpışmalar sırasında pek çok Rum ve Berberî askeri öldürüldü. Askerlerin geriye kalan kısmı yenilgiden sonra batıya doğru kaçmış, fakat Abdullah b. Sa‘d’ın gönderdiği seriyyelerden kurtulamamışlardı. Müslüman askerlerin bu zaferinden sonra İfrikiyye idarecileri Abdullah b. Sa‘d’a haber göndererek; şayet vatanlarını işgal etmezse, kendilerine yüklü bir miktar ödeyeceklerini bildirdiler.111 Abdullah b. Sa‘d da bu teklifi kabul ederek buraya yönetici tayin etmeden ve herhangi bir 107 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân , s.227-228; Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 159; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber , c. IV, s. 1003; Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 12. 108 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.183; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 227-228; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 159; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 420; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1002-1003; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 83,101-102,108 109 Subeytula: İfrikiyye şehirlerindendir. Kral Georger’ın yaşadığı şehir olduğu olduğu söylenmektedir. Kayrevan’a yetmiş mîl uzaklıktadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.III, s. 187. 110 Abdullah b. Zübeyr’in Georger’ı öldürmesi hakkında detaylı bilgi için bkz. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 10-11-12-13. 111 Rivayetlerde para veya altının miktarlarında farklılık mevcuttur. İki milyon beşyüz bin dinar bkz. Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 228-229; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s.165-166; dört bin beşyüz dinar bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1005; üç yüz kantar altın bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s.397-398; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229. 22 yapı inşa etmeden geri döndü. Abdullah b. Sa‘d yönetici tayin etmemiş olsa da, kendisi Kuzey Afrika bölgesiyle tanışan ilk idareci oldu.112 Sefer sonucunda Abdullah b. Sa‘d ganimetin beşte birini kendisine ayırarak, geriye kalan beşte dördünü Hz. Osman’a gönderdi. Abdullah b. Sa‘d payına düşen beşte birlik kısmı ise piyadelere biner dinar; atlı süvarilerin kendilerine bin, atlarına iki bin olmak üzere üçer bin dinar paylaştırdı.113 Hz. Osman’ın şehit edilmesinin ardından, hilafete geçen Hz. Ali, Abdullah b. Sa‘d’ı Mısır valiliğinden azlederek yerine Muhammed b. Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa’yı Mısır’a vali tayin etti. Mısır valiliğine atanan Muhammed İfrikiyye’ye yönetici veya fatih olarak hiç kimseyi görevlendirmedi.114 Sa‘d Zağlûl’a göre; Amr b. el-Âs’ın yaptığı gibi İbn Ebû Serh de Ukbe b. Nâfi’’yi kardeşi Abdullah’la birlikte burada bıraktı. Ukbe, Muâviye tarafından komutanlık görevi verilinceye kadar bölgede kaldı.115 Müslümanların bölgeden ayrılmasıyla; Rumların tamamından vergi alan Konstantiniye kralı Heraklius, İfrikiyye ahalisinin Müslümanlara verdiği miktarı duyunca hemen aynı miktarı halktan talep etmesi için bir Patrik görevlendirdi. Fakat İfrikiyye ahalisi bu talebi kabul etmedi. Onlar zaten krala vergi ödüyorlardı. Bunun üzerine Patrik İfrikiyye ahalisinin kendilerine Georger’den sonra yönetici tayin ettikleri Hubâhibe’yi görevden uzaklaştırdı. Yönetimden uzaklaştırılan Hubâhibe Şam’a Muâviye’nin yanına gelerek ondan İfrikiyye’ye ordu göndermesini talep etti. Bunun üzerine Muâviye hicrî 45/665 senesinde Muâviye b. Hudeyc önderliğinde büyük bir orduyu Kuzey Afrika üzerine harekete geçirdi. Muâviye b. Hudeyc’in yanında Abdullah b. Zübeyr, Mervân b. Hakem de bulunuyordu. Ordu Komutanı Muâviye b. Hudeyc Kuzey Afrika’da Celulâ116 ve Sûse’yi muhasara altına alarak fethettiği gibi Kuzey Afrika’da daha önce Abdullah b. Sa‘d’ın itaat 112 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 183; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 165-166; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1003-1004-1005; Necîb Zebîb, Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in Hz. Osman’ın muhasara altında olduğunu öğrendiği için buraya bir yönetici tayin etmeden gittiğini kitabında ifade etmektedir. Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 17. 113 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.184; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 165-166; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 1005; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 101-102; Ayrıca Hz. Osman’ın bu parayı Mervân veya Hakem’e verdiğine dair rivayetler mevcuttur. Bkz. Ya‘kûbî, Tarîhu’lYakûbî, c. II, s. 165-166; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 101-102; Hz. Osman dönemi Kuzey Afrika fetihlerini daha detaylı görebilmek için bkz. Adem Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, 1. b., İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s.118-121. 114 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229. 115 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 184-185. 116 Celulâ: İfrikiyye’de meşhur bir şehirdir. Burada çok eski kalıntılar ve surlar mevcuttur. Kayrevan’a uzaklığı yirmi dört mîldir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 156. 23 altına aldığı bütün bölgeleri yeniden kontrol altına alıp, Sıkılliye(Sicilya)117 adasına da savaşmaları için birlikler gönderdi. Adayı fetheden ilk Müslüman komutan Muâviye b. Hudeyc’in, Kuzey Afrika fetihleri esnasında ordularını dinlendirmek için Kayrevan(karargâh) edinmesi de, kedisinden sonra buraya gelecek komutan Ukbe b. Nâfi‘nin karargâh tayininde etkili oldu.118 Halife Muâviye bu fetihlerden sonra Muâviye b. Hudeyc’i Mısır’a vali tayin etmenin yanında, ona İfrikiyye’nin sorumluluğunu da verdi. Muâviye b. Hudeyc İfrikiyye’den Mısır’a döndükten belli bir süre sonra İfrikiyye görevinden alındı. Yalnızca Mısır valiliğini devam ettirmesine karar verildi.119 Muâviye b. Ebû Süfyân’ın buradaki fetihlere ihtimam göstermesine rağmen, Kuzey Afrika buradaki kabilelerin Müslümanlara karşı sert direnişleri ve katı tutumları sebebiyle bu dönemde tam olarak fethedilemedi.120 B. EMEVÎLER DÖNEMİNDE KAYREVAN ŞEHRİNE ATANAN VALİLER 1. Ukbe b. Nafi (İlk Valiliği) Ukbe b. Nafi Kuzey Afrika’ya vali tayin edilmeden önce Mısır valileri Amr b. elÂs ve Abdullah b. Sa‘d’ın bölgedeki fetihlerine katıldı. Ayrıca onlar Mısır’a döndüklerinde de Kuzey Afrika’da komutan olarak kaldı. Ancak onun Muâviye b. Hudeyc’in İfrikiyye’deki seferlerine katılıp katılmadığına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.121 Bununla birlikte Ukbe b. Nâfi’, valiliği öncesinde Kuzey Afrika’da yaptığı komutanlıklar ve Berka’da kalması sebebiyle bu bölge hakkında büyük bir tecrübe sahibi oldu. Onun komutanlığında Müslüman bir birliğin burada iskân etmesi esnasında 117 Sıkılliye(Sicilya): İfrikiyye’nin karşısında Akdeniz adalarının en büyüğüdür. Burada Müslümanların İfrikiyye’yi fethine kadar çok az yapı mevcuttu. Daha sonraları Müslümanlardan kaçan İfrikiyye Rumları buraya gelerek, adayı imar etti. İfrikiyye ile arası yüz kırk mîldir. Bkz. Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, s. 215; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s.416-417. 118 Burada yani Kumûniye denilen mevkide Patrik’in otuz bin asker bıraktığına dair rivayetler mevcuttur. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s.1005-1006. 119 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.193; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.229; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s.1005-1006; c. VII, s. 398; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 17-18-19; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s.21-22. 120 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 22; İbn abdülhakem, yalnızca İfrikiyye’nin fethinin h. 29 yılında tamamlandığını zikreder. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 187. 121 Nadir Özkuyumcu, Mısır ve Kuzey Afrika’nın Müslümanlar Tarafından Fethi, s. 147. 24 İslâmiyet’i kabul eden kabileler olduğu gibi Kuzey Afrika’da yapılan İslâm fetihlerine de katıldılar.122 Ukbe b. Nâfi‘i’nin ordu komutanlığını Muâviye b. Ebû Süfyân da onayladı.123 Bu sebeple Ukbe, Muâviye b. Hudeyc’ten sonra Kuzey Afrika fetihlerini devam ettirdi. Nitekim İfrikiyye komutanı 46/666-667 senesinde Mağribe doğru yola çıktı. Fakat daha önce itaat edip, sonrasında isyan eden bölgeler olduğunu duyunca öncelikle bu bölgeler üzerine yürüdü. Amr b. el-Âs zamanında Büsr b. Ebû Ertât tarafından itaat altına alınan Veddân halkı kış mevsiminin gelmesiyle cizye vermeyeceklerini bildirdiler. Ukbe b. Nafi‘ Mağribe doğru harekete geçen orduyu gittikleri yerde bırakarak, başlarına Amr b. Ali elKureşî ve Züheyr b. Kays el-Belevî’yi komutan tayin ettikten sonra yanına dört yüz asker ve dört yüz deve alarak Veddân şehrine gitti. Ukbe Veddân’a ulaştığında burayı fethettikten sonra şehrin yöneticisini, kulağını kestirerek cezalandırdı. Böylelikle bir daha isyan etmeye kalkışacağı zaman, onu alıkoyacak büyük bir iz bırakmış oldu. Ayrıca onlara üç yüz altmış köle vermekle yükümlü tuttu.124 Ukbe, Veddân halkına onların dışında bu bölgede başka yer olup olmadığını sordu. Onlar da Fezzân bölgesinin şehri olan Cerme’nin125 yakında olduğunu haber verdi. Ukbe Veddân’dan oraya kısa sürede ulaştı. Ukbe daha sonra Cerme halkını itaate davet ederek altı mîl uzakta bir yerde konakladı. Nitekim Cerme kralı Ukbe’ye gelmek isteyince, Ukbe onun yaya yürümesini sağlamak için bir atlı gönderdi. Cerme kralı altı mîllik bu yolun hepsini yürüdü. Bunun sonucunda kral o kadar yoruldu ki, kan kusmaya başladı. Yine daha önce Veddân kralına yaşattığı durum gibi, Cerme kralına hiç unutamayacağı bir korku yaşattı. Aynı şekilde Cerme halkı da vergi olarak senelik üç yüz altmış köle vermekle sorumlu tutuldu.126 Ukbe, kısa sürede Cerme’nin içinde bulunduğu Fezzân bölgesinin tamamını fethetti. Daha sonra Fezzân halkından Küvvâr127 kasabasında büyük bir saray olduğunu 122 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 22; İbrahim Ahmed el-Adevî, el-Ümeviyyûn ve’l-Bizantiyyûn, s. 235. 123 Hassân b. Muhammed, Vasfu İfrîkiyâ, c. II, s. 88. 124 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.193; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.229-230; Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 366. 125 Cerme: İfrikiyye’nin güneyinde, Fezzân vilayetinin kasabasıdır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’lBuldân, c. II, s. 129. 126 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.194-195. 127 Küvvâr: Bilâdu’s-Sevâd’da bir bölgedir. Fezzân’ın güneyinde yer alır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s. 486. 25 öğrenince oraya doğru yola koyuldu. On beş gün sonra buraya ulaşan Ukbe halkın şehirde toplandığını fark edince onları muhasara altına aldı. Bir aylık muhasaranın ardından burayı fethe muvaffak olabildi. Diğer meliklere yaptığına benzer şekilde Küvvâr kralının parmaklarını kestirerek onu yıllık üç yüz altmış köle vermekle sorumlu tuttu. Artık bunun daha uzağında da bir saray kalmadı. Geriye dönerken Hevvâr kasrının yanından geçip burayı muhasara altına almadan yola devam etti. Ukbe uzun süre yol aldıktan sonra bir mevkide konakladı. Fakat burada su olmadığı için ordu çok şiddetli susuzluk çekti. Ukbe iki rekat namaz kıldıktan sonra Allah’a dua etti. Hemen bunun ardından atı toprağı hızlıca kazmaya başladığında kazdığı yerden su çıktı. Ukbe insanları çağırarak buradan faydalanmalarını istedi. Bu olaydan sonra bu mevki Mâu Feres olarak isimlendirildi. Ukbe buradan sonra yanından geçtikleri Hevvâr şehrine geri dönerek buraya baskın düzenledi. Kısa sürede Hevvâr halkını da itaat altına alarak yoluna devam etti.128 Hevvâr sarayı fethinin ardından Zevîle’ye gelen Ukbe Mağrib yolundaki askerlerinin yanına ancak beş ay sonra ulaşabildi. Komutanlarının gelmesiyle ordu batıya doğru ilerlemeye başladı. Yol üzerinde de Müzâne, Gudâmis, Kafsâ129 ve Kastiliyye de fethedildi. Böylelikle kendisinden önce daha çok İfrikiyye’nin sahil kesimlerinde fetih hareketleri düzenleyen Muâviye b. Hudeyc’in aksine Ukbe b. Nâfi’, daha ziyade güneyde çöl sınırına yakın yerleri itaat altına almış oldu. Ayrıca bu fetihlerin sonucunda İslâmiyet çöldeki Berberî kabileler arasında yayılmaya başladı.130 Ukbe Kastiliyye’den sonra eski adı Kumûniye olan İslâm fethinden sonra ise Kayrevan olarak isimlendirilen bölgeye geldi. Halife Muâviye yaklaşık yirmi beş yıllık komutanlığı esnasında Ukbe’nin başarılarını duydu ve onun siyasi dehasını fark etti.131 Ukbe Kayrevan’a ulaştığında Muâviye b. Ebû Süfyân, Muâviye b. Hudeyc’i Kuzey Afrika valiliğinden azletmiş, yerine Ukbe’yi vali tayin etmişti. Ve buna ilaveten on bin askeri Kayrevan’a göndererek onu destekledi. Böylece Ukbe b. Nâfi’’nin valilik faaliyetleri, 50/670-671 yılından itibaren başlamış oldu.132 128 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.195-196; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 486; İbn’ül-Esîr tarihinde, Ukbe’nin ikinci valiliği esnasında Sûsu’l-Aksâ’dan yani son seferinden dönüşte bu olayı yaşadığını nakletmiştir. Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 451. 129 Kafsâ: İfrikiyye’de Mağrib tarafında küçük bir beldedir. Kayrevan’a uzaklığı üç mîldir. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c.IV, s. 382. 130 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c.I, s. 186,189. 131 Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c.I, s. 191. 132 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.196; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.230; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 21; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 420; Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l- 26 Selefi Muâviye b. Hudeyc’in askerleri için karargâh kurduğu mevkiyi beğenmeyen Ukbe, askerlerini çöle daha yakın bir bölgeye şimdiki Kayrevan(ordugâh) şehrinin bulunduğu yere yönlendirmiştir. Ayrıca buraya geldiğinde bir şehir kurma niyetini açıklamış, bunun sebebinin de hem Arap ve Berberî askerlerin sığınacağı bir yer olmasını istemesi hem de artık İslâm’ın yayılması için Kuzey Afrika’da yerleşmenin gerekliliği olduğunu söylemiştir. Kayrevan şehrinin kurulduğu arazi denizden uzakta çöle yakın bir yerde sık ağaçların bulunduğu bir ormandı. Ukbe buradaki ağaçların kesilmesini ve kesilen ağaçlarla da şehrin imar edilmesini emretmiştir. Kayrevan’ın merkezine bir cami ve hükümet merkezi inşa ettirmiş, ayrıca bu ikisinin çevresine önce Arapların sonra Berberîlerin yerleşmesine müsaade etmiştir.133 Kayrevan’ın inşa edilmeye başlamasından sonra Ukbe çevre bölgelere seriyyeler göndermiştir. Bu askeri birliklerin faaliyetleri neticesinde birçok Berberî kabile İslâmiyet’i seçmiş ve Müslüman olan kabilelerin bir kısmı Kayrevan şehrinin etrafına yerleşmeye başlamıştır.134 Ukbe b. Nafi‘ fetihlerde başarılı olduğu gibi, İslâmiyet’i Kuzey Afrika’da yaymakta da önemli bir mesafe kaydetmiştir. Zaten onun askerî harekattaki asıl hedefi İslâmiyet’i uzak bölgelere kadar yayabilmektir. Ukbe’nin Kayrevan’ın beş yıllık inşa süresinin çoğunu burada geçirmesi, şehrin Kuzey Afrika’daki önemini açıkça göstermektedir.135 Mağribi’l-Arabî, c.I, s. 190-191; Ayrıca Ukbe b. Nafi‘nin h. 50 yılında Muâviye b. Ebû Süfyan tarafından Kayrevan’a gönderildiğine dair rivayetler mevcuttur. Bkz. Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 229; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. IV, s.240; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. XI, s.215; h. 45 senesinde vali tayin edildiğine dair rivayet de vardır. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 399; Vakıdî’nin rivayetine göre ise Ukbe b. Nafi‘ h. 46 yılında vali tayin edilmiştir. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 22, 290; Tüm bu rivayetlerden çok farklı bir rivayet vardır ki o da h. 58 senesinde Mesleme b. Muhalled tarafından Kayrevan’a gönderildiğidir. Muhakkik kitabın dipnotunda bunun sıhhatli olmadığını belirtmiştir. Bkz. İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 196. 133 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.196; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.230; Halîfe b. Hayyât, Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 210; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 229; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. IV, s.240; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 320; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 21, c. VII, s. 399. 134 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 420; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 21-22. 135 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 24. 27 2. Ebu’l-Muhâcir ed-Dînâr Mısır valisi Muâviye b. Hudeyc 55/674-675 yılında görevden alınarak yerine Mesleme b. Muhalled getirildi. Halife Muâviye b. Ebû Süfyân önceki Mısır valisinden farklı olarak Mesleme b. Muhalled’e Mısır’dan Tanca’ya kadar bütün bölgelerin yönetimini verdi. Mesleme Mısır valiliğine geçince Ukbe’nin valiliğini onaylamayıp, Kuzey Afrika’ya azadlı kölesi Ebu’l-Muhâcir ed-Dînâr’ı vali tayin etti. Böylece hem Mısır hem de Kuzey Afrika valiliği aynı yıl değişime uğramış oldu. Ebû’l-Muhâcir Kuzey Afrika’ya gitme hazırlıkları yaparken, Mısır valisi Mesleme ona Ukbe’den görevi düzgün bir şekilde devralmasını nasihat etti. Mesleme için bir ordu hazırlatarak, beraberinde Kayrevan’a gönderdi.136 Ebû’l-Muhâcir ise Kayrevan’a vardığında verdiği sözü yerine getirmeyip, Ukbe’yi hapsetti.137 Ebu’l-Muhâcir Ukbe’yi etkisiz hale getirdikten sonra Kayrevan’ı tahrib ederek, askerlerine Tunus tarafında Kayrevan’dan iki mîl uzaklıkta bir yeri karargâh edinmelerini emretti. Kayrevan’ın yerini alması için inşa ettiği bu yere Tekrevân ismini verdi.138 Ebu’lMuhâcir kendi imar ettiği yerde valiliğini devam ettirdi. Tüm bunların yanında onun yaptığı güzel bir şey vardı ki; Berberîlerin Berânis’teki liderleri Küseylenin Müslüman olmasına vesile olmasıydı. Zira Küseyle’nin Müslümanlığı kabul etmesi bölge için büyük önem teşkil ediyordu. Onun itaat altına alınması demek birçok Berberî kabilenin itaat altına alınması anlamına gelmekteydi. Bunun yanı sıra Ebu’l-Muhâcir ondan bölge ve Berberîler hakkında tafsilatlı bilgiler alıyordu.139 Valiliği esnasında Ebû’l-Muhâcir’in fetih için gittiği tek yer Kartacadır. 140 Ebu’lMuhâcir Kartaca’yı muhasara altına alarak, şehirdeki Rumları zor durumda bıraktı. Ebu’l- 136 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.197; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 398-399; Sa‘d Zağlûl; eserinde Mesleme b. Muhalled’in mağrib’e doğru ilerlemesini istemememesi ve kıskanması sebebiyle Ukbe’nin görevini sonlandırdığını ifade eder. Çünkü aniden görevden almasının siyasî kıskançlık dışında makul bir sebebi bulunmamaktadır. Ebû’l-Muhacir ise onun azadlı kölesi idi. Mesleme onu İfrikiyye’de rahatlıkla yönetebileceğini iyi biliyordu. Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 196. 137 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.230; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 175; İbn İzârî, Beyânu’lMuğrib , c. I, s. 21-22; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 21-22; Taberî’ye göre Ukbe b. Nafi‘ h. 50 yılında azledilmiştir. İbnü’l-Esîr ise Mağribli tarihçilerin onun beş yıl görevde kaldığını söylediklerini rivayet eder. Bkz. Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. IV, s.240; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 320. 138 Şevât, Medresetü’l-Hadis fi’l-Kayrevan, c. I, s. 46. 139 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.197; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 452; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 22; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 398-399. 140 Kartaca: İfrikiyye’nin sahil kısmındaki şehirlerdendir. Tunus’a uzaklığı on iki mîl, Kayrevan’a ise üç gündür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 323. 28 Muhâcir’in şehri muhasarası yaklaşık iki yıl sürdü. İki grupta yaralıların artmasıyla birlikte Rumlar Ebu’l-Muhâcir’e fidye teklifinde bulununca, o da fidyeyi kabul ederek burayı boşalttı. O 59/679 senesinde buraya gelişiyle Ebu’l-Muhâcir olarak isimlendirilecek olan Tilimsan yakınlarında Mîle141 şehrini fethetti.142 Ebu’l-Muhâcir’in görevi işte bu faaliyetlerden sonra bitmiş sayılır. Zaten fetihler Mağribu’l-Evsât’a kadar ilerlemişti ki bundan sonra Mağribu’l-Aksâ’ya gitmek için daha fazla çaba gerekiyordu. Muâviye b. Ebû Süfyân döneminde Kuzey Afrika fetihleri ancak buraya kadar ilerletilebilmişti.143 Ebû’l-Muhacîr halifeden gelen emirle Ukbe b. Nafi‘yi serbest bıraktı. Ukbe ise serbest bırakılmasının hemen ardından Kayrevan’dan ayrılarak ‘Kasru’l-Mâ’ denilen yerde dinlendi, burada iki rekat namaz kıldıktan sonra Allah’a Ebu’l-Muhâcir’in intikamını nasip etmeden canını almaması için dua etti. Daha sonra Şam’a halifenin yanına gitti. Ukbe’nin Şam’a gitmesi Ebu’l-Muhâcir’de endişe uyandırdı. Ukbe Şam’a ulaştığında onun yaptıklarının tamamını halife Muâviye’ye anlatarak kendisinin Kayrevan için ne kadar emek sarfettiğini, Kuzey Afrika’da fetihler yaptığını, yapılan eziyeti hak etmediğini dile getirdi. Muâviye Ukbe’den özür diledi fakat Mesleme’yi Hz. Osman’ın şehit edilmesi sürecinde şehit halifenin hakkını savunmak için gösterdiği çaba sebebiyle Mısır valiliğinden alamayacağını söyledi. Ancak Muâviye Ukbe’ye görevini iade edeceğine dair söz verdi. Fakat bu sözü yerine getiremeden 60/680 senesinde vefat etti. Boşalan Halifelik makamına geçen Yezîd ise Ukbe’nin durumundan haberdar olduğu için ona görevini iade ederek İfrikiyye’ye gidip Ebu’l-Muhâcir’i azletmesine müsaade etti.144 3. Ukbe b. Nâfi’ (İkinci Valiliği) Ukbe b. Nâfi’ Kuzey Afrika valiliğinin kendisine iade edilmesinin hemen ardından ashâbdan 25 kişiyle birlikte Şam’dan ayrılıp Mısır valisi Mesleme b. Muhalled’i ziyaret etti. Mısır valisi Ukbe b. Nafi’den Ebû’l- Muhâcir’in yaptıklarından dolayı özür diledi. Onun yaptığı hiçbir şeyi desteklemediğini de özellikle belirtti. Ukbe b. Nâfi’ Mısır 141 Mîle: İfrikiyye’nin uç kısmında yer alan küçük bir şehirdir. Bicâye ile arasında üç günlük mesafe vardır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 244. 142 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 226; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s.199; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s.26; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 33. 143 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s.26. 144 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.197; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.230; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 22-23; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 22. 29 valisinin özrünü kabul ederek Kayrevan’a doğru yolculuğuna devam etti.145 Zaten şehre ulaştığında ilk yaptığı faaliyet Ebu’l-Muhâcir’i yakalatıp hapsetmek oldu.146 Daha sonra onun kurduğu şehrin yıkılmasını ve şehir halkının Kayrevan’a dönmesini emretti. Kayrevan’ın yeni valisi kendisi de Kayrevan’a giderek, şehrin etrafında dolaştı. Bu gezinti esnasında Ukbe b. Nâfi’ Kayrevan şehri için şu şekilde dua etti: “ Ya Rab! Kayrevan’ı ilimle, fıkıhla ve sana itaat eden insanlarla doldur. Orayı senin dinini yücelten, küfrü alçaltan bir şehir kıl.”147 Kayrevan valisi Ukbe şehirde uzun süre kalmadan batıya doğru yeni fetihleri başlatmak istiyordu. Zira itaat altına alınan Rumlar ve Berberiler yeniden dağılmaya, Müslümanların yönetiminden çıkmaya başlamışlardı. Fetih niyetiyle hazırlıklara başlayan Ukbe, Kayrevan’a Züheyr b. Kays b. el-Belevî’yi148 ve bir grup askeri bırakarak batıya doğru yola koyuldu.149 Sefere çıkmadan önce oğullarını bir araya toplayıp onlara tavsiyelerde bulunarak savaş esnasında şehit düşme ihtimalinin bulunduğunu da söyledi.150 Ukbe fethe çıktığında ilk karşılaştığı grubun Hıristiyanlar olması sebebiyle, öncelikle onların peşinden gitmeyi uygun buldu. Karşısına çıkan Rum ve Berberîlerle savaşarak; Lemis,151 Bâğâye,152 Kartacana ve ilerisinde kalan tüm bölgeleri fethetti. Müslümanlar bu bölgelerden birçok ganimet ve esir elde ederek ilerlemeye devam ettiler. Bâğâye fethinin hemen ardından Müslümanlardan kurtulabilen Hıristiyanlar Evrâs Dağına sığınmışlar, burada kalmayı uygun bulmadıkları içinde Rum şehirlerinin en büyüğü olan 145 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.23; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 41. 146 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.198; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 450-451; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 41. 147 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.23; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 41. 148 İbn Abdilhakem, Ömer b. Ali el-Kureşî’ninde hem Kayrevan’da hemde Berka’da Züheyr b. Kays’ın yanında komutan olarak yer aldığını ifade eder. Bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.198-200. 149 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 251; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 450-451; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 41; İbn’ül-İzarî bu gazvelerin ardı ardına Yezîd b. Muâviye döneminde ya da aynı sene içerisinde olup olmadığına dair bir bilginin ona ulaşmadığını belirtmiştir. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 24; İbn Haldûn Züheyr’in Kayrevan’da vekil bırakıldığına dair bir açıklama yapmazken, onun öncü birliğin komutanı olarak görevlendirildiğini ifade eder. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 399. 150 Nasihatlerinin detayı için bkz. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 23; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 450-451; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 41-42; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c.I, s. 34- 35. 151 Lemis: Akdeniz’in batı kıyısında bir köydür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 8 152 Bâğâye: İfrikiyye’nin Mağrib sınırında büyük bir şehirdir. Meccâne ve Kosantîniye arasında yer alır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 325. 30 Münestîr153 şehrine gitmişlerdi. İslâm ordusu da onları takip ederek Münestîr şehrinin fethini de gerçekleştirdi.154 Aynı şekilde Müslüman askerler Rumlarla Zâb bölgesinde155 de karşılaştılar. Burada birçok şehir bulunuyordu. Öncelikle Zâb bölgesinin en büyük şehri Erbe’ye yönelerek şehri ele geçirmeye muvaffak oldular. Şehrin fethinden sonra artık Müslümanlar Rumların elinden Kuzey Afrika hükümranlığını kesin bir şekilde almışlardı.156 Zâb bölgesinin ardından Rum ve Berberîlerin birleşerek Müslümanlara karşı hazırlık yaptıkları Tîhert157 bölgesinde de Ukbe b. Nâfi’’nin ordusu üstünlük sağladı. Tîhert’teki kabileleri itaat altına aldıktan sonra ordu Tanca’ya158 doğru ilerleyerek, hiçbir mukavemetle karşılaşmadan burayı ele geçirdi. Kuzey Afrika’da bulunan krallar arasında önemli bir konumda yer alan Julien, Ukbe b. Nâfi’ye itaatini bildiren hediyeler gönderdi. Ukbe b. Nâfi’ de ona İspanya’yı sorduğunda, Julien İspanya’nın güçlü konumda olduğunu ona bildirdi. Kral Julien159 ayrıca ona Rumları arkasında bıraktığını, önünde sadece leş yiyip, kan içen ve hiçbir dine de boyun eğmeyen Berberîlerin bulunduğunu söyledi. İslâm ordusu ondan bu bilgileri alıralmaz Sûs’ul-Ednâ’da Tamesnâ ve Mesâmide160’den başlayarak Sûs’ul-Aksâ’ya doğru savaşarak ilerledi, oldukça kalabalık olan Berberî kabilelerinin tamamına üstünlük sağladılar. Ayrıca burada birçok değerli ganimet elde ettiler.161 Ukbe b. Nâfi’ Sûsu’l-Aksâ’da atlas okyanusu kıyılarına kadar geldi ve atını okyanusa doğru sürerek şöyle dedi: 153 Münestîr: İfrikiyye’de Mehdiyye ve Sûse arasında bir yerdir. Alim ve zühd sahibi bir grup burada yaşamaktadır. Kayrevan’a uzaklığı altı merhaledir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 209-210. 154 Müstenir halkının ikinci kez Müslümanlarla savaştığına İbnü’l-İzârî değinmiştir. İbn İzârî, Beyânu’lMuğrib, c. I, s. 24; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 42. 155 Zâb bölgesi: Tilimsan ve Sicilmâse arasında birçok köy ve şehri içine alan, ayrıca bir nehrininde bulunduğu bölgenin adıdır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s. 124; Kayrevan Zâb bölgesi arası on merhaledir. Bkz. İbn Rüsteh, Kitâbu’l-A‘lâk en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 350 156 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 450-451; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 24; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 399; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c.I, s. 37. 157 Tîhert: Benî Hammâd kalesi ve Tilimsan arasında yer alır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 7. 158 Tanca: Akdeniz’in kıyısında yer alan bir şehirdir. Kayrevan’a uzaklığı iki bin mîldir. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 43. 159 İbn Haldûn kralın ismini Belban olarak zikretmiştir. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 399 160 Mesâmide: Mağrib’te bir kabile adıdır. Aynı zamanda kabilenin yerleştiği yerde bu isimle anılmaktadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 136. 161 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 451; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 25-27; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 399; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 43-44. 31 “ Ey Rabbim! Şayet okyanus olmasaydı, buranın ilerisindeki beldelere senin için cihada giderdim.”162 Artık Ukbe b. Nâfi’ Atlas Okyanusu sınırından askerlerine geri dönmeyi emretti. İslâm ordusu dönüş yolunda kendisinden kaçan Berberîleri de itaat altına alarak Kayrevan’a doğru yöneldi. Dönüş yolunda bir süre Sanhâce şehirlerinden biri olan Der‘a’da163 konakladı. Ukbe b. Nâfi’’nin burada cami yaptırdığına dair bir rivayet bulunmaktadır.164 Komutan dönüş yolunda Sûs’ul-Evsat’ta da birçok şehre uğramış Dekkâle’de165 itaat etmek istemeyen şehir halkıyla savaşmıştı. İslâm ordusu burada birçok askerini kaybetti, ancak itaati sağlayarak Heskûre’ye uğradı. Burayı da savaşarak itaat altına aldıktan sonra Sûs’ul-Evsat’da savaşmadığı herhangi bir topluluk kalmadı.166 İslâm ordusu Tubna167 şehrine ulaştığında ordu komutanı Ukbe artık bölgenin tamamının kontrol altına alındığını düşünerek, askerlerine Kayrevan’a geri dönmelerini emretti. Emir üzerine askerlerin büyük bir kısmı buradan ayrıldı. Ukbe ise yanında kalan az sayıda askerle Tehûza168 şehrine ulaştı. Buradaki Rumlar ordunun azlığını fark ettiklerinde İslâm ordusuna karşı direnmeye karar verdiler.169 Aynı zamanda Küseyle’den de yardım talep ettiler. Ebu’l-Muhâcir’in valiliği döneminde Müslüman olan Küseyle, Ukbe b. Nâfi’ vali olduğunda irtidat etmişti. Ukbe de bu durumu fark ederek, onu bazı görevleri yapmaya zorlamıştı. Birkaç kaynakta zikredilen, kurban ettiği koyunların derilerini yüzmeye zorlaması işte bunlardan biridir. Bu durum Berberîlerin lideri olan Küseyle’yi oldukça rahatsız etmiş, gizli bir şekilde kin duymasına sebep olmuştur.170 Ayrıca Ukbe b. Nâfi’’nin Küseyle’nin yaşadığı şehri muhasara ettiğine dair rivayet de 162 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 451. 163 Der‘a: Mağrib’in güney batısında küçük bir şehirdir. Sicilmâse’ye dört fersah uzaklıktadır. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 451. 164 Kayrevan Hâricînde Ukbe b. Nâfi’’nin Der‘a’da ve Sûs’ul-Aksâ’da mescid yaptırdığı rivayet edilmiştir. Bkz. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 27. 165 Dekkâle: Berberîlerin yaşadığı bir mağrib şehridir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 459. 166 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 27. 167 Tubna; İfrikiyye’de mağrib sınırında bir beldedir. Kayrevan ve Sicilmâse arasında bundan daha büyük bir şehir yoktur. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 21; Kayrevan’a sekiz günlük mesafededir. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 451-452. 168 Tehûza: İfrikiyye’de bu isimde Berberî kabilesinin yaşadığı şehrirdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 64. 169 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.198; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 451-452; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 28-29. 170 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 452; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 29; Mâlikî, Riyâdu’nNüfûs, c.I, s. 40-41. 32 mevcuttur.171 Ebu’l-Muhâcir, Ukbe b. Nâfi’’i aşırıya gitmemesi ve ona karşı dikkatli olması hususunda uyarmıştı. İşte tüm bu olaylar Küseyle’nin İslâm ordusuna karşı kin duyup, saldırmasına sebep olmuştu. Küseyle Ukbe’den intikam almak için Rumların yanında yer aldı. Bundan sonra Berberîler, Müslüman askerlerin sayısının azlığına rağmen korkarak onları takip etmişti.172 Müslümanlar Berberîleri fark ettiğinde, Ukbe b. Nâfi’ neredeyse fetihler esnasında tutsak ettiği Ebu’l-Muhâcir’i Kayrevan’a gitmesi için özgür bıraktı. Fakat Ebu’l-Muhâcir Allah Teâla tarafından kendisine sunulan şehadet hakkını bırakıp gitmeyeceğini ifade ederek Tehûza’dan uzaklaşmayı reddetti. Kayrevan’ın bu iki valisi yanlarındaki bir grup askerle Berberîlerin karşısına çıkarak savaştı. 64/684 yılında meydana gelen bu savaşta Ukbe b. Nâfi’, Ebu’l-Muhâcir ve ordunun neredeyse tamamı şehit edildi. Hayatta kalabilen Muhammed b. Evs el-Ensârî ve birkaç Müslüman asker de esir alındı. Kafsâ valisi fidyelerini ödeyerek onları Kayrevan’a gönderdi. 173 Kayrevan valisi Ukbe’nin şehadetinin ardından, onun yerine vekil bırakılan Züheyr b. Kays el-Belevî buradaki Müslümanlara önderlik etti. Küseyle İslam ordusunun bu ağır yenilgisinden sonra Kuzey Afrika’daki tüm Berberîleri toplayarak birlik sağladı. 69/688- 689 yılında Kuzey Afrika’daki Müslümanların merkezi konumunda olan Kayrevan’a doğru harekete geçti. Züheyr b. Kays, Küseyle’nin Kayrevan’a geleceğini duyunca burada kalıp savaşmayı düşünmüştü. Fakat San‘âni askerleri onun bu görüşüne katılmayıp, Mısır’a gidince şehir haklı da onları takip etti. Bu sebeple Züheyr de Kayrevan’dan Berka’ya geri çekilmek zorunda kaldı. Küseyle Kayrevan’a ulaştığında burada az sayıda Müslüman bulunuyordu. Küseyle Müslümanların emniyeti için söz vererek, onlara kötü muamelede bulunmadı. İslâm ordusunun yeni komutanı Züheyr, Berka’da Abdülmelik b. Mervân’ın halifeliği devralmasına kadar kalarak burada orduyu yeniden toparlamaya çalıştı. 174 171 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 400; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c.I, s. 40. 172 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 452; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 29. 173 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 251; İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.198; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 452-453; ; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 29; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 22; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 209; Bu bilgilere ek olarak İbn Haldûn Müslüman askerlerin sayısının üç yüz olduğunu söylererek bunların sahabe ve tâbiûndan olduğunu belirtir. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 400. 174 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 452-453; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib , c. I, s. 29-30; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber , c. VII, s. 400; Ek olarak Ukbe b. Nâfi’’nin hayatı ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Reşid b. Abdüsselam el-Affâfî, Ukbe b. Nâfi’ el-Fihrî Fâtihu’l- Mağrib, Dâru’l-Emân, Mağrib, ty.; Bessâm Asalî, Ukbe b. Nâfî, 7. b., Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1987; Mustafa Adaş, Ukbe b. Nâfi’(Basılmamış Yüksek Lİsans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1996. 33 4. Züheyr b. Kays el-Belevî Ukbe b. Nâfi’’nin şehit edilmesiyle birlikte, Kuzey Afrika’daki Müslümanlar çok zor durumda kaldılar. Bu durum halifeye bildirince Abdülmelik de bölgeyi en iyi tanıyan Züheyr b. Kays’ın vali olarak atanmasına karar verdi. Züheyr’e vali olarak görevlendirildiği haberi ulaştırıldığında175, Küseyle’nin ordusunu Rum ve Berberî askerlerle güçlendirdiğini, onun büyük bir orduya sahip olduğunu halifeye haber verdi. Halife bunun üzerine yeni bir ordu ve mühimmatı Berkâ’ya gönderdi. Daha güçlü bir ordu hazırlayan yeni Kayrevan valisi Züheyr, Kuzey Afrika’yı Küseyle’nin elinden kurtarmak için 69/688-689 senesinde yola harekete geçti.176 İslâm ordusunun Kayrevan’a doğru ilerlediği haberini alan Küseyle, Kayrevan’da hala bir grup Müslümanın bulunmasını kendisi için tehlike olarak görerek burada kalmayı uygun görmedi. Yakınında bir nehir ve dağın olması sebebiyle en uygun mekânın Memsâ177 olduğuna karar veren Küseyle, yenilmeleri durumunda dağa sığınarak kurtulabileceklerini düşündü. Yendiklerinde ise düşünmelerine bile ihtiyaç yoktu ki; zira bütün Kuzey Afrika’yı Kayrevan da dahil olmak üzere kendi liderliğinde bir araya topladı. Üstün geldikleri zaman Müslümanların izlerini bu topraklardan tamamen silebileceklerdi. Gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra Küseyle Rum ve Berberî birliklerinden oluşan büyük bir orduyla Memsâ’ya hareket etti.178 Müslümanlar ilk olarak Kayrevan’a ulaştığında hücum etmeyip, şehrin Sâlim kapsının önünde birkaç gün konakladı. Küseyle hakkında malumat edindikten sonra İslâm ordusu Mems’e hareket etti. Burada iki grup karşı karşıya gelince şiddetli bir çatışmanın ardından Küseyle ile birlikte birçok Rum ve Berberî ileri gelenleri öldürüldü. Kalan Berberîler çeşitli bölgelere dağıldılar. Müslüman askerler ise onların kaçmasına müsaade 175 Bazı kaynaklar vali olarak görevlendiren ve yardımda bulunan kişinin Mısır valisi Abdülazîz b. Mervân olduğunu söyler. Bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.200; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.231. 176 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 453; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 31; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 400; Kayrevanî, Züheyr’in tayinini aynı bu şekilde aktarır. Fakat Kayrevan’a gidiş tarihinin h. 67 olduğunu olduğunu rivayet eder. Bkz. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 44. 177 Memsâ: Mağib’te bir köydür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 198. 178 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 453; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. , Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 32; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 44-45. 34 etmeyerek, yakaladıklarını öldürdüler. Savaş esnasında Kayrevan’da kalan Berberîler ise şehri terk ettiler.179 Berberileri ağır bir yenilgiye uğratan İslâm ordusu Kayrevan’a geri döndü. Kayrevan valiliğini devam ettirmekte tereddütlü olan Züheyr b. Kays, burada kaldığı esnada dünyalığa çok fazla bağlandığını “ Ben cihad için yola çıktım, dünyalığa dalmaktan ve helak olmaktan korkuyorum!”180 diyerek ifade etti. Çünkü o âbid ve zahid bir yaşantı içinde yaşamayı tercih eden biriydi. Bu sebeple Kayrevan’dan ayrılarak Mısır’a gitme kararı aldı.181 Züheyr Kayrevan’dan yanında küçük bir asker gurubuyla çıktığında, Rumlar Berka üzerine deniz tarafından saldırı düzenlemeyi planlıyordu. Saldırı haberi Züheyr b. Kays’a ulaşınca askerlerine sahilden Berka’ya geçmelerini emretti. Rumlarla zorlu bir savaşa giren Müslümanlar, Rum askerlerine gelen yardımlar sebebiyle savaşı kaybettiler. Ordu komutanı Züheyr ve Müslüman askerlerin neredeyse tamamı şehit edildi(74/693-694). Ukbe b. Nâfi’ gibi Züheyr b. Kays el-Belevî de valiliği esnasında şehit edilmişti.182 5. Hassân b. Nu‘mân Kayrevan valisi Züheyr b. Kays el-Belevî’nin şehit edilmesinin ardından, halife Abdülmelik 74/693-694 senesinde şehrin valiliğine Hassân b. Nu’mân’ı atadı.183Abdülmelik’in, bu dönemde Abdullah b. Zübeyr isyanını henüz bastırmış olması, ona hem askerî hem de psikolojik yönden rahatlık sağladı. Büyük bir orduyla yola çıkan Hassân, Kayrevan’a ulaştığında ilk olarak Kuzey Afrika hakkında bilgi aldı. Bölgenin en güçlü hükümdarının Kartacana’da meskun olduğunu öğrendiğinde, ilk hamleyi buraya gerçekleştirmeye karar verdi. Şehri uzun uğraşlar sonucunda fetheden vali, burada yaşayan 179 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 251; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 453; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 32; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 209; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 45; İbn Abdilhakem iki grubun Kayrevan’da savaştığını söylemektedir. Kayrevan yakınlarında olduğu için Kayrevan diyerek Mems’i kasdetmesi muhtemeldir. Bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s.199-200. 180 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 32; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 400. 181 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 453-454; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 32; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 400; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 45. 182 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s.231; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. III, s. 453-454; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 33; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 293, c. VII, s. 400; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 252; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 45-46. 183 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 293; h. 57 veya 69 senesinde atandığına dair bilgi de mevcuttur. Bkz. Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 224; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 236. 35 Rumlar’la cizye üzerine anlaşma yaptı. Fakat şehir halkının ahdlerine sadık kalmayıp, Sicilya ve Endülüs’e kaçmaları neticesinde buranın tahrip edilmesini emretti. Rumların bir kısmı ise Satfûra184 ve Benzert185 gibi şehirlerde toplandı. Müslümanlar Kartacana’dan sonra bu şehirlerde de Rum ve Berberîlerle mücadele ettiler. Müslümanlar bu karşılaşma neticesinde Kartaca ve civarındaki bölgelerin tamamının hakimiyetini Rum ve Berberilerden aldıktan sonra Kayrevan’a geri döndüler.186 Neredeyse İfrikiyye bölgesinin tamamına hakim olan Hassân b. Nu’mân komutanlığındaki İslâm ordusu için Kâhine önderliğinde bir araya gelen Berberiler büyük bir tehdit oluşturuyordu. Kâhine gaybı haber vermesiyle tanınan, Evrâs dağında yaşayan bir Bereberî melikesiydi. Küseyle’nin öldürülmesinden sonra Berberîleri bir araya getirmişti.187 Ayrıca Küseyle’nin intikamını almak için de hazırlık yapıyordu.188 Kayrevan valisi Hassân, Kuzey Afrika halkına Kâhine’yi sorduğunda; onun tehlikeli bir düşman olduğunu, eğer onu etkisiz hale getirebilirse, tüm Berberilere hakim olacağını söylediler. Hassân bu bilgilerin ardından Evrâs dağına doğru yola çıktı. Kâhine ise Müslümanların geldiğini duyunca Evrâs dağından Bâğâye’ye gelerek, buradaki Rumları şehir dışına çıkardı. Hassân’ın şehri muhasara etme ihtimaline karşı yıkım emri verdi.189 Hassân b. Nu’mân ise Meskiyâne190 vadisinde konakladı. Kâhine de aynı gün içerisinde buraya geldi. İslâm ordusu vadinin üst tarafında, Berberiler ise alt tarafında saldırı hazırlıklarına devam etti. Sabah olduğunda iki taraf savaşa başladı. Bu savaşta Berberîler Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bunun üzerine Kayrevan valisi Berka ve 184 Satfûra: İfrikiyye bölgesinde bir belde. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s. 405. 185 Benzert: Satfûra yakınlarında bir İfrikiyye şehridir. Tunus’a olan uzaklığı iki gündür. Yâkût el-Hamevî buranın daha önce Muâviye b. Hudeyc zamanında fethedildiğini rivayet etmektedir. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 500. 186 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 693; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 135; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 401; İbn’ül-İzarî sığındıkları şehrin Bâce olduğunu ifade eder. Bkz. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 34-35; Adem Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi(3)(Emevîler Dönemi), 1. b., Ensar Neşriyat, İstanbul, 2008, s.158 187 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 135-136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 35; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 401. 188 Bu rivayet Vakıdîye aittir. Hatta Züheyr’in Küseyle’yi öldürmesinden sonra Kayrevan’daki Müslümanlara işkence edildiğini de belirtir. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 137; Sa’d Zağlûl Kâhine’nin kadın olup olmadığı hususunda belirsizlik olduğunu söyler. Çünkü Kâhine Berberîler arasında erkek büyücüler içinde kullanılmaktadır. Ayrıca Kâhine’nin ahşaptan yapılmış büyük bir put veya Yahudi bir kadın olduğuna dair de rivayetler mevcuttur. Daha detaylı bilgi için bkz. Sa‘d Zağlûl, Târîhu’lMağribi’l-Arabî, I. c., s. 224. 189 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 135-136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 36; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 47. 190 Meskiyâne: Beğâye ve Meccâne şehirleri arasında bulunur. Burası daha sonraki dönemlerde konaklama mekanı olarak da kullanılmıştır. Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c.II, s. 832. 36 Trablus’a geri çekilmek zorunda kaldı. Vali halife Abdülmelik’e Müslümanların yenilgi haberini verdiğinde halife kendisinden emir gelinceye kadar burada kalmasını emretti. Kayrevan valisi Hassân burada kaldığı beş yıl zarfında “Kusûru Hassân” olarak bilinen sarayları yaptırdı.191 Kâhine Müslümanlardan birçok kişiyi esir almıştı. Esirler arasından yalnızca Hâlid b. Ziyad el-Kaysî’yi tutsak ederek diğerlerini özgür bıraktı. Berberî melikesi Hâlid’i hem görünüşünden hem de ahlakından dolayı çok beğenmişti. Bu sebeple kendisini evlatlık edindi.192 Kâhine’nin yanında kalan Hâlid, Hassân b. Nu’mân için önemli bir fırsattı. Bu sebeple Hâlid’e gizli bir elçi gönderdi. Hâlid’e ulaşan elçi, ondan durum hakkında bilgi göndermesini istedi. Hâlid durumu küçük bir kağıda yazdıktan sonra ekmeğin içerisine yerleştirdi. Elçi yola çıktığı vakit; Kâhine saçları dağınık bir şekilde dışarıya çıkarak, askerlerine helâkın insanların yedikleri bir şey içerisinde olduğunu söyledi. Bunun üzerine elçi korkusundan dolayı ekmeği parçalayarak yaktı. Valinin yanına geldiğinde ise korktuğu için mektubu getiremediğini açıkladı. Vali Hassân onu Hâlid’den bilgi alması için tekrar gönderdi. Hâlid bu defa mektubu atın semerinin bir köşesine sıkıştırdı. Kâhine hakkında yeterli bilgiyi alan vali, halife Abdülmelik’ten de izin alarak, Berberiler üzerine sefer düzenlemeye karar verdi.193 Melike Kâhine Müslümanların geldiğini haber alınca, ordusuna şöyle dedi: “Araplar; şehirleri, altın ve gümüşleri istiyorlar. Bizse tarlaları ve otlakları istiyoruz. Onlar buradan ümidini kesinceye kadar onlarla savaşacağım.”194 Konuşmanın ardından askerlerine Trablus’tan Tanca’ya kadar olan bütün şehirlerin yıkılmasını, tahrip edilmesini emretti. Askerleri de harap edilen yerlerdeki insanların mağduriyetini önemsemeksizin bir tek yapı bile bırakmadı. Müslümanların Rumlar da dahil olmak üzere bu bölgedeki tüm insanlardan edindikleri şikayetler, askerlerin yaptığı bu yıkımdı. Hepsi de Kâhine’ye karşı yardım talep ediyorlardı. Vali Hassân durumdan istifade ederek; Kâbis195, Kafsâ196, Kastiliyye ve Nifzâve’ye197 ulaştı. Tüm bu şehirlerdeki 191 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 231; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136; İbn İzârî, Beyânu’lMuğrib, c. I, s. 36; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 47. 192 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 401; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 37; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 47. 193 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 200-201; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136. 194 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136. 195 Trablus, Safakos ve Mehdiyye şehirlerinin arasında yer alır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 289; Kâbis’ten Kayrevan’a dört merhale vardır. Bkz. İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 347. 196 Kafsâ şehri ile Kayrevan şehri arasında üç günlük mesafe vardır. Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s.706. 37 halklar, hiçbir mukavemet göstermeksizin itaatlerini bildirdiler.198 Kâhine Müslümanların kendisine doğru geldiği haberini alınca, iki oğlu ve Hâlid b. Yezîd’e gökyüzündeki hali sorunca kırmızı bir toz bulutunun var olduğunu söylediler. Kâhine ise bu kırmızı toz bulutunu Arap atlarının çıkarmış olduğunu haber vererek; Müslümanların geldiklerini bildirdi. Berberî melike Müslümanlar karşısında mağlup olacağından emindi. Bu sebeple Hâlid ve iki oğlunun savaştan önce Hassân b. Nu’mân’a giderek itaatlerini bildirmelerini istedi. Tavsiyeye uyan Hâlid ve süt kardeşleri, Müslüman komutandan eman istediklerinde olumlu yanıt aldılar. Berberîler ve Müslümanların uzun süren savaşının ardından, Kâhine öldürüldü. Kâhine’nin öldürüldüğü yere bu savaştan sonra ‘Bi‘ru Kâhine’ adı verildi.199 Komutanlarının ölümüyle on iki bin kişilik Berberî askerin tamamı Müslümanlara itaatlerini bildirdiler.200 Komutan Hassân’ın ise itaatlerini kabul etmek için tek şartı, Müslümanlarla birlikte Kuzey Afrika’da savaşmalarıydı. Böylece Berberî ordunun tamamı artık Müslümanların bölgede hakimiyet sağlaması için savaştı. Hassân, Berberi birliklerin başına da Kâhine’nin oğullarını komutan tayin etti. Artık güç dengesinin Müslümanlar’ın eline geçtiği bu savaştan sonra İslâm Kuzey Afrika’da hızla yayıldı. Vali Hassân b. Nu’mân Halife Abdülmelik vefat edinceye kadar Kayrevan’da valiliğine devam etti.201 Vali Hassân Kayrevan’a döndüğünde ilk faaliyet olarak Kayrevan Camiini genişletmiştir. Kendisi aynı zamanda Kuzey Afrika’da ilk divan defterlerini tutturan validir. Ayrıca Müslümanlarla oturan gayr-i müslimlere de haraç vergisi koymuştur.202 Valinin attığı en önemli adımlardan birisi de Tunus’ta203 tersane kurdurmasıdır. Halife Abdülmelik’ten izin ve destek isteyerek burada bir tersane tesis etmek isteyen vali için halife bin Kıptî gemi ustasının bölgeye gönderilmesi hususunda Mısır valisinden 197 Nifzâve: İfrikiyye’de bir şehirdir. Kayrevan’a uzaklığı altı günlük bir mesafedir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 296. 198 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 36; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 48-49. 199 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 201; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 37-38; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 293; Vakıdî Kâhine ile birlikte iki oğlunun da öldürüldüğünü ifade etmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 137; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 49. 200 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 38; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 401; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 49. 201 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 38; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 49-50. 202 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 201; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib , c. I, s. 38; Ahmed Avd Ebû’ş-Şebâb, Târîhu’l-Hilafeti’l-Emevîyye, 1. b., Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut, 2008, s.243-244. 203 Kayrevan Tunus arası yüz mîldir ve ikisi arasında üç merhale vardır. Bkz. Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’lMemâlik, c. II, s. 693; İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 50. 38 yardım talep etmiştir. Gelen bu ustalar Kartacana’dan on iki mîl uzaklıkta, Tirtiş204 köyünde tersaneyi tamamlamıştır. Hassân’ın bu bölgeyi daha iç kesimde bir liman olması sebebiyle seçtiği söylenebilir. Ayrıca düşmanın buranın detaylarını bilmemesi de yerin tespitinde önemli bir etkendir. Zira genelde Tirtiş köyünde çiftçiler ve fakirlerin yaşaması sebebiyle, deniz birliklerinin buraya uğramadığı görülmektedir. Vali buraya tersaneyle birlikte bir cami de inşa ettirmiştir.205 Kayrevan başta olmak üzere Kuzey Afrika’daki şehirlerin imarını tamamlayan Hassân, Mısır valisi Abdülazîz’in çağrısı üzerine Mısır’a gitti.206 Yolculuğa çıkmadan öncede askerlerinden Salîh adında bir komutanı yerine vekil bıraktı.207 Hassân b. Nu’mân, Mısır valisinin kendisini görevden almak niyetinde olduğunu anlamıştı. Bu sebeple Kuzey Afrika’daki savaşlardan elde ettiği ganimetlerin bir kısmını su kırbalarına koyarak, valinin huzuruna çıkmadan önce Mısır’da gizli bir yere yerleştirdi. Beklendiği gibi Mısır valisi, Hassân b. Nu’mân’ın yanında bulunan bütün köle, cariye ve değerli eşyalara el koydu. Ayrıca Hassân b. Nu’mân’ı da görevden alarak, yerine Mûsâ b. Nusayr’ı Kayrevan valisi olarak atadı. Durumdan büyük üzüntü duyan Hassân b. Nu’mân Halife Abdülmelik’in yanına giderek Mısır valisi ile arasında geçen olayları anlattıktan sonra Mısır’da sakladığı tüm eşyaları halifeye takdim etti. Halife Hassân b. Nu’mân’ı dinledikten sonra kardeşi Abdülazîz’i görevden uzaklaştırmak istedi. Ancak yakınındaki kimselerden Kubeysa b. Züeyyeb Mısır valisinin görevden alınmasına gerek kalmadan belki de yakın bir süreçte öleceğini söyleyerek, onu bu fikirden vazgeçirdi. Nitekim bu olaydan kısa bir süre sonra da Abdülazîz b. Mervân vefat etti.208 Abdülazîz’den bir sene sonra 86/705 yılında halife de, oğlu Velîd b. Abdülmelik’i halife tayin ederek bu dünyadan ayrıldı.209 204 Tirtiş: Tunus’un Roma dönemindeki ismidir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 22; Kayrevan’la arasında yüz mîl bulunmaktadır. Bkz. Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c.I, s. 47. 205 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s.42; Sealibi, Târîhu Şimâli İfrikıyye, s.79; Rakîk Abdülmelik’in 86 yılındaki ölümünden sonra Radis gölüne Rumların saldırdığını, buradaki Müslüman halkı esir alıp mallarını gasb ettiklerini söyledikten sonra; Velîd’in buraya Arap eşrafından kırk kişiyi gönderdiğini, arkasından da Mısır’dan bin gemi ustasını tersane kurmak için görevlendirdiğini ifade etmektedir. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 50-51. 206 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 42; Sealibi, Târîhu Şimâli İfrikıyye, s.83. 207 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 137; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 401. 208 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 41; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’lÂmme, c.II, s. 43; Kaynaklar Hassân b. Nu’mân’ın görevden alınma tarihi, mahiyeti ve Mûsâ b. Nusayr’ın göreve getirilmesi hususunda çok farklı rivayetler içermektedir. İbn Abdilhakem Kayrevan valisi Hassân ile Mısır valisi Abdülazîz arasındaki asıl tartışmanın; Mısır valisinin kölesi Telid’i Rumlarla Müslümanlar arasında yaşanan karışıklık üzerine İntablus’a atamasıyla başladığını rivayet eder. Zira halk da bir köle tarafından yönetilmek istememektedir. Mısır valisi de Telid’i kölelikten azad edip bu bölgedeki görevini devam ettirmesini istemiştir. Bunun üzerine Hassân Telid’i görevden alması için Mısır valisinin yanına gider, fakat olumlu bir yanıt alamaz. Binaen aleyh bu durumu halîfeye şikayet etmek için 39 6. Mûsâ b. Nusayr Mısır valisi Abdülazîz 85/704-705 yılında Hassân b. Nu’mân’ı Kayrevan valiliğinden azlederek, yerine Mûsâ b. Nusayr’ı getirmiştir. Bu sebeple Hassân’ın görevden alınması, Mûsâ’nın göreve getirilmesi birbiriyle bağlantılı olaylardı.210 Sâbık Kayrevan valisi Şam’a maruzatını bildirmeye giderken, yeni Kayrevan valisi Kuzey Afrika’ya doğru yola koyulmuştur. Kayrevan’a atanmadan önce de Mûsâ b. Nusayr Emevî devleti için komutanlık ve yöneticilik görevlerinde bulunmuştur.211Ayrıca onun babasının Muâviye’nin muhafızlarından olduğu bilgisi de kaynaklarda mevcuttur. Tecrübeli bir komutan olan Mûsâ b. Nusayr Kayrevan’a ulaştığında ilk icraat olarak Hassân’ın bıraktığı vekil vali Salîh’i görevinden azletmiştir. İlk andan itibaren Berberiler arasındaki karışıklığı, Müslümanlara baş kaldırma teşebbüslerini fark ederek Kayrevan’dan Berberî kabileler üzerine birçok seriyye göndermiştir.212 yola çıkmıştır. Seyahatinden evvel de Abdülazîz tüm varlığını elinden almıştır. Hassân b. Nu’mân halîfeye durumu bildirdiğinde ise, o Mûsâ b. Nusayr’ın vali olmasına sevinmiştir. Yazar ayrıca Musa’nın göreve geliş tarihinin h. 78 olduğunu zikretmektedir. Bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 202-203; Ayrıca bunun dışında da şu şekilde birkaç farklı rivayet görülmektedir. İbn’ül-Esîr Mûsâ b. Nusayr’ın Velîd b. Abdülmelik tarafından Kayrevan valiliğine h. 89 yılında atandığı söylemektedir. Musa’nın babası Nusayr’ın; Muâviye b. Ebû Süfyan’ın muhafızlarından olduğunu belirtir. Bkz. İbnü’lEsîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 136, 252; İbn Haldûn İbn’ül-Esir’le aynı bilgiyi paylaşmakla beraber; halîfe Velîd’in yeni Mısır valisi amcası Abdullah’a Mûsâ b. Nusayr’ı vali tayin etmesini söylediğini ifade eder. Tarih belirtmez fakat Mûsâ b. Nusayr hakkındaki rivayetlere bakıldığında onun h. 88’den önce görevlendirildiği görülmektedir. Bkz. İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 402; Ya‘kûbî ise halîfe Velîd’in h. 91 senesinde Mûsâ b. Nusayr’ı görevlendirdiğini söylemektedir. Kitabın başka bir sayfasında ise Hassân b. Nu’mân vefat ettikten sonra, Abdülmelik’in Mûsâ b. Nusayr’ı h. 77 yılında vali tayin ettiğini söyler ve Abdülazîz’in atadığına dair rivayetlerinde var olduğunu ifade eder. Bkz. Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 285; Halîfe b. Hayyat Abdülmelik öldüğünde Musa’nın görev başında olduğunu söyler ve iki sene sonra h. 95 yılında Velîd’i ziyaret ettiğini rivayet eder. Bkz. Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 311; İbn Tağriberdi Mûsâ b. Nusayr’ın h. 78 senesinde atandığını zikreder. Bkz. İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 254; Rakîk’ul-Kayrevanî, Hassân’ın h. 74 yılı ramazan ayında Kayrevan’dan çıktığını; Abdülazîz’in onu görevden almasından sonra bu durumu Velîd’e şikayet ettiğini rivayet eder. Velîd’in Abdülazîz’e Musa’yı ataması için talimat gönderdiğini söylemektedir. Bkz. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 51; Fatih Erkoçoğlu, Emevî Devleti’nin Dönüm Noktası ABDÜLMELİK B. MERVÂN, 1. b., Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011, s. 297-299. 209 Hassân b. Nu’man el-Gassanî’nin hayatını detaylı olarak incelemek için bkz. Abdülazîz Muhammed elLümeylim, Hassân b. Nu’man el-Gassanî ve Derruhû fî Fethi Bilâdi’l-Mağrib, 1. b., Müessesetü’rRisâle, Beyrut 1985. 210 Bkz. 80. Dipnot. 211 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 203; Mûsâ b. Nusayr hakkında daha detaylı bilgi için bkz. İsmail Hakkı Atçeken, Endülüs’ün Fethi ve Mûsâ b. Nusayr, 1. b., Araştırma Yayınları, Ankara, 2002. 212 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 252; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 402. 40 Mûsâ, Mağrib’e doğru gönderdiği ilk seriyyelerin komutanlık görevini oğlu Abdullah’a verdi. Bölgede ulaşabildiği kabilelerin itaatini sağlayan Abdullah b. Mûsâ birçok ganimet ve esir elde ederek Kayrevan’a geri döndü. Buradaki başarısının ardından babası tarafından Akdeniz’de Mayorka213 adasını fethetmesi için gönderildi. Abdullah aynı başarısını burada da göstererek yüklü miktarda ganimet elde etti. Kayrevan valisi oğlu Abdullah’tan sonra, diğer oğlu Mervân’ı Mağrib’in farklı bir bölgesine gönderdi. İslâm ordusu bu bölgede de itaati sağladığı gibi Mervân Kayrevan’a kardeşinden daha da yüklü miktarda ganimet elde ederek döndü. Bundan sonra ya kendisinin ya da başka bir oğlunun bu bölgeye geldiği, ganimetle geri döndüğü ve o zamana kadar hiç kimsenin bu kadar büyük miktarda esir elde etmediği kaynaklarda zikredilmektedir.214 Mûsâ b. Nusayr İslâm ordusunu daha sonra Tanca’ya ulaştırdı. İbn’ül-Esîr Müslümanların Tanca’ya gitmesinden evvel İfrikiyye bölgesinde uzun süre yağmur yağmaması sebebiyle kıtlık çekildiğini beyan eder. Yapılan yağmur duasının ardından yağmur yağınca bölge tekrar eski haline dönebildi.215 Müslümanlar Tanca’ya gittiklerinde burada Der‘a şehri ile Tafilâlet( تفاللت ( çölünü fethettiler. Kayrevan valisi Tanca’dan Sûs’ul-Ednâ ve Sûsu’l-Aksâ’ya kaçan Berberî kabilelerin peşinden bir seriyye gönderdi. Onlar da bu birliğe itaat etmek zorunda kaldı. İslâm ordusuna boyun eğen kabilelerden sözlerinden dönmemeleri için rehineler aldı. İslâm dinini öğretmeleri için birkaç Müslüman’ı da bu kabilelerde bıraktı. Mağrib bölgesinde birliği sağlayan Kayrevan valisi Tanca’ya azadlı kölesi Târık b. Ziyâd’ı216 yönetici tayin ederek, buradan ayrıldı. Yirmi yedi kişilik Arap alim grubu Târık b. Ziyâd’la birlikte Mağrib bölgesindeki halka İslâm’ı öğretmeleri için kaldı. Daha önce Ukbe b. Nafi de böyle bir şey yapmıştı. Mûsâ İslâm dinin öğretilmesi için buraya alim atayan ikinci valiydi. Ayrıca Kayrevan valisi Berberî kabilelerden aldığı rehinleri de Tanca’da bıraktı. 217 Üç yüz kişilik bir Arap süvarileriyle 213 Mayorka: Manorka adasının yakınında mamur bir adadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. V, s. 246. 214 İbn’ül-Esir, esir sayısını altmış beş bin; İbn Haldûn, yetmiş bin olarak ifade eder. Bkz. İbnü’l-Esîr, elKâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 252; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 402. 215 İbn’ül-Esir’e göre; Mûsâ b. Nusayr duayı halîfe Yezîd’i zikretmeksizin yapmıştır. İnsanların onu uyarması üzerine; bu makamın Allah’tan başkasının anılmaması gereken bir makam olduğunu söylemiştir. Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 252. 216 Tarık’ın Berberî kabilelerden Nefzâlı olduğu, buradan esir alındığı ifade edilmektedir. O Mûsâ b. Nusayr’ın kölesiydi ve sonra azad edilmişti. Bkz. İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.43. 217 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 42-43; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 52. 41 birlikte, yerli halktan oluşan yedi bin kişilik bir ordu da Târık b. Ziyâd’ın yanında hazır bir vaziyette bırakıldı.218 Bu şekilde bölgede Tanca merkezli birlik oluşturulmaya çalışıldı.219 Müslüman askerler Kayrevan’a doğru ilerlediklerinde, yol üzerinde Meccâne220 adında bir kaleye rastladılar. Şehir halkı Müslümanlara itaat etmemek için kaleye sığınarak direniş gösterdi. Komutan Mûsâ b. Nusayr ordunun yolculuğuna devam etmesini isteyerek, yalnızca bir grup askerle birlikte Büsr b. Ertât’ı kaleye gönderdi. Buranın fethini gerçekleştiren komutan olması hasebiyle Büsr’ün ismi kaleye verildi.221 Endülüs fethinin hazırlıkları ise ilk olarak Tanca’da başlatılmıştır. Mûsâ b. Nusayr’ın Târık ’ı Tanca’ya yönetici olarak ataması, bölgenin İslâmlaşması için bir grup alimi buraya yerleştirmesi, Berberî bir orduyu şehirde hazır bekletmesi Endülüs fethi düşüncesinin bir ön hazırlığı gibi görünmektedir. Fetih hazırlıklarını başlatan olay ise, Sebte kralı Julien’in Mûsâ b. Nusayr’a Endülüs’ün fethi için teşvikidir. Endülüs, kral Egica’nın ölümünden sonra henüz küçük yaşlarda olan oğlu Achila tarafından yönetilmeye başladı. Bir süre sonra hırslı komutan Rodrik, tahtı Achila’nın elinden almayı başardı. Endülüs ve çevresindeki beldelerde seçkin ailelerin çocuklarının ailelerinden uzakta yıllarca eğitim aldığı özel bir yer mevcuttu. Endülüs kraliyetinin gözetimindeki bu yerde Sebte kralı Julinen’in kızı Florinda da bulunuyordu. Krallığı ele geçirdiği vakitlerde Rodrik Florinda’yı rahatsız etmiş, kendisiyle evlenmesini istemişti. Durumdan rahatsız olan Florinda babasına haber göndererek endişesini ifade etti. Bu durumdan haberdar olan Rodrik Florinda’ya tecavüz etti. Sebte kralı bu haberi aldıktan sonra Rodrik’e olan öfkesi daha da arttı. Ondan intikam almak için Mûsâ b. Nusayr’a Endülüs’ün fethi için bir mektup gönderdi. Fetih için her türlü desteği vereceğini de ifade etti.222 218 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 50. 219 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 252; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 402. 220 Burası İfrikiyye’nin en verimli topraklarına sahip olan şehirlerinden biridir. Gümüş, demir, kurşun gibi birçok madene sahiptir. Ve İfrikiyye’nin tüm değirmen taşları bu şehrin dağından kesilir. Bkz. Kazvînî, Âsârü’l-Bilâd ve Ahbârü’l-İbâd, s. 260; Kayrevan Meccâne arası dört merhaledir. İbn Rüsteh, Kitâbu A’lak en-Nefîse ve Kitâbu’l-Buldân, s. 347. 221 Kaynaklarda “Büsr” isminin “Bişr” şeklinde de geçtiği görülmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’tTârîh, c. IV, s. 252; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 52. 222 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 205; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 62-63; Makkarî, el-Endülüs min Nefhi’t-Tib(nşr. Adnan Derviş, Muhammed el-Mısrî), Vuzâretü’s-Sekâfe, Dımaşk, 1990, s. 104-105. 42 Mezkur olay dışında Rodrik’ten önceki kralın yardım isteği üzerine böyle bir adım atıldığı veya Julien’den yardım istediği için Julien’in Mûsâ’ya mektup gönderdiğine dair rivayetler de mevcuttur. Her halükarda üzerinde durulması gereken bir konu varsa o da Endülüs’ün Rodrik’in baskıları sebebiyle oldukça karışık bir vaziyette bulunmasıdır. Batı’ya doğru hızla ilerleyen Müslümanlar için önemli bir haber niteliği taşıyan Julien’in mektubu, Kayrevan valisi Mûsâ’yı hemen harekete geçirdi. Büyük bir fetih hedefi haline gelen Endülüs için öncelikle halife Velîd’den izin talep etti. Velîd her ne kadar müsaade etmiş olsa da öncelikle bölgeye keşif birliğinin gönderilmesini emretti. Kayrevan valisi haber ulaşır ulaşmaz hemen Tarîf b. Mâlik’i dört yüz kişilik bir birlikle Endülüs’e gönderdi. Bu seriyye’nin keşif için olmasına rağmen birçok esir ve ganimetle dönmesi de Müslümanlar için umut verici oldu.223 Keşif birliğinin geri dönmesinden sonra Mûsâ b. Nusayr Tanca’ya yönetici tayin ettiği Târık b. Ziyâd’a 92/711 yılında Endülüs’e geçiş emrini verdi. İslâm ordusu son hazırlıklarını tamamladıktan sonra Sebte valisinin Müslümanlar için hazırladığı ticarî gemilere binerek Endülüs’e geçiş başladı. Ordunun tamamı bu gemilerle taşınarak bu tarihten sonra “Cebel-i Târık” olarak adlandırılacak dağın deniz tarafındaki kısmına indirildi. Gemilerin son seferinde ise Târık b. Ziyâd karşı tarafa geçmiş oldu. Endülüs halkı bu gemilerin içinde Müslümanların bulunduğunu fark etmemişler, bunların önceden olduğu gibi ticaret için gelip gittiklerini sanmışlardı.224 Hemen arkalarından Kayrevan valisinin göndermiş olduğu on iki bin kişilik bir ordu da buraya ulaştı. Târık b. Ziyâd ordusuna bölgenin fethi dışında başka çıkış yolu bulunmadığına dair etkili bir konuşma yapmıştı.225 Endülüs’te ilk karşılaştıkları kişi Vandal bölgesinin hakimi Araplarla tek başına başa çıkamayacağını anlayınca Rodrik’i durumdan haberdar etmek için İşbiliyye’ye bir elçi gönderdi. Rodrik yirmi beş binlik bir orduyla Lekke vadisine doğru ilerledi. Müslümanlar da burada hazır bulunuyorlardı. 92/711 tarihinde iki tarafın karşı karşıya geldiği üç gün 223 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s.52-53; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 63; Makkarî, el-Endülüs min Nefhi’t-Tib, s. 107-108. 224 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 205-206; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 93; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 295; İbn Tağriberdî, Nücûmu’zZâhire, c. I, s. 286; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 53. 225 Târık b. Ziyâd’ın konuşmasının detayı için bkz. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 53-54; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 64-66; Makkarî, el-Endülüs min Nefhi’t-Tib, s. 130-131. 43 süren şiddetli bir savaşın ardından Endülüs ordusu Müslümanlar tarafından ağır bir şekilde mağlubiyete uğratıldı. Rodrik de bu savaşta öldürüldü.226 Mûsâ b. Nusayr fetih haberlerini alınca Endülüs’teki fetihleri devam ettirmeye karar verdi. Bu sebeple Târık b. Ziyâd’a Lekke vadisinde kendisini beklemesi için haber gönderdi.227 Fakat Târık b. Ziyâd’ın burada beklemesi pek mümkün görünmüyordu. Zira daha önce karışık bir halde bulunan Endülüs, Rodrik’in ölmesiyle birlikte daha da karmaşık bir hale geldi. Endülüs halkı ne yapacağını bilemiyordu ve her an için Gotlardan biri hükümdarlığını ilan edebilirdi. Lekke vadisinden sonra İbriyye bölgesinde fethin devam edilebilmesi için ordu dörde ayrıldı. Birinci grup Kurtuba’ya, ikinci grup Malaga’ya, üçüncü grup İlbire ve dördüncü grup ise Tuleytula228’ya yönlendirildi. İlk iki grup fetihlerini gerçekleştirdikten sonra üçüncü orduya yetişmek istediyse de; ancak yol üzerinde bulunan Gırnata’yı muhasara etmeye karar vererek burayı fethetti. Gırnata’nın ardından, Rodrik’in ölümünden sonra krallığını ilan etmiş olan Got komutanlarından Tedmir’in bulunduğu şehir Eryûle229 uzun süren muhasaranın ardından sulhle ele geçirildi. Bu şehrin fethinden sonra da Târık b. Ziyâd önderliğinde Tuleytula’ya giden orduya yardım için yola çıktı.230 İslâm ordusu Tuleytula’ya ulaştığında sakinlerinin büyük bir çoğunluğu şehri çoktan terk etmişlerdi. Geriye kalanlar ise şehirde kalarak savunma konumuna geçtiler. Ancak bir süre sonra İslâm ordusuyla başa çıkamayacaklarını anlayınca teslim oldular. Müslümanlar şehre girdiklerinde şehir halkını burada kalmak ya da gitmek hususunda muhayyer bıraktı. Tuleytula İslâm fethinden önce krallar şehri olarak biliniyordu. Kaldı ki Süleymân peygamberin sofrası231, kralların taçları ve Endülüs’ün en değerli eşyaları 226 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. IV, s. 468; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 66-67; Muhammed el-Emîn, Muhammed Ali er-Rahmânî, el-Müfîd fi Târihi’l-Mağrib, Dâru’l-Kitab-Dâru’lBeydâ, y.y., ty., s. 51. 227 Bazı kaynaklarda bu bilgiden farklı olarak Musa’nın Kurtuba’dan ileriye gitmemesini rivayet ettiği rivayet edilir. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 207; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 54. 228 Tuleytula: Endülüs’ün meşhur şehirlerinden birisidir. Kralların şehri olarak da isimlendirilmektedir. Kurtuba’ya binekle gidiş mesafesi yedi gündür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. IV, s. 39 229 Eryûle: Endülüs’ün doğusunda bir şehridir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 167. 230 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 67-68; Makkarî, el-Endülüs min Nefhi’t-Tib, s. 116. 231 Neredeyse tüm kaynaklarda bu şekilde zikredilirken, Necib Zebîb bu sofranın sanıldığının aksine Süleymân(a.s.)a ait olmadığını iddia etmektedir. Bkz. Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 68-69. 44 burada bulunuyordu.232 Târık b. Ziyâd tüm bu eşyaları ele geçirdi. Tuleytula’dan sonra daha kuzeydeki şehirleri Kastiliyye ve Leon şehirlerini fethetti. Atlas Okyanusuna kadar olan bölge ve şehirlerin fethini gerçekleştirip, kıyıya ulaşan Târık buradan Tuleytula şehrine geri döndü.233 Müslümanların Endülüs’e girişinden yaklaşık bir yıl sonra Kayrevan valisi Mûsâ b. Nusayr, Kayrevan’da yerine oğlu Abdullah b. Mûsâ’yı vekil bırakarak on bin kişilik bir orduyla Avrupa topraklarına ayak bastı.234 Beraberindeki orduyla Târık’ın ordusundan farklı bir güzergâh takip etti. Öncelikle Şezûne, Karmûna ve İşbiliyye’yi fethetti. Bu tarihlerde İşbiliyye Endülüs’ün en büyük şehri ve medeniyet merkezi konumundaydı. Şehir İslâm ordusuna bir süre mukavemet gösterdiyse de Müslümanların çabalarıyla muhasara çok sürmeden fethe dönüştü. İşbiliyye’nin fethinden sonra Maride’ye, bunun ardından diğer İslâm ordusunun bulunduğu Tuleytula şehrine geçti.235 Neredeyse tüm tarihçilerin ittifakla söyledikleri gibi Tuleytula Mûsâ b. Nusayr ve onun azadlı kölesi Târık b. Ziyâd’ın karşılaşma yeridir.236 Kayrevan valisinin Târık’a; emirlerine uymadığı için kızdığı237, hatta bazı kaynaklara göre kamçıyla vurduğu238 zikredilmektedir. Târık’ın ise özür dilediği ve Endülüs’te kazandığı tüm ganimetleri kendisine takdim ettiği söylenmektedir. Mûsâ b. Nusayr kızgınlığını daha fazla devam ettirmeden hem onu affetmiş, hem de fethin devamı için bir an önce harekete geçmiştir. Fethi Kuzey bölgelere doğru devam ettiren İslâm ordusu sırasıyla Saragosta, Aragon, Asturias ve Cillikiye’yi239 fethetmiştir. Endülüs’te fetihlerin büyük bir kısmı tamamlandığı zaman Kayrevan oğlu Abdülazîz’i Endülüs’e vali tayin ederek Tanca üzerinden Târık b. 232 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 207; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 285; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 286; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 55. 233 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 68; İbn Tağriberdî Tuleytula’yı Mûsâ b. Nusayr’ın fethettiğini rivayet eder. Bkz. İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 286. 234 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 207,210-211; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 292; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 43; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 54. 235 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 69. 236 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 70; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib diğer tarihçilerden farklı olarak Kurtuba’da karşılaştıklarını söyler. Bkz. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 55. 237 Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 285; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 55. 238 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 70. 239 Cillîkiyye: Endülüs’ün kuzey batısının en uç kısmındadır. Atlas okyanusuna yakındır. Bkz. Yâkût elHamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 157. 45 Ziyâd’la birlikte geri dönmüştür.240 Kayrevan yakınlarına geldiğinde şehrin içerisine girmek istemediği için Kasru’l-Mâ’da bir müddet kalmıştır. Burada Mûsâ’ya iki güzel mektup ulaşmıştır. Bunlardan biri halife Velîd’in Endülüs’ün fethi için teşekkür, ikincisi ise oğlu Abdüaziz’in Endülüs’deki yeni fetihleri anlatan müjde mektubudur.241 İbn’ül-Esîr Endülüs fethinin tamamlanmasının ardından Mûsâ b. Nusayr’ın askerlerinin bir kısmını Sardunya242 adasına gönderdiğini zikreder. Müslümanların burada sayısız ganimet elde ettiklerini de tüm detaylarıyla anlatır. Bununla birlikte bu askerlerin ganimet haricinde; açgözlülükle altın ve değerli eşyaları sakladıkları için Kuzey Afrika’ya dönemeden gemilerinin battığını rivayet etmektedir.243 Kayrevan valisi Kasru’l-Mâ’da birkaç gün kaldıktan sonra 95/713-714 yılında Şam’a doğru yola çıktı. Mısır ve Filistin’e uğrayan Mûsâ b. Nusayr buralardaki vali ve tanıdıklarına ganimetlerden hediyeler bıraktı. Filistin toprağına ulaştığında halife Velîd ve kardeşi Süleymân’ın mektupları ona ulaştı. Halife Şam’a bir an önce gelmesini talep ederken, Süleymân abisinin ölümünün hemen ardından tahta geçmeyi planladığı için Mûsâ’nın Velîd’in yanına gelmeyi geciktirmesini söylüyordu. Zira halife Velîd oğlunu yerine vekil bırakmak istiyordu.244 Velîd b. Abdülmelik’in rahatsızlığının arttığını haber alan Mûsâ b. Nusayr öncelikle Velîd’in yanına giderek yanındaki ganimetleri halifeye takdim etti. Birkaç gün sonra 96/715 yılı Cemâdiye’l-Âhir ayında halife Velîd vefat etti. Halife Velîd’den sonra kardeşi Süleymân b. Abdülmelik halife tayin edildi. Süleymân hilafeti devraldığında Mûsâ b. Nusayr’a, onu dinlemeyip Velîd’e gittiğinden dolayı çok öfkelenmişti.245 Mûsâ b. Nusayr yeni halife tarafından bir gün sıcak güneşin altında 240 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 207, 210-211; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 43; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 70-71; Ahmed b. Zeyni Dahlân, Futuhâtu’l-İslâmiyye, c. I, 1. b., Dâru Sadr, Beyrut, 1997, s. 194. 241 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 211; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 44; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 57-58. 242 Sardunya: Akdeniz’de bir adadır. Sıkılliye ve Aktiris adalarından sonra üçüncü büyük adadır. Meyvesi, yeşili bol bir yerdir. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 272; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 286; Yâkût el-Hamevî’ye göre dördüncü büyük adadır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s. 209. 243 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 272; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s. 209. 244 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 210-211; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 45; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 71. 245 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 211; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 58-59; Bazı kaynaklarda halîfenin kızma sebepleri arasında şu rivayette zikredilir: Musa, halîfe Süleymân’a Endülüs’ün fethini kendisinin gerçekleştirdiğini söylemiş ve Süleymân(a.s.) sofrasını ganimet olarak elde ettiğini bildirerek ona hediye etmiştir. Bu durumda Târık b. Ziyâd üzülmüş ve sofranın ayaklarından birinin neden değişik olduğunun Mûsâ b. Nusayr’a sorulmasını istemiştir. Ele geçirdiğinde bu şekilde bulduğunu söyleyen Musa’nın bu sözü üzerine Tarık sofranın 46 bekletilme cezasına çarptırıldı. Ardından da üç yüz bin dinar borçla mükellef kılındı. Fakat o yanındaki ganimetlerin tamamını halife Velîd’e verdiği için bu cezayı ödeyebilecek mal varlığına sahip değildi. Halifenin yakın arkadaşlarından Yezîd b. Mühelleb’in ricasıyla bu ceza yüz bin dinara indirildi. Bu miktarı toplayabilmek için Mûsâ b. Nusayr’ın dilencilik dahi yaptığı bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Kayrevan valiliği yapan, bundan önce önemli görevlerde bulunan ve Endülüs’ün fethine vesile olan Mûsâ b. Nusayr halife Süleymân’la birlikte 98/716-717 yılında çıktıkları hac yolculuğunda vefat etti.246 Mûsâ b. Nusayr Kuzey Afrika ve Endülüs’ü Mısır’dan ayırıp doğrudan Şam’a bağlayan, müstakil valilikler olmasını sağlayan ilk kişiydi.247 7. Muhammed b. Yezîd Halife Süleymân b. Abdülmelik’in Kayrevan valisi Mûsâ’ya husumeti neticesinde ona hem para hem de hapis cezası verdiği zikredilir. Artık bu cezalardan sonra onu Kayrevan valiliğinden alınması da muhtemeldir. Zira 97/715-716 senesinde yani göreve gelmesinden kısa bir süre sonra yeni vali arayışa girmiş ve Recâ b. Heysem’e öneride bulunması için süre tanımıştır. Recâ b. Heysem ise aradığı liyakatli kişinin Muhammed b. Yezîd olduğunu bildirmiştir. Muhammed b. Yezîd görevlendirildikten kısa bir süre sonra Kayrevan’a ulaşarak, buradaki düzeni sağlamaya çalışmıştır. 248 Abdullah b. Mûsâ’dan görevini hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan devralmıştır. Ancak halife Süleymân, Abdullah’ın görevden alınmasını, hapsedilmesini, kendisi ve ailesinin tüm mal varlığına el koyulmasını emreden bir mektup göndermiştir. Ayrıca daha sonra Abdullah’ın öldürülmesini de emretmiştir. Kayrevan valiliğini ele geçiren Muhammed b. Yezîd tüm emirleri yerine getirmiştir. Abdullah b. Mûsâ ve ailesinin tüm varlığına el koyan vali, bu şekilde üç yüz değiştirilmiş ayağını halîfeye vermiştir. Zira Târık b. Ziyâd ele geçirdiğinde ayaklardan birini kopartarak yerine yenisini yaptırmıştır. İşte Musa’nın bu yalanın ortaya çıkması üzerine halîfe çok sinirlenmiş ve onu cezalandırmıştır. Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 72; Musa’nın, Süleymân sofrası sebebiyle yaşadığı bu olayın aynısını halîfe Velîd’le yaşadığını aktaran bir rivayette mevcuttur. Bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 211; Çeşitli rivayetler arasında Mûsâ b. Nusayr’ın ganimetleri Velîd’in ölümü üzerine halîfe Süleymân’a verdiği de bulunmaktadır. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 210-211; Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 72. 246 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 46; İbn Abdilhakem Musa’nın vefat tarihinin h. 98 olduğunu zikreder. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 213; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 59. 247 Necîb Zebîb, Mevsuâtü’l-Âmme, c.II, s. 71. 248 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 211; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 295; c. VII, s. 403; Muhammed. b. Yezîd’in h. 99 senesinde Kayrevan’a vali olduğuna dair bir rivayette mevcuttur. Bkz. Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 60. 47 bin dinar elde etmiştir. Abdullah’ın katlini de Hâlid b. Ebû Habîb el-Kureşî gerçekleştirmiştir.249 Mûsâ b. Nusayr’ın Endülüs’e vali olarak bıraktığı oğlu Abdülazîz; babası, kardeşi ve ailesinin akıbetini öğrendiği için; Kayrevan valisinin ve halifenin çağrılarına icabet etmemiştir. Bu durum aynı zamanda halifeyi tanımamak anlamına geliyordu ki bu sebeple onun da kardeşi Abdullah gibi katline karar verilmiştir. Onu öldüren kişi ve öldürülmesi hususunda hiçbir ihtilaf yokken öldürülme gerekçesi hakkında iki farklı rivayet vardır. Bunlardan ilki itaatsizliği sebebiyle öldürülmesine karar verilmesi ve bunun için Ukbe b. Nâfi’’nin torunu Habîb b. Abde(veya Ubeyde)’nin görevlendirilmesidir.250 İkincisi ise yanlış anlaşılarak öldürüldüğünü anlatan bir rivayettir. Müslümanlar tarafından mağlub edilen Endülüs meliki Rodrik’in karısıyla evlenen Abdülazîz, Müslümanların onu ta‘zîm edip, onun önünde eğilmemesi sebebiyle bu kadın tarafından kınanmıştır. Çünkü daha önceki kocası Rodrik’e Endülüs haklı bu şekilde ta‘zimde bulunuyordu. Bu sebeple sarayda odasının giriş kısmını küçülterek, Müslümanların eğilerek girmelerini sağlamıştır. Abdülazîz her ne kadar eşinin ta‘zîm edildiğini sanan karısı tarafından iltifat görse de, Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılmıştır. İnsanlar kendisine secde edilmesini emrettiğini sanmışlardır. Bu duruma aşırı derecede sinirlenen halk, isyan çıkartmıştır. Abdülazîz b. Mûsâ, isyanın önderliğini yapan Ukbe’nin torunu Habîb, Ziyad b. Abîde elBelevî ve Ziyad b. Nâbiğa tarafından bir sabah namazı çıkışında öldürülmüştür.251 Netice itibariyle Kayrevan’dan sonra Endülüs’ünde Mûsâ b. Nusayr’ın ailesinin elinden alındığı görülmektedir. 252 Yeni vali Endülüs’e Abdülazîz b. Mûsâ’dan sonra Hurr b. Abdurrahman’ı vali tayin etmiştir. Burada dikkati çeken mühim bir nokta vardır ki, bundan önce genellikle Mısır’dan atanan Kayrevan valileri artık bizzat hilafet tarafından atanmak suretiyle Endülüs’e vali atayabilir hale gelmişlerdir.253 Kaynaklarda dönemin Kayrevan valisi Muhammed hakkında mezkur olaylar dışında yalnızca bir icraat zikredilmektedir ki bu da İfrikiyye’nin iç kesimlerinde birkaç yere seriyye gönderilmiş olmasıdır. Bu bölgelerin detaylı olarak isimleri zikredilmemiş olmakla birlikte seriyyelerin İfrikiyye’de yaşanan bazı başkaldırı olaylarını bastırmak için 249 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 47; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 60. 250 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 47. 251 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 60. 252 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 213. 253 İbn’ül-İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 47. 48 gönderildiği düşünülebilir. Muhammed b. Yezîd tam olarak iki yıl bir ay Kayrevan’da görev yapmıştır. Halife Süleymân b. Abdülmelik’in vefatından sonra da görevden alınmıştır. 254 8. İsmail b. Ubeydullah Ebu’l-Muhâcir Halife Süleymân vefat ettikten sonra 99/717 yılında yerine Ömer b. Abdülazîz geçmiştir. Yeni halife fethedilmiş ve fethedilecek tüm bölgeler için belirlemiş olduğu îlâ-yı kelimetullah hedefini Kuzey Afrika için de planlamıştır. Bu sebeple Muhammed b. Yezîd’in yerine; İsmail b. Ubeydullah’ı görevlendirmiştir. İsmail b. Ubeydullah için kaynakların tamamı olumlu değerlendirmelerde bulunur. Ahlakı tam olan, yönetimi ve insanlarla iletişimi üst düzeyde gerçekleştiren hayırlı bir vali tanımı hepsinde yer almaktadır. 255 Kayrevan valiliği görevini devralan İsmail b. Ubeydullah beraberinde tâbiundan on kişilik bir ekiple birlikte bölgeye ulaştı.256 On kişinin isimleri şunlardı: Abdullah b. Yezîd el-Meâfirî-Ebû Abdurrahman el-Hubulî, Ebû Mes’ûd Saîd b. Mes’ûd et-Tücîbî, İsmail b. Ubeydullah el-Ensârî, Ebû’l-Cehm Abdurrahman b. Rafi‘ et-Tenûhî )التنوخي(, Ebû Saîd Cu‘sul b. ‘Ahân b. Umeyr (الرعيني عمير بن هاعان بن جعثل سعيد ابو(, Ebû Abdü’l-Hamîd İsmail b. Ubeydullah b. Ebu’l-Muhâcir el-Kureşî, Hibbân b. Ebû Cebele el-Kureşî, Abdullah b. Muğîre b. Ebû Bürde el-Kenani, Mevheb b. Hayy el-Meâfirî, Talk b. Ca‘bân el-Farisî. 257 İsmi geçenlerin tamamı ilim ve fazilette en yüksek mertebeye sahip kişilerdi. Kur’ân ve sünneti en iyi şekilde öğrenen ve öğreten kimselerdi. Şehre vardıkları vakit herkese Kur‘ân ve hadis öğrettiler. Daha önceki valiler zamanında Müslüman olmayan Berberîler de bu dönemde İslâm’a dahil oldular. Kuzey Afrika’nın tamamı İslâmiyet hakimiyetinden öte Müslüman kimlik içerisine girdi.258 Bu netice dayatma ve zorlamanın değil; bilakis teşvik, hoşgörü ve ilmin neticesiydi. Kayrevan’a yerleşen ve eğitimini gerçekleştiren bu alimlerin halka ilim öğretmesi için birçok cami ve mahalle mektebi inşa edildi. Bunun neticesinde 254 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 47-48. 255 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 323; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232-233; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s.21; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.XI, s. 659; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 403. 256 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 61; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.48. 257 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s.22-23. 258 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 23, 61; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.48; Belazurî Ömer b. Abdülazîz’in Kayrevan valisine halkı İslâm’a davet için mektup yazıdığını ve valinin bunları halka okuduğunu kitabında zikretmiştir. Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 232-233. 49 Berberiler’in bazıları Kayrevan’da ilim tahsil edip, daha sonra kabilelerine giderek öğrendiklerini aktarıyorlardı. Kayrevan’a ilim öğretmek için gelen alimler burada ilmin temellerini atarak, yeni nesil bir alim tabakası yetiştirmeyi de ihmal etmediler. Ebû Kureyb el-Meâfiri, Abdullah b. Abdilhakem el-Belvi, Ebû Hâlid Abdurrahman b. Ziyad b. En‘um el-Meâfiri, Ebû Muhammed Hâlid b. İmrân et-Tücîbî, Saîd b. Lebîd el-Meâfirî, Ebû Zekeriyya Yahyâ b. Sellâm ve birçok kişi bölgenin ilk alim tabakasını oluşturdular.259 Kayrevan valisi İbn Ubeydullah Endülüs’e 100/718-719 senesinde Semh b. Mâlik el-Havlâni’yi vali tayin etti. Kayrevan’ın zirve noktasını yaşatan vali İsmail b. Ubeydullah halife Ömer b. Abdülazîz’in vefatına kadar görevde kaldı.260 9. Yezîd b. Ebû Müslim’in Valiliği Halife Ömer b. Abdülazîz vefat ettiğinde, hilafet makamına Yezîd b. Abdülmelik geldi. Yeni halife selefinin tayin etmiş olduğu Kayrevan valisi İsmail b. Ubeydullah’ı görevinden alarak, yerine Yezîd b. Ebû Müslim’i bu makama getirdi.261 102/720-721 yılında Kayrevan’a ulaşan Yezîd, zulmü ve zorbalığıyla Kayrevanlıları kendisine düşman haline getirdi. Zaten kendisi Haccâc b. Yusuf’un azadlı kölesi ve sahib-i şurtasıydı.262 Haccâc’ın yakınında olması dolayısıyla davranışları ve yönetimi onunla benzerlik gösteriyordu. Yeni Kayrevan valisi iki durumdan dolayı halk tarafından kınandı. Bunlardan birincisi zımmî statüsündeyken Müslüman olmuş kimselere cizye vergisi yüklemesiydi. İkincisi ise kendi özel muhafızlarının sağ avuçlarına kendi isimlerini, sol avuçlarına “hars” (muhafız) ifadesini damgalatmak istemesiydi. Genelde halkın tümü, özelde ise muhafızlar bu uygulamaya çok sinirlendiler. Tüm bunlara çözüm olarak da henüz görevinde bir ayı yeni tamamlamış olan Yezîd b. Ebû Müslim’in öldürülmesi düşünüldü. Sonunda Kayrevan valisi Yezîd, bizzat özel muhafızları tarafından namaz sonrası camiden çıkışı esnasında öldürüldü. Halka yaptığı aşırı baskı, böyle kötü bir neticeye sebep oldu.263 259 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 24. 260 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 61; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 48. 261 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 213; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 297. 262 Detaylı bilgi için bkz. M. Mahfuz Söylemez, Bedevilikten Hadariliğe Kûfe, 1.b., Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2001, s.207-208. 263 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. VII, s. 617; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.48-49; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 297, c. VII, s. 403; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 313; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 62. 50 Kayrevanlılar Yezîd b. Ebû Müslim’in öldürülmesinin ardından içlerinden yeni bir vali seçmek istediler. Yapılan istişareler neticesinde aralarında bu makama Muğîre b. Ebû Bürde’yi seçtiler. Muğîre bu teklifi prensip olarak kabul etmekle birlikte bu konuda oğlu tarafından uyarıldı. Zira Yezîd’in öldürülmesi esnasında o da orada bulunuyordu ve eğer halife bu durumu öğrenirse bunu valiliğe geçmek için yaptığını düşünebilirdi. Muğîre oğlunun uyarısını dikkate alarak, teklifi reddetti. Onun yerine Kayrevan’ın eski valilerinden Muhammed b. Yezîd’in valiliğe geçirilmesine karar verildi. Ancak Muhammed o esnada Sıkilliye’de İslam fethini devam ettiriyordu. Kendisine bir elçiyle haber gönderildi. Kısa süre sonra Muhammed b. Yezîd Kayrevan’a ulaştı. Valiliği devraldığında vakit kaybetmeden, olanları halife Yezîd’e mektupla haber verdi. Halife Yezîd yaşananları olumsuz karşılamayıp Muhammed b. Yezîd’in valiliğini onayladı264 10. Bişr b. Safvân el-Kelbî Yezîd b. Ebû Müslim’in öldürülmesinin ardından Halife Yezîd b. Abdülmelik her ne kadar Muhammed b. Yezîd’in valiliğini onaylasa da Kayrevan için yeni birini görevlendirmeyi düşündü. Bu sebeple dönemin Mısır valisi Bişr b. Safvân’ı durumdan haberdar ederek gereğinin yapılması için Kayrevan’a geçmesini emretti. Mısır valisi Bişr görevini kardeşi Hanzale b. Safvân’a devrederek, 103/721-722 senesinde Kayrevan’a ulaştı. Muhammed b. Yezîd’den görevi teslim alan Bişr, kısa sürede Kuzey Afrika’daki karışıklığı yatıştırmayı başardı.265 İki yıl sonra halife Yezîd b. Abdülmelik vefat etti. Ondan sonra halifelik makamına geçen Hişâm b. Abdülmelik de Bişr’in valiliğini devam ettirdi. Kayrevan valisinin Kuzey Afrika’da elde etmiş olduğu ganimet ve hediyeleri halife Yezîd’e gönderdiği, ancak hediyeler ulaşmadan Yezîd’in ölüm haberinin geldiği zikredilmektedir. Hediyeler yeni halife Hişâm b. Abdülmelik’e sunulmuşur.266 264 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 214-215; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. VII, s. 617; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.49; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 403; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 313; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 62-63. 265 Bazı kaynaklarda Muhammed b. Yezîd’in Abdullah b. Musa’yı öldürmediği düşünülerek, onun Yezîd b. Ebû Müslim’in öldürülme olayında etkin rol oynadığı ve Bişr b. Safvân tarafından bu sebeple öldürüldüğü zikredilmektedir. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 215; Belâzürî, Fütûhu’lBuldân, s. 233. 266 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 215-216; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 318; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229; İbn İzârî, Beyânu’lMuğrib, c. I, s.49; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 403-404; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 313, 319. 51 Doğrudan hilafete bağlanan Kayrevan valisi, artık Endülüs’ün valisini atama yetkisine sahipti. Dolayısıyla Kayrevan valiliğine getirilen Bişr b. Safvân Endülüs valiliğine Anbese b. Süheym el-Kelbî’yi vali tayin etti. 107/726 yılında Anbesenin ölümünden sonra Yahya b. Seleme el-Kelbîyi göreve getirdi.267 Ayrıca 107/726 yılında Mısırdaki valilik durumu haraç vergisinin arttırılması neticesinde burada çıkan isyandan dolayı oldukça karışık bir hal aldı.268 Akdeniz’deki adalara yapılan fetih seferleri Hişâm döneminde yoğun bir şekilde devam etti. Vali ilk olarak 103/721 yılında Yezîd b. Mesrûk el-Yahsebî(يحصبي ( önderliğinde İslâm ordusunu Sardunyaya gönderdi. Müslümanlar burada sükûneti sağlayarak birçok ganimet elde ettiler. Sardunya’ya ikinci seferi Hasan b. Muhammed b. Ebû Bekr önderliğinde gerçekleştirildi. Bu seferde sulh sağlanabildi. 269 Vali Sıkılliye adasında Müslümanların yaptığı gazveye bizzat kendisi de katıldı. Yaptığı savaşta muzaffer olan komutan, birçok ganimet elde ederek Kayrevan’a geri döndü.270 Artık bu tarihten sonra valinin rahatsızlandığı söylenmektedir. Herhangi bir sıkıntı yaşanmaması için kendinden sonra göreve gelecek valiyi belirlemeye karar verdi. Kaynaklar bu ismin Abbâs b. Bâdî‘a el-Kelbî271 olduğunu bildirmektedir. Valisi Bişr b. Safvân 109/727-728 yılında Kayrevan’da vefat etti. Halife buraya yeni bir vali tayin edinceye kadar kendisinden sonra bıraktığı vekil şehrin idaresini devam ettirdi.272 11. Ubeyde b. Abdurrahman el-Kaysî Bişr b. Safvân el-Kelbî’nin ölümünün ardından halife Hişâm, Ubeyde b. Abdurrahman’ı Kayrevan’a vali olarak görevlendirdi. Ubeyde 110/728 yılında Kayrevan’a 267 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 215-216; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 49. 268 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 49; Cengiz Tomar, “ Mısır”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, XXXXIV, c. XXIX, Ankara, 2004, ss. 559. 269 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 328. 270 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 215-216. 271 Kaynaklarda Nuğaş b. Kurt el-Kelbî, Nu‘âs b. Kurt(قرط(el-Kelbî, Abbâs b. Bâdî‘a el-Kelbî, Abbâs b. Nâsi‘a el-Kelbî şeklinde ismin farklı çeşitleri bulunmaktadır. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 219; Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 328; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 49; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 63. 272 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 216,219; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.49; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 299. 52 ulaştı.273 Kaynaklarda onun gelişiyle birlikte şehirde aşırı bir korkunun yaşandığı ifade edilmektedir. Eski Kayrevan valisi Bişr’in bıraktığı vekilin bile Ubeyde geldiğinde onun yanına gidecek cesareti bulamadığı belirtilmektedir. Korkunun isnatsız olmadığı, onun gelişinden itibaren Bişr’in yanında görev alan kimseleri ve yakınlarını hapsetmesinden anlaşılmaktadır. Gerçekten de yeni vali birçok kişiye ağır cezalar vermiştir.274 Ubeyde Kayrevan’a geldiği zaman ilk faaliyetlerinden birisi de Endülüs valisini değiştirmek oldu. Osman b. Ebû Nis‘a’yı Endülüs’e vali tayin etti. Bir sene sonra onu azlederek yerine Huzeyfe b. Ehvas el-Kaysî(Şücâî)’yi getirdi. 112/730 senesinde de Heysem b. Ubeydu’l-Kinânî’yi Endülüs’e atadı.275 Endülüs, Kayrevan valisinin emriyle neredeyse her yıl vali değişikliği yaşadı. Dördüncü olarak da 113/731-732 yılında Endülüs valiliğine Abdullah el-Ğafikî’nin atandığını, kaynaklarda Rumlarla yaşanan şiddetli savaşı yapan kişi olmasından fark edilmektedir. Bu savaşta İslâm ordusu mağlub oldu. Büyük bir kısmının şehit edildiği bu yere daha sonra “Balâtu’ş-Şühedâ” ismi verildi.276 Bu dönemde gelenek olduğu üzere yeni Kayrevan valisi Ubeyde de Sıkilliye adasına bir ordu gönderdi. Müstenîr adlı bir komutan önderliğinde savaşan bu ordu, dönüş yolunda şiddetli rüzgarın çıkmasıyla gemilerinin parçalanmasından dolayı Kayrevan’a ulaşamadı. Yalnız Müstenîr’in içinde bulunduğu gemi Trablus sahiline gelebildi. Müstenîr, ordusunu kurtaramadığı için Kayrevan valisi tarafından hapsedildi.277 Kayrevan halkına oldukça huzursuz günler yaşatan vali Ubeyde’nin tutumu, Kuzey Afrika bölgesinin de karışmasına sebep oldu. İfrikiyye beldelerinin şöhretli şairlerinden Ebû’l-Hattâr Kayrevan valisi hakkında yazdığı şikayetleri içeren şiirini halife Hişâm’a gönderdi. Durumdan bu şekilde haberdar olan halife derhal Ubeyde’yi görevden aldı. Valilikten azledilen Ubeyde b. Abdurrahman Kayrevan’a vekil olarak Ukbe b. Kudâme’yi bırakarak, 114/732-733 yılında hediyelerle birlikte halifenin huzuruna geldi. 278 273 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 216, 219; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 318; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.50; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 299, c. VII, s. 404; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 64. 274 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.50; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 64. 275 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.50; İbn Tağriberdi Huzeyfe’nin valiliğini atlayarak Osman’dan sonra Heysem’in vali olduğunu rivayet etmektedir. Bkz. İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 346. 276 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.50; İbn Abdülhakem tarih zikretmeksizin Ubeyde’nin önce Abdurrahman b. Abdullah sonra da Abdülmelik b. Katan’ı atadığını rivayet etmektedir. Rivayetlere bakıldığında Abdurrahman b. Abdullah’ın, yukarıdaki Abdullah el-Ğafikî’yle aynı özellikleri taşıdığı görülmektedir. Detaylı bilgi için bkz. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217. 277 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 216. 278 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217; Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. II, s. 318; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s.50; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 63. 53 12. Ubeydullah b. Habhâb Ubeydullah b. Habhâb Mısır’da haraç amirliği yaptığı esnada halife Hişâm tarafından İfrikiyye’ye vali tayin edildi. Kayrevan valisi Ubeyde b. Abdurrahman’ın görevden alınmasıyla birlikte burada bir karışıklık söz konusuydu. Ubeydullah oğlu Kâsım’a Mısırdaki görevini devrederek 116/734 yılında İfrikiyye’ye gitti.279 Buraya ulaştığında yaptığı ilk faaliyet; Tunus’a cami ve tersane yaptırmak oldu.280 Tunus’a yönetici olarak da eski Kayrevan valisi Ubeyde’nin cezalandırdığı Müstenîr b. Habhâb’ı getirdi.281 Yönetimi boyunca Kuzey Afrika’ya ve Endülüs’e birçok görevli tayin eden Ubeydullah; Tanca’ya ve Mağribu’l-Aksâ’ya oğlu İsmail’i, Sûs’ul-Aksâ’ya Habîb b. Ebû Ubeyde b. Ukbe b. Nâfi’’yi, Endülüs’e de Ukbe b. Haccâc b. Selûlî’yi görevli tayin etti.282 Belli bir süre sonra Tanca valiliğindeki oğlunu Susu’l-Aksâ’ya göndererek, onun yerine Ömer b. Ebû Abdullah’ı buraya görevlendirdi. Habîb b. Ubeyde ise Sûsu’l-Aksâ ve Sûdan’da birçok Berberî kabileyi itaat altına aldı ve birçok esir elde etti. Burada sükûneti sağladıktan sonra, askerleriyle birlikte öncelikle Sardunya adasına ardından da oğlu Abdurrahman’la birlikte Sıkilliye adasına fetih için gitti. Oğluyla birlikte burada daha önce hiçbir Müslüman ordunun sağlayamadığı başarıya ulaştı. Abdurrahman daha sonra Sıkilliye’nin en büyük şehri Sarakosa’yı ele geçirdi. 283 Ayrıca 119/737 yılında Kusem b. Avâre önderliğinde bir orduyu da Sardunya adasına gönderdi. Fakat bu donanma Kayrevan’a ulaşmadan denizde kayboldu.284 279 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217; Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 347; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 416; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 339, 354; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 51; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 299, 300; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 66. 280 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 404; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 51; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 66. 281 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217; Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c.I, s. 286. 282 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 416; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 51; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 66. 283 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217; Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 347; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 146; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. V, s. 300, c. VII, s. 404; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 368-369; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 51; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 66-67. 284 İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 363. 54 Kuzey Afrika’da fetih hareketleri bu şekilde sürüp giderken, bir taraftan da isyan hareketleri baş göstermeye başladı. Tanca yöneticisi Ömer b. Ebû Abdullah’ın zalim bir idareciydi. Sadakalar ve öşür konusunda aşırıya gidiyor, Berberîlerin İslâm’ı kabul etseler dahi Müslümanların ganimeti olduklarını ve humusa katılmaları gerektiğini iddia ediyordu. Şimdiye kadar bu topraklara ulaşan hiçbir vali böyle bir uygulama gerçekleştirmedi. Genellikle buralara gelen görevliler Berberîlere karşı anlayışlı davranan idarecilerden ya da Berberî eşrafından seçilirdi. Yönetimdeki acımasız tavrı ve özellikle de Berberîler için gündeme getirdiği bu uygulamalar onları kızdırdı. Kısa süre sonra mağrib bölgesinin tamamında isyanlar çıkmaya başladı. Bu dönemde Kuzey Afrika, aynı zamanda Hâricîliğin hareketlenmeye başladığı bir bölgeydi. Habîb b. Ubeyde’nin Rum topraklarına geçtiğini haber alan Berberîler Sufrî bir Hâricî olan Meysere el-Muzafferî’ye halifelik için beyat etti. Kendisine “Müminlerin Emiri” şeklinde hitap ediyorlardı. Böylece bu başkaldırı valiye özellikle de halifeye ithaf edilmiş oluyordu. Berberî birlikler Tanca’da toplanıp Ömer b. Ebû Abdullah’ı öldürerek burayı ele geçirdiler. Bu isyan, Müslüman Kuzey Afrika’daki ilk fitne hareketiydi.285 Meysere’nin Tanca’da Abdü’l-A‘lâ b. Cüreyc el-İfrikî’yi vekil olarak bırakmasının ardından Sûsu’l-Aksâ’ya geçen Hâricîler, burada görev yapan İsmail b. Ubeydullah’ı da öldürdüler. Meysere artık bu bölgelerin tamamının yönetimini elinde bulunduruyor, bu sürede hakimiyeti altındaki yerlere Hâricîliği kolayca götürebiliyordu.286 Tanca yöneticisi ve oğlunun ölüm haberini alan Kayrevan valisi, Sıkilliye’de savaşan Habîb’e bir an önce gelmesi için haber gönderdi. Aynı zamanda Habîb’in oğlu Hâlid’in önderliğinde Kayrevan’da bulunan ordunun tamamını Tanca ve civarına sevk etti. Şelef vadisi yakınına ulaşan Hâlid burada babasını bekleyerek hazırlıklarını sürdürdü. Habîb b. Ubeyde ve beraberindeki ordunun buraya ulaşmasından kısa bir süre sonra Meysere de ordusuyla birlikte geldi. Taraflar arasında şiddetli bir çatışmanın ardından Meysere Tanca’ya doğru geri çekildi. Ancak onun bu tavrı Hâricî Berberîler tarafından hoş görülmeyerek Meysere öldürüldü. Meysere’nin ölümünün ardından toparlanmakta güçlük yaşamayan Hâricîler Hâlid b. Humeyd ez-Zenâtî’yi kendilerine halife seçtiler. Tekrar savaşa başlayan iki taraftan bu defa Araplar ağır bir yenilgiye uğradılar. Zira Arapların 285 Halîfe b. Hayyât, Târîhu Halîfe b. Hayyât, s. 347; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 52-53; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 67. 286 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217-218; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 416; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 405; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 53. 55 karşısında Berberîler bitmek tükenmek bilmeyen bir asker gücüne sahipti. Bu savaşa Arap eşrafının tamamı şehit edildiği için “Gazvetü’l-Eşrâf” adı verildi.287 Mağrib bölgesinde yaşanan bu gelişmenin haberini alan Endülüs’teki Hâricî Berberîler Ubeydullah b. Habhâb’ın göreve getirdiği Ukbe’yi valilikten alarak yerine eski vali Abdülmelik b. Katan’ı geçirdiler. Kayrevan’daki durum da Endülüs’ten çok farklı değildi. Kayrevan valisi Ubeydullah da yaşanan iç karışıklıkta görevden alındı. Ubeydullah’ın görevden alınmasına aşırı derecede sinirlenen halife Hişâm “ Vallahi onlara tam bir Arap gibi kızdım! Öyle bir ordu göndereceğim ki, başı onların sonu benim yanımda olacak!”288 diyerek yemin etti. Ayrıca Ubeydullah b. Habhâb’a hemen oradan ayrılarak Şam’a gelmesini emretti. Ubeydullah 123/741 yılında Kayrevandan ayrıldı.289 13. Külsûm b. İyâz el-Kuşeyrî Halife Hişâm b. Abdülmelik Kuzey Afrika’da Haricî Berberîlerin Müslümanlara yaşattığı hezimetin intikamını almak için yemin etti. Bu sebeple Külsûm b. İyâz komutanlığında on iki bin kişilik bir Şam ordusu hazırladı. Şam’da yaptığı hazırlıklar dışında Mısır, Trablus ve Berka valilerine de ordu hazırlamaları için mektuplar gönderdi. Külsûm’ü aynı zamanda Kayrevan valisi olarak atadı. Şam ordusu öncü birlik olarak Belc b. Bişr önderliğinde bir grubu göndererek seferine başladı.290 Mısır, Trablus ve Berka’dan da güçlü birlikler edinen Külsûm 123/741 yılı Ramazan ayında Kayrevan’a ulaştı.291Abdurrahman b. Ukbe el-Ğıfârî’yi vali vekili, Mesleme b. Sevâde’yi’de ordu komutanı tayin etti. Ancak Kayrevan’a geldiği zamandan itibaren amcasının oğlu Belc hakkında şikayetler gelmeye başlamıştı. Belc, Berberî birlikleriyle karşılaştığı vakit onları küçümsemiş, üstelik onlara askerlerinin her an 287 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 217-218; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 416- 417; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 405; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 53-54; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 67-68. 288 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 54; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 68. 289 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 218; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 405; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 54. 290 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 231; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn Haldûn, Kitâbu’lİber, c. VII, s. 406; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 54; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 65. 291 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 65. 56 girebilmesi için evlerinin kapılarını kilitlememelerini emretmişti. Berberîler bu uygulamada rahatsızlıklarını, ordu komutanları Habîb b. Ebû Ubeyde’ye bildirmişlerdi. Habîb de eğer saygısızlığında ısrar ederse Kayrevan valisini Hâricîlerle değil de bizzat kendisiyle savaşmakla tehdit etmişti. Vali Külsûm, bunun üzerine Habîb’ten özür dileyerek, bir daha böyle bir durumla karşılaşmayacaklarına dair söz vermişti.292 Kayrevan valisi Külsûm Belc ve Habîb’in ordusunun bulunduğu Şelef vadisine geldi. Onun gelmesiyle birlikte iki taraf arasındaki gerginlik daha da arttı. Belc aşağılayıcı sözlerine ısrarla devam ediyordu. Arap ve Berberîler tam birbirleriyle savaşacağı esnada Hâricîlerin onlara doğru geldikleri haberini aldılar. Aralarında yaşadıkları karışıklıklara rağmen savaş hazırlıklarına başlandı. Fakat bu düşmanlık güçlü bir şekilde gelen Hâricîler karşısında oldukça tehlikeliydi.293 Külsûm savaş için Subû294 nehrine geldiğinde, Araplardan otuz bin kişilik bir ordu da beraberindeydi. İlk olarak bir grup askerle birlikte Belc gece baskınına gönderildi. Belc ancak sabaha karşı buraya ulaşabildi. Hâricîler kolaylıkla Bişr’in ordusunu mağlup edince Külsûm’ün yanına geri dönmek zorunda kaldı. Araplar Subû nehri yakınlarında Hâlid b. Humeyd ez-Zenatî komutasında haricî Berberîlerle savaştı. Arapların savaştaki çabaları, galip olmalarına yetmedi. Külsûm b. İyâz ve Habîb b. Ebû Ubeyde beraberlerindeki çok sayıda askerle birlikte 123/ 741yılında burada şehit edildi.295 Belc b. Bişr bu savaştan sağ kurtulmayı başardıktan sonra yanındaki bir grup askerle birlikte Sebte şehrine sığındı. Sebte şehri Şam askerlerinin gelişiyle beraber Hâricîler tarafından kuşatma altına alındı. Belc çözüm yolu olarak Endülüs’ü geçmeye karar verdi. Bu amaçla Endülüs valisi Abdülmelik b. Katan’dan izin istedi. İbn Katan ancak bir yıl Endülüs’te kalmak şartıyla gelmelerine izin verdi. Böylece Belc Hâricîler’den kurtulmuş oldu.296 292 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 406; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 54-55; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 65. 293 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 219-220; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 405; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 55; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 65. 294 Subû: Tanca yakınlarında bir nehir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. III, s. 186. 295 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 219-220; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 406; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 55. 296 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 406; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 55-56. 57 Külsûm b. İyâz’ın askerlerinden bir kısmı da Kayrevan’a geri dönerek canlarını kurtarmayı başarmışlardı. Kayrevan en azından Hâricîlerin buraya ulaşmasına kadar güvenli bir bölgeydi. Savaşta şehit olan Habîb b. Ubeyde’nin oğlu da Endülüs’e geçti. Abdurrahman b. Habîb buraya geldiğinde Belc, Abdülmelik’i görevden uzaklaştırarak valiliğini ilan etti. Abdurrahman b. Habîb’de aynı niyeti taşımaktaydı. Bu sebeple Belc’le uzun süre mücadele etti.297 Emevî ordusu bu tarihlerde Kuzey Afrika’da sadece Zenâti’nin ordusuyla savaşmadı. Külsûm’ün Tanca’ya doğru yola çıktığı esnada Haricî Sufrî Ukkâşe b. Eyyub el-Fezârî Kâbis’te isyan başlattı. Ukkâşe kardeşiyle birlikte bir isyancı birliğini Sebret’e gönderdi. Kardeşi Sebret’i kuşatma altına aldı. Tam bu esnada Külsûm b. İyâz’ın Trablus’tan yardım için istediği birlikler Sebret’den geçmekteydi. Kuşatmayı fark eden Trablus yöneticisi Safvân b. Mâlik Hâricîlerle mücadele etti. Ukkâşe’nin kardeşi yenilince Kâbis’te bulunan ağabeyinin yanına geri döndü. Ayrıca Kayrevan komutanı Mesleme b. Sevâde ordusuyla birlikte Kâbis’e baskın düzenlendi. Lakin bu baskın Mesleme ve ordusunun şehit düşmesiyle sonuçlandı. Ordudan sağ kalanlar ise Sa‘d b. Bahra elGassâni’nin koruması altına girdiler. Rivayeti aktaran İbn Abdülhakem bu kişinin mevkiinden bahsetmese de, Kayrevan ordusunu himaye altına aldığına bakılırsa Sa‘d’ın Kâbis’te belli bir kuvvetinin olduğu anlaşılmaktadır. Ukkâşe bundan sonra Kâbis’ten on iki mîl uzaklıktaki Cerme nehrinin kıyısına çekildi. Trablus yöneticisi Safvân da Sa‘d önderliğindeki Kayrevan askerlerini himaye etti. Son olarak Kayrevan’da vekil olarak kalan Abdurrahman b. Ukbe Ukkâşe’yle çarpışmak için ordusuyla Kâbis’e gelerek baskın yaptı. Bu son hamleyle birlikte Hâricî ordusunun büyük bir çoğunluğu ortadan kaldırılmış oldu. Böylelikle Kâbis emniyet altına alındı. Buna rağmen Ukkâşe kaçarak Reml bölgesine ulaşmayı başardı.298 14. Hanzale b. Safvân Külsûm b. İyâz ve ordusunun yok edildiği haberi Hişâm’a ulaştığında halife 124/741-742 yılında Kayrevan’a Hanzale b. Safvân el-Kelbî’yi gönderdi. Hanzale bu tarihte Mısır valiliği görevindeydi. Böylelikle Mısır idaresinin yanında artık İfrikiyye ve 297 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417, 499; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 406. 298 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 218-221; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417. 58 Mağrib yönetimi de onun uhdesine geçmiş oldu. İfrikiyye’ye ulaştığında ilk olarak Endülüs’e Ebû’l-Hattâr Hüsâm b. Dırâr el-Kelbî’yi vali tayin etti.299 Kayrevan’a ulaşmasından kısa bir süre sonra da Ukkâşe’nin saldırı planları kendisine haber verildi. Ukkâşe haricî Berberîlerden oluşan kalabalık bir orduyla birlikte Kayrevan’a doğru yola koyuldu. Kendisiyle aynı mezhebde olan Abdülvâhid b. Yezîd el-Hüvvârî’yi de buraya yönlendirdi. Abdülvâhid’in ordusu da oldukça kalabalıktı. İki grup Zâb bölgesinde ayrılarak Kayrevan’a ayrı noktalardan saldırmayı planladılar. Ukkâşe Meccâne yolundan Kayrevan’a doğru ilerledi. Abdülvâhid ise Araplara dağdan saldırmayı planlamıştı. Hanzale ilk olarak Ukkâşe ile karşılaşmaya karar verdi ve Kayrevan halkıyla birlikte onun bulunduğu yere doğru yöneldi. Yoğun bir çatışmanın ardından Ukkâşe’nin ordusu mağlup edildi. Hanzale bir grup askeri, kaçan Ukkâşe’yi takip için görevlendirdi. Kendisi de Kayrevan’a dönerek Abdülvâhid’le savaşmak için hazırlıklara başladı.300 Kayrevan’da tüm mühimmat depolarını açtıran Hanzale, halkı silahlandırdı. Aynı anda halkı cihada teşvik eden bir konuşma yaptı. Abdülvâhid’in konakladığı Asnâm mevkiine geçildi. Burada da taraflar arasındaki şiddetli çatışmalar sonucunda çok sayıda Berberî asker öldürüldü. Kayrevan valisinin emriyle ölen Berberî askerler sayılmış, yüz seksen bin ölünün bulunduğu tespit edilmişti. Üç yüz bin askere sahip olan Abdülvâhid’in ordusunun yarısından çoğunun öldürüldüğüne bakılırsa savaşın şiddeti anlaşılmaktadır. Abdülvâhid’de bizzat Hanzale tarafından yakalanıp, öldürüldü. Savaştan sonra Kayrevan’a dönüldüğünde Ukkâşe’nin de yakalandığı kendisine haber verildi. Hanzale onun da ölüm emrini verdi. Kayrevan valisi halifeye Hâricîlere karşı kazandığı üstünlüğü müjdelediğinde Hişâm bu habere çok sevindi. Zira bu bölge son zamanlarda Hâricîler sebebiyle Emevî devletini çok fazla uğraştırmıştı.301 Halife Hişâm 125/743 senesinde vefat etti. Ondan sonra Velîd b. Yezîd Emevîlerin yeni halifesi oldu. Bu bölgedeki valilerin hiçbirine müdahale etmedi. Dolayısıyla bölge valileri görevlerine devam etti.302 299 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 473; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. I, s. 229; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 373-375. 300 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 417-418; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 58; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 376-377; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 68-69. 301 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 418; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 58-59; İbn Tağriberdî, Nücûmu’z-Zâhire, c. I, s. 376-377. 302 İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 59. 59 Endülüs’ten ölüm korkusu sebebiyle 126/744 yılında Tunus’a geçen Abdurrahman b. Habîb, Hâricîler’den sonra Hanzale’yı tehdit eden ikinci bir tehlikeydi. Daha önce zikri geçtiği üzere Abdurrahman Endülüs’e geçerek burada bölge idaresini elde etmek istedi. Hanzale’nın atamış olduğu Endülüs valisinin kendisiyle mücadele edeceği korkusuyla da Tunus’a geçti. Tunus’ta kaldığı süre içerisinde burada Kayrevan valisi olabilmek için beyat aldı. Ceddi Ukbe’nin bu topraklarda yaptığı iyilikler neticesinde bölge halkından destek buldu. Bu esnada Kayrevan valisi Abdurrahman’a müdahale etmesi için uyarıldı. Lakin Hanzale Hâricîler dışında hiçbir Müslüman’ın kanını dökmek istemediğini bildirdi. Vali bu sebepten Kayrevan eşrafından bir heyeti Abdurrahman’ı ikna etmek için gönderdi. Abdurrahman ise gelen elçileri esir alarak, Kayrevan’a geldi. Burada kendisine yapılacak muhtemel bir saldırıda rehineleri öldüreceği konusunda halkı tehdit etti. Ardından da Hanzale’dan valiliği bırakarak, şehri terk etmesini istedi. Çaresiz kalan Hanzale hazineden yalnızca bin dinar alarak, fazla direniş göstermeden 127/745 yılı Cemâdiyel-Evvel ayında şehri terk etti.303 15. Abdurrahman b. Habîb Hanazala b. Safvân’ın Kayrevan’dan ayrılmasıyla birlikte artık buranın yeni valisi Abdurrahman b. Habîb oldu. Hanzale’nın ayrılmasından sonra Abdurrahman halkı kesinlikle onun peşinden gitmemeleri ve başka bölgelere de dağılmamaları için uyardı. Bu sebeple halk korkudan Kayrevan dışına çıkamadı. Kayrevan’da sükûneti sağlamasına rağmen neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamında Arap ve Berberî isyanları devam ediyordu. Dolayısıyla buradaki isyanların bastırılması için hemen harekete geçilmesi gerekiyordu.304 Bu süreçte Urve b. Velîd es-Sadefî Tunus’ta valiliğini ilan etmişti. Akdeniz sahillerindeki Araplar İbn Attâf el-Ezdî önderliğinde ayaklanmışlardı. Bace’de Sabit b. Sanhâcî İbâdîlik görüşünün savunucusu olarak burayı ele geçirmişti. Bütün bu karışıklıkları bastırmak için Abdurrahman öncelikle kardeşi İlyas’ın İbn Attaf’la savaşmasını istedi. Tunus’a doğru ilerlerken hileyle yönünü değiştirerek sahil tarafına gitmesini öğütledi. İlyas da ağebeyinin söylediği şekilde altı yüz kişilik bir orduyla ani bir 303 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 223-224; Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; İbnü’lEsîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 499-500; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 406; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 60; Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s.72. 304 Mehmet Salîh Arı, Hâricîlerin Kurduğu Devlet Rüstemiler, 2. b., Bilge Adamlar, İstanbul, 2009, s. 51- 59. 60 baskın yaparak İbn Attâf’ı hiç tahmin etmediği bir anda yakalayıp öldürdüğü gibi buradaki isyanı bastırarak Tunus’a geçti. Tunus’ta Urve’yle yaptığı uzun mücadelelerden sonra burayı da ele geçirmeyi başardı.305 Diğer taraftan Trablus’ta Abdurrahman’ın kardeşlerinden biri valilik yapıyordu. Valinin İbâdîler’in reisi Abdullah b. Mes’ûd et-Tücîbî’nin başını vurdurtması üzerine buradaki İbâdîler yönetime karşı isyan ettiler. Onları teskin etmek için Abdurrahman kardeşini hemen görevden alarak yerine Humeyd b. Abdullah el-Akkî’yi atadı. İbâdîler Humeyd’in bulunduğu yerle birlikte bazı köyleri muhasara ettiler. Humeyd ve arkadaşları bir süre sonra serbest bırakıldılar. Ancak İbadîlerin başkanı Abdülcebbar b. Kays bu bölgedeki tüm topraklara hakim oldu. Abdurrahman b. Habîb’in birçok kez bölgeye ordu sevk etmesi sonucu burası itaat altına alınabildi.306 Mervân b. Muhammed halifelik makamına geldiği zaman Kuzey Afrika idarecisi Abdurrahman kendisine hediyeler göndererek itaatini birdirdi. Abdurrahman’ın valiliğini tanıyan halife onu Şam’a davet etti. Abdurrahman ise onun çağrısına uymayıp, Kayrevan’da kalmaya devam etti. Anlaşılan o ki halifenin İslâm devletindeki iç karışıklıklarla meşgul olması Abdurrahman’ın rahatça hareket etmesine sebep oldu.307 Kayrevan valisi 135/752-753 yılında oğlu Habîb’i yerine vekil bırakarak Tilimsan308 civarındaki Berberî topluluklarını itaat altına alabilmek için harekete geçti. Buradaki Berberîler uzun uğraşlardan sonra kendisini tanıdılar. Bu şekilde Abdurrahman tarafından Kuzey Afrika’da tüm bölgelerde itaat sağlanmış oldu. Arap ve Berberiler artık Abdurrahman’ın güçlü otoritesinden çekinir hale geldiler. Abdurrahman b. Habîb Tilimsan’dan sonra Sicilya adasına geçti. Ordusunun bir kısmını da Sardunya adasına yönlendirerek buradaki halkı itaat altına aldı.309 İbn Habîb’in valiliği tam olarak Emevîler’den Abbâsîler’e geçiş devresine tekabül etmektedir. Abbâsî ihtilalinin gerçekleştiği dönemde durumdan oldukça az etkilenen Kuzey Afrika bu dönemde Abbâsîler’i tercih etmiştir. Abdurrahman, Abbâsî hükümdarı Seffâh’a bağlılığını bildirerek, halifenin onayını alarak onun adına hutbe okutmuştur. Fakat 305 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 500-501; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 61; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 407. 306 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısır ve Ahbâruhâ, s. 224. 307 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 233; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 60-61; İbn Haldûn, Kitâbu’lİber, c. VII, s. 407. 308 Tilimsan: Mağrib’te bir şehir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, c. II, s. 44. 309 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 407. 61 diğer taraftan Kuzey Afrika’nın hilafetten uzak bir mesafede olması Emevî hanedanının sığınma noktası haline gelmesine sebep olmuştur. Nitekim Abdurrahman’a son Emevî halifesi Mervân’ın kızı, eski Emevî halifesi Velîd b. Yezîd’in iki oğluyla ve Velîd’in erkek kardeşinin kızı sığınmışlardır. Üstelik Kayrevan valisi Mervân’ın kızı, kardeşi de Velîd b. Yezîd’in yeğeniyle evlenmiştir. Buna rağmen Abdurrahman’a Abbâsî halifesi tarafından Velîd b. Yezîd’in iki oğlunun öldürülmesi konusunda talimat geldiği için bu ikisi, Kayrevan valiliğinin emriyle öldürülmüştür.310 Emevîler dönemindeki Kayrevan yönetimi Abdurrahman b. Habîb’le birlikte sona ermiştir. Bu dönemde Kuzey Afrika ve Endülüs tam olarak itaat altına alınmıştır. Abbâsîler Emevîler’den bu bölgeleri sorunsuz olarak devralmışlardır. Kayrevan’daki Emevî hakimiyeti de bu şekilde sona ermiştir. 310 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. IV, s. 501; İbn İzârî, Beyânu’l-Muğrib, c. I, s. 61; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. VII, s. 407. 62 İKİNCİ BÖLÜM KAYREVAN’DA İLMÎ VE SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT A. KAYREVAN’DA İLMÎ HAYAT 1. Ashâbın İlmî Hayata Katkısı Ashâbın ilk olarak Mısır sınırından batıya geçişi Hz. Ömer’in halifeliği döneminde gerçekleşmiştir. Günümüzde Libya sınırları içinde yer alan bölgede devam eden fetih hareketlerine ashâb-ı ikramdan birçok kişinin katıldığı söylenmektedir. Ancak bu kişilerin pek azının ismi bilinmektedir. Ashâbın izlerini de buradan aramaya başlamak gerekmektedir. Kuzey Afrika’ya doğru Amr b. el-Âs tarafından gerçekleştirilen fetih hareketlerinde ashâbdan birçok kişi yer almıştır. Fakat kaynaklar ashâbın buraya gelişini genellikle vali Amr’dan sonra fetih hareketlerini devam ettiren Abdullah b. Sad b. Ebû Serh dönemiyle başlatırlar.311 Hadis ve tarih kitaplarında ashâbın Kuzey Afrika’ya gelişi üç safhada değerlendirilmiştir. İlki Hz. Osman’ın hilafeti esnasında Abdullah b. Sa‘d komutasındaki yirmi bin kişilik ordunun içerisinde bulunan ashâb topluluğudur. İkinci grup Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devlet başkanlığı döneminde, Muâviye b. Hudeyc’le birlikte gelmiştir. Üçüncü grup ise sayılarının az olmasına karşılık Ukbe b. Nâfi’ komutasında Kuzey Afrika’ya ulaşmıştır. Bu üç grubun toplam sayısı Ebû’l-Arab’a göre on yedi, Mâlikî’ye göre yirmi dokuz, Debbâğ’a göre kırk iki, Muhammed eş-Şevvât’a göre kırk beş kişidir.312 Kuzey Afrika’daki hadis çalışmalarının incelemesini yapan her dört müellif de farklı 311 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, s. 464. 312 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s.3-18; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 61-97; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c. I, s. 94-153; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 472-501. 63 sayılar zikretmiştir. Bu sayıların farklı olmasına bakılmaksızın müelliflerin zikrettikleri tüm ashâba yer vermek uygun olacaktır. Abdullah b. Sa‘d b. Serh’in komutasında “gazvetü’l-abâdile” olarak isimlendirilen Kuzey Afrika fetihlerine katılan ashâbın isimleri şunlardır: Abdullah b. Abbâs313, Abdullah b. Ömer314, Abdullah b. Amr b. el-Âs315, Abdullah b. Üneys el-Cühenî316, Misver b. Mahreme317, Abdurrahman b. Ebû Bekr es-Sıddîk318, Ebû Zerr el-Ğıfârî319, Mikdâd b. Amr b. Sa‘lebe b. Mâlik b. Rebîa el-Behrânî320, Hamza b. Amr el-Eslemî321, Bilal b. Hâris elMüzenî322, el-Muttalib b. Ebû Vedî‘a es-Sehmî323, Rebîa b. İbâd ed-Düelî324, Cerhed b. Huveylid b. Bücre el-Eslemî325, Büsr b. Ertât326, Müseyyeb b. Hazm el-Mahzûmî327, Kays b. Yesâr b. Müslim el-Kinânî328, Hasan b. Ali b. Ebû Talib329, Hüseyin b. Ali b. Ebû Talib330, Seleme b. Amr el-Ekva‘ el-Eslemî Ebû Amir331, Abdurrahman b. Zübeyr332 , 313 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 61; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 122; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 495. 314 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 16; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 62; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 103; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 495. 315 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 16; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 66; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 127; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 495. 316 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 68; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 122; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 99; Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 493. 317 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 69; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 139; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 499. 318 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s.17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 71; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 139; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 492. 319 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 71; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 106; Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 485-486. 320 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 3-4; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 74; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 94-96; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 482. 321 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 16; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 66; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 133; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 485. 322 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 75; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 136; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 482. 323 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 78; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 146; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 500. 324 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 79; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 147; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 486. 325 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 83; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 117; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 483. 326 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 85; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 153; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 481. 327 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 86; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 116. 328 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 96; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 497. 329 Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 484. 330 Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 483. 331 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 16; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 112; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 491-492. 332 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 492. 64 Abdullah b. Ca’fer b. Ebû Talib333, Abdullah b. Zübeyr el-Avvâm334, Amr b. Avf335 , Muâviye b. Hudeyc. 336 Hz. Osman Kuzey Afrika’ya gazve için gönderilen ordunun başına, Hâris b. Hakem el-Müzenî’yi komutan tayin etmiştir. Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh İslâm ordusu kendisine ulaşınca görevi devralmıştır.337 Kuzey Afrika’ya ikinci kez sefer düzenleyen kişi Muâviye b. Hudeyc’tir. Onun ordusunda bir öncekine nispetle ashabdan daha az kişi bulunmaktadır. Ayrıca buraya ikinci kez gelen kişiler de mevcuttur. Bunlar; Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Fedâle b. Ubeydi’l-Ensârî, Rüveyfi‘ b. Sâbit b. el-Ensârî338, Ebû Zem‘a el-Belevî339, Cebele b. Amr b. el-Ensârî340 , Ebû Yakzân341, Hâris b. Habîb b. Huzeyme el-Kureşî342, Hâlid b. Sâbit elFehmî343, Abdullah b. Zübeyr el-Avvâm, Züheyr b. Kays el-Belevî’dir. 344 Mısır valisi İbn Hudeyc içerisinde Ashâbın bulunduğu bu orduyla birlikte başarılı seferler yaparak, Kayrevan kurma fikrine zemin hazırlamıştır. Ashâbın Kuzey Afrika’ya düzenlediği son seferi Ukbe b. Nâfi’’nin seferidir. Bu seferden önce ashâbın birçoğu vefat etmiş olduğu için az sayıda ashâb gazveye katılmıştır. Bunlar da Kays b. Yesâr b. Müslim el-Kinânî, Hâlid b. Sâbit el-Fehmî gibi isimleri tabakât kitaplarında zikredilmemiş kişilerdir. Katıldıkları gazveler bilinmeyen veya herhangi bir gazveye katılmaksızın buraya gelen ashabın isimleri de şu şekildedir; Ziyad b. Hâris esSudaî345, Süfyân b. Vehb b. Havlânî346, Ebyad b. Hammâl347, Münzir el-Eslemî el-İfrikî348 , 333Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 493. 334 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 125; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 493. 335 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 109. 336 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 93; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 143; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 500. 337 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 484. 338 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 82; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 130; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c. III, s. 340-345, c. II, s. 239-240; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 486-487. 339 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 84; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 113; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c. VI, s. 122-123; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 479,486-487. 340 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 91-92; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 140; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 482-483 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c. I, s. 320 341 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 97; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 152; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 479, 502. 342Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 483. 343 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 485. 344 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 94, İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c.III, s. 242-245. 345 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 87; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 148; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 488-489-490. 65 Selkân b. Mâlik349, Ebû Dübeys el-Belevî350, Abdullah b. Mes’ûd el-Hüzelî351, Ka‘b b. Amr el-Ensârî352, Ebû Lübâbe el-Ensârî353, Mes’ûd b. Esved el-Belevî354, Zem‘a b. Ubbâd ed-Düelî. 355 Bu kişiler Kuzey Afrika’da gazvelere katılmış ya da burada ilmin gelişimi için görevlendirilmiş kişilerdir. Ashâbın 27/647-648 senesinden 78/697-698 senesine kadar Kuzey Afrika’ya gün geçtikçe azalan bir seyirle geldiği görülmektedir. Onların bu topraklara gelişlerinin ilk gününden itibaren İslam dini kabul görmeye başlamıştır. Bölge halkı zamanla doğrudan onların öğrettiği bilgilerle İslâmiyet’in temel ibadet ve ahlâkını öğrenmiştir. Gazvelerde veya normal zamanlarda uygulamalarla pekiştirilen bu öğretim faaliyeti daha sonraki zamanlarda da artarak devam etmiştir. Burada Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs gibi ashâbın büyükleri Hz. Peygamber’in hadislerini rivayet etmeye devam etmişlerdir. Ashâb arasında Muksirûn olarak bilinen kişilerin fetih hareketlerine iştirak ettikleri de görülmektedir. Dolayısıyla Kuzey Afrika ahalisinden yetiştirdikleri bazı kişiler tâbiûn olarak burada onların faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.356 Kayrevan’ın kuruluşu öncesi ve sonrasında ashâbın burada gerçekleştirdiği ilmî faaliyetler hakkında çok detaylı bilgiler bulunmamaktadır. İslâm tarihi kaynaklarının bu hususta çok genel bilgiler vermesi ve tabakât kitaplarındaki bilgilerin de dağınık olması bunda etkili olmuştur. Hz. Muhammed’in ashâbının Kuzey Afrika’da bulunuşuyla ilgili bilgilerin az olmasının birkaç sebebi vardır. Öncelikle Şam merkezde olmak üzere genellikle İslâm devletinin doğu bölgesi(meşrik) araştırmacılar tarafından çokça zikredilmiştir. Batı hakkında ise genel bilgilere yer verilmiştir. Ashâbın Kuzey Afrika’da fetihler dışında çok uzun süreli kalmayıp merkeze geri dönmeleri de bunda etkili olmuştur. Burada Hz. Peygamber’in sünnetini öğreterek hemen geri dönmeleri, onların gözetimi 346 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 91; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 150; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s.475, 491. 347 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 95; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 151; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 481. 348 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c. V, s. 266; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 478, 501. 349 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 491. 350 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 492. 351 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 496. 352 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 98; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 497. 353 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 497. 354 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 498-499. 355 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 17. 356 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s.464. 66 dışında bir ilerlemeye sebep olmuştur. Kuzey Afrika’nın ashâb ile birlikte yaşadığı en önemli dönem Kayrevan’ın beş yıllık kuruluş aşamasıdır. Genellikle fetih hareketlerini önemseyen sahâbe, kuruluş müddetince şehrin manevi imarına katkı sağlamıştır. İşte bu süreç, Kuzey Afrika tarihinin belki de en çok zikri geçen kısmı olmuştur. İslâmiyet bu dönemde Berberîler arasında hızla yayılmış, İslâm dininin esasları öğretilmeye başlanmıştır. Arap dili, Kur’ânî ilimler ve hadis Kayrevan’da yeni Müslüman olan Berberîler’e sahabe eliyle öğretilmiştir. Sürdürülen eğitim öğretim faaliyetleri Ebu’lMuhâcir ed-Dînâr’ın Kayrevan’a vali olmasıyla duraklama dönemini yaşamıştır. Kayrevan’ı terk ederek “Tekrevân” adında yeni bir şehir kuran Ebu’l-Muhâcir, bu faaliyetiyle ilmî sisteme darbe vurmuştur. İlmî hareketlilik ancak Ukbe’nin Kayrevan’a gelerek tekrar eski düzeni sağlamasıyla yeniden canlanmıştır. İlmî hayat bahsine eklenmesi gereken en önemli husus, Müslüman olup ilim tahsilinde başarılı olan yerli halktan kişilerin sahabilere rehberlik etmesidir. Onlar etnik, kültürel ve sosyal yapıyı çok iyi tanıdıklarından dolayı İslâmiyet’in yayılması hususunda Müslümanların yardımcısı konumundaydılar. 357 2. Tâbiûnun İlmî Hayata Katkısı Sahâbe sayısının azalmasıyla birlikte tâbiûn, İslâm dünyasındaki ilmî faaliyetleri üstlenmiştir. Ukbe b. Nâfi’’nin batıya doğru gerçekleştirdiği fetih hareketlerinde ordunun çoğunluğunu tâbiûn oluşturmuştur. Dolayısıyla Kuzey Afrika’daki ilmî çalışmaların da varisi tâbiûn olmuştur. Onlar sahâbenin İslâm dinini yayma hususundaki yaklaşımını daha ileri aşamaya ulaştırmıştır. Tâbiûnun öncelikli hedefi bu topraklarda Hz. Peygamber’in sünnetini devam ettirmektir. Sünnete dayalı ilimler hadis, fıkıh ve tefsir bu şekilde onlar eliyle gelişmiştir. Tâbiûn nesli istikrarın sağlanmış olması bakımından ashâbdan daha şanslıdır. Zira bu dönemde fetih hareketleri neredeyse sona ermiş, Kayrevan valiliği belli bir istikrar kazanmıştır. Bu dönemde İfrikiyye ve Mağrib halkının nerdeyse tamamı İslâmiyet’i kabul etmiştir. Böylece Arap dilinin yaygınlaşması için çok önemli bir fırsat yakalanmıştır. Binâenaleyh ashâb ile görüşme fırsatını elde eden yerli halktan bir grup 357 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 49, c. II, s.468-469; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 71. 67 “tâbiûn” sıfatını elde etmiştir. Tâbiûnun yerli halktan olması, bölgenin İslâmlaşmasına büyük katkı sağlamıştır.358 Yerli halkın İslâmiyet’i ayrıntılı olarak öğrenebilmesi için tâbiûnun burada yaşaması önemli bir husustur. Kayrevan’da uzun süre yaşayan tâbiûn, bir süre sonra artık buranın halkından sayılmıştır. Tabiun sayesinde Müslüman halk herhangi bir sorunla karşılaştıklarında başvurabilecekleri yakın bir muhatap olmuştur. Devraldıkları mirası devam ettiren bu ilim sahipleri daha çok ibadât, muâmelât, dualar, zikirler, farzlar, sünnetler, sevaba teşvik ve günaha karşı uyarı gibi temel konulardaki hadisleri rivayet ederek aktarmışlardır. Gündelik hayatta bir Müslümanın ihtiyacı olan konuları öğretmek için gayret sarf etmişlerdir. Genellikle evlerinin yakınına cami ve küttâb inşa etmeleri bu sebebe dayanmaktadır. Tâbiûn neslinin yerli halkı etkileyerek İslâmiyet’i tanıtabilmesinin en büyük etkenlerinden biri de onların önemli makamlara getirilmiş olmalarıdır. Valilik, kadılık gibi makamlara genellikle bu nesil getirilirken ilmî, siyasî yeterlilikleri de göz önüne alınmış ve genellikle bu isimler merkez Şam’dan seçilmiştir.359 Kayrevan’da ilmî faaliyetlerin artması için yapılan en önemli ve son adım Ömer b. Abdülazîz tarafından atılmıştır. O sünnetin yayılması için İslâm coğrafyasının dört bir tarafına hadis ravilerinden oluşan gruplar göndermiştir. Kayrevan da bu hususta şanslı olan şehirlerdendi. Yeni vali İsmail b. Ubeydullah’ın atanmasının hemen ardından on kişilik heyet Kayrevan’a gelerek ilmî çalışmaları başlattığı gibi, İslâm dünyasının batı kısmında fethedilen bütün topraklarda İslâmlaştırma hareketini tamamlamışlardır. Yönetim, hukuk ve ilim bu grubun eliyle devam ettirilmiştir. Dolayısıyla Ömer b. Abdülazîz Dönemi Kayrevan’ın gelişiminin her anlamda zirve dönemini temsil etmektedir. Tâbiûn döneminden sonra Kayrevan hızlı bir düşüşle istikrarını kaybetmiştir. İsmail b. Ubeydullah’tan sonra gelen valiler yönetimde gösterdikleri başarısızlıklar sebebiyle genellikle İfrikiyye ve Mağrib bölgesinin sükûnetini sağlamakta zorlanmışlardır. Tüm bu detaylardan hareketle tâbiûn, sahâbe neslinin temelini attığı ana yapıları tamamlamış ve gerçekleştirilen çalışmaların hepsinin semerelerini elde etmeyi başarmıştır. Sahabe ve tâbiûnun verdiği eğitim sebebiyle selefî bir eğitime sahip olan Kuzey Afrika halkı, yönetimin kötü uygulamaları sebebiyle buraya ulaşan haricîlik mezhebine eğilim 358 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 505-507. 359 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 56-58, c. II, s. 506-507. 68 göstermiştir. Yönetim hakkında memnuniyetsizlikten dolayı haricîlik burada yaygın bir mezhep haline gelmiştir.360 Kuzey Afrika halkından sahâbenin yetiştirdiği kimseler olarak; Abdurrahman b. Üsmeyfa‘ b. Va‘le es-Sebeî361, Selman b. Amir es-Süfyânî362, Yezîd b. Kâsıt363, Ziyad b. Müslim el-Gıfârî364 ilk başta zikredilebilir. Kayrevan halkı üzerinde büyük tesirleri olan bu grup şehirdeki eğitim halkasının ilk zinciri olarak görülmektedir. Bu durum bölgedeki İslâmî dönüşümün de bir göstergesidir. Bunun Haricinde merkezden Kayrevan’a yapılan ilmî göç devam etmiştir. Tâbiûndan Ukbe b. Nâfi’365, Ebû Abdullah b. Rebah b. Kasîr366 , Haneş b. Abdullah es-Sebeî es-San‘ânî367, Ebû Ğutayf el-Hüzelî(Cündeb b. Bişr)368, Ebû Saîd el-Makberî369, Muğîre b. Bürde el-Kinânî370, Abdullah b. Muğîre b. Ebû Bürde elKureşî371, Umâre b. Gurab et-Tücîbî372, Ziyad b. En‘um eş-Şa‘banî373, Rebia b. Yezîd374 , İyâz b. Ukbe b. Nâfi’ el-Fihrî375, Ebû Mansur376, Ebû Alkame Mevla Abdullah b. Abbâs377 , Müslim b. Yesar el-Ensârî378, Mûsâ b. Eş‘as el-Belevî379, Meysere ez-Zerûdî380, Amr b. 360 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 56-60, c. II, s. 505; M. Holt, A.K.S. Lambton, B. Lewiss, İslâm Tarihi Kültür Ve Medeniyeti(trc.), c. I, 2. b., Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 105 361 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 525-527. 362 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 23; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 526. 363 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 535. 364 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 23; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 526. 365 Ashâb veya tâbiûn olduğu hususunda ihtilaf vardır. Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, c. IV, s. 59-60; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s.97. 366 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 119-120. 367 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 121; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 174; Muhammed eş.-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 524-525. 368 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 122; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 192; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 532. 369 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 124. 370 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 124-125; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 534-535. 371 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 126. 372 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 128; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 193; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 530. 373 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 21; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 129. 374 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 131; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 186; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 525. 375 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 132. 376 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 19; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 133-134; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 166-167; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 514. 377 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 136; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 193; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 532. 378 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 24; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 136; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 191; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 533. 379 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 136. 380 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 24; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 137; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 194; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 535. 69 Raşid el-Kinânî381, Ubbâd b. Abdüssamed382, İmrân b. Abdi’l-Meâfirî383, Muhammed b. Evs el-Ensârî384 Şam’dan görevli olarak gönderilerek buraya yerleşmişler ve vefat edinceye kadar da burada ilmî çalışmalarını devam ettirmişlerdir. Bu kişilerden bazıları devlet tarafından gönderildiği gibi bazıları da kendi istekleriyle buraya gelmişlerdir. Kayrevan’a gelerek ilmî faaliyetlere katkıda bulunan daha sonra ise Mısır veya Şam’a dönen tâbiûndan da bahsetmek gerekir. Bunlar Asım b. Ömer b. Hattâb385, Zühre b. Ma‘bed b. Abdullah b. Hişâm386, Ebû Kubeyl el-Meâfirî387, Ebû Abdullah İkrime388 , Süleymân b. Avsece el-Lahmî389, Yahyâ b. Saîd b. Kays b. Kahd el-Ensârî390, Süleymân b.Yesâr391, Rafi‘ b. Ukeyb el-Kilaî392, Duheyn b. Âmir b. Hucrî393, Mürre b. Ukbe b. Nâfi’394, Keysan el-Makbûrî395, Ziyad b. Müslim el-Gıfârî396 gibi ilim ehli kişilerdir. Tabiûn döneminin en parlak kısmını Ömer b. Abdülaziz’in hilafeti temsil eder. Halife Ömer b. Abdülazîz, tayin edildiği ilk günden itibaren ilmî çalışmaların önemli bir kısmını teşkil eden hadis ilminin yaygınlaşmasına, tedvin edilmesine ve öğretimine önem vermiştir. Ashâbdan yaşayanların azalması, rivayet edilen hadislerin unutulma riski sebebiyle zabta geçirme isteği onun harekete geçmesine neden olmuştur. Zira Kur’ân-ı Kerîm çok erken bir dönemde bir araya getirildiği için böyle bir sıkıntı yaşanmazken; yazılı ve sözlü olarak rivayet edilen hadisler henüz toparlanmamıştı. İlk fırsatta hadislerin tedvinini emreden Ömer b. Abdülazîz, İslâm coğrafyasındaki bütün valiliklere bu nüshaları göndermiştir. Böylelikle zabta geçirilen hadisler öğretim için de kullanılmıştır. Bunun 381 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 23; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 137; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 531-532. 382 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 138; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 196; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 526-527. 383 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 24; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 531. 384 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 174-175; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 533. 385 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 141; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 194. 386 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 142. 387 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 143. 388 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 19; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 145-146. 389 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 24; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 146-147. 390 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 26; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 147-148. 391 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 19; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 149. 392 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 149. 393 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 149-150. 394 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 150-151. 395 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 167; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 514. 396 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 24; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 526. 70 dışında neredeyse her bölgeye alimler görevlendirerek, İslâmiyet’in yayılması ve kalıcılığı için çalışmıştır.397 Kayrevan şehri her ne kadar merkezden uzakta kalsa da Ömer b. Abdülazîz’in bu görevlendirmelerinden nasibini almıştır. Kayrevan için en şöhretli muhaddisler seçilmiştir. Bu seçkin gruptan yedi kişi Kütüb-i Sitte ravilerindendir. Bu on kişilik heyetin şehre geliş amaçları tamamıyla ilmin, sünnetin yayılmasıdır. Zaten onların gelişiyle birlikte halifenin İbn-i Şihâb ez-Zührî’ye tedvin ettirdiği hadisler de Kayrevan’a ulaşmıştır. “Aşere” olarak isimlendirilen grup Kayrevan’a ilim hususunda zirve dönemini yaşatmışlar ve her biri şehrin değişik yerlerinde ev, mescid ve Küttâb inşa etmişlerdir. Bu mekanlarda onlar ilmî faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. İfrikiyye halkı bu durumdan istifade etmişlerdir. İlmî açıdan Ömer b. Abdülazîz dönemi Kuzey Afrika için zirve kabul edilmektedir. Emevîler döneminde Kayrevan şehrinde bundan sonra böyle bir dönem yaşanamamıştır. İslâmiyet ile birlikte bu bölgede Arap dili, Kur’ân-ı Kerîm’in hıfzı ve hadis çalışmalarında büyük gelişmeler yaşanmıştır. Öyle ki İfrikiyye ve Mağrib’in farklı şehirlerinden insanlar ilim tahsili için Kayrevan’a gelmeye başlamıştır. Ömer b. Abdülazîz’in bu kişileri yönetim ve halk üzerindeki tasarrufları konusunda özgür bırakması, onların daha rahat faaliyet göstermelerini sağlamıştır. 398 Bu on kişilik grubu Kayrevan’daki büyük tesirleri dolayısıyla detaylı olarak incelemek gerekir. “Aşere” grubunun üyeleri şunlardır: Abdullah b. Yezîd el-Meâfirî-Ebû Abdurrahman el-Hubulî: Kayrevan’a 72/691-692 senesinde Mûsâ b. Nusayr ile birlikte gelmiştir. Endülüs’ün fethine katıldığı rivayet edilmektedir. Bundan sonra Kayrevan’a yerleşip burada ev ve mescid inşa etmiştir. Ömer b. Abdülazîz onu Kayrevan’da bulunurken görevlendirmiştir. İfrikiyye halkı vefat edinceye kadar(100/718-719) onun ilminden istifade etmiştir. Ashâbtan birçok rivayeti mevcut olduğu gibi, ondan da hadis rivayet edilmiştir.399 397 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 509; Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c.I, s. 269; Abdullah b. Abdurrahman, Eseru’l-Ulemâ fi’l-Hayâti’s-Siyâsiyye fi’d-Devleti’l-Emevîyye, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, h.1423, s. 201. 398 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 507,509; Abdülazîz Feylâlî, el-Alâkatu’s-Siyâsiyye beyne’d-Devleti’l-Ümeviyye fi’l-Endülüs, 2. b., el-Müessesetü’l-Vataniyye, Cezayir, 1983, s.44-45; Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, c. II, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, s. 404. 399 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 21; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 99-100; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 168; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye mine’l-fethi ilâ Muntasafi’l-Karni’lHâmis, s.147-148; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 522. 71 Ebû’l-Cehm Abdurrahman b. Rafi‘ et-Tenûhî: Kayrevan fethedildikten sonra şehre atanan ilk Kayrevan kadısıdır. Onu kadılığa tayin eden vali hususunda ihtilaf vardır. Kaynaklarda Hassân b. Nu’man veya Mûsâ b. Nusayr zamanında atandığı rivayet edilmektedir. Ömer b. Abdülazîz’in hilafeti döneminde de “Aşere” içerisinde yer almıştır. Kayrevan’da ilmî faaliyetlerde bulunmuş, burada talebe yetiştirmiştir. Abdurrahman b. Ziyâd, Ubeydullah Zahr el-Kinânî, Bekr b. Sevâde onun öğrencilerindendir. Hadis rivayetini burada devam ettirmiştir. 113/731-732 senesinde Kayrevan’da vefat etmiştir.400 Ebû Semâme Bekr b. Sevâde el-Cüzzâmî: “Aşere” içerisinde yer alan bu alim Kayrevan’da fetva makamı olarak görülmüştür. Kayrevan halkı, ashâbdan hadis rivayetine ihtimam gösteren Bekr b. Sevâde’den rivayette bulunmuştur. 128/745-746 senesinde vefat edinceye kadar Kayrevan’da ilmî çalışmalarını sürdürmüştür.401 Ebû Saîd Cu‘sul b. ‘Ahân b. Umeyr: Halife Ömer b. Abdülazîz tarafından on kişilik ilmî heyete seçilmiştir. Abdurrahman b. Ziyad, Ubeydullah Zahr el-Kinânî, Bekr b. Sevâde gibi kişiler ondan rivayette bulunmuşlardır.402 Hibbân b. Ebû Cebele el-Kureşî: Kayrevan halkına ashâbdan öğrendiği hadisleri nakletmiştir. Burada ilmi geliştiren ve alim yetiştiren on kişilik grubun içerisinde yer almıştır. Kayrevan halkına ilmiyle 125/742-743 yılında burada vefat edinceye kadar faydalı olmuştur.403 İsmail b. Ubeydullah el-Ensârî: Fazilet sahibi, âbid bir insan olan İsmail b. Ubeydullah “Tacirullah” ismiyle tanınmaktadır. Allah yolunda kazandığı herşeyi hayır yolunda harcadığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. Ashâbdan gelen hadisleri İfrikiyye halkına aktaran ravilerdendir. Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer ve Abdullah Amr’dan rivayette bulunmuştur. Bu üç kişinin de kıraat farklılıkları bulunmaktadır. Fakat Kayrevan’da ilmî çalışmalarda bulunduğu esnada hangisine göre öğretime devam ettirdiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ömer b. Abdülazîz tarafından “Aşere” 400 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 110; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 181; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 143; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 519. 401 Ebû’l- Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 519. 401 Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 112; Hind Şelebî, elKırâatü bi-İfrikiyye, s. 136-138; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 516-517 402 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 115; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 183; Hind Şelebî, el-Kırâatü biİfrikiyye, s. 138-142; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 516-517. 403 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 111-112; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 187-188; Hind Şelebî, elKırâatü bi-İfrikiyye, s. 142-143; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 517-518. 72 içerisinde görevlendirilip görevlendirilmediğine dair ihtilaf mevcuttur. Ata‘ b. Râfi‘ ile birlikte Sıkilliye’ye fetih için gidinceye kadar Kayrevan’da eğitim faaliyetlerine katkıda bulunmuş, bu faaliyetleri genellikle yaptırmış olduğu Zeytûne mescidinde devam ettirmiştir. Sıkilli’ye seferi esnasında 107/725-726 yılında denizde boğularak vefat etmiştir.404 Ebû Abdü’l-Hamîd İsmail b. Ubeydullah b. Ebu’l-Muhâcir el-Kureşî: Ömer b. Abdülazîz onu Kayrevan’a vali tayin ederek on kişilik ilmî heyetin başkanlığına getirmiştir. Kayrevan’da 99/717-718 senesinde valiliği devralmıştır. Adaleti ve hoşgörüsü sayesinde daha önce Müslüman olmamış tüm Berberîler İslâmiyet’i kabul etmiştir. Kayrevan’da ilmî faaliyetlerin devam etmesi konusunda teşvikkâr olarak gayretle çalışmıştır. Kayrevan’da valilik yaptığı esnada şehir mağribte ilmin başkenti olmuştur. 131/748-749 senesinde vefat edinceye kadar Kayrevan’da yaşayarak ilmî faaliyetlerine devam etmiştir.405 Mevheb b. Hayy el-Meâfirî: Ömer b. Abdülazîz tarafından on kişilik ilmî heyete seçilen Mevheb b. Hayy, İfrikiyye fetihlerine katılmıştır. Kayrevan halkının ilmî çalışmalarına katkı sağladığı gibi onlara hadis rivayetinde de bulunmuştur. Abdurrahman b. Ziyâd ondan hadis rivayet etmiştir. Kayrevan’da uzun yıllar kalarak ilmî çalışmaları devam etmiştir.406 Ebû Mes‘ûd Sa‘d b. Mes’ûd et-Tücîbî: Ömer b. Abdülazîz’in görevlendirmesiyle Kayrevan’a ilmi çalışmalar için gelmiştir. Hanzale b. Safvân döneminde de Kayrevan’da bulunmuştur. Dönemin valisi Hanzale Tanca’daki Hâricîleri yola getirmek için kendisinden mektup yazmasını talep etmiştir. Bunun üzerine Sa‘d b. Mes’ûd da ordu Tanca’ya hareket etmeden önce Hâricîleri ikna etmek için bir mektup yazmıştır. Abdurrahman b. Ziyâd, Ubeydullah Zahr el-Kinânî, Müslim b. Yesâr ondan rivayette 404 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20, 25; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 107-108- 109; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 176-177; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 131-132. 405 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 116; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 183,184; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 132-136; Muhammed eşŞevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 515. 406 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 110-111; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 190; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 148-149; Muhammed eşŞevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 523. 73 bulunmuştur. Ebû’d-Derdâ’nın öğrencisi olma ihtimali vardır. Zira onun kıraatini İfrikiyyelilere öğretmiştir.407 Talk b. Ca‘bân el-Farisî: İbn Ca‘ban olarak bilinmektedir. İlim sahibi ve fakih kişilerdendir. O genellikle tâbiûndan rivayette bulunmuştur. “Aşere” den olup Kayrevan’da ilmi arttırmaya gayret göstermiştir. Mûsâ b. Uleyy, Abdurrahman b. Ziyad gibi kişiler ondan rivayette bulunmuştur. Fakat onun hakkında diğer kişiler gibi detaylı bilgi bulunmamaktadır.408 Mâlikî ve Debbâğ İsmail b.Ubeydullah el-Ensârî’yi bu on kişilik heyet içerisinde zikretmişlerdir. Ancak Ebû’l-Arab onu tâbiûn içerisinde zikrederek “Aşere” içerisinde yer almadığını söylemektedir. Muhammed eş-Şevvât ise Ebû’l-Arab’ın görüşüne katıldığını belirterek aslında Abdullah b. Muğîre b. Ebû Bürde’nin bu grubun içerisinde yer aldığını aktarmıştır. Abdullah b. Muğîre b. Ebû Bürde: Halife Ömer b. Abdülazîz Kayrevan valisini belirlediğinde, ona Abdurrahman b. Rafi‘ et-Tenûhî’yi kadılıktan azletmesini, onun yerine Abdullah b. Muğîre’yi kadı olarak atamasını emretti ve bir görevlendirme mektubu yazdı. Kayrevan halkı onu adaleti ve takvasıyla tanımaktadır. Yaklaşık yirmi beş sene boyunca Kuzey Afrika’da faydalı hizmetlerde bulunmuştur.409 3. Tâbiûnun Kayrevan’da Yetiştirdiği Alim Tabakası Kuzey Afrika’da ashâbın ve tâbiûnun ilmî gayretlerini apaçık gösteren en önemli eser burada yetişen alimlerdir. Bu durum İslâm dininin öğretimi için gerçekleştirilen çalışmaların güzel bir neticesidir. Kayrevan şehrinin cami ve mescidlerinde yapılan ilmî çalışmalara katılan yerli halktan bir grup, tâbiûndan sonra ilmî hayatın temsilcisi olmuştur. Artık bu tarihten sonra hilafet merkezinden buraya gelişler ilmî faaliyetler dışında gerçekleşmiş, Emevîler devletinin son yıllarındaki hadiseler buraya gösterilen ilginin 407 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 21; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 102-103; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 171; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 144-145; Muhammed eşŞevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 517. 408 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 117-118; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 191; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 146-147; Muhammed eşŞevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 517. 409 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 22; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 188; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 515. 74 azalmasına sebep olmuştur. Bu sebeple Kayrevan’da böyle bir grubun var olması Kayrevan’ın kendi gelişimini sağlaması için yeni bir adım sayılmıştır. Kayrevan’ın içerisinde yetişen ilk alim tabakası şehirde karışıklıkların baş gösterdiği, yönetimin halka karşı muamelelerinde kusurlu davrandıkları bir döneme rastlar. Özellikle Ubeydullah b. Habhâb’dan sonraki valilerin halka karşı kötü tutumu onları Hâricî mezhebinin görüşlerini kabule sürüklemiştir. Bu sebeple alimlerin uzun bir süre düzenli olarak eğitim faaliyetlerini devam ettirememeleri, ilmi hayatı sekteye uğratmıştır. Kayrevan’da ilmî çalışmaları devam ettiren kişilerden hakkında detaylı bilgi bulunan kişiler şunlardır: Ebû Hâlid Abdurrahman b. Ziyad b. En‘ûm el-Meâfirî: İfrikiyye fetihlerinden sonra bu bölgede Müslüman olarak doğan ilk kişi kabul edilir. Kayrevan’da yaşayan tâbiûnun neredeyse tamamından hadis nakletmiştir. Kuzey Afrika’daki rivayetleri sebebiyle müellifler eserlerinde ona yer vermişlerdir. Süfyân es-Sevrî’nin ifadesine göre o, tâbiûndan altı adet hadis nakletmiştir. Babasının Ebû Eyyûb el-Ensârî’den naklettiği hadisi de rivayet etmiştir. İbn Hibbân hadis rivayeti konusunda babasının sika kendisinin zayıf bir râvi olduğunu ifade etmektedir. 131/748-749 senesinde Kayrevan’a kadı olarak atanmıştır. Emevî devleti yıkılınca kadılıktan azledilmiştir. Kayrevan’da 161/777-778 senesinde vefat etmiş, Nâfi’ kapısının yakınındaki mezarlığa defnedilmiştir.410 Ebû Kureyb Cemil b. Kureyb el-Meâfirî: İfrikiyye ahalisinin faziletlilerindendir. Genellikle Tunus’ta oturmasına karşılık, Kayrevan’da bir süre kadılık yapmıştır. Fakat o Emevîler döneminden sonra bu göreve atanmıştır. Hz. Peygamber’in içkiyle ilgili hadisini rivayet etmesiyle meşhurdur.411 Ebû Muhammed Hâlid b. İmrân: Kayrevan’da yetişmiş alimlerdendir. Tâbiûndan hadis rivayetini devam ettirmiş, Kuzey Afrikalılar da ondan hadis rivayet etmiştir. Çoğunlukla Tunus’ta ikamet eden Hâlid b. İmrân, Kuzey Afrika’da önemli konularda kendisine danışılan bir makam olmuştur. Bölge halkı Kayrevan valisi Yezîd b. Ebû Müslim’in öldürülme haberini iletmesi için onu rehber seçmiştir. Halifenin yanına 410 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 67-69;Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s.201-206; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 152-160; İbn Hibbân, Sikât (thk. Es-Seyyid Şerefü’d-Dîn),c. IV, 1. b., Dâru’l-Fikr, y.y., 1975, s. 252. 411 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 168,171; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 197-201. 75 ulaştığında Kayrevan valiliğine kimin getirileceği hususunda halife de ona danışmıştır. Yezîd b. Ebû Müslim’den sonra Bişr b. Safvân valiliğe atanmıştır.412 Ebû İmrân Mûsâ b. Uley b. Rebbâh b. Kasîr: Kayrevan’da doğmuştur. Hadis ilmi konusunda yetişmiş, Babasıyla birlikte tâbiûndan bir gruptan hadis nakletmiştir. Leys, İbn Mübârek ve İbn Vehb gibi kendisinden sonraki dönemin büyük alimleri ondan hadis rivayet etmiştir. Kayrevan halkının ilmî gelişimine büyük katkı sağlamış, ilmî faaliyetlerini sürdürebilmek için burada bir cami inşa etmiştir.413 Saîd b. Lebîd el-Meâfirî: Kayrevan’da yaşamış, birçok hadis aliminden hadisler rivayet etmiştir. Mâlik b. Enes ondan on sekiz adet hadis nakletmiş, bir süre sonra Mısır’a giderek burada 200/815-816 senesinde vefat etmiştir.414 Yezîd b. Tufeyl el-Kâdi-Abdullah b. Abdurrahman b. Tufeyl: Kayrevan Caminde ders verdiği esnada halifenin veziri Yezîd b. Tufeyl’i fark etmiştir. Etrafındaki kişilere bu ilim halkasını oluşturan şahsiyeti sorarak ismini öğrenmiştir. Vezir halifenin yanında ondan övgüyle bahsetmiş, halife de bunun üzerine Yezîd b. Tufeyl’i kadı tayin etmiştir. Kayrevan’nın kadılık görevi de mezkur vezir tarafından haber verilmiştir.415 Kuzey Afrika’da bu dönemde tasavvufî hareketleri başlatan ve zahitlikleriyle tanınan bir grup alim de mevcuttur. Ebû Abdullah b. Mesrûk, Ebû İsa Mervân b. Abdurrahman el-Yahsibî, Ebû Hafs Ömer b. Abdullah el-Fettal, Ebû Süleymân Rabi’ b. Abdullah en-Nâsik, Müsâfir b. Sinân el-Vâiz gibi kişiler Kayrevan’ın zahitlerindendir.416 4. Emevîler Döneminde Kayrevan’da Öğretilen İlimler a. Kur’ân-ı Kerîm İlimleri İfrikiyye ve Mağrib halkının Kur’ân-ı Kerîm ile tanışmaları, onların İslâmiyet ile ilk karşılaşmalarında gerçekleşmiştir. Buraya yapılan seferler esnasında ashâbın yanlarında Kur’ân-ı Kerîm’i getirip getirmediklerine dair bir bilgi mevcut değildir. Ancak fethe gelen ashabın birçoğu hafız iken, bir kısmı Kur’ân’ın cem edilmesine yardım etmiştir. Bu 412 Muhammed b. Sa‘d b. Meni‘ ez-Zührî, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâru Sadır, c. 7, Beyrut, 1968, s. 521 413 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s.206; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s.175; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 529 414 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 188-189 415 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 33-34; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s.173. 416 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 214-215, 216; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 193, 196, 197, 198. 76 sebeple Kuzey Afrika ahalisinin en azından Kur’ân’ın okunuşunu duymuş olmaları mümkündür. Zaten yeni Müslüman olmuş halkın da ibadetlerini yerine getirmek için az da olsa Kur’ân’ın bir kısmını öğrenmeleri gerekmektedir. Diğer yandan bakılacak olursa İfrikiyye’ye gelen ashâbdan birkaçı kıraat önderidir. Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Amr, Ukbe b. Amir el-Cühenî bu kişilerden sayılır. Abdullah b. Zübeyr ise Hurûfu Kur’ân konusunda mutehassıs bir kişidir.417 Fetihlerin ardından Kayrevan şehrinin kurulmasıyla birlikte Kur’ân öğretimine önem verildi. Temel eğitimin verildiği küttâblarda ve ilim meclislerinde ilk olarak Kur’ân-ı Kerîm öğretilerek, ezberletildi. İslâmiyet’i kabul etmiş herkesin yapacağı ilk iş İslâm dininin esaslarını, Kur’ân harflerini ve Kur’ân’ı öğrenmekti. Küttâbların kuruluş sebebi de budur. Bu eğitim şehrin ilk kuruluş yıllarında ashâb tarafından gerçekleştirildi. Rivayet yoluyla tevatür eden Kur’ân ilimlerinin ilk öğreticileri de sahâbe oldu.418 Tâbiûn döneminde de buradaki Kıraât eğitimi konusunda detaylı bilgi bulunmamaktadır. Sahâbe ve tabiûndan Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Ömer b. Hattâb, Abdullah b. Zübeyr b. Avvam, Ebû’l-Eşas Rebîa b. Yezîd, Süfyân b. Vehb, Ukbe b. Amir, Uley b. Rebah el-Lahmî el-Mısrî gibi kişiler farklı kıraatlere sahip kişilerdi. Bu sebeple ilk dönemlerde Kayrevan’da okuyuş farklılıklarının bulunduğu düşünülmektedir.419 Ömer b. Abdülazîz’in hilafetine kadar Kayrevan’a gelen kişiler halifeler tarafından genellikle fetih gayesiyle gönderilmiştir. Aynı zamanda halkın İslâm’ı kabul etmesiyle birlikte gidenler eğitim ve öğretimi de devam ettirmişlerdir. Halife Ömer’in eğitim-öğretim için buraya on kişilik bir heyet göndermesiyle artık bu durum resmi bir hal almıştır. Bu gurubun Hz. Osman mushafıyla eğitimi devam ettirdiği rivayet edilmektedir. Artık İfrikiyye’de kıraat bu şekilde devam ettirilmiştir. Hicrî üçüncü asrın başlarına kadar kıraat ve okuyuş biçimlerine dair detaylı bilgi bulunmamasına rağmen, yukarıda bahsi geçen bilgilerden genellemeler yapılmaktadır. “Aşere” heyetinin en çok ihtimam gösterdiği öğretim Kur’ân öğretimidir. Onların evlerin yanına mescid inşa ederken bir de Küttâb kurmuş olmaları bunun göstergesidir. Zira küttâblarda temel Kur’ânî eğitimi vermiş oluyorlardı. Bu heyetin en önemli özelliği İslâmî ilimlerde derinleşmiş sayılı kişilerinden 417 Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, 28-31; Kıraatler konusunda daha detaylı bilgi için bkz. Abdurrahman Çetin, Kıraatlerin Tefsire Etkisi, 1. b., Marifet Yayınları, İstanbul, 2001. 418 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 169; Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s.38-39. 419 Detaylı bilgi için bkz. Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s.97-124. 77 olmalarıdır. “Aşere” nin içerisinde yer alan ve aynı zamanda dönemin Kayrevan valiliğini yapan İsmail b. Ubeydullah el-Muhâcir, daha önce Abdülmelik b. Mervân’ın çocuklarının eğitiminden sorumlu kişidir. Diğer kişiler ise Kur’ân ve hadis ilimlerinde yetişmiş kimselerdir.420 b. Hadis İlimleri Hz. Peygamberin yakın çevresinde yer alan sahâbe, vefatından sonra onun sünnetini yaymak için yoğun gayret sarf etmiştir. Müslümanlar fethini gerçekleştirdikleri tüm bölgelerde bu amaçla faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Kuzey Afrika fetihleri boyunca Kur’ân-ı Kerîm öğretimini sürdürürken sünneti yaşamaya ve öğretmeye de çaba göstermişlerdir. Hadisler bu topraklarda öncelikle fıkhî meselelerin çözümü için referans olmuştur. Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in fetihlerin devam ettiği esnada namaz kıldırırken ses işitmesi, namazı terk etmesi ve herhangi bir şeyin olmadığını fark edince namazı baştan başlayarak kıldırması günümüze ulaşan rivayetlerdendir.421 Bu olayın aktarılması da fıkhî meselelere o dönemde ne kadar önem verildiğini göstermektedir. Cebele b. Amr elEnsârî’nin Muâviye b. Hudeyc’in ganimetleri dağıtımı hususunda “….Muâviye b. Hudeyc dışında ganimetin beşte birinin yarısını dağıtan başka birini görmedim..” şeklindeki ifadesi de yine buna örnek gösterilebilir. Aynı şekilde burada hadis ilmi fıkıhtan sonra tefsir ilminin de gelişimini başlatmıştır. 422 Kayrevan’da hadis çalışmalarının bir kısmı sahâbeye dayanırken, büyük çoğunluğu tâbiûna nispet edilir. Aynı şekilde tâbiûna atfedilen hadislerin büyük bir kısmı da ibâdât, muâmelât, dualar, günahlara karşı uyarı, farz ve sünnetlere önem, fıtrî sünnetler, tevhid’in fazileti, ilme teşvik, duymadıkları hadisleri rivayet etmekten men etme gibi uyarı hükümlerini içermektedir. Bütün bu hadisler ortalama bir Müslüman’ın yapacağı görev ve yükümlülük sınırlarını belirlemektedir.423 Kayrevan şehri kurulmadan önce hadis rivayeti ancak uygun şartlar bulduğunda devam ediyordu. Şehrin kurulması ve Kayrevan Caminin inşa edilmesiyle birlikte hadis 420 Hind Şelebî, el-Kırâatü bi-İfrikiyye, s. 122-124, 150. 421 İbn Abdilhakem, Futûhu’l-Buldan, s. 185. 422 Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 91-92; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 174; c. II, s. 482-483. 423 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 506-507; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’lKayrevan, 2. b., Tlasdar, Dımaşk, 1989, s. 32. 78 halkaları da burada düzenli bir hale geldi. Ashâbın ve tâbiûnun hadis ilmîni öğretimi bu şekilde devam etti. Kayrevan’da öğretimi en yoğun yapılan ilim Kur’ân-ı Kerîm’den sonra hadis ilmiydi. Hicrî ikinci asırda ilim yalnızca bu ikisine dayalı olarak sürdürülmekteydi.424 Kıraatler hususunda yaşanan belirsizlik gibi Ömer b. Abdülazîz’in gönderdiği alim grubundan önce burada hangi hadislerin rivayet edildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Her ne kadar hadis halkaları mevcut ise de tedvînin gerçekleştiği halife Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar düzenli bir durumda olmamıştır. Zira Ömer b. Abdülazîz; hadislerin tedvini için çalışarak, onların titizlikle toparlanmasını sağlamıştır. Ayrıca halife tedvin ettirdiği hadis nüshalarından valiliklere birer nüsha göndermiştir. “Aşere” grubuyla birlikte bu hadislerin Kayrevan’a ulaştığı da rivayet edilmektedir. “Aşere” heyeti içerisinde Kütübi Sitte ravileri bulunmaktadır.425 İfrikiyye ve Mağrib’teki hadis çalışmaları Kayrevan merkeze alınarak bu şekilde devam etmiştir. Endülüs de fethedildikten bir süre sonra bu faaliyete dahil olmuştur.426 c. Fıkıh İlimleri Emevîler döneminde farklı görüşler yeni ortaya çıkarken, fıkhî mezhepler de henüz teşekkül etmemişti. Yalnızca hadis kaynaklı bir ilmî seyir gerçekleşmesi sebebiyle yerel halkın selef yaklaşımını benimsediği görülmekteydi. Zaten Kayrevan’da tahsil edilen ilimlerin tamamı rivayete dayanmaktaydı. Şehir sakinlerinin Selef mezhebine yakınlaşması, hicrî ikinci asırda buraya ulaşan Hâricîler karşısında da bir tavır vücuda getirdi. Bu sebeple Hâricîlerin etkinlik alanları daha çok Kayrevan dışında Mağrib civarında oluşmuştu. Ancak Emevî devletinin son yıllarında bu bölgeye yakınlaşabilmişlerdi. Kuzey Afrika bölgesinde Emevîler döneminde sadece Haricî mezhebi bulunmaktaydı. Bu mezhebin farklı kolları burada bulunuyordu. Fıkhî mezheplerin oluşumu araştırma dışında olup, daha çok hicrî ikinci asrın ortalarından itibaren bu bölgeye ulaştığı görülmektedir.427 424 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 135, c. II, s. 466-467. 425 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 509. 426 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 53. 427 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s.57-58, c. II, s. 506-507; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 203-204; Kayrevan’ın Kuzey Afrika’nın merkezi olduğu dönemlerde Medine ile arasındaki fıkhî bağlantıları detaylı olarak görmek için bkz. Halîfe Babkir elHasan, “es-Sılâtu’l-Fıkhıyye Beyne’l-Kayrevan ve’l-Medineti’l-Münevvere”, Muhadarat Mülteka elKayrevan Merkezu İlmi Mesâlik beyne’l-Meşrik ve’l-Mağrib Hattâ Nihayeti’l-Karni’l-Hamis li’l- 79 d. Arap Dili ile İlgili İlimler Berberîler, Müslümanlardan önce Vandallarla, Rumlarla, Romalılarla ve Karatacalılarla karşılaşmışlardı. Fakat hiçbiri Berberî halka kendi kültürlerini öğretmek gayretinde bulunmadı. Berberîlerin sert tavırları onların bu bölgelerde medeniyet ve dinlerini yaymalarına engel oldu. Ancak bu konudaki en büyük etken diğer milletlerin Akdeniz kıyıları dışında iç kesimlere ulaşmak için çaba göstermemesiydi. Araplar ise Berberîlerle benzer özelliklere sahiptiler. Diğer milletler gibi sahilden değil, yaşam koşullarını iyi bildikleri çöle doğru hareket ettiler. Bu da her iki tarafın karşılaşmasına sebep oldu. Kuzey Afrika’da Arap dili Mısır’a oranla daha çabuk yayılmıştı. Çünkü Mısırlıların daha önce ileri seviyede kullandıkları Kıptî dili gibi diller bulunuyordu. Berberîler Araplardan önce hiçbir milletin gözetimi altına girmemişlerdi. Onlar Kuzey Afrika sahillerinde konuşulan Latince’yi hiçbir zaman öğrenme gereği hissetmemişlerdi. Bu nedenle Berberice dışında başka bir dil bilmiyorlardı. Ancak onlar ikinci dil olarak Arapça’ya ilgi gösterdiler. Bunun en önemli sebebi elbette ki İslâmlaşmaydı. Zira İslâmiyet’in detaylı olarak öğrenilmesi için Arapça’nın bilinmesi gerekiyordu. Küttâblarda ilk olarak Arap harfleri ve Arapça öğretiliyordu. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm ve hadis dersleri veriliyordu. Arapça’nın Berberîce’den daha köklü olması, Berberîce’nin de Arap diliyle aynı kökten Samî dilinden gelmesi, Berberîce’nin yazılı olarak kullanılmaması gibi sebepler bölgede Arapça’nın kabulünü hızlandırmıştı. Ancak onlar Berberîler arasında İslâmiyet’i kabul eden diğer milletlerden daha kolay biçimde Arapça öğrenimi yaygınlaşmıştı. Buna ilave olarak Araplar ve Berberîler arasında gerçekleşen evlilik de onların Arapça’yı hızlı bir biçimde öğrenmelerini sağlamıştı.428 Kayrevan’daki yönetim Arap dilini kullanıyordu. Aynı zamanda halk Berberî dilini de rahatlıkla kullanabiliyordu. Yerli halk Arapça’yı ilk defa ashâb döneminde tanıdı. Tâbiûn döneminde şehrin istenilen düzene kavuşmasıyla birlikte Berberîler arasında kabul gördü. Arapça Kayrevan’da ilk olarak Abdülmelik b. Mervân zamanında, Hassân b. Hicre: 4-5-6 Zilkâde 1414 h. 15-16-17 april 1994, 1. b., Merkezü’d-Dirasati’l-İslâmiyye bi’l-Kayrevan, Kayrevan, 1995, s. 99-105. 428 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 110-111, 140; Abdurrahman Osman Hicazi, etTerbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s.73-74; Hasan Ahmed Mahmûd, el-İslâm ve’s-Sekâfetü’lArabiyye fî İfrikıya, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire, 1986, s.147. 80 Nu’mân’ın valiliği döneminde resmî dil ilan edildi. Buradaki eğitim resmî olarak Arapça olarak devam etti. Kayrevan’da divan defterleri ilk defa Hassân b. Nu’mân dönemine Arapça olarak tutulmaya başlandı. Bazı kaynaklar şehirdeki Arap dili ile ilgili faaliyetlerin aslında Mûsâ b. Nusayr döneminde gerçekleştirildiğini ifade etmektedir.429 Bu tarihlerden sonra eğitim dili olarak Arapça Kayrevan’da sürekli olarak kullanılır hale geldi. Bu durum tabii olarak Kayrevan’da Arapça olarak tahsil edilen ilimlerin gelişimini sağladı. Emevîler döneminde bu ancak gelişim aşamasındaydı. Arap dili belağat açısından asıl gelişimi Ağlebîler döneminde yaşamıştı.430 5. Eğitim Öğretim Yapılan Mekanlar Kayrevan Emevîler döneminde Kuzey Afrika’da eğitim-öğretimin merkezi olmuştur. Öyle ki mescid, küttâb gibi mekanlarla sınırlandırılmaksızın şehrin her yerinde ilim öğretimi yapılmıştır. Belirlenen mekanlarda yapılan eğitimler resmî bir şekilde sürdürülürken; çarşı, pazar gibi yerlerde de ilim devam etmiştir. Endülüs ve Mağrib’den gelen ticaret erbabının doğuya olan yolculuklarında uğradıkları en önemli yer Kayrevan olmuştur. Burada süregelen ilimden çoğunlukla onlar da faydalanmışlardır. Aynı şekilde doğudan gelen ticaret kervanlarıyla muhaddis ve fakihler gelmişlerdir. Bunların da Kayrevan’daki ilmî çalışmalara katkıları büyüktür. Kaldı ki Kayrevan doğuyu batıya bağlayan bir köprü olarak kullanılmıştır. Onun bu özelliği medeniyetin ve ilmin gelişmesinde en önemli etken olmuştur. Kayrevan’ın Kuzey Afrika’nın başkenti olması şehrin ilmî hayatında büyük izler bırakmıştır. Zira her yeni atanan vali ulema ve udebâdan bir grupla şehre gelmiştir. Valiler değiştikçe buraya gelen ilim adamlarının sayısı da artmıştır. Merkezden uzak olmasına rağmen, bu sebeple Şam’daki bütün gelişmelerden etkilenmiştir. Şehrin merkezden uzaklığı ilmî çalışmaların daha rahat şekilde yapılmasını sağlamıştır.431 429 Muhammed el-Emîn, Muhammed Ali er-Rahmânî, el-Müfîd fî Tarîhi’l-Mağrib, Dâru’l-Kitab Dâru’lBeydâ, s. 46. 430Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 49,110, c. II, s. 506; Abdurrahman Osman Hicazi, etTerbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 201-204; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s. 37-38. 431 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 51-54. 81 a. Mescidler Mescidler veya camiler Müslümanların fethettikleri yerlerde veya kurdukları şehirlerde inşa ettikleri ilk yapılardır. Genellikle merkeze büyük bir caminin inşa edilmesiyle yönetimin, sosyal hayatın ve ilmî çalışmaların idaresi sağlanmıştır. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’yi bu amaçlarla kullanması İslâm dünyasına örnek teşkil etmektedir. Ukbe b. Nâfi’’nin şehrin sınırlarını belirledikten hemen sonra şehrin inşasını beklemeden cami inşaatına başlaması da işte bu sebepledir. Bu davranışından dolayı Ukbe’nin şehir için cami yaptırmadığını, bilakis cami için şehir inşa ettiğini söyleyenler bulunmaktadır. Kayrevan Ukbe Camii ilim ve İslâmlaşma konusunda Ukbe b. Nâfî’nin planladığından çok daha büyük bir konuma yükselmiştir. Şehrin imarı esnasında ashâb da yeni mescidler inşa etmiştir. Daha sonraları tâbiûn ve ilim adamlarının yaptırdığı mescidlerle Kayrevan ilim ve ibadet merkezi haline gelmiştir. Mescidler Kayrevan’da ve Tunus’ta medreseler kuruluncaya kadar ilmin merkezleri olmuşlardır. Kıraat ve hadis halkalarının oluşturulduğu yerler haline gelmişlerdir. Emevîler döneminde yetişkin insanlar için ilim öğretilen tek yer mescid ve camilerdir. Kıraat ve hadis rivayeti de buralarda gerçekleştirilmiştir. Ukbe b. Nâfî Camiine İfrikiyye, Mağrib, Endülüs ve Batı Sûdan’dan gelen kalabalık guruplar, İslâmî ilimleri tahsil ediyor ve ezberliyordu.432 İlmî sürekliliği sağlamak için inşa edilen mescidler arasında en dikkat çekenleri Ömer b. Abdülazîz’in gönderdiği heyetin inşa ettikleridir. Kayrevan’ın değişik mahallerinde ev inşa eden bu grup, mescid inşa etmeyi de ihmal etmemiştir. Bu grup dışında Ebû Abillah b. Rebâh b. Kasîr, Ziyad b. En‘um eş-Şa‘bânî, Üsmeyfa‘ b. Va‘le esSebeî gibi tâbiûn büyükleri de Kayrevan’da eğitimi devam ettirmek için mescid inşa etmişlerdir. Genellikle tâbiûn tarafından yaptırılan bu özel mescidlerde ilimlerin tedrisi ve hıfzı yapıldığı gibi, aynı zamanda ilmî terbiye de verilmiştir. 433 Kayrevan’da ilmî çalışmaları ile öne çıkan mescidler şunlardır: 432 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. II, s. 130-135; Necvâ Osman, Mesâcidü’l-Kayrevan, s. 65. 433 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 20-25; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 99-131; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 168-188; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 136, c. II, s. 517-527. 82 Ukbe b. Nâfî Cami: Ukbe b. Nâfî bu Camiyi sahabe ve tâbiûn ile birlikte 50/670- 671 yılında inşa etmiştir. İfrikiyye’deki ilk İslâm enstitüsü olarak da kabul edilir. Emevîler döneminde batıdaki ilmî çalışmaların merkezi olmuştur. İfrikiyye, Mağrib, Endülüs ve Batı Sûdan’dan gelen ilim taleberi ashab, tâbiûn ve alimler tarafından genellikle burada eğitilmiştir. Ukbe b. Nâfî zamanında küçük bir alana kurulan cami, daha sonraları ilmi hayatın gelişmesi ve Kayrevan’da nüfusun artmasıyla birlikte yetersiz gelmeye başlamıştır. Bundan dolayı Hassân b. Nu’man halife Abdülmelik b. Mervân’ın emriyle camiyi genişletmiştir. Kayrevan’daki eğitim bundan sonra daha da gelişerek devam etmiştir.434 Ensar Cami: Kayrevan’ın planlanmasından önce Rüveyfi‘ b. Sâbit el-Ensârî adlı sahabi tarafından 47/667-668 senesinde yaptırıldığı rivayet edilmektedir. Kayrevan’ın ilim merkezlerinden biri olmuştur.435 Zeytûne Mescidi: Tacirullah olarak isimlendirilen İsmail b. Ubeydullah el-Ensârî tarafından 91/709-710 senesinde yaptırılmıştır. Bu mescid günümüze kadar ulaşmıştır. Bir dönem Kayrevan’da valilik yapan Ubeydullah b. Habhâb’ın bu mescidi yaptırdığına dair bir rivayet de mevcuttur. Fakat İbn Habhâb burayı yaptıran değil yenileyen kişidir. Bu cami gün geçtikçe değerli hale gelmiştir. Hâlid b. İmrân et-Tücîbî gibi tâbiûn büyükleri burada ders yapmıştır. Mescid hadis medresesi olarak şöhret kazanmıştır.436 Ebû Meysere Mescidi: Tâbiûndan Ebû Meysere tarafından ilmî amaçla yaptırılmıştır. Günümüzde de Kayrevan’da bulunmaktadır.437 Haneş es-San‘ânî Mescidi: Haneş es-San‘ânî bu mescidi ibadet ve ilim meclislerin devam etmesi için inşa ettirmiştir.438 Uleyy b. Rebâh Mescidi: Bu mescid vasıtasıyla birçok ilim halkası kurulmuştur.439 434 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131; Abdurrahman Osman Hicâzî, et-Terbiyetü’lİslâmiyye fi’l-Kayrevan, s.149-151. 435 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 58; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131. 436 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 58-59; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131; Abdurrahman Osman Hicâzî, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 152. 437 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 58-59; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131. 438 Ebû’l-Arab, Kitâbu Tabakâti Ulemâi İfrikiyye, s. 18; Mâlikî, Riyâdu’n-Nüfûs, c. I, s. 121; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131, c. II, s. 517-527; Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s.61-62, 174 439 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 62; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 131. 83 Sebt Mescidi: Burada Salîhler, kurrâlar, hafızlar her cumartesi gününün ilk saatlerinden zevale kadar toplanır. Dimne mescidi olarak da bilinmektedir. İnsanlar buraya Muhammed el-Arabî’nin kabrini ziyaret etmek için de gelirler.440 Hamîs Mescidi: Sebt mescidinde toplanan kişiler burada da perşembe günleri ikindiden geceye kadar ibadetle meşgul olurlar. Bu mescid zühd sahibi Ebû İshâk İbrahim b. Medâ tarafından yaptırılmıştır.441 Abdullah Mescidi: İlmî çalışmalar için kullanılan bu mescidin adının nisbeti konusunda ihtilaf vardır. Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh veya Abdullah b. Zübeyr olabileceğine dair rivayetler mevcuttur.442 b. Küttâblar Küttâb, çocukların eğitim gördükleri yere verilen isimdir.443 Kayrevan’da Küttâblar çok basit yapıda olmuşlardır. Zeminine geniş bir hasır serilmiştir. Kız ve erkek çocukları, kendisine özel halısı veya rahlesi olan öğreticinin etrafında toparlanmışlardır. Onlar yalnızca Arapça ve Kur’ân-ı Kerîm öğrenmişlerdir. Burada Hadis, Fıkıh ve Arapça belâğat dersleri verilmezken, eğitim tümüyle Kur’ân-ı Kerîm’in öğretilmesine odaklanmıştır. İ‘rabu’l-Kur’ân,444 şekil, hece, tertîl445 ve tevkîf’in446 güzel yapılması, güzel yazım gibi detaylar bu eğitim merkezlerinin müfredatı olmuştur. Küttâblar İslâm dünyasında ilim tahsili açısından ikinci sırada gelmiştir. Öncelikle bu eğitim aşmasından geçerek Arapça ve Kur’ân’ı öğrenenler, camideki eğitime katılabilmişlerdir. Eğitim sıralaması olarak ilk aşamada gözükürken, eğitim seviyesi olarak ikinci sırada yer almıştır. Kayrevan’ın kurulduğu ilk dönemden itibaren küttâblar günlük hayatın içerisinde yer almışlardır. Sahabe ve tâbiûn hem Arap ailelerin çocukları hem de Müslümanlığı yeni kabul eden Berberî ailelerin çocukları için Küttâblar tesis etmişlerdir. 440 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 62; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 132. 441 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 63; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 132. 442 Debbâğ, Meâlimu’l-İman, c.I, s. 63. 443 Jacob M. Landou, “Küttâb”, c. XXVII, DİA, Ankara, 2003, s.3-4. 444 İ‘rabu’l-Kur’ân: Kur’ân’ı kelime kelime açıklayıp anlayarak, bilinmeyen kelimlerin manasını öğrenerek okumak. Abdülhamit Birışık, “İ‘râbu’l-Kur’ân”, c. XXII, DİA, İstanbul, 1988, s. 376-379. 445 Tertîl: Harfleri tecvîd(yani sıfat ve mahreclerine göre gereği gibi okumak) ve vakıfları(durulacak) yerleri bilmektir. Abdurrahman Çetin, Kur‘an Okuma Esasları, 4. b., Aksâ Yayınları, İstanbul, 2005, s. 59. 446 Tevkîf yani Vakf: Durmak, Durdurmak demektir. Kur’ân ilminde okumaya tekrar başlamak niyetiyle, nefes alacak zaman kadar, sesi kesmeye denir. Abdurrahman Çetin, Kur‘an Okuma Esasları, s. 182. 84 Küttâblar Kayrevan şehrinin gelişmesi ve büyümesiyle birlikte, hızla yayılmaya başladı. Kayrevan’ın bütün yollarında caddelerinde en az bir tane de olsa küttâb bulunurdu. “Aşere” heyeti ilmin her aşamasında olduğu gibi küttâb oluşturmakta da öncü oldu. Her biri yaptırdıkları mescidlerin yanına küttâb inşa etti. Yetişkinlerin eğitimine önem verildiği gibi çocukların eğitimi de önemsendi. Kayrevan’a gönderilen aşere heyetinin başkanlığını yapan İsmail b. Ubeydullah Ebu’l-Muhâcir daha önce Abdülmelik b. Mervân’ın çocuklarının eğitimini üstlendiği için oldukça tecrübeliydi. Eğitim konusunda tecrübeli kişilerin küttâb kurmaları bu açıdan önemliydi. Daha sonraki tâbiûn ve alimler de küttâb geleneğini devam ettirmişlerdi.447 c. Yöneticilerin, Alimlerin İlim Meclisleri ve Cihat Alanları Yöneticilerin ilim meclisleri Kayrevan valilerinin bulundukları meclislere alimleri davet etmeleriyle oluşturulmaktaydı. Bu meclislerde hadis, fıkıh gibi ilimler hakkında müzakereler yapılmaktaydı. 448 Alimler ise ilim tahsili için mescid ve küttâblar kurarken, evlerinin kapılarını açmaktan da çekinmemişlerdi. Ulemadan bazı kişiler evlerinde hadis, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin öğretimi için ilim halkaları oluşturmuştu.449 Ashâbın İfrikiyye fetihleri esnasında cihat alanlarında da İslâmî eğitimi devam ettirdiği gibi, fetihlerin tamamlanmasından sonra Hâricîlerin karışıklık çıkardığı dönemde tâbiûn ve ulemanın savaş meydanlarında emr-i bi’l-ma‘ruf nehy-i ‘ani’l-münker faaliyeti yaptığı görülmekteydi. Onların görevi orduya Hâricîler hakkındaki hakikati anlatmak, cihatla ilgili ayet ve hadisleri okumaktı.450 Bu gelenek Arapların savaş meydanlarında şiir okuyucularının askerleri heyecanlandırmak için şiirler okuması ritüeline dayanıyordu. Okunan şiirlerle ordu coşmakta, savaş meydanında düşmanını yenmek için hırsla savaşmaktaydı. Kuzey Afrika’da alimlerin dışında bu görevi üstlenen kabile Zenâte 447 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 116, 137-141; Abdurrahman Osman Hicazi, etTerbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 217-218. 448 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 162. 449 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 159. 450 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 166. 85 kabilesiydi. Onlarda safların arasına geçerek, hamâsî şiirler ve şarkılar okuyarak, askerleri ölümü bile göze almaya sevk ederlerdi.451 e. İlim Öğretimi için Rıhle Kuzey Afrika’da İslâmiyet ve İslâmî ilimler Kayrevan’dan diğer bölgelere yayılmıştır. Bu yayılmanın tek yöntemi Kayrevan’ın batısındaki ve güneyindeki yerlerdeki kişilerin Kayrevan’a gelerek eğitim görmesi değildir. Kayrevan valileri fethettikleri bazı yerlere bir grup alimi görevlendirerek de bölgenin İslamiyet’i öğrenmesini sağlamışlardır. Bu durum İslâm fetihlerinin asıl gayesini gösteren bir delildir. Ukbe b. Nâfi Mağribu’lAksâ ve Evsat’da birkaç mescid inşa ettirmiştir. Ordusundaki alimlerden bir kısmını da İslâmiyet’i öğretmeleri için burada bırakmıştır. Hassân b. Nu‘man da Ukbe b. Nâfi’yi örnek alarak tâbiûndan on üç fakihi çeşitli beldelerde Arapça’yı, hadisi ve İslâm’ın temel bilgilerini öğretmeleri için görevlendirmiştir. Ondan sonraki Kayrevan valisi Mûsâ b. Nusayr’ın da Arapların görevinin Berberîlere Kur’ân’ı ve İslâmiyet’i öğretmek olduğunu vurgulayarak, komutanı Târık b. Ziyâd’la birlikte yirmi yedi fakihi Tanca’da bırakmıştır. Bu fakihlerin görevi Mağrib’e İslâmiyet’i tebliğ etmek ve yeni Müslüman olanlara dini bilgileri öğretmek olmuştur.452 B. KAYREVAN’DA SOSYAL HAYAT 1. Kayrevan’da Yaşayan Etnik Unsurlar İfrikiyye’deki sosyal hayat hakkında Ağlebîler dönemine kadar küçük detaylar dışında bilgi bulmak oldukça güçtür. Bu dönemde Araplar, Berberîler ve bu iki ırktan meydana gelen Arab-ı Müsta‘cimeler Kayrevan’da birlikte yaşıyorlardı. Ayrıca bunlar haricinde azınlıklar da şehirde iskan edilmişlerdir. Şehrin aslî sakinleri olmaları bakımından sıralamanın Berberîler’den başlayarak devam etmesi uygun gözükmektedir. 451 İbn Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn, c. II, s. 697. 452 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 51-52; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’lİslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 202; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s. 32; Tâhir Ma‘mûdî, “Beasâtü’l-İlmiyye Beyne’l-Kayrevan ve’l-Meşrik Hılâli’l-Karni’l-Evvel”, Muhadarat Mülteka el-Kayrevan Merkezu İlmi Mesâlik beyne’l-Meşrik ve’l-Mağrib Hatta Nihayeti’l-Karni’lHamis li’l-Hicre: 4-5-6 zilkade 1414 h. 15-16-17 april 1994, 1. b., Merkezü’d-Dirasati’l-İslâmiyye bi’lKayrevan, Kayrevan, 1995, s. 260-262. 86 a. Berberîler Berberîler’in asılları ve ilk vatanları olan yer hususunda çok farklı görüşler bulunmaktadır. Ya‘kubî’nin verdiği bilgiye göre; Berberîler Fârûk b. Beysâr b. Hâm b. Nûh’un torunlarıdır. Onun kardeşleri Mısır toprağına hakim olunca, İfrikiyye’ye gelip buradaki kavimleri mağlub ederek çeşitli bölgelere yerleşmişlerdir. Başka bir rivayete göre ise, onlar Berber b. Aylân b. Nizâr’ın çocuklarıdır. Bunların asıl vatanları Filistin olan Cüzzam ve Lahm kabilelerinden geldikleri de söylenir. Filistin kralı tarafından Mısır’a sürgün edilmişlerdir. Mısır’da da istenilmeyen bu grup Nil’i geçerek daha batıda Kuzey Afrika’ya yerleşmişlerdir.453 Belâzürî ise farklı rivayetlerden yola çıkarak, Berberîler’in etnik kökenini ve tarihini şöyle açıklar: “Bekir b. Heysem, Abdullah b. Sâlih’e Berberîleri sordu. O da şöyle dedi: Onlar Berr b. Kays’ın çocukları olduklarını iddia ederler. Fakat Allah, Kays’a Berr diye bir çocuk vermemiştir. Ancak onlar, Dâvûd’un kendisiyle savaştığı zalimlerdendir. Ülkeleri bir zamanlar Filistindi. Onlar göçebe bir kavimdi. Mağrib’e geldiler ve orada nesilleri çoğaldı.” şeklindeki rivayete kitabında yer vermiştir. Futûhu’l-Buldân’ındaki ikinci rivayet ise şöyledir: “ İfrikis b. Kays b. Sayfî el-Himyerî, cahiliye döneminde İfrikiyye’yi ele geçirmişti. Bu sebeple buraya bu ad verildi. İfrikis, buranın meliki Curcir’i öldürdükten sonra Berberîler’e işaret ederek: “bunlar ne kadar çok Berbere (anlaşılmaz gürültülü sesler) çıkartıyorlar” dedi. Onun bu sözü sebebiyle Berberîlere bu isim verilmiştir.”454 İbn Haldûn, Belâzürî’nin ikinci rivayetinin Yemen meliklerinin ve Arapların rivayetine dayandığını ifade ederek bu bilgiyi tercih etmiştir. Ancak bu rivayetin zayıf ve uydurma olduğunu düşünmektedir. Zira Arap Yarımadası İfrikiyye’nin çok uzağında bulunur. Hem ulaşımı zordur, hem de Kuzey Afrika’daki meliklerle zorlu bir savaş yapmak gerekir. Ayrıca bunun Haricinde, birçok rivayet bulunmaktadır. 453 Ya‘kûbî, Tarîhu’l-Yakûbî, c. I, s. 189-190; İbn Hurdâzbih, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 91-92; İbnü’l-Fakih, Muhtasar Kitâbu’l-Buldan, s. 83. 454 Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 226-231. 87 “Rivayet edilir ki: Berberîler Câlut’un krallarını öldürmesiyle Mağrib’e geldiler. Lûbiye ve Merâkiye’ye kadar ulaştılar. Bu ikisi Mısır’ın köyleridir. Zenâte ve Muğayla kabilesi Mağrib’e ulaşarak buradaki dağlık bölgelere yerleştiler. Eski zamanlarda İntablus olarak bilinen Berka’ya ise Lüvate kabilesi yerleşti. Daha sonra da Sûs bölgesine dağıldılar. Hevvâre kabilesi, Libde şehrine yerleşti. Nefûse kabilesi de, Sabra şehrinde ikamet etmeye başladı. Hevvâreliler burada yaşayan Rumların yerleşim yerlerini ele geçirdiler.”455 Kuzey Afrika’nın yerli halkı olan Berberîler’in menşei ve bölgeye gelişleri hakkında görüldüğü gibi çeşitli rivayetler mevcuttur. Fakat bu rivayetleri uzlaştırmak mümkün görünmemektedir. Abdülkerim Feylâli bu konuyla ilgili açıklamasında, kesin bir ifadeyle Mağribliler’in aslını Fût b. Hâm b. Nûh’a, Berberîlerin ise Ken‘an b. Hâm b. Nûh'a dayandırmaktadır. Onların asılları konusunda belki de en net açıklama budur. Feylâlî’ye göre Mağribliler bu bölgenin hadâretini, Berberîler ise bedâvetini temsil eder.456 Kayrevanî soylarına dair bilgi vermeksizin Berberîleri iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım daha çok verimli topraklarda, ekilip biçilebilir dağ eteklerinde yaşayan, ziraat ve sanat hakkında bilgili hadarî Berânis Berberîleridir. Medeniyete dair bilgileri Akdeniz’deki Kartacalılara ve Latinlere dayanmaktadır. Diğer grup ise sahrada, çöllerde yaşayan, civardaki kabilelere saldırarak yaşamını devam ettiren gruptur.457 Berânis soyunun meşhur kabileleri; Ezdâce, Masmûde, Evrebe, ‘Acîse, Kütâme, Sınhâce, Evriğa, Lamta, Heskûre ve Cezûle’dir. Betr’in meşhur kabileleri; Edâse, Nefûse, Darîse ve Benû lû’l-Ekber’dir.458 Berberîler İslâm dini öncesinde tabii olaylara, kutsal kabul ettikleri bazı hayvanlara ve putlara tapıyorlardı. Sihre ve sihirle meydana gelen olaylara inanıyorlardı. Berberîler’in yerleşmiş kesimi bile ilk zamanlarda mağaralarda yaşıyorlardı. Sonrasında kulübe gibi basit yapılardan başlayarak, ev inşa etmeyi öğrenmişlerdi. Bu da ancak Fenikeliler’in bölgeye gelişlerinden itibaren olmuştur.459 Mağrib tarihçilerinden bazıları Arapların buraya gelmesinden önce Berberî isminin var olduğu, onların bu isimlendirmeyi buranın Romalılardan aldığını iddia etmektedir. Zaten Romalılar genellikle kendilerine mukavemet 455 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. I, s. 328; İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. IV, s. 16, 1003. 456 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. I, s. 329; Berberîler’in soy bilgileri hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Abdülkerim Feylâlî, et-Târîhu’s-Siyasi li’l-Mağribi’l-Arabî el-Kebir, c. I, Şeriketu Tas li’t-Tıbaa, Kahire, 2006, s. 163. 457 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 19. 458 Mahmûd Şît Hattâb, Kadetu Fethi’l-Mağribi’l-Arabî’’, c. I, 1. b., Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1984, s.16. 459 Muhammed el-Emîn, Muhammed Ali er-Rahmânî, el-Müfîd fi Târihi’l-Mağrib, s.15. 88 gösteren ve onlara itaat etmeyen toplulukları henüz Ortaçağda “Barbar” olarak isimlendiriyorlardı. Onlara göre başkenti Kartaca olan İfrika bölgesinin adını, burada yaşayan halk için kullanıyorlardı. Bu müellifler nazarında Berberî isimlendirmesi Arapların fetihten sonra öğrendikleri ve aslını bilmedikleri bir kelimedir.460 Berberîlerin Araplar gibi Sami ırkına mensup olduklarına dair bir görüş de mevcuttur. Kenanlılardan birçok kişinin Kuzey Afrika’ya gelmesi, Mağrib’in Arap ülkeleriyle komşu olması, Berberîlerin konuştuğu Ken‘ânî bir dilin mevcut olduğu ve ayrıca Berberî dil kurallarının Arapçaya benzemesi onlar için birer delildir. Berberîlerin Arapların vasıflarıyla aynı sıfatlara sahip olmaları da bu delillere eklenebilir.461 Berberîler Araplar ile ilk karşılaştıklarında büyük tepkiler gösterdiler. Berkâ istisna birçok Kuzey Afrika şehri fetihlerin ilk devresinde direniş göstermiştir. Araplar, bedevî bir yapının içerisinde yetişen Berberîler’in direnişleri ise bedâveti iyi bilmeleriyle kırabilmişlerdir. Sonunda Araplara boyun eğmek zorunda kalan Berberîler ise İslâmiyet’i kabul ettiklerini söyleyerek cizye ödemekten kurtuldular. Fakat Berberîler’in bu itaatleri Arapların yurtlarına dönmeleriyle son buluyordu. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Ebû Serh ve Muâviye b. Hudeyc döneminde ilişkiler bu şekilde devam etmiştir. Ukbe b. Nâfi’’nin valiliği döneminde ise Müslümanların Kayrevan’ı kurmasından sonra İslâmiyet Berberîler arasında kalıcı hale geldi. İslâm dinini kabul eden Berberîler Kayrevan şehrine yerleşmeye başladı. Lüvâte, Nefûse ve Nefvâze gibi Berberî kabileler Kayrevan şehrinin kuruluşunda yer aldı. Kayrevan’da Arap Berberî ırkı bu sebeple birlikte yaşadı. Yerli halkın İslâm’ı kabul etmesi, Arapça’yı ve dini ilimleri öğrenmelerine ve ilmî konuda Araplara yetişmelerine vesile oldu. Sahâbe ve tâbiûn döneminden sonra Kayrevan’da yapılan ilmî ve kültürel çalışmaların tamamı bu iki nesil tarafından yetiştirilen Berberîler tarafından devam ettirildi.462 460 Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s.10; Sa‘d Zağlûl, Târîhu’l-Mağribi’l-Arabî, c. I, s. 86. 461 Muhammed el-Emîn, Muhammed Ali er-Rahmânî, el-Müfîd fi Târihi’l-Mağrib, s. 17-18. 462 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 20; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 110- 111. 89 b. Rumlar Müslümanlardan önce Kuzey Afrika’nın yönetimini ellerinde tutan Bizanslı Rumlardır. Onlar Müslümanların Kayrevan şehrini kurmasından önce Berberîler’den sonra en fazla savaştığı topluluktu. Ayrıca Berberiler gibi itaate de yanaşmayan Rumlar, İslâm ordularına yenilgilerinin ardından Kuzey Afrika’dan uzaklaşmak zorunda kaldıkları için Sıkılliye ve Güney Avrupa şehirlerine sığındılar. İslâmiyet hakimiyetini kabul edenler ise İfrikiyye’de yaşamaya devam etti. Rumlar İslâm’ın Kuzey Afrika’da yayılmasından önce de zaten sahil kesimlerinde yaşayarak ve Berberîlerle hiçbir şekilde bağlantı kurmamışlardı. Onlar Hıristiyanlığı ve kültürlerini Berberîler’e öğretmek için çaba göstermediler. İslâmiyet’le Hıristiyanlık arasındaki en önemli fark budur.463 c. Araplar Kuzey Afrika’da İslâm Fütuhâtının başladığı ilk günlerden itibaren Araplar bu bölgeyi tanıdılar. Fakat onlar gazveler bittiğinde burada kalmayıp, memleketlerine geri dönüyorlardı. Kayrevan şehrinin kurulmasının ardından Araplar da burada yerleşik bir hayata başladılar. Şehir Arapların katkıları sayesinde kuruluş ve gelişme dönemini yaşadı. Kayrevan’ın ilk sakinleri de Araplar oldu. Şehrin yönetimi zaten onların elindeydi. Zamanla Araplar’ın Mudar, Rabîa ve Kahtân gibi kabile sakinleri buraya yerleşti. Öncelikle fetihleri tamamlamak gayesiyle gelen Araplar, daha sonraları kendi istekleriyle fetih haricinde buraya göç ettiler. Buraya gerçekleşen göçün ardından, merkezden Mağrib’e daha sonraları Endülüs’e dağılmalar yaşanmaya başladı. Berberî halka İslâmiyet’i öğretmek veya Mağribe yerleşmek gayesiyle yapılan bu göçler iki ırkın kaynaşması açısından önemli gelişmelere vesile oldu. İslâm’ın ve Arap dilinin bu bölgelere yayılması işte bu sebeple süratli bir şekilde devam etti.464 Arap ve Berberîlerin aynı bölgede yaşamaları sonucunda evlilik ve kültürlerarası geçişler de gerçekleşti. İki kültürün en önemli dönüşümü işte bu aşamasında yaşandı. Arapçanın ve Arap kültürünün Kuzey Afrika’da yayılmasına genellikle bu birliktelikler sebep oldu. Emevîler asrının sonuna kadar da bu evliliklerin sayısı artarak devam etti. 463 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 19; Burada İslâmiyet’in gelişinden önce yaşayan Rumlar ve Hıristiyanlar hakkında farklı yorumlar için bkz. T. W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi (İslâmın Yayılış Tarihi /trc. Hasan Gündüzler), 2. b., Akçağ Yayınları, Ankara, 1982, s. 133-135. 464 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 20; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 110. 90 Emevî devletinin yıkılmasının ardından bölgede yetişen ulemâ ve fukahâ nesli, Arap ve Berberî kanı taşıyan “müsta‘cime” neslinden meydana gelmişti. Behlül b. Râşid, Abdurrahman b. Habîb el-Fihrî, Esed b. Fırat, Habîb b. Sa‘d ve kardeşi Sehnûn gibi kişiler bunun en meşhur örneklerini teşkil eder.465 d. Yahudiler Kuzey Afrika’da İslâm fethinden önce Yahudiler de bu bölgede yaşıyordu. Yahudilik de Hristiyanlık gibi genellikle şehirlerde kabul gören dinlerdendi. Buna karşılık zikri geçen dinler Berberîler arasında kabul görmemişti. Bedevî hayat tarzını benimseyen yerli halk genel olarak putperest inanca sahipti. Kaynaklarda Yahudilerin Kayrevan’da azınlık bir grup halinde yaşadıkları, kendilerine ait bir mahalleri ve çarşılarının bulunması dışında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. İslâmiyet’in gelmesiyle birlikte Hıristiyan nüfusta belirgin bir şekilde azalma yaşansa da iki din mensupları da İslâmiyet’in gölgesinde yaşama imkanı buldular. Müslümanlara karşı yükümlülüklerini yerine getirdikleri müddetçe Kuzey Afrika’da yaşamaya devam ettiler.466 e. Diğer Gruplar Fetihler esnasında ele geçirilen Slavlar, Sûdanlılar ve Rum Acemleri de Kayrevan’da yaşayan azınlık grupları olarak sayılabilir. Bunun dışında başka yollarla da şehre gelerek yerleşmek mümkündür.467 Güney Afrikalıları da burada zikretmek gerekir. Onlar ziraat ve zanaatla uğraştıkları için Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyılarında yaşıyorlardı. Afrikalılar Rumların hizmetçisi olarak buradaydılar. Bu zamana kadar burada yaşayan bütün topluluklara itaatlerini belirttiler. Aynı şekilde İslâmiyet geldiğinde, Müslümanlara da itaat ettiler.468 465 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 20. 466 Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 111; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 170; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 120-121; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s. 28. 467 İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 49; Muhammed eş-Şevât, Medresetü’l-Hadis, c. I, s. 111. 468 Kayrevanî, Târîhu İfrikiyye ve’l-Mağrib, s. 19. 91 2. Kayrevan’da Meslek Grupları Kayrevan’da toplumsal yapı ırklara göre sınıflandırmanın yanında bir de statü olarak incelenebilir. Bu yapıda ise Arap aristokrasisinden başlayarak meslek gruplarına göre bir tasnif söz konusudur. Birinci seviyede Arap valiler, devlet büyükleri ve ordu komutanları yer alır. Bunlar şehrin aristokrasisini oluşturan Arap yöneticilerdir. Halka İslâmiyet’i ve Arapça’yı öğretenler de bunlardır. İkinci kısımda Kayrevan’ın ticaretini devam ettiren tüccarlar bulunur. Şehirde ticaretin gelişmesinden itibaren bu kişiler önemli konularda söz sahibi olmuşlardır. Bunlar Arap ve Berberî olabileceği gibi Sıkılliye, Mısır ve Endülüs’ten gelen tüccarlar da olabilir. Üçüncü tabakada alim ve muallimler grubu yer alır. Bu tabaka dinî hayatın devamını sağlayan en önemli güçtür. Bu halkanın başlangıcını Kayrevan’da ashâb oluşturduğu için şehrin en güvenilir tabakasıdır. Kayrevan alimleri yalnızca ilimle alakadar olmamışlar, siyasî, sosyal, iktisadî ve fikrî hayatta da etkinlik göstermişlerdir. Alim tabakasının en üst seviyesinde bulunan kadılar da genellikle bu işlerle meşgul olmuştur. Dördüncü tabakayı genel manada halk oluşturur. Kayrevan’da “ halk kavramı” ırk, dil ve din fark etmeksizin yaşayan herkesi kapsar. Bu grup da kendi içerisinde; paralı veya gönüllü askerler, muhtesibler, işçiler, çiftçiler, köleler ve eşkiyalar şeklinde altı bölüme ayrılır. Paralı veya gönüllü askerler denildiğinde ordu ve şehrin emniyetini sağlayan şurta teşkilatı akla gelir. Ordu şehir dışındaki fetihler ve isyanların bastırılması ile görevliydi. Şurta ise şehrin emniyetini sağlamakta kadının yardımcısı olarak görev yapardı. İkinci sıradaki muhtesibler her İslâm şehrinde olduğu gibi halkı “iyiliğe davet, kötülükten men etmek”le görevliydi. Kaynaklara göre Kayrevan muhtesibleri ihlaslı, güvenilir kişilerdi. Kayrevan’da İslâmiyet’i yaşamaya ve cihad’a davet etmekteydiler. Emevîlerin son döneminde bu kişiler özelikle Ömer b. Abdülazîz’in gönderdiği heyetin eğitiminde geçen kişilerden seçilirdi. Beşinci kısımdaki köleler ise hakim ve emirlerin evlerinde, ikta arazisinde çalışırlardı. Bunlar genellikle fetih esnasında Berberîler’den edinilen kölelerle Afrikalılardandı.469 469 Habîb Cenhânî, Dirasât, s. 146-148; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’lKayrevan, s. 129; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 170-172. 92 3. Giyim Kuşam Kayrevan şehri sakinleri genellikle Arapların kıyafetlerine benzer şekilde giyinmekteydiler. Batı ve doğudaki Müslümanların giyim tarzı yalnızca küçük detaylarla birbirinden ayrılırdı. Giyimdeki bu farklılık örf, adet ve geleneklerin çeşitliliğinden kaynaklanırdı. Giyim kuşam hakkında da Emevîler dönemine ait detaylı bilgi bulunmadığından, kaynaklar genel olarak tanıtmakla yetinmişlerdir. Genel olarak gelir düzeyi bağlamında kıyafetlere bakıldığında; zenginlerin ipekten, yünden veya deriden mamul ürünler kullandığı, genel haklın ise izar, gömlek, uzun bir gömlek ve sade bir ayakkabı kullandığı bilinmektedir. Kayrevan’da yaşayan halkın giyimi genelde erkek ve kadın olarak ayrıldığında farklı detaylar görülmekteydi. Erkekler; pantolon, gömlek, yün cübbe, renkli bir izar giyer, kafasına da imame koyardı. Kışın ayakkabı, yazın nalin(terlik, açık ayakkabı) giyerlerdi. Zengin ve alim ricâl ise; kürk ve dokuma veya örgü palto kullanırlardı. Bu kişilerin kendilerine özgü yünden veya pamuktan imal bir şapka veya sarıkları da mevcuttu. Kadınlar ise; kendilerine uygun cilbab, süslü gömlekler, boyunda kısa bir ridâ470, dışarıya çıktığında bedeninin tamamını kapatacak uzun bir kıyafet, soğuk havalarda da kalın kıyafetler tercih ederlerdi. Ayaklarına kadın narinliğine yakışır ayakkabılar giyerlerdi. Seneler geçip, mekanlar değiştikçe kadın elbiselerinin çeşitleri, renkleri ve nakışları da farklılaşmıştı.471 4. Yemek Kültürü Araplar ilk olarak Kuzey Afrika’ya geldiklerinde örf, adet ve gelenekleri devam ettirdiler. Gündelik hayatın her alanında olduğu gibi yemek kültürleri belirli bir süre değişmedi. “Serîd, ‘asîd, besîs” gibi yemeklerini yemeye devam ettiler. Sonra da Berberîlerden “kuskus” yemeğini öğrendiler. “Kuskus” Berberîlerin temel yemeklerinden biriydi. Şehirde Arap, Berberî ve diğer milletlerden oluşan etnik çeşitlilik yemek kültürünün de çeşitlenerek gelişmesine sebep oldu. Farklı kültürler birbirleriyle tecrübelerini paylaşarak, burada bir medeniyet oluşturdular. Öne çıkan yemekler arasında; 470 Ridâ: erkekler için üstü tamamen örten bir kıyafetken, bayanlar için şal olarak kullanılır. Zübeydî, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, c. XXXVIII, s. 145. 471 Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, 131; Muhammed Zeytûn, elKayrevan ve Devruhâ, s. 174-175. 93 Kevkebiyye “الكوكبية “et suyunun içerisine pazı benzeri bir bitki, et ve nohut koyularak hazırlanan bir yemek, Fustukiyye ve Nesâbûriyye “ الفستقية و النسابورية “börülce ve etle yapılan bu iki yemek, ete istenildiği kadar baharat katılarak buharda pişirilen Kenâfe “ الكنافة “yemeği sayılabilir. O dönemde bu yemekler dışında başka pekçok yemek çeşidinin olması muhtemeldir. Fakat bilgisi bu döneme kadar ulaşan yemekler bunlardan ibarettir.472 C. KAYREVAN’DA İKTİSADÎ HAYAT İslâm tarihine genel olarak bakıldığında Hz. Ömer döneminde yoğun fetih hareketleri yaşanırken, Hz. Osman döneminde de bu fetihler artarak devam etmiştir. Hz. Osman zamanında ganimetlerin Medine’ye ulaşmaya başlamasından itibaren hilafetin seçtiği merkez ticaretin de merkezi haline geldi. Emevîler dönemi fetih hareketini hızlı bir şekilde başladığı ve kısa sürede doğal fetih sınırlarına ulaşılan bir devirdi. Fetihlerin devam etmesi, başarılı olması ise merkeze ulaşan ganimetlerin miktarını arttırmaktaydı. İslâm’ın kuruluşundan Emevîlerin sonuna kadar Müslüman nüfusun refah seviyesi gözle görülür nitelikte artış gösterdi. Kuzey Afrika ve Kayrevan’da aktif olarak fetihleri devam ettiren bölgelerdi. Merkez Şam’a buradan hediye ve ganimetler gönderiliyordu. Ancak bu sevkiyat Endülüs fethedilinceye kadar düzenli bir halde değildi. Endülüs’ün fethiyle birlikte Şam’a yüklü miktarlarda ganimet ve esirler ulaşmaya başladı. Bu tarihlerden itibaren fetihlerin hemen ardından elde edilen ganimetler halifeler için mühim bir hale gelmişti. Bu hususta Kayrevan valileri birbirleriyle yarışır hale geldiler. Kuzey Afrika ve Endülüs’te elde edilen esirlerde merkez Şam’ın beğenisini kazanmıştı. O kadar ki bu sebeple Berberî kabilelerinden cariye toplanır hale geldi.473 Kayrevan şehri merkeze olan bu sorumlulukları dışında da ancak Hassân b. Nu’mân’ın valiliği zamanında istikrara kavuşmuştur. Hassân b. Nu’mân dönemi kuruluş aşamasından itibaren Kuzey Afrika’nın gelişimini sağlayacak önemli bir zaman dilimidir. Bu dönemde şehrin kendi içerisindeki yeterliliğini sağlayabilmek için gereken bütün adımlar atılmıştır. Zaten kaynaklar genellikle Hassân b. Nu’mân döneminden öncesinde şehri Dâru’l-Harb olarak adlandırırken, bu dönemden sonra Dâru’l-İslâm içine dahil edilmiştir. Bunun sebebi ise Hassân b. Nu’mân’ın burayı düşmanlardan tamamen 472 Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 176-177. 473 Habîb Cenhânî, Dirasât, s.12-14, 24, 25. 94 temizleyerek ve yeterli değişiklikleri yaparak bir İslâm beldesi haline getirmesidir. Binâen aleyh Kayrevan’da iktisat hakkında verilen bilgilerin hepsi bu dönemden sonraki tarihleri kastetmektedir. Hassân b. Nu’mân’ın halife Abdülmelik b. Mervân zamanında valilik yapması da bu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Hassân b. Nu’mân, Kayrevan’da divan defterlerini yazdıran ilk vali kabul edilir. Halife Abdülmelik b. Mervân’ın tüm İslâm coğrafyasına verdiği emir üzerine de bu divanları Arapça olarak yazdırmıştır. Halife burada bir daphane tesis ederek, daha önce üzerinde haç resmi bulunan Kartaca dinarlarını kullanan halk için üzerinde kendi adı bulunan Arapça yazılı para bastırmıştır. Aynı şekilde İfrikiyye’de haraç memuru tayin eden ilk kişi de odur. Haraç memurlarını yerli halktan seçmeye özen göstermiştir. İşlemlerin düzenli olarak ilerleyebilmesi için Divânu’l-Harac’ı kurmuştur. Tunus’ta Müslümanların denizcilikte uzmanlaşmalarını sağlamak amacıyla Mısırlı Kıptî ustaların yardımıyla bir tersane de kurdurmuştur.474 Daha sonra gelen bazı valiler onun gerçekleştirdiği faaliyetleri devam ettirmeye çalışmışlardır. 1. Ticaret Kayrevan İslâmî dönemde Kuzey Afrika’nın ilk ticarî başkenti oldu. Burada üretilen eşyalar dışarıya gönderilirken, ihtiyaçlar farklı şehirlerden buraya getirtiliyordu. Dolayısıyla Kayrevan hem doğunun hem batının ticarî durağı olmuştu. Doğudan gelen tüccarlar Mağrib ve Endülüs’e geçerken mutlaka buraya uğrarlardı. Aynı şekilde Mağrib veya Endülüs’ten Hicaz’a hac yapmak için gidecek yolcular da buraya uğrarlardı. Bununla birlikte insanlar yolculuklarında ilim veya ticaret için buraya gelirlerdi. Kayrevan her ne kadar Emevîler döneminde belli bir ticarî gelişme süreci yaşasa da, ancak Ağlebîler döneminde ticari başkent haline gelmişti. Öyle ki şehir bu dönemde Mağrib’in en büyük ve görkemli merkezi haline geldi. Burada ev ve çarşıların en güzeli bulunurdu.475 Şehir içerisinde ticaretin yapıldığı mekan “Sımât” olarak isimlendirilen çarşı ve pazarların bulunduğu yerdi. Ukbe b. Nâfi’’nin şehri kurarken belirlediği bu çarşı Kayrevan Cami’inden Rabî kapısı’na kadar, diğer tarafı da caminin yanından Tunus Kapısı’na kadar 474 Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 117-118; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 153-154. 475 Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 120; Muhammed Zeytûn, elKayrevan ve Devruhâ, s. 163; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s. 16. 95 uzanıyordu. Çarşısı ise ticari faaliyetlere göre çeşitli bölümlere ayrılıyordu. Sayârife(kuyumcular), Cevherîn, Gazel, Serâcîn, Bezâzîn, Rehâdere(yabancı tüccarlar için tahsis edilen çarşı), Sûk’ul-Yehûd ve bunun gibi birçok bölümden oluşuyordu. Kayrevan’daki bu ticari hareketlilik İfrikiyye’deki diğer bölgelere de yayılıyordu. Şehrin tüccarları Sûdan gibi yakın beldelere ticaret malı taşıyorlardı. Ticaret Kayrevan’ın gelişiminde büyük bir rol oynamıştır.476 Kayrevan valisi Hassân b. Nu’mân’ın Tunus’ta bir tersane inşa ettirmesi de deniz ticaretinin gelişimi için bir başlangıçtı. Abdülmelik b. Mervân’dan izin talep eden vali bin kişilik Mısır’lı Kıptî usta ekibiyle tersanenin yapımını tamamladı. Öncelikle Müslümanların denizle olan bağlantısını geliştirmeyi hedefleyen bu faaliyet, Akdeniz adalarının fethiyle birlikte deniz ticaretinin gelişimine imkan sağladı. Tunus tersanesi Endülüs ve İtalya’nın güneyi ile ticari bağlantı noktası haline geldi. Mısır’dan gelen Kıptî ailelerin tersanenin tamamlanmasından sonra Tunus’a yerleştirilmesi buranın gelişimine büyük katkı sağladı.477 2. Tarım ve Hayvancılık Kuzey Afrika’da geçim genellikle tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Berberîlerin şehirleşme kültüründen uzakta olmaları bunda etkili olmuştur. Müslümanların bölgeye gelmesi ve Kayrevan şehrini kurmaları ile şehirleşmeye geçen Berberîler, henüz bu duruma tam olarak alışamamışlardır. Zeytin yetiştiriciliği bölgedeki halk için bir gelir kaynağı olmuştur. Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’e, Kuzey Afrika fetihleri esnasında burada kalmaması şartı ile verilen tazminat içerisinde gümüş varaklar mevcuttur. Müslümanlar, yerli halka bu gümüş varakları nereden geldiğini sorduklarında; Rumların kendilerinden zeytin aldıklarını, bunun karşılığında da bu gümüş varakları bıraktıklarını söylemişlerdir. Bölgede zeytin yetiştiriciliğinin olduğu buradan anlaşılmaktadır. Zeytinyağlarının muhafaza edildiği havuzların varlığı da bunun göstergesidir.478 476 Bekrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, c. II, s. 67; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’lİslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 120-121; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 93-94. 477 Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 117-118, 120; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 153-154, 163. 478 Mukaddesî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsim, s. 224-226; Habîb Cenhânî, el-Kayrevan Abre İzdihâri’lHadâreti’l-İslâmiyye fi’l-Mağrib, 170. 96 Bölgede ipek üretiminin yapılması dut ağaçlarının çokluğunu göstermektedir. Kayrevan etrafında bunun dışında hurma üretimi de yaygındır. Ancak farklı meyve ve sebzeler çoğunlukla Kayrevan dışından ithal edilmekteydi.479 Hayvancılık denildiğinde ise koyun ve sığır yetiştiriciliği akla geliyordu.480Burada yetişen hayvanların etlerinin lezzetli olduğu da ifade edilmekteydi.481 3. Zanaat/El Sanatları Emevîler dönemi Kayrevan’da idari, ilmî ve iktisadî düzenin sağlanması için yapılan faaliyetlerin başlangıç dönemiydi. Şehrin gelişimi için yeni adımlar atılırken, büyük gelişmelerin yaşanması ancak bu devrin sonuna doğru gerçekleşebilmişti. Sanayi de Emevîler döneminde kurulan, bundan sonraki idarecilerin büyük faydalar sağladığı bir alandı. Kayrevan’da İslâmî yönetimin ilk günlerinde dokuma, dericilik, ipek üretimi, çömlekçilik gibi zanaat dalları yaygınlaşmaya başlamıştı. Bunun haricinde çeşitli zanaat dalları da sürdürülüyordu. Kayrevan’da daha çok demirin işlenmesiyle yapılan maden işlemeciliği de meşhurdu. Tunus tersanesi fetihler ve ticaret için kullanılmasının yanında denizcilik araç gereçlerinin üretildiği bir merkez konumundaydı. Kayrevan yönetimi buradan da şehre gelir sağlıyordu. Bilhassa Tunus’a yerleşen Kıptî gemiciler, tersanede çalışmalarını devam ettiriyorlardı. Kayrevan’da ilaç sanayii denildiğinde ilaç imali akla gelmekteydi. Şehirde bir zanaat dalı olarak ifade edilen tıp, çeşitli bitki türlerini ve ilaçları satışa sunuyordu. Kayrevan şehrinde söz konusu dönemde sürdürülen sanayi dalları bu şekildeydi.482 479 İbn Haldûn, Kitâbu’l-İber, c. II, s. 837; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’lKayrevan, s. 122-123; Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 155. 480 Muhammed Zeytûn, el-Kayrevan ve Devruhâ, s. 157. 481 Mukaddesî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsim, s. 224-226. 482 İstahrî, Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik, s. 49; Abdurrahman Osman Hicazi, et-Terbiyetü’l-İslâmiyye fi’l-Kayrevan, s. 122-124; Ebû’l-Kâsım Muhammed Kerrû, ‘Asru’l-Kayrevan, s. 27. 97 SONUÇ Hz. Peygamber döneminden itibaren Hicaz bölgesi ve dışında gerçekleşen fetih hareketleri Râşid halifeler döneminde de devam etmiştir. Mısır’dan Kuzey Afrika’ya doğru fetih geçişleri ise ilk olarak Hz. Ömer’in hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Bu geçiş bir süre sonra halife tarafından Berka’da durdurularak İslâm ordusunun daha fazla ilerlemesine müsaade edilmemiştir. Daha sonra Hz. Osman’ın hilafeti döneminde İfrikiyye toprakları Müslümanlara açılarak ilk fetih hareketleri bölgenin İslâm’ı tanımasına vesile olmuştur. Daha sonra Emevîler dönemine kadar bölgede herhangi bir ilerleme yaşanmamıştır. Emevîler döneminde, Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Ukbe’yi önce komutan sonra vali tayin etmesiyle birlikte Kuzey Afrika artık bir İslâm toprağı haline gelmiştir. Ukbe b. Nâfi’ burada İslâmiyet’in kalıcılığını sağlayabilmek için Kayrevan şehrini kurmuştur. Kayrevan, arka planında yaklaşık otuz üç sene süren bir fetih hareketinin yaşandığı bir dönemin sonucunda kurulmuştur. İslâm ordusunun sığınacağı bir ordugâh olarak planlanan bu şehir gün geçtikçe daha işlevsel hale gelerek büyümeye, gelişmeye devam etmiştir. Buna ilaveten Kayrevan şehri her merkezin yaşadığı gibi hakim olan devletin yaşadığı olumlu ve olumsuz gelişmelerden etkilenmiştir. Başkenten uzak olmasına rağmen Kayrevan’ın tarihini Emevî devleti ve Şam’ın geçirdiği tarihi aşamalarla paralel düşünmek gerekir. Tezimizde Kayrevan şehrinin gelişimi hem siyasî hem de ilmî-sosyo kültürel olarak incelenmiştir. Kayrevan’ın gelişimini dönemlere ayırarak incelemek konunun anahatlarıyla anlaşılmasına fayda sağlamıştır. Buna ek olarak Emevîler döneminde Kayrevan’ının gelişimini; kuruluşuna kadar geçirdiği dönem, kurulduktan sonraki ilk gelişim safhası, ikinci gelişim safhası ve Emevî hakimiyetinin son döneminde gerileme evresi olarak incelemek de mümkündür. Kuruluş aşamasına kadarki dönem, Kayrevan’ın gelişim safhalarının ilk dönemini yansıtır. Kayrevan kuruluncaya kadar Kuzey Afrikanın fethiyle oluşturulan İslâmiyet hakkındaki genel kanaat, şehre manevi bir zemin hazırlamıştır. Bundan sonraki aşamada İslâmiyet’in kalıcılığının sağlanması için Kayrevan’ın kurulmasına karar verilmiştir. 98 Dolayısıyla ilk temel şehrin imarından önce atılmıştır. Yerel halk İslâmiyet’e kendini Kayrevan kurulmadan önce açmıştır. İkinci aşama Ukbe b. Nâfi’’nin şehri imar etmesinden Hassân b. Nu’man’ın valiliğine kadar olan dönemdir. Ukbe b. Nâfi’’nin ilk valiliği döneminde şehir hem ilmî hem de mimarî olarak gelişmeye başlamıştır. Şehrin ana unsurları cami ve Dâru’l-imâra yapılarak, şehir planlaması kabilelerin yerleştirilmesi şeklinde gerçekleştirilmiştir. İlk ilmî faaliyetler ise ashâb tarafından Ukbe Cami’inde başlatılmıştır. Daha sonra Ebû Muhâcir ed-Dînâr’ın Ukbe’den görevi devralması şehri başka bir yere taşımak istemesi, Ukbe b. Nâfi’’nin ikinci valiliğinde daha çok fetihlere önem vermesi, Küseyle’nin şehri ele geçirmesi, Züheyr b. Kays el-Belevî’nin valiliği döneminde şehri yeniden toparlamaya çalışması şehrin bu dönemdeki kısa serüvenidir. Kuruluş aşamasında düzeni sağlamaya çalışmak bütün şehirlerin kaçınılmaz kaderidir. Üçüncü aşama Emevîler dönemi Kayrevan’ında zirvenin yaşandığı bir dönemdir. Hassân b. Nu’man’ın valiliği ile başlayan bu dönem Yezîd b. Ebû Müslim’in valiliğine kadar olan kısmı temsil eder. Emevîler devletine bakıldığında aslında bu dönem Kayrevan’da olduğu gibi İslâm devletinde de hareketliliğin yaşandığı Mervâniler dönemi olarak bilinir. Kayrevan bu dönemde hem büyük fetih hareketlerine hem de önemli gelişmelere şahit olmuştur. Hassân b. Nu’man’ın Kayrevan haricinde yeni bir şehir olarak Tunus’u inşa ettirmesi, kıyı şeridinde emniyeti sağlaması, divanların toparlanması ve Arapça öğretiminin hız kazanması bu dönemin öne çıkan faaliyetlerindendir. Ayrıca Mağrib’in büyük bir kısmının fethedilmesi de bu döneme rastlar. Ondan sonra gelen Mûsâ b. Nusayr ise Kuzey Afrika ve Mağrib fetihlerini tamamlayarak, Endülüs’ü İslâm’a açmıştır. Bu iki valinin hemen ardından gelen İsmail b. Ubeydullah ise İslâm’a açılan bu beldelerde İslâmiyet’in hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Ömer b. Abdülazîz dönemine rastlayan bu dönemde kendisiyle birlikte gelen dokuz kişilik bir heyet burada ilmî çalışmaların zirvesini yaşatmışlardır. Kuzey Afrika’nın tamamı onların bu faaliyetleri neticesinde Müslüman olmuştur. İsmail b. Ubeydullah ile birlikte on kişilik bu heyet şehrin değişik mahallelerinde yaptırdıkları cami ve küttâblarla şehrin hem ilmî hem de mimarî gelişimini sağlamışlardır. Ukbe b. Nâfi’ döneminden sonra artan şehir nüfusu, bu dönemde daha da büyük bir artış göstermiştir. İslâmiyet’i tam olarak öğrenmek isteyen Kuzey Afrika halkı Kayrevan’a yerleşmeye başlamışlardır. 99 Kayrevan’ın Emevîler hakimiyeti altında yaşadığı son dönem Yezîd b. Ebû Müslim’in valiliğinden Ukbe b. Nâfi’’nin torunu olan Abdurrahman b. Habîb’in Kayrevan’ı işgalini de içine alan kısmı kapsar. Bu dönem valilerin halk üzerinde tam hakimiyet kurmak istemeleri ve zulmetmeleri sebebiyle Emevîler hakimiyetinin zayıflamaya başladığı dönemdir. Haccâc’ın sahibu’ş-şurtası Yezîd b. Ebû Müslim’in başlattığı bu zulüm halkın Hâricîliği kolayca benimsemelerine sebep olmuştur. Hâricîlik hareketi; Berberîler’in tabiatları itibariyle bu mezhebe meyl etmeleri, şarkta itaat altına alınmaya çalışılan Hâricîlerin bu topraklara ilgi göstermesiyle bu bölgede zirveye yükselmiştir. Selefîlikle Hâricîlik arasında ciddi gerilimler meydana gelmeye başlamıştır. Daha sonra gelen valilerin Arap olmayanları küçümseyen tavırlarla halka yaklaşmaları bu ayrımları daha da alevlendirmiştir. Abdurrahman b. Habîb’in Kayrevan’ı rahatlıkla Emevî valilerinin elinden alması bu sebepledir. Son dönemde Kayrevan’da mimarî gelişmeler durduğu gibi ilmî faaliyetler de ancak ilmin kaybolma kaygısını taşıyan kişiler arasında kalmıştır. Bu dönemden sonra eğitim-öğretim, ilim adamlarının yetişmemesi sebebiyle oldukça zorlaşmıştır. Emevîler döneminden sonra Kayrevan Kuzey Afrika’nın merkezi olma vasfını Ağlebîler döneminde gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak Kayrevan İslâm medeniyet tarihi içerisinde adı çokça zikredilmeyen ancak önemli olayların yaşandığı bir yer olarak yer almaktadır. Araştırmacıların oldukça az rağbet gösterdiği Kuzey Afrika artık çalışmaların yoğunlaştığı bir bölge olmalıdır. Çalışmamızın bu bağlamda rağbetin az olduğu şehir tarihi ve Kuzey Afrika çalışmalarına katkı sağlamasını umut ediyoruz
XXX
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI ORTAÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI XII. ve XIII. YÜZYILDA TÜRK – GÜRCÜ MÜNASEBETLERİ (TÜRKİYE SELÇUKLULARI VE DOĞU ANADOLU TÜRKBEYLİKLERİ DÖNEMİNDE) Hazırlayan VAHİT ÖZDEMİR YÜKSEK LİSANS TEZİ Danışman PROF. DR. MUSTAFA DEMİRCİ Konya – 2011 i İÇİNDEKİLER Sayfa No İÇİNDEKİLER ......................................................................................................................i BİLİMSEL ETİK SAYFASI ................................................................................................iv TEZ KABUL FORMU .......................................................................................................... v ÖNSÖZ.................................................................................................................................vi ÖZET ..................................................................................................................................viii SUMMARY..........................................................................................................................ix KISALTMALAR................................................................................................................... x GİRİŞ .................................................................................................................................... 1 A) Konunun Amacı ve Önemi............................................................................................ 1 B) Kaynaklar ve Araştırmalar Üzerine Değerlendirme ...................................................... 2 C) XII. Yüzyıla Kadar Gürcistan’ın Genel Durumu .......................................................... 6 1) Gürcistan’ın Coğrafi Yapısı .................................................................................... 6 2) Gürcistan’ın Etnik Yapısı ........................................................................................ 8 3) Gürcistan’ın Ekonomik Yapısı................................................................................. 9 4) Selçukluların Gelişine Kadar Gürcistan’ın Kısa Tarihi ......................................... 11 BİRİNCİ BÖLÜM – XII. YÜZYILA KADAR TÜRK – GÜRCÜ MÜNASEBETLERİ VE BÜYÜK SELÇUKLULARIN KAFKASYA POLİTİKASI...................................................................................................................... 14 A) İlk Türk Devlet ve Kavimleri Dönemi ........................................................................ 14 B) Büyük Selçuklular ve Kafkasya Politikası................................................................... 15 1) Tuğrul Bey Zamanında Gürcistan Faaliyetleri ....................................................... 15 2) Sultan Alparslan ve Kafkasya Seferleri.................................................................. 19 3) Sultan Melikşah’ın Gürcistan Faaliyetleri.............................................................. 23 4) Selçuklu Fetret Devri Gürcü Münasebetleri........................................................... 25 İKİNCİ BÖLÜM – XII. YÜZYILDA ANADOLU’DA KURULAN İLK TÜRK BEYLİKLERİ İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ MÜNASEBETLER....................... 27 A) Danişmendli - Gürcü Münasebetleri............................................................................ 27 B) Mengücekli – Gürcü Münasebetleri. ........................................................................... 29 C) Saltuklu - Gürcü Münasebetleri................................................................................... 31 ii 1) Emir Ali Dönemi .................................................................................................... 31 2) Ziyaeddin Gazi Dönemi ......................................................................................... 33 3) II. İzzeddin Saltuk Dönemi..................................................................................... 33 4) Nasireddin Muhammed Dönemi ............................................................................ 36 D) Artuklu - Gürcü Münasebetleri.................................................................................... 38 1) Didgorni Savaşı ...................................................................................................... 40 2) Kral David’in Müslümanlara Sağladığı Haklar...................................................... 41 E) Ahlatşah – Gürcü Münasebetleri.................................................................................. 42 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM – TÜRKİYE SELÇUKLULARI İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ SİYASİ – ASKERİ MÜNASEBETLER ............................................... 48 A) II. Kılıç Arslan Dönemi Gürcülerle Münasebetler ...................................................... 48 B) II. Rükneddin Süleymanşah ve Gürcistan Seferi......................................................... 50 1) II. Rükneddin Süleymanşah ile Kraliçe Thamara Arasındaki Mektuplaşmalar..... 55 2) Selçuklu – Gürcü Ordularının Karşılaşması........................................................... 56 C) I. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Gürcüler ile Mücadeleler .................................... 59 D) I. Alâeddin Keykubad ve Gürcülerin İtaat Altına Alınması........................................ 61 1) Moğol İstilası ve Alınan Tedbirler ......................................................................... 61 2) Gürcü Vassalı Trabzon Rumları İle Mücadeleler................................................... 62 3) Sultan Alâeddin Keykubad’ın Gürcistan Seferi ..................................................... 62 4) Selçuklu – Gürcü Barışı.......................................................................................... 64 5) Ahlat’ın Alınması ................................................................................................... 66 E) II. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Gürcüler ile Münasebetler.................................. 66 1) II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun ile Evliliği........................................... 67 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM – XII. - XIII. YÜZYILDA TÜRKLER İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ SOSYO-EKONOMİK, KÜLTÜREL VE DİNİ MÜNASEBETLER............................................................................................................ 70 A) Sosyo-Ekonomik Münasebetler................................................................................... 70 1) Anadolu ile Gürcistan Arasındaki Ticari Faaliyetler.............................................. 71 2) Gürcistan’da Selçuklulardan Alınan Görev ve Unvanlara Örnekler...................... 72 3) XII. ve XIII. Yüzyılda Anadolu’da Türk-Gürcü Birlikteliği.................................. 73 4) Türk-Gürcü Sanatındaki Etkileşim......................................................................... 74 B) Türkler ile Gürcüler Arasındaki Akrabalık İlişkileri ................................................... 75 iii 1) Kraliçe Thamara ile Muzafferiddin Arasında Gerçekleşen Evlilik........................ 76 2) Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Gıyaseddin Mesud Arasında Gerçekleşen Evlilik................................................................................................................................... 77 3) II. Gıyaseddin Keyhüsrev ile Gürcü Hatun Arasında Gerçekleşen Evlilik ............ 78 C) Tiflis ve Çevresinden Anadolu’ya Gelen Önemli Şahsiyetler..................................... 79 1) Ebu’l-Fazıl Hubeyş (Hüseyin) b. İbrahim b. Muhammed et-Tiflisî....................... 80 2) Kadı Burhaneddin Ebu Nasr b. Mesud Anevî........................................................ 83 3) Şeyh Şemsüddin Ömer b. Ahmed et-Tiflisî ........................................................... 85 4) Muhammed b. Ebu Bekr-i Tiflisî ........................................................................... 85 5) Gürcü oğlu Zahirüddevle (Abaza Dardan Charwahidze)....................................... 86 6) Gürcü Hatun (Prenses Thamara) ............................................................................ 88 D) Hıristiyan Gürcülerin Müslümanlara Karşı Tutumları ve Millet Olarak Müslümanlaşmama Sebepleri.............................................................................................. 92 SONUÇ ............................................................................................................................... 98 KAYNAKÇA..................................................................................................................... 101 A) Temel Kaynaklar........................................................................................................ 101 B) Araştırmalar................................................................................................................ 103 EKLER............................................................................................................................... 110 iv T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü BİLİMSEL ETİK SAYFASI Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm. Vahit ÖZDEMİR v YÜKSEK LİSANS TEZ KABUL FORMU T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü Öğrencinin Adı Soyadı Vahit ÖZDEMİR Numarası 044202021001 Ana Bilim / Bilim Dalı TARİH/ORTAÇAĞ TARİHİ Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez Danışmanı Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ Tezin Adı XII. ve XIII. Yüzyılda Türk-Gürcü Münasebetleri (Türkiye Selçukluları ve Doğu Anadolu Türk Beylikleri Döneminde) Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan XII. ve XIII. Yüzyılda Türk-Gürcü Münasebetleri (Türkiye Selçukluları ve Doğu Anadolu Türk Beylikleri Döneminde) başlıklı bu çalışma 13.09.2011 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Unvanı, Adı Soyadı Danışman ve Üyeler İmza Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ Danışman Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali HACIGÖKMEN Üye Yrd. Doç. Dr. Sefer SOLMAZ Üye vi ÖNSÖZ Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Kafkasya’da, uzun yıllardır yaşayan Gürcüler, bu bölgenin en köklü ve en eski milletlerinden biridir. Gürcülerin tarihi ve kültürel bilgi ve birikimleri, hem dünya tarihi açısından hem de Türk tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir. Gürcü tarihinin bilinmemesi ve araştırılmaması, Türk tarihinin -bizim konumuz açısından Selçuklu Tarihinin- çok iyi bir şekilde aydınlatılmasını zorlaştırmaktadır. Bu yüzden özellikle Ortaçağda yazılan Gürcü kaynaklarının iyi irdelenip, değerlendirilerek, belirli hüküm ve sonuçlara ulaşılmasının gerekli olduğu kanaatindeyiz. Tarihin ilk devirlerine kadar dayanan Türk-Gürcü münasebetlerinin Selçukluların ortaya çıkmasından sonra daha yoğun hissedildiği görülmektedir. Ortaçağda, Gürcüler, sadece Selçuklular ile değil, birçok Türk ve Müslüman devletle siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik münasebetlerde bulunmuştur. Türklerin, Anadolu’ya gelişinden sonra da gerek Anadolu’da kurulan ilk Türk Beylikleri ile gerekse Selçuklularla bu münasebetlerin yoğun bir şekilde devam ettiğini görmekteyiz. Tabi ki daha sonraki yıllarda da bu münasebetler, Osmanlılar ve hatta Türkiye Cumhuriyeti aracılığıyla devam etse de bu konu araştırmamızın sınırları dışında kalmıştır. Her ne kadar Türk-Gürcü münasebetlerinin bir bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünsek de konunun çok geniş olması ve uzun yılların bilgi ve birikimine ihtiyaç duyulmasından dolayı, araştırmamızın ana temasını,“XII. ve XIII. yüzyılda Türk-Gürcü Münasebetleri” oluşturmuştur. Amacımız, bu dönem içerisinde, bazen birbirleriyle mücadele halinde olan bazen de dostane ilişkiler kuran bu iki milletin birbiriyle olan siyasi-askeri münasebetlerinin yanında, kültürel, sosyo- ekonomik münasebetlerine de değinmek olacaktır. Zaten baktığımız zaman, gerek Büyük Selçuklular ile gerekse Osmanlılar ile Gürcüler arasındaki ilişkilere dair, daha önce birçok araştırma yapılmasına karşın, bu araştırmamızda ele aldığımız dönemle ilgili şu ana kadar müstakil bir çalışma da yapılmamıştır. Bir nebze olsun yaptığımız çalışma ile bu eksikliği gidereceğimizi düşünüyoruz. Araştırmamız dört ana bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde, XII. yüzyıla kadar Türk-Gürcü ilişkilerinden ve Büyük Selçukluların Kafkasya Politikasından vii bahsedilmiştir. İkinci bölümde, XII. yüzyıldan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da beylikler kuran Danişmendliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular ve Ahlatşahlar ile Gürcülerin birbirleriyle olan münasebetleri ve mücadelelerine değinilmeye çalışılmıştır. Üçüncü bölümde ise, Türkiye Selçukluların Anadolu’da hâkimiyeti tesis etmelerinden sonra Gürcüler ile girişmiş oldukları siyasi-askeri mücadelelere değinilmiştir. Dördüncü bölümde ise, XII. ve XIII. yüzyılda Anadolu ile Gürcistan arasında gelişen sosyo-ekonomik, kültürel ve dini münasebetlere değinilmiştir. Araştırmamız sırasında konular işlenirken mümkün olduğunca temel kaynaklardan yararlanılmaya çalışılmış, bu kaynaklardan Arap ve Selçuklu kaynakları ile Gürcü kaynakları birbirleriyle kıyaslanmış ve tenkit edilmiştir. Ulaşamadığımız kaynakların yerine ise modern araştırma eserlerden faydalanılmıştır. Tabi burada bizim için en büyük sıkıntılardan birisi de Gürcü dilini bilmememiz olmuştur. Tarihi bilgi ve bulgular aktarılırken okuyucunun kafasında oluşabilecek karışıklığın giderilmesi için kronolojik sıralama göz önünde bulundurulmuştur. Burada şunu da ifade etmek gerekirse özellikle Gürcistan’daki coğrafi isimlerin kaynaklarda farklı farklı olması bizi çok zor duruma düşürmüştür. Yapılan bütün çaba ve emeklere rağmen mutlaka birtakım eksikliklerimizin de olduğunu kabul etmekle birlikte, amacımız sadece ilme ve özellikle de tarihe küçük de olsa katkı sağlamaktı. Bu çalışmanın her safhasında sabırla beni destekleyen, zamanlarını ayıran ve yardımlarını esirgemeyen danışmanım Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ’ye teşekkür ediyorum. Ayrıca çalışmam esnasında yardımlarını gördüğüm Yrd. Doç. Dr. Sefer SOLMAZ, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali HACIGÖKMEN’e burada teşekkür etmem gerekir. KONYA - 2011 Vahit ÖZDEMİR viii Öğrencinin Adı Soyadı Vahit ÖZDEMİR Numarası: 044202021001 Ana Bilim / Bilim Dalı Tarih/ Ortaçağ Tarihi Danışmanı Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ Tezin Adı XII. ve XIII. Yüzyılda Türk- Gürcü Münasebetleri (Türkiye Selçukluları ve Doğu Anadolu Türk Beylikleri Döneminde) ÖZET Türkler, tarih boyunca değişik bölgelere yayılmış ve farklı milletlerle çeşitli münasebetlerde bulunmuşlardır. Bu milletlerden biri de hiç şüphesiz Kafkasya’nın en köklü milletlerinden biri olan Gürcülerdir. Gürcülerle ilişkilerin çok eski devirlere kadar dayandığı görülmekle birlikte, asıl yoğun ilişkiler, Büyük Selçukluların ortaya çıkışından sonra başlamış ve Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra da devam etmiştir. Özellikle XII. ve XIII. yüzyılda Türkler ile Gürcüler arasında siyasi-askeri münasebetlerin yanında sosyo- ekonomik, kültürel ve dini münasebetlerin de olduğu görülmektedir. XII. ve XIII. yüzyılda, özellikle Doğu Anadolu’da faaliyet gösteren ilk Türk Beylikleri (Saltuklular, Danişmendliler, Mengücekliler, Artuklular ve Ahlatşahlar), bazen bağımsız olarak bazen de birlikte hareket ederek sınırdaşları olan Gürcüler ile mücadelelerde bulunmuşlardır. Bu mücadeleler Türkiye Selçukluların Anadolu’ya hakim olmasından sonra da devam etmiştir. Türkiye Selçuklu hükümdarları Rükneddin Süleymanşah ve Alâeddin Keykubad dönemlerinde Gürcistan üzerine seferler düzenlenmiştir. Fakat daha sonra her iki ülkenin de kaderini etkileyecek olan Moğol İstilası başlamış ve her iki ülke de bundan fazlasıyla etkilenmiştir. Bu dönemde yapılan siyasi-askeri mücadelelere rağmen yapılan ticari faaliyetler, kurulan akrabalık ilişkileri ve Gürcistan’dan gelen devlet ve ilim adamları ile sanatkârlar, bu iki milletin birbirine yaklaşmasını ve aralarında kültürel bir bağ da kurmasını sağlamıştır. Gürcüler ile Türkler arasındaki ilişkiler Osmanlı döneminde de devam etmiş ve günümüze kadar süregelmiştir. Anahtar Kelimeler: Türk, Gürcü, Selçuklu, Anadolu, Gürcistan, Münasebet T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ix Öğrencinin Adı Soyadı Vahit ÖZDEMİR Numarası: 044202021001 Ana Bilim / Bilim Dalı Tarih/ Ortaçağ Tarihi Danışmanı Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ Tezin İngilizce Adı The Turkish-Georgian Relations in the 12 th and 13 th Centuries (In the period of Turkey Seljuks and the Eastern Anatolian Turkish Principalities) SUMMARY Throughout the history, the Turks have spread out in different regions and have had a variety of relations with different nations. One of these nations has been, no doubt, the Georgian which is one of most rooted nations of Caucasia. Though it is seen that the relations with the Georgian date back to ancient times, main intensive relations started after the onset of the Great Seljuks and continued after the arrival of the Turks into Anatolia. Especially in the 12 th and 13 th centuries, it is seen that there were socio-economical, cultural and religions as well as political-military relations between the Turks and the Georgians. In the 12th and 13th centuries, especially the first Turk Principalities dominating in the Eastern Anatolian ( Saltukids, Danişmendids, Mengücekids, Artukids and Ahlatshahs) struggled with their border neighbour, Georgians sometimes acting independently or together. These struggles also continued after the Turkey Seljuks dominated the Anatolia. During the reign of Rükneddin Süleyman and Alâeddin Keykubad who the sultans of Turkey Seljuks, expeditions were organized on Georgia. But later, the Mongolian Invasion which would affect both the two countries’ fate started and both of them were also affected greatly by this situation. The commercial affairs which were made despite the political-military struggles, kinship relations established and statesmen, scientists and the artisans from Georgia enabled the two nations to come closer and also establish a cultural link between them. The relations between the Turks and the Georgians also continued during the reign of Ottoman Empire and have lasted up to the present. Keywords: The Turks, The Georgian, Seljuks, Anatolia, Georgia, Relations T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü x KISALTMALAR a.g.e . : adı geçen eser a.g.m. : adı geçen makale a.g.mad.: adı geçen madde AÜDTCF: Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Bil. Bilimler bk. : bakınız C. : Cilt çev: çeviren DGBİT: Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi DİA: Diyanet İslam Ansiklopedisi Ens. Enstitü İA: İslam Ansiklopedisi İÜEF: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi krş. : karşılaştırınız MEB: Milli Eğitim Bakanlığı MS. : Milattan Sonra nşr : neşreden s. : sayfa S. : Sayı SAD: Selçuklu Araştırmaları Dergisi Sos: Sosyal S. Ü. : Selçuk Üniversitesi TDAV: Türk Dünyası Araştırma Vakfı TDV: Türkiye Diyanet Vakfı TTK: Türk Tarih Kurumu Üni. Üniversite vd. : ve devamı yay. : yayını, yayınlayan yy: yüzyıl 1 GİRİŞ A) Konunun Amacı ve Önemi Türkler, tarih boyunca, teşkilatçı bir yapıya sahip olmalarından dolayı, farklı coğrafi bölgelerde çeşitli isimler altında birçok devlet kurmuşlardır. Fakat bu devletlerin en önemlileri, şüphesiz üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu coğrafyası üzerinde tarih sahnesine çıkmıştır. Özellikle XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelerek yerleşmeye başlayan Oğuz boyları, burada Büyük Selçukluların bir devamı niteliğinde olan Türkiye Selçukluları ile İlk Türk Beyliklerini (Danişmendliler, Mengücekliler, Saltuklular, Ahlatşahlar ve Artuklular) kurmuşlardır. İşte bu dönemden itibaren Anadolu bir Türk coğrafyası haline gelerek önemli bir konuma ulaşmıştır. Tabi burada şunu söylemek gerekirse Türklerin Anadolu’da kalıcı olarak yerleşmesi pek de kolay olmamıştır. Türklerin Anadolu’yu bir “Türk Yurdu” haline getirdiği XI. ve XIII. yüzyıllar arasında, iki büyük dinin -Hıristiyanlık ve İslamiyet- siyasi sahnedeki mücadelesini net bir şekilde görebilmekteyiz. Bu açıdan Türkiye Selçukluları ile İlk Türk Beylikleri, batıda gerek Bizans ile gerekse Haçlılar ile mücadele ederken, doğuda da Kafkasya’da Hıristiyanlığın güçlü bir savunucusu olan Gürcüler ile mücadele etmişlerdir. Bu dönemde yazılan gerek İslam kaynaklarına, gerekse Ermeni, Süryani, Bizans ve Gürcü kaynaklarına baktığımız zaman bu hususa yer verildiğini görmekteyiz. Fakat günümüzde yapılan araştırmalara bakıldığında, özellikle Anadolu’daki Selçuklular ile İlk Türk Beyliklerinin, Gürcüler ile olan münasebetleri konusunda önemli bir çalışmanın olmadığını görüyoruz. İşte bu durum bizim de asıl konumuz olan “XII. ve XIII. Yüzyılda Türk-Gürcü Münasebetleri” üzerinde çalışma yapma ihtiyacımızı gerektirdi. Elbette, Türk- Gürcü ilişkilerinin sadece siyasi yönüne değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik ve kültürel yönlerine de değineceğimizi belirtmekte fayda görüyoruz. Aslında, Türk-Gürcü münasebetleri çok eski devirlere kadar dayanmaktadır. Fakat özellikle Selçuklular zamanında bu münasebetler çok daha fazla yoğunlaşmıştır. Selçuklular, Horasan bölgesinde ortaya çıkışlarından itibaren batıya doğru ilerlerken öncelikli olarak Kafkasya bölgesine akınlar düzenlemişler ve bu bölgelere yerleşmeye başlamışlardır. Selçukluların bu bölgelere akınlar 2 düzenlemesinde kendilerine yeni yurtlar arama çabasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Kafkasya, stratejik açıdan (bugün de dahil) çok önemli bir konuma sahipti. Bunu gayet iyi idrak etmiş olan Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah gibi Selçuklu Sultanları, Kafkasya’daki fetih hareketlerine hız vermişlerdir. Bu yüzden, Kafkasya’nın en güçlü siyasi birliğine sahip olan Gürcüler ile Selçuklular arasında yoğun mücadelelerin yaşandığı görülmektedir. Bu mücadeleler sonucunda Selçukluların Kafkasya bölgesinde uzun müddet hâkimiyet kurmalarına bağlı olarak, Kafkasya’da Türk nüfusu hızla artmış ve buna paralel olarak Kafkasya ile komşu olan Anadolu’ya doğru buradan nüfus akını başlamıştır. Bu yüzden Anadolu’ya yapılan göçler genellikle Kafkasya üzerinden gerçekleşmiştir. Çünkü Türkler, Büyük Selçuklulardan itibaren Kafkasya’da yoğunlaşmış olup, Kafkasya’nın Anadolu’ya coğrafi yakınlığının bulunmasının da etkisiyle Türk göçleri bu yönden gelmiştir. İlk göç dalgası, Malazgirt Savaşı’ndan sonra gerçekleşirken, ikinci büyük göç dalgası ise XIII. yüzyılda etkili olan Moğol İstilası ile gerçekleşmiştir. Bu açıdan Anadolu ile Kafkasya arasında özellikle Selçuklular ile başlayıp Osmanlı Devleti zamanında da devam eden bir kültürel bağ da oluşturulmuştur. Bu çalışmamızdaki hedeflerimizden birisi de bu kültürel bağlara değinmek olacaktır. B) Kaynaklar ve Araştırmalar Üzerine Değerlendirme Selçuklu-Gürcü münasebetlerine ilişkin en eski kaynaklar ve tarihi belgelerden faydalanılmıştır. Başta Arap kaynakları, Selçuklu kaynakları ve Gürcü kaynakları olmak üzere Bizans, Ermeni ve Süryani kaynakları da araştırmamızda kullanılmıştır. Bunların yanında coğrafi eserlerden, dolaylı da olsa nümizmatik eserlerden ve kitabelerden yararlanılmıştır. Anonim Gürcü Vekayinamesi: Birçok Gürcü vekayinamenin bir araya getirilmesi ile oluşturulan “Kartlis Cxovreba” adı altında bir araya toplanmıştır. Eser gerçekten hem Gürcü tarihi açısından, hem de Türk tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir. Konumuzla tamamen ilişkili olduğu için, çalışmamızın hemen hemen her safhasında bu eserin büyük faydasını görmüş bulunuyoruz. Eserin, Gürcistan tarihinin başlangıcından, XIX. yüzyılın başına kadar geldiğini görüyoruz. Özellikle eserde Gürcülerin sınır komşusu olan Türklerle –bilhassa konumuz açısından Doğu 3 Anadolu Türk Beylikleri ve Türkiye Selçukluları ile- yaşadıkları mücadeleler ayrıntılı olarak aktarılmıştır. Eser, 1849 yılında Fransız akademisyen M. Brosset tarafından “Gürcistan Tarihi” adı altında iki cilt olarak yayınlanmıştır. Bu eseri, H. D. Andreasyan, 1212 yılına kadar ki kısımlarını açıklamalı bir şekilde Türkçeye çevirmiş ve daha sonraki yıllarda, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Biz de araştırmamız boyunca her iki eserden de faydalanmaya çalıştık.1 İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih: Ortaçağ İslam dünyasının en büyük tarihçilerinden olan İbnü’l-Esir’e ait olan bu eserden araştırmamızın her safhasında yararlanılmaya çalışılmıştır. İbnü’l-Esir, kronolojik olarak olayları sıraladığı bu eserinde, tarafsızlığı ve verdiği bilgilerin ehemmiyeti nedeniyle büyük bir şöhret kazanmıştır. İbnü’l-Esir’in, Büyük Selçukluların Kafkasya bölgesine -bilhassa Gürcü memleketine- yapmış olduğu fetih hareketleri hakkında verdiği geniş bilgilerden faydalanılmıştır. Bunun yanında, Gürcülerin İslam ülkelerine karşı giriştikleri taarruzlar ile Türkiye Selçukluları ve Doğu Anadolu Türk Beylikleri ile olan mücadeleleri hakkında verdiği bilgilerden de yararlanılmıştır. Ayrıca Gürcüler ile Türkler arasında kurulan akrabalık ilişkileri konusunda verdiği malumat da araştırmamız sırasında kullanılmıştır.2 İbni Bîbî, el-Evarimü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye: Türkiye Selçukluları döneminde yaşamış ve Selçuklu sarayında görev yapmış olan İbni Bîbî tarafından yazılan bu eserden de fazlaca yararlanılmıştır. Özellikle İbni Bîbî’nin, Türkiye Selçuklu Sultanları II. Rükneddin Süleymanşah, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve I. Alâeddin Keykubad döneminde, Gürcüler ile olan ilişkilerini anlatması, araştırmamız için büyük önem taşımaktadır. İbni Bîbî eserinde, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun ile olan evliliğinden detaylı bir şekilde bahsetmiştir. Ayrıca diğer kaynaklarda geçmeyen Gürcü şahıs isimlerine de yine bu eserde rastlamaktayız.3 1 Bk. M. F. Brosset, Historie de la Georgie, Peterburg 1849; M. F. Brosset, Gürcistan Tarihi, çev. H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil, Ankara 2003. 2 Bk. İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih Tercümesi: İslam Tarihi I-XII, nşr. A. Özaydın – M. Tulum – A. Ağırakça vd., İstanbul 1985-1987. 3 Bk. İbn-i Bibi, el-Evarimü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname I-II), çev., Mürsel Öztürk, Ankara 1996. 4 İbnü’l-Ezrak, Tarihu Meyyafarikin ve Amid: Bizzat Gürcü kralının hizmetinde yer alan, Tiflis, Ahlat gibi önemli şehirde bulunan ve birçok bölgeyi gezen İbnü’l-Ezrak’ın bu eseri, özellikle Artuklular, Ahlatşahlar ve Saltuklular ile Gürcüler arasındaki ilişkileri ve mücadeleleri anlatması bakımından konumuz açısından çok mühimdir. Bu bakımdan Türk-Gürcü münasebetleri hakkında en mühim kaynakların başında gelmektedir. Gürcü vekayinamesi ile karşılaştırıldığında daha sağlam bilgiler ortaya çıkmaktadır. Eserin Artuklular ile olan kısmından faydalanılmıştır.4 Urfalı Mateos Vekayinamesi ve Papaz Grigor’un Zeyli: Ermeni bir din adamı olan Urfalı Mateos, eserinde, Türkler ile Gürcüler arasındaki hadiselere yakın olması bakımından bizim için çok önemli sayılabilecek bilgiler aktarmaktadır. Urfalı Mateos, eserinde, Büyük Selçukluların, Gürcüler ile olan mücadelelerine değinmekle birlikte, 1121 ve 1161 yıllarındaki Türk-Gürcü mücadelelerinden de bahsetmektedir. Bu eserin H. D. Andreasyan tarafından Türkçeye yapılan neşrinden faydalanılmıştır.5 Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), Abu’l-Farac Tarihi: Süryani Abu’l- Farac tarafından yazılan bu eser, olaylara tarafsız yaklaşması bakımından çok mühim bir kaynaktır. Abu’l-Farac, bu eserinde, Gürcülerin, Doğu Anadolu’ya -bilhassa Ahlat- karşı giriştikleri taarruzlara değinmiş ve buradaki Türk Beylikleri ile yaşanan mücadelelere yer vermiştir. Bunun yanında II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun’un ile evliliğinden de bahsetmektedir.6 Sadruddin el Hüseynî, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye: Muhtemelen bu eserin sahibi olan Sadruddin el Hüseynî, Irak Selçukluları döneminde yaşamış önemli bir müelliftir. Sadruddin el Hüseynî eserinde, Büyük Selçukluların özellikle de Sultan Alparslan’ın Kafkasya üzerinde giriştiği faaliyetler hakkında bilgi vermekle birlikte, Irak Selçukluların ve Azerbaycan Atabeyliğinin Gürcüler ile mücadelelerinden de teferruatlı olarak bahsetmektedir.7 4 Bk. İbnü’l-Ezrak, Meyyafarikin ve Âmid Tarihi (Artuklular Kısmı), nşr., Ahmet Savran, Erzurum 1992. 5 Bk. Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vakayinamesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, nşr. H. D. Andreasyan, Ankara 2000. 6 Bk. Gregory Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi I-II, çev., Ömer Rıza Doğrul, Ankara 1999. 7 Bk. Sadruddin el-Hüseynî, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, nşr., Necati Lügal, Ankara 1999. 5 İbnü’l Azimî, Tarihu’l-Azimî: Azimî, bu eserinde Hz. Adem’den başlayarak peygamberleri, ünlü hükümdarları, halifeleri ve Hz. Muhammed’in hayatını ele almakta ve 1160 yılına kadar ki olayları anlatmaktadır. Türk-Gürcü münasebetleri ile ilgili verilen bilgiler kısa da olsa bizim için önemli sayılmaktadır.8 Ahmed b. Mahmud, Selçukname: Ahmed b. Mahmud tarafından kaleme alınan bu eserde Büyük Selçuklu-Gürcü münasebetleri hakkında bilgiler vermektedir. Bu eserde, Sultan Alparslan’ın Kafkasya’daki faaliyetlerinden ayrıntılı olarak bahsedilmektedir.9 Müverrih Vardan, Türk Fütuhatı Tarihi: Ermeni müellif Vardan Vardabet tarafından yazılan bu eser, Türk-Gürcü ilişkileri konusunda kısa ama önemli bilgiler vermektedir. Müverrih Vardan, konumuzla alakalı olarak, Ani ve Duvin şehirleri üzerinden Türk-Gürcü mücadelelerine değinmiştir. Ayrıca, bu eserde, Gürcü hükümdarları Kral David ve Kraliçe Thamara dönemlerinde kazanılan başarılardan ve ele geçirilen yerlerden de bahsedilmektedir.10 Bunlardan başka İbnü’l-Kesir’in, “el-Bidaye ve’n-Nihaye”11 , Kerimüddin Aksarayî’nin, “Müsâmeretü’l-Ahbar”,12 “Anonim Selçukname”13 , Ravendî’nin, “Rahatü’s-Sudür ve Ayetü’s Sûrur”,14 Ahmed b. Lütfullah (Müneccimbaşı)’ın “Camiü’d-Düvel”i15 gibi temel kaynaklardan da yararlanılmıştır. Buraya kadar verdiğimiz temel kaynakların dışında, araştırmamız ile alakalı ülkemizde, batıda ve Gürcistan’da yapılan araştırmalardan da faydalanılmıştır. Türkiye Selçuklu tarihi konusunda muazzam bir eser yazan Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye”, “Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti” ile “Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi” adlı kitaplarından yararlanılmıştır. M. 8 Bk. Azimî, Azimi Tarihi, çev., Ali Sevim, Ankara 2006. 9 Bk. Ahmed b. Mahmud, Selçuk-name I-II, haz., Erdoğan Merçil, İstanbul 1977. 10 Bk. Müverrih Vardan, “Türk Fütühatı Tarihi”, Tarih Semineri Dergisi, nşr. H. D. Andreasyan, S. I/2, İstanbul 1937, s. 153-255. 11 Bk. İbn Kesir, el Bidaye ve’n-Nihaye (Büyük İslam Tarihi), çev., Mehmet Keskin, C. XII, İstanbul 1995. 12 Bk. Kerimüddin Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev., Mürsel Öztürk, Ankara 2000. 13 Bk. Feridun Nafiz Uzluk, Anonim Selçuk-name: Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi III, Ankara 1952. 14 Muhammed b. Ali b. Süleyman Ravendî, Rahatü’s-Sudür ve Ayetü’s Sûrur, çev., Ahmet Ateş, C. I, Ankara 1957. 15 Ahmed b. Lütfullah Müneccimbaşı, Camiu’d-Düvel, Selçuklular Tarihi II, yay., Ali Öngül, İzmir 2001. 6 Fahrettin Kırzıoğlu’nun, “Yukarı Kür ve Çoruk Boylarında Kıpçaklar” ile Faruk Sümer’in “Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri” adlı eserleri de araştırmamıza yardımcı olmuştur. Bunun yanında İslam Ansiklopedisi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Türkler gibi eserlerdeki konumuzla ilgili makale ve maddelerde araştırmamızda kullanılmıştır. Bunların dışında yabancı kaynaklar arasında, W. E. D. Allen’in, History of the Georgian People, Ronald G. Suny’nin, The Making of the Georgian Nation adlı eserleri araştırmamız sırasında kullanılmıştır. Konumuz açısından önemli bir makalede, A. C. S. Peacock tarafından yazılan “Georgia and Anatolian Turks in the 12th and 13th Centuries” dır. Gürcü bakış açısını yansıtmak adına, araştırmacılardan Marksist bir anlayışla eserini yazan David Marshall Lang’ın, “Gürcüler” adlı eseri ile Berdzenişvili-Canaşia’nın “Gürcüstan” adlı eserlerinden de faydalanılmıştır. Konumuzu ilgilendiren diğer eserlerden de mümkün mertebe yararlanılmış olup, bu eserler kaynakçada gösterilmiştir. C) XII. Yüzyıla Kadar Gürcistan’ın Genel Durumu 1) Gürcistan’ın Coğrafi Yapısı Gürcistan, genel olarak batıda Karadeniz, doğuda Hazar denizi arasında yer alan Kafkasya bölgesinin en önemli coğrafi mekânıdır. Kafkasya16, iklimi elverişli, verimli topraklara sahip olmakla birlikte, önemli su koridorları arasında yer almakta17 ve Asya ile Avrupa arasında önemli bir geçiş noktası üzerinde bulunmaktadır. Bu yüzden bu coğrafyada tarih boyunca çeşitli toplulukların, 16 Kafkasya adı ilk defa eski Yunan yazarlarından Aiskhylos’un M.Ö. 490 yılında yazdığı bilinen “Zincire Vurulmuş Zevk ve Eğlence” adlı romanında anılan “Kavkasos dağı” deyiminde görülür. Karadeniz ile Kuban ırmağı arasında kalan sıradağların batı kesimi kuzeyindeki yerli ahalinin milli adı olarak Kafkas deyimi, eski Yunanca yazılı efsanelerden ve Gürcü tarihi “Kartlis Cxovreba”da geçmekte ve “Lekan” (Lekler, Dağıstan’daki Lekezi / Lezgiler) kavminin batı komsusu olan halkın ataları bu adla anılmaktadır. Bk. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas Ellerini Fethi (1451- 1590), Ankara 1993, s. XV. Kafkasya coğrafyası ve tarihi hakkında daha fazla bilgi almak için bk. İsmail Berkok, Tarihte Kafkasya, İstanbul 1958; Sergey Anisimov, Kafkas Kılavuzu, çev., Binbaşı Sadık, İstanbul 1926; Ahmet Cevdet Paşa, Kırım ve Kafkas Tarihçesi, İstanbul 1907. 17 Berkok, a.g.e., s. 2. 7 kültürlerin yerleştiği18 ve birçok devletin egemen olduğu görülmektedir. Bu açıdan Kafkasya, bugün bile stratejik bakımdan önemli bir merkez konumunda bulunmakta ve birçok devletin iştahını kabartmaktadır. Kafkasya bölgesini adeta ikiye ayıran, Kafkasya’ya doğal karakterini ve hayatiyetini kazandıran Kafkas Dağları olmuştur. Kafkas Dağı’nın kuzeyine Kuzey Kafkasya (Kafkas önü), güneyinde kalan topraklara da Güney Kafkasya veya Mavera-yı Kafkasya (Transkafkasya) adı verilmektedir.19 Zaten biz biliyoruz ki Selçuklular, Kafkasya üzerindeki politikalarını daha çok Transkafkasya yani Güney Kafkasya üzerinde gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Güney Kafkasya bölgesi içinde yer alan Gürcistan ise, Lihi dağlarının doğusunda, Kür ırmağı havzasında, Kolhida (Eger), kuzeyde Kafkas sıradağlarının orta kısmı, güneyde Ermenistan ve doğuda Albanya20 ile sınırlanmıştır. Bugün, Gürcistan, kuzeyden Rusya Federasyonu, doğudan ve güneydoğudan Azerbaycan, güneyden Ermenistan ve Türkiye, batıdan Karadeniz tarafından çevrelenmektedir.21 Yüzey şekilleri bakımından üç bölgeye ayrılan Gürcistan, kuzeyde Kafkas sıradağlarının bulunduğu bölge ile güneydeki Acara-İmereti Trialeti, Borcomi- Bakariani ve Ahalstihe dağlarının bulunduğu Küçük Kafkas kütlesinden oluşan bölgenin yanında, bu iki kütle arasında ova ve yaylaların yer aldığı engebeli çöküntü bölgesinden oluşmaktadır.22 Gürcistan’ın büyük bölümü, dağlar ve ormanlarla kaplıdır. Kolheti Ovası, İç Kartli Ovası, Aşağı Kartli ve Kaheti Ovası başlıca düzlüklerdir. Surami ya da Lihi dağları ülkeyi, doğu ve batı olarak ikiye ayırır. Gürcistan’ın doğal-coğrafik koşulları (ılıman iklimi, değişik yapıda ve verimli toprakları) farklı alanlarda tarımcılığa (tahıl, bağcılık, meyvecilik, sebzecilik, 18 Strabon M. S I. yüzyılda Karadeniz kıyısındaki Dioskurias (Sohumi) kentinde, hepsi de farklı diller konuşan en az 70 halka mensup insanların ticaret için toplandığını belirtir. Plius, Romalıların Kafkasya’da işlerini yürütebilmek için yüz otuz dört tercüman kullandığını belirtir. Bk. Cafer Barlas, Kafkasya Özgürlük Mücadelesi, İstanbul 1999, s.17. Yine İslam tarih ve coğrafyacıları tarafından Kafkasya'ya Cebelü'l-Elsan (Diller Dağı) adını yakıştırmışlardır. Buradan Kafkasya’da farklı dilleri konuşan çok farklı etnik kökene sahip insanların yaşadığını anlayabiliriz. 19 Berkok, a.g.e., s. 4; Süleyman Erkan, Kırım ve Kafkasya Göçleri (1878 – 1908), Karadeniz Teknik Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Merkezi yay., Trabzon 1996, s. 3; M. Emin Resulzade, Kafkasya Türkleri, İstanbul 1993, s. 2. 20Albanya, bugünkü Azerbaycan için kullanılan bir tabirdir. 21 Davut Dursun, “Gürcistan” mad., DİA, C.14, İstanbul 1996, s. 310. 22 Dursun, a.g. mad., s. 310. 8 bahçecilik, hayvancılık vs) olanak vermektedir. Gürcistan’da çok sayıda akarsu (Kura, Aragvi, Alazani, Rioni, Enguri, Tshenistzkali vs.) ve göl (Paravani, Paliastomi, Ritza vs.) vardır. Yer altı kaynaklarından da (taşkömürü, manganez, demir, değerli taşlar ) yararlanılmaktadır.23 Doğu Gürcistan’ı oluşturan bölgelerden merkezi Tblisisi (Tiflis) olan Kartveli ve merkezi Zagem olan dağlık bölge Kakheti olarak adlandırılır. Batı Gürcistan’ı oluşturan bölgelerden merkezi Kutaissi olan bölge İmereti, merkezi Zugdidi olan bölge Samegrelo, merkezi Batumi olan bölge Guria olarak adlandırılır. Çoruh nehri ile Kür nehrinin kaynağı arasında yer alan bölge Samtskhe/ SaAtabago, Kafkas Dağları ile İngur ve Bzıp nehirleri arasında Karadeniz boyunca uzanan bölge Abhazya olarak adlandırılır.24 Gürcistan’ın en önemli şehri Kral Vahtang Gorgasal (440-502) tarafından kurulan Tiflis’tir. Bundan başka Batumi, Kutaisi, Rustavi, Gori, Kaheti, Poti ve Sohumi’dir.25 2) Gürcistan’ın Etnik Yapısı Kafkasya’nın yerli halklarından ve dünyanın eski milletlerinden olan Gürcüler, nüfus bakımından en kalabalık ve siyasal geleneği en köklü Kafkas halkıdır. Gürcüler kendilerine Kartvel, ülkelerini de Sa-kartvelo olarak adlandırırlar. Bu isimler Gürcü vekayinamesinde de geçen Gürcü halkının atası olan “Kartlos” ile ilişkilendirilmektedir.26 Gürcistan veya Gürcüler değişik toplumlarca farklı isimlerde ifade edilmektedir. Bunun nedeni de bu bölgelere tarihin ilk devirlerinden itibaren farklı kavimlerin hakim olmasıdır. Grekçe ve Latincede İberia, Süryanice Gurzan, 23 http://www.chveneburi.net/tr/default.asp?bpgpid=829&pg=1 (10. 12. 2010) 24 M. Sadık Bilge, Osmanlı Devleti ve Kafkasya, İstanbul 2005, s. 15-16; XI. – XIII. yüzyıllarda Gürcistan’daki yerleşim yerleri için bakınız. Savaş Eğilmez, Selçuklu-Gürcü İlişkileri (1060 – 1157) (Atatürk Üni. Sos. Bil. Ens. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 2001, s. 10-13. 25 Dursun, a.g.mad., s.311; Fahrettin Çiloğlu, Gürcülerin Tarihi, İstanbul 1993, s. 2-9. 26 David Land Marshall, Gürcüler, İstanbul 1997, s. 16; Brosset, “Gürcistan”, s. 3-8; M. Bala, “Gürcistan” mad., İA, Eskişehir 1997, s.837; Dursun, a.g.mad., s.310. 9 Farsça Gurgan, Ermenice Vrek, Rusça Gruziya, Arapça Curzan ve Türkçe Gürcistan olarak adlandırılmıştır.27 Diğer kavimlerdeki gibi Gürcüler de farklı boylardan oluşmaktadır: Svanlar, Megrel-Lazlar28 ve ana unsur Kartvellerdir. Bu kavimlerin kendilerine ait dilleri (Gürcüce, Lazca29 veya Çanca ve Svanca) de bulunmaktadır ve halen günümüzde bu diller veya lehçeler varlığını devam ettirmektedir.30 3) Gürcistan’ın Ekonomik Yapısı Kafkasya’nın en önemli bölgesi olan Gürcistan hemen hemen her devirde ekonomik olarak zengin ve müreffeh bir yapıya sahip olmuştur. Bu cümleden hareketle Gürcistan’ın, tarihin ilk devirlerinden itibaren, güneyden kuzeye, doğudan batıya uzanan İpek Yolu ile Kürk Yolu gibi tarihi kervan ve ticaret yolları üzerinde bulunması bunda etkili olmuştur. Gürcistan’ın da içinde yer aldığı Kafkasya, uzun yıllar süresince dünya ticaret yolları şebekesi içinde yer almış ve dünya ticaretinin önemli bir safhasını oluşturmuştur. Eski Mısır, Babil, Asurya, Fenike, eski Yunanistan hatta İran ve Ön Asya ile Akdeniz havzasının diğer bölgeleri kendi mallarını Kafkasya bölgesine gönderir, burada satar ve artanını daha ilerideki memleketlere gönderirlerdi.31 Bu ticaret, Kafkasya’da, Kafkas dağlarından dolayı iki önemli geçit ile sağlanmaktaydı. Bu geçiş noktalarından ilki, Hazar Denizi ile bu denize paralel uzanan dağlar arasında kalan ve Araplar tarafından “Babü’l-Ebvab” olarak adlandırılan Derbend (Türkçe Demirkapı) Geçidi, diğeri ise Daryal boğazı üzerinden Terek vadisine 27 Ahmet Özkan, Gürcistan, Ankara 1968, s.17; M. Bala, a.g.mad., s.837; David Marshall Lang, A Modern of Georgia, London 1962, s. 5; İslam dünyasında Gürcüler, “Kurc” veya “Gurc” diye adlandırılmıştır. Batı dünyasına bu isim “Georgians” olarak geçmiştir. Bk. Marshall, a.g.e., s. 16. Türkiye’de yaşayan Gürcülere ise Kartveli sözcüğünden farklı olarak Müslüman Gürcü anlamına gelen “Çveneburi” denilmektedir. Gürcü yazar Fahrettin Çiloğlu, bunu “tarihsel kopuş” olarak nitelendirmektedir. Bk. Çiloğlu, a.g.e., s. 13. 28 Megreller yani Lazlar, Gürcü kökenine sahip olmakla birlikte özellikle Osmanlı döneminde 1877- 1878 Osmanlı – Rus Savaşı (93 Harbi) ve I. Dünya Savaşı sırasında Rusların önünden kaçarak Karadeniz kıyılarına göç etmişlerdir. Bugün hala Lazların etnik kimliği üzerinden tartışmalar devam etmektedir ve bu konuda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bk. Hayri Hayrioğlu, Trabzon’dan Abhazya’ya Doğu Karadeniz Halkları Tarih ve Kültürleri, İstanbul 1998, s. 43-57. 29 Bugün özellikle Doğu Karadeniz’de Lazca konuşan yerli halk bulunmaktadır. 30 Dursun, a.g.mad., s.311; Marshall, a.g.e., s. 20; Çiloğlu, a.g.e., s. 15; Bilge, a.g.e., s. 18. 31 Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, İstanbul 1978, s. 7. 10 uzanan, Araplar tarafından “Babü’l-Alan” olarak adlandırılan ve XVIII. yüzyıldan itibaren “Gürcü Askeri Yolu” diye bilinen Daryal Geçiti’dir.32 Bu ticaret yolları, özellikle İran’daki Sasaniler ile Bizans arasındaki mücadelelerden dolayı kesintiye uğrasa da gerek Hazarların, gerekse Arapların bölgeye hakim olmasından sonra yeniden eski canlılığını kazanmıştır.33 Daha İlkçağlarda, yukarıda bahsettiğimiz kara ticaret yollardan başka bizzat Gürcistan’ın da içinde yer aldığı deniz ticaret yollarının da olduğunu görmekteyiz. Bugünkü Abhazya’da yer alan bölgede Yunanlılara ait Pazisi (Poti), Dioskurias (Sohumi) ve Gienosi gibi koloniler bulunmaktaydı. Yunanlı tüccarlar bu sayede Uzakdoğu, İran ve Hindistan’a kadar ulaşmakta idi.34 Selçukluların bu bölgeler üzerindeki hâkimiyeti devrinde ve sonrasında buradaki ticari faaliyetler hızla devam etmiştir. Bu dönemde Gürcistan ile Ön Asya ve Yakındoğu arasında ticari alışverişlerin olduğunu görmekteyiz. Özellikle XIII. yüzyılda Gürcistan’ın her yönden en parlak devrini yaşadığı Kraliçe Thamara (1184- 1202) döneminde de bu ticari ilişkiler, en üst seviyeye ulaşmıştır. Türkiye Selçukluları’nda olduğu gibi Gürcistan’da da ticaret yolları üzerinde tüccar ve yolcuların konaklamaları için kervansaraylar inşa edilmiştir.35 Gürcistan, transit bir geçiş bölgesinin yanında, kendi ürünlerini ihraç ve yabancı memleketlerin mallarını da ithal etmek imkânına sahipti.36 Gürcistan’ın ilk devirlerden itibaren ticaret açısından canlı bir bölge olması, köy ve kentlerin büyümesine ve çoğalmasına neden olmuştur. Özellikle X-XIII. yüzyıllar arasında Tiflis, Kutaisi, Dmanisi, Ani, Şamsvilde, Poti, Sohumi, Ahalkalak ve Gori gibi birçok şehrin gelişmiş olması bunun göstergesidir.37 32 Bilge, a.g.e., s. 14-15; Canbek, a.g.e., s. 18; Konuralp Ercilasun, “Selçuklular’ın Kafkasya Politikası”, Türk Kültürü, S. 387, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü yay., Ankara 1995, s. 5. 33 Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkasya, Konya 2000, s. 51-52. 34 Çiloğlu, a.g.e., s. 35; Canbek, a.g.e., s. 19. 35 Nikoloz Berdzeneşvili-Simon Canaşia, Gürcistan, çev. Hayri Hayrioğlu, Sorun yay., İstanbul 2000, s. 159. 36 İlk devirlerden itibaren ihraç ve ithal edilen ürünler için bk. Canbek, a.g.e., s. 24; Bedirhan, a.g.e., s. 50-55; Berdzeneşvili-Canaşia, a.g.e., s. 159. 37 Berdzeneşvili-Canaşia, a.g.e., s. 159. 11 Gürcistan’ın iktisadi açıdan gelişmiş olmasında sadece ticaret yolları üzerinde bulunması değil, bunun yanında verimli topraklara ve zengin madenlere sahip olması da etkili olmuştur.38 O kadar ki bazı kaynaklarda Gürcistan’dan, “maden işlemeciliğin keşfedildiği yer” olarak bahsedilmektedir.39 4) Selçukluların Gelişine Kadar Gürcistan’ın Kısa Tarihi Gürcistan’ın kısa siyasi tarihine değinmek gerekirse, Gürcülerin tarih öncesinden itibaren varlığını devam ettirdiğini görmekteyiz. M.Ö. 2 binli yıllarda Gürcü kabilelerinin komşuları, güneyde Hitit ve Mitanlar, daha sonra Urartu ve Asurlular olmuştur. Asur ve Urartu kaynaklarına göre bugünkü Gürcülerin ataları olarak Gürcistan topraklarının güney batısında 2000 yıllık dönemin sonlarında kurulan “Diaohi” topluluğun varlığından bahsedilmektedir.40 Kaynakların ikinci olarak bahsettiği Gürcü topluluk ise, M. Ö. IX–VIII. yüzyılda Karadeniz’in güney ve doğu kısımlarında ortaya çıkan “Kolhlar”dır.41 M. Ö. IV. yüzyılda Parnavaz, dağınık yaşayan Gürcü kabilelerini birleştirerek başkenti Metsheti şehri olan “Kartli” devletini kurdu. Kral Parnavaz, ülkeyi sekize bölerek her birine birer “eristav” atadı.42 Ayrıca Gürcü dilini, devletin resmi dili ilan etti ve ilk Gürcü harflerini oluşturdu. İlk krallık sülalesi olan Parnavaz soyundan gelen krallar, Gürcistan’da uzun yıllar hüküm sürmüşlerdir.43 M. S. V. yüzyılda Gürcistan’ın başkenti, Kral Vahtang Gorgasal tarafından Metsheti şehrinden Tiflis’e taşındı.44 M. S. 300’lü yıllar ile 600’lü yıllar arasında 38 Strabon Gürcistan’da senede iki, üç ve hatta dört kere mahsul verildiğinden bahsetmektedir. Bk. Strabon’dan naklen Canbek, a.g.e., s. 12-13. 39 Çiloğlu, a.g.e., s. 32. 40 Yunanlılar bu bölgede yaşayanları daha sonra “Taohiler” olarak adlandırmışlardır. Bk. Çiloğlu, a.g.e., s.32. 41 Yunan mitolojisinde Güneş tanrısı Helios’un oğlu Kolha kralı Aieti’nin ülkesinde korunan Altın Post’un peşine düşen Argonatlar’ın, Kolha’ya geldiğinden bahsedilmektedir. Buradan, Yunanlıların, güçlü ve zengin bir ülke olan Kolha krallığıyla karşılaştıkları bilinmektedir. Bk. Çiloğlu, a.g.e., s. 32- 33. 42 Çiloğlu, a.g.e., s. 34. Eristav, “halk şefi” demek olan ve mühim eyaletlerin irsî ve değiştirilebilen valilere verilen bir Gürcü unvanıdır. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s.10. 43 Kral Parnavaz’ın hayat hikâyesi, Gürcü vekayinamesinde birazda destansı olarak anlatılmaktadır. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 20-26. 44 Brosset, “Gürcistan”, s. 162; Marshall, a.g.e., s. 93. 12 Gürcistan, Roma ve Sasani devletlerinin etkisinde kaldı. Bu dönemlerde Batı Gürcistan (Kolhida, İmereti ve Egrisi) 400 yıl kadar Roma İmparatorluğu’nun etkisinde, bu tarihlerden sonra Roma’nın ikiye ayrılmasıyla da Bizans İmparatorluğu’nun etkisine girdi. Doğu Gürcistan (Kartli ve İberya) ise İran merkezli Sasani Devleti’nin egemenliğinde kaldı. Uzun yıllar Gürcistan, bu iki devletin siyasi mücadele sahası haline geldi. M. S. IV. yüzyılın ilk yarısında Kartli Kralı olan Kral Mirian, Kapadokyalı Aziz Nino’nun telkinleri ile Hıristiyanlığı kabul etti ve ülkenin resmi dinini Hıristiyanlık olarak ilan etti. Kral Mirian döneminde Gürcü halkı Hıristiyan olmaya başladı.45 Gürcistan, VII. yüzyılda yeni olaylara sahne oldu. İslam orduları, Dört halife döneminden itibaren ilk önce Ermenistan, daha sonra Gürcistan üzerine fetih hareketlerine girişmişlerdir.46 Emeviler zamanında bu fetih hareketleri devam etmiş ve bütün Gürcistan ele geçirilmiştir. Bu yüzden bu bölgenin İslam beldesi haline gelmesinden endişelenen Bizans İmparatorluğu, Emeviler ile mücadele etmeye başlamışlardır.47 X. yy.da Gürcistan’daki genel manzara şu şekilde idi: Tiflis’te zamanla Abbasi Halifeliğinden ayrılıp bağımsız hareket eden Tiflis Arap Emirliği48 ile Meskhet- Cavakheti’de Tao-Klarceti Krallığı, en güney uçta da Kakheti ve Hereti Krallıkları bulunmakta idi. Bu parçalanmış olan Gürcü topraklarının birleştirilmesi Bagratuni 45 Gürcü vekayinamesinde de Kral Mirian’ın Azize Nino tarafından Hıristiyanlığı kabul etmesi geniş olarak anlatılmaktadır. Brosset, “Gürcistan”, s. 67-79. Burada Gürcülerin Hıristiyanlığı kabul etmesi olayına biraz daha kutsiyet kazandırılmak istendiği görülmektedir. Bugün bile Gürcü tarihçilerinin bir kısmı bu olayı efsaneleşmiş bir şekilde ifade etmektedirler. Hatta o kadar ileri gitmektedirler ki Hz. İsa’nın havarilerinin Gürcistan’a gelerek Hıristiyanlığı yaymaya çalıştıklarını söylemektedirler. krş. Marshall, a.g.e., s. 83-87. 46 Hz. Osman döneminde Habib b. Mesleme tarafından ilk önce Duvin, ardından Tiflis fethedildi ve Gürcüler ile bir anlaşma yapıldı. Bk. Hüsamettin M. Karamanlı, “Gürcistan” mad., DİA., C. 6., İstanbul 1996, s. 311-312. 47 Karamanlı, a.g.mad., s. 312. Bu siyasi olaylarda Emevi halifesinin görevlendirdiği Mervan b. Muhammed, Gürcü vakayinamesinde söz dinlemediği için Mervan-Kru (yani Sağır Murvan) olarak bahsedilmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 202-210; Ayrıca bk. Hayrioğlu, a.g.e., s. 47; Marshall, a.g.e., s. 93. 48 Abbasiler zamanında İrminiye ve Şirvan ayrı vilayetler haline getirilince Tiflis’te İshak b. İsmail tarafından bu emirlik kurulmuştur. (833-852) Bk. Karamanlı, a.g.mad., s. 312. 13 hanedanından49 gelen David Kurapalati (923-937)50 sayesinde gerçekleşmiştir. Tao- Klarceti Kralı David Kurapalati, çocuğu olmadığı için Bagratlı ailesinin torunlarından biri olan Bagrat’ı evlat edindi. Daha Kral David’in sağlığında Bagrat, “Abhazya Kralı” oldu. Kral David’in ölümünden sonra Bagrat, Kartli ve Tao- Klarceti tahtlarını da bünyesine alarak “Abhaz ve Kartli Kralı” unvanını aldı. Kısa zaman sonra Kakheti ve Hereti Krallıklarını da bünyesine dahil etti. Böylece uzun bir aradan sonra yeniden Gürcü birliği sağlanmış oldu.51 Bundan sonra XI. yy. dan itibaren Kafkasya’ya doğru yayılmaya başlayan Selçuklular ile mücadeleler başlayacaktır. Ayrıca bu konuyu diğer bölümlerde ele alacağımız için burada noktalayalım. 49 Bagratlı hanedanlığı hakkında bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 183-188; Marshall, a.g.e., s. 95-98; Çiloğlu, a.g.e., s.40-41. 50 Kuropalates unvanı, o dönemde Bizans İmparatorluğu tarafından Gürcü hükümdarlara, “Sarayın Koruyucusu” anlamına gelen bir unvan olarak verilmekteydi. Bk. Marshall, a.g.e., s. 95. 51 Hayrioğlu, a.g.e., s. 51-52; Marshall, a.g.e., s. 97-98. 14 BİRİNCİ BÖLÜM XII. YÜZYILA KADAR TÜRK – GÜRCÜ MÜNASEBETLERİ VE BÜYÜK SELÇUKLULARIN KAFKASYA POLİTİKASI A) İlk Türk Devlet ve Kavimleri Dönemi Türk-Gürcü münasebetlerinin hangi devirde nasıl başladığı konusunda elimizde net bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat biz biliyoruz ki, Orta Asya’dan yapılan göçlerin istikameti genellikle Kafkasya üzerinden, yukarıda Karadeniz kuzeyine ve oradan Avrupa içlerine doğru olmuştur. Bu cümleden hareketle, ilk devirlerden itibaren Türklerin, Gürcistan bölgesinde de çeşitli faaliyetlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Gürcü vekayinamesinde, İskender’in Doğu Seferi sırasında, M. Ö. IV. yüzyılda Kür nehri boyunca yerleşmiş “Bun-Turkî”52 ve Kıpçak isminde kavimlerin olduğundan bahsedilmektedir. Öyle ki yine aynı vekayinamede Hazarlardan53 da bahsedilmektedir. Burada, Kuzey Kafkasya’da bulunan Hazarların, Kafkas dağını aşarak, Derbend geçidini geçtikleri ve Gürcüleri yenilgiye uğrattıkları belirtilmektedir.54 Bunun dışında Hun veya Akhun, Peçenek, Alan/As ve Bulgarlar gibi Türk devlet veya boylarının bu bölgelere geldikleri anlaşılmaktadır.55 Gürcistan bölgesinde bu Türk akınları, VII. yüzyıl başlarında daha kuvvetli şekilde devam etmiştir. Bu dönemde Bizans ile müttefik olarak Hazarlar, Tiflis’i kuşatmışlar ve uzun uğraşlardan sonra şehri ele geçirmişlerdir. Bu durum, Hazarların Gürcistan bölgesine yayılmalarına sebep olmuştur.56 52 Brosset, “Gürcistan”,s. 16, dn. 93; Bun-Turkî tabiri ile burada daha önce yerleşmiş bulunan Türklere vurgu yapılmaktadır. Bunların ya İskitler ya da onlardan sonra buraya gelmiş başka bir Türk kavmi olması muhtemeldir. Bk. Fahrettin Kırzıoğlu, Yukarı Kür ve Çoruh boylarında Kıpçaklar, Ankara 1992, s. 21. 53 Kırzıoğlu, adı geçen Hazarların, Kimmerler olduğunu belirtmektedir. Bk. Kırzıoğlu, a.g.e., s. 33. 54 Hazarların Gürcistan bölgesindeki faaliyetleri hakkında bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 9-15. 55 Bedirhan, a.g.e., s. 56. 56 Resulzade, a.g.e., s. 5; Karamanlı, a.g.mad., s. 312. Gürcü vekayinamesinde bu olaylar detaylı olarak aktarılmıştır. Brosset, “Gürcistan”,s. 190-191. 15 Abbasiler döneminde Arap fetihleri Kafkasya’da da kendini göstermiş ve kuzeyden gelen Türk akınlarını durdurmuşlardır. Hazar akınlarına set çeken Abbasiler, fakat güneyden gelen Türk yayılışına mani olamamışlardır.57 Türklerin Gürcistan bölgesindeki faaliyetleri İslam kaynaklarında da geçmektedir. Ünlü İslam tarihçisi İbnü’l-Esir eserinde, “Bir Türkmen topluluğunun Taberistan’dan Kafkaslara doğru sarktığı, Ermeniler ve Gürcülerle mücadelelere giriştiğini” belirtmektedir.58 İşte Selçuklular, daha Kafkasya bölgesine gelmeden önce, bu bölgelerde Türk dokusunun varlığını görmekteyiz. Abbasi Halifeliğinin eski gücünü kaybetmesinden dolayı, X. yüzyıl boyunca, Gürcistan ve çevresinde emirlik görevinde bulunan valilerin kendi hâkimiyetlerini bu bölgede kurduklarını görmekteyiz. Bu emirlikler veya devletler, Tiflis’te Caferîler, Gence ve Ani sahalarında hüküm süren Şeddadîler59, Derbend’de Haşimiler, Şirvan’da Mezdeîler, Arran, Ermeniye ve Güney Azerbaycan’da Sâciler ve Sallarilerdir.60 B) Büyük Selçuklular ve Kafkasya Politikası 1) Tuğrul Bey Zamanında Gürcistan Faaliyetleri Selçukluların, Gürcistan bölgesindeki ilk görünüşleri, Çağrı Bey’in komutasında bulunan Oğuzların veya Türkmenlerin kendilerine yurt bulmak amacıyla Horasan bölgesinden, Kafkasya ve Doğu Anadolu bölgelerine akınlar düzenlemeleri sırasında gerçekleşmiştir. 1018 yılında Çağrı Bey, Van Gölü 57 Abbasi halifeleri Türkistan’dan getirdikleri paralı askerlere dayanmak zorunda kalmışlardı. Bu paralı ve gönüllü Türk cengâverleri sayesinde idi ki, IX. yüzyılın başlarında, Abbasi Hilafeti, isyan halinde bulunan Kafkasya vilayetlerini hâkimiyeti altında tutabiliyordu. Mu’tasım zamanında, H. 240 (854-855) yılında ünlü Türk komutanlardan Ermeniye Valisi Boğa el-Kebir, terk edilmiş ve harabe haldeki eski Şemkur şehrini tamir ettirerek, Hazar ülkesinden İslamiyeti kabul etmek isteyen bir zümreyi bu şehre yerleştirdi. Bk. Mustafa Demirci, “Abbasiler ile Hazarlar Arasındaki İlişkiler (VIII- XI Y.Y.), Tarihin Peşinde, S. 5, s. 119; Resulzade, a.g.e., s. 5; Karamanlı, a.g.mad., s. 312. 58 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. IX, s.361, 377, 414. 59 Şeddadîler hakkında daha geniş bilgi için bk.: Vladimir Minorsky, Studies in Caucasion History, London 1953. 60 Ercilasun, a.g.m., s. 387. Bu devletlerin siyasi hayatı hakkında daha fazla bilgi için bk. Bedirhan, a.g.e., s. 65-82. 16 etrafındaki Ermeni Vaspurakan Krallığına bağlı kuvvetleri yenilgiye uğratmıştır.61 Buradan hareketle Nahçıvan bölgesinde, Gürcülerin meşhur komutanı Liparit, 5.000 kişi ile Türkmenlerin karşısına çıkmış, fakat Selçukluların sayıca üstün olmasından dolayı bulunduğu yeri terk etmiştir.62 Yine Duvin’e akın eden Selçuklu Türkmenleri, karşılarına çıkan Vasak Pahlavuni’yi de yenilgiye uğratmıştır.63 1021 tarihine kadar süren Çağrı Bey’in bu akınlar sonucunda, tekrar kardeşi Tuğrul Bey’in yanına dönmüş ve ona gittiği yerlerde karşısına çıkacak herhangi bir kuvvetin bulunmadığı konusunda malumat vermiştir.64 Çağrı Bey’in yapmış olduğu bu keşif seferinin en önemli sonucu da şüphesiz kendilerine yurt arayan Türkmenlerin ileride bu bölgelere yönlendirilmesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Selçuklular, 1040’da Gaznelileri, Dandanakan Savaşı’nda yenilgiye uğrattıktan sonra bağımsızlığını kazanmış ve devletin kuruluşu da böylece tamamlanmıştır. Hemen bu savaş sonunda toplanan kurultayda Tuğrul Bey (1040-1063), Selçuklu hükümdarı olmuş ve eski Türk veraset anlayışına göre “ülkeyi hanedan üyeleri arasında” paylaştırmıştır.65 Bu cümleden hareketle, amcası Arslan Yabgu’nun oğulları olan Kutalmış ve Resul Tekin, Hazar Denizi sahillerindeki ülkelerin -yani Gürcistan- fethi için görevlendirilmiştir. Aynı zamanda, diğer amcası Musa Yabgu’nun oğlu Hasan ile kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Yakuti’yi de Azerbaycan, 61 Ermeni Kralı Senakerim, bu Türk akınlarından korkarak 4000 köy, 70 kale ve 8 şehrini Bizans İmparatoru Basil’e terk etmiştir. Bk. Allen, History of Georgian People, London 1932, s. 87; Urfalı Mateos vekayinamesinde, Selçukluların bu bölgeye yaptığı akınlardan bahsedilmektedir. Urfalı Mateos, “Türklerin acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saçları “ olduğundan bahsetmektedir. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 48. 62 Mükremin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, Ankara 1944, s. 36. Müverrih Vardan, bu olayı anlatırken tarihi bir yanlışa düşmüş ve bu seferi Tuğrul Beye atfetmiştir. Bk. Müverrih Vardan, a.g.m., s. 172. 63 Müverrih Vardan bu olayı şöyle anlatmaktadır: “Türkler Duvin’e akın ettikleri zaman kahraman Vasak onlara karşı geldi ve büyük kahramanlık gösterdikten sonra Sergevil’e döndü. Vasak’ın orada istirahat için biraz uyurken meçhul bir şahıs tarafından başına taş vurularak öldürüldü”. Bk. Müverrih Vardan, a.g.e., s. 172-173. 64 Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi,Ankara 1998, s. 32-33. Çağrı Bey’in bu seferi için bk.: İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti”, Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 267-271. 65 Ravendî, a.g.e., C. I, s. 103; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 36; Mevdudi, Selçuklular Tarihi, çev. Ali Genceli, Ankara 1971, s. 146. 17 Arran,66 Ermenistan, Ebher ve Zencan gibi bölgelerin fethi için görevlendirmiştir.67 Zaten Çağrı Bey’in keşif seferinden hemen sonrasında, başıbozuk Türkmenler çoktan bu bölgelere doğru akın akın yayılmışlardı. Tuğrul Bey tarafından Güney Kafkasya’nın fethi ile görevlendirilen Kutalmış, Aras nehrini geçerek kısa sürede Arran, Gürcistan ve Ermenistan ülkelerinde fetih hareketlerine başlamıştır. Azerbaycan fethine memur edilen diğer Selçuklu melikleri de Urmiye Gölü kenarlarına geldiler. Daha önce bu bölgelere gelmiş ve birçok faaliyetlerde bulunmuş olan Türkmen reisleri ile işbirliği yaptılar. Bu beyler, Tuğrul Bey’in yüksek hâkimiyetini tanımakla beraber, hareketlerinde tamamen serbest olduklarından istedikleri gibi çapul ve yağma faaliyetlerinde bulanabiliyorlardı.68 Bizans İmparatorluğu, doğu sınırındaki bu gelişmeleri yakından takip etmekte idi. Bunun için 1045 sonbaharında, Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos, Gürcü komutanı Liparit’i bir ordu ile Şeddadîlerin merkezi Duvin’e göndermesine rağmen istediği başarıyı elde edememiştir.69 Bu başarısızlığın sebebi ise Kutalmış’ın buraya gelerek, Selçukluların vassalı sayılan Şeddadilere yardım etmesidir. Kutalmış, içinde Ermeni ve Gürcülerin de yer aldığı Bizans ordusunu Gence önlerinde yenilgiye uğratmıştır. Bu başarıdan sonra Musa Yabgu’nun oğlu Melik Hasan, Erzurum ve Pasin’i istila ettikten sonra, Vaspurakan bölgesine de akınlarda bulunmuş, fakat bu bölge valisi Bulgar Aaron ve Gürcistan valisi Katakalon ile yaptığı savaşta ölmüştür.70 (1047) Bunun üzerine, Tuğrul Bey, Azerbaycan Selçuklu valisi İbrahim Yınal ile Kutalmış’ın müşterek komutasındaki Selçuklu ordusunu Bizans’a karşı gönderdi. Gürcü kumandanı Liparit’in de destek verdiği Bizans ordusu, Hasankale (Kapetru)’de ağır bir yenilgiye uğratılmış ve hatta Gürcü komutanı Liparit’te burada esir alınarak Rey’e Sultan Tuğrul Bey’in yanına 66 Eski Yunan ve Romalıların Albanya dedikleri bölgenin Arapçalaştırılmış ismidir. Kür ve Aras nehirleri arasındaki bölgeye verilen isimdir. Bk. Zeki Velidi Togan, “Arrân” mad., İA, C. I, Eskişehir 2007, s. 596. 67 Bedirhan, a.g.e., s.126-127. 68 Yinanç, a.g.e., s. 45. 69 Bu dönemde Duvin komutanı Şeddadilerden Ebu’l-Esvar idi. bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 283; Urfalı Mateos, a.g.e., s.82.; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular” mad., İA., C. X, Eskişehir 1997, s. 365. 70 Azimî, a.g.e., s. 9, dn. 47. Fahrettin Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi, Ankara 1982, s. 18. 18 gönderilmiştir.71 Gürcü vekayinamesinde de bu olay ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: “Sultan Bahram-Lam’ın (İbrahim Yınal) Türkleri Pasin memleketinde görüldüklerinden, imparatorluk ordusu harekete geçti. Liparit de çağrılmış olup imparatorun yardımına gelmek üzere Yukarı-Kartli’nin bütün askerleriyle beraber hareket etti. Ordro ve Ukum’un eteklerinde çarpışma vuku buldu; Bizans ordusu ve Liparit, Türkler tarafından kaçmağa mecbur edildiler ve büyük bir katliam oldu. Liparit yakalanarak Horasan’a sultanın yanına götürüldü”72 . Bu olay tarihimize 1048 “Pasinler Savaşı” olarak geçmiştir. Bu savaştan sonra da Selçukluların ilerlemesi devam etmiş ve Tuğrul Bey 1054 yılında Azerbaycan’a sefer düzenlerken73, Kutalmış da Kars’a hücum etmiştir.74 Öte yandan Sultan Tuğrul’un yönlendirdiği kuvvetlerin, kuzeyde Kafkaslara, batıda Canik ormanlarına, güneyde Tercan, Hanzit ve Erzincan’a kadar ilerlerken, bir başka kuvvet Oltu yörelerinden geçip, Çoruh Irmağı vadisinin ötesindeki memleketleri istilaya uğrattığı görülmektedir.75 Kısaca, Malazgirt Savaşı’nda önce Selçuklular bölgeyi yoğun bir istilaya tabi tutarak kontrol altına almışlardır. 71 Azimî, a.g.e., s. 9, dn. 51; Turan, “Selçuklular”, s. 123, Nodar Şengelia, “Selçuklu ve Osmanlı Döneminde Gürcüstan”, Çveneburi, S. 11, Temmuz-Eylül 1998, s. 13. Gürcü vakayinamesinde de bu olay ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: “Sultan Bahram-Lam’ın (İbrahim Yınal) Türkleri Pasin memleketinde görüldüklerinden, imparatorluk ordusu harekete geçti. Liparit de çağrılmış olup imparatorun yardımına gelmek üzere Yukarı-Kartli’nin bütün askerleriyle beraber hareket etti. Ordro ve Ukum’un eteklerinde çarpışma vuku buldu; Bizans ordusu ve Liparit, Türkler tarafından kaçmağa mecbur edildiler ve büyük bir katliam oldu. Liparit yakalanarak Horasan’a sultanın yanına götürüldü”. Liparit’in esir alınması olayını Urfalı Mateos, ayrıntılı olarak eserinde ele almaktadır. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 89-90. Orbelian ise Sunik tarihinde Liparit’in Gürcü senyörlerinin ihaneti yüzünden öldürüldüğünü söyler. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 90, dn. 224. Fakat diğer bütün kaynaklarda, Bizans İmparatorunun, Tuğrul Bey’den Liparit’i fidye karşılığında serbest bırakmasını istediği, fakat Tuğrul Bey’in, herhangi bir fidye almadan Liparit’i İmparatora gönderildiğinden bahsedilmektedir. Liparit ise daha sonra İmparator tarafından tekrar Gürcistan’a gönderilmiştir. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 90; Müverrih Vardan, a.g.e., s.175; Brosset, “Gürcistan”, s. 284; Azimi, a.g.e., s. 11; N. N. Şengeliya, “XI-XIII. Yüzyıl Gürcü Tarihçilerine Göre Selçuklular”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XXII, İzmir 2007, s. 229. 72 Brosset, “Gürcistan”, s. 283. 73 Urfalı Mateos eserinde bu olayla ilgili şunları aktarmaktadır: “503 tarihinde Ermenistan üzerine zehirli ve öldürücü bir rüzgâr esti. İran sultanı Tuğrul, payitahtından hareket edip deniz kumu kadar çok olan askerlerle beraber Ermenistan’a yürüdü”. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 100. 74 Azimî, a.g.e., s. 14. Kutalmış’ın, Kars üzerinde giriştiği hareketleri hakkında Anılı Kadı Ebu Nasır Burhaneddin, “Enisü’l-Kulüb” adlı eserinde de bahsedilmektedir. Bk. Fuat Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları I”, Belleten, C. VII, Ankara 1943, s. 459, 502, 503. 75 Bedirhan, a.g.e., s.147. Müslümanlar (Selçuklular), Anadolu şehirlerine öyle daldılar ki, onlarla İstanbul (Kostantıniyye) arasında on beş günlük bir mesafe kaldı. 19 2) Sultan Alparslan ve Kafkasya Seferleri Tuğrul Bey’den sonra Selçuklu tahtına çıkan Alparslan zamanında (1063- 1072), kaynakların bildirdiği üzere, Kafkasya üzerine biraz daha ağırlık verildiği görülmektedir.76 Asıl gayesi Rum (Anadolu) memleketlerini fethetmek olan Sultan Alparslan, etrafındaki komutanlarının ve emirlerinin yönlendirmesiyle, arkasını emniyete almadan Bizans egemenliğindeki Anadolu üzerine sefere çıkmanın tehlikeli olacağını anladığından Gürcistan üzerine sefere çıkmıştır. Bunun için Alparslan, 22 Şubat 1064 yılında Rey’den Azerbaycan’a hareket ederek Urmiye Gölü’nün kuzeydoğusundaki Merend şehrine geldi.77 Burada kendisini Kafkaslarda ve Anadolu’da sık sık akınlarda bulunan Tuğtekin78 adında bir Türkmen beyi karşıladı. Sultan Alparslan, buradan ordusuyla birlikte o yöredeki dar geçitlerden ve dağ yollarından geçerek Nahçıvan’a varmış ve Aras Nehri’ni geçmek için gemiler yapılmasını emretmiştir. Sultan Alparslan, asker toplama ve gemi yapımı işini hallettikten sonra kendisi Gürcistan içlerine doğru ilerlerken, oğlu Melikşah ile veziri Nizamülmülk’ü de Bizans sınırındaki bazı kalelerin fethiyle görevlendirdi.79 Kaynaklarda, Melikşah ve Nizamülmülk’ün başında bulunduğu ordunun birçok kalenin alınmasını sağladığından bahsedilmektedir.80 Gürcü vekayinamesinde, Alparslan’ın bu seferi ile ilgili olarak şunlar aktarılmaktadır: “Akınlarda daima yaptığı gibi ansızın gelerek Kangarni bölgesine ve Trialet’e girdi, tahribat yaptı ve atlıları bir gün içinde Kvelis-Kur’a kadar 76 Savaş Eğilmez, “Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Kafkasya Politikası”, Türkler Ansiklopedisi, C.4, Yeni Türkiye yay., Ankara 2002, s. 705-712. 77 Hüseynî, a.g.e., s. 24; İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 49; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 59. Claude Cahen, Sultan Alparslan’ın bu seferinin nedeni olarak bu bölgelerdeki Türkmenler üzerinde otoritesini güçlendirmek olduğunu belirtmektedir. Bk. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu, çev., Erol Üyepazarı, İstanbul 2000, s. 3. 78 Mevdudi, bu beyin Selçuklular tarafından Rum (Anadolu) sınırında bulundurulan bir uç beyi olduğunu kaydetmektedir. Bk. Mevdudi, a.g.e., s.227; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 59. 79 İbnü’l-Esir ve Sadruddin el Hüseynî de Melikşah’ın karargâhta bırakıldığı belirtilmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 50; Hüseynî, a.g.e., s. 24. krş. Mevdudi, a.g.e., s. 228. 80 Kaynaklarda Sürmari, Meryem-nişin ve daha birçok kalenin alındığından ayrıntılı olarak bahsedilmektedir. Bk. Hüseynî, a.g.e., s. 24-25; İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 50-51; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 60-63. 20 yayıldılar. Alparslan, Şavşet, Klarcet ve Tao81 içinden geçerek Paneskert’e (Malazgirt) kadar geldi. Aynı günde Tor ve Ghviv vadisine kadar gelerek Trialet’de üç gün kaldı”.82 Görüldüğü üzere Sultan Alparslan, Gürcistan içlerinde istediği gibi hareket etme imkânına kavuşmuştu. Daha sonra Selçuklu ordusunda öncü birlikleri, Gürcü kralını yakalamak üzereyken, kral kaçarak zor kurtuldu. Burada Selçuklu birlikleri tarafından, Ahalkalak83 şehri kuşatılarak ele geçirildi. Sultan Alparslan Ahal-kalak’ta bulunduğu sırada, eski Türk devletlerinde olduğu gibi, siyasi ittifak için Ermeni Kralı David’in oğlu Kivrike’nin kızı ile evlenmek istedi. Sultan’dan korkan Kral ise bu evliliğe müsaade etmek durumunda kalmıştır.84 Kaynakların verdiği bilgilere göre, Sultan Alparslan, oğlunu ve Nizamülmülk’ü yanına çağırmış ve böylece Selçuklu ordusu tekrar birleşmiştir. Daha sonra bu ordu harekâtına devam ederek, Sepid-şehri85 ve Ağal-lal (Allaverdi)86 şehrini kuşatarak almıştır.87 Bunun üzerine Gürcü kralı elçileriyle beraber Sultan Alparslan’a hediyeler göndererek barış talebinde bulunmuş, Sultan Alparslan da Gürcü kralına gönderdiği mektup ile “barış için ya İslam’ı ya da cizyeyi kabul etmekten başka çare olmadığını” bildirmiştir.88 81 Klarcet, Artvin ve civarına, Tao ise Oltu-Tortum havalisine Gürcülerin verdiği isimdir. Bk. İbrahim Tellioğlu, Doğu Karadeniz’de Türkler, Trabzon 2004, s.68. 82 Brosset, “Gürcistan”, s. 287; Alpaslan’ın bu seferi hakkında ayrıca bk. Mateos, a.g.e., s.119. 83 İranlıların Sapid-sahr ve Türklerin Akşehir olarak adlandırdıkları Gürcüler, bu şehre Ahalkalak adını vermişlerdir. Bk. Turan, “Selçuklular”, s. 155. 84 Brosset, “Gürcistan”, s. 288; Gürcü vekayinamesinde Ahal-Kalak’ın iyi istihkâm edilmediği için Türkler tarafından alındığına vurgu yapılmaktadır. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 288; Urfalı Mateos, a.g.e., s. 119; Müverrih Vardan, a.g.e., s.177. Sultan Alparslan, daha sonra bu kişiyi veziri Nizamülmülk ile evlendirmiştir. Bk. Şengelia, “Gürcüstan”, s. 13. 85 Bu şehir, Kartli ve Kars arasında, muhtemelen Kars mevkiinde Marmaşin manastırının 5 km kuzeybatısında bulunmakta idi. bk. Ernst Honigman, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, çev., Fikret Işıltan, İstanbul 1970, s.185, dn. 1. Bu şehrin ismi İbnü’l-Esir’de “Sübiz-şehr” olarak geçmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 51. 86 Bugünkü Borçala nehrinin sol yanında yer alan şehir için bk. : Honigman, a.g.e., s. 185, dn. 7. İbnü’l-Esir’de bu şehrin yandığından bahsedilmektedir. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 51. 87 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 51; Hüseynî, a.g.e., s. 25; Mevdudi, a.g.e., s. 228. 88 Hüseynî, a.g.e., s. 26; Şengelia, “Gürcüstan”, s. 13. 21 Sultan Alparslan, Ahalkalak şehrini aldıktan sonra Ani89 ve Kars tarafına doğru yürüdü. Kaynakların bildirdiğine göre Ermenistan bölgesinde yer alan Ani, çok müstahkem bir vaziyette bulunmakta idi. Fakat Sultan Alparslan, uzun bir kuşatmadan sonra Ani’yi fethetmiştir.90 (1064) Sultan Alparslan, Ani’yi Şeddadilerden Duvin Emiri Minuçehr’in oğlu Ebu’l-Esvar’a vermiştir.91 Ani’nin düşmesi üzerine Kars prensi Abbas oğlu Gagik, Alparslan’ı Kars’a davet ederek itaatini bildirdi.92 Sultan Alparslan’ın Kafkasya’daki bu fetihleri İslam dünyasında büyük sevinç yaratmış ve Halife tarafından kendisine “Ebu’l-Feth (Fethin Babası)” unvanı verilmiştir.93 Sultan Alparslan’ın bu ilk seferi hem Bizans açısından hem de Gürcistan açısından dönüm noktası olmuştur. Bizans’ın doğu hududunu savunmayı tamamıyla ihmal etmesi sonucunda, Türklerin bu bitmek tükenmeyen akınları ile Kafkasya ve Doğu Anadolu bölgesinde bulunan halk zor duruma düşmüştür.94 Gürcistan’daki durum ise Bizans’ın konumundan çok daha ağır olmuştur. Çünkü Selçukluların bu bölge üzerinde hâkimiyeti sağlaması ile bölgenin hem siyasi hem de sosyal yapısında büyük değişim yaşanmıştır. 89 Ani, Arpaçay’ın sağ sahilinde, Aras ile birleştiği noktaya yaklaşık 40 km. mesafede bulunmaktadır. Bk. W. Barthold, “Ani” mad., İA, C. I, Eskişehir 1997, s. 435. Mevdudi, “bu şehrin büyüklüğünü anlatmak için yalnız kilise sayısının beş yüzden fazla olduğunu söylemek kafidir” demektedir. Mevdudi, a.g.e., s. 229. 90 Brosset, “Gürcistan”, s. 288; Mevdudi, a.g.e., s. 229-230; Hüseynî, a.g.e., s. 26-27. Ani’nin fetihten sonra şehirdeki katedralin tepesindeki haçın alınarak Nahçıvan Camii’nin kapısının eşiğine konulduğu, ayrıca Alparslan’ın katedrali camiye çevirerek, burada ilk Cuma namazı kıldığı bildirilmektedir. Bk. Nebi Gümüş, “Büyük Selçuklu-Gürcü İlişkileri”, Türkler Ansiklopedisi, C. 4, Yeni Türkiye yay., Ankara 2002, s. 715. 91 Brosset, “Gürcistan”, s. 288; Bedirhan, a.g.e., s. 168; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2007, s. 86. Bu uygulama ile Anı-Şeddadileri kolu, Selçuklulara tabi olarak kuruldu. Bk. Minorsky, a.g.e., s. 81; Brosset, “Georgie”, s. 328. 92 Urfalı Mateos’un eserinde Sultan Alparslan’ın Kars’taki Kral Gagik’e bir elçi gönderip kendisine arzı hürmet etmesi için yanına çağırmış, fakat Gagik, Sultan Tuğrul’un ölümünden beri siyaha büründüğünden bu durum Sultan’ın hoşuna gitmiş ve kendisine krallık giysileri giydirilmiştir. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 121-122. Müverrih Vardan ise “Kars Kralı Gagik, Türklerin korkusundan dolayı, kendi memleketini Rumlara verdi ve karşılığında Zamıntavı, Laryayı, Amasyayı ve Gomanayı yüz kadar köyleriyle aldı” diyerek Gagik’in pek samimi olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bk. Müverrih Vardan, a.g.m., s. 178. 93 Abu’l-Farac, a.g.e., C. I, s. 317; İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 52;Turan, “Selçuklular”, s. 156. 94 Honigman, a.g.e., s. 182. 22 Sultan Alparslan’ın ikinci Gürcistan seferine (1067) çıkmasında, Büyük Selçuklu Devleti’nin kendi nüfus ve hâkimiyet sahası olarak gördüğü Kafkasya bölgesinde çıkan karışıklıklar neden olmuştur. Şöyle ki kuzeyden gelen Alanlar (Osset) gibi kavimler, Kafkasya bölgesine gelmişler ve istilaya girişmişlerdir. Gerçekten de Gürcü Kralı IV. Bagrat’ın müttefiki olan Alanlar, Selçukluların vassalı olan Şeddadilere saldırmış, bunun üzerine Sultan Alparslan, ikinci defa Gürcistan seferine çıkmıştır.95 Bu karışıklıklardan faydalanan Gürcü Kralı Bagrat da Şirvanşahlara karşı harekete geçmiş ve Şeki’yi istila edip Kaheti Kralı Gagik’in oğlu Agsartan’a vermiş ve devamında Berdea’yı da ele geçirmiştir. İşte bu sebeplerden dolayı ki Sultan Alparslan, Gürcistan’a hareket etmiş ve bir kısım yerleri fethetmiştir.96 Sultan Alparslan önce Gagik’in oğlu Agsartan’dan Kaheti’yi, sonra da Kartli’yi almıştır.97 Selçuklu hükümdarı ayrıca o dönemde de Gürcistan’ın merkezi olan Tiflis ile Rustav’ı da ele geçirmiş ve bu bölgeleri Gence Emiri Fadlun’a (1067- 1088) vermiştir.98 (1068) Bu sefer sırasında Gürcü Kralı’nın da vergi vermeyi kabul ederek Sultan Alparslan’a itaatini bildirdiği görülmektedir.99 Fakat Sultan Alparslan, Gürcistan’dan ayrıldıktan sonra Kral Bagrat (1027-1072), Emir Fadlun’un üzerine yürümüş ve Tiflis’i tekrar geri almıştır. Bunun üzerine Sultan Alparslan, komutanı Savtekin’i buraya göndermiş ve böylece Gürcistan’daki hâkimiyet yeniden tesis edilmiştir. 100 (1069) 3) Sultan Melikşah’ın Gürcistan Faaliyetleri Sultan Alparslan’ın Doğu Seferi sırasında, bir kale muhafızı tarafından öldürülmesinden sonra Selçuklu tahtına Melikşah çıkmıştır. Sultan Melikşah (1072- 1092), gençlik yıllarında babası ile beraber Gürcistan seferine katıldığından, bu 95 Minorsky, a.g.e., s. 75; Bedirhan, a.g.e., s. 171-172. krş.: Gümüş, a.g.m., s.715. 96 Gürcü vekayinamesi, bu sefer sırasında Alparslan’ın yapmış olduğu fetihler hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 290-292. 97 Gürcü vekayinamesinde, Agsartan’ın Sultana katılarak, ona muhteşem hediyeler takdim edildiğinden ve Müslüman olduğundan bahsedilmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 291; Yinanç, a.g.e., s. 62. 98 Brosset, “Gürcistan”, s. 291; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 78; Minorsky, a.g.e., s. 65-66; Ronald Grigor Suny, The Making Of The Georgian Nation, 1994, s. 34. 99 Gürcü vekayinamesinde, “Kral Bagrat’ın barış dilemek üzere Liparit’in oğlu İoane’yi elçi olarak göndermiş, Sultan ise haraç talebinde bulunmuş, fakat kış şartlarının sert olmasından dolayı tekrar Horasan’a dönmüştür” denilmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 291-292. 100 Turan, “Selçuklular”, s. 164; Yinanç, a.g.e., s. 83-84. 23 bölgeleri çok iyi bilmekte ve buraların önemini çok iyi idrak etmekte idi. Sultan Melikşah, Selçuklu hükümdarı olduğu sıralarda, Gürcü Kralı Bagrat da ölmüş ve yerine Gürcistan tahtına II. Georgi (1072-1089) geçmiştir.101 Sultan Melikşah’ın Gürcistan üzerine ilk seferi Gürcistan’da çıkan birtakım karışıklıklar neticesinde gerçekleşmiştir. Sultan Melikşah, Kartli’ye kadar gelip, Gence’yi Emir Fadlun’dan alarak, bölgenin sorumluluğunu Emir Savtekin’e vermiş ve maiyeti ile birlikte geri dönmüştür.102 (1076) Fakat Kral II. Giorgi, Savtekin ile yaptığı savaşları kazanıp Selçuklu hâkimiyetindeki bazı yerleri tekrardan geri almıştır. Bu durum karşısında Melikşah da ikinci kez Gürcistan seferine çıkmıştır.103 (1078-1079) Bu sefer sırasında Somkheth alınmış ve Emir Savtekin’e yeni kuvvetler bırakılarak geri dönülmüştür. Emir Savtekin’in Gürcüler karşısında yeniden bozguna uğraması üzerine,104 Oltu, Erzurum ve Kars bölgesinin Bizans komutanı Grigor Bakuryan’ın eline geçmiş ve Gürcü Kralını da metbu tanımıştı. Bunun üzerine Sultan Melikşah, bu sefer Emir Ahmed’i, Gürcistan seferi ile görevlendirdi.105 Emir Ahmed, Gürcü kralını, Kveli’de (Kouel) ağır bir hezimete uğratmış ve Kral II. Giorgi çareyi kaçmakta bulmuştur.106 (1080) Emir Ahmed’e bağlı olan kuvvetler bu savaşta büyük miktarda ganimet elde etmişlerdir. Daha sonra Emir Ahmed, Kars’ı kuşattı ve kesin olarak geri aldı. Ardından Erzurum’u, Oltu’yu da alarak, bu bölgedeki Hıristiyan hâkimiyetine son verdi. Bu olaylardan sonra Selçuklu beyleri ve mahiyetleri, akın akın Gürcistan bölgesine gelip yerleşmeye başlayacaklardır. Hatta Selçuklu kuvvetleri, Anadolu’ya gitmekte olan İsasi (İsa) ve Bujgop (Yakup)107 gibi büyük emirlere rastlamış ve onlara “yüklü oldukları büyük miktardaki altın ve serveti gösterip, Bizans memleketine gitmeye ne lüzum var, işte ıssız ve hazine ile dolu Gürcistan buradadır” diyerek onların da Gürcistan bölgesine çekirge sürüsü gibi 101 Gürcü vekayinamesi bu olaydan, “Ne Bagrat, ne de Sultan birbirlerinin ölümünden haberdar olmamışlardır” diye bahsetmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 183. 102 Brosset, “Gürcistan”, s. 303; Yinanç, a.g.e., s. 110; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 113. 103 Brosset, “Gürcistan”, s. 306; Yinanç, a.g.e., s. 111. 104 Bu yenilgiden sonra Kafkaslardan geri çağrılan Emir Savtekin Bağdat’a gelmiş, vezir Ebu Şüca tarafından karşılanmış, halifenin huzuruna kabul edilerek hilat giydirilmiş ve kendisine ihsanlarda bulunulmuştur. Daha sonra hastalanarak İsfahan’a dönen Savtekin, 1085’de burada vefat etmiştir. Bk. Kafesoğlu, a.g.e., s. 115. 105 Kafesoğlu, a.g.e., s. 114. 106 Mariam Lorkipanidze, Georgia in the XI.-XII. Centuries, Tblisi 1987, s. 75. 107 Osman Turan, Bujgop’un Mengücek olabileceğini belirtmektedir. Bk. Turan, “Türkiye”, s. 39. 24 yayılmalarını sağlamışlardır.108 Nitekim Gürcü vekayinamesinde bununla ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Asis-Forni memleketleri, Klarcet, deniz kıyısına kadar Şavşet, Acara, Samtzhe, Kartli, Arguet, Samokalako ve Çkondid talanlar ve halkı esir eden Türklerle doldu”.109 Bu cümleden de anlaşılacağı üzere Sultan Melikşah zamanında artık bu bölgelere Türklerin yerleşmesi sağlanmıştır. Selçuklular, ertesi yıl tekrar Gürcistan’a girerek fetihlerine devam etmişler ve Çoruh kaynağı ile Trabzon’a kadar bütün sahil bölgesini ele geçirmişlerdir.110 Bu durum karşısında Bizans’tan da gerekli desteği alamayacağını da anlayan II. Giorgi, başka çaresi kalmayarak Melikşah’ın yanına gitti. Böylece, Gürcü Kralı II. Giorgi, Selçuklulara tabi olmuş ve haraç vermeyi kabul etmiştir.111 Ayrıca Sultan Melikşah, bütün Arran bölgesini, Azerbaycan genel valisi olan Kutbüddin İsmail’e verdi ve onu bu beldenin meliki ilan etti.112 Selçuklu hükümdarı Melikşah zamanında, Gürcistan üzerine yapılan seferler sonucunda Türklerin, bu bölgelere tam olarak yerleştiğini söyleyebiliriz. Zaten bu dönemde Gürcü kaynaklarında, Türklerin Gürcistan bölgesinde nasıl yayıldığı konusunda geniş bilgiler bulunmakta ve bu olay “Didi Turkoba ( Büyük Türkeli)” olarak adlandırılmaktadır.113 Gürcü vekayinamesindeki şu ifade aslında her şeyi açıkça ortaya koymaktadır: “Dünyanın her tarafındaki Türkler, sanki bu memlekette randevu vermişlerdir. Sultan da dâhil olmak üzere, kimse onları ne oradan 108 Brosset, “Gürcistan”, s. 306-307; The Georgian Chronicle The Period of Giorgi Lasha, çev., Katharine Vivian, Adolf M. Hakkert, Amsterdam 1991, s. 2. M. Halil Yinanç, merkezi Erzurum olmak üzere, Ebu Kasım tarafından kurulan, Saltuklu Beyliği’nin bu tarihten itibaren tesis edilmeye başlandığını söylemektedir. Bk. Yinanç, a.g.e., s. 111. 109 Brosset, “Gürcistan”, s. 307; Qaukhchisvili, a.g.e., s. 3. 110 Yinanç, a.g.e., s. 112. Gürcü vekayinamesinde “Kral II. Giorgi’nin çaresizlik içine düştüğü, kurtarıcı olarak Bizans’ın dahi eski gücünü yitirdiği ve bütün denizaşırı ülkelerin Türkler tarafından istila edildiğinden” bahsedilmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 308. 111 Brosset, “Gürcistan”, s. 308; The Georgian Chronicle s. 4-5; Allen, W. E. D., A History of the Georgian People, London 1932, s. 94; Suny, a.g.e., s. 34; Şengelia, “Gürcüstan”, s. 14. Kahet kralı Agsartan da kendi ülkesinin Gürcü Kralına verildiğini duyunca telaşa düşmüş, Sultan Melikşah’ın yanına gidip tekrar Müslüman olmuş ve bu sayede krallığını kurtarmıştı. Bk. Yinanç, a.g.e., s.113. 112 Yinanç, a.g.e., s. 113. 113 Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s. 136; Şengelia, “Gürcüstan”, s. 14. Suny, Selçukluların bu bölgelerde yerleşmesinin Gürcistan’ın politik ve ekonomik durumunu zayıflattığını belirtmekte ve bunun nedeninin ise daha önce ekili alanların Türkmenler tarafından otlak olarak kullanılmasını göstermektedir. Suny, a.g.e., s. 34. 25 uzaklaştırmayı, ne de onlara en ufak zarar vermeyi aklından geçirebiliyordu”.114 Şüphesiz şunu ifade etmek gerekir ki, daha önce Gürcistan’a yerleşmiş bulunan bu Türk nüfusu, özellikle bu dönemden itibaren ve daha sonra Moğol istilası ile buradan akın akın Anadolu’ya geçecek ve zamanla Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayacaktır. 4) Selçuklu Fetret Devri Gürcü Münasebetleri Ermeni asıllı Urfalı Mateos’un, “herkesin babası, bütün insanlara karşı merhametli ve hoşgörü sahibi” dediği Sultan Melikşah’ın115, 1092 yılında ölmesi üzerine Büyük Selçuklu Devleti, fetret devrine girmiştir. Bu yüzden, Selçuklular, bu dönemde devamlı olarak taht kavgaları yüzünden, yeterince Gürcistan bölgesi ile ilgilenememişlerdir. Ayrıca, Gürcü vekayinamesinin de belirttiği gibi, bir de bu dönemde Haçlı ordularının İslam dünyası üzerine gelmesi, Gürcülerin siyasi yaşamını olumlu yönden etkiledi. Bizce bu iki olay, Gürcülerin kendilerini toplamalarına ve tekrar bağımsız olarak hareket etmelerine neden olmuştur. Nitekim Gürcü vekayinamesinde, Kartli’nin restore edildiğinden, Kral David’in ordusunu çoğaltarak kuvvetlendiğinden ve daha önce Selçuklulara verilen verginin kesildiğinden ve Türklerin kışı Gürcistan’da geçirmelerine nihayet verildiğinden bahsedilmektedir.116 Bundan sonra Kral David, daha önce Türklerin eline geçen bölgeleri tek tek geri almaya başlamıştır. Bu yüzden Haçlılar, artık Gürcistan’ı, Hıristiyanlığın doğudaki en önemli kalesi olarak görmeye başlayacaklardır. Gürcülerin bu şekilde faaliyetlerde bulunmalarına zaman zaman da olsa Büyük Selçuklu hükümdarları karşı koymaya çalışmışlardır. Gürcü vekayinamesi, Selçuklu hükümdarı Muhammed Tapar’ın (1105-1118) 1110 yılında 200.000 kişilik bir orduyu Gürcistan üzerine gönderdiğinden, fakat bu ordunun Maslata’da yenilgiye uğratıldığından bahsetmektedir. Fakat tam tersine, Selçuklu kaynaklarında, Selçuklu 114 Brosset, “Gürcistan”, s. 317; The Georgian Chronicle s. 15; Şengeliya, a.g.m., s. 234. Ahmet Cevdet Paşa, Melikşah’ın zapt ettiği yerlerde Gürcistan sınırından Hazar denizi sahillerine kadar Dağıstan’da birçok Türk topluluğunun iskan ettirildiğini belirtmektedir. Bk. Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e., s. 61. 115 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 178; Brosset, “Gürcistan”, s. 308; The Georgian Chronicle s. 5. 116 Brosset, “Gürcistan”, s. 311; Qaukhchishvili, a.g.e., s. 9; Berdzenişvili - Canaşia, a.g.e., s. 140. 26 ordusunun Gürcüleri yenilgiye uğrattığı belirtilmektedir.117 Görüldüğü üzere artık Büyük Selçuklu Devleti, Gürcistan üzerindeki hâkimiyetini kaybetmekte idi, fakat onun yerini özellikle Ön Asya ve Yakındoğu’da yeni siyasi teşekküller alacaktır. Daha Büyük Selçuklu İmparatorluğu varlığını devam ettirirken, devlet içinde ayrı ayrı siyasi birimler oluşmuş ve daha sonra da bunların çoğu bağımsızlığını kazanmıştır. İşte bu cümleden olarak, bizimde asıl konumuzu oluşturan Türkiye Selçukluları’nın ve Anadolu’daki ilk Türk Beyliklerin ortaya çıkışı ile Türk-Gürcü ilişkilerinin seyri değişecektir. Tabi ki bu dönemde, Gürcülere karşı bazen tek başına bazen de gerek Irak Selçukları ile gerekse Azerbaycan Atabeyliği ile ortak hareket edildiğini görmekteyiz. İlk önce özellikle Gürcistan bölgesine sınır olmaları bakımından, XII. ve XIII. yüzyılda İlk Türk Beylikleri ile Gürcüler arasındaki ilişkilerin nasıl bir seyir içinde geliştiğine değineceğiz. 117 Brosset, “Gürcistan”, s. 317. krş. Hüseynî, a.g.e., s. 57; Ahmed b. Mahmud, a.g.e., s. 42; Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul 1999, s.234. 27 İKİNCİ BÖLÜM XII. YÜZYILDA ANADOLU’DA KURULAN İLK TÜRK BEYLİKLERİ İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ MÜNASEBETLER Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt Savaşı’nda, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i yenilgiye uğratmış ve onu esir almıştı. Sultan Alparslan, savaş sonunda, Bizans İmparatoru Romen Diyojen ile anlaşma yapmış ve daha sonra onu İstanbul’a göndermişti. Fakat bu sırada Bizans’ta da taht değişikliği yaşanmış ve Bizans tahtına Mihail Dukas başa geçmişti. Romen Diyojen’in İstanbul’a gittikten sonra tutuklanarak gözlerine mil çekilmesi ve yeni İmparator Mihail Dukas’ın Selçuklular ile yapılan anlaşmayı tanımaması üzerine, Sultan Alparslan komutanlarını Anadolu’nun fethi ile görevlendirmiştir.118 Nitekim Reşidüddin Fazlullah, Malazgirt Zaferi’nden sonra Emir Saltuk’un Erzurum ve çevresini, Emir Artuk’un Mardin, Amid (Diyarbakır), Malatya ve Harput’u, Emir Mengücek’in Erzincan, Kemah ve Şebinkarahisar bölgelerini ve Emir Danişmend’in Kayseri, Sivas, Tokat, Niksar ve Amasya bölgelerini fethederek, bu bölgelere yerleştiğinden bahsetmektedir.119 İşte bu Türk komutanları,“fethedilen ülke fethedenindir” anlayışından hareketle fethettikleri bölgelerde kendi beyliklerini oluşturmuşlardır. Anadolu’da kurulan bu ilk Türk beylikleri; Danişmendliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular ve Ahlatşahlardır. A) Danişmendli - Gürcü Münasebetleri Danişmendliler, Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinden birisidir (1071-1178). Sultan Alparslan’ın komutanlarından olan Danişmend Gazi tarafından Sivas, Kayseri, Amasya ve Tokat bölgesinde kurulan Danişmendliler ile Gürcüler arasında kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre çok fazla bir münasebetin olduğu görülmemektedir. Danişmendlilerin, bu dönemde, daha çok Haçlılar ile mücadele halinde olması, Türkiye Selçukluları ile Anadolu’da hâkimiyet kurma mücadelesine girişmeleri ve ayrıca zaman zaman da kendi iç işlerinde yaşadıkları karışıklıkların buna neden olduğunu söyleyebiliriz. Bunda daha 118 Turan, “Türkiye”, s. 34. 119 Reşidüddin Fazlullah, Cami’ü’t-tevârih, nşr. Ahmet Ateş, Ankara 1960, s.38-39. 28 çok Danişmendliler ile Gürcülerin coğrafi yakınlığının olmamasının da etkili olduğu kanısındayız. Buna rağmen zaman zaman da olsa Gürcüler ile mücadeleler yaşanmıştır. Öyle ki Danişmendlilerin ilk hükümdarı Danişmend Gazi, Sultan Alparslan tarafından Gürcülere karşı yapılan 1064 ve 1068 yıllarındaki seferlerde orduya kılavuzluk etmiş ve Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan nezdinde büyük itibar kazanmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki Danişmend Gazi’nin, Kafkasya’yı iyi bildiği ve daha önce buralarda fetihlerde bulunduğudur. Nitekim kaynaklarda Danişmend Gazi’nin Azerbaycan’da oturduğu ve bazı küffar beldelerine –ki bu Gürcistan olmalı- akınlar ve gazalar yaptığı belirtilmektedir. Bunun dışında Emir Danişmend, 1071 Malazgirt Savaşı’nda, Sultan Alparslan’ın ordusunda da yer almış ve kendi birlikleri ile Bizans, Ermeni ve Gürcü ordularına karşı mücadele etmiştir.120 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Sultan Alparslan tarafından Anadolu’nun fethi ile görevlendirilen komutanlar arasında yer alan Emir Danişmend’e, Sivas, Niksar, Elbistan ve Malatya ikta olarak verilmiştir. Bu ilk dönemde kaynakların yetersizliğine rağmen, Danişmend Gazi özellikle Karadeniz bölgesinde fetih hareketlerine girişmiş ve bu bölgelerle alakası bulunan Gürcülerle de mücadele etmiştir. Danişmendname’de bununla ilgili olarak, “Emir Danişmend’in, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan bölgedeki Rum ve Gürcülerin de aralarında bulunduğu bütün Hıristiyan güçlerin ittifakına karşı mücadele ettiğinden” bahsedilmektedir.121 Müneccimbaşı, “Emir Danişmend Gazi’nin ülkesi ve vilayeti üzerinde öldüğü yıla kadar durmadan Allah yolunda kâfirlerle gaza ve cihad yaptığını” belirtmektedir. 120 Ahmed b. Lütfullah Müneccimbaşı, a.g.e., C. II, s. 143-144; Tellioğlu, a.g.e., s. 78. Danişmend Gazi’nin Sultan Alparslan’ın İkinci Kafkasya Seferi’ne de (1068) katıldığı belirtilmektedir. Bk. Sefer Solmaz, “Danişmend Gazi’nin Anadolu’ya Gelişi”, Selçuk Üni. Edb. Fak. Edebiyat Dergisi, S. 14, Konya 2002, s. 246. Danişmendliler’in siyasi ve kültürel hayatı ile ilgili geniş bilgi almak için bk. Sefer Solmaz, Danişmendliler Devleti ve Kültürel Mirasları, (S.Ü. Sos. Bil. Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2001. 121 Danişmend-Name (nşr. N.Demir)’den naklen Tellioğlu, a.g.e., s. 54-137; Müneccimbaşı’nda da bununla ilgili olarak Melik Danişmend’in, Gürcü, Rum, Ermeni ve Franklardan oluşan kalabalık bir orduyu yenilgiye uğrattığından bahsedilmektedir. Bk. Müneccimbaşı, a.g.e., s. 148. 29 Müneccimbaşı, Danişmend Gazi’nin Kılıç Arslan ve Mengücek Gazi ile beraber Gürcüler ve Rumlara karşı savaştığını da söylemektedir.122 B) Mengücekli – Gürcü Münasebetleri Mengücekler Beyliğinin kurucusu, Sultan Alparslan ile Malazgirt Savaşı’na katılan Mengücek Gazi’dir. Mengücek Gazi, “fethedilen ülke fethedenindir” anlayışından hareketle Erzincan, Kemah, Divriği ve Şarki Karahisar’ı fethetmiş ve bu bölgeler kendisine ikta olarak verilmiştir.123 Mengücekler, buralarda bazen bağımsız olarak bazen de başka devletlerin egemenliği altına girerek çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Müneccimbaşı, “Camiü’d-Düvel” adlı eserinde, Mengücek Gazi’nin ölümüne kadar, bazen Danişmendliler ile birlikte bazen de kendi askerleriyle tek başına Gürcü, Abhaz (Abaza) ve Bizans (Rum) kâfirlerine karşı gaza yaptığını söylemektedir.124 Mengücek Gazi’nin ölümünden sonra, yerine oğlu İshak geçmiş, onun ölümünden sonra da Mengücekler, Kemah-Erzincan ve Divriği olarak iki kola ayrılmıştır. Kemah-Erzincan kolunun şüphesiz en önemli hükümdarı Fahreddin Behramşah (öl. 1225) olmuştur. Fahreddin Behramşah’tan, gerçekten, birçok kaynakta kendisinden meziyetle bahsedilmiştir. Nitekim büyük şair Genceli Nizamî, “Mahsenü’l-Esrar” adlı eserini Fahreddin Behramşah adına yazmıştır. Bu eserde kendisinden “Gürcistan galibi” olarak bahsedilmiştir.125 Bu da onun bu dönemde özellikle Kars ve Ani gibi şehirlere gelen Gürcülerle mücadelesinden kaynaklanmaktadır.126 Fahreddin Behramşah, Selçuklular ile yaşanan olumlu ilişkiler 122 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 145. 123 Faruk Sümer, Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara 1998, s. 2. 124 Müneccimbaşı, a.g.e., C. II, s. 212. 125 Peacock, “Georgia and Anatolian Turks in the 12th and 13th Centuries”, Anatolian Studies, S. 56, Ankara 2006, s. 135. İbni Bibi, Fahreddin Behramşah’tan “nefsinin olgunluğu, tabiatın iyiliği, huyunun güzelliği, hizmetinin yüceliği, aklının yetkinliği, şefkatinin fazlalığı, konuşmasının açıklığı, ahlakının güzelliği ve merhametin fazlalığı ile tanınmış olup, dünyanın seçkinlerinden, insanların önde gelenlerinden, padişahın ünlülerinden ve yöneticilerin en iyilerindendi” diye övgüyle bahsetmektedir. Bk. İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 91-92. 126 Abdülkerim Özaydın,“Mengücükler”, DGBİT, C. VIII, İstanbul 1989, s. 144.
neticesinde, 1202 yılında, Türkiye Selçuklu hükümdarı II. Rükneddin Süleymanşah ile birlikte Gürcistan seferine katılmıştır. Bu sefer sonucunda Gürcüler ile yapılan savaş esnasında da esir düşmüştür.127 Ravendî, eserinde, Fahreddin Behramşah’tan, “Damat Emir İsfehsalar-ı kebir, âlim, adaletli, Tanrı yardımı görmüş, muzaffer, ikbal sahibi, dinin yardımcısı ve emirlerin hükümdarı, Gazi Fahreddin Behramşah’ın canını feda edecek kadar hükümdara taraf olduğu, onun iyiliğini istediği ve eşsizliği Abhazlar ile yapılan muharebe yerinde meydana çıktı. Çünkü orada canını feda edip kulların kurtulması için çalıştı” diye bahsetmektedir.128 Gerçekten de Gürcü vekayinamesinde “Ezinga (Erzincan) kumandanı” olarak bahsedilen Fahreddin Behramşah, Kraliçe Tamara tarafından bir misafir gibi ağırlanmış ve eski itibarı ve dostluk münasebetinden dolayı onu Tiflis’te alıkoymuştur. Yine Gürcü vekayinamesinde, “çok büyük ve meşhur zat olarak nitelediği Fahreddin Behramşah’ın bir at nalı mukabilinde satıldığından” bahsedilmektedir.129 Görüldüğü üzere, Mengücek hükümdarının ünü ve şanı, Gürcüler arasında bile gayet iyi bilinmekte idi. Kraliçe Thamara, Fahreddin Behramşah’ı bir süre misafir ettikten sonra onu tekrar Erzincan’a göndermiştir. Bu seferden sonra Fahreddin Behramşah “Gazi” sıfatı kazanmış ve adına basılan paralarda da bu şekilde bahsedilmiştir.130 Mengüceklerin Divriği kolu ile ilgili olarak, tarihi kaynaklarda elimize fazla bir bilgi ulaşmamıştır. Elimizdeki bilgileri daha çok o dönemden kalma kitabelerden elde etmekteyiz. Nitekim Divriği hükümdarı Şahinşah hakkında Divriği Ulu Camii yanında yaptırdığı türbenin kitabesinde “Gazilerin hamisi, İslam sınırlarının koruyucusu, fakir, zayıf ve mazlumların sığınağı, kâfir ve dinsizlerin kökünü kazıyan” ve “katilü’l-kefere ve’l-müşrikin” gibi bir ibarenin olması, onun Gürcüler ile savaşmış olabileceğini göstermektedir.131 127 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 94. 128 Ravendî, a.g.e., s. 208. 129 Gürcü vekayinamesinde, Kraliçe Thamara’nın bu şekilde davranmasını, hanedanının şan ve şerefi uğruna ve hatırasını ebedileştirmek için yaptığı belirtilmektedir. Brosset, “Gürcistan”, s. 410. 130 Turan, a.g.e., s. 62-63, dn. 26; Peacock, Behramşah’ın Gürcistan üzerine seferlere çıkmadan önce bile bu şekilde bir unvana sahip olduğunu belirtmektedir. Bk. Peacock, a.g.m., s. 135. 131 A. Özaydın, “Mengücükler”, s. 149-150. 31 C) Saltuklu - Gürcü Münasebetleri Adını kurucusu Saltuk Bey’den alan Saltuklular, Sultan Alparslan’ın 1071’de Malazgirt Savaşı’nda, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i yenmesinden sonra Erzurum ve çevresinde kurulan bir beyliktir. Şöyle ki Sultan Alparslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen ile anlaşma yapmasına rağmen, onun İstanbul’a gittikten sonra gözlerine mil çekilmesi ve yeni İmparator Mihail Dukas’ın Selçuklular ile yapılan anlaşmayı tanımaması üzerine, Sultan Alparslan komutanlarını Anadolu’nun fethi ile görevlendirmiştir. Saltukluların kurucusu olan Saltuk132, Anadolu’nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulunmuş ve zaferden sonra Kars’tan Bayburt’a, Bingöl’den Barkal dağlarına kadar uzanan sahada yer alan Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, İspir, Bayburt ve yörelerini veraset yoluyla çocuklarına da intikal etmek üzere ona ikta etmiştir.133 Gürcü vekayinamesinde de İzzeddin Saltuk’un atalarının Oğuzlara ve Selçuklu hükümdarlarına mensup olduğu kayıtlıdır.134 Saltukluların kurulduğu bölgeye baktığımız zaman Gürcüler ile sınır vaziyetteydi. Bu bakımdan Saltuklular, uzun yıllar bazen tek başına, bazen de diğer Türk beylikleri ile beraber Gürcülere karşı mücadele etmiştir. 1) Emir Ali Dönemi Saltuklu hükümdarı Emir Ali zamanında (1102-1124), özellikle Büyük Selçukluların aralarındaki iç çekişmeler ve Haçlılar ile mücadelelerinden faydalanan Gürcü kralı II. David (1089-1125), daha önce kaybettikleri toprakları yeniden almak için, 1115 yılında Türklere karşı harekete geçmiştir. Nitekim Kral David, Rostof’u aldıktan sonra Çoruh nehri vadisinde ilerlemeye başladı. Hatta 1116 yılında Saltukluların hâkimiyetindeki topraklara girip Pasinler’e kadar geldi ve çok sayıda 132 Yinanç, a.g.e., s. 111. 133 A. Özaydın, “Saltuklular”, DGBİT, C. VIII, Çağ yay., İstanbul 1989, s. 155-169. 134 Gürcü vekayinamesinde, bir yanlışlık yapılarak, Artuklu hükümdarı Şah-Ermen’in babası olarak Saltuk’u göstermiş ve ondan “Pamariel” adı altında namlı bir savaşçı olup, birçok büyük imparatorluk sultanlarından ve İran padişahlarından inmiş birisi diye bahsedilmiştir. Brosset, “Gürcistan”, s. 345; Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1997, s. 5. 32 Türkü öldürdü.135 Saldırılarına devam eden Kral David, 1117’de Eğriçay üzerinde bulunan Giş kalesini, 1118’de de Somakhet’in merkezi Lori kalesini ele geçirdi.136 Bu dönemde Gürcülerin bu kadar hızlı bir şekilde yayılmalarında, şüphesiz Kıpçakların Gürcü ordularında görev almaları etkili olmuştur. Şöyle ki Kral David, eldeki mevcut kuvvetin kendisine yetmeyeceğini bildiğinden, “çok nüfuslu, cesur savaşçı ve çevik koşucu Kıpçaklardan”137 faydalanmaya başlamıştır. Bunun için Kral David, daha önceden, Kıpçak beyi Şarağan’ın oğlu Atrak’ın güzelliği ile tanınmış kızı Guranduht ile evlenerek akrabalık ilişkisi kurmuştu. Kral David, yukarıda bahsettiğimiz sebepten dolayı, Kıpçakları ülkesine davet etmek üzere elçisini Kıpçak Beyi Atrak’ın yanına göndermiştir. Kıpçak beyi Atrak ise Rus Knezliğinin Kıpçaklar üzerinde baskı yapmasından dolayı, bu teklifi memnuniyetle karşılamış ve emrindekilerle beraber Gürcistan’a gelmiştir. Kral David, Kıpçakları en iyi yerlere yerleştirerek, onlardan büyük bir ordu oluşturmuştur.138 Gürcistan’a gelen Atrak yönetimdeki Kıpçaklar, zamanla Gürcüceyi ve Hıristiyanlığı benimseyerek yerli halkla karışmışlar ve önemli mevkilere gelmişlerdir. Gürcülerin Türklere karşı zaferlerde Kıpçakların çok önemli bir rolü bulunmaktadır. 1121 Didgori Savaşı’nda 40.000 kişilik Gürcü ordusunun 15.000’i Kıpçaklardan oluşmaktadır.139 Kral David döneminde izlenen genişleme politikasında, bu gayrimüslim Türk unsurunun büyük etkisi olduğu apaçık ortadadır. Kral David, bu Kıpçaklardan oluşturduğu kuvvetler ile devamlı surette Türkler üzerine akınlar düzenlemeye devam etmiştir. Bunun üzerine Artukoğlu İlgazi, Gürcülerin bu taarruzlarını sonlandırmak için harekete geçti ve 1121 yılında Erzen 135 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 7. Burada büyük bir katliam yapıldı ve Türklerin kadınları, atları, develeri, koyunları, bütün mühimmatı alındı ve Gürcü krallığı birçok hazine elde etti. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 317; Özaydın, a.g.m., s. 158; M. F. Kırzıoğlu, “Kıpçaklar”, s.113. 136 Alexandre Manvelichvili, Histoire de Georgie, Paris 1951, s. 167. 137 Brosset, “Gürcistan”, s. 319. 138 Brosset, “Gürcistan”, s. 319-320; The Georgian Chronicle s. 19; Allen, a.g.e., s. 99; Aydın Usta, “XIII. Yüzyıldaki Moğol İstilasına Kadar Kıpçaklar’ın Kafkasya’daki Faaliyetleri”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, İstanbul 1999, s. 36-43; Ahmet Gökbel, Kıpçak Türkleri, İstanbul 2000, s. 56-57; Kayhan, Irak Selçukluları (1120-1194), Konya 2001, s. 82, Suny, a.g.e., s. 35-36. Kıpçakların buraya geldikten sonra Hıristiyanlık dinine girdikleri belirtilmektedir. Hatta bu sayının 220.000 olduğu iddia edilmektedir. Manvelichvili, a.g.e., s. 173. 139 Lorkipanidze, a.g.e., s. 90-91. 33 beyi Toğan Arslan ile Erzurum’a geldi. Saltuklu hükümdarı Emir Ali de burada onlara katıldı ve birlikte Tiflis’e hareket ettiler. Did-Gorni’de yapılan savaştan Gürcüler zaferle ayrıldılar. Bu savaştan sonra galibiyetle ayrılan Kral David cesaretlenerek Tiflis’i ele geçirmiş ve krallığının merkezi haline getirmiştir.140 Gürcülerin güçlendiği bu sırada Minuçehr’in oğlu Ebu’l-Esvar, Ani’yi Gürcülere karşı müdafaa edemeyeceğini anlayarak 60 bin dinar karşılığında Saltuklulara satmaya karar vermiş, fakat şehirdeki ahali daha erken davranıp Kral David’i durumdan haberdar etmiş ve 1124 yılında şehri ona teslim etmiştir.141 Böylece çok önemli bir şehir olan Ani de Gürcülerin hâkimiyeti altına geçmiştir. 2) Ziyaeddin Gazi Dönemi Emir Ali’den sonra Saltukluların başına geçen Ziyaeddin Gazi (1124-1132) döneminde de Gürcüler ile mücadeleye devam edilmiştir. Gürcüler, 1124 yılı baharında Göle, İspir, Buyutakur ve Oltu’yu ele geçirmiştir.142 1126 yılında Gürcülere karşı düzenlenen sefere Ziyaeddin Gazi de katılmıştır.143 3) II. İzzeddin Saltuk Dönemi Ziyaeddin Gazi’den sonra Saltukluların başına geçen II. İzzeddin Saltuk zamanında (1132-1168), özellikle Gürcüler ile yapılan mücadeleler sırasında komşu Türk beyleri ile ittifak kurmak için akrabalık ilişkisi içine girildiği görülmektedir. Şöyle ki İzzeddin Saltuk, kızlarından Şahbanu’yu Ahlat Şahı II. Sökmen ile evlendirdi. Diğer kızını da Erzen beyi Toğan Arslan’ın oğlu Kurtı veya Yakup Arslan ile evlendirmiştir.144 140 İbn Kesir, a.g.e., C. 12, s. 351; Turan, “Doğu Anadolu”, s. 7; Suny, a.g.e., s. 36. 141 Sümer, a.g.e., s. 29; Allen, a.g.e., s. 100; Özaydın, a.g.e., s. 158-159.; Kayhan, a.g.e., s. 89. Kral David, Ebu’l-Esvar ve sekiz oğlu ile beraber onu Abhazya’ya gönderdi. Kral David, Ani şehrini Mesh aznavurlarına teslim ederek kendisi Kartli’ye çekildi. Brosset, “Gürcistan”, s. 326. Ani’de cami olarak kullanılan büyük kilise de tekrar eski haline çevrilmiş, daha önce Ahlat’tan götürülüp caminin kubbesi üzerine konmuş olan hilal indirilip yerine haç konulmuştur. Bk. Turan, “Doğu Anadolu”, s. 7. 142 Brosset, “Gürcistan”, s. 326; The Georgian Chronicle s. 28. 143 Özaydın, a.g.m., s. 159; Ali Öngül, “Saltuklular”, Türkler Ansiklopedisi, C. 6, Ankara 2001, s. 463. 144 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 9-10; Özaydın, a.g.m., s. 159-160. 34 Aslında Ani Emiri Fahreddin Şeddad da bu kızı kendisine istemiş, fakat Saltuk, kızını Erzen beyinin oğluna vermiştir. Bunu kendisine hakaret sayan Fahreddin Şeddad, ondan intikam almak için 1153-54 yılında Saltuk’a elçi gönderip, “Ben zayıfladım, Gürcülere karşı Ani’yi müdafaa edecek gücüm yoktur. Bu şehri sana teslim edip hizmetine girmek istiyorum” dedi. Fakat Fahreddin Şeddad, Gürcü Kralı Dimitri’ye de haber göndermiş ve onu da ülkesine davet etmiştir. Saltuk Bey, Ani’ye vardığında, şehrin yakınında Bazvi dağında bekleyen Gürcü ordusunun ani saldırısına uğramış ve büyük bir hezimete uğrayarak kendisi de esir düşmüştür. Bunun üzerine damadı Ahlat Şahı Sökmen ve Artuklu hükümdarı Necmeddin Alpı, Gürcü Kralı Dimitri’ye 100 bin dinar fidye gönderip, İzzeddin Saltuk’u kurtarmışlardır. Bu paranın toplanmasında kızı Şahbanu’nda önemli bir payı bulunmaktadır. Daha sonra ülkesine dönen Saltuk da para toplayarak maiyet ve askerlerinden tutsak alınmış olanları kurtardı. Bu yüzden İbnü’l-Erzak, “Saltukluların hesap edilemeyecek kadar çok büyük bir zarara uğradığından” bahsetmektedir.145 Bir müddet sonra Ani’de papazların isyan etmesi üzerine Gürcüler, buraya gelerek şehri ele geçirmişlerdir.146 (1161) Gürcü vekayinamesinde, Ani’den, Bizans İmparatorluğunun eski şehri olup bin bir kilisesi olduğundan ve devamında Şanse- Dadian adlı birinin isyan etmesi üzerine Gürcü Kralı Giorgi’nin buraya gelerek isyanı bastırdığından ve şehri de kendi hâkimiyeti altına aldığından bahsedilmektedir.147 Bu şehirde doğup büyümüş olan Kadı Burhaneddin Anevî de “Enisü’l-Kulub” adlı eserinde, Gürcülerin Ani’yi aldığından, Gürcülere esir düşmesinden, İncil’i ve Gürcü dilini bilmesi sayesinde Gürcülerin elinden kurtulduğundan bahsetmektedir.148 Ani’nin Gürcülerin eline geçmesi üzerine komşu Türk beyleri birleşerek Gürcülerin üzerine yürüdüler. Bu Türk beyleri arasında İzzeddin Saltuk da 145 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 114; İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XI, s. 164; Özaydın, a.g.m., s. 160; Faruk Sümer, a.g.e., s. 30. 146 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 11; Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 398-399. 147 Brosset, “Gürcistan”, s. 343-345. 148 M. Fuat Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları I: Anis al-Kulûb”, Belleten, C. VII, s. 466. 35 bulunmakta idi. Ani tekrar Türk beyleri tarafından kuşatma altına alındığı sırada Gürcü Kralı Giorgi ordusu ile şehri kurtarmaya geldi. İki ordu arasında çarpışma olacağı sırada İzzeddin Saltuk, daha önceden Gürcüler ile savaşmayacağına dair söz verdiği için savaş meydanını terk etmiştir.149 Bu durum Türk ordusunun mağlubiyetine sebep olmuştur. O derece ki Gürcüler, zengin bir ganimetten başka 9.000 kişiyi esir almış ve pek çoğunu da öldürmüşlerdir.150 Esir alınanlar arasında Şah Banuvan’ın ana bir kardeşi Bedreddin de bulunmakta idi.151 Urfalı Mateos vekayinamesinde de Ahlatşah’ın, kaynatası Adraddin’i büyük bir ordu ile Gürcistan’a gönderdiğini ve bu ordunun Gürcüler tarafından mağlubiyete uğratıldığını bildirir.152 Türklerin bu şekilde mağlup olması üzerine Gürcüler, Kars’ı aldıktan sonra 1162’de Duvin’i ele geçirmişlerdir. Bir süre sonra da Gence’yi kuşatarak burayı da ele geçirmişlerdir. Bu durum karşısında Türk beyleri yeniden birleşerek Gürcüler üzerine harekete geçmişlerdir. Bu birleşme sırasında Saltuk beyi İzzeddin Saltuk’un da olduğu belirtilmektedir. Bu sefer sırasında Gürcüler büyük bir bozguna uğratılmıştır.153 (1163) İzzeddin Saltuk’a ait tarihsiz bir sikkeden onun Irak Selçuklu Sultanı Mesud b. Muhammed Tapar’ı metbu tanıdığı anlaşılmaktadır.154 Bu cümleden hareketle Gürcüler üzerine yapılan seferlerde İzzeddin Saltuk’un da yer aldığı anlaşılmaktadır. Fakat İzzeddin Saltuk’un, Gürcülere esir düşmesinden sonra onlarla savaşmayacağına dair söz vermesi, bu sefer sırasında İzzeddin Saltuk’un 149 Peacock, a.g.m., s. 130. İbnü’l-Ezrak, bununla ilgili olarak Saltuk’un Abhaz Kralı Dimitri’ye esir olduğunda, onun yaşadığı sürece kendisine ve çocuklarına kılıç çekmemek ve yine kendisini ve çocuklarını askerle karşılamamak şartıyla anlaşma yapıp serbest kaldığından bahsedilmektedir. Bk. İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 127. 150 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 127; Sümer, a.g.e., s. 30-31; Özaydın, a.g.m., s. 160-161; Kayhan, a.g.e., s. 256. 151 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 127; Sümer, a.g.e., s. 31. Osman Turan, Bedreddin’i Saltuk’un oğlu olarak göstermektedir. Bk. Turan, “Doğu Anadolu”, s. 12. 152 Burada Adraddin’den kasıt İzzeddin Saltuk ve Ahlat Şah’ın kaynatası yerine kaynı olmalıdır. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 330. 153 Özaydın, “Saltuklular”, s. 161-162; Turan, “Doğu Anadolu”, s. 14. 154 Öngül, a.g.m., s. 465. krş. Peacock, a.g.m., s. 130. 36 olduğuna şüphe ile yaklaşmamıza sebep olmaktadır. Nitekim gerek İslam kaynaklarında gerekse Gürcü kaynağında böyle bir bilgi bulunmamaktadır.155 4) Nasireddin Muhammed Dönemi İzzeddin Saltuk’un, 1168 yılında ölümünden sonra yerine oğlu Nasireddin Muhammed geçti. Nasireddin Muhammed döneminde (1168-1190) Gürcüler, Saltuklu ülkesine saldırmaya devam etmişlerdir. Onun zamanında Gürcüler, Kars, Sürmeli (Sürmari), İspir ve hatta daha da ileri giderek Erzurum’a kadar gelmişlerdir. Bu dönemde Gürcü tahtında Kraliçe Thamara (1184-1213) bulunmakta idi, fakat ülkeyi onun adına kocası David Soslan yönetmekte idi ve bu kişi Erzurum’u kuşatmıştır. Gürcü vekayinamesinde, bu sırada şehirde bulunan Nasireddin ile iki oğlu ile piyade ve atlı olmak üzere pek çok askerin bulunduğu kaydedilmektedir.156 Nasireddin, Gürcülere karşı savaşa tutuşmuş, fakat başarılı olamayarak tekrar Erzurum’a kapanmıştır. Yine, Gürcü vekayinamesinde bununla ilgili olarak, “Onlar, karı ve çocuklarının esir düştüklerini, aygır sürülerinin ele geçirildiğini görerek ve ağlayarak: “Topraklarımızda Hıristiyan ırkını görmemiş olan bizlere bu felaket nereden geldi?"157 diye bahsedilmektedir. Görüldüğü gibi Saltukluların burada çok zor durumda bulundukları anlaşılmaktadır. Fakat ertesi gün bütün şehir halkı birleşip Erzurum’u canla başla savunmaya başlamış, bu durumu gören David Soslan, Türklerin azim ve cesareti karşında çevreyi yağmaladıktan sonra geri çekilmiştir. (1183-1184)158 Bir İslam kaynağında (Bustânu’l-Câmî) adlı eserde, “Gürcü emiri 589 (1193) yılında Erzenu’r-Rum’a girdi” diyerek bu olayı teyit etmektedir.159 Saltukluların, Gürcüler karşısında herhangi bir direniş gösterememesi, bu bölgelerin göç ve ticaret yollarının güvenliği açısından tehdit edici bir hal almıştır. Özellikle XII. yüzyıl boyunca Gürcüler –Kıpçaklar sayesinde- güçlenmişler ve hem Doğu Anadolu hem de Azerbaycan taraflarına akınlarda bulunmuşlardır. O kadar ki, 155 İbnü’l-Esir, a.g.e., s. 234-235; İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 134; Brosset, “Gürcistan”, s. 349; Müverrih Vardan, a.g.e., s. 205-206. 156 Brosset, “Gürcistan”, s. 383. 157 Brosset, “Gürcistan”, s. 384. 158 Aynı yer 159 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 19. 37 Avrupalı tarihçiler tarafından bu Gürcü taarruzları, “Gürcülerin Haçlı Seferleri” olarak nitelendirilmiştir.160 Bu durum, en çok buraların güvenliğini önemseyen Türkiye Selçuklularını rahatsız etmiştir. Sonuçta Türkiye Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleymanşah, 1202 yılında Gürcistan üzerine sefere çıkmıştır. Rükneddin Süleymanşah, bu sefer sırasında Doğu Anadolu’daki bütün beylere de haber gönderip, kendisine katılmasını istemiştir. Bu cümleden olarak o dönemde Saltuklu hükümdarı olan Alâeddin Melikşah’ı da huzuruna çağırmıştır. Bu Saltuklu beyi, Sultan Rükneddin Süleymanşah’ı, Erzurum yakınlarında iyi bir şekilde karşılamasına rağmen, yukarıda söylediğimiz sebepten olacak ki, Rükneddin Süleymanşah, Saltuklu beyini tutuklatarak hapsetmiştir. Böylece Saltuklu Beyliği de son bulmuş ve toprakları kardeşi Selçuklu meliki Mugiseddin Tuğrulşah’a teslim edilmiştir.161 (1202) Saltuklular bu olayla sonlanmakla birlikte Nasireddin Muhammed’in oğlu olan Ebu Mansur’un Erzurum-Kars arasında Micingerd kalesine hakim olduğu görülmektedir. Bu kaledeki kitabeden “kâfirlerin katili” gibi unvanlara sahip olması, onun Gürcüler ile de savaştığını göstermektedir.162 Saltukluların Gürcistan sınır bölgelerinde yer alması, onları doğrudan doğruya Gürcülerle karşı karşıya getirmekte idi. Özellikle Saltukluların, Erzurum, Kars, Bayburt, Avnik, İspir ve Oltu gibi bölgelerde yaşaması, onların, doğrudan Gürcü akınlarına maruz kalmasına sebep olmaktaydı. Bu yüzden Saltuklular bu bölgeleri daha fazla tahkim etmek için birçok kale de inşa etmişlerdir. Bu kalelerin en önemlisi 160 The Georgian Chronicle s. 163;Turan, “Selçuklular”, s. 272. 161 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 146-147; Aksarayî, a.g.e., s. 24; Sümer, a.g.e., s. 37-38; Özaydın, “Saltuklular”, s. 165-166. Abu’l-Farac, Rükneddin Süleymanşah’ın Malatya’yı ele geçirmesinden sonra Erzurum’a gittiğini ve burayı da kendi hakimiyeti altına aldığını belirterek, devamında da Konya’ya giderek Gıyaseddin Keyhüsrev’den aldığını yazmıştır. Burada müellifin olayların gelişimini yanlış gösterdiği görülmektedir. Abu’l-Farac, a.g.e., s. 474; İbni Bibi, Saltuk beyinin karşılamada ağır davrandığından ülkesinin elinden alındığına dair ifadesinin, Rükneddin Süleymanşah’ın bu hareketini makul göstermek için söylenmiş olsa gerek. İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 93. Fakat diğer bazı Arap kaynaklarından bilakis Alaeddin Melikşah’ın Sultan Rükneddin’i iyi bir karşıladığı ve istediği hükümleri yerine getirdiğini bilmekteyiz. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 147. Burada Rükneddin Süleymanşah’ın bunu bahane gösterdiği ve asıl nedenin Saltukluların, Selçuklular için siyasi ve ekonomik açıdan çok önemli olan bu bölgeleri koruyamadığından kaynaklandığını kesin bir dille ifade edebiliriz. 162 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 20. 38 Micingerd kalesi olmakla birlikte, Avnik, Hasankale, Zivin, Köroğlu ve Bardız Kaleleri163ni de sayabiliriz. Bunların yapıldıkları yerler incelendiğinde sanki Saltukluların, Gürcülere karşı bir sınır çizgisi oluşturduklarını söyleyebiliriz. D) Artuklu - Gürcü Münasebetleri Güneydoğu Anadolu’da Sultan Alparslan’ın komutanlarından biri olan Artuk Bey tarafından kurulan Artuklular, zamanla üç ayrı devlet olarak yönetilmiştir. Bunlar, Hısn-ı Keyfa Artukluları, Mardin Artukluları ve Harput Artuklularıdır. Bizim için ise en önemlisi Haçlılar ile mücadeleleri ile İslam dünyasında şöhret kazanan İlgazi’nin kurmuş olduğu Mardin Artuklularıdır. Bu dönemde Gürcülerin başında olan ve devleti teşkilatlı bir yapıya kavuşturduğu için kendisine “Kurucu” (Ağmaneşebeli) unvanı verilen Kral David, özellikle Türklerin yaşadıkları bölgelere sık sık akınlar düzenlemekteydi. 1120 yılında Kral David, Kür nehri kıyısında kışlakları olan Türkmen casusları şaşırtmak amacıyla kasten Abhazya’ya gitmeyi adet edinmişti. Kralın uzaklaştığını haber alan Türkmenler, kışı geçirmek üzere Botora’ya geçmişlerdir. Fakat Kral David, ansızın şiddetli bir saldırı ile Türkmenleri yenilgiye uğratmış, birçok ganimet ve esir elde etmiştir. Kral David, buradan Şirvan’a yürüdü ve Kabala şehrini alarak çok değerli ganimetleri elde etti. Ardından Kral, Şirvan’a girmiş ve burada Türkmenleri kılıçtan geçirmiştir.164 1121 yılı kış mevsiminde Kral David, Abhazya’dan Biçvinta’ya kadar giderek devlet işlerini düzenlemiştir. Bunun üzerine Kralın uzak bir diyarda bulunduğunu haber alan Türkler, kışın şiddeti ve çok kar yağdığından dolayı tedbirsizce hareket ederek Kür nehri kıyılarına gelmişlerdir. Fakat bunu haber alan Kral Abhazya’ya derhal gelmiş ve Türkleri burada bozguna uğratmıştır. Aynı yılın Mart ayında Irak 163 Bu kaleler hakkında bk. Gürsoy Solmaz, Erzurum-Kars ve Yöresi Kaleleri (XI- XV. yy. Arası) (A. Ü. Sos. Bil. Ens. Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 1994. 164 Brosset, “Gürcistan”, s. 321-322. 39 Selçuklu Sultanının ordusu Gürcüler tarafından mağlup edilmiştir.165 Aynı yılın Haziran ayında, Arabya ve Berdea’yı tahrip eden Kral David, ilkbaharda oraya gelerek yaylaklarına çekilen Türkmenleri yenilgiye uğratmıştır.166 Bu mağlubiyetler yüzünden çaresiz bir hale düşmüş olan Gence, Tiflis ve Domanis’deki Türkmen tacirler, her yeri siyaha bürünmüş halde, Irak Selçuklu hükümdarı Sultan Mahmud huzuruna çıkmışlar ve uğradıkları felaketi anlatmışlardır.167 İbnü’l-Ezrak, bu durumu şu şekilde anlatmaktadır: “Söylendiğine göre Tiflis halkı şehri teslim etmek için 515 (1121) yılında Necmeddin İlgazi’ye başvurarak onu Tiflis’e çağırdılar. Çünkü o sırada Abhaz ve Gürcülerin Kralı David şehre şiddetli baskı yapıyor ve sıkıştırıyordu. Bunun üzerine Tiflis halkı Gence ve Arran’ın hâkimi Sultan b. Sultan Muhammed’e haber gönderip kendilerini Kral David’in baskısından kurtarmasını istemişler, o da onlara tam teşkilatlı bir şahne göndermiş, fakat Gürcü Kralı baskısını iyice artırmış ve baskı bir müddet devam ettikten sonra şehir halkı, yanlarında on süvari ile beraber bir şahne bulunması şartıyla Krala yılda on bin dinar vergi vermeyi uygun bulmuş ve bir süre bu anlaşma üzerine devam etmişlerdi. Nihayet Gürcü baskısına karşı kendilerini koruması için Necmeddin İlgazi’ye başvurdular”.168 Bu şikâyetler üzerine Sultan Mahmud, kardeşi Melik Tuğrul ile birlikte Haçlılara karşı yaptığı savaşlar ve kazandığı zaferler ile ün yapmış olan Artuk (Gürcü vekayinamesinde Ordukh) oğlu İlgazi, onun damadı Dubeys b. Sadaka ve ayrıca Bitlis ve Erzen hükümdarı Toğan Arslan’a durumu bildirerek büyük bir ordu oluşturmalarını istemiştir.169 165 Gürcü vekayinamesi burada Kralın Lihi dağı üzerinde siperleri üç kulaç yüksekliğinde bir geçit açtırdığından ve askerlerin hazır olduğunu görünce, Sultanın üzerine saldırdığından bahsetmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 322. Fakat biz diğer kaynaklarda Sultan Mahmud’un veya Melik Tuğrul’un ismine rastlayamadık. 166 Kayhan, a.g.e., s. 83. 167 Brosset, “Gürcistan”, s. 322. 168 İbnü’l-Ezrak, a.g.e, s. 33-34. 169 Brosset, “Gürcistan”, s. 322-323; İbnü’l-Esir, Gürcüler üzerine yapılan bu sefer sırasında Artuk İlgazi, Dubeys b. Sadaka, Melik Tuğrul ve atabeyi Gündoğdu’nun bulunduğunu bildirmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 450. 40 1) Didgorni Savaşı (1121) Mardin Artuklu hükümdarı İlgazi, sayısı 150 bini bulan170 ordusuyla sefere çıktı. Bu arada Melik Tuğrul Bey, Bitlis ve Erzen hükümdarı Toğan Arslan’a Tiflis’in doğusundan gelmesini emretti. İlgazi ise Erzurum’a ve buradan askerleriyle Kars’a hareket etti. Bu muazzam ordu, 18 Ağustos’ta, Tiflis’e çok az bir mesafede bulunan Trialet’e, Manglis’e ve Did-Gorni’ye girdi.171 Daha sonra ise Artukoğlu İlgazi, daha önceki başarılarına güvendiğinden olacak ki kendisi Tiryalis yolundan Tiflis’e doğru harekete geçmiştir. Öte yandan Melik Tuğrul, Gence tarafından, Toğan Arslan da Duvin den hareket etmiş ve bütün orduların Tiflis kapısında toplanması yönünde karar almışlardır.172 Fakat o dönemde yaşamış ve olayları çok yakından takip eden İbnü’l-Ezrak, “İlgazi’nin Tiflis’e yarım gün mesafedeki bir dağa ulaştığında, Kral David ve oğlu Dimitri ile beraber büyük bir orduyla hareket edip, henüz Sultan Tuğrul ve Toğan Arslan buraya ulaşmamışken, dağın eteğindeki İlgazi’ye saldırmış, aralarında çok şiddetli çarpışmalar olmuş ve İlgazi burada büyük bir yenilgiye uğradı” diyerek İlgazi’nin Gürcüler karşısında başarısız olmasının nedenini açıklamaktadır.173 İbnü’l-Esir’de ise yenilginin nedeni olarak, Gürcü ordusunda bulunan Kıpçak askerlerinin Müslümanlar arasına girerek, onları pusuya düşürmesi gösterilmektedir.174 Urfalı Mateos, Kral David’in ordusunda 40 bin seçme askerden başka, Kıpçaklardan 15 bin175, Alanlardan 5 bin ve Franklardan 100 kadar asker bulunduğunu belirtir.176 Tarihimize “Didgorni Savaşı” olarak geçen bu savaşta Artuk hükümdarı İlgazi’nin yanında damadı Dubeys b.Sadaka da 170 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 268. Burada verilen sayı biraz abartılıdır. Nitekim İslam kaynaklarında Müslümanların toplam sayının 30.000 olduğu belirtilmiştir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 450. 171 Brosset, “Gürcistan”, s. 323; Did-Gorni, Tiflis’in kuzeybatısında yer alan bir kenttir. The Georgian Chronicle s. 24. 172 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 34-35. 173 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 35. Krş. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 270. 174 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 450; Ayrıca bk. Azimî, a.g.e., s. 53; Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 357. 175 Gürcülerin kazandığı bu zaferde de Urfalı Mateos’un da dediği gibi cesur Kıpçak askerlerin katkısı büyük olmuştur. 176 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 270. 41 bulunmakta ve bu yenilgi karşısında onlar dahi canlarını zor kurtarabilmişlerdir.177 Böylece, Haçlılara karşı sayısız zaferlere imza atan Artuk İlgazi ilk defa olarak mağlup bir şekilde ülkesine geri dönmek durumunda kalmıştır. 2. Kral David’in Müslümanlara Sağladığı Haklar Türklerin aldığı bu başarısızlıktan sonra II. David cesaretlenmiş ve asırlardan beri İslam hâkimiyetinde bulunan Tiflis’i işgal etmiştir.178 Bundan sonra Tiflis tekrar Gürcülerin merkezi konumuna gelecektir. Burada Kral David, Müslümanlara bir takım vaatlerde bulunmuştur. Bunlar: 1. Şehrin Müslüman kesimine domuz sokulmaması, kesilmemesi ve alışverişin yapılmaması 2. Bir yüzünde Sultan ve Halifenin ismi, diğer yüzünde Allah ve Peygamberin ismi olmak üzere kendileri için para basılması 3. Ülkede bir Müslüman eziyet eden birinin kanının akıtılacağının ilan edilmesi 4. Serbestçe namaz kılınmasını, ezan ve Kuran okunmasına izin verilmesine, Cuma günlerinde hutbe okunması ve namaz kılınması, minberde sadece Halife ve Sultana dua edilmesi 5. Tiflis’teki İsmail hamamına Gürcü, Ermeni ve Yahudilerin girmemesi, ayrıca Gürcülerin yılda beş, Yahudilerin dört dinar vermelerine karşın Müslümanların üç dinar vermeleri idi.179 Tiflis’ten sonra ilerlemesine devam eden Kral David, aynı yıl Selçukluların Azerbaycan’daki en önemli şehri olan Gence’yi, depremden dolayı surların 177 Gürcü vekayinamesinde Kral David’in bu başarısını İskender’in başarılarından bile daha parlak göstererek abartılı bir şekilde bahsedilmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 323-324. Gürcü tarihinde alınan bu başarı “dzleva sakvirveli” yani muhteşem zafer olarak geçmektedir. Bk. Suny, a.g.e., s. 36. Urfalı Mateos, Türklerden 400 bin kişinin öldüğünü ve 30 bin kişinin esir edildiğini kaydetmektedir. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 270. Runciman, her ne kadar din ve gelenek bakımından Gürcüler Bizans’a bağlı olsa da Türklere karşı alınan bu başarının Franklar (Katolik Hıristiyan) için çok önemli olduğunu belirtmektedir. Bk. Runciman, a.g.e., s. 132. 178 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. X, s. 450; Azimî, a.g.e., s. 53. 179 Burada müellif Kral II. David’in Müslümanlara son derece iyilik ve ihsanda bulunduğunu ve Müslümanların da bunun karşılığı olarak ona saygı gösterdiklerinden bahsetmektedir. İbnü’l-Erzak, a.g.e., s. 36. Osman Turan, Kral David’in Tiflis halkına bu kadar iyi davranmasının sebebini, Türkler karşısında ihtiyatlı davranarak aldığı başarıları unutturmak ve tekrar Türklerin tepkisini çekmemek olarak yorumlamaktadır. Turan, “Doğu Anadolu”, s. 150. 42 yıkılmasını da fırsat bilerek almış ve birçok esir ve ganimetlerle birlikte Tiflis’e geri dönmüştür.180 (1122) Bu mağlubiyetler üzerine Sultan Mahmud, Gürcüler üzerine harekete geçmiş, 1123 yılında Gürcüleri yenilgiye uğrattıysa da Tiflis’i tekrardan kurtaramamıştır.181 1161 yılında ise Gürcistan üzerine yapılan sefere İzzeddin Saltuk, Ahlatşah Sökmen ile birlikte, Artuk hükümdarı Necmeddin Alpı da katılmak üzere ordusuyla hareket etmesine rağmen, Malazgirt’e vardığında savaşın çoktan gerçekleştiğini ve Gürcüler karşısında mağlubiyet alındığını haber alınca memleketine geri dönmek durumunda kalmıştır.182 E) Ahlatşah – Gürcü Münasebetleri Adını çok eski bir tarihe sahip Ahlat şehrinden alan Ahlatşahlar, Van gölünün kuzeybatısında yer alan Ahlat ve çevresinde hüküm sürmüş olan bir Türk-İslam hanedanlığıdır. Sultan Alpaslan zamanında Selçukluların eline geçen Ahlat, Anadolu’nun fethi sırasında bir üs ve karargâh olarak kullanılmıştır. Ahlatşahlar hanedanının kurucusu olan Sökmen el-Kutbî, Ahlat’a gelerek şehre hakim olmuştur. Daha sonra özellikle Selçuklu melikleri arasındaki taht kavgalarında, Sultan Muhammed Tapar’ı desteklediği için, kendisine Ahlat ve Van gölü havzası ikta olarak verilmiştir.183 Sökmenden sonra yerine geçen Zahireddin İbrahim zamanında (1111-1127), 1125 yılında Artuk hükümdarı Davud ile Gürcistan seferine çıkılmış, fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gürcü vekayinamesinde bununla ilgili olarak, Gürcü Kralı David’in Şirvan seferi sırasında oğlu Dimitri’nin Sökmen’in askerlerine karşı büyük bir zafer kazandığından bahsedilmektedir.184 180 İbnü’l-Erzak, a.g.e., s. 36-37. 181 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. 10, s. 486-487; İbnü’l-Kesir, a.g.e., C. XII, s. 362; Turan,”Doğu Anadolu”, s. 150. 182 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 127. 183 A. Özaydın, “Ahlatşahlar”, DGBİT, İstanbul 1989, s. 194-195; Sümer, a.g.e., s. 53. 184 Brosset, “Gürcistan”, s. 339. 43 Zahireddin İbrahim’den sonra yerine geçen II. Sökmen zamanında (1127-1183) Gürcüler ile yoğun mücadeleler yaşandığı görülmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi XII. yüzyılda Gürcülerin, Doğu Anadolu’ya doğru yayılma faaliyetleri içerisine girmelerinden Ahlatşahlar da nasibini almıştır. Gürcüler Ani’yi işgal edince, Ahlatşah hükümdarı II. Sökmen, Saltuk hükümdarı İzzeddin Saltuk, Bitlis Emiri Toğan Arslan’ın oğlu Devletşah ve Artuklulardan Nizameddin Alpı, güçlerini birleştirerek Gürcistan üzerine sefere çıkmışlardır. (1161) Fakat Gürcüler ile savaşılacağı sırada İzzeddin Saltuk’un savaş alanını terk etmesi, Necmeddin Alpı’nın da kuvvetlerinin gelmemesi üzerine, II. Sökmen burada büyük bir bozguna uğramıştır. Öyle ki bu yenilgi sonunda askerlerinin büyük bir kısmını savaş meydanında kaybeden Ahlatşah II. Sökmen, dört yüz atlı ile ülkesine geri dönebilmiştir. Sökmen ailesi ve diğerlerinin ileri gelenlerinden yaklaşık dokuz bin süvari ve piyade esir edilmiştir. Bu arada Ahlat hükümdarının eşi olan Şah Banuvan’ın ana bir kardeşi de bu esir alınanlar arasında idi.185 Gürcü hükümdarı III. Giorgi (1156-1184), bu zaferden büyük cesaret alarak 30 bin kişilik büyük bir ordu ile Duvin’i işgal ve yağma etmiştir. (1162) Gürcüler, burada binlerce kişiyi öldürüp, pek çok kişiyi de esir almış ve esirler arasında bulunan kadınları çırılçıplak soyarak, yalın ayak bir vaziyette memleketlerine götürmüşlerdir. Gürcüler ülkelerine dönünce Gürcü kadınları, Müslüman kadınlara yapılanları yadırgamışlar ve “Müslümanları, sizin onların kadınlarına yaptığınız şeylerin aynısını bize yapmaya mecbur ettiniz” diyerek onları giydirmişlerdir.186 Gürcülerin İslam dünyası üzerinde giriştikleri bu akıl almaz eziyetlere karşı, başta Haçlılara karşı verdiği mücadeleler ile ün yapmış olan Azerbaycan Atabeyi 185 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XI, s. 228; İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 127; Sümer, a.g.e., s. 31; Recep Yaşa, “Ahlatşahlar”, Türkler Ansiklopedisi, C. 6, Ankara 2001, s. 486; Fahreddin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, İstanbul 1953, s.395; Mükrimin Halil Yinanç, “Arslanşah” mad., İA, C. I, s. 612. Urfalı Mateos da Müslümanlardan 7000 kişinin öldüğünün, 2000 kişinin de esir edildiği belirtilmektedir. Bk. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 331. Müverrih Vardan, bu sayıyı biraz daha abartarak esir edilenlerin sayısını 20 bin olarak kaydetmiştir. Bk. Müverrih Vardan, a.g.m., s. 205. Hadiseye yakın olan Anili Samuel ise 80000 kişilik olan ordudan 33000 kadarının esir alındığını, bu esir alınalar arasında 6 büyük komutan, 50 emir ve 200 seçkin kişinin olduğundan bahsetmektedir. Bk. Anili Samuel I 464’ten naklen Turan, “Doğu Anadolu”, s. 94. 186 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XI, s. 234; İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 130; Brosset, “Gürcistan”, s. 343; Kayhan, a.g.e., s. 257; Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 198-199. 44 İldeniz ile Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah, Bitlis ve Erzen Hâkimi Fahreddin Devletşah ve Ahlatşah II. Sökmen’in yer aldığı “Müslüman Birliği” diyebileceğimiz bir ittifak gücü, Gürcistan üzerine sefere çıktı.187 (1163) Gürcü vekayinamesinde bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Onlar, Ran (Alan) memleketinde birleşerek Somhet’e indiler. Gag kalesini kuşatarak zapt ve bütün civar yerleri tahrip ettiler. Yenilmez savaşçı ve eşsiz bir kahraman olan Kral Giorgi bunu duyunca yedi krallığını, Yukarı ve Aşağı İmier ve Amier askerlerini, Ossetleri ve diğer birçok halkları çağırdı ve sayısız bir ordu ile sultana karşı yürüdü”.188 İldeniz’in komuta ettiği Türk ordusu, Gürcistan’a girerek, Somhet bölgesini, Gag ve Miren kalelerini yıktıktan sonra Ani ile birlikte birçok yeri de ele geçirmiştir. Bir ay süren savaşlar neticesinde Gürcüler çok ağır kayıplar vermiş ve hatta Gürcü Kralı Giorgi, savaş alanından sık ağaçlı ormanlar içerisine kaçarak kendini zor kurtarabilmiştir. Uzun zamandır Gürcülerin yaptığı hareketlere karşı kazanılan bu zafer birçok yerde bayram havası estirmiştir. Ahlat’ta da II. Sökmen muhteşem bir merasimle karşılanmış ve zafer şenliği yapılmıştır.189 1174 yılında Gürcülerin tekrar Ani şehrini alarak buradaki Şeddadi hanedanlığına son vermesi üzerine Azerbaycan Atabeyi İldeniz kuvvetleriyle harekete geçmiştir. Evin ovasında savaşa tutuşan Atabey İldeniz başarılı olamayınca asker toplamak üzere Nahçıvana tekrar geri dönmüştür. Ayrıca, başta Ahlatşah II. Sökmen olmak üzere, Anadolu Türk beylerine elçiler göndererek, Gürcüler üzerine yapacağı sefer için yardım istedi. Buna olumlu yanıt veren Ahlatşah II. Sökmen’in yanı sıra Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah, İldeniz’in oğlu Emir Pehlivan Muhammed ve Emir Kızıl Arslan da bu harekete katıldı. Nahçıvan’da toplanan bu muazzam Türk ordusu buradan hareketle Gürcistan’a girip Lori ve Domanis’i geçerek Akşehir denilen Ahalkalak ve Tiryalis sahrasına kadar geldi. Bu kadar büyük bir ordunun 187 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XI, s. 234. Turan, bu sefer sırasında Erzurum meliki Saltuk’un da olduğunu belirtilmektedir. Bk. Turan, “Doğu Anadolu”, s. 14. 188 Brosset, “Gürcistan”, s. 349. 189 İbnü’l-Ezrak, zaferden iki gün sonra Ahlat’ta halkın kendisinin de hazır bulunduğu büyük bir eğlence tertip ettiklerini, 300 baş hayvan keserek yoksullara dağıttıklarını belirtmektedir. Bk. İbnü’l- Ezrak, a.g.e., s. 134-135. Hüseynî eserinde, “Şah-i Ermen Sokman bin İbrahim de Sultanın hizmetiyle müşerref olmak ve ubudiyet arz etmek için birçok askerle gelmişti. O da sultanın izaz ve ikram ile müşerref oldu. Sultan kendisine “İci” yani Ağabey diye hitap ederdi” diye belirtmektedir. Bk. Hüseynî, a.g.e., s. 111. 45 karşısına çıkmaya cesaret edemeyen Gürcü Kralı Giorgi, kimsenin ulaşamayacağı sık bir ormana kaçtı. Bunun üzerine birleşik kuvvetler burada bir müddet kaldıktan sonra hepsi tekrar yurtlarına dönmüştür. II. Sökmen de Ahlat’a geri dönmüş ve halk tarafından yine coşkuyla karşılanmıştır.190 (1175) Birçok kaynakta “Şah-ı Ermen”191 olarak adlandırılan II. Sökmen, uzun yıllar hüküm sürmüş ve o dönemin kaynaklarında kendisinden saygı ile bahsedilmiştir. II. Sökmen, cesareti ve Gürcülere karşı göstermiş olduğu mücadeleler ile tüm İslam dünyasında tanınır hale gelmiştir.192 II. Sökmen’den sonra da -eskisi kadar olmasa da- Gürcüler ile mücadeleye devam edilmiştir. Ahlatşah hâkimi Aksungur Hezar Dinarî zamanında (1193-1198), Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah ile birleşerek Gürcü kuvvetlerini mağlup etmiş ve pek çok ganimet ele geçirmiştir.193 Bir dönem Ahlatşahlardaki istikrarsızlıktan yararlanan Gürcüler, birçok şehri işgal etmeye başlamışlardır. Malazgirt’e kadar gelen Gürcüler, buradan Erciş’e yönelmişlerdir. Bu sırada Gürcülerin karşısına herhangi bir kuvvet çıkmadığı için her tarafı yakıp yıkarak pek çok esir ve ganimet elde etmişlerdir. Gürcüler, Ahlatşahlara ait Erzurum’a yakın Hısn Tabn’a geldikleri zaman Ahlatşah Muhammed, Erzurum meliki Mugiseddin Tuğrulşah’dan yardım alarak Gürcüleri bozguna uğrattı. Gürcü ordusunun başkumandanı olan Zakari de ölüler arasında yer almaktaydı.194 Fakat bu onları durdurmaya yetmemiştir. Ertesi yıl Gürcüler, büyük bir ordu ile yeniden Ahlat’a saldırma cesareti göstermişlerdir.195 Bu dönemde Ahlatşahların başında bulunan Ahlatşah Muhammed, çok genç yaşta, zevk ve eğlenceye düşkün olduğundan memleket işleri ile ilgilenmemeye başlamıştır. Bu da Ahlatşah Muhammed’in halk üzerindeki otoritesini kaybetmesine neden oldu. Bu yüzden Gürcüler, ciddi bir 190 İbnü’l-Ezrak, o gün Ahlat’ta olduğunu ve burada yapılan şenliklerin üç gün devam ettiğini belirtmektedir. İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 181; Sümer, a.g.e., s. 75; Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 199; Kayhan, a.g.e., s. 261; Recep Yaşa, a.g.m., s. 486. 191 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 181; Brosset, “Gürcistan”, s. 343; Müverrih Vardan, a.g.m., s. 205; Hüseynî, a.g.e., s. 111. 192 Müneccimbaşı, a.g.e, s. 296-297. 193 Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 202. 194 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 172; Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 487. 195 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 488. 46 mukavemetle karşılaşmamışlardır. Buna rağmen, sofilerin ve gönüllülerin etrafında toplanan halk, Gürcüleri bozguna uğrattığı gibi, Ahlatşah Muhammed’i de yerinden etmiştir.196 Bundan sonra da Ahlat’ta yaşanan karışıklıklar sırasında Gürcüler, Kars şehrine saldırdılar ve uzun süre burayı kuşattıktan sonra ele geçirmişlerdir.197 O dönemde Kars valisi, Ahlat hükümdarından defalarca yardım istemesine rağmen bu yardım gerçekleşmemiş ve bunun üzerine de bazı isteklerinin karşılanması karşılığında şehri onlara teslim etmiştir. (1207)198 Yine ertesi yıl Gürcüler bu sefer Erciş’e saldırmışlar ve burayı da ele geçirmişlerdir. Gürcüler burayı yağmalayarak birçok ganimet ve esir elde etmişlerdir.199 Gürcülerin bu şekilde serbestçe hareket etmesinde, o dönemde Ahlat şehrine hakim olan Eyyubi hükümdarı Melik el Adil’in oğlu Necmeddin Eyyub’un, Ahlat halkının isyan etmesinden endişelenmesinden dolayı şehri terk etmemesi etkili olmuştur.200 Gürcüler, bu bölgelerdeki karışıklıkların devam etmesinden yararlanarak faaliyetlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. 1210 yılında Gürcüler, Ahlat’ı tekrar kuşatmışlar, fakat başarılı olamayarak geri çekilmişlerdir. Hatta bu olayda Gürcü komutanı İvane’nin esir alındığı, fakat daha sonra fidye karşılığı serbest bırakıldığı ve bu para ile de Ahlat şehrinin surlarının onarıldığı kaynaklarda geçmektedir.201 Eyyubi hâkimiyetinde bulunan Ahlat bölgesinde daha sonraki yıllarda da Gürcü taarruzları devam etmiş, fakat Moğol istilasından dolayı Kıpçakların yoğun olarak Gürcistan’da belirmesinden dolayı Gürcüler çok zor duruma düşmüşler ve bu durumdan yararlanan Sürmeli (Sürmari) beyi, Gürcüleri yenilgiye uğratmış ve Gürcü 196 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 200; Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 202; Yaşa, a.g.m., s. 487. 197 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 489-490. 198 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. 12, s. 211-212; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 301; Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 204. İbnü’l-Esir ile Gürcü vekayinamesi, Kars’ın 1207 tarihinde Gürcüler tarafından alındığı konunda hem fikirdir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 413-414. 199 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 491. 200 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 236; Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 205. 201 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 231-232. Ebu Şame bu olayla ilgili olarak tafsilatlı bilgi vermektedir. Ona göre İvane’nin kumandasında ilerleyen Gürcü ordusu 1210 tarihinde Ahlat’a geldi ve şehrin surlar dışında kalan mahallelerine saldırdılar. Fakat sarhoş olan İvani atından kuyuya düştü. Onu tanıyan Yakut el Malatî yakaladı ve Melik Necmeddin’e götürdü. Ahlat hükümdarı Gürcü komutanına iyi muamelede bulundu. Onunla yapılan anlaşmaya göre Gürcüler, İvane’nin fidyesi olarak 80.000 dinar ödemeyi, 2.000 esir iadeyi, 21 kaleyi teslimi ve bir daha kendilerine saldırmamayı taahhüt ediyordu. Bu şartların kabulünden iki ay sonra Gürcü komutanı serbest bırakıldı. Bk. Turan, “Doğu Anadolu”, s. 107-108. 47 Şalve ile birlikte pek çok askeri de esir almıştır. Bunun üzerine Gürcü Kralı, Eyyubi hükümdarı Melik Eşref’e elçi gönderip daha önce yapılan barışın devamını dilemiştir. Eyyubi hükümdarı da Sürmeli beyinden esirlerin serbest bırakmasını emretmiştir.202 (1223) Gürcülerin bu bölgelerde yaptıkları eziyet ve işkenceler karşısında Harezmşah Sultanı Celaleddin Harezmşah, Gürcistan üzerine sefere çıkmış, 1225 yılında Tiflis’i tekrar geri almıştır.203 Böylece Ani ve Kars şehirleri de temizlenmiş oldu. Buna rağmen daha sonra Celaleddin Harezmşah bizzat kendisi Ahlat şehrini kuşatarak burayı ele geçirmiştir. Bu durum karşısında da Türkiye Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubad, Celaleddin Harezmşah’a savaş açmış ve onu Yassıçemen Savaşı’nda yenilgiye uğratmıştır. Bundan sonra Moğollar gelinceye kadar bu bölgeler Türkiye Selçukluların hâkimiyeti altında kalacaktır.204 202 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 374. 203 İbnü’l-Kesir, a.g.e., C. XIII, s. 234. 204 Özaydın, “Ahlatşahlar”, s. 205. 48 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLULARI İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ SİYASİ – ASKERİ MÜNASEBETLER Aslında Selçuklular ile Gürcülerin ilk temaslarını Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Süleymanşah zamanına kadar götürebiliriz. Sultan Alparslan’ın, Kafkasya Seferi’nde yanında Selçuklu şehzadelerinden Kutalmış oğlu Mansur ile Süleyman’ın da yer aldığı düşünülebilir.205 .Fakat ne yazık ki Süleymanşah’ın Gürcüler ile mücadelesine dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlayamıyoruz. Süleymanşah zamanında Anadolu’ya gelen Selçuklular, önce Konya’yı, ardından 1075 yılında İznik’i fethetmiş ve burada yeni bir devlet kurmuştur.206 Özellikle bu dönemden itibaren Selçukluların Anadolu’daki faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Bu durum üzerine Bizans ile mücadeleler yaşanmış ve Türkler Marmara Denizi’ne kadar ilerlemişlerdir. Süleymanşah’ın ölümünden sonra bir yandan Haçlılar ve Bizans ile diğer yandan da Anadolu’da üstünlüğü ele geçirmek için Danişmendliler ile mücadele edilmiştir. Zaten bu dönemde Gürcüler ile mücadeleler daha çok, Doğu Anadolu’daki Türk Beylikleri arasında yaşanmakta idi. I. İzzeddin Mesud’un iktidarında, Gürcülerin bu bölgelere istila girişimlerinde bulunduğundan yukarıdaki bölümlerimizde bahsetmiştik. Gürcülerin, Kral David komutasında, 1115 yılında önce Çoruh vadisine, 1116’da Pasinler’e ve 1118’de de Azerbaycan’a taarruzlarına karşı müttefik Türk kuvvetleri engel olmaya çalışmışlar, fakat Kıpçaklar tarafından da desteklenen Gürcü ordusuna yenilmişlerdir. A) II. Kılıç Arslan Dönemi Gürcülerle Münasebetler II. Kılıç Aslan döneminde (1156-1192) Selçukluların Anadolu’da siyasi birliği tesis etmeye çalıştığını görmekteyiz. Bu durum karşısında Bizans özellikle Selçukluları zayıf düşürmek için çeşitli ittifaklar içerisine girişmiştir. Bu cümleden olarak, Bizans İmparatoru I. Manuel Kommenos (1118-1180), Suriye’deki 205 Osman Turan, Süleymanşah’ın ilk faaliyetleri ile ilgili olarak kaynaklardaki bilgilerin çok az ve karışık olduğunu belirtmektedir. Ayrıca, Süleymanşah’ın diğer kardeşleriyle beraber, Kutalmış’ın isyanından sonra Sultan Alparslan tarafından esir alındıklarını belirtilmektedir. Turan, “Türkiye”, s. 45-46. 206 Turan, “Türkiye”, s. 54. 49 Franklardan yardım istediği gibi, Danişmendli hükümdarı Yağıbasan ile de bir ittifak yaptı. Ankara ve Çankırı meliki bulunan kardeşi Şahinşah’ı da II. Kılıç Arslan’ın yerine Selçuklu Sultanı yapmak için bu ittifaka dâhil etti.207 Bu ittifaka Gürcü hükümdarı III. Giorgi’nin de destek verdiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki; Gürcü Kralı III. Giorgi, Bizans İmparatoru I. Manuel ve kuzeni olan Andronikos ile irtibat kurmuştur. II. Kılıç Arslan ile Şahinşah arasındaki mücadeleler sonucunda Melik Şahinşah kendi bölgelerini kaybedince ilk önce Meyyafarikin’e, sonra Ahlat’a ve oradan da Azerbaycan’da Atabeg İldeniz’e sığındı. Onun ölümü üzerine Melik Şahinşah, Gürcü Kralı III. Giorgi’ye sığınarak, buradan II. Kılıç Arslan’a karşı ittifak kurmak için Sohoum limanından gemi ile İstanbul’a, Bizans hükümdarı I. Manuel’in yanına gitmiştir.208 Bütün bunlar bize Bizans ile Gürcü Devleti’nin Selçuklulara karşı birlikte hareket ettiğini göstermektedir. III. Giorgi’nin kızı Kraliçe Thamara’nın (1184-1213) ilk yıllarında komşuları Türklere saldırmadıkları görülmektedir. Fakat özellikle Büyük Selçukluların kendi iç işlerindeki karışıklıklar ve Doğu Anadolu’daki Türk beyliklerin eski güçlerini kaybetmelerinden dolayı Gürcüler, bu bölgelere doğru istila hareketlerine girişmişlerdir. Nitekim Kraliçe Thamara döneminde, kocası David idaresinde Gürcü ordusu ansızın Erzurum surlarının dışına kadar ilerlemiş, fakat bu şehri Saltuklu hükümdarı Nasireddin Muhammed ve halkın büyük gayreti sayesinde ele geçirememiştir. Bu durumda David Soslan idaresinde bulunan Gürcü ordusu, Saltuk ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır.209 Gürcüler istila hareketlerini bu kez de Kars üzerine çevirmişler ve bu sefer Kars’ı ele geçirmeyi başarmışlardır. İbnü’l-Esir, Kars gibi önemli bir İslam beldesinin Gürcülerin eline geçmesi ile ilgili olarak, “Türkler için büyük bir keder 207 Turan, “Türkiye”, s. 201. 208 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 182; Turan, “Türkiye”, s. 192-193. İbnü’l-Ezrak, Şahinşah’ın Suriye’den Meyyafarikin’e gittiğinden ve burada dedesi Sultan Kılıç Arslan’a ait olan Kubbe’de kaldığından bahsetmektedir. Bk. İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 169. 209 Turan, “Türkiye”, s. 252-253. 50 oldu” ifadesini kullanmıştır.210 Kraliçe Thamara şehri Türkçe “Atabeg” unvanı taşıyan Gürcülerin meşhur komutanı İvane’ye teslim etmiştir. İvane “Emirler emiri” tayin edilerek sınırların güvenliğinden sorumlu tutuldu.211 İşte bu dönemde, Doğu Anadolu’da yaşanan bu gelişmelerin tüm Türk-İslam âlemini rahatsız ettiği muhakkaktır. Bu yüzden Anadolu’da hâkimiyeti ele geçiren Türkiye Selçukluları, Gürcülerin taarruzlarına bir son vermek için Rükneddin Süleymanşah idaresinde Gürcistan üzerine sefere çıkacaktır. B) II. Rükneddin Süleymanşah ve Gürcistan Seferi Sultan II. Kılıç Arslan’ın yaşlanması ve oğulları arasında sultan olma isteklerinin artması üzerine, eski Türk geleneğine uyarak, ülkeyi on bir oğlu arasında paylaştırmış ve artık her biri kendi topraklarında ayrı ayrı saltanat sürmeye başlamıştır. Bu paylaşım sırasında Tokat ve çevresi Rükneddin Süleymanşah’a verilmişti.212 Bu yüzden daha melikliği döneminde Rükneddin Süleymanşah, Gürcülerin, Doğu Anadolu ve Karadeniz sahillerindeki faaliyetlerini yakından izleme şansını elde etmiş ve Anadolu’nun siyasi ve ekonomik durumu için büyük tehlike arz ettiğini tespit etmiştir. II. Kılıç Arslan’ın vefat etmesi üzerine Konya’ya gelen I. Gıyaseddin Keyhüsrev devletin başına geçmiş, fakat daha sonra güçlenen Rükneddin Süleymanşah ağabeyini yerinden ederek tahta oturmuştur. Rükneddin Süleymanşah öncelikle olarak II. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra Anadolu’da bozulan siyasi bölünmüşlüğü tekrar onarmaya çalışmıştır. Çünkü Rükneddin Süleymanşah, içte yani Anadolu’da ne kadar çok siyasi hâkimiyetini genişleterek güçlendirirse, o kadar da dışta güçlü olacağını bilmekteydi. 210 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 156; Turan, “Selçuklular”, s. 253. 211 Brosset, “Gürcistan”, s. 404; Turan, “Türkiye”, s. 253. Böylece Alparslan’ın eliyle 1064’te Selçuklu ülkesine katılan ve 1080 yıllarında Bizans ve Gürcü işgalinden kurtarılan, 1153 yılında imar edilip, kaleleri Saltuklular tarafından yaptırılarak Türk kalesi haline getirilmiş olan Kars, Gürcülerin eline geçmiştir. Şehirde 140 yıl sonra yeniden Hıristiyanlık hakim oldu. Bk. Fahrettin Kırzıoğlu, “Kars”, s. 416. 212 Tellioğlu, a.g.e, s. 99-100. 51 Kardeşlerini bir bir kendi hâkimiyeti altına almış olan Rükneddin Süleymanşah, daha sonra Ermenileri kontrol altına almış ve ardından da Malatya’yı ele geçirmiştir.213 Bütün bu iç meseleleri düzene koyduktan sonra Rükneddin Süleymanşah, Türk-İslam âlemi için tehdit olan ve gittikçe güçlenen Gürcüler üzerine sefere çıkmaya karar vermiştir. Rükneddin Süleymanşah’ın Gürcistan üzerine sefere çıkmasının çok önemli sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan belki de birincisi yukarıda da bahsettiğimiz gibi Gürcülerin Saltuklu ülkesinde giriştikleri istila hareketleridir. Anadolu’da ilk kurulan beyliklerden birisi olan Saltuklular, doğuda Gürcülere ve kuzeyde ise Rumlara karşı bazen savunma, bazen de taarruz halinde idi. Bu sayede Saltuklular, Anadolu’ya doğudan gelecek tehlikelere karşı uzun yıllar set çekmiştir. Gerçekten de bu bölgelerin, hem göç yollarının hem de ticaret kervanlarının geçiş güzergâhı üzerinde olmasından dolayı çok iyi korunması gerekiyordu. Fakat hem Büyük Selçukluların kendi iç meseleleri ile boğuşmalarından dolayı dağılma sürecine girmeleri, hem de Saltukluların Gürcülere karşı sınır bölgelerindeki zafiyet ve tedbirsizlikleri, bu bölgelerde Gürcü tehlikesinin baş göstermesine sebep olmuştur. Gürcülerin gittikçe kuvvet kazanmasında ve istilalarının artmasında Kıpçakların Gürcülerin hizmetine girmesinin de büyük etkisi olduğu görülmektedir. Bu akıncı ruhlu Kıpçakları bünyesine katan Gürcüler, Kafkasya’da bulunan Atabeglere, Ahlatşahlara ve Saltuklulara karşı akınlara girişmişler ve çoğunda da başarılı olmuşlardır. Yukarıda Gürcülerin Erzurum önlerine kadar gelip, buradaki istila faaliyetlerinden bahsedilmişti. İşte Rükneddin Süleymanşah, Gürcülerin artık daha fazla bu bölgelerde tahribat yapmasını engellemek için dönemin en güçlü hükümdarı olarak Gürcistan seferine çıkmıştır. Yukarıda saydığımız sebepten başka bu dönemin önemli siyasi olaylarından birisi de Haçlı seferidir. Haçlılar, zaman zaman büyük birlikler halinde Kudüs’e doğru harekete geçiyorlardı. Haçlıların geçiş güzergâhı olan Anadolu’da bulunan Türkiye Selçukluları ise devamlı surette bunların ilerlemesini engellemeye çalışmıştır. İşte Rükneddin Süleymanşah yeni bir Haçlı tehlikesi ile karşılaşmadan 213 Turan, “Türkiye”, s. 244-251. 52 önce doğuda Hıristiyanlığın savunucusu olan Gürcüleri214 dizginlemek istiyordu. Aksi takdirde Türkiye Selçukluları iki ateş arasında kalabilirdi. Rükneddin Süleymanşah’ın, Gürcistan Seferi hazırlıkları konusunda çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Rükneddin Süleymanşah’ın, Harput seferinden sonra bu sefer için Erzincan’a giderek hazırlık yaptığı bildirilmektedir. Gürcü vekayinamesinde ise Sivas’a geldiğinden ve burada savaşa hazırlanıldığından bahsedilmektedir.215 . Nitekim Rükneddin Süleymanşah önce Sivas’a, oradan Erzincan’a ve ardından da Erzurum’a geçmiş olmalıdır. Çünkü coğrafi şartları ve tarihi kaynaklarda geçen bazı bilgileri değerlendirdiğimizde bu sonuca ulaşabiliriz. Kaynaklar, Rükneddin Süleymanşah’ın, 1201 yılında Malatya’yı elde ettikten sonra Erzurum’u aldığını yazarlarsa da216 daha sağlam bilgi veren bazı müellifler onun buradan önce Erzincan’a geçerek hazırlıklarını yaptığını, ondan sonra Gürcistan seferine çıkmak üzere Erzurum’a vardığını kaydederler ki217 bu sonuncu doğrudur ve Erzurum söz konusu tarihte değil, ileride görüleceği üzere 1202 yılında Selçuklu ülkesine katılmıştır.218 Böylece, Selçuklular, Saltukluları kendi himayesi altına almakla Gürcüler ile doğrudan doğruya komşu durumuna gelmişlerdir. Rükneddin Süleymanşah, Gürcüleri bertaraf etmek için büyük bir orduya ihtiyaç duymuştur. Bunun için Anadolu’da bulunan diğer Türk beyliklerinden de kuvvet istemiştir. Gürcü vekayinamesinde bununla ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “O, çok geçmeden seksen bin kişilik bir ordu219 topladı, baba ve atalarının hazinelerini açarak muazzam meblağlar çıkardı. Bu adamlar bütün ülkeleri, Mezopotamya’yı, Kalonero’yu, Galati’yi, Gangra (Çankırı)’yı, Ankuria 214 Gerçekten de bu dönemde Gürcülerin Hıristiyan dünyasında önemli bir yerinin olduğu gözükmektedir. Kraliçe Thamara devletinin ne kadar kuvvetlendiğini göstermek için Kudüs ve Filistin’de manastırlar inşa etmiş, Kıbrıs ve Fransa’dakileri süsletmiş, bu manastırlarda yapılan ayinler için gerekli bütün araç ve gereçleri temin etmiştir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 403. 215 Brosset, “Gürcistan”, s. 406. 216 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 146-147; Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 474. 217 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 93. 218 Turan, “Türkiye”, s. 254-255; Müneccimbaşı, Erzurum’un, Süleymanşah tarafından ilhak edilmesini 1202 olarak kaydetmiştir. Müneccimbaşı, a.g.e, C. II s. 30. 219 Turan, Gürcü kaynağındaki bu 800.000 sayısının on misli fazla mübalağa yapıldığını belirtir. Bk. Turan, “Türkiye”, s. 257. Aksarayî ise bu sayının 20.000 olduğunu belirtmektedir ki bizce de Selçuklu ordusunun Gürcü kaynağındaki gibi abartıldığı kadar olmadığı kanaatindeyiz. Bk. Aksarayî, a.g.e., s. 24. 53 (Ankara)’yı, Isavria’yı, Kapadokya’yı, Büyük Ermenistan’ı, Bitinya’yı, Paflagonya sınırlarını dolaştılar ve şehirlerde yalnız kadınları bırakarak bütün erkekleri silahaltına aldılar. Kendisi (sultan) de acilen, çekirge ve karınca sürüleri gibi sayısız ve savaşlarda gösterdikleri cesaretleri ile meşhur olan Türk-Uçlar’ın memleketine gitti ve onlara pek çok altın ve hediyeler vererek tam teçhizatlı 100,000 atlı aldı. Sultan, aynı zamanda zor ve korku ile Ezinga (Erzincan), Halferdlileri (Harputluları) ve Karnakulak (Erzurum) sahibi Saltuk’un oğlunu da zorla refakatine aldı”.220 Gerçekten Erzincan meliki Fahreddin Behramşah bu sefere katılmış ve hatta savaş sırasında Gürcülerin eline esir bile düşmüştür.221 Fakat hemen şunu söyleyebiliriz ki diğer kaynaklarda, Saltukluların bu sefere katıldığı konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Burada Gürcü müellifi yanılmıştır. Çünkü bu sırada Rükneddin Süleymanşah, bu beyliğe son vererek Erzurum’u Saltuklulardan almış ve kardeşi Mugiseddin Tuğrulşah’a vermiştir.222 Rükneddin Süleymanşah, Erzurum’u aldıktan sonra asıl hedefini oluşturan Gürcistan üzerine yürüdü. Kaynaklar, bu seferin siyasi bazı sebepleri yanında başka bir sebepten de bahsetmektedir. Şöyle ki; Selçuklu şehzadeleri arasında kendisine koca bulmak isteyen Gürcü Kraliçesi Thamara, Anadolu’ya ressam (nakkaş) gönderip onların resimlerini yaptırdı. Bunlar arasında Süleymanşah’ı beğenen Kraliçe Thamara, Sultan II. Kılıç Arslan’a elçi ve mektup gönderdi. Sultan II. Kılıç Arslan’a, “âlemin efendisi, İslam ve Müslümanların sultanı” hitabesiyle başlayan bu mektupta, “memleketinin çok mamur ve zengin olduğunu, kendisinin eski melikeler arasında ihtişam sahibi bulunduğunu, kendi evlatlarından birinin Davud hanedanından adını ihya edeceğini ve müstakil olarak bu ülkeye hâkim olacağını, din ve itikat ayrılıklarına rağmen kendi tebaasının onun padişahlığında ittifak edeceğini” belirtti. Kraliçe Thamara, Melik Süleymanşah’ın güzel ahlak ve huylarını 220 Brosset, “Gürcistan”, s. 405-406; The Georgian Chronicle s. 76-77. 221 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 94. 222 İbni Bibi, Saltuklu Beyliğine son verilmesi ile ilgili olarak, Saltuklu hükümdarı Alâeddin Saltuk’un asker toplamada ve fermanın hükümlerini yerine getirmede ihmal davrandığını belirterek duruma bir bahane bulmaya çalışmıştır. Bk. İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 93. Fakat tarihi gerçekler bunu aksini söylemektedir. Saltuklu hükümdarı da bu davete icap etmiş ve onu karşılamıştır. Fakat Selçuklu Sultanı onu yakalatarak hapsetmiştir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 147. Buradan da anlaşıldığı üzere Rükneddin Süleymanşah’ın Saltuklu Beyliğini kendine bağlamasının asıl sebebi artık Saltukluların Gürcülere karşı mücadele gösterememesidir. 54 duyduğunu ve bu sebeple memleketine böyle bir hükümdarın layık olduğunu belirterek, kendisiyle nikâh akdedip ülkesine hükümdarlık yapması için hediyelerle birlikte elçiler göndermiştir. Elçiler mektup ve sözleri arz edince, Sultan II. Kılıç Arslan Melik Rükneddin’i huzuruna çağırıp bu durumu kendisine aktarmıştır. Fakat Rükneddin Süleymanşah, Kraliçenin bu teklifini dinleyince çok hiddetlendi ve babasına “Bir kâfir kadının işvesine ve dünya hevesine kapılıp Hıristiyan diyarına gidemeyeceğini söylüyor, oraya ancak sultanın yardımı ve fermanı olursa kilise ve manastırları yıkıp cami ve medrese, çan yerine ezan seslerini yerleştirmek maksadıyla varacağını” arz etmiştir. Babası II. Kılıç Arslan da oğlunun bu yüce himmetini takdirle karşılamıştır.223 Gerçekten böyle bir durumun olup olmadığına dair şüphe ile bakılsa da Gürcü vekayinamesi de kendi açısından olayı doğrulamaktadır. Gürcü vekayinamesinde Sultanın elçileri Kraliçe Thamara’ya, “Hükümdarınız kendi dinini terk ederse sultan kendisiyle evlenecek, reddettiği takdirse ise onu kendisine cariye yapacaktır” gibi bir teklifte bulunduğundan bahsetmektedir. Bu sözler üzerine başkumandan Zakaria’nın elçiyi tokatladığı ve “eğer elçi olmasaydın önce dilini, sonra da başını keser ve bu küstahlığın cezasını verirdim” dediği rivayet edilmektedir.224 Rükneddin Süleymanşah’ın Tokat’ta hüküm sürdüğünü düşünürsek, Kraliçe Thamara’nın Rükneddin Süleymanşah’tan haberdar olduğu kesindir. Nitekim Kraliçe Thamara’nın o dönemde kendisine bir eş arama gayreti içerinde olduğu görülmektedir. Kaynaklarda, Kraliçe Thamara’nın bu tür evlilikler yaptığından bahsedilmektedir. Kraliçe Thamara bir dönem Saltuklu hükümdarı İzzeddin Saltuk’un torunu Muzafferüddin ile de evlenmişti.225 Gürcüler ile Türkler arasındaki akrabalık ilişkilerine daha sonra fazlasıyla değineceğimiz için burada noktalayalım. 223 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 89-90; Turan, “Türkiye”, s. 254-255. 224 Brosset, “Gürcistan”, s. 406. Yine Gürcü kaynağına dayanan Osman Turan ise olayı biraz daha farklılaştırmıştır. Şöyle ki Turan eserinde, “Kraliçe Thamara’nın güzelliğini duyan Süleymanşah’ın Thamara’ya âşık olduğunu ve evlenme teklifinin Kraliçeden değil, Süleymanşah’tan geldiğini ileri sürer. Hatta Süleymanşah’ın kraliçenin nikâh için şart koştuğu din değiştirmeyi bile göze aldığını ancak bu durumun II. Kılıç Arslan tarafından güçlükle engellendiğini söyleyerek olayı biraz tahrif eder” diye bahsetmiştir. Bk. Turan, “Türkiye”, s. 255. 225 Brosset, “Gürcistan”, s. 372. İbnü’l-Esir, bu olayı çok çirkin karşılamakta ve benzeri işitilmedik garip bir olay olarak nitelendirmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 376-377. 55 1) II. Rükneddin Süleymanşah ile Kraliçe Thamara Arasındaki Mektuplaşmalar Bu sefer sırasında Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleymanşah ile Gürcü Kraliçesi Thamara arasında çok sert mektuplaşmaların olduğu görülmektedir. Gürcü vekayinamesi, Rükneddin Süleymanşah’ın Gürcistan seferi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Büyük Rum memleketinde Karadeniz’e kadar Asya ve Kapadokya’da hüküm süren Çaraslan (Kılıç Arslan)’ın oğlu büyük Selçuklu sultanı Nikardin (Rükneddin) hainliğini gösterişi altında gizleyerek, barış dilemek için sık sık elçiler ve güzel hediyeler yolluyordu”. Yine devamında Rükneddin Süleymanşah Sivas’ta iken bu elçilerin Kraliçe Thamara’ya gittiğini ve ona şu mesajı ilettiği belirtilmektedir: “Göklerin altında yükselmiş sultanların en yükseği, meleklere benzeyen ve büyük Muhammed’i göndermiş olan Allah’ın yardımcısı ben, Rükneddin, Gürcülerin hükümdarı olan sana Thamara’ya bildiririm ki her kadın akılca zayıftır. Sen Gürcülere, Allah’ın sevgilileri olan İslam halkını katletmek için kılıç kaldırmalarını, bundan başka da, hür bir milleti kölelik vergisine tabi tutmalarını emretmişsin. İşte ben İranlılar (Türkler) hanedanının adaletini icra etmeye ve sana ve halkına anlatmaya geliyorum. Ben gelmeden önce, önüme diz çökerek, Muhammed’in resullüğünü kabul ettiğini beyan eden ve kendi dinini inkâr edip, boş yere ümit bağladığın haçı huzurumda kıracak olanların hayatlarını bağışlamaya razı olacağım. Şimdilik, İran’a iade edeceğim vekilimi bekle”.226 Burada Selçuklu Sultanının kendinden çok emin ve gururlu bir tavır sergilediği ve Gürcülere adeta bir ültimatom verdiği görülmektedir. Ayrıca bu mektuba bakarak şunu söyleyebiliriz ki bu seferin yapılmasında dini duyguların da etkili olduğudur. Kraliçe Thamara mektubu okuduktan ve elçiyi dinledikten sonra durumun vahametini anlayarak memleketindeki bütün askerlerin toplanmasını emretti. Kraliçe askerleriyle birlikte Cavahat’e doğru Meryem Ana Kilisesi’ne giderek burada ayin yaptı. Bu sırada kendisine kocası David Soslan da katılmış ve buradan birlikte Pasin’e doğru yürümüşlerdir. Gürcü ordusu Kars yakınlarına varınca Sultanın elçisini kendi elçisi ile beraber yolladı. Kraliçe Thamara, sert, gururlu ve bir o kadar da dini 226 Brosset, “Gürcistan”, s. 406; The Georgian Chronicle s. 78. 56 duyguları ağır basan cevap mektubunda şunlar belirtilmektedir: “Ey Rükneddin, mutlak kudret sahibi Allah’a tam güvenle, Meryem Ana’ya dua ederek ve ümidimi mukaddes haça bağlı olduğu halde, gökleri gazaba getirmek üzere yazılmış olan mektubunu okudum ve orada, Allah’ın muhakeme edeceği kötülüğünün delillerini gördüm. Allah’ın adına boş yere yemin edenlerin O’nun tarafından mahvedileceğini biliyor musun? Sen para kuvveti ile toplanmış eşek sürücülerine dayanıyorsun, fakat ben ne servete, ne asker çokluğuna ne de diğer herhangi bir insani şeye değil, yalnız mutlak kudret sahibi Rab Oğlu’na ve senin tahkir ettiğin İsa haçına itimat ederim. Bana yolladığın mesaja göre, Hazret-i İsa’nın adını taşıyan orduyu sana saygı göstermek için değil, mağrur yüreğini mahcup etmek ve Allah’a küfretmemeği bizzat kendisi tarafından öğrenmen için sana karşı sevk ediyorum. Seninki değil, O’nun iradesi yerine gelsin, seninkinin yerine O’nun adaleti yerine getirilsin. Senin adamlarının savsaklığını bildiğim için cevabımın tam zamanında yetişmesi ve tedbir alabilmen için benim adamlarımdan birini de sana gönderiyorum. Harekete geçirdiğim askerlerim ise, esasen kapına dayanmışlardır”.227 2) Selçuklu – Gürcü Ordularının Karşılaşması Gürcü ordusu, başkumandan Zakaria ve Şalve ile İvane kardeşler olduğu halde Pasinler’e doğru ilerledi. 1202 tarihinde Rükneddin Süleymanşah da Gürcüler ile savaşmak için Erzurum’dan hareketle Erzurum-Kars arasında bulunan Micingerd Kalesi228 civarına geldi ve burada karargâh kurdu. Aksarayî’nin ifadesine göre Gürcüler, Selçuklu ordusunu, ordugâhta istirahat halinde iken ve düşmanın yaklaşmasından habersiz olarak pusuya düşürdü.229 Gerçekten, Gürcü vekayinamesi de, Gürcülerin ansızın Selçukluların olduğu bölgeye geldiklerinden ve onların nöbetçi muhafızlarının olmadığını görünce baskın yaptıklarından bahsederek bu 227 Brosset, “Gürcistan”, s. 407; The Georgian Chronicle s. 79. 228 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 30-31. Gürcü vekayinamesinde bu yerin pek de anlaşılamayan bir şekilde “Bolositek” de geçtiğini söylemektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 408. Yakut’a göre ise savaş “Avnik” ovasında meydana gelmiştir. Bk. Yakut, Mu’cemul-Buldan, C. I’den naklen Bedirhan, a.g.e., s. 256. Gaffari savaşın bir kale önünde ovada olduğunu belirtir, ancak isim belirtmez. Bk. Gaffari’den naklen Selim Kaya, I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), Ankara 2006, s. 86. Bazı Batılı araştırmacılar tarafından bu savaşın Basiani de yani Pasinler de yapıldığını belirtmektedir. Peacock, a.g.m., s. 133. 229 Gaffari bu savaşın 598 yılı zilkade ayının başlarında meydana geldiğini belirtir. Bk. Gaffari’den naklen Kaya, a.g.e., s. 86, Aksarayî, a.g.e., s. 24. 57 durumu doğrulamaktadır.230 Bu ani baskınla neye uğradığını anlayamayan Türk ordusu, ordugâhı ve çadırları bırakarak, uygun bir mevkiye çekilmiştir. Gürcülerde başkumandan Zakaria, Şalve ile İvane ve diğer Torlular ön safta yer alırken, bir tarafta Abhazlar ve İmerler, diğer tarafta Kartliler, Kahet ve Heretliler yer almaktaydı. Burada şiddetli ve uzun bir savaş vuku bulmuş ve iki taraftan da birçok insan yaşamını yitirmiştir. Gürcü vekayinamesi, az kalsın Gürcülerin yenilmeye başladığını, fakat son bir gayretle Türk ordusunu dağıtmayı başardıklarından bahsetmektedir.231 Gerçekten de Gürcü kaynağının bahsetmediği, fakat diğer İslam kaynaklarında geçen bir hadise savaşın kaderini belirlemiştir. Şöyle ki savaş esnasında Selçuklu sultanının “çetrdar232”ının atının ayağının tökezlemesi ve çetrin yere düşmesi üzerine Türk askerleri hükümdarın başına bir felaket geldiğini düşünerek büyük bir paniğe ve semavi bir korkuya kapılmışlardır. Sultan bizzat komutanlarına kendi isimleri ile seslense de, ordu bu kargaşadan kurtulamamış ve ağır bir mağlubiyete sebep olmuştur.233 Rükneddin Süleymanşah, savaşın kaybedildiğini görerek, Mugiseddin Tuğrulşah ve diğer emirlerin bazıları ile beraber Erzurum’a çekilmiş ve buradan da geride kalan askerleriyle birlikte Konya’ya dönmüştür.234 Gürcüler, Türklerin yenilgisinden sonra onlardan kalan sayısız eşya ve levazımı, altın ve gümüş kapları, mücevherat ve incileri, kıymetli kumaşları, çadırları, halıları, at, deve ve katırları ele geçirmişlerdir. Bu savaş sırasında esir edilenler arasında birçok güzel hasletlere sahip olan Mengücek hükümdarı Fahreddin Behramşah da bulunmaktaydı. Birçok Türk emiri gibi Fahreddin Behramşah da Kraliçe Thamara’nın huzuruna çıkarılmış ve kendilerine misafir gibi davranılmıştır. Fakat Fahreddin Behramşah hariç olmak üzere diğer beyleri muhtelif kalelere hapsetmiştir. Kraliçe Thamara, Behramşah’ı eski dostluk münasebetlerinden dolayı esir olarak Tiflis’te alıkoymuştur. Bu çok büyük ve meşhur zat, Gürcü 230 Brosset, “Gürcistan”, s. 408. 231 Brosset, “Gürcistan”, s. 408-409; The Georgian Chronicle s. 81-83. 232 Çetr, hâkimiyet sembollerinden biri olup, hükümdarın sefere çıktıklarında veya alayla bir yere gittiklerinde başları üzerinde tutulan şemsiyedir. 233 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 94; Aksarayî, a.g.e., s. 24. 234 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 94; Gaffari’den naklen Kaya, a.g.e., s. 87. 58 vekayinamesinin belirttiği gibi bir “at nalı fiyatı” karşılığında serbest bırakılmıştır.235 Bu savaştan sonra “Gazi” unvanını alan Fahreddin Behramşah, savaş sırasında çok fedakârlık göstermiş ve canını feda edecek kadar düşman saflarına yaklaşmıştı.236 Selçukluların, Gürcüler karşısında aldığı bu mağlubiyette, Rükneddin Süleymanşah’ın kendisine fazlaca güvenmesi, gururu ve tedbirsiz hareket etmesi etkili olmuştur. Zaten yukarıda Sultan Rükneddin Süleymanşah’ın bir ültimatom niteliği taşıyan mektubu bu ruh halini ortaya koymaktadır. Bu zamana kadar hiçbir zaman yenilmeyen Sultan Rükneddin Süleymanşah, bir an önce intikam alma peşinde idi. Ancak iç meseleler ile uğraşmak durumunda kalması, Sultan Rükneddin Süleymanşah’ın ikinci bir sefere çıkmasına mani olmuştur. Bazı kaynaklar, Sultan Rükneddin’in, 1204 senesinde ikinci defa Gürcistan üzerine sefere çıktığını ve bu sırada Konya-Malatya arasında bağırsak (kulunç) hastalığına tutularak öldüğünü belirtmektedir.237 Her ne kadar Gürcüler, Türkler karşısında zaferle ayrılsa da, aslında Türkiye Selçuklu Devleti gücünden hiç bir şey kaybetmemiştir. Bunu, Gürcülerin savaştan sonra Türklerin aleyhinde topraklarını genişletmek gayesine düşmemelerinden anlayabiliriz. Nitekim Gürcüler, ancak Rükneddin Süleymanşah’ın ölümünden sonra Türk bölgelerine yeniden saldırmaya teşebbüs edebileceklerdir. Fakat şüphesiz Gürcüler bu zafer sayesinde Hıristiyan dünyasında büyük bir itibar ve güce kavuşmuşlardır. Bu dönemde Haçlı kuvvetleri bile Türklere karşı başarı elde edemez iken, Doğu’da Gürcülerin böylesine bir zafer kazanması onların bu itibarı kazanmasını ve Kraliçe Thamara’nın da büyük bir şöhrete kavuşmasını sağlamıştır. Böyle bir üne kavuşan Gürcü Kraliçesi, 1204’te Haçlıların İstanbul’u ele geçirmesini değerlendirerek, Trabzon’dan Karadeniz Ereğli’sine kadar uzanan alanın zapt 235 Brosset, “Gürcistan”, s. 410; The Georgian Chronicle s. 84. 236 Fahreddin Behramşah’ın düşmanın durumunu öğrenmek amacıyla düşmanın içine kadar sokulduğu bilinmektedir. Ravendî, a.g.e., I, s. 208. 237 Turan, “Türkiye”, s. 262. Abu’l-Farac, Sultan Rükneddin’in Ankara’yı ele geçirmesinden sonra sırt ağrısından öldüğünü kaydetmektedir. Bk. Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 486. 59 edilmesi için akrabaları olan Aleksios ve David Kommenos’a yardımda bulunmuştur.238 C) I. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Gürcüler ile Mücadeleler Gürcistan yenilgisinden kısa bir süre sonra vefat eden Rükneddin Süleymanşah’tan sonra, yerine III. Kılıç Arslan geçmişse de, daha önce Selçuklu Devleti’nin başına geçmiş olan I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1205-1211) yeniden iktidarı eline almıştır.239 I. Gıyaseddin Keyhüsrev, ikinci kez tahta çıktığında Gürcüler ile olan ilişkiler hassasiyetini korumakta idi. Bu dönemde onlarla ilişkiler ve mücadele daha çok Erzurum’daki Mugiseddin Tuğrulşah aracılığıyla sürdürülmekte idi.240 Gürcüler, 1205 yılında Azerbaycan’ı, Doğu Anadolu’yu istila etmiş ve hatta Erzurum ve Erciş’e kadar ilerleyerek bu bölgeleri tahrip etmişlerdir. Bu durum karşısında Ahlat hükümdarı Balaban askerlerini toplayıp Mugiseddin Tuğrulşah’ın ordusu ile birlikte Gürcüler üzerine yürümüştür. Türk orduları Gürcistan’a girerek Gürcüleri yenilgiye uğratmış ve bu sayede birçok ganimet de elde etmişlerdir. Bu sırada pek çok Gürcü askeri ölmüştür ki bunların içinde meşhur Gürcü komutanı Zakaria da bulunmakta idi.241 Mugiseddin Tuğrulşah’ın bu bölgelerde gerek Gürcülerle, gerekse Trabzon Rumları ile mücadeleler yaptığı, onlara karşı yaptırmış olduğu Bayburt Kalesi’nin kitabesinden de anlaşılmaktadır. Kitabede bulunan gaza ve zafere ait unvanlar bunu kanıtlar niteliktedir.242 Bu dönemde doğrudan olmasa da özellikle Anadolu’nun kuzey ve kuzeydoğusunda Gürcüler ile mücadeleler devam etmekte idi. Şöyle ki; Bizans İmparatorluğu’nun sarsıntı geçirmesi üzerine Kommenos ailesine mensup olan Aleksios ve David Kommenos, Doğu Karadeniz sahillerine gelmişlerdir. Gürcü Kraliçesi Thamara’nın yeğeni olan Aleksios, Gürcistan’a giderek Kraliçe 238 Brosset, “Gürcistan”, s. 412; The Georgian Chronicle s. 86-87; Allen, a.g.e., s. 108; Peacock, a.g.m., s. 134. 239 Turan, “Selçuklular”, s. 274. 240 Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211), Ankara 1997, s. 33. 241 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 172; Turan, “Doğu Anadolu”, s. 23. 242 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 22. 60 Thamara’dan aldığı yardım sayesinde Trabzon’a gelmiş ve imparator soyuna mensup olması dolayısıyla Kommenosların yeni bir hanedanlığını kurmuştur. (1204-1461)243 Kommenoslar, Karadeniz’de Gürcülerden de aldığı destekle hızlı bir şekilde güçlenmiş ve Sinop’a kadar olan kıyılara hâkim olmuşlardır. Ancak bu durum Türkiye Selçukluları açısından pek de iyi olmamıştır. Sebebi ise bu bölgelerde güvenliğinin kaybolmasıyla ticaretin aksamasıdır. Bu durum karşısında Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, İznik İmparatoru Laskaris ile bir ittifak içerisine girmiştir. Her iki devletin menfaatlerine uygun olan bu anlaşma sayesinde Laskaris, David’in ordusunu mağlup ve kendisini esir ederken, Selçuklular da Aleksios’a karşı önemli bir zafer kazanmıştır.244 Bu zafer sonucunda hem bölgede Gürcülerin desteğiyle yeni bir gücün ortaya çıkması engellenmiş, hem de ticaret yollarının güvenliği yeniden sağlanmış oluyordu.245 Bizce Gürcülerin, Kommenos ailesini desteklemelerinin nedeni, Selçuklular ile kendi aralarına tampon bir güç bulundurmak istemelerinde yatmaktadır. Nitekim bundan önce Gürcistan birçok defa Türk taarruzlarına maruz kalmıştı. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’den sonra yerine geçen I. İzzeddin Keykavus (1211- 1220) zamanında da bu güç dengesi devam etmiştir. Sultan I. İzzeddin Keykavus da Karadeniz bölgesine çok büyük önem vermiş ve bu yönde siyaset izlemiştir. Şöyle ki; Sultan I. İzzeddin Keykavus, Trabzon Rumlarının da zapt etmek istediği Sinop’u ele geçirmiştir.246 (1214) Bu olay sırasında Aleksios’un da esir alındığı ve onunla bir anlaşma yapıldığı görülmektedir. Böylece, Trabzon Kommenos Devleti, bu tarihten Moğol istilasına kadar, Selçukluların tabiiyeti altında kalmıştır.247 Selçukluların bu devletin gücünü bastırması ve onları itaat altına alması, onları yeniden Gürcüler ile 243 Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C. II-III, Ankara 1987, s. 111; Peacock, a.g.m., s. 134. 244 Turan, “Türkiye”, s. 278-279. 245 İbnü’l-Esir, 602 (1205/1206) senesi olayları arasında; “Rum, Kıpçak, Rus ve sair ülkelerden gelen yol karadan ve denizden kesildi. Kimse Keyhüsrev’in memleketine giremediği için halk büyük zarara uğradı. Çünkü Şam, Irak, Musul, el-Cezire ve diğer memleketlerden ticaret maksadıyla gelenler de Sivas ta çok kalabalık halinde yığıldılar ve yol açılmadığı için çok sıkıntılara uğradılar. Sermayesinin başında dönebilenler en karlı ve en bahtiyar insan olarak kabul ediliyordu” ifadesi ile bu durumu güzel bir şekilde tasvir etmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 201. 246 İbn-i Bibi Türk hudut muhafızlarından gelen bir mektubun Sultana sunulduğunu ve bu mektupta Canit tekfuru Kir Alexis’in hudutlarda dolaşmakta ve Türk arazisine tecavüzde bulunmakta olduğunun yazılı olduğunu bildirmektedir. İzzeddin Keykavus’un da kuzeydeki hâkimiyetini kaptırmamak için sefere çıktığı anlaşılmaktadır. Turan, “Türkiye”, s. 303. 247 Turan, “Türkiye”, s. 304-305. 61 karşı karşıya getirmiştir. Özellikle doğu ve kuzeydoğudaki mücadeleler, İzzeddin Keykavus’tan sonra yerine geçen I. Alâeddin Keykubad zamanında da devam etmiştir. D) Alâeddin Keykubad ve Gürcülerin İtaat Altına Alınması I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ortanca oğlu olan Sultan Alâeddin Keykubad (1220-1237) Türkiye Selçuklu hükümdarları içerisinde en önemli mevkiye sahip hükümdarlardan birisidir. Onun döneminde, Anadolu coğrafyası her anlamda en müreffeh ve en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. 1) Moğol İstilası ve Alınan Tedbirler Sultan Alâeddin Keykubad tam da Moğol İstilasının başladığı bir dönemde Selçuklu tahtına çıkmış ve ilk yaptığı icraatlardan biri de Moğollara karşı önlem almak olmuştur. Zira Türkistan, Horasan bölgesi kadar İran, Azerbaycan ve Kafkasya bölgesinde de Moğolların varlığı hissedilmeye başlanmıştır. Sultan Alâeddin Keykubad doğudaki bu durumu yakından takip ediyordu. Sultan Alâeddin Keykubad, bir yandan Anadolu’ya olası bir saldırı tehlikesinden dolayı sınır bölgelerindeki kaleleri tahkim ederken, Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük şehirlerin surlarını da yeniden yaptırmıştır.248 Tabi ki, doğuda diğer önemli bir gelişmede Celaleddin Harezmşah’ın Selçuklu aleyhine Doğu Anadolu’ya yönelik girişmiş olduğu faaliyetleridir. Bu durum, Sultan Alâeddin Keykubad’ı Doğu Anadolu politikalarına daha fazla önem vermesine neden olmuştur. Alâeddin Keykubad’ın doğuda bu hareketliliklerin yaşanması karşısında, bu bölgelerde merkezi idareyi daha da kuvvetlendirmesi zaruri olmuştur. Bunun için altmış seneden beri Erzincan’da hüküm süren Mengücek oğullarına 1228’de son vererek, bu bölgeleri Selçuklu merkezi idaresi altına almıştır. Daha önce Erzurum örneğinde 248 Turan, “Türkiye”, s. 331. 62 olduğu gibi, oğlu Melik Gıyaseddin’i ve ona yardımcı olması için de Ertokuş’u Atabey olarak buraya tayin etmiştir.249 2) Gürcü Vassalı Trabzon Rumları ile Mücadeleler Sultan Alâeddin Keykubad, Erzincan’dan sonra Erzurum üzerine giderek ve burada da merkezi otoritesini kurarak olası tehlikelere karşı bir güç oluşturmayı düşünüyordu. Fakat bu sırada doğudaki karışıklıklardan yararlanmak isteyen Trabzon Rumları aynı sene içerisinde Samsun ve Sinop limanlarına taarruz etmiş ve Ünye’ye kadar olan Karadeniz sahillerine saldırmışlardır. Bu durum karşısında Selçuklular hem karadan hem de denizden Trabzon Rumlarının üzerine bir sefer düzenlemişler ve Trabzon’a kadar ilerleyip şehri kuşatmışlardır.250Ancak elverişsiz hava şartları ve şehrin savunma bakımından kuvvetli olması yüzünden Trabzon kuşatması sonuçsuz kalmıştır. Daha sonraki yıllarda Trabzon Rumları tekrar Selçukluların tabiiyetine girecektir. Özellikle Mengüceklilerden Şarki Karahisar ve Bayburt’un alınması ile birlikte Trabzon Rumlarının faaliyetleri kısıtlanmış, Trabzon Rumları sadece sahilde faaliyet göstermeye mecbur kalmışlardır. Her ne kadar kaynaklarda belirtilmemiş olsa da Gürcülerin de bu olaylar sırasında Trabzon Rumlarına destek verdiğini düşünmekteyiz. 3) Sultan Alâeddin Keykubad’ın Gürcistan Seferi Yukarıda az da olsa bahsettiğimiz gibi Sultan Alâeddin Keykubad zamanında doğudaki hadiseler tüm hızıyla devam etmekte idi. Sultan Alâeddin Keykubad’ın Gürcistan seferine geçmeden önce, konunun daha iyi anlaşılması için, yeni bir güç olarak doğan Harezmşahların, Gürcüler ile olan münasebetlerine ve mücadelelerine kısa da olsa değinmekte fayda görüyoruz. Harezmşah hükümdarı Celaleddin Mengübirti (1120-1231), Moğollara karşı amansız bir mücadeleye girişerek büyük kahramanlıklar göstermiş ve bu yüzden 249 Turan, Alâeddin Keykubad’ın Erzincan’ı ilhakında Mengücek Beyi Fahreddin Behramşah’tan sonra başa geçen Davudşah’ın Selçuklu tabiiyetine bağlı kalmak istememesine bağlasa da bizce asıl sebep Doğu’daki gelişmelerden dolayı buralarda merkezi bir güç oluşturmak istediği gözükmektedir. krş. Turan, “Türkiye”, s. 353-354. 250 Trabzon şehrinin kuşatılmasıyla ilgili olarak bk. Turan, “Türkiye”, s. 361-362. 63 tarihte önemli bir mevki kazanmıştır. Ayrıca Celaleddin Harezmşah, bir asır süredir Gürcülerin elinde bulunan Tiflis’i 1226 yılında tekrar geri almış, Kars ve Ani şehirlerini kurtarmıştır.251 Celaleddin Harezmşah’ın yapmış olduğu bu fetihlerden dolayı İslam dünyasında kazanmış olduğu bu şöhrete rağmen, onun Ahlat’a saldırması, doğudaki mücadelenin seyrini değiştirecektir. Sultan Alâeddin Keykubad’ın birçok defa elçi ve mektuplarıyla Celaleddin Harezmşah’ı iyi niyetli olarak uyarmasına rağmen herhangi bir sonuç alınamamış ve Selçuklular ile Harezmşahlar arasında Yassıçemen Savaşı’nın çıkması engellenememiştir.252 Celaleddin Harezmşah’ın Doğu Anadolu’da yaptığı taarruzları sona erdiren Sultan Alâeddin Keykubad doğu sınırlarında bir diğer tehlikenin belirdiğini fark etmiştir ki o da Moğol tehlikesidir. Moğollar, 1231 yılında Eyyubilere ve Artuklulara ait bir kısım yerleri istila ettiler. Öyle ki Moğol kuvvetleri 15.000 kişilik öncü birlikleriyle Bargiri, Erciş, Ahlat, Bitlis, Erzen, Amid, Meyyafarikin, Siirt, Mardin, Tanza, Sincar ve Harput bölgelerini işgal, yağma ve tahrip ederek, birçok insanı öldürdükleri halde bölgede hakimiyet süren devletlerden hiçbiri Moğollara karşı bir varlık gösterememiştir.253 Doğu Anadolu bölgesinde bu istila devam ederken, 1232 yılında Cormagon Noyan kumandasında bir Moğol birliğinin Sivas yakınlarına kadar sokulması üzerine, endişelenen Sultan Alâeddin Keykubad, Kemaleddin Kamyar’ı bu akının sebebini araştırmakla görevlendirdi. Kemaleddin Kamyar kuvvetleri ile birlikte Sivas’a ardından Erzurum’a kadar ulaşmış, etrafa saldığı casuslar vasıtasıyla Moğol öncü birliklerinin sayılarının az olduğunu öğrenmiştir. Kemaleddin Kamyar, Moğolların buralarda birtakım olumsuz davranışlarda bulunduktan sonra aceleyle geri döndüklerini, Yunus derbendini aşıp Mugan’a kadar vardıklarını haber aldı. Kemaleddin Kamyar burada iken bu bölgenin komutanı olan Mübarizüddin Çavlı ile 251 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 412; Turan, “Türkiye”, s. 366-367. Gürcü kaynağında da Gürcü liderlerin doğudaki olayları tam anlamıyla idrak edemediklerinden ve bu yüzden Tiflis’in elden çıktığından bahsetmektedir. Fakat Ani ve Kars’ın Harezmşahlar tarafından kuşatılmasına rağmen alınamadığını söyleyerek İslam kaynaklarının verilerini reddetmektedir. krş. Berdzenişvili – Canaşia, a.g.e., s. 163-164. 252 Turan, “Türkiye”,s. 367-372. 253 Turan, “Türkiye”, s. 375. 64 meselenin halli için istişarede bulundu. Daha sonra bu Moğol saldırısının Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın (1222-1245) kışkırtması ile yapıldığı öğrenilerek, bunun bir savaş bahanesi sayılması ile Gürcüler üzerine sefere çıkılmasına karar verilmiştir.254 Emir Kemaleddin Kamyar ile Çaşnigir Emir Mübarizüddin Çavlı çeşitli savaş araç-gereçleri ve büyük bir orduyla Gürcistan’a doğru yürüdüler. Böylece iki ay bir müddet içinde Selçuklu orduları, mancınıklar da kullanarak Gürcü kalelerinden 40 kale ile birlikte, Hah (Bazı kaynaklarda Gah) ve Nahah255 adlarındaki kaleleri de ele geçirmişlerdir. 4) Selçuklu-Gürcü Barışı Selçuklu ordusunun kazandığı zaferler, Gürcü Kraliçesi Rosudan’ı telaşlandırdı ve devletin ileri gelenleriyle danışma toplantıları yaparak, Selçuklulardan kurtulmanın yolunu “Sultan’ın devletin adamlarına ve ileri gelenlerine iyi davranmalı ve onlara tatlı dil ve iyi sözle yaklaşma” teklifinde gördü. Kraliçe Rosudan, Emir Kemaleddin’e elçilerle birlikte mektup göndererek Moğol ordusunun Anadolu’ya saldırmasında parmağı olan Gürcü devlet adamlarının yaptığı bu işlerden dolayı özür diledi. Gürcü Kraliçesi, elçisiyle birlikte Kemaleddin Kamyar’a has hediyelerle mektup göndermiş ve barış talep etmiştir. Kraliçe mektubunda, “ Bizim Melikü’l-Ümera’nın merhametinden beklediğimiz odur ki geri kalan beldelerimizi yakıp yıkmaktan, yağma ve talan etmekten kaçınması, barış talebimizi saltanat dergâhının huzuruna arz etmesi, Sultan bize iyilik yapmak istiyorsa bunu evlilik akrabalığı kurarak göstermesidir. Bizim aklımızdan geçen, Selçuk sulbünden ve David soyundan gelen iffetli ve namuslu kızımızı, ülke komşuluğu ve memleket yakınlığı dolayısıyla Melik Gıyaseddin Keyhüsrev’in evlilik haremine ve birleşme odasına sokmaktır”256 diyerek anlaşma zemini aramıştır. Burada Kraliçe Rosudan daha önce kararlaştırdıkları gibi kurtuluş çaresini iki hanedan arasında evlilik kurarak gerçekleştirmeyi düşünmüştür. Gerçekten de Kraliçe Rosudan, Erzurum’da hüküm 254 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 420-421; Müneccimbaşı, a.g.e., C. II, s. 72; Anonim Selçukname, s. 47. 255 Nahah, Erzurum iline bağlı Tortum ilçe merkezidir. 256 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 424. 65 süren Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu ile evlenmiş bu yüzden bundan doğan prenses hem Selçuk hem de David (Gürcü Kralı) soyundan gelmiş bulunuyordu.257 Kemaleddin Kamyar, yapılan bu büyük fetihler ve askerin eline geçen ganimetlerle birlikte Kraliçe Rosudan’ın teklifini Sultan Alâeddin Keykubad’a bildirmiştir.258 Sultan Alâeddin ise Gürcistan’dan gelen bu haberlerden dolayı çok mesut olarak her yere fetihnameler göndermiştir. Sultan, emeği geçen herkesi çeşitli hediyelerle mükâfatlandırarak üstün hizmetlerinden dolayı onları kutladı. Sultan Alâeddin ayrıca Gürcü Melikesi ile evlilik yoluyla akrabalık kurmayı memnuniyetle kabul ettiğini, bundan sonra ordunun Gürcü memleketlerine saldırmasına izin verilmemesini ve ordunun artık geri dönmesini istemiştir.259 Böylece Selçuklular ile Gürcüler arasında bir barış antlaşması yapılmış ve bu durum uzun süre sürmüştür. Sultan Alâeddin Keykubad’ın, Gürcüler ile böyle bir anlaşmaya varmasında ve akrabalık kurmasında, yaklaşan Moğol tehlikesine karşı sınırlarının güvenliğini sağlamak ve Selçukluların kendi yanında Moğollara karşı bir müttefik kazanmak istemesi etkili olmuş olmalıdır. İbni Bibi’nin aksine Gürcü vekayinamesi, bu evliliğin gerçekleşme nedenini farklı göstermektedir. Gürcü vekayinamesi, Kraliçe Rosudan’ın Orthoul (Mugiseddin Tuğrul)’un güzel boylu, yakışıklı, cesur ve enerjik oğlu ile evlenmesinden çok güzel bir kızın doğduğunu, Kraliçe Rosudan’ın ona annesinin ismi olan Thamara adını verdiğini kaydetmektedir. Devamında kızın güzelliğini duyan Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in elçi ile birlikte birçok hediyeler gönderip Prenses Thamara’yı istediğinden ve dinine dokunmayacağına dair söz verdiğinden bahsetmektedir.260 Muhtemelen burada Gürcü kaynağı, kendi gurur ve itibarının zedelenmemesi için olayı çarpıtmıştır. Nitekim Gürcü kaynağı buna benzer bir hadiseyi daha önce de Selçuklu Sultanı Rükneddin Süleymanşah ile Gürcü Kraliçesi 257 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 376. 258 Müneccimbaşı, a.g.e., C. II, s. 73. 259 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 424. Anonim Selçukname’de Alâeddin Keykubad’ın Gürcü hükümdarı Ergu’yu bozguna uğrattığını ve dört şehri ele geçirdiği anlatılmaktadır. Bk. Anonim Selçukname, s. 30. Ancak bu dönemde Gürcülerin başında Kraliçe Rosudan’ın bulunduğu diğer kaynaklarla sabittir. 260 Brosset, “Georgie”, s. 502, 587. 66 Thamara arasındaki evlenme isteğinin bizzat Rükneddin Süleymanşah’tan geldiğini söyleyerek olayı farklı bir yöne çekmeye çalışmıştır. 5) Ahlat’ın Alınması Sultan Alâeddin Keykubad, Emir Kemaleddin Kamyar’ı önemli bir merkez olan Ahlat’ı alması için görevlendirmiştir. Sultan Alaeddin Keykubad, sınırlarını bir yandan Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e kadar genişletirken, Sökmen ilini de -Ahlat, Bitlis, Van, Malazgirt ve Adilcevaz şehirleri ile birlikte- kendi topraklarına katmıştır. Ahlat şehri, Kösedağ mağlubiyetine kadar Selçukluların hakimiyetinde kalmıştır. Bu sayede de Moğollara karşı Selçuklu sınır bölgelerinde tahkimat artırılmıştır. Zira Ahlat ve diğer Doğu Anadolu bölgesindeki şehirler, önce Harezmşahlar daha sonra da Moğolların tahribatına uğramıştı. O dönemin kaynaklarında da geçtiği gibi fazıl, zâhid ve âlimlerin yurdu olan Ahlat şehri ve havalisi, Moğol akınları ile boşalmış adeta viraneye dönmüştü.261 Nitekim daha sonra tekrardan Moğollar, Ahlat ve Amid şehirlerini istila etmişlerdir. Ermeni müverrihlerine göre Moğollar, bu bölgeyi Gürcü komutanı Prens Avak’ın kız kardeşi Tamtam’a vermişlerdir.262 E) II. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Gürcüler ile Münasebetler Sultan Alâeddin Keykubad’ın ölümünden sonra yerine II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) geçmiştir. Onun döneminde iç karışıklıklar başlamış ve Moğollar Anadolu’yu istilaya girişmiştir. Tabi burada Gürcüler ile olan ilişkilerin daha çok Moğol safında yer alan Gürcüler ile alakalı olduğu gözükmektedir. Anadolu’dan önce Gürcistan, Moğolların istilası ile yüz yüze kalmış ve Moğolların idaresi altına girmiştir.263 Nitekim Moğollar, Cormagon Noyan komutasında 1239’da Gürcistan’ı işgal, Kars ve Ani şehirlerini istila etmişlerdir. Bu durum karşısında II. Gıyaseddin Keyhüsrev, hemen Sinaneddin Yakut’u, Erzurum subaşılığına gönderdi ve Moğollara karşı önlem almaya çalıştı. Fakat Moğollar 1240 yılından sonra, Anadolu’yu da istila etmeye başladıklarında, onların arasında 261 İbni Bibi, a.g.e., I, s. 426; Turan, “Türkiye”, s. 377. 262 Bedirhan, a.g.e., s. 279. 263 Berdzenişvili - Canaşia, a.g.e., s. 165-168; Çiloğlu, a.g.e., s. 51-52. 67 kendilerine bağlı olarak Gürcü birliklerinin de bulunduğu görülmektedir.264 Nitekim 1242’de Moğollar, Baycu Noyan komutasında Erzurum’a geldiklerinde, 30.000 kişilik Moğol öncü birlikleri arasında Gürcülerin de olduğunu görmekteyiz. Erzurum, Subaşı Sinaneddin Yakut’un bütün çabalarına rağmen, Moğol kuvvetleri tarafından ele geçirilmiştir. Genceli Kiragos, Moğol ordusunda yer alan Ermeni ve Gürcü komutanların kilise ve manastırlarda bulunan değerli kitapları alıp götürdüklerini yazmaktadır.265 Moğollar, 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nda, Selçukluları ağır bir yenilgiye uğrattıklarında, hem Moğol ordusunda, hem de Selçuklu ordusunda Gürcü birliklerinin olduğu görülmektedir. Hatta savaşın gidişatında bu birliklerin de etkili olduğu söylenilmektedir.266 Ermeni tarihçi Krigos, Baycu Noyan’ın Türkiye Selçuklularına karşı yaptığı saldırı sırasında Moğol ordusunda savaşan Gürcü ve Ermeni prensleri arasında Avak, Şahinşah, Vahram ve oğlu Akbuğa, Haçenli Çalal ve Hasan ile Grigor Dufin’in bulunduğunu ifade etmektedir.267 Burada verilen bazı şahıs isimlerinin –özellikle Hasan, Akbuğa-, Müslüman veya Türk adı olması dikkat çekicidir. Bu bilgilere göre, ya bunların daha önce Gürcü hizmetine giren Kıpçaklar ya da İslamiyet’i kabul eden Gürcü veya Ermeniler olduğu söylenilebilir. Ermeni müellif Grigor, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de ordusunda, Gürcü komutanlarının varlığından da bahsetmektedir.268 ki biz bu komutanlardan daha sonraki bölümlerde bahsedeceğiz. 1) II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun ile Evliliği II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Gürcüler ile olan diğer bir münasebet ise daha önce Sultan Alâeddin Keykubad döneminde yapılan anlaşmanın yürürlüğe girmesidir. Anlaşma gereği Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın kızı Thamara ile izdivaç kurmak için Selçuklu müstevfisi Şahabeddin Kirmanî’yi hazineler ve çeşitli hediyeler ile birlikte Tiflis’e gönderdi. Buradaki işleri 264 Turan, “Türkiye”, s. 429-430. 265 Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, çev., H. D. Andreasyan, Yeditepe yay., İstanbul 2007, s. 33. 266 Aknerli Grigor, a.g.e., s. 33-34; Turan, “Türkiye”,s. 437; A. C. S. Peacock, “Georgia and Anatolian Turks in the 12th and 13th Centuries”, Anatolian Studies, S. 56, 2006, s. 128. 267 Krigos s. 155’ten naklen Aknerli Grigor, a.g.e., s. 34, dn. 72. 268 Bu eserde Selçuklu ordusunda Büyük Şalue’nin oğlundan ve savaş sırasında kazandığı başarılardan bahsedilmektedir. 68 düzene koyan Kirmanî, Thamara’yı (Gürcü Hatun) alarak Erzincan’a gelmiş, buradan bir ulağı müjdeyi Sultana iletmesi için göndermiş ve bu ulak Konya’ya giderek Sultan Keyhüsrev’e gelin alayının Tiflis’ten Erzincan’a geldiğini haber vermiştir. Bunu duyan Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev de bütün askeri makamlara, beylere ve memurlara geçtiği yol ve beldelerde Gürcü Hatun’u karşılamaları için emirler göndermiş, kendisi de Kayseri’ye hareket etmiştir. Kayseri’de ziyafet sofraları kurulmuş, her taraf inci taneleri ve yıldızlar gibi parlak meşalelerle donatılmıştır. Kayseri’de Sultan II. Keyhüsrev, Gürcü Hatun’u karşılamış ve burada muhteşem bir düğün gerçekleşmiştir. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, burada, Gürcü emir ve beylerini kabul edip, kendilerine büyük ihsanda bulunmuştur.269 O dönemin resmi kaynaklarından İbni Bibi, “ Sultan, gerdek odasına ve vuslat yatağına gitti. Tahtın üzerinde ay yüzlü bir inciyi kendisini bekler buldu. Kolunu o devrin benzersizinin, zamanın ve zeminin güzelinin ahuya benzeyen boynuna doladı” diyerek Sultan’ın duygularına tercüman olmuştur.270 Gerçekten de II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun’a olan bağlılığı kaynaklarda sık sık dillendirilmiştir. Hatta Sultan Keyhüsrev’in devlet işleri ile ilgilenmeyip, vaktinin çoğunluğunu Gürcü Hatun ile eğlenerek geçirdiği belirtilmektedir.271 Sultan’ın bastırdığı sikkelere Gürcü Hatun’un aslan kursunda güneş olarak yüzünü resmettirdiği görülmektedir.272 Gürcü prensesin dinine dokunulmaması evlilik akdinde yer aldığı için Gürcü Hatun memleketinden Hıristiyan elbiseleri içinde gelmiştir. Ayrıca papazı Katolikus ile diğer dini görevlilerden başka hizmetçileri de kendisiyle beraber Anadolu’ya gelmiştir.273 Bu bilgilerden Gürcü Hatun’un yanında birçok Gürcünün de bu sayede Anadolu’ya gelip yerleştiği anlaşılmaktadır. Hatta gelenler arasında Gürcü hükümdarı Giorgi Laşa’nın oğlu David (Moğollar tarafından Ulu David olarak 269 İbni Bibi, a.g.e., C. II, s. 38; Turan, a.g.e., s. 415; Emine Uyumaz, “Türkiye Selçuklu Sultanları, Melikleri ve Meliklerinin Evlilikleri”, I. Uluslar arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildiriler II, 2001, s. 412. 270 İbni Bibi, a.g.e., C. II, s. 38. 271 İbni Bibi, a.g.e., C. II, s. 537. 272 Anadolu Selçuklu sultanlarının kullandığı ve daha öncede İran’da kullanılan şir ü hurşid (aslan ve güneş) amblemi. 273 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 537-538; Peacock, a.g.m., s. 141. 69 adlandırılmış)274 de bulunmakta idi. Gürcü Kraliçesi Rosudan kendi oğlu David’i (Narin David) tahta varis yapmak için ileride kendisi için tehlike olabileceğini düşünerek Ulu David’i Gürcü Hatun ile birlikte Anadolu’ya göndermiştir. Gürcü kaynağındaki bilgilerden Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın yeğenini öldürmek için bir planda tertiplediği ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; Kraliçe Rosudan’ın kızı Gürcü Hatun’un David ile gayri meşru ilişkiye girdiğini Sultan Keyhüsrev’e iletmesi üzerine, Sultan Keyhüsrev Gürcü Hatun’u döverek, onun mukaddes tasvirlerini kırmış, David ve papazı Katolikos’u da hapse attırmıştır. Moğolların Anadolu’yu istilasına kadar kalenin birine kapatılan David, daha sonra Moğollar tarafından serbest bırakılmıştır.275 Anadolu’da Gürcü Hatun diye çok meşhur olan bu Gürcü prensesi Thamara’nın hayatı sonraki bölümlerde daha teferruatlı olarak işlenecektir. Burada sadece şunu söylemek gerekir ki Selçuklu-Gürcü münasebetleri sadece siyasi-askeri anlamda değil sosyo-kültürel anlamda da gelişme göstermiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşı’nda Moğollara karşı yenilgiye uğramasından sonra Selçuklular, Moğol tahakkümü altına girmiş ve devlet eski güç ve kudretini kaybetmiştir. Bundan sonra Gürcüler ile olan ilişkiler de kesintiye uğramıştır. 274 Berdzenişvili, a.g.e., s. 172. 275 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 538; Turan, “Türkiye”, s. 415-416, dn. 21; David’in, İbn-i Bibi’nin Zahirüddevle olarak tanımladığı kişi ile aynı kişi olduğu ve Kösedağ Savaşı’nda Gürcü ve Frankların başında yer aldığı belirtilmektedir. Bk. Peacock, a.g.m., s. 142. 70 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM XII. - XIII. YÜZYILDA TÜRKLER İLE GÜRCÜLER ARASINDAKİ SOSYO-EKONOMİK, KÜLTÜREL VE DİNİ MÜNASEBETLER A) Sosyo-Ekonomik Münasebetler Selçuklular ile Gürcüler arasındaki ilişkilerin siyasi-askeri yönü kadar sosyo- ekonomik, kültürel ve dini yönü de büyük önem taşımaktadır. Bu konuda her ne kadar kaynaklarda yeterli bilgi bulunmasa da bu dönemde Anadolu ile Gürcistan arasında yoğun bir etkileşimin olduğunu düşünüyoruz. Tarihi seyir içinde Türkler ile Gürcülerin birbirlerini tanımaları ve birbirleriyle münasebetlerde bulunmaları çok eskiye dayanmaktadır. Bu konuda daha önceki bölümlerde bilgiler verilmişti. Büyük Selçukluların Kafkasya bölgesindeki –özellikle Gürcistan- hâkimiyet döneminde bu etkileşimin hızlandığı görülmektedir. Büyük Selçukluların bu bölgelere hâkim olmak istemesinde, eski Türk hâkimiyet anlayışına göre sınırlarını genişletme isteği olduğu kadar bu bölgelerden geçen ticaret yollarına da hâkim olmak istediği görülmektedir. Büyük Selçuklular zamanında ticaret kervanları Türkistan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetli bir şekilde ticarette bulunuyordu. Selçuklular, kervanları teşkilatlandırmak, askeri muhafızlar idaresinde emniyete almak ve hatta tüccarların zararlarını karşılamak üzerine siyaset geliştirmişlerdir. Selçukluların bu siyaseti bilhassa ticari faaliyetlerin yoğun olarak devam ettiği Kafkasya ve Anadolu’da, ticaretin çok daha fazla gelişmesine, iktisadi faaliyetlerin ilerlemesine ve milletlerarası mübadelelerin çok artmasına yardım etmiştir. Kervan yollarının kesilmesi ve soyulması Selçuklu sultanlarının askeri seferleri yapmasını zorunlu kılıyordu. Selçukluların bu ticari görüş ve siyaseti icabı Sultan Melikşah’ın ilga ettiği ticari vergi ve gümrükler toplamı 600.000 dinara ulaşıyordu.276 Büyük Selçuklular döneminde ticaretin gelişmesine ve ilerlemesine ne kadar değer verildiği bu örnekten kolayca anlaşılabilmektedir. 276 Turan, “Selçuklular”, s. 342. 71 Büyük Selçuklu Devleti’nin sağladığı huzur ortamında Kafkasya, uluslar arası yolların kavşağı haline gelmişti. Özellikle Sultan Melikşah zamanında doğu-batı ve güney-kuzey istikametinde Avrupa ile Asya ve İslam dünyası ile İskandinavya ülkeleri arasında işleyen başlıca yollar Kafkasya’dan geçmekteydi. Çin’den Avrupa’ya uzanan “Kuzey İpek Yolu” sayesinde Çin’in ipeği Avrupa pazarlarına ulaşıyordu.277 Büyük Selçuklulardan sonra Türkiye Selçukluları da bu politikaları sürdürerek, Kafkasya -özellikle Gürcistan- bölgesi ile ticari faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Bu sayede bu bölgelerin kalkınması gerçekleşmiş ve ticaret yolları üzerinde bulunan şehirlerin gelişmesi sağlanmıştır. 1) Anadolu ile Gürcistan Arasındaki Ticari Faaliyetler Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu’yu uluslar arası bir ticaret merkezi haline getirmek için izlenen politikalar sayesinde buralarda refah ve zenginliğin arttığını görmekteyiz. Anadolu’yu baştanbaşa kuşatan kervan yolları ve tüccarların güvenliklerini ve konaklamaları sağlamak için yapılan kervansaraylar sayesinde Anadolu’da ticaretin zirve noktasına çıktığını görmekteyiz. Bu yollardan birisi batı- doğu yönünde ilerlerken, bir diğeri de kuzey-güney yönünde ilerlemekte idi. Batı- Doğu yolu güzergâhına baktığımız zaman, bu yol Antalya’dan başlayarak Burdur, Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri gibi önemli şehirleri geçtikten sonra Sivas’ta kuzey-güney güzergâhı ile birleşiyor, oradan da Erzurum’a ve buradan da İran ve Kafkasya’daki önemli şehirlere ulaşıyordu.278 Bu güzergâhtan Gürcü tüccarların da faydalandıklarını söyleyebiliriz. Özellikle Tiflis’in önemli bir ticaret noktası haline gelmesinde bu güzergâhın önemli payı bulunmaktadır. Anadolu’da yabancıların alışveriş yaptığı pazar manasına gelen “Yabanlu Pazarı”nda279 her milletten insanın buraya ticaret yapmaya geldiği anlaşılmaktadır. Uluslar arası bir fuar olan Yabanlu Pazarı’na Gürcülerin de katılması pek zor değildi. Nitekim doğudan, batıdan, kuzeyden ve güneyden gelen bütün mallar burada 277 Bedirhan, a.g.e., s. 314. 278 Faruk Sümer, Selçuklular Devrinde Milletlerarası Büyük Bir Fuar: Yabanlu Pazarı, TDAV, İstanbul 1985, s. 4. 279 Bugün Kayseri’nin Pazarören yöresinde olan bu pazar uluslararası bir fuar niteliğini taşımaktaydı. Bk. Sümer, a.g.e., s. 20. 72 satılmaktaydı. Gürcüler de kendi mallarını buraya getiriyor, ihtiyaç olan malları alıp yukarıda söylediğimiz güzergâh sayesinde memleketlerine dönüyorlardı.280 Gürcülerin burada büyük ihtimalle kürkler, ipekli kumaşlar ve dokuma halılar sattıkları söylenebilir. Nitekim Sultan Baybars’ın Anadolu’ya geldiğinde Mısırlıların Gürcistan halılarına hayran kaldığı dile getirilmektedir.281 Anadolu’daki bu yoğun ticari faaliyetlere Moğol istilası engel olmuş ve uzun müddet Anadolu ekonomik olarak eski seviyesine dönememiştir. Anadolu ile Gürcistan arasında yaşanan ticari ilişkilerin en önemli kanıtı da hiç şüphesiz Gürcistan’da yapılan nümizmatik çalışmaları sonucu bulunan Selçuklu sikkeleridir. Özellikle XIII. yy. ilk yarısında bu Selçuklu sikkelerinin kullanılmaya başladığını görmekteyiz. 1954 yılında Gürcistan’da bulunan gömüdeki 88 Selçuklu gümüş sikkesinin 43’ü Sivas’ta, 36’sı Konya’da darbedilmiştir. Yine Gürcistan’da bulunan 139 sikkenin, 61’i Konya’da ve 5’i Sivas’ta darbedilmiştir.282 Şu ana kadar yapılan nümizmatik çalışmalar sonucunda bulunan Selçuklu paralarının varlığı, Anadolu’daki ticaret yollarının Gürcistan’a kadar uzandığını ve Selçuklu paralarının bu bölgelerde de kullanıldığını göstermektedir. Tabi ki bu konuda bu bölgelerle ilgili yapılan nümizmatik çalışmaların daha fazla irdelenerek konunun diğer boyutlarına da ışık tutulması gerektiği kanısındayız. 2) Gürcistan’da Selçuklulardan Alınan Görev ve Unvanlara Örnekler Selçukluların Gürcistan’a hâkim oldukları dönemde Gürcülerin Selçuklu kurumlarını aldıkları görülmektedir. Bu cümleden hareketle bizzat Gürcü vekayinamesinde de belirttiği gibi Selçuklularda olduğu gibi Gürcülerde de Vezirlik, 280 Kaynaklarda Yabanlu Pazarı hakkında şunlar kaydedilmektedir: “Anadolu’da her yıl baharın başında kırk gün süren bir Pazar kurulur. Bu pazara Yabanlu denilir. Bu pazara uzak yerlerden doğu, batı, güney, kuzeyden insanlar gelir. Tacirler bu pazara katılmak için pek büyük bir gayret sarf ederler. Doğu tacirlerinin emtiasını Batılı tacirler alır. Batılılarınkini de Doğulu tacirler alırlar. Kuzeyden gelenlerin mallarını Güneyli tüccar ve Güneylilerinkini de Kuzeyliler satın alırlar”. Bk. Sümer, a.g.e., s. 14-15. 281 Cahen, a.g.e., s. 265. 282 Ziya M. Buniyatov, “12.-13. Yüzyıllarda Azerbaycan’la Küçük Asya Arasında Karşılıklı İlişkilerin Öğrenilmesinde Kafkasya’da Bulunan Anadolu Selçukluları Sikkelerinin Bir Kaynak Olarak Önemi”, X. Türk Tarih Kongresi, C. III, Ankara 1991, s. 1011-1012; Peacock, a.g.m., s. 140. 73 Atabeylik gibi kavramlar bulunmaktaydı283. Gürcü vekayinamesinde Atabek, “sultan ve kralların süt babası” demektir.284 Yani Atabeylik, Selçuklularda olduğu gibi, Gürcü prenslerinin eğitiminden sorumlu olan kişilere verilen unvan olarak kullanılmıştır. Yine Gürcü vekayinamesinde, “amilahor (imrahor)”285 olarak adlandıran görevlinin Selçuklulardaki “Emir-i ahur” ile aynı görevi yaptığını söyleyebiliriz. Yine Gürcü vekayinamesinde “spasalar ve spatpetler”,286 Selçuklularda askeri görevde bulunan “sipehsalar”dan başkası değildir. Görüldüğü üzere Selçuklularda kullanılan birçok müessesesinin sadece isim değişikliğiyle Gürcülerde de olduğu kaynaklarla tespit edilmiştir. Tabi ki burada verilen görevlilerin, Gürcülerin Perslerle olan münasebetlerinden dolayı da geçmiş olabileceğini söylemekte fayda vardır. Bu konunun daha ayrıntılı olarak çalışılmasının yararlı olacağı kanısındayız. 3) XII. ve XIII. Yüzyılda Anadolu’da Türk-Gürcü Birlikteliği Türk-Gürcü ilişkileri sırasında gerek Anadolu’da gerekse Gürcistan’da iki milletten de insanların bir arada yaşadığını söyleyebiliriz. Zaten Tiflis, Kars, Ani, Tortum, Oltu ve hatta Artvin gibi bölgelerin, bazen Türklere bazen de Gürcülerin eline geçmesi dolayısıyla her iki halktan da insanların bu bölgelerde birlikte yaşadığı düşünülebilir. Mesela, Gürcü Kralı Dimitri’nin Tiflis’i aldığında burada bulunan Müslümanlara iyilik ve ihsanlarda bulunduğunu ve hatta bir Cuma günü camiye gidip halkın arasında hutbe dinlediğini ve camiye de yardımda bulunduğunu biliyoruz.287 Özellikle XII. ve XIII. yüzyılda Anadolu’da da Gürcülerin, Türklerle birlikte yaşadığını ve hatta önemli görevlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Kaynaklar, Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, Kösedağ Savaşı’nda orduda ücretli Gürcü askerin varlığından bahsederler.288 Hatta bunlar arasında Selçuklu 283 Lang, “Georgia”, s. 29. 284 Brosset, “Gürcistan”, s. 420. 285 Aynı yazar, a.g.e., s. 348; Allen, a.g.e., s. 258. Emir-i ahur: Hükümdarın hayvanlarının bulunduğu has ahırın birinci sorumlusudur. 286 Aynı yazar, a.g.e., s. 393. 287 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 36. 288 Turan, “Türkiye”, s. 432. 74 ordusunda ücretli askerlerin komutanı olan Gürcü oğlu Zahirü’d-devle (Şalve) 289 ve Gürcü Şalve oğlu Fahrüddevle önemli bir mevkiye sahipti. Gürcü askerlerin Selçuklu ordusunda ehemmiyetinin artmasında II. Gıyaseddin Keyhüsrev ile Gürcü prensesi Thamara’nın evliliğinin etkisinin olduğu görülmektedir. Nitekim Thamara ile Gürcü aznavurları, şefleri ve din adamları ile birlikte birçok kişinin Anadolu’ya gelerek yerleştiği görülmektedir.290 Yine kaynaklarda ilim ve sanatla uğraşan bazı kişilerin Gürcü olduğu belirtilmektedir. Tahta oymacılığında önemli iki ustadan birinin Gürcü olduğu söylenmektedir.291 4) Türk-Gürcü Sanatındaki Etkileşim Selçuklu-Gürcü ilişkilerinde bir diğer etkileşiminde sanat alanında -özellikle mimari alanda- olduğu görülmektedir. Her ne kadar bu konu Sanat tarihçilerini ilgilendirse de bizim tezimizi doğrulaması bakımından büyük önem taşımaktadır. Türkler, Anadolu’ya geldiklerinde derhal imar ve bayındırlık faaliyetlerine girişmişler ve Anadolu’yu yeniden şekillendirmişlerdir. İşte, Selçukluların ve Saltukluların yaptığı bu mimari eserlerden türbe ve kümbetlerde, Gürcü mimarisinin etkisinden söz edilmektedir.292 Bazı Sanat tarihçilerine göre, Selçuklulardaki mezar anıtlardaki- türbe ve kümbet- mimari formun, VIII-XI. yüzyıllarda Tao-Klarceti adıyla anılan Artvin-Erzurum topraklarında birçok manastır ve kilise yaptıran Gürcü Bagratlı Krallığına ait mimari eserlerle benzerlik gösterdiği belirtilmektedir.293 Böyle bir benzerlik kurulmasında coğrafi yakınlık kadar sosyo-kültürel etkileşim, malzeme birlikteliği, iklim koşulları, usta kullanımı, var olan örneklerden yararlanma hoşgörüsü ile biçime aşinalık gibi faktörler etkili olmuştur.294 Selçuklu mimarisi ile Gürcü mimarisini her açıdan birbiriyle karşılaştırmanın gerçekten araştırılmaya değecek bir konu olduğu görülmektedir ve bu tür çalışmaların Selçuklu-Gürcü ilişkilerinin başka bir boyutuna ışık tutacağı kanısındayız. 289 Turan, “Türkiye”, s. 416. Bu kişi hakkında sonraki kısımlarda daha ayrıntılı bilgi verilecektir. 290 İbni Bibi, a.g.e., C. II, s. 38; Abu’l-Farac, a.g.e., C.II, s. 537-538; Turan, “Selçuklular”, s. 275. 291 Cahen, a.g.e., s. 119. 292 Peacock, a.g.m., s. 133. 293 Osman Aytekin, “Selçuklu ve Bagratlı Arasındaki Mimari Form Etkileşimi Üzerine”, I. Uluslar arası Selçuklu Kültür ve Medeniyet Kongresi Bildiriler I, Konya 2001, s. 66. 294 Aytekin, a.g.m., s. 71. 75 UNESCO tarafından dünya miras listesine alınmış olan Sivas’taki – Mengücekoğullarından Ahmet Şah ile eşi Melike Turan tarafından 1228 tarihinde tamamlanan- Divriği Ulu cami minberini yapan Mimar Ahmet adlı kişinin, Ahmet bin İbrahim Tiflisî olduğu anlaşılmaktadır.295 Şu ana kadar eserin bu kişiye ait başka bir eserine rastlanılmaması ilginçtir. Yine buna benzer bir örnek de Sinop’ta 1289 yılında yapılan Aslan Çeşmedir. Bu çeşmenin kitabesinden Hasan bin Osman bin İbrahim Tiflisî tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır.296 Burada verilen örneklerden anlaşıldığı üzere Gürcistan’dan gelen zanaatkarlar, Anadolu’da Selçukluların gösterdiği hoşgörü ve anlayış sayesinde uzun yıllar yaşamışlardır. B) Türkler ile Gürcüler Arasındaki Akrabalık İlişkileri Türklerin, tarih boyunca birçok devlet veya milletle münasebette bulunduğu aşikârdır. Bu münasebetler bazen sıcak çatışmalar şeklinde olurken, bazen de dostluk münasebeti şeklinde gelişmiştir. Türklerin, tarihi seyir içinde, diğer devlet veya milletlerle dostluk ilişkisini, en çok onlarla akrabalık kurarak yani evlilik münasebetleri gerçekleştirerek yaptıkları görülmektedir. Gerçekten de tarihin ilk devirlerinden itibaren bu şekildeki evliliklere gerek Türk tarihinde gerekse dünya tarihinde sık sık rastlayabilmekteyiz. Bu evliliklerin yapılmasındaki en önemli amaçlardan biri şüphesiz devletlerarası işbirliği sağlanarak siyasi ittifak kurma gayretidir. Türk devlet geleneğinde bu şekilde evlilikler yapılarak birçok kez siyasi ittifakların kurulduğunu biliyoruz. İşte bunlara bir örnek de Türkler ile Gürcüler arasında yapılan evlilik münasebetleridir. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1064 senesindeki Kafkasya Seferi sırasında Gürcü Kralı Bagrat’ın yeğeni Ahalkalak297 Kralı Gurige’nin kızı ile evlenmeye talip 295 Bu minberin üzerine onikigen bir yıldız içine ismini yazdıran Tiflisli Ahmet abanoz ağacından yaptığı eserini 12 yılda tamamladığını söylemektedir. 800 yıldır ayakta duran bu eserin başka bir yerde örneği bulunmamaktadır. 296 Çeşmenin biri batıda biri kuzeyde olmak üzere iki kitabesi bulunmaktadır. Kuzey cephesindeki nesih yazıyla yazılan kitabenin mealen anlamı şu şekildedir: Fakir Kul Tiflisli Hasan oğlu Osman’ın oğlu İbrahim Yüce Tanrının yardımı ve tam yerinde düşen tevkifatiyle 688 yılı Cemaziyelahir ayında bu çeşmeyi yaptırdı. Bu eser, 1841 yılında Boyabatlı Durmuş Molal tarafından onarılmıştır. Bk. Bekir Başoğlu, Sinop İli Tarihi, Ankara 1978, s. 101. 297 İranlıların Sapid-sahr ve Türklerin Ak-şehir olarak adlandırdığı şehrin Gürcücedeki tercümesi. Bk. Turan, “Selçuklular”, s. 155. 76 olmuştur.298 Görüldüğü üzere eski bir devlet geleneği olan komşu devletlerle akrabalık kurma geleneği, Sultan Alparslan tarafından da uygulanmıştır. Sultan Alparslan’ın haremine giren bu kız daha sonra veziri Nizamülmülk ile evlenmiştir.299 1) Kraliçe Thamara ile Muzafferiddin Arasında Gerçekleşen Evlilik Gürcü hükümdarları içinde ayrı bir yere sahip olan ve güzelliğiyle bilinen Kraliçe Thamara da II. Kılıç Arslan’ın şehzadeleri arasında kendisine eş seçmek için Anadolu’ya ressamlar gönderip resimlerini yaptırmıştır. Bunların içinden Tokat meliki Süleymanşah’ı beğenen Gürcü Kraliçesi sultana elçi ve mektup göndermiş, fakat Rükneddin Süleymanşah tarafından bu teklif reddedilmiştir. Hatta Kraliçe Thamara’ya haddini bildirmek için Rükneddin Süleymanşah, Gürcistan üzerine sefere çıkmıştır. 300 (1202) Kraliçe Thamara, Sultan Süleymanşah ile gerçekleşmeyen bu evliliğin yerine, yine bir Türk hükümdarı olan Erzurum hükümdarı İzzeddin Saltuk’un torunu Muzafferiddin (Mutafradin) ile yapmıştır. Gürcü vekayinamesinde bununla ilgili olarak, Muzafferiddin’in babasının din değiştirme endişesine rağmen, Gürcü Kraliçesi ile evlenmek pahasına dinini değiştirerek, Hıristiyanlığı benimsediği belirtilmektedir. Yine aynı kaynakta Muzafferiddin’in Kraliçe Thamara’nın aşk ve güzellik şöhretine dayanamayarak asker, köle ve hizmetçilerden mürekkep mühim bir maiyeti, inci, mücevherler, kıymetli kumaşlar, vazolar, parslar ve daha başka hediyelerle Kraliçe’nin huzuruna çıktığını, onun için yaz-kış çeşitli ziyafetler ve eğlenceler düzenlendiğini ve vaktini zevk ve sefa ile geçirdiği kaydedilmiştir. Bütün bunlara rağmen Gürcü vekayinamesi, Kraliçe Thamara’nın onunla evlenmediğini, 298 Brosset, “Gürcistan”, s. 177. Gürcü kaynağında Ermenistan Kralı Kürige’nin kardeşinin kızı olarak kaydedilmiş, başka bir yerde de “Kral Bagrat, kız kardeşinin kızını İran hakimi (Selçuklu) sultanına verdi” denilmektedir. Aynı yazar, “Gürcistan”, s. 288-290. Urfalı Mateos vakayinamesinde ise “Sultan, Ağuvan Kralı Gorige’ye haber gönderip ondan kızını zevce olarak istedi. Kral korkusundan dolayı buna razı oldu ve Sultan onunla daima sulh ve dostluk akdetti” diyerek bu konuda farklı bir bilgi vermektedir. krş. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 118. 299 Turan, “Selçuklular”, s. 155. 300 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 89-90. 77 onun bir cariye ile evlenmesini sağladığını ve tekrar Erzurum’a uğurladığını söylemektedir.301 Kraliçe Thamara’nın gerek Gürcü kaynağında gerekse İslam kaynaklarında bu şekilde evliliklerinden bahsedilmektedir. Gürcü kaynağında bu tür evliliklerin komşu hanedanlıkta bulunan kişilerin, Kraliçenin güzelliği ve zarafetinden dolayı onunla evlenmeyi arzuladıklarından kaynaklandığı belirtilmektedir.302 2) Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Gıyaseddin Mesud Arasında Gerçekleşen Evlilik Buna benzer bir hadise de Kraliçe Thamara’nın kızı Rosudan ile Erzurum meliki Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu muhtemelen Gıyaseddin Mesud arasında gerçekleşmiştir.303 İbnü’l-Esir’de bu olayda Mugiseddin Tuğrulşah’ın bizzat Kraliçe Thamara’ya haber gönderip oğluyla evlenmesini istediğinden, fakat Gürcü devlet adamlarının Müslüman olan biriyle böyle bir evliliğin gerçekleşemeyeceğinden bahsetmeleri üzerine, bu evliliğin gerçekleşmesi için oğlunun Hıristiyanlığı kabul edeceğinden bahsedilmektedir. İbnü’l-Esir’in “benzeri işitilmedik garip bir olay” diye bahsettiği bu evlilik gerçekleşmiş, fakat annesi gibi erkek düşkünü olan Kraliçe Rosudan eşini bir köle ile aldatmaya başlamış ve kocası bunu öğrendiğinde de onu hapse attırmıştır. Hatta İbnü’l-Esir’de şu kayıt da ilgi çekicidir: Gürcü Kraliçesi Müslüman olmasına rağmen Genceli biri ile evlenmiş ve bu durum karşısında Gürcü emirler, “Çevre hükümdarlar (burada büyük ihtimalle Saltuklular ve Selçukluları kast etmiş olmalı) arasında bu yaptıklarınla bizi rezil ettin. Nihayet tutup bir 301 Brosset, “Gürcistan”, s. 372-373; The Georgian Chronicle s. 116-117; Peacock, a.g.m., s. 130- 131. Osman Turan, Kraliçe Thamara’nın Muzafferiddin ile evlendiğini ondan bıkınca Erzurum’a gönderdiğini, Gürcü kaynağının Kraliçenin gururunu korumak hissi ile evliliğin gerçekleşmediğini yazdığını söylemektedir. Bk. Turan, “Türkiye”, s. 255-256. 302 Aynı yazar, a.g.e., s. 373. 303 Başka bir Gürcü kaynağında ise Gürcü Kraliçesinin, Erzurum Beyinin oğlu Mugiseddin ile evlendiğini söylemektedir. krş. Berdzenişvili - Canaşia, a.g.e., s. 162. İbnü’l-Esir, Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın Gıyasüddin’in oğlu ile evlendiği söylenmektedir. Bk. İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 377. Bu konuda net bir bilgi olmasa da kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla Gürcü (Thamara) Hatun, Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu Gıyasüddin Mesud ile yapılan evlilik sonucunda dünyaya gelmiştir. Bk. Osman Gürbüz, “Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin Yapım Tarihi ve Banisi Hakkında Yeni Bir Yaklaşım”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, S. 25, Erzurum 2004, s. 150. Kaynaklarda farklı şekillerde isimler zikredilse de kesin olan nokta bu evliliğin Gürcü ve Selçuklu hanedanlığı arasında gerçekleştiğidir. 78 Müslüman ile evlendin. Fakat kesinlikle biz buna razı değiliz” diyerek bu duruma tepki göstermişlerdir.304 Celaleddin Harezmşah’ın 1226’da Tiflis’i fethettiğinde Rosudan’ın yanında bu şehzadenin de bulunduğu ve Celaleddin Harezmşah’ın onu huzuruna getirterek kendisine aman verdiği kaynaklarda geçmektedir. Fakat Celaleddin Harezmşah’ın Tiflis’ten ayrılmasından sonra bu şehzadenin Gürcüler ile birlikte Tiflis’i ateşe verdiği belirtilmektedir.305 3) II. Gıyaseddin Keyhüsrev ile Gürcü Hatun Arasında Gerçekleşen Evlilik Daha önce de bahsedildiği üzere Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev de Gürcü Kraliçe Rosudan’ın kızı prenses Thamara ile evlenmiştir. İbni Bibi’de, Kraliçe Rosudan, kızının, Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlundan doğduğunu ve “Selçuk neslinden ve David soyundan” geldiğini söylemektedir.306 Kaynaklarda Gürcü Hatun’un anneannesi Thamara gibi güzelliği ile II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i kendine hayran bıraktığı ve bu yüzden Sultan’ın da devlet işleriyle ilgilenmediği belirtilmektedir.307 Sonuç olarak tarihin ilk devirlerinden itibaren Türk devlet geleneğinde bir politika gereği komşu devletlerin hanedanları ile aralarında akrabalık kurmak bir adet haline gelmişti. Tarihi süreç içerisinde Türk hükümdarları komşu ülke ve devletlerle siyasi ittifaklar için bu evliliklere çok büyük önem verdikleri görülmektedir. Uzun zaman Türk hanedanlıkları ile mücadele halinde bulunan Gürcüler ile de akrabalık bağları kurulmuştur. Gürcü hükümdarları içinde çok büyük üne kavuşan Kraliçe Thamara ile Erzurum meliki İzzeddin Saltuk’un torunu Muzafferiddin (Gürcü kaynağında Mutafardin) evlilik yapmış, ardından Kraliçe Thamara’nın kızı Rosudan yine Erzurum’da hüküm süren Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu Gıyasüddin Mesud ile evlenmiştir. Hem Selçuklu hem de Gürcü soyundan gelen Gürcü (Thamara) Hatun da 304 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 376-377. Gürcü vekayinamesinde de Kraliçe Rosudan’ın bir sultan ile evli olduğundan bahsedilmektedir. Bk . Brosset, “Gürcistan”, s. 352; The Georgian Chronicle s. 109. 305 Turan, “Doğu Anadolu”, s. 25. 306 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 424. 307 Turan, “Türkiye”, s. 415. 79 Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev ile evlenmiştir. Böylece Gürcüler, Moğolların ülkelerine saldırmaya başladığı günlerde, batıdaki sınırlarını güvence altına alırken, Selçuklular da doğuda Gürcüler ile bitmek tükenmeyen mücadelelere son vererek yaklaşan Moğol tehlikesine karşı doğu sınırlarını güvence altına almış oldu. C) Tiflis ve Çevresinden Anadolu’ya Gelen Önemli Şahsiyetler Tarihin her devresinde Türkler, siyasi hayat kadar ilim ve kültür hayatına da çok büyük önem vermişlerdir. Türklerin yaşadığı bölgelerde -Horasan, Azerbaycan, Mısır, Irak ve Anadolu- bilimsel ve kültürel gelişmenin çok ileri düzeyde olduğunu söylemek mümkündür. Buna en önemli kanıt ise bu bölgelerde Türklerin yapmış oldukları cami, medrese, kütüphane, rasathane ve külliyeler gösterilebilir. Bilimsel ve kültürel yaşamda böyle bir canlılığın yaşanmasında, tabi ki Türk hükümdarlarının ilime ve kültürel gelişmeye açık olmaları ve bu çalışmaları desteklemelerin de büyük etkisi bulunmaktadır. Bazı Avrupalı tarihçilerin, Türklerin, sadece başarılarının siyasi-askeri alanda olduğu tezine karşılık, onların kültür ve medeniyet alanında da yapmış oldukları katkılar da gün gibi aşikârdır. Türklerin kültür ve medeniyet anlamında bu katkılarının en ileri düzeye yükseldiği yer ise hiç şüphesiz Anadolu olmuştur. Bu gelişmede özellikle doğuda Moğol istilasının yaşanmasından sonra, Anadolu’ya birçok ilim adamı, sanatkâr ve devlet adamın gelmesinin etkisi bulunmaktadır. Bununla ilgili olarak meşhur tarihçimiz Fuat Köprülü şunları söylemektedir: “Harezmşahlar İmparatorluğu’nun Şark hudutlarında birdenbire Moğol tehlikesinin belirmesi ve istilanın başlaması, buralardaki şehirlerden birçok âlim ve sanatkârın, zengin tacirlerin, sofilerin Anadolu’ya hicret etmeleri ve böylece, Anadolu şehirlerindeki fikri ve iktisadi faaliyetlerin birdenbire artmasına mucip olmuştur. XII. Asrın son yarısından başlayarak bilhassa XIII. asırlarda Anadolu’da –bazıları Arapça ve çoğu da Farsça olmak üzere- birçok eser yazılmış, bu eserlerden bazıları bütün İslam dünyasında şöhret kazanarak asırlarca büyük rağbet görmüştür. Bu eserler arasında Selçuklu Sultanları veya devlet adamları adına yazılmış bir takım eserler de bulunmaktadır ki, bunların büyük bir kısmı kaybolmakla birlikte bazıları 80 da zamanımıza kadar kalabilmiştir”.308 İşte hocamızın söylediği gibi bu dönemde Gürcistan’dan da çeşitli vesilelerle önemli devlet adamları, askeri sınıftan insanlar, ilmi şahsiyetler ve sanatkârların Anadolu’ya geldiğini görüyoruz. Şimdi de temel kaynaklardan edindiğimiz bilgiler sayesinde bu kişilerin bazıları hakkında malumat vermeye çalışacağız. 1) Ebu’l-Fazıl Hubeyş (Hüseyin) b. İbrahim b. Muhammed et-Tiflisî Tiflis şehrinden Anadolu’ya gelip yerleşen ve burada çok önemli eserler veren ilim adamlarından belki de en önemlisi Hubeyş b. İbrahim et-Tiflisî’dir. Bu kişinin ismi, künyesi ve nisbeti konusunda farklı farklı bilgiler bulunmaktadır.309 Hubeyş et- Tiflisî, 1113-1116 yılları arasında nispetinden anlaşıldığı üzere Tiflis’te doğmuştur.310 Kaynaklarda Anadolu’ya ne zaman ve nasıl geldiği konusunda bilgi bulunmasa da muhtemelen XII. yüzyılın birinci yarısında Gürcüler ile Azerbaycan Atabeylikleri arasındaki siyasi ilişkilerin gerginleştiği bir dönemde geldiği söylenebilir. Buna rağmen onun Türkiye Selçuklu hükümdarı II. Kılıç Arslan’ın himayesi altına girdiği kaynaklarla sabittir. Sultan Kılıç Arslan, 1170’de Aksaray’da saray, cami, medrese, ribat ve çarşılar inşa ederken yeni kurduğu bu şehre âlimler, gaziler ve tüccarlar getirterek yerleştirmiştir.311 Hubeyş et-Tiflisî’nin de bu sırada getirtilen âlimlerden olduğu tahmin edilebilir. 308 M. Fuat Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII, S. 27, Ankara 1943, s. 386. 309 Kifayetü’t-tıb adlı eserinin Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’ndeki nüshasında (Orhan Gazi, nr. 1120) adı Kemaleddin Bediüzzaman Ebü’l-Fezail Hubeyş b. Muhammed b. Hubeyş el-Gaznevî şeklinde geçmektedir. Kamilü’t-tabir adlı eserinde ise (Beyazıt devlet Ktp. Merzifonlu Kara Mustafa paşa, nr. 19051) Ebu’l-Fazl Hüseyin b. İbrahim b. Muhammed Tığlı et-Tiflisî isim zincirine rastlanıldığından bahsedilmektedir. Bu konuda araştırma yapan Cevat İzgi, burada onun aslen Gazneli olduğunu ve sonradan Tiflis’e yerleştiğini hatıra getirmektedir. Bk. Cevat İzgi, “Hubeyş et-Tiflisî” mad., DİA, C. 18, İstanbul 1998, s. 268. Bundan başka Hubeyş et-Tiflisî, Beyanü’s-Sana’at adlı eserinin önsözünde, kendisini Ebu’l-Fazl Hubeyş b. İbrahim b. Muhammed el-Mütetabbib Tiflisî olarak tanıtmaktadır. Elnur Nesirov, XII. Yüzyıl Başlarında Anadolu-Azerbaycan İlişkileri (S. Ü. Sos. Bil. Ens. Basılmamış Doktora tezi), s. 169. 310 Nesirov, a.g.t., s. 168. 311 Turan, “Türkiye”, s. 233. 81 Hubeyş et-Tiflisî, özellikle II. Kılıç Arslan ile oğlu Kutbüddin Melikşah adına tıp, astroloji, rüya yorumculuğu ve daha birçok eser kaleme almıştır. II. Kılıç Arslan’ın dostluğunu kazanan Malatya Süryani patriği Mihail vekayinamesinde, “Sultanın Malatya’ya geldiği zamanlar huzurunda ilmi-felsefi münazaralar tertip edildiğini ve bu toplantılarda yanında daima “Kemaleddin” adında bir hakîmin bulunduğunu” nakletmektedir. Genellikle çok yönlü âlimlere filozof anlamında “hakîm” unvanının verilmesi ile “Kemaleddin” ismini kullanması bu kişinin Hubeyş et-Tiflisî olduğu tezini güçlendirmektedir.312 Hubeyş et-Tiflisî ile ilgili olarak kaynaklarda bir başka anekdot daha bulunmaktadır. Şöyle ki, II. Kılıç Arslan kehanete ve müneccimlere inanan bir kişi idi. Zamanın müneccimleri Şaban 582’de (Ekim 1186) yıldızlar Terazi burcunda toplandığı zaman Nuh tufanı gibi büyük bir felaketin olacağını söylemişlerdir. Bunun üzerine Sultan, büyük masraflarla sığınaklar yaptırmış, kehanet gerçekleşmeyince de müneccimbaşını öldürtmek istemiş, fakat bu kişi yaptığı nükte ile canını zor kurtarmış ise de görevinden azledilmiştir.313 İşte bu azledilen müneccimin yani astrologun da Hubeyş et-Tiflisî olması muhtemeldir. Çünkü biz biliyoruz ki Hubeyş et-Tiflisî, astroloji ile de uğraşmakta ve hatta bununla ilgili eserler de kaleme almakta idi. Hubeyş et-Tiflisî’nin öldüğü ve defnedildiği yer hakkında da kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Fakat onun Sivas’ta Muhammed b. Ebu Bekir et-Tiflisî’nin dedesi olduğu ileri sürülmektedir. Hatta Sivas’taki Tiflisî ailesinin bu kişi ile münasebeti olduğu da söylenmektedir.314 Bizce, Hubeyş et- Tiflisî, saraydaki görevinden azledilince, muhtemelen Sivas’a gelmiş ve burada yaşamaya devam etmiştir. Dönemin en önemli ilim adamlarından biri hüviyetine sahip olan Hubeyş et- Tiflisî’nin çok çeşitli alanlarda birçok eser kaleme aldığı görülmektedir. Hubeyş et312 İzgi, a.g.mad., s. 269; Turan, “Türkiye”, s. 230. 313 Turan, “Türkiye”, s. 232-233; İzgi, a.g.mad., s. 269. 314 Rıdvan Nafız-İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Sivas Şehri, İstanbul 1928, s. 153-154. Fakat başka bir yerde bunların yine Sivas’ta Şehristani’nin el Milel ve’n-Nihal’ini 629 (1232) yılında istinsah eden Ali b. Ebu Bekir el-Hatib et-Tiflisî’nin torunu olduğu da iddia edilmektedir. krş. İzgi, a.g.mad., s. 269. 82 Tiflisî, Arapça, Farsçanın yanında Latince, Yunanca ve Süryaniceyi315 de çok iyi bilmekte ve eserlerini oluştururken farklı kaynaklardan da yararlanmaktadır. Hubeyş et-Tiflisî’nin on altısı tıp, dördü Arap dili ve Edebiyatı, üçü astroloji, ikisi kıraat, biri rüya tabiri ve biri çeşitli sanat ve tedbirler olmak üzere 30’a yakın eseri tespit edilmiştir. Bu eserlerden onu Farsça yazılırken, diğerleri Arapça kaleme alınmıştır.316 Hubeyş et-Tiflisî’nin en meşhur eserlerinden biri Farsça alfabetik rüya tabirnamesi olan “Kamilü’t-Tabir”, II. Kılıç Arslan’a ithaf edilmiştir.317 Ayrıca bu eserinde “Sıhhatü’l-Ebdan” adlı bir diğer eserinden de bahsedilmektedir, fakat günümüzde bu eserin herhangi bir yazma nüshası ile karşılaşılmamıştır.318 Hubeyş et-Tiflisî’nin bir diğer eseri de II. Kılıç Arslan’ın oğullarından Sivas valisi Kutbüddin Melikşah’a ithaf ettiği “Kifayetü’t-tıb” adlı tıp kitabıdır.319 Bundan başka “Kanunu’l-Edep”,320 “Beyanü’n-Nücum”321, “Kitabü Vücuhi’l-Kuran”322, “Takvimü’l-Edviyeti’l- Müfrede”323 ve çeşitli ilimlere ve sanatlara dair yazdığı “Beyanü’s-Sına’at” adlı eserleri de bulunmaktadır. Rus doğu bilimcisi Georgi Mihaleviç Hubeyş et- Tiflisî’nin bu eserini Rusçaya çevirmiş ve yayınlamıştır. Bu eserin Molla Kurban b. Celil tarafından H.1217/1802 senesinde istinsah edilmiş yazma bir nüshası bulunmaktadır.324 Bu eserde kimya ilmi, değerli taşlar, cam ve bunların boyanması, boya terkipleri, kılıç, bıçak ve ustura gibi aletlere su verilmesi, deri tabaklama ve 315 İlk defa Hipokrat’ın andını Ahd-i Bugrât adı ile Süryaniceden Farsçaya Hubeyş et-Tiflisî çevirmiştir. Klasik yunan filozofu ve tabibi Calinus’un, Galib-i Kutubi, Kitab menafi’-i A’za, Hısbu’l- Beden gibi eserlerini de Farsçaya tercüme etmiştir. Bk. Nesirov, a.g.t., s.169. 316 Cevat İzgi, “Anadolu Selçuklu Tabipleri”, III. Türk Tıp Tarih Kongresi, Ankara 1999, s. 212. 317 Kamilü’t-Tabir’in gerek nüshalarının çokluğu gerekse Türkçeye çevirilerinin yapılması onun çok beğenildiğini kanıtıdır. Daha fazla bilgi için bk. Cevat İzgi, a.g.mad., s. 270; Ahmet Ateş, “Hicri VI ve VIII Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, Türkiyat Mecmuası, C. VII-VIII, İstanbul 1945. S. 98- 100. 318 Arapça olan bu eseri, Kamilü’t-Tabir adlı eserinden önce bitirildiği anlaşılıyor. Bu eserini Abbasi Halifesi el-Muktefi liemrillah namına yazıldığı söylenmektedir. Bk. Yaşar Bedirhan, “Ortaçağda Kafkasya ile Anadolu Arasında Kurulan Kültür Köprüsü ve Onun Mimarları”, Diyanet, C. 36, S.2, Haziran 2000, s. 122. 319 İzgi, a.g.mad., s. 269; Nesirov, a.g.t., s. 169; Ateş, a.g.m., s. 101. 320 Bu eser, Arapça-Farsça sözlük olup, aynı zamanda Arapça-Farsça karşılaştırmalı bir gramer kitabı olarak ta kullanılmıştır. Bk. Nesirov, a.g.t., s. 170; İzgi, a.g.mad., s. 269. 321 Yazar bu eserini Kanunu’l-Edeb’inden önce telif etmiştir. Eserin herhangi bir nüshasına rastlanılmamıştır. Bk. İzgi, a.g.m., s. 216. 322 Anadolu’da kaleme alınan ilk eserlerden biri kabul edilmektedir. Bk. İzgi, a.g.mad., s. 270. 323 Bu eserinde tıp alanında kullanılan ilaçlardan bahsetmektedir. Hubeyş bu Arapça eserini telif ederken Calinus’un tıbbın temel kitaplarını oluşturan “el Kütübü’s-Sittete ‘Aşere” adlı külliyatını okuduğunu zikretmektedir. Bk. İzgi, a.g.mad., s. 269. 324 Nesirov, a.g.t., s. 170. 83 boyama teknikleri, mürekkep yapımı, madenlerin özellikleri, elbiselerden leke çıkarma teknikleri gibi çeşitli konularda bilgiler verilmektedir. 325 Gerçekten bu eserin incelenmesi ve Türkiye’de de yayınlanmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz. Hubeyş et-Tiflisî’nin birçok eser vermesine ve eserleri yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen, İslam ve Osmanlı kaynaklarında çok sık adı geçmeyen bir müellif olmuştur. Sadece Kâtip Çelebi ile Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi’nin ondan bahsettiği görülmektedir.326 Bu kadar farklı alanda ilmi faaliyet içinde olan bir âlim hakkında, pek az bir bilgiye rastlanılması gerçekten bizi şaşırtmaktadır. 2) Kadı Burhaneddin Ebu Nasr b. Mesud Anevî Hakkında çok fazla bilgi olmayan Kadı Burhaneddin ile ilgili bilgilere daha çok kendi yazmış olduğu “Enisü’l-Kulub”327 adlı eserinden ulaşmaktayız. Bir zamanlar Ermeni Krallığının hâkimiyeti altında iken Sultan Alparslan tarafından fethedilen Ani şehrinde doğup büyüdüğünden kendisi “Anevî” nispeti ile anılmıştır. Kadı Burhaneddin, Ani’nin 1161 yılında Gürcülerin eline geçtiği dönemde Anadolu’ya gelmiş ve burada ilim ile uğraşmıştır. Eserinde kendi hayatı hakkında şu bilgileri vermektedir: “18 yaşında Anı medreselerinde ilim ve edebiyat uğrunda etini, kemiğini eritmiş bir kimse olarak yetiştiğini, Tevrat ile İncil’in özünü ve tafsilatını, her milletin yazısını, dilini öğrenmiş iken, 1161 de memleketi olan Anı’nın düşüşünü ve başına gelenleri şöyle anlatmaya devam ediyor. Kötü düşünceli olan hain Abkaz Kâfirleri’nden bir ordu ansızın geldi ve Anı Şehri Hisarı’nı sararak savaşıp aldılar. Yakaladıklarını kılıçla ve hançerle kesip, öldürdüler. Müslümanlardan genç, yaşlı ve kadın-erkek ayırmadan kırdılar, bir kısmını da tutsak götürdüler. Bu arada ben de bütün 325 İzgi, a.g.mad., s. 270. 326 İzgi, a.g.mad., s. 268. 327 Sadece tek yazması bulunan bu eserin nüshası Ayasofya kütüphanesinde 2984 numarada yer almaktadır. Bu eserde Peygamber tarihi ile İslam tarihi olup, Abbasiler devrine kadar yazılmış ve son kısmında da Gaznelilerin, Büyük Selçukluların ilk zamanları anlatılmıştır. Anadolu tarihinin yerli kaynakları bakımından en eskisi olan bu eser, M. Fuat Köprülü tarafından bütün özellikleriyle tanıtılarak ilim âlemine sunulmuştur. Bk. M. Fuat Köprülü, a.g.m., s. 459-521. 84 akrabamla birlikte Gürcü Yıvan’ın eline düştük. İncil’i iyi okuduğum ve onların dilinin de ustası olduğum için bu bilgilerim işime yaradı ve ejderha gibi kâfirlerin elinden kurtulabildim. Ülkemden uzak düşüp, Rum diyarına geldim. Bütün arzularımdan uzak gençlik, gurbet, kimsesizlik ve parasızlıktan bunaldım. Bundan sonra 556 Ramazanında (23 Eylül 1161) gördüğüm bir rüya üzerine kendimi ilme vererek derinleşmek suretiyle avundum”.328 Burada dikkat çekici husus Ani’de ilmi seviyenin çok üst seviyede olduğu ve Kadı Burhaneddin’in muhtemelen Gürcü diline de hâkim olmasıdır. Bundan anlaşılıyor ki Gürcüler ile sınır bölgesinde yer alan Ani de yer alan Türkler arasında çok yakın münasebetlerin yaşandığı görülmektedir. Kadı Burhaneddin Tebriz’de tahsilini tamamlarken Firdevsi’nin “Şehname”sini çürütmek için büyük bir Enbiya-Evliya-Hulefa ve Türk Sultanları tarihini yazmaya başlamış, sonradan Farsça manzum olan eseri “Enisü’l-Kulub” u Konya’ya gelince 1211-1212 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’a takdim etmiştir.329 Kadı Burhaneddin Anevî’nin İzzeddin Keykavus’un Sivas’ta 617 yılında inşa ettiği meşhur Darüşşifası’na ait vakfiyede Malatya kadısı olduğu ve vakfiyenin şahitleri arasında oğlu Ahmed bin Ebu Nasr Bin Mesud bin Muzaffer el-Anevî’nin de bulunduğu kayıtlıdır.330 Selçuklular çağında “Anadolu’da İlk Türk tarihçisi” olan Kadı Burhaneddin Anevî’nin, bazen Türklerin elinde bazen de Gürcülerin elinde tuttuğu, o dönemin en önemli beldelerinden biri olan Ani’de belirli bir ilmi hüviyete kavuşması ve Anadolu’ya gelerek bu ilmi faaliyetlerine devam etmesi bizim için çok büyük önem arz etmektedir. 328 Köprülü, a.g.m., s. 466. 329 M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Selçuklular’ın Anı’yı Fethi ve Buradaki Selçuklu Eserleri”, SAD, II, Ankara 1971, s. 138. 330 Turan, “Türkiye”, s. 298, dn. 72. 85 3) Şeyh Şemsüddin Ömer b. Ahmed et-Tiflisî Evhadüddin-i Kirmanî’nin müridi olan Şemsüddin Ömer Tiflisî hakkında tek kaynak Menakıb-ı Evhadü’d-Din-i Kirmanî adlı menakıpnamedir.331 Eserde şahısla ilgili birçok hikâyeler anlatılmıştır. (14, 15, 39, 40, 69. Hikâyeler) Özellikle 39. hikaye de Şemsüddin Ömer Tiflisî’nin Evhadüddin-i Kirmanî’ye bağlanmasından bahsedilmektedir.332 Şemsüddin Ömer Tiflisî’nin babası Ahmed, Tiflis’in zengin tacirlerinden olup aynı zamanda burada müderrislik yapmakta idi. Genç yaşta babasını kaybeden Şemsüddin Ömer, babasından kalan servetini sermaye ederek ticaretle uğraşmaya başlamıştır. Bu ticaret esnasında Anadolu’ya gelip Sivas’a yerleşmiş olan Şemsüddin Ömer Tiflisî, burada Şeyh Evhadüddin-i Kirmanî’den etkilenerek onun müridi olmuştur. Şemsüddin Tiflisî’nin, Sivas’ta ikamet ettiği, Kayseri’de Evhadü’d-din ve yakınlarıyla münasebetinin olduğu anlatılmaktadır.333 Evhadüddin-i Kirmanî, Bağdat’a giderken genç müridi Şemsüddin Ömer’i de kendisiyle birlikte götürmüştür. Daha sonraki yıllarda Şemsüddin Ömer, Evhadü’d- Din-i Kirmanî’nin en yakın adamlarından biri olmuştur. Menakıbname’de ondan “Şeyhu’l-Muazzam, Kıdvetü’l-Hulefa, Hace Şemsü’d-Din Tiflisî” diye bahsetmesi onun derecesini göstermektedir. Şemsüddin Ömer Tiflisî’nin Evhadüddin-i Kirmanî’yi öven Farsça birkaç rubaisinin olduğu bilinmektedir.334 Evhadüddin-i Kirmanî'nin Menakıb-namesini yazan Muhammed el-Alâvî’nin de bu halifenin oğlu olduğu söylenmektedir335 . 4) Muhammed b. Ebu Bekr-i Tiflisî Daha önce de bahsettiğimiz gibi Sivas’ta ilim ve faziletiyle tanınan “Tiflisî” adında bir aile vardı. Muhammed b. Ebu Bekr-i Tiflisî’nin de bu aileden olduğu zikredilmektedir. Muhammed b. Ebu Bekr-i Tiflisî’nin Sivas’ta bulunan kabrindeki mezar taşındaki kitabede şunlar yazılıdır: “ Bu; genç, mutlu, şehit, rahmetli, 331 Nesirov, a.g.t., s. 141. 332 Mikail Bayram, Şeyh Evhadü’d-Din Hâmid El-Kirmânî ve Evhadiye Hareketi, Konya 1999, s. 14. 333 Aynı yer 334 Bedirhan, a.g.e., s. 393. 335 Bayram, a.g.e., s. 127. 86 günahları bağışlanmış, Allah’ın rahmetine muhtaç Muhammed b. Ebu Bekr-i Tiflisî’nin kabridir. Allah onu, ana ve babasını ve bütün Müslümanları bağışlasın. 791/1389 yılın Zilhicce’sinin onu”.336 5) Gürcü oğlu Zahirüddevle (Abaza Dardan Charwahidze) Türkiye Selçukluları’nda Gürcistan’dan gelen bazı Gürcü asıllı görevlilerin de olduğu görülmektedir. Buna en güzel örnek, II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında ücretli askerlerin kumandanı olan Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle verilebilir. Daha II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta çıkışında onu destekleyenler arasında Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle’den bahsedilmektedir. Sultan Alâeddin Keykubad öldüğünde, cenaze henüz sarayda iken, Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle’nin de bulunduğu devlet adamları, melik Keyhüsrev’i tahta çıkarmak için Keykubadiye’den Kayseri’deki saltanat sarayına getirterek kendisine biat etmişlerdir. 337 Özellikle II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun ile evlenmesinden sonra bu şahısla beraber Gürcü askerlerinin orduda ehemmiyeti artmış ve kendisi ücretli Hıristiyan askerlerin komutanı olmuştur.338 Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle, Babaîler isyanını bastırmak için gönderilen ordudaki Hıristiyan askerlerin başında yer almıştır.339 Yine Meyyafarikin Eyyubi hükümdarı Şahabeddin Gazi’nin Amid’i (Diyarbakır) muhasarası sırasında Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle, öncü kuvvet olarak, Frenk (Hıristiyan) askerlerin başında görev yapmış340 ve anlaşma sağlanması üzerine de Konya’ya dönmüştür.341 Daha sonra bu kişinin, Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı’nda, Frenk (Hıristiyan) askerlerin kumandanı olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır. Gürcü vekayinamesinde de aynı savaştan bahsedilirken, Selçuklu 336 İ.Hakkı-R. Nafız, a.g.e., s. 153. 337 Turan, “Türkiye”, s. 404. 338 Osman Turan, bu şahsın Şalva’nın oğlu Fardah ile aynı kişi olduğunu düşünmektedir. Bk. Turan, “Türkiye”, s. 416, dn. 22. 339 Turan, “Türkiye”, s. 423; Peacock, a.g.m., s. 141. 340 Bu mücadele sırasında Gürcü oğlu Zahirüddevle Selçuklu ordusunun sol tarafında yer almış, fakat pek de başarı elde edememiştir. Bk. Ali Üremiş, Türkiye Selçuklularının Doğu Politikası, Ankara 2005, s. 322. 341 Turan, “Türkiye”, s. 428-429. 87 ordusunun kumandanı olarak, Abaza Dardan Charwachidze’den bahsedilmektedir.342 Bu iki kişinin aynı şahsiyet olması muhtemeldir. Bu savaşta, Sahib Mühezzibüddin Ali ile birlikte, Sultan Keyhüsrev’e, Moğol ordusunun baskısına maruz kalmamak için bulundukları muhkem mevkiden dışarı çıkmamalarının uygun olacağını, derbentten girmeye çalıştıkları takdirde, yorulmuş Moğollara karşı Selçuklu askerlerinin kolayca galip geleceğini ve iki gün içinde 3.000 Ermeni ve Frang atlısı ile yardıma geleceğini haber veren Baron Konstantin’i beklemenin faydalı olacağını söylemişlerdir. Fakat bu durum Nizameddin Suhrab’ın yapmış olduğu itirazdan dolayı gerçekleşmemiştir. Beylerbeyi Gürcü oğlu Zahirüddevle ve diğer komutanlarla birlikte ücretli askerlerinde yer aldığı 20.000 kişilik Selçuklu ordusu derbentten dışarı çıkmıştır.343 Bu savaş sırasında hem Selçuklu safında hem de Moğolların safında Gürcü askerlerin bulunduğu bildirilmektedir. Hatta Selçukluların aldığı bu hezimette bunun da etkili olduğu söylenmektedir.344 Nitekim Gürcü oğlu Zahirüddevle’nin Moğol safında yer alan Gürcü prensi ve Gag hâkimi Akbuga’nın karşısında tutunamayıp kaçtığı görülmektedir.345 Gürcü vekayinamesinde, Gürcü oğlu Zahirüddevle ile birlikte çoğu emirin bu savaşta öldüğü söylenmektedir.346 Bundan sonra Gürcü oğlu Zahirüddevle’den kaynaklarda bahsedilmemektedir. Görüldüğü üzere, özellikle II. II.Gıyaseddin Keyhüsrev’in, Gürcü Hatun ile evlenmesinden sonra, Anadolu’da yaşayan Gürcülerin, devlet içinde önemli mevkilere geldikleri görülmektedir. Kaynaklarda rastlayamasak da Gürcü oğlu Zahirüddevle gibi başka şahsiyetlerin de bulunduğu çıkarımına ulaşabiliriz. 342 Brosset, “Georgie”, I, s. 518. Bu savaşta ordunun Başkumandanı (Beylerbeyi) olarak Gürcü oğlu Zahirü’d-Devle gösterilmektedir. Bk. Nejat Kaymaz, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Devri, Ankara 2009, s. 93. Peacock, bu kişinin Gürcü Hatun ile birlikte Anadolu’ya gelen David Ulu olabileceğini belirtmektedir. Bk. Peacock, a.g.m., s. 142. 343 Turan, “Türkiye”, s. 434-435. Burada kendisi hakkında tam malumat sahibi olmadığımız başka bir Gürcü komutan Gürcü Şalue-oğlu Fahrüddevle’nin de olduğu kaydedilmiştir. Bk. Kaymaz, a.g.e., s. 93. 344 Turan, “Türkiye”, s. 439. 345 Aynı yazar, “Türkiye”, s. 436. 346 Brosset, “Georgie”, s. 519. 88 6) Gürcü Hatun (Prenses Thamara) Anadolu’da yaşamış en önemli şahsiyetlerden biri olan Gürcü (Prenses Thamara) Hatun’un macera dolu hayatı hakkında da burada bilgi vermenin uygun olacağı kanısındayız. Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz bu kişinin, yaşam serüveni konusunda kaynaklardan edindiğimiz bölük pörçük bilgileri burada aktarmaya çalışacağız. Anadolu’da daha çok Gürcü Hatun olarak bilinen Prenses Thamara347, Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu olan Gıyaseddin Mesud’un kızıdır.348 Ayrıca bunların David adında başka bir çocukları da bulunmaktadır.349 Daha önceki bölümlerde bahsettiğimiz Sultan Alâeddin Keykubad dönemindeki Gürcistan Seferi sırasında, Selçukluların elde ettiği başarılar karşısında, Gürcü Kraliçesi Rosudan, daha fazla dayanamayarak, ordu kumandanı Kemaleddin Kamyar’a anlaşma teklif etmiştir. Yapılan anlaşmanın bir maddesine göre de Gürcü Kraliçesi Rosudan, “Selçuk soyundan ve Davud neslinden gelmiş olan kızını, memleket komşuluğu dolayısıyla Sultan Keykubad’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’in zevceliğine” vermeyi taahhüt etmiştir.350 II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Selçuklu tahtına geçtikten sonra Gürcü Hatun ile evlilik akdetmek için Müstevfi Şahabeddin Kirmanî’yi görevlendirmiştir. Şahabeddin Kirmani de hazineler ve zengin hediyelerden mürekkep bir çeyiz ile Tiflis’e gitmiştir. Buradaki işleri düzene koyan Kirmanî, Gürcü Hatun’u alarak Erzincan’a gelmiş ve buradan bir ulağı müjdeyi Sultan’a iletmesi için göndermiştir. Ulak, Konya’ya giderek Sultan Keyhüsrev’e gelin alayının Tiflis’ten Erzincan’a geldiğini haber etmiş ve bu haberi alan Sultan da bütün askeri makamlara, beylere ve memurlara geçtiği yol ve beldelerde, Gürcü Hatun’u karşılamaları için emirler göndermiş, kendisi de böylece Kayseri’ye hareket etmiştir. Kayseri’de ziyafet 347 Gürcü Hatun ismini Gürcülerin ilk Kraliçesi olan ananesi meşhur Kraliçe Thamara’dan almaktadır. 348 İbnü’l-Esir, a.g.e., C. XII, s. 377. 349 Berdzenişvili - Canaşia, a.g.e., s. 162. 350 İbni Bibi, a.g.e., C. I, s. 423-424; M. Brosset, “Georgie”, I, s. 501-502. 89 sofraları kurulmuş, her taraf inci taneleri ve yıldızlar gibi parlak meşalelerle donatılmıştır. Kayseri’de Sultan Keyhüsrev, Gürcü Hatun’u karşılamış ve burada muhteşem bir düğün gerçekleşmiştir. Burada Sultan, Gürcü emir ve beylerini kabul edip, kendilerine büyük ihsanda bulunmuştur.351 Gürcü prensesin dinine dokunulmaması evlilik sözleşmesinde yer aldığı için Gürcü Hatun memleketinden Hıristiyan elbiseleri içinde gelmiştir. Ayrıca kendisiyle beraber papazı Katolikus ile diğer dini görevlilerden başka hizmetçileri de Anadolu’ya gelmiştir.352 Buradan da anlaşıldığı üzere Gürcü Hatun’un yanında birçok Gürcü de bu sayede Anadolu’ya gelmiş ve yerleşmiştir. Hatta gelenler arasında Gürcü hükümdarı Giorgi Laşa’nın oğlu David de (Moğollar tarafından Ulu David olarak adlandırılmış)353 bulunmakta idi. Gürcü Kraliçesi Rosudan, kendi oğlu David’i (Narin David) tahta varis yapmak için ileride kendisi için tehlike olabileceğini düşünerek, Ulu David’i Gürcü Hatun ile birlikte Anadolu’ya göndermiştir. Gürcü kaynağından Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın yeğenini öldürmek için çirkin bir planda tertiplediği anlaşılmaktadır. Şöyle ki Kraliçe Rosudan kızı Gürcü Hatun’un David ile gayri meşru ilişkiye girdiğini Sultan’a söylemesi üzerine, Sultan Keyhüsrev, Gürcü Hatun’u döverek, onun mukaddes tasvirlerini kırmış, David ve papazı Katolikos’u da hapse attırmıştır. Moğolların Anadolu’yu istilasına kadar kalenin birine kapatılan David, daha sonra Moğollar tarafından serbest bırakılmıştır.354 Gürcü kaynağında Gürcü Hatun’un zorla İslam dinine sokulduğu şeklinde hissi açıklamalar bulunmaktadır.355 Fakat böyle bir durumun söz konusu dahi olamayacağını söyleyebiliriz. Nitekim başka kaynaklarda Gürcü Hatun’un İslam dinine girmesini kendi rızası ile gerçekleştiği belirtilmektedir. Şöyle ki o dönemde Gürcü Hatun’un, Konya’da bulunan ünlü mutasavvıf Mevlana Celaleddin Rumî ile 351 İbni Bibi, a.g.e., C. II, s. 38; Turan, “Türkiye”, s. 415; Emine Uyumaz, “Türkiye Selçuklu Sultanları, Melikleri ve Meliklerinin Evlilikleri”, I. Uluslar arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildiriler, C. II, 2001, s. 412. 352 Abu’l-Farac, a.g.e., C.II, s. 537-538. 353 Berdzenişvili - Canaşia, a.g.e., s. 172. 354 Abu’l-Farac, a.g.e., C.II, s. 538. 355 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 538; Turan, “Türkiye”, s. 415, dn. 21. 90 dostane münasebetler kurduğu ve ondan etkilenerek İslamiyet’i seçmiş olabileceği muhtemeldir. Ahmed Eflakî’nin “Menakibu’l-Arifin” adlı eserinde bununla ilgili olarak, Hz. Mevlana’ya bağlılığını gösteren birçok hadiseden bahsedilmektedir. Hz. Mevlana’nın ölümünden sonra onun için yapılacak olan türbeye Gürcü Hatun’un yüklü bir meblağ bağış yaptığı da bilinmektedir. Eflakî, Gürcü Hatun’dan, “zamanın kraliçesi, dünyanın hanımı ve Mevlana hanedanının muhiplerinden ve has müritlerinden” diye bahsetmektedir.356 II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü Hatun’a olan bağlılığı kaynaklarda sık sık dillendirilmiştir. Hatta Sultan Keyhüsrev’in devlet işleri ile ilgilenmeyip, vaktinin çoğunluğunu Gürcü Hatun ile eğlenerek geçirdiği belirtilmektedir.357 Sultan’ın bastırdığı sikkelere kendisini aslan, Gürcü Hatun’u da güneş olarak resmettirdiği görülmektedir. Nejat Kaymaz’ın “Pervane Mu’inüddin Süleyman” adlı eserinde Gürcü kaynağına dayanarak Pervane’nin II. Keyhüsrev’in karısı olan Gürcü Hatun ile evlendiği hususundaki malumatı kayda değerdir.358 Fakat bununla ilgili olarak bazı kaynaklarda Pervane’nin evlendiği kişinin asıl Gürcü (Thamara) Hatun değil de, onun Sultan II. Gıyaseddin’den doğmuş kızı olduğu belirtilmektedir.359 Fakat Nejat Kaymaz, bunun yanlış bir anlaşılmadan kaynaklandığını savunmaktadır. Ona göre Pervane’nin, Erzurum sahibi Gıyasüddin’in kızı olan zevcesi Gürcü Hatun ibaresindeki “Gıyasüddin’in”, Makrizi mütercimi Quatreme tarafından Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev şeklinde zannedilmesi bu yanlış hükmün yayılmasına sebep olduğunu söylemektedir. Gerçekten de kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla Gürcü (Thamara) Hatun, Gürcü Kraliçesi Rosudan ile Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah’ın oğlu Gıyasüddin Mesud ile yapılan evlilik sonucunda dünyaya 356 Ahmed Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, C. I-II, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1986. 357 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 537. 358 Nejat Kaymaz, Pervane Mu’inüd-din Süleyman, Ankara 1970, s. 23. Kaymaz, Pervane’nin böyle bir evlilik yaparak kendisine oynadığı hükümdarlık rolüne uygun bir eda verdiğini söylemektedir. Bu sayede o dönemdeki Gürcü tarihçisi bile Pervane’yi “Rum Sultanı” olarak kaydetmiştir. Bk. Kaymaz, a.g.e., s. 125. 359 Eflakî, a.g.e., C. I, s. 54; J. H. Kramers, “Muinüddin” mad., İA, C. VIII, Eskişehir 1997, s. 557; Turan, “Türkiye”, s. 546. 91 gelmiştir.360 Gürcü Hatun, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra Mu’ineddin Pervane ile evlenmiştir. Kaynaklarda bir müddet sonra Gürcü Hatun’un kocası Pervane ile birlikte Kayseri’ye gittiğinden bahsedilmektedir. Menakibu’l-Arifin adlı eserde “Gürcü Hatun’un tesadüfen Kayseri’ye gitmek istediğinden ve hatta Mevlana hazretlerinden ayrılacağı için onun resmini Aynu’d-Devle-i Rumî’ye çizdirdiğinden” bahsedilmektedir.361 Daha sonra Mu’ineddin Pervane, Moğolların korkusundan III. Gıyaseddin Keyhüsrev başta olmak üzere karısı Gürcü Hatun ve ondan doğan kızı Gürcü Hatun, vezir Fahreddin Ali, atabey Mecdeddin Muhammed ve daha birçok kişiyi Tokat’a götürmüştür.362 Bundan sonra Gürcü Hatun’un akıbeti hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Gürcü Hatun’un ne zaman öldüğü konusunda bir bilgi bulunmasa da Niğdeli Kadı Ahmed, Gürcü Hatun’un mezarının Erzurum’da bulunduğunu belirtir.363 Gürcü Hatun’un II. Gıyaseddin Keyhüsrev’den oğlu II. Alâeddin Keykubad364 ile Aynü’l-Hayat365 ve Havendzade366 adlı kızları da bulunmaktadır. Bu kızlarından Aynü’l-Hayat, Seyfeddin Toruntay ile367 Havendzade ise Mecdüddin Mehmet Erzincanî368 ile evlenmiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in diğer eşlerinden de çocukları olmasına rağmen II. Alâeddin Keykubad’ın doğar doğmaz veliaht tayin edildiği görülmektedir.369 Çünkü Sultan, Gürcü Hatun’u çok sevmekte ve ona diğer hatunları arasında daha çok değer vermekte idi. Nitekim II. Gıyaseddin’in 360 Gürbüz, a.g.m., s. 150. 361 Eflakî, a.g.e., C. I, s. 307-308. 362 Turan, “Türkiye”, s. 546; Kaymaz, a.g.e., s. 163. 363 Niğdeli Kadı Ahmet’ten naklen Turan, “Türkiye”, s. 474. Nitekim 1295 yılında İlhanlı başkentine gitmekte olan Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi, Gürcü Hatun'un diğer kızı Aynü’l-Hayat'ın da o yıllarda Erzurum'da ikamet ettiğini haber verir. Bk. Gürbüz, a.g.m., s. 156. Şengelia, Gürcü Hatun’un mezarının Konya’da bulunduğunu belirtmektedir. Krş. Nodar Şengelia, “Gürcüstan”, s. 14. 364 Rubrik seyahatnamesinde Konya’ya uğradığı zaman, Alâeddin Keykubad’ın sakat olduğundan bahsetmektedir. Wilhelm Von Rubruk, Moğolların Büyük Hanına Seyahat, çev. Ergin Ayan, s. 141. 365 Eflaki, a.g.e., C. II, s. 915-916. 366 Aynı Yazar, a.g.e., C. II, s. 891. Eflakî, eserinde Havendzade’nin Mu’inüddin Pervane’nin kızı olduğunu belirtmektedir. Fakat böyle adlandırılması Pervane’nin Gürcü Hatun ile evlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bk. Gürbüz, a.g.m., s. 151. 367 Turan, “Türkiye”, s. 584. 368 Gürbüz, a.g.m., s. 151. 369 Aksarayî, a.g.e., s. 28. 92 ölümünden sonra Alâeddin Keykubad başa geçecekken, Selçuklu devlet adamları diğer oğlu İzzeddin Keykavus’u başa geçirmişlerdir. Bir müddet sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in üç oğlu birlikte devleti yönetmeye başlamıştır. D) Hıristiyan Gürcülerin Müslümanlara Karşı Tutumları ve Millet Olarak Müslümanlaşmama Sebepleri Belki de konumuz açısından en önemli meselelerden biri de hiç şüphesiz birçok Müslüman ülkeleri arasında, yüzyıllar boyunca yaşayan Gürcü milletinin, İslam dinine bakışı ve millet olarak İslam dinini niçin kabul etmediklerinin nedenlerinin bilinmesi gerekliliğidir. Bunun nedenlerini ortaya çıkarmak için öncelikle Gürcülerin dine bakışları ve tarih boyunca hangi dinleri benimsediklerini iyi bilmek gerekir. Dünyanın en eski milletlerinden olan ve yüzyıllar boyunca Kafkasya’da yaşayan Gürcüler, Putperestlik, Yıldızperestlik, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi birçok dine inanmışlardır. Fakat görülen o ki, bunların içinde, Gürcü halkının uzun yıllar benimsediği ve inandığı din Hıristiyanlık olmuştur. Gürcistan’da Hıristiyanlığın yayılmasının ilk olarak, M. S. I. yüzyılda, Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri kabul edilen Andre adında kişi tarafından gerçekleştirildiği belirtilmektedir.370 Bu yüzyılda, Havari Andre’nin çabalarına rağmen, Hıristiyanlık Gürcistan’da tam olarak yerleşememiştir. M. S. IV. yüzyıla gelindiğinde ise Gürcü vekayinamesinde “Gürcistan’ın vaftizcisi” olarak tanıtılan Kapadokyalı Azize Nino’nun371 telkinleri ile bu dinin Gürcistan’da benimsendiği belirtilmektedir. Gerçekten de Azize Nino, Gürcistan’da Hıristiyanlığın sembolü olmuş ve birçok yerde adına manastır ve kilise inşa edilmiştir. Hıristiyanlığın Gürcistan’da resmi din olarak kabul edilmesi ise Kral Mirian’ın bu dini kabul etmesi 370 Gürcü vekayinamesinde Andre’nin Gürcistan’a gelişini ve burada Hıristiyanlığı yaymaya çalıştığı geniş olarak anlatılmaktadır. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 36-40. Bizce vakayinameden anlaşılan şu ki Gürcülerin Hıristiyanlığı benimsemeleri konusunda kendilerine bir kutsiyet vermeye çalıştıkları görülmektedir. Bunun dışında Gürcülerin, M.S. 100 senesinde İmparator Traianus tarafından Kerson’a (Kırım) sürülen Papa Kleman vasıtasıyla Hıristiyanlık hakkında bilgi edindikleri de söylenmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 67. 371 Gürcü vekayinamesi Azize Nino’nun hayat hikâyesini teferruatlı bir şekilde anlatarak, Gürcistan’daki yaptığı hizmetlerden de bahsetmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 67-79. 93 ile gerçekleşmiştir. (326) Kral Mirian, Roma İmparatoru Konstantinos’a bir elçi göndererek din adamları göndermesini istedi.372 Böylece bu dinin Gürcistan’da yayılması gerçekleşmiş ve birçok yerde kilise ve manastırlar inşa edilmiştir. Bazı Gürcü kaynaklarında, Hıristiyanlığın Gürcistan’a zorla kabul ettirildiği görüşü de hâkimdir.373 Gürcüler, Hıristiyanlığın en eski mezheplerinden olan Ortodoks mezhebine mensupturlar. Gürcü Ortodoks Kilisesi, V. yüzyılın sonlarında bağımsızlığını kazanmış ve o tarihten bu yana da “katogikos” unvanını taşımaktadır.374 Burada bir diğer bir önemli nokta da Hıristiyanlıkta ilk ayrılıklara sebep olan Diofizit-Monofizit tartışmasında Gürcüler, “Diofizit”375 anlayışı kabul etmişken, Ermeniler “Monofizit”376 anlayışı kabul etmişlerdir. Bununla ilgili olarak Gürcü vekayinamesinde, Kraliçe Thamara döneminde, Gürcü din adamları ile Ermeni din adamları arasındaki tartışmadan bahsedilmektedir. Büyük ihtimalle biz bu tartışmanın bu konu ile alakalı olduğunu düşünüyoruz.377 Gürcüler, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra ülkede kilisenin etkinliği artmış ve özellikle de kilise kültür, sanat ve edebiyat hayatında etkili olmuştur. Fakat bununla ilgili olarak, bir başka Gürcü kaynağında, “Hıristiyanlığın var olan putperestlik çağı Gürcü anıtları ve eski Gürcü yazını kökünden kazınıp kaldırdığı”378 belirtilmektedir. Buna rağmen Gürcüler, bu dine sıkı sıkıya bağlı kalmış ve kendi kültürleriyle özdeşleştirmişlerdir. Tarihleri boyunca feodal bir yaşantıya sahip olan Gürcülerin bir arada yaşamasında Hıristiyanlık etrafında birleşmelerinin etkili olduğu görüşündeyiz. 372 Gürcü vekayinamesi burada da Kral Mirian’ın Hıristiyanlığı kabul etmesini çeşitli mucizelere bağlayarak abartılı bir şekilde nakletmektedir. Bk. Brosset, “Gürcistan”, s. 87-89. 373 Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s. 77. 374 Çiloğlu, a.g.e., s. 24. 375 Diofizit anlayışa göre Hz. İsa’nın hem tanrısal hem de insani olmak üzere iki doğası olduğunu kabul etmektedir. Gerek Bizans İmparatorluğu gerekse Gürcü Devleti bu görüşü savunmakta idi. Bk. http://tr.wikipedia.org/wiki/Diofizit (15.05.2011) 376 Monofizit anlayışa göre Hz. İsa’nın sadece tanrısal doğası olduğu görüşü savunmaktadır. Bu yüzden 451 yılındaki Kadıköy Konsili’nde bu görüş aforoz edilmiştir. http://tr.wikipedia.org/wiki/Monofizit (15.05.2011) 377 Brosset, “Gürcistan”, s. 398-403. Gerek Gürcü kaynaklarında, Ermenilerle ilgili küçük düşürücü sözlerin gerekse Ermeni kaynaklarında bu şekildeki ifadelerin kaynağının bununla ilgili olduğu kanısındayız. 378 Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s.77. 94 Bu konu ile ilgili olarak şunu söylemek gerekirse, Gürcüler kendilerini “Hıristiyanlığın koruyucusu” kabul etmiş ve bunun içinde daima mücadele etmişlerdir. Onlara göre başka bir dini benimsediklerinde bağımsızlıklarını ve kimliklerini kaybetme korkusu hâkim olmuştur. Bu konu ile ilgili olarak 19. yüzyılda Gürcü milliyetçiliğinin kurucusu sayılan İlya Çavçavadze, Ortaçağda Gürcü (Kartvel) olmanın, Hıristiyan Ortodoks ile aynı olduğunu belirtmektedir. Bazı diğer dinleri kabul eden Gürcülerin, -Gürcü dilini konuşsa bile- diğerleri tarafından artık Gürcü (Kartvel) kabul edilmediğini, onların ya Tatar (İslam dinini kabul edenlere verilen isim) ya Ermeni (eğer Ermeni kilisesinde vaftiz edilmişse) ya da Prangi (Fransız, eğer Roma Katolik inancını kabul etmişse) olarak adlandırıldığını belirtmektedir.379 Burada İncil’in Gürcü diline çevrilmesinin ve kilisenin Gürcü dilini kullanmasının din-kültür birlikteliğini gerçekleştirdiği görüşündeyiz. Hiç şüphesiz, etrafı Müslüman ülkeleri ile çevrili olan Gürcistan’da İslamiyet’in benimsenmemesinin altında yatan en önemli sebeplerden birinin de bu olduğu görüşündeyiz. Şimdi de Gürcistan’ın İslam dini ile nasıl tanıştığını ve ne gibi gelişmelerin yaşandığını açıklayalım. Ortaçağda iki büyük dinin -Hıristiyanlık ve İslamiyet- çok geniş alanlara yayıldığı ve kuvvetlendiği görülmektedir. İslamiyet de daha Hz. Muhammed döneminden itibaren yayılma alanını genişletmiş ve Dört halife döneminde bu alan daha da genişlemiştir. İşte bu cümleden hareketle, Gürcistan’a İslamiyet’in gelişi, Hz. Osman zamanına rastlamaktadır. Hz. Osman zamanında Habib b. Mesleme, Duvin’i, ardından da Tiflis’i ele geçirmiş ve burada Gürcüler ile bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre halkın malına, canına, mabetlerine ve kiliselerine dokunulmayacaktı.380 Görüldüğü üzere daha ilk zamanlardan itibaren yapılan fetihlere rağmen halkın dinine dokunulmamış, dini hoşgörü benimsenmiştir. Tabi ki fetihlerle birlikte İslamiyet de buralarda yayılmaya başlamış ve Gürcülerin bir kısmı da Müslüman olmuştur. Kafkasya’da İslamiyet’in yayılmaya başladığı ilk yer Gürcistan olmasına rağmen buradan İslamiyet, Kuzey Kafkasya’ya taşınmış ve burada daha çok yayılma alanı bulmuştur. Gürcistan’daki fetih hareketleri Emeviler 379 http://poli.vub.ac.be/publi/Georgians/chp0201.html (Erişim tarihi 15.05.2011) 380 Karamanlı, a.g.mad., s. 312. 95 tarafından da devam ettirilmiş ve Hişam b. Abdülmelik tarafından bu bölge tamamen fethedilmiştir. Daha sonraki yıllarda, Tiflis’te bir Arap Emirliği kurulsa da bu emirliğin ortadan kaldırılması ile buralarda Arap hâkimiyeti de sona ermiştir.381 Fakat özellikle Tiflis, İslam şehri olma hüviyetini uzun yıllar korumuş ve İslamiyet’in ileri karakolu olarak anılmıştır. Tiflis, İslam dünyasında bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiş, çok önemli ilim ve sanat adamlarının yetişmesi gerçekleşmiştir. Kaynaklarda, Tiflisî nisbetinde birçok âlim ve sanatkâra rastlanılması bununla alakalıdır. Büyük Selçukluların bölgedeki hâkimiyeti döneminde de halka din konusunda herhangi bir baskı yapılmamış ve herkes özgürce dinini yaşama fırsatını elde etmiştir. Bizzat Gürcü vekayinamesinde, Sultan Melikşah hakkında, -diğer kaynaklarda da bahsedildiği gibi- övgü dolu sözlere yer verilmiştir. Onun hakkında “iyi ve hüsnüniyet sahibi biri, Hıristiyanların lehine binlerce adilane işler yaptığı ve bütün hükümdarların içinde en güzide insan” diye söz edilmektedir.382 Görüldüğü üzere Selçukluların dini hoşgörü ve anlayışı, Gürcüler tarafından bile takdirle karşılanmıştır. Büyük Selçuklulardan itibaren başlayan Türkler ile Gürcüler arasındaki savaş ve çatışmalara rağmen, her iki millet de dini bakımdan hoşgörülerini kaybetmemiştir. Bununla ilgili olarak Gürcü kaynağında, Kral Kurucu David zamanında mezhepleri değişik iki Ermeni kilisesi arasında çıkan kutsal Haç kavgasını yargılamak üzere oluşturulan mahkeme üyeliğine, o dönemin ünlü Müslüman âlimleri olan Tiflis ve Gence kadılarının da katıldığı bilgisi gerçekten kayda değerdir.383 Yine 1153 yılında Tiflis’te bulunmuş olan İbnü’l-Ezrak’ın naklettiklerine göre Kral David, Tiflis’i aldığında, burada bulunan Müslümanların haklarını koruyacak ve onların ibadetlerini serbestçe yapmalarını sağlayacak şeklinde kararlar almıştır.384 Türkiye Selçuklularında da Gürcü Hatun’un Anadolu’ya gelişi sırasında dinini terk etmediği - ki daha önce de sarayda Hıristiyan prensesler bulunmuştu- anlaşılmaktadır. Gürcü 381 Aynı yer 382 Brosset, “Gürcistan”, s. 308-309; Şengeliya, a.g.m., s. 233. 383 Berdzenişvili-Canaşia, a.g.e., s. 156. 384 İbnü’l-Ezrak, a.g.e., s. 36. 96 prensesinin, memleketinden Hıristiyan elbiseleri içinde, Katolikos ile mukaddes adamlarını, kilise papazını ve dini tasvirlerini beraberinde getirdiği o dönemin kaynakları tarafından belirtilmektedir.385 Bu örnekten de anlaşıldığı üzere, Gürcistan’da olduğu gibi, Anadolu’da da benimsedikleri dinin dışında kalan diğer inançlara karşı geniş bir dini müsamaha gösterilmiş ve herkesin ibadetlerini serbestçe gerçekleştirmesi sağlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin, Gürcistan’daki hâkimiyeti döneminde -Selçuklular gibi- halka karşı adil ve hoşgörülü bir yönetim sergilenmiş olup, hiçbir zaman halkı zorla İslam dinine sokma gayreti içinde olunmamıştır. Fakat özellikle Gürcistan’ın batı bölgelerinde yapılan cami, mescit ve medreseler sayesindedir ki İslamiyet, Batı Gürcistan’da -yani Acara386 ve Ahıska387 bölgesinde- benimsenmiştir. Bu bölgelerde Gürcüler, İslamiyet’i kendi istekleriyle kabul etmiş olup, Osmanlı Devleti -diğer bölgelerde olduğu gibi- halka her zaman hoşgörülü ve adil davranmış, hiçbir zaman asimilasyon politikası izlememiştir. Hatta biz biliyoruz ki Osmanlı yönetimi altında birçok Gürcü sadrazam, şeyhülislam, kazasker, âlim ve sanatkâr da önemli görevde bulunmuştur. XIX. yüzyıldan itibaren bölgenin Rus hâkimiyeti altına girmeye başlamasından itibaren İslamiyet’in Gürcistan’da yayılması engellendiği gibi, buralardaki Müslümanlar da Türkiye’ye ve İran’a göç etmek durumunda kalmışlardır. Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Anadolu’ya birçok Müslüman ve Katolik Gürcü gelip yerleşmişlerdir. Bunlar daha sonra Hıristiyan Ortodoks olan ırkdaşlarından farklı olarak kendilerine bizden, bizim gibi manasında“Çveneburi” yani Müslüman Gürcü terimini kullanmışlardır. Sovyet dönemine gelindiğinde Gürcüler, kendi dindaşlarından çok büyük sıkıntı ve acılar çekmişler, özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Ancak 1991 yılında Sovyetlerin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlıklarına 385 Abu’l-Farac, a.g.e., C. II, s. 538. 386 Bugün Batum’un da yer aldığı bölgeye verdiği isim. 387 Bugün Türkiye sınırına 15 km uzaklıkta olan Ahıska, 1578 Çıldır Meydan Savaşı sonucunda Osmanlıların eline geçmiş ve uzun yıllar Çıldır eyaletinin merkezi konumunda kalmıştır. 97 kavuşabilmişlerdir. Sovyet döneminde burada Ortodoks Gürcülerle beraber Müslüman halka da kötü muamele edilmiştir. Özellikle Stalin zamanında dini yapıların yıktırılması, din eğitiminin yasaklanması, çocuklara İslami isimlerin verilmemesi gibi sebeplerle İslamiyet, Gürcistan’da iyice gerilemiştir. Bugün sadece Acara ve Abhazya’da halkın çoğunluğu Müslüman olarak yaşamaktadır.388 Buraya kadar Müslüman ülkelerle çevrili olan Gürcistan’ın bir kısmının İslamiyet’i seçmesine rağmen, Gürcülerin millet olarak Müslümanlaşmama sebeplerini ortaya koymuş bulunuyoruz. Bizce en önemli neden, Gürcülerin ilk baştan itibaren kendilerini Hıristiyanlıkla özdeşleştirmeleri, bu dinin kendi benliklerini, bağımsızlıkları ve kültürlerini koruduğunu düşünmeleridir. Tabi ki Gürcistan’da böyle bir anlayışın yerleşmesinde, hemen hemen her yerde inşa edilen kilise ve manastırların büyük etkisinin olduğunu düşünüyoruz. Tarihin çoğu evresinde birlikte veya komşu olarak yaşayan Türkler ve Gürcüler birbirlerinin dinlerine asla dokunmamışlar, bilakis –askeri mücadeleler hariç- birbirlerine hoşgörü ve anlayış içinde davranmışlardır. 388 Karamanlı, a.g.mad., s. 311. 98 SONUÇ Kafkasya’nın en eski ve en köklü milletlerinden biri olan Gürcüler ile Türkler arasında tarih boyunca çeşitli münasebetler yaşanmıştır. Fakat iki millet arasındaki asıl münasebetler Selçukluların ortaya çıkmasından sonra başlamış, Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da devam etmiştir. Türkler ile Gürcüler arasındaki münasebetler sadece siyasi-askeri alanda değil, ayrıca sosyo-ekonomik ve kültürel alanda da gerçekleşmiştir. Kafkasya, -özellikle de Gürcistan- tarihi süreç içerisinde stratejik konumundan dolayı İskit, Pers, Roma, Sasani, Emevi ve Abbasi gibi birçok devletin ilgi odağı haline gelmiştir. Tabi ki tarih boyunca Türklerin de bu bölge ile yakından ilgili olduğu tespit edilmiştir. Gerçekten de Selçuklular zamanında birçok Türk boyu bu bölgeye yoğun bir şekilde gelerek yerleşmiştir. Büyük Selçukluların, Gürcüler ile ilk karşılaşması 1048 Pasinler Savaşı’nda meydana gelmiştir. Sultan Alparslan’ın Kafkasya üzerine düzenlediği seferlerde Ani, Kars ve Tiflis ile birlikte Gürcistan’ın birçok bölgesi ele geçirilmiştir. Melikşah döneminde ise Gürcistan’a yönelik politikalar devam etmiş ve Türklerin daha çok bu bölgelere yerleşmesi sağlanmıştır. Türklerin, Gürcistan’a akın akın gelmeleri ve yerleşmesi “Didi Turkoba (Büyük Türkeli)” olarak nitelendirilmiştir. XIII. yüzyılda Ön Asya ve Yakındoğu da etkili olan Moğol İstilası ile burada yaşayan Türklerin büyük çoğunluğu Anadolu’ya gelerek yerleşmişlerdir. Bu haliyle Gürcistan, Türklerin Anadolu’ya gelip yerleşmesinde, transit bir bölge özelliği taşıdığı görülür. Sultan Melikşah’tan sonra Selçuklular fetret devrine girdikleri için Gürcistan üzerindeki güçlerini kaybetmişler ve Gürcistan’da da yeni bir dönem başlamıştır. Özellikle Kurucu David zamanında Gürcistan’da yeniden bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Bunda İslam dünyasını derinden etkileyen Haçlı Seferlerinin de büyük etkisi bulunmaktadır. XII. ve XIII. yüzyılda, Gürcüler ile ilişkiler, Büyük Selçukluların bir kolu sayılan Irak Selçukluları ile Azerbaycan Atabeylikleri arasında gerçekleşmiştir. Ayrıca, Gürcistan’ın sınır komşuları olan İlk Türk Beylikleri –özellikle Saltuklular 99 ve Ahlatşahlar- ile Türkiye Selçukluları da Gürcistan ile yakın ilişki halinde olmuşlardır. Türk devlet ve beylikleri, bazen tek başına bazen de ortak hareket ederek, Gürcülerle mücadelelere girişmişlerdir. Bu dönemde, Gürcüler, özellikle Doğu Anadolu’ya ve Azerbaycan’a doğru yayılma girişimlerinde bulunmuşlar ve bu durum, Avrupalılar tarafından “Gürcülerin Haçlı Seferi” olarak nitelendirilmiştir. Buna karşı da Türk ve Müslüman devletler, “Müslüman Birliği” dediğimiz bir ittifak oluşturmuşlardır. Bu mücadeleler sırasında, bazen Gürcüler başarılı olurken bazen de Türkler başarı kazanmıştır. Gürcülerin, Türkiye’nin doğusunda bu şekilde güçlenmesi, Anadolu’da kendi hâkimiyetini kuvvetlendiren Türkiye Selçuklularının da dikkatini çekmiştir. Selçuklu Sultanı Rükneddin Süleymanşah zamanında Gürcistan üzerine sefer düzenlenmiştir. Selçuklular bu sefer sonucunda zafer kazanamamasına rağmen, bir müddet Gürcülerin yaptıkları faaliyetleri kısıtlamasına neden olmuştur. Alâeddin Keykubad döneminde, yeniden Gürcistan’a sefere çıkılmış ve önemli bir başarı elde edilmiştir. Bu sefer sonucunda Selçuklular ile Gürcüler arasında bir barış antlaşması yapılmış ve yaklaşan Moğol tehlikesine karşı müttefik konumuna geçilmiştir. Buna rağmen, Moğol istilasına maruz kalan Gürcistan’dan sonra Anadolu da Moğolların istilasına maruz kalmıştır. Gürcistan’ın Moğol istilasına uğraması üzerine, Tiflis başta olmak üzere birçok yerden ilim adamları ve sanatkârlar Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’nun kültürel hayatına büyük katkıda bulunmuşlardır. Türk-Gürcü münasebetlerinde, bir diğer hususta yapılan evliliklerdir. Her ne kadar evliliklerin amacı siyasi olsa da kurulan akrabalıklar iki milletin birbirine yaklaşmasına ve birbirlerini daha yakından tanımasına fırsat vermiştir Hem Gürcü sarayında hem de Selçuklu sarayında her iki milletten kişilerin olduğu tarihi kayıtlarla sabittir. Buna örnek olarak, Gürcü sarayında İzzeddin Saltuk’un torunu Muzafereddin ile Selçuklu sarayında Rosudan’ın kızı Prenses Thamara gösterilebilir. Gürcülerin uzun yıllar Türklerle komşu olmaları, her iki milletin birbirinden etkilenmesine neden olmuştur. Nitekim Gürcüler, saray ve devlet teşkilatı bakımından Selçuklulardan etkilenmişlerdir. Bizzat Gürcü kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, “Atabeylik, Emir-i Ahur, Sipehsalar” gibi önemli unvanlar 100 Selçuklulardan alınmıştır. Bunun dışında sanat anlayışı bakımından mimari alanda her iki millet birbirlerini etkilemiştir. Nitekim yapılan mimari eserlerdeki form benzerliklerin bulunması bununla alakalıdır. Bilgi aktarımın ve etkileşimin çok hızlı bir şekilde yaşandığı günümüz küreselleşen dünyasında, hemen yanımızda, dibimizde bulunan Gürcistan’ın tarihi, coğrafi ve kültürel durumunu göz ardı etmek, geçmişimizi inkâr etmek manasına gelmektedir. Geçmişte bazı dönemlerde her ne kadar iki millet arasında siyasi manada mücadeleler ve çatışmalar olsa bile kültürel manada bir paylaşımın olduğu aşikârdır. Mutlaka tarih içinde milletler arasında siyasal, dinsel ve kültürel anlamda bir takım farklılıklar doğmuş olabilir. Buna rağmen, her iki milletin tarih sahnesinde attıkları olumlu adımların, bundan sonra da devam etmesi gerekmektedir. Hem Gürcistan hem de Türkiye birbirlerine gönül bağı, kardeşlik bağı ile bağlanmalıdır. Bundan sonraki dönemlerde her iki devletin karşılıklı olarak birbiriyle yapacakları eğitim, kültür, ekonomi alanındaki çalışmaların, aralarında kuracakları gönül köprülerinin mutlaka her iki ülkenin de yararına olacağı kesindir. 101 KAYNAKÇA A) TEMEL KAYNAKLAR ABU’L-FARAC, Gregory, Abu’l-Farac Tarihi I-II, çev., Ömer Rıza Doğrul, TTK yay., Ankara 1999. AHMED B. MAHMUD, Selçuk-name I-II, haz., Erdoğan Merçil, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1977. AKNERLİ GRİGOR, Okçu Milletin Tarihi, çev., H. D. Andreasyan, Yeditepe yay., İstanbul 2007. AKSARAYÎ, Kerimüddin Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev., Mürsel Öztürk, TTK yay., Ankara 2000. Anonim Selçuk-name: Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi III, çev. Feridun Nafiz Uzluk, Ankara 1952. AZİMİ, Azimi Tarihi, çev., Ali Sevim, TTK yay., Ankara 2006. BROSSET, Marie Felicite, Historie de la Georgie, St. Peterburg 1849. _____________________, Gürcistan Tarihi, Türkçe çev., H. D. Andreasyan, haz. Erdoğan Merçil, TTK yay., Ankara 2003. EFLAKÎ, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, C. I-II, İstanbul 1986. İBN KESİR, el Bidaye ve’n-Nihaye (Büyük İslam Tarihi), çev., Mehmet Keskin, C. 12-13, Çağrı yay., İstanbul 1995. İBN-İ BÎBÎ, el-Evarimü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname I-II), çev., Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1996. İBNÜ’L-ESİR, el-Kamil fi’t-Tarih Tercümesi: İslam Tarihi I-XII, nşr. A. Özaydın – M. Tulum – A. Ağırakça vd., İstanbul 1985-1987. 102 İBNÜ’L-EZRAK, Meyyafarikin ve Âmid Tarihi (Artuklular Kısmı), nşr., Ahmet Savran, Erzurum 1992. MÜNECCİMBAŞI, Ahmed b. Lütfullah, Camiu’d-Düvel, Selçuklular Tarihi II, yay., Ali Öngül, Akademi Kitapevi yay., İzmir 2001. MÜVERRİH VARDAN, “Türk Fütühatı Tarihi”, Tarih Semineri Dergisi, nşr. H. D. Andreasyan, S. I/2, İÜEF yay., İstanbul 1937, s. 153-255. RAVENDÎ, Muhammed b. Ali b. Süleyman , Rahatü’s-Sudür ve Ayetü’s Sûrur, çev., Ahmet Ateş, C. I, TTK yay., Ankara 1957. SADRUDDİN EL-HÜSEYNÎ, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, nşr., Necati Lügal, TTK yay., Ankara 1999. The Georgian Chronicle The Period of Giorgi Lasha, çev., Katharine Vivian, Adolf M. Hakkert, Amsterdam 1991. URFALI MATE
XXXXXXXX
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜRKİYE SELÇUKLULARI’NIN DENİZ GÜCÜ Uğur VARDARLI 2501171585 TEZ DANIŞMANI Prof. Dr. Muharrem KESİK İSTANBUL – 2021 ÖZ TÜRKİYE SELÇUKLULARI’NIN DENİZ GÜCÜ Uğur VARDARLI Türkiye Selçuklu Tarihi’nin ihmal edilen ve az bilgiye rastlanılan konularından biri de denizcilik alanındaki faaliyetleridir. Nitekim tahmin edileceği üzere Orta ve Batı Anadolu’da Türkiye Selçuklu Devleti’nin varlığını sürdürebilmesi için deniz kuvvetine sahip olması bir zorunluluktu. 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşı’ndan sonra iktidar kavgalarının devam ettiği Bizans İmparatorluğu’nun durumundan istifade eden Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah (1078-1086), İstanbul Boğazı kıyılarına kadar ilerlemişse de denizcilik faaliyetleri anlamında bir teşebbüste bulunmamıştır. Türkiye Selçuklu Emîri Ebu’l-Kâsım’ın (1086-1092) Gemlik’te bir tersane inşa etmesi ise Türk denizcilik tarihi açısından ilk ciddi teşebbüstür. Ancak tersanedeki gemilerin Bizans donanması tarafından yakılmasıyla Türkiye Selçukluları, muhtemel kuvvetli bir deniz gücünden mahrum kalmıştır. Daha sonraları ise ilk Türk deniz gücünü Çaka Bey (ö. 1092) tesis etmiştir. Çaka Bey ile başlayan Türk denizcilik tarihinin, İkinci Beylikler Devri’nden Osmanlı Devleti’ne geçiş sürecinin temelini atan Türkiye Selçuklu Devleti ise 1098-1099 yılındaki I. Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğu’nun sahil kıyılarını ele geçirmesiyle bir kara devletine dönüşmüştü. Devletin bir kara ülkesi hüviyetinde olduğu I. Kılıç Arslan (1093-1107), I. Mesud (1116-1155) ve II. Kılıç Arslan (1156-1192) dönemlerinde denizcilik faaliyetlerine rastlamak mümkün olmamıştır. I. Kılıç Arslan, Çaka Bey’in kızıyla evli olması sebebiyle I. Haçlı Seferi öncesinde muhtemelen kayınpederinin sahip olduğu deniz gücünden yararlanmıştı. Ebu’l-Kâsım’dan sonra Türkiye Selçuklu deniz gücünün oluşturulması konusunda ilk ciddi teşebbüs ise I. Gıyâseddin Keyhüsrev (1192-1197, 1205-1211) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde Akdeniz kıyısındaki Antalya’nın fethi ile Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan beri denizcilik bağlamında ilk önemli adım atılmış oldu. I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220) devrinde Sinop’un fethi ile devletin sınırları Karadeniz’e ulaşmıştı. Ülkenin sınırlarının Akdeniz ve Karadeniz’e ulaşmasıyla birlikte İtalyan denizci devletleri ve i Kıbrıs Haçlı Krallığı (1192-1489) ile siyasî ve ticarî ilişkiler başladı. I. Alâeddin Keykubad (1220-1237) devrinde önce Alâiye fethedildi daha sonra da ilk ve tek deniz aşırı sefer olan 1224 yılındaki Suğdak Seferi yapıldı. Antalya, Sinop, Alâiye’nin fetihleri ile deniz aşırı bir sefer olan Suğdak, Türkiye Selçuklularının denizcilikte kısa sürede geldiği noktayı göstermektedir. Bu çalışmada, 1078-1308 yılları arasında hüküm süren Türkiye Selçuklu Devleti’nin denizcilik alanındaki faaliyetlerinin yanı sıra deniz gücünün Türkiye Selçuklu Devleti’ne siyasî, iktisadî ve sosyal anlamdaki etkileri kaynakların ve modern araştırmaların verdiği bilgiler ışığında ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Türkiye Selçukluları, Deniz, Denizcilik, Sultanlar, Fetihler, Antalya, Sinop, Alâiye, Suğdak ii ABSTRACT TURKEY SELJUKS NAVAL POWER Uğur VARDARLI One of the neglected and little-informed subjects of Turkey Seljuk History is its activities in the field of maritime. As a matter of fact, as can be expected, it was a necessity for the Turkey Seljuk State to maintain its existence in Central and Western Anatolia to have naval power. After the Battle of Manzikert on August 26, 1071, the founder of the Turkey Seljuk State, Suleyman Shah (1078-1086), who took advantage of the situation in the Byzantine Empire, where the power struggles continued, did not make any attempt in terms of maritime activities, although he advanced to the shores of the Bosphorus. The construction of a shipyard in Gemlik by the Turkey Seljuk Emir Abu’l-Qāsim (1086-1092) is the first serious attempt in terms of Turkish maritime history. However, when the ships in the shipyard were burned by the Byzantine navy, the Turkey Seljuks were deprived of a possible strong naval power. Later, Tzachas (d. 1092) established the first Turkish naval power. The Turkey Seljuk State, which laid the foundation of the Turkish maritime history that started with Tzachas and the transition process from the Second Principalities Period to the Ottoman Empire, turned into a land state after the Byzantine Empire captured the coastal shores after the First Crusade in 1098-1099. It was not possible to encounter maritime activities during the Kilij Arslān I (1093-1107), Mas‘ūd I (1116- 1155) and Kilij Arslān II (1156-1192) periods when the state was a landlocked country. Since Kilij Arslān I was married to Tzachas’s daughter, he probably benefited from the naval power of his father-in-law before the First Crusade. After Abu’l-Qāsim, the first serious attempt to create a Turkey Seljuk naval power was made by Ghiyāth ad-Dīn Kaykhusraw I (1192-1197, 1205-1211). In this period, with the conquest of Antalya on the Mediterranean coast, the first important step was taken in the maritime context since the establishment of the Turkey Seljuk State. During the reign of ‘Izz ad-Dīn Kaykāwūs I (1211-1220), the borders of the state reached the Black Sea with the conquest of Sinop. With the borders of the country reaching the Mediterranean and the Black Sea, political and commercial relations iii began with the Italian maritime states and the Crusader Kingdom of Cyprus (1192- 1489). During the reign of Alā ad-Dīn Kayqubād I (1220-1237), first Alā’iyya was conquered, and then the first and only overseas expedition was the Sudak Expedition in 1224. Suğdak, an overseas expedition with the conquests of Antalya, Sinop, Alaiye, shows the point that the Turkey Seljuks reached in a short time in maritime. In this study, the activities of the Turkey Seljuk State, which ruled between 1078- 1308, in the maritime field, as well as the political, economic and social effects of naval power on the state are discussed in the light of the information provided by the sources and modern researches. Keywords: Turkey Seljuks, Naval, Maritime, Sultans, Conquests, Antalya, Sinop, Alā’iyya, Sudak iv ÖNSÖZ Türk denizcilik tarihi açısından dönüm noktalarından biri, Türklerin 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’yu yurt edinmeye başlamalarıdır. Bizans İmparatorluğu’nun üç tarafı denizlerle çevrili Anadolu’daki otoritesini neredeyse tamamen kaybetmesi Türklerin kısa sürede Anadolu’ya hâkim olmalarını kolaylaştırmıştır. Anadolu kurulan ilk Türk Beyliklerinin yanı sıra Türkiye Selçuklu Devleti’nin tesisi, Anadolu’da kesintisiz süren Türk hâkimiyetinin ilk büyük adımı olmuştur. Anadolu’da kalıcı olmanın en önemli zorunluluklarından biri de denizlerde güçlü olmaktır. Bu tezde kuruluşundan yıkılışına kadar Anadolu’da Türklerin varlığını kuvvetlerndiren Türkiye Selçuklu Devleti’nin deniz gücü ele alınmıştır. Bu konu hakkında bugüne kadar müstakil ve ayrıntılı olarak bir çalışma ele alınmamıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin sahip olduğu deniz gücü sadece askerî açıdan varlık göstermemiş, ülkenin siyasî ve iktisadî açıdan da güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Kurulduktan hemen sonra Haçlı Seferlerinin başladığı bir dönemde varlığını sürdürmeyi başaran Türkiye Selçukluları, yükseliş devrinden itibaren denizciliğe önem vermiş ve iktisadî zenginliği sağlama çabası içerisinde olmuştur. Antalya, Sinop ve Alâiye’nin fetihlerinin yanı sıra Suğdak’a düzenlenen deniz aşırı sefer bu düşüncenin ürünüdür. Tezin giriş bölümünde İslâm denizciliğinin başlaması ve gelişmesinin yanı sıra Emevîler, Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fâtımîler, Eyyûbîler, Gazneliler ve Büyük Selçukluların yürüttükleri denizcilik faaliyetleri hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ve müessisi Süleyman Şah, Gemlik’te tersane kurmaya çalışan Ebu’l-Kâsım’ın faaliyetlerinin yanında Haçlı Seferleri sonrasından bir kara devleti haline dönüşmesi sürecinde I. Kılıç Arslan, I. Mesud ve II. Kılıç Arslan’ın Anadolu kıyılarına yönelik faaliyetleri ele alınmıştır. Çaka Bey’in Türkiye Selçuklu Devleti’nden bağımsız faaliyetlerini sürdürmesi nedeniyle geniş olarak ele alınmamış, denizcilik faaliyetleri dipnot halinde kısaca anlatılmıştır. v İkinci bölümde I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ilk hükümdarlığı daha sonra Rükneddin Süleyman Şah ve I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ikinci hükümdarlığı döneminde gerçekleşen Trabzon Kuşatması, Antalya’nın fethi ve Alaşehir Savaşı ele alınmıştır. Üçüncü bölümde I. İzzeddin Keykâvus’un devrinde gerçekleştirilen ve denizcilik açısından önemli olan Sinop’un Fethi, Kıbrıs Haçlı Krallığı ile yapılan ticaret antlaşmasının yanında Antalya’nın istirdadı incelenmiştir. Dördüncü bölümde Türkiye Selçuklu Devleti’ne her anlamda en parlak devrini yaşatan I. Alâeddin Keykubad döneminde gerçekleşen Alâiye’nin fethi, deniz aşırı Suğdak Seferi, Akdeniz sahil kalelerinin fethi ve Trabzon kuşatması araştırılmıştır. Beşinci bölümde II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in hükümdarlığı devrinde 1243 yılında gerçekleşen Kösedağ Savaşı sonrası devletin yıkılışına kadar devam eden istikrarsızlık dönemi, Muineddin Süleyman Pervâne’nin Sinop’u istirdadı ve Pervâneoğulları anlatılmıştır. Altıncı bölümde ise Türkiye Selçuklu deniz gücünün teşkilat yapısı, rütbelerunvanlar, Alâiye Tersanesi ile gemi yapımı ve gemiler bağlamında değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Tezin yazımında günümüz Türkçe kuralları esas alınmıştır. Tez konusunun, daha önceden geniş kapsamda incelenmemiş olması ve bu konu hakkında çalışma şansına sahip olmam nedeniyle mutlu olduğumu belirtmek isterim. Bu konu hakkında çalışma lütfunda bulunan kıymetli hocam Prof. Dr. Muharrem KESİK’e şükranlarımı sunarım. Bugüne kadar her zaman olduğu gibi çalışmalarımı yürüttüğüm esnada da maddî ve manevî desteklerini esirgemeyen sevgili aileme minnettarım. Uğur VARDARLI İSTANBUL, 2021 vi İÇİNDEKİLER ÖZ .................................................................................................................................i ABSTRACT................................................................................................................iii ÖNSÖZ........................................................................................................................ v KAYNAK VE ARAŞTIRMA ESERLER............................................................... xi GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM KURULUŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE SELÇUKLU DENİZCİLİĞİ 1.1. Süleyman Şah Dönemi (1078-1086)............................................................... 20 1.2. Ebu’l-Kâsım Dönemi (1086-1092) ................................................................. 26 1.2.1. Gemlik’te Türk Tersanesi’nin Kurulması Teşebbüsü............................... 28 1.2.2. Ebu’l-Kâsım’ın Çaka Bey ile İttifak Girişimi........................................... 29 1.3. Ebu’l-Kâsım’dan Sonra Türkiye Selçuklu Denizciliği’nin Durumu............... 32 İKİNCİ BÖLÜM I. GIYÂSEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ (1192-1197, 1205-1211) 2.1. Trabzon Kuşatması (1205-1206)..................................................................... 41 2.2. Antalya’nın Fethi (1207)................................................................................. 42 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM I. İZZEDDİN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1211-1220) 3.1. Kıbrıs Haçlı Krallığı ile Yapılan Ticaret Antlaşması...................................... 53 3.2. Sinop’un Fethi (1214) ..................................................................................... 59 3.3. Antalya’nın İstirdadı (1216)............................................................................ 64 vii DÖRDÜNCÜ BÖLÜM I. ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ (1220-1237) 4.1. Venedikliler ile Yapılan Ticaret Antlaşması (1220) ....................................... 69 4.2. Alâiye’nin Fethi (1221-1222).......................................................................... 72 4.3. Hüsameddin Çoban ve Suğdak (Kırım) Seferi (1224-1225)........................... 78 4.4. Akdeniz Sahil Kalelerinin Fethi (1225) .......................................................... 88 4.5. Trabzon Kuşatması (1227-1228)..................................................................... 88 BEŞİNCİ BÖLÜM GERİLEME VE YIKILIŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE SELÇUKLU DENİZCİLİĞİ 5.1. Muineddin Süleyman Pervâne’nin Sinop’u İstirdadı (1266) ........................ 102 5.2. Pervâneoğulları.............................................................................................. 108 ALTINCI BÖLÜM DONANMA TEŞKİLÂTI 6.1. Rütbeler-Unvanlar......................................................................................... 111 6.2. Alâiye (Alanya) Tersanesi............................................................................. 114 6.3. Gemi Yapımı ve Gemiler .............................................................................. 117 SONUÇ.................................................................................................................... 120 KAYNAKÇA........................................................................................................... 123 EKLER..................................................................................................................... 138 viii KISALTMALAR LİSTESİ a.e. : Aynı eser a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale a. mlf. : Aynı müellif AÜDTCF : Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bkz. : Bakınız c. : Cilt DGBİT : Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi EI2 : The Encyclopaedia of Islam (Second Edition) ed. : Editör haz. : Hazırlayan İ.A. : Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi Krş. : Karşılaştırınız Ktp. : Kütüphanesi n. : dipnot nşr. : Neşreden ö. : Ölümü s. : Sayfa sy. : Sayı ix trc. : Tercüme, tercüme eden TD : İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi TK : Türk Kültürü Dergisi TTEM : Türk Tarih Encümeni Mecmuası TTK : Türk Tarih Kurumu v.d. : Ve devamı Yay. : Yayınlayan, yayınları x KAYNAK VE ARAŞTIRMA ESERLER Bugüne kadar Türkiye Selçukluları’nın deniz gücü ile alakalı müstakil bir kaynak ve araştırma eser tespit etmek mümkün olmamıştır. Konu ile ilgili malumat bulunan kaynak ve araştırma eserler aşağıda tasnif edilmiştir. A. KAYNAK ESERLER 1. ARAPÇA VE FARSÇA KAYNAKLAR 1) el-‘Azîmî [Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Azîmî etTenûhî] (ö. 556/1161 ?): XII. yüzyıl Suriye tarihçilerindendir. Târîhu’l-ʿAzîmî adlı eseri genel bir Vekayinâme olup Hz. Âdem’den başlayıp Abbâsî Halifesi el-MuktefîLiemrillâh döneminin sonuna kadar (555/1160) kadar yaşanan olayları ihtiva etmektedir.1 Eserinde meydana gelen olaylar hakkında muhtasar bir şekilde yer veren müelliften Türkiye Selçukluları’nın kuruluş süreciyle ilgili faydalanılmıştır. Eserde Selçuklular’ın anlatıldığı kısımlar, Ali Sevim tarafından neşir ve tercüme edilmiştir. Çalışmada bu tercüme kullanılmıştır. 2) İbnü’l-Esîr [Ebü’l-Hasen İzzüddîn Alî b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî] (ö. 630/1233): Büyük İslâm tarihçilerinden biri olarak kabul edilen İbnü’l-Esîr2 555/1160 yılında dünyaya geldi. Dil, edebiyat, tarih, hadis ilimlerinde kendini geliştirdi. 578/1182 yılından itibaren tarih alanında çalışmalara başladı. Bu çalışmada kullanılan el-Kâmil fi’t-Târih3 adlı eseri, yaratılıştan 1231 yılına kadar olan olayları kapsamaktadır. İbnü’l-Esîr, eserinde Emevîler, Abbâsîler ve Selçuklular’ın denizcilik faaliyetleri ile ilgili çok ayrıntılı bilgiler olmamakla birlikte donanma ile ilgili bazı hususları aktarması nedeniyle çalışmasından istifa edilmiştir. Eser, Abdülkerim Özaydın, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, 1 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. Azîmî, Târîhu’l-ʿAzîmî, Azîmî Tarihi, Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler (H. 430-538=1038/39-1143/44), (haz. Ali Sevim), Ankara 1988, s. IXXXIX; Ali Sevim “Azîmî”, DİA, IV, 330-331. 2 Müellif hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-Esîr”, DİA, XXI, 26-27. 3 Eser hakkında geniş bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “el-Kâmil”, DİA, XXIV, 281-283. xi Abdullah Köşe, Hacı Yunus Apaydın ve Zülfikar Tüccar tarafından müşterek bir şekilde tercüme edilmiştir. Tezde bu tercüme kullanılmıştır.4 3) Bündârî [Kıvâmüddîn Ebû İbrâhîm el-Feth b. Alî b. Muhammed elBündârî el-İsfahânî] (ö. 643/1245): Eyyûbîler zamanında yaşamış bir edip ve tarihçidir. İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî’nin, 1072 yılında Melikşah’ın tahta çıkışından, 1134 yılında Irak Selçuklu Sultanı Tuğrul b. Muhammed’in ölümüne kadar gerçekleşen olayları anlattığı Nusratü’l-Fetre ve ʿusratü’l-Fıtra adlı eserini özetleyerek Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-ʿusra adıyla yazmıştır.5 Eserde, Irak Selçuklu Devleti ile Abbâsi Halifeliği arasında Dicle Nehri üzerinde gerçekleşen muharebe ile ilgili önemli bilgiler verilmektedir. Yapıt, Kıvameddin Burslan tarafından Türkçeye tercüme edilmiş olup çalışmada bu çeviri kullanılmıştır.6 4) İbn Bîbî [Nâsırüddîn Hüseyin b. Muhammed b. Alî el-Ca’ferî erRugadî el-Münşî] (ö. 684/1285 sonrası): Müellif, Türkiye Selçuklu Devleti hakkında yazdığı el-Evâmirü’l-’Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-’Alâ’iyye adlı eseriyle meşhurdur. Hayatı hakkında bilinenler, eserinde çeşitli vesilelerle verdiği bilgilere dayanmaktadır. İbn Bîbî, kitabına, Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev dönemiyle başlamış, bizzat yaşadığı Sultan I. Alâeddin Keykubad zamanını ve ondan sonraki dönemi tafsilatlı bir şekilde anlatmış, çalışmasına çeşitli belgeler koyarak eserini zenginleştirmiştir. Türkiye Selçukluları için önemli bir kaynak olan eserin dili Farsçadır. İbn Bîbî’nin mezkûr eseri, Türkiye Selçukluları Devleti’nin denizcilik faaliyetleri hakkında en fazla bilgi veren kaynak niteliğindedir. Özellikle I. Gıyâseddin Keyhüsrev’den sonra Türkiye Selçukluları’nın denizcilik faaliyetleri hakkında önemli bilgiler verilmiştir. Çalışmada Mürsel Öztürk tarafından yapılan tercüme kullanılmıştır.7 4 İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi, el-Kâmil fi’t-Târih Tercümesi, (trc. Abdülkerim Özaydın, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, Abdullah Köşe, Hacı Yunus Apaydın ve Zülfikar Tüccar), I-XII, İstanbul 1987. 5 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “Bündârî”, DİA, VI, 489-490. 6 Bündârî, Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-ʿusra, (trc. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara 1999). 7 İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-‘Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, (trc. Mürsel Öztürk), II-Tercüme, Ankara 2014. xii 5) Kerîmüddîn Mahmud Aksarâyî (ö. 733/1332-33): Hayatı hakkında bilgi bulunmamaktadır. “Aksarâyî” nisbesini alması, Aksaraylı bir aileden geldiğini göstermektedir. Müsâmeretü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr veya Tezkire-i Aksarâyî adlı eseri, Türkiye Selçuklu tarihi için, İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umûri’l-Alâiyye adlı eserinden sonraki en önemli kaynaktır. Türkiye Selçuklu deniz gücü ile ilgili bilgiler olmamakla birlikte eserden diğer konularda faydalanılmıştır. Çalışmada Mürsel Öztürk tarafından yapılan tercümeden istifade edilmiştir.8 6) İbnü’l-Verdî, Zeynüddin [Ebû Hafs Zeynüddîn Ömer b. el-Muzaffer b. Ömer el-Bekrî el-Kureşî el-Maarrî] (ö. 749/1349): Ebu’l-Fidâ’nın el-Muhtasar fî Ahbâri’l-Beşer adlı tarihini, yazmış olduğu Tetimmetü’l-Muhtasar fî Ahbâri’lBeşer (Târîhu İbni’l-Verdî) adlı eserinde özetlemiştir. 729/1329 yılından vefat ettiği 749/1349 yılına kadar yaşanan olayları kendisi kaleme almıştır.9 Eserde, Türkiye Selçuklu Devleti’nin deniz gücü ile bilgi bulunmamasına rağmen, I. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde, Antalya’nın fethinin tarihini vermesi açısından dikkat çekicidir. Eserden diğer konularda da faydalanılmıştır. Tezde, Mustafa Alican tarafından Selçuklular ile ilgili kısımların tercümesinden yararlanılmıştır.10 7) İbn Kesîr [Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî el-Busrâvî ed-Dımaşkī eş-Şâfiî] (ö. 774/1373): Yazmış olduğu el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı eseri, yaratılıştan 767/1365-1366 yılına kadar gelen olayları kronolojik sırayla anlatan 14 ciltten oluşan genel bir İslâm tarihidir.11 Eserden, bilhassa Abbâsîler’in denizcilik faaliyetleri konusunda faydalanılmıştır. Çalışmada Mehmet Keskin tarafından yapılan on beş ciltlik çeviri kullanılmıştır.12 8 Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 2000. 9 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Durmuş - Ali Şakir Ergin, “İbnü’l-Verdî, Zeynüddin”, DİA, XXI, 239-240. 10 İbnü’l-Verdî, Tetimmetü’l-Muhtasar fî Ahbâri’l-Beşer (Târîhu İbni’l-Verdî), Bir Ortaçağ Şairinin Kaleminden Selçuklular, (trc. Mustafa Alican), İstanbul 2017. 11 Eser ve müellif hakkında geniş bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ”, DİA, XX, 132-134. 12 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Büyük İslâm Tarihi, (trc. Mehmet Keskin), İstanbul 1994, IXV. xiii Abû Bakr ibn al-Zakî (ö. ?): Doğum tarihi belli değildir. Babasının adını Zeki olarak kaydeden Ebû Bekr’in, el-Konevî nisbesini kullanması dolayısıyla Konya’da dünyaya gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ailesi hakkında bir bilgi yoktur. Yaşadığı dönemde çeşitli devlet adamları ile yapmış olduğu mektuplaşmaların bulunduğu Ravzat al-Kuttâb va Hadîkat al-Albâb adlı eseriyle bilinmektedir. Eser Türkiye Selçuklu deniz gücü hakkında bir bilgi vermemekle beraber devletin son dönemlerinde Melikü’s-Sevâhil olarak görevde bulunan Bahaeddin Muhammed ile yaptığı mektuplaşmaları içermesi dolayısıyla önemlidir.13 Eser, Ali Sevim tarafından yayımlanmıştır. 9) Anonim Selçuk-nâme (Târîh-i Âl-i Selçuk): Bilinmeyen bir müellif tarafından Farsça olarak kaleme alınan ve meşhur olan bu eser, Selçuklular’ın başlangıçtan Muharrem 765/Ekim 1363’e kadar kısa bir tarihini içermektedir.14 Türkiye Selçuklu Devleti’nin yürüttüğü denizcilik faaliyetleri hakkında eserde bulunan bilgi çok azdır. Çalışmada Halil İbrahim Gök ve Fahrettin Çoşguner tarafından hazırlanan çeviri kullanılmıştır. 10) Mîrhând [Hamîdüddîn Muhammed Mîrhând b. Burhâniddîn Hâvendşâh b. Kemâliddîn Mahmûd Herevî] (ö. 903/1498): Ali Şîr Nevâî’ye ithaf edip yazdığı Ravzatü’s-Safâʾ fî Sîreti’l-Enbiyâʾ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâʾ adını taşıyan yedi ciltlik genel İslâm Tarihi’nin dördüncü cildinde Selçuklular ve Hârezmşahlar gibi Abbâsîlerle çağdaş olan hânedanları anlatmaktadır.15 Mîrhând’ın eserinde, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Anadolu kıyılarındaki fetihleri ve deniz gücü hususunda bilgi yoktur. Eserden diğer bazı hususlarda istifade edilmiştir. Eserin Selçuklular ile ilgili kısmı, Erkan Göksu tarafından tercüme edilmiştir.16 13 Müellif ve eseri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Abû Bakr ibn al-Zakî, Ravzat al-Kuttâb va Hadîkat al-Albâb, (yay. Ali Sevim), Ankara 2011, s. 1-9. 14 Eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Anonim Selçuknâme (Târîh-i Âl-i Selçuk), (haz. Halil İbrahim Gök, Fahrettin Coşguner), Ankara 2014, s. 8-12. 15 Müellif ve eseri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Aka, “Mîrhând”, DİA, XXX, 156-157. 16 Mîrhând, Ravzatü’s-Safâʾ fî Sîreti’l-Enbiyâʾ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâʾ (Tabaka-i Selçûkiyye), (trc. Erkan Göksu), Ankara 2015. xiv 11) Ahmed bin Mahmûd (ö. 977/1569-70): Müellifin hayatı hakkında yeterli miktarda bilgi yoktur. Yazar, Türkçe yazmış olduğu Selçuknâme’de17 çoğunlukla Büyük Selçuklulara yer vermiştir. Ayrıca Irak, Kirman ve Türkiye Selçukluları hakkında da kısa malûmat bulunmaktadır. Verdiği bilgilerin bir kısmı tartışmalı olup bir kısmı da daha önce kaynaklarda verilenlerin tekrarıdır.18 Eser, Erdoğan Merçil tarafından tercüme edilmiş ve çalışmada bu çeviriden yararlanılmıştır. 12) Müneccimbaşı, Ahmed Dede (ö. 1113/1702): Osmanlı âlimi, müneccim, mutasavvıf ve tarihçidir. 1668 yılında Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra onun yerine müneccimbaşı oldu. Osmanlı Sultanı IV. Mehmed’in musâhipliğini yaptı. Arapça genel tarih olarak yazdığı Câmi‘u’d-Düvel, yaratılıştan 1670 yılına kadar gelen olayları kapsamaktadır. İki cilt olan eserin I. cildinde Büyük Selçuklu tarihine, II. cildinde Türkiye Selçukluları ve Beylikler tarihine yer vermiştir.19 Çalışmada, Türkiye Selçukluları’nın deniz gücü ile ilgili verilen bilgiler, daha önce yazılan tarih kitaplarının tekrarı mahiyetindedir. Eser, Ali Öngül tarafından yayımlanmış ve tercüme edilmiştir.20 2) BİZANS KAYNAKLARI 1) Mikhael Attaleiates (ö. ?): Yazarın doğum ve ölüm tarihi bilinmemektedir. İstanbul’da hukuk eğitimi gördü ve avukatlık yanında ticaretle uğraştı. Üst düzey bir Bizans görevlisi olarak devlet içinde çeşitli görevlerde bulundu. İmparator Romanos Diogenes (1068-1071) ile birlikte Malazgirt Savaşı’na katıldı. VII. Mikhael Dukas (1071-1078) ve Nikephoros Botaneiates’in (1078-1081) imparatorluk döneminde askerî yargıç olarak görev yaptı. Yazmış olduğu Istoria adlı eserde, 1034 yılının olaylarıyla anlatımına başlar ve 1080 yılına kadar gerçekleşen 17 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmed bin Mahmud, Selçuknâme, (haz. Erdoğan Merçil), İstanbul 2011, s. 11-18. 18 Erdoğan Merçil, “Selçuknâme”, DİA, XXXVI, 397-398. 19 Müellif ve eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Ağırakça, “Müneccimbaşı, Ahmed Dede”, DİA, XXXIII, 4-6. 20 Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmi’u’d-Düvel, Selçuklular Tarihi, Anadolu Selçukluları ve Beylikler, (yay. Ali Öngül), II, İzmir 2001. xv gelişmeleri anlatır.21 Mikhael Attaleiates, eserinde Türkiye Selçukluları’nın Nikephoros Botaneiates döneminde İstanbul’a gelişi, Kadıköy ve Üsküdar’da bulunduğu dönem hakkında bazı bilgiler vermektedir. Eser, Bilge Umar tarafından Tarih adıyla tercüme edilmiş ve araştırmada bu çeviriden faydalanılmıştır. 2) Nikephoros Bryennios (ö. 1137 ?): Edirne’de doğdu. Bizans İmparatorluğu’nda yüksek rütbeli subaylar, yöneticiler yetiştirmiş bir aileden gelmekteydi. Adaşı olan babası, Bizans İmparatorluğu’nda taht mücadelesine giriştiyse de kaybetti. Yazar hem komutan hem de yönetici olarak yüksek rütbelerde görev yaptı. I. Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena ile evlendi ve “Kaisar” unvanı aldı. Tarihin Özü adlı eseri, 1070-1079 yılları arasındaki olayları kapsamaktadır.22 Te’lif eserde özellikle Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş aşaması ile ilgili bazı bilgiler bulunmaktadır. Eser, Bilge Umar tarafından tercüme edilmiştir. 3) Ioannes Zonaras (ö. ?): Ailesi, doğduğu yer, ölümü konusunda bilgi yoktur. Eserinden Aleksios Komnenos (1081-1118), Ioannes Komnenos (1118-1143) ve Manuel Komnenos (1143-1180) devirlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Kitabındaki üslubundan bir hukukçu olduğu tahmin edilmektedir. Tarihlerin Özeti adlı kitabının son iki bölümü Anadolu’nun Türkleşmesi tarihi bakımından önemlidir. 18 kitabından ilk 12’si, evrenin yaratılışından I. Konstantinos’un (324-337) egemenliğine kadar yaşananları anlatmaktadır. 13., 14., 15. ve 16. kitaplarda Anadolu’nun Türkleşmesi öncesi, 17. ve 18. kitaplarda ise Anadolu’nun Türkleşme süreci hakkında bilgi verilmektedir.23 Yapıt, Bilge Umar tarafından çevirilmiştir ve çalışmada bu tercümeden istifade edilmiştir. 4) Anna Komnena (ö. 1153 ?): Bizans imparatoru Aleksios Komnenos’un kızı ve ünlü Bizans tarihçisi Nikephoros Bryennios’un karısıdır. Babasının ölümünden (1118) sonra giriştiği taht mücadelesinde başarısız olmuştur. Bunun 21 Müellif ve eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mikhael Attaleiates, Tarih, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008, s. 5-6. 22 Yazar ve eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008, s. 5-8. 23 Yazar ve eser hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008, 5-7. xvi üzerine bir manastıra kapanarak Aleksios Komnenos’un hayatını ve faaliyetlerini ele alan Alexiad adlı eserini kaleme almıştır. Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri ve yaşanan mücadeleler ile ilgili önemli bilgiler veren Anna Komnena, eserini babasının ölümü ile sona erdirmektedir. Te’lifi, Anadolu Türk Tarihi açısından çok önemli bir eserdir.24 Türkiye Selçuklu Emîri Ebu’l-Kâsım hakkında en çok bilgi veren çalışma olma özelliğine de sahiptir. Eser, Bilge Umar tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. 5) Ioannes Kinnamos (ö. 1185 sonrası): Özel hayatı ve ailesi hakkında bir bilgi yoktur. Genç yaşında “Basilikos Grammatikos” yani “İmparatorluk Sekreteri” oldu. Anadolu’da Türklerle, Balkanlar’da Sırplarla ve Macarlarla yapılan savaşlara katıldı. II. Ioannes Komnenos (1118-1143) ve I. Manuel Komnenos (1143-1180) hükümdarlık dönemlerini anlattığı Historia adlı eser Türklerin Anadolu’daki faaliyetleri hakkında önemli bilgiler vermektedir.25 Eser, Işın Demirkent tarafından Türkçeye çevirilmiştir. 6) Niketas Khoniates (ö. 1213): XII. yüzyılın ortalarında Denizli yakınında doğdu. İstanbul’da eğitim gördü ve çeşitli görevler üstlendi. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra kurulan İznik Rum Devleti’nde görev almaya devam etti. Müellifin 1213 yılında öldüğü tahmin edilmektedir. Yazmış olduğu Historia adlı eser, imparatorlar Ioannes Komnenos ve Manuel Komnenos devirlerinin anlaşılması açısından önemli eserdir. Selçuklu-Bizans ilişkilerinin yanı sıra 1176 yılındaki Myriokephalon Savaşı sonrası Türklerin yeniden denizlere ulaşması bağlamında önemli bilgiler vermektedir.26 Yapıt, Fikret Işıltan tarafından Türkçeye tercüme edilerek kazandırılmıştır. 7) Georgios Akropolites (1217-1282): Yazar iyi bir öğrenim gördü. Doğduğu sırada İstanbul, Latin işgali altındaydı. İznik Rum İmparatoru Theodoros Laskaris’in (1205-1222) yakın arkadaşı, daha sonra da eğitmeni oldu. Elçi olarak görev yaptı. II. Theodoros Laskaris’in (1254-1258) imparator olması üzerine baş 24 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Anna Komnena, Alexiad, (trc. Bilge Umar), İstanbul 1997, s. 3-8. 25 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ioannes Kinnamos’un Historia’sı (1118-1176), (trc. Işın Demirkent), Ankara 2001, IX-XXXIII. 26 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Niketas Khoniates, Historia (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri), (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1995, IX-X. xvii muhasebeci olarak görevlendirildi. İstanbul’un Latinlerden geri alınmasından sonra VIII. Mikhael Palailogos döneminde de üst düzey yöneticilik görevlerine devam etti. 1282 yılında öldü. Vekâyinâme adlı çalışması, 1204-1261 yılları arasında Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine yerine kurulan İznik Rum Devleti’nin bölgedeki mücadelelerine ışık tutmaktadır. Eser, İstanbul’un Latinlerden geri alınarak yeniden Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olmasıyla sona ermektedir. Bu dönemde İznik Rum Devleti’nin Türkiye Selçukluları ile ilişkileri hakkında önemli bilgilere yer vermektedir.27 Kaynak niteliğindeki bu çalışma da Bilge Umar tarafından tercüme edilmiştir. 3) ERMENİ KAYNAKLARI 1) Urfalı Mateos (ö. ?): Doğum ve ölüm tarihi bilinmemektedir. Hayatı hakkında bir bilgi yoktur. Eserinde 952-1136 yılları arasında yaşanan olayları anlatmıştır. Eser üç kısma ayrılmış olup, Birinci kısımda 952-1052, ikinci kısımda 1053-1102, üçüncü kısımda ise 1102-1136 yılı olayları sıra ile ele alınmıştır.28 Daha sonra bu esere, Papaz Grigor (ö. ?) tarafından bir Zeyl yazılarak 1136-1162 yılları arasında gerçekleşen olaylar ilave edilmiştir. Eser Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) adıyla Hrant Der Andreasyan tarafından Türkçeye çevirilmiştir.29 Kaynaktan özellikle Melikşah’ın Akdeniz kıyılarına yaptığı sefer sebebiyle faydalanılmıştır. 2) Simbat (ö. 1275): Kilikya Ermeni Prensliği’nde görev yaptı. Yazmış olduğu Vekayinâme’nin 1152 yılına kadar olan kısmı, Urfalı Mateos’un bir özeti şeklindedir. 1152-1274 yılları arasındaki kısmını kendisinin yazdığı öngörülmektedir.30 1274-1331 yılları arasındaki kısım da adı bilinmeyen bir müellif tarafından kaleme alınmıştır. Eserinde Kilikya Ermenileri, Türkiye Selçukluları, Memlûkler ve Karamanoğulları ile ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Eserden 27 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Georgios Akropolites, Vekâyinâme, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008, s. 5-10. 28 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. Hrant Der Andreasyan, “Türk Tarihine Ait Ermeni Kaynakları”, Tarih Dergisi, c. I, (İstanbul 1949), sy. 1, s. 102-108. 29 Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), (trc. Hrant Der Andreasyan), Ankara 2019. 30 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. Hrant Der Andreasyan, “Türk Tarihine Ait Ermeni Kaynakları”, Tarih Dergisi, c. 1, (İstanbul 1950), sy. 2, s. 408-413. xviii Türkiye Selçuklu Devleti’nin Ermeniler üzerine yaptığı seferler konusunda yararlanılmıştır. Hrant D. Andreasyan tarafından tercümesi yapılan eser henüz basılmamış olup Türk Tarih Kurumu’ndaki Türkçe çevirisinden yararlanılmıştır.31 4) SÜRYANÎ KAYNAKLARI 1) Süryanî Mikhail (1126-1200): Hayatı hakkında bir bilgi yoktur. Yazdığı Vekayinâme, Anadolu Türk Tarihi açısından önemli kaynak eserlerden biridir. Eser, Hz. Âdem ile başlamakta olup 1195 yılına kadar yaşanan mühim hadiseler anlatılmaktadır. Yaşadığı dönemin önemli olaylarına yer vermiştir.32 Eser henüz yayınlanmamıştır. Fakat Hrant Der Andreasyan tarafından Türkçeye tercüme edilen eserin Türk Tarih Kurumu’nda basılmamış nüshası bulunmaktadır.33 2) Ebu’l-Ferec İbnü’l-İbrî (ö. 1286): Bar Hebraeus olarak da tanınan müellifin yazmış olduğu Kronoloji adlı eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Hz. Âdem’den başlayıp 1285 yılına kadar gerçekleşen olayları anlatmıştır. İkinci ve üçüncü bölümlerde ise, din ve kilise hakkında bilgiler vermektedir.34 Ebu’lFerec, 1286 yılına kadar olan hâdiseleri bizzat kaleme almış, kardeşi Bar Şauma ve bazı müellifler, esere 1297’ye kadar gelen zeyl yazmışlardır. Ebu’l-Ferec’in eserinde ilk İslam denizciliğinden Selçuklu denizciliğine kadar olan dönemle ilgili çoğunlukla İslâm kaynaklarını doğrulayan bilgiler mevcuttur. Eserin, Ömer Rıza Doğrul tarafından İngilizceden Türkçeye yapılan tercümesi araştırma esnasında kullanılmıştır.35 5) HAÇLI KAYNAKLARI 1) Willermus Tyrensis (ö. 1185): Hayatı ve çalışmaları hakkındaki bilgiler yazdıklarından çıkarılmaktadır. Müelliif, bir din adamı olarak Kudüs Haçlı Krallığı’nda yüksek görevlerde bulunmuş bir kişiydi. Yazmış olduğu Historia 31 Başkumandan Simbat Vekayinâmesi, (trc. Hrant Der Andreasyan), Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Basılmamış Nüsha. 32 Müellif ve eseri hakkında geniş bilgi için bkz. Hrant Der Andreasyan, a.g.m., Tarih Dergisi, c. 1, sy. 2, s. 407-408. 33 Süryanî Mikhail, Süryanî Patrik Mikhail’in Vekayinâmesi 1042-1195, (trc. Hrant Der Andreasyan), Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Basılmamış Nüsha. 34 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-İbrî”, DİA, XXI, 92-94. 35 Abû’l-Farac (Bar Hebraus), Abû’l-Farac Tarihi, (trc. Ömer Riza Doğrul), I-II, Ankara 1987. xix Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum adlı eseri, Fulcherius Carnotensis’in Birinci Haçlı Seferi hakkında yazmış olduğu eserin devamı niteliğindedir. Türkiye Selçukluları’nın İstanbul kıyılarına gelişi ve denizcilik hakkında önemli tespitlerde bulunmuştur.36 Eserin Ergin Ayan tarafından yapılan kısmi tercümesi bulunmaktadır. B. ARAŞTIRMA ESERLER Türkiye Selçukluları’nın deniz gücü ve denizcilik faaliyetleriyle ile ilgili bir müstakil çalışma bulunmamaktadır. Daha çok konu ile ilgili araştırma eserlere dayalı makale yayınları mevcuttur. Bu makalelerin hemen hemen hepsi kaynakçada belirtilmiştir. Türkiye Selçukluları’nın deniz gücü ile ilgili Türkiye’de yapılmış sadece bir tez mevcuttur. Burak Gani Erol tarafından hazırlanan Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Döneminde Denizcilik Faaliyetleri adındaki tez, isminden de anlaşılacağı üzere sadece Türkiye Selçuklularını kapsamamış, Anadolu beyliklerine de yer verilmiştir.37 Türkiye Selçuklularının denizcilik faaliyetleri ile ilgili olarak Hasan Geyikoğlu,38 Ayşe Dudu Erdem Kuşçu,39 Erdoğan Merçil’in40 müstakil ve Mustafa Gül ile Mustafa Balcıoğlu’nun41 müşterek yazdığı makaleler bulunmaktadır. Bu makalelerden tezin temelinin oluşturulmasında istifade edilmiştir. 36 Müellifin eseri ve hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği Başlangıçtan Kudüs’ün Zaptına Kadar (I.-VIII. Kitaplar), (trc. Ergin Ayan), İstanbul 2016, s. 17- 20; Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği III (1143-1184), (trc. Ergin Ayan), İstanbul 2019, s. 13- 16. 37 Burak Gani Erol, Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Döneminde Denizcilik Faâliyetleri, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004. 38 Hasan Geyikoğlu, “Selçukluların Deniz Politikası ve Denizcilik Faaliyetleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, c. 10, sy. 22, Erzurum 2003, s. 251-267. 39 Ayşe Dudu Erdem Kuşçu, “Türkiye Selçuklularında Ordu ve Donanma”, Türkler, VII, 176-188. 40 Erdoğan Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, Türk Denizcilik Tarihi 1 - Başlangıçtan XVII. Yüzyılın Sonuna Kadar, (ed. İdris Bostan - Salih Özbaran), İstanbul 2009, s. 21-29. 41 Mustafa Gül-Mustafa Balcıoğlu, “Anadolu Selçuklularında Denizcilik Faaliyetleri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, c. 5, sy. 1, Samsun 1990, s. 57-64. xx GİRİŞ Türkiye Selçuklularının deniz gücünü incelemek için sadece denizcilik alanındaki faaliyetlerini bilmek yeterli olmayacaktır. Çünkü Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulduğu döneme kadar özellikle geniş ve uzun nehirlerin yanı sıra denize kıyısı olan Türk devletleri de denizcilik alanında şartları elverdiği ölçüde denizcilikle ilgilenmişlerdir. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesiyle birlikte Ortaçağ’daki İslâm devletlerinin denizcilik anlayışından da önemli derecede faydalandıklarını görmek mümkündür. Esas olarak Hz. Osman Devri ile birlikte başlayan İslâm denizciliği, özellikle Emevîler ve Abbâsîler ile kendini gösterme fırsatı bulmuş, Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesiyle birlikte yeni bir safhaya girmiştir. Abbâsîlere bağlı olarak Mısır’da peş peşe kurulan ve fiilen bağımsız hareket eden Tolunoğulları ve İhşîdîlerin, denizcilik alanındaki teşebbüsleriyle bu safhayı görmek mümkündür. Fâtımîlerin denizcilikteki başarıları, diğer İslâm devletlerine örnek teşkil edecek kadar ileri bir seviyeye gelmiştir. Mısır’da, Fâtımîlerin yıkılmasından sonra kurulan Eyyûbîlerde ise donanmanın Mısır ve civar bölgelerin korunmasında büyük rolü vardır. Gazneliler ve Büyük Selçukluların da Türk-İslâm denizciliğinin gelişmesinde rol oynadığı söylenebilir. Özellikle Gazneli Mahmud’un son Hindistan seferinde denizci bir topluluk olan Catlara karşı, İndus Nehri’nde oluşturulan donanma, Türk denizciliği açısından dikkat çekicidir. Selçuklu Meliki Kavurd’un Basra Körfezi’nde Ummanlılar ile yapmış olduğu deniz savaşı, Selçukluların yeri geldiğinde rahatlıkla denizlerde mücadele edebileceğine dair güzel bir örnektir. Araştırma esnasında Gazneliler ve Büyük Selçuklulara temas edilirken denizcilik bu devletlerde faaliyetlerinin ne durumda olduğu da incelenmiştir. Tezin giriş bölümünde Türk-İslâm denizciliği hakkında genel bir değerlendirme yapılmış olup sırasıyla Hülefâ-yı Râşîdin, Emevîler, Abbâsîler ile birlikte Tolunoğulları, İhşîdîler, Fâtımîler, Eyyûbîler, Gazneliler ve Büyük 1 Selçukluların denizcilik alanında göstermiş oldukları faaliyetler kısa şekilde ele alınmıştır. Hülefâ-yı Râşîdin İslâm denizciliğini esasen Hz. Ömer (634-644) devrine kadar götürmek mümkündür.42 İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in deniz ve denizcilikle ilgili hadislerinin mevcut olduğu bilinmektedir.43 İslâm denizciliğinin, aslında sınırların hızla genişlemesi nedeniyle Hz. Ömer devrinde tekâmül etmesi beklenirken bu gelişim, Hz. Osman (644-656) döneminde gerçekleşti. Çünkü Hz. Ömer, Mısır Valisi Amr b. As’tan denizler hakkında bilgi istedikten sonra Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın donanma kurulması ve seferler yapılması teklifini reddetmişti.44 Hz. Ömer’in donanmanın kurulması teklifini reddetmesinin temelinde Müslümanlar’ın henüz denizlerde kendini gösterebilecek tecrübede bulunmadığı fikri bulunuyordu.45 Aslında bu dönemde donanmaların müstakil bir savaş mekanizmasından ziyade adaları ele geçirme veya denize kıyısı olan bölgelerin ele geçirilmesinde destek unsuru olarak görev yaptığı ifade edilebilir. Hz. Osman devrinde sahil şehirlerini ve ele geçirilen toprakları korumak için Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân ve Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Bizans donanmasının Akdeniz’deki gücünü kırmak amacıyla deniz seferlerine çıkmak istiyorlardı. Bunun için bir donanma oluşturulması yönünde halifelik makamı nezdinde büyük çaba göstermişlerdi. Neticede istedikleri izni Hz. Osman’dan alarak İslâm donanmasının kurulma çalışmalarını başlatmışlardır.46 Özellikle Muâviye b. Ebû Süfyân, Bizans’a karşı mücadelenin donanma olmadan yürütülemeyeceğini anlamıştı.47 Hızla oluşturulan İslâm donanması, ilk sınavını 649 yılında Kıbrıs’a başarılı bir sefer düzenleyerek verdi. Hz. Osman, Muâviye b. Ebû Süfyân’a Kıbrıs’a sefer iznini, yola çıkarken ailesini yanına alması ve sadece gönüllü askerlerle gitmesi 42 Hz. Ömer Dönemi’ndeki İslâm denizcilik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Öztürk, ““İhtiyat mı? Korku mu?” Hz. Ömer’in (13-23/634-644) Deniz ve Denizciliğe Bakışı”, Tarih Dergisi, sy. 72 (2020/2), İstanbul 2020, s. 21-43. 43 Nebi Bozkurt, “Bahriye”, DİA, IV, 496. 44 İbnü’l-Esîr, III, 101. Krş. Şahin Uçar, Anadolu’da İslâm-Bizans Mücadelesi, İstanbul 1990, s. 71. 45 Bozkurt, DİA, IV, 496. 46 İbnü’l-Esîr, III, 102. Krş. Murat Öztürk, “Zâtüssavârî”, DİA, XLIII, 152. 47 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, (trc. Fikret Işıltan), Ankara 2006, s. 108. 2 şartıyla vermişti.48 Tehlikeyi gören Bizanslılar, Doğu Akdeniz’de hızlı ve güçlü bir şekilde kurulan İslâm donanmasını ortadan kaldırmak ve Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetini kaybetmemek amacıyla hazırlıklara giriştiler. 652 veya 65549 yılında gerçekleşen savaşa, gemi direklerinin fazla olması nedeniyle “Zâtü’s-Savârî” (Savârî: Gemi direkleri) adı verilmiştir. İmparator II. Konstans’ın (641-668) bizzat komuta ettiği Bizans donanması ile Mısır valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in komutasındaki İslâm donanması arasında gerçekleşen deniz savaşı, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı.50 İmparator II. Konstans, savaşın kaybedilmesi üzerine kılık değiştirerek kaçmak zorunda kaldı.51 Müslümanların Hz. Osman döneminde Kıbrıs, Sicilya, Rodos ve Arvad üzerine düzenledikleri başka deniz seferleri de olmuştur.52 Emevîler (661-750) Hz. Ali’nin (656-661) şehid olmasından sonra rakipsiz bir şekilde halifeliğini ilan eden Muaviye’nin (661-680) kurmuş olduğu Emevî Halifeliği, İslâm denizciliğine yeni bir boyut kazandırmıştır. 669 yılında Mısır’da bulunan tersanenin yanı sıra Akkâ şehrinde yeni bir tersane inşa edildi. Emevî donanmasının bu sırada gemi sayısının yaklaşık 1.700 olduğu tahmin edilmektedir.53 Emevî donanması bu dönemde Doğu Akdeniz’den Batı Akdeniz’e kadar olan alan içinde bütün rakiplerini etkisiz hale getirerek tamamen tek güç olmak istiyordu. Bu amaçla 669 yılında Sicilya Adası’na sefer düzenlendi. 672 yılında Girit, Rodos54 ve 12 ada üzerine çıkarma yapıldı.55 Aslında bu seferler, Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a giden yolu hazırlamaktaydı. Neticede Emevî donanmasının çok 48 İbnü’l-Esîr, III, 102. Krş. Adem Apak, “Emevîler Döneminde Anadolu’da Arap-Bizans Mücadelesi”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. 18, sy. 2, s. 102. 49 Ostrogorsky, a.g.e., s. 108-109; Öztürk, DİA, XLIII, 153. 50 İbnü’l-Esîr, III, 123. Krş. Öztürk, DİA, XLIII, 153. Apak, a.g.m., s. 102. 51 İbnü’l-Esîr, III, 124. Krş. Uçar, a.g.e., s. 75-76; Stephan O’Shea, İnanç Denizi Ortaçağ Akdenizinde İslâm ve Hıristiyanlık, (çev. Egemen Demircioğlu), İstanbul 2011, s. 75; Öztürk, DİA, XLIII, 153. 52 Hz. Osman dönemindeki İslâm denizcilik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Öztürk, “Hz. Osmân Dönemi (23-35/644-656) Denizcilik Faaliyetleri ve Bahrî Seferler”, Hz. Osman, Sivas 2020, s. 113-140. 53 Bozkurt, DİA, IV, 497. 54 Casim Avcı, İslâm-Bizans İlişkileri (610-847), Ankara 2015, s. 62; Apak, a.g.m., s. 106. 55 O’Shea, a.g.e., s. 78-79. 3 kısa sürede kendini göstermesi ve Doğu Akdeniz’in büyük bölümünde hâkimiyetini hissettirmesi, İstanbul’un kuşatılmasına giden sürecin temellerini attığını göstermektedir. 674 yılında Emevîlerin uzun süreli İstanbul kuşatması başladı. İstanbul’un sadece karadan kuşatmakla ele geçirilemeyeceğini iyi bilen Emevîler, bu amaçla donanmadan İstanbul muhasarasında faydalanacaktı. Kuşatma başlamadan önce 670 yılında ele geçirilen Kapıdağ Yarımadası56 674-678 yılları arasında yaklaşık dört yıl süren İstanbul kuşatmasında Emevîlerin üssü olarak kullanıldı.57 İstanbul kuşatması, Emevî donanmasının Bizans tarafından kullanılan “Grek ateşi”58 adı verilen silaha hazırlıklı olmaması sebebiyle 678 yılında59 birçok gemisini kaybederek çekilmesiyle neticelendi.60 İstanbul kuşatmasının başarısız olması Doğu Akdeniz’deki Emevî-Bizans mücadelesi açısından dönüm noktası oldu. Kuşatmadan sonra toparlanan Bizans donanması, Akdeniz’e inerek Kuzey Afrika’daki sahil şeridinde bulunan İslam şehirlerine dolaylı olarak saldırmaya başladılar. 683 yılında Kayrevan şehri, Bizans’ın desteklediği Berberî kabileleri tarafından ele geçirildi.61 Yaklaşık 10 yıllık bir duraklamanın ardından artık gücünü Kuzey Afrika’ya yoğunlaştıran Emevîler, 693-700 yılları arasında bölgeye tamamen hâkim oldular. Doğu Akdeniz’deki Bizans ile mücadeleden kısmi bir başarısızlık karşısında Emevî Halifesi Abdülmelik (685-705), donanmanın güçlendirilmesinin önemini kavramıştı. Abdülmelik, Mısır’da bulunan 1.000 gemi ustasını Afrika Valisi Musa b. Nusayr’a gönderdi ve ondan bir deniz üssü kurmasını istedi. Kartaca’dan çekilerek Tunus Gölü kıyısında Tunus şehrini62 ve tersanesini63 kuran Musa b. Nusayr, burada 100 savaş gemisi inşa ettirdi. 704 yılında savaşa hazır hale gelen bu gemiler, Emevî 56 İbnü’l-Esîr’de (III, 497) Arvad Adası olarak geçmektedir. Georg Ostrogorsky (s. 115) Kapıdağ Yarımadası olduğunu belirtmektedir. 57 Apak, a.g.m., s. 106. 58 İslâm dünyasında “Âteş-i Rûmî” adıyla da bilinen bu silah bir tür yanıcı ve patlayıcı maddeydi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülkadir Özcan, “Âteş-i Rûmî”, DİA, IV, 57. 59 Ostrogorsky, a.g.e., s. 116. 60 O’Shea, a.g.e., s. 79; Avcı, a.g.e., s. 63. 61 Nadir Özkuyumcu, “Kayrevan”, DİA, XXV, 89. 62 O’Shea, a.g.e., s. 84. 63 el-Ubûdî, DİA, XXXI, 224. 4 donanmasına katıldı. Akdeniz’de yapılan bu hamle aslında Emevîlerin Bizans’ı bir anlamda çember içine alma hareketiydi. Neticede Tunus, Mısır ve Suriye’den sonra Akdeniz’de bir donanma merkezi olarak ön plana çıktı. Kuzey Afrika’nın fethi, Emevî donanmasına katılan bu gemiler sayesinde tamamlandı. Tunus şehrinin kurulması ve donanma merkezi olmasında sonra yönünü Batı Akdeniz’e çeviren Emeviler, 703/704 yılında Sicilya ve Sardinya adaları üzerine sefer düzenlediler. 708 yılında Balear Adaları ve Mallorca (Mayorka) adalarına baskınlar düzenlendi. 710 yılında Sardinya, İslâm topraklarına katıldı.64 Tunus’ta kurulan donanma İber Yarımadası’na düzenlenecek seferde çok büyük rol oynadı. Nitekim 711 yılında Afrika Valisi Musa b. Nusayr’ın emriyle Tanca Valisi Tarık bin Ziyad,65 Kuzey Afrika’dan gemilerle İber Yarımadası’na çıktı.66 Böylece İspanya’nın fetih süreci başlamış oldu. Bu noktada Tunus şehrinin kurulması, donanma inşası ve akabinde Afrika’nın batısına yapılan harekât, Emevîleri Batı Akdeniz’de çok önemli bir deniz gücü haline getirerek Avrupa kıtasına ayak basılmasında mühim bir rol oynamıştı. İspanya’da bu vesileyle Abbâsîler döneminde bağımsızlığını ilan edecek olan Endülüs Emevî Devleti’nin kuruluş sürecinin temelleri atılmış oldu. Bizans’a karşı taarruzların 714 yılında adeta bir ön yoklama şeklinde kara ve denizden başladığı anlaşılmaktadır.67 Bu durum ise Bizans’ın asıl kuşatma harekâtına hazırlanması yönünde bir uyarı niteliği taşımaktadır. Süleyman b. Abdülmelik’in (715-717) halifeliği sırasında 716 yılında, İstanbul’u karadan ve denizden kuşatmak amacıyla Ömer b. Hübeyre komutasındaki Emevî donanması68 ile Mesleme b. Abdülmelik komutasındaki Emevî ordusu gönderilse de bu sefer başarısızlıkla sonuçlandı. Bu kuşatmaya yaklaşık 1.800 yelkenli geminin katıldığı ve gemilerin Haliç’ten itibaren Marmara surları önündeki bütün alanı kapladığı belirtilmektedir.69 Kuşatma sırasında 1.800 yelkenlinin haricinde yaklaşık 700 yardımcı geminin 64 Bozkurt, DİA, IV, 497. 65 İsmail Hakkı Atçeken, “Târık b. Ziyâd”, DİA, XL, 25. 66 İbnü’l-Esîr, IV, 504; O’Shea, a.g.e., s. 87. 67 Avcı, a.g.e., s. 70. 68 Avcı, a.g.e., s. 71; Nahide Bozkurt, “İbn Hübeyre, Ömer”, DİA, XX, 84. 69 Uçar, a.g.e., s. 114. 5 bulunduğu da rivayet edilmektedir.70 Bu sayıların doğruluğu şüpheli olsa da Emevî donanmasının geldiği noktayı göstermesi açısından dikkat çekicidir. Süleyman b. Abdülmelik’ten sonraki dönemlerde donanmaya ve denizciliğe verilen önem giderek azaldı. Ancak Kıbrıs üzerine 726 yılında düzenlenen seferle ada yeniden vergiye bağlandı. Bizanslılar buna karşılık 736 yılında Mısır üzerine iki defa sefer düzenledilerse de başarılı olamadılar. Emevîler, 743 yılında bir kez daha Kıbrıs’a sefer düzenlediler. Yaklaşık 1.000 gemiden oluşan bir Emevî donanması, 747 yılında Bizans donanması ile Kıbrıs’ta savaşa girdi. Ancak Bizans donanması tarafından kullanılan Grek ateşi ile Emevî donanması imha edildi.71 Ancak Bizanslılar bu başarılarına rağmen Emevîler’e Doğu Akdeniz’de üstünlüklerini kabul ettiremediler. Bu karşılıklı seferler ve savaşlarla Doğu Akdeniz’de bir Emevî-Bizans dengesi kurulduğunu söylemek mümkündür. Emevî halifelerinin bir süre sonra donanmayı ihmal ettiği bilinse de Bizans’a karşı mücadele Abbâsî Halifeliği kuruluncaya kadar sürecekti. Bu süreçte Emevîler oluşturdukları donanmayla Doğu Akdeniz’de Bizans ile denge kurmuş, Orta ve Batı Akdeniz’de ise deniz gücünü bölgedeki devletlere kabul ettirmişti. Abbâsîler (750-1258) Emevî-Abbâsî mücadelesi ve neticede Emevîlerin 750 yılında yıkılarak yerine Abbâsî Halifeliği’nin kurulmasını takip eden süreçte Doğu Akdeniz’e karşı oluşan ilgisizlikten ciddi bir boşluk oluşmuş ve Bizans bu boşluğu 752 yılından itibaren doldurarak Doğu Akdeniz’de yeniden hâkimiyet tesis etmişti.72 Halife Mehdî (775-785) zamanında Abbâsîler, 782 yılında veliaht Hârûnürreşîd komutasında İstanbul’a büyük bir sefer düzenlendiyse bu seferde donanmanın kullanıldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır.73 70 Uçar, a.g.e., s. 115. 71 Ostrogorsky, a.g.e., s. 155; Bozkurt, DİA, IV, 497. 72 Apak, a.g.m., s. 116. 73 İbnü’l-Esîr, VI, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Büyük İslâm Tarihi, (çev. Mehmet Keskin), X, İstanbul 1994, 246-247; Hakkı Dursun Yıldız, “Abbâsîler”, DİA, I, 36. 6 Kurulduktan sonra bir süre Doğu Akdeniz’de gücünü gösteremeyen Abbâsîler, Hârûnürreşîd (786-809) döneminden itibaren donanmaya önem vermeye başladılar. Batı Akdeniz’de ise etkin güç olarak ortaya çıkan Endülüs Emevîleri, oluşturdukları donanma ile 768 yılında Marsilya’ya, daha sonra Orta Akdeniz’e girerek 778 yılında İtalya’ya ve 793 yılında Narbon’a sefer düzenlediler.74 Abbâsîler, 790 yılından itibaren donanmanın kuvvetlendirilmesi yönünde çalışmalara başladılar. Aynı yıl Humeyd b. Ma‘yûf el-Hamdânî komutasındaki Abbâsî donanması, Kıbrıs ve Girit’e sefer düzenledi. Bizans donanması ile Antalya Körfezi açıklarında yapılan bir deniz savaşında Bizans komutanı esir olarak ele geçirildi. Abbâsî donanmasının önemli hedeflerinden biri de Endülüs’ü ele geçirmek olsa da başarı elde edilemedi. Nitekim Abbâsî donanmasının Batı Akdeniz’de ulaştığı en son nokta İber Yarımadası’nın güneyindeki Bâce75 şehri oldu. 788 yılında Fas’ta bulunan İdrîsîler, 800 yılında da Tunus’ta bulunan Ağlebîler, Abbâsîler’den ayrılarak bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bu durum Batı Akdeniz’de Abbâsî siyasetinin büyük bir darbe alması anlamına geliyordu. Doğu Akdeniz’deki Abbâsî siyasetinin asıl çöküşü, Mısır’da peş peşe Türk valiler tarafından kurulan Tolunoğulları76 ve Ihşîdîler’in hâkimiyet tesis etmeleriyle olmuştur. Asıl tehdidi Abbâsîler’den bekleyen Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetine darbe hiç beklenmeyen bir yerden geldi. 814 yılında Endülüs’ten atılan yaklaşık 10.000 denizci, bir donanma oluşturarak Bizans’ın Mısır’daki son toprak parçası olan İskenderiye’yi zapt ettiler. İskenderiye’de 12 yıl kaldıktan sonra Ebû Hafs Ömer b. İsa el-Endelüsî komutasında 827 yılında Girit’i ele geçirdiler. Kandiye şehrini kurarak burada bir tersane inşa ettiler. Sicilya’nın da Ağlebîler tarafından fethine 827 yılında başlanmış ve 75 yıl süren mücadelelerden sonra adanın 902 74 Bozkurt, DİA, IV, 497. 75 Bugün “Beja” adını taşıyan ve Portekiz’in başkenti Lizbon’un güneydoğusundaki eski bir İslâm şehridir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Harekât, “Bâce”, DİA, IV, 413. 76 Tolunoğulları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ebülfez Elçibey, Tolunoğulları Devleti (868-905), İstanbul 1997; Nadir Özkuyumcu, “Tolunoğulları”, Türkler, V, 15-38. 7 yılında tamamen fethedilmesiyle Müslümanlar, Batı Akdeniz’de de üstünlüğü ele geçirmişlerdir.77 Tolunoğulları (875-905) 875 yılında Abbâsîler’in Mısır Valisi Ahmed b. Tolun’un (868-884) da bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte kurulan Tolunoğulları, Doğu Akdeniz’de kısa bir süre de olsa deniz mücadelesine devam etti. Henüz 873 yılında Ahmed bin Tolun’un Abbâsîler tarafından kendisi üzerine gönderilen Mûsâ b. Boğa el-Kebîr komutasındaki orduya karşı donanmayla da tedbir alması, daha devletin bağımsızlığını tam anlamıyla ilan etmeden donanmaya önem verdiğini göstermektedir.78 Nitekim o, bir donanma kurmaya başladı79 ve aynı zamanda Akkâ Kalesi ve Limanı’nı yaptırdı. Ayrıca İskenderiye ve Yafa kentlerinde hisarlar inşa ettirdi. Tolunoğulları zamanında savaş ve ticaret gemileri, Ravza Adası, Akkâ, Dimyat ve İskenderiye’deki tersanelerde inşa edildi. Bu şekilde Mısır’ın güvenliğinin ve ticaretin devamlılığının sağlanması amaçlanmıştı.80 Tolunoğulları donanması, yaklaşık 100 savaş gemisinden oluşup değişik hizmetler için kullanılan tekneler bu sayının dışındaydı.81 İhşîdîler (935-969) Tolunoğulları’ndan sonra Mısır’da Abbâsî Halifesi er-Râzî Billâh (934-940) tarafından “İhşîd” unvanı verilen82 Muhammed b. Tuğç (935-946) tarafından kurulan İhşîdîler Devleti’ne ait bir donanma vardı. Ancak faaliyetleri hakkında bilgiler çok 77 Bozkurt, DİA, IV, 498. 78 Hakkı Dursun Yıldız, “Ahmed b. Tolun”, DİA, II, 142. 79 Şinasi Altundağ, “Tolunlular”, İA, XII/1, 431. 80 Nadir Özkuyumcu, “Tolunoğulları”, DİA, XLI, 235. 81 Kazım Yaşar Kopraman, “Tolunoğulları”, DGBİT, VI, 75. 82 Carl Heinrich Becker, “İhşîdîler”, İA, V/2, 945. 8 sınırlıdır.83 Muhammed b. Tugç’un Fustat’a girerken yanında kuvvetli bir ordu ve donanmanın olduğu bilinmektedir.84 Muhammed b. Tugç, Tolunoğulları döneminde yapılan Ravza Adası’ndaki tersanenin bir kısmını Fustat’a taşımış ve burada da gemiler inşa edilmiştir. Suriye’ye yapmış olduğu seferlerde donanmasını da görevlendirmiştir. Bununla birlikte Kâfur da (966-968) Kızıl Deniz ve Nil Nehri üzerinden Nubyalılara karşı donanma sevk etmişti.85 Bu durum topraklarından Nil Nehri’nin geçtiği, bir yanında Kızıl Deniz, diğer yanında Akdeniz bulunan Mısır’da hâkimiyet kurmanın temellerinden birinin donanma gücü olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Fâtımîler (909-1171) Fâtımîler, 909-969 yılları arasında Kuzey Afrika’nın büyük bölümü, 969’dan sonra 1171 yılına kadar Mısır’ın tamamı ve Suriye’nin bir kısmında hüküm sürmüş Şii İslâm devletidir. Devlet ve yöneten hânedan, adını Hz. Muhammed’in kızı aynı zamanda Hz. Ali’nin eşi olan Hz. Fâtıma’dan almaktadır.86 Fâtımîler kurulduğu tarihten itibaren denizciliğe önem vermişlerdir.87 Kuzey Afrika’dan sonra Mısır’ı ele geçiren Fâtımîler, hâkimiyet alanlarını Suriye ve Filistin’e kadar genişlettiler.88 Bu alanları elde tutabilmek için mutlaka deniz gücünün gerektiğinin farkında olan Fâtımîler, Bizans İmparatorluğu ve Endülüs Emevî Devleti ile de Akdeniz’de rekabet içinde oldular. Ağlebîlerin fethini gerçekleştirdikleri Sicilya Adası’nı ele geçirdiler.89 Batı Akdeniz’de Güney İtalya90 ve Doğu Akdeniz’de de Lazkiye ile Antakya sahillerine deniz seferleri yaptılar.91 83 Ihşîdîler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Ağırakça, “İhşîdîler”, DİA, XXI, 551-553; Nadir Özkuyumcu, “İhşîdîler”, Türkler, V, 39-59. 84 Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 2013. s. 24. 85 Kazım Yaşar Kopraman, “Ihşidîler Devleti”, DGBİT, VI, 218. 86 Fâtımîler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Eymen Fuâd Seyyid, “Fâtımîler”, DİA, XII, 228-237. 87 Fâtımîlerin denizcilik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Öztürk, Fâtımîler’in Deniz Gücü ve Akdeniz Hâkimiyeti, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 2012. 88 Clifford Edmund Bosworth, Doğuşundan Günümüze İslâm Devletleri, (trc. Hande Canlı), İstanbul 2005, s. 109. 89 Öztürk, a.g.t., s. 60-67. 90 Öztürk, a.g.t., s. 67-71. 91 Öztürk, a.g.t., s. 124-125. 9 Haçlıların gelmesiyle Suriye-Filistin kıyı şeridinde hâkimiyetlerini kaybetseler de İtalyan şehir devletleriyle deniz ticaretine devam eden Fâtımîler, Nureddîn Zengî tarafından Mısır’a gönderilen Selahaddîn Eyyûbî tarafından 1171 yılında ortadan kaldırıldılar. 92 Denizcilik alanında Mısır ve Kuzey Afrika’yı elinde tutan her devlet gibi deniz gücünün mutlaka olması gerektiğinin bilincinde olan Fâtımîler, diğer İslam devletlerinden farklı olarak denizcilik alanında iyi teşkilatlanmışlar; limanlara ve gemi yapımına önem vermişlerdi. Donanmayla ilgili bütün işleri yürütmesi amacıyla “Divanü’l-Cihâd” veya “Divanü’l-Amair” kurmuşlardı.93 Nitekim Fâtımîler, hem nehirlerde hem de denizlerde şu gemileri kullanmışlardır: Nîlîyye (Nehriyye), Şînî, Harrâka, Tarîde, Harbiyye, Şelendî, Butse, Musattah, Hammâle, Gîtanî, Berkus.94 Mehdiye isimli yeni bir liman kentinin yanı sıra Mağrib, Mısır, Suriye ve Filistin sahillerinde limanlar kurmuşlardır. Ayrıca Batı Akdeniz’de Sicilya ve Korsika’da da limanlar inşa etmişlerdir.95 Denizcilik alanında en iyi teşkilatlanan İslâm devletlerinden biri olan Fâtımîlerin, döneme göre iyi bir süre olan 262 yıl bölgede hâkimiyetlerini korumalarında denizcilik alanında yapmış oldukları atılımların rolü çok büyüktür. Eyyûbîler (1171-1250) Mısır, Hicaz, Yemen ve Kuzey Afrika’da 1171-1462 yılları arasında hüküm sürmüş bir Türk-İslam devletidir. Devletin kurucusu Selâhaddîn Eyyûbî, Zengilerin bir komutanıydı. Dolayısıyla Eyyûbîler, Zengîlerin devamıdır. En parlak devrini müessisi Selâhaddîn Eyyûbî zamanında yaşayan Eyyûbîlerin asıl olarak kurulduğu yer Mısır’dır. Nureddîn Zengî’nin emriyle Mısır’a, Fâtımîleri ortadan kaldırmak için görevlendirilen Selâhaddîn Eyyûbî, Nureddîn Zengî’nin ölümünden sonra bağımsızlığını ilân ederek Mısır’da Eyyûbî Devleti’ni tesis etti.96 92 Ramazan Şeşen, Sâlahaddîn Eyyûbî ve Devlet, İstanbul 1987, s. 58. 93 Öztürk, a.g.t., s. 206-207. 94 Öztürk, a.g.t., s. 212-218. 95 Öztürk, a.g.t., s. 219-225. 96 Eyyûbîler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ramazan Şeşen, Eyyûbîler (1169-1260), İstanbul 2012. 10 Fâtımîlerin denizcilik mirasını devralan Eyyûbîler’in denizcilik faaliyetinde bulunması bir zorunluluktu.97 Aksi takdirde Mısır ve Suriye-Filistin kıyı şeridindeki hâkimiyeti mümkün olamazdı. Selâhaddîn Eyyûbî, 1177 ve 1181 yılları iki kez donanmayı teftiş etti. Selâhaddîn Eyyûbî’nin donanmayı teftiş etmesine sebep olan durum muhtemelen Sicilya Normanlarının Mısır’a düzenledikleri çıkarmalardı.98 Bu teftişlerde donanmanın silahlarının yenilenmesine ve daha nitelikli personel alınmasına karar verildi. Donanmanın mali işleriyle görevli olması için gelir kaynakları bağlanarak “Divanü’l-Ustûl” kuruldu.99 Bu çalışmalar neticesinde Eyyûbî donanması, Kudüs Krallığı ve Trablus Haçlı Kontluğu’nun hâkim olduğu Akdeniz kıyılarına başarılı harekâtlarda bulunmaya başladı. Eyyûbî donanmasının merkezi Mısır’dı. Yemen, Filistin ve Suriye sahillerinin ele geçirilmesinden sonra Beyrut, Cebele, Lazkiye, gibi liman şehirlerinde küçük savaş gemileri vardı. Fakat bu liman şehirlerinin Haçlılar tarafından ele geçirilmesiyle limanlarda bulunan deniz gücü ortadan kalktı. Esas donanma ise Mısır’da bulunmaya devam etti.100 Donanmada çalışan askerlere Guzât (gaziler), kumandanlarına Reis adı verilirdi. Selâhaddîn Eyyûbî daha sonra bu askerlerin maaşlarını yeniden düzenledi.101 Donanmada Şînî, Gurâb, Tarîde (at taşıyan gemi), Musattah, Berkus (sığ yerlere giren gemi) gibi gemiler kullanılıyordu.102 Bu gemilerin en önemlileri ise Şînî, Gurâb ve Harrâka (ateş gemisi) idi. Gemilerde güvertede savaşçılar bulunurken alt kısımda ise kürekçiler bulunuyordu. Yolcu taşıyan gemilere Katsa, yük gemilerine Hammâle ve A‘rari denilmekteydi. Eyyûbîler, Fâtımîler’den kalan tersaneler olan Kahire, İskenderiye, Dimyat ve Reşîd’de gemi yapımına devam etmişlerdi.103 97 Eyyûbîlerin denizcilik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Doğan Mert Demir, Salâhaddîn’in Gemileri, İstanbul 2019. 98 Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Öztürk, “Sicilya Normanlarının Doğu Akdeniz’deki Bahrî Faaliyetleri 549-584 (1154-1189)”, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, sy. 14, İstanbul 2019, s. 195-228. 99 Şeşen, Sâlahaddîn Eyyûbî, s. 253. 100 Şeşen, Eyyûbîler, s. 177. 101 Şeşen, Sâlahaddîn Eyyûbî, s. 254. 102 Şeşen, Sâlahaddîn Eyyûbî, s. 255-256. 103 Şeşen, Eyyûbîler, s. 179. 11 Gazneliler (977-1186) Sebük Tegin (977-997) tarafından kurulan Gazneliler, ilk Müslüman-Türk devletlerinden biri olup en parlak dönemini Sultan Mahmud (998-1030) devrinde yaşamıştır. Gazneliler’de müstakil bir donanma teşkilâtı bulunmamakla birlikte herhangi bir bilgiye rastlamak mümkün olmamıştır.104 Gazneliler her ne kadar Hint Okyanusu’na kıyısı olmasına rağmen denizcilik faaliyetlerini daha çok Hindistan’daki İndus Nehri üzerinde gerçekleştirmişlerdir. Sultan Mahmud, Hindistan’a 17 sefer düzenleyerek Hindistan’da İslâm’ın yayılmasını sağlamıştır. 17. ve son seferde, ilk defa donanmadan faydalanılmıştır. Sultan Mahmud, 16. Hint Seferi’nden dönerken İndus Nehri boyunca Multan’a doğru ilerlemişti. Bölgede yaşayan Catlar,105 Gazneli ordusuna sürekli saldırılar düzenleyerek büyük kayıplar yaşamalrına sebep olunca,106 Sultan Mahmud, 17. ve son seferini Hindistan’daki denizci topluluklardan Catlar üzerine yapmaya karar verdi. Catlar, İndus Nehri’nin iki kıyısına da hâkim bulunan bir topluluktu. İyi savaşçı olmalarının yanında gemicilikte gelişmişlerdi. Sultan Mahmud, bunlarla muharebe edebilmek için yaklaşık 1.400 gemiden oluşan bir filo yaptırmıştı. Bu filonun nehir filosu yani ince donanma olduğu söylenebilir. Sultan Mahmud, gemilerin ön ve yanlarını uzun çubuklarla teçhiz ettirmişti. Böylece yapılan gemiler Catlar’ın gemilerini parçalayarak savaş dışı kalmasını sağlayacaktı. Sultan Mahmud, deniz savaşında mahir olmamasına rağmen adeta kara savaşı mantığıyla gemilerini ağır süvarilere dönüştürmeyi amaçlıyordu. Her gemiye 20 okçu ve 20 neftçi107 yerleştirdi. Bu durumu fark eden Catlar ise aile ve servetlerini uzak bir adaya göndermişlerdi. Catların filolarının ise yaklaşık 4.000 gemiden oluştuğu rivayet 104 Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, DGBİT, VI, 296-297. 105 834 yılında Abbâsi halifesinin emriyle gemi ve sandallarla Bağdat’a getirilen, Bizans’a karşı Aynizerbâ (Anazarba)’ya gönderilen ve savaşıp ağır kayıplar veren Catlar (Zutlar) hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. A. S. Bazmee Ansari, “Zutlar”, DİA, XLIV, 514-515. 106 Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 2007, s. 27. 107 Yanıcı ve yangın çıkarmaya yarayan maddeleri düşmana atmakla görevli askerlere verilen bir isimdir. 12 edilmektedir.108 Sultan Mahmud, savaşın yapılacağı nehrin yukarı kısımlarını, Catların kaçmasını engellemek amacıyla gemilerle kapatmıştı. Ayrıca nehrin iki kıyısına da filler ve atlar yerleştirerek Catlar’ın karadan kaçmasını da engellemeye çalıştı. İndus Nehri’nde başlayan savaşta Catlar, çok etkili bir şekilde muharebe etmişlerse de Sultan Mahmud’un emriyle özel olarak teçhiz edilen gemiler karşısında varlık gösterememişlerdir. Cat gemilerinin büyük bölümü Gazneli gemileri tarafından batırıldı veya yakıldı. Gemilerini terk eden Catlar, kıyıya çıktıklarında ise Türkmen okçularının hedefi olarak katledildiler. Sultan Mahmud, çok sert bir intikam alarak Catlar’ın ailelerinin ve hazinelerinin bulunduğu adayı da ele geçirerek yağmaladı. Ayrıca adada bulunan Catlar’ı esir aldı. Böylece Cat tehlikesi ortadan kaldırılmış oldu. Sultan Mahmud, Catlar’ı etkisiz hale getirdikten sonra Hindistan’da bulunan kuvvetlerin komutasını Ahmed b. Yınal-Tegin’e vererek Haziran 1027’de Gazne’ye döndü.109 Gazne sultanlarından Behramşah (1117-1157), isyan eden Hindistan Valisi Muhammed Ebû Halim’in üzerine giderken gemilerle İndus Nehri’nden geçerek Multan’a ilerlemişti.110 Sultan Mahmud’un Hindistan’da Catlar üzerine yaptığı seferde donanmayı daha çok savaş unsuru olarak kullanırken, Sultan Behramşah’ın ise gemileri daha çok ulaştırma ve nakil amacıyla kullandığı görülmektedir. Büyük Selçuklular (1040-1157) Büyük Selçuklu Devleti, 1040 yılında Gaznelileri, Dandanakan Savaşı ile mağlup eden Çağrı Bey ve Tuğrul Bey liderliğindeki Türkmenler tarafından kurulmuş bir Türk-İslâm devletidir. Devletin ilk hükümdarı Tuğrul Bey (1040-1063), Abbâsî Halifesi Kaim Biemrillâh’ı (1031-1075), Arslan Besâsirî tehlikesinden kurtulduğu için “Sultan” unvanını almış ve Abbâsîlerin koruyuculuğunu üstlenmiştir. 108 Yaklaşık 3.200 km uzunluğundaki İndus Nehri’ne bu kadar çok geminin nasıl sığabileceği sorusu akla gelebilir. Bu durumun mümkün olduğu söylenebilir. Çünkü savaşın yapılacağı nehirlere olabildiğince hızlı ve dar hacimli gemi sığdırmak ince donanmanın esasını oluşturur. 109 Merçil, Gazneliler, s. 27-28. 110 Merçil, Gazneliler, s. 88. 13 Abbâsîlerin denizcilik teşkilatının, Büyük Selçuklular tarafından örnek alındığını söylenebileceği düşünülse de denize kıyısı sadece Basra Körfezi kalan Abbâsîlerin gerçek anlamda artık ne kara ne de deniz gücü mevcut değildi. Dolayısıyla Büyük Selçuklular, Gazneliler gibi denizcilik konusunda kendi yolunu çizmiştir. Bu yol, deniz ve okyanuslarda faaliyet gösterme imkânı olduğu halde sadece nehir üzerinde denizcilik faaliyetlerinin yapılması olarak tarif edilebilir. Büyük Selçuklular, denizcilik faaliyetlerini daha çok nehirler üzerinde yapmış, gemileri köprü olarak kullanmanın yanı sıra gemiye binerek bir nehirden karşıya geçmek amacıyla da kullanmışlardır. Sultan Alp Arslan’ın (1064-1072) hükümdarlığı döneminde nehirlerde gemicilik faaliyetlerinin bulunduğu söylenebilir. Alp Arslan, Şubat 1064’te Rey’den batı yönüne hareket halindeyken Nahcivan yakınlarına geldiğinde, gemilerden köprü yapılmasını emrederek Aras Nehri’ni geçti.111 Alp Arslan’ın oğlu Melikşah ve Vezir Nizâmü’l-Mülk de başka bir koldan Kars’ın kuzeydoğusundan batı yönüne ilerlerken gemiler ve kayıklar yaptırarak Arpaçay Nehri’ni geçtiler. Sultan Alp Arslan emrinde üç koldan devam eden Nahcivan seferi sırasında Melikşah komutasındaki Selçuklu ordusu, Sürmeli’yi (Sürmeri) fethettikten sonra Vezir Nizâmü’l-Mülk de İslam kaynaklarında “Meryem Nişin” olarak geçen, muhtemelen Şirak112 yakınlarındaki Marmaraşin’i kuşattı. Sağlam surlara sahip olan şehrin yanından nehir geçtiği için Nizâmü’l-Mülk, kentin tamamen kuşatılması ve fethi için gemi ve kayıklar yaptırmıştı.113 Nahcivan ve Kars bölgesinde nehirlerin bulunması Büyük Selçuklular için engel değildi. Hızlı bir şekilde gemi ve kayık inşa edilmesi, Selçuklu ordusu içinde denizcilikle uğraşan ustaların ve askerlerin bulunduğunu göstermesi açısından değerlidir. Sultan Alp Arslan’ın son harekâtı olan Maveraünnehr Seferi sırasında Büyük Selçuklu ordusu, Ceyhun Nehri’ni 24 günde gemilerin yan yana dizilip birleştirilmesi ile oluşturulan köprüden114 geçerek Maveraünnehr’e girdi.115 111 Osman Turan, Selçuklular Târihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1993, s. 154; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Cilt: III, Alp Arslan ve Zamanı, Ankara 2001, s. 14. 112 Merçil, “Denizcilik Üzerine Notlar”, s. 217. Şirak bugün Ermenistan’da yer alan 11 ilden birisi olup merkezi Gümrü şehridir. 113 Turan, Türk-İslâm Medeniyeti, s. 154; Köymen, a.g.e., s. 16. 114 Ahmed bin Mahmud, s. 114. Krş. Turan, Türk-İslâm Medeniyeti, s. 190. 14 Büyük Selçukluların nehirler dışında denizcilik faaliyetinde bulunduğu yer Basra Körfezi’ydi. Çağrı Bey’in oğlu Melik Kavurd, İran’ın Kirman bölgesini ele geçirdikten sonra yönünü Umman’a çevirdi. Hürmüz kıyısına gelen Kavurd’un, Umman’ı ele geçirebilmesi için önce Hürmüz Boğazı’nı geçmesi gerekiyordu. Daha önce hiç deniz görmeyen bir Selçuklu Meliki olan Kavurd, tereddütsüz bir şekilde boğazı geçip Umman’ı ele geçirmeye karar verdi. Bu hususta Hürmüz emirine kendisiyle birlikte askerlerini Umman’a nakletmesi için bütün hazılıkların yapılarak gemiler ve kayıklar bulmasını emretti. Hürmüz emîri, gemileri ve kayıkları hazırladıktan sonra hiçbir deniz tecrübesi olmayan Kavurd, denize açılarak Umman’a vardı. Kavurd’un emrindeki askerlerle Umman’a çıkması bölgenin Büveyhî Hâkimi Şehriyâr b. Tafil ve halk için tam anlamıyla bir baskın olduğu gibi idareciler ve halk, Kavurd’a mukavemet göstermeden teslim oldular.116 Cesaretini ve kararlığını gösteren Kavurd, böylece Büyük Selçuklular tarihindeki ilk denizaşırı seferi başarıyla tamamladı.117 Kavurd, Umman’da bulunduğu sırada 1072 yılında kardeşi Sultan Alp Arslan’ın ölüm haberini aldıktan sonra kış mevsimi olmasına rağmen tehlikeli bir şekilde Umman’dan Kirman’a gitti ve tahtı ele geçirmeye çalıştı. Bu geçiş sırasında gemilerin bir kısmı parçalanarak battı ve birçok asker boğularak öldü.118 Kavurd’dan sonra Kirman Selçukluları, yaklaşık 100 yıl daha Umman’da kalmaya devam etti. Bu durum aslında bölge ile ilişkilerinin yanı sıra Basra Körfezi’ndeki faaliyetlerini devam ettirdiklerini göstermektedir. Bu icraatların devam edebilmesi için de elbette donanma gerekliydi ki bu amaçla gemiler inşa ettirdiklerini ve küçük çapta da olsa bir donanmaya sahip olduklarını söylemek mümkündür. Melikşah (1072-1092) döneminde Emîr Ebu Yakub ve Emîr İsa Bori komutasındaki119 bir Selçuklu akıncı grubu, Bizans hâkimiyetindeki Trabzon’u zapt 115 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi (Siyaset, Teşkilât ve Kültür), Ankara 1995, s. 73; Erdoğan Merçil, “Büyük Selçuklu Devletinde Deniz ve Denizcilik Üzerine Notlar”, 3’üncü Deniz Harp Tarihi Semineri, Gölcük, 19 Nisan 2006, s. 217. 116 Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, Ankara 1980, s. 27-28. 117 Erdoğan Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, Türk Denizcilik Tarihi 1-Başlangıçtan XVII. Yüzyılın Sonuna Kadar, (ed. İdris Bostan-Salih Özbaran), İstanbul 2009, s. 21. 118 Merçil, Kirman Selçukluları, s. 45. 119 Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul 1944, s. 112. 15 etti. Böylece Büyük Selçuklular, Karadeniz kıyılarına ulaştılar. Ancak daha sonra Trabzon, Bizanslı Theodoros Gabras tarafından yeniden ele geçirildi.120 Melikşah döneminde Karadeniz’e ulaşıp tutunamasalar da Büyük Selçuklular için yeni hedef Akdeniz’di. Melikşah, 1087 yılında Antakya’ya ulaştıktan sonra Samandağ’a ilerledi. Akdeniz kıyısına ulaşınca Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırlarının, babası Alp Arslan’ın döneminden çok daha genişlemiş olduğundan dolayı Allah’a şükrederek muhtemelen denizi görmenin de heyecanıyla kılıcını üç kez denize daldırdı ve “İşte Tanrı, Doğu Denizi’nden Batı Denizi’ne kadar olan yerlerin hâkimiyetini bana verdi.” sözlerini söyledi. Emrindeki askerlere Akdeniz’den kum almalarını emrettikten sonra Merv şehrine dönerek babasının burada bulunan mezarına gitti ve “Ey babam Alp Arslan sana müjdeler olsun, henüz bir çocuk olarak bırakmış olduğun oğlun dünyayı baştanbaşa fethetti.” dedi.121 Melikşah, muhtemelen Akdeniz’e ulaşınca bütün dünyayı fethettiği fikrine kapılmış olmalıdır.122 Melikşah, 1088 yılında Karahanlılar üzerine düzenlediği seferde büyük bir ordu ile Ceyhun Nehri’nin kıyısına gelmişti. Babası Alp Arslan’ın yaptığı gibi gemileri köprü olarak kullanmayan Melikşah, askerlerin gemiler aracılığıyla karşıya geçirilmesini emretti. Nizâmü’l-Mülk bu geçiş sırasında gemicilerin maaşlarını artırarak 10.000 dinar ücret vermişti. Geçiş tamamlandıktan sonra Ceyhun Nehri’nde bulunan gemiler ise Özkent ve Kaşgar şehirlerinde kıyıya çekilmişti.123 Bu durumda gemilerin Büyük Selçuklular’a ait olmadığı, nehir üzerinde taşımacılık yapan gemicilere ait olduğu düşünülebilir. Melikşah’tan sonra tahta geçen Berkyaruk (1092-1104) döneminde, 1097 yılında Basra, Emîr Kumac’a ikta edildiğinde kendisi gitmeyerek yerine İsmail b. Arslancık adlı birini göndermişti. İsmail, daha sonra Basra’da hâkimiyet sahasını 120 Alexiad, s. 261. Merçil, “Denizcilik Üzerine Notlar”, s. 217; Hasan Geyikoğlu “Selçukluların Deniz Politikası ve Denizcilik Faaliyetleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, c. 10, sy. 22, Erzurum 2003, s. 253; Selim Kaya, “Türk Denizcilik Tarihinin Askeri ve Siyasi Yönü: Türkiye Selçuklu Sultanlarının Karadeniz Politikalarının İktisadi ve Sosyal Hayata Etkileri”, Uluslararası Piri Reis ve Türk Denizcilik Tarihi Sempozyumu 26-29 Eylül 2013, Türk Denizcilik Tarihi, c. III, Ankara 2014, s. 2. 121 Urfalı Mateos, s. 172. Krş. Merçil, “Denizcilik Üzerine Notlar”, s. 218; Geyikoğlu, a.g.m., s. 252- 253. 122 Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 22. 123 Anonim Selçuknâme, s. 24. Krş. Turan, Türk-İslâm Medeniyeti, s. 211. 16 genişletmek isteyince bölgedeki Arap reislerinin gemileriyle karşılaşmıştı. Arap reislerini etkisiz hale getirip gemilere el koyan İsmail, böylece küçük çapta bir donanmaya sahip olmuştu. Bundan sonra hızla gemi yapılmasını emreden İsmail, kısa sürede 20 gemilik bir donanmaya sahip oldu. Umman’da ilerlemek isteyen İsmail’in faaliyetlerini haber alan Umman’ın bir kısmına hâkim olan Ebû Sa’d Muhammed, yaklaşık 50 gemiden oluşan bir donanmayı İsmail’in üzerine gönderdi. Ancak savaş yapılmadı ve anlaşma sağlandı. Fakat İsmail, anlaşmadan sonra iki gemiye daha el koydu. Vasıt şehrindeki askerler, İsmail’in gelip şehri almasını istediler. İsmail harekete geçtiyse de askerler şehri teslim etmekten vazgeçince geri döndü. İsmail’in anlaşmaya uymaması üzerine Ebû Sa’d, irili ufaklı 100 gemiyle Basra’ya el-Ubulla Nehri’nin ağzına kadar geldi. Yanında 10.000 denizci olan Ebû Sa’d’ın karşısında İsmail’in emrinde sadece 700 denizci vardı. Neticede güç farkı sebebiyle yapılan savaşı kaybeden İsmail, Abbâsî Halifesi’nin vekili aracılığıyla Ebû Sa’d ile barıştı. Bu mücadele Büyük Selçuklular’ın ilk deniz savaşı olması açısından önemlidir.124 Sultan Muhammed Tapar (1105-1118) döneminde Basra, Emîr Aksungur elBuharî’ye iktâ edilmişti. Aksungur el-Buharî de Basra’ya vekil olarak Sungur elBeyatî’yi göndermişti. Beyatî, Basra’da görev yaptığı sırada şehrin içme suyu tuzlu olduğu için fakirler ve yolcular için gemilerle su taşıtmıştır.125 Son Selçuklu Sultanı Ahmed Sencer (1118-1157), Oğuzlar ile yaptığı bir savaş sonrası esir düşmüştü. Muhafazasına atanan Emîr Ahmed-i Kumâc’ı kandırıp kaçması için yardım aldı. Nitekim bu emîr, Ahmed Sencer için hazırlattığı gemiyle onu Oğuzlar’dan kaçırmayı başardı.126 Irak Selçuklu Devleti’nde de denizcilik faaliyetlerinin olduğu görülmektedir. Abbâsî halifeleri, Irak Selçuklu Devleti kurulduktan sonra sık sık bu devletin yöneticileriyle sorun yaşamışlar, devletin iç işlerine çeşitli yollarla müdahalede bulunmaya çalışmışlardı. 1126 yılının sonlarına doğru Irak Selçuklu Sultanı Mahmud (1119-1131), askerleriyle Bağdad’a geldi. Abbâsî Halifesi Müsterşid de (1118-1135) 124 İbnü’l-Esîr, X, 277-279. Krş. Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 23. 125 İbnü’l-Esîr, X, 443. Krş. Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 23. 126 Mîrhând, s. 196. Krş. Merçil, “Denizcilik Üzerine Notlar”, s. 220. 17 Dicle Nehri’nde bulunan tüm gemileri topladı. Bunun yanında halifenin emrinde yaklaşık 30.000 asker bulunmaktaydı. Mahmud bu durum üzerine Basra Emîri İmadeddin Zengî’ye gemiler ve askerler toplayarak gelmesini emretti. Basra’da bulunan bütün gemileri Dicle Nehri üzerinden Bağdad’a gönderen İmadeddin Zengî, yaya birlikleriyle Bağdad’a ilerledi. İmadeddin Zengî’nin Ocak 1127’de Bağdad’a geldiğini öğrenen Halife Müsterşid, gelen gemileri ve askerleri görünce barışı kabul etmek zorunda kaldı.127 Irak Selçukluları devrinde gemiler ile yapılan savaşlardan biri Dicle Nehri üzerinde gerçekleşti. Bu savaşta çeşitli gemi tipleri ve savaş araçları kullanılmıştı. Halife Muktefî (1136-1160), Irak Selçuklu Sultanı Muhammed (1153-1160)’in adına hutbe okutmayı reddetti. Muhammed’in karşısına rakip olarak çıkan Süleyman Şah’ın adına hutbe okuttu. Muhammed, Halife Muktefi’nin Süleyman Şah’ı desteklemesi, üzerine Bağdad’ı kuşattı. Halife Muktefî de önlem amacıyla çeşitli savaş araçları yaptırdı ve ayrıca nehirde olası bir savaş için gemiler yapılmasını emretti. Bu gemiler o kadar etkiliydi ki Dicle Nehri’ni kontrol altına aldılar. Savaş başladığında bu gemiler çok etkili atışlarla Irak Selçuklu askerlerine zarar vermekteydiler. Irak Selçuklu Ordusu’nda ise az sayıdaki gemi ve mürettebatı zorla toplanarak Dicle Nehri üzerinde Abbâsî donanmasının karşısına çıkarıldı. Irak Selçuklu askerleri de gemilere binme konusunda zorluk çekmekteydiler. Bölgede halifeye muhalif olan Garraf Hâkimi Bedr b. Muzaffer b. Hammad, Irak Selçuklu sultanına yardım etmek amacıyla merâkib-i hammâle (yük gemileri), zevârik (tekili zevrak) ve şeffâre (düşman gemilerini yakan ateş gemileri) gibi gemiler getirdi. Yardıma gelen diğer emîrler de yanlarında gemi ve asker getirdiler. 6 Mayıs 1157 tarihinde yapılan muharebe akşama kadar devam etti. Neticede Muhammed’in ordusu ve gemileri çok büyük kayıplar vererek Bağdad’ı terk etmek zorunda kaldı.128 Büyük Selçuklular döneminde gemiler, sadece savaş amacıyla kullanılmıyordu. Yük ve yolcu gemilerine genel olarak merkeb (merâkib) ve sefine 127 İbnü’l-Esîr, X, 503-504. Krş. Coşkun Alptekin, The Reign of Zangi (521-541/1127-1146), Erzurum 1978, s. 26; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 238. 128 İbnü’l-Esîr, XI, 181-183; Bündârî, s. 227-229. Krş. Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 23-24. 18 adı verilmekteydi. Bağdad’ı kuşatan Irak Selçuklu sultanına yardım amacıyla Bedr b. Muzaffer, bu tip gemiler getirmişti.129 Büyük Selçuklular, sınırları Hindistan’dan Anadolu’ya, Hazar’dan Basra’ya uzanan büyük bir kara devletiydi. Bu özelliğini yıkılışına kadar sürdürmüşlerdir. Selçuklu devletleri içerisinde kara devleti iken denizlerin, siyasî, askerî ve iktisadî faydalarını tetkik ederek, bu amaçla gerçek anlamda denizcilik faaliyetlerine Türkiye Selçuklu Devleti başlamıştır. 129 Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24 19 BİRİNCİ BÖLÜM KURULUŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE SELÇUKLU DENİZCİLİĞİ 26 Ağustos 1071 tarihinde Selçuklular ile Bizanslılar arasında yapılan Malazgirt Savaşı’nı Selçuklular kazanmıştı. Sultan Alp Arslan, savaşta esir edilen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (1068-1071) ile yaptığı antlaşmanın şartlarına, yeni tahta çıkarılan Bizans İmparatoru VII. Mikhail Dukas’ın (1071-1078) uymaması üzerine antlaşmayı iptal ederek komutanlarına Anadolu’yu fethetmekle görevlendirmişti.130 Bu komutanlar fethettikleri topraklarda ilk Anadolu beyliklerini teşkil etmişlerdir. Erzurum’da Saltuklular (1072-1202), Erzincan-Şebinkarahisar arasında Mengücekler (1080-1228), Sivas çevresinde Dânişmendliler (1080-1178), Bitlis ve Erzen’de Dilmaçoğulları (1084-1393), Van Gölü çevresinde Ahlatşahlar (1110- 1207), Diyarbakır’da İnaloğulları (1098-1183), Harput’ta Çubukoğulları (1085-1113) ve Harput, Hasankeyf ve Mardin çevresinde Artuklular (1102-1409) isimli Türk Beylikleri kuruldu. Bu beylikler, Anadolu’da kurulan ilk Türk siyasi teşekkülleri olarak tarihe geçti.131 Beyliklerin kurulmasından bir süre sonra Anadolu’nun kaderine hükmedecek olan bir devlet daha kurulacaktır: O da Türkiye Selçuklu Devleti’dir. 1.1. Süleyman Şah Dönemi (1078-1086) Sultan Alp Arslan’ın 1072 yılında vefat etmesi ve yerine oğlu Melikşah’ın sultan olmasını takip eden süreçte, Selçuklu hânedanı üyelerinden Kutalmış’ın oğlu olan Süleyman Şah, Anadolu’ya geldi. 132 130 Urfalı Mateos, s. 144; Süryani Mikhail, s. 29. Krş. Yinanç, a.g.e., s. 82; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 34; Muharrem Kesik, 1071 Malazgirt, İstanbul 2013, s. 131- 132. 131 Malazgirt Savaşı’ndan sonra kurulan ilk Anadolu Türk Beylikleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, Anadolu Türk Beylikleri, İstanbul 2018. 132 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 47; Ali Sevim, “Süleyman Şah I”, DİA, XXXVIII, 103. 20 Süleyman Şah, 133 kendisine katılan Horasan Türkmenleri ile önce Antakya üzerine yürüdüyse de burayı ele geçiremedi. Daha sonra Orta Anadolu istikametine yönelerek Konya’yı ve yakınlarda bulunan Gavele (Gevele) Kalesi’ni ele geçirdi.134 Konya’yı ele geçirdikten sonra kuzeybatı yönünde ilerlemeye devam eden Süleyman Şah, 1078 yılında Bizans İmparatorluğu’nun önemli şehirlerinden biri olan İznik’i fethetti.135 Süleyman Şah, 1078 yılında İznik’i fethetmesiyle beraber burayı kendisine merkez yaptı ve Türkiye Selçuklu Devleti’ni tesis etti. 136 Bu sırada Bizans İmparatorluğu, Malazgirt Savaşı’ndan sonra uzun süreli taht kavgalarının yaşandığı bir iç mücadele içerisine girmiş durumdaydı. Bizanslı komutanlar Nikephoros Bryennios ve Nikephoros Botaniates, imparator Mikhail Dukas’a isyan ederek ayrı ayrı imparator olduklarını ilan ettiler. 137 Kütahya’da bulunan Nikephoros Botaniates, Alp Arslan’a karşı isyan ederek Bizans’a sığınan Selçuklu Meliki Erbasgan’ı, o sırada İznik’i ele geçirerek Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuş olan Süleyman Şah’a (1078-1086) gönderdi ve ittifak önerisinde bulundu. Bu fırsattan yararlanarak devletinin sınırlarını genişletmek isteyen Süleyman Şah ittifak önerisini kabul etti.138 Süleyman Şah, Nikephoros Botaniates’in emrine destek olarak 2.000 asker verdi. Türk kuvvetleriyle güçlenen Nikephoros Botaniates, 1078 yılında Bizans İmparatoru oldu.139 Nikephoros 133 Türkiye Selçuklu Sultanı Süleyman Şah hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Taner Demir, I. Süleyman Şah Dönemi Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2018. 134 Anonim Selçuknâme, s. 35. Krş. Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 101; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 144; Vladimir Aleksandroviç Gordlevskiy, Küçük Asya’da Selçuklular, (trc. Abdülkadir İnan), Ankara 2015, s. 27. 135 Azîmî (s. 24) ve Osman Turan, (Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 54) İznik’in fethinin 1075 yılında olduğunu belirmektedirler. Erdoğan Merçil (Müslüman-Türk Devletleri, s. 102), tahmini 1080 olarak vermektedir. Muharrem Kesik ise (1071 Malazgirt, s. 144) 1078 tarihini vermektedir ki bu tarih daha doğru görünmektedir. 136 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 55; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 144-145. 137 Zonaras, s. 148; Attaleiates, s. 215, 244; Bryennios, s. 127-128, 136; Tamara Talbot Rice, Anadolu Selçuklu Tarihi, (trc. Tuna Kaan Taştan), Ankara 2015, s. 45; Ali Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara 1990, s. 26. 138 Zonaras, s. 150. Krş. Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, (trc. Erol Üyepazarcı), İstanbul 2012, s. 9; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 101; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 147-148. 139 Zonaras, s. 151-152; Attaleiates, s. 265-267; Bryennios, s. 141-142. Krş. Cahen, a.g.e., s. 9; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 101; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 150. 21 Botaniates’in (1078-1081) imparator olmasında en önemli unsur Süleyman Şah’ın yanına vermiş olduğu 2.000 Türk askeriydi. Bu Selçuklu askerleri, Kadıköy ve Üsküdar’da çadırlar kurdular.140 Selçuklu askerleri, Trakya’da imparatorluk iddiasında bulunan Nikephoros Bryennios’a karşı savaşacaklardı.141 Bu şekilde Türkiye Selçukluları, ilk defa İstanbul ve Boğaz ile tanışıyorlardı. Bizans İmparatorluğu’nun bu durumunu fırsat gören Süleyman Şah, devletinin sınırlarını Marmara-Karadeniz yönlerinde genişletmek amacıyla Kuzey’e doğru harekete geçti. Harekât, kısa sürede Bursa ve çevresinin yanı sıra Kocaeli Yarımadası’nın tamamen ele geçirilmesiyle neticelendi.142 İlerlemeye devam eden Süleyman Şah, İstanbul Boğazı’na kadar ilerleyerek Kadıköy ve Üsküdar’ı ele geçirdi.143 Süleyman Şah, Üsküdar’da Harem-Salacak civarında oluşturduğu gümrükler vasıtasıyla İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerden vergi almaya başladı.144 Bu durum, Süleyman Şah’ın gemilere sahip olabileceğini göstermektedir. İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerden vergi alınması için ya gemilere sahip olunması ya da kıyıdan, geçen gemileri durdurmak için mancınık gibi ağır silahların bulunması gerekir. Gemilerin olduğu düşünülürse, kiralanmış ve silahlı Bizans gemisi olabileceği de ihtimal dâhilinde olup ancak bununla ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Ayrıca bu gemilerin Türkiye Selçukluları’nın ilk deniz gücünü oluşturduğu iddiası çok abartılı olmakla birlikte, Türkiye Selçukluları’nın denizciliğe hiç yabancılık çekmeden uyum sağlayacağını göstermesi açısından çok önemli bir olaydır. Ayrıca böyle bir durum, Osmanlı Devleti’nin 1300’lü yıllarda İstanbul Boğazı’nın kıyılarına kadar gelişine kadar bir daha gerçekleşmemiştir. 140 Attaleiates, s. 264-265. Krş. Kesik, 1071 Malazgirt, s. 151. 141 Nikephoros Bryennios, s. 160-161. Krş. Kesik, 1071 Malazgirt, s. 152-153. 142 Ebu’l-Ferec, I, 331. Krş. Hayati Tezel, Anadolu Türklerinin Deniz Tarihi, I, İstanbul 1973, s. 5; Muharrem Kesik, At Üstünde Selçuklular, İstanbul 2011, s. 221. 143 Ayşe Dudu Erdem Kuşçu, “Türkiye Selçuklularında Ordu ve Donanma”, Türkler, VII, 185; Yusuf Ayönü, Selçuklular ve Bizans, Ankara 2014, s. 74. 144 Anna Komnena, s. 124. Krş. Yinanç, a.g.e., s. 109; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 61; Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 27; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24; Muhsin Kadıoğlu, “Anadolu Selçuklularda ve Anadolu Türk Beyliklerinde Denizcilik Faaliyetleri”, 3’üncü Deniz Harp Tarihi Semineri, Gölcük, 19 Nisan 2006, s. 226. 22 Haçlı yazarlarından olan Willermus Tyrensis eserinde, Bizans İmparatorluğu’nun taht kavgalarıyla zor durumda olduğu sırada İstanbul’un Anadolu kıyılarına gelen Selçuklu askerlerinin, gemileri olması halinde imparatorluk başkentini rahatlıkla ele geçirebilecek durumda olduklarını belirtmektedir.145 Bunun denizcilik ve donanmanın önemini göstermesinin yanı sıra Türkiye Selçuklu Devleti’nin daha en başından denizcilikte gelişmesi yönünden çabası olması halinde İstanbul’u eline geçirmesinin hiç de zor olmadığını ortaya koyması açısından çok önemli bir tespit olarak değerlendirilebilir. Süleyman Şah, Bizans imparatorluğu tahtındaki mücadelelerden yararlanarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin sınırlarını genişletmişti.146 Bizans İmparatorluğu’nun istikrar içerisinde olması, yeni kurulmuş ve bölgedeki hâkimiyetini kalıcı hale getirmek için gayret gösteren Türkiye Selçuklu Devleti’nin güçlenmesi yolunda büyük bir engel edecekti. Süleyman Şah, bu defa da Nikephoros Botaniates’e karşı imparatorluk iddiasında bulunan Nikephoros Melissenos’u, Denizli ve Ankara civarındaki yerleri vermesi karşılığında desteklemeye başladı. Nikephoros Melissenos, İstanbul üzerine yürüyerek imparator olmak için çalıştıysa da daha hızlı hareket eden Aleksios Komnenos, 1081 yılında Bizans tahtına oturarak imparator oldu.147 I. Alesios Komnenos’un (1081-1118) Bizans imparatoru olmasıyla Türkiye Selçuklu-Bizans ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. 148 Süleyman Şah, yeni imparator olan I. Aleksios Komnenos ile ilk zamanlarda herhangi bir antlaşma yapmadı. Esasen Türkiye Selçuklu Devleti, İstanbul Boğazı’na kadar olan alana yani Kocaeli Yarımadası’nın tamamına egemendi.149 Bu duruma çare aramaya başlayan I. Aleksios Komnenos, bir gece baskınıyla Türkiye Selçuklu kuvvetlerini İstanbul 145 Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği Başlangıçtan Kudüs’ün Zaptına Kadar (I.-VIII. Kitaplar), (trc. Ergin Ayan), İstanbul 2016, s. 41. 146 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 55. 147 Anna Komnena, s. 81. Krş. Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 30; Abdülkerim Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, İstanbul 2006, VIII, 103; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 102. 148 Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Ayönü, Selçuklular ve Bizans, Ankara 2014; Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Devleti-Bizans İmparatorluğu İlişkileri”, Sosyoloji Yıllığı, İstanbul 2006, sy. 15, s. 436-451. 149 Anna Komnena, s. 124. Krş. Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 221. 23 Boğazı kıyılarından çıkarmak istediyse de başarılı olamadı. Bu sırada Bizans İmparatorluğu’nun batı sınırında Norman tehlikesi ortaya çıkması üzerine I. Aleksios Komnenos, Süleyman Şah ile 1081 yılında Drakon Suyu Antlaşması’nı imzaladı. Antlaşma ile Türkiye Selçuklu Devleti, İstanbul Boğazı kıyısından Drakon150 adı verilen dereye kadar geri çekileceklerdi. Sonuçta Bizans İmparatorluğu, Türkiye Selçuklu Devleti’ni resmen tanıdı. Ayrıca Kocaeli’ne kadar olan Anadolu topraklarının tamamını Türkiye Selçuklu Devleti’ne bıraktı.151 Antlaşmanın bir maddesine göre Türkiye Selçuklu Devleti, Bizans İmparatorluğu’nun Normanlarla mücadelesi sırasında askeri yardımda bulunacaktı.152 Ancak Bizans İmparatorluğu için bu antlaşma geçici olacak, ilk fırsatta Türkiye Selçuklu Devleti’ne bıraktığı toprakları yeniden almak için mücadeleye girişecekti. Ayrıca bu antlaşma, Türkiye Selçuklu Devleti’ni boğaz kıyısından uzaklaştırmaktaydı. Süleyman Şah’ın komutanlarından biri olan Karategin Bey, bölgedeki Bizans komutanlarının, I. Aleksios Komnenos tarafından İstanbul’a görüşmeye çağrılmasından153 istifade ederek Çankırı, Kastamonu ve Sinop şehirlerini fethetti. Böylece Türkiye Selçuklu Devleti’nin sınırları Karadeniz kıyılarına kadar genişlemiş oldu. 154 Ancak Karategin Bey’in denizciliğe ilgi gösterdiği ve kıyılarda faaliyeti olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Süleyman Şah, Bizans sınırını güvence altına aldıktan sonra bu kez güneye yöneldi. Antakya, bu sırada Bizans hâkimiyetini tanımayan, adeta bağımsız hareket 150 Anna Komnena, s. 126. Drakon’un neresi olduğu konusunda tarihçiler arasında birçok görüş vardır. Mesele tezin konusu olmamakla birlikte Erdoğan Merçil’e göre (Müslüman Türk Devletleri, s. 103); Maltepe’de bulunan Dragos Tepesi’nin batısından İzmit Körfezi’ne dökülen çay; Abdülkerim Özaydın’a göre (İslâm Tarihi, VIII, 103) İzmit Körfezi’ne dökülen küçük Dragos (Drakon, Kırkgeçit) Çayı; William Ramsay’e göre (Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası, s. 205); İzmit Körfezi’ne dökülen Kırkgeçit Deresi; Osman Turan’a göre (Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 62); bugünkü Maltepe’de Drakos (Orhan Tepe) Tepesi ve onun yanındaki bir deredir. 151 Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 30; Geyikoğlu, a.g.m., s. 253; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 103; Gordlevskiy, a.g.e., s. 27. 152 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 103; Ayönü, a.g.e., s. 75. 153 Anna Komnena, s. 119. 154 Yinanç, a.g.e., s. 126; Osman Turan, “Süleyman-Şah I”, İA, XI, 212; Geyikoğlu, a.g.m., s. 254; Mustafa Gül-Mustafa Balcıoğlu, “Anadolu Selçuklularında Denizcilik Faaliyetleri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, c. 5, sy. 1, Samsun 1990, s. 60; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 103; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24. Karategin Bey’in mezarı Çankırı’da bulunmaktadır. Ayrıca Çankırı’daki üniversiteye adı verilmiştir. 24 eden Ermeni Vali Philaretos Brachamios tarafından yönetilmekteydi. Sınırlarını gittikçe genişleten Philaretos, Tarsus, Mamistra ve Anazarba’dan (Anazarva) sonra 1077 yılında Urfa’yı ele geçirdi. Philaretos, I. Aleksios Komnenos’un imparatorluğunu tanıyarak ona bağlılığını arz etmişti. Ayrıca Haleb hâkimi Şerefü’ddevle Müslim’e haraç ödeyerek onunla da iyi geçinmeye çalışıyordu. Bu arada Süleyman Şah’a karşı Sultan Melikşah’ın yanında görünüyordu. Süleyman Şah ise Antakya şehrini ele geçirebilmek için bir fırsat aramaktaydı. Süleyman Şah, Antakya valisi Philaretos’un tutukladığı oğlu Barsam’ın kurtulması ve şehrin Müslüman şahnesi İsmail ile birlikte onu kente davet etmesi üzerine Antakya’ya sefer düzenlemeye karar verdi.155 İznik’ten ayrılırken yerine Ebu’l-Kâsım’ı vekil bırakarak sefere çıktı.156 Antakya önlerine geldikten sonra Philateos’un oğlu Barsam ve şehrin Müslüman şahnesi İsmail’in yardımıyla ordusuyla gizlice içeri giren Süleyman Şah şehri fethetti.157 Bu seferin nasıl yapıldığı hususuyla ilgili kaynaklarda birçok muhtelif bilgi mevcuttur. İbnü’l-Esîr, Süleyman Şah’ın deniz yoluyla yaklaşık 300 süvari ve çok sayıda piyadeden oluşan bir kuvvetle hareket ettiğini söylemektedir.158 İbnü’l-Esîr gibi Ebû’l-Ferec de, Philaretos ayrıldıktan sonra Süleyman Şah’ın gemiler hazırlatarak Antakya’ya doğru hareket geçtiğini belirtmektedir.159 Bu gemilerin varlığını söyleyen İbnü’l-Esîr ve Ebû’l-Ferec, gemilerin kimden ve nasıl tedarik edildiği noktasında ayrıntılı bilgi vermemektedir. Müneccimbaşı da aynı şekilde İbnü’l-Esîr gibi Süleyman Şah’ın 300 atlı ve birçok yayadan oluşan kuvvetle, denizden Antakya’ya gittiğini belirtmektedir.160 Süleyman Şah’ın Antakya’ya deniz yolundan gitmediği noktasında farklı kaynaklarda da bilgi mevcuttur. Aksarayî, Süleyman Şah’ın 1.000 kişi ile geceleri yol alıp gündüzleri derelerde gizlenerek beş günün sonunda Antakya’ya vardığı 155 İbnü’l-Esîr, X, 128; Müneccimbaşı, s. 6. Krş. Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 107; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 104; Rice, a.g.e., s. 49. 156 Anna Komnena, s. 194. Krş. Yinanç, a.g.e., s. 122. 157 Azîmî, s. 29. Krş. Muharrem Kesik, “Türk-Ermeni İlişkileri Tarihinin İlk Safhaları”, Türkiye Selçukluları -Makaleler-, İstanbul 2015, s. 247-248; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2019, s. 40-41. 158 X, 128. Krş. Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24. 159 I, 331. 160 s. 6. 25 bilgisini vermektedir.161 Anonim Selçuknâme’de Süleyman Şah’ın, Antakya’ya karadan yürüdüğü, bunun anlaşılmaması için de atlarını ters nallatarak civardaki casusların gözetim ve denetiminden kurtulduğu zikredilmektedir. 162 Anna Komnena ise Süleyman Şah’ın geceleri yol alıp gündüz dinlenerek 12 günde Antakya’ya vardığını yazmaktadır. 163 Türkiye Selçuklularının kuruluş aşamasında denizden ordu nakledecek kadar gemiye sahip olduğunu düşünülse de Süleyman Şah’ın, bir deniz gücünün bulunduğuna dair hiçbir kaynakta bilgi geçmemektedir. Bu gemilerin Bizans gemisi olma ihtimali göz ardı edilmemekle birlikte çok düşük bir olasılıktır. Eğer böyle bir durum olması halinde Anna Komnena’nın bu durumu eserinde bildirmesi kuvvetle muhtemel gerekirdi. Daha yeni kurulmuş ve denizleri tam anlamıyla bilmeyen Türkiye Selçuklu Devleti’nin bu kadar kısa sürede denizden ordu nakledecek kadar gemiye sahip olması pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu seferin kara yoluyla yapıldığı fikrinin uygun olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Buna karşılık Süleyman Şah’ın, para karşılığı gemi kiralayarak Antakya’ya sefer düzenlemesinin de mümkün olduğu göz ardı edilmemelidir. Ancak bu durumla ilgili bilgiye ulaşmak mümkün olmamıştır. Süleyman Şah, Antakya’nın fethinden sonra güney seferine devam ettiyse de Halep önlerinde Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile yaptığı savaşı kaybederek hayatını kaybetti.164 Böylece hükümdarsız kalan Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına İznik’te vekil bulunan Ebu’l-Kâsım geçti. 1.2. Ebu’l-Kâsım Dönemi (1086-1092) Süleyman Şah’ın Haleb önlerinde Melikşah’ın kardeşi Tutuş’a yenilerek ölmesinden sonra İznik’te nâibi olarak bulunan Ebu’l-Kâsım, hükümdarlığını ilan 161 s. 14. 162 s. 36. 163 s. 194. 164 Anna Komnena, s. 195; Müneccimbaşı, s. 7. Krş. Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 37-38; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 105. 26 etti.165 Süleyman Şah’ın ölümü üzerine Anadolu’da bulunan Türk beyleri, büyük ölçüde bağımsız hareket etmeye başlamışlardı. Antakya’nın ele geçirilmesi sırasında kuzeyde bulunan Karategin Bey, Sinop’u ele geçirerek Türkiye Selçuklu topraklarına kattı.166 Karadeniz kıyılarındaki durumun Bizans İmparatorluğu açısından ciddi olduğunun farkına varan imparator I. Aleksios Komnenos, bölgeyi yeniden ele geçirmek için planlar yapmaya başladı. Bu sırada Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah tarafından Bizans İmparatorluğu’na gönderilen elçi olan Siyavuş’u bölgeyi yeniden ele geçirmek için kullanmaya karar verdi.167 Siyavuş’a, Sultan Melikşah’ın kendisine göndermiş olduğu mektubu göstermesini isteyerek başta Sinop olmak üzere bölgeyi ele geçiren Türk beylerinin ele geçirdikleri ganimetleri de bırakarak geri çekilmesini sağladı.168 Böylece Selçukluların Karadeniz kıyılarındaki kısa süreli hâkimiyeti sona erdi. Ebu’l-Kâsım, hükümdar olduktan sonra Orta Anadolu’daki Kapadokya bölgesini, kardeşi Ebu’l-Gazi’ye bıraktı.169 Ebu’l-Kâsım, Süleyman Şah’ın 1081 yılında Bizans İmparatorluğu ile yaptığı Drakon Suyu Antlaşması’nı ortadan kaldırarak Bizans’ın hâkimiyetindeki Kocaeli Yarımadası’na harekâta başladı. I. Aleksios Komnenos, Süleyman Şah’a karşı uyguladığı taktiği Ebu’l-Kâsım’a da uygulamaya karar verdi ve Türkiye Selçuklu kuvvetlerini geri çekilmeye zorladı. Bu şekilde Ebu’l-Kâsım’ın barışı kabul edeceğini düşünüyordu. Ebu’l-Kâsım ise barış görüşmelerini uzatarak zaman kazanmaya başlayınca I. Aleksios Komnenos, İznik üzerine Türk asıllı Tatikios’un170 komutasında bir kuvvet gönderdi. Fakat tam bu sırada Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Emîr Porsuk komutasında büyük bir orduyu İznik’i ele geçirmek amacıyla 165 Anna Komnena, s. 197. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 84; Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 39; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 115; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106. 166 Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24; Kadıoğlu, a.g.m., s. 227. 167 Anna Komnena, s. 195. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 115; Cahen, a.g.e., s. 11; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106; Kaya, a.g.m., s. 3. 168 Anna Komnena, s. 196. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 115; Cahen, a.g.e., s. 11; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106; Kaya, a.g.m., s. 3. 169 Anna Komnena, s. 197. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 84; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 115; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106. 170 Bizanslı komutan Tatikios hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Işın Demirkent, “Tatikios (Türk Asıllı Bir Bizans Kumandanı)”, Belleten, c. LXVII, sy. 248, (Nisan 2003), Ankara 2003, s. 93-110. 27 göndermişti. Bu durum üzerine Tatikios böyle bir kuvvetle karşılaşmasının mümkün olmadığını düşünerek İstanbul’a geri çekildi.171 Emîr Porsuk, İznik’i kuşattıysa Ebu’l-Kâsım’ın direnişi nedeniyle geri çekilmek zorunda kaldı. 1.2.1. Gemlik’te Türk Tersanesi’nin Kurulması Teşebbüsü Ebu’l-Kâsım, Bizans İmparatorluğu üzerine harekâta devam ederek Güney Marmara sahillerini kontrol altına almak istedi. Bu amaçla Kios’u (Gemlik) ele geçirdi ve burada bir donanma oluşturmak amacıyla tersane inşa ettirdi.172 Bölgede hâkimiyetin devam ettirmenin yolunun donanma gücünün olmasından geçtiği anlamıştı. Küçük bir donanma kurmak suretiyle Marmara Denizi’ndeki Bizans hâkimiyetine darbe vurmak ve imparatorluğun başkenti İstanbul’u baskı altına almak istiyordu. Tersanenin hızlı bir şekilde inşa edilmesinden sonra gemilerin yapımına başlandı. Gemi yapım ustalarının Bizanslı olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü bölgedeki Türkiye Selçuklularının denizcilikle ilgili hiçbir tecrübesi yoktu. Ebu’l-Kâsım’ın, Kios’ta tersanede gemiler yaptırmaya başladığı haber alan I. Aleksios Komnenos, bu duruma hemen müdahale etmek istedi. Bizans donanmasının komutanlığına Manuel Butumites getirilerek derhal Ebu’l-Kâsım’ın yapmaya başladığı gemilerin imha edilmesini emretti. Karadan da Tatikios komutasında bir Bizans ordusu, Ebu’l-Kâsım’ın üzerine yürümeye başladı.173 Ebu’l-Kâsım, hem denizden hem de karadan gelen bu tehdit üzerine karşı koyamayacağını anlayarak hızlı bir şekilde Gemlik’ten geri çekildi. İstanbul’dan Gemlik’e gelen Manuel Butumites komutasındaki Bizans donanması, Gemlik’teki 171 Anna Komnena, s. 197. Krş. Işın Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996, s. 9; Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 39; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 116-117; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 222. 172 Anna Komnena, s. 198. Krş. Tezel, a.g.e., s. 5; Demirkent, a.g.e., s. 10; Kuşçu, Türkler, VII, 184; Geyikoğlu, a.g.m., s. 254; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24; Kadıoğlu, a.g.m., s. 227; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223. 173 Anna Komnena, s. 198. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 10; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 106- 107; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223; Ayönü, a.g.e., s. 79. 28 gemi yapım tezgâhlarında bulunan Türkiye Selçuklu gemilerini yaktı.174 Ebu’lKâsım, 1090 yılı sonlarında karada Tatikios ile yaptığı savaşı kaybederek İznik’e geri çekilmek zorunda kaldı. 175 Ebu’l-Kâsım’ın bu cesur ve ileri görüşlü teşebbüsünün gerçekleşmemiş olması, Türkiye Selçuklu denizciliğinin kuruluşunu bir süre daha geciktirmiştir. 1.2.2. Ebu’l-Kâsım’ın Çaka Bey ile İttifak Girişimi Emîr Porsuk’un Anadolu’da yeniden Türk beylerini kontrol altına alarak İznik’e doğru ilerlemesi üzerine I. Aleksios Komnenos, Ebu’l-Kâsım’ı İstanbul’a davet etti.176 I Aleskios Komnenos’un birinci amacı Emîr Porsuk’a karşı Ebu’lKâsım ile ittifak yapmak ve ikinci amacı ise Ebu’l-Kâsım’ın Bizans İmparatorluğu’ndan aldığı İzmit’i yeniden ele geçirmekti. Ebu’l-Kâsım, İstanbul’da iyi ağırlandı ve şerefine şölenler yapıldı. İstanbul’da bulunduğu süre bu şekilde uzatılıyordu. Barış ve ittifak görüşmelerinin yapıldığı bu sırada I. Aleksios Komnenos, gemileri yapı malzemesi, mimarlar ve işçiler ile doldurarak donanma komutanı Eustathios Kymineianus’un komutasında İzmit’e gönderdi. Bu güçle İzmit’te bir kale yapmak suretiyle bölgeyi yeniden kontrol altına almak istiyordu. İzmit Kalesi’nin tamamlanmasından sonra hediyeler ve “Sebastos” unvanı verdiği Ebu’l-Kâsım’ı İznik’e uğurladı.177 Ebu’l-Kâsım, İzmit’te bir kale inşa edilerek bölgedeki Türkiye Selçuklu hâkimiyetine son verildiğini öğrendiği zaman doğal olarak bir şey yapamadı.178 Bu sırada Emîr Porsuk, İznik önlerine gelmişti. Emîr Porsuk, üç ay süren İznik kuşatmasına başladı. Ebu’l-Kâsım da bunun üzerine I. Aleksios Komnenos’tan yardım istedi. Bizans İmparatorluğu’ndan yardım gelmediği süre içerisinde Ebu’l174 Anna Komnena, s. 199. Krş. Tezel, a.g.e., s. 6; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 60; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223; Ayönü, a.g.e., s. 79-80. 175 Anna Komnena, s. 199. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 10; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 107; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223. 176 Geyikoğlu, a.g.m., s. 254; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 107; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223; Ayönü, a.g.e., s. 81. 177 Anna Komnena, s. 199-200. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 11-12; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 107; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223-224; Ayönü, a.g.e., s. 81. 178 Anna Komnena, s. 200. Krş.. Geyikoğlu, a.g.m., s. 255; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 107; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 224. 29 Kâsım, tamamen kendi gücüyle Emîr Porsuk’a karşı koydu. Bu sırada Bizans İmparatorluğu da Batı’da Peçenekler179 ile mücadele ediyordu. Bu sebeple I. Aleksios Komnenos, Ebu’l-Kâsım’a büyük bir kuvvet gönderecek durumda değildi. Bununla birlikte bir hileye başvurdu. İmparatorluk sancaklarını küçük bir askeri kuvvetle İznik’e gönderdi. Böylece Emîr Porsuk’un, şehrin Bizans hâkimiyetinde olduğunu göstermeyi amaçlıyordu. Çünkü şehir, Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçirmesiyle bir daha Bizans İmparatorluğu’nun tekrar ele geçirmesi neredeyse imkânsız hale gelecekti. Ayrıca bu askeri birliğe, eğer imkân olursa şehrin Ebu’lKâsım’dan alınmasını da emretmişti. Bu askeri kuvvet, şehre deniz yönünden girerek İznik Kalesi’nin burçlarına imparatorluk sancaklarını dikip savaş naraları atınca Emîr Porsuk, imparatorun bizzat İznik’e geldiğini düşünerek geri çekildi. İznik böylece kuşatmadan kurtuldu. Bizans askeri birliği İznik’te Ebu’l-Kâsım’ın askeri açıdan hala çok kuvvetli olduğunu görünce geri çekildiler.180 Melikşah, Emîr Porsuk’un bu başarısızlığı üzerine Emîr Bozan’ı, İznik’e gönderdi. Emîr Bozan da Ebu’l-Kâsım’ın çok sert direnişi karşısında İznik’i ele geçirmeyi başaramayınca karargâhını Lopadion (Ulubat) yakınlarına taşıyarak geri çekildi. 181 Ebu’l-Kâsım, Bizans İmparatorluğu ile başa çıkmanın zorluğunu anlayarak bölgede donanma gücünü iyiden iyiye gösteren Çaka Bey ile ittifak kurmak istemişti. Bizans İmparatorluğu, Peçenekler ile uğraşırken bu sefer güneyde İzmir’i ele geçiren Türk asıllı Çaka Bey,182 önce Peçeneklerle ittifak kurdu. Daha sonra da Türkiye 179 Peçenekler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937. 180 Anna Komnena, s. 201-202. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 12-13; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 107-108; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 224; Ayönü, a.g.e., s. 82. 181 Anna Komnena, s. 203. Krş. Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 40; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 108-109; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 224; Ayönü, a.g.e., s. 84. 182 Çaka Bey’in faaliyetleri ve hakkında bilinenler çoğunlukla Anna Komnena’nın Alexiad adlı eserinde bulunmaktadır. Çaka Bey, Malazgirt Savaşı sonrası Alp Arslan tarafından Anadolu’nun fethiyle görevlendirilen komutanlardan biriydi. Bir savaşta esir düşünce imparator Nikephoros Botaneiates’in sarayına gönderildi. İmparator ona “protonobilissimos” unvanı ile bazı ayrıcalıklar ve hediyeler verdi. Burada Rumca ile Bizanlılar’ın savaş yöntemlerini öğrendi. I. Aleksios Komnenos’un 1081 yılında tahta çıkması üzerine tüm ayrıcalıkları elinden alınınca İstanbul’dan kaçarak İzmir’e gitti. Bizans’ın Anadolu sahillerindeki hâkimiyetini kaybetmesi üzerine gemi inşasından anlayan birini desteğiyle Çaka Bey, 40 gemi inşa ettirerek oluşturduğu ilk Türk donanması ile harekete geçti. Türkiye Selçuklu Hâkimi Ebu’l-Kâsım ve Peçenekler ile ittifak yaptı. Böylece Bizans’a karşı müşterek bir harekât planladıysa da Ebu’l-Kâsım’ın Bizans ile anlaşması üzerine bu plan bozuldu. Çaka Bey, bunun üzerine tek başına hareket etmeye başladı. Oluşturduğu donanmayla Urla ve Foça gibi kıyı şehirlerini aldı. Daha sonra Midilli, Sakız, Sisam ve Rodos adalarını ele geçirdi. Bizans donanmasının adaları geri almak üzerine harekete geçmesi üzerine başlayan savaşta Çaka Bey ilk 30 Selçuklu hâkimi Ebu’l-Kâsım ile ittifak yaparak Bizans İmparatorluğu’nu çember altına almayı hedefledi. Ancak Çaka Bey, sebebi bilinmeyen bir şekilde Bizans İmparatorluğu ile savaşmaktan vazgeçince ittifak dağıldı. Bizans İmparatorluğu’nun Peçenekler’i, Kumanlar’ın yardımıyla 1091 yılında ağır bir şekilde mağlubiyete uğratınca ittifakın Batı kanadı çökmüş oldu. Ebu’l-Kâsım ise artık bağımsız hüküm sürmenin imkânsızlığını görerek Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı İznik Valisi olarak tasdik edilmek için Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ile görüşmek amacıyla 15 katır hediyeyle birlikte İsfahan’a doğru yola çıktı.183 Ancak Melikşah onunla görüşmeyi reddederek Anadolu işlerinin Emîr Bozan’ın sorumluluğunda olduğunu ve onunla görüşmesini söyleyince geri dönerken yolda Emîr Bozan’ın adamları tarafından yakalandı ve yay kirişiyle boğularak öldürüldü.184 Ebu’l-Kâsım, denizciliğin önemini anlamış ve bu anlamda çalışmalar yapmışsa da Bizans İmparatorluğu’nun erken müdahaleleri nedeniyle amacına deniz zaferini kazandı. Daha sonra Bizans kuvvetleriyle karada yapılan savaşı da kazanarak güçlenmeye devam etti. Bizans ile yapılan barış görüşmelerinde kendisine Bizans tarafından verilen ayrıcalık ve rütbeleri geri istedi. Ayrıca kızını imparatorun oğlu ile evlendirmeyi teklif etti; bu şartların kabul edilmesi halinde adaları iade edeceğini bildirdi. Ancak antlaşma gerçekleşmedi. Çaka Bey’in daha sonraki hedefleri ise Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası oldu. Ayrıca tekrar mağlup olan ve ağır yara alan Peçenekler ve Ebu’l-Kâsım ile ittifak kurdu. Bu ittifak döneminde İstanbul adeta üç yandan kuşatılmış durumdaydı. Fakat daha sonra bilinmeyen bir sebeple Bizans ile savaşmaktan vazgeçti. Bu durum üzerine I. Aleksios Komnenos, Çaka Bey üzerine büyük kuvvetler sevk etti. Yapılan savaşta Çaka Bey mağlup oldu. Donanmasının bir kısmı tahrip oldu ve Midilli Adası yeniden Bizans’ın eline geçti. Kızını Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ile evlendirerek onunla akrabalık ilişkisi kurdu. Kayıplarına rağmen pes etmeyerek hazırladığı donanmayla Midilli, Sakız, Sisam ve Rodos adalarında yeniden ele geçirdi. Daha sonra İstanbul’u ele geçirmeyi hedefledi. I. Aleksios Komnenos, Çaka Bey’in Bizans’ı ele geçirmeyeceğini, asıl hedefinin Türkiye Selçuklu Devleti olduğunu belirten bir mektup yazarak Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’a yolladı. Bu mektup üzerine I. Kılıç Arslan, kayınpederi Çaka Bey’i bir ziyafet esnasında zehirleyerek öldürttü. Böylece İstanbul, Çaka Bey tehlikesinden kurtulmuş oldu. İyi bir teşkilatçı ve ilk büyük Türk denizcisi olan Çaka Bey’in, Bizans’ın yerine bölgede büyük bir Türk devletinin kurulması ideali için savaştığı söylenebilir. Çaka Bey hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Akdes Nimet Kurat, Çaka Bey, Ankara 1966; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklu Çağındaki İzmir Türk Beyi’nin Adı: Çaka mı, Çağa mı, Çakan mı?”, TD, XXXIV (1984), s. 55-60; Mücteba İlgürel, “Çaka Bey”, DİA, VIII, 186-188; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 216-220. 183 Anna Komnena, s. 203. Krş. Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 40; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 117; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 109. 184 Anna Komnena, s. 203-204. Krş. Krş. Sevim, Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 40; Demirkent, a.g.e., s. 14; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 117; Cahen, a.g.e., s. 12; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 109; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 224. Ebu’l-Kâsım’ın yay kirişiyle boğulması onun Selçuklu hânedanı üyesi olabileceğini akla getirmektedir. Çünkü sadece hânedan üyelerinin kanlarının akıtılması yasak olduğu için yay kirişiyle boğularak ortadan kaldırılırlardı. 31 ulaşamamıştır. İlk büyük Türk denizcisi olarak kabul edilen Çaka Bey ile ittifak yaparak Bizans İmparatorluğu’na karşı hareket etmiştir. Bu dönemde Bizans İmparatorluğu’nun büyük sorunlar yaşamasında Ebu’l-Kâsım’ın başta denizcilik alanında olmak üzere gerçekleştirmeye çalıştığı çeşitli faaliyetlerin etkisi önemli bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. 1.3. Ebu’l-Kâsım’dan Sonra Türkiye Selçuklu Denizciliği’nin Durumu Ebu’l-Kâsım’ın ölümünden bir süre sonra Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat etti. Süleyman Şah, Haleb önlerinde Aynü’s-Selem Savaşı esnasında Tutuş’a yenilince yanında bulunan oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, esir alınarak Isfahan’a götürülmüştü.185 Melikşah’ın 1092 yılında ölümüyle birlikte Süleyman Şah’ın oğlu Kılıç Arslan, serbest kalarak Anadolu’ya geri döndü. Ebu’l-Kâsım’ın ölümü üzerine İznik’te yönetimi üstlenen kardeşi Ebu’l-Gazi, Kılıç Arslan’ın geri dönmesi üzerine şehri ona teslim etti ve böylece Kılıç Arslan, babasından sonra Türkiye Selçuklu hükümdarı oldu.186 I. Kılıç Arslan (1092-1107), hükümdarlığının ilk yıllarında Batı Anadolu’da önemli bir deniz gücüne sahip olan Çaka Bey’in kızı ile evlenerek onun deniz gücünden faydalanma yoluna gittiyse de Çaka Bey’in Bizans’ı ele geçirme planları, I. Aleksios Komnenos’u şüphelendirdi. Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un, I. Kılıç Arslan’a yazdığı bir mektupla onu kışkırtması187 neticesinde Çaka Bey, bir ziyafet esnasında zehirlenerek ortadan kaldırıldı.188 I. Kılıç Arslan’ın Çaka Bey’i öldürtmesi yeni kurulan Türk denizciliğine büyük bir darbe olmuştur. 185 Anna Komnena, s. 206. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 95-96. 186 Anna Komnena, s. 206. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 96; Demirkent, a.g.e., s. 15; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 118; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 110; Rice, a.g.e., s. 50. 187 Anna Komnena, s. 270. Krş. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 16-17; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 110; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 181-182. 188 Anna Komnena, s. 271. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 98; Krş. Demirkent, a.g.e., s. 18; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 119; Cahen, a.g.e., s. 12; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 110. 32 I. Kılıç Arslan, batı sınırını kontrol altına aldıktan sonra, Anadolu’da kurulan beyliklerden biri olan Dânişmendliler189 ile mücadeleye girişti. Ermeni olan Gabriel’in hâkimiyeti altındaki Malatya şehrini kuşattıysa da190 bu sırada Batıdan gelen Haçlı seferleri başlamıştı. I. Kılıç Arslan, ilk başta Haçlı seferlerini pek önemsememiş, kendisi gitmek yerine komutanlarından birini karşı koyması için Haçlıların üzerine göndermişti. İlk gelen Haçlı kafilesi de çoğunlukla savaş eğitimi almamış maceraperest kişilerden oluştuğu için eğitimli Türkiye Selçuklu askerleri, gelenleri kısa sürede mağlup etmişti.191 I. Kılıç Arslan, Malatya kuşatmasına devam ederken de asıl eğitimli şövalyelerden oluşan Haçlı ordularının birer birer İznik önlerine gelerek şehri kuşatmaya başladığı haberini alması üzerine hızlıca İznik’e döndüyse de Haçlıların İznik kuşatmasını kıramayarak geri çekilmek zorunda kaldı. 192 Şehir de kısa bir süre sonra, Haçlıların eline geçmesini istemeyen İznik Kalesi’ndeki Türkler tarafından Bizans İmparatorluğu’na teslim edildi.193 Böylece Türkiye Selçuklu Devleti, bir daha hiçbir şekilde ele geçiremeyecek şekilde, başkenti İznik’i kaybetmiş oldu. I. Kılıç Arslan, Haçlıların gücünün ne kadar büyük olduğunu anlamaya başladıysa da Eskişehir yakınlarında 1097 yılında Dorylaion Savaşı’nda Haçlılarla giriştiği mücadeleyi de kaybederek Konya’ya geri çekildi.194 Haçlılar, Türkiye Selçuklularının elindeki Antakya şehrini bir kuşatma neticesinde ele geçirerek burada Haçlı Prinkepsliği kurdular (3 Haziran 1098). 195 Antakya kuşatması devam ederken ordudan ayrılan bir başka grup Haçlı şövalyesi, Urfa’yı ele geçirerek burada da bir Haçlı Kontluğu kurdular (10 Mart 1098). Daha sonra Kudüs’ü de ele geçirerek Haçlı 189 Dânişmendliler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, Dânişmendliler, İstanbul 2017. 190 Anna Komnena, s. 206. Krş. Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 121; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 163- 164. 191 Anna Komnena, s. 307. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 99; Demirkent, a.g.e., s. 23; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 120-121; Cahen, a.g.e., s. 14; Kesik, 1071 Malazgirt, s. 165. 192 Anna Komnena, s. 325-326. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 100; Demirkent, a.g.e., s. 27; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 121-122; Rice, a.g.e., s. 52. 193 Anna Komnena, s. 327-329. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 100-101; Demirkent, a.g.e., s. 28; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 122; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 110; Rice, a.g.e., s. 52. 194 Anna Komnena, s. 332. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 31; Cahen, a.g.e., s. 14; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 111. 195 Anna Komnena, s. 333-336. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 33; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 122. 33 Krallığı kurarak (15 Temmuz 1099) bölgenin kaderini değiştiren Haçlı seferlerinin ilki tamamlanmış oldu.196 Türkiye Selçuklu Devleti, Haçlı seferlerinin başlamasıyla birlikte Bizanslıların harekete geçmesi neticesinde başta İznik olmak üzere Batı Anadolu’daki hâkimiyetini kaybetti. 197 I. Kılıç Arslan tarafından başkentin Konya’ya taşınmasıyla birlikte Türkiye Selçuklu Devleti, Orta Anadolu’da denizlere kıyısı olmayan bir kara devleti haline geldi. İznik’i bir daha ele geçirmeyen I. Kılıç Arslan, hükümdarlığı döneminde başta Haçlılar olmak üzere Anadolu’daki Türk Beylikleri ve Büyük Selçuklular ile mücadele etti. I. Kılıç Arslan’ın, Büyük Selçuklu Devleti ile girdiği bir mücadele esnasında Habur Irmağı’nı geçerken boğularak ölmesi198 üzerine tahta oğlu Mesud (1116-1155) geçti. I. Mesud, hükümdarlığı süresince Türkiye Selçuklu Devleti’nin bu sıkıntılı döneminde adeta ikinci kurucu gibi devletin yeniden güç kazanmasına büyük katkıda bulundu.199 Hükümdarlığı döneminde Bizans İmparatorluğu, Haçlılar ve Anadolu’da Türk Beylikleri ile mücadeleye devam ederek Türkiye Selçuklu Devleti’nin Orta Anadolu’da güçlenmesine ve kurumsallaşmasını sağladı. Bu dönemde de Türkiye Selçukluları bir kara devleti olarak kalmaya devam etti. I. Mesud devrinde, deniz kıyılarına yönelik ilk ciddi teşebbüs, imparator II. Ioannes Komnenos’un (1118- 1143) başarısızlıkla sona eren Niksar kuşatmasına karşı Türk akıncılarının, 1141 yılında Uluborlu Kalesi’ni kuşattıktan sonra güneye inerek Antalya yakınlarına kadar ilerlemesi olmuştur. 200 Ancak Bizans İmparatoru II. Ioannes Komnenos’un, 1142 yılında bölgeye ilerlemeye başlaması üzerine geri çekildiler.201 Ancak Antalya’yı ele 196 Anna Komnena, s. 342-343. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 33; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 122-123. Haçlı Seferleri hakkında yarıntılı bilgi için bkz. Işın Demirkent, Haçlı Seferleri, İstanbul 1997; Muharrem Kesik, Selçukluların Haçlılarla İmtihanı, İstanbul 2018. 197 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 103; Demirkent, a.g.e., s. 32. 198 Aksarayî, s. 22; Anonim Selçuknâme, s. 36; Müneccimbaşı, s. 16. Krş. Demirkent, a.g.e., s. 58; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 131; Cahen, a.g.e., s. 16; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 112. 199 Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mesud dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi (1116-1155), Ankara 2003. 200 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 177; Muharrem Kesik, “Antalya’ya Yapılan İlk Akınlar ve Şehrin Selçuklu Hâkimiyeti Altına Girmesi”, Türkiye Selçukluları -Makaleler-, İstanbul 2015, s. 124. 201 Kinnamos, s. 19. Krş. Kesik, I. Mesud, s. 60; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 140. 34 geçirme planları başarısız olsa da I. Mesud döneminde Antalya’dan vergi alınmaktaydı.202 I. Mesud’un vefatı üzerine yerine oğlu II. Kılıç Arslan (1156-1192) geçti. II. Kılıç Arslan’ın hükümdarlığı ile birlikte Türkiye Selçuklu Devleti’nin yükseliş devrine girdiğini söylemek mümkündür. Bu durumda hiç şüphesiz en büyük pay, devletin birçok soruna ve savaşa rağmen ayakta kalmasını sağlayan I. Mesud’a aittir. II. Kılıç Arslan, Anadolu beylikleri ile mücadele ederken bu emîrlerin en güçlüsü olan Dânişmendliler, Bizans İmparatorluğu ile ittifak kurmuştu.203 Daha sonra stratejik bir hamleyle Bizans İmparatorluğu ile ilişkilerini düzeltmek isteyen204 II. Kılıç Arslan, bu şekilde Anadolu’daki beylikleri yardımsız bırakmak istiyordu. Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos (1143-1180) tarafından İstanbul’a davet edilen II. Kılıç Arslan için çok büyük şölenler ve eğlenceler düzenlendi.205 Bu ziyaret sırasında Bizans İmparatorluğu ile Türkiye Selçuklu Devleti arasında bir antlaşma imzalandı.206 Bizans ile yaptığı antlaşmayla Batı sınırını güvence altına aldıktan sonra Konya’ya geri dönen II. Kılıç Arslan, 1176 Myriokephalon Savaşı sonrasında 1178 yılında Malatya üzerine sefere çıkarak Dânişmendliler Beyliği’ni ortadan kaldırdı.207 Batı’da Türkmen grupların Bizans sınırlarına taarruzu üzerine Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos, Türkiye Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya üzerine sefere çıktı. Türkiye Selçuklu ve Bizans kuvvetlerinin karşılaştığı Myriokephalon Savaşı’nı Türkiye Selçuklu Devleti kazandı. I. Manuel Komnenos, esir olmak üzereyken Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın barış teklifini 202 Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği III (1143-1184), (trc. Ergin Ayan), İstanbul 2019, s. 52. Krş. Kesik, I. Mesud, s. 130. 203 Abdulhalûk Çay, II. Kılıç Arslan, Ankara 1987, s. 34; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 143; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 117. 204 Çay, a.g.e., s. 38, 41; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 143-144; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 118. 205 Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, “Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, Belleten, c. LXVI, sy. 247, (Aralık 2002), Ankara 2003, s. 839-848. 206 Çay, a.g.e., s. 40-41; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 144; Cahen, a.g.e., s. 37; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 118. 207 Çay, a.g.e., s. 42; Cahen, a.g.e., s. 45; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 119; Kesik, Dânişmendliler, s. 136. 35 kabul etti. 208 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’ndan 105 yıl sonra, 1176 yılında yapılan Myriokephalon Savaşı ile Bizans İmparatorluğu, Türkleri Anadolu’dan çıkaramayacağını net bir şekilde anlamış oldu. Yapılan anlaşma ile Bizans İmparatorluğu, Türkiye Selçuklu sınırına yaptırdığı Dorylaion ve Sublaion kalelerini yıkacaktı.209 Myriokephalon Savaşı, Türkiye Selçukluları’nın denizlere yeniden ulaşma noktasında önemli bir muharebe olmuştur. Savaştan sonra II. Kılıç Arslan, Atapakos adındaki bir komutanın emrine verdiği 24.000 kişilik Türkiye Selçuklu ordusunu, Batı yönünde denize kadar olan Bizans bölgelerinin ve şehirlerinin tahrip edilmesiyle görevlendirdi. Sultan II. Kılıç Arslan, kum, deniz suyu ve bir kürek getirmesi için gönderilen ordunun komutanına emir verdi. Türkiye Selçuklu ordusu, Batı Anadolu’da kıyılara kadar ilerledi. 210 Ancak bu ilerleyiş kalıcı olmayan bir akından öteye geçmemiştir. Diğer yandan II. Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklu Devleti topraklarında uluslararası ticaretin başlaması için gerekli şartları ve altyapıyı hazırlamıştı. Onun devrinde Kayseri-Aksaray-Konya-Antalya arasındaki kervan yolunun faaliyete geçmesi ülkede uluslararası ticarete yönelik önemli bir adımdı.211 Bu dönemde iki önemli ticaret yolu bulunmaktaydı. Birinci yol, Doğu-Batı yönünde Antalya ve Alâiye’den başlıyordu. Daha sonra Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ile Erzurum’dan geçerek İran ve Türkistan’a uzanmaktaydı. Konya-Akşehir’den ayrılan bir yol da İstanbul’a ulaşmaktaydı. Konya-Akşehir’den İstanbul’a uzanan ticaret yolu Bizans için güney ve doğu ülkeleriyle yapılan ticarette büyük öneme sahipti. İkinci yol ise Mısır, Suriye ya da Avrupa limanlarından gelen deniz yoluydu. Bu yol, Antalya, Alâiye ve Yumurtalık’tan Anadolu’da karaya bağlanıyordu. İkinci yol, birinci ticaret yoluyla Kayseri ve Sivas’a kadar aynı şekilde gidiyor, oradan da ikiye ayrılıyordu. Birinci yol, kuzey yönünde devam ederek Samsun ve Sinop şehirlerine 208 Ebu’l-Ferec, II, 422; Süryani Mikhail, s. 249; Simbat, s. 61; Müneccimbaşı, s. 21. Krş. Çay, a.g.e., s. 75; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 209; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 147; Cahen, a.g.e., s. 43-44; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 119. 209 Khoniates, s. 131. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 209; Cahen, a.g.e., s. 44; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 119. 210 Khoniates, s. 133. Krş. Çay, a.g.e., s. 91-92; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25. 211 Melek Delilbaşı, “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Batı ile Ticari İlişkilere Genel Bir Bakış”, Tarihte Türk Devletleri II, Ankara 1987, s. 481-482; Turan, Türk-İslâm Medeniyeti, s. 359. 36 ulaşıyor, oradan da Karadeniz’den Kırım’daki Suğdak şehrine bağlanıyordu. İkinci yol ise güneye yönelerek Elbistan üzerinden Suriye ve Irak’a bağlanıyordu.212 Akdeniz ve Karadeniz kıyıları henüz Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetine geçmemişti. Bunun önemli adımlarından biri olarak II. Kılıç Arslan, 1182 yılında Antalya’yı kuşattıysa da ele geçiremedi.213 II. Kılıç Arslan’ın hamlelerinin temel sonucu, Türkiye Selçuklu Devleti için ticaretin ne kadar önemli olduğu perspektifini getirmiş olmasıdır. II. Kılıç Arslan’dan sonra Türkiye Selçuklu sultanlarının temel hedefi, ticaret yolları üzerindeki şehir ve limanların ele geçirilerek devletin gelir kaynaklarının artırılması yönünde olmuştur. II. Kılıç Arslan’ın hükümdarlığının sonlarına doğru (1190-1192) oğlu Tokat Meliki Rükneddin Süleymanşah, Samsun kıyılarını ele geçirerek şehir yakınlarında Müslüman Samsun’un kurulmasını sağladı. 214 II. Kılıç Arslan’ın ülkenin topraklarını 11 oğlu arasında bölüştürmesi nedeniyle ortaya çıkan karışıklıklardan215 faydalanan Bizans İmparatorluğu, Samsun kıyılarını yeniden ele geçirdi. Ancak 1194 yılında bölge yeniden Türkiye Selçuklu hâkimiyetine geçti. 216 II. Kılıç Arslan’ın 26 Ağustos 1192 tarihinde ölümü üzerine217 tahta, ölmeden önce veliaht ilan edilen en küçük oğlu Uluborlu Meliki Gıyâseddin Keyhüsrev geçti. Onun tahta çıkması Türkiye Selçuklu denizciliğinde bir dönüm noktası olmuştur. 212 Melek Delilbaşı, Türk Hükümdarlarına Ait Yunanca Ahidnâmeler ve Nâmeler (XIII. - XV. YY.), AÜDTCF Ortaçağ Tarihi Kürsüsü Doçentlik Tezi, Ankara 1980, s. 11. 213 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 214; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 61; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Geyikoğlu, a.g.m., s. 258; Kesik, “Antalya”, s. 127. 214 Besim Darkot, “Samsun”, İA, X, 172-173; Mehmet Öz, “Samsun”, DİA, XXXVI, 83-84; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Geyikoğlu, a.g.m., s. 258; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25; Kaya, a.g.m., s. 4. 215 Müneccimbaşı, s. 25-26. Krş. Cahen, a.g.e., s. 55-56; Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklularının İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü, Ankara 2011, s. 34-37. 216 Anthony Bryer - David Winfield, The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos, I, Washington 1985, s. 93; Öz, DİA, XXXVI, 84. 217 İbnü’l-Esîr, XII, s. 82. Krş. Abdülkerim Özaydın, “Kılıcarslan II”, DİA, XXV, 402; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 122. 37 İKİNCİ BÖLÜM I. GIYÂSEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ (1192-1197, 1205-1211) Babası II. Kılıç Arslan’ın ölümü üzerine tahta çıkan I. Gıyâseddin Keyhüsrev iki kez hükümdarlık yapmış olup ilk hükümdarlık dönemi 1192-1197 yılları arasında beş yıl sürmüştür. Babası II. Kılıç Arslan tarafından ölmeden önce veliaht ilan edildiği218 için tahta çıkarken bir zorlukla karşılaşmadı.219 Çünkü II. Kılıç Arslan, bir sene önce tüm devlet erkânına Gıyâseddin Keyhüsrev’e bağlı kalacaklarına dair yemin ettirmişti.220 Ancak, 1197 yılında kardeşi Tokat Meliki Rükneddin Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Sultanı olmak için Konya’ya doğru harekete geçti.221 dört ay süren Konya kuşatması neticesinde I. Gıyâseddin Keyhüsrev, maiyetinin hayatına dokunmamak ve istedikleri yere gitmelerine müsaade etmesi şartıyla teslim olmayı kabul etti. Rükneddin Süleymanşah’ın da buna muvafakat göstermesi üzerine yapılan antlaşma ile I. Gıyâseddin Keyhüsrev tahtı bırakmak zorunda kaldı.222 I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Anadolu ve Suriye’de dolaştıktan sonra umduğunu bulamayınca Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a gitmek için Samsun’a ulaştı.223 Samsun’a gelince vali, sultan için adamlar görevlendirerek gemiler hazırlattı. Gemilerin içlerini silah ve yiyecek malzemeleriyle doldurdu. Sultan, “Haydi geminin içine binin, dedi. Onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır.” ayetini224 okuyarak gemiye bindi. Samsun Valisi, I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i ziyaret edip el öptükten sonra gemiden ayrıldı ve gemi İstanbul’a doğru hareket etti. 225 Çocukları İzzeddin ve Alâeddin ile birlikte tahminen 1199-1200’de 218 İbn Bîbî, s. 45. 219 Selim Kaya, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192- 1211), Ankara 2006, s. 42; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 152. 220 İbn Bîbî, s. 48. Krş. Kaya, a.g.e., s. 42. 221 Anonim Selçuknâme, s. 38; İbn Bîbî, s. 60-61; Aksarayi, s. 24; Ahmed bin Mahmud, s. 302. Krş. Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211) Gazi-Şehit, Ankara 1997, s. 20; Kaya, a.g.e., s. 50; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 152; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 122. 222 İbn Bîbî, s. 62-64; Anonim Selçuknâme, s. 38; Müneccimbaşı, s. 28. Krş. Ali Sevim, “Keyhusrev I”, DİA, XXV, 347; Baykara, a.g.e., s. 21-22; Kaya, a.g.e., s. 50; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 152; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 37-38; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 122-123. 223 İbn Bîbî, s. 64-79. Krş. Baykara, a.g.e., s. 24. 224 Kur’an-ı Kerîm, 10/23. 225 İbn Bîbî, s. 78. 38 İstanbul’a ulaştı.226 I. Gıyâseddin Keyhüsrev, İstanbul’a vardıktan sonra gemicilere Samsun’a dönmelerini emretti.227 Bu durum İstanbul’a geldiği geminin, Türkiye Selçuklularına ait bir gemi olduğunu göstermektedir. Kardeşi I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i tahtan indirerek devletin başına geçen II. Rükneddin Süleymanşah (1196-1204), Türkiye Selçuklu Devleti’nin topraklarını kuzey ve doğuya doğru genişletmeyi hedefledi. Kardeşi Muizzeddin Kayserşah’ın hâkimiyetinde olan Malatya’yı ele geçirdi.228 Artuklu Beyliği’nin Harput’ta hüküm süren koluna da hâkimiyetini kabul ettirdi. Bu sırada Bizans imparatoru III. Aleksios Angelos (1195-1203), 1201 yılında Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetindeki Samsun’a, altı gemiyle bir baskın düzenleterek limanda bulunan ticaret gemilerini ve tüccarların mallarını yağmalattı.229 Bu baskınlarda büyük zarara uğrayan Selçuklu tüccarları, II. Rükneddin Süleymanşah’a şikâyette bulunarak ondan yardım istediler. II. Rükneddin Süleymanşah, tüccarların zararlarının karşılanması için Bizans İmparatorluğu’na bir elçi gönderdi. Yapılan antlaşma ile Bizans imparatoru III. Aleksios Angelos, yağmalanan mallar için Selçuklu tüccarlarına tazminat verilmesini kabul etti.230 II. Rükneddin Süleymanşah, Gürcistan üzerine sefer düzenledi ve 1202 yılında Erzurum’u ele geçirerek Saltuklu Beyliği’ni ortadan kaldırdı.231 Daha sonra Ankara’da hüküm süren kardeşi Melik Mesud’un üzerine sefer düzenleyerek şehri ele geçirdi.232 II. Rükneddin Süleymanşah, 6 Temmuz 1204 tarihinde Gürcistan seferine giderken yolda hastalanarak vefat etti.233 II. Rükneddin Süleymanşah, hükümdarlığı döneminde denizlerle ilgilenecek fırsatı bulamamış babası II. Kılıç Arslan’ın ülkeyi oğulları arasında 226 Aksarayî, s. 24. Krş. Sevim, DİA, XXV, 348. 227 İbn Bîbî, s. 79. 228 İbnü’l-Esîr, XII, s. 146-147; Müneccimbaşı, s. 29. 229 Alexis, G. C. Savvides, Byzantium In the Near East: Its Relations with the Seljuk Sultanate of Rum In Asia Minor the Armenians of Cilicia and the Mongols A.D. c. 1192-1237, Selanik 1981, s. 83-84; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 242; Geyikoğlu, a.g.m., s. 258-259; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 153; Cahen, a.g.e., s. 64; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 123; Kaya, a.g.m., s. 5. 230 Savvides, a.g.e., s. 84; Delilbaşı, a.g.t., s. 13; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 2014, s. 118-119; Geyikoğlu, a.g.m., s. 211-212; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 153; Kaya, a.g.m., s. 6. 231 İbn Bîbî, s. 103; Aksarayî, s. 24; Müneccimbaşı, s. 30. Krş. Kaya, a.g.e., s. 78; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 153-154; Cahen, a.g.e., s. 64. 232 Cahen, a.g.e., s. 60; Kaya, a.g.e., s. 91. 233 İbnü’l-Esîr, XII, s. 166; Müneccimbaşı, s. 31. Krş. Kaya, a.g.e., s. 93. 39 paylaştırmasından dolayı ortaya çıkan merkezi otorite ve toprak bütünlüğü sorununun çözümüne odaklanmıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetindeki Müslüman Samsun’un sık sık baskına uğraması, liman şehirlerinin fethedilerek ticaretin korunması ve geliştirilmesi gerektiğini göstermesi açısından önemli bir işaret olacak ve I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in hükümdarlığının ikinci döneminde bu yönde önemli adımlar atılmaya başlanacaktır. Ancak bu dönemden itibaren Türkiye Selçuklu Devleti’nin sınırları içerisinde Batılı tüccarların yanı sıra Horasan ve Irak’tan tüccarların da gelerek ticaret yaptığı, Türkiye Selçuklu Devleti’nin henüz toprakları içinde olmayan Antalya ve Sinop limanlarının sayesinde ticaretin geliştiği de bir gerçektir.234 II. Rükneddin Süleymanşah’ın ölümü üzerine tahta çok küçük yaştaki oğlu III. Kılıç Arslan (1204-1205) tahta çıkarıldıysa da sekiz ay sonra I. Gıyâseddin Keyhüsrev, İstanbul’dan Konya’ya dönerek Türkiye Selçuklu emîrleri Muzaffereddin Mahmûd, Zahîreddin İli, Bedreddin Yûsuf ve Mubârizeddin Ertokuş’un çabalarıyla 1205 yılında yeniden Türkiye Selçuklu Devleti sultanı oldu.235 I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in tahta çıktıktan sonra karşılaştığı ilk büyük sorun, 1204 Haçlı Seferi neticesinde İstanbul’da bir Latin İmparatorluğu kurulması, Bizanslıların da Laskaris hânedanı liderliğinde İznik’te236 ve Komnenos hânedanı liderliğinde Trabzon’da237 yeni devletler kurmasıydı. Özellikle Komnenos hânedanı tarafından Trabzon Rum Devleti’nin kurulması, Türkiye Selçuklu Devleti için büyük önemi olan Samsun şehri ve limanı vasıtasıyla yapılan ticaretin güvenliğini tehlikeye düşürmüştü. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, İznik Rum Devleti Hükümdarı I. Theodoros Laskaris (1205-1228) ile anlaşarak Trabzon Rum Devleti’ne karşı birlikte hareket 234 Delilbaşı, a.g.t., s. 13-14. 235 İbnü’l-Esîr, XII, s. 170; İbn Bîbî, s. 118-119; Aksarayî, s. 25; Anonim Selçuknâme, s. 39; Ahmed bin Mahmud, s. 303. Krş. Baykara, a.g.e., s. 29; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 156; Cahen, a.g.e., s. 61; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 125; Rice, a.g.e., s. 66-67. 236 İznik Rum Devleti’nin ilk dönemleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Koçuk, İznik Bizans Devleti Tarihi Kuruluş Devri (1204-1214), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2017. 237 Trabzon Rum Devleti’nin çevredeki diğer Türk devletleriyle ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Keçiş, Trabzon Rum İmparatorluğu ve Türkler (1204-1404), Ankara 2013. 40 etme kararı aldı.238 Bu antlaşma sayesinde İznik Rum hükümdarı I. Theodoros Laskaris, Trabzon Rum Hükümdarı I. Aleksios Komnenos’un kardeşi David Komnenos’un ordusunu mağlup etti. 239 2.1. Trabzon Kuşatması (1205-1206) Trabzon Rum Devleti hükümdarı I. Aleksios Komnenos’un (1204-1222) Karadeniz’de yayılma faaliyetleri içerisine girmesi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaret yollarını tehdit etmekteydi. Samsun’un 1204 yılında Türkiye Selçuklu Devleti hâkimiyetinden çıktığı ve Sabbas Asidenos adında birinin hâkimiyetine girdiği bazı tarihçiler tarafından belirtilse de bu bilginin doğruluğu tartışmalıdır. 240 I. Aleksios Komnenos’un Samsun’a saldırmak istemesi üzerine I. Gıyâseddin Keyhüsrev harekete geçti. Sultan, I. Aleksios Komnenos’u yenerek241 Trabzon üzerine yürüdü ve şehri kuşatma altına aldı. Kuşatma nedeniyle Anadolu ile Rus ve Kıpçak şehirleri arasında yapılan ticaret durdu. Anadolu’nun çeşitli yerleri başta olmak üzere, Suriye, Irak, Musul ve el-Cezire’den gelerek Sivas’ta toplanan tüccarların bu durumdan rahatsız olması ve Anadolu’da ticaretin neredeyse durma noktasına gelmesi üzerine I. Gıyâseddin Keyhüsrev kuşatmayı kaldırdı. Ancak bu kuşatma ile Trabzon Rum Devleti’nin, Samsun, Sinop şehirlerinin ticaretlerini ve bölgedeki ticaret yolunun 238 George Finlay, A History of Greece: Mediaeval Greece and The Empire of Trebizond, A.D. 1204-1461, Londra 1877, s. 321-322; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 278; Delilbaşı, a.g.t., s. 16; Baykara, a.g.e., s. 33; Kaya, a.g.e., s. 123. 239 Finlay, a.g.e., s. 322; Savvides, a.g.e., s. 69; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 278-279; Baykara, a.g.e., s. 34; Kaya, a.g.e., s. 123. 240 Osman Turan (Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 279), Samsun’un 1204 yılında Sabbas adında birinin hâkimiyetine girdiğini belirtmektedir. Tuncer Baykara (a.g.e., s. 34) ve Selim Kaya (a.g.e., s. 123-124) bu iddiayı desteklemektedir. Fakat Bizans tarihçisi Georg Ostrogorsky (a.g.e., s. 394, n. 1), Karadeniz kıyısındaki Amisos (Samsun) ile Sabbas Asidenos’un hâkimiyetindeki Milet yakınlarında bulunan Sampson’un karıştırıldığını belirtmektedir. Aynı şekilde Alevis Savvides de (a.g.e., s. 60) Sabbas Asidenos’un Ege kıyılarında Milet’in kuzeyindeki Sampson’a hâkim olduğunu belirtmektedir. Yusuf Ayönü de (“Batı Anadolu’da Bizanslı Yerel Hâkimlerin Bağımsızlık Hareketleri (XII. Yüzyılın Sonları ve XIII. Yüzyılın Başlarında)”, Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 2007, c. 26, sy. 42, s. 150.) Sabbas Asidenos’un, Batı Anadolu’daki Aşağı Menderes vadisinde hüküm sürdüğünü anlatmıştır. Erdoğan Merçil, (“Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25) bu karışıklığı incelemiştir. Bu açıdan bakıldığından Samsun çevresinde Sabbas Asidenos adında birinin hüküm sürdüğü sonucu tartışmalıdır. Sabbas Asidenos’un Ege kıyılarında Sampson adlı şehrin valisi olması dolayısıyla bir isim karışıklığı olma ihtimali bulunmaktadır. 241 Finlay, a.g.e., s. 324; Savvides, a.g.e., s. 70; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 280; Delilbaşı, a.g.t., s. 17; Kaya, a.g.e., s. 124; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 156; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25. 41 güvenliğini tehdit etmesine son vererek ticaret yolunun güvenliğini sağlamış oldu. Ayrıca Trabzon Rum Devleti, Türkiye Selçuklu Devleti’ne yıllık haraç verecekti.242 2.2. Antalya’nın Fethi (1207) Antalya, Anadolu Yarımadası ve Akdeniz Bölgesi’nin en eski yerleşim yerlerinden biridir. Şehrin geçmişi, Anadolu’da insanlığın başladığı döneme kadar uzanmaktadır.243 Eski kaynaklarda “Attaleai”, “Atalia” ve “Adalia”, Ortaçağ Batı kaynaklarında “Satalia”, Türk ve Arap kaynaklarında “Antâliyye” ve “Adalya” isimleriyle bilinmekteydi.244 Tarih boyunca Bergama Krallığı, Roma İmparatorluğu, Araplar, Türkler ve Haçlıların egemenliğinde kalmıştır. Şehrin kurucusunun Bergama Kralı II. Attalos olduğu kabul edilmektedir.245 Şehir, Türkler Anadolu’ya girdiği sırada Bizans İmparatorluğu hâkimiyetinde bulunmaktaydı. Bazı kaynaklarda Antalya’nın Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı I. Süleyman Şah zamanında bir süre ele geçirildiği ve 1103 yılına kadar Türkiye Selçuklu hâkimiyetinde kaldığı belirtilse de bu bilgilerin doğruluğu tartışmalıdır. 246 Türkiye Selçuklu Devleti’ni, I. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra girdiği kriz ortamından çıkaran I. Mesud, Bizans İmparatorluğu’nun güney toprakları ile bağlantısını kesmek amacıyla güneye birçok sefer düzenlemişti. I. Mesud devrinde, imparator II. Ioannes Komnenos’un başarısızlıkla sona eren Niksar kuşatmasına karşı Türk akıncıları, 1141 yılında Uluborlu Kalesi’ni kuşattıktan sonra güneye inerek Antalya yakınlarına kadar ilerlediler. 247 Fakat Bizans İmparatoru II. Ioannes Komnenos’un 1142 yılında bölgeye ilerlemeye başlaması üzerine geri çekildiler.248 Böylece Antalya ilk defa gerçek manada Türkiye Selçuklu Devleti’nin hedeflerinden biri haline geldi. 242 İbnü’l-Esîr, XII, s. 201. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 279-280; Cahen, a.g.e., s. 65. 243 Feridun Emecen, “Antalya”, DİA, III, 233. 244 Besim Darkot, “Antalya”, İA, I, 459; Emecen, DİA, III, 232-233; Kesik, “Antalya”, s. 123. 245 Emecen, DİA, III, 232; Kesik, “Antalya”, s. 123; Mahmut Demir, 13. Yüzyıl Doğu Akdenizi’nin (Antalya-Alanya-Misis-Tarsus-Anazarba-Lazkiye-Süveydiye) Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Akdeniz Üniversitesi Akdeniz Uygarlıkları Araştırma Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Antalya 2017, s. 2. 246 Darkot, İA, I, 460; Emecen, DİA, III, 233; Kesik, “Antalya”, s. 123-124. 247 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 177; Kesik, “Antalya”, s. 124. 248 Kinnamos, s. 19. Krş. Kesik, I. Mesud, s. 60. 42 II. Haçlı Seferi’nin önemli kaynaklarından biri olan Willermus Tyrensis, I. Mesud döneminde Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Antalya şehrinden vergi almakta olduğunu kaydetmektedir.249 II. Haçlı Seferi sırasında Anadolu’ya giren Fransız Haçlı ordusu, Alman Haçlı ordusunun Türkiye Selçuklu ordusu karşısında uğradığı büyük hezimeti öğrenince Bizans’ın güney toprakları üzerinde Antalya’ya ilerleyerek bir süre burada konaklamıştı.250 II. Kılıç Arslan döneminde ticari hayatta başlayan canlılığın sürekliliğinin sağlanabilmesi için Anadolu kıyılarındaki önemli liman şehirlerinin ele geçirilmesi çok önemliydi. Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos’un 1180 yılında ölümü üzerine II. Kılıç Arslan, Batı ve Güney Anadolu’ya seferler düzenledi. II. Kılıç Arslan, 1181 yılında Uluborlu (Sozopolis) ve etrafındaki kaleleri fethettikten sonra Antalya’yı da uzun bir süre kuşattıysa da sonuç alamadı.251 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, ikinci hükümdarlığı döneminde, Anadolu toprakları üzerinde yoğunlaşan uluslararası ticaret yollarının ekonomik öneminin farkında olarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaret yolları ve önemli liman şehirleri üzerinde hâkim olması yönünde bir siyaset izlemeye başlamıştır. Bu sebeple onun ilk hedefi, babası II. Kılıç Arslan’ın kuşattığı fakat alamadığı önemli bir liman şehri olan Antalya olmuştur.252 Türkiye Selçuklu Devleti, henüz bir liman şehrine sahip olmadığı halde güneyde Antalya, kuzeyde de Samsun ve Sinop vasıtasıyla ülkedeki uluslararası ticaret genişlemişti. Hatta bu sahil şehirlerinde Selçuklu tacirlerinden oluşan koloniler bile kurulmaya başlanmıştı.253 Türkiye Selçuklu Devleti’nde ticaretin 249 Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği III (1143-1184), (trc. Ergin Ayan), İstanbul 2019, s. 52. Krş. Kesik, I. Mesud, s. 130. 250 Emecen, DİA, III, 233; Kesik, I. Mesud, s. 95-96. 251 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 214; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 61; Emecen, DİA, III, 233; Baykara, a.g.e., s. 36; Geyikoğlu, a.g.m., s. 258; Kaya, a.g.e., s. 125; Kesik, “Antalya”, s. 127. 252 Delilbaşı, a.g.t., s. 17. 253 Turan, Resmî Vesikalar, s. 119; Delilbaşı, a.g.t., s. 13. 43 sürekliliğinin ve güvenliğinin sağlanabilmesi için Antalya’nın fethi, artık bir zorunluluk haline gelmişti.254 1204 yılında Haçlıların İstanbul’u işgal etmesinden sonra Antalya, Aldo Brandini adında bir İtalyan’ın idaresine geçmişti. 255 Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bölgede ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmak için Türkiye Selçuklu Devleti ve Kıbrıs Haçlı Krallığı bir rekabete girmişti. Kıbrıs Haçlı Krallığı için Antalya’nın önemi büyüktü. Öyle ki Kıbrıs Kralı I. Hugues, Gautier de Monbeliard komutasında 200 kişilik bir askeri kuvveti256 Antalya’ya göndererek şehri koruma altına almıştı.257 Bu durumla birlikte Antalya Limanı’nın ve ticaret yolunun emniyeti bozulmuş, ayrıca şehirde oturan tacirler ile Mısır ve Avrupa’dan gelen tüccarlar soyulmuştur.258 Yaşanan bu durum Mısır-Anadolu-Avrupa arasındaki ticaretin güvenliğini tehlikeye düşürmesinin yanı sıra Türkiye Selçuklu Devleti’nin uluslararası ticaretteki durumunu olumsuz yönde etkilemekteydi. Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaretinin zarar görmesi ve tacirlerin yoğun şikâyetleri üzerine I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Antalya üzerine sefer düzenlemeye karar verdi. Bu şikâyetler, İbn Bîbî’nin eserinde şöyle anlatılmaktadır: “Bir gün I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, âdeti üzere Mezâlim Dîvânı’nda (dâdgâh) adaletin te’sisine çalışırken bir grup tüccar huzuruna girerek yakalarını yırtıp sultanın önünde yer öptüler ve ‘Ey yüce sultanımız; biz Horasan, Irak ve çevresinden bir tüccar kafilesiyiz. Çoluk çocuklarımızın helal yiyeceklerini kazanmak üzere başımızı tehlikelere koyduk, zorlu yolculuklara katlandık. Mısır’dan İskenderiye’ye geçtik. Frenk ve yabancı çeşitli ma’mul maddeler satın aldık. Oradan bir gemi ile Antalya kıyılarına geldik. Frenk hâkimleri bize birçok eziyetler verdiler. Paradan, maldan neyimiz varsa hepsini zulm ile gasbettiler ve Konya’da oturan âdil sultanınız size 254 Kesik, “Antalya”, s. 127. 255 Savvides, a.g.e., s. 87; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 283; Baykara, a.g.e., s. 36; Kaya, a.g.e., s. 125-126; Hüseyin Algül, “Türkiye Selçukluları Devrinde Akdeniz Siyasetine Genel Bir Bakış”, Türkler, VI, 646; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25; Cahen, a.g.e., s. 67; Rice, a.g.e., s. 67; Kesik, “Antalya”, s. 128. 256 İbn Bîbî bu yardımdan bahsetmemektedir. Cahen, a.g.e., s. 67; Demir, a.g.t., s. 10. 257 Osman Turan, “Ortaçağlarda Türkiye-Kıbrıs Münasebetleri”, Belleten, c. XXVIII, sy. 110, (Nisan 1964), s. 214-215; Savvides, a.g.e., s. 88; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 284; Kesik, “Antalya”, s. 128; Demir, a.g.t., s. 11. 258 Savvides, a.g.e., s. 87; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 283-284; Delilbaşı, a.g.m., s. 482; Cahen, a.g.e., s. 67; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 125. 44 adalet gösterir, halinizi ona anlatırsanız asker çeker, sizin derdinizin dermanını bulur, mallarınızı yağmadan kurtararak size geri verir, diyerek bizimle alay ettiler’ dediler.”259 Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in emriyle her taraftan asker toplandı ve Türkiye Selçuklu Ordusu, kuşatma makineleri ile Antalya’ya hareket etti. Kuşatmada Gautier de Monbeliard komutasındaki Kıbrıs Haçlı Krallığı askeri birliği, şehrin savunulmasında görev almaktaydı.260 Kuşatma devam ederken Antalya hâkimi Aldo Brandini, Kıbrıs Haçlı Krallığı’ndan yeni bir askerî yardım aldı. Şehir düşmek üzereyken gelen bu yardım üzerine iki aydır süren kuşatma I. Gıyâseddin Keyhüsrev tarafından kaldırılsa da Selçuklu ordusu tamamen geri çekilmeyerek Antalya çevresinde kalmaya devam etti. 261 Selçuklular, Antalya etrafındayken I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Konya’ya geri dönmüştü. Türkiye Selçuklu ordusu, Toros Dağları’na çekilse de Antalya üzerinde baskıya devam etti. Antalya surlarından dışarı çıkanlar, Türkiye Selçukluları tarafından esir alınıyordu.262 Kuşatma esnasında şehirdeki Rum ahali ile Haçlılar arasında çatışmalar çıkmış ve şehir büyük sıkıntı çekmeye başlamıştı. Şehir halkının ileri gelenleri, Antalya etrafında bulunan Türkiye Selçuklu emîrlerine haber göndererek şehrin Türkiye Selçukluları tarafından ele geçirilmesine yardım edeceklerini bildirdiler.263 Bu haber derhal Konya’da bulunan Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’e iletildi. Sultan, bir askeri birlik ile Konya’dan yola çıkarak 4 Mart 1207 tarihinde Antalya’ya ulaştı. Sultan’ın Antalya’ya ulaşması üzerine mancınıklar ve muhasara makineleri kurularak kuşatma yeniden başladı. Şehrin Rum ahalisi, Türkiye Selçuklu ordusuna yardım etti. Çok şiddetli çarpışmalardan sonra Konya 259 İbn Bîbî, s. 125-126. Krş. Kesik, “Antalya”, s. 128. 260 Baykara, a.g.e., s. 37; Muhammed Said Polat, Moğol İstilasına Kadar Türkiye Selçukluları’nda İçtimaî ve İktisadî Hayat, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, İstanbul 1997, s. 174; Cahen, a.g.e., s. 67. 261 İbnü’l-Esîr, XII, s. 209; İbn Bîbî, s. 127; Müneccimbaşı, s. 37. Krş. Savvides, a.g.e., s. 88; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 284; Kaya, a.g.e., s. 129-130; Algül, Türkler, VI, 647; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 156-157; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 125; Kesik, “Antalya”, s. 128; Demir, a.g.t., s. 11. 262 Ebu’l-Ferec, II, 488. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 284; Kaya, a.g.e., s. 129; Kesik, “Antalya”, s. 129. 263 İbnü’l-Esîr, XII, s. 209; Ebu’l-Ferec, II, 488; Müneccimbaşı, s. 37. Krş. Polat, a.g.t., s. 174; Kaya, a.g.e., s. 130; Algül, Türkler, VI, 647; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Cahen, a.g.e., s. 68; Kesik, “Antalya”, s. 129; Demir, a.g.t., s. 12. 45 sipahilerinden biri olan Hüsameddin Yavlak Arslan, sultanın sancağını surlar üzerine dikmeyi başardı.264 Selçuklu askerleri hücuma geçerek surların içine girerek kale kapılarını açtılar ve şehir böylece 5 Mart 1207 tarihinde265 Türkiye Selçuklu Devleti tarafından ele geçirildi. Kent fethedildikten sonra kalede bulunan tüm Haçlılar, tüccarların malları yağmaladıkları ve onlara hakaret ettikleri gerekçesiyle üç gün boyunca katledildi. 266 Ayrıca şehir beş gün boyunca yağmalandı.267 I. Gıyâseddin Keyhüsrev tarafından Antalya sübaşılığına (valiliğine) Mübarizeddin Ertokuş getirildi.268 I. Gıyâseddin Keyhüsrev, kente kadı, imam, hatip ve müezzinler tayin etti. Kale ve burçları tamir ettirilerek erzakla dolduruldu.269 Antalya, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz’deki ilk liman kentidir. Böylece Türkiye Selçuklu Devleti, Akdeniz’deki ticarette söz sahibi olma yolundaki ilk önemli adımı atmış oldu. Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Antalya’nın fethinden sonra Venediklilere, Türkiye Selçuklu Devleti’nde ticaret yapmaları için bir ferman verdi.270 Antalya’nın fethi ile Türkiye Selçuklu Devleti için Akdeniz yolunu açıldı. Türkiye Selçuklu Devleti, Antalya’yı Mısır ve Avrupa ile yapılan ticaretin merkezi haline getirmeye başladı. Ayrıca yeni kurulmakta olan Türkiye Selçuklu 264 İbn Bîbî, s. 127. Krş. Baykara, a.g.e., s. 37; Kaya, a.g.e., s. 131; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Kesik, “Antalya”, s. 129-130. 265 İbnü’l-Esîr, XII, s. 209; İbnü’l-Verdî, s. 103; Anonim Selçuknâme’de (s. 39) I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in tahta çıkmasından 2 yıl sonra Antalya’nın fethedildiği belirtilmektedir. Krş. Kadıoğlu, a.g.m., s. 229; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 26; Gordlevskiy, a.g.e., s. 42; Rice, a.g.e., s. 67; Kesik, “Antalya”, s. 130. 266 İbn Bîbî, s. 128. İbnü’l-Esîr de kalede esir alınan tüm Haçlıların öldürüldüğünü belirtmektedir (XIII, 210). 267 İbn Bîbî, s. 128. Krş. Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 175; Demir, a.g.t., s. 12. 268 İbn Bîbî, s. 128. Krş. Savvides, a.g.e., s. 89; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 284; Baykara, a.g.e., s. 38; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Cahen, a.g.e., s. 68; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 126; Kesik, “Antalya”, s. 130; Demir, a.g.t., s. 13-14. Mübarizeddin Ertokuş, Antalya’da 22 yıl görev yapmıştır. Osman Turan, “Selçuk Devri Vakfiyeleri II: Mübârizeddin ErTokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, c. XI, sy. 43, (Temmuz 1947), s. 415-429; Aydın Taneri, “Ertokuş”, DİA, XI, 313. 269 İbn Bîbî, s. 128. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 284-285; Geyikoğlu, a.g.m., s. 261; Kaya, a.g.e., s. 131; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Kesik, “Antalya”, s. 130; Demir, a.g.t., s. 14. 270 Savvides, a.g.e., s. 94; Wilhelm Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, Ankara 2000, s. 335; Delilbaşı, a.g.m., s. 483; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 62; Koca, a.g.e., s. 66; Geyikoğlu, a.g.m., s. 260; Algül, a.g.m., s. 647; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 26; Gordlevskiy, a.g.e., s. 42. 46 donanmasının üssü haline getirdiler.271 Antalya’ya “Dârü’s-Sagr” (“Sınır Şehri”) ve “Dârü’l-İzz” (“Şerefli Şehir”) lakapları verildi.272 Ayrıca I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in unvanları arasına “Sultanü’l-Berr ve’l-Bahr” eklenmesi, Türkiye Selçuklu Devleti için Antalya’nın fethedilmesinin önemini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.273 I. Gıyâseddin Keyhüsrev, kuşatma öncesinde yapılan hazırlıklarda Antalya’nın Kıbrıs Haçlı Krallığı’ndan yardım alacağını tahmin ediyordu. Çünkü Kıbrıs Haçlı Krallığı için ticaret noktasında Antalya’nın ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Kuşatmanın ilk zamanlarında Kıbrıs Haçlı Krallığı’ndan gelen yardım, Antalya kıyılarında Türkiye Selçuklu gemilerinin olmadığını göstermektedir. Fakat daha sonra Kıbrıs üzerinden gelen yardımın devam ettiğine dair bir bilgi yoktur. Bu durum Antalya’da Türkiye Selçuklu gemilerinin varlığına işaret etmekle birlikte en azından bu gemilerin Türkiye Selçuklu Devleti’ne ait olmasa bile ücretle çalışan gemiler olması da ihtimal dâhilindedir. Ayrıca şehir halkının zor duruma düşerek I. Gıyâseddin Keyhüsrev’e yardım teklif ederek şehri almasını istemesi, denizden de abluka olduğu fikrini ortaya çıkarsa da bununla ilgili kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır. Antalya gibi müstahkem bir kentin sadece karadan yapılan savaşlarla ele geçirilmesinin zorluğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla, şehrin fethi esnasında denizden bir gücün kuşatmaya katıldığı fikri göz ardı edilmemelidir. Ancak bu durumdan da hiçbir kaynakta bahsedilmemektedir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in Antalya’yı fethetmesi, gerçek manada Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaret siyasetinde önemli değişikliklere neden olmuştur. Ticaret yollarının güzergâhında bulunan liman şehirlerinden biri olan Antalya ele geçirilmişti. Bu fetihle birlikte Türkiye Selçuklu Devleti artık sadece bir kara devleti olmaktan çıkmış, uzun yıllar sonra ilk kez denizlere ulaşarak kara-deniz devleti hüviyeti kazanma yolunda çok önemli bir aşamaya geçmiştir. 271 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 285; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 62; Abdullah Ekinci, “Türkiye Selçuklu Devleti’nin Deniz Hakimiyetinin Tesisi ve Denizcilikte Kurumsallaşma Çabaları”, Türk Dünyası Araştırmaları, (Nisan 2005), İstanbul 2005, sy. 155, s. 105; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157. 272 Turan, Resmî Vesikalar, s. 13; Emecen, DİA, III, 233; Kesik, “Antalya”, s. 132. 273 Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 62. 47 Antalya’da düzenin sağlanmasından sonra ordusu ile Konya’ya yola çıkan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Düden mevkiine geldiğinde askerlerine durma emri vererek ganimetlerden alınan beşte bir devlet vergisini (ahmâs-ı hâs)274 toplamalarını emretti. Daha önce alacağı olan tüccarları yanına çağırdı. Tüccarların kaybettiği bütün eşyaların listesini hazırlattı ve bunu Divan’a götürmelerini istedi. Kuşatma sırasında Selçuklu askerlerinin ele geçirdiği tüccarlara ait malları da kendilerine iade ettirdi. Geriye kalan mallar için Mübarizeddin Ertokuş’a ferman göndererek tüccarlara mallarının iade edilmesi ve eksik kalanların da hazineden karşılanmasını emretti.275 Bu durum I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ticareti ve tüccarları korumasına yönelik izlediği siyasetin somut bir göstergesi olarak kayıtlara geçmiştir.276 Ayrıca “Bu günden sonra bütün Rum ülkelerinde ne ticareti yapılırsa yapılsın ve oradan hangi tüccar geçerse geçsin vergiden (bac), geçiş ücretinden (ubur), ilave ve fazla rüsumdan (zarayib-i avariz) muaf tutulmuştur.” şeklinde bir ferman çıkartarak tüccarlardan alınan vergiyi kaldırmıştır.277 Bu kararla serbest ticaret teşvik edilmiştir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ticaretteki gelişime verdiği önem Güneydoğu Anadolu’da da kendisini gösterdi. Ancak bölgedeki Ermeniler,278 ticaret yollarını tehdit eder şekilde hareket etmekteydi. Sultanın ilk hedefi, önceden Türkiye Selçuklu hâkimiyetindeyken daha sonra Eyyûbî hâkimiyetine giren Maraş şehri oldu. Maraş 1208-1209’da yeniden Türkiye Selçuklu Devleti tarafından ele geçirildi. Ermeniler’in üzerine sefere devam eden I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Pertus Kalesi’ni ele geçirerek Eyyûbîler aracılığıyla yapılan barışla Ermeniler’in kendisine tâbi 274 Muharrem Kesik, Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyeti, İstanbul 2021, s. 600. 275 İbn Bîbî, s. 129. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 285; Delilbaşı, a.g.m., s. 482; Baykara, a.g.e., s. 38-39; Kaya, a.g.e., s. 131-132; Algül, Türkler, VI, 647. Kesik, “Antalya”, s. 131. 276 Delilbaşı, a.g.t., s. 18; Kesik, “Antalya”, s. 131; Demir, a.g.t., s. 14. 277 İbn Bîbî, s. 130. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 285; Delilbaşı, a.g.m., s. 482; Baykara, a.g.e., s. 39; Polat, a.g.t., s. 174; Kaya, a.g.e., s. 132; Kadıoğlu, a.g.m., s. 229; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157; Kesik, “Antalya”, s. 131; Kesik, Selçuklu Müesseseleri, s. 600. 278 Türk-Ermeni ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Sevim, Genel Çizgileriyle SelçukluErmeni İlişkileri, Ankara 1983; Muharrem Kesik, “Türk-Ermeni İlişkileri Tarihinin İlk Safhaları”, Türkiye Selçukluları -Makaleler-, İstanbul 2015, s. 238-264; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, Ankara 2019. 48 olmasını sağladı. Ermeni II. Leon bu antlaşmaya sadık kalarak Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev adına para bastırdı.279 Sadece deniz ticaretine değil, özellikle önemli kara ticaret yollarının güzergâhları üzerinde bulunan şehirleri de ele geçirmeyi hedefleyen I. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu suretle Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaretteki konumunu güçlendirme yolunda bir diğer adımı da Maraş şehrini ele geçirerek gerçekleştirmişti.280 1204 Haçlı Seferi sonrasında Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması sonrasında Anadolu’da kurulan Bizans devletlerinden biri de Laskaris hânedanı yönetimindeki İznik Rum Devleti idi. Bu devletin güçlenmesi doğal olarak Anadolu’ya büyük oranda hâkim olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin tabii bir şekilde karşılayacağı durum değildi. İstanbul’da sürgündeyken kendisini ağırlayan eski Bizans imparatoru III. Aleksios Angelos’un, İznik Rum Devleti’nin yönetimini ele geçirmek için damadı I. Theodoros Laskaris’ten şikâyetçi olması ve Konya’ya sığınması, I. Gıyâseddin Keyhüsrev için bir fırsat olmuştu.281 I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in görünüşteki hedefi III. Aleksios Angelos’u tahta geçirmek olsa da aslında Batı Anadolu’da ve kıyılarında Türkiye Selçuklu hâkimiyetini kurmak için harekete geçti. Türkiye Selçuklu ve İznik Rum orduları, 5 Haziran 1211 tarihinde Denizli-Ladik arasında ve Menderes Nehri kenarındaki Antiochia ad Maeandrum’da (Alaşehir) karşı karşıya geldiler.282 Savaşı, Bizans kaynaklarına göre İznik Rum Devleti kazanırken283 Türk ve İslâm kaynaklarına göre Türkiye Selçuklu ordusu önce İznik Rum Ordusu’nu mağlup ederek kaçanları takibe ve yağmaya başladı. Bu kargaşa ortamından faydalanan bir Frenk askeri, Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i şehid etti. Sultan’ın ölüm haberi üzerine Türkiye Selçuklu ordusu düzensiz bir şekilde geri 279 Müneccimbaşı, s. 38-39. Krş. Savvides, a.g.e., s. 67; Ali Sevim, Genel Çizgileriyle SelçukluErmeni İlişkileri, Ankara 1983, s. 33-34; Baykara, a.g.e., s. 39; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 126; Kesik, “Türk-Ermeni İlişkileri”, s. 257-258; Ersan, a.g.e., s. 164. 280 Kaya, a.g.e., s. 134; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 157. 281 Akropolites, s. 26-27. Krş. Savvides, a.g.e., s. 95; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 288; Baykara, a.g.e., s. 40; Kaya, a.g.e., s. 138; Cahen, a.g.e., s. 68; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 126; Rice, a.g.e., s. 67-68. 282 Baykara, a.g.e., s. 43; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 158; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 126. 283 Akropolites, s. 30. 49 çekilmeye başladı. Her iki tarafın da ağır kayıplar verdiği bilinmekle birlikte Selçuklu emîrlerinden Seyfeddin Ayaba da İznik Rumlarına esir düştü. İznik Rum İmparatoru I. Theodoros Laskaris, I. Gıyâseddin Keyhüsrev’i şehid eden Frenk askerini öldürttü. 284 Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in cenazesi, Alaşehirli Müslümanların yardımıyla Müslüman mezarlığına gömüldüyse de daha sonra iki devlet arasında yapılan antlaşma uyarınca 28 Haziran 1211 tarihinde Seyfeddin Ayaba tarafından Konya’ya getirilerek Kümbethane’ye nakledilip defnedildi.285 Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, babası II. Kılıç Arslan gibi Türkiye Selçuklu Devleti’nin geleceğinin denizlerde ve ticarette olduğunu görmüştü. Bu amaçla liman şehirlerine özel önem vermiş ve Antalya gibi önemli bir şehri, Türkiye Selçuklu Devleti sınırları içerisine almıştı. Antalya’nın fethinden önce, tahta çıkar çıkmaz 1205-1206 yılları arasında Trabzon üzerine düzenlenen sefer de bu hedefin bir sonucudur. I. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde donanmanın tam anlamıyla teşekkül etmesi noktasında bilgi bulunmamakla birlikte belirsiz sayıdaki gemiden müteşekkil küçük bir donanmanın olduğu söylenebilir. Ancak Antalya’nın fethi sırasında, Türkiye Selçuklu Devleti’ne ait hiçbir geminin olmadığını söylemek de pek mümkün görünmemektedir. Esasen I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in, hükümdarlığı kardeşi Rükneddin Süleymanşah’a bırakarak Türk gemileriyle İstanbul’a gitmesi bu durumun bir delili olarak gösterilebilir.286 Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine tahta, büyük oğlu Malatya Meliki İzzeddin Keykâvus geçti. 284 İbn Bîbî, s. 139; Müneccimbaşı, s. 40. Krş. Savvides, a.g.e., s. 103-104; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 290; Rice, a.g.e., s. 68-69. Savaşın sonucu ve Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in nasıl öldüğü ile ilgili muhtelif kaynakların değerlendirmeleri için bkz. Kaya, a.g.e., s. 150-153; Yusuf Ayönü, “İslâm ve Bizans Kaynaklarına Göre Antokheia Savaşı”, Ege ve Balkan Araştırmaları Dergisi, c. I, İzmir 2015, sy. 1, s. 1-12. 285 İbn Bîbî, s. 140, 161: Anonim Selçuknâme, s. 40. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 290; Faruk Sümer, “Keykavus I”, DİA, XXV, 352; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 158. 286 İbn Bîbî, s. 78. 50 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM I. İZZEDDİN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1211-1220) Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Alaşehir Savaşı’nda şehid olduktan sonra Türkiye Selçuklu tahtı için dört aday vardı: I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in oğulları Malatya Meliki İzzeddin Keykâvus, Tokat Meliki Alâeddin Keykubad, Koylu Hisar Meliki Celâleddin Keyferidun ile II. Kılıç Arslan’ın oğlu Erzurum Meliki Muğiseddin Tuğrulşah. 287 Sultan’ın vefatından sonra devletin ileri gelenleri Kayseri’de toplanarak Türkiye Selçuklu tahtına kimin çıkacağını müzakere ettiler. Müzakereler sonucunda en büyük melik olan İzzeddin Keykâvus, tahta çıkması için Malatya’dan Kayseri’ye davet edildi. İzzeddin Keykâvus, 21 Temmuz 1211 tarihinde Kayseri’de Türkiye Selçuklu Sultanı ilan edildi. 288 Bu sırada Tokat Meliki Alaeddin Keykubad, ağabeyi İzzeddin Keykâvus’un tahta çıkışını kabul etmedi. Tahta çıkabilmek için amcası Erzurum Meliki Muğiseddin Tuğrulşah, uc beyi Dânişmendli Zahireddin İli ve Ermeni Prensi II. Leon ile ittifak yaparak Kayseri’yi kuşattı.289 Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un zor durumda kalması üzerine Kayseri Valisi Celâleddin Kayser, Alâeddin Keykubad’ı müttefiklerinden ayırmak için onlarla iletişime geçti. Celâleddin Kayser, gizlice görüştüğü Ermeni prensi II. Leon’u çeşitli hediye ve vaatlerle Alâeddin Keykubad’ın yanından uzaklaştırdı. 290 Daha sonra amcası Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrulşah da geri dönünce Alâeddin Keykubad, Kayseri’deki kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya 287 İbn Bîbî, s. 141. Krş. Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220), Ankara 1997, s. 21; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 55. 288 İbn Bîbî, s. 142; Müneccimbaşı, s. 42. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 294; Koca, a.g.e., s. 21; Cahen, a.g.e., s. 69; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 126-127. 289 İbn Bîbî, s. 143; Müneccimbaşı, s. 42-43. Krş. Koca, a.g.e., s. 22; Emine Uyumaz, Sultan I. Alâeddin Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasi Tarihi, Ankara 2003, s. 14; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 159; Cahen, a.g.e., s. 69; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 56. 290 İbn Bîbî, s. 145-146; Müneccimbaşı, s. 43-44. Krş. Koca, a.g.e., s. 23; Uyumaz, a.g.e., s. 15; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 159; Cahen, a.g.e., s. 69; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 59. 51 geri çekildi. Uc beyi Dânişmendli Zahireddin İli ise Alâeddin Keykubad’ın yanından ayrılmayarak onun adına Niğde’de faaliyetlerine devam etti.291 I. İzzeddin Keykâvus daha sonra Kayseri’den başkent Konya’ya geldi. Abbâsî Halifesi Nâsır Lidînillâh’a (1180-1225) ve civar hükümdarlara tahta çıktığını bildiren mektuplar gönderdi. Abbâsî Halifesi Nâsır Lidînillâh da ona fütüvvet elbisesi gönderdi.292 I. İzzeddin Keykâvus’u tebrik etmek amacıyla çeşitli ülkelerden elçiler Konya’ya geldi. Bunlar arasında bulunan İznik Rum Hükümdarı I. Theodoros Laskaris’in elçisi de 20.000 dinar ve birçok hediye ile barış teklif etti. Ayrıca Alaşehir Savaşı’nda esir düşen Emîr Seyfeddin Ayaba da serbest bırakıldı.293 Antlaşma teklifinin I. İzzeddin Keykavus tarafından onaylanmasıyla belirlenen sınırların ihlal edilmemesi şartıyla bir antlaşma yapıldı.294 İznik Rum Devleti ile yapılan antlaşmadan sonra devletin batı sınırını güvence altına alan I. İzzeddin Keykavus, Türkiye Selçuklu ordusunu toplayarak Ankara’da bulunan kardeşi Alâeddin Keykubad’ın üzerine yürüdü ve 1212 yılında Ankara Kalesi’ni kuşattı.295 Kuşatmanın kış mevsiminde de devam etmesi, Ankara halkını zor durumda bıraktı. Bu durum üzerine Alâeddin Keykubad, serbest bırakılması ve halka dokunulmaması şartıyla anlaşma teklif etti.296 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, bu şartları kabul ederek Ankara’ya girdi. I. İzzeddin Keykâvus, Ankara halkına dokunmasa da kardeşi Alâeddin Keykubad’ı serbest bırakmadı ve tutuklatarak Malatya yakınlarındaki Minşar (Masara) Kalesi’ne hapsettirdi.297 I. İzzeddin Keykâvus, kardeşi Alâeddin Keykubad’ı Minşar Kalesi’nde öldürtmek 291 İbn Bîbî, s. 147. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 294-295; Koca, a.g.e., s. 24; Uyumaz, a.g.e., s. 16; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 159. 292 İbn Bîbî, s. 157. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 297-298; Koca, a.g.e., s. 65; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 160. 293 İbn Bîbî, s. 158-159; Müneccimbaşı, s. 45. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 299; Koca, a.g.e., s. 62; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127. 294 İbn Bîbî, s. 159. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 300; Koca, a.g.e., s. 62-63. 295 İbn Bîbî, s. 162; Müneccimbaşı, s. 45. Krş. Koca, a.g.e., s. 26; Uyumaz, a.g.e., s. 16; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 160; Cahen, a.g.e., s. 70; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127. 296 İbn Bîbî, s. 165; Müneccimbaşı, s. 46. Krş. Koca, a.g.e., s. 27; Uyumaz, a.g.e., s. 17; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 160; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127. 297 İbn Bîbî, s. 167; Aksarayî, s. 25; Müneccimbaşı, s. 46. Krş. Koca, a.g.e., s. 28; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 160; Cahen, a.g.e., s. 70; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127. 52 istediyse de hocası Mecdeddin İshak engel oldu.298 Alâeddin Keykubad daha sonra Kezirpert Kalesi’ne nakledildi.299 Böylece kardeşi Alâeddin Keykubad’ı kaleye kapatan I. İzzeddin Keykâvus, Türkiye Selçuklu Devleti toprakları üzerinde tam kontrolünü sağlamış oldu. 3.1. Kıbrıs Haçlı Krallığı ile Yapılan Ticaret Antlaşması Antalya’nın 1207 yılında I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in tarafından fethedilmesinden sonra Kıbrıs Haçlı Krallığı, Türkiye Selçuklu Devleti ile ticaret noktasında iyi ilişkiler kurma yönünde çaba göstermişti. Bunun temel nedeni Antalya’nın, Kıbrıs’ın iaşesi ve ticaretinin kilit noktalarından biri olmasıydı.300 Türkiye Selçuklu Devleti de özellikle Antalya’nın fethinden sonra, Anadolu’da uluslararası ticaretin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev de ticareti kolaylaştırıcı kararlar almıştı. Ocak 1214’te Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues, I. İzzeddin Keykâvus’a cevap niteliğinde bir mektup yazmıştı. Bu durum, Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un 1214 yılından önce Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues’ya bir mektup yazdığını göstermektedir. Hugues, mektubunda “altı yıldan beri yeminle tasdik edilen bir dostluk olduğunu” söyleyerek aslında görüşmelerin ve iyi ilişkilerin I. Gıyâseddin Keyhüsrev devrinde 1208 yılında yani Antalya’nın fethinden hemen sonra başladığını belirtmektedir.301 Mektuplar, ticaret antlaşması görüşmelerinin yaklaşık iki yıl sürdüğünü göstermektedir. 1216 yılında yapılan karşılıklı mektuplaşma neticesinde Türkiye Selçuklu Devleti - Kıbrıs Haçlı Krallığı Ticaret Antlaşması ortaya çıkmış oldu. Antlaşma iki yıllık sürede mektuplaşmalar ve değişikliklerle son şeklini aldı. Antlaşmaya göre iki tarafın tüccarları ve gemicilerinin, birbirlerinin ülkelerine serbestçe girip çıkabilme hakkı olacaktı. Ticaret antlaşması üç yıl boyunca geçerli olacaktı. 1216 yılında Kıbrıs Haçlı Krallığı’nın Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un 298 İbnü’l-Verdî, s. 111; Ahmed bin Mahmud, s. 304. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 300-301; Koca, a.g.e., s. 27; Uyumaz, a.g.e., s. 17; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 65-66. 299 Koca, a.g.e., s. 28. 300 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 302; Delilbaşı, a.g.t., s. 33; Polat, a.g.t., s. 178. 301 Delilbaşı, a.g.m., s. 483; Polat, a.g.t., s. 178-179; Kesik, “Antalya”, s. 130-131; Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, I, Selçuklular’dan Bizans’ın Sona Erişine, Ankara 2020, s. 202. 53 Antalya’yı istirdadı sırasında, Antalya’daki isyancılara yaptığı yardımın, ticaret antlaşmasının imzalanmasını pek de etkilemediği görülmektedir.302 I. İzzeddin Keykâvus, Kıbrıs Haçlı Krallığı ile yapılan antlaşmanın yanı sıra Anadolu’daki ticareti daha da güçlendirmek maksadıyla Venediklilerle de bir ticaret antlaşması imzaladı.303 Türkiye Selçuklu Devleti ile Kıbrıs Haçlı Krallığı arasında yapılan antlaşma görüşmeleriyle ilgili mektupların bazıları yayımlanmıştır.304 Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues’dan, Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a gelen ilk mektup şöyledir: “Kraldan Sultana LXVIII (II. Kânun, 1214 yılı) Allah’ın himayesine mazhar olan meşhur Kıbrıs adasının kralı Hügo’dan bütün Türk ülkesine hâkim, karada ve denizde, galip ve muzaffer, pek kudretli, asıl ve mes’ut büyük sultana selâm olsun. Sultanlığının sâlim, mes’ut ve memnuniyette olmasını Allahtan her zaman temenni ederim. Tanrı’nın lütuf ve inayetile biz sıhhatliyiz ve iyiyiz, o emin adamınız vasıtası ile alınan zat-ı devletlerinin mektubu okunmuş ve muhtevasında tesbit edilenler anlaşılmıştır. İşte sultanlık devletinin buyruk ve arzusunu yerine getirdik. Aramızda altı yıldan beri yeminle tasdik edilen dostluk bulunduğunu, yukarıda adı geçen, sultanlık devletinin adamından daha etraflı olarak anlayacak ve vesikaların yeminli altın mühürle musaddak olduğunu öğreneceksiniz. Sultanlık devletinin müsaadesi gereğince bütün ülkelerinden tüccarlar ve gemiciler engelsiz ve tereddüdsüz olarak bütün neş’e ve kolaylıkla benim memleketime gelecekler; aynı tarzda bizimkiler kimse tarafından mâni olunmaksızın, herbiri tamamen serbest olarak, senin memleketine girecek ve çıkacaklar ve istediklerini yapacaklardır. Öyle 302 Delilbaşı, a.g.t., s. 29; Cahen, a.g.e., s. 71. 303 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 303; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 160; Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 204. 304 Savvides, a.g.e., s. 140-145; Turan, Resmî Vesikalar, s. 133-137. Bu mektuplar, yayınlandığı kitaplardan bir değişiklik yapılmadan alınmıştır. 54 ki Allah ta herkes tarafından tebcil edilsin ve biz aramızdaki temiz dostluğu sarsılmaz bir surette muhafaza edelim ve fakirler de kendi gıda ve ihtiyaçlarını herbiri kendi temin edebilsin. Eğer sultanlık devletinin istikbalde yazmak veya emretmek hususunda bir arzusu olursa, mektubla veya elçi vasıtası ile emretsin; şayet bizim ülkemizden herhangi bir ihtiyacı olursa bilelim. Zira memnuniyetle sultanlık devletinin emrini yerine getirmeğe hazırız. 1214 Ocak ayı.”305 İkinci Mektup, yeniden Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues’dan gelmiştir. “Kraldan Emîre Çok meşhur, mümtaz, emîrlerin büyük emiri, Konya’nın büyük reisi, Konya eyaletinin şehinşahı, sultanlık sarayının baş müşaviri, benim aziz dostum: Benim krallık devleti seni selâmlar ve çok meşhur olan sana hükümdarlığımın ve bütün ailemin emin adamı işbu şövalyeyi senin yüksek huzuruna elçi olarak gönderir ve sana benim krallığıma lâyik olan bütün hürmeti buna göstermeni ve her hususta kendisini korumanı ve ona adam terfik etmeni ve korkusuz olarak onu büyük sultanlık huzuruna çıkarmanı beyan ederim; öyle ki hayranlığımızı ifade edelim, seni memnun etsin ve biz de seni medhedelim. Bütün hizmetini ifa ettikten sonra adamların ve senin yardımın ve talimatınla geri dönecektir. Senin huzuruna çıktıktan sonra tekrar talimatınla onu bize geri gönder ve bize gelmek için onu erzakla teçhiz et; böyle vukubulduğu takdirde tarafımızdan büyük minnettarlık mucip olacaktır. Eğer bizim memleketimizden senin yüksek iktidarın için birşeye lüzum görülürse onu bize emniyetle yaz. Tüccarlar benim memleketime mâniasız ve pervasız gelecekler ve her türlü korkudan uzak bulunacaklardır. Zira bizimle büyük sultan arasında halisane bir dostluk mevcuddur; aynı tarzda benim memleketimden seninkine. Afiyette ol… ayında.”306 Üçüncü mektup, yeniden Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues’dan gelmiştir. Hugues, bu mektubunda ticaret antlaşmasını kabul etmiştir. “Kraldan Sultana Yeminli Dostluk Nâmesi 305 Savvides, a.g.e., s. 140-141; Delilbaşı, a.g.t., s. 24; Turan, Resmî Vesikalar, s. 133. 306 Savvides, a.g.e., s. 141; Delilbaşı, a.g.t., s. 24-25; Turan, Resmî Vesikalar, s. 134. 55 (19 Temmuz 1216) Allah’ın müzahereti ile benim krallık devleti ve büyük Konya şehrinin yüksek hükümdarı Îzzeddin Keykâvus arasında dostluk hakkında iyi niyet ve muhabbet izhar edildiğinden her ikimizin muvafakatiyle yeminle ve yeminli nâme ile bu dostluğun takviyesini işte biz krallık devleti yerine getiriyoruz. Çünkü meşhur Kıbrıs adasının kıralı maruf kral emîrinin oğlu Hıristiyan dinine mensup ben Hügo, bugünki Temmuz ayının 19 unda Allah’ın mukaddes İncili üzerine, hayat bahşeden salip aşkına ve Hırıstiyan cemaatinin imanı üzerine yukarıda adı geçen ben Kıbrıs kralı Hügo, Konya şehrinin büyük sultanı İzzeddin tarafından izhar edilen iyi dostluk niyetine bütün kudretim ve imkânlarım dâhilinde üç yıl müddetle riayet edeceğime yemin ederim. Benim krallık devletimden ve bütün adamlarımdan ve büyük sultanın devletinden ve ülkesinden alış veriş maksadıyla tüccarlar denizde ve karada zararsız, eziyetsiz temamıyla serbest olarak ve devletimizden ve halktan kimse tarafından alıkonmadan ve mâni olunmadan yahut hakarete uğramadan girecek ve çıkacaklar ve sadece mutad olan resmi vermekle mükellef tutulacaklardır. Eğer denizde büyük sultanın hâkimiyeti altındaki memleketlerden korsanların ele geçirdikleri insan veya sair eşya getiren bir gemiye rastlanırsa krallık devletimizin hâkimiyeti altında bulunan bir yere, bir kal’aya yahut ta sahil bir yere getirilsin, batırılsın, içindekiler yerine göre korsanlık malları tevkif veya müsadere edilerek insanlar ve bulunan eşya büyük sultan canibine geri verilsin. Eğer bir gemi denizde fırtınadan tehlikeye maruz kalarak benim krallık memleketimin herhangi bir sahilinde kazaya uğrarsa, insanlardan hayatta kalanlarla bulunan eşya muhafaza edilsin ve mutad adaletsiz kaidelere uyarak yağmaya uğramasına mahal verilmeden iade edilsin. Bundan başka sultanın hâkimiyeti altında bulunan bütün memleketlerin masun kalmasını ve yukarıda kaydedilen hususa dikkat edecek gerek gizli gerekse açıktan herhangi zarar veya ziyanı düşünmeyeceğim. Bizim krallık devleti tarafından akdedilen ve yeminle çok defa Konya şehrinin büyük sultanı İzzeddin’e açıklanan ve ortaya konan bu anlaşmayı tam ve sağlam olarak muhafaza etmem lâzımdır. Öyle ki sultanın da aynı tarzda bizim krallık devletine karşı bütün bu muahedelerin devamı olan üç yıl müddetle tam bir titizlikle her cihetten riayet etmesi lâzımdır. Eğer daha sonra Ermeni kralı, Antakya prensi 56 veya aynı tarzda herhangi Hırıstiyan taraflardan biri bir yardım istediği takdirde benim krallık devleti bu muahedeyi onlara da teşmil ederek tereddüt etmeden kendilerine yardım edecektir. Üstünde mukaddes ve hayat bahşeden salip, altında kendi başına emniyet telkin eden mumlu mühürle garanti edilen işbu yeminli name 1216 yılında yazılmıştır.”307 Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues tarafından daha sonra Sultan I. İzzeddin Keykâvus’a gönderilen bir diğer mektup söyledir: “Kraldan Sultana Allah’ın muavenet ve rizasile meşhur ve ilham-ı ilâhiye malik bulunan, Kıbrıs adasının kralı Hügo, çok yüksek, kuvvetli ve asil soydan ve Türklerin hâkimiyeti altındaki bütün ülkelerde galip ve muzaffer bulunan, büyük Sultan İzzeddin’e selâm! Samimî ve halisane sevgiyi senin sultanlık devletine bildirir, herşeye kadir Tanrı’nın lütuf ve inayeti ve senin sultanlığının halisane ve iftiraya uğramıyan sevgisi sayesinde benim kırallık devleti afiyet ve emniyettedir ve iyidir. Senin yüksek iktidarına arz ederim…”308 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, Eylül 1216’da Kıbrıs Haçlı Kralı Hugues’ya bir cevap yazarak ticaret antlaşmasının kabul edildiğini bildirmiştir. Mektup şöyledir: “Sultandan Krala (Eylül 1216) Çok asîl soya mensup Kıbrıs kralı sir Hügo ile az evvel yeminli dostluk yapıldığı haberi benim sultanlık devletine elçi Zaharias vasıtasıyla vasıl olduğundan aynı suretle benim sultanlık devleti de yemin eder; iki tarafın yeminle rıza göstererek ve yeminli name ile tarafımızın da muvafakat ve teminatı ile takviye edilen bu dostluk gereğince, onun krallık devleti içindeki bütün insanlara ve bütün ülkesindeki tüccarlara ve diğerlerine bizim bütün sultanlığımız ülkelerine girmek ve çıkmak korkusuz, tamamen serbest ve itirazsız olarak vukubula; onlar ve onların bütün emtiaları herşeyden muhafaza edilerek sadece mutad olan gümrük resmini vereler. 307 Savvides, a.g.e., s. 141-143; Delilbaşı, a.g.t., s. 25-26; Turan, Resmî Vesikalar, s. 134-135. 308 Savvides, a.g.e., s. 143; Delilbaşı, a.g.t., s. 26; Turan, Resmî Vesikalar, s. 136. 57 Eğer çok defa olduğu gibi beklenmedik bir hal vukubulur veya onun ülkesinden veya diğer insanlardan biri benim sultanlık devleti içinde ölürse, kim olursa olsun, bu takdirde o adamın mallarını geri versinler; şüphesiz yeminle veya diğer gerçek bir delille kralın huzuruna gelirse onun da aynı suretle hareket etmesi gerektir. Bir teknenin bir gemi veya bir kadırganın, korsan gemileri veya diğer bir kayığın yanaştığı ve yüksek kralın memleketinde karada veya denizde zarar verdiği ve tekrar bizim sultanlık ülkesine döndüğü görülürse, devletimizin adamları tarafından bunlar yakalansın, içindeki insanlar ve bulunan eşya ile birlikte yüksek krallık canibine derhal iade edilsin. Adı geçen kralın da aynı tarzda hareket etmesi gerekir. Şayet yüksek kralın tesahüp ettiği tüccar gemisi veya herhangi başka biz tekne benim sultanlık ülkelerimde denizde hasara uğrar ve tehlikeye maruz kalırsa, hakikat anlaşılıncıya kadar, içindeki insanlar ve elde edilen eşya yüksek krallık canibine ve onun adamlarına iade edilsin. Onun da aynı hal vukuunda yukarıda açıklanan andlaşma gereğince aynı tarzda hareket etmesi icabeder. Böylece meydana gelen ve burada açıklanan anlaşmaya benim sultanlık devleti ile Kıbrıs adasının yüksek kralı sarsılmaz ve şüphesiz olarak riayete mecburdur. Bu anlaşmanın teyit ve takviyesi maksadı ile bizim sultanlık devleti tarafından işbu vesika Eylül 1216 yılında parafe edilmiştir.”309 1216 yılında yapılan ticaret antlaşması, deniz ticareti açısından çok önemliydi. Mütekabiliyet esasına dayanan bu antlaşmada gümrük vergisi ile gemilerin herhangi bir kazaya uğraması veya batması durumunda yapılacak uygulamalar net bir şekilde belirlenmiştir. Kısacası deniz ticareti, iki devlet tarafından sigortalanmıştı.310 Ayrıca Antalya’da bulunan ticaret filosu, bu antlaşmada görüldüğü gibi artık Türkiye Selçuklu filosu haline gelmiştir.311 Bu ticaret antlaşması ile Türkiye Selçuklu Devleti ve Kıbrıs Haçlı Krallığı açısından Doğu Akdeniz ticareti güvence altına alınmıştır. 309 Savvides, a.g.e., s. 144-145; Delilbaşı, a.g.t., s. 26-27; Turan, Resmî Vesikalar, s. 136-137. 310 Delilbaşı, a.g.t., s. 34; Turan, Türk-İslâm Medeniyeti, s. 360; Kadıoğlu, a.g.m., s. 230. 311 Cahen, a.g.e., s. 126. 58 3.2. Sinop’un Fethi (1214) Anadolu’nun en kuzeyinde bulunan Sinop, tarih boyunca birçok devletin hâkimiyeti altına girmiştir. Şehir, Sinop Yarımadası’nda Kale-Şehir olarak kurulmuş, zaman içinde Karadeniz’in en önemli liman şehirlerinden biri haline gelmiştir. Sinop’un kuzeydoğusundaki liman, Antik Çağ’da çok kullanıldığı halde Ortaçağ’da pek kullanılmamıştır. Sinop Yarımadası’nın güney yönündeki iç liman ise “Akliman” adıyla anılmakta olup Anadolu kıyılarının en önemli doğal limanlarından biridir. Yunanca adı “Sinopolli” olan şehri, Müslüman müellifler “Sanub” olarak adlandırmışlardır.312 Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinin ilk zamanlarında Bizans İmparatorluğu’nun Anadolu’daki gücünü neredeyse tamamen kaybettiği dönemde şehir, Türk komutan Karategin tarafından ele geçirildi. Ancak bir süre sonra Bizans İmparatorluğu, şehri yeniden hâkimiyeti altına aldı.313 Antalya’nın fethedilmesinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti, Akdeniz’de bir limana sahip olmuş, böylece Akdeniz ticaretinde pay sahibi olma noktasında önemli bir adım atmıştı. Ancak aynı durum Karadeniz ticaretinde söz konusu değildi. 1204 yılında İstanbul’un Haçlılar tarafından ele geçirilip Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla beraber Anadolu’da iki yeni Bizans devleti kurulmuştu. Bunlardan biri Trabzon’da Komnenos hânedanı tarafından kurulan Trabzon Rum Devleti idi. Bu devletin temel hedefi, sahil şeridini tamamen ele geçirip Karadeniz ticaretini kontrol altına almaktı. Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Aleksios Komnenos, I. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde Sinop ve Samsun’u ele geçirmek için harekete geçmişti. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu durum üzerine Samsun’a sefere çıkmış, ayrıca Trabzon’u kuşatarak I. Aleksios Komnenos’u kendine tâbi hale getirmişti.314 Kuzeyde bulunan Samsun ve Sinop şehirleri, sadece Türkiye için değil, uluslararası ticaret açısından çok önemli şehirlerdi. Samsun, II. Kılıç Arslan döneminde Melik Rükneddin Süleymanşah tarafından fethedilerek Müslüman 312 Mehmet Öz, “Sinop”, DİA, XXXVI, 252. 313 Anna Komnena, s. 196. Krş. Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 60. 314 İbnü’l-Esîr, XII, s. 201. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 279-280. 59 Samsun kurulmuş, aralıklarla hem Bizans, hem de daha sonra Trabzon Rum Devleti tarafından saldırılara uğramışsa da Türkiye Selçuklu Devleti hâkimiyetinde kalmaya devam etmişti.
Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Aleksios Komnenos, Alaşehir Savaşı’nda Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in şehid olması üzerine Türkiye Selçuklu Devleti’nde İzzeddin Keykâvus ve Alâeddin Keykubad arasındaki mücadeleden faydalanarak Karadeniz’de yeniden harekete geçti. Trabzon ve Sinop şehirlerini elinde tutan I. Aleksios Komnenos, Türkiye Selçuklu Devleti’ne vergi vermekteydi. I. Aleksios Komnenos, Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki I. İzzeddin Keykâvus ve Alâeddin Keykubad arasındaki rekabetten istifade ederek vergi vermeyi kesti. Ayrıca Amasya ve Sivas’ın sınır yerleşimlerine saldırılar düzenlemeye başladı. Canik Rumları da zaman zaman çeteler halinde baskınlar yaparak bu bölgedeki Türk köylerini yakıyorlar, mahsul ve sürülerini yağma ediyorlardı.315 Türkiye Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya, bu saldırılar hakkında çok fazla şikâyet gelmesi üzerine Sultan I. İzzeddin Keykâvus, devlet adamlarını mecliste toplayarak Sinop’un durumunu görüştü. Meclis’te Sinop’un o zamanın en çetin kalelerinden biri olduğu ve savaş yoluyla alınmasının güç olduğu kararına varıldı. Sinop şehrinin, devamlı olarak kuşatma altında tutularak temel gıda maddelerinden yoksun bırakılması ve civardaki tarım mahsullerinin yok edilmesi de düşünüldü. Ancak I. İzzeddin Keykâvus, bütün tedbir ve hazırlıkların tamamlanmasını, Sinop’un karadan ve denizden kuşatılarak ele geçirilmesine karar verdi.316 Bu karardan hemen sonra I. İzzeddin Keykâvus tüm valilere, hazırlık yapıp sefere katılmalarını emretti. Malatya Valisi Hüsameddin Yusuf, Niğde Valisi Zeyneddin Başara, Ereğli Valisi Şücaeddin Ahmed, Simre Valisi Bedreddin Ebû Bekir, Amasya Valisi Mübarizeddin Behramşah, Kayseri Valisi Celâleddin Kayser, Sivas Valisi İmadeddin Ayas, Siraceddin Ömer, Kırşehir-Aksaray Valisi Zeyneddin 315 İbn Bîbî, s. 175; Müneccimbaşı, s. 47-48. Krş. Mehmet Şakir Ülkütaşır, “Anadolu Selçukluları Tarafından Sinop’un Muhasarası ve Zaptı”, Türk Kültürü Dergisi, (Ağustos 1971), sy. 106, s. 39; Koca, a.g.e., s. 30. 316 İbn Bîbî, s. 176. Krş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 39; Koca, a.g.e., s. 31; Geyikoğlu, a.g.m., s. 262; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127. 60 İldeniz, Honas Valisi Esededdin Ayas başta olmak üzere bütün Selçuklu komutanları hazırlıklarını yaparak Sinop’a doğru harekete geçtiler. Sultan I. İzzeddin Keykâvus da tüm hazırlıklarını tamamlayarak başkent Konya’dan Sinop’a ilerledi. 317 Türkiye Selçuklu ordusunun Sinop’a hangi yol üzerinden gideceği gizli tutulması ve her türlü tedbirini alınması sayesinde, Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Aleksios Komnenos durum hakkında bilgi sahibi olamadı. Türkiye Selçuklu ordusu, Kızılırmak Vadisi’ne gelince Sinop ve çevresine keşif için bir akıncı birliği yola çıkarıldı. Akıncı birliği Sinop yakınlarında, I. Aleksios Komnenos’un kale dışarısında bir köyde 500 atlı ile avlanmakta olduğunu keşfetti.318 Bu durum geride bulunan I. İzzeddin Keykâvus’a haber verildi. Sultan, derhal baskın yapılarak I. Aleksios Komnenos’un esir edilmesini emretti. Akıncı birliği, su kenarında içki içmekte olan I. Aleksios Komnenos’u ve adamlarını ele geçirerek esir etti. Sultan I. İzzeddin Keykâvus, esir edilerek ordu karargâhına getirilen I. Aleksios Komnenos’a çok iyi davrandı. Ona, Sinop’un barış yoluyla teslim edilmesi halinde Samsun’da oturmasına izin vereceğini söyledi.319 I. Aleksios Komnenos’un muhafızlarından bazıları, Sinop’a kaçmayı başararak durumu şehir halkına haber verdiler. Sinop halkı, kale kapılarını kapatarak kuşatmaya hazırlanmaya başladılar. Türkiye Selçuklu ordusu, üç gün sonra Sinop surlarının önüne geldi. Kaledekilere I. Aleksios Komnenos gösterilerek karşı koymamaları gerektiği söylendiyse de Sinop halkı ilk başta, onun yerine geçecek yetişkin oğulları olduğu düşüncesiyle direnişe geçmeye karar verdi.320 Ancak Behram Trablusî321 adındaki bir Türkiye Selçuklu komutanı, 1.000 kişilik bir kuvvetle şehrin deniz bağlantısını kesti. Böylece Sinop’u savunan Rum gemilerini 317 İbn Bîbî, s. 176. Krş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 39-40. 318 İbn Bîbî, s. 176; Müneccimbaşı, s. 48. Krş. Savvides, a.g.e., s. 127; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 304; Koca, a.g.e., s. 31; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 127; Kaya, a.g.m., s. 8. 319 İbn Bîbî, s. 177; Müneccimbaşı, s. 49. Krş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 40; Savvides, a.g.e., s. 127; Koca, a.g.e., s. 31; Cahen, a.g.e., s. 72; Gordlevskiy, a.g.e., s. 39; Rice, a.g.e., s. 70. 320 İbn Bîbî, s. 178; Müneccimbaşı, s. 49. Krş. Savvides, a.g.e., s. 127; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 304; Koca, a.g.e., s. 32. 321 Behram Trablusî adlı bu kişinin isminden Afrikalı bir denizci olma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 226. 61 yakması, kuşatma altındaki halkın oldukça zor bir durumda kalmasına yol açtı. 322 Muhtemelen Behram Trablusî, bazı deniz vasıtaları kullanarak bu görevi yerine getirmişti. 323 Sinop halkı bu durum üzerine, I. Aleksios Komnenos’un öldürülmemesi, kimsenin canına kıyılmaması ve herkesin istediği yere gidebilmesi şartıyla şehri teslim edeceklerini bildirdiler. Sultan I. İzzeddin Keykavus da bu isteği kabul ederek I. Aleksios Komnenos’u yanına çağırdı ve yemin etti.324 Bunun üzerine Sinop Kalesi’nin anahtarları Sultan I. İzzeddin Keykavus’a teslim edildi. Böylece Sinop şehri, hiç kimsenin kanı akmadan barış yoluyla 3 Kasım 1214 tarihinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetine girdi.325 Kalenin teslim edilmesinden bir gün sonra Sultan I. İzzeddin Keykâvus, büyük bir törenle Sinop’a girdi. I. Aleksios Komnenos ile antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Trabzon Rum Devleti, Türkiye Selçuklu Devleti’ne 12.000 Dinar, 500 at, 2.000 sığır, 1.000 koyun ile kendi hazinesine giren her cins maldan 50 yük hediye göndermeyi ve ihtiyaç halinde de askerî yardımda bulunmayı da kabul etti. 326 I. Aleksios Komnenos, tüm adamlarıyla beraber Samsun’a gönderilerek orada oturmasına izin verildi. Şehirde kalmak isteyenlere izin verilerek iyi muamele edildi. Trabzon Rum Devleti kısa aralıklar dışında, antlaşma tarihinden Moğol istilasına kadar Türkiye Selçuklu Devleti’ne tâbi olarak hüküm sürmeye devam etti. 327 I. İzzeddin Keykâvus, Sinop’u fethettikten sonra imar faaliyetlerine başladı. Sinop Kalesi’nin onarılmasını ve yeni bir iç kale yapılmasını emretti. Kale, Selçuklu 322 Anonim Selçuknâme, s. 40. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 304; Koca, a.g.e., s. 31-32; Geyikoğlu, a.g.m., s. 262; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 26; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 226. 323 Anonim Selçuknâme’de (s. 40), Sinop’un fethi anlatılırken gemilerin nasıl yakıldığı ve hangi araçların kullandıldığı hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Bundan tam olarak emin olunmamakla birlikte karadan macınıklar kullanılması yoluyla veya gece karanlığından istifade edip iyi yüzücülerin gemileri belli noktalardan ateşe vermesiyle de gerçekleşmiş olma ihtimali de vardır. Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 226. 324 İbn Bîbî, s. 179. Krş. Savvides, a.g.e., s. 128; Koca, a.g.e., s. 32. 325 İbn Bîbî (s. 180), Sinop’un fethinin 28 Ekim 1214 tarihinde gerçekleştiğini belirtmektedir. Krş. Finlay, a.g.e., s. 326; Ülkütaşır, a.g.m., s. 40-41; Koca, a.g.e., s. 32-33; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 226; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 128; Gordlevskiy, a.g.e., s. 39. 326 İbn Bîbî, s. 180-181. Krş. Finlay, a.g.e., s. 238; Savvides, a.g.e., s. 128; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 305; Koca, a.g.e., s. 33-34; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 161; Cahen, a.g.e., s. 72. 327 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 305; Delilbaşı, a.g.t., s. 19; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 161; Kaya, a.g.m., s. 8; Gordlevskiy, a.g.e., s. 39. 62 valilerinin katkılarıyla onarıldı. Türkiye Selçuklu Devleti’nin neredeyse bütün şehirlerinden hocalar ve yapı ustaları Sinop’a getirildi. Şehirdeki tüm kiliseler camiye çevrildi. Bütün bu işler sekiz ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. Başka şehirlerden Sinop ve çevresine göç etmek isteyenler için valilere emir gönderildi.328 Şehirde kuvvetli bir uc teşkilatı kuruldu. I. İzzeddin Keykâvus, Sinop Valiliği’ne Simre Valisi Bedrüddin Ebu Bekir’i atadı.329 Şehirde bir tersane inşa edilmeye başlandı. Böylece Karadeniz donanmasının temelleri atılmış oldu.330 Sultan, Sinop’tan Sivas’a gelerek burada Sinop’un fethinde görev yapan valilere değerli hediye ve hil’atler verdi.331 I. İzzeddin Keykâvus daha sonra, Şeyh Mecdeddin İshak aracılığıyla Bağdat’taki Abbâsî Halifesi Nâsır Lidînillâh’a birçok mücevher, ağır kumaşlar, cariyeler, cins atlar, katırlar, develer, altın ve gümüş kapkacak gibi kıymetli hediyeler göndererek Sinop’u fethedildiğini bildirerek ahilik alametlerinden olan Fütüvvet Şalvarı istedi. I. İzzeddin Keykâvus’un isteğini yerine getiren Halife Nâsır Lidînillâh, Fütüvvet Şalvarı ve Fütüvvetnâme denilen siyah şed ile iki parçadan müteşekkil zırh gömleğin yanı sıra bir de mütteka denilen koltuk altına konulup dayanılan destek gönderdi.332 Ayrıca Halife Nâsır Lidînillâh, bir ferman yazarak I. İzzeddin Keykâvus’a “Sultanü’l-Galib” (Galip Sultan) unvanı verdi. I. İzzeddin Keykâvus bu unvanı, daha sonra yaptırdığı tüm eserlerde ve bastırdığı tüm paralarda kullandı. 333 Sinop’un fethi esnasında şehrin ablukası sürdürülürken deniz tarafındaki gemilerin Türkiye Selçuklu komutanlarından biri olan Behram Trablusî tarafından yakılması, Türkiye Selçuklu deniz gücünün Karadeniz’de de yavaş yavaş kendini göstermesi bakımından dikkat çekici bir olaydır. Bu durum I. Aleksios Komnenos’un 328 Ülkütaşır, a.g.m., s. 41; Savvides, a.g.e., s. 128-129; Delilbaşı, a.g.t., s. 19; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 63; Koca, a.g.e., s. 34-35; Polat, a.g.t., s. 175-176; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 161; Kaya, a.g.m., s. 8. 329 Cahen (a.g.e., s. 72) ve Savvides, (a.g.e., s. 129), Sinop valiliğine büyük olasılıkla İslâm’ı kabul etmiş olan bir Ermeni olan Hetum’un atandığını belirtmektedir. Koca, a.g.e., s. 34; Ersan, a.g.e., s. 254. 330 Oktay Aslanapa, “Türk Denizciliği ve Selçuklu Tersaneleri”, TK, sy. 146 (Aralık 1974), s. 7; GülBalcıoğlu, a.g.m., s. 63; Cahen, a.g.e., s. 73; Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 72. 331 İbn Bîbî, s. 182. Krş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 41; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 305- 306; Geyikoğlu, a.g.m., s. 262. 332 İbn Bîbî, s. 183; Müneccimbaşı, s. 50. Krş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 41-42. 333 Ülkütaşır, a.g.m., s. 42; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 306; Koca, a.g.e., s. 34; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 161; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 128. 63 esir edilmesi ile birlikte Sinop’un çok fazla direniş gösterilmeden Türkiye Selçuklu Devleti tarafından ele geçirilmesinde büyük rol oynamıştır. Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un, I. Aleksios Komnenos’u hazırlattığı gemilerle Samsun’a göndermesi Türkiye Selçuklu Devleti’nin Karadeniz’de gemileri olduğunun önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.334 Sinop’un fethiyle Türkiye Selçuklu Devleti için Karadeniz’deki önemli ticari liman ve deniz üslerinden biri ele geçirilmiş oldu. Fetihten hemen sonra Sinop’tan gemilere binen Türk tüccarları, Kırım sahilinde bulunan Suğdak’a ticari faaliyetlerde bulunmaya gittiler. Ticaret genellikle pamuklu ve ipekli kumaşlar ile baharattan oluşmaktaydı. Türk tacirler, gemilerle dönüşlerinde ise kürkler ile kadın-erkek köleler getirmekteydiler.335 Sinop’un fethinden sonra I. İzzeddin Keykâvus’un, Venedik ve Ceneviz gibi denizci İtalyan cumhuriyetler ile ticaret antlaşmaları için görüşmeler yapması, Türkiye Selçuklu Devleti’nde yapılan ticaretin canlanmasına ve ülkede iktisadi bir zenginliğin oluşmasına yardımcı oldu.336 3.3. Antalya’nın İstirdadı (1216) Alaşehir Savaşı’nda I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in şehid düşmesi üzerine oğulları İzzeddin Keykâvus ve Alâeddin Keykubad arasında gerçekleşen taht kavgasını fırsat bilen Antalya’da yaşayan gayrimüslim halk, bir gece isyan ettiler. Muhafız olarak bulunan Türkiye Selçuklu askerlerini öldürerek şehrin yönetimini ele geçirdiler. 337 Yine taht mücadelesini fırsat bilen Ermeniler, Lü’lüe (Ulu-kışla), Ereğli ve Larende (Karaman) kalelerini ele geçirdiler. Sultan I. İzzeddin Keykâvus, önceliği 334 İbn Bîbî, s. 181. Krş. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1988, s. 125. 335 Heyd, a.g.e., s. 328-329; Gül- Balcıoğlu, a.g.m., s. 63. 336 Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 26. 337 İbn Bîbî, s. 169; Müneccimbaşı, s. 47. Krş. Koca, a.g.e., s. 35; Algül, Türkler, VI, 647; Geyikoğlu, a.g.m., s. 262; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 162; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 26; Kesik, “Antalya”, s. 131; Demir, a.g.t., s. 21. 64 Sinop’un fethine verdi. Sinop’un fethinden sonra sultan, ilk olarak Ermeniler üzerine sefer düzenleyerek, ele geçirdikleri Lü’lüe (Ulu-kışla), Ereğli ve Larende (Karaman) kalelerini tekrar geri aldı.338 Ermenileri tekrar Toros Dağları’nın güneyine atan I. İzzeddin Keykâvus, bu defa bir isyan sonucu elden çıkan Antalya üzerine sefere çıktı. Antalya, karadan ve denizden kuşatma altına alındı. Kıbrıs Haçlı Krallığı, I. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde 1207 yılındaki Antalya Kuşatması sırasında şehir savunmasına destek vermişti. Kıbrıs Haçlı Krallığı, 1214 yılında Türkiye Selçuklu Devleti ile imzalanan ticaret ve dostluk antlaşmasına rağmen askerlerle dolu birkaç gemiyi Antalya’daki isyancılara yardıma gönderdiler.339 Antalya önlerine gelen Türkiye Selçuklu askerleri, ilk aşamada şehre çok sayıda ok attılar. Daha sonra kuşatma aletleri getirerek surlara çıkmak için merdivenler hazırladılar ve ayrıca mancınıklar yaparak harekete geçirdiler. Askerler, yapılmış geniş merdivenleri surlara dayayarak yanlarında getirdikleri hafif silahlar ve ağır gürzler ile 10 kişilik gruplar halinde surlara tırmanmaya başladılar. 340 Bir ay süren kuşatma neticesinde Selçuklular, 22 Ocak 1216 tarihinde yeniden Antalya şehrine hâkim oldu.341 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, Antalya’nın istirdadından sonra şehrin surlarını sağlamlaştırdı ve sübaşılığa yeniden Mübarizeddin Ertokuş’u atadı.342 “es-Sultanü’lBerr ve’l-Bahreyn” (“Karanın ve İki Denizin Sultanı”) unvanını aldı.343 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, Antalya’nın istirdadından sonra Hârezmşah Sultanı Celâleddin Hârezmşah’a bir fetihnâme göndermiştir. Bu fetihnâmede “kendisine Antalya’nın fethi üzerine elçi gönderdiğini, askerlerinin Ramazan’ın ilk günü başlayıp sonuna kadar şehri, karadan ve denizden muhasara ettiğini, mancınık 338 Simbat, s. 77-78; Müneccimbaşı, s. 51-52. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 307- 308; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 161-162; Cahen, a.g.e., s. 73; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 128; Kesik, “Türk-Ermeni İlişkileri”, s. 259; Rice, a.g.e., s. 69-70; Ersan, a.g.e., s. 167-168. 339 Koca, a.g.e., s. 36-37; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 162; Demir, a.g.t., s. 22. 340 İbn Bîbî, s. 171-173. Krş. Koca, a.g.e., s. 37; Algül, Türkler, VI, 647; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 162; Demir, a.g.t., s. 23. 341 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 310; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 162; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 128; Kesik, “Antalya”, s. 131. 342 İbn Bîbî, s. 174; Müneccimbaşı, s. 47. Krş. Koca, a.g.e., s. 38; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 162. 343 Koca, a.g.e., s. 38; Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007, s. 36. 65 ve neft makinelerinin kurulmuş olmasına rağmen şiddetli mukavemet ve sıkıntılarla karşılaştıklarını, nihayet Allah’ın yardımıyla ayın sonunda, Cuma günü, şehrin fethi bayramıyla Ramazan bayramının birleştiğini” ifade etmiştir. Sultan I. İzzeddin Keykâvus, fetihnâmeye şöyle devam etmiştir: “Ramazan ayında cihadın bereketiyle Allah’ın lütfu ve zat-i devletiniz Celâleddin’in yüce himmeti sayesinde bu fetihten sonra bütün sahil hudutları bizim kudret elimize ve memleketimiz içine girdi ve bu suretle de endişelerimiz zail oldu. Bu büyük müjde haberinden memnun olacağınızı ve İslâm’ın bu fethi sevincine iştirak edeceğinizi düşünerek keyfiyeti zat-i devletlerine bildirmek münasip görüldü. İnşallah bundan sonra bu türlü müjde haberleri kulağınıza yetişecektir… Zat-i devletlerinin saadeti devam etsin.”344 Antalya’nın istirdadının yaşandığı tarih ve şehrin kuşatılması hakkındaki bilgiler, Antalya surlarındaki kitabede tam okunamamakla birlikte özetlenmektedir. Kitabenin bir kısmındaki anlatım şöyledir: “Şehir Gıyâseddin Keyhüsrev tarafından fethedilmişti. Fakat şehid olarak ölümünden sonra beldenin halkı isyan etti ve orada eskisi gibi şirk kaim oldu. Keykâvus sayısız askerleriyle 612 yılı Ramazan’ın ilk günü (24 Aralık 1215) başlıyarak şehri karadan ve denizden bu ayın sonuna kadar muhasara etti. Her tarafında mancınıklar yerleştirdi. Allah yardım etti ve gecegündüz cihâddan sonra Allah kelimesi galip gelerek şehir fethedildi.”345 Bu kitabe, kuşatmanın 22 Ocak 1216 tarihinde başarıya ulaştığını teyit etmektedir. İbn Bîbî’nin eserinde, Antalya’nın istirdadı, Sinop’un fethinden önce gibi gösterilmişse de bu kitabeden daha sonra olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır.346 Ayrıca kitabede, Antalya’nın karadan ve denizden kuşatıldığının belirtilmesi, Türkiye Selçuklu gemilerinin Antalya’nın istirdadına denizden destek verdiğini göstermesi açısından önemlidir.347 Türkiye Selçuklu deniz gücünün ne zaman ve nerede kurulduğu tam belli değildir. İlk deniz gücünün 1214 yılında Sinop’un fethi veya 1216 yılında Antalya’nın istirdatında kullanılmış olabileceği düşünülebilir. 344 Turan, Resmî Vesikalar, s. 99. 345 Ahmed Tevhid, “Antalya Sûrları Kitabeleri”, TTEM, c. 15, sy. 9, İstanbul 1925, s. 165-176; Kitabenin tam metni hakkında bilgi için bkz. Scott Redford - Garry Leiser, Taşa Yazılan Zafer Antalya İçkale Surlarındaki Selçuklu Fetihnamesi / Victory Inscribed The Seljuk Fetihname on the Citadel Walls of Antalya, Turkey, (trc. İnci Türkoğlu), Antalya 2008, s. 32-34. 346 Turan, Resmî Vesikalar, s. 100. 347 Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 226. 66 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, Ermenilerin haraç ödemeyi kesmesi üzerine 1216 yılında Kilikya üzerine bir sefer düzenleyerek onları yeniden Türkiye Selçuklu Devleti’ne bağladı.348 Eyyûbîler arasındaki mücadeleler nedeniyle Haleb’deki bazı Eyyûbî emîrlerinin daveti üzerine, Haleb ve Menbic bölgelerine sefer düzenledi. Ancak elMelikü’l-Efdal gibi Eyyûbî emirlerinin destek vermemesi ve Diyarbekir hâkimi elMelikü’l-Eşref’in, Mübârizeddin Behrâmşâh komutasında gönderdiği Eyyûbî Ordusu’nun 1.000 kişilik Türkiye Selçuklu öncü birliğine saldırarak mağlup etmesi üzerine bu duruma kızdı ve seferi sonlandırdı. Menbic’e kadar giden sultan, Konya’ya geri döndü.349 Sultan I. İzzeddin Keykâvus, bu sefere taraftar olmayan beylerin bazılarından şüphelendi ve bir eve kapattırarak yaktırdı.350 Yeniden Kuzey Suriye’ye sefer düzenlemek isteyen Sultan I. İzzeddin Keykâvus, ordusunu Malatya’da topladı. Ancak yakalandığı verem hastalığının şiddetlenmesi ileri gitmesine engel oldu ve 7 Ocak 1220 tarihinde Viranşehir’de vefat etti.351 Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un vefatından sonra tahta Kezirpert Kalesi’nde yaklaşık sekiz yıldır hapiste tutulan Melik Alâeddin Keykubad geçti. I. Alâeddin Keykubad dönemi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin her alanda olduğu gibi denizcilikte de zirveye çıktığı bir dönem olacaktır. 348 İbn Bîbî, s. 190-198. Krş. Koca, a.g.e., s. 40-47; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 162-163; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 128; Ersan, a.g.e., s. 168-173. 349 Ebu’l-Ferec, II, 501; İbn Bîbî, s. 207-219; Anonim Selçuknâme, s. 40; İbnü’l-Verdî, s. 111-112; Müneccimbaşı, s. 52-54. Krş. Koca, a.g.e., s. 55-59; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 163; Cahen, a.g.e., s. 73-74; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 129; Gordlevskiy, a.g.e., s. 43. 350 Ebu’l-Ferec, II, 501; İbn Bîbî, s. 222; Anonim Selçuknâme, s. 40; Müneccimbaşı, s. 55. Krş. Koca, a.g.e., s. 59; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 129. 351 İbn Bîbî, s. 222-223; Anonim Selçuknâme, s. 41; Müneccimbaşı, s. 56. Krş. Koca, a.g.e., s. 100; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 163; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 129. 67 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM I. ALÂEDDİN KEYKUBAD DÖNEMİ (1220-1237) I. İzzeddin Keykâvus’un ölümü üzerine Türkiye Selçuklu tahtı için üç aday vardı: Erzurum Meliki Muğiseddin Tuğrulşah, Koylu Hisar Meliki Celâleddin Keyferidun ve Kezirpert Kalesi’nde hapis tutulan Melik Alâeddin Keykubad. Türkiye Selçuklu Devlet adamları, tahta kimin çıkacağı konusunu bir süre aralarında müzakere ettiler. Bu müzakere sürecinde Çaşnigir Emîr Seyfeddin Ayaba, Pervâne Şerefeddin Muhammed, Emîr Mübârizeddin Çavlı, Emîr-i Meclis Mübârizeddin Behramşah ve Emîr Ahur Zeyneddin Başara gibi devlet adamları bulundular.352 I. İzzeddin Keykâvus’un varisi olmadığı, çocuğu olsa bile tahta çıkacak durumda olmadığı anlaşılmaktadır. Türkiye Selçuklu devlet ricalinden Seyfeddin Ayaba ve Mübârizeddin Behramşah, diğer meliklere göre üstün özellikleri olması nedeniyle Melik Alâeddin Keykubad’ın tahta çıkarılmasının daha uygun olacağını fikrindeydiler.353 Müzakereler neticesinde Melik Alâeddin Keykubad’ın tahta çıkarılması kararı alındı. Emîr Seyfeddin Ayaba’nın, Melik Alâeddin Keykubad’ı hapse götürenin kendisi olması sebebiyle şimdi de onu hapisten çıkararak kendisini affettirme isteği diğer devlet adamları tarafından kabul edildi.354 Seyfeddin Ayaba, I. İzzeddin Keykâvus’un yüzüğünü de yanına alarak Kezirpert Kalesi’nde hapis bulunan Melik Alâeddin Keykubad’ın yanına gitti ve onu oradan çıkararak Sivas’a getirdi. Sivas’ta yapılan biat töreniyle Melik Alâeddin Keykubad, Türkiye Selçuklu tahtına çıktı.355 Daha sonra Sivas’tan başkent Konya’ya hareket eden Sultan I. Alâeddin Keykubad, yol boyunca geçtiği yerlerde törenlerle 352 İbn Bîbî, s. 224. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 326; Uyumaz, a.g.e., s. 18; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 68-69. 353 İbn Bîbî, s. 22; Müneccimbaşı, s. 57. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 326; Uyumaz, a.g.e., s. 18; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 164; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 69. 354 İbn Bîbî, s. 228; Müneccimbaşı, s. 57-58. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 326- 327; Uyumaz, a.g.e., s. 19; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 164. 355 İbn Bîbî, s. 228-233; Anonim Selçuknâme, s. 41; Müneccimbaşı, s. 58. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 327-328; Uyumaz, a.g.e., s. 20; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 164 68 karşılandı.356 Başkent Konya’ya vardığında da büyük bir karşılama merasimi düzenlendi ve saraya gelerek tahta oturdu. 357 Şeyh Şıhâbeddin Ömer Suhreverdi, Abbâsî Halifesi Nâsır Lidînillâh’ın, Sultan I. Alâeddin Keykubad’a yolladığı hil’at ve menşur gibi saltanat alametlerini getirdi. 358 Sultan I. Alâeddin Keykubad, gittikçe büyüyen Moğolllar’ın, Anadolu’ya girme tehlikesine karşı önlemler aldı. Başkent Konya, Sivas ve Kayseri surlarını yeniden yaptırdı. 359 Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın Moğol siyaseti, dostane ilişkiler kurulmasına dayansa da her türlü ihtimale karşı askerî hazırlıklar yapılmaktaydı. Sultan I. Alâeddin Keykubad, Abbâsî Hâlifesi Nâsır Lidînillâh’ın Moğol tehlikesine karşı asker istemesi üzerine Bahaeddin Kutluğca komutasında 5.000 kişilik bir Selçuklu birliğini Bağdat’a gönderdi. Ancak Moğolların, Bağdad’ı istila etmelerinden vazgeçmeleri üzerine bu birlik Halife Nâsır Lidînillâh tarafından geri gönderildi. 360 Bu durumun yanında Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın ilk icraatlarından biri de Venedikliler ile bir ticaret antlaşması yapmak oldu. 4.1. Venedikliler ile Yapılan Ticaret Antlaşması (1220) Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın tahta çıkar çıkmaz Venedikliler ile ticaret antlaşması yapılması çok dikkat çekicidir. Bu durum, I. Alâeddin Keykubad döneminde devletin nasıl bir siyaset izleyeceğinin de işaretlerini vermiştir. Bu siyasetin temel unsuru Türkiye Selçuklu Devleti’ni bölgenin ticaret merkezi haline gelmesiyle gelirlerinin artmasını temin etmek, donanma ile devletin etrafındaki ticaret merkezlerinin güvenliğini sağlamak şeklinde tarif edilebilir. Bu sebeple Türkiye Selçuklu deniz gücünün varlığı deniz ticaretinin korunmasında çok büyük 356 İbn Bîbî, s. 234-237. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 328; Uyumaz, a.g.e., s. 21. 357 İbn Bîbî, s. 237-241; Müneccimbaşı, s. 59. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 328- 329; Uyumaz, a.g.e., s. 21. 358 İbn Bîbî, s. 253-254; Müneccimbaşı, s. 59. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 330; Uyumaz, a.g.e., s. 80; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 165; Cahen, a.g.e., s. 75; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 130. 359 İbn Bîbî, s. 275-278. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 331; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 165; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 130. 360 İbn Bîbî, s. 282-285; Müneccimbaşı, s. 62. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 333- 334; Uyumaz, a.g.e., s. 81-83; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 130. 69 öneme sahipti. Venedikliler de Türkiye Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da hâkim güç olduğunu kabul ederek bölgedeki ticaretlerinin zarar görmemesi amacıyla bir antlaşma imzalamak istiyorlardı.361 1220 yılının Mart ayında tarihinde yapılan bu antlaşma daha önce Türkiye Selçukluları ile Venedikliler arasında imzalanan antlaşmaların devamı niteliğindedir: “Mart 1220 LXXII Tanrının ve kurtarıcımız İsa’dan sonra (Mart 1220’de) Romania’da Podestat ve Roma İmparatorluğu despotu ve aynı imparatorluğun dörtte üçüne hâkim en yüksek, en yiğit ve en kudretli efendim Venedik Dukası emriyle biz Jacobus Teopulo. Mesud, asil, büyük Türkiye hükümdarı Sultan Alâaddin Keykubad’ın şanlı elçisi, mahrem-i esrarı olan Emir Sipehsâlar Şemseddin Emir ül-Gazi elinden sultanın yazılı bir sulh muahedenamesini, yani fermanını aldık. Ferman kırmızı harflerle yazılmış ve altı kendisinin altın mühürüyle mühürlenmiştir. Muhteviyatı aşağıdadır: “Kudretli Sultan, son defa Mart’ın 8’inde akdedilmiş muahede ile efendimiz Venedik Dukası ve onun yerine kaim olacak despotlarla, Suriye ve başka yerlerde onların hükmü altındaki Venediklilerle, onların gelip giden bütün tacirleriyle sultanın ülkelerinin hepsinde iki yıl sürecek bir sulh yaptığını ilân eder. Sultanın hâkim olduğu ülkelerde Emirleri olsun, başkaları olsun, onlara herhangi bir zarar ve ziyan vermeyeler; onlardan, merhum babasının ve kardeşinin ve kendisinin fermanı hükmüne göre, yüzde ikiden başka bir şey almıyalar; ne de Venediklilerin geçişlerinde ve ticaretlerinde kendilerinden yüzde ikiden fazla talepte bulunup münazaa etmiyeler. Kıymetli taşlar ve incilerden, işlenmiş veya ham gümüş ve altından, zahireden gümrük almıyalar. Eğer Venediklilerin herhangi bir gemisi sultanın hâkimiyeti altında bulunan yerlerde veya sahillerde tehlikeye düşecek olursa Venediklilere zarar vermeyip yardım edeler; bulunan eşyayı iki taraf birbirine iade edecektir. Ve eğer bir batan 361 Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 63; Uyumaz, a.g.e., s. 86; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 234; Turan Resmî Vesikalar, s. 120; Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 205. 70 gemi onların adamları tarafından esir edilir ve içerisinde Venedikliler bulunursa canlarına ve mallarına korku ve zarar iras edilmiye. Geminin içinde yabancılar bulunsa bile hapis edilip alıkonmayalar, serbest bırakılalar. Ve eğer herhangi bir Venedik gemisi başka düşmanlar tarafından takip edilir ve sahile gelirse hükmü altındaki topraklara girmesine müsaade olunacaktır. Bunlardan başka bu ferman şu hükümleri ihtiva eder: eğer Venediklilerle veya başka Lâtinler, Pizalılar veya diğer kavimler arasında onun memleketlerinde bir ihtilâf vuku bulursa Venedikliler arasından seçilecek bir jüri (hususî mahkeme) tarafından muhakeme edilmelerine karar verilmiştir. Katil ve hırsızlık vakaları sultanın kendi mahkemesinde rüyet edilecektir. Bu fermanın yukarıda yazılan bütün maddelerini Romania’da Roma imparatorluğu despotu, aynı imparatorluğun dörtte üçüne hükmeden efendim Venedik dukasının podestats’ı ben Jacobus Teopulo uygun buluyorum. Konsül (müşavir) ve haleflerimizle ve pek yüksek efendim Venedik dukasından aldığım salâhiyetle, bütün kuvvet ve kudretimizle tabiiyetimizde olan ve Venediklilerin bulunabilecekleri her yerde, karada ve denizde, mezkûr iki yıllık sulh devresi doluncaya kadar sultanla tam bir anlaşma içinde yaşıyacağız. O şekildeki sultanın hüküm ve tabiiyeti altında bulunan bütün şahıslar yukarıda söylediğimiz yerlere ve ülkemize gelip Venediklilerle ticaret yapsınlar ve onlardan denizde ve karada hiç bir zarar görmeden emin ve masun olsunlar. Tacirler onların âdetlerine göre vermekte oldukları vergileri versinler. Pek yüksek sultanın topraklarında yaşıyan kimseler adı geçen ülke ve yerlere girerken, kendi gemileri ve yabancı gemilerle limana sokulurken bizimkiler tarafından selâmlanacaklardır. Eğer sultanın tabiiyetindeki gemilerden herhangi biri, evvelce zikrettiğimiz yerlerde, tehlikeye düşecek olursa, içinde bulunanlar o mahaldeki adamlarımız tarafından tehlikeden kurtarılacak ve bütün malları sadakatle muhafaza edilerek sahiplerine verilecektir. Tehlikeye düşenlerden bazıları ölmüş olup da adamlarımız tarafından orada bulunacak olursa bulunan eşya kendi adamlarımız tarafından onlara iade edilecektir; onlar bulacak olurlarsa buldukları şeyi bizimkilere sadakatle teslim etmeleri gerekir. Eğer bir yabancı gemi adamlarımız tarafından alıkonacak ve içinde sultanın tebaasından kimseler bulunacak olursa kendilerine zarar vermeden muhafaza ve onlara ait malları hilesiz 71 olarak koruyacaklardır. Sultanın hükmü altındaki gemiler diğer bir millet ve soya mensup kimseler tarafından takip edilir ve adı geçen yerlere ve ülkeye sığınacak olurlarsa o yerlerde bulunan adamlarımız bunlara sadakatle yardım edeceklerdir. Eğer sultanın tabiiyetindeki insanlardan bazıları adı geçen yerlerde hududumuz içinde ölürse onların malları ortakları arayıncaya kadar muhafaza edilmeli ve hiç bir münazaa ve dâvaya hacet kalmadan verilmelidir. Eğer bir kimse gurur ve sadakatsizliğinden dolayı budalalık edip adı geçen yerlerde ve ülkelerde sultanın adamlarından birine, karada ve denizde, bir ziyan verir veya onu tâciz ederse efendim tarafından lâyıkı veçhile tatmin ve telâfi edilecekle alınan şeyler tahkikattan sonra iade edilecektir. Eğer suçlu yabancı bir ülkeye çekilir ve kendisini yakalamak mümkün olmazsa suçunun araştırılması gerekmez; fakat eğer suçlunun mala ve malın büyük bir kısınma sahip olduğu açıkça bilinirse o zaman haksız olarak alınan mal tazmin edilmek icabeder. Bütün bu yukarıda kaydedilen maddeler gerek bana ve tebaama ait olanlar, gerekse fermanda yazılı olanlar, yukarıda kaydedilen Mart ayından itibaren, iki sene müddetle muteber olacaktır. Bunları hükümdarım kendi eliyle yazdı ve ağzı ile Tanrı ve mukaddes havariler üzerine yemin etti. Bu fermanı efendim kırmızı harflerle yazdı ve altına kendi altın mühürünü koyarak kırmızı mühür mumuyla mühürledi.”362 İki yıl süreyle geçerli olan antlaşma ile Venedikliler yapılan ticaret güven altına alınmış oldu.363 Antlaşma muhtemelen daha sonra uzatılarak devam etti. 4.2. Alâiye’nin Fethi (1221-1222) I. Alâeddin Keykubad, Moğollar’a karşı alınan önlemlerden biri olan Konya surlarının inşa edilmesinden sonra yaz aylarını Kayseri’de geçirdi. Burada devlet adamlarıyla çeşitli konularda istişarelerde bulundu.364 362 Turan, Resmî Vesikalar, s. 137-140; Delilbaşı, a.g.t., s. 35-39; Antlaşma hakkında ayrıntılı değerlendirme için bkz. Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 207-218. 363 Savvides, a.g.e., s. 132-133; Polat, a.g.t., s. 179; Uyumaz, a.g.e., s. 87; Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 207. 364 İbn Bîbî, s. 258-259; Müneccimbaşı, s. 60. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335; Uyumaz, a.g.e., s. 23. 72 Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın temel hedeflerinden biri, Myriokephalon Savaşı sonrasında II. Kılıç Arslan tarafından devlet politikası haline getirilen Türkiye Selçuklu Devleti topraklarındaki ve etrafındaki ticaret yollarının güvenliği amacına kendinden önceki sultanlar olan babası I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve ağabeyi I. İzzeddin Keykâvus gibi devam etmek istemesiydi. Ticaret yollarının merkezleri, Antalya ve Sinop şehirleriydi. Fakat Antalya ve Sinop şehirlerinin güvenliğini sağlamanın temelinde etrafındaki kalelerin ele geçirilerek deniz yoluyla yapılan ticaretin kara yoluna bağlanmasının daha güvenli hale getirilmesi bulunmaktaydı. Antalya ve Sinop, ticaret kervanlarının Anadolu üzerinden çevredeki çeşitli ülkelere deniz yoluyla ulaştırılmasında kilit öneme sahipti. Bu nedenlerle I. Alâeddin Keykubad’ın ilk hedefi Antalya yakınlarındaki Kalonoros Kalesi olacaktı. Devlet adamlarından olan Emîr-i Ahur Esededdin Ayaz ve Antalya Sübaşısı Mübarizeddin Ertokuş, Kalonoros Kalesi’nin365 kara yönünden Sis bölgesine hâkim bir noktada bulunduğunu, bunun yanında kale hâkiminin, deniz tarafından Mısır üzerine giden gemilere ağır bâc ve haraçlar yüklediğini belirterek sultanın emretmesi halinde fethedilebileceğini ifade ettiler. Diğer emîrler de aynı şekilde, kara tarafından sarp dağlarla çevrili ve deniz tarafından hendekle çevrilmiş granit taşından yapılmış bu kale ile Bizans imparatorlarının pek uğraşmadıklarını, eğer emredilirse kale üzerine sefere çıkılabileceğini belirttiler.366 Bu durum üzerine Sultan I. Alâeddin Keykubad, Antalya yakınlarında Akdeniz kıyısında bulunan Kalonoros Kalesi’ne sefere çıkma kararı aldı. Ertesi gün Kayseri’den ayrılarak başkent Konya’ya hareket etti. Antalya’da bulunan Selçuklu filosu da Antalya Valisi ve Melikü’s-Sevâhil Mübarizeddin Ertokuş komutasında sefer sırasında kara ordusunu desteklemek için emir alarak denize açıldı.367 365 İbn Bîbî eserinde (s. 259), Kalonoros Kalesi’ni, “Deniz kenarında bir şehir var. Oranın kışı insana mutluluk veren bahar gibidir. Kırı, laleden lal rengine bürünmüş olup, güzelliğinden dolayı suyunda taş yoktur. Orası çok latif ve taze açmış bir gül gibidir. Fakat var olan dikeni yüzünden rahat değildir. Antalya gibi cennet güzelliğine sahip değilse de toprağı tamamen amber yapısındadır.” şeklinde tasvir etmiştir. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335. 366 İbn Bîbî, s. 260. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335; Uyumaz, a.g.e., s. 23; Demir, a.g.t., s. 42. 367 Tezel (a.g.e., s. 11), bu gemilerin kürekli kadırgalardan oluştuğunu belirtmektedir. 73 Sultan I. Alâeddin Keykubad, Konya’dan devletin uc bölgelerine fermanlar göndererek sefer için hazırlık yapılmasını ve kendisine katılmalarını emretti. Ordu, sekiz gün içerisinde başkent Konya’da toplandı. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın sefer emrinden dokuz gün sonra tüm hazırlıklarını tamamlayan Türkiye Selçukluları, Kalonoros Kalesi’ne doğru sefere çıktı.368 Kalanoros Kalesi’nin hâkimi Kyr Vard369 adında bir Ermeni idi. I. Alâeddin Keykubad’ın çok büyük bir ordu ile bunun yanında kuşatma malzemelerini getirildiğini gören Kyr Vard çok uzun süre direnemeyeceğini anladı.370 Sultan I. Alâeddin Keykubad, kuşatma öncesinde ordusunu üç kısma ayırmıştı. Bu kuşatma planına göre birinci grup kaleyi dağ yani kara tarafından mancınıklarla kuşatacak, ikinci grup deniz kıyısından abluka altına alacak, üçüncü grup ise donanma olup denizden gemilerle kaleye doğru taarruza geçecekti.371 Sultan, emîrler ile kalenin sağlamlığını istişare etti. Sultan, emîrlere, kalenin kuvvetli olmasının kendilerini vazgeçirmemesini “Allah’ın izniyle savaşa girerek müminlerin kalplerinin şifasını ve dertlerinin devasının” elde edilmesi gerektiğini söyledi. Yaklaşık 100 mancınık ile destek verilen kuşatma yaklaşık iki ay kadar devam etti.372 Sultan muhasara esnasında bir gece uyuduktan sonra rüya gördü. Sabah uyanınca emîrleri yanına çağırarak rüyasını anlattı ve deniz tarafından taarruza devam edilmesini emretti. Bunun yanında kuşatmanın uzun sürmesinden mütevellit, 368 İbn Bîbî, s. 262-263. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335; Uyumaz, a.g.e., s. 23; Demir, a.g.t., s. 42. 369 Kyr Vard hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Ali Hacıgökmen, “I. Alaeddin Keykubat’ın (1220-1237) Kayınpederi Kir Fard Hakkında Bir Araştırma”, Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi, c. II, (Antalya 2012), sy. 1, s. 121-130. 370 İbn Bîbî, s. 264. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 336; Uyumaz, a.g.e., s. 24. 371 İbn Bîbî, s. 263. Krş. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 125; Uyumaz, a.g.e., s. 23-24; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 27. 372 İbn Bîbî, s. 265-266. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335; Uyumaz, a.g.e., s. 23; Geyikoğlu, a.g.m., s. 263; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 27; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 72; Demir, a.g.t., s. 42. 74 sefere katılmış gönüllülere ve ihtiyaç sahiplerine 10.000 gümüş ile 100 sığır ve 100 koyun dağıtarak ordu içindeki morali yükseltti. 373 Kalenin deniz tarafından da tam anlamıyla kmuhasara edildiğini gören Kalonoros hâkimi Kyr Vard, Antalya Sübaşısı Mübarizeddin Ertokuş’a haber göndererek Sultan I. Alâeddin Keykubad ile kendisi arasında barış için aracı olmasını istedi. Mübarizeddin Ertokuş, bu durumu hemen Sultan I. Alâeddin Keykubad’a arz etti. Zaten iki aydan fazla süren kuşatmanın daha fazla kan dökülmeden bir an önce başarıyla neticelenmesini isteyen Sultan I. Alâeddin Keykubad bu teklifi kabul etti.374 Mübarizeddin Ertokuş, Kyr Vard’ın elçilerine, Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın teklifi kabul ettiğini, ancak Kyr Vard’ın kalenin savunulmasında ısrar etmemesini, sultanın merhametine sığınmasının gerekli olduğunu söyledi. 375 Mübarizeddin Ertokuş’tan Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın cevabını alan Kyr Vard, sultana bir mektup yazdı. Yazmış olduğu mektupta Perslerin, İskender’in ve Romalıların bu kaleyi alamadığını, şimdi ise kaleyi kendisinin fethedeceğini fakat kendisine Türkiye Selçuklu Devleti topraklarından bir yerin verilmesini istedi.376 Kyr Vard’ın mektubunu alan Sultan I. Alâeddin Keykubad, ona akıllı, bilgili ve soylu biri olduğunu fakat aklında şüpheler bulunduğunu, bu endişeleri gidermek için kendisiyle akrabalık bağı kurmak istediğini belirten bir mektup yolladı. Mektubu alan Kyr Vard, kızlarından birini sultana gönderdi. Sultan I. Alâeddin Keykubad da Kyr Vard’a Akşehir Emîrliği menşuru ile geliri yüksek beş köyün kendisine verildiğine dair bir ferman gönderdi.377 Kyr Vard, Sultan I. Alâeddin Keykubad’dan özür dilemek amacıyla otağına gidip sancağıyla beraber Kalonoros’a girmesini istedi. Böylece kalede bulunan diğer 373 İbn Bîbî, s. 266. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 335; Uyumaz, a.g.e., s. 23; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 43; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 130. 374 İbn Bîbî, s. 267-268; Müneccimbaşı, s. 61. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 336; Algül, Türkler, VI, 647; Uyumaz, a.g.e., s. 24; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 227; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 130; Demir, a.g.t., s. 42-43. 375 İbn Bîbî, s. 268; Müneccimbaşı, s. 61. 376 İbn Bîbî, s. 269-270. Krş. Uyumaz, a.g.e., s. 24. 377 İbn Bîbî, s. 270; Müneccimbaşı, s. 61. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 336; Algül, Türkler, VI, 647; Uyumaz, a.g.e., s. 24; Cahen, a.g.e., s. 75; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 130; Demir, a.g.t., s. 43. 75 kişilerin kendisi hakkında kötü düşünmelerini engellemeyi amaçlıyordu. Sultan I. Alâeddin Keykubad bunu kabul ederek şehre davul ve zurnalar ile girince saklanan halk ve keşişler saklandıkları yerden çıktılar. Sultan’ı altın ve gümüş paralar saçarak karşıladılar.378 Sultan I. Alâeddin Keykubad kaleye girince, geniş tarlalar, bol miktarda teçhizat, neredeyse sınırsız erzak ve mühimmat gördü. Bu manzarayı gördükten sonra sert kayalar üzerine daha büyük bir kale yapılmasını emrederek bu kaleye kendi adına nisbetle “Alâiye” adının verilmesini uygun gördü.379 İbn Bîbî, Alâiye’nin fethinin tarihini vermemekle beraber olayları karışık bir şekilde aktarırken 1221 yılında Konya surlarının inşasından önce fetih sürecinin gerçekleştiğini anlatmaktadır.380 Ebu’l-Ferec, fethin 1223 senesinde vuku bulduğunu belirtmektedir.381 Müneccimbaşı da harekât ve fethin 1221-1222’de gerçekleştiğini zikretmektedir. 382 Osman Turan ise 1221-1222 yılını vermektedir.383 Emine Uyumaz da 1221-1222 senesini desteklemektedir.384 Olayların kronolojik sırasına bakıldığında en uygun yılın 1221-1222 olduğu görülmektedir. Kalenin fethinden sonra Antalya’ya giden I. Alâeddin Keykubad yol üzerinde eski Kalonoros hâkimi Kyr Vard’ın kardeşinin hâkim olduğu Alara Kalesi’ni gördü. Kalenin hâkimi dünya zevklerinden arınmış derviş giysileri giyen bir kişiydi. Sultan, “Kardeşinin hâkim olduğu Kalonoros Kalesi’nin bir ay önce teslim olduğunu, kendisinin de direnmeden aynı işi yaparsa iyiliklere mazhar olacağını, yoksa cezalandırılacağını” söyleyen bir mektup yazarak emîrlerinden birisini kaleye gönderdi. Kale hâkimi bu mektuba cevap veremeden ölünce, kalenin ileri gelenleri 378 İbn Bîbî, s. 271. Krş. Uyumaz, a.g.e., s. 24. 379 İbn Bîbî, s. 271-272; Anonim Selçuknâme, s. 41; Müneccimbaşı, s. 61. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 336; Uyumaz, a.g.e., s. 24; Geyikoğlu, a.g.m., s. 263; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 165; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 27; Cahen, a.g.e., s. 75; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 227; Demir, a.g.t., s. 44. 380 s. 258. 381 II, 516. 382 s. 62. 383 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 337. 384 Uyumaz, a.g.e., s. 23. 76 kaleyi Sultan I. Alâeddin Keykubad’a teslim ettiler. Alara Kalesi de böylece savaş yapılmadan Selçuklular tarafından ele geçirildi.385 Sultan, Antalya’da Kalonoros (Alâiye) ve Alara kalelerinin alınması şerefine şölenler düzenletti. Emîrlerine hilatler giydirerek onların yönettikleri yerlere dönmelerine izin verdi. Sultan I. Alâeddin Keykubad da kışı Antalya’da geçirdi. Alâiye, kuzey-güney ticaret yolunun güvenliği açısından tamamlayıcı bir noktada bulunmaktaydı. Kalenin alınmasıyla bu yolun güvenliği artmış oldu. Alâiye’de camiler ve 12 kapılı kasr yapıldı. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yerlerinden halk, zanaatkârlar ve bilginler Alâiye’ye getirildi.386 Şehrin etrafındaki ekili topraklar ise Türkmenlere verildi. İskân işlerinden sonra kalenin surları yapılmaya başlandı. I. Alâeddin Keykubad adına Alanya Kalesi’nin birçok yerinde farklı kitabeler bulunmaktadır. Alâiye’nin doğusunda bulunan Kızıl Kule’deki kitabe, günümüze kadar gelen en eski kitabedir. Bu kitabede inşaatın 623 (1226) yılında yapıldığı, mimarlarının Visak-başı, Yakut, Karaca ve Ebû Ali Kettânî el-Halebi olduğu belirtilmektedir. 387 Sultan I. Alâeddin Keykubad adına yazılan en eski kitabe 629 (1331) senesine aittir.388 Kalenin fethinden sonra Alâiye’de bir tersane inşasına başlandı. Bu tersanenin kitabesinden, inşasının 625 (1228) yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Bu tersane, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz’de, Antalya’dan sonra ikinci tersanesi oldu.389 Ayrıca kale içinde bir camii inşasına başlanmış ve 628 (1230- 1231)’de tamamlanmıştır. Şehirde devlet adamlarının ikameti için çeşitli, köşkler, konaklar, eğitim amacıyla da medreseler inşa edilmiştir.390 Ayrıca Antalya-Alanya yolu üzerinde iki han inşa edildi. Bunlardan biri Şerefzah Hanı olup, diğeri 1232 385 İbn Bîbî, s. 272-273; Müneccimbaşı, s. 62. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 336; Demir, a.g.t., s. 45. 386 İbn Bîbî, s. 272; Müneccimbaşı, s. 61. Krş. Uyumaz, a.g.e., s. 25. 387 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 337; Seton Lloyd - Storm D. Rice, Alanya (Alā’iyya), (trc. Nermin Sinemoğlu), Ankara 1989, s. 60, 64-66; Uyumaz, a.g.e., s. 25. 388 Lloyd-Rice, a.g.e., s. 68; Uyumaz, a.g.e., s. 25. 389 Savvides, a.g.e., s. 154; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 338; Lloyd-Rice, a.g.e., s. 61- 62; Uyumaz, a.g.e., s. 25; Ekinci, a.g.m., s. 105; Rice, a.g.e., s. 71. 390 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 337; Uyumaz, a.g.e., s. 25. 77 yılında tamamlanan Antalya’nın 145 kilometre doğusundaki Alara Çayı’nın sol kısmında kalan Okurcular Köyü’nde bulunan Alara Han’dır.391 Alâiye Kalesi’nin fethinde, Türkiye Selçuklu deniz gücünün etkisinin büyüklüğü inkâr edilemez bir gerçektir. Karadan yapılan kuşatmaların başarısızlığı karşısında, deniz gücünün devreye girerek kaleyi tam anlamıyla abluka altına alması ve kalenin teslimini sağlaması, Türkiye Selçuklu deniz gücünün geldiği noktayı göstermektedir. 4.3. Hüsameddin Çoban ve Suğdak (Kırım) Seferi (1224-1225) Hüsameddin Çoban, Türk tarihinin ilk deniz aşırı seferi olan Suğdak (Kırım) Seferi’ne komuta ederek Türk denizcilik tarihinde müstesna bir yere sahip olmuştur. Suğdak Seferi’nden önce Hüsameddin Çoban’ın hayatının incelenmesi, seferin mahiyetinin anlaşılması açısında kritik öneme sahiptir. Bazı tarihçilere göre Hüsameddin Çoban’ın kökeni, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Karadeniz bölgesinde fetihlerde bulunan Karategin’in soyuna dayanmaktadır. Onun Kayı Boyu’na mensup olduğunu belirten Yazıcızade Ali’nin iddiasını doğrulayabilecek tek bilgi, Kayı Boyu’nun büyük bir kısmının KastamonuAnkara arasında bulunmasıdır. 392 Beyliğinin başlangıcı II. Kılıç Arslan devrine kadar uzandığı tahmin edilen Hüsameddin Çoban, İbn Bîbî’nin eserinde 1211-1212 yılları arasında Kastamonu Melikü’l-Ümerası olarak zikredilmektedir. 393 Melik Alâeddin Keykubad, ağabeyi sultan I. İzzeddin Keykâvus’un hükümdarlığına karşı isyan edip Ankara Kalesi’ne kapanmıştı. İzzeddin Keykâvus, kardeşi Melik Alâeddin Keykubad’ı uzun bir süre burada muhasara etmişti. Sonuçta 1212 yılında Alâeddin Keykubad’ın hayatına ve şehir halkına dokunmamak şartıyla yapılan barış sırasında Hüsâmeddin Çoban, Kastamonu Melikü’l-Ümerası olarak I. 391 Uyumaz, a.g.e., s. 25; Geyikoğlu, a.g.m., s. 263. 392 Aydın Taneri, “Hüsâmeddin Çoban”, DİA, XVIII, 513; Yaşar Yücel, “Çobanoğulları”, DİA, VIII, 354. 393 s. 166. 78 İzzeddin Keykâvus’un maiyetinde hazır bulunmuştur. I. İzzeddin Keykâvus devrinde Melikü’l-Ümeralık görevine devam eden Hüsameddin Çoban, I. Alâeddin Keykubad’ın sultan olması üzerine çeşitli kıymetli hediyelerle birlikte başkent Konya’ya gelerek bağlılığını bildirmiştir. Hüsameddin Çoban, I. Alâeddin Keykubad devrinde de özellikle Bizans üzerine gaza ve fetihlere devam etmiş, ganimetlerin bir kısmını başkent Konya’ya, yani Sultan I. Alâeddin Keykubad’a göndermiştir.394 Devlet hizmetinde yüksek bir mevkii kazanan Hüsameddin Çoban, zekâsı, kahramanlığı, cömertliği ve askerlerine olan hâkimiyeti nedeniyle önemli emîrlerden biriydi.395 Gösterdiği faaliyetlere bakıldığında atak ve gözü pek bir emîr olan Hüsameddin Çoban’ın en önemli seferi, Suğdak Seferi olmuştur. Seferin mahiyetine bakıldığında I. Alâeddin Keykubad tarafından tesadüfen seçilmiş bir emîr değildi. Anadolu’nun kuzeyinde Bizans ile yaptığı mücadelelerdeki başarısı, bunun yanında bulunduğu bölgeyi ve Karadeniz’i iyi bilmesi, Türk tarihinin ilk deniz aşırı seferi için komutan seçilmesinin başlıca sebepleri olarak değerlendirilmelidir. Suğdak, Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Kırım Yarımadası’ndaki önemli liman şehirlerinden birisiydi. Kıpçakların her türlü ihtiyaçlarını temin ettikleri bir şehir olan Suğdak, deniz yoluyla Anadolu, Suriye ve Irak’tan gelen tüccarlar için de önemli bir şehirdi. Pamuk, ipek ve baharattan oluşan yükleri ile önce Sivas’a sonra da Sinop Limanı’na gelen Müslüman tüccarlar; oradan da gemiler vasıtasıyla Suğdak Limanı’na giderek mallarını burada satıyorlardı.396 Moğolların 1223 yılında Suğdak’ı ele geçirip yağmalaması üzerine bölgedeki ticari faaliyetler çökme noktasına geldi. Bu durum Türkiye Selçuklu Devleti ticaretine de çok büyük zararlar verdi. İbnü’l-Esîr, Moğolların saldırısından sonra Suğdak’ta bulunanların bir kısmının dağlara kaçtığı, bir kısmının da aileleriyle birlikte gemilere binerek Türkiye Selçuklu Devleti’ne sığındığını belirtmektedir. 397 394 İbn Bîbî, s. 244. Krş. Kesik, Anadolu Türk Beylikleri, s. 160. 395 İbn Bîbî, s. 320. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 358. 396 Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 63; Uyumaz, a.g.e., s. 34; Andrew Charles Spencer Peacock, “Kırım’a Karşı Selçuklu Seferi ve Alaaddin Keykubad’ın Hâkimiyetinin İlk Yıllarındaki Genişleme Politikası”, (trc. Murat Keçiş - Ali Mıynat), AÜDTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 29, sy. 47, Ankara 2010, s. 253-254. 397 XII, 346. Krş. Uyumaz, a.g.e., s. 34; Peacock, a.g.m., s. 254. 79 Bunun yanında Türkiye Selçuklu Devleti’nin himayesindeki Trabzon Rum Devleti’nin, Moğolların yağmalayıp çekildiği Suğdak’a yerleşmeye çalışması bu seferin önemli sebeplerinden birisi olacaktı.398 Sultan I. Alâeddin Keykubad, Kayseri’de iken çeşitli yerlerden gelen tüccarlardan bazıları da şikâyetlerini Divan-ı Mezâlim’e bildirmek üzere Kayseri’ye geldiler. Bu tüccarlardan biri Moğolların Suğdak’ı yağmalaması üzerine mallarının birçoğunu kaybettiğini, canını zor kurtardığını, Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın adaletinin ve doğruluğunu şöhretini duyarak buraya geldiğini anlattı. Bir tacir de Halep’ten buraya geldiğini, yol üzerine Ermeni Prensi Leon’un ülkesindeki haydutların elindeki her şeyi aldığını söyledi. Başka bir tacir de Antalya’dan Mısır’a giderken Frenklerin gemilerle kendilerine saldırdığını ve ellerindeki her şeyi aldıklarını anlattı.399 Tüm şikâyetleri dinleyen I. Alâeddin Keykubad, derhal tüccarların gasp edilen mallarının hazineden ödenmesini ve durumlarının iyileştirilmesini emretti. Sonra da yanında bulunan emirlere dönerek “‘Rum’u ezmezsen ezer’, meşhur bir sözdür. Dünyanın mahfillerinde ve meclislerinde söylenir. Panteri avlanmaktan men edince ceylan otlakta küstahça otlayıp gezinmeye başlar. Biz o milletleri, merhametimiz ve şefkatimizle ülkedeki bütün insanların faydalanıp pay sahibi olduğu saltanatımızın gölgesinde güvenli ve huzurlu olarak yaşattık. Onları düşmanlık şimşeğinden ve kötülük ateşinden uzak tuttuk. Onlar aptallıklarından bu nimetin kıymetini bilmiyorlar, huzur ve rahat onları memnun etmiyor. Canlarını rızık için tehlikeye atan, halkın genel menfaati için çalışan, binlerce endişe ve tehlikeye katlanıp ülke topraklarını ve şehir yollarını aşan tüccarlara zarar veriyorlar. Eğer biz cezalandırmak için seçkin yiğitlerimizi ve ünlü süvarilerimizi onları üzerine gönderirsek, ‘Bir anlık adalet, altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır’ sünnetine 398 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 358; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 63; Kadıoğlu, a.g.m., s. 231; Peacock, a.g.m., s. 254; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 228-229; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133; Beyhan Asma, “Rusları ve Selçukluları Karşılaştıran Bir Sefer: Suğdak”, Selçuklu Siyasi Tarihi (Bildiriler), (ed. M. Metin Hülagü vd.), Ankara 2014, s. 176. 399 İbn Bîbî, s. 318-319. Krş. Aleksandr Yakubovski, “İbn-i Bibi'nin, XIII. Asır Başında Anadolu Türklerinin Sudak, Polovets (Kıpçak) ve Ruslara Karşı Yaptıkları Seferin Hikâyesi (Kıpçak Sahrasında Cereyan Eden Ticarî Hayattan Bazı Safhalar)”, (trc. İsmail Kaynak), AÜDTCF Dergisi, c. 12, sy. 1-2, Ankara 1954, s. 208. 80 uymuş oluruz. İnsanların seçkinleri tarafında mazur görülür, hatta teşekküre değer bulunuruz.” sözlerini söyledikten400 hemen sonra Kastamonu Melikü’l-Ümerası Hüsameddin Çoban’a, Suğdak şehrine ordu hazırlayıp gemilerle sefer düzenlemesini emretti.401 Hazırlıklarını tamamlayan Hüsameddin Çoban, Sinop’tan gemilere bindirdiği askerlerle Karadeniz’e açılarak Suğdak’a harekete geçti.402 Türkiye Selçuklu donanması, şehre doğru yaklaşınca Suğdaklılar, hiç vakit kaybetmeden aralarında bilgi sahibi ve tecrübeli bir kişiyi gemiye bindirerek Hüsameddin Çoban’a gönderdiler. Hüsameddin Çoban’a giden bu kişi “Biz cihan padişahının kullarıyız. Onun büyük bir orduyu sahile göndermesinin sebebini bilmiyoruz. Eğer Bâc’ı ve geçiş resmini (resm-i bâc ve ubur) ödemekte ihmal davrandıysak, bırakın onu fazlasıyla telafi edelim. Fermana uyarak bu zor işi kolaylaştıralım. Eğer Rus tarafına gitmek istiyorsanız, selvi boylu yiğitlerimizi seçip, alet ve edevatlarıyla size gönderelim de onlar askerlikte ve kullukta görevlerini yapıp, Sultan’ın düşmanlarına kılıç sallasınlar ve onun yolunda canlarını feda etsinler.” dedi. Ayrıca korku ve telaş içinde ova yolundan Kıpçak melikine de bir elçi göndererek, Sultan’ın askerlerinin Suğdak önlerine geldiğini bildirdiler. Suğdaklıların Kıpçak Hanı’na gönderdiği elçi, Selçuklu filosunun denizde yürüyen dağlar gibi gemileri olduğunu, gemilerin meydana getirdiği dalgaların demiri andırdığını, gemilerdeki ordunun kaplan gibi heybeti olduğunu, denizdeki timsahtan daha korkusuz, gökteki kartaldan daha çevik göründüğünü söylemiştir.403 Kıpçak Hanı, bu durum üzerine derhal hazırlıklara başlayarak Türkiye Selçuklu donanmasının Suğdak’a önlerine geldiğini bildirmek üzere Rus Knezi’ne 400 İbn Bîbî, s. 319. 401 İbn Bîbî, s. 320; Müneccimbaşı, s. 66. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 208; Savvides, a.g.e., s. 173; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 125-126; Uyumaz, a.g.e., s. 34; Geyikoğlu, a.g.m., s. 264; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 28; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 229; Cahen, a.g.e., s. 78; Kaya, a.g.m., s. 9. 402 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 358; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133. 403 İbn Bîbî, s. 325. Krş. Uyumaz, a.g.e., s. 35. 81 bir elçi yolladı. Bunun sonucunda Kıpçak ve Rus askerlerinden oluşan 10.000 kişilik bir süvari kuvveti Suğdak yakınlarında savunma pozisyonu aldı.404 Suğdaklılar bir süre sonra Hüsameddin Çoban’a tekrar elçi gönderdiler. Elçi, filonun geri dönmesi gerektiğini, bunun karşılığında Türkiye Selçuklu Devleti’ne vergilerin verilmeye devam edeceğini, ayrıca Selçuklu kuvvetlerinin Suğdak’a geliş masraflarını karşılamak üzere 50.000 altın vermeye hazır olduklarını belirtti. Bu teklif üzerine çok sinirlenen Hüsameddin Çoban, elçiye, “Tac ve taht sahibinin fermanıyla orduyu buraya savaş pazarını altın karşılığında satmak için gelmedim. Her gelen habercinin boş sözlerine, masallarına kanarak görevimden vazgeçmem. Cihan padişahının fermanını alınca gemilerle suyun kalbini yardım. Bil ki, bu ülkenin mamur yerlerini yıktıktan sonra oraları baykuşlara teslim edeceğim. Boynunu Sultan’ın ferman halkasının dışına çıkaranların kârı, esaret bağı ve düşkünlük boyunduruğu olacaktır. Ben onları toplayıp düşkün ve aciz halde Sultan’ın yanına götüreceğim. Onlar orada diğer suçluların gördükleri muameleyi görecek, layık oldukları cezaya çarptırılacaklardır. Başını ferman çizgisinde tutan ve ayağını itaat çemberine koyan bir kimse ise, benden ancak iyilik ve lütuf görecektir.” sözlerini söyleyerek şehirdekilere adeta bir ültimatom verdi.405 Suğdak elçisinin geri dönmesinden sonra harekete geçen Hüsameddin Çoban, gemilerden askerleri indirerek karaya çıktı. Karaya çıkınca denizi sağ salim geçip Suğdak’a ulaşmanın şerefine bir eğlence meclisi düzenledi. Gece yarısına kadar eğlencelerle meşgul olan Selçuklu kuvvetlerinin üzerine, şehir yakınlarında bulunan Kıpçak Ordusu taarruza geçti. Hüsameddin Çoban’ın derhal savaş borularının çalınmasını emretmesinden kısa süre sonra Selçuklular savaş düzeni aldılar. Rus ordusundan ayrı bulunan Kıpçak ordusu üzerine taarruza geçen Selçuklu kuvvetleri, ilk gün yapılan muharebelerden sonuç alamadılar. 406 Akşam tekrar sofralar kurduran Hüsameddin Çoban, diğer emîr ve komutanlara düşmanın gevşediğini, savaşa aynen 404 İbn Bîbî, s. 326; Müneccimbaşı, s. 66. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 208; Savvides, a.g.e., s. 173; Uyumaz, a.g.e., s. 35; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 229. 405 İbn Bîbî, s. 326-327. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 208-209; Uyumaz, a.g.e., s. 35; Kaya, a.g.m., s. 9. 406 İbn Bîbî, s. 327-328. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 209; Uyumaz, a.g.e., s. 35. 82 devam edilerek yarın bu işin nihayete ermesi gerektiğini söyledi. Ertesi gün yapılan muharebe kesin olarak Türkiye Selçuklu ordusunun zaferiyle sonuçlandı.407 Kıpçak ordusunun büyük bir hezimete uğradığını öğrenen Rus Knezi, Türkiye Selçuklu ordusu ile karşılaşacak gücü olmadığını düşünerek seçilen bir elçiyi mektupla Hüsameddin Çoban’a yolladı. Knez yolladığı bu mektupta şunları söylemekteydi: “Dünyayı Yaratan’a hamd ve şükürler olsun. O canları bağışlayan ve insanları affedendir. Lacivert kümbede şekil veren O’dur. Gündüzü ve rızkı ortaya çıkaran O’dur. Bil ki, ey padişaha bağlı olan yiğit, senin gibi mert bir süvari daha dünyaya gelmedi. Sen ordunun komutanlığına seçilmişsin. Seninle devlet ağacı her zaman canlıdır. Kılıcın gibi aklın da güneş gibi parlaktır. Şahlara ancak senin gibi yardımcı layıktır. Sen, kalp aynasını öyle parlattın ki, mutlu şahlar şahının gücünden başarının ve zaferin izleri orda açıkça görülebilir. Buraya ordu çektiğini duydum. Fakat şahın fermanının içeriğini bilmiyorum. Şunu bil ki, akılsız ve fikirsiz Kıpçaklar, bizim sözümüze hiç kulak asmadılar. Onlar aptallıklarından yanlış yola saptılar. Doğruluk ve selamet yolunu kaybettiler. Kılıcı ve oku birbirine kattılar. Bu kadar masum kanın boş yere akmasına sebep oldular. Ben bu işin aslını, yakınlarımla birlikte enine boyuna konuştum. Düşünce aynasında, mutluluğumun yüzünü, Sultan’a samimiyetle bağlanmakta ve ona can u gönülden kul olmakta gördüm. Bu ülke cihan padişahının muzaffer kılıcıyla alınsa bile, oranın iman, elde tutulması ve işlerinin yürütülmesi, serversiz ve komutansız olmaz. Beni tayin ettiğiniz kullarınız arasına katarak bu ülkeyi bana bağışlayın. Bu büyüklüğü ve cömertliği Melikü’l-Ümera’dan -Allah başarısını artırsın- bekliyorum. O, bu dileklerimi Sultan’a arz edip, bu aciz kölesinin bağlılık ve samimiyetini ona bildirsin.” Bu sözlerle Rus Knezi, net bir şekilde Türkiye Selçuklu Devleti’ne tabiiyetini bildiriyordu. Rus Knezi, bu mektupla birlikte birçok at, Rus ketenlerinden, kürklerinden, Bedehşan mücevherlerinden ve 20.000 altın gönderdi.408 407 İbn Bîbî, s. 330-331. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 209; Savvides, a.g.e., s. 173; Uyumaz, a.g.e., s. 35; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 229. 408 İbn Bîbî, s. 332-333; Müneccimbaşı, s. 66. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 209; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 358-359; Uyumaz, a.g.e., s. 36; Geyikoğlu, a.g.m., s. 265; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 28; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 229; Kaya, a.g.m., s. 9-10. 83 Hüsameddin Çoban, elçiyi üç gün alıkoydu. Hediyeleri askerlere dağıttı. Dördüncü gün diğer emîrleri çağırarak Rusların, Türkiye Selçuklu Devleti’ne itaat ettiğini, bac ve haraç vermeyi kabul ettiklerini söyledi. Ayrıca saltanat namusunun gözetilmesi gerektiği ve bu hususta fikirlerini almak istediğini söyleyince emîrlerin hepsi Hüsameddin Çoban’ın fikrini desteklediklerini belirttiler. Bunun üzerine Hüsameddin Çoban, Rus elçisini çağırarak sultanın hiç kimseyi suçsuz yere düşkünlük çukuruna ve felaket batağına atmayacağını, fakat asilerin kulağını çekmede ve muhalifleri cezalandırmada ihmali ve gevşekliği hor görmeyeceğini, sultana kul olunursa sultan olunacağını, ondan bir şey istenirse muradına ereceğini, ümit edilir ki Rus hükümdarının istediğinin olacağını belirtti. Bu sözlerden sonra elçiye, kını altın Hint kılıcından, altın işlemeli hil’atlerden hediyeler ve saltanat külahı verdi. Ayrıca güzel sözlerle dolu bir mektup yazarak elçi ile Rus Knezi’ne gönderdi. Hüsameddin Çoban, bunun yanında Kıpçaklarla yapılan savaşta ele geçirilen ganimetleri gemilerle Sinop ve Kastamonu’ya gönderdi.409 Kıpçakların yenilmesi, Rusların da Türkiye Selçuklu Devleti ile anlaşması üzerine Suğdaklılar, ümitsizliğe kapılarak şehri savunmak için hazırlık yapmaya başladılar. Aslında şehirdekiler adeta ikiye bölünmüş bir vaziyetteydi. Bir kısmı savaşmama taraftarı iken diğer kısmı ise şehir surlarının tahkim edildiğini ve mücadele etmenin daha doğru olacağı fikrindeydiler. Neticede silahla karşı koyma kararı alındı.410 Türkiye Selçuklu ordusu yaklaşık bir hafta süren hazırlıklardan sonra Hüsameddin Çoban komutasında şehrin kapısına doğru yaklaştı. Sabahın erken saatlerinde başlayan savaş, gün boyunca devam ettiyse de ilk gün sonuç alınamadı. Ertesi sabah aynı tempoyla şehri kuşatmaya devam eden Selçuklular, akşamüstüne doğru tekrar hücum ettiyse de yine sonuç alamadılar. Bunun üzerine güvenleri yerine gelen Suğdaklılar neft, zemberek, ok ve taş atmaya başladılar. Ayrıca şehirden çıkarak düşmanlarına karşı hücuma geçtiler. Suğdaklıların hücumu nedeniyle Selçuklular, aniden geri çekilmeye başladılar. Bu aslında sahte bir geri çekilme harekâtıydı. Suğdaklılar, düşmanlarınıın geri çekildiğini görünce hücumlarını 409 İbn Bîbî, s. 334. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 209; Uyumaz, a.g.e., s. 36. 410 İbn Bîbî, s. 335. 84 sürdürdüler. Selçuklu ordusu aniden geri dönerek Suğdaklıların üzerine taarruza geçti. Yapılan muharebede Suğdaklılar, ağır bir yenilgiye uğratıldılar. Şehri savunan ana kuvvetlerin Suğdak Kalesi dışında imha edilmesi üzerine, şehir savunması tamamen çöktü. 411 Bu durum üzerine şehirde kalan Suğdaklılar, aralarından birkaç tecrübeli kişiyi Hüsameddin Çoban’a elçi olarak gönderdiler. Elçiler huzuruna girince, derhal yer öperek suçlarını kabul ettiklerini ama bugün Melikü’l-Ümera’dan af istediklerini, mallarını kaybeden tüccarların zararlarını ödeyeceklerini, Türkiye Selçuklu Devleti tarafından şehrin başına kim getirilirse getirilsin kabul edeceklerini ve ona hizmet edeceklerini belirttiler. Hüsameddin Çoban da bu duruma Suğdaklıların sebep olduğunu, ancak emîrlerden birini Sultan I. Alâeddin Keykubad’a göndererek Suğdaklılar adına af isteyeceğini söyledi.412 Bu sözler üzerine elçi olarak gelen Suğdaklılar, kente geri dönerek durumu şehirdekilere anlattılar. Aralarında para toplayarak bir hazine oluşturmaya başladılar. Sabah olunca Hüsameddin Çoban, tüm askerlerin silah başı yapmasını emrederek ordusunu hazırladı. Bir süre sonra şehirden çıkan Suğdaklılar, hediyeleri Hüsameddin Çoban’a sundular. Hüsameddin Çoban hediyelerin 5’te 1’inin mektupla beraber Sultan I. Alâeddin Keykubad’a gönderilmesi için süratli bir geminin hazırlanmasını emretti.413 Hüsameddin Çoban tarafından başkent Konya’ya gönderilen ulak vasıtasıyla Kıpçakların mağlup edildiğini, Rusların tabiiyeti kabul ettiğini ve Suğdak şehrinin fethedildiğini öğrenen Sultan I. Alâeddin Keykubad, bu haberin derhal her yere duyurulmasını ve hapistekilerin serbest bırakılmasını emretti. Bir ferman yazdırarak Hüsameddin Çoban ve askerlerin savaşlardaki gösterdikleri kahramanlıkları överek Suğdak halkını affettiğini ancak şehirde put ve çan yerine mihrap ve minber inşa edilmesini, şeriat hükümlerinin ikame edildiğini, ayrıca tüccarlardan gasp edilen mallarının geri verilmesini emretti. Suğdak’ta malları zarar gören tüccarları, 411 İbn Bîbî, s. 335-337; Müneccimbaşı, s. 66-67. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 210; Uyumaz, a.g.e., s. 36-37; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 229. 412 İbn Bîbî, s. 337-339. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 210; Uyumaz, a.g.e., s. 37. 413 İbn Bîbî, s. 339-340. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 210; Uyumaz, a.g.e., s. 37. 85 fermanın verildiği ulakla beraber Suğdak’a yolladı. Ayrıca tüm bu işlerin tamamlanmasından sonra Hüsameddin Çoban’ın Anadolu’ya dönmesini emretti.414 Anadolu’dan Suğdak’a geri dönen ulak, fermanı Hüsameddin Çoban’a verdi. Sultan’ın fermanı Suğdak’ta yüksek sesle okundu. Tüccarın gasp edillen mallarının her akçesine tazminat olarak bir altın verildi. Türkiye Selçuklu askerleri ganimetten paylarını aldılar. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın emri üzerine güzel kumaşlarla süslenmiş bir minber inşasına başlandı. Hüsameddin Çoban, başı üzerinde altın tabakta taşıdığı bir Kur’an-ı Kerim ve sultanın sancağıyla Suğdak şehrine girdi. Şehrin yüksek noktasında bir müezzin ezan okudu. Kısa süre içerisinde yeni bir cami inşa edildi. İmam, müezzin, hatip ve kadı atandı. Şehir eşrafından bazılarının çocukları rehin olarak alındı. Türkiye Selçuklu ordusundaki komutanlardan biri şehrin sübaşısı tayin edildi. Hüsameddin Çoban, tüm bu işlemleri tamamladıktan sonra Anadolu’ya geri döndü.415 Seferin tarihi konusunda tartışmalar bulunmaktadır. İbn Bîbî, Suğdak Seferi’ni 1225 yılında gerçekleşen Ermeni Seferi’nden önce vermiştir.416 Müneccimbaşı 1227-1228 senesini vermektedir.417 Yakubovski ise Suğdak Seferi’nin, 1222-1223 Moğol akınından önce yani 1221-1222’de gerçekleştiği kanaatindedir.418 Alexis Savvides, 1225 yılını vermektedir.419 Osman Turan, 1227 senesini vermektedir.420 Aynı şekilde Erdoğan Merçil de 1227’de vuku bulduğunu belirtmektedir. 421 Emine Uyumaz ise seferin 1224 sonu 1225 başı gibi gerçekleştiği fikrindedir.422 Olayların kronolojisi incelendiğinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin Suğdak’a seferinin 1221-1222 yılında yapması pek mümkün görünmemektedir. I. Alâeddin Keykubad, 1220 yılında tahta çıkmıştı. İlk seferini, tahmini 1221-1222 yıllarında Kolonoros (Alâiye) Kalesi üzerine düzenlemişti. Ayrıca Suğdak’a 1222- 414 İbn Bîbî, s. 340-342. Krş. Yakubovski, a.g.m., s. 210-211; Uyumaz, a.g.e., s. 37-38. 415 İbn Bîbî, s. 342-343; Müneccimbaşı, s. 67. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 359; Uyumaz, a.g.e., s. 38; Geyikoğlu, a.g.m., s. 265; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 230; Cahen, a.g.e., s. 78; Kaya, a.g.m., s. 10. 416 s. 335-343. 417 s. 67. 418 Yakubovski, a.g.m., s. 212. 419 Savvides, a.g.e., s. 172. 420 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 357. 421 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133. 422 Uyumaz, a.g.e., s. 38. 86 1223 yılında düzenlenen Moğol akınlarından önce Türkiye Selçuklu Devleti eğer şehre hâkim olsaydı, Moğollar ile arasında bir sorun çıkardı. Fakat kaynaklarda böyle bir sorunun olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Bu durumda en uygun tarih 1224- 1225’tir. Çünkü Moğol akını sonrası ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve uluslararası ticaretin devamlığının sağlanması açısından Suğdak’ın istikrarı önemliydi. Ayrıca Suğdak’tan Moğol istilası sonrası kaçan gemilerin, Türkiye Selçuklu Devleti ve Trabzon Rum Devleti arasında sorun haline dönüşmesi, durumu açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü Trabzon Rum Devleti de Suğdak’a hâkim olmak istiyordu. Fakat Suğdak’ı ele geçiren Türkiye Selçuklu Devleti oldu. Suğdak Seferi, Türk denizcilik tarihinin dönüm noktalarından biridir. Gemilere asker yükleyip, deniz aşırı bir yere sefer düzenlenmesi Türkiye Selçuklu deniz gücünün geldiği noktayı göstermesi açısından çok dikkat çekicidir. Suğdak’ta karşısına çıkan yaklaşık 10.000 kişilik bir orduyu yenerek şehri fetheden Türkiye Selçuklu filosunun mevcudu muhtemelen karşısındaki ordudan daha fazlaydı. Bu durum tabii olarak Sinop’tan gemilere yüklenerek Suğdak’a çıkarılan Türkiye Selçuklu askerleri için ihtiyaç olan gemi sayısının fazlalığına dair bir işaret olarak görülebilir. Suğdak’taki Türkiye Selçuklu Devleti hâkimiyeti, tahminen Moğolların şehri ele geçirdiği 1239 yılına kadar devam etti.423 Suğdak Seferi ile birlikte Karadeniz ticaret yolunun güvenliği sağlanmış oldu. Suğdak’ın fethedilmesiyle, Türkiye Selçuklu Devleti ilk ve tek denizaşırı toprağını kazanmış oldu. Bu seferden sonra Türkiye Selçuklu Devleti döneminde bu şekilde yeni bir seferin düzenlendiğine dair kayda rastlamak mümkün olmamıştır. Ancak bu denizaşırı sefer, daha sonra özellikle Batı Anadolu’da kurulan Türk Beylikleri’ne, hazırladıkları gemilerle Adalar Denizi’ndeki adalara düzenledikleri seferlere örnek olmuştur. 423 Savvides, a.g.e., s. 173; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 359; Geyikoğlu, a.g.m., s. 265; Cahen, a.g.e., s. 128; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133; Asma, a.g.m., s. 177. 87 4.4. Akdeniz Sahil Kalelerinin Fethi (1225) Sultan I. Alâeddin Keykubad, Suğdak Seferi için Hüsameddin Çoban’ı görevlendirirken Antalya Valisi Mübarizeddin Ertokuş’a, orduyla sahil tarafına giderek Frenklere sefer düzenlemesini, bölgenin işlerini yoluna koymasını emretmişti. 424 Mübarizeddin Ertokuş, emrindeki kuvvetlerle Antalya’dan doğu yönüne doğru harekete geçti. Karadan harekete geçen orduya, sahilden filo eşlik etmekteydi. Kıyıyı takip eden donanma, kara birliklerine desteğin yanı sıra Kıbrıs’tan veya çevreden gelebilecek saldırılara karşı kontrol ve savunma görevini icra etmekteydi. Mübarizeddin Ertokuş komutasındaki ordu ve filo, Antalya’dan Silifke’ye kadar uzanan sahil bölgesinde Anamur, Mut gibi kalelerin yanında küçük büyük yaklaşık 40 kadar kaleyi fethetti. Bu kalelerin fethinden sonra Sultan I. Alâeddin Keykubad’a “Eğer izin verilirse Kıbrıs Adası’na (Cezire-i Frengân) gidip oraları o sapık mezheplilerin elinden alayım.” haberini gönderdi. Sultan I. Alâeddin Keykubad da “Tüccarların kaybettikleri malların bulunup onlara verilmesini, her neye mal olursa olsun onların rızasının alınmasını, ordunun yerlerine geri dönmesine izin verilmesini, bütün işlerini yoluna koyduktan sonra Kayseri’ye gelmesini” emretti.425 Mübarizeddin Ertokuş’un Kıbrıs Adası’na sefer düzenleme isteği, Akdeniz’deki Türkiye Selçuklu filosunun deniz aşırı sefer düzenleme kapasitesini göstermektedir. 4.5. Trabzon Kuşatması (1227-1228) IV. Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması ve sonrasında Bizans toprakları üzerinde kurulan devletlerden biri de Trabzon Rum Devleti’ydi. Gürcü Krallığı’nın desteğiyle David Komnenos ve I. Aleksios Komnenos tarafından kurulan Trabzon Rum Devleti, Karadeniz kıyılarında giderek kuvvetlenmeye başlayan Türkiye Selçuklu Devleti için bir tehdit oluşturmaktaydı. I. 424 İbn Bîbî, s. 321. Krş. Geyikoğlu, a.g.m., s. 263. 425 İbn Bîbî, s. 351; Müneccimbaşı, s. 68-69. Krş. Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 63; Algül, Türkler, VI, 648; Geyikoğlu, a.g.m., s. 264; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 166. 88 Gıyâseddin Keyhüsrev ve I. İzzeddin Keykavus devirlerinde Trabzon Rum Devleti, etkisiz hale getirilerek Türkiye Selçuklu Devleti himayesi altına alınmıştı. Bu noktada Trabzon Rum Devleti’nin en büyük rakibi olan İznik Rum Devleti ile yapılan ittifak ile batı sınırları büyük ölçüde güvence altına alınmıştı. Daha sonra bozulan bu ittifak Alaşehir Savaşı ile neticelenmiş ve I. Gıyâseddin Keyhüsrev savaşta şehit olmuştu. Daha sonra Türkiye Selçuklu tahtına büyük oğlu I. İzzeddin Keykâvus geçmişti. Bu durumu fırsat bilen Trabzon Rum Devleti, Samsun ve Sinop şehirlerine saldırılar düzenleyerek ele geçirmiş, Türkiye Selçuklu ticaretine zarar vermişti. 1214 yılında I. İzzeddin Keykâvus tarafından Sinop, düzenlenen seferle fethedilmiş ve Karadeniz ticareti yeniden güvence altına alınmıştı.426 I. Alâeddin Keykubad’ın hükümdar olmasından hemen sonra Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Andronikos (1222-1235), Türkiye Selçuklu Devleti’ne tâbi olmaya devam etti ve tâbiyet antlaşması yenilendi.427 Ancak bu durumun yanında, Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki bütün hükümdar değişikliklerini ve bölgedeki herhangi bir karışıklığı fırsat bilerek Karadeniz kıyılarındaki hâkimiyetini genişletmek isteyen Trabzon Rum Devleti, I. Alâeddin Keykubad devrinde de bu yönde harekete geçmek istiyordu. Aranan fırsat 1223 yılında Suğdak şehrinin Moğollar tarafından yağmalanmasıyla ortaya çıktı. Moğollar yağmaladıktan sonra şehirden ayrılınca bu durumu fırsat bilen Trabzon Rum Devleti de kenti yağmaladı. Bunun yanında Karadeniz’de Türk tüccar gemilerine saldırıp soymaya başladılar. Şehirden ayrılan Kıpçakların bir kısmı Sinop Limanı’na gelmişler; gemilerden biri limana girerken aniden parçalanmış ve batmıştı. O dönemdeki uygulamaya göre limana yakın bir yerde batan gemi ve gemiden çıkan mallar, bölge hükümdarına ait olmaktaydı. Bu uygulamaya göre Sinop’un Türkiye Selçuklu yöneticisi olan Ermeni Hetum, gemiden kalan mallara el koymuştu. Diğer gemiler ise herhangi bir sorun yaşamadan limana girmişlerdi. Bazı batılı kaynaklara göre bu gemiler, Trabzon’a verilmesi gereken vergiyi taşımaktaydılar. Karadeniz’deki fırtınadan mütevellit rotasında gerçekleşen sapma nedeniyle Sinop’a gelmişlerdi. Şehrin Türkiye Selçuklu Valisi Hetum da gemilere saldırarak yağma etmiş, bunun üzerine Trabzon Rum 426 Uyumaz, a.g.e., s. 45; Peacock, a.g.m., s. 259. 427 Finlay, a.g.e., s. 332; Savvides, a.g.e., s. 154; Gordlevskiy, a.g.e., s. 39. 89 Devleti de Sinop’a saldırarak Türk gemilerine el koymuştu. Ayrıca Türk tayfaları esir almış ve Sinop Valisi Hetum’un, Suğdak’tan gelen gemilerden ele geçirdiği malları da zapt etmişti. Bunun üzerine Sinop Valisi Hetum da elindeki esir ve malları da Trabzon Rum Devleti’ne iade etmişti. Ancak Trabzon Rum Devleti elindeki Türk esirleri serbest bıraktıysa da ganimetleri geri vermemişti. Bu durum, 1223 yılından itibaren Türkiye Selçuklu Devleti ile Trabzon Rum Devleti arasındaki gerginliği artırmıştı. 428 Batılı kaynaklar tarafından Türkiye Selçuklu Devleti’nin 1223 yılında Trabzon’a düzenlendiği belirtilen seferden429 hiçbir İslâm kaynağı söz etmemektedir. Bazı İslâm kaynaklarında, Türkiye Selçuklu Devleti tarafından Karadeniz üzerine düzenlenen seferin yılı 1227-1228 olarak verilmektedir. Ayrıca Trabzon’a kadar bu seferin yapıldığına dair bir bilgi yoktur. Ancak bazı Rum kaynakları, Türkiye Selçukluları Devleti’nin karadan ve denizden kuşatma yaptıklarını ayrıntılarıyla nakletmektedirler. 430 I. Alaeddin Keykubad, 1228 yılında Erzincan seferindeyken, Trabzon Rum Devleti, Samsun ve Sinop’u ele geçirerek yağmalamıştı. Bunun üzerine geri dönen I. Alâeddin Keykubad, Karadeniz kıyılarına ordular ve gemiler sevk etti. Samsun, Sinop ve Ünye’ye kadar olan sahilleri geri aldıktan sonra Türkiye Selçuklu filosunu Trabzon üzerine ablukaya gönderdi. I. Alâeddin Keykubad, derhal hazırlıkların yapılarak Trabzon üzerine Melik Gıyâseddin Keyhüsrev ve Atabeg Mübarizeddin Ertokuş idaresinde bir ordu gönderilmesi kararını aldı. Türkiye Selçuklu ordusu, Erzincan Ovası’nda toplandıktan sonra harekete geçerek Gümüşhane ve Zigana Dağları istikametinden Trabzon’a yöneldi. Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Andronikos, Selçukluların Trabzon’a doğru geldiği haberini alınca derhal hazırlıklara başladı. Asker sayısını artırarak şehrin surlarını tahkim etti. Fakat Selçuklular, yanlarında getirdikleri kuşatma makineleri ve mancınıklarla, Trabzon’u denizden ve karadan şiddetle kuşatmaya başladılar. Rumlar bu ilk taarruzları geri püskürttüler. 428 Savvides, a.g.e., s. 156-157; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 361; Uyumaz, a.g.e., s. 45-46; Geyikoğlu, a.g.m., s. 265-266; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 28; Peacock, a.g.m., s. 260-261, 263-264; Cahen, a.g.e., s. 77; Gordlevskiy, a.g.e., s. 39. 429 Finlay, a.g.e., s. 333; Savvides, a.g.e., s. 155; Peacock, a.g.m., s. 259-260. 430 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 361; Uyumaz, a.g.e., s. 46. 90 Muhasara esnasında Melik Celâleddin Keyferidun ve Sinop Valisi - Karadeniz donanması amirali Hetum yaralandılar. Türkiye Selçuklu ordusu karargâhı, AyaEugenia Manastırı’nın bulunduğu bölgeye taşındı. Ordu üç gruba ayrıldı ve taarruza yeniden başlandı. Selçukluların şiddetli taarruzu karşısında surlardaki Rum askerler bir süre sonra dayanamayarak surların iç kısımlarına doğru geri çekilmeye başladılar. Şehir tam düşmek üzereyken hava koşullarının aniden kötüleşmesi üzerine muhasara bir anda Türkiye Selçuklularının aleyhine döndü. Kuşatmaya devam eden üç grup askerin arasında iletişimin kopması üzerine muhasara kaldırıldı. Türkiye Selçuklu askerleri dağınık bir halde Trabzon Kalesi’nin etrafındaki ormanlara dağıldılar.431 Selçuklu Meliki, 432 Maçka ormanlarında Rum köylüler tarafından yakalanarak Trabzon Rum Devleti Hükümdarı I. Andronikos’a teslim edildi. I. Andronikos, ona iyi muamele ederek fidye istemeden derhal Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın yanına gönderdi. Trabzon Rum Devleti Hükümdarı Andronikos, bu kuşatmadan sonra Hârezmşah Sultanı Celâleddin Hârezmşah’a tâbi oldu.433 Ancak 1230 yılında gerçekleşen Yassiçimen Savaşı’ndan sonra Türkiye Selçuklu Devleti’nin Hârezmşahlar Devleti’ni ağır bir şekilde yenmesinden sonra I. Alâeddin Keykubad’a yeniden tâbi olmuş, I. İzzeddin Keykavus döneminde imzalanan tâbilik antlaşmasından daha ağır şartları kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu antlaşmaya göre Trabzon Rum Devleti, Türkiye Selçuklu Devleti’ne vergi vermeye devam edecek, eğer istenirse 200 mızraklı olmak üzere yaklaşık 1.000 askeri gönderecekti. Bu antlaşma, 1243 yılındaki Kösedağ Savaşı’na kadar Trabzon Rum Devleti’ni yeniden Türkiye Selçuklu Devleti’ne tâbi haline getirmişti.434 Trabzon kuşatmasından İbn Bîbî ve diğer Selçuklu müellifleri söz etmemektedir. İbnü’l-Esîr, Trabzon Rumlarının Sinop’a saldırdığını, Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın da Sinop üzerine 431 Finlay, a.g.e., s. 334-336; Savvides, a.g.e., s. 157-167; Uyumaz, a.g.e., s. 46; Geyikoğlu, a.g.m., s. 266; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 230-231; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133. 432 Bu melik I. Alâeddin Keykubad’ın oğlu Melik Gıyâseddin Keyhüsrev veya I. Alâeddin Keykubad’ın kardeşi Celâleddin Keyferidûn. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., s. 46; Peacock, a.g.m., s. 261; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 231. 433 Finlay, a.g.e., s. 336; Savvides, a.g.e., s. 182; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., s. 47; Geyikoğlu, a.g.m., s. 265. 434 Finlay, a.g.e., s. 336-337; Savvides, a.g.e., s. 182-183; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 361-362; Uyumaz, a.g.e., s. 47. 91 ordular göndererek Sinop’u geri aldığından bahsetmektedir. Seferin daha sonra Trabzon’a yöneldiğine dair bir bilgi vermemektedir.435 Trabzon’un fethinin son anda doğal nedenlerden ötürü gerçekleşmemiş olması bu şehrin fethini 233 yıl sonraya kalmasına sebep oldu. Şehir 1461 yılında, Osmanlı Devleti tarafından Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) fethedildi. Kuşatma esnasında denizden de çıkarma yapılması, Türkiye Selçuklu filosunun kıyı şehirlerinin muhasaralarında görev almasına dair örneklerden biridir. Daha önce Antalya, Sinop ve Alâiye’nin fetih süreçlerinde de Türkiye Selçuklu filosu, karadan yapılan kuşatmaya destek olmuşlardı. Sultan I. Alâeddin Keykubad devrinde önce Alâiye’ye, daha sonra Suğdak’a düzenlenen seferler, Türkiye Selçuklu deniz gücünün geldiği noktayı göstermesi bağlamında ehemmiyet arz etmektedir. Alâiye’nin fethi sürecinde, donanmanın kuşatmaya aktif olarak katılması, Kırım’daki Suğdak şehrine ise binlerce askerin gemilerle sevk edilerek fethini sağlaması, Türkiye Selçuklu deniz gücünün kuşatma ve çıkarma harekâtlarında kabiliyetinin yüksek olduğunu göstermektedir. Alanya Tersanesi’nin inşa edilmesiyle birlikte artık Türkiye Selçuklularının teşkilatlanma noktasında önemli bir adım attığını söylemek mümkündür. Bu sırada Asya’yı kasıp kavuran Moğol istilası, Hârezmşahlar’a ulaşmış durumdaydı. Hârezmşahlar, hâkimiyet sahasını İran’dan Azerbaycan’a kaydırmak zorunda kalmış, Moğollara karşı Türkiye Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad’a Hârezmşah Sultanı Celâleddin Hârezmşah tarafından dostluk teklif edilmiş, sultan da bu dostluk teklifine icabet etmişti.436 Ancak Celâleddin Hârezmşah, Ahlat’ı kuşatıp Erzurum Meliki Cihanşah da ona tâbi olunca bu dostluk bozulmuştu. Sultan I. Alâeddin Keykubad, dostluğun bozulmaması ve Moğollara karşı ortak hareket etmek istediği için mektup göndererek bu faaliyetlerinden vazgeçmesini istediyse de Celâleddin Hârezmşah kuşatmayı kaldırmayıp diğer faaliyetlerine de devam 435 XII, 442. 436 İbn Bîbî, s. 370-374; Müneccimbaşı, s. 71. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 363- 364; Uyumaz, a.g.e., s. 46; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133. 92 etmişti. 437 Bunun üzerine I. Alâeddin Keykubad, Eyyûbîler’e elçi göndererek Celâleddin Hârezmşah’a karşı ortak hareket etmeyi teklif etti.438 Sultan, bunun yanında ordusunu Erzincan’a gönderdi. Eyyûbîler, Sultan’ın ortak hareket teklifini kabul etti. el-Melikü’l-Eşref komutasındaki Eyyûbî ordusu da Selçuklu ordusu ile birleşmek için Anadolu’ya geldi. Daha sonra Sultan I. Alâeddin Keykubad da ordusuyla Kayseri’den Sivas’a gitti. Sultan I. Alâeddin Keykubad ve el-Melikü’lEşref, Sivas’ta buluştular.439 Sultan Celâleddin Hârezmşah, 14 Mayıs 1230 tarihinde Ahlat’ı ele geçirerek tahrip etti. Kendisine karşı Türkiye Selçuklu-Eyyûbî ittifakının kurulduğunu öğrenen Celâleddin Hârezmşah, ordusuyla batı yönünde harekete geçti. İki ordu, Erzincan yakınlarındaki Yassıçimen Ovası’nda karşı karşıya geldiler. Üç gün süren savaş neticesinde 10 Ağustos 1230 tarihinde Hârezmşah Ordusu, büyük ölçüde dağıtıldı ve Celâleddin Hârezmşah kaçmak zorunda kaldı.440 Savaş büyük ölçüde Hârezmşahlar’ın batı yönünde toprak ele geçirme siyasetleri neticesinde ortaya çıkmış, I. Alâeddin Keykubad, istemese de Hârezmşahlar ile savaşmak zorunda kalmıştı. Bu muharebe sonunda I. Alâeddin Keykubad, Erzurum’u ele geçirdi.441 Türkiye Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında tampon vazifesi gören Hârezmşahlar Devleti’nin ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye Selçuklu Devleti, Moğol saldırılarına açık hale geldi. Yassıçimen Savaşı’ndan bir yıl sonra Moğollar, Anadolu topraklarına ilk akınlarını yaptılarsa da devamını getirmediler.442 Bu durumun temel sebebi I. Alâeddin Keykubad’ın çeşitli önlemler alarak ordusunu güçlendirmesidir. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın Moğollara karşı aldığı önlemlerden bir diğeri de Türkiye Selçuklu Devleti sınırlarını doğu yönünde olabildiğince genişletmekti. Bu şekilde 437 Ebu’l-Ferec, II, 527; İbn Bîbî, s. 376-379; Müneccimbaşı, s. 71. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 367-368; Uyumaz, a.g.e., s. 51; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133. 438 İbn Bîbî, s. 382; Müneccimbaşı, s. 71. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 369-370; Uyumaz, a.g.e., s. 55; Cahen, a.g.e., s. 84; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 133-134. 439 İbn Bîbî, s. 383-384; İbnü’l-Verdî, s. 113. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 370; Uyumaz, a.g.e., s. 57; Cahen, a.g.e., s. 84-85; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 134. 440 Ebu’l-Ferec, II, 528; İbn Bîbî, s. 397-400; İbnü’l-Verdî, s. 113; Aksarayî, s. 25; Mîrhând, s. 271; Ahmed bin Mahmud, s. 305; Müneccimbaşı, s. 71. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 371-372; Uyumaz, a.g.e., s. 61; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 167; Cahen, a.g.e., s. 85; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 134; Rice, a.g.e., s. 71-72. 441 İbn Bîbî, s. 400. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 373; Uyumaz, a.g.e., s. 62; Cahen, a.g.e., s. 86; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 134. 442 Ebu’l-Ferec, II, 532; İbn Bîbî, s. 410-411. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 375; Uyumaz, a.g.e., s. 88. 93 Moğollara karşı koyabilmek için alan kazanılacaktı. Bu amaçla 1234 yılında Eyyûbîler’e bağlı olan Harput Artuklu Melikliği ortadan kaldırıldı.443 Ayrıca 1236 yılında Urfa, Harran, Suruc, Siverek ve Rakka ele geçirildi.444 Diyarbekir (Âmid) kuşatıldıysa da muhasara başarısızlıkla sonuçlandı. 445 Sultan I. Alâeddin Keykubad, Diyarbekir’i ele geçirmek amacıyla Kayseri’de büyük ordu toplarken Moğol Hanı Ögeday’ın elçileri kendisine geldi. Elçiler, Sultan I. Alâeddin Keykubad’dan, Ögeday’ın cihan hâkimiyetini kabul etmesini istediler. Sultan I. Alâeddin Keykubad da bunu kabul ederek hediyeler gönderilmesini emretti.446 Sultan I. Alâeddin Keykubad, Kayseri’de topladığı orduya resm-i geçit yaptırdıktan sonra bütün emîrleri topladı. Küçük oğlu Melik İzzeddin Kılıç Arslan’ı veliaht ilan ederek emîrlerden ona bağlılık yemini etmelerini istedi. Bütün emîrler Melik İzzeddin Kılıç Arslan’a bağlılık yemini ettiler.447 1 Haziran 1237 tarihinde Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü, Kayseri’de huzurunda bulunan yabancı elçilere ziyafet veren Sultan I. Alâeddin Keykubad, yediği kuş eti nedeniyle zehirlenerek vefat etti.448 Türkiye Selçuklu Devleti tahtına, Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın vasiyetiyle Melik İzzeddin Kılıç Arslan’ın çıkması beklenirken, Sa’deddin Köpek’in desteğini alan büyük oğlu Melik Gıyâseddin Keyhüsrev, Türkiye Selçuklu Sultanı oldu. II. 443 İbn Bîbî, s. 428; İbnü’l-Verdî, s. 115. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 381; Uyumaz, a.g.e., s. 77; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 135. 444 İbn Bîbî, s. 433-436. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 382; Uyumaz, a.g.e., s. 77- 78; Cahen, a.g.e., s. 89-90; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 135. 445 Ebu’l-Ferec, II, 535; İbn Bîbî, s. 436-437. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 382; Uyumaz, a.g.e., s. 78-79; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 167; Cahen, a.g.e., s. 90; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 135. 446 İbn Bîbî, s. 439-440; Ahmed bin Mahmud, s. 305; Müneccimbaşı, s. 76-78. Krş. Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, 1969, Ankara 1970, s. 6; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 385-387; Uyumaz, a.g.e., s. 89-90; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 136. 447 İbn Bîbî, s. 443. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 389; Uyumaz, a.g.e., s. 92; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 167; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 136. 448 Ebu’l-Ferec, II, 536; İbn Bîbî, s. 445-446; İbnü’l-Verdî, s. 116; Mîrhând, s. 272; Ahmed bin Mahmud, s. 305-306; Müneccimbaşı, s. 79. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 389; Uyumaz, a.g.e., s. 93; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 136. 94 Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde yaşanan olaylar, gücünün zirvesindeki Türkiye Selçuklu Devleti için zorlukların başladığı bir dönem olmuştur. Sultan I. Alâeddin Keykubad dönemi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin her anlamda zirveye çıktığı bir dönemdir I. İzzeddin Keykâvus gibi I. Alâeddin Keykubad da “es-Sultanü’l-Berr ve’l-Bahr” (“Karanın ve Denizin Sultanı”) unvanını kullandı.449 Selçuklu müellifi Aksarayî, “Onun hayır eserlerinin, zamanın sayfaları üzerinde olduğunu ve güneş ışığından daha parlak olarak kaldığını” ifade etmiştir. 450 Bu dönemde Türkiye Selçuklu Devleti, siyasî, askerî, iktisadî açıdan çevresindeki birçok ülkeden güçlü duruma geldi. Denizcilik bağlamında yapılan atılımlar ile Türkiye Selçukluları bir kara gücü olmaktan çıkmış; denizlerde de çevresindeki bölgelere rahatlıkla müdahale edebilecek bir güç haline gelmişti. Bu gücün ortaya çıkmasında I. Gıyâseddin Keyhüsrev devrinde Antalya’nın, I. İzzeddin Keykâvus devrinde Sinop’un ve I. Alâeddin Keykubad devrinde ise Alâiye’nin fethedilmesinin payı çok büyüktür.451 Özellikle Suğdak Seferi, Karadeniz’de Türkiye Selçuklu deniz gücünün gösterilmesi açısından çok önemli bir olaydı. 449 Aslanapa, a.g.m., s. 7; Kadıoğlu, a.g.m., s. 231; Merçil, Hükümdarlık Alâmetleri, s. 37. 450 s. 25. 451 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 338-339. 95 BEŞİNCİ BÖLÜM GERİLEME VE YIKILIŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE SELÇUKLU DENİZCİLİĞİ I. Alâeddin Keykubad’ın zehirlenerek ölmesinden sonra tahta, büyük oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev çıktı. II. Gıyâseddin Keyhüsrev, I. Alâeddin Keykubad’ın en büyük oğlu olup annesi Kyr Vard’ın kızı Hunad Hatun’dur.452 I. Alâeddin Keykubad ölmeden önce, bütün emîrlere küçük oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ın tahta geçmesi için yemin ettirmişti. Sâdeddin Köpek’in453 daha I. Alâeddin Keykubad’ın cenazesi sarayda iken II. Gıyâseddin Keyhüsrev’i bir emrivaki ile tahta çıkarması üzerine diğer yemin eden tüm emîrler de durumu kabullenerek biat etmek zorunda kaldılar.454 II. Gıyâseddin Keyhüsrev, Mengücükoğulları ortadan kaldırılınca Mübarizeddin Ertokuş’un atabegliğinde Erzincan Meliki olarak görevlendirilmişti. Ayrıca 1227-1228 yıllarında Trabzon’a düzenlenen seferde muhtemelen Mübarizeddin Ertokuş ile birlikte Türkiye Selçuklu ordusunun başında bulunmuştu. Sâdeddin Köpek, II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in tahta geçmesiyle devletin en güçlü adamı haline geldi. O, bundan sonra diğer emîrleri ortadan kaldırarak devlete tek başına hâkim olma amacını gerçekleştirmeye başladı. I. Alâeddin Keykubad’ın eşi olan Gâziye Hatun’u Ankara’da yay kirişiyle boğdurttu. İzzeddin Kılıç Arslan’a ise henüz II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in çocuğu olmadığı gerekçesiyle dokunmadı. II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in erkek çocuğu olunca Borgulu Kalesi’nde tutuklu bulunan İzzeddin Kılıç Arslan’ın boğdurulmasını emrettiyse de Mübarizeddin Armağanşah emri yerine getirmedi. Onun yerine iki gulam, emri yerine getirdi.455 Şemseddin Altunaba, Kemaleddin Kamyar, Taceddin Pervâne gibi devlet adamlarını ortadan 452 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 403; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 171. 453 Sâdeddin Köpek hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, “Sâdeddin Köpek”, DİA, XXXV, 392-393. 454 İbn Bîbî, s. 447-450; Müneccimbaşı, s. 80. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 404- 405; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 171; Cahen, a.g.e., s. 92; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 136; Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev ve Devri, Ankara 2014, s. 32. 455 İbn Bîbî, s. 455-456; Müneccimbaşı, s. 83. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 409- 410; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 171; Cahen, a.g.e., s. 93; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 137; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 47. 96 kaldırdı ve Hüsameddin Kaymeri’yi tutuklattı. Vezir Şemseddin İsfahanî’yi görevden aldırdı. Celâleddin Karatay da devlet işlerinden çekildi.456 Tüm önemli devlet adamlarını ya ortadan kaldıran ya da etkisizleştiren Sâdeddin Köpek’in hedefinde Türkiye Selçuklu tahtında oturan II. Gıyâseddin Keyhüsrev vardı. Kendisinin I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in gayrimeşru çocuğu olduğunu iddia eden Sâdeddin Köpek, sultanı ortadan kaldırarak devletin başına geçmek istiyordu. Durumu öğrenen II. Gıyâseddin Keyhüsrev, Emîr-i Candâr Hüsameddin Karaca’yı, Sâdeddin Köpek’i ortadan kaldırmakla görevlendirdi. Hüsameddin Karaca yaptığı bir planla Sâdettin Köpek’i öldürttü.457 Bu şekilde Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına adeta bela olan Sâdeddin Köpek meselesi çözülmüş oldu. Ancak onun Şemseddin Altunaba, Taceddin Pervâne, Kemaleddin Kamyar gibi önemli emîrleri ortadan kaldırması devlet yönetiminde önemli sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Moğol istilası nendeniyle Maveraünnehir ve Horasan’dan kaçan Türkmenler Anadolu’ya doğru göç ediyorlardı. İlk olarak Güneydoğu Anadolu’ya gelen bu Türkmenler, ekonomik ve sosyal açıdan oldukça zor durumda bulunmaktaydılar. Bu Türkmen kitleleri arasında İslâmiyet’in tam anlamıyla özümsenememesi, çeşitli sorunlara ve dolayısıyla isyana zemin hazırlamaktaydı. Baba Resul lakabıyla bilinen Baba İlyas Horasanî, peygamberlik iddiasıyla ortaya atılarak Türkmen kitlelerini etrafında toplamaya başlamıştı. Baba İlyas, daha sonra Amasya’ya giderek faaliyetlerini sürdürmek istiyordu. Faaliyetleri, Türkiye Selçuklu Devleti tarafından yakından takip ediliyordu. Baba İlyas’ın Amasya Kalesi’nde kuşatma altına alınması üzerine onun müritlerinden biri olan Baba İshak, Türkiye Selçuklu Devleti’ne başkaldırdı. İsyana karşı gönderilen Türkiye Selçuklu orduları başarısız olunca, ayaklanma kısa sürede bütün Orta Anadolu’ya yayılarak başkent Konya’yı tehdit etmeye başladı. Bunun üzerine Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev, başkentten ayrılarak Kubadabâd Sarayı’na gitti. Amasya’da kuşatma altında bulunan Baba İlyas, Türkiye Selçuklu Devleti emîrlerinden biri olan Mübarizeddin Armağanşah tarafından ortadan kaldırılsa da isyan bitmedi. Baba İshak liderliğindeki asiler, 456 İbn Bîbî, s. 456-458, 460-462. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 409-410; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 42-50. 457 İbn Bîbî, s. 462-464; Müneccimbaşı, s. 84. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 411- 412; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 171-172; Cahen, a.g.e., s. 94; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 137; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 53-55. 97 payitahta doğru yürüyüşe geçtilerse de Necmeddin Behramşah komutasındaki Türkiye Selçuklu ordusu, Kırşehir’in Malya Ovası’nda isyancılarla girdiği mücadeleyi kazandı. Böylece devlete karşı ayaklanan tüm isyancılar yok edildi.458 Babaî İsyanı, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Anadolu’da karşılaştığı en büyük Türkmen isyanıdır. Bu ayaklanma, I. Alâeddin Keykubad’ın ölümünden sonra Anadolu’yu istila etmek için adeta fırsat arayan Moğollar’ın, iç isyanda bile Türkiye Selçuklu Devleti askerî gücünün ne kadar zorlandığını anlamalarını sağlamıştır. Başkaldırı sonrası Anadolu’ya Moğol akınları hız kazandı. 1241 yılında Moğol ordusunun başına Baycu Noyan’ın tayin edilmesi, Kösedağ Savaşı’na giden sürecin başlangıcı oldu. Babaî İsyanı sırasında II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in güçsüz durumunu gören Moğollar, Erzurum’u ele geçirerek yağmaladılar.459 II. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu durum üzerine Anadolu’ya giren Moğollar’a müdahale etme kararı aldı. Moğollara karşı Eyyûbîlerden destek istendi. 2.000 kişilik bir kuvvet Anadolu’ya gelerek Türkiye Selçuklu ordusu emrine girdi. II. Gıyâseddin Keyhüsrev, Kayseri’de ordusunu toplayarak Sivas’a hareket etti. Yaklaşık 70.000 kişiden oluşan orduda Türk askerleri çoğunluğu oluşturmakla birlikte Kıpçak, Gürcü ve Frenk ücretli askerler de bulunmaktaydı. 10.000 kişilik bir başka kuvvetin Sivas’ta katılmasıyla asker sayısı yaklaşık 80.000’e ulaştı. Tecrübeli devlet adamları, Türkiye Selçuklu ordusunun Sivas’ta bekleyerek Moğol ordusunun yıpranmasını beklemeyi teklif ettiler. Genç ve tecrübesiz komutanlar ise Moğolların üzerine gidilmesini teklif ettiler. Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev de düşman üzerine gidilmesi fikrini destekledi. Moğol ordusu da Baycu Noyan kumandasında Sivas’a doğru ilerlemekteydi. Moğol ordusunda ayrıca Gürcü ve Ermeniler de bulunmaktaydı. Sivas’tan harekete geçen Selçuklu ordusu, Sivas’a 80 kilometre mesafedeki Kösedağ’da ordugâh kurdu. Muharebe bakımından bulunulan yer uygun olmasına rağmen 20.000 kişilik öncü bir Türkiye Selçuklu ordusunun Moğollar 458 Ebu’l-Ferec, II, 539-540; İbn Bîbî, s. 478-482; Ahmed bin Mahmud, s. 306-307; Müneccimbaşı, s. 85-87. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 420-427; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 172- 173; Cahen, a.g.e., s. 97-98; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 138; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 63-69. 459 İbn Bîbî, s. 490-492; Anonim Selçuknâme, s. 43; Müneccimbaşı, s. 87-88. Krş. Sümer, a.g.m., s. 9; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 429-430; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 174; Cahen, a.g.e., s. 98-99; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 139; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 88-89. 98 üzerine gönderilmesi kararı alındı. Temmuz 1243’te Selçuklular, Moğollara karşı taarruza geçti. Moğol ordusu önce taktik gereği geri çekildiyse de daha sonra bir anda taarruza geçerek Selçukluları mağlup etti. Savaşa giren bu kuvvet, Türkiye Selçuklu ordusunun öncü kuvvetleri olmasına rağmen yenilgi haberi ordugâha gelince II. Gıyâseddin Keyhüsrev, askerlerini geride bırakarak kaçtı. Bazı emîrlerin de ona uyup kaçması üzerine komutasız kalan Selçuklu ordusu, dağılma noktasına geldi. Moğollar, ilk başta bu durumu bir savaş taktiği sandı. Ancak daha sonra durumu anlamaları üzerine Selçuklu ordugâhını yağmaladılar ve büyük ganimetler elde ettiler.460 Türkiye Selçuklu ordusunun ana kuvvetlerinin savaşmadan dağılması üzerine Anadolu’yu Moğollara karşı savunacak bir kuvvet kalmadı. Moğollar, Sivas ve Kayseri’yi ele geçirerek yağmaladılar. Azerbaycan’a geri dönerlerken Erzincan’ı da talan ettiler. 461 II. Gıyâseddin Keyhüsrev, savaştan sonra başkent Konya’da da durmayarak Alâiye’ye kaçtı. Bu şekilde Türkiye Selçuklu Devleti’nde bir yönetim sorunu başlamış oldu. Bu durumda Vezir Mühezzibüddin Ali ve Amasya kadısı, Moğollar ile antlaşma yapmak üzere Moğol ordugâhına gittiler. Vezir Mühezzibüddin Ali, Moğollara, Türkiye Selçuklu Devleti’nin sayısız kale ve askere sahip olduğunu söylerek Anadolu’da kolay bir şekilde hâkimiyet kurmanın mümkün olmadığını ifade etti. Moğollar ile yapılan antlaşma neticesinde Türkiye Selçuklu Devleti, Moğollara yılda 360.000 gümüş para, 10.000 koyun, 1.000 sığır ve 1.000 deve verecekti.462 Bu şekilde Anadolu’da ilk aşamada Moğol istilası önlenmiş oldu. II. Gıyâseddin Keyhüsrev, barış girişimlerini duyduktan sonra başkent Konya’ya geri döndü. Daha sonra antlaşmanın Moğol Hükümdarı Batu Han (1240-1255) tarafından onaylanması 460 Ebu’l-Ferec, II, 541-542; İbn Bîbî, s. 493-502; Ahmed bin Mahmud, s. 307; Müneccimbaşı, s. 88- 89. Krş. Sümer, a.g.m., s. 9; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 431-437; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 174; Cahen, a.g.e., s. 99; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 139; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 90-95. 461 İbn Bîbî, s. 502-504; Ahmed bin Mahmud, s. 307-308; Müneccimbaşı, s. 89-90. Krş. Sümer, a.g.m., s. 10; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 438-442; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 139-140; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 97-99. 462 İbn Bîbî, s. 505-508; Anonim Selçuknâme, s. 43; Müneccimbaşı, s. 90. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 443-446; Cahen, a.g.e., s. 235, 241; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 140; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 102. 99 için Vezir Şemseddin İsfahanî başkanlığında bir heyet gönderildi. Antlaşma, bazı değişiklikler yapılarak Moğol Hükümdarı tarafından onaylandı.463 Elçilik heyeti geri dönerken vezir Mühezzibüddin Ali vefat etti. Yerine Moğollara gönderilen elçilik heyetinin başkanı olan Şemseddin İsfahanî vezir olarak atandı. Kösedağ Savaşı’nın kaybedilmesi ve sonrasında yapılan antlaşma ile Türkiye Selçuklu Devleti büyük ölçüde bağımsızlığını kaybederek gerileme sürecine girdi. Türkiye Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Trabzon Rum Devleti ve Kilikya Ermeni Prensliği, Türkiye Selçuklu tâbiyetinden ayrılarak Moğol hükmü altına tâbiyetine girdiler. Kilikya Ermeni Prensliği’nin Türkiye Selçuklu Devleti’ne ve sınırlarına tahrik edici tutumu üzerine sefer düzenlenmesine karar verildi. Moğol Hanı’ndan izin alınarak düzenlenen bu sefere Vezir Şemseddin İsfahanî liderliğinde Şerefeddin Mahmud, Seyfeddin Torumtay ve Sirâceddin Sarıca gibi emîrler katıldı. Sefer sırasında II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in Alâiye’de aniden vefat etmesi üzerine geri dönüldü.464 II. Gıyâseddin Keyhüsrev dönemi, Türkiye Selçuklu Devleti için felaketlerin başladığı bir devir olmuştur. Babası I. Alâeddin Keykubad dönemindeki tüm kazanımlar neredeyse kaybedilmiş, özellikle kıyılardaki kazanımların mimarı olan Türkiye Selçuklu donanması tamamen etkisiz hale gelmişti. Anadolu’daki Moğol İstilası, Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki ticarete çok büyük bir darbe vurmuştur.465 II. Gıyâseddin Keyhüsrev’den sonra tahta kimin çıkacağı konusu sorun olmuştu. Öldüğü zaman üç oğlu vardı: 11 yaşındaki Melik İzzeddin Keykâvus, dokuz yaşındaki Melik Rükneddin Kılıç Arslan ve yedi yaşındaki Melik Alâeddin Keykubad. Üç oğuldan birinin tahta çıkarılması için devlet adamları aralarında adeta bölündüler. Veliaht olmasına rağmen tahta Melik Alâeddin Keykubad çıkarılmayıp 463 İbn Bîbî, s. 511-514; Anonim Selçuknâme, s. 44; Müneccimbaşı, s. 91. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 450-451; Cahen, a.g.e., s. 236; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 140; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 104. 464 Ebu’l-Ferec, II 545; İbn Bîbî, s. 515-517; Anonim Selçuknâme, s. 44; Müneccimbaşı, s. 91. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 451-453; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 174; Cahen, a.g.e., s. 238; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 140-141; Kaymaz, II. Gıyâsü’d-din Keyhüsrev, s. 105-107; Ersan, a.g.e., s. 189-190. 465 Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 235. 100 Şemseddin İsfahanî’nin etkisiyle Melik İzzeddin Keykâvus çıkarıldı. Şemseddin İsfahanî, iki yıl boyunca tek başına devlete hükmetti. Ancak Moğollar, Rükneddin Kılıç Arslan’ın tahta çıkmasını onaylaması üzerine Şemseddin İsfahanî, yanına II. İzzeddin Keykâvus’u alıp isyan etmek istediyse de Celâleddin Karatay bu duruma engel oldu. Vezir Şemseddin İsfahanî ise öldürüldü.466 Bu karışıklık döneminde istifâ467 ile nâiblik görevine Reisü’l-Bahr Şücaeddin Abdurrahman getirildi. Daha sonra Vezir Şemseddin Tuğrai ile arası sorun ortaya çıkan Şücaeddin Abdurrahman, görev yeri olan Sinop’a döndü.468 Tahta ilk olarak IV. Rükneddin Kılıç Arslan çıksa da Celâleddin Karatay tarafından üç kardeşin aynı anda tahta çıkmasını teklif edildi. Ancak uygulamayan bu öneri, İzzeddin Keykâvus ile Rükneddin Kılıç Arslan’ın orduları arasında Ruzbe Ovası’nda yapılan muharebeyi İzzeddin Keykâvus kazanması üzerine müşterek saltanat dönemi olarak uygulanmaya başlandı. Celâleddin Karatay da bu müşterek saltanat döneminde II. İzzeddin Keykâvus, IV. Rükneddin Kılıç Arslan ve II. Alâeddin Keykubad’ın atabeği oldu.469 1254 yılında Celâleddin Karatay’ın ölümü üzerine müşterek saltanat dönemi son buldu. II. Alâeddin Keykubad’ın Moğol Hükümdarı Mengü Han’a (1251-1259) giderken Erzurum’da zehirlenerek öldürülmesi üzerine taht için II. İzzeddin Keykâvus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında mücadele başladı. Yapılan taht mücadelesini II. İzzeddin Keykâvus kazanarak tek başına tahta çıktı. Bir süre sonra IV. Rükneddin Kılıç Arslan ile II. İzzeddin Keykâvus arasında yeniden mücadelenin başlaması üzerine Moğol Hükümdarı Mengü Han, ülkeyi iki hükümdar arasında bölüştürmeye karar verdi. Mengü Han, II. İzzeddin Keykâvus’a Sivas’tan Bizans 466 Müneccimbaşı, s. 92-94. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 458-466; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 175-176; Cahen, a.g.e., s. 242; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 141; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 133-134. 467 Devlet hazinesinin gelir ve giderlerini kontrol eden ve malî işlerle uğraşan Divân-ı İstifâ’nın başındaki kişidir. Kesik, Selçuklu Müesseseleri, s. 62. 468 İbn Bîbî, s. 556-557. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 470; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 125; Kuşçu, Türkler, VII, 186; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 235. 469 İbn Bîbî, s. 562-563; Aksarayî, s. 28; Anonim Selçuknâme, s. 45; Müneccimbaşı, s. 95. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 469; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 176-177; Cahen, a.g.e., s. 243-244; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 141-142; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 135. 101 sınırına kadar olan bölgeyi, IV. Rükneddin Kılıç Arslan’a da Sivas’tan Moğol sınırına kadar olan bölgeyi verdi.470 Böylece Türkiye Selçuklu Devleti ikiye bölünmüş oldu. Moğollar, bu bölünmeyle daha tam anlamıyla etkisiz hale getiremedikleri Türkiye Selçuklu Devleti’nin başında tek başına güçlü bir sultanın olmasını istememişlerdir. Bu bölünme esnasında devletin kontrolünde Muineddin Süleyman Pervâne471 ön plana çıkmıştır. 5.1. Muineddin Süleyman Pervâne’nin Sinop’u İstirdadı (1266) Muineddin Süleyman Pervâne, Türkiye Selçuklu Veziri Mühezzibüddin Ali’nin oğludur. Vezir Mühezzibüddin Ali, Kösedağ Savaşı sonrası Moğollarla yapılan barış görüşmelerine oğlu Süleyman ve kardeşlerini de yanında götürdü. Kaynaklarda Tokat Emîri olarak ilk kez belirtilen Muineddin Süleyman, yüksek mevki elde etmek için Seyfeddin Torumtay ile mücadeleye girdi.472 Moğollar’ın desteğini alarak Erzincan Sübaşısı oldu. II. İzzeddin Keykâvus zamanında Emîr-i Hâcib473 olarak görev yaptı.474 II. İzzeddin Keykâvus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında 1256 yılında Kadınhanı’nda yapılan muharebeyi IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın kazanması üzerine Pervâne Nizameddin Hurşid, Naib-i Saltanat olurken Muineddin Süleyman ise Pervâne475 görevine getirildi.476 Daha sonra Naib-i Saltanat Nizameddin Hurşid’in Anadolu’daki Moğol komutan Hoca Noyan’ın ölümünden sorumlu tutulup idam edilmesi üzerine Muineddin Süleyman Pervâne, Naib-i Saltanat oldu.477 II. İzzeddin Keykâvus ve IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında 470 İbn Bîbî, s. 583-584; Aksarayî, s. 46; Anonim Selçuknâme, s. 46; Müneccimbaşı, s. 102-103. Krş. Sümer, a.g.m., s. 33; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 490; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 142-143; Kaymaz, İdare Mekanizması, s. 143. 471 Muineddin Süleyman Pervâne hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Nejat Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, Ankara 1970; Muharrem Kesik, “Muînüddin Süleyman Pervâne”, DİA, XXXI, 91-93. 472 İbn Bîbî, s. 558. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 33, 56; Mustafa Çetin Varlık, “Anadolu Beylikleri: Pervane Oğulları Beyliği”, DGBİT, VIII, 592; Kesik, DİA, XXXI, 91. 473 Saraydaki her türlü işten sorumlu olan devlet görevlisidir. Hükümdara gelen her türlü mektup ve isteği bildirir. Kesik, Selçuklu Müesseseleri, s. 62. 474 Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 59; Kesik, DİA, XXXI, 91. 475 Mülk, iktâ ve arazi işleriyle uğraşan, bunlarla ilgili tayin, temlik, tahrir işlerini yapan, menşûr ve beratları hazırlayan, defterleri tutan, tevcih edilen ihsanları dağıtan devlet görevlisidir. Kesik, Selçuklu Müesseseleri, s. 91. 476 Müneccimbaşı, s. 98. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 65-66; Kesik, DİA, XXXI, 91; Cahen, a.g.e., s. 253. 477 Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 68; Kesik, DİA, XXXI, 91. 102 tekrar gerçekleşen mücadele neticesinde Moğolların, Türkiye Selçuklu Devleti’nin topraklarını iki sultan arasında bölüştürmesi üzerine II. İzzeddin Keykâvus’un vezirliği görevine Sâhib Ata getirilirken IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın vezirliği görevine de Muineddin Süleyman Pervâne getirildi. Muineddin Süleyman Pervâne, II. İzzeddin Keykâvus’un Moğollar’a karşı mücadeleye girmesi ve yenilerek Bizans İmparatorluğu’na kaçması üzerine Moğollar tarafından 1262 yılında tek başına tahta çıkarılan IV. Rükneddin Kılıç Arslan döneminde kısa sürede diğer rakip devlet adamlarını etkisiz hale getirerek Türkiye Selçuklu Devleti’ne hâkim oldu.478 II. İzzeddin Keykâvus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasındaki yapılan taht mücadelesini fırsat bilen Trabzon Rum Hükümdarı I. Manuel Komnenos (1238- 1263), 1259 yılında Sinop’u ele geçirmişti. Türkiye Selçuklu Devleti için Sinop’un önemi çok büyüktü. Sinop, Karadeniz ticaretinin kapısı ve aynı zamanda Türkiye Selçuklu donanmasının Karadeniz üssüydü. İlhanlı Hükümdarı olan Abaka Han’ı (1265-1282) hediyelerle tebrik etmeye IV. Rükneddin Kılıç Arslan ile birlikte giden Muineddin Süleyman Pervâne, Trabzon Rum Devleti tarafından ele geçirilen Sinop’u geri almak için izin istedi. Abaka Han’dan izin aldıktan sonra hazırlıklara başlayan Muineddin Süleyman Pervâne, Tokat, Niksar ve Samsun bölgelerinden asker toplamaya başladı. Oluşturulan 4.000 kişilik Selçuklu ordusunun komutasını alan Muineddin Süleyman Pervâne, 1266 yılında Sinop’u kuşattı. Sinop’un sadece karadan kuşatılarak ele geçirilemeyeceğini iyi bilen Muineddin Süleyman Pervâne, denizden de çok sayıda gemiyle şehri kuşatmıştı. Ayrıca 1.000 tam teşekküllü asker gemilere bindirilmiş, bunun yanında gemilere mancınıklar yerleştirilmişti. Taceddin Kılıç adlı bir komutanın emrindeki askerlerle üstün mücadelesi neticesinde Sinop, 1266 yılında yeniden fethedildi.479 Muineddin Süleyman Pervâne, Sinop’u yeniden 478 Müneccimbaşı, s. 111. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 90; Varlık, DGBİT, VIII, 592-593; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 525; Kesik, DİA, XXXI, 91-92. 479 Aksarayî, s. 63; Anonim Selçuknâme, s. 47; Müneccimbaşı, s. 112. Krş. Sümer, a.g.m., s. 37; Ülkütaşır, a.g.m., s. 42; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 111-113; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 126; Varlık, DGBİT, VIII, 593; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 527-528; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Geyikoğlu, a.g.m., s. 266-267; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 186; Kesik, DİA, XXXI, 92; Cahen, a.g.e., s. 264-265; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 144; Turan, Türkiyeİtalya İlişkileri, s. 72-73. 103 fethedince Trabzon Rum Devleti tarafından tamamen yıkılan Alâeddin Camii’ni yeniden yaptırdı.480 Moğolların desteğini alan Muineddin Süleyman Pervâne, Abaka Han’ın desteğine güvenerek Türkiye Selçuklu Sultanı IV. Kılıç Arslan’dan Sinop’u kendisine mülk olarak verilmesini istedi. Muineddin Süleyman Pervâne’nin, Abaka Han’ın desteğini aldığını bilen IV. Rükneddin Kılıç Arslan, istemeyerek de olsa bu durumu kabul etti ve Sinop’u Muineddin Süleyman Pervâne’ye verdi. Temliknâme ise ünlü Selçuklu tarihçisi İbn Bîbî tarafından yazıldı. Böylece Sinop’u kendi yönetime alan Muineddin Süleyman Pervâne, bu şekilde bölgede kurulacak olan Pervâneoğulları Beyliği’nin temelini atmış oldu.481 Devlete tamamen hâkim olan Muineddin Süleyman Pervâne, Moğollar’a, Türkiye Selçuklu Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın Memlûkler ile birlikte hareket ettiğini bildirince İlhanlı Hükümdarı Abaka Han, Muineddin Süleyman Pervâne’ye onu Anadolu’da İlhanlı Naibi olarak gördüğünü söyleyerek IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ı ortadan kaldırma izni verdi. Muineddin Süleyman Pervâne de bir tertiple IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ı ortadan kaldırarak yerine küçük yaşlarda bulunan oğlu III. Gıyâseddin Keyhüsrev’i geçirdi.482 Ortadan kaldıramadığı en güçlü devlet adamlarından biri olan Sâhib Ata’yı etkisizleştirmek amacıyla Moğollara, onun II. İzzeddin Keykâvus ile işbirliği yaptığını söyleyerek tutuklattı. Sâhib Ata’nın küçük oğlu, Abaka Han’a giderek durumu izah edince İlhanlı Hükümdarı ona bir yarlık vererek Sâhib Ata’nın itibarı iade edildi. Böylece Moğollar nezdinde Muineddin Süleyman Pervâne itibar kaybetti.483 Bu durum üzerine Muineddin Süleyman Pervâne, Moğollara karşı Memlûkler ile işbirliği yapmak amacıyla Sultan 480 Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 187; Kesik, DİA, XXXI, 93. 481 İbn Bîbî, s. 594; Aksarayî, s. 63; Müneccimbaşı, s. 112. Krş. Sümer, a.g.m., s. 37; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 113-114; Varlık, DGBİT, VIII, 593; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 529-530; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 186; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 144. 482 Ebu’l-Ferec, II, 587; İbn Bîbî, s. 594-600; Aksarayî, s. 64-66; Anonim Selçuknâme, s. 47; Müneccimbaşı, s. 112-113. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 118-123; Varlık, DGBİT, VIII, 593; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 530-531; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 186-187; Kesik, DİA, XXXI, 92; Cahen, a.g.e., s. 266; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 144. 483 Müneccimbaşı, s. 114. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 133-134; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 533-534 Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 188; Kesik, DİA, XXXI, 92; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 144-145. 104 Baybars’a (1260-1277) bir mektup gönderdi.484 Daha sonra Abaka Han’a giderek bağlılığını bildiren Muineddin Süleyman Pervâne, ikili oynamaya başladı. Bu sırada Anadolu’da Hatiroğlu Şerefeddin ile bazı emîrler, Moğollara isyan ederek Memlûklerden destek istedilerse de Sultan Baybars o yıl Anadolu’ya gelmedi.485 1276 yılında Anadolu’ya giren Moğol ordusu, Hatiroğlu Şerefeddin’in liderliğindeki isyanı bastırdı. Hatiroğlu Şerefeddin, yakalandıktan sonraki sorgu esnasında Muineddin Süleyman Pervâne’nin, Memlûk Sultanı Baybars’a mektup yolladığını söylediyse de isyanından dolayı Moğollar tarafından idam edildi.486 1277 yılında Memlûk Sultanı Baybars, ordusuyla birlikte Anadolu’ya girerek Elbistan’a ulaştı. Burada Moğol ordusunu kesin bir yenilgiye uğratarak halkın sevgi gösterileri eşliğinde Kayseri’ye girdi. Moğol tarafında yer alan Muineddin Süleyman Pervâne’nin askerleri, ciddi bir şekilde savaşmayarak Memlûk ordusuna geçtiler veya esir düştüler. III. Gıyâseddin Keyhüsrev’i yanına alan Muineddin Süleyman Pervâne, savaştan sonra Tokat’a kaçtı. Memlûk Sultanı Baybars, Muineddin Süleyman Pervâne ile görüşmek istediyse de o, ikili oynamaya devam ederek Abaka Han ile iletişime geçmeye çalıştı. Abaka Han’ın, Anadolu’ya hareket etmesi ve Memlûk ordusunda erzak sıkıntısı başlaması üzerine Sultan Baybars, Mısır’a geri döndü. Memlûk komutanı İzzeddin Aybek tarafından Abaka Han’a, Muineddin Süleyman Pervâne’nin Memlûk Sultanı Baybars ile haberleşerek Anadolu’ya gelmesi için teşvikte bulunduğu söylenince Muineddin Süleyman Pervâne, tutuklanarak yargılandı. Yargılama sonucunda 2 Ağustos 1277 tarihinde Moğollar tarafından idam edildi.487 484 İbnü’l-Verdî, s. 119. Krş. Sümer, a.g.m., s. 40; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 142; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 540; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 189; Kesik, DİA, XXXI, 92; Cahen, a.g.e., s. 268; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 145. 485 Aksarayî, s. 78. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 150-151; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 539-540; Kesik, DİA, XXXI, 92; Cahen, a.g.e., s. 272; Merçil, MüslümanTürk Devletleri, s. 145-146. 486 İbn Bîbî, s. 613-614; Aksarayî, s. 83-84; Anonim Selçuknâme, s. 48. Krş. Sümer, a.g.m., s. 42; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 154-155; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 541-542; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 190; Kesik, DİA, XXXI, 92; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 146. 487 İbn Bîbî, s. 614-626; Aksarayî, s. 87-90; Anonim Selçuknâme, s. 48-49; Müneccimbaşı, s. 116- 117. Krş. Sümer, a.g.m., s. 42-44; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 158-168, 175-179; Varlık, DGBİT, VIII, 594; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 543-553; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 190-193; Cahen, a.g.e., s. 282; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 146-147. 105 Muineddin Süleyman Pervâne, Moğolların Anadolu’da baskısını arttığı sırada devleti yönetmişti. Ancak Moğollar ile Memlûkler arasında ikili oynaması sonunu getirmiştir. Muineddin Süleyman Pervâne, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol hâkimiyetindeki bu döneminde görece bir istikrar getirdiyse de son dönemlerinde izlediği ikili siyaset, devletin yıkılış sürecini hızlandırmıştır. Muineddin Süleyman Pervâne, denizciliğe önem veren bir emirdi. Sinop’un istirdadı sırasında Türkiye Selçuklu donanmasını yeniden örgütleyerek şehrin fethinde etkin bir görev almasını sağlaması bu durumun en önemli örneğidir. Ayrıca IV. Rükneddin Kılıç Arslan döneminde Muineddin Süleyman Pervâne tarafından üst düzey devlet görevlerine getirilen kişilerden biri olan Bahaeddin Muhammed’e Melikü’s-Sevâhil unvanı verildiği de bilinmektedir. Melikü’s-Sevâhil Bahaeddin Muhammed ve Emîrü’s-Sevâhil Sâdeddin Hoca Yunus, III. Gıyâseddin Keyhüsrev ile Muineddin Süleyman Pervâne’nin Tokat’a gitmesini fırsat bilerek başkent Konya’yı ele geçirip tahta çıkan Alâeddin Siyavuş (Cimri) taraftarlarınca öldürüldü.488 IV. Rükneddin Kılıç Arslan ile taht mücadelesi sırasında Moğollar’a karşı isyanı sonucunda yenilerek İstanbul’a giden II. İzzeddin Keykâvus, bir süre sonra Kırım’a geçti. Burada oğlu Melik Mesud’u 489 veliaht tayin etti. Melik Mesud, Kırım’dan gemilerle Sinop’a geldi. Burada Çobanoğulları Beyi Müzaffereddin Yavlak Arslan tarafından karşılanarak Abaka Han’a götürüldü. Abaka Han, Doğu Anadolu Bölgesi’ni Mesud’a verdi.490 Böylece Türkiye Selçuklu Devleti’nde yeniden ikili saltanat dönemi başlamış oldu. Bu durumu kabul etmeyen III. Gıyâseddin Keyhüsrev, İlhanlı Hükümdarı Ahmed Teküder’in (1282-1284) yanına gitmek istediyse de Ahmed Teküder’in hanlık mücadelesini kaybedip Argun Han’ın 488 İbn Bîbî, s. 633, 638; Aksarayî, s. 95; Anonim Selçuknâme, s. 50. Krş. Sümer, a.g.m., s. 52; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 172-174; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 561, 565; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 195; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29; Cahen, a.g.e., s. 276. 489 Sultan II. Mesud hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, “Mesud II”, DİA, XXIX, 342- 344. 490 İbn Bîbî, s. 669-674; Aksarayî, s. 104-105, 108; İbnü’l-Verdî, s. 120; Anonim Selçuknâme, s. 51; Müneccimbaşı, s. 123. Krş. Sümer, a.g.m., s. 55; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 582- 583; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 199; Kesik, DİA, XXIX, 342; Cahen, a.g.e., s. 288-289; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 148-149. 106 İlhanlı Devleti’nin başına geçmesi üzerine onun için durum bir anda tersine döndü. Argun Han (1284-1291), Türkiye Selçuklu Devleti’nin başına Melik Mesud’u tayin etti. III. Gıyâseddin Keyhüsrev ise 1284 yılında öldürüldü.491 Böylece tahta, rakipsiz olarak II. Mesud geçmiş oldu. Tahta çıkması halk tarafından büyük bir heyecanla karşılanan II. Mesud, halkın umudu olamamış, kendisinden önceki sultan gibi “kukla sultan” olmaktan öteye gidememiştir. Anadolu’da Moğolların yanında Germiyanoğulları, Eşrefoğulları ve Karamanoğulları gibi Türk Beylikleri ile mücadele etti. Moğollar, Anadolu’dan gelen vergilerin sık sık kesintiye uğraması üzerine devamlı olarak ordular göndererek şehirleri yağmaladılar. Moğollara karşı ılımlı ve itaatkâr davranan II. Mesud, 1296 yılında Baltu’nun isyanı sırasında zorla yanında tutulduğunu, İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’a (1295-1304) belirtmesine rağmen tahttan indirilerek yerine 1298 yılında kardeşi Melik Feramürz’ün oğlu Melik Alâeddin Keykubad geçti.492 Türkiye Selçuklu tahtı, 1296-1298 yılları arasında iki yıl boş kaldı. III. Alâeddin Keykubad, 1302 yılında kötü yönetimi nedeniyle Moğollar tarafından tahttan indirilerek tekrar II. Mesud tahta çıkarıldı.493 1302-1308 yılları arasında ikinci kez tahtta kalan II. Mesud, 1308 yılında vefat etti.494 Türkiye Selçuklu tahtına III. Gıyâseddin Keyhüsrev’in oğlu olan V. Kılıç Arslan’ın oturduğu belirtilse de495 Moğollar tarafından tanınmaması nedeniyle II. Mesud’un son Türkiye Selçuklu hükümdarı olarak kabul edilmesi daha uygun görünmektedir. Türkiye Selçuklu Devleti adına basılan ve günümüze ulaşan son sikkelerin II. Mesud adına olması bu iddiayı kuvvetlendirmektedir.496 II. Mesud’un 491 Aksarayî, s. 108-109; Anonim Selçuknâme, s. 52; Müneccimbaşı, s. 123-124. Krş. Sümer, a.g.m., s. 58; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 583-584; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 199-200; Kesik, DİA, XXIX, 342; Cahen, a.g.e., s. 290; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 149. 492 Aksarayî, s. 189; Anonim Selçuknâme, s. 69; Müneccimbaşı, s. 133-134. Krş. Sümer, a.g.m., s. 67; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 618-619; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 203; Kesik, DİA, XXIX, 344; Cahen, a.g.e., s. 306; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 151. 493 Aksarayî, s. 236; Müneccimbaşı, s. 139-140. Krş. Sümer, a.g.m., s. 71; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 634; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 205; Kesik, DİA, XXIX, 344; Cahen, a.g.e., s. 307; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 151. 494 Aksarayî, s. 243-244. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 644; Kesik, DİA, XXIX, 344. 495 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 644. 496 Kesik, DİA, XXIX, 344. 107 1308 yılında ölümünden sonra, zaten Anadolu’da hiçbir gücü kalmayan Türkiye Selçuklu Devleti yıkıldı. 497 5.2. Pervâneoğulları 1277 yılında Sinop’ta Muineddin Süleyman Pervâne’nin oğlu olan Muineddin Mehmed tarafından kurulan bir beyliktir. Kuruluş tarihi olan 1277 yılında Muineddin Süleyman Pervâne, Moğollar tarafından idam edilmişti. 1259 yılında Sinop’un, Trabzon Rum Devleti tarafından ele geçirilmesi üzerine Muineddin Süleyman Pervâne, şehri geri alabilmek için Moğol Hanı Abaka’dan izin almıştı. 4.000 kişilik bir kuvvet toplayan Muineddin Süleyman Pervâne, karadan ve denizden Sinop’u kuşatarak 1266 yılında yeniden fethetti. Muineddin Süleyman Pervâne, daha sonra IV. Rükneddin Kılıç Arslan’dan Sinop’un mülk olarak kendisine verilmesini istedi. IV. Rükneddin Kılıç Arslan bu durumu istemeyerek de olsa Muineddin Süleyman Pervâne’nin Moğollar tarafından desteklendiğini bildiği için kabul etmek zorunda kaldı. Muineddin Süleyman Pervâne, şehrin kendisine mülk olarak verilmesinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki görevleri nedeniyle oğlu Muineddin Mehmed’i Sinop’a gönderdi.498 1277 yılında babası Muineddin Süleyman Pervâne’nin Moğollar tarafından idam edildiğini öğrenen Muineddin Mehmed, Sinop’ta Pervâneoğulları Beyliği’ni kurarak bağımsızlığını ilan etti.499 İlhanlı Hükümdarı Gazan Han tarafından Baltu Noyan’ın Anadolu’ya gönderilmesi ve onun da Gazan Han’a isyan etmesi üzerine Anadolu dört idari bölgeye bölündü. Emîrlik görevinin yanında babası gibi Pervâne olan Muineddin Mehmed, babasının eski adamlarının da kendisine katılmasıyla gücünü giderek artırdı. Büyük güç kazanan Muineddin Mehmed, çevre halka zulmetmeye başladı. Çankırı, Konya ve Kastamonu’yu yağmaladı. Kendisinin tuttuğu bu yolu eleştiren Müstevfî Asîleddin ve Tuğracı Muzaffereddin’i cezalandırdı. Muineddin Mehmed, 497 Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 206; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri, s. 152. 498 Varlık, DGBİT, VIII, 593; Muharrem Kesik, “Pervâneoğulları”, DİA, XXXIV, 245. 499 Varlık, DGBİT, VIII, 594; Kesik, DİA, XXXIV, 245. 108 1297 yılında Konya’da öldü.500 Zaten bu sırada Türkiye Selçuklu Devleti’nin otoritesi söz konusu değildi. Beyliğin başına daha sonra Muineddin Mehmed’in kardeşi Mühezzibüddin Ali’nin oğlu olan Mühezzibüddin Mesud geçti. Mühezzibüddin Mesud, devrin âlimleri ile iyi ilişkiler kurdu. Moğollar’a karşı ılımlı oldu. Beyliğin sınırlarını Bafra ve Samsun’u ele geçirerek genişletti. Fakat Samsun ve Bafra’ya yaptığı saldırı, Moğollar tarafından hoş karşılanmadı. İlhanlı Hükümdarı Gazan Han tarafından Anadolu’daki bazı vilayetlerin vergi tahsildarlığını yapan Mücîreddin Emîrşah, Samsun’a gelerek şehri Mühezzibüddin Mesud’un elinden aldı. Pervâneoğulları’nın saldırısında Canik’e kaçan Samsun hâkimi Rükneddin Rahat’a geri verdi. Mühezzibüddin Mesud, Sinop’ta kolonisi bulunan Cenevizliler tarafından tuzağa düşürülerek esir edildi ve Kefe’ye götürüldü. Yaklaşık 900.000 dirhem fidye karşılığında serbest kaldı.501 O, 1300 yılında Sinop’ta vefat ettiğinde oğlu Gazi Çelebi beyliğin başına geçti. Gazi Çelebi döneminde deniz gücüne verilen önem sayesinde Karadeniz’de etkili bir donanma oluşturuldu. İlk olarak Cenevizliler’e karşı Trabzon Rum Devleti ile ittifak kurdu. Çünkü Trabzon Rum Devleti de Ceneviz saldırılarından büyük zararlar görüyordu. Hatta Cenevizliler, Trabzon’a yaptıkları bir saldırı sırasında Trabzon Tersanesi’ni yaktılar. Pervâneoğulları ve Trabzon Rum Devleti donanmaları birlikte Kırım ve Kefe’ye deniz seferleri düzenledi. Kefe yakınlarında kazanılan bu mücadeleyle Pervâneoğulları Beyliği, Karadeniz’deki gücünü kanıtlamış oldu. Seferlerde bol miktarda ganimet elde edildi. Ayrıca Sinop’taki Ceneviz kolonisi ortadan kaldırıldı. 1313 yılında Pervâneoğulları Beyliği’nin tahminen sekiz kadırgalık bir donanması bulunmaktaydı. 1319 yılında Trabzon Rum Devleti ile arasındaki anlaşmanın bozulması üzerine Trabzon’a sefer düzenleyen Gazi Çelebi, şehri ele geçiremese de büyük zararlar verdi. Aynı yıl Venedikliler ile Bizans İmparatorluğu arasında oluşturulan ittifak donanması Trabzon’a saldırınca Gazi Çelebi, Venedik donanması ile girdiği mücadeleyi kazanarak donanma komutanı 500 Aksarayî, s. 174-176. Krş. Varlık, DGBİT, VIII, 594; Kesik, DİA, XXXIV, 245-246. 501 Aksarayî, s. 206-207. Krş. Varlık, DGBİT, VIII, 594-595; Heyd, a.g.e., s. 614-615; Kesik, Anadolu Beylikleri, s. 170; Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri, s. 73. 109 Romano Morosini ve askerlerini esir etti. 1322 yılında Cenevizliler’in Sinop’a saldırısı püskürtüldü. Bu saldırıda Ceneviz donanmasının başında bulunan komutan esir edildi. Cenevizlilerin bir kısmı da savaşta öldürüldü.502 Gazi Çelebi, çok iyi bir dalgıç ve yüzücü olarak bilinmekteydi. Pervâneoğulları donanması ile Hıristiyan devletlerin donanmaları arasındaki mücadelelerde kargaşa ortamından yararlanarak elindeki demir burguyla suya dalarak düşman gemilerini alttan delmek suretiyle batmalarını sağlıyordu.503 Gazi Çelebi, beyliğin sınırlarını çok genişletemese de oluşturduğu etkili donanmayla Cenevizliler ve Trabzon Rum Devleti’ne büyük zararlar verdi. Anadolu’da kara savaşları yaparak Moğolların dikkatini çekmek yerine Karadeniz’de Cenevizliler ve Trabzon Rum Devleti ile mücadele etti. Gazi Çelebi, bir av sırasında vefat edince yerine oğlu olmadığı için kızı geçti. O dönemde Kastamonu’da Candaroğlu Süleyman Bey hüküm sürmekteydi. Candaroğlu Süleyman Bey, 1322 yılında Sinop’un bir anda Trabzon Rum Devleti tarafından alınmasını önlemek amacıyla hızlı hareket ederek Sinop’u ele geçirdi. Böylece Pervâneoğulları Beyliği son bulmuş oldu.504 45 yıl hüküm süren bir beylik olan Pervâneoğulları, oluşturdukları donanmayla Karadeniz’de Cenevizliler, Trabzon Rum Devleti ve Venedikliler ile mücadele etmişlerdir. Bu kadar kısa sürede Karadeniz’de etkili bir donanma kurmalarının temelinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin Karadeniz’deki donanma gücü ve denizcilik birikiminin bir etkisi olduğu gerçeği bulunmaktadır. 502 Varlık, DGBİT, VIII, 595; Heyd, a.g.e., s. 615; Kesik, Anadolu Beylikleri, s. 171. 503 Claude Cahen, “Ghazi Celebi”, EI2 , II, 1045; Kesik, Anadolu Beylikleri, s. 171; Turan, Türkiyeİtalya İlişkileri, s. 73. 504 Varlık, DGBİT, VIII, 595; Kesik, Anadolu Beylikleri, s. 172. 110 ALTINCI BÖLÜM DONANMA TEŞKİLÂTI Türkiye Selçuklu deniz gücünün tarihsel gelişim sürecinin anlaşılmasında donanmadaki gemilerin türü, personel, kullanılan rütbeler ve tersaneler büyük öneme sahiptir. Bugüne kadar çok geniş kapsamlı olmasa da unvanlar ve tersaneler üzerine bilgilerin verildiği bilinmektedir. I. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminden itibaren kıyılardaki bazı şehirlerin fethedilmesi ve akabinde donanmanın oluşturularak Akdeniz ve Karadeniz’de gösterilen etkinlik bu hususların incelenmesinin önemini ortaya koymaktadır. 6.1. Rütbeler-Unvanlar Türkiye Selçuklu Devleti deniz gücünde görev yapan emîrlerin önemli bir yeri bulunmaktaydı. Bu dönemde deniz gücünün başında bulunan kişinin “Reisü’lBahr”, “Emîrü’s-Sevâhil” ve “Melikü’s-Sevâhil” gibi rütbe veya unvanlara sahip olduğu bilinmektedir. Bu emîrlere sadece donanma ile ilgili görevler verilmemiş olup gerektiğinde kara ordusunda veya devlet yönetiminde özellikle de vilayetlerin yönetiminde çeşitli görevler üstlenmişlerdir. Donanmada alt rütbelerde görev yapan askerler hakkında ise hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bu durum Türkiye Selçuklu deniz gücünün teşilat yapısının tam anlamıyla oluşturulamadığını da net bir şekilde ortaya koymaktadır. 1207 yılında Antalya’nın fethinden sonra şehrin valisi olarak atanan Mübarizeddin Ertokuş, aynı zamanda şehirde bir tersane ve donanma oluşturmakla görevlendirilmişti. Muhtemelen denizlerden sorumlu emîr olarak Emîrü’s-Sevâhil unvanıyla Akdeniz’de oluşturulan ilk Selçuklu donanmasının komutanı olarak görev yaptı. Mübarizeddin Ertokuş, daha sonra Alâiye’nin fethinde ve Akdeniz’de sahil kalelerinin fethi sürecinde filoyu komuta etti.505 505 İbn Bîbî, s. 128, 351. Krş. Turan, “Mübârizeddin Er-Tokuş ve Vakfiyesi”, s. 416-418; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 120; Taneri, DİA, XI, 312-313. 111 1214 yılında Sinop’un I. İzzeddin Keykâvus tarafından fethedilmesi üzerine şehrin valiliğine Ermeni kökenli biri olan Hetum atanmıştı. Hetum, Sinop’ta tersane ve gemi yapımıyla görevlendirilmişti. Ayrıca Reisü’l-Bahr unvanıyla Karadeniz’de oluşturulmaya başlanan donanmanın komutanı olarak atandı. Kısa sürede Sinop’ta donanma oluşturuldu. Hetum’un Sinop Valisi ve Karadeniz konanması komutanı olması nedeniyle Melikü’l-Ümera Hüsameddin Çoban’ın Suğdak’a düzenlediği sefer öncesinde gemilerin hazırlanmasında görev aldığını da söylemek mümkündür. Hetum, Trabzon Rum Devleti’nin Sinop’a saldırıları sırasında Karadeniz donanmasının başında bulunuyordu. Ayrıca 1227-1228 Trabzon Seferi’nde şehrin denizden kuşatılmasında Reisü’l-Bahr olarak görev aldı ve kuşatma sırasında sırasında yaralandı.506 II. İzzeddin Keykâvus döneminde, istifâ ile nâiblik görevine Reisü’l-Bahr Şücaeddin Abdurrahman getirildi. Şücaeddin Abdurrahman, daha sonra Vezir Şemseddin Tuğrai ile arasında sorun ortaya çıkınca görev yeri olan Sinop’a döndü. Bu bilgiden Şücaeddin Abdurrahman’ın Sinop’ta donanma komutanı olduğu anlaşılmaktadır.507 IV. Rükneddin Kılıç Arslan döneminde Muineddin Süleyman Pervâne tarafından üst düzey devlet görevlerine getirilen kişilerden biri olarak Bahaeddin Muhammed’e Melikü’s-Sevâhil unvanı verildi. Melikü’s-Sevâhil Bahaeddin Muhammed’in fiilen donanma komutanı olarak görev yaptığı konusunda bilgi bulunmamaktadır. Müellif Ebu Bekir İbn Zeki, Bahaeddin Muhammed’e bir vilayetin yönetiminin verilmesi dolayısıyla mektupla tebrik etmiş ve kendisine görev istemişti. Daha ileri bir zamanda Ebu Bekir İbn Zeki, Bahaeddin Muhammed’e Konya’dan bir mektup daha göndermiştir. Mektuptan Bahaeddin Muhammed’in yönettiği vilayette olduğu anlaşılmaktadır. Bu vilayet, kendisinin Melikü’s-Sevâhil olması dolayısıyla muhtemelen Antalya’dır.508 Bu şekilde Bahaeddin Muhammed’in 506 Finlay, a.g.e., s. 335; Savvides, a.g.e., s. 160; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 360- 362; Cahen, a.g.e., s. 72, 76; Ersan, a.g.e., s. 254. 507 İbn Bîbî, s. 556-557. Krş. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 470; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 125; Kuşçu, Türkler, VII, 186; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 235. 508 Abû Bakr ibn al-Zakî, s. 34, 41-42, 49. 112 Melikü’s-Sevâhil olarak Antalya’da görevinin başında bulunduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Bahaeddin Muhammed daha sonra isyan ederek hükümdarlığını ilan eden Alâeddin Siyavuş (Cimri) taraftarları tarafından öldürüldü.509 Donanma komutanı unvanı alan emîrlerden biri de Sâdeddin Hoca Yunus’tur. Muineddin Süleyman Pervâne’nin dayısıdır. Emîrü’s-Sevâhil Sâdeddin Hoca Yunus da Bahaeddin Muhammed gibi Cimri isyanı sırasında öldürülmüştür. Sâdeddin Hoca Yunus’un fiilen donanma komutanı olarak görev yaptığına dair bir bilgi bulunmamaktadır.510 Bir diğer Melikü’s-Sevâhil ise Bedreddin Ömer’di. Bahaeddin Muhammed’den sonra Melikü’s-Sevâhil olarak görevlendirildi. Onun da fiilen Antalya’da bulunduğu ancak Akdeniz donanmasının fiilen başında bulunmadığı tahmin edilebilir.511 Türkiye Selçuklu donanmasında Reisü’l-Bahr, Emîrü’s-Sevâhil ve Melikü’sSevâhil unvanlarının farklı olup olmadığı, aynı anda veya farklı zamanlarda kullanılıp kullanılmadığı tartışma konusu olmuştur. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Reisü’l-Bahr’ın fiilen donanma amirali olduğunu, Emîrü’-Sevâhil/Melikü’sSevâhil’in ise fiilen donanmanın başında bulunmadığı için unvan olduğunu belirtmektedir. 512 Mehmed Fuad Köprülü ise Moğolların Anadolu’ya girmesinden sonra Reisü’l-Bahr’ın ilk olarak Emîrü’s-Sevâhil’e daha sonra da Melikü’s-Sevâhil’e dönüştüğünü belirtmektedir.513 509 İbn Bîbî, s. 633; Aksarayî, s. 95; Anonim Selçuknâme, s. 50. Krş. Sümer, a.g.m., s. 52; Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’d-din Süleyman, s. 172-173; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 120; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 561; Özaydın, İslâm Tarihi, VIII, 195; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29. 510 İbn Bîbî, s. 638; Aksarayî, s. 95; Anonim Selçuknâme, s. 50. Krş. Kaymaz, Pervâne Mu‘înü’ddin Süleyman, s. 174; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 565; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 236; Cahen, a.g.e., s. 276. 511 Abû Bakr ibn al-Zakî, s. 35. Krş. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 120; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 29. 512 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 120. 513 Mehmed Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981, s. 73-74. 113 Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz ve Karadeniz’de birbirinden bağımsız iki ayrı deniz gücünün bulunması, filo amirali unvanlarının farklı olabileceğini de ortaya koymaktadır. Bu duruma göre Reisü’l-Bahr, Karadeniz filosu başındaki kişiye, Emîrü’s-Sevâhil/Melikü’s-Sevâhil ise Akdeniz filosu başındaki kişiye verilen bir unvan olabileceği de düşünülebilir. Türkiye Selçuklu donanmasında görev yapan kişilerin unvanlarına bakıldığında bu durum açıklığa kavuşturulabilir. Ermeni asıllı Hetum ve Şücaeddin Abdurrahman’a Reisü’l-Bahr unvanı verilmişti. Ayrıca Hetum ve Şücaeddin Abdurrahman’ın Sinop’taki Karadeniz donanmasının başında görev yaptığı bilinmektedir. Mübarizeddin Ertokuş ve Sâdeddin Hoca Yunus’a Emîrü’sSevâhil, Bahaeddin Muhammed ve Bedreddin Ömer’e Melikü’s-Sevâhil unvanı verilmişti. Mübarizeddin Ertokuş, Antalya’daki Akdeniz donanmasının başında görev yapmıştı. Diğer emîrler de muhtemelen Akdeniz filosunun ana üssü olan Antalya’da bulundular. Bu durumlar dikkate alındığında Türkiye Selçuklu donanmasında iki ayrı unvan olduğu söylemek mümkündür. Buna göre Reisü’l-Bahr, Karadeniz filosunun, Emîrü’s-Sevâhil/Melikü’s-Sevâhil ise Akdeniz filosunun başında bulunan kişilere verilen unvanlardı. Türkiye Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde kaynaklarda Emîrü’sSevâhil/Melikü’s-Sevâhil unvanı ile sıkça karşılaşılması, birden fazla emîrin bu görevde olamayacağı dikkate alınırsa muhtemelen görevden alınan emîrlerin bu unvanı kullanmaya devam etmesinden kaynaklanmaktaydı. Emîrü’s-Sevâhil/Melikü’s-Sevâhil unvanının kullanımı, Türkiye Selçuklu Devleti’nden sonra Anadolu Türk Beylikleri döneminde Menteşe ve Teke beyliklerinde devam etmiştir.514 6.2. Alâiye (Alanya) Tersanesi Ortaçağ’da inşa edilen tersanelerden günümüze çok fazla ulaşan olmamıştır. Ortaçağ’da yapılan gemilerin çok büyük yapılara ihtiyaç duymadan inşa edilebilmesi nedeniyle tersaneler de bu durumdan etkilenmiş, Türkiye’de o dönemde inşa edilen 514 Paul Wittek, Menteşe Beyliği, 13-15 inci Asırda Garbî Küçük Asya Tarihine Ait Tetkik, (trc. Orhan Şaik Gökyay), Ankara 1944, s. 30. 114 tersanelerden sadece Alanya Tersanesi günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Ortaçağ’da tersane inşası için çok fazla araç-gereç ihtiyacı olmadan 400-500 tonluk gemilerin inşa edildiği bilinmektedir. Kumsalda kalaslardan oluşturulan tezgâhlarda bu gemiler üretilmekteydi. Tersane’de bulunan diğer binalar da ahşaptan ve taşınabilir malzemelerden yapılmaktaydı.515 Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk tersanesi, Ebu’l-Kâsım tarafından Gemlik’te (Kios) kuruldu. 516 Ancak Manuel Butumites komutasındaki Bizans donanması, tersanede inşa edilmekte olan gemileri daha tezgâhtayken yakarak imha etti. Böylece ilk teşebbüs başarısız oldu. 517 Türkiye Selçuklu Devleti, bu olaydan uzun bir süre sonra deniz kıyılarındaki bazı önemli şehirlerin fethiyle birlikte denizcilik alanında yeniden bir gelişim sürecine girdi. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Antalya, Sinop, Alâiye (Alanya) ile Beyşehir Gölü’nde Kubadabâd Sarayı yakınlarında tersaneleri bulunmaktaydı.518 Beyşehir Gölü’nde Kubadabâd Sarayı yakınlarında bulunan iki bölümlü küçük tersanede, gölde dolaşmak ve balıkçılık amacıyla kullanmak için çeşitli tekneler yapılmaktaydı.519 Antalya, Sinop ve Alanya tersanelerinde de çeşitli türde gemiler inşa edildi. Antalya ve Sinop tersanelerinden günümüze hiçbir yapı ulaşmamıştır. Bu tersanelerden günümüzde sadece Alanya Tersanesi bulunmaktadır. Alanya Tersanesi, Alanya’nın fethedilmesinden hemen sonra I. Alâeddin Keykubad’ın emriyle inşa edilmeye başlandı. Tersanenin kitabesinden, inşasının 625/1228 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.520 Alanya, tersane yapımına uygun 515 İbrahim Başak Dağgülü, “Selçuklularda Gemi Yapımı 13. Yüzyılda Alanya Tersanesi”, Toplumsal Tarih, (Temmuz 2004), sy. 127, İstanbul 2004, s. 58; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 236-237. 516 Anna Komnena, s. 198. Krş. Tezel, a.g.e., s. 5; Demirkent, a.g.e., s. 10; Kuşçu, Türkler, VII, 184; Geyikoğlu, a.g.m., s. 254; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 24; Kadıoğlu, a.g.m., s. 227; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223. 517 Anna Komnena, s. 199. Krş. Tezel, a.g.e., s. 6; Gül-Balcıoğlu, a.g.m., s. 60; Kuşçu, Türkler, VII, 185; Merçil, “Selçuklular Döneminde Türk Denizcilik Faaliyetleri”, s. 25; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 223; Ayönü, a.g.e., s. 79-80. 518 Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 241-242. 519 Aslanapa, a.g.m., s. 11; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 242. 520 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 338; Lloyd - Rice, a.g.e., s. 61-62; Uyumaz, a.g.e., s. 25; Ekinci, a.g.m., s. 105; Rice, a.g.e., s. 71. 115 bir noktada bulunmamaktaydı. Ancak tersanenin konumu, kış fırtınalarından etkilenmeyecek ve kale ile en yakın konumda olacak şekilde inşa edilmişti.521 Beş bölümden oluşan tersane, 57 metre uzunluğunda olup 40 metre genişliğindedir. İri ve çok düzenli kesme taşlarla yapılan tersanenin üstü düz toprak çatıdır. Bu düz çatı Osmanlı Devleti zamanında tuğla ile kapatılmıştır.522 Alanya Tersanesi’nin denizden gelebilecek saldırılara karşı açık olması nedeniyle korunması amacıyla 29 metre çapında ve 33 metre yüksekliğinde “Kızıl Kule” adı verilen bir burç yapılmıştır.523 Ayrıca “Tophane” adı verilen 19 metre uzunluğunda 14x12 metre çapında dikdörtgen bir kule daha bulunmaktadır.524 Bu iki kule de Alanya Kalesi surlarına bağlıdır.525 Kulelerin en önemli görevi, Alanya şehrini, tersanesini ve limanını denizden gelebilecek saldırılara karşı muhafaza etmekti. Alanya Tersanesi’nin yapılış amacı, diğer tersanelerin yapılış nedeni gibi Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz’de sadece askerî açıdan gücünü artırmak için değil siyasî ve iktisadî kabiliyetini artırmaya yönelikti. Bu tersanede inşa edilecek gemilerle eğer mümkün olursa yeni üsler elde etmek gibi hedeflerin olduğu da net bir şekilde anlaşılmaktadır. Akdeniz ticareti, Türkiye Selçuklu Devleti’nin iktisadî açıdan gelişiminin önemli unsurlarından biriydi. Bu sebeple tersanenin inşası ve akabinde yapılan gemiler, ticaretin korunmasında dikkate değer bir rol oynamıştır. Alanya Tersanesi, Türkiye Selçuklu donanması için gemi inşası ve kışın gemilerin muhafazasını sağlayan çok önemli bir yapıydı. Tersanenin mendirek büyüklüğü ve diğer unsurlar dikkate alındığında inşa edilen gemilerin türü, donatımı ve büyüklüğü hakkında bir çıkarımda bulunulabilir. Bunun için ayrıca gemi mimarisi, yapım teknikleri, kullanılan malzeme ve savaş teknikleri hakkında bilgi sahibi olunması gerekmektedir. Bu şekilde tersanenin yapısı incelenerek inşa edilen gemiler hakkında çözümleme yapılması mümkündür.526 Alanya Tersanesi’nin 521 Dağgülü, a.g.m., s. 62; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 240. 522 Aslanapa, a.g.m., s. 7; Lloyd-Rice, a.g.e., s. 19-21. 523 Aslanapa, a.g.m., s. 8; Lloyd-Rice, a.g.e., s. 12. 524 Aslanapa, a.g.m., s. 8; Lloyd-Rice, a.g.e., s. 21. 525 Aslanapa, a.g.m., s. 8; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 240. 526 Dağgülü, a.g.m., s. 60; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 242. 116 büyüklüğüne bakıldığında çok büyük gemilerin üretilemeyeceği açıktır. Tersanede muhtemelen en fazla 120 personelin görev yaptığı kürekli-yelkenli gemiler üretilmekteydi. Osman Turan, Alaiye Tersanesi’nin yapılmasının önemini “Selçukluların denizlere çıkmak için takip ettikleri siyasetin güzel bir neticesi de burada bizzat gemi inşasına girişmeleri, Sinop’ta Karadeniz, Antalya ve Alâiye’de Akdeniz donanmalarını vücuda getirmeleri teşkil eder.” sözleriyle ifade etmiştir.527 Bu açıdan bakıldığında Antalya’dan sonra Alanya’da tersanenin inşası ile Türkiye Selçuklu Devleti’nin Akdeniz donanması’nın gücünü artırma noktasında başarılı olduğu söylenebilir. 6.3. Gemi Yapımı ve Gemiler Türkiye Selçuklu donanması için gemilerin inşasına XII. yüzyılda başlandığı söylenebilir. Bu dönemde inşa edilen gemiler genelde iki çeşitti. Birincisi kürekli gemilerdi. Bu gemiler, sübye yelkene (Üçgen yelken-Latin yelkeni) sahiptiler. Yani arkalarından aldıkları rüzgâra bağlı olarak hareket ediyorlardı. Ayrıca kürekle rüzgâra bağlı olmadan da hareket etme kabiliyetine sahiptiler. Genellikle kürekli olarak kullanılmaktaydı. Boyut olarak çok fazla büyük olmayan bu gemilerin hareket kabiliyeti fazla olup sığ sulara rahat bir şekilde girebilmekteydiler. Ayrıca hafif oldukları için rahatlıkla karaya çekilebilmekteydiler. En büyüklerinin uzunluğu 70 metre olup genişlikleri sekiz metreyi bulabilmekteydi. Gemilerin iki tarafında ve her biri yedi kişi tarafından çekilen 30 sıralı toplam 60 küreği olup 700 kişi taşıma kapasitesine sahiptiler. Bu gemilerin 20-25 metre uzunluğunda her biri iki kişi tarafından çekilen 12 sıralı 24 kürekli çeşitleri de bulunmaktaydı. Gemilerin küçük olması nedeniyle personelin eğitimi de daha kısa sürede tamamlanmaktaydı. Türkiye Selçuklu donanması için çoğunlukla bu gemi sınıfı tercih edilmekteydi. İkincisi ise yuvarlak gövdeli yelkenli gemilerdi. Bu türün ağırlığı muhtemelen 20 tondan 200 tona kadar ulaşabiliyordu. Antik çağlardan beri kullanılan bu gemiler daha çok ticaret amacıyla kullanılmaktaydı. Ayrıca savaşlarda asker taşıdıkları zaman önemli bir savaş aracı olabiliyorlardı. Ancak tamamen rüzgâra bağlı oldukları için çok fazla 527 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 338. 117 kullanışlı değildiler. Gemilerin kontrolü kolay olmadığı için personelin eğitimi de uzun sürmekteydi. Türkiye Selçuklu donanmasının bu gemi sınıfını çok fazla tercih ettiğini söylemek mümkün olmamakla birlikte Türkiye Selçuklu Devleti’nde ticaret amacıyla bu tip gemilerin yapıldığı da söylenebilir.528 Genel olarak Türkiye Selçuklu donanmasındaki gemilerin çok büyük olmadığı söylenebilir. Gemiler savaş zamanları dışında muhtemelen ticaret amacıyla da kullanılıyordu. Alanya Tersanesi ve Limanı’nın iyi korunması nedeniyle burada bulunan gemilerin doğrudan bir saldırıyla karşılaşıldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Muhtemelen Alanya Tersanesi’nde bölümlere alınan gemiler, ahşap perdelerle okçu saldırılarına karşı korunuyordu.529 Özellikle Alanya Tersanesi’nin bulunduğu yerin derinliği çok fazla olmaması nedeniyle Türkiye Selçuklu donanması için daha çok yelkenli-kürekli küçük tip gemilerin daha çok bilinen adıyla “çektirme” adı verilen gemilerin inşa edildiğini söylemek mümkündür. İlk Türkiye Selçuklu gemileri kürekli teknelerdi. Alanya Tersanesi’nde inşa edilebilecek gemilerin boyutları çok fazla olamayacağı için muhtemelen en fazla altı metreden oluşuyordu. Gemilerde, 14-18 sıra kürekçi ve bir sırada en fazla üç kürekçi bulunmaktaydı. Bu durumda 18 oturaklı en büyük geminin 108 kürekle 108 kürekçi taşıdığı, kürekçilerin aynı zamanda geminin savaşçı personeli olarak görev yaptıkları söylenebilir. Gemilerin çok büyük olmaması nedeniyle en fazla 120 kişiyi taşıyabilmekteydiler. Muhtemelen silah olarak çoğunlukla ok taşımaktaydılar. Ayrıca Müineddin Süleyman Pervâne’nin Sinop kuşatmasında kullandığı gibi gemilerde küçük çaplı mancınıklar da bulunabiliyordu. Gemilerin güverteleri, deniz seviyesinden 120-150 cm kadar yukarıdaydı. Ayrıca dönemin deniz mimarisine uygun olarak bordalarda kürek boşluklarının üstünde savaş sırasında personelin korunması amacıyla insan boyu yüksekliğinde ahşap perdeler bulunmaktaydı. Gemiler büyük olasılıkla Nisan-Kasım ayları arasında 528 Dağgülü, a.g.m., s. 60; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 244-245. 529 Dağgülü, a.g.m., s. 62; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 240-241. 118 denizlerde faaliyet gösteriyor, Aralık-Mart ayları arasında ise ya tersane bölümlerine alınıyor ya da karaya çekiliyordu.530 Kalonoros (Alâiye) Seferi’ne, Antalya Valisi ve Emîrü’s-Sevâhil Mübarizeddin Ertokuş komutasında katılan Türkiye Selçuklu donanmasında kürekli gemiler kullanılmış olması bu durumu ortaya koymaktadır.531 530 Dağgülü, a.g.m., s. 63; Kesik, At Üstünde Selçuklular, s. 245-246. 531 Tezel, a.g.e., s. 11 119 SONUÇ Türklerin gerçek anlamda denizcilikle tanışmaları İslâmiyet’i kabullerinden sonra gerçekleşmiştir. İslamiyet öncesi Türklerin denizcilik ile uğraştıklarına dair bilgiye rastlamak mümkün olmamıştır. İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte devletin sınırları, Arabistan Yarımadası dışındaki yerlere ulaşmıştı. Hz. Osman zamanında İslâm donanmasının teşekkülü ve özellikle Müslümanların kısa sürede denizciliğe adapte olmalarıyla Akdeniz’de mücadele farklı bir safhaya geçmiş oldu. İslâm donanmasının Zatü’s-Savari Deniz Savaşı’nda Bizans donanmasını mağlup etmesiyle denizlerde İslâm-Bizans mücadelesi başladı. Bu rekabet daha sonra Haçlılarla da yapılmıştır. Emevîler, Abbâsîler, Endülüs Emevîleri, Tolunoğulları, İhşidîler, Fatîmîler ve Eyyûbîler gibi İslâm devletleri bu uzun soluklu mücadeleyi devam ettirmişlerdir. Süreç içerisinde doğal olarak denizciliğe dair geleneğin de ortaya çıkması mümkün olmutştur. İlk Türk-İslâm devletlerinden olan Gaznelilerin sınırları Hint Okyanusu’na ulaşmışsa da denizcilik alanında bir ilerleme gerçekleşmemişti. Bu dönemde Gaznelilerin nehir denizciliği yapmış olması, bölgede bulunan Türklerin denizlerle yavaş yavaş tanışması açısından önemli bir durumdu. Büyük Selçuklular ve ona bağlı olan Selçuklu devletlerinde ise denizcilik faaliyetlerinin, coğrafyaların farklı olması nedeniyle çeşitli şekillerde yapıldığı söylenebilir. Büyük Selçukluların sınırları Hint Okyanusu, Basra Körfezi, Karadeniz ve Akdeniz’e ulaşmasına rağmen esasen bir deniz gücü oluşturmamışlar, denizcilikle ilgili vasıtaları daha çok nehir geçişlerinde kara ordusuna yardımcı araç olarak kullanmışlardır. Büyük Selçuklular’a bağlı olan Irak Selçukluları da aynı şekilde nehir denizciliği yapmışlardı. Kirman Selçukluları ve Suriye Selçuklularında ise denizcilik yapıldığına dair bilgiler hayli sınırlıdır. 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşı’nda Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans İmparatorluğu’nu yenerek üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada olan Anadolu’ya girmesi sonrasında 1078 yılında Süleyman Şah tarafından İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulması, Türk denizcilik tarihinin başlaması ve gelişimi açısından dönüm noktası olan olaylardan biridir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulduğu yıllarda hızla topraklarını genişleterek İstanbul Boğazı’na 120 kadar hâkim olması yeni bir süreci başlatsa da deniz gücünün ortaya çıkmasına ve gelişimine katkısı olmamıştır. Ebu’l-Kâsım döneminde Gemlik’te bir tersane kurulması girişiminin Türk denizcilik tarihininin önemli noktalarından biri olmasına Bizans İmparatorluğu izin vermemişti. Daha sonra İzmir ve çevresinde bir Türk donanması oluşturan Çaka Bey, gerçek anlamda Türk denizciliğinin kurucusu olarak tarihe geçmiştir. Haçlı Seferleri sonrasında Türkiye Selçuklu Devleti’nin Orta Anadolu’ya geri çekilmesi ve bir kara devleti haline dönüşmesi, deniz gücünün ortaya çıkmasını bir süre daha ertelemiştir. I. Mesud ve II. Kılıç Arslan dönemlerinde özellikle Anadolu’daki kara ticaretinin başlangıç ve bitiş noktası olan Akdeniz ve Karadeniz liman şehirlerinin ele geçirilmesi önemli bir hedef olarak belirlenmiş, bu şekilde Türkiye Selçuklu Devleti’nin ticaret gelirlerinin artırılması hedeflenmişti. Bu amaçla seferler yapılmış olsa da ilk aşamada başarı sağlanamamıştı. Gerçek anlamda Türkiye Selçuklu deniz gücünün ortaya çıkması I. Gıyâseddin Keyhüsrev devrinden itibaren başlamıştır. Antalya’nın fethedilmesi neticesinde ülkenin sınırlarının Akdeniz kıyılarına ulaşmasıyla burada bir tersane inşasına başlandı ve denizcilik faaliyetlerinin temeli atılmış oldu. Akdeniz ve Karadeniz ticaretinin önemli noktaları olan Antalya, Samsun, Sinop ve Alanya, deniz kuvvetinin ortaya çıkmasında ve gelişiminde önemli şehirler olmuştur. I. İzzeddin Keykâvus döneminde Sinop’un fethedilmesiyle Karadeniz kıyısına ulaşan Türkiye Selçuklu Devleti, burada da bir donanma kurarak kendini göstermeye başladı. I. Alâeddin Keykubad devrinde Alanya’ya yapılan seferde donanma doğrudan kalenin deniz tarafından muhasara edilmesinde ve fethinde önemli bir rol oynamıştı. Kırım’da bulunan Suğdak şehrine yapılan seferde ise donanma ile Sinop’tan asker sevkiyatı sağlanmıştı. Bu iki önemli olay, Selçuklu Türklerinin Akdeniz ve Karadeniz’de etkili bir savaş gücü haline geldiğini göstermesi açısından çok önemlidir. I. Alâeddin Keykubâd devrinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti’nin gerileme ve yıkılma devrine girmesi bu durumun büyük ölçüde tersine dönmesine yol açtı. IV. Kılıç Arslan zamanında Sinop’un Trabzon Rum Devleti tarafından ele geçirilmesi üzerine Muineddin Süleyman Pervâne’nin, Sinop’a karadan ve denizden düzenlediği 121 sefer, gerçekleştirilen son deniz harekâtı olmuştur. Bu seferde Türkiye Selçuklu gemileri, Sinop’un ele geçirilmesinde etkin rol oynamışlardır. Sinop’un alınmasına rağmen son döneminde Türkiye Selçuklularının yaşadığı karışıklık ortamı donanmanın ihmal edildiğini göstermektedir. Ülkenin yıkılışa giden sürecinde Anadolu’da kurulan beyliklerden biri olan Pervâneoğulları, Karadeniz’de Mühezzebüddin Mesud ve Gazi Çelebi dönemlerinde özellikle Venedik, Ceneviz ve Trabzon Rumları ile girdiği mücadelelerde parlak başarılar gösterip ticarî olarak önemli kazançlar sağladılarsa da bu başarıların devamını getirememişlerdir. Selçuklu Türklerinin deniz gücü, sadece diğer devletlerle yapılan mücadelelerde etkili olmamış, ülkenin deniz ticaretinin gelişimine ve dolayısıyla devletin iktisadî yapısının güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca donanmada kullanılan rütbeler, tersaneler ve gemiler, Türk denizcilik tarihinin geleneğine ait temelleri oluşturmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Batı Anadolu’daki Türk beyliklerinin kısa sürede denizcilik faaliyetlerine girişmesi, Türkiye Selçuklularının denizcilik alanındaki gelişiminden ve faaliyetlerinden bağımsız olarak değerlendirilmemelidir. Bu durumun o zaman kadar bahrî faaliyetlerde bulunan Türkiye Selçuklu Devleti’nin denizcilik birikimiyle bağlantısı vardır. Akdeniz ve Karadeniz’de deniz gücüyle yaptığı mücadelelerle bir denizcilik ülküsü meydana getirmiş olan Türkiye Selçukluları, Anadolu’nun denizlerde güçlü olmadan savunulamayacağını daha sonra kurulacak olan Beylikler, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ne miras olarak bırakmıştır. 122 KAYNAKÇA Kaynak Eserler Abû Bakr ibn al-Zakî Ravzat al-Kuttâb va Hadîkat al-Albâb, (yay. Ali Sevim), Ankara 2011. Ahmed bin Mahmud: Selçuknâme, (haz. Erdoğan Merçil), İstanbul 2011. Aksarayî: Müsâmeretü’l-Ahbâr, (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 2000. Anna Komnena: Alexiad, (trc. Bilge Umar), İstanbul 1997. Anonim: Anonim Selçuknâme (Târîh-i Âl-i Selçuk), (haz. Halil İbrahim Gök, Fahrettin Coşguner), Ankara 2014. Azîmî: Târîhu’l-ʿAzîmî, Azîmî Tarihi Selçuklu Dönemiyle İlgili Bölümler (H. 430-538=1038/39-1143/44), (haz. Ali Sevim), Ankara 1988. Bündârî: Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-ʿusra, (trc. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara 1999). Abû’l-Farac (Bar Hebraus): Abû’l-Farac Tarihi, (trc. Ömer Riza Doğrul), I-II, Ankara 1987. Georgios Akropolites: Vekâyinâme, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008. Ioannes Kinnamos: Ioannes Kinnamos’un Historia’sı (1118-1176), (trc. Işın Demirkent), Ankara 2001. Ioannes Zonaras: Tarihlerin Özeti, (trc. Bilge Umar), İstanbul 2008. İbn Bîbî: el-Evâmirü’l-’Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, (trc. Mürsel Öztürk), II-Tercüme, Ankara 2014. 123 İbnü’l-Esîr: İslâm Tarihi, el-Kâmil fi’t-Tarih Tercümesi, (trc. Abdülkerim Özaydın, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, Abdullah Köşe, Hacı Yunus Apaydın ve Zülfikar Tüccar), I-XII, İstanbul 1987. İbn Kesîr: el-Bi
XXXXXXXXXXXXXXXX
NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANA BİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI SÜLEYMAN ŞAH VE ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞU RABİA GÜLER YÜKSEK LİSANS TEZİ DANIŞMAN: PROF. DR. AHMET TURAN YÜKSEL KONYA–2019 ii T.C. NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ÖZET Bu araştırma Süleyman Şah’ın Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmasına ilişkin siyasi faaliyetleri, Büyük Selçuklu Devleti ile mücadelesi ve Bizans ile ilişkileri üzerine yazılmıştır. Araştırmada Kutalmışoğullarının Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş süreci, devletin ne zaman kurulduğu ve başkentine dair görüşlere yer verilmiştir. Bu bağlamda konular temel kaynaklara ve modern dönem tarihçilerin eserlerine başvurularak incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Süleyman Şah, Anadolu Selçuklu Devleti, Kutalmış, İznik, Antakya, Dragos suyu anlaşması Adı Soyadı Rabia Güler Numarası 168110021005 Ana Bilim / Bilim Dalı İslam Tarihi ve Sanatları/ İslam Tarihi Tezli Yüksek Lisans X Programı Doktora Tez Danışmanı Prof. Dr. Ahmet Turan Yüksel Öğrencinin Tezin Adı Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu iii T.C. NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ABSTRACT This research was written on the political activities of Suleyman Shah in establishing the Anatolian Seljuk State, its struggle with the Great Seljuk State and its relations with Byzantium. In the study, the appearance of the Kutalmishogulları into Anatolia, the establishment process of the Anatolian Seljuk State, establishment date and the capital city of the state were included. In this context, the subjects were examined with reference to the basic sources and the works of modern historians. Keywords: Suleyman Shah, The Anatolian Seljuqids, Kutalmish, İznik, Antakya, Dragos River Agreement Name and Surname Rabia Güler Student Number 168110021005 Department İslam Tarihi ve Sanatları/ İslam Tarihi Master’s Degree (M.A.) X Study Programme Doctoral Degree (Ph.D.) Supervisor Prof. Dr. Ahmet Turan Yüksel Author’s Title of the Thesis/Dissertation Suleyman Shah and the Foundation of Anatolian Seljuqids iv İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER…………………………………………………..…………iv KISALTMALAR…………………………………………………...………vi ÖN SÖZ………………………………..………………………………...…vii GİRİŞ…………………………………………………………………….…..1 I. Araştırmanın Amacı ve Kapsamı………………………………….…..……1 II. Araştırmanın Önemi ve Yöntemi ………………………………..……..…2 III. Araştırmanın Kaynakları…………………………………………...……..2 BİRİNCİ BÖLÜM ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ ÖNCESİ BÖLGE DEVLETLERİNE KISA BİR BAKIŞ 1. Bizans’taki Durum …………………...…………………………..…..…10 2. Abbasi Hilâfeti...……………………………………………………...…12 3. Fatımi Hilâfeti...……………………………………………………..…..17 4. Suriye’de ve Filistin’deki Selçuklu Fetihleri………………………....…21 5. Anadolu’da Selçuklu Fetihleri……………………………………..……22 İKİNCİ BÖLÜM KUTALMIŞOĞULLARI’NIN ANADOLU’YA GELİŞİ VE SÜLEYMAN ŞAH’IN ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ’Nİ KURMASI 1. Süleyman Şah’ın Anadolu’nun Fethine Kadar Hayatı……………..……….39 2. Anadolu’nun Durumu…………………………………………….…………44 v 3. Alp İlik ve Devlet Filistin’de…………………………………………….….47 4. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu…………………………….………48 5. Selçuklu- Bizans İlişkileri……………………………………………..…….56 6. Süleyman Şah-Melikşah İlişkileri………………………………….….…….57 7. Dragos Suyu Anlaşması…………………………………………………..…60 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SÜLEYMAN ŞAH’IN ANADOLU’DA FAALİYETLERİ 1. Antakya’nın Fethi………………………………………………………63 2. Süleyman Şah-Müslim Çatışması……………………………………….66 3. Tutuş ile Mücadele ve Süleyman Şah’ın Vefatı……………….………..70 4. Süleyman Şah’ın Eseri …………………………………………..……...77 5. Süleyman Şah’tan Sonra Anadolu Selçuklu Devleti…………….……...82 5.1. I. Kılıç Arslan…………………………………………….….……90 5.2. I. Mesud……………………………………………………..….…90 5.3. II. Kılıç Arslan………………………………………..……..…….91 5.4. I. Alâeddin Keykubad………………………………………..……91 5.5. Kösedağ Savaşı ve Sonrası………………………………….….…92 SONUÇ………………………………………………………………..……94 BİBLİYOGRAFYA……………………………………………………..…96 EKLER……………………..……………………………………….…..…103 ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………..……..110 vi KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale b. : İbn veya bin bkz. : Bakınız byy. : Baskı yeri yok çev. : Çeviren der. : Derleyen DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi haz. : Hazırlayan Hz. : Hazreti İA : Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi Neşr. : Neşreden ö. : Ölüm Tarihi s. : Sayfa trs. : Tarihsiz TTK : Türk Tarih Kurumu vb.: Ve benzeri vd. : Ve devamı yay. : Yayınları vii ÖN SÖZ Anadolu tarih boyunca önemli uygarlıkların adeta beşiği olmuştur ve dünya tarihinde birçok ilklere şahitlik etmiştir. Verimli topraklar üzerine kurulmuş olan Anadolu Uygarlıkları, dünyaya miras bıraktıkları, kazandırdıkları yenilik ve gelişmelerle de tarihteki yerlerini almışlardır. Anadolu Selçuklu Devleti de, Anadolu’da Selçuklular’ın kurduğu bir Türk devletidir. 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi biraz daha hızlanmış ve Türk akıncıları olarak bilinen birlikler Anadolu’da ilerlemeye devam etmiştir. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, şüphesiz Türk tarihinin ünlü devlet adamları ve askerlerinden birisidir. Süleyman Şah, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah’ın emriyle Anadolu’nun fethine başkomutan olarak verildikten sonra birkaç sene içerisinde Marmara Denizi kıyıları ile Orta Anadolu’ya kadar olan bölgeleri, sürekli devam ettirdiği askeri girişimler sonunda fethetmeyi başarmıştır. Bizans başşehri İstanbul’un hemen yanında tarihi bir Bizans kenti olan sağlam ve büyük surlarla çevrilmiş olan İznik’i 1075 senesinde fethederek orayı Anadolu Selçuklu Devleti’nin başşehri haline getirmiştir. Böylece Süleyman Şah, aslında Selçuklu akıncılarının Doğu Anadolu’dan Marmara ve Adalar Denizi kıyılarına kadar girişimde bulunduğu bütün Anadolu’yu fethetme amaçlarını başarıyla uygulamıştır. Başkentinin de İznik olmasıyla temelleri atılan devlet, İlhanlı Devleti’nin son Anadolu Selçuklu sultanını tahttan indirdiği 1308 yılına kadar varlığını devam ettirmiştir. Büyük Selçuklu Devleti’nin fetih emellerine uygun olarak Süleyman Şah, Anadolu’nun fethedilen doğu bölgesinden başka orta, kuzey, güney ve batı bölgelerinin de tamamen fethini gerçekleştirmeyi başarmış, böylece Türk fetih hareketlerini tüm Anadolu’ya yayma imkânını sağlamıştır. Ayrıca o, Bizans’a Anadolu Selçuklu Devleti’nin varlığını kabul ettirmiş ve Bizans ile başarılı siyasi ilişkiler de kurarak devletinin sınırlarını genişletmeyi başarmıştır. Süleyman Şah’ın siyasi ve askeri başarıları sonucunda Azerbaycan’dan büyük Türkmen grupları, Anadolu’ya gelmeye başlamış ve Türklerin varlığı bu ülkede artmaya başlamıştır. Süleyman Şah, uyguladığı ekonomik politika ve özellikle toprak viii rejimi sonucunda Anadolu’da Türk ve Türk olmayan halkların toprağa bağlanıp üretici konuma gelmeleri ve dolayısıyla milli birlik ve beraberliğin sağlanmasını amaçlamış ve bunu başarmıştır. Süleyman Şah’ın yapmış olduğu fetihler, Türklerin Avrupa milletleriyle irtibatını sağlaması ve Osmanlı Devleti’nin fetih planlarına da önderlik etmiş olması açısından önemlidir. Çalışmamız, giriş ve üç bölümden meydana gelmektedir. Giriş bölümünde araştırmanın amacı ve kapsamı, önemi ve yöntemine değindikten sonra araştırmanın kaynakları hakkında bilgiler verilmiştir. Birinci bölümde Süleyman Şah’tan önce Anadolu’nun durumuna yer verilmiştir. İkinci bölümde Kutalmışoğulları’nın Anadolu’ya gelişleri ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna yer verilmiştir. Son olarak üçüncü bölümde de Süleyman Şah’ın Anadolu’daki faaliyetleri kapsamında Süleyman Şah’ın fetihleri, mücadeleleri, vefatı ve şahsiyeti hakkında bilgi verilmiştir. Süleyman Şah’tan sonra Anadolu’nun durumuna dair bilgiler vererek çalışma tamamlanmıştır. Çalışmanın başlangıç aşamasında beni yönlendiren saygıdeğer hocam Prof. Dr. Mehmet Ali Kapar’a şükranlarımı sunarım. Tüm çalışma boyunca desteklerini esirgemeyen saygıdeğer danışmanım Prof. Dr. Ahmet Turan Yüksel’e teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Rabia GÜLER Konya-2019 ix 1 GİRİŞ Selçukluların ortaya çıkması; Türk, İslâm ve dünya tarihi açısından ne kadar önemli ise, Malazgirt zaferiyle kesinleşen ve Anadolu Selçukluları ile uygulamaya geçirilen Anadolu’nun daimi olarak bir Türk-İslâm yurdu haline gelmesi de o kadar önemlidir. Artık Türk’ün olduğu kadar, bütün İslâm dünyasının da kaderinde Anadolu'nun ve Anadolu Türklüğünün rolü en önde olacaktır. Anadolu Türkleri İslâm’ı Avrupa ortalarına kadar taşıyacak, yardıma muhtaç olan tüm Müslümanlar onlara sığınmakla İslâm kardeşliğini tadacak ve onun şefkatine, korumasına ulaşacaklardır. I. Araştırmanın Amacı ve Kapsamı Anadolu Selçuklu Devleti’ni, adı Büyük Selçuklularla bağlantısı olan devletler sayesinde ebedîleşmiş olan Arslan Yabgu’nun torunu ve Selçuk’un oğlu olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik merkez olmak üzere kurmuştur. En uzun ömürlü Selçuklu devleti olan Anadolu Selçuklu Devleti(1075-1308)’nin sayesinde, şu anda üzerinde yaşadığımız bu vatan bizim olmuştur. Çalışmada işte bu oluşumun nasıl gerçekleştiği, 233 yıl gibi uzun bir süre varlığını korumuş olan Anadolu Selçukluları’nın başarıları, mücadeleleri ve yenilgileri anlatılmaya çalışılacaktır. “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” isimli araştırmanın bugüne kadar yüksek lisans ve doktora tezi olarak yapılmamış olduğu tespit edilmiştir. Anadolu(Türkiye) Selçukluları’nın kuruluşu ve Süleyman Şah dönemi Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşu, İslamiyet’in Anadolu’da yayılışı açısından oldukça önemlidir. Anadolu’nun Bizanslıların işgali altında bulunması, bu bölgede yaşayan halka karşı adil davranmayışı ve dolayısıyla halkın Bizans’a karşı olumsuz tavırları Anadolu’nun fethini kolaylaştırmıştır. 1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya ayak basan Müslüman Türk birlikleri Süleyman Şah’ın komutasında İznik’e kadar ilerlemişler ve 1308 yılına kadar devam edecek olan Anadolu(Türkiye) Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu’da kurulan ilk Müslüman-Türk Devleti olması sebebiyle tarihimizde oldukça önemlidir. Ancak bu devletin kurucusu olan 2 Süleyman Şah ile ilgili olan araştırmalar, onun tarihteki önemine rağmen yeterli düzeyde değildir. Müstakil olarak Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin detaylı incelendiği eser sınırlı sayıdadır. Bu eserler de Süleyman Şah dönemindeki bazı meselelere odaklanarak yazıldığı için Süleyman Şah ve dönemi hakkındaki bilgi son derece kısıtlıdır. Bu alana katkı sağlamak amacıyla bu çalışma yapılmıştır. II. Araştırmanın Önemi ve Yöntemi “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” konulu araştırma Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşu ve özellikle Bizans’a ve Haçlılara karşı vermiş oldukları mücadele sebebiyle oldukça önemlidir. Süleyman Şah ile Anadolu’nun fethi gerçekleşmemiş olsaydı İslamiyet’in bu bölgelerde yayılması mümkün olmayacaktı. Bu itibarla Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşu ve ilerleyen yıllarda Anadolu hudutlarını aşarak İslamiyet’in yayılışı Süleyman Şah ile mümkün olmuştur. Bu çalışmada Süleyman Şah’ın hayatıyla birlikte onun ölümüne kadar geçen süre içerisindeki her türlü faaliyeti titizlikle incelenecektir. Bu araştırmada İslam Tarihi’nin temel kaynakları ve bibliyografyada tespit edilen diğer eserler incelenecektir. Araştırmanın ilerleyen dönemlerinde yeni çalışmalara ihtiyaç duyuldukça bu çalışmalar da değerlendirilecektir. III.Araştırmanın Kaynakları “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” isimli çalışmayı hazırlarken kaynak olarak ilk önce İslam Tarihi’nin temel kaynaklarına başvurulmuştur. Temel kaynaklardan sonra müracaat edilen kaynaklar İslam Tarihi ve bu çalışmanın konusu olan “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” isimli çalışma üzerine araştırmaları olan yazarlar oldu. Çalışma boyunca yararlanılan kaynaklarda Süleyman Şah ile ilgili olarak geçen bilgiler bu bölümde değerlendirilmiştir. Sadece eserde olan bilgilere değinilmemiş, aynı zamanda yazarların kısa şekilde biyografilerine de yer verilmiştir. Böylece bizden sonra da Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ile ilgili incelemelerde bulunacak araştırmacılara da kolaylık sağlanması amaçlanmıştır. 3 Çalışmanın kaynaklarını belirlemede Mehmed Fuat Köprülü’nün eseri “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”,ve Fazlı Konuş’un “Selçuklular Bibliyografyası” eserlerinden de istifade edilmiştir. Ahbârü’d-Devleti’s-Selçûkiyye / Sadru’d-dîn Ebu’l-Hasan Ali bin Nâsır elHüseynî Selçuklu tarihinin mühim kaynaklarından biri olan Ahbârü’d-Devleti’sSelçûkiyye’nin yazarının el-Hüseynî olup olmadığı net olarak bilinmemektedir. Eserin bu yazara ait olduğunun düşünülmesinin sebebi, iki yerde Sadrü’d-din Ebu’lHasan Ali bin Nâsır el-Hüseynî adının geçmesidir.1 Yazarın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte doğduğu zamanda, Bağdat’ta bulunan halifenin el-Nâsır Li-dinillâh2 olarak geçmesi, onun doğum tarihinin H. 6. yy. sonları veya 7. yy. başları olduğunu düşündürmektedir. Eser üç kaynaktan meydana gelmektedir. Birinci bölümünü oluşturan kaynak, 6. yy. ortalarında yazılmış olan Zübdetü’t-Tevârih’dir. 3 Bu ilk kaynak Selçukluların soyundan başlayarak Sultan Melikşah dönemine kadar meydana gelen olayları ele almaktadır. İkinci kaynak ise yazarının İmadeddin elKâtib el-İsfahanî olduğu Nusratü’l-Fetre’dir. Bu kaynak Sultan Melikşah’ın tahta çıkışından 1152 yılına kadar geçen olayları anlatmaktadır. Üçüncü ve son kaynak ise Irak Selçuklu Sultanı III. Tuğrul’un vefatına kadar yani 1194 senesine kadar olan hadiseleri ele almaktadır. Esere verilen Ahbârü’d-Devleti’s- Selçûkiyye adı büyük ihtimalle bu kaynağın yazarı tarafından konulmuştur. Bu eserin Arapça metni 1933 tarihinde Muhammed İkbal tarafından yayımlanmıştır. Eserin Türkçe tercümesi ise Necati Lügal tarafından Muhammed İkbal’in neşrettiği Arapça metin esas alınarak yapılmış ve 1943 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmiştir. 4 Ahbârü’d-Devleti’s-Selçûkiyye’de Melikşah’ın Emîr Porsuk’u Anadolu’ya gönderdiği ve Emir Porsuk’un Bizans İmparatoru’ndan hem kendisi için hem de Melikşah için haraç aldığı söylenmektedir. Ayrıca Sultan Melikşah’ın İstanbul 1 Ayşe Dudu Kuşçu, Cihat Güler, Mehmet Özer, Mehmet Öztemel, Selçuklu Tarihçiliği’ne Başlarken, ed. Ayşe Dudu Kuşçu, Necmettin Erbakan Üniversitesi Yayınları, Konya, 2017, s. 32. 2 el-Nâsır Li-dinillâh, Bağdat’da halife olarak H. 575-622 tarihleri arasında hüküm sürmüştür; Geniş bilgi için bkz. Angelıka Hartmann, “Nâsır-Lidînillah”, DİA, İstanbul, 2006, XXXII, 399-402. 3 Sadru’d-din Ebu’l-Hasan, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçûkiyye, Çev. Necati Lügal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1943, s. 7-9. 4 Kuşçu vd., Selçuklu Tarihçiliği, s. 32. 4 üzerine harekete geçerek Bizans İmparatoru’ndan 1 milyon dinar aldığı, Konya, Aksaray ve Kayseri’yi aldığı ve sonrasında Antakya’yı da alarak buraların idaresini Süleyman Şah’a bıraktığı ifade edilmektedir.5 Eserde çalışmamızı ilgilendiren bu ifadeler tarihteki gerçeklikle uyuşmamaktadır. el-Kâmil fi’t-târih / İbnü’l Esîr İbnü’l-Esîr ismini, babasının Esîrüddin ismini kullanması nedeniyle almıştır. İbnü’l-Esîr’in günümüze ulaşan el-Kâmil fi’t-târih, Üsdü’l-gâbe fî ma’rifeti’ş-şahâbe, et-Târîhu’l-bâhir fi’d-devleti’l- Atâbekiyye isminde üç eseri bulunmaktadır. İbnü’lEsîr’in tanınmasını sağlayan eseri el-Kâmil fi’t-târih ismindeki 10 ciltten oluşan büyük İslâm tarihi eseridir. Eser dünyanın yaratılışından H.628/M.1230 yılının bitimine kadar yaşanan olayları anlatmaktadır. Eser, Türk tarihi açısından da önemli bir kaynaktır. Eserin son üç cildi neredeyse Türk tarihini kapsamaktadır. Bu üç ciltte Haçlı Seferleri, Selçuklular, Gazneliler ve Musul Atabegleri hakkında ayrıntılı bilgiler verilmektedir.6 Eser ilk olarak Tornberg tarafından 1851-1876 yıllarında Paris’te 13 cilt halinde neşredilmiştir. Son cildi indekstir. Tornberg’in bu neşri tashih edilerek 1965- 1966 yıllarından itibaren Beyrut’ta yeni baskıları yayımlanmaktadır. Bu baskısı esas alınarak eser Abdülkerim Özaydın, Ahmet Ağırakça, Yunus Apaydın, Zülfikar Tüccar, M. Beşir Eryarsoy tarafından Türkçeye çevrilmiştir.7 el-Kâmil fi’t-târih isimli eser bizim araştırmamız açısından da çok önemlidir. Eserin 9. cildinde Selçuklu ailesinin soyundan, Büyük Selçuklu Devleti kurulma sürecinden, Çağrı Bey, Tuğrul Bey ve Alparslan dönemlerinden bahsedilmektedir. 8 Eserin 10. cildinde ise Çağrı Bey’in vefatından ve oğullarından, Sultan Alparslan’ın tahta çıkışından, Kutalmış’ın Sultan Alparslan’a karşı olan taht mücadelesinden bahsedilmektedir. Ayrıca Malazgirt Savaşı’ndan, Sultan Alparslan’ın ölümü ve Melihşah’ın saltanatından, Antakya’nın Süleyman Şah tarafından fethedilmesinden, 5 Sadru’d-din Ebu’l-Hasan, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçûkiyye, s. 49. 6 Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-Esir, İzzeddin”, DİA, İstanbul, 2000, XXI, 27. 7 Kuşçu vd., Selçuklu Tarihçiliği, s. 34. 8 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, Hikmet Yayınları, İstanbul, 2008, IX, 349, 361-370, 379, 385, 388- 390, 408-411, 422, 427, 450, 454-455, 474-480. 5 Şerefü’d-devle Müslim ile mücadelesinden ve sonrasında Tutuş ile Aynu Seylem bölgesinde giriştiği savaş sonucunda ölümünden bahsedilmektedir.9 Buğyetü’t-taleb fî târîhi Haleb / İbnü’l-Adîm Kemalüddin Ebû’l-Kasım Ömer b. Ahmed, İbnü’l-Adîm unvanıyla bilinmektedir. Arap Ukaylî kabilesine mensuptur. Müellifin İbnü’l-Adîm lakabıyla bilinmesinin nedeni, 9.yy. da Basra’dan doğduğu şehre göç eden atalarından şair ve kadı olan Ebu’l-Fazl Hibetullah b. Ahmed’in -servet sahibi biri olmasına rağmenşiirlerinde daima yokluğu dile getirmesi ve zamandan şikâyet etmesi sebebiyledir.10 İbnü’l- Adîm’in birçok eseri vardır. Bugyetü't-taleb fî Tarihi Haleb, bu araştırma için kullanılan eserlerinden bir tanesidir. Eser, devrin tarih yazıcılığına göre ve biyografi türüne uygun olarak yazılmıştır. Eserin konusunu Haleb tarihi, coğrafyası ve bu şehrin meşhur kişilerinin biyografileri oluşturur. Eserin ne zaman yazıldığına dair bir bilgi bulunmamakla beraber müellif, 1242-1243 yılında yazdığı el-İnsaf ve’t-taharrî adlı eserinde Haleb tarihi ile ilgili bir kitap yazdığından söz etmektedir. Böylelikle Bugyetü't-taleb fî Tarihi Haleb’in 1242-1243 yılından önce yazıldığı söylenebilir.11 Eserde Süleyman Şah’ın veziri Hasan b. Tahir’in de kısa bir biyografisi yer almaktadır. Ayrıca eserde Sultan Alparslan’ın da geniş bir biyografisine yer verilmiştir.12 Eserin Fuat Sezgin tarafından Frankfurt’ta 1986 yılında fotoğraf baskısı yapılmıştır. Matbaa baskısı ise Beyrut’ta Dâr el-Fikr tarafından yapılmıştır. Eserin Selçuklu devlet adamlarıyla ilgili kısmı Ali Sevim tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve 1976 senesinde Türk Tarih Kurumu’nca yayımlanmıştır.13 9 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, X, 26, 41-43, 48-52, 58-59, 70-74, 78-81, 128-129, 135-136. 10 Ali Sevim, “İbnü’l-Adîm”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 478. 11 İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb(Biyografilerle Selçuklular Tarihi), Çev. Ali Sevim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1982, s. 10-11. 12 İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 10-25, 35. 13 İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb(Biyografilerle Selçuklular Tarihi), Çev. Ali Sevim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1982. 6 Araştırmamız için yararlandığımız eser özellikle Süleyman Şah’ın Antakya’yı fethi, Kuzey Suriye’deki faaliyetleri, Kurzâhil ve Aynu Seylem savaşlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.14 el-Bidâye ve’n-Nihâye / İbn Kesîr İbn Kesîr hadis, tefsir, tarih, fıkıh gibi birçok alanda eserler yazmıştır. elBidâye ve’n-Nihâye, müellifin tarih alanındaki önemli eseridir. Genel bir tarih ve biyografi kitabı olan eser 15 ciltten meydana gelmektedir. Dünyanın yaratılışından H.767/1365 tarihine kadar meydana gelen olayları kronolojik sırayla ele almaktadır. Eser dört bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde ruhi varlıkların yaratılışından bahsedilmektedir. İkinci bölümde Hz. Adem’in yaratılışından itibaren insanlık tarihi anlatılmakta ve diğer peygamberlerden ve onların ümmetlerinden bahsedilmektedir. Üçüncü bölümde Hz. Muhammed’in(sav) doğumu ile başlayıp vefatına kadarki hayatı ve faaliyetleri anlatılmaktadır. Dördüncü bölümde ise, dört büyük halife dönemi, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ve Moğollardan bahsedilmektedir. Eser Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti’ne dair bilgiler de içermektedir. Fakat araştırmamız açısından baktığımızda Kutalmış ve Süleyman Şah’ın faaliyetleri hakkında verdiği bilgiler oldukça azdır. 15 Müsâmeretü’l- Ahbâr / Kerimü’d-din Mahmûd-i Aksarâyî Kerimü’d-din Mahmûd-i Aksarâyî’nin hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Ancak onun Aksarâyî lâkabını kullanması sebebiyle Aksaraylı bir aileden geldiği tahmin edilmektedir. Eser incelendiğinde müellifinin iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Müellif, Anadolu Selçuklu Devleti tarihine dair çok önemli bir kaynak olan Müsâmeretü’l-Ahbar ve Müsâyeretü’l-Ahyâr adlı eserini 723/1323 yılında yazmıştır. Dört bölümden oluşan eser, İlhanlı Devleti’nin valisi olan Timurtaş’a ithaf edilmiştir. Eserin birinci bölümünde Rûmî, Hicrî, Yezdgerd ve Celâlî takvimlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölümde Hz. Muhammed’in(sav) hayatı, Dört Halife 14 İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb, s. 51-62. 15 Kuşçu vd., Selçuklu Tarihçiliği, s. 42-43. 7 Dönemi, Emevî ve Abbâsî tarihlerinden bahsedilmektedir. Üçüncü bölümde müellif, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar meydana gelen olayları ve II. Gıyâseddin Keyhusrev’e kadar olan Anadolu Selçuklu Devleti tarihini konu edinmiştir. Son bölümde ise 13. yy. ın ikinci yarısından 14. yy. ın ikinci yarısına kadarki geçen sürede yaşanan olayları kendi gözlemleriyle aktarır. Bu açıdan eserin dördüncü bölümü araştırmacılar için önemlidir.16 Eser, Kutalmış’ın faaliyetleri ve saltanat mücadelesinden, Süleyman Şah’ın Kilikya seferinden, Müslim’e karşı giriştiği Kurzâhil Savaşı’ndan ve Tutuş’a karşı mücadele ettiği Aynü Seylem savaşından bahsetmektedir.17 Abu’l-Farac Tarihi / Abu’l- Farac Abu’l-Farac, doğduğu köye nispetle İbnü’l-İbrî lakabıyla bilinmektedir. Ancak Batılılar ona Bar Hebraeus, Süryanîler ise Bar İbrâyâ demektedir. Müellifin eseri, Hz. Adem’den başlayıp 1286 yılına kadar cereyan eden olayları içermektedir. Eser iki kısımdan meydana gelmektedir. Eserin ilk kısmında, çeşitli dillerde yazılmış kaynaklardan yararlanılarak kronolojik bir şekilde dünya tarihi yer almaktadır. Müellif on altı başlıktan oluşturduğu birinci kısımda Hz. Adem’den Yeşû’ya kadar atalar, Benî İsrâil’in Hükümdarları, Medler, İbrânîler, Persler, Keldânîler, Yunanlılar, Roma İmparatorları, Bizanslılar, İslam’ın doğuşundan Abbâsî Halifeliği’nin yıkılışına kadar İslâm Tarihi, İsmâilîler, Hârizmşahlar, Haçlılar, Moğollar ve Selçuklular hakkında bilgiler vermektedir. Eser Süleyman Şah ile ilgili olarak Emîr Porsuk ile mücadelesi, Nikephoros Botaneiates ile ittifakı, Üsküdar’a gerçekleştirilen akınlar, Antakya’yı fethetmesi, Kilikya seferi, Şerefü’d-devle Müslim ile mücadelesi ile Kurzâhil Savaşı, Melîk Tutuş ile karşılaştığı Aynü Seylem Savaşı ve vefatı hakkında bilgi vermektedir. Eserin ikinci kısmında ise kilise tarihinden bahsedilmektedir.18 16 İsmail Aka, “Aksarâyî, Kerîmüddin”, DİA, İstanbul, 1989, II, 293. 17 Kerimüddin Mahmud Aksarayi, Müsameretü’l-Ahbar, Çev. Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000, s. 10-11, 14-15. 18 Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-İbrî”, DİA, İstanbul, 2000, XXI, 92-94; Kuşçu, Selçuklu Tarihçiliği, s. 87. 8 Türkiye Tarihi Selçuklular Devri / Mükrimin Halil Yinanç Mükrimin Halil Yinanç, İslâm Ansiklopedisi için birçok madde yazmıştır. Yinanç, Türkiye Selçuklu Tarihi ve Beylikleri hakkında çeşitli dergilerde birçok makale ve eser yayımlamıştır. Türkiye Tarihi Selçuklular Devri eseri, Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesi ile ilgili Türkiye’de yazılmış olan ilk eser olma özelliğine sahiptir. Eserde Süleyman Şah’ın faaliyetleri ile ilgili olarak verilen ayrıntılı bilgilerden biz de çalışmamızda istifade ettik. Eserde Kutalmış’ın faaliyetleri, Kutalmış’ın Sultan Alparslan’a karşı mücadelesi ve vefatı, Süleyman Şah tarafından Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulması, Süleyman Şah’ın Marmara bölgesinde gerçekleştirdiği akınlar, Sultan Melikşah’ın Emîr Porsuk’u Mansur’un üzerine göndermesi, Süleyman Şah’ın Haleb kuşatması, Kilikya ve Antakya seferi ve Melîk Tutuş ile giriştiği savaşın sonucunda vefatından bahsedilmektedir.19 Selçuklu Tarihi / İbrahim Kafesoğlu Selçuklu Tarihi adlı eseri altı bölümden oluşmaktadır. Büyük Selçuklu Devleti ve onun vasalı olan devletler hakkında geniş bilgiler vermektedir. Süleyman Şah’ın, Anadolu’daki faaliyetlerinden ve İznik’i alarak gerçekleştirdiği akınlardan bahseden bu eser, ayrıca Süleyman Şah’ın Flaretos’un hâkimiyeti altında bulunan Antakya şehrini elde etmesi üzerine Tutuş ile arasının açılması ve gerçekleşen mücadele neticesinde Süleyman Şah’ın intihar etmesi olayını da ele almaktadır. Eser, 1972 yılında Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları tarafından İstanbul’da yayımlanmıştır. 20 Müslüman-Türk Devletleri Tarihi / Erdoğan Merçil Ahmed b. Mahmud’un Selçuk-Nâme adlı eserini Türkçeye kazandıran yazarın Müslüman-Türk Devletleri Tarihi adlı eseri, bu araştırmada yararlanılan kaynaklardandır. Eserin konusunu Türk Devletleri ve Beyliklerinin siyasi ve sosyal 19 Hakkı Dursun Yıldız, “Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç ve Eserleri”, Tarih Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1971, sayı:25, s. 189. 20 Abdülkadir Donuk, “Kafesoğlu, Halil İbrahim”, DİA, İstanbul, 2001, XXIV, 145. 9 tarihi oluşturmaktadır. Bu kapsamda eserinde Anadolu Selçuklu Devleti’ne de yer vermiştir. Eserinde Anadolu’ya Süleyman Şah’ın gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk başkentinin neresi olduğu, Süleyman Şah’ın 1080 yılında İznik’i elde ettiği konularına yer vermiştir. Dragos Suyu Antlaşması’yla birlikte Süleyman Şah’ın Bizans ile olan sınırının güvenliğini sağladıktan sonra İstanbul ile bağlantısı kesilen Bizans’ın güney ve doğu şehirlerini elde etmek için harekete geçtiğinden bahsetmektedir. Müellif, Süleyman Şah’ın Kilikya ve Antakya seferleri ile Şerefü’ddevle Müslim’le mücadelesi ve Kurzâhil Savaşı’ndan da bahsetmektedir. Melîk Tutuş ile Süleyman Şah’ın Aynü Seylem bölgesinde muharebesinden ve sonucunda Süleyman Şah’ın intihar ettiğinden bahseder. Eser, ilk olarak 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları tarafından basılmıştır. Sonrasında Türk Tarih Kurumu tarafından 1991 yılında tekrar yayımlanmıştır.21 21 Emine Uyumaz, “Prof. Dr. Erdoğan Merçil’in Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e Armağan, ed. Emine Uyumaz, Muharrem Kesik v.d., Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul 2013, s. 9-13. 10 BİRİNCİ BÖLÜM ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ ÖNCESİ BÖLGE DEVLETLERİNE KISA BİR BAKIŞ Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından Anadolu’da kurulmasından önce bölgede Bizans İmparatorluğu, Abbasi ve Fatımi devletleri, Büyük Selçuklu Devleti ile Büveyhoğulları vardı. Bu devletlerden başka Kafkaslar’da Aphaza ile Gürcüler, İsfahan ile Hemedan’da Kâkuyeoğulları, Haleb ve çevresinde Mirdasoğulları, Erran’da Şeddadoğulları, Musul ve çevresinde Ukayloğulları, Hazar Denizi’nin güneyinde Ziyaroğulları, Diyarbakır ve çevresinde Mervanoğulları gibi birtakım küçük beylikler bulunuyordu.22 Sonraki devirlerde Selçuklular İslâm dünyasına ve Anadolu’ya hâkim olunca tüm bu beylikler ve küçük devletler Selçukluların hâkimiyeti altına girdiler. 1. Bizans’taki Durum Bizans’ta Justiniaus’tan sonra Bizans’a en parlak devrini yaşatan II. Basil’in ölümü imparatorluk için bir dönüm noktası oldu. Çünkü bu imparatordan sonra tahta geçen hükümdarlar döneminde Bizans’ta bir anarşi ve gerileme hâkim olmuştur. Bu dönem Aleksios Komnenos’un tahta geçmesine kadar devam etmiştir. II. Basil döneminde Balkanlar’dan Güney Kafkasya’ya, Adriyatik’ten Güney İtalya’ya kadar uzanan Bizans sınırları, gerileme devrinde, bir yandan Normanlar, Peçenekler ve Uzlar (Hıristiyan Oğuzlar), diğer yandan da özellikle Anadolu Selçuklu baskıları nedeniyle oldukça daraldı. Dolayısıyla doğuda, birçok sınır bölgeleri, Selçuklu idaresine geçti. Özellikle imparatorluk içinde büyük toprak sahiplerinin arazilerini küçük toprak sahiplerinin aleyhine genişletmeleri, sivil yönetimin askeri aristokrasi üzerinde üstünlük sağlaması, orduya gereken önemin verilmemesi, Bizans parasının değerini kaybetmesi, halka ağır vergilerin yüklenmesi ve hizmet karşılığında toprakların şahıslara verilmesi, imparatorluğun gerilemesinde önemli sebepler arasındadır. Böylece 1025 senesinden itibaren VIII. Konstantin, kızları, Zoe ve Theodora dönemlerinde de Bizans’ta çökme dönemi başladı. İmparator III. Romen 22 Ali Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara,1990, s.1. 11 Argyre, bazı vergileri kaldırmak suretiyle küçük toprak sahiplerinin zayıflamasına neden oldu. 1041 yılında imparatorluk tahtına geçen V. Mihail, bir yıl sonra kendisine karşı başlatılan bir isyan sonunda tahttan indirildi ve yerine Theodora imparatoriçe ilan edildi. Böylece o, kız kardeşi Zoe ile birlikte devlet idaresini eline aldı. Bununla birlikte bu idare, Zoe’nin IX. Konstantin Monomak ile evlenmesiyle sona erdi. Artık Monomak, imparatorluk tahtına geçti. Monomak döneminde sivil idare orduya üstünlük sağladı. Dolayısıyla orduda asker sayısı azaltıldığı gibi çeşitli milletlerden ücretli askerler, Bizans ordusunun büyük kısmını oluşturdu. Ayrıca önemli makamlara da Psellos, Xiphilin ve Mavropous gibi bilginler atandı. Bu tutumun olumsuz bir sonucu olarak görevlerinden alınan generaller, ayaklanma teşebbüslerinde bulundular. Fakat bu ayaklanmalar zorla da olsa bastırıldı. Dış olaylara gelince, Tuna boylarında harekete geçen Peçenekler kontrol altına alındı. Fakat Güney İtalya’ya yerleşen Normanlar, Bizans memleketlerini işgal etmeye başladılar. Onların durdurulması için gösterilen tüm çabalar olumlu bir sonuç vermedi. Dolayısıyla imparatorluğun güney sınırları ciddi bir tehlike içine girmiş oldu. Buna karşın imparatorluğun doğu sınırları daha dengeli bir durumdaydı. Mısır Fatımileri ile dostluk devam ederken Anadolu’yu istila ve fethetmekte olan Selçuklularla çarpışmalar devam ediyordu. Özellikle IX. Konstantin’in sınırları koruma hizmetlerini vergi karşılığında vermesi, Bizans savunma dengesini ciddi şekilde sarsmış, dolayısıyla Selçuklu istilasını kolaylaştırmıştır.23 IX. Konstantin’in ölümü üzerine Theodora, tekrar Bizans tahtına geçti. (1055) 24 Onun bir yıllık idaresi boyunca, imparatorluk dışta ve içte çok iyi bir halde değildi. Theodora’nın ardından VI. Mihail imparator oldu. O, kendisini destekleyen sivil parti üyelerine büyük unvan ve hediyeler verdi. Diğer taraftan ordu komutanları ayaklandı ve sonrasında İsaakios Komnenos imparator ilan edildi. Böylece ordu tekrar idarede hâkim duruma geçti. Fakat onun, bir sefer sırasında ölümü üzerine, X. Konstantin Dukas Bizans tahtına geçti (Kasım 1058). Bir yıl sonra Peçeneklerden de yardım alarak Tuna’yı geçip saldırıya başlayan Macarlarla barış yapıldıysa da 1064 yılında onların Belgrad’ı ele geçirmelerinin önüne geçilemedi. 1065 yılında, Kumanların baskısı sonunda, Hazar 23 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah, s.13. 24 Işın Demirkent, “Bizans”, DİA, İstanbul, 1992, VI, 243. 12 Denizi bölgesinden ayrılan Oğuzlar, Tuna’yı geçip Makedonya ve Tesalya’ya kadar olan bölgelere akınlar düzenlediler. Diğer yandan Normanlar da Bizans memleketlerini işgale devam ediyorlardı. Dukas’ın ölümünden (1067) sonra karısı Evdokia, üç oğlu adına imparatoriçe oldu. Bununla birlikte saraydaki türlü eğilimdeki grupların devlet idaresine rastgele karışmaları nedeniyle, imparatorluk eyaletleri ve ordu büyük ölçüde ihmale uğradı. İşte bütün bu nedenlerle, imparatorluğun diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Anadolu’da da Selçuklu istila ve fetihlerini durdurabilecek düzenli ordu birlikleri mevcut değildi. Ülkenin böyle ciddi iç ve dış sorunlarla karşı karşıya bulunduğu bir sırada idareye geçen Evdokia, imparatorluğun bürokratların ellerinde nasıl kötü bir sona doğru gitmekte olduğunu görüyordu. Bu nedenle özellikle saraydaki askeri grubun etkisiyle, hırslı bir general olan Romanos Diogenes ile evlendi (1068). Kendisinden, imparatorluğun çöküşünü durdurması beklenen yeni imparator, boş bir hazine, uzun seneler ihmal edilmiş bir ülke ve dağınık bir ordu ile karşı karşıya gelmişti. Bu durum karşısında o, devlet idaresinde bazı yeni düzenlemeler yapmak istedi. Fakat idareyi bir türlü elinden bırakmayan karısı Evdokia buna bir türlü fırsat vermiyordu. Bu sebeple o, sarayı terk ederek Anadolu yakasına çekildi ve Anadolu’daki Selçuklu askeri hareketlerini durdurabilmek amacıyla, hazırlıklara başladı. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te yaptığı savaşta Sultan Alparslan karşısında yenilgiye uğrayıp tutsak edildi. Böylece onun da imparatorluğu sona ermiş oldu. Bundan sonraki devirlerde de Selçuklu istila ve fetihleri nedeniyle Bizans’ın Anadolu’daki hâkimiyeti çökmeye devam etti.25 2. Abbasi Hilâfeti Adını Hz. Muhammed'in(sav) amcası Abbas b. Abdülmuttalib b. Haşim'den alan bu hanedana ilk atalarına nispet edilerek "Haşimiler" de denilmektedir. İslam âleminde Emeviler'in yerine Abbasiler'in idareyi ele geçirmesiyle siyasi, idari, askeri ve ilmi alanlarda çok büyük değişiklikler olmuş, Abbasiler'in yönetime geldikleri 750 yılı, İslam tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Abbasiler'in yönetime gelmesi, Emevi yönetiminden memnun olmayan grupların lider kadrolarının temsil ettiği ve önderliğini yaptığı yoğun bir propaganda ve 25 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah, s.13. 13 teşkilatlanan büyük bir kitlenin faaliyeti sonucunda mümkün olmuştur. Emevi halifelerinin bir asır kadar devam eden idarelerinde benimsedikleri siyasi görüşler ve yaptıkları uygulamalar geniş bir alana yayılmış bulunan İslam toplumu içinde çeşitli asi unsurların ortaya çıkmasına ve sonunda Emevi hanedanının yıkılmasına yol açmıştır. Ülke genelinde hâkim olan memnuniyetsizlikten yararlanan Abbasiler, az bir sürede Emeviler'e karşı başlatılan harekete yön verir hale geldiler. Hz. Peygamber'in(sav) amcası Abbas ve oğlu Abdullah siyasi olaylara katılmamış, ilimle meşgul olmuşlardır. İşte burada, İslam'daki siyasi mücadelenin belki en eski propaganda hareketi başlamış oldu. Abbasiler daha harekete geçmeden önce Horasan'da güçlü bir unsur olan Şiiler faaliyet halinde idiler. Şiiler Hz. Muhammed'in(sav) ailesinden birinin halife olmasını istiyorlardı. Abbasiler daha başlangıçta bu konuda Şiiler'in desteğini sağladılar. Abbasi ihtilâli, Emevi hanedanına karşı cephe almış çeşitli unsurların birlikte hareket etmeleri sonucunda başarıya ulaşmıştır. İhtilâli harekete geçiren ve başarıya ulaştıran güç ırki bir temele değil, çeşitli menfaat gruplarının işbirliğine dayanıyordu. Abbasiler hilafeti ele geçirdiklerinde, genellikle Emeviler'in temsil ettiği "mülkdevlet" yerine dine dayalı devlet şeklinde gerçek halifelik fikir ve idealini temsil eden kişiler olarak karşılandılar. Abbasiler hilafet merkezi olarak Suriye yerine lrak'ı tercih ettiler.26 Birinci halife Ebu'l-Abbas es-Seffah, Fırat'ın doğu tarafında bulunan küçük Haşimiyye şehrini merkez yaparak bir müddet orada oturdu. Kısa bir süre sonra da merkez Enbar'a nakledildi.27 İkinci Abbasi halifesi ve birçok açıdan hanedanın gerçek kurucusu olan Ebu Ca'fer el-Mansur, Dicle kıyısında, Sasani İmparatorluğu'nun eski başkenti olan Medain harabeleri yakınında bulunan ve Abbasiler'in sürekli başkenti olacak yeni bir şehir kurdu. Resmi adı “Medinetü’s- 26 Hakkı Dursun Yıldız, ”Abbasiler”, DİA, Ankara, 1988, I, 31. 27 Hakkı Dursun Yıldız, “Ebü’l-Abbas es-Seffah”, DİA, İstanbul, 1994, X, 284. 14 selam” olmasına rağmen burası aynı yerde bulunan eski bir İran köyünün adıyla “Diyar-ı Bağdad” olarak tanınmıştır.28 Abbasi ihtilâlinin başarıya ulaşması ile beraber Araplar ve özellikle Suriyeliler için hâkimiyet dönemi sona ermiş oluyordu. Böylece Arap ve mevali arasındaki fark ortadan kalkmış, hatta mevali Araplar'a karşı üstünlük bile kazanmıştı. İhtilâlin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Horasanlılar devletin üst makamlarını paylaştılar. Hareketin önderi Ebu Müslim büyük bir nüfuz ve iktidar sahibi oldu. İlk Abbasi halifesi adeta onun gölgesinde kalmıştı. Halife Mansur, Ebu Müslim'in bu hâkimiyetine tahammül edemeyerek onu öldürttü. Ancak bununla devlet içerisindeki İran nüfuzu kırılmış olmuyordu. Türkler, Abbasi İmparatorluğu'nda Arap ve İranlılar'ın nüfuzuna karşı çıkabilecek tek kuvvetti. Me'mun'un halifeliğinin son yıllarında Türkleri askeri birlikleri arasına almaya başladığı ve bunu bir devlet politikası haline getirdiği gözlenmektedir. Kaynaklar Me'mun'un son yıllarında halife ordusu içinde Türklerin sayısının 8.000- 10.000 civarında olduğunu ve komuta heyetinin Türklerden meydana geldiğini ifade etmektedir. Halife Me'mun'un ölümünden sonra kardeşi Mu'tasım Türklerin desteği sayesinde hilafet makamına geçti. O da ağabeyi gibi çeşitli Türk ülkelerinden birlikler getirmeye devam ederek kısa sürede ordunun büyük bölümünü Türklerden meydana getirdi. 836'da Samerra şehrini kurarak Türk birlikleriyle birlikte hilafet merkezini oraya taşıdı. Böylece 892 yılına kadar sürecek olan "Samerra dönemi" başlamış oluyordu. Türk komutanları yavaş yavaş yönetim kadrolarına da hâkim olarak devletin idaresinde büyük ölçüde söz sahibi oldular. Halife Mütevekkil'den itibaren istediklerini halife yapıyor, istemediklerini bu makamdan uzaklaştırıyorlardı. Diğer taraftan halifeler de Türklerin baskısından kurtulmak için çaba sarf ediyor ve fırsat buldukça Türk komutanlarını öldürüyorlardı. Halifelerle Türkler arasındaki bu mücadele, 892 yılında merkezin tekrar Bağdat'a taşınmasına kadar devam etti. Abbasi hilafetinin resmen ortadan kaldırılmaya girişildiği bu sıralarda İran'da yeni bir güç ortaya çıkmıştı. Bu güç; Sünni inancı benimsemiş olan Selçuklular idi. 28 Nahide Bozkurt, “Mansur”, DİA, Ankara, 2003, XXVIII, 6. 15 Arslan el-Besasiri'nin hutbeyi Fatımi halifesi adına okutması, Selçukluları harekete geçirdi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'ı Arslan el-Besasiri’den kurtararak halifeye dini itibarını iade etti. Yarım asır kadar halifeler, Selçukluların siyasi hâkimiyetleri altında varlıklarını sürdürdüler. Selçuklular yalnız Bağdat'ı değil, bütün Irak ve Suriye'yi de Fatımi tehlikesinden kurtardılar. Aynı zamanda, başta Bağdat olmak üzere başlıca büyük şehirlerde medreseler kurarak fikri bakımdan da Şiiler'e karşı harekete geçtiler. Abbasiler döneminde siyasi, iktisadi ve dini nedenlere dayanan isyanlara sık sık rastlanmaktadır. 752'de Suriye'de Emevi hanedanının haklarına sahip çıkmak isteyen bir isyan oldu. İsyan çabuk bastırıldı; ancak Emevi taraftarları, Emeviler'in bir gün tekrar dönerek adaleti sağlayacaklarına inanıyor, çok tehlikeli boyutlara varmamakla beraber Suriye'de zaman zaman ayaklanıyorlardı. Diğer taraftan Şiiler, başarıya ulaşmasında büyük ölçüde yardımcı oldukları ihtilalden sonra Abbasi ailesinin hilafete geçmesini sindiremiyorlar ve hilafetin kendi hakları olduğunu açıkça ilan ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali'nin oğlu Hasan'ın soyundan gelen Muhammed enNefsü'z-Zekiyye ve kardeşi İbrahim, halifelik iddiasıyla harekete geçtiler. Ancak 762 yılında Muhammed ve ertesi sene de İbrahim yakalanarak idam edildi. Şiilerin ayaklanmaları bununla bitmedi. Fırsat buldukça ortaya çıktılar; fakat bir sonuç elde edemediler. Ancak bunlardan daha önemlisi, Halife Mansur’un 755 yılında Ebu Müslim'i öldürtmesi bahane edilerek İran’da başlatılan bir seri ayaklanmadır. Bu ayaklanmaların temelinde belirli bir noktaya kadar milliyetçi düşünceler bulunuyordu. Yine aynı tarihlerde Ebu Müslim'in adamlarından İshak et-Türkî, Maveraünnehir'de ayaklandı ve iki sene halife kuvvetlerini uğraştırdı. 757 yılında Üstazsis adlı birisi Herat, Badgis ve Sistan taraflarında isyan çıkardı; bir yıl kadar devam eden mücadeleden sonra isyan bastırıldı ve Üstazsis esir edildi.29 Horasan'daki isyanların en tehlikelisi, Mukanna' (Peçeli) isyanıdır. Fikirleri günümüzdeki komünizme benzeyen Mukanna'ın isyanı, ancak 789 yılında bastırılabildi.30 Halife Mehdi zamanında eski İran dinlerini ihya etmek için daha 29 Yıldız, ”Abbasiler”, DİA, Ankara, 1988, I, 34. 30 Mustafa Öz, “Mukanna’ el-Horasani”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI, 124. 16 birçok isyan olmuştur. Tüm bu olaylar üzerine, ayaklanmaları bastırmakla görevli “Divanü'z-zenadıka” ismi verilen bir müessese de kurulmuştur. Abbasiler döneminde ortaya çıkan isyanların en önemlisi, geniş bir alana yayılması, devamlılığı, teşkilatlanması ve bütünlük arz etmesi bakımından Babek elHürremi’nin isyanıdır. Siyasi ve askeri alanda dikkate değer yeteneklere sahip olan Babek'in taraftarlarının çoğunu köylüler oluşturuyordu. O, büyük arazilerin taksim edileceğini vaat ediyor ve sözünü de tutuyordu. 816 yılında Azerbaycan'da isyan bayrağını açan Babek, uzun süre isyanını devam ettirmiş, üzerine gönderilen kuvvetleri yenerek nüfuz alanını genişletmiş, nihayet 837 yılında Halife Mu'tasım'ın Türk asıllı komutanlarından Afşin tarafından yakalanarak idam edilmiştir. Diğer yandan, Zenc adıyla bilinen siyahî kölelerin 869-883 yılları arasındaki isyanı, daha çok ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklanıyordu. Basra bölgesinde tuzla ve çiftliklerde çalışan bu köleler son derece zor şartlarda hayatlarını devam ettiriyorlardı. Hz. Ali soyundan geldiği iddia edilen Ali b. Muhammed, türlü vaatlerle Zenciler'i harekete geçirdi, isyana birbiri arkasından katılan yeni gruplarla bu hareket hızla gelişti. Zenciler'in askeri harekâtı başlangıçta oldukça parlaktı. Güney Irak ve Güneybatı İran'ın önemli bölgelerini hâkimiyetleri altına alıp Basra ve Vasıt'ı ele geçirdiler. Böylece Bağdat'ı da tehdit etmeye başladılar. Nihayet uzun ve zorlu mücadelelerden sonra isyan güçlükle bastırılabildi. Üçüncü Abbasi Halifesi Mehdi, İslam devletindeki iç karışıklıklardan yararlanmak isteyen Bizans İmparatorluğu'na bir ders vermek amacıyla 782 yılında İstanbul'a büyük bir sefer düzenledi. Oğlu Harun komutasındaki İslam ordusu Üsküdar'a kadar gitti ve Kraliçe İrene'yi yıllık vergi ödemek koşuluyla barış yapmaya zorlayarak geri döndü. Halife Harünürreşid, Tarsus'tan başlayarak Malatya'ya kadar uzanan sınır hattını yeniden teşkilatlandırdı, kaleleri tamir ettirdi ve sağlamlaştırdı. Buralara ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen gönüllüler yerleştirilerek akınlara hız verildi. Hatta bu sınır kalelerini “Avasım” ismi verilen yeni bir vilayet haline getirdi. 17 Halife Me'mun, hilafetinin son yıllarında Bizans'a karşı 830-833 yılları arasında bizzat kendisinin de katıldığı üç sefer düzenledi. Orta Anadolu'da Tyana (Tuana) ele geçirilerek şehre Müslüman nüfus yerleştirildi. Bu hareketinden onun Anadolu'yu fethetmek amacında olduğu anlaşılmaktadır. Abbasiler döneminde Bizans'a karşı düzenlenen seferlerin en büyüğü Mu'tasım tarafından yapılmıştır. 838 yılında büyük bir ordu ile Anadolu'ya giren Mu'tasım, Ankara üzerinden yürüyüp bugünkü Afyon yakınlarında bulunan ve o dönemde Anadolu'nun en büyük şehirlerinden biri olan Ammüriyye'yi (Amorion) kuşatarak ele geçirdi. 750-1258 yılları arasında hâkim olan Abbasiler İslam tarihinde Osmanlılar'dan sonra en uzun ömürlü hanedandır. İslam medeniyeti en parlak dönemini bu hanedan zamanında yaşamıştır. 31 Abbasiler uzun süre siyasi alanda hükümranlığı ellerinde tutmuşlar ve bir iki ara hariç, son günlerine kadar İslam dünyasının manevi önderliğini de devam ettirmişlerdir. Abbasi hilafetinin İslam tarihinde olduğu kadar dünya tarihinde de büyük bir yeri vardır. 3. Fatımi Hilâfeti Hanedan ismini Hz. Fatıma'dan alır. Kurucuları Hz. Fatıma ve Hz. Ali yoluyla Hz. Peygamber'in(sav) soyundan geldiklerini iddia ederler. Bu iddianın doğruluğu eski ve yeni âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. İfrikıye'de ortaya çıkan Fatımi Devleti'nin temeli İsmaililik hareketine dayanır. Bu hareket, altıncı imam Ca'fer es-Sadık'a ilişkin başlatılan tartışmalarla ortaya çıktı. İsmaililer Ca'fer es-Sadık'ın, oğlu İsmail'i nas yoluyla halef tayin ettiğini kabul ederler. İsmail 145 /762 yılında daha babası hayattayken vefat edince sonradan İmamiyye Şiası (isnaaşeriyye) diye bilinen grup Ca'fer es-Sadık'ın ikinci oğlu Musa el-Kazım'ı yedinci imam olarak kabul etti. Ca'fer es-Sadık'ın oğlu İsmail'in imamlığını kabul edenler iki gruba ayrılmaktadır. Bunlar İsmail'in ölümü üzerine ortaya çıkmış ve Ca'fer es-Sadık'ın 148/765 yılında vefatından sonra imamiyyeden ayrılmıştır. “Elismailiyyetü'l-halisa” ve “el-ismailiyyetü'l-vakıfe” adlarıyla tanınan birinci grup 31 Yıldız, ”Abbasiler”, DİA, Ankara, 1988, I, 36. 18 İsmail’in daha babası hayattayken öldüğünü inkâr etmekte, onun Ca'fer es-Sadık'tan sonra yedinci imam olduğuna, bir gün mehdi veya kaim olarak döneceğine, babasının onu korumak amacıyla öldüğünü söylediğine ve bunun bir takiyye olduğuna kesin olarak inanmaktadırlar. İkinci grup ise İsmail’in babasının hayatında vefat ettiğini kabul edip İsmail’in oğlu Muhammed'in imamlığını tanımakta ve onu İsmail’in halifesi olmaya layık görmektedir. Bu grup aynı zamanda Muhammed'i Ca'fer esSadık'ın henüz hayattayken oğlu İsmail’in yerine tayin ettiğine de inanmaktadır. Bu gruba göre Hz. Hasan'dan kardeşi Hüseyin'e geçişinden sonra imametin kardeşten kardeşe geçmesi caiz olmayıp ileriki nesillere intikali gerekmektedir. Saltanatının ilk zamanlarında Mısır şehrinin fethedilmesi amacıyla iki defa girişimde bulunan Halife Mehdi, bu girişimlerde başarısız olmuştu. Bu saldırılar Abbasi halifeliğine askeri olarak daha kuvvetli olması gerektiği konusunda uyarı vermiş oldu. Abbasiler bu durum üzerine Mısır şehrinin yönetimini Suriye bölgesinin yönetiminde de hâkim olan Muhammed b. Tuğç'a devrettiler. 303/915 senesinde Mehdi, Doğu Ifrikiye kıyısındaki bir yarım adada Mehdiye ismiyle bilinen bir şehir kurdu. Burayı 308/920 yılında başşehir yaptı. Böylelikle Kayrevan şehrindeki Sünnilerden uzaklaşmıştı. Fatımiler bu sayede Bizans’ın karşısında durabilmiş ve Orta Akdeniz’de üstün olabilmeyi ve etkilerini Sicilya adasına kadar yayılabilmeyi başarmışlardı. Fatımi Devleti'nin tehdit unsuru olan harici Ebü Yezid en-Nükkari'ye Sünni Ifrikiyeliler geçici bir müddet destek verdiler. Fakat 336/ 947 yılında Fatımi Halifesi Mansur Billâh tarafından bu hareket bertaraf edildi. Halife Mansur Billah'ın Ebu Yezid'e karşı kazandığı zaferin ardından Fatımiler, Mehdiye'yi terk ettiler ve yeni başkentleri olan Sayrelmansüriye'ye (Sabra) gidip burada yerleşmeye başladılar. Fatımi Halifesi Muiz Lidinillah, Fatımilerin doğuya doğru genişleme hedefini gerçekleştirilebilmiştir. Fatımi komutanı Cevher es-Sıkılli, el-Mağribü'l-aksa bölgesinde Fatımi etkisinin genişlemesini sağlamış ve onun 357/968 yılındaki bu başarıları halifenin dikkatini çekmişti. Halife onun askeri alandaki dehasıyla Mısır şehrini fethedebileceğini düşünmüştü. Gerçekten de Cevher es-Sıkılli Mısır şehrini ele geçirdi. 19 Mısır şehrinde ilk icraat olarak Cevher'i vazifesinden alan Muiz Lidinillah, onun Fatımi halifeliğine yaptığı hizmetlerden de övgü ile söz etmiştir. Cevher’in yerine Ya'kub b. Killis'i koyarak Mısır’da Fatımi yönetimiyle onu görevlendirdi. Halife Aziz Billâh ile Muiz Lidinillah, Ya'kub b. Killis ve Cevher’in de çabalarıyla iki yüzyıl sürecek olan Fatımi Devleti'nin temellerini atmış oldular. Fatımiler Bağdat şehrini ele geçirmek istiyorlardı. Onlara göre Suriye'yi ele geçirmek, diğer ülkelere de sahip olabilmenin garantisiydi. Çünkü Bağdat şehri Sünni Müslümanların merkezi durumundaydı. Bu hedefi gerçekleştirmek amacıyla Halife Aziz Billâh doğu bölgelerden askerler toparlamaya başladı. Berberiler, devletteki konumlarını kaybetme endişesiyle karşı çıktı. Fakat buna rağmen bu ordunun meydana getirilmesinde Deylemiler’den ve Türklerden büyük ölçüde yararlandı. Fatımiler yeni bir yaklaşım benimseyerek Abbasilerle doğrudan çatışmaya girmediler. İslam dünyasında fiili olarak hâkimiyetin Haremeyn'de (Medine ve Mekke’de) adına hutbe okutulan kişiye ait olacağını düşündüklerinden bu bölgeye hâkim olmaya çalışıyorlardı. Mekke'de Halife Muiz Lidinillah adına hutbe okundu. 365/976 yılında halife henüz Ifrikiye'deyken Aziz Billâh adına da hutbe okutulmuştur. Fatımi halifeliği Aziz Billâh devrinin sonlarına doğru oldukça genişledi. Fatımi daileri Kuzey Afrika ve Suriye’den sonra Musul ve Yemen’de de propaganda yapma imkânını elde ettiler. Aynı zamanda Aziz Billâh, Cuma günleri Kostantine'deki camide kendi adına hutbe okunmasını Bizans imparatoruna şart koymuştu. Halife Aziz Billâh zamanında Fatımilerin Abbasiler aleyhine olan amaçlarına ulaşabilmeleri için de müsait bir zemin oluşmuştu. 386/996 senesinde Aziz Billah'ın vefatından sonra Fatımiler'den dokuz kişi hilafete adaylığını koydu. Bu kişilerin başında Hâkim Bi-emrillah geliyordu. Hâkim Bi-emrillah devri çelişkilerle dikkati çeken bir devirdir. Halife, karakterindeki zayıflık nedeniyle verdiği bir kararı çok az bir süre sonra değiştirirdi.32 Fatımiler zamanında sağlanan dini hoşgörüye rağmen ne Ehl-i sünnet mensupları ne de zimmîler Hâkim Bi-emrillah'ın baskısından kurtulabildiler. Peygamberin ashabına sövgü geleneği yaygınlaştı. Halifenin emir vermesiyle sövme ibareleri dükkân ve ev kapılarına, mescit duvarlarına yazılmaya başlandı. 33 Kendi 32 Eymen Fuad Seyyid, ”Fatımiler”, DİA, Ankara, 1995, XII, 228. 33 Mustafa Öz, “Hâkim-Biemrillah”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 199. 20 yakınları ve yardımcıları da bu zulümden ve baskıdan kurtulamadılar. Onların birçoğu bilinmeyen nedenlerle öldürüldü. Halife yasaklar listesi oluştururdu. Bu listede yer alan yasaklardan birini yapan kişiye ya işkence edilir ya da öldürülürdü. Taşkınlıkları o kadar artmıştı ki 407/1017 senesinde Mısır şehrine gelen üç İranlı'nın teşvik etmesiyle ilahlık iddiasına girişti. Bu dönemde Bizans ve Mısır arasındaki ilişkiler de çok kötü duruma geldi. 27 Şevval 411/13 Şubat 1021yılında Hâkim Bi-emrillah gizemli bir biçimde ortadan kalktı. Müstansır Billâh'ın döneminde(1036-1094) Fatımi Devleti en geniş sınırlarına ulaştı. Yemen ve Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Sicilya, Güney Suriye bölgesi, Afrika'nın Kızıldeniz sahilleri bu devletin hudutları içerisinde yer alıyordu. Aynı zamanda Meşrık'ta Sünnilerin yönetiminde olan birçok şehir hâkimi de Müstansır Billâh'ın himayesine girmişti. Ancak çok kısa bir süre içerisinde bu büyük devlet küçülmeye başladı. Vezir Ebu’l-Kasım Ali b. Ahmed el-Cercerai'nin 436/1045 yılında vefat etmesiyle Fatımilerin çökmekte olduğu net bir biçimde anlaşıldı. Abbasilerle Fatımiler arasında yapılan çatışma da ilk kez Bağdat şehrinde hazırlanmış olan bir şecere ile meydana çıktı. Bu şecerede Fatımilerin nesebine dil uzatılıyordu. Abbasiler, Fatımiler'e karşı Selçuklular'dan yardım istedi. Bir yandan Bizanslılar ile Fatımiler arasındaki ilişkiyi bozmaya çalışırken diğer yandan Ifrikiye valisi Muiz b. Badis'i Fatımi hâkimiyetini tanımamasına ilişkin kışkırttılar. 443/1051 senesinde Muiz b. Badis Fatımiler ile olan tüm irtibatını kopararak Ifrikiye'de okunan hutbeleri Abbasi halifeleri adına okutmaya başladı. Selçuklular da Bizanslılarla anlaşma yapıp onların Mısır şehrine buğday yollamalarına engel oldular. Bunun üzerine Fatımiler ekonomik, siyasi ve askeri yollarla Abbasiler'e tepkilerini ortaya koymaya başladılar. Hindistan'da ve Hindistan'a giden deniz kara ve deniz yolu üzerinde İsmaili mezhebini yayılması amacıyla çabaladılar. Fatımiler bu gayretleriyle Abbasi hilâfetini zayıflatmak ve ekonomik canlılık sağlayarak halifeliklerini kuvvetlendirmeyi amaçlıyorlardı. Ayrıca dailer Abbasiler aleyhine olan propaganda hareketlerini daha da fazlalaştırdılar. Müeyyed fi'd-din eş-Şirazi, Arslan Besasiri'nin 21 Abbasi hilâfetine karşı giriştiği isyana destek vermiş ve Arslan Besasiri Bağdat şehrini ele geçirmeyi başararak Fatımi halifesi adına hutbe okutmuştur. 450/1058 senesinde Abbasi Halifesi Kaim Bi-emrillah'ı bir sene süreyle hapse almıştır. Fakat İslam âlemine canlılık veren ve Tuğrul Bey'in hâkimiyetinde olan Sünni Selçuklu Türkleri, Abbasi hilâfetini Fatımiler’in elinden kurtardı. Sonuç olarak Fatımiler Suriye bölgesindeki hâkimiyetlerini kaybettiler ve 468/1075 yılında bu bölgeler Selçukluların eline geçti. Bu dönemde Mısır büyük bir ekonomik bunalım içindeydi. Farklı askeri grupların arasında ortaya çıkan çatışmalar da karmaşaya neden oluyordu. Halife Müstansır Billâh hadiselerin olumsuz şekilde gelişmesi üzerine, Akka'nın idaresinde olan ordu komutanı Bedr el-Cemali'yi yardıma çağırdı. 466/1074 senesinde Mısır şehrine gelen Bedr el-Cemali istikrar, huzur ve emniyeti tekrar sağlamayı ve karışıklığı kontrol altına almayı başardı. 34 4. Suriye’de ve Filistin’deki Selçuklu Fetihleri Anadolu Selçuklu fetihleri aralıksız devam ederken 11. yy.ın ikinci yarısından başlayarak Filistin ve Suriye’ye de Türklerin gelişi başladı. Bir yandan Hanoğlu Harun, Afşin, Sandak, Demleçoğlu Mehmet, Ahmetşah vs. gibi Türkmen beyleri ve Selçuklu emirleri, Kuzey Suriye’de askeri faaliyetlerde bulunurlarken bir yandan da Yabgulu ve Yuva adlarıyla anılan Nâvekiyye Türkmenleri, Kurlu, Atsız, Şöklü vs. gibi beylerin idareleri altında, Anadolu’dan Filistin’e gelerek burada Büyük Selçuklu Devleti’nin himayesinde bir Türkmen beyliği kurdular. Daha sonra beyliğin başına geçen emir Atsız, Kudüs, Taberiye, Trabluşşam, Sur, Akkâ ve Suriye’nin merkezi konumunda bulunan şehirlerini Fatımiler’den alarak Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti’ni kurmayı başardı. Bununla beraber “Melikü’lmuazzam”(Büyük melik, hükümdar) unvanına sahip Atsız, Mısır’a Fatımilere karşı düzenlediği bir seferde başarılı olamadı. Bunun üzerine Sultan Melikşah Gence Selçuklu valisi bulunan kardeşi Tâcüddevle Tutuş’u fetihleri tamamlaması için Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti hükümdarlığına atadı. Bir müddet sonra Fatımi kuşatma ve baskısı altında bulunan Atsız’ın çağrısı üzerine Dımaşk’a gelen Tutuş, 34 Seyyid, ”Fatımiler”, DİA, XII, 231. 22 Atsız’ın kendisine karşı gizli bazı girişimlerini fark ederek onu öldürdü ve böylece Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti’nin idaresini eline aldı (1078). Çok geçmeden Tutuş, Fatımi istilâsına uğrayan bölge ve yöreleri tekrar ele geçirmeyi başardı. 35 Süleyman Şah’ın Anadolu topraklarında Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmasından önce Anadolu’da büyük devletler ve küçük emirlikler bulunuyordu. Selçuklular bu bölgeye hâkim olduktan sonra bu küçük siyasi birlikler Selçukluların hâkimiyeti altına girdiler. Böylece Selçuklularla birlikte Anadolu’da birlik hâkim oldu. 5. Anadolu’da Selçuklu Fetihleri Selçuk Bey’in oğlu Arslan (İsrâil) Yabgu, Selçuk Bey’in ölümünden sonra onun yerine geçti. Cend bölgesinde uzun süre kalamayan Arslan Yabgu, büyük ihtimalle Cend hâkimi olan Şah Melik’in saldırısıyla Buhara’nın kuzeyinde bulunan Nûr bölgesine göçmeye mecbur oldu. Mâverâünnehir’e gelmiş olan Gazneli Mahmud, bir müddet sonra onu bir tuzakla yakalayıp Hindistan’daki Kalincâr Kalesi’ne hapsetti(1025).36 Oradayken yeğenleri olan Çağrı ve Tuğrul beylere haber yollayarak o ikisini Gazneliler ile mücadeleye girişmeye teşvik etti. Selçuk’un yaşayan tek oğlu olan Musa İnanç Yabgu, Arslan Yabgu’nun vefatından sonra(423/1032) onun yerine geçti. Fakat yönetim fiili olarak Çağrı ile Tuğrul beylerdeydi. Selçuklular ve Karahanlılar’ın arasında olan dostluk, Ali Tegin’in 426/1035’de vefatıyla son buldu. Ali Tegin’in oğullarının çocuk olmasından yararlanan beyler Karahanlı yönetimini ele geçirdiler. Beylerin bu kin dolu hareketleri sebebiyle Nûr bölgesinde yaşayamayacaklarını düşünen Çağrı ve Tuğrul Beyler, Hârizm’e gittiler. Orada Hârizmşah Hârun ile dostça ilişkilerini güçlendirmeye çabalarken Cend sultanı Şah Melik kendilerine baskın yaptı. Hârizmşah Hârun bir suikastta katledildi. Bunun üzerine Hârizm’de uzun süre duramadılar. Gazneli Devleti yönetiminde olan Horasan’a geçtiler (426 /1035); Serahs, Ferâve ve Merv arasındaki Nesâ denilen bölgeye yerleştiler. 35 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah, s.19. 36 Faruk Sümer, “Kutalmış”, DİA, Ankara, 2002, XXVI, 480. 23 Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve Musa İnanç Yabgu, himayesine girmek istediklerini bildirdikleri bir mektubu Gazneli Hükümdarı Sultan Mesud’a gönderdiler. Sultan Mesud bu isteklerini kabul etmediği gibi onları Horasan’dan atmak amacıyla bir ordu hazırlayıp yolladı. 37 Hisâr-ı Tâk’ta bir çarpışmada yaşandı. Bu çarpışmada Selçuklular Gazneliler’i yendiler, büyük bir zafer elde ettiler(426/1035). Sultan Mesud bu zafer üzerine Dihistan’a Çağrı Bey’i, Nesâ’ya Tuğrul Bey’i, Ferâve’ye Musa İnanç Yabgu’yu yönetmek için atadı. 38 Kazanılan bu zafer Çağrı ile Tuğrul beylerin Horasan’da kurmak istedikleri devlet fikrini kuvvetlendirdi. Bunun üzerine tekrar akınlar yapmak için yola koyuldular. Selçukluların akınlarını engellemeye çalışan Gazneliler ile Talhâb bölgesinde, Serahs civarlarında yapılan savaşta tekrar zafer elde edince(429/1038) kendilerini oranın hükümdarı olarak görmeye başladılar ve Horasan’ın bazı yerlerini işgal ettiler. Aralarında yaptıkları anlaşmaya göre Musa İnanç Yabgu Serahs’a, Çağrı Bey Merv’e ve Tuğrul Bey de Nîşâbur’a doğru yöneldi. İbrahim Yinal, Tuğrul Bey’in anne bir kardeşiydi. Tuğrul Bey onu kendisi gitmeden evvel iki yüz-üç yüz atlı ile Nîşâbur’a gönderdi. Nîşâbur camilerinde Tuğrul Bey’in adına “Melikü’l-mülûk” unvanı ile hutbeler okundu. Daha sonra 3.000 atlı ile Nîşâbur’a gelen Tuğrul Bey, Sultan Mesud’un tahtına yerleşti. Kolunda Oğuz elinde sultanlık alâmeti olarak addedilen bir yay, kemerinde ise üç tane ok vardı. Sultan Mesud, ordularının devamlı mağlup olması ile kendisi sefer için yola çıktı. Çağrı Bey’i Ulyââbâd ovasında gerçekleşen çarpışmada mağlup etti. (430/1039). Çarpışmanın ardından Çağrı ve Tuğrul beylerle Musa İnanç Yabgu’nun hali üzerine görüştüler. Musa Yabgu ile Tuğrul Bey, Sultan Mesud’a karşı mücadele etmenin zorluğunu dile getirerek Cürcân ve Irâk-ı Acem’e gidildiği takdirde o çevrelerin kolaylıkla alınabileceğini ve sonrasında Anadolu’ya akınlar düzenlenebileceğini ifade ettiler. Çağrı Bey ise farklı fikirdeydi. O, Gazneli ordusunun eksik taraflarını dile getirerek yerlerinde kalarak savaşmanın daha mantıklı olduğunu iddia ediyordu. Sonuç olarak Çağrı Bey’in düşüncesi onaylandı. 39 37 Faruk Sümer, ”Tuğrul Bey”, DİA, Ankara, 2012, XLI, 344. 38 Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, TDV Yayınları, Ankara, 2014, s. 212. 39 Sümer,”Tuğrul Bey”, DİA, XLI, 344. 24 Horasan‘daki hadiseleri duyan Sultan Mesud’un hızlıca faaliyete giriştiği esnada Çağrı Bey Faryâb ve Tâlekan yörelerini kontrol altına almaya çabalıyordu. Atlı askerlerinden bir bölümü de Belh bölgesinde bulunuyordu. Sultan, üç yüz fil ile destek verilen elli bin atlı ve piyadeden oluşan bu ordunun yönetiminde Belh’e vardı ve hızlıca Serahs tarafına gitti. Sultanın yönetimindeki bu ordu, çevreden katılmış olan yeni birliklerle sürekli güçleniyordu. Çağrı Bey bu arada Serahs’ta bulunuyordu. Nişabur’dan yola çıkarak oraya gelen Tuğrul Bey, Musa Yabgu ve Selçuklu komutanları bir araya gelmişlerdi. 20.000 süvariden oluşan bir ordu emirlerindeydi. Onlardan özellikle Çağrı Bey savaşmak fikrindeydi. 430/1039 tarihinde başlayan savaşlarda Selçuklular yıpratma politikası izlediler. Bu amaçla dağınık bir biçimde sahralara gittiler. Buralarda Gazneli ordusunun onları takip etmesinin imkânı yoktu. Bu sırada Sultan Mesud Selçuklular tarafından boşaltılmış olan Nişabur’a girdi. Gazneli ordusu, Selçukluların sürekli ve bölge bölge devam eden saldırıları karşısında çöl savaşları için yetiştirilmeye çabalandı. Selçuklular Çağrı Bey’in ısrar etmesi sonucunda bahar mevsimi yaklaşınca tekrar meydana çıkarak Sultan Mesud’un karşılanmasını düşündüler. Sultanın idaresinde olan Gazneli ordusu, Serahs’ın kuzeyine doğru yavaş yavaş sahraya gitti. Bu yolsuz alandaki tüm kuyuları tahrip ediyor, peşlerinden gelmekte olan ve durmadan baskın ve hücumlarla yıprattıkları aşağı yukarı yüz bin kişilik bir orduyu suya hasret bırakıyorlardı. Sonunda Merv yakınlarındaki Dandanakan kalesi civarında Selçuklular savaşmayı kabul etti. Üç gün süren savaşta Selçuklular, Gazneli ordusunu yendiler ve birçoğunu yok ettiler. (431/1040) çok sayıda malzeme ve silah ile hazine elde ettiler. Sultan Mesud, yanındaki yaklaşık 100 süvari ile kaçtı. Fakat Hindistan’a doğru yol alırken yolda kendi adamları onu öldürdü. Bu savaş bir Selçuklu özgürlük savaşıydı. Sonunda Cend’e ulaştıkları zamandan beri devam eden zorlu mücadelelerinin sonunda amaçlarına ulaşmışlar ve Horasan’da bağımsız bir devlet kurmayı başarmışlardı. 40 Savaşın sonuncu günü Cuma namazının ardından olan görüşmede Selçuklu Devleti’nin sultanı olarak Tuğrul Bey’i ilan ettiler.41 Dönemin geleneği üzerine, civar bölge hükümdarlarına fetihnameler gönderildi. Ardından yine bu ay 40 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 25. 41 Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 214. 25 içerisinde Merv’de yaptıkları anlaşma ve Tuğrul Bey’in konuşma yapıp açtığı büyük kurultayda önemli kararlara vardılar. Bunların gerektirdiği üzere, Tuğrul Bey’in yazdığı bir mektup Bağdat’a gönderildi. Halifeye yönelik olan mektupta şu andaki durumlar haber veriliyor ve Horasan’da hak yolundan gidileceği, adaletin kurulduğu ifade ediliyordu. Yine alınan kararlara göre ülke, Selçuklu ailesine mensup olan üç reis arasında taksim edildi. Belh ve Serahs bölgelerinin içinde olduğu Gazne ile Ceyhun’un arasında kalan bölge, ana noktası Merv olduğu şekilde, Çağrı Bey’e verildi. Merkezi Herat olan Sistan ile Bust çevresi Musa Yabgu’nun emrine verildi. Sultan olarak başşehir Nişabur’da olan Tuğrul Bey de Irak yöresini aldı. Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış Dâmgan ve Curcan’a, Selçuklu ailesi üyelerinden olan İbrahim Yinal Kuhistan’a, Çağrı Bey’in oğlu olan Kavurd ise Kirman çevresine atanmışlardı. Bunların hepsi Sultan Tuğrul Bey’in emri altındaydılar.42 Selçuklu fetihleri bu şekilde bir süre daha sürdü. Musa Yabgu’nun beş bin atlıyla Herat’ı ele geçirmesinin ardından 1040 yılında Sistan’a gitti, bu bölgeyi hâkimiyeti altına aldı. 43 Çoğunlukla Herat’ta bulunan Musa Yabgu, 1051 senesinde Gazneli hâcibinin elinde olan Sistan’ın başşehri Zerenc’i geri almak üzere oğlu Kara Arslan Böri ile birlikte geldi. Ancak baskına uğrayarak geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Tuğrul gittikten sonra Sistan yine Musa’ya geçti. Çağrı Bey’in oğlu 1054 yılında Sistan’a giderek Hind denizi sahilindeki Mekrân yöresini de Selçukluların idaresine aldı. Burada Yakuti’nin babasının ismine hutbe okutma girişimi Tuğrul Bey’in müdahalede bulunmasıyla sona erdi. Musa Yabgu, Sultan Alparslan aleyhine saltanat davasına giriştiği için, saklandığı Herat kalesinde 1064 senesinde bulunarak sultanın yanına getirildi. Alparslan amcası olan Musa Yabgu’yu bağışlamış, bir süre yanında tutmuş ve daha sonra da kendisine Mâzenderân’ı ikta olarak vermiştir. Sistan’da babasına vekâlet ederek, Ebu’l- Fazl ile birlikte bölgeyi koruyan Böri hakkında son haber ise 1056 Ağustos ayında kendisinin Zerenc’e gelişine ve orada saygıyla karşılanışına ilişkindir. Bir süre Musa Yabgu ile bozuşması sebebiyle Horasan’a geri gitmiş olan Ertaş, Gazneli Sultan Mesud’un oğlu Sultan Mevdud’un 42 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 28. 43 Osman Gazi Özgüdenli, “Musa Yabgu”, DİA, İstanbul, 2016, Ek II, 325. 26 Kaymaz adındaki komutanı aracılığı ile Sistan’ı Selçuklulardan alma girişiminden dolayı, Ebu’l-Fazl tarafından haber yollanması üstüne 1042 yılında Sistan’a gelip, mağlup ettiği Gazneli güçlerini oradan çıkarmıştır. Yine bu sene içinde Tuğrul Bey’in Kirman’a kaçmış olan Cend hâkimi, Selçuklulara düşman olan Şah Melik’i Ertaş yakalayarak Tuğrul Bey’e göndermiştir. Sistan’da Selçukluların hâkim olması için çok çabalar gösteren Ertaş Tebes’de bir suikast sonucunda öldürüldü. Kirman’a yollandığını söylediğimiz, Çağrı Bey’in oğlu olan Kara Arslan Kavurd, 1041 yılından itibaren Buveyhîler’e karşı harekete geçmişti. Emrindeki Türkmen güçleri kuvvetli bir karşı koyuşla karşılaştıysa da kendisinin komutanlık yaptığı 5.000-6.000 kişilik atlı birlikleriyle Kirman’ın kuzey kısmı Serdsîr’e girdi(1051 başları). Ve nihayet başşehre kendisini kapatmış olan Buveyhî Abû Kâlicâr’ın naibinden kenti teslim almıştı. Eşkıya Kufec ve Kufs liderlerini bir saldırıda kılıçtan geçirerek Kirman’ın güneyindeki dağlık bölge Germsir’i de kurtarmıştı. Bu şekilde tüm Kirman bölgesini Selçuklu yönetimine almış oldu. Kendi isteğiyle tâbi olmak isteyen Hürmüz emirliği üzerinden gittiği Arabistan yarımadasındaki Umman’ı Selçuklu yönetimine geçirmekle büyük bir devleti almış olan Kavurd, kardeşi Alparslan’ın Selçuklu sultanı olmasının ardından saltanatta kendisinin de hakkı olduğunu iddia ederek ayaklandı. Bunun üzerine Alparslan Kafkas seferini yarım bırakıp, hızlıca Kirman’a döndü. Fakat Kavurd geri adım atarak Alparslan’dan af diledi ve o da onu affetti. 459/1067 yılında yeniden ayaklandı. Sultan Alparslan’ın oğlu Melikşah’ın ismini hutbede okutmaya yanaşmıyordu. Sultanın birliklerinin Kirman’a gelmesiyle affedilmesini istedi ve yine affedildi. Alparslan’ın vasiyetleri arasında, 460/1068'den sonra Fars’a da hâkim olan Kavurd’un elinde bulunan yerlerin iyi bir biçimde hâkimiyet altında tutulması da yer alıyordu. Melikşah sultan olunca Kavurd, Rey’i hâkimiyeti altına alarak, sultanlığını açıklamak üzere girişimlere başladı. Nizâmü’l-mülk ve Melikşah’ın yönetimindeki birliklerle giriştiği Hemedân bölgesindeki çarpışmada(1073) yenildi ve yakalandı. Daha çok karmaşaya sebep olmamak için, kendi yayının kirişiyle gizli bir şekilde boğduruldu.44 44 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 30. 27 Selçuklu Devleti’nin doğu tarafında yer alan ülkeleri ele geçirmeye çalışan Çağrı Bey, 1040 yılının baharında hücum ettiği Belh yöresini, Gaznelileri yenerek ele geçirdi. Sonrasında Bâdgîs, Cüzcan, Huttalân ve Toharistan’ın başka şehirlerinin hâkimiyetini aldı. Tuğrul Bey’le beraber 1043 tarihinde, Harezm seferini gerçekleştirdi. Daha önce Selçuklular ile işbirliği yapmış olan Harezmşah İsmail Handan, Sultan Mesud tarafından Harezm hâkimiyeti kendisine verilmiş olan Şah melik tarafından yenilmişti (1041). Harezm’i hâkimiyeti altında tutan Şah Melik, Gazneli Devleti’nin önemli dostlarından biri olmuştu. Tuğrul ve Çağrı Beyler Harezm’in merkezi Gürgenç’i(Curcâniye) kuşattılar ve Şah Melik’i perişan ettiler. Harezm böylece Selçuklulara geçerken, Gaznelilere katılmak için kaçan ve Ertaş tarafından yakalanıp, Tuğrul Bey’e gönderilen Şah Melik hapishanede ölmüştür. Çağrı Bey 435/1043-1044’te hasta olduğunda, ülkesinin korunmasını oğlu Alparslan sağlamıştı. Alparslan'ın kazanmış olduğu ilk zaferi yeni Gazneli güçlerinin mağlup edilerek ortadan kaldırılmasıdır. Çağrı Bey daha sonra Tirmiz ve etrafını ele geçirdi ve tüm bu yörelerin yönetimini Alparslan’a verdi. Alparslan, yönetimindeki bölgeleri ele geçirmek amacıyla gelen Karahanlı Arslan Han’ı engelledi. Çağrı Bey ile Karahanlı sultanı arasında yapılan anlaşmayla Karahanlı sultanı sözü edilen bölgelerde Selçukluların hâkim olduğunu kabul etti. Çağrı Bey, Gazne’yi ele geçirmek amacıyla uzun süren mücadelelere girişmiştir. Bu mücadelelerde özellikle Alparslan çok gayret etmiştir ve 1050 yılının güzünde Fars civarını ele geçirerek, oradan Buveyhîleri uzaklaştırmıştır. Ardından 1059 yılında hâkimiyeti eline alan yeni Gazneli Sultanı İbrahim’le Çağrı Bey arasında barış olmuştur. İki devletin arasında yapılan bu anlaşma 50 yıl kadar devam etmiştir. Anlaşmada Hindukûş dağları sınır çizilmiştir. 45 Selçukluların ortaya çıkışından beri, şaşırtıcı cesareti, büyük kumandanlık yeteneğiyle devletin kurulmasında son derece etkili olan, dehası ve siyasetindeki başarısı herkesin dikkatini çeken, kardeşi Tuğrul Bey’in sultan olmasına razı olacak kadar alçakgönüllü olan Çağrı Bey, son olaylardan sonra hastalandı ve 70 yaşındayken Serahs şehrinde vefat etti (453/ 1060). Naşı, daha sonra Alparslan tarafından Merv’de yaptırılan türbeye aktarıldı. Anadolu Selçuklu ailesi dışında tüm Selçuklu 45 Ali Sevim, ”Çağrı Bey”, DİA, İstanbul, 1993, VIII, 185. 28 hanedanlarının atası olan Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan, halife Kaim Bi-emrillâh ile evliydi. Selçuklu devletinin hâkimiyeti böylece kuzey, güney ve doğu taraflarında yaygınlaşırken, batı tarafında da Tuğrul Bey’in yönetiminde önemli fetihler yapılmaktaydı. Tuğrul Bey Taberistan46 bölgesini Selçuklu Devleti’ne bağladı ve o bölgedeki Ziyârî (Vaşmgîri) ve Ravendi hanedanlarını hâkimiyetine aldı(433/1041- 1042). Nişâbûr’dan vazgeçerek, fetih alanlarına daha yakın bulunan Rey’i başşehir haline getirdi. Şehrin imarı için emir verdi. Ardından Dihistan, İsfahan, Kazvîn ve çevresini, oraların yerel hâkimlerinden bazılarını itaati altına almak, bazılarını da yerlerinden atmak şekliyle, Selçuklu Devleti’ne bağlamış oldu. Kutalmış ve İbrahim Yinal yönetiminde yönlendirdiği ordu birlikleri Hulvân, Dînever ve Karmîsîn’i ele geçirdiler(1042-1048). Buveyhî Devleti’nin elinden kaçırdığı bu yörelerde İbrahim Yinal ve Sultan Tuğrul Bey adlarına hutbe okunmaya başlandı. İbrahim Yinal Sermac kalesi, Kinkiver ve Şehrizor’u47 ele geçirmesinin ardından, Tuğrul Bey’in emriyle, Azerbaycan’a gitti. O esnada Türkistan’dan yeni gelmiş olan Türkmenlerin bu bölgelerdeki girişimlerinin engellenmesi amacıyla halife Kaim Bi-emrillâh, İslâm hukuku âlimlerinden ünlü el-Ahkâmu’s-sultâniye yazarı el-Mâverdî’yi Tuğrul Bey’in yanına göndermişti. Elçiyi dört fersah uzaklıktan saygıyla selamlayan Tuğrul Bey, ona askerlerinin çok fazla olduğunu ve elindeki topraklarının yetersiz geldiğini söylemişti. Irak Türkmenleri diye bildiğimiz ve Boğa, Kızıl, Göktaş gibi başbuğların yönetiminde olan bu Türkmenler Oğuzlardan bir bölümü Van bölgesi civarına(Vaspuragan) geldiler. Erzurum’a kadarki bölgede “kartal misali hızlı” atların üstünde gezdiler. Başka Oğuz birlikleri ise, Diyarbakır yönünde Meyâfârikîn (Silvan)- Mardin bölgesine Cizre’ye ve Mervânîler arazisine kadar gittiler. Bir bölümü de Nusaybin, Hulvan ve Sincar civarına gittiler. Fakat bunlar Musul’a hâkim olan Ukaylîler ve Mervânîler tarafından durduruldu. Çok fazla kayıp vermelerinden dolayı buradan Azerbaycan taraflarına ilerlediler. Murat suyu ile Aras nehri arasında karşı karşıya geldiler ve bir çarpışma yaşandı. Başka bir bölüm Türkmenler de, 46Taberistan: İran’ın kuzey tarafında bulunan günümüzde Mâzenderan ismini taşıyan bölge(Osman Gazi Özgüdenli, “Taberistan”,DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 322.) 47 Şehrizor(Şehrezûr, Şehrüzûr, Şehrizol): Kuzey Irak’ta Cibâl bölgesinde verimli bir ovadır.(Ahmet Gündüz, “Şehrizor”, DİA, İstanbul, 2010, XXXVIII, 473.) 29 Taberistan’ın üstünden, Kafkaslar tarafına yönelerek, Şeddadîler’le beraber, Erran mevkiine girip, Ermeni topraklarına akınlar gerçekleştirdiler ve Gürcü Devleti’yle çarpıştılar. Bu arada Bizans imparatoru Konstantinos Monomakhos (1042-1052) akınları durdurmak ve Gürcüler ile Ermenileri kontrol altında tutmak amacıyla, Türklere karşı faaliyete girişerek, bir taraftan Şeddadîlerin merkezi Dvin’e, bir taraftan da Ani’ye kadar ordu göndermişti. Bizans’ın bu şekilde faaliyetlerinin ardından, İbrahim Yinal ve Sultan Tuğrul Bey, Irâk-ı Acem fetihlerini gerçekleştiren Kutalmış’ı güçlü bir ordu ile birlikte Azerbaycan’a yolladı. Musa Yabgu’nun oğlu Hasan da bu orduya dâhil oldu. Gence önlerinde Selçuklu birlikleri Bizans ordusunu mağlup etti(1046). Hasan, ardından Pasinler’in fethedilmesi için faaliyetlere girişti. Buradan güney tarafına ilerlediğinde Gürcü hükümdarı Liparit kumandasındaki Ermeni-Gürcü-Bizans ordusu onu tuzağa düşürerek şehit etti(1047).48 Tek başına kalan Kutalmış, Gence kuşatmasından da sonuç alamadı. Bunun üzerine Sultan Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’ı Bizans’a karşı yolladı ve ona Azerbaycan valiliği verdi. Kutalmış da Yinal’a katılacaktı. 49 Erzurum ovasına kadar giden Selçuklu şehzadeleri, ilk önce Erzurum yakınındaki zengin ve büyük Erzen(Kara-Erzen, bugünkü Karaz) bölgesini kuşattılar. Bu esnada, Liparit yönetimindeki tüm Abhaz ve Gürcistan birlikleriyle takviye edilmiş olan Katakalon idaresindeki 50.000 kişiden oluşan Bizans ordusu imparatorun emriyle, Pasinler ovasına gelmişti. Hasankale bölgesinde iki ordu karşı karşıya geldi. Korkunç çarpışma sonucu Bizans ordusu mağlup edildi. Tutsak olarak alınan birçok komutan ve on binlerce kişi içerisinde Gürcü hükümdarı Liparit de bulunuyordu(1048). Erzurum kuşatıldı ve yüzlerce araba dolusu ganimet alındı. İbrahim Yinal, Liparit de içlerinde olmak üzere, esirler ile ganimetleri Tuğrul Bey’e Rey’e götürdü. Bu sırada Türkler, Van gölünün çevresinden Trabzon’a kadarki olan mevkide yayılıyorlardı. Bu, Selçukluların Bizanslılara karşı kazanmış oldukları ilk zaferdi. Bu zafer sebebiyle Tuğrul Bey ile Bizans imparatoru Monomakhos anlaşma yaptı. Mervânî Nasru’d-devle’nin aracılığı ile Tuğrul Bey’e çok sayıda armağanlar 48 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 34. 49 Sümer, “Kutalmış”, DİA, XXVI, 480. 30 veren Bizans elçisi, Gürcü hükümdarını fidye vererek kurtarmaya çabalıyordu. Tuğrul Bey, Liparit’i fidye almadan özgür bıraktı ve ile barış görüşmeleri için, Bizans’ın başşehrine kendi elçisi olan Şerif Nasru’d-din b. İsmail’i yolladı(441/1049- 1050). Anlaşmada varılan kararlar gereğince, İmparator Monomakhos İstanbul’da tahrip edilen camiyi düzelttirerek içine kandiller astırtmış, halifenin buraya gönderdiği imamın beş vakit namaz kıldırmasına ve burada Tuğrul Bey adına hutbe okutulmasına izin vermiştir. Fakat imparator senede bir vergi vermeyi kabul etmediği için kaygı içerisinde doğudaki şehirlerin kaleleri ve surlarını sağlamlaştırmaya koyulmuştu. Tuğrul Bey, Husrev Fîrûz’un Şîraz’da Alevilerin hutbesini okuması, Buveyhîler’in saldırılarını çoğaltmaları, halifelik merkezinde her daim Mısır Fatımilerince destek verilen başkomutan Arslan Besasiri'nin Selçuklu yandaşlarını takibe başlaması sebebiyle ve halife Kaim Bi-emrillâh’ın davet etmesi üzerine Bağdad’a doğru ilerledi. Halifenin elçisi aracılığıyla halifelik merkezine gitmesi isteniliyordu. Sultan, veziri Amîdü’l-mülkü’l-Kündürî ile birlikte, fillerin de yer aldığı ordusuyla Bağdad’a yaklaşırken, huzursuz olan Besasiri nihayet Mısır’a durumu haber vererek, kuzey tarafına doğru Bağdad’dan yön değiştirdi. Buveyhî hükümdarı Melikü’r-Rahîm, Tuğrul Bey’e bağlı olduğunu iletti. Halife Kaim Biemrillah Sünni İslâm âleminde ve Bağdad’da hutbenin Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ismine okunması emrini verdi. Halife bir kutlama ile karşılamayı düşündüğü Tuğrul Bey’den, halifelik merkezine gitmesi için müsaade isteyen bir rica mektubu aldı. 50 Tuğrul Bey 447/1055 yılında Bağdad şehrine girdi.51 Ancak sonraki gün Bağdad’da meydana gelen bir karmaşaya Kerh mahallesindeki Şii grupların da dâhil olmasıyla durumun kötüleşmesi üzerine, isyan edenler kontrol altına alındı. Husrev Fîrûz ile adamlarının Tuğrul Bey tarafından yakalanması ve hapsedilmesiyle, yüz yirmi seneden daha fazla bir süre hâkimiyetini devam ettiren Şii Buveyhî Devleti son buldu. Komutan Ay Tigin, Tuğrul Bey tarafından Bağdad’a şahne(vali) tayin edildi. Ayrıca Tuğrul Bey para bastırdı. Halifeye, öncekine 50.000 dinar ve bir miktar buğday eklemesi ile, senelik hisse verildi. Daha sonra, Bağdad’da bulunan kendisinin 50 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 35-38. 51 Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 213. 31 inşa ettirmiş olduğu sarayında halifenin armağan olarak verdiği, değerli taşlar ile kaplı altından bir taht üzerindeki Sultan Tuğrul Bey, böylelikle Selçuklu Oğuzlarının yayılmış olduğu Irak-ı Arap ülkelerini ve Bağdad’ı kendi devletine bağlamıştı. Aynı şekilde Abbâsî halifesini de tabiiyetine alarak Sünni İslâm âleminin savunmasını da kendisine görev edinmiş oluyordu. Halife Kaim Bi-emrillah ile Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun’un evlenmesiyle de Selçuklu ailesi ile halifelik ailesinin aralarında irtibatı güçlendiren bir akrabalık bağı kurulmuştu. Arslan Besasiri Fatımîler’den aldığı yardımlar sayesinde Rahbe’de güç toplayarak kendisine karşı yollanan Kutalmış’ı 1057 yılında yendi ve bu durum Tuğrul Bey’i sefer yapmak zorunda bıraktı. Yine bu ay içerisinde faaliyete girişen Yâkutî ve İbrahim Yinal ile beraber sultan Musul’a doğru yönelince Besasiri Suriye tarafına kaçtı. Cizre ve Sincar yapılan hücumlarla ele geçirildi. Hille hükümdarı ile Mervânî hâkimi bir kez daha sultana bağlılıklarını ifade ettiler. Tuğrul Bey, Sincar ve Musul çevresini İbrahim Yinal’ın emrine verdi. Halifelik veziri, sultanı Bağdad’a geldiğinde büyük bir tören ile karşıladı. Halife, sultanı halifelik sarayına davet etti. Orada İslâm dünyasını Tuğrul Bey’in savunmasını meşrulaştıran bir tören düzenlendi. Bütün halifelik erkânının ve Selçuklu devlet adamlarının yer aldığı bu törende halife, Tuğrul Bey’i halifelik tahtının yanında bulunan özel bir biçimde hazırlanmış tahta oturttu ve ona teşekkürlerini sunarak saygıyla karşılık verdi. Bundan sonra Kaim Bi-emrillah hil’atler, sancaklar vermiş olduğu Tuğrul Bey’e taç giydirdi ve altından yapılmış bir kılıçla onu kuşatarak ona “Doğunun ve Batının hükümdarı” unvanını verdi(449/ 1058). Bu arada, Kutalmış’ın kardeşi Resul Tegin, Hûzistan’daki isyanı bastırdı. Daha sonra İbrahim Yinal’da emir almadan Musul’dan çıkarak, eski bölgesi olan Hemedân’a gitti. Bunun üzerine, Besâsîrî’nin istilâsına uğrayan Musul bölgesine Tuğrul Bey ikinci defa sefer yaptı. Nusaybin’e kadar ilerleyerek görevini müsaade almadan bırakmasına rağmen halifenin aracı olması ile ceza verilmeyen İbrahim Yinal’ın, Besâsîrî ve Fâtımîler’in etkisiyle alenen ayaklandığı haberini almasıyla seferinden geri döndü. Ordusunun bir bölümünü ve zevcesini, veziri Amîdü’l-mülk ile beraber Bağdad’da koyarak, kendisi de İbrahim Yinal’ı takip etmeye koyuldu. Kardeşi Ertaş’ın Ahmed ve Muhammed isimlerindeki oğullarının askerleriyle de 32 kuvvetlenmiş bulunan İbrahim Yinal’ın karşısında olumlu sonuç alamayan Tuğrul Bey Bağdad’dan yardım talebinde bulundu. Horasan’dan Alparslan’ı, Kirman’dan Kavurd’u, Çağrı Bey’in oğullarını ve Anadolu sınırından da Yâkutî’yi hızla yardıma çağırdı ve 1059 yılında Rey yakınında yapılan çarpışmada asi orduyu yendi. Muhammed ve Ahmed esir alınarak öldürüldü. İbrahim Yinal ise kendi yayının kirişi ile boğduruldu. Arslan Besasiri Tuğrul Bey’in bunlarla meşgul olmasını fırsat bilerek tekrar harekete geçti. Bağdad şehrine kadar ilerledi ve Bağdad’dan halifeyi çıkartarak hutbenin Fatımiler adına okunmasını sağladı. Basra ve çevresini ele geçirmeye çalıştı. Fakat Tuğrul Bey’in büyük bir zafer elde ederek Bağdad şehrine geldiği haberini alınca korkarak kaçtı. 1060 yılında Besasiri birlikleri Hille’de yakalanıp etkisiz hale getirildi ve Besasiri de öldürüldü. Olay, Bağdad şehrinde ve Müslüman dünyasında büyük bir sevince yol açtı. Bu arada Tuğrul Bey’in devlet işlerinde bilgisi olan çok sevdiği eşi öldü. Bunun üzerine Tuğrul Bey, halife Kaim Bi-emrillah’ın kızı ile evlenme talebinde bulundu. 1062 yılının Ağustos ayında evlendiler. Tuğrul Bey de oldukça yaşlanmıştı. Bu esnada Kutalmış isyan etti ve onunla mücadele etmek zorunda kaldı. Kutalmış, İbrahim Yinal ile işbirliği yaparak onun yenilgisinin ardından, kardeşi Resul Tegin ile beraber saltanat mücadelesini sürdürdü. Gird-i kûh kalesine çekildi, burada vezir Amîdü’l-mülk tarafından kuşatıldı. Bu esnada Bağdad şehrinde coşkulu törenlerle düğünü yapılmış olan Tuğrul Bey, Rey şehrine dönerken hastalandı. 8 Ramazan 455 /4 Eylül 1063 tarihinde yetmiş yaşındayken vefat etti ve Rey şehrindeki türbesine defnedildi. Dindarlığı ve adil oluşu tüm kaynaklarda bildirilen Tuğrul Bey, siyasî görüşlerindeki isabet ve dehası ile Selçuklu devletinin ilk sultanı olmuş ve yirmi beş sene süren saltanatı sırasında temelini attığı büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun sapasağlam bir oluşum olarak tarihte yerini almasını sağlamıştır. Tuğrul Bey bundan dolayı, İslâm ve Türk tarihinde önemli bir konumdadır.52 Alparslan’dan önce Anadolu’daki Selçuklu faaliyetlerini genel olarak değerlendirmek gerekirse; 1040’da Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna kadarki dönem için bir “Keşif harekâtı dönemi” tanımlamasını yapmak yerinde olacaktır. Tuğrul 52 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 38-42. 33 Bey (1040-1063) dönemi ise; Anadolu’da yoğunlaşan Türk savaşlarıyla, bu topraklarda Bizans’ın gücünü kırma ve bölgeyi sonsuza kadar Türk yurdu olmaya hazırlama devresi şeklinde nitelenebilir. Tuğrul Bey döneminde olduğu gibi, Alparslan döneminde de Türkmenler, kimi zaman Selçuklu ordularının idaresinde, kimi zaman da bağımsız gruplar şeklinde Anadolu’ya bir takım seferler yapmışlar, önemli ilerlemeler sağlamışlardır. Ancak Malazgirt öncesinde bu ülkede güvenle oturabilecek duruma gelememişlerdi. Çünkü yapılan bütün fetihlere rağmen, Anadolu’da pek çok merkez, şehir veya kaleler ele geçirilemiyordu. Bizans imparatorluk orduları, çoğu defa Türkmenleri takip ediyorlardı. Görevini bitiren veya sıkışan Türkmenler de Azerbaycan, İran, hatta Irak ve Suriye taraflarına çekiliyorlardı. Bu nedenle bu dönem, tam bir fetih değil, bundan sonraki zamanlarda da gerçekleştirilecek olan fethetme ve yerleştirme faaliyetlerine uygun olan bir zeminin hazırlanmaya çalışıldığı bir zaman dilimidir. Tuğrul Bey, diğer bir kısım önemli meşguliyetleri yanında, bilhassa da İbrahim Yinal ve Kutalmış’ın isyanları ve Bağdat Abbasî Hilâfeti ile ilgili olarak da Arslan Besasiri’nin işgali dolayısıyla Anadolu ile doğrudan, yeterince ilgilenememiş, elde edilen neticelere onun görevlendirdiği Selçuklu prens ve emirlerinin gerçekleştirdikleri askerî faaliyetlerle ulaşılabilmiştir. Sultan Tuğrul Bey 455 yılı Ramazan ayında(Eylül 1063) arkasında evlat bırakmadan vefat edince yeğeni Alparslan, onun vasiyetiyle saltanata geçen Süleyman'ın sultanlığını kabul etmemiş ve süratle mücadele etmeye koyulmuştur.53 Sultan Alparslan (1064-1072) dönemi, Anadolu’nun bir Türk yurdu olması açısından, Tuğrul Bey dönemindeki gelişmelerin artarak devam ettiği ve Malazgirt zaferi (26 Ağustos 1071) ile zirveye ulaştığı dönemdir. Sultan Alparslan, gerçekten kısa süren saltanat dönemine, Malazgirt haricinde iki Anadolu seferi de sığdırmıştır. Alparslan, Tuğrul Bey’in saltanatının sonlarında isyan etmiş bulunan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ı 1064 yılı başlarında etkisiz hale getirdikten ve yönetimde düzenlemeler yaptıktan sonra, devletin fetih amaçlarına uygun olarak 53 Semavi Eyice, “Alparslan”, DİA, İstanbul, 1989, II, 526. 34 Anadolu’ya seferleri sürdürme amacına yönelik olarak Şubat 1064’te başkent Rey’den hareketle önce Gürcistan’da önemli fetihlerde bulundu. Anadolu ile ilgili olarak bölgeye sürekli akınlarda bulunan Emir Tuğtegin ve Tuğrul Bey döneminden itibaren Anadolu’nun Selçuklu askeri faaliyetlerini yönetmekte olan kardeşi Yakutî ile diğer tecrübeli Selçuklu emir ve Türkmen beyleriyle görüşmeler yaptı. Onları da kendine bağladı. Doğu Anadolu’nun Bizans yönetimindeki ünlü kalesi Ani üzerine yürüdü. Kaynakların “Asla zapt edilmez” biçiminde değerlendirdikleri Ani, şiddetli bir kuşatmadan sonra 16 Ağustos 1064’te fethedildi. Şehirde gerekli düzenlemeler yapıldı. Bizans İmparatorluğu’nun ve Hıristiyan dünyasının bu çok meşhur kalesinin artık Müslüman Türklerine ait olması Hıristiyanlar arasında ne derece derin bir üzüntüye neden olduysa, İslâm dünyasında da o derece sevinç ve coşkuyla karşılandı. Sultanın Ani ile birlikte bölgede yaptığı fetihleri haber verdiği ve çeşitli Müslüman hükümdarlarla Bağdat Abbasî Halifesi Kaim Bi-emrillah’a gönderdiği fetihnamesi üzerine Bağdat ve büyük İslâm şehirlerinde sevinç gösterileri yapıldı. Halife tarafından da Sultana “Ebu'l-Feth” unvanı verildi. Alparslan, Ani’nin fethinden sonra huzuruna gelen Prens Gagik’in daveti üzerine Kars’a gittikten sonra, devlet içindeki bazı olumsuzlukları yok etmek ve bilhassa da doğu hudutlarında fetihler gerçekleştirmek üzere Anadolu topraklarından gitti. Sultan Alparslan, 1067-1068 yılında Anadolu’yu da kapsayacak olan ikinci batı seferine Horasan şehrinden büyük bir ordu ile çıktı. Sultan Gürcistan ve Azerbaycan’da bir takım fetihler gerçekleştirdi. Onun asıl hedefi, tüm Aphaza ve Gürcü ülkelerini ele geçirerek bu bölgeleri Selçuklu hudutları içine aldıktan sonra Anadolu fetihleri gerçekleştirmekti. Ancak Karahanlı Devleti hâkiminin vefatıyla meydana gelen durum sebebiyle Alparslan, fetih hareketlerini yapamadan dönmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber o, bir takım birliklerini Anadolu sınırlarında koyduğu gibi, Azerbaycan genel valisi olan kardeşi Yakutî, Kutalmışoğlu Mansur ve Süleyman ile eniştesi el-Basan ve Anadolu’da yapmış olduğu seferlerle şöhret bulan Emir Sunduk’u fetih faaliyetlerinin sürdürülmesiyle vazifelendirdi. Onlar da hızla kendilerine yüklenen vazifeyi yerine getirmeye başladılar. Büyük Selçuklu İmparatorluğu siyasetinde Sünnîliğin savunulmasının ve Şiilikle mücadelenin çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Alparslan’ın eline bu 35 konuda büyük bir fırsat geçmişti. Sekizinci halife Mustansır (1036-1094) döneminde Mısır Fatımî Devleti ciddi sıkıntı ve problemlerle karşılaşmıştı. Bu durumda halifelik veziri Nâsıruddevle Hasan, Buharalı fakih Ebû Câfer Muhammed’i o sırada Horasan’da bulunan Alparslan’a elçi olarak gönderdi. Vezir, Alparslan’a: "Ordusu ile Mısır’a gelmesini, Mısır’ı ona teslim edeceğini ve Şii hutbesini kaldırarak yerine Sünnî hutbesini okutacağını ” söylüyordu. Böylece Fatımi Devleti tamamen ortadan kalkmış olacaktı. Bunun üzerine 1070 senesi ortalarında Alparslan Azerbaycan tarafından Doğu Anadolu’ya girmiş oldu. Sultan burada öncelikle, amcası Tuğrul Bey tarafından iki defa kuşatıldığı halde alınamamış olan güçlü surları olan Malazgirt’i, sonra da Erciş’i fethetti. 54 Ardından da Fırat ve Dicle ile kolları arasında hala alınamamış olan kaleleri aldı. O burada ve gidiş yönündeki diğer bazı merkezleri fethetti. Urfa’yı ise elli gün kuşattıktan sonra, asıl amacına ulaşmakta gecikeceği endişesiyle bıraktı. Yoluna devam etti. Sultan’ın kendisine bağlı olduğu halde çekingen davranan Haleb Mirdasoğulları Emiri Mahmud, cezalandırılması için 1071 yılı Nisan ayının başlarında Haleb şehrini kuşattı. İki ay devam eden kuşatmanın sonrasında, şehrin alınmasına çok yaklaşıldığı bir sırada Sultan, buranın kılıçla fethedilmesiyle savunma imkânlarının zayıflayacağı ve ileride bu durumdan Bizans’ın yararlanabileceği endişesiyle, kuşatmayı kaldırdı. Zaten Mahmud da gerekli saygı ve bağlılığını ifade etmişti. Alparslan Mısır için Dımaşk yönünde yola çıktığında, Romanos Diogenes’in Anadolu’daki faaliyetlerinden haberi oldu, onun elçisi ve teklifleriyle karşılaştı. Bunun üzerine emir Ay Tigin ve Mahmud’u Mısır’ın fethiyle görevlendirerek kendisi vakit kaybetmeden Anadolu’ya döndü.55 26 Ağustos 1071 tarihinde kazanılan Malazgirt Meydan Muharebesi ile Türk’ün Anadolu topraklarını yurt edinmesi, diğer bir ifadeyle Anadolu'nun Türkleşmesiyle İslâmlaşması süreci de yepyeni bir döneme girdi. 54 Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, s. 270-274. 55 Eyice, “Alparslan”, DİA, II, 528. 36 İKİNCİ BÖLÜM KUTALMIŞOĞULLARI’NIN ANADOLU’YA GELİŞİ VE SÜLEYMAN ŞAH’IN ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ’Nİ KURMASI Kutalmış, Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu olan Süleyman Şah'ın babasıdır. "Kutlu, mübarek, uğurlu" anlamında bir isim olan Kutalmış kaynaklardaki yazılışına göre "Kutulmuş, Kutlamış" gibi biçimlerde de okunabilmektedir. Gazneli Mahmud, tuzak ile yakaladığı Arslan Yabgu'yu oğlu Kutalmış ve bazı arkadaşlarıyla beraber Hindistan'daki Kalincar Kalesi'ne hapsetti. Kutalmış bir fırsatını bulup kaleden kaçarak Buhara'ya döndü ve emri altındaki Oğuzlar'la beraber babasını kurtarmak için harekete geçti. Ancak başarılı olamadı ve onun yedi sene sonra zindanda ölümü üzerine amcazadeleri Tuğrul ve Çağrı beylerle işbirliği yaptı. Dandanakan zaferinden (43l/1040) sonra toplanan kurultayda Cürcan ve Damgan'ın fethiyle görevlendirilen Kutalmış, Tuğrul Bey'in Irak'ı yönetimi altına almasının ardından Azerbaycan ve İrminiye'nin fethine görevlendirildi. Kendisine verilen görevleri başarıyla yerine getirdi; Bizanslılar'ın 437/1045-46 yılında Arran'daki Debil şehrine yaptıkları saldırıyı da geri çevirdi. Ertesi sene Şeddadoğulları'na ait Gence şehrini kuşattı, fakat alamadı. 56 Kutalmış, Gence önünde Rum, Ermeni ve Gürcülerden oluşan bir Bizans ordusunu mağlup edip Aras vadisinden ilerledikten sonra başkent Rey’e dönünce Tuğrul Bey’e: “Bu bölgeler zengin ve Romalılar da kadın gibi korkak insanlardır. Bu nedenle buraları kolaylıkla fethedilebilir.” demiştir.57 1048'de Tuğrul Bey, bir sene önce Bizanslılar tarafından pusuya düşürülerek öldürülen amcası Musa Yabgu'nun oğlu Hasan Bey'in öcünün alınmasına, anne bir kardeşi ve aynı zamanda diğer amcası Yusuf Yinal'ın oğlu olan İbrahim Yinal ile Kutalmış'ı görevlendirdi. Birleşik Selçuklu kuvvetleri Kalikala'yı 58 hücumla alıp 56 Sümer, “Kutalmış”, DİA, XXVI, 480. 57 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul, 1979, s. 296. 58 Kalikala: İslam Tarihi kaynaklarında Erzurum ve çevresi için kullanılan isimdir (Cevdet Küçük, “Erzurum”, DİA, İstanbul, 1995, XI, 321.) 37 yağmaladılar ve Pasinler ovasında Bizans ordusunu mağlup ettiler; bu çatışma Türkler'le Bizans arasında yapılan ilk büyük savaştı.
Kutalmış 445/1053-54’de Kars'a saldırıp orada bulunanların tamamını öldürttü. Tuğrul Bey halifenin daveti üzerine Bağdat'a gittiğinde (447/1055) yanında Kutalmış da vardı. Bunun üzerine Büveyhiler'in Türk asıllı komutanı ve Bağdat askeri valisi Arslan el-Besasiri, emrindeki Türk askerleriyle şehri terk etti ve bir süre sonra müttefikleriyle beraber Selçuklular'a tabi olan Musul'a doğru harekete geçti. Tuğrul Bey, Musul Emiri Kureyş’e yardım etmesi için Kutalmış'ı gönderdi. Kutalmış Kureyş'le bir araya geldikten sonra Besasiri'nin üzerine yürüdü. Ancak Sincar yakınında yapılan savaşta mağlup edildi ve canını zor kurtardı (29 Şevval 448/9 Ocak 1057). Tuğrul Bey, Sincarlılar'ı ölü Türk askerlerine uyguladıkları vahşetler sebebiyle ağır bir şekilde cezalandırmak üzere Musul'a geldi ve Sincar ile Musul'un yönetimini İbrahim Yinal'a verdikten sonra Kutalmış ile beraber Bağdat'a döndü. Tuğrul Bey'in halife tarafından Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı ilan edildiği muhteşem törende Kutalmış da hazır bulundu (449/1058). Kutalmış 453/1061’de Tuğrul Bey'e isyan etti ve Damgan(Damegan) yakınlarındaki müstahkem Girdkûh Kalesi'ne kapandı. Kaynaklarda Kutalmış'ın ayaklanma sebepleri hakkında bilgi yoktur. Ancak Tuğrul Bey'in, kısa bir süre önce annesiyle evlendiği kardeşi Çağrı Bey'in oğlu Süleyman'ı veliaht ilan etmesi onun isyanına sebep olmuş olabilir. Çünkü Kutalmış, babası Arslan Yabgu kardeşlerin hepsinden yaşça büyük olduğu ve Gazneliler'in eline düşmeden önce Oğuzlar'ın başında bulunduğu için kendini tahtın gerçek varisi gibi görüyordu. Tuğrul Bey, Kutalmış'ın üzerine asker gönderdiyse de kuvvetleri mağlup edildi. Bunun üzerine Girdkûh Kalesi'ni bizzat kendisi kuşattı; fakat o da başarılı olamadı ve Vezir Amidülmülk el-Kündüri'yi59 görevlendirdi. Kısa bir süre sonra da barış görüşmeleri başladı. Kutalmış ancak şu şartlarla barışa yanaşıyordu: -Sultan kendisine bir şey yapmayacağına dair talak üzerine yemin edecek, -Ayaklanmasından dolayı kendisinden tazminat istenmeyecek, 59Bazı kaynaklarda adı Muhammed b. Mansûr olarak kaydedilmektedir. Geniş bilgi için bkz. Abdülkerim Özaydın, “Kündüri”, DİA, Ankara, 2002, XXVI, 554-555. 38 -Süleyman'ın kız kardeşiyle evlenmesine karşı çıkılmayacak, -Yönetimine geliri bol bir vilayet verilecekti. Bu şartlardan üçünün kabul edilmesine rağmen talakla yemini sultana kimsenin söylemeye cesaret gösteremeyeceği bildirildi ve onun bu konuda ısrarcı davranması üzerine görüşmeler kesildi. Ardından da Amidülmülk kuşatmaya devam ederken Tuğrul Bey Rey'de vefat etti (8 Ramazan 455/4 Eylül 1063). Tuğrul Bey'in ölümüyle Amidülmülk'ün başkente dönmesinden sonra Kutalmış kaleden inerek Hemedan-Rey arasında yaşayan Türkmenler'in yanına gitti ve onlardan kalabalık bir topluluğu hizmetine aldı. Bu sırada kardeşi Resul Tegin de ona katıldı ve kendisini Rey üzerine yürümeye teşvik etti. Kutalmış'ın 50.000 kişilik bir orduyla yola çıktığını haber alan Amidülmülk, Tuğrul Bey'in oğlu Alparslan'ın saltanatı ele geçirmek amacıyla Rey'e doğru gelmekte olduğunu duyunca ondan acele etmesini istedi ve Süleyman yerine Alparslan'ın adına hutbe okutmaya başladı. Bu arada Kutalmış'a karşı bir ordu gönderdiyse de ordusu başarılı olamadı. 21 Zilkade 455(15 Kasım 1063)'te Rey'i kuşatan Kutalmış, Alparslan'ın öncü komutanı Hacib Erdem'in Damgan'a ulaştığını öğrenince şehrin önünden ayrılarak ona karşı gitti ve kuvvetlerini dağıttı. Yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan Alparslan'ın yolunu kesmek için de akarsuların yönünü yol üzerindeki çorak tuz vadisine çevirerek burayı bir bataklık haline getirdi. Fakat olaylar beklediği gibi gelişmedi ve Alparslan bataklığı geçerek Kutalmış'ın ordusunu mağlup etti; kardeşi Resul Tegin ve oğlu Süleyman Şah ile bazı komutanlarını esir aldı. Kutalmış, dağılan ordusundan geriye kalanları kendi kalesi Girdkûh'a doğru çekmeye çalışırken kayalık bir bölgede atından düşerek öldü; naaşı Rey'e getirilip Tuğrul Bey'in türbesine gömüldü (13 Zilhicce 455 / 7 Aralık 1063).60 Müneccimbaşı Şeyh Ahmed Dede Kutalmış ile ilgili şunları kaydeder: “456/1064 yılından 704/1304-1305 yılına değin Anadolu’da buyrukları geçmiş olan Selçüklülerden on beş sultan geldi. Birincileri Dakak oğlu Selçuk oğlu İsrail’in torunu Süleyman’dır. Süleyman, Kutalmış 61 oğludur. Dedesi İsrail Gaznelilerden Sevük Tegin oğlu Yeminüddevle Mahmud’un elinde tutsak olunca, israil’in 60Sümer, “Kutalmış”, DİA, XXVI, 480; Mustafa Keskin, “Gazi Süleyman Şah ve Türkiye Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, VI, 530. 61 Kaynakta geçen “Kutlamış” ifadesi “Kutalmış” olarak düzeltilerek aktarılmıştır. 39 oymakları, oğlu Kutalmışın çevresine üşüştüler. Kutalmış bunların başına geçerek öteye beriye sarkıntılık etmeğe, baskınlar yapmağa başladı. Amcası oğlu, büyük Selçuk devletinin kurucusu Tuğrul Beğ kendisini bu sarkıntılıklardan vazgeçirmeğe çalıştı. Çapul edeceksen, akın yapacaksan, düşman sınırlarına git, oralarda çalış dedi. Kutalmış bu öğüdü doğru buldu. Akınlarını Bizans, Gürcü sınırlarında yapmağa başladı. Bizans kalelerinden, şehirlerinden bir kısmını elde etti. Yoldaşları gittikçe çoğalıyor, gücü artıyordu. Babasının adamları toptan onun yanına koştular. Gaznelinin zindanında kapalı olan başbuğlarının kurtuluşundan umutları kesilmişti. Bir takım başka oymaklar da kendisine uydu. Türkmenlerden pek çok kimseler akınlarına karıştı. Bu sıralarda Tuğrul Beğ ölmüş, yerine Alparslan büyük Selçük devletinin başına geçmişti. Kutalmış, Alparslan’ı çekemedi. Büyük Selçük devletini ele geçirmek üzere ayaklandı. 456/1064’de Rey önlerinde çarpıştılar. Kutalmışın ordusu dayanamayarak bozuldu. Kendisi de savaş yerinde ölü bulundu. Bu Kutalmışın gök biliminde ülüşü (hissesi) vardı. Başkaca eski bilimlerle de ilişiği olduğu anlaşılır.”62 Süleyman Şah ve kardeşlerinin ne şekilde ve hangi sıfatla Anadolu’ya gelmiş oldukları ve devletin kesin kuruluş tarihi üzerinde gerek yerli tarihçiler gerekse yabancı tarihçiler hala bitmemiş tartışmalar sürdürmektedirler. Onların Anadolu’ya gelişleri konusunda çeşitli rivayetler vardır.63 1. Süleyman Şah’ın Anadolu’nun Fethine Kadar Hayatı Süleyman Şah, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanı, Selçuk’un oğlu olan Arslan Yabgu’nun torunu ve Kutalmış’ın oğludur. Osman Turan’ın tespitine göre, kaynaklarda Süleyman Şah hakkında verilen bilgiler çok az, müphem ve hatalı olduğundan onun şahsiyeti, siyasi kişiliği, faaliyeti ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu bugüne kadar anlaşılamamış ve çok karışık bir mahiyet almıştır.64 62Müneccimbaşı Şeyh Ahmed Dede, Karahanlılar ve Anadolu Selçukluları (Camiü’d-düvel), Türkiye Yayınları, İstanbul, 1940, s. 3. 63 Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2013, s. 100. 64 Osman Turan, “Süleyman-Şah I”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, Eskişehir, 2001, XI, 201. 40 Köymen’in tespitine göre, Nâsıru’d-Devle Ebu’l-Fevâris Süleyman Şah, Bizans kaynaklarından Skylitzes’e göre Kutalmış’ın beş oğlundan biridir. Bunlardan dördünün adı, çeşitli vesilelerle Bizans ve Doğu kaynaklarında geçer. Süleyman’ın kardeşlerinin adları Mansur, Alp İlek veya Alp Yülük, Devlet veya Dolat idi. Bildiğimize göre bu şehzadelerden biri, ilk defa babalarının, Büyük Selçuklu Sultanı ile Alparslan ile yaptığı mücadele sırasında (Kasım 1064) esir düşmesi sebebiyle, “Kardeşlerden en büyüğü olan Kutalmış oğlu” şeklinde geçer. Bunun Mansur olduğu muhakkaktır. Öteki kardeşlerinin, bu arada Süleyman’ın babaları Kutalmış ile beraber olduklarını, savaşın yenilgiyle sonuçlanmasından sonra, onların da bir şekilde Alparslan’ın eline geçtiğini kabul etmek gerekir. Zira bu Selçuklu hükümdarının, zaferden sonra Kutalmış’ın bütün oğullarını ve akrabalarını öldürmek istediği, vezir Nizamü’l-Mülk’ün, bu hareketin devlete hayır getirmeyeceği düşüncesi ile engel olduğu 65, bütün kardeşlerin, Alparslan’ın saltanatı süresince, Güneydoğu Anadolu (Suriye, Fırat Havzası)’da bir çeşit sürgün veya menkûbiyet(düşkünlük) hayatı yaşadıkları bilinmektedir.66 Arslan Yabgu Selçuk’un büyük oğlu ve babasının ölümünden sonra da Selçukluların Yabgusu(reisi) olduğu için oğulları Kutalmış ve Resul Tegin saltanat davasında ısrar etmişler ve Mikail-oğulları elinde bulunan Selçuklu Devleti’ne karşı istiklal girişimlerine başlamışlardı. Son dönem kaynaklar Kutalmış’ın 1064’de Alparslan’a karşı mücadelede ölümünden sonra sultanın esir aldığı evlatlarının hayatına da son vermek istediğini, fakat Nizamü’l-Mülk ile istişare edince hanedan üyesini idamı, uğursuzluk getireceği ve devletin geleceğini etkileyeceği fikriyle bundan vazgeçildiğini yazarlar.67 Bununla birlikte aynı kaynaklar bir olay çıkarmalarını engellemek amacıyla ya gaza yaparak hizmette bulunmaları veya bu şekilde şehit olarak bertaraf edilmeleri için Bizans sınırlarına sürülmelerine karar verildiğini de rivayet ederler. Böylece Kutalmışoğulları Diyarbakır-Urfa çevresine ve Birecik yakınlarına gelip bu bölgede çok sönük ve sıkıntılı bir hayat yaşamışlardır. 65 Mehmet Altay Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, Belleten, 1993, sayı: 218, LVII, 71; Aksarayi, Müsameretü’l-Ahbar, s. 16; Sadru’d-din Ebu’l-Hasan, Ahbâru’dDevleti’s-Selçûkiyye, s. 22. 66 Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” , Belleten, s. 72. 67 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Turan Yayınları, İstanbul, 1969, s. 97. 41 Bazı Müslüman ve Hıristiyan kaynaklar bunun tersine Süleyman’ın Alparslan tarafından Anadolu’nun fethi için görevlendirildiğini ve hatta ona ikta olarak ayrılan bu bölgede hâkimiyet hakkının da verildiğini yazarlar. Ancak Osman Turan’a göre bunun tarihi gerçek ile hiçbir alakası bulunmamaktadır. Bunu söyleyenler içinde Süryani Mikhael boyutu daha da değiştirerek Süleyman Şah ve oğullarının Malazgirt Meydan Savaşı’nda büyük hizmetleri olduğunu ve Malazgirt zaferinden sonra Alparslan’ın Pontus ülkelerini ve Kapadokya’yı fetheden Süleyman Şah’a Anadolu topraklarında saltanat sürme serbestliğinin verildiğini ifade eder. Süleyman Şah ve kardeşlerinin Malazgirt savaşı sırasında ya da zaferden sonra Anadolu topraklarının fethedilmesi için yollanan komutanlar içerisinde olduğuna ilişkin hiçbir bilgi mevcut değildir. Asi olan diğer Selçuklu şehzadesi el-Basan’ı iyi bir şekilde takip ederek onun Bizans İmparatorluğu’na kaçmasına sebebiyet veren Alparslan’ın daha güçlü ve iddialı bir biçimde ortaya çıkan Kutalmışoğullarını Anadolu topraklarının hâkimliğine ve fethine atamış olması da imkân dışıdır. Çağdaş kaynakların Alparslan döneminde Anadolu topraklarında gaza yapan birçok Türk beyleri ve komutanına ilişkin bilgi vermelerine rağmen Selçuk’un daha önemli şahsiyetler olan bu torunlarını hiç zikretmemeleri de bu durumu teyit eder. Osman Turan’a göre, Süleyman ve kardeşlerinin Alparslan zamanında Anadolu topraklarında ve Suriye’de olmadıkları konusunda en kuvvetli delil de, şüphesiz, el-Basan, Kutalmış ve Kavurt’un ayaklanmasının ardından, onlara tabi bulunan Yabgulu (Yâvgıyye) isimli Türkmen kitlelerinin Anadolu toprakları ile Suriye’ye kaçtıklarıdır. Onların bir bölümünün 462/1070 yılında, diğer Oğuz beyleri ve Atsız yönetiminde fetih hareketlerine başlayıp Filistin topraklarında bir Türkmen beyliği kurarlarken başlarında önderlik edecek bir Selçuk şehzadesi bulunmamış olmasıdır.68 Şöklü bu Türkmen beylerinden biridir. Fakat 467 /1074 yılında, Sultan Melikşah’a bağlılığını bildiren Atsız’a karşı faaliyete geçerken Kutalmışoğullarından birini çağırabilmiş ve ona Selçuklu ailesine mensubiyeti sebebiyle, bağlı kalacağını bildirmişti. Bu durum Kutalmışoğullarının Alparslan zamanında Anadolu’ya gönderilmediklerini ve hatta serbest bulunmadıklarını gösterir. Esasen onlar bu ülkeye sürgün olarak gönderilselerdi bile bu bölgeye göçen ve kendileri gibi bir kısmı da isyanlara karışan 68Osman Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, s. 95. 42 Türkmenlerin onların etrafında toplanmaları gerekirdi. Süleyman ve kardeşlerinin Anadolu’ya gelmeleri Alparslan’ın vefatı ile sonrasında Melikşah’ın tahta çıkmasıyla başlayan hadiseler ile yakından alakalıdır ve bununla Anadolu topraklarının fethedilmesi için görevlendirilen Artuk Bey’in, Melikşah tarafından merkeze çağırılması arasında sıkı bir ilişki vardır. Zaten önemli kaynakların Kutalmışoğullarının Melikşah döneminde Anadolu topraklarına geldiğine ilişkin bilgileri de bu durumu teyit eder. Bununla birlikte Melikşah’ın Süleyman Şah ile kardeşlerine Anadolu topraklarını yönetime ve burada başıboş olan Türkmen kitlelerini disipline almaya görevlendirdiğine dair ifadeler de gerçeğe aykırıdır ve bir yakıştırmadan ibarettir.69 Alparslan’ın vefatıyla ortaya çıkan taht mücadelesinde Süleyman Şah ile kardeşlerinin bir fırsatını bularak Anadolu topraklarına geldikleri ya da Sultan Melikşah’ın kendilerini özgür bıraktığı anlaşılıyor. İbnü’l-Ezrak “Süleyman Şah, Sultan Melikşah’ın yanından gelip tüm Rûm ile beraber Kayseri, Malatya, Sivas, Aksaray (Beyaz şehir), ve Konya’yı fethederek bu bölgelere hâkim oldu” derken bu gelişlerinin bir atama şeklinde olduğuna ilişkin bir şey söylemez.70 Bununla birlikte bir asır sonraya ait bu yazarın ifadesi de bu açıdan fazla bir önem taşımaz. Akkâ’yı Mısırlılardan kurtarınca Atsız ile arası açılmış ve ona yenilmiştir. Bunun üzerine Şöklü, babasının vefatının ardından Rûm'da Yabgulular ile beraber gaza yapan Kutalmışoğluna bir mektup yazmış ve kendisini Suriye topraklarına çağırıp ona katılacağını bildirmiştir. Ona: “Sen hükümdar ailesinden ve Selçuklulardansın, sana bağlanıp hizmetinde bulunursak bundan iftihar eder ve şeref duyarız; Atsız hükümdar ailesinden olmadığı için ona bağlı olmayı istememektedir" sözlerini söyler. Mısır şehrinin kendisine hemen yardım vaadinde bulunduğunu bildirir. Bu çağrı dolayısıyla Suriye’ye inen Kutalmışoğlu ile Şöklü bir araya gelerek Taberiye bölgesine giderler. Burada Mısır halifesine bağlılıklarını bildirdiler. Ancak Kudüs’ten hareket eden ve Sultan Melikşah’tan da 3.000 kişiden oluşan bir destek alan Atsız onları yendi. Şöklü ile oğlunu katletti; Kutalmışoğlunu, onun kardeşini ve 69Sadru’d-din Ebu’l-Hasan Ahbâru’d-Devleti’s-Selçûkiyye, s. 72. 70 Konya’nın fethi, M.1079 yılında olmuştur. Gevale kalesi şimdi tam Konya şehrinin güneybatı tarafındaki Tekgeli dağının tepesimde olup buna “Anadolu’nun kilidi” derlerdi. Burasını ele geçiren Konya’yı kolayca alabilirdi. ( Feridun Nafiz Uzluk, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi III, y.y., Ankara, 1952, s. 23.) 43 amcası Resul Tegin’in oğlunu tutsak etti. Kutalmışoğullarından birisi, Atsız’ın ve dolayısıyla Sultan Melikşah’ın aleyhine Filistin bölgesinde Mısır Şiileri ile anlaşma yaparak bu girişimde bulunurken kardeşlerin diğeri (Süleyman) de, aynı zamanda, 476 Rebiülevvel 1074 tarihinde Mirdasi emiri Mahmud’un vefatının ardından, Haleb şehrini kuşatmaktaydı. Gerçekten Mahmud’un yerine geçen oğlu Nasr bu şehri savunurken Kutalmışoğluna “sultanın vekili bulunduğunu” ifade ederek ve biraz da para vererek onu kuşatmadan vazgeçirdi. Bu suretle Haleb’ten Salamiya’ya çekilen Kutalmışoğlu orada Atsız’a mektup yazarak kardeşinin özgür bırakılmasını talep etti. Ancak Atsız meseleyi sultana bildirdiğini, sultanın vereceği emre göre davranacağını bildirdi. Sonrasında da Süleyman Şah’ın kardeşlerini Sultan Melikşah’a yolladı. Alparslan’ın ölümü dolayısıyla meydana çıkmak fırsatını bulan ve az sürede bir kısım Türkmenleri etrafında toplayan Kutalmışoğlu, Haleb’in ardından Antakya’yı kuşattı. Bu esnada şehrin Bizans valisi anlaşarak bölgeyi akınlardan koruması karşılığında, yıllık 20.000 dinar haraca bağladı. Bu dönemdeki güney Suriye hadiseleri hakkında bolca bilgi veren İbnü’l-Adîm’in ve diğer Arap müelliflerinin Kutalmışoğullarından hiç bahsetmemeleri dikkate değerdir. Kutalmışoğullarının Fırat boylarında ve Urfa çevresinde faaliyete başladıklarına dair son dönem kaynaklara yansıyan rivayetlerin tarihî esasları da meydana çıkmıştır. Nitekim çağdaş kaynaklar da bu meseleyi onaylamaktadır. Gerçekten Melikşah’tan Malatya’nın hâkimiyetini elde eden Ortodoks Ermeni Gabriel ile damadı Urfa sahibi Thoros 1095 yılında, Malatya’ya gitmiş ve Kutalmışoğlu Sultan Alp İlig’i Urfa’ya davet ederek düşmanlarından intikam almak amacıyla şehri kendisine teslim edeceğini bildirmiş ve onu oraya götürmüştür. Fakat kendisini bir ay sonra zehirleyerek yeniden şehre sahip olmuştur. Gabriel de Malatya’yı teslim vaadiyle onun Türk askerlerini oraya götürüp aldatmış; şehre ulaşınca kapılarını kapatarak onları dışarıda bırakmıştır. Bu Türkler, Davud adlı liderleri yönetiminde Malatya’yı kuşattılarsa da, bu sırada şehre göz dikmiş bulunan Gümüş Tigin b. Danişmend Gazi onlarla Gabriel arasında barışı sağladı. Bir süre sonra, 516/1522’de de, Kutalmışoğlu Dolât (Devlet) Artuklu İlgazi’nin emirleri arasında meydana çıkarak Haçlılara karşı Haleb’ten Azaz üzerine bir akın yapmış ve dönüşte Guillaume’un saldırısına uğrayıp 44 kayıplar verilmiştir. Bu kayıtlar Kutalmış’ın Süleyman ve Mansur’dan başka, bu bölgede kalıp kendilerine hâkimiyet alanlarını temine çalışan ve hatta Sultan unvanını alan iki oğlunun daha mevcut olduğunu ve Urfa ile ilgili rivayetlerin tarihi bir esasa dayandığını ortaya koyar.71 Suriye’de esir edilip Melikşah’a gönderilen Süleyman’ın diğer kardeşi ile amcazadesinin isimleri bize kadar gelmiş değildir. Osman Turan, kaynakların bu rivayetlerini böylece değerlendirdikten sonra Kutalmışoğullarının önce Fırat ve Urfa çevresinde faaliyete giriştiklerini ve bu ilk dönemde Melikşah’a (yani ona tâbi Atsız’a) karşı mücadeleye başladıkları ve bu amaçla da Şii Mısır halifesi ile irtibat kurduklarını, fakat bu girişimlerde başarılı olamayarak kardeşlerini esir verdiklerini söyler. Köymen’e göre bu, Süleyman Şah ile kardeşlerinin Melikşah ya da Alparslan tarafından Anadolu topraklarının yönetimine ve fethedilmesine görevlendirildiğine ve kendilerine iktâ olarak verilen bu bölgede hâkim olma hakkı verildiğine ilişkin son dönem kaynakların yanıldığını, ibarelerinin çelişkili ve belirsiz olduğunu ortaya koymaktadır.72 2. Anadolu’nun Durumu Alparslan Gazi, Malazgirt sulhunun bozulması üzerine Türk beylerine Anadolu’nun fethini emretmişti. Bizans son gücünü Malazgirt’e harcadığı için herhangi bir güçlükle karşılaşmayan Türkmenler, hızla fethettikleri Anadolu topraklarına yerleşmeye başladılar. Özellikle büyük kumandanlardan Artuk Bey, Kızılırmak ve Yeşilırmak havzalarını fethetti. Hatta Bizans kumandanı İsakios Komnenos’u yenerek fetihlerini Sakarya boylarına kadar ilerletti.73 Muahhar İslam kaynakları, Anadolu’da birer beylik kuran Saltuk(Erzurum’da), Gümüş-Tigin Ahmed(Danişmend), Gazi(Sivas-Amasya’da), Mengücük Gazi(Erzincan-Divriği’de) ve Artuk(Şarki Anadolu’da) beyleri bu ilk fatihler arasında sayarlar. Ancak bunlar arasında yalnız Artuk’un mevcut bulunduğu sabittir.74 71 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 97. 72 Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s. 102. 73 Zeki Atçeken, Yaşar Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, Eğitim Yayınları, Konya, 2004, s. 110. 74Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 99. 45 Bu sıralarda Bizans’ta ise Romanos Diogenes’in yerine geçen VII. Mikhael Doucas(1071-1078), imparatorluğa tam hâkim olamamıştı. Bu durumu değerlendirmek isteyen Malazgirt Savaşı’nda Romanos Diogenes’e ihanet etmiş olan Norman kuvvetleri komutanı Ursel(Russel), Anadolu’da bir devlet kurmaya karar verdi. Bu amaçla Kayseri’den Sivas’a hareket etti. Üzerine gönderilen Bizans kuvvetlerini de dağıttı. Zor durumda kalan Mikhael, önemli bir kuvvetle batıya ilerleyen Artuk Bey’le bir anlaşma yapmaktan başka çıkar yol bulamadı. Artuk Bey anlaşma gereğince Sakarya nehrini geçti.75 Sivas tarafına gitmiş bulunan Russel’in aniden dönüp Sakarya ve İzmit bölgesine varması ve bu bölgede hâkimiyetini kurmaya çalışması Artuk’un Orta Anadolu’da fetihlere girişmesi ile ilgilidir. Bizans kaynaklarının ancak Orta Anadolu’dan geçişinden sonra bahsettikleri Artuk Bey’in daha önce Sivas ve Amasya taraflarında da fetihler yaptığı muhakkaktır. Zira Danişmend-nâme’deki kahramanlar arasında Artuhi adı ile yer alan bu Türk bey’inin tarihi faaliyetlerine ait bir hatıra da AmasyaTokat çevresinde Artuk-ova veya Artuk-âbâd ismidir ki, ortaçağ Türkiye kaynaklarında da mevcudiyeti onun fetihleri ile ilgilidir.76 Artuk Bey Danişmend ilinden Orta Anadolu’ya geçerken Norman reisi Russel de imparator Mihael’in amcası Yohannes’in komutasında gönderdiği Bizans ordusunu bozguna uğratmış, komutanını esir almış ve bu esiri imparator ilan etmişti. Böylelikle zor bir durumda kalan İmparator Mihael bu esnada eşsiz bir ordunun liderliğinde giden Artuk’la (Artukh) bir sözleşme yapmak zorunda kaldı. Böylece Sakarya nehrini geçen Artuk Bey, Russel ile beraber Yohannes’i yendi ve Sapanca (Sophon) dağına kaçarken kendilerini yakaladı. Artuk Bey, Russel’i fidye karşılığında Franklara ve Yohannes’i de imparatora teslim etti; bu sayede Türkler, hiç bir zorluk ile karşılaşmadan, İzmit’e ve Marmara sahillerine kadar ilerlediler. Zahirü’d-devle Artuk, Malazgirt zaferinden sonra, Anadolu’da bu hızlı fetihlerini yaparken Kavurt da saltanatı elde etmek amacıyla Rey üzerine yürüyordu. Bu durum dolayısıyla Melikşah, Artuk’u 1073’te merkeze çağırmak mecburiyetinde 75 Atçeken, Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 110. 76 1063-1086 seneleri arasında 23 sene gibi uzun bir müddet Selçuklu Devleti’nin hizmetini yapmış olan Artuk Bey, Arap kaynaklarında güzide Türk komutanlarından biri olarak nitelendirilmektedir. Geniş bilgi için bkz. Ali Sevim, “Artuk b. Eksük”, DİA, İstanbul, 1991, III, 414-415. 46 kalmış ve o da iki ordunun karşılaşmasında sultan tarafında hizmet etmişti. Artuk’un ayrılışından sonra Norman reisi Russel, yeniden fırsat bularak, Amasya ve Niksar (Neokaisareia) taraflarına hâkim oldu. Ona karşı İmparator, Alexios’u gönderdi ise de, yerli halk Bizans komutanını değil, Russel’i seçtiğinden herhangi bir şey elde edemedi. Bu sırada, İslâm kaynaklarında ismi geçmeyen Tutak büyük bir ordu ile Orta Anadolu’ya giriyordu. Russel hemen bu Türk beyi ile dostluk kurdu. Fakat tehlikeyi gören Alexios Türk komutanını kazanmak için daha makul tekliflerde bulundu. Sultan ile İmparatorun dost olduğunu, Russel’in, büyük gücü dolayısıyla kendisine yakınlaştığını, onu verdiği takdirde, kendisine büyük bir karşılık vereceğini ifade ediyordu. Bunun üzerine Tutak rehineler alıp, Norman reisini Bizans komutanına teslim etti. Ancak Amasyalılar fazla vergi talep eden Alexios aleyhine isyan etti ve memnun oldukları Norman reisini kurtarmaya çalıştıysa da, sonunda Alexios ayaklanmayı bastırdı. Parayı Tutak’a yolladı ve kendi de yanına Russel’i alarak İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolda atalarının memleketi olan Kastamonu’yu ziyaret ederken Türklerin görünmesi ile yönünü çevirerek Ereğli’ye gitti. Burada da Bizanslıların takibindeki Türkler ile çarpışarak denizden İstanbul’a gitti.77 Bizans imparatoru Mikhael, bir taraftan asileri ortadan kaldırırken bir taraftan da büyük bir üzüntü ile Anadolu’nun elden çıktığını görüyordu. Tek çıkış yolu batı dünyasını doğuya karşı harekete geçirmekti. Bu sebeple 1074 yılında Papa VII. Gregoire’ye müracaat ederek Ortodoks kilisesinin Katolik kilisesi ile birleştirileceği vaadi ile, Türklere karşı derhal yardım istedi. Bunu memnuniyetle kabul eden Papa, bazı Avrupa krallarına ve Hıristiyan dünyasına seslenerek onları bir haçlı seferine davet etti. Fakat bu sıralarda Papalık ve Cermen İmparatorluğu arasında bazı mücadeleler bulunduğundan istenilen haçlı seferi bundan 23 yıl sonra gerçekleşebildi. Tutak Bey’den bundan sonra söz edilmez. Bu durum artık Kutalmışoğullarının Anadolu’ya geldiklerini ve Türkmenler’in de onların etrafında toplanmaya başladıklarını gösterir.78 Osman Turan’a göre, Artuk’un 1076 yılına kadar Anadolu’da fetihlerle meşgul bulunduğuna ve Süleyman’ın şikâyeti üzerine Melikşah tarafından buradan 77 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 100. 78 Atçeken, Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 111. 47 alındığına dair düşünceler tamamıyla yanlış tahminlere dayanmakta ve bu tarihte Bahrayn ve Ahsa’da bulunan Karmatîlere karşı gönderilmiş olması delil gösterilmektedir. Onun Kavurt ayaklanmasını bastırmakta ve daha sonra da kendisine ait Hulvan iktâında bulunmakta olduğu da dikkati çekmemiş, bu nedenle Anadolu hadiseleri de açıklığını kaybetmiştir. 79 3. Alp İlik ve Devlet Filistin’de Süleyman Şah, Sultan Melikşah tahta çıktığı sıralarda kardeşleriyle beraber, Bizans hâkimiyetindeki Anadolu’da Fırat ırmağı boylarında ve Urfa civarlarında fetihlerde bulunduktan sonra Orta Anadolu’ya geçerek fetih harekâtına burada devam etti.80 Bu dönemde, Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi olarak Filistin’de bir Türkmen beyliği kurup fetihlere devam eden Atsız b. Uvak’a karşı bir tavır içinde olan emirlerinden Şöklü, Fâtımîler idaresindeki Akkâ’yı fethedip Atsız’dan ayrılarak bir beylik kurmak için bazı teşebbüslerde bulundu. Süleyman Şah’ın kardeşlerinden birine, kaynaklarda ismi verilmemekle birlikte muhtemelen Alp İlig’e mektup göndererek hizmetinde bulunmak istediğini, sultanın ailesinden sayılmayan Atsız’a tâbi olmayacağını, eğer Atsız’ı mağlup edebilirlerse Fâtımîler’in de kendilerine yardımda bulunacağını, böylece Suriye ve Filistin’e kolayca hâkim olacaklarını söyledi ve onu Filistin’e davet etti. Kutalmışoğlu, kardeşi Devlet ve amcası Resul Tegin’in bir oğlu ile birlikte Taberiye’ye gidip Şöklü’ye katıldı ve Fâtımî Devleti’ne tâbi olduğunu ilân etti.81 Böylece Suriye ve Filistin’de, Atsız’ın tâbi olduğu Büyük Selçuklu imparatorluğu’na karşı, Şii Mısır Fatımî Halifeliğine tâbi olan ve içinde, Selçuklu ailesine mensup şehzadelerin de yer aldığı bir ittifak kurulmuş oldu. Bunun üzerine Atsız, Şöklü ve müttefiklerine karşı hemen harekete geçerek onları, Taberiye’de, 1075 yılında, mağlup etti; tutsak aldığı Şöklü ve oğlunu öldürttü. Fakat yine esir olan Kutalmışoğulları ile Resul Tegin’in oğlunu koruma altına alarak durumu, gönderdiği bir elçiyle sultan Melikşah’a sundu. Diğer taraftan kardeşlerinin esir alındığını haber alan Süleyman Şah, derhal Suriye’ye inip Selçuklu vasalı Mirdasoğlu Nasr’ın idaresindeki Haleb'i kuşattı. Fakat çok geçmeden aldığı bir miktar haraç karşılığında 79 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 102. 80 Ali Sevim, Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi 1 (Fetihten Osmanlılara Kadar), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990, s. 97. 81 Ali Sevim, ”Süleyman Şah I”, DİA, Ankara, 2010, XXXVIII, 103. 48 kuşatmayı kaldırıp daha güneye inerek Atsız’a bir elçi gönderdi ve esir kardeşlerinin kendisine teslimini istedi. Fakat o, isteğinin yerine getirilmemesi üzerine, buradan ayrılıp Bizans idaresindeki Antakya'ya yürüyüp kuşattı; fakat vali İsaakios Komnenos ile yirmi bin altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırdı. Süleyman Şah, daha sonra tekrar Haleb çevresine gelip Atsız’a yardıma gelmekte olan 3.000 Türkmen atlısına saldırarak onları yağmaladıktan sonra tekrar Antakya yörelerine döndü (1075).82 Selçukluların kurdukları devletlerin içinde en fazla hüküm süreni Anadolu Selçuklu Devleti olmuştur. Bizans’taki iç mücadele devletin kuruluşunu kolaylaştırmış, Süleyman Şah da bundan faydalanarak bir devlet kurmaya muvaffak olmuştur. 4. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu Süleyman Şah, Anadolu’ya geldikten sonra karargâhını Kütahya bölgesinde kurdu. Buradan batıya ve kuzeye kuvvetler göndererek sınırlarını genişletti. Anadolu’nun kısa sürede hızla fethedilmesi, Mansur ile arasının açılmasına neden oldu. İki kardeş, Anadolu’da kurulacak devletin başına geçmek için yarışa çıktılar. Hatta Mansur, Anadolu tahtını ele geçirebilmek için Bizans İmparatoru’nun yanına gitti. Bunun üzerine Süleyman Şah Melikşah’a başvurdu. Melikşah, Bizans İmparatoru’na bir elçi göndererek, Mansur’u istedi. İmparator vermedi, üstelik yanına yardımcı kuvvetler katarak Anadolu’ya gönderdi. Melikşah, Mansur’un hakkından gelmek üzere ünlü Selçuklu kumandanlarından Porsuk Bey’i Anadolu’ya gönderdi. Süleyman Şah ile Porsuk kuvvetleri birleşerek Mansur’a saldırdılar. Mansur’un isteği üzerine Porsuk ile teke tek dövüşmeye karar verdiler. Porsuk, tuzak kurarak Mansur’u öldürdü. Mansur’un yanında bulunan kuvvetler de Süleyman Şah ile birleşti. 82 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi ( Siyaset, teşkilât ve kültür), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, s.521. 49 Bu savaştan sonra Melikşah tarafından Süleyman Şah’a Anadolu hükümdarlığı menşuru gönderildi, Abbasî Halifesi de Süleyman Şah’a ayrıca menşur, hil’at ve sancak gönderdi. Kendisine “Sultan” diye hitap etti. Süleyman Şah fetihlerini, Müslüman olmayan ülkelerde yaptığı için, aynı zamanda “Gazi” unvanını aldı. Bu suretle Gazi Süleyman Şah, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı oldu (1077). Selçuklu imparatorluğu toprakları üzerinde Selçuklu boyundan gelen beyler tarafından kurulan devletler, genel olarak kuruldukları memleketlere göre ad aldıklarından83 Süleyman Şah’ın kurduğu devlete de Anadolu Selçukluları adı verildi. Bununla beraber Rum Selçukluları, merkezi Konya olduğundan Konya Selçukluları da denir.84 Yazıcızade Ali Tevârih-i Âl-i Selçuk’da Süleyman Şah’ın sultan oluşunu şöyle kaydeder: “Çün Sultan Süleyman Şah’ı Rum gazasına namzed itdiler, Türkistan’dan gelen yüz yirmi bin Türkmen’i Sultan ona çeri (asker) virdi, anı Rum’a gönderdiler. Çün Rum padişahına mendup olup Rum’a geldi. Rum’daki Oğuz begleri ve kulları ki gaza ve akına gelmişlerdi. Malatiyya’da istikba idüp i’zaz ve ayin ve erkân-ı tamâm birle getürdiler. Konya’da tahta geçürdiler.”85 Türklerin süratle Anadolu’da ilerlemesi Papa VII. Gregorius’u telaşlandırdı ve 1073 yılında Bizans İmparatoru’na bir mektup göndererek, Katolik, Ortadoks ayrılığına son verilmesini, gelişen Türk tehlikesine karşı beraber hareket edilmesini istedi. Papa böylelikle yirmi beş sene sonra gerçekleşecek olan Haçlı seferlerinin temellerini 1073 yılında atmış oldu. Fakat Papa VII. Gregorius tarafından oluşturulmak istenen Haçlı ruhu, Roma-Germen imparatoru IV. Henri ile papa arasındaki anlaşmazlık sebebiyle gerçekleşmemiştir. Bu olay, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasında önemli bir fayda sağlamıştır.86 Bazı araştırmacılar tarafından Süleyman Şah Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk sultanı ve kurucusu olarak ifade edilmekte ve devletin kuruduğu tarih ile ilgili farklı tarihler (1073-1081 arasında beş farklı tarih) verilmektedir. Konu oldukça 83 Kirman Selçukluları, Irak Selçukluları, Horasan Selçukluları, Suriye Selçukluları gibi 84 Çağatay Uluçay, İlk Müslüman Türk Devletleri, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul, 1977, s.115. 85 Yazıcızade Ali, Tevârih-i Âl-i Selçuk, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2009, s. 61. 86 Yılmaz Gülcan, Türk Tarihi ve Kültürü, Alfa Yayınları, Bursa, 2003, s. 115. 50 karmaşıktır; dolayısıyla ilk başkent Konya mı yoksa İznik mi meselesi de halledilememiştir.87 Anadolu topraklarında ilk Türk devletinin oluşması gibi son derece önemli bir olayı gün yüzüne çıkarabilmek amacıyla ilk önce şu ana kadar söylenen iddialar ile delillerini tarihi sıraya göre inceleyelim: 1. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1073 yılında kurulmuş olduğu görüşü; Söz konusu iddiayı yapan Mehmet Altay Köymen, aynı zamanda devletin 1077 yılında ve 1092 yılında da iki kez daha kurulduğu görüşündedir. O, birinci kuruluşun delillerini şöyle ifade etmektedir: “Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarihinde birinci dereceden vassal devlet olarak imparatorluğa Sultan Melikşah zamanında dâhil olmuştur. Selçuklu ailesinin imparatorluk başında bulunan kolu ile devletin şehzadelerinin babalarının mücadelesi göz önünde bulundurulacak olursa, bu gecikme doğal sayılmaktadır. Hilâfetin vasıtası, hatta ısrar etmesiyle Sultan Melikşah tarafından 1073 senesinde, Anadolu topraklarında fethedilecek bölgeler Kutalmış’ın oğullarına yöneltilmiştir. Bir emir ile kurulmasına müsaade edilen Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir özelliğini hep akılda tutmak gerekir; emir Kutalmışoğullarından herhangi birisine değil, tamamına yöneliktir. Dört ya da Bizans’ın kaynaklarına göre beş kardeşten birini, Anadolu Selçuklu Devleti’nin hükümdarı yapmak ya da hepsine birden topluca hâkimiyet serbestliği kararı, kardeşlerin inisiyatifine bırakılmıştır. "Kollektif hâkimiyet sistemi’ ismi verilen, kardeşlerin ortaklaşa hüküm sürmelerini amaçlayan ferman ile ortak hüküm sürmelerinin veya içlerinden birini lider seçmelerinin kendilerine bırakılmasının özel bir amaca dayandığı iddia edilebilir. Çünkü Melikşah’ın bu şekilde bir emir verirken, Selçuklu ailesinin, iki kolu arasında olan yarışı ve Selçuklu ailesinin liderliği konusunda babası Kutalmış’ın izlediği politikayı akılda tuttuğu bir gerçektir. Liderlik için kardeşler arasında bir mücadele olmasa bile bir kişinin hükümdar olacağı bir devlete göre dört-beş kardeşin ortaklaşa hüküm sürecekleri bir devletin daha zayıf olacağı kesindir. Yalnız ister kardeşlerinin onay ve rızası ile olsun ister kendi seçimiyle olsun, ağabeyleri Mansur'un, kardeşleri 87 İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, Tarih Enstitüsü Dergisi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul,1981, sayı: 10-11, s.1. 51 Alp-Yülük (ya da îlek), Süleyman Şah ve Devlet (ya da Dolat) üzerinde az veya çok bir üstünlük kurmuş olduğu gerçektir. Böylelikle Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk kuruluşu bitmiş oldu. Yaptığımız açıklamadan anlaşıldığına göre bu devletin tâbilik durumuna ilişkin net bilgimiz bulunmamaktadır. Daha doğru şekilde Büyük Selçuklu Devleti adına para bastırılması, hutbe okutulması gibi en bilinen tâbilik maddeleri dışında bu devlete nasıl sorumluluklar yükletildiğini bilmiyoruz. Eğer bu bilgisizliğimiz kaynakların yetersizliğinden ileri gelmiyorsa, Anadolu Selçuklu Devleti’nin tüm bunlara rağmen ‘asgarî şekilde tâbilik statüsü’ ne tâbi tutulduğu söylenebilir.” 88 Mehmet Altay Köymen’e göre, 1077 yılında Süleyman Şah’ı, Sultan Melikşah yeni bir menşur ile Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanı yapmıştır. İşte bu da devletin ikinci kuruluşudur. Ve son olarak 1092’de artık son defa ve kesin olarak Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulduğunu ifade eder. 8. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1075 yılında kurulmuş olduğu görüşü; Devletin 1075 yılında kurulduğu görüşü ilk defa Osman Turan tarafından savunulmuştur. Mesele açısından son söz özelliğini taşımaktadır. Devletin kuruluş tarihine dair en kapsamlı bilgiyi de Osman Turan sunmaktadır. Osman Turan kuruluş ile ilgili şunları kaydeder: “Kaynakların bazıları Süleyman Şah'ın Alparslan tarafından Anadolu topraklarının fethedilmesi ile vazifelendirildiğini ve dahası kendisine ikta olarak ayrılan bu bölgede hüküm sürme serbestliğinin de verilmiş olduğunu yazmışlarsa da, bunun tarihteki akışla hiçbir ilgisi yoktur. Bu kaynaklardan Süryani Mihael meseleyi farklı bir boyutta ele alarak, Süleyman Şah’ın oğullarıyla beraber Malazgirt savaşında birçok hizmetlerde bulunduğunu ve zaferin ardından Alparslan’ın Kapadokya bölgesini alan Süleyman Şah’a Anadolu topraklarında hüküm sürme hakkını verdiğini ifade eder. Hâlbuki Alparslan'ın karşısına güçlü ve iddialı bir biçimde çıkan Kutalmışoğullarını Anadolu topraklarının hükümdarlığına ve fethine görevlendirmesi imkân dışıdır. Alparslan döneminde Anadolu topraklarında savaşan birçok Türkmen komutanı ve beylerine ilişkin muahhar kaynakların bilgilerine rağmen, daha önemli birer kişilik olan Selçuk’un torunlarına 88 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s.102-104; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı: 10-11, s. 2. 52 ilişkin bilgiye yer vermemeleri de bu sebepledir. Süleyman Şah ile kardeşlerinin Alparslan zamanında Suriye bölgesinde ve Anadolu topraklarında olmadıkları konusunda en kuvvetli delil de el-Basan, Kavurt ve Kutalmış’ın ayaklanmasının ardından, onlara tabi bulunan Yabgulu (Yâvgiyya) isimli Türkmen birliklerinin ve Suriye bölgesine ve Anadolu topraklarına kaçtıkları ve bunların bir bölümünün 1070/462 yılında diğer Oğuz beyleri ve Atsız yönetiminde fetih hareketlerine başlayıp Filistin bölgesinde bir Türkmen beyliği kurarlarken lider olacak bir Selçuklu prensi bulamamış olmasıdır. Şöklü de bu Türkmen beylerinden birisidir. Şöklü 1074/467 yılında Sultan Melikşah’a bağlılığını ifade eden Atsız’a karşı faaliyete geçerken Kutalmışoğullarından birisini çağırabilmiş ve ona Selçuklu ailesine mensup olması sebebiyle, bağlı olacağını ifade etmişti. Önemli kaynaklarda yer alan, Kutalmışoğullarının Anadolu topraklarına Melikşah döneminde gelmiş olduklarına ilişkin ibareleri de bu durumu onaylar. Aynı zamanda Sultan Melikşah’ın Süleyman Şah ile kardeşlerini Anadolu topraklarını yönetime ve bu bölgede başıboş kalan Türkmen birliklerini düzenlemeye görevlendirdiğine ilişkin ibareleri de gerçeğe uygun değildir. Alparslan'ın vefatının ardından beliren taht mücadelesinde Süleyman Şah ile kardeşlerinin imkânını bularak Anadolu topraklarına gelmiş oldukları ya da Sultan Melikşah’ın bunları özgür bırakmış olduğu anlaşılıyor. 1078 yılında Sultan Melikşah kardeşi Tutuş’u Suriye bölgesine yollar, Atsız yönetiminde birleşen Yabguluları tabiliğine alırken, güçlü komutanlarından Porsuk'u da Anadolu topraklarında görevlendirerek Süleyman Şah ve diğer Kutalmışoğullarını da bertaraf etmeyi amaçlıyordu. İstanbul şehrine sığınmış olan Mansur’u, Porsuk İmparator Botaniates'ten istedi. Aralarında meydana gelen çarpışmada Porsuk, Mansur’u hile ile katledip durumu hükümdara bildirdi. Türkmen birlikleri de Kutalmış’ın diğer oğlu olan Süleyman Şah’a katıldı. Kaynaklarımızda belirsizlikler olsa da Porsuk’un Kutalmışoğullarına karşı gönderildiği sırada Bizans imparatoru ile ittifak halinde olduklarından mücadelenin Rumlara karşı olan yansımalarının da normal olduğu kesindir. Bu konuyu yanlış anlayan kimi çağdaş tarihçiler Süleyman Şah ve kardeşi Mansur arasında bir çarpışmanın meydana geldiğini, Süleyman Şah’ın 53 destek talebiyle Sultan Melikşah'ın Porsuk’u Anadolu topraklarına yolladığını, Mansur'un etkisiz hale getirilmesinden sonra Anadolu hükümranlığının Süleyman Şah’a verildiğini zannetmektedirler.”89 3. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1077 yılında kurulmuş olduğu görüşü; Bu iddianın sahibi Mükrimin Halil Yinanç, devletin kurulmasını Kutalmışoğlu Mansur vakasına bağlar ve tarih kaynakları tarafından desteklendiği düşüncesiyle olayı şu şekilde açıklar: “...Kendisini Bizans imparatoru ilân eden N. Bryennos, Rumeli’de ayaklanır. İmparator Botaniates onunla mücadele etmek amacıyla Anadolu topraklarındaki Türk şehzadelerinden yardım talep eder. Bu esnada Kütahya’nın çevresinde karargâhlarını kurmuş olan Süleyman ve Mansur kardeşler imparatora yardımcı olmak amacıyla İstanbul’un civarına kadar gelirler. Onlar Anadolu topraklarını artık kendi memleketleri olarak görmeye başlamışlardır. Arap tarihçileri Süleyman ve Mansur kardeşlerin bir süre sonra aralarının açıldığını ifade ederler. Gerçekten de onlar Anadolu’yu paylaşamıyor bu yüzden de bozuşuyorlardı. Süleyman, kardeşi Mansur’un ayaklanma için hazır bulunduğunu Sultan Melikşah’a bildirdi. Sultan da bu esnada İstanbul’daki sarayda misafir olan Mansur’un yok edilmesi için imparatora bir elçi yollamıştı. Mansur yeniden İstanbul şehrinden Anadolu topraklarına giderek kardeşiyle muharebe ve mücadeleye girişmişti. Süleyman’ın yeniden talep etmesiyle Sultan Melikşah Anadolu topraklarına seçkin kumandanlarından olan Emir Porsuk’un komutasında bir ordu yollamıştı. Süleyman’ın birlikleriyle birleşen bu ordu savaşa başladı. Malatyalı Abu’l-Farac’ın Süryani vakayi-nâmesine göre Porsuk’un savaşın son bulması amacıyla teklif ettiği çarpışma sırasında, Porsuk’un tuzak kurması ile Mansur imha edildi. Bunun ardından tüm Anadolu topraklarının hükümranlığı Büyük Sultan Melikşah’a sıkıca bağlı olan ve onun tarafından değer verilen Süleyman’a kaldı ve bu bölgenin hâkimiyet menşuru da ona gönderildi. Selçuklu şehzadeleriyle diğer Türk beylerine unvan vermekte ve hil’at yollamakta olan Bağdat Abbasi halifesi de Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a sancak ve hil’atler 89 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Yayınları, İstanbul, 1971, s. 53-55. 54 yollamış, saltanat menşuru göndermiş ve ona “Sultan” diyerek hitap etmişti. Sultanu’l- a’zam (en büyük sultan) ifadesiyle hitap edilen Melikşah’ın devrinde, böylelikle, sultan vasfının Anadolu genel valisi Süleyman’a söylenmesi dikkat çekicidir.”90 Claude Cahen Süleyman Şah’a “Sultan” denilmesiyle ilgili şunları kaydeder:”Kendisinin tek sultan olduğunu öne süren Melikşah’ın ya da Melikşah tarafından korunan ve böyle bir unvanı verme yetkisi olan tek kaynağın, halifenin, Süleyman’a bu unvanı vermemiş olduğu ortadadır. Fakat o bunu istemeden ya da Bizanslı dostlarından kendisine böyle bir unvan vermelerini talep etmeden,-ya da daha sonraları oğlu Kılıç Arslan’ın yapmış olduğu gibi, babasıyla öteki Selçuklular arasındaki rekabeti yeniden canlandırmak amacıyla bu yola başvurmadanadamlarının ona, daha pek çok durumlarda olduğu gibi, bu unvanı yakıştırmış olmaları da mümkündür. Hangi bölgelerde olduklarını ya da hangi grupları kapsadıklarını saptama olanağımız olmasa da, Anadolu’daki bir grup Türkmence Süleyman’ın başbuğları olarak kabul edildiği ve bu unvanın onlar için taşıdığı anlam çerçevesinde de ona “Sultan” denildiği bilinmektedir.”91 İmparatorun kızı olan devrin müelliflerinden Anna Komnena’nın, Süleyman Şah’a imparator manasında olan "Sultan" denildiğini, İznik şehrini başşehir yaptığını ve devamlı olarak çeşitli yerlere akıncılar yollayarak etrafındaki komşu devletleri korkuttuğunu daha o dönemlerde eserinde yazmış olması dikkatleri çekmektedir. Dahası Süryani Mihael; "Süleyman Şah İzmit ve İznik şehirlerini ele geçirerek buralarda hüküm sürdü. Tüm ülke Türkler ile doluydu. Bu durumu haber alan Bağdad halifesi ona hâkimiyet alametleri ve sancak yollayıp onu şereflendirerek sultan ilan etti. Böylelikle Türklerin, biri Roma (Anadolu) topraklarında diğeri de Horasan bölgesinde olmak üzere Türkistan dışında iki hükümdarı oldu” demiştir. Böylece Süleyman Şah'a sultan vasfının özellikle halife tarafından verildiğini veya halifenin var olan duruma ayak uydurmak mecburiyetinde olduğunu ifade eder. Eserinin farklı bir yerinde Anna Komnena, Süleyman Şah’ın Antakya seferine çıkmadan evvel; sultan vasfını almış olduğunu ifade eder. Tüm bu bilgiler, Süleyman 90 Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944, s. 105-107. 91Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, E Yayınları, İstanbul, 1979, s. 90. 55 Şah’ın ister sultan ister melik vasfıyla olsun İznik şehrinin başşehir olduğu bir devleti idare ettiğine işaret etmektedir.92 Ancak, Sultan Melikşah’ın divanı olan büyük divan, Süleyman’ın vasfını sadece ‘Melik’ yani kral şeklinde biliyordu(1077). Türkiye’nin ve Anadolu topraklarının ilk sultanının ilk önce Konya’yı kendisine başşehir yaptığı ifade edilmektedir.”93 4. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1080 yılında kurulmuş olduğunu iddia eden Zeki Velidi Togan, tarihten hiçbir delil göstermeden; “1080 yılında İznik şehrini fethederek bu şehri kendine başşehir yapan Kutlamışoğlu Süleyman ve Türkmencilik bayrağının altında can veren Kutlamışoğulları” ifadelerini kullanmasının ardından devamında, “Süleyman tüm Anadolu topraklarını Türkmen beyleri arasında paylaştırarak, yönetti” ifadesini kullanmıştır. Ancak Togan’ın esas söylediği ve kendinden sonraki araştırmacıların da (Osman Turan, Mehmet Altay Köymen) aklını karıştıran konu, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde ‘Türkmencilik’ akımı faraziyesidir. Zeki Velidi Togan’a göre “Tuğrul Bey Türkmenlerce, şüphesiz, ancak Kuş Beği idi. O hayatının bitimine kadar, bu vasfı taşımasına rağmen, İslam ülkelerinin geleneğine dayanarak kendini Müslüman halka tanıttı. Sonrasında o, Türkmenler tarafından bir mütegallibe(zorba) olarak görüldü… Alparslan da Yabgu lakabını lağv ve Büyük Yabgu vasfını alan Musa Yabgu’yu azlettiğini bildirdi. Alparslan’ın ordusu yabancılardan oluşturulmuş düzensiz ve kalabalık bir Müslüman ordusuydu. Meşru yabgu, inal’ların ve onların oğulları etrafında Türkmenler birleşiyorlardı. Selçuklu Sultanı Melikşah, Türk devlet geleneklerinin en önemli yönlerinden ayrılmıştı. Türkmenler onların buna benzer davranışları yüzünden Büyük İran Selçuklularını hiç sevmemişlerdi… Türkmencilik bayrağı altında Rey şehrinde can veren Kutlamış’ın oğulları Bizans sınırındaki oymakların çok sevdikleri reisleri olmuşlardır.”94 5. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1081 yılında kurulmuş olduğu görüşü; Kafesoğlu’nun tespitine göre, 1913 yılında Anadolu Selçuklu Devleti tarihinin 92Mehmet Şeker, “Süleyman-Şah(I), Rukne’d-din Süleyman-Şah b. Kutalmış”, Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, 2016, sayı:1, s. 46. 93 Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 105-107. 94 Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Yayınları, İstanbul, 1981, s. 202. 56 birinci dönemine dair çalışmasını yayınlayan Fransız oryantalisti J. Laurent, olaylara günümüz bakış açısıyla bakar. Bizanslı ve Doğulu yazarların (İ. Zonaras, İ. Skylitzes, A Komnena, M. Attaleiates, N. Bryennios, Abul-Farac/Barhebraeus gibi) Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna ilişkin haberlerinin tezat yönlerini gösterir. Ardından Süleyman Şah’ın, sultan vasfının olması itibariyle 1080 yılının çok erken bir tarih olduğunu, o esnada “belki de Anadolu topraklarında yayılmış bulunan tüm Türk birliklerine fiili olarak komuta etmek hakkını kesin bir şekilde” almış olabileceğini ifade eder. Ancak 1081 yılında artık “tanınmış olan İran Sultanı’nın hâkimiyetini tanımayan bir özgürlük iddiacısı” konumunda olduğunu ifade etmiştir. Bu araştırmacı daha sonra yazmış olduğu başka bir makalesindeyse, bahsettiği endişelerini tekrar eder. Aynı zamanda 1081 yılında Bizans İmparatoru’yla Dragos suyu anlaşmasını yapan Süleyman Şah’ın Anadolu topraklarında istilasındaki toprakların hâkimi olarak artık Sultan Melikşah’ı da önemsemediğini ifade eder. Aynı zamanda Bağdad’ın onayını almadan da “Sultan” vasfını almasının imkân dâhilinde olduğunu iddia ederek, yine de çok net bir ifade içermeyen şu sonuca ulaşır: “O, sultan vasfını taşısın ya da taşımasın, 1081 yılında başşehri İznik şehri olan Selçuklu (Rum) Sultanlığı vardı ve ilk sultanı da Süleyman Şah'dı.”95 5. Selçuklu- Bizans İlişkileri Süleyman Şah 1075 yılında İznik’te yerleştikten sonra, Bizans’ın saltanat mücadelelerinden yararlanarak ülkesini hızla genişletme fırsatını buldu. Süleyman Şah, Bizans’ın merkezi ve yerel tekfurluklarının çekişmelerinden yararlanarak bölgede hâkimiyetini güçlendirmiştir.96 Gerçekten o sırada imparatorluğun Rumeli ordusu, 1075 yılında toptan isyan çıkardı ve bu ordunun komutanı N. Bryennios Edirne’de, 1077’de imparatorluğunu ilân ederek İstanbul üzerine yürüdü. İmparator, hapisten çıkardığı Russel’i, Alexis ile birlikte onun üzerine gönderdi. Bu karışıklıklar sırasında Anadolu askeri kumandanı N. Botaniates, müttefiki bulunan el-Basan’ı Süleyman Şah’a göndererek büyük çıkarlar karşılığında onu kendi tarafına çekmeyi başardı. Süleyman Şah daha fazla yarar elde ettiği için müttefiki bulunan imparatora 95 Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, s. 9. 96 Halide Aslan, “Türkiye- Anadolu Selçukluları”, İslâm Tarihi El Kitabı, Ed. Eyüp Baş, Grafiker Yayınları, Ankara, 2013, 651; Faruk Sümer, “Selçuklular(Anadolu Selçukluları)”, DİA, Ankara, 2009, XXXVI, 380. 57 karşı Botaniates’i destekledi. Botaniates, Mansur ve İznik hükümdarı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’dan sağladığı yardımlar sayesinde, 1078 yılında Bizans tahtını ele geçirdi.97 Bu durum Türkler’in, Marmara, Akdeniz ve Karadeniz sahillerine kadar her yanda yaygınlaşmasını ve geniş menfaatler elde etmesini sağladı. Süleyman Şah’ın kurduğu hâkimiyet ve kazandığı başarılar Anadolu’da Türkmen yoğunluğunu arttırarak kuvvetlenmesine neden olduğu gibi, Bizans’ın kötü yönetimi, savaşlar ve isyanlar dolayısıyla perişan olan, yerli halklar da Süleyman Şah’ın yönetiminde huzur ve refaha ulaşıyordu. Bu şekilde Anadolu Selçuklu Devleti sağlam bir zemine oturmuş oluyordu. Büyük arazi sahiplerinde tutsak olan veya toprağı olmayan köylüler de Selçuklular ile hürriyete ve toprağa kavuşuyordu. 98 6. Süleyman Şah-Melikşah İlişkileri Sultanlık davası ile ortaya çıkan Kutalmışoğullarının, büyük Türkmen kitlelerine dayanarak, Anadolu’da bir devlet kurmaya girişmeleri ile Suriye’ye kaçan Yabguluların Atsız ve diğer beyler yönetiminde bir beylik kurmaları Melikşah’ı tedirgin ediyor ve hâkimiyet mücadelesinde başarılı olduktan sonra, merkeziyetçi bir devlet kurulması amacıyla bu yeni oluşumları itaate almaya veya ortadan kaldırmaya zorluyordu. Anadolu’daki Türkler’in artarak Anadolu’nun tamamen elden gittiğini gören ve Papa Gregorius VII.’a başvurup bir yardım alamayan Bizans imparatoru Mihael, Melikşah ile anlaşma girişiminde bulundu. Bunun üzerine imparator, 1074 Haziran tarihli, halifeye Süryanice ve satır altlarında Arapça tercümesi yazılı iki mektubundan birinde, ondan Melikşah ile anlaşma girişimine aracılık etmesini rica ediyordu. Melikşah, Anadolu’ya ve Suriye’ye ordular göndermeden önce, 468/1076 yılında, Kafkasya’ya hareket edince orada hazineler değerinde armağanlarla gelen Bizans elçisini kabul etmişti. Bu mektup ve elçilerin neler elde ettiklerine dair kaynaklarda detay yer almasa da, Melikşah’ın bu ülkelerde hâkimiyetini kurmaya çalıştığı bir gerçektir. Melikşah, kardeşi Tutuş’u Suriye’ye gönderirken ve Atsız 97 Mehmet Ersan, “Selçuklular”, İslam Tarihi ve Medeniyeti, Siyer Yayınları, İstanbul, 2018, X, 171; Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 42. 98 Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Rd. Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları, İstanbul, 1988, VIII, 213. 58 yönetiminde birleşen Yabguluları tabiiyetine dâhil ederken büyük komutanlarından Emir Porsuk’u da Anadolu topraklarına görevlendirerek, Süleyman Şah ve diğer Kutalmışoğullarını bertaraf etmek istiyordu. Anadolu’da gaza yapmakta olan Saltuk, Afşin, Tutuoğlu, Tarankoğlu ve Dilmaçoğlu Mehmed gibi Oğuz beyleri 468 Zilkadesi’nde (Temmuz 1076) askerleriyle beraber Rûm bölgesinden Haleb şehrine dönüyorlardı. Bu dönme onların Süleyman Şah’ı tanımamalarıyla Melikşah’a sadakatleri ile alakalıydı. Melikşah bunlara Suriye’ye giden Tutuş’a katılmalarını emretmişti. Melikşah’ın Anadolu’ya ve Kutalmışoğullarını itaate almak amacıyla gönderdiği Emir Porsuk’un hareketleri hakkında kaynakların ifadeleri çok yetersiz ve karmaşıktır. Bu rivayetlerden birine göre, dünya hâkimiyeti davası ile Porsuk’u Anadolu’ya göndermiş; o da Bizanslıları sıkıştırarak imparatorlarını senelik 300.000 altın haraca bağlamıştı. Dahası güya sultan da İstanbul şehrini muhasara etmiş ve Bizans İmparatorluğu’nun haracını 1.000.000 altına çıkarmıştı. Aksaray, Konya, Kayseri ve bütün Rûm memleketlerini alarak Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ı Rûm bölgesine hükümdar yapmış ve Antakya şehrini de alıp kendisine vermişti. Şam bölgesine de Tutuş’u yollayarak Mağrip’in ve Mısır’ın fethini emretmiştir. Emir Porsuk’un seferine ait bu önemli bilgi muahhar bir müellife göre “Babası Kutalmış vefat edince oğlu Mansur Rûm bölgesine ilerledi ve burada birçok yer aldı. Sultan Melikşah saltanata geçince Porsuk’u Rûm bölgesine yolladı. Porsuk, Mansur’u katlettiği sırada kardeşi Süleyman henüz küçüktü. O da Türkmen birliklerinin kendinse katılmasıyla birçok yeri ele geçirdi.” Bu ifade ile hadise biraz açıklık kazanmakta ve savaşın da Kutalmışoğullarının karşı olduğu ve Mansur’un ölümü ile sonuçlandığı ortaya çıkmaktadır. Kaynağı kaybolan bu bilgi Abu’l-Farac tarafından da karışık bir şekilde nakledilmiş, fakat yeni ilaveler ve tarih kaydı ile olay biraz daha aydınlatılmıştır. Bu müellife göre, Melikşah, Kutalmış’ı (doğrusu: oğlunu) yakalamak amacıyla, 1078’de, Emir Porsuk’u Anadolu topraklarına yolladı. Porsuk İstanbul şehrine gizlenmiş olan Mansur’u Botaniates’ten istediyse de, imparator vermedi. Bunun üzerine Porsuk ile Kutalmış (oğlu) arasında savaş başladı ve iki taraftan da çok insan öldü. Fakat sonuç olarak Porsuk bir tuzak ile düşmanını öldürüp durumu sultana 59 bildirdi; Türkler de Kutalmış’ın diğer oğlu Süleyman’a katıldılar.99 Osman Turan’ın tespitine göre; kaynaklardaki belirsizliklere rağmen, Porsuk’un Kutalmışoğullarına karşı gönderildiği, ancak bu esnada onlar Bizans imparatoru ile birlikte olduğu için seferin Bizanslılara karşı sayılmış bulunduğunda şüphe yoktur. Kutalmışoğullarının Büyük Selçuklular ile ve özellikle Süleyman'ın Melikşah ile ilişkilerini hatalı olarak tefsir eden modern tarihçiler, Süleyman Şah ve kardeşi Mansur arasında bir çarpışmanın meydana geldiğini, Süleyman Şah'ın destek talebiyle Sultan Melikşah'ın Emir Porsuk’u Anadolu topraklarına yolladığını ve Mansur’un etkisiz hale getirilmesinin ardından Anadolu hükümranlığının Süleyman Şah’a verildiğini kabul etmişlerdir. Sultan Melikşah'ın Süleyman Şah’ın ardından oğullarını İran tarafına götürerek İznik’teki tahtını boş bir şekilde koyması da aile arasındaki düşmanlığın devam ettiğini göstermektedir. Süleyman ile kardeşi Mansur arasında bir mücadele olduğuna ilişkin kaynaklarda bir ifade mevcut değildir. Bizans kaynaklarından yalnız Bryennios’un bir defa bahsettiği Mansur’un Süleyman ile birlikte bulunduğunu ve Botaniates’in tahta çıkarılmasında ortaklaşa yardım yaptıklarını belirtmiştir. Bunun dışında Kutalmışoğullarına karşı sefere çıkan Porsuk’un İznik’te devlet kuran Süleyman’ı istisna edip ve hatta ona yardım yapıp Mansur’u bertaraf etmeye çalışması da bu seferin anlamsızlığını gösterir. Seferin Mansur’a ve Bizans’a karşı 1078’de gerçekleştiğine dair kayıt Kutalmışoğullarının aynı yılda Botaniates ile ittifak halinde onu tahta çıkarmaları hadisesiyle ilgili olarak bir hakikati belirtmektedir. Porsuk’a karşı yeni imparator ile onlar arasındaki ittifakı onaylamakta ve Mansur’un da bu esnada öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Mansur katledildiği halde Süleyman Şah’ın bu yıldan sonra daha fazla güçlenmesi, Emir Porsuk’un bu işten çok bir şey kazanamadığını gösterir. Porsuk çayı adının da onun bu bölgedeki faaliyetlerinin bir anısı olarak kaldığı muhakkaktır.100 99 Abu’l-Farac, Gregory Abu’l-Farac: Abu’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1945, s. 227. 100 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 105-106. 60 7. Dragos Suyu Anlaşması Aleksios’un Batıda, İtalyan Normanlarının lideri korkunç Robert Giskard tehlikesini önlemek için aldığı çok ciddî önlemlere karşılık, Boğaziçi’nin Anadolu sahillerine kadar sokulmuş bulunan Selçuklulara karşı, Nikephoros Phokas ile istişareden sonra, uyguladığı savunma tarzı hayret edilecek derecede basit görünür. Robert Giskard’ı Arnavutluk kıyılarında durdurmak amacıyla bütün Batı dünyasını yardıma çağıran Aleksios, diğer tarafta Türkleri Boğaziçi’nden uzaklaştırmak konusunda sadece sığınaklar şeklindeki karakol kayıkları ile yetinmiştir. Fakat neticede bu pek küçük ölçüdeki savunma sisteminin büyük masraf ve emeklere bağlı ordular hazırlama ve sevkinden daha etkili olduğu anlaşılmıştır. İmparator Aleksios kalabalık ve düzenli Bizans ordularının, az sayıda süvarilerden oluşan olağanüstü hızlı Türk kuvvetleriyle başa çıkamadığını deneyimlerine dayanarak iyi biliyordu. İmparatorun kızı, tarihçi Anna Komnena bunu, “Bizans orduları kendilerini ayakaltında kum gibi ezen Türklere karşı savaşmak cesaretini artık gösteremiyorlardı” şeklinde ifade etmektedir. Böylece, Bizans imparatoru, büyük harekât yaparak Türk ordularını kendi üzerine çekmemek, mevcut kuvvetini bir anda kırdırmamak amacıyla, etkisi gayet dar alanda kalan bir tür gerilla savaşı vermeyi tercih etmişti. Barakalı karakol kayıkları gece karanlığında gizlice Anadolu yakası kıyılarına yanaşıyor, içlerinden çıkan Bizans’ın en cesur askerleri Khomatenelerden (Laodikia ve Phrykia birlikleri) sekizer-onar kişilik gruplar halinde Türklerin bulunduğu yerlere ani baskınlar veriyordu. Ardından hızlıca sığınaklarına giderek deniz tarafına açılıyorlardı. Gecenin herhangi bir saatinde, ancak günler boyu süren bu durum sonucunda birkaç adım gerileyen Türk birliklerinin bıraktıkları yerlerde Bizanslılar yuvalar oluşturdular. Tuzaklar kurup, savunmasız ya da yalnız başına yakaladıkları Türkleri yok etmeye başladılar. Planlarını adım adım ilerlettiler ve Türk birlikleriyle mücadelelere girdiler. Olaylar bu şekilde ilerleyince, Aleksios sığınaklara ellişer atlı asker koyup gerektiğinde hemen denize açılarak gündüzleri dahi mücadelelere devam edilmesi emrini verdi. İlk başta hiç önem verilmemiş, hatta Türk birliklerinin eklenmesine dahi ihtiyaç duyulmamış olan bu tazyik sonucunda Türk birlikleri 61 Boğaziçi civarından uzağa giderek İzmit şehrine doğru çekilmişlerdi. Sonrasında Aleksios o ara Kilikia cephesinde olan Süleyman Şah’a başvurarak vergi vermesine karşılık barış teklifinde bulundu. 1082 yılında anlaşma gerçekleşti ve Kocaeli yarım adasındaki Dragos suyu iki ülkenin arasındaki hudut sayıldı. Süleyman Şah bunun yanında imparatora destek de verecekti. Yapılan antlaşma Aleksios için bir başarıydı. Çünkü Balkan bölgelerindeki Norman tehlikesiyle mücadele edebilmek için Selçukluları emniyete almış oluyordu. Ardından Süleyman Şah anlaşmanın gerektirdiği üzere Teselya’ya kadar ilerleyip Larissa’yı(Yeni şehir) kuşatan, Giskard’ın oğlu, Bohemond’a karşı, Kamyr (Yağmur) komutasında yedi bin kişilik Türk kuvveti göndererek Aleksios'un Normanları İtalya’ya kadar püskürtmesine yardım etti (1083). Süleyman Şah, bu seneler içinde Anadolu’da aynı noktalar halinde kalan Bizans kalelerinin fethi ile meşgul olmuş, bu arada Tarsus'u (1082 de), Adana, Misis, Anazarva (Ayn-ı Zarba), ile Kilikia’nın diğer bazı şehirlerini ele geçirmişti (1083). Malatya'yı da haraç vermek zorunda bırakmıştı. 101 Süleyman Şah bu sıralarda Mısır-Fatımi devletine isyan ile Trabluşşam’da bağımsız bir idare kuran Şii inançlı Ebu Talip İbn Ammar’a bir elçiyle başvurup fethetmiş olduğu memleketler için kadı ve hatipler göndermesini istedi. Çok geçmeden o, adı geçen kent ve kalelere Selçuklu komutan ve valilerini tayin etmesinin ardından başkent İznik’e döndü. Böylece Ermeni prensliği kontrol altına alındığı gibi bu bölge de Anadolu Selçuklu Devleti’nin sınırları içine alınmış oldu.102 Kilikia’da Flaretos tarafından bir Ermeni prensliği kurulmuştu. Kendisine Bizans’ın temsilcisi görüntüsü vererek Grek halkı memnun ederken, oralara ara sıra uğrayan Türk birliklerine, armağanlar sunması ve türlü dalavere ile, bir müttefik gibi görünen maceracı ve haşin Flaretos, Bizans ordularının dağılması ve Türklerin başka yerlerde fazlaca meşgul olmasından yararlanarak, hâkimiyet sınırlarını genişletiyordu. 1074’te Malatya’yı ele geçirmiş, burayı Ermeni şeflerinden sırasıyla Toros, Hareb ve Gavril aracılığıyla idare etmişti. Sonra Palu, Harput(Khartpet), Ayn- 101 İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul, 1973, s.72. 102 Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, s. 106. 62 ı Zarba, Tarsus, Misis, Elbistan, Raban, Keysun’a hâkim olmuş, nihayet Bizans valisinin elinden Urfa’yı çoğu Ermeni olan halkını ayaklandırarak almayı başarmıştı. Urfa’ya Tuğrul Bey döneminde Malazgirt prensi olan Abukab oğlu Vasil’i tayin etti. Vasil’in 1083’te ölümünden sonra Bizans tarafından eski Ani prensinin oğlu Simbat vali tayin edildi ise de bu Ermeni’den memnun olmayan Grek halkının kargaşa çıkarması üzerine Flaretos Urfa’yı tekrar işgal ederek oğlu Barsam’ın yönetimine verdi.103 Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasının ardından artık devletin kuruluş aşamasını geçiren ve Bizans’a da varlığını kabul ettiren Süleyman Şah, devletinin sınırlarını genişletmek üzere fetihlere ağırlık vermeye başladı. 103 Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, s.74. 63 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SÜLEYMAN ŞAH’IN ANADOLU’DA FAALİYETLERİ 1. Antakya’nın Fethi Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerin Orta Anadolu’da yerleşmeleri ve daha sonra Batı Anadolu’ya doğru ilerleyerek bu kıtanın her tarafına yayılmaları ve Bizans İmparatorluğu’nun bu kıtadan elini çekmeye başlaması üzerine imparatorluk merkezi ile karadan bağlantısı kesilen ve ayrılmış bir duruma düşen güney ve güneydoğu Anadolu bölgelerinin bir kısmı Flaretos’un eline düşmüştü. Van havzası Ermeni soylulardan biri olan ve Romanos Diogenes’in zamanında büyük görevlere verilen bu general, ondan sonra meydana gelen karışıklıktan yararlanarak başına birçok Ermeni serserilerini toplamış ve önceden kendisine korunması görevi verilmiş olan Maraş şehrine yerleşmişti. Bu general daha sonra yukarı Ceyhan bölgelerini yani Andiriyon(Andırın), Göksün, Ablıstan(Albıstan) havalisini ve biraz sonra Raban, Keysum, Behesni, Hisn Mansur(Adıyaman), Kâhta, Sümeysat(Samsat) kalelerini ele geçirmişti. Türk istilâsı üzerine Arran’dan ve Anadolu’nun şark bölgelerinden kaçarak Kilikya’ya gelmiş ve oradaki şehirleri ve kaleleri ve Tarsus, Lampron(Namron), Sis ve daha birçok kaleleri ellerine geçmiş olan Ermeni reisleri onu metbu tanıdıkları gibi Bizans ile alâkası kesilen Kilikya’daki diğer şehirlerin Rum kumandanları da ona tabi olma gereğini duymuşlardı. 1077 senesinde Flaretos kendine bağlı olan Ermeni reislerinden birini, Abu Kab oğlu Vasil’i göndererek şimdiye kadar Türklerin çok sayıda kuşatmasına direnmiş ve İslâm denizi arasında bir ada halinde kalmış olan Urla şehrini kuşattırarak ele geçirdi. Ardından Vasil’in ölümü üzerine kendi oğlu Barsam’ı oraya komutan tayin etti. 1078 senesinde Bizans’ın son Antakya valisi olan Vasag’ın Antakya Ermenileri tarafından öldürülmesi üzerine şehrin büyükleri ve özellikle Ermenileri tarafından davet edilen Flaretos buraya gelerek hâkim olmuş ve artık hâkimiyet merkezini buraya taşımıştır. Yönetiminde bulunan memleketlerin bir kısmının Musul ve Haleb hükümdarı Şerefü’d-devle Müslim tarafından, bir kısmının da Anadolu fatihi Süleyman Şah tarafından alındığını görmüş olduğumuz Flaretos, hâkim olduğu ülkeleri koruyabilmek 64 için Türk ve İslam hükümdarlarına yani hem Şerefü’d-devle’ye hem de Süleyman Şah’a ve bir taraftan da Suriye hükümdarı Tâcüddevle Tutuş’a vergiler ve armağanlar vererek kendini koruyordu. Diğer taraftan da büyük sultan Melikşah’a da hediyeler ve ubudiyetnameler göndererek kendini bu hükümdarların saldırısından korumaya çalışıyordu.104 Anadolu(Bilâd-ı Rûm)’daki Konya, Aksaray ve çevresinin hükümdarı olan Süleyman b. Kutalmış bu yıl Suriye’ye yürüdü ve Suriye topraklarındaki Antakya’yı fethetti.105 Antakya 358 /968-969 yılından beri Rumların elinde bulunuyordu.106 Süleyman Şah, Antakya’yı fethedip Selçuklu askerleri şehre girince “Kim evden çıkarsa canı alınacaktır” diye tellal çağırdılar.107 Süleyman’ın bu şehri fethetmesinin nedeni şudur: Antakya hâkimi Flaretos (el-Firdûsu’r-Rûmî) buradan ayrılıp Rum diyarına gitmiş ve buraya bir şahne(vali) tayin etmişti. Flaretos halka ve aynı şekilde askerlere çok kötü davranırdı, hatta oğlunu bile hapsetmişti ve bu sebeple de oğlu ile Antakya şahnesi, şehri Süleyman b. Kutalmış’a teslim etmek üzere anlaştılar ve mektup gönderip davet ettiler. Bunun üzerine Süleyman üç yüz süvari ve çok sayıda piyadeden oluşan bir kuvvetle deniz yoluyla hareket etti. Daha sonra karaya çıkıp sarp dağlar ve çok dar ve zor boğazlardan geçerek anlaştıkları yere vardı. Şahne ve yanındakilerle anlaşarak merdiven kurup surlara çıktı ve şahne ile işbirliği yapıp Şaban ayında (Aralık 1084) şehri ele geçirdi. Şehir halkı direnip savaştı, fakat Süleyman onları mağlûp etti ve içlerinden birçok kişiyi öldürdü, sonra da geri kalanları bağışladı. «el- Kusiyan» adıyla bilinen kaleyi teslim aldı, bu arada sayısız denecek kadar mal ele geçirdi. Halka çok iyi davrandı, adaletle hükmetti. Şehrin tahrip edilen kısımlarını tamir etmelerini emretti. Bu arada askerlerinin halkın evlerine girmelerini ve onların arasına karışmalarını yasakladı. 108 Antakyalılar Anadolu fatihinin bu üstün davranışından çok memnun olmuşlar ve 104 Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 120. 105 İbn Kesîr, Süleyman Şah’ın Antakya’yı fethini hicretin 477. Senesi olayları içinde ve şaban ayında olduğunu kaydeder.(İbn Kesîr, el- Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslam Tarihi), Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 257.) 106 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, VIII, 312; Müneccimbaşı Şeyh Ahmed Dede, Karahanlılar ve Anadolu Selçukluları, s. 3. 107Erdoğan Merçil, Selçuklularda Saraylar ve Saray Teşkilâtı, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2011, s.235. 108 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, VIII, 312. 65 onun yönetimini Hıristiyan olan Bizans devletinin yönetimine tercihe başlamışlardı. Antakya Hıristiyanları camiye çevrilen büyük kilise karşılığında Süleyman Şah’tan izin alarak Meryem Ana ve Aziz Cercis kiliselerini inşa etmişlerdi. Antakya’nın fethi sırasında Flaretos şehirde değildi ve kendi ülkesini kontrol etmek için uzaklara gitmiş bulunuyordu. Bu haberi duyar duymaz ne yapacağını şaşırdı, eski vilâyet merkezi olan Maraş’a çekilmek mecburiyetinde kaldı. Süleyman Şah ise Antakya’ya tabi olan kasaba ve kalelerin birer birer işgaline devam etti. Bağras (Beyan), Der- besak, Ayıntap, Artah, Raban, Harim, İskenderun, Süveydiye başta olmak üzere bütün kasaba ve kaleler birer birer işgal edildi. Önceden Türklerin elinde bulunduğunu gördüğümüz Deluk da Süleyman Şah’ın yönetimi altına geçti ve Tel Başar kalesi de bu arada ele geçirildi. Süleyman Şah’ın ülkesinin sınırları Fırat nehrine ve Haleb kapılarına kadar dayandı. Süleyman Şah diğer fetihleri gibi bu son zaferini de büyük sultan Melikşah’a müjdeledi. Eskiden beri Hıristiyan geleneğinde son derece önemi olan ve Müslümanlığın ilk asırlarında da İslâm siyasî ve medeni tarihleri açısından çok meşhur ve kıymetli olan bu şehrin fethi Süleyman Şah’a daha büyük bir şöhret sağladı. Bütün İslâm ülkelerinde bu zafer kutlanmış ve şairler tarafından kasideler yazılmak suretiyle bu sevinç ifade edilmişti. Antakya’nın fethedildiği zamandan bir süre sonra 1085 yılı başlarında yukarı Ceyhan havzası yani Elbistan, Huni(Khunu), Göksün ve nihayet Maraş ve daha sonra Behesni ve Keysum şehirleri de Süleyman Şah’ın generallerinden olup daha sonra kendisini Haçlılar muharebesinde göreceğimiz Buldacı adlı bir emir tarafından fethedilmişti. Ülkesinin zaptından sonra Flaretos kendine tabi olan memleketlerden Urfa’ya çekilmek zorunda kaldı, fakat Urfa valisi olan oğlu Barsan tarafından kabul edilmeyen bu adam, yersiz yurtsuz kaldığından ne yapacağını şaşırmış ve nihayet Sultan Melikşah’ın yanına giderek törenle Müslümanlığı kabul etmiş, büyük sultan da buna karşılık Maraş şehrinin emirliğini ona vermiştir. Flaretos bir müddet sonra bu şehirde ölmüştür. Urfa’ya gelince sonradan göreceğimiz üzere bu şehir Sultan Melikşah’ın yakın şark yürüyüşü esnasında Emir Bozan tarafından ele geçirilmiştir.109 109 Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 123. 66 2. Süleyman Şah-Müslim Çatışması Süleyman Şah’ın güneye inerek Antakya’yı alması, Şam bölgesinde de yayılma siyaseti benimsemesi, üstelik bu konuda bölge halkının da kendisini teşvik edip desteklemeye, hatta davete başlaması, onun bölgede hüküm süren Büyük Selçuklular veya vasalları ile rekabet ve çatışmasını kaçınılmaz bir hale getirmişti.110 Süleyman Şah, Sultan Melikşah’ın emriyle Büyük Selçuklu ordusu, Diyarbakır bölgesini hâkimiyeti altında tutan Mervanoğulları ailesine son vermek ve bölgeyi topraklarına katmak amacıyla harekete geçip söz konusu bölgeyi sıkıştırmaya başlamıştı. Bu olay karşısında Mervani Emiri, Mansur, Müslim’i ikna ederek, kendisiyle işbirliği yapmaya razı etti. Görünüşte daima Sultan Melikşah’a bağlılığını bildiren, fakat gerçekte ise topraklarını Büyük Selçuklu Devleti aleyhine genişletmek maksadında olan Müslim, askerleriyle birlikte Mervanoğlu’nun yardımına gelerek tabi olduğu devlete karşı silah kullanmaya cesaret etmiştir. Amid şehri dışında karargâh kuran Müslim, bir gece yarısı Artuk Bey komutasındaki kuvvetlerin baskınına uğraması üzerine bir kısım kuvvetler ile Diyarbakır’a zorlukla sığınabilmiştir. Fakat şehrin çıkış yollarının savunmasını üstlenmiş olan Artuk Bey ile anlaşarak, sağ salim kurtulmuş ve Rakka’ya dönmüştür. Müslim’in ordusu, Artuk Bey kuvvetleri tarafından bu baskın esnasında tümüyle yağma edilmiştir. Büyük Selçuklu komutanı Fahrüddevle bu bölgede olup bitenleri ayrıntılı bir şekilde Sultan Melikşah’a bildirmiştir. Bu olaylara çok kızan Melikşah, çok geçmeden bizzat ordusu ile birlikte Müslim’e karşı harekete geçmiştir. Bu sırada vezir Nizamülmülk, Müslim’e bir mektup yazarak, kendisine dokunulmayacağı konusunda garanti vermiştir. Bunun üzerine Müslim, birçok büyük armağanlarla Sultan Melikşah’ın huzuruna çıkmıştır. Sultan kendisine izzet ve ikramda bulunduktan sonra, onun bütün isteklerinin yerine getirilmesi konusunda emirler vermiştir. Bununla birlikte Suriye, Cezîre ve Musul’da bulunan bütün iktalarının kendisine geri verilmesi hususunda yeniden tevkîler(fermanlar) yazılmıştır. Böylece Müslim, Melikşah’ın affetmesinden sonra, eskiden sahip olduğu toprakları tekrar elde etmeyi başarmıştır. 110 Ali Üremiş, Türkiye Selçuklularının Doğu Anadolu Politikası, Babil Yayınları, Ankara, 2005, s. 44. 67 Sultan’ın huzurundan sevinçle ayrılan Müslim, Kadisiye’ye döndüğü sıralarda şiddetli bir yiyecek sıkıntısı çekmekte olan askerlerinden büyük bir kısmı onu terk ederek Süleyman Şah’ın hizmetine girdikten sonra, Mirdasi Emiri Şebib ile Mansur ve bir kısım Benü Kilab kabilesi güçlenip Antakya’ya gelip Süleyman Şah’la birbirlerine karşı düşmanlık yapmayacakları konusunda anlaşmışlardır. Müslim, Süleyman Şah’a tek başına karşı koyamayacağını anlayarak bir müttefik aramaya başladı. Bu amaçla daha önce kendisini kurtarmış olan eski dostu Artuk Bey’e başvurdu. Bu sıralarda Artuk Bey, Amid kuşatması sırasındaki olaylardan dolayı Sultan Melikşah’la aralarının açık ve gergin bir duruma gelmesinden dolayı, bir daha onun güvenini kazanamayacağına kanaat getirmiş ve bu sebeple onun hizmetinden ayrılmayı uygun bularak, beraberindeki kuvvetlerle Suriye meliki Tutuş’un hizmetine girmişti(1085 başları). Gerek Sultan Melikşah’a olan kırgınlığı ve gerekse kendisinin başarılı fetihlerde bulunduğu Anadolu’da alınmasında başlıca rol oynamış olan Süleyman Şah’a karşı aşırı intikam alma duygusunun etkisiyle, Artuk Bey, Müslim’in teklifini kabul etmiş ve onunla ittifak yapmaya karar vermiştir. Bu ittifak neticesinde ikisi arasında şöyle bir anlaşma yapılmıştır: 1. Müslim, Artuk Bey gibi Sultan Melikşah ’ın hizmetinden ayrılacak. 2. Tutuş 'Büyük Sultan' olarak tanınacak. 3. Sünni-Bağdat halifeliğinden alaka kesilerek Şii-Mısır halifeliğine bağlı olunacak. Müslim, bu kararları hayata geçirebilmek için, bir yandan Dimaşk’da bulunan Tutuş’a durumu bildirirken, diğer yandan da amcası Mukbil b. Bedran’ı, Mısır’a göndererek kendilerine gerekli asker ve para yardımı yapmalarını halife Mustansır’a bildirdi. Müslim’in bu teklifi halife veziri Bedru’l-Cemali tarafından sevinçle karşılandı. Fakat kurnaz Fatımi veziri hemen askeri yardıma geçmeden önce durumu 68 kontrol ettirmek ve etraflı görüşmelerde bulunmak üzere oğlunun başkanlığındaki bir heyeti Dımaşk’a Tutuş’un yanına göndermeyi kendi siyasetine daha uygun buldu.111 Müslim diğer taraftan da, Antakya ve çevresine hâkim olan Süleyman Şah’a, bizzat başvurarak daha önce aldığı vergileri bu defa şehre hâkim olduğundan, kendisinin ödemesi gerektiğini bildirmiş ve ayrıca Antakya’yı ele geçirmiş olmasından dolayı da onu sultana isyan etmekle suçlamıştır. Süleyman Şah, Müslim’e vermiş olduğu cevapta “Sultan’a itaat etmek benim biricik amacımdır. Ben bu Antakya bölgesiyle diğer kâfir ülkelerini ancak onun saadeti sebebiyle tanrı’nın benim elimle fethettirmiş olduğunu kendisine yazmıştım. Benden istenen paraya gelince, daha önceki Antakya hükümdarı kâfirdi. O adamları ve kendisi için, kendilerine saldırılmaması karşılığında baş vergisi veriyordu. Hâlbuki ben elhamdülillah Müslüman’ım, şehir artık Müslümanlar’ın eline geçmiş bulunuyor. Bu durumda ben, sana nasıl olur da cizye yollayabilirim.” demiştir. Bundan sonra da her ikisi arasında düşmanlık baş göstermiştir. Süleyman Şah’ın kendisine gönderdiği bu red cevabından sonra Müslim, Antakya ve çevresini yağmalamaya başladı. Müslim’in bu hareketi karşısında Süleyman Şah da karşılık olarak, Haleb ve çevresini askerlerine yağma ettirdi. Böylece karşılıklı akınlar bir süre devam etmiştir. Müslim, Haleb ve çevresinin, Süleyman Şah’ın askerleri tarafından sürekli olarak yağmalanması ve bunlara mani olmamasından dolayı, Haleb’deki vekili Ebu’l İzz b. Sadaka’yı azil ve hapis ile bütün servetini müsadere etmiş ve Haleb’e Musul’da kendi yanında bulunan İbnü’l Hulzum’u yönetimi ele almak üzere Haleb’e göndermiştir. Yeni Haleb vekili yağma hareketlerine son vermek için, Süleyman Şah’a haber göndererek barış teklifinde bulunmuştur. Fakat diğer taraftan askeri hazırlıklarını tamamlamış olan Müslim yanındaki Türkmen kuvvetleri ile kendisine katılan Harput ve çevresinin hâkimi Çubuk Bey ile beraber Antakya’yı kuşatmak üzere, Haleb’in kuzeybatısındaki A’zaz bölgesine 111 Nuri Yavuz, “Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın Kuzey Suriye’deki Faaliyetleri ve Sonuçları”, Beşinci Uluslar arası Orta Doğu Semineri İslâmiyet’in Doğuşundan Osmanlı İdaresine Kadar Orta Doğu (Şam 2-4 Kasım 2010) Bildiriler, Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ, 2012, s.219; Abdülkerim Özaydın, Fahameddin Başar, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1994, s. 110. 69 gelmişti (Haziran 1085). Burada kendi yakın arkadaş ve akrabaları, Antakya üzerine gidilmeyip, Süleyman Şah ile barış yapılmasını kendisine tavsiye ve telkin etmelerine rağmen, o bunları dinlemedi. Yanındaki emirlerle birlikte, Benü Kilab, Benü Nümeyr kabileleri atlı kuvvetleri ve ayrıca Haleb yerli muhafızlarının yardımını sağladıktan sonra, ordusunun başında olduğu halde, Azaz’dan hareket ederek, Afrin Çayı’nın Amik Ovası yörelerinde bulunan Kurzahil mevkiinde karargâhını kurmuştur. Diğer taraftan Müslim’in, Antakya üzerine gelmekte olduğunu haber alan Süleyman Şah ordusu ile Antakya’dan çıkarak, Müslim’in karargâh kurmuş olduğu Kurzahil’e kadar gelmiştir. Her iki taraf burada 20 Haziran 1085’te şiddetli bir savaşa tutuştu. Bu şiddetli çarpışma sırasında Harput hâkimi Çubuk Bey’in emrindeki askerlerle birlikte Süleyman Şah tarafına geçmesi üzerine, Müslim’in ordusu bozguna uğrayıp geri çekilmiştir. Bu durum karşısında, çarpışmayı terk edip çekilmekte olan Müslim, kendisini yakından şiddetle takip eden Türk askerlerinin mızrak darbeleri altında can vermiştir. 112 İbnü’l-Esir, Şerefü’d-devle Müslim hakkında şu ifadeleri kaydeder: “Şerefü’d-devle şaşı gözlüydü. Suriye’de İsa nehrinden Menbic’e kadar uzanan esSindiyye’yi ve civarındaki diğer beldeleri hâkimiyeti altına almıştı. el-Cezîre bölgesindeki Diyâr-ı Rabia ve Diyâr-ı Mudar, Musul ve Haleb elindeydi. Babası ve amcası Karvâş’a ait yerler de tasarrufunda bulunuyordu. Adil bir insandı ve halka iyi davranırdı. Ülkesinin her tarafında emniyet ve ucuzluk vardı. Ülkesini gayet iyi idare ediyordu; öyle ki bir iki yolcu bile hiçbir şeyden korkmadan yolculuk edebilirlerdi. Her şehir ve köyde amil, kadı ve istihbarat işleriyle görevli bir memur(sahib-i haber) vardı. Bu yüzden hiç kimse başkasına zulüm ve haksızlık edemezdi. Şerefü’d-devle öldürülünce Ukayliler, kardeşi İbrahim b. Kureyş’in yanına gittiler, o sırada hapiste bulunan İbrahim’i çıkarıp başlarına hükümdar yaptılar. Hapishanede senelerce kalmıştı, bu yüzden hapishaneden çıkarıldığında ne yürüyebiliyor ne de hareket edebiliyordu. Şerefü’d-devle öldürülünce Süleyman b. Kutalmış Haleb’e gitti, 1 Rebîülevvel 478(27 Haziran 1085) tarihinde şehri kuşatmaya başlayarak 5 Rebîülâhir 112 Nuri Yavuz, “a.g.m. , s.221; İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, VIII, 313. 70 478(31 Temmuz 1085) tarihine kadar sürdürdü, fakat hiçbir şey elde edemeden oradan ayrıldı.”113 İbn Kesir de Şerefüddevle Müslim hakkında şunları söyler: “Müslim b. Kureyş, halkına çok iyi davranan hayırlı ve seçkin hükümdarlardandı. Her şehrinde ve kasabasında bir vali, kadı ve haber sahibi vardı. Sindiye’den Menbic’e kadar hükmederdi. Öldürülmesinden sonra yerine kardeşi İbrahim b. Kureyş geçti. İbrahim, senelerden beri zindandaydı. Salıverildi ve tahta geçti.”114 Süleyman Şah, kazandığı bu önemli başarı ile Müslim’in, Mezopotamya ve Kuzey Suriye bölgelerini içine alan hâkimiyetine son vermiş ve dolayısıyla Suriye’de Türk hâkimiyetinin kesin olarak yerleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. 3. Tutuş ile Mücadele ve Süleyman Şah’ın Vefatı Süleyman Şah, Müslim’in ölümü ile sonuçlanan Kurzahil savaşından hemen sonra Haleb üzerine yürüdü (Haziran-Temmuz 1085). Şehir Şerif Ebû Hasan b. elHuteytî’nin, kale ise amcasının oğlu Salim b. Malik’in yönetimi altındaydı. Süleyman Şah şehri Temmuz ayının sonuna kadar kuşattı. Fakat kesin bir sonuç alamayıp el-Huteytî ile anlaşıp kuşatmayı kaldırdı. Daha sonra güneye yönelip Maarratü’n-Numan115 ile Kefertâb’ı ele geçirdi. Şeyzer116’i haraca bağlayıp Hıms’a bağlı Latmin’i fethetti. Süleyman Şah, Sultan Melikşah’ın kardeşi Suriye meliki Tutuş’un hâkimiyet alanına girmemek için daha güneye inmeyerek Antakya’ya döndü. Süleyman Şah, Suriye’nin önemli şehirlerinden olan Haleb’i almaktan vazgeçmedi ve burayı tekrar kuşattı (Mayıs-Haziran 1086). Şehrin komutanı elHuteytî’ye müracaat ederek şehir ve kalenin teslimini istedi. Süleyman Şah’ın kararlılığını gören el-Huteytî, Sultan Melikşah’a mektup yazarak; “Şehri kendisine teslim edeceklerini ve bu nedenle buraya gelmesini veya kendilerine Süleyman Şah’ı şehirden uzaklaştırabilecek bir kuvvet göndermesini” bildirmişti. Fakat Süleyman Şah’ın Haleb’i ikinci defa kuşatmaya başlamış olmasına rağmen Melikşah’tan 113 İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, VIII, 313. 114 İbn Kesîr, el- Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslam Tarihi), s. 257. 115 Suriye’nin kuzeybatısında bulunan bir şehirdir.(Wikipedia) 116 Hama bölgesinin yaklaşık 20 km. kuzey-batısında Âsi nehrinin sol tarafında bu nehrin küçük bir menderes(büklümü) içerisinde kuruludur. Stratejik konumu sebebiyle devletler arasında mücadelelere sebep olmuştur (Gülay Öğün Bezer, “Şeyzer”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 106) 71 beklenen yardım gelmedi. Bu durumda el-Huteytî, Dımaşk’da bulunan Tutuş’a haber göndererek, şehri ona teslim edeceğini söyledi. Tutuş bu teklifi memnuniyetle karşılayıp Haleb’e doğru harekete geçti. Tutuş’un yanında Melikşah tarafından Anadolu’nun fethi görevinden alınan Artuk Bey de vardı. 117 Anadolu'nun fethinde, Doğu Arabistan’ın alınmasında ve Mervânî’lere karşı olan harekâtta büyük hizmetleri geçen bu ünlü Türkmen Beyi Âmid kuşatmasını terk ettiğinden dolayı Melikşah’ın gözünden düşmüştü. Her ne kadar yine Büyük Sultanın emriyle Musul yürüyüşüne katılmış ise de, bir daha Sultanın güvenini kazanamamıştı. Bu sebeple Melikşah’ın kendine karşı herhangi bir hareketinden endişelenen Artuk Bey, Hulvan’daki iktâlarında Türkmenleri etrafında toplamaya başlamış, bir aralık merkezden gönderilen hil'at, at ve beş bin dinarı kabul etmemiş ve Hâbur kıyılarına çekilmişti. Bu durum Melikşah'ın dikkatini onun üzerine daha fazla topladı. Irak-ı Arap, el-Cezîre, Diyar-ı Bekr’deki komutanlara Gevherâyîn, Kara-tegin Anuş-tegin'e Artuk’un kontrol altında tutulmasını emretti. Üç komutan Artuk Bey'e itaat etmesi konusunda uyarı verdiler. Bunun bir belirtisi olmak üzere, Sultanın yanına gitmesini tavsiye etmişler ve Türkmen beylerinin çoğunu ondan ayırmayı başarmışlardı. Diyar-ı Bekr’i, Antakya çevresini ele geçirip ayrı bir beylik kurmak düşüncesi olan Artuk Bey, Büyük Sultan’a itaatinin tam olduğunu bildirmekle birlikte, “Sultanın memleketlerini tahrip eyleyen” Süleyman Şah’a karşı yürüyeceğini ileri sürerek, el-Cezîre üzerinden Suriye'ye inmiş, burada Tutuş’un himayesine girmişti. Tutuş kendisine Kudüs ile çevresini iktâ ettiğinden (477/1085- 1086), Kudüs şehrini vaktiyle Atsız tarafından bırakılmış olan Turmuş’dan görüşmeler yoluyla teslim alan Artuk’a daha sonra Sarhad şehri de ek olarak verilmişti. İşte bu sebeplerden dolayı Artuk Bey de Süleyman Şah’a karşı Haleb üzerine yürüyen Tutuş’un yanında bulunuyordu.118 Tutuş, Artuk Bey ile birlikte, Haleb yakınlarındaki Aynüseylem mevkiinde Süleyman Şah ile karşılaştı. İki taraf arasında şiddetli bir çarpışma başladı. Bu sırada Süleyman Şah’ın emrindeki bir kısım beyler, Tutuş tarafına geçti. Artuk Bey’in orduyu ustaca idaresi Süleyman Şah’ın ordusunun dağılmasına neden oldu. Dağılan 117 Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VIII, 217. 118 Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, s.81. 72 ordusunu yeniden toparlayamayan Süleyman Şah ağır bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgiyi gururuna yediremeyen Anadolu fatihi Süleyman Şah, (bir rivayete göre) yanında taşımış olduğu bir hançer ile intihar etti (5 Haziran 1086). Nâşı ise Tutuş tarafından Haleb kapısına defnedildi. Süleyman Şah’ın veziri Hasan b. Tahir119, oğulları ile karısını Antakya’ya götürdüyse de Sultan Melikşah onları ailevî rekabetin birer takipçisi olabilir düşüncesiyle daha sonra yaptığı Suriye seferi sonunda İsfehan’a götürüp ömrünün sonuna kadar onları hapiste tuttu.120 Süleyman Şah’ın vefatına dair farklı rivayetler vardır. İbnü’l-Esir Süleyman Şah’ın ölümüne dair şu bilgilere yer verir: “ Süleyman b. Kutalmış, Şerefü’d-devle Müslim b. Kureyş’i öldürünce Haleb halkının lideri olan İbnül-Hutaytî el-Abbâsî’ye haber gönderip şehri kendisine teslim etmesini istemişti. İbnû’l-Hutaytî de Süleyman’a elçi gönderip durumu Sultan Melikşah’a yazıp cevap alıncaya kadar süre istedi. İbnû’l-Hutaytî bu arada Dımaşk Hâkimi Tutuş’a adam gönderip Haleb’i kendisine teslim etmeyi vaat etti, bunun üzerine de Tutuş Haleb’i teslim almak üzere hareket etti. Süleyman bunu haber alınca derhal üzerine doğru yürüdü, seher vaktinde dağınık ve hazırlıksız bir haldeki Tutuş’un yanına vardı. Süleyman iyice yaklaşıncaya kadar Tutuş ondan haberdar değildi, ancak Süleyman Şah’ı görür görmez askerlerini savaş düzenine soktu. Emir Artuk b. Eksüb de Tutuş’un yanındaydı. Artuk girdiği her savaştan zaferle ayrılmış bir emirdi. İbn Cüheyr ile Âmid’e geldi ve Şerefü’d-devle’yi serbest bırakınca İbn Cüheyr’in bunu Sultan’a haber vermesinden korkarak, Sultan’ın hizmetinden ayrıldı. Tâcüddevle Tutuş’a iltihak etmişti. Tutuş da ona Kudüs’ü ikta etti ve Artuk bu savaşa onun saflarında katıldı. Savaştan güzel bir imtihan verdi; 119Hasan b. Tahir, Antakya hâkimi Kutalmışoğlu Süleyman’ın veziri olarak onunla birlikte Antakya’da bulunuyordu. O, Naûre’de Süleyman’ın öldürüldüğü vakada (savaşta) tutsak alınmıştı. Fakat daha sonra Tacüddevle Tutuş b. Alparslan, onu Safer 479 (Mayıs/Haziran 1086) tarihinde serbest bıraktı, o da bunun üzerine Antakya’ya gitti. Hasan, Sultan Melikşah’ın Haleb’e gelip aynı yılın Şaban (Kasım) ayında şehri teslim aldığı zaman hala Antakya’da bulunuyordu. Sultan, daha sonra Haleb’ten Antakya’ya geldi ve vezir Hasan şehri ona teslim etti. Melikşah, onu Antakya’nın vergi işlerine bakmakla görevlendirdi; il yönetimine de, bir miktar asker ile Alp-oğlu Yağı-Sıyan’ı atadı. (İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb(Biyografilerle Selçuklular Tarihi), Çev. Ali Sevim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1982, s. 35.) 120 Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VIII, 218. 73 Arapları savaşa teşvik etti; böylece de Süleyman'ın adamları dağıldı. Süleyman kendisi merkezde sabırla savaştı, adamlarının yenilip geri çekildiğini görünce de yanında bulunan bıçağı çekerek intihar etti. Başka bir rivayete göre savaş meydanında öldürülmüş ve Tutuş böylece askerlerine galip gelmiştir. Geçen sene Safer ayında (Haziran 1085) Süleyman b. Kutalmış, Şerefü’ddevle’nin cesedini bir katır sırtında ve bir elbiseyle kefenlenmiş vaziyette Haleb’e göndermiş ve halktan şehri kendine teslim etmesini istemişti. Bu sene Safer ayında (Haziran 1086) ise Tutuş, Süleyman'ın cesedini bir elbise içinde Haleb’e gönderdi ve şehrin teslimini istedi. İbnü’l-Hutayti durumu Sultan’a yazacağını ve gelecek emre göre hareket edeceğini bildirdi, bunun üzerine Tutuş şehri kuşattı ve kuşatmayı sürdürerek halkı sıkıştırdı. Îbnü’l-Hutaytî, her bir burcunu korumak üzere şehri ileri gelenlere teslim etmiş, bu arada burçlardan birini de İbnû’r-Ra’vî adıyla tanınan birine vermişti, ancak daha sonra ağır sözler söyleyerek onu kendinden soğuttu. Bu adam çok güçlü biriydi. Halkın içinde bulunduğu zor şartları gördü ve bu durum kendisini Tutuş’a haber gönderip şehri teslim almak üzere çağırmaya sevk etti. Daha sonra aralarında tespit edecekleri bir gece adamlarını iplerle surların üzerine çekmek için anlaştılar. Tutuş sözleştikleri gece oraya gelerek adamlarını ipler ve merdivenlerle surların üzerine çıkardı ve böylece şehre hâkim oldu. İbnü’l-Hutaytî, Emir Artuk’a sığındı, o da Tutuş’tan îbnü’l- Hutaytî’nin bağışlanmasını istedi. Kaleye gelince, burada Şerefü’d-devle Müslim b. Kureyş’in amcasının oğlu Salim b. Mâlik b. Bedrân vardı. Tutuş kaleyi on yedi gün kuşattı, sonra kardeşi Sultan Melikşah’ın öncü birliklerinin geldiğini haber alınca oradan ayrıldı.”121 İbn Kesir de Süleyman Şah’ın vefatına hicretin 479. senesi olayları içinde yer verir: “Bu senede Dımaşk valisi Tutuş ile Haleb, Antakya ve yöresinin valisi Süleyman b. Kutalmış arasında bir savaş meydana geldi. Süleyman’ın askerleri bozguna uğradı. Kendisi de yanındaki bir hançerle kendini öldürüp intihar etti.”122 121 İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, VIII, 319. 122 İbn Kesîr, el- Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslam Tarihi), s. 264. 74 Abu’l-Farac Süleyman Şah’ın ölümüne dair şunları kaydeder: “Arapların 479/1086 senesinde Emir Artuk Bey ile Antakya hâkimi Katlamışoğlu Süleyman Şah arasında savaş koptu ve Süleyman savaşta maktul düştü. Rivayet edildiğine göre Süleyman Şah kendi ordusunun mağlup olmakta olduğunu fark ederek bir bıçakla intihar etmiştir. Zira cesedi yerde bulunduğunda karnında bir bıçak saplı halde olduğu görülmüştür.”123 İbnü’l- Adîm de şunları söyler: “Müslim bin Kureyş, Haleb’e hâkim olduğu zaman Salim’i aralarındaki akrabalık dolayısıyla şehir yönetimine atamıştı. Müslim öldürülünce Salim, 478/1085 yılında el-Hutaytî ile birlikte Haleb’e geldi. Kendisi kalede, Hutaytî de şehirde ikamete başladılar. Her ikisi anlaşarak Sultan Melikşah’a mektup yazıp Haleb’i kendisine teslim edeceklerini, bu nedenle ya kendisinin bizzat gelmesi ya da bu sırada Haleb’e karşı saldırıya geçen Süleyman b. Kutalmış’ı buradan uzaklaştıracak bir yardımcı kuvveti göndermesi konusunda onu teşvik ettiler. Bununla beraber sultanın gelmesini beklemek oldukça uzamıştı. Bu nedenle Şerif el-Hutaytî ve Mübarek b. Şibl el- Kilâbî, Tacüddevle Tutuş’un çağırılması konusunda anlaştılar. Bunun üzerine Tutuş geldi, Süleyman ile savaşıp onu öldürdü.”124 Müsameretü’l- Ahbar’a göre: “Süleyman Şah, Haleb ve bağlı yerlerini aldı. Sultan Melikşah’a haberci göndererek bütün olanları olduğu gibi anlattı. O sırada Şam'ın ve oraya bağlı yerlerin meliki olan Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş, Şerefü’d-devle’nin öldürüldüğü haberini alınca sinirlendi. ‘Süleyman Şah, babasının huyunu ve onun isyanını kendisine örnek aldı. Saltanat kullarını öldürüyor ve ülkeler alıyor. Eğer en kısa zamanda ona karşı önlem alınmazsa, onun çıkaracağı karışıklık artar’ diyerek Şam diyarının ordusunu toplayıp Süleyman Şah'ın üzerine yürüdü. O sırada gizli olarak Süleyman Şah'ın emirlerine birini göndererek hepsini tehdit edip korkuttu. Maarra yakınında iki taraf karşı karşıya geldi. O zaman Süleyman Şah’ın emirleri geri döndüler. O, yalnız kalınca kendini öldürdü.”125 123Abu’l-Farac, Gregory Abu’l-Farac: Abu’l-Farac Tarihi, s. 333. 124 İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-Taleb fî Târîhi Haleb(Biyografilerle Selçuklular Tarihi), s. 124. 125 Aksarayi, Müsameretü’l-Ahbar, s. 15. 75 Selçuknâme’de Süleyman Şah’ın ölümüne dair şu bilgileri kaydeder: “Tutuş, acıma ve şefkatten uzak, şiddet sahibi biriydi. Süleyman Şah, Tutuş’un huzuruna geldiği zaman, Tutuş’un kendisine öfkesini bildiğinden, işkence şiddetinden korkarak, orada hemen göğsünü hançer ile parçalayarak kendisini öldürdü.”126 Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk sultanı ve kurucusu olması nedeniyle Süleyman Şah, Anadolu Türkleri tarafından çok benimsenmiş ve ona “Gazi” unvanı yakıştırılmıştı. Hakikaten de ilk dönem Osmanlı tarihçileri, onu Ertuğrul Gazi’nin babası şeklinde göstermişler ve Osmanlıların atası olarak saymışlardır. I. Rükneddin Süleyman Şah, Anadolu topraklarında yepyeni bir Türk devletinin temelini atarak Türk tarihi içerisinde çok eşsiz bir konuma sahip olmuştur. Onun başarısıyla, şu an yaşadığımız topraklar fethedilmiş ve Anadolu, Türklerin vatanı haline gelmiştir.127 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’nun her tarafına Türkmenler dolmuş ve pek çok Türk emîri fetih hareketlerine girişmişti. Fakat bu fetih faaliyetleri genellikle dağınık bir şekilde sürdürülüyordu. I. Rükneddin Süleyman Şah’ın Anadolu’ya gelmesi ile durum değişti. Süleyman Şah Türkmenleri teşkilâtlandırıp emir ve kumandanları kendi fetih politikası istikametinde yönlendirerek Bizans yönetiminde olan Anadolu topraklarının daha hızlı ve kalıcı bir şekilde ele geçirilmesinde büyük katkı sahibi oldu. Bu açıdan, bu topraklar üzerinde dokuz asırdır süren Türk hâkimiyetinin kurulmasında ve Anadolu Türk tarihinde, Süleyman Şah, eşsiz bir yere sahiptir. Türkler onun döneminde Anadolu sahillerine inmiş ve Alparslan’ın başlattığı fetih faaliyetlerini zirveye çıkarmışlardı. Asıl önemlisi, Süleyman Şah, fethettiği topraklarda uyguladığı iskân siyaseti ile Anadolu’yu vazgeçilmez bir Türk yurdu haline getirmiştir. Adaletli ve merhametli davranışları ile askerlerini ve halkı, hatta Anadolu'nun yerli gayr-i müslim halkını kendisine bağlamış, böylece bütün çabalarına rağmen Bizans’ın tekrar Anadolu’ya hâkim olmasına engel olmuştur. Fethettiği topraklara hemen imam, müezzin, kadı ve müderris göndermesi, cami açtırıp vaaz ettirmesi ise, onun Anadolu’nun İslâmlaştırılması siyasetindeki bilincini 126 Ahmed bin Mahmud, Selçuk-Nâme, Çev. Erdoğan Merçil, Kervan Yayınları, İstanbul, 1977, s. 145. 127 Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, VIII, 218. 76 göstermektedir. Bu hizmet ve yetenekleri onun, Anadolu halkının gönlünde «Gazi Sultan» olarak taht kurmasına neden oldu.128 Elli yıldan fazla süren bir mücadele sonucunda fethedilen ve dünya coğrafyasına ve tarihine sonsuza kadar Türkiye olarak yazılan bu kıtanın fethedilmesinde en son ve en büyük etken olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a tüm tarihçiler “Anadolu fatihi” vasfını layık görmüşlerdir. Bu fetih, elinden alınmak için mücadele edilen düşman devletin yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun gücü ve kuvveti, fethedilen bu ülkedeki engellerin zorluğu ve önceden beri İslâm ve İran İmparatorlukları’na karşı oluşturulmuş, sonrasında da takviye edilmiş ve çoğaltılmış olan kalelerin fazlalığı açısından, İslâmın ortaya çıkışından itibaren yapılmış olan fetihlerin en çok fedakârlık gerektireni, en çok zaman alanı ve en büyüğü olmuştur. Bu fetih, Mısır, Suriye, Irak, İran, Türkistan, Afrika ve Endülüs kıtaları gibi fethedilip İslam ülkelerine eklenen ülkelerin sonuncusudur. Fakat Türk ırkını Akdeniz kenarına getirmek, yeni bir Türk vatanı kurmak, Türkleri Helen, Slav, Cermen ve Latin kavimleri ile yan yana getirmek ve ayrıca dünya tarihi içinde yeni bir sayfa açılması bakımından tüm İslâm fetihlerinin en önemlisi olmuştur. Bu fethin fatihi olan Süleyman Şah da Hâlid b. Velîd, Amr b. As, Sad b. el-Vakkâs, Hassan b. Numân, Ukbe b. Nâfi, Musâ b. Nusayr ve Kuteybe b. Müslim ile Mahmud Gaznevi gibi Irak, İran, Güney Afrika, Suriye, Mısır, Endülüs, Türkistan ve Hind topraklarını fetheden komutanlarla bir konuma gelmiş ve bu nedenle İslâm’ın en büyük gazilerinden ve fatihlerinden birisi olmuştur. Türklere yeni bir vatan oluşturmak ve devletimizin ilk kurucusu olması açısından doğal olarak Anadolu Türkleri’nin en saygıdeğer ve en büyük babası sayılmıştır.129 Böylece Süleyman Şah az zaman zarfında güçlü bir devlet kurmuş ve Boğazlar’dan Suriye’ye kadar, uzunluğu bir ay, genişliği on gün süren bir ülkeyi hâkimiyeti altına almıştı. Bizans'ın dini tutumundan nefret eden Pavlâkiler (Pauliciens), Ermeniler ve Süryanîler gibi dini gruplar aradıkları din özgürlüğünü Süleyman Şah ve haleflerinin yönetiminde buldular. Anadolu gibi henüz fethedilen bir memlekette Bizans’a karşı düşmanlık ve Büyük Selçuklu Devleti ile rekabet 128 Hüseyin Algül, Osman Çetin, İslâm Tarihi, Gonca Yayınları, İstanbul, 1987, s. 303. 129 Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 128. 77 halinde kurulmuş olan Anadolu Selçuklu Devleti sağlam esaslara dayandığı için onun vefatının ardından ve halefleri döneminde ortaya çıkan olumsuzluklara rağmen yaşayabilmiştir. Süleyman Şah’ın bu devleti ile ilk kez biri Anadolu topraklarında diğeri İran'da iki Selçuklu sultanlığı meydana gelmiştir. Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah hil’at, sancak ve menşur göndererek Süleyman Şah’ın saltanatını onaylamış ve ilân etmiştir. Bu suretle İslâm dünyasının uc bölgesinde kurulan bu Gazi devleti Şii siyasetinden ve etkisinden kurtulmuştur. Süleyman Şah Tarsus’u fethedince Şam Trablus’unun Şii hâkimi İbn Ammâr’a başvurarak buraya kadı ve hatip istemesi, İbrahim Yinal gibi, onun da Büyük Selçuklulara karşı mücadele ve siyasetiyle alakalıdır. Osman Turan’a göre artık bazı kaynakların, durumu kavrayamayarak, Melikşah’ın Süleyman'ı, Anadolu’yu kendisine iktâ eylemek suretiyle, bu ülkeye gönderdiğine dair rivayetlerini mevsûk zannedenlerin isabetsizliği meydana çıktığı gibi Bizans imparatorlarını tahta çıkarıp indirmekte oyuncak yapan Süleyman Şah’ı, bazı Rum kaynaklarının Bizans’ın tabii saymaları da garip bir hadise olarak anlaşılmıştır. Gerçekten birincisi bir yakıştırma ise de ikincisi sadece Bizanslılara mahsus garip bir gurur olup modern âlimleri de yanıltmıştır. 130 4. Süleyman Şah’ın Eseri Süleyman Şah, Anadolu’da adaletli, güçlü bir devlet kurmuş, Hıristiyanlar’a İslami verginin dışında vergi koymamış, onların inanç ve yaşayışlarına karışmamış, toprağı köylüye dağıtmış, miri toprak rejimini kurmuş ve dolayısıyla da memleketi imar etme imkânı bulabilmiştir. 131 Rükneddin I. Süleyman Şah Anadolu’da dokuz asrı bulan bir Türk devletini sağlam temeller üzerine kurmakla tarihte çok eşsiz bir konuma sahiptir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun her bölgesi Türkmenlerle dolmuş; birçok Türk beyleri fetihlere girişmişse de bunlar henüz dağınık bir durumda olup, bir Türk hâkimiyeti ve devleti söz konusu değildi. Esasen Selçuk ailesine mensup bulunmadıkça da bütün Türkmenleri kapsayan bir devlet de kolay kurulamazdı. İşte 130 Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, s. 217. 131 Ahmed bin Mahmud, Selçuk-Nâme, s. 145. 78 Süleyman Şah’ın 1075’te kurduğu Anadolu Selçukluları Devleti, bütün Türkmenleri birleştirerek, bu ülkenin tarihinde yeni bir dönem açmış oldu. Süleyman Şah Bizanslılar aleyhinde devletini kurar, sınırlarını genişletir ve Anadolu topraklarında tek hâkim olduğunu kabul ettirirken, Sultan Melikşah’a karşı da bu devletin bağımsızlığını korudu. Büyük Selçuklular ile rekabet mücadeleleri sonraları da sürerken, bu durumda bir değişiklik olmadı. Hatta Melikşah, Süleyman Şah’ın oğulları Kulan Arslan ve I. Kılıç Arslan’ı İran bölgesine götürdükten ve Anadolu topraklarını hükümdarsız bırakıp ardından da onun Anadolu’da bıraktığı Türk devletine ve beylerine karşı uzaklaştırma politikası sürdü. Süleyman Şah’ın Antakya seferi sırasında Melikşah’ın Bizans imparatoruna Siyavuş adlı bir elçi göndererek onunla bir anlaşma akdi yapmasına girişmesi ve bu sebeple de Sinop ve çevresini fetheden Kara-Tigin’in sahillerden çekilmek zorunda kalması, bu ilişkilerin mahiyetini ve Anadolu’nun itaatini sağlamak amacıyla gösterilen çabaları ortaya koymak açısından kayda değerdir. Süleyman’ın ölümünden sonra Melikşah’ın Anadolu’da itaati ve hâkimiyetini tesis gayretlerine rağmen, bu Selçuklu sultanının ölümüne ve I.Kılıç Arslan’ın İznik tahtını elde etmesine (1092) kadar sultansız kalan Anadolu Selçuklu Devleti yine de varlığını koruyabildi. Bir taraftan Melikşah’ın, diğer taraftan Bizans’ın takiplerine dayanabildi. Bu durum Anadolu Selçuklu Devleti’nin oldukça sağlam bir temel üzerine kurulu oluşunu ortaya koymaktadır. Sir-derya kıyılarından Marmara ve Akdeniz sahillerine uzanan büyük mesafeleri aştıktan sonra Anadolu’da vatan kuran Türkmenler Süleyman Şah’ın yönetiminde yeni bir millî birlik oluşturuyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti Büyük Selçuklu Devleti’ne göre küçük bir uç beyliğinden ibaretti. Hakikaten bu uç fatihleri devleti Büyük Selçuklu Devleti gibi büyük ülkelerde, İslâm medeniyetinin çok belirgin olduğu ülkelerde değil, ekonomik ve medenî bakımdan tam bir durgunluk içine girmiş bir ülkede ve yaklaşık bir asır süren savaşlarla da harap olmuş bir memlekette kurulmuştu. Süleyman Şah böylece Marmara sahillerinden Suriye’ye kadar uzayan bu yeni fethedilmiş ülkede göçebe Oğuzlar ile Hıristiyan yerliler üzerinde bir hâkimiyet kurmuştu. Sarayını yaptığı İznik’te ve diğer şehirlerde devlet adamlarını ve ailelerini 79 yerleştirdi ise de, devletin güç kaynağını oluşturan Türkmenler henüz toprağa ve çiftçiliğe bağlanmamış göçebelerdi. Türk istilası, devlet ordularından çok fazla, Türkmenlerin bir millet olarak devamlı ve toptan göçleriyle beraber gerçekleşmişti. Anadolu topraklarını kendisine yurt edinen büyük Türkmen kavmini bu bölgeden çıkarmak mümkün olmadığı gibi onların geri dönmeleri için de başka bir ülke mevcut değildi. Orta Asya’dan göçler ve devamlı nüfus baskısı bazı kitleleri de Balkanlar’a gitmeye mecbur etmişti ki, bu insan akınını tersine çevirmek mümkün değildi. Bu nedenle Türkler için Anadolu topraklarında vatan kurmak, yaşamak ya da bu ülkede can vermekten başka bir çıkış yolu kalmamıştı. Nitekim Süleyman Şah’dan 20 sene sonra Haçlı saldırıları Anadolu Türklüğünü mağlup etmiş ve Türkler Orta Anadolu tarafına çekilmiş oldukları, Bizanslılar da Komnenos imparatorları yönetiminde çok güçlenerek bu durumdan yararlandıkları ve sahil bölgelerini tamamıyla geri aldıkları halde, Türkleri Anadolu’dan atmak girişimleri tamamıyla sona ermiştir. Bunun dışında Türklere karşı Bizans’ı savunmayan Anadolu’nun yerli halkları zamanla Türk yönetimini daha fazla benimsemişler ve Selçuklu yönetimini daima tercih etmişler, bu davranışlarını değiştirmemişlerdir.132 Süleyman Şah, devletinin her teşkilâtında Türkler’e dayandı. Zaten Anadolu fethedildiği zaman orada yaşayan Rum halkın büyük bir kısmı, kalabalık kitleler halinde Trakya'ya geçerek Balkanlar’a gitmiş, orada yerleşmişlerdi. Çünkü Anadolu'yu istilâ eden Oğuz kitlelerinden bunlara nefes alacak yer kalmıyordu. Yerli halktan pek azı Müslüman oldular, Süleyman Şah bütün Türk hükümdarları gibi herkesi kendi dininde serbest bırakıyor, kimseyi zorlamıyordu. Hıristiyan halk devlete cizye vermek suretiyle barış içinde rahat yaşamaya başladı. Bu dönemde Anadolu toprakları adeta kaynamakta olan bir kazan gibiydi. Türkmenler (Oğuzlar) boylar halinde gelerek yurt tutuyor ve Orta Asya'daki sosyalekonomik düzenlerini aynı şekilde devam ettirmeye çabalıyorlardı. Bir yanlarında kendi neseplerinden ancak başka kabilelerin insanları, bir yanlarında da ilk kez karşı karşıya geldikleri ve tamamen farklı dine ve hayat tarzına sahip olan insanlar vardı. 132 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 123-127. 80 Yeni gelmiş olanlar fatih millet olarak geldiklerinden, kendilerini üstün görüyorlar ve inanç konusunda yerlilerden hiçbir şey almıyorlardı. Buna karşın yerleşik hayata ait bazı kültür öğelerinin (yapı biçimi, kap kacak vs.) onlardan alındığı bir gerçektir. Ama Türkler o sırada Müslümanlık açısından da oldukça karışık bir haldeydiler. Büyük Selçuklu Sultanlığı’nda İslâmiyet'in Hanefi mezhebi hâkimdi, devletin ileri gelenleri bu hususta eğilim görüyorlar ve hiç değilse üst tabaka arasında inanç ve ibadet birliği sağlanmış oluyordu. Anadolu'ya gelen ve çoğu göçebe olan Oğuzlar’da Müslümanlık eski dinleriyle karmakarışık bir haldeydi, üstelik kabileler halinde yaşadıkça aralarında bu konuda bir birlik kurulması da çok zordu. Anadolu'da Türk birliğinin kurulması veya Anadolu'nun Türkleşmesi her şeyden önce arınmış, saf bir İslâm inancının ve kültürünün her tarafa yayılması, insanları bu hususlarda birbirine benzetmesiyle mümkün olmuştur. Bizim vatanımız buraya gelen Türklerle yerli halkların kaynaşmasından meydana gelmiş, yani melez bir halk değildir. Biz Anadolu'ya geldiğimiz zaman burada Etiler, Sümerler vs. gibi Milât öncesi kavimler yoktu; Rumlar, Ermeniler, Süryanîler vs. vardı. Bunların pek azı Müslüman olarak bize karıştı, geri kalanların çoğu (Rumlar) Balkanlar'a geçti; gitmeyenler ise Cumhuriyet dönemine kadar yerlerinde kaldılar.133 Bizans’ın dini tutumundan nefret eden Ermeni ve Süryaniler, Süleyman Şah döneminde din ve vicdan hürriyetine, mezhep ve itikat serbestliğine kavuşmuşlardır.134 Süleyman Şah askerlerine ve tebaasına çok iyi davranır ve bu nedenle de halkı kendisine bağlardı. Antakya Hıristiyanlarının komşu hükümdarları değil, onu davet etmeleri, adaletinin çok yaygın bulunmasının bir sonucuydu. Nitekim Süleyman Şah Antakya’da adaletini gösterdi ve şehri imar etti. Süryânî tarihçisine göre: “Halkımız Süleyman’dan bir ferman alarak Antakya'da Meryem ve St. George kiliselerini inşa etti. Bu sırada Türkler Maraş hariç, Göksün (Keysun), Ra’ban ve diğer Ceyhun şehirlerini de Flaretos’tan aldılar.” Bizanslılar zamanında Anadolu’da büyük arazi sahiplerinin elinde esir veya topraksız duruma düşen köylüler de 133 Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, s. 91. 134 Ahmed Hilmi, Ziya Nur, İslâm Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1982, s. 412. 81 özgürlüğe ve toprağa kavuşmakla göçebe Oğuzlar gibi Süleyman’a bağlı olup, onun hâkimiyetini güçlendiriyorlardı. Süleyman Şah toprakları bu köylülere dağıtmak suretiyle hem onları kendisine bağlıyor, kazanıyor ve hem de bu suretle verimliliği arttırıyordu ki, onun halefleri zamanında Hıristiyan halklar, bu amaçla kitleler halinde nakil, iskân edilmiş ve boş kalan arazi de bu sayede imar edilmiş ve gelir sağlanmıştır. Göçebe Oğuzlar da boş kalan ve devlete intikal eden topraklara yerleştirilmiştir. Bu, eski Türk göçebe hukuk ve geleneğine göre Anadolu’da kurulan ve Osmanlılar dönemine intikal eden mirî toprak rejimi, yani mülkiyeti devlete ve tasarrufu köylülere ait sistemi meydana getiriyordu. Selçuklu Türkiyesi’ndeki şartlar ve uygulama, bu sistemin Süleyman zamanında kurulduğunu göstermektedir. Süleyman büyük mülkiyet sahiplerinin arazisini köylüler arasında taksim etti ve Hıristiyanları huzura kavuşturdu. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanı sıfatıyla Süleyman Şah Anadolu Türkleri arasında “Gazi”lik unvanını kazanmış ve efsanevî bir kimlik almıştır. İlk Osmanlı tarihçilerine göre, Ertuğrul’un babası olarak gösterilen Süleyman Şah Osmanlıların da dedesi sayılmış, Urfa taraflarında bulunduktan sonra Fırat nehrini geçerken boğulmuştur. Tarih, Selçuklu Süleyman Şah’ın Tutuş ile muharebede şehit olup Haleb kapısında defnedildiğini bildirdiği halde efsane, Osmanlı Süleyman Şah’ın Fırat’ta boğulup Caber Kalesi’nde gömüldüğünü söyler. İhtimal ki, efsanenin bu şekli alması I.Kılıç Arslan’ın Habur nehrinde boğulmasıyla karıştırılmıştır. Fakat Osmanlı veya Selçuklu Süleyman Şah’a Caber kalesinde isnat olunan ve ilk Osmanlı tarihlerine kadar çıkan “Türk mezarı” hakkında elimizde mevsûk bir kayıt mevcut değildir. Bu sebeple Caber’de sadece İmadüddin Zengi’nin öldürüldüğünü, bununla birlikte yine de cesedinin orada değil, Rakka’da defnolunduğunu kaydedelim. Bundan başka Caber kalesi Süleyman Şah’ın ölümünden sonra Melikşah tarafından alınmış olup, Haleb kapısında yatan Süleyman Şah’ın oraya nakledilmesi için de ne bir delil ve ne de bir sebep vardır. Böylece 82 Süleyman Şah’ın medfeni ve “Türk mezarı”nın Caber’de bulunduğuna dair efsaneyi teyit etmek ve ilk Selçuklu sultanına bağlamak mümkün olamamıştır.135 5. Süleyman Şah’tan Sonra Anadolu Selçuklu Devleti Eskiden beri Müslümanlar bu kıtaya Bizans İmparatorluğu’nun resmî adı olan Roma'ya nispetle Rum Ülkesi adını verdiklerinden büyük sultanlık ve aynı zamanda halifelik divanlarında bu yeni açılan vilayet “Bilad-ı Rum” veya sadece “Rum” ismi ile kaydolunmuştu. Bu vilayet Büyük Selçuklu Sultanlığı’nı yani Türk İmparatorluğu’nu oluşturan on iki vilayetten birisiydi. Vilayetin sınırı Bizans'tan fethedilen memleketleri içermesi sebebiyle doğuda Ağrı dağına ve Çoruh civarına dayanıyor, batıda boğazlara ve Ege Denizi sahillerine geliyor ve güneyde de Antakya’ya iniyor ve aşağı yukarı bugünkü Anadolu hududuna karşılık geliyordu. Daha sonra Anadolu fatihinin şehit olmasından ve büyük sultan Melikşah’ın batıya ve Suriye’ye gelmesinden sonra Anadolu’nun güneyindeki Antakya ve çevresi, Şam yani Suriye vilâyetine bağlandığı gibi, Melikşah’ın vefatından sonra meydana gelen büyük çarpışma esnasında Anadolu’nun Urfa ve Diyarbakır gibi güney kısımları el-Cezîre ve Musul vilâyetine bağlanmış ve doğuda Ahlat, yani Van bölgesi Azerbaycan vilâyetine tâbi olmuş, Erzurum ve Kars çevresi de Arran vilâyetine bağlı kalmıştır. Süleyman Şah’ın evlâdı ve torunları olan Anadolu Selçuklu sultanları bu bölgeleri tekrar almak ve Anadolu birliğine katmak için sürekli uğraşacaklar fakat ancak bir asır sonra millî vatan sınırımızı oluşturmayı başarabileceklerdir. Türk İmparatorluğu’nu oluşturan on iki vilâyetin biri olan Rum, yani Anadolu vilâyetinin valiliğini, diğer bir tabirle krallık menşurunu İmparator Melikşah’tan almış olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, bir taraftan da halifeden “Sultan” unvanı ile hükümdarlık hil’atini almış ve hutbede ilk önce onun, sonra imparator Melikşah’ın ve daha sonra da kendisinin ismini zikrettirmişti. Bu suretle feodal bir imparatorluk olduğunu gördüğümüz Büyük Selçuklu Sultanlığı’nın bir parçası olan Anadolu Selçuklu Sultanlığı da dahilî yönetiminde tamamıyla özgür bulunuyor, hariçteki devletlerle ve mesela Bizans imparatorluğu ile, büyük sultanın iznini almadan, harp 135 Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, s. 123-127; Turan, “Süleyman-Şah I”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XI, 216. 83 veya sulh akdedebiliyordu. Süleyman Şah’ın Melikşah’a vergi gönderip göndermediği hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Melikşah’ın valileri olan şehzadelerin bazısı vergi verdikleri halde, sınırlarda olan ve daima savaş ve gaza ile sorumlu ve meşgul bulunan prensler memleketlerinin gelirlerinin bir kısmını Melikşah’a göndermek şöyle dursun, aksine ondan para ve yardım alıyorlardı. Bizans imparatorluğunu yıkmak ve Avrupa’ya geçip Hıristiyan ülkelerini fethetmek vazifesi ile sorumlu olan Anadolu fatihinin Melikşah’a vergi vereceğini kabul ve hatta tahmin bile edemiyoruz. Belki o Melikşah’a sürekli zafer hediyesi olarak almış olduğu esirlerden ve toplamış olduğu ganimetlerden hisse göndermiştir. Halifeler, Türk İmparatorluğu’nu zayıflatmak için, yalnız küçük sultanlarla ve meliklerle değil, hatta çoğunlukla emirlerle de muhabere ediyorlar ve onlara da unvanlar ve hil’atlar gönderiyorlardı. Anadolu sultanlığında sultanın dışındaki emirlerin ve saltanatı oluşturan emaretlerin sayısı bilinmemektedir.136 Bu emaretlerin bazıları bizzat saltanat hanedanına, yani Selçuklu ailesine mensup şehzadeler tarafından yönetilmekteydi. Bu emaretlerin bir kısmı doğrudan doğruya Anadolu sultanına bağlı ve onların emirleri de onun beyleri idiler. Diğer bir kısmı da - ancak Anadolu sultanını harici muharebelerde başkumandan tanımak üzere - büyük saltanat divanı tarafından tayin edilmiş olan emirler idiler. Saltuk oğulları ile Mengücük oğulları ve Danişmend oğullarının emaretleri uzun süre devam etmiş ve bu emaretleri kuranların oğulları ve torunları yarı müstakil birer hükümet halinde bu isimlerle birer hanedan oluşturmuşlardır.137 Süleyman Şah’ın tarih sahnesinden çekilmesi, henüz kuruluş aşamasında bulunan Anadolu Selçuklu Devleti’ni çok zor şartlar içinde bırakmış oldu. Esasen birbirine pek bağlı olmayan, çeşitli Türkmen bey ve gruplarının farklı bölgelerde kurmuş oldukları bu beylikler(emaretler) daha başıboş kaldılar.138 Bu durumu, yani Anadolu’da yeni küçük devletlerin ortaya çıkışını olumsuz bir gelişme olarak değerlendirmek zorundayız. Zira bu tür gelişmeler Anadolu 136 Bu emaretlerden bazıları bilinmektedir. Geniş bilgi için bkz. Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 132-134. 137 Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 128-130. 138 Özaydın, Başar, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, s. 113. 84 birliğini zedeleyici bir özellik taşıyordu. Böylece, Süleyman Şah’ın Anadolu birliğini kurmak için ortaya koyduğu gayretinin sonucu olarak kısmen elde edilmiş olan başarılar yarım kalmıştı. Büyük Selçuklu Devleti sultanı Melikşah da, Anadolu’da kendi hâkimiyetine karşı çıkacak güçlü bir devletin bulunmasını istemiyordu. Bunun için Süleyman Şah’ın vefatından sonra oğulları Kılıç Arslan ve Kulan Arslan (Davud) ’ı İran’a götürerek Anadolu’daki Türkmen gruplarını başsız bırakmak, böylece onları kendisine tâbi kılmak istemişti. Bütün bunlara rağmen bu altı yıllık inkita devrinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin varlığını sürdürmesinin sebeplerini, Türkmenlerin, hayatta iken güçlü şahsiyeti vefatından sonra hatıraları etrafında toplandıkları Süleyman Şah’ın devletini çok sağlam temeller üzerinde kurduğu gerçeğinde aramak gerekir. Ayrıca, Anadolu’da bulunan Türkmenlerden pek çoğunun, Arslan Yabgu’nun esaretinden itibaren çeşitli tarihlerde Mikâiloğulları’nın hizmetini reddederek bu topraklara göç eden gruplar oldukları da düşünülmelidir. Çünkü Büyük Selçuklu Devleti’ne, başka bir ifade ile Melikşah’a bağlılık konusunda isteksiz davranan ve Anadolu’da bağımsız bir hayat süren bu Türkmen gruplarının I. Kılıç Arslan İznik’e gelir gelmez hemen onun etrafında toplanmaları, onların Arslan Yabgu ve çocuklarına karşı duydukları ilgiyi ifade ediyordu. Zaten kendilerine “Yabgulular” denilmesinin sebebi de bu idi. 139 Süleyman Şah 1084 yılı Aralık ayı içinde Antakya’yı fetih için yola çıkarken İznik ve civarını Ebu’l-Kasım adında bir Türk beyine bırakmıştı. 140 Antakya’nın fethi sırasında Kara Tekin adında bir Türk beyi Karadeniz kıyısında Sinop’u ele geçirdi(1085 başı). Burada bulunan altın ile büyükçe bir imparatorluk hazinesi bu Türk beyinin eline geçti. Ancak Süleyman Şah’ın Tutuş karşısında yenilip intihar etmesinden sonra bu durumdan yararlanan İmparator Aleksios’un Türklerin eline geçmiş olan Karadeniz kenarındaki sahil şehirlerini geri almayı başarmıştır. İmparator Aleksios, Sultan Melikşah’ın gönderdiği Siyavuş adındaki elçisini kandırarak kendi tarafına çekmeyi başardı. Sinop’a giden Siyavuş, Melikşah’ın mektubunu göstererek Kara Tekin’i Sinop’u terk etmeye ve ele geçirdiği hazineleri 139 Algül, Çetin, İslam Tarihi, s. 304. 140 Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ed. Refik Turan, Grafiker Yayınları, Ankara, 2016, s. 287. 85 de imparatorun adamlarına bırakması için kandırdı. Böylece Sinop tekrar Bizans’a teslim oldu. Ancak durum her tarafta aynı değildi. Süleyman Şah’ın ölüm haberi, onun çeşitli bölgelere tayin etmiş olduğu Türk beylerinin bağımsız hareket etmelerine sebep oldu. Bunlardan hükümet merkezi olan İznik’i elinde bulundurduğu cihetle en nüfuzlusu olan Ebu’l-Kasım rivayete göre kendisini sultan ilân ettiği gibi, kardeşi Ebu’l-Gazî’ye de Kapadokya emirliğini bıraktı. Yetenekli ve çok hırslı bir kimse olan Ebu’l-Kasım bundan sonra Marmara sahillerine akınlar yaparak bütün Bithynia’yı 141 yağmalamaya başladı, İmparator Aleksios bunun üzerine daha önce Süleyman Şah’a uygulamış olduğu taktiğe başvurarak Türk akıncılarını sahilden geri sürdü ve Ebu’l-Kasım’ı barış istemeye zorladı. Ancak Ebu’l-Kasım anlaşma görüşmelerini devamlı olarak uzatmakta olduğundan imparator nihayet İznik üzerine bir kuvvet göndermek zorunda kaldı. Bu kuvvetin başına Türk asıllı Tatikios’u geçirmişti. Ayrıca Sultan Melikşah’ın da İznik'i itaat altına almak üzere Emir Porsuk komutasında 50.000 kişilik bir kuvvet gönderdiği öğrenildi. Fakat Tatikios böyle bir kuvvetle başa çıkamayacağını düşünerek neticede İstanbul’a çekilmek zorunda kaldı. Ebu’l-Kasım'ın bundan sonra da rahat durmadığı anlaşılıyor. Herhalde Porsuk, kuvvetleriyle henüz uzakta bulunuyor ya da Ebu’l-Kasım onun gelişini başka biri şekilde yorumluyordu. Ebu’l-Kasım’ın bu kez de Marmara Denizi’nin güney sahilini ele geçirmek istediği görülüyor. O küçük bir donanma kurmayı tasarladı ve bu amaçla sahilde bulunan Kios (Gemlik) şehrini alarak burada gemiler yaptırmaya başladı. Ancak Aleksios, bunun imparatorluk için yarattığı tehlikeyi fark ederek hemen faaliyete geçti. Bütün donanmasını Manuel Butumites emrine vererek Ebu’lKasım’ın donanmasını yakmakla görevlendirdi, karadan da büyükçe bir kuvvetle Tatikios Türklerin üzerine sevk olundu. Her iki kuvvetin de üzerine gönderilmesinden endişelenen Ebu’l-Kasım, üstün Bizans donanmasına karşı koyamayacağını düşünerek Kios’tan geri çekildi. Manuel Butumites süratle gelerek Ebu’l-Kasım’ın henüz kızakta bulunan gemilerini yaktı. Bir süre sonra da Tatikios kara yolundan yetişerek mevzi aldı. Ebu’l-Kasım’ın çekildiği Halykai veya Kyparisson mevkiinde Bizanslılar ile Türkler arasında on beş gün süreyle ufak tefek 141 Günümüzde İstanbul’un Anadolu yakasını, Kocaeli, Adapazarı, Bolu illerinin tümünü, Zonguldak’ın batı yarısı ile Bilecik ve Bursa illerinin kuzey kesimlerini kapsar (www.arkeolojidunyasi.com>bolgeler) 86 çarpışmalardan başka büyükçe bir savaş yapılmadı. Sonuçta Tatikios savaşa karar vermek zorunda kaldı. Savaş bir kısım Türk askerinin ölmesi, esir edilmesi, birçoğunun ise tüm eşya ve teçhizatını bırakarak kaçması ile sonuçlandı. Ebu’lKasım zorlukla İznik’e ulaşabildi. Bütün bu olayların oluş şekli ve tarihi hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak Bizans’taki başka olaylara bakarak Emir Porsuk’un gelişinin 1090 yılı sonlarında olması çok muhtemeldir. Şu halde 1090 yılı ortalarında Ebu’l-Kasım Kios’ta mağlup olduktan sonra İznik’e çekilmişti. Ancak Emir Porsuk’un Anadolu içinde bağımsız davranan çeşitli Türk beylerini itaate aldıktan sonra İznik’e yaklaşmakta olduğu bu sıralarda Aleksios, Ebu’l-Kasım’a, haber göndererek onu İstanbul’a davet etti. Bizans İmparatoru anlaşıldığına göre İznik hâkimi Ebu’l-Kasım’a Porsuk’a karşı bir ittifak teklif etti ve bu sebeple onu İstanbul’a davet etmişti. O bu arada bir yandan da Türklerin elinde bulunan İzmit’i ele geçirmek istiyordu. Ebu’l-Kasım İstanbul’da gayet iyi karşılandı, hemen her gün kendisine ziyafetler veriliyor, şerefine at ve araba yarışları düzenleniyor ve İstanbul’da kalma süresi birçok neden ile uzatılmaya çalışılıyordu. Emir Porsuk İznik’i üç ay kuşattı, imparatorun hareket şekline ve hilekârlığına çok içerlemiş bulunan Ebu’l-Kasım bu süre içinde kendi imkânları ile Porsuk’un kuvvetlerine karşı İznik’i korudu. Ancak sonunda yardım istemek için imparatora başvurmak mecburiyetinde kaldı. Bizans imparatoru bu sırada Peçeneklere karşı büyük bir mücadele içindeydi. Onun bu cepheden ayıracak kuvveti yoktu, buna rağmen Ebu’l-Kasım’a yardım etme zorunluluğu duydu. Çünkü İznik, Porsuk’un eline geçecek olursa burasını Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndan kurtarıp almak imkânsız bir şey olacaktı. Bunun için tekrar bir hileye başvurdu. Çok küçük bir kuvveti imparatorluk sancakları, imparatorun önünde taşınması âdet olan süslü alâmetleri vermek suretiyle Ebu’l- Kasım’a gönderdi. Bu yardım yoluyla Porsuk’u geri çekilmeye zorlamayı ve imkân olursa İznik’i kendi adına ele geçirmeyi 87 düşünüyordu. Bu küçük Bizans kuvveti muhtemelen deniz yönünden şehre girdi, imparator amacının birincisine kolaylıkla ulaştı. 142 Bizanslılar surlar üzerine çıkıp imparatorluk sancaklarını ve imparatorun alâmetlerini göstererek savaş naraları atmaya başlayınca; Porsuk, imparatorun bizzat geldiği düşüncesiyle kuşatmayı kaldırmayı uygun buldu. İznik bu suretle kuşatmadan kurtulunca, yardıma gelen kuvvetler, sayıları pek az olduğu ve Ebu’l-Kasım henüz tamamıyla kuvvetten düşmemiş bulunduğu için, imparatorun planının ikinci aşamasını gerçekleştiremeyeceklerini anlayarak geri dönmeyi tercih ettiler.143 Emir Porsuk’un başarısızlığı üzerine Büyük Sultan Melikşah’ın İznik’in zaptından vazgeçmediğini ve buraya değerli kumandanlarından Urfa Emiri Bozan’ı gönderdiğini görüyoruz. Ebu’l-Kasım doğrudan Melikşah’a başvurarak İznik bölgesinde onun valisi sıfatıyla kabul edilmeyi umarak büyük armağanlar hazırladı ve kardeşi Ebu’l-Gazî’yi İznik’te yerine vekil bıraktıktan sonra İsfahan’a doğru yola çıktı. On beş katır yükü altın ile sultanın yanına gitti. Ancak Ebu’l-Kasım bütün ısrarlara rağmen Melikşah tarafından huzura kabul edilmemiş ve kendisine Anadolu’da tam yetki verilmiş olan Bozan ile anlaşması bildirilmiştir. Bu şekilde hedefine ulaşamayan Ebu’l-Kasım uzun bir müddet bekledikten sonra Bozan’ı bulmak için harekete geçti. Ancak yolda Bozan’ın gönderdiği iki yüz kişilik bir birlik tarafından yakalanarak kendi yayının kirişi ile boğdurulmuştur. Ebu’l-Kasım’ın ölümünden sonra kardeşi Ebu’l-Gazî İznik’i elinde tutmaya devam etti. Tam bu sıralarda da Sultan Melikşah’ın vefat etmiş olması onu Emîr Bozan’dan kurtarmış oldu. Bozan bütün kuvvetleri ile beraber Büyük Selçuklu Devleti’nde meydana çıkan karışıklıklarda rol oynamak üzere Suriye’ye gönderilmişti. İmparator Aleksios bu sefer Ebu’l-Gazi’yi hediyeler ve vaatlerle kandırıp onun İznik’i terk etmesini sağlamaya çalıştı. Ebu’l-Gazî ise belki de henüz ağabeyinin ölüm haberini almamış olduğu cihetle, imparatoru oyalamakla yetinmişti. Ancak Sultan Melikşah’ın ölümü, onun tutuklu olarak İsfahan’da tuttuğu Süleyman Şah’ın oğullarının serbest kalmalarını sağladı. Süleyman Şah’ın iki oğlu, Kılıç 142Erdoğan Merçil, “Türkiye Selçukluları”,Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, VI, 506-507. 143Sevim, Yücel, Türkiye Tarihi 1, s.107. 88 Arslan ve Kulan (veya Davud) Horasan’dan, kaçarak veya başka bir rivayete göre Berkyaruk tarafından serbest bırakılarak derhal Anadolu’ya ve sonra İznik’e geldiler. Onların İznik’e gelişlerini belki de 1093 yılı başına koymak gerekecektir. İznik’te bulunan Türkler, Selçuklu şehzadelerinin gelişini büyük bir sevinçle karşıladılar. Ebu’l-Gazî’nin, yönetimi hiç direnmeden Kılıç Arslan’a devrettiği anlaşılmaktadır.144 Çaka Bey, Süleyman Şah’ın Antakya seferine çıktığı sırada İzmir’i ele geçirerek cesareti ve zekâsı ile ortaya çıkmış ve bu bölgede bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Çaka Bey, Oğuzlar’ın Çavuldur boyuna mensup bir Türk ailesindendir. Anadolu akınları sırasında esir edilerek Nikephoros Botaniates’e sunulmuştur. Çaka Bey, Bizans sarayında zekâsı ve çalışkanlığı ile yükselerek önemli görevlere getirilmiştir. Sarayda uzun süre kaldığı için Homeros’tan şiir okuyacak kadar Yunan kültürüne de sahip bulunuyordu. 1081’de Aleksios Komnenos’un Botaniates’in yerine imparator olması ile birlikte Çaka Bey de gözden düştü. Bunun üzerine İstanbul'dan kaçtı. Toplayabildiği Türkmenlerle beraber İzmir'i ele geçirerek bir beylik kurmayı başardı. Bu beylik Türkler’in kurduğu ilk denizci beyliğiydi. Çaka Bey burada hazırladığı 40 gemilik bir donanma ile Urla ve Foça şehirlerini aldı. Daha sonra Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos Adaları’nı fethetti. Çaka Bey Midilli’ye Galabaç (Yalvaç) adındaki kardeşini vali olarak tayin etti. Çaka Bey’in Bizans mücadelelerinde ilk defa görülmesi, Peçeneklerin imparatorluğa saldırdıkları 1088-1089 yıllarına rastlar. Çaka Bey Bizans’ın kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi kavradığı için İstanbul’u almayı kafasına koymuştu. Bu amacını gerçekleştirebilmek için de Ebu’l-Kasım ve Peçenekler ile bir anlaşma yaptı. Fakat Melikşah Ebu’l-Kasım üzerine Emir Porsuk’u gönderince bu anlaşma ikili olarak devam etmiştir. 145 Çaka bir zamanlar esir sıfatıyla Nikephoros Botaneiates’in sarayında bulunmuş, Bizans savaş taktiklerini öğrenmiş ve imparatorluk şehrine karşı yapılacak 144 Merçil, “Türkiye Selçukluları”, Türkler Ansiklopedisi, VI, 506-507. 145 Atçeken, Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 125-126. 89 kesin saldırının deniz cihetinden gelmesi gerektiğini isabetle idrak etmişti.146Çaka Bey’in denizde gittikçe güçlenmesi Bizans’ı tedirgin etmeye başladı. Bu yüzden Çaka Bey’e karşı yeni bazı önlemlere başvurdu. Önce büyük bir donanma hazırlayarak Sakız Adası’nı geri aldı. Sonra da ittifakı bozmak için çeşitli oyunlara girişti. Bizans’a karşı taarruz etme zamanının geldiğini gören Çaka Bey, Peçenekler'e haber göndererek Bizans önlerine gelmelerini bildirdi. Kendisi de donanmasıyla beraber Gelibolu önlerine geldi. Bu durum karşısında şaşkına dönen Bizans, yine tarihi oyununa müracaat ederek Kuman Türkleri’ni büyük vaatlerle Peçenekler üzerine kışkırttı. Kumanlar'la birleşen Bizans ordusu, Çaka Bey'i beklemekte olan Peçenekler’e Meriç kenarında saldırdılar (29 Nisan 1091). Lebonium Muharebesi olarak bilinen bu savaşta Peçenekler korkunç bir bozguna uğradı. Rumlar ve Kumanlar, kadın ve çocuk demeden Peçenekler’i boğazladılar. Öyle ki Peçenek kavmi bu savaşta adeta yok edilmiştir. Peçenekler'in bu akıbetine rağmen Çaka Bey, moralini bozmadı. İstanbul'u ele geçirmek için sürekli çalışmaya başladı. Çaka Bey'in bu kararlılığı karşısında yeni çıkış yolları arayan Bizans, İzmir’i ele geçirmek için Yuannis Doucas'ı karadan ve Dalassenos’u da denizden harekete geçirdi. Dalassenos 1092 yılında Midilli Adası’na çıkarma yapmaya başladı. Bunun üzerine Çaka Bey kardeşi Galabaç’ın yardımına koştu. Burada çok şiddetli çarpışmalar başladı. Bu sırada çıkan müthiş bir fırtına Çaka Bey’in bir anlaşma yaparak İzmir’e çekilmesine yol açtı. Daha sonra Girit ve Kıbrıs Adaları'nda çıkan isyanlar Çaka Bey’e yeni fırsatlar verdi. Bu olaylar cereyan ederken I. Kılıç Arslan da İznik’te babasının tahtına çıkmış bulunuyordu. İstanbul’u almaktan bir türlü vazgeçmeyen ve kendisine yeni müttefikler arayan Çaka Bey, bu sefer amacına ulaşmak üzere Kılıç Arslan ile bir anlaşma yaptı. 147 146 Georg Ostrogorsky; Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1981, s. 332. 147Atçeken, Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 125-126. 90 5.1. I. Kılıç Arslan İran’da serbest bırakılan I. Kılıç Arslan (495-501/1092-1107) hemen İznik’e gelerek babasının tahtına oturdu. Devlette düzenlemeler yaptı. Bizanslılarla başarılı mücadeleler yaptı. Kılıç Arslan babasına bağlı olan Türkmenleri yeniden etrafında toplamaya başladı. Ayrıca Çaka(Çakan)’nın gittikçe güçlenmesinden çekinen Sultan, doğuya yöneldi ve Malatya’yı kuşattı(489/1096). Bu sırada I. Haçlı ordusu İznik’e geldi. Derhal İznik’e dönen Sultan, Haçlıların İznik kuşatmasını kıramadı ve şehir Bizanslılara teslim oldu(490/1097).Kılıç Arslan, Danişmendli Gümüş Tigin (464- 498/1071-1105) ile beraber Eskişehir- Konya civarında Haçlıların önüne çıktı. Fakat başarılı olamadı ve bu büyük ordunun Kayseri, Çukurova istikametinde ilerlemesini önleyemedi. Bu durum Anadolu’daki Türk hâkimiyetini sarstı. Türkler sahil bölgelerinden İç Anadolu’ya çekildiler. Kilikya’da Ermeniler bir prenslik kurmayı başardılar. Fakat Anadolu’ya giren iki Haçlı ordusunun büyük ölçüde imha edilmesinden sonra yeniden duruma hâkim olan Kılıç Arslan 496/1103’de Malatya’yı aldı. Musul ve çevresini hâkimiyeti altına almaya çalışırken Çavlı ile yaptığı savaşta 500/1107 senesinde vefat etti. 5.2. I. Mesud Sultan I. Kılıç Arslan’dan sonra bir süre boş kalan Selçuklu tahtına oğlu Şehinşah (504-510/1110-1116) oturdu. Kayınpederi, Danişmendli Emir Gazi’nin(499-538/1105-1143) desteğini sağlayan Mesud(510-550/1116-1155) kardeşi Şehinşah’a karşı giriştiği mücedelede başarılı oldu ve Selçuklu tahtını elde etti(510/1116). Bu sırada, Türkmenler tarafından boşaltılan Batı Anadolu Bizanslılar tarafından işgal edilmiş ve İmparator John II Comnenus(1118-1143) Denizli ve Uluborlu’ya kadar ilerlemişti. Bir müddet Danişmendlilerin himayesinde kalan Sultan Mesud, 538/1143 senesinden sonra Anadolu hâkimiyetini eline geçirdi. Konya’ya saldıran Manuel I Comnenus(1143-1180) geri çekilmek zorunda kaldı(542/1147). I. Mesud döneminin en önemli olayı II. Haçlı ordusunun 91 Selçuklular tarafından Anadolu’da imha edilmesi oldu(29 Cemaziye’l-ahir 542/ 25 Ekim 1147).148 5.3. II. Kılıç Arslan Mesud’dan sonra yerine sultan olan II. Kılıç Arslan(550-588/1155-1192), Bizans imparatoru Manuel’in Nureddin Zengi(541-569/1146-1174) ile Selçuklular aleyhine geliştirmeye çalıştığı ittifakı bozdu. Üstelik imparatoru Eskişehir’de yendi. Sonrasında Bizans’a giderek Bizanslılarla dostluk anlaşması imzaladı. Danişmendli hâkimiyetine son verdi. Zengi’nin Selçuklular’dan aldığı toprakları yeniden ele geçirdi. Mengücekleri tabiiyetine alarak hâkimiyetini Doğu Anadolu’ya kadar uzattı. II. Kılıç Arslan’ın gittikçe güçlenmesinden çekinen İmparator Manuel, 110.000 kişilik bir ordu ile Konya üzerine yürüdü. Fakat Konya’ya ulaşamadan Denizli yakınlarında, Myriokephalon vadisinde ordusu tamamen imha edildi(Rebiü’l-evvel 572 / Eylül 1176). Böylece II. Kılıç Arslan Anadolu’da Malazgirt’ten sonra ikinci büyük zaferi kazanmış oldu.149 II. Kılıç Arslan’ın vefatından sonra yerine önce I. Gıyaseddin Keyhüsrev(588-592/1192-1196) sultan oldu. Sonra II. Süleyman Şah(592-601/1196- 1204) Selçuklu tahtına oturdu. Vefatından sonra kısa bir müddet yerine oğlu III. Kılıç Arslan(601-602/1204-1205) tahta geçtiyse de I. Keyhüsrev Selçuklu tahtını tekrar ele geçirdi(602-608/1205-1211). 608/1211’de Theodore I Lascaris(1204-1220) ile yaptığı savaşta zaferden sonra şehit oldu. Yerine oğlu I. İzzeddin Keykavus(608- 617/1211-1220) Selçuklu Sultanı oldu.150 5.4. I. Alâeddin Keykubad I. Keykavus’un vefatından sonra I. Alâeddin Keykubad(617-634/1220-1237) Selçuklu tahtına oturdu. Keykubad dönemi Selçuklu tarihinin en parlak dönemi olarak kabul edildi. Gerçekten de bu dönemde Anadolu’da büyük bir imar faaliyeti dikkat çeker. Genel imar faaliyetleri yanında, Moğol tehlikesinin hissedilmesi üzerine Sultan, doğudaki kalelerin imar ve tahkimine de özel bir ilgi gösterdi. Onun 148 İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, Eskişehir, 2001, X, 379-380. 149 Osman Çetin, Anadolu’da İslamiyet’in yayılışı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 52-53. 92 döneminde Alanya kalesi alınmış(620/1223) ve Hüsameddin Çoban Bey tarafından Sinop donanması ile Kırım’daki Suğdak limanı fethedilmişti(623/1226). Henüz 45 yaşındayken 634/1237 senesinde vefat etti. 5.5. Kösedağ Savaşı ve Sonrası I. Alâeddin Keykubad oğlu Kılıç Arslan’ı veliaht tayin ettiği halde, vefatından sonra bazı devlet adamları, özellikle Sadeddin Köpek, II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i( 634-643/1237-1246) tahta çıkardılar. Sadeddin Köpek(637/1239) hükümdarın iktidarsızlığından yararlanarak devlet yönetimini eline geçirdi. Bunun için de önemli devlet adamlarını tek tek ortadan kaldırdı. Her ne kadar 637/1239’da kendisi öldürüldüyse de onun bu hareketleri devleti zayıflattı. Ayrıca II. Keyhüsrev’in yönetimine karşı ortaya çıkan “ Babai İsyanı”, Selçuklu Devleti’nin büyük bir sarsıntı geçirmesine neden oldu(638/1240). Karışıklıklardan yararlanmak isteyen Moğollar da 639/1241’de Erzurum’u işgal ettiler. Daha sonra Baycu kumandasında bir Moğol ordusu Anadolu’ya girdi ve Sivas’ın doğusunda, Kösedağ bölgesinde Selçuklu ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı(641/1243). Bu yenilgi, memleketi esarete götürdü. Moğollar her tarafı yağmalayıp halkı kılıçtan geçirdi. Anadolu bir Moğol sömürgesi haline geldi. Kösedağ mağlubiyetinden sonra tahta çıkan Selçuklu Sultanları sadece şekli bir eksikliği tamamlıyorlardı. Aslında devlet Moğolların Anadolu genel valileri tarafından yönetiliyordu. Moğolların bu fiili hâkimiyeti karşısında Türkmenler, Doğu ve Orta Anadolu’dan sahillere doğru yayılmaya başladılar. Böylece “Uc”lara yoğun bir Türk nüfusu yayıldı. Karaman, Germiyan, Aydın, Saruhan ve Menteşe Beylikleri gibi bir takım Türkmen beylikleri kurulmaya başladı. Başlangıçta en mütevazı beylik olan Osmanlı Beyliği ise sonradan kuvvetlenerek Anadolu birliğini tekrar kurdu.151 Kısacası; Bizans’tan fethedilen memleketleri de içine alması nedeniyle Doğu Anadolu’da Ağrı Dağı’na ve Çoruh Nehri’nin döküldüğü yerlere dayanan, Batıda Boğazlar’a ve Ege Denizi sahillerine, Güneyde de Şam bölgesine kadar uzayan, aşağı yukarı şimdiki sınırlarımıza karşılık gelen yeni açılmış durumdaki bu ülke, Süleyman 151 Kafesoğlu, “Selçuklular”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, X, 353-416. 93 Şah’ın vefatından hemen sonra ciddi bir sarsıntıya maruz kaldı. Öncelikle Melikşah Anadolu’da hâkimiyetini ve orada kendisine itaati sağlamak maksadıyla vefatına kadar(1092) Anadolu Selçukluları’nı sultansız bıraktı. Elbette ki Bizans da bu fırsattan yararlanarak çeşitli saldırı ve hamlelere kalkıştı. 152 Bütün bunlara rağmen Süleyman Şah’ın evlat ve torunları onun attığı sağlam temeller sayesinde istiklal ve varlıklarını korumayı ve zaman içerisinde bu sıkıntıları aşmayı başardı. Bir asır kadar sürse de, kaybedilen bölgeleri geri almayı ve Türk milli birliğine dâhil etmeyi başardılar. Bu yeni ama daimi yurdu özellikle doğu istikametinde, tekrar milli vatan hudutlarımıza kavuşturmayı büyük oranda başardılar. 152 Üremiş, Türkiye Selçuklularının Doğu Anadolu Politikası, s. 50. 94 SONUÇ Türkler, Anadolu topraklarına Orta Asya’dan tarihin çeşitli dönemlerinde gelmişlerse de Anadolu topraklarının bir Türk yurdu olmasında etkisi olan göçler 11. yy.dan sonra başlamıştır. Malazgirt Savaşı, Bizans İmparatorluğu’nun tüm kuvvetini kaybetmesini sağlamıştır. Artık bu zafer sonucu Türkler Anadolu topraklarında hızlı bir yayılış ve yerleşme hareketine başlamışlardır. Anadolu’daki Türkmenler de Anadolu fatihi unvanını kazanmış olan Süleyman Şah’ın himayesinde birleşerek yeni bir Türk devletinin temelini atmışlardır. Süleyman Şah, Kutalmış’ın oğlu ve Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu’nun torunu olup Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanıdır. Selçukluların kurdukları devletlerin arasında en uzun ömürlü olanı Anadolu Selçuklu Devleti’dir. Bizans’taki iç mücadeleler devletin kuruluşunu kolaylaştırmış, Süleyman Şah bu durumdan yararlanarak bir devlet kurmayı başarmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti ile yeni Türkiye Tarihi başlamış oldu. Anadolu’nun fethinden sonra bu bölgede tek bir devlet kurulmamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nden başka bir kısmı doğrudan doğruya Anadolu Selçukluları’na, bir kısmı da İran’daki Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na, bazıları da diğer Selçuklu şehzade ve valilerine bağlanmak üzere beylikler oluşmuştur. O dönemdeki bu beylikler Anadolu fatihi Süleyman Şah’ın vefatından sonra altı yıllık saltanat aralığı zamanında büsbütün kuvvetlendiler ve adeta müstakil birer devlet haline geldiler. Süleyman Şah’ın vefatının ardından yerine vekil olarak görevlendirdiği Ebu’l-Kasım, beyleri tek elden yönetemediği gibi aksine düzenin daha da bozulmasına neden olmuştur. Süleyman Şah doğusundan batısına kadar Anadolu’yu fethederek bu toprakların Türk yurdu olmasını sağlamış ve böylelikle daha sonraki gelişmelere temel oluşturarak Türk tarihi içinde “ Anadolu Türkleri’nin en büyük ve en muhterem babası” olmaya layık görülmüştür. Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu’da bir taraftan Türklerin sayısının artmasına, ekonomik, fikri ve siyasi olarak güçlenerek etkin kuvvet olmasına 95 çabalarken diğer taraftan da Bizans hâkimiyetindeyken ağır vergiler, devamlı askeri ve sivil isyanlar ve savaşlar sebebiyle yıpranan yerli halkın da sükûna ve huzura kavuşmasına imkân sağlıyordu. Böylelikle Anadolu Selçuklu Devleti güçlü bir fiziki ve beşeri zemine dayanmış oluyordu. Yaklaşık yarım yüzyıl süren bir mücadele dönemi sonucunda, Anadolu topraklarındaki ilk Türk devletini, Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurma şerefine nail olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, ilgili tüm kaynakların belirttiği üzere, “Anadolu Fatihi” ve “Gazi” ünvanlarını almıştır. Süleyman Şah’ın Doğu Roma ve Bizans İmparatorları’nın İslam ve Pers hücumlarına karşı yaptırdıkları birçok kale ve müstahkem yerlerin savundukları Anadolu topraklarının fethedilmesi ve bir Türk yurdu olmasında eşsiz ve şerefli bir konumu vardır. Ayrıca onun yaptığı bu fetihler Akdeniz ve Adalar Denizi’ne ulaşan Türklere Avrupa devletleri ile irtibat kurma fırsatını vermiştir. Daha sonraki senelerde de Avrupa ortalarına kadar fetihlerini devam ettirecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun fetih planlarına öncülük etmesi açısından da önemli sayılmalıdır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın sahip olduğu Türklük bilinci, büyük gayreti ve bitip tükenmeyen mücadeleleri sonucunda, Türk tarihi ve Dünya tarihi açısından oldukça önemli olan Anadolu, bir Türk yurdu, bir Türkiye haline gelmiştir. Bu nedenle büyük bir asker ve devlet adamı olan ulu Türk hükümdarı Süleyman Şah’ı millet olarak en samimi ve içten duygularla anmak, bizim üzerimizde unutulmaması gereken milli bir görev olmalıdır. 96 BİBLİYOGRAFYA ABU’l-FARAC, Gregory Abu’l-Farac: Abu’l-Farac Tarihi, Çev. Ömer Rıza Doğrul, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1945. AHMED BİN MAHMÛD, Selçuk-Nâme, Çev. Erdoğan Merçil, Kervan Yayınları, İstanbul, 1977. AHMED HİLMİ, Ziya Nur, İslâm Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1982. AKA, İsmail, “Aksarâyî, Kerîmüddin”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1989, II, 293. ALGÜL, Hüseyin, Osman Çetin, İslâm Tarihi, Gonca Yayınları, İstanbul, 1987. ASLAN, Halide, “Türkiye- Anadolu Selçukluları” İslâm Tarihi El Kitabı, Ed. Eyüp Baş, Grafiker Yayınları, Ankara, 2013, 651-654. ATÇEKEN, Zeki, Yaşar Bedirhan, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devletleri Tarihi, Eğitim Yayınları, Konya, 2004. BEZER, Gülay Öğün, “Şeyzer”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2010, XXXIX, 106-107. BOZKURT, Nahide, “Mansur”, DİA, TDV Yayınları, Ankara, 2003, XXVIII, 5- 6. CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, E Yayınları, İstanbul, 1979. ÇETİN, Osman, Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1990. DEMİRKENT, Işın, “Bizans”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1992, VI, 230- 244. DOĞUŞTAN GÜNÜMÜZE BÜYÜK İSLAM TARİHİ, Rd. Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları, İstanbul, 1988. 97 DONUK, Abdülkadir “Kafesoğlu, Halil İbrahim”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul 2001, XXIV, 145-146. ERSAN, Mehmet, “Selçuklular”, İslam Tarihi ve Medeniyeti, Siyer Yayınları, İstanbul, 2018, X, 169-176. EYİCE, Semavi, “Alparslan”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1989, II, 526-530. GÜLCAN, Yılmaz, Türk Tarihi ve Kültürü, Alfa Yayınları, Bursa, 2003. GÜNDÜZ, Ahmet, “Şehrizor”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2010, XXXVIII, 473- 475.) GÜNGÖR, Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995. İBNÜ’L-ADÎM, Bugyetü’t-Taleb fî Tarîhi Haleb(Biyografilerle Selçuklular Tarihi), Çev. Ali Sevim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1982. İBN BÎBİ, Selçuknâme (Türkiye Tarihi Selçuklular Devri), Çev. Mükrimin Halil Yinanç, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1944. İBNÜ’L-ESÎR, el-Kâmil fi’t-Tarîh, Hikmet Yayınları, İstanbul, 2008. İBN KESÎR, el- Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslam Tarihi), Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1995. KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1992. ------------------, Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, M.E.B Yayınları, İstanbul, 1973. -----------------, “Selçuklular”, MEB İslâm Ansiklopedisi, M.E.B Yayınları, Eskişehir, 2001, X, 353-416. ----------------, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, Tarih Enstitüsü Dergisi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul,1981, sayı: 10-11, s. 1- 28. 98 KERİMÜ’D-DÎN MAHMÛD-İ AKSARÂYÎ, Müsâmeretü’l- Ahbâr, Çev. Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000. KESKİN, Mustafa, “Gazi Süleyman Şah ve Türkiye Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, VI, 529-536. KONUŞ, Fazlı, Selçuklular Bibliyografyası, Çizgi Yayınları, Konya, 2006. KÖPRÜLÜ, Mehmed Fuat, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, Ankara, 1943, sayı: 27, VII, 379-521. KÖYMEN, Mehmet Altay, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993. --------------, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, Belleten, 1993, sayı: 218, LVII, 71-79. KUŞÇU, Ayşe Dudu, Cihat Güler, Mehmet Özer, Mehmet Öztemel, Selçuklu Tarihçiliği’ne Başlarken, ed. Ayşe Dudu Kuşçu, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya, 2017. KÜÇÜK, Cevdet , “Erzurum”, DİA, TDV Yayınları İstanbul, 1995, XI, 321-329. MERÇİL, Erdoğan, Selçuklularda Saraylar ve Saray Teşkilâtı, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2011. ------------, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2013. ------------, “Türkiye Selçukluları”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, VI, 503-528. MÜNECCİMBAŞI Şeyh Ahmed Dede, Karahanlılar ve Anadolu Selçukluları (Câmiü’d-düvel), Türkiye Yayınları, İstanbul, 1940. OSTROGORSKY, Georg, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1981. 99 ÖZ, Mustafa, “Mukanna’ el-Horasani”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2006, XXXI, 124-125. -------, “Hâkim-Biemrillah”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1997, XV, 199-201. ÖZAYDIN, Abdülkerim, Fahameddin Başar, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1994. ÖZAYDIN, Abdülkerim, “İbnü’l-Esir, İzzeddin”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2000, XXI, 26-27. --------------, “İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1999, XX, 132-134. --------------, “İbnü’l-İbrî”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2000, XXI, 92-94 ÖZGÜDENLİ, Osman Gazi, “Musa Yabgu” ,DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2016, Ek II, 324-325. --------------, “Taberistan”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 2010, XXXIX, 322- 323. SADRU’D-DÎN EBU’L-HASAN, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçûkiyye, Çev. Necati Lügal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1943. SELÇUKLU TARİHİ EL KİTABI, Ed. Refik Turan, Grafiker Yayınları, Ankara, 2016. SEVİM, Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014. -----------, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990. -----------, “Süleyman Şah I”, DİA, TDV Yayınları, Ankara, 2010, XXXVIII, 103-105. -----------, ”Çağrı Bey”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1993, VIII, 183-186. 100 -----------, “İbnü’l-Adîm”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1999, XX, 478-479. SEVİM, Ali, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi ( Siyaset, teşkilât ve kültür), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014. SEVİM, Ali, Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi 1 (Fetihten Osmanlılara Kadar), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990. SEYYİD, Eymen Fuad, “Fatımiler” ,DİA, TDV Yayınları, İstanbul, 1995, XII, 228-237. SÜMER, Faruk, “Selçuklular(Anadolu Selçukluları)”, DİA, TDV Yayınları, Ankara, 2009, XXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ORTAÇAĞ TARİHİ ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TÜRKİYE SELÇUKLU SULTANLARININ DİNÎ ANLAYIŞLARI VE SİYASÎ YANSIMALARI OZAN HAYRİ SOYER 2501170650 TEZ DANIŞMANI PROF. DR. MUHARREM KESİK İSTANBUL – 2021 II ÖZ TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ SULTANLARININ DİNÎ ANLAYIŞLARI VE SİYASÎ YANSIMALARI OZAN HAYRİ SOYER Anadolu’nun İslâmlaşması ve Müslüman Türk yurdu hâline gelmesinde Türkiye Selçuklu Devleti ve sultanları büyük rol oynamıştır. İslâm dininin Anadolu’daki tezahürünü anlamak için, Türkiye Selçuklu Devleti sultanlarının dinî anlayışlarını ve bu anlayışlarının siyasî yansımalarını bilmek son derece elzemdir. Ancak şurası da açıktır ki Türkiye Selçuklu sultanları nasıl Anadolu’daki İslâmlaşma faaliyetlerini inşâ ettilerse aynı zamanda kendileri de bu coğrafyada inşâ olmuşlardır. Onların hükümranlıkları boyunca aynı kalan ve tek tip bir şekilde yayılması sağlanan bir dinî anlayıştan bahsetmek mümkün değildir. Bu sebeple biz, her bir sultanı tek tek, hayatlarındaki olayları da göz önünde bulundurarak ele aldık. Böylelikle sultanların dinî anlayışı hakkındaki genel kabullerin ne kadar gerçekliği olduğunu detaylarıyla birlikte sorguladık. Sonuç olarak da sultanların süreç içerisindeki dinî anlayışlarındaki değişimleri, bu değişimlerdeki etkenleri ve dinî anlayışlarının siyaset sahnesine olan yansımalarını ortaya koyduk. Buna göre Türkiye Selçuklu sultanları her daim Hanefî olarak kalmakla beraber, itikadî olarak süreç içerisinde çeşitli mezheplere yaklaşmışlardır. Bununla birlikte bu mezheplerin her sultandaki tezahürleri de aynı değildir. Anahtar Kelimeler: Türkiye Selçuklu Devleti, Din, Sultan, Siyaset, İslâm III ABSTRACT RELİGİOUS UNDERSTANDİNG OF SULTANS OF ANATOLİAN SELJUK STATE AND İTS POLİTİCAL REFLECTİONS OZAN HAYRİ SOYER Anatolian Seljuk Empire and its Sultans played a big role in the Islamisation of Anatolia and making Anatolia Turks’ Muslim homeland. To comprehend the manifestation of Islam in Anatolia, it is crucial to know the religious understandings of Sultans of the Anatolian Seljuk Empire, and the reflections of these religious understandings. What’s more, the Sultans of the Anatolian Seljuk Empire pioneered Islamisation Movement in Anatolia, which means they took form in Anatolia as well. It should be clearly understood that the religious understanding was not standardized in the course of Islamisation, and it changed during Sultans’ reign. That’s why we have discussed every Sultan one by one considering the incidents they handled. By doing so, we investigated the correctness of general assumptions about these religious understandings in detail. As a result, we presented the changes in Sultans’ religious understandings in time, and the reasons for these changes, and the political reflections of them. According to the study, Sultans of the Anatolian Seljuk Empire were always Hanafi; on the other hand, in terms of faith, they approached various sects in time. Moreover, those sects affected every Sultan differently. Keywords: The State Of Anatolian Seljuk, Religion, Sultan, Politics, İslâm IV ÖNSÖZ Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti, Nice hân nice sultan, tahtı bıraktı geçti, Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti. XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu’da yaşamış olan derviş Yûnus Emre (ö. 1320’den sonra)’ye ait bu dizeler, tezimiz için hem önsöz hem de sonuç hüviyeti taşımaktadır. Zirâ akan, kuruyan ve yok olan su ile tahta çıkan sultanların beraber anılmasında derin bir hikmet, düşünce vardır. Nitekim iki unsur da hem sürekli bir akışı, mücadeleyi, varoluşu hem de yok oluşu ifade etmektedir. Biz de tezimizde bu iki zıtlık arasında Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarını ortaya çıkartıp, bu anlayışlarının siyasî tutum ve düşünceleriyle ilişkilerini, siyaset alanına yansımalarını tespit etmeye çalıştık. Türkiye Selçuklu Devleti, bugüne kadar siyasî tarih başta olmak üzere birçok açıdan çalışıldı. Ancak Türkiye Selçuklularının din ile ilişkileri hakkında yapılan çalışmalar ise az ve içerik olarak da kısırdırlar. Seyfullah Kara’nın Selçukluların Dinî Serüveni adlı çalışmasını saymazsak, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını doğrudan konu edinen herhangi bir çalışma yoktur. Bu sebeple Türkiye Selçuklu tarihinin bir bütün olarak ele alınıp, anlaşılabilmesi bakımından tez konumuz oldukça önemlidir. Konuyu hem araştırma hem de yazıya dökme aşamasında birçok sorunla karşılaştık. Bu sorunların en başında geleni kaynak bulma sıkıntısıdır. Bununla birlikte var olan kaynaklardaki bilgiler de konumuz açısından doyurucu değildir. Hâl böyleyken eldeki kısıtlı bilgilerden hareketle yorumlarda bulunup konuyla ilgili çıkarımlar yapmak da son derece risklidir. Ayrıca din konusunun hassasiyeti düşünüldüğünde, kaynaklarda var olan bilgiler ile tarihte gerçeklemiş olanın aynı olmayabileceğini de hesaba katmak gerekir. Araştırma süremizde bu konuda birçok örnekle de karşılaştık. Elden geldiği kadarıyla tez konumuza ait tüm sorunların öneminin farkında olarak tezimizi kaleme aldık.
Araştırmamız bir giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. I. Bölüm’de tezimizin ana konusunu teşkil eden kavramları inceleyerek, bu kavramların Selçuklulara kadar olan serüvenlerini ve Türkiye Selçuklu sultanlarının bu kavramlarla ilgili anlayışlarını ortaya koymaya çalıştık. II. Bölüm’de Türkiye Selçuklu sultanlarını tek tek ele aldık. Bu kısımda konumuza zemin oluşturacak şekilde önce siyasî tarihi anlattık. Ardından sultanların dinî anlayışlarını ve bu anlayışlarının siyasî yansımalarını hayatlarından örnekler ve kaynaklardaki bilgilerden hareketle ortaya koymaya çalıştık. III. Bölüm’de ise Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarıyla ilgili tartışmalara konu olan ya da kanaatimizce olması gerektiğini düşündüğümüz İçki ve Eğlence, Ta’zir ve Siyaset, İlm-i nücûm, Mumyacılık ve Heykelcilik, Hoşgörü gibi beş meseleyi, İslâm dini ve bu konular etrafında dönen tartışmalar bakımından inceledik. Bu tezin konusunun belirlenmesinden, geliştirilmesi ve tamamlanmasına giden süreçte gösterdiği ilgi ve akademik hassasiyet için lisans döneminden bu yana kendisinden birçok şey öğrendiğim danışman hocam Prof. Dr. Muharrem Kesik’e teşekkürlerimi sunarım. Burada isimlerini saymakla bitiremeyeceğim gerek tarih, gerekse felsefe bölümünden birçok hocamı ve eserlerini okuyup istifade ettiğimiz ilim adamlarını da hayırla yâd ettiğimi belirtmek isterim. Yine tez sürecimde sağladığı burs ile maddi açıdan destek veren TUBİTAK’a teşekkür ederim. Son olarak bu süreçte bana engin bir tahammül gösteren eşim Kevser Hanım’a, hassaten tüm emekleri için muhterem annem Oya Hanım ve babam Mehmet Bey’e şükranlarımı bir borç bilirim. Gayret bizden tevfîk Allah’tandır. İSTANBUL 2021 OZAN HAYRİ SOYER VI İÇİNDEKİLER ÖZ............................................................................................................ II ABSTRACT...........................................................................................III ÖNSÖZ...................................................................................................IV KISALTMALAR LİSTESİ..................................................................XII GİRİŞ ....................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM ANA KONUNUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE AÇILIMI 1. 1. Sultan........................................................................................... 43 1. 1. 1. Türkiye Selçuklu Döneminde Sultan Anlayışı ............................. 48 1. 2. Din, Dinî Anlayış ve Siyasî Yansıma ........................................ 53 1. 3. Din/İslâm ve Siyaset................................................................... 55 1. 3. 1. Fıkıh ve Siyaset............................................................................. 62 1. 3. 2. Kelâm ve Siyaset........................................................................... 68 1. 3. 3. Felsefe ve Siyaset.......................................................................... 69 1. 3. 4. Siyasetnâmeler .............................................................................. 70 1. 3. 5. Türkiye Selçuklu Döneminde Siyaset Kavramı............................ 71 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU SULTANLARININ DİNÎ ANLAYIŞLARI VE SİYASÎ YANSIMALARI 2. 1. Kuruluş Devri............................................................................. 74 2. 1. 1. I. Süleyman-Şâh (1075-1086)....................................................... 74 2. 1. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................... 74 2. 1. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansımaları............................................... 77 2. 1. 1. 2. 1. Gaza ve Cihad.......................................................................... 78 2. 1. 1. 2. 2. Şiîlik Meselesi ......................................................................... 79 2. 1. 1. 2. 3. Hristiyanlarla İlişkiler.............................................................. 84 2. 1. 1. 2. 4. Dinî Bilgisi ve Şeriat’a Bağlılığı............................................. 86 VII 2. 1. 1. 2. 5. Süleyman-şâh ve İlm-i Nücûm................................................ 88 2. 1. 1. 2. 6. Süleyman-şâh İntihar Mı Etti?................................................. 89 2. 1. 2. I. Kılıç Arslan (1092-1107)........................................................... 91 2. 1. 2. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................... 91 2. 1. 2. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansımaları............................................... 94 2. 1. 2. 2. 1. Çaka Bey’in Katli.................................................................... 94 2. 1. 2. 2. 2. Haçlılarla Mücadele................................................................. 95 2. 1. 2. 2. 3. Siyasî ve Şer’î Tutumu ............................................................ 99 2. 1. 2. 2. 4. Hristiyanlarla İlişkiler............................................................ 100 2. 1. 2. 2. 4. Başkent Konya ve İlmî Durum.............................................. 100 2. 1. 3. I. İzzeddîn Mes’ûd (1116-1155)................................................. 102 2. 1. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 102 2. 1. 3. 1. 1. Melik-şâh (Şahin-şâh)’ın Saltanatı (1110-1116)................... 102 2. 1. 3. 1. 2. I. İzzeddîn Mes’ûd’un Saltanatı (1116-1155) ....................... 103 2. 1. 3. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 106 2. 1. 3. 2. 1. Melik-şâh’ın Katli ................................................................. 106 2. 1. 3. 2. 2. Hristiyanlarla İlişkiler............................................................ 107 2. 1. 3. 2. 3. Bizans’a Karşı Ümmet Birliği............................................... 108 2. 1. 3. 2. 4. Haçlılara Karşı Cihad ............................................................ 110 2. 1. 3. 2. 5. Başkent Konya ve Dinî Kurumlar......................................... 112 2. 1. 3. 2. 6. Kur’ân-ı Kerîm Sevgisi ......................................................... 113 2. 1. 3. 2. 7. Adâlet ve Halka Hizmet Tutkusu .......................................... 114 2. 1. 3. 2. 8. Mezhebî Tutumu ................................................................... 115 2. 2. Yükseliş Devri........................................................................... 116 2. 2. 1. II. Kılıç Arslan (1155-1192)....................................................... 116 2. 2. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 116 2. 2. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 119 2. 2. 1. 2. 1. II. Kılıç Arslan ve İlm-i Nücûm ............................................ 120 2. 2. 1. 2. 2. Vasiyeti.................................................................................. 122 2. 2. 1. 2. 3. Felsefeye Merakı ve Mezhebî Tutumu.................................. 125 2. 2. 1. 2. 4. II. Kılıç Arslan ve Nûreddîn Zengî........................................ 128 VIII 2. 2. 1. 2. 5. Bizans Siyaseti ve Tepkiler ................................................... 130 2. 2. 1. 2. 6. Hakkındaki Zındıklık İthamları............................................. 132 2. 2. 1. 2. 7. Hristiyanlık İddiaları ............................................................. 133 2. 2. 1. 2. 8. Hristiyan Halk ve II. Kılıç Arslan ......................................... 136 2. 2. 1. 2. 9. Haçlı Siyaseti ve Tepkiler ..................................................... 138 2. 2. 1. 2. 10. İdam Fermanları .................................................................. 139 2. 2. 1. 2. 11. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler....................................... 139 2. 2. 2. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1192-1196)........................................ 143 2. 2. 3. II. Rükneddîn Süleyman-şâh (1196-1205).................................. 144 2. 2. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 144 2. 2. 3. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 146 2. 2. 3. 2. 1. Hükmettiği Cezalar................................................................ 147 2. 2. 3. 2. 2. Hristiyan Devletlere Bakışı ................................................... 150 2. 2. 3. 2. 3. II. Süleyman-şâh ve Felsefe .................................................. 152 2. 2. 3. 2. 4. Entelektüel Kimliği ............................................................... 153 2. 2. 3. 2. 5. II. Süleyman-şâh ve İbadet.................................................... 155 2. 2. 3. 2. 6. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler......................................... 156 2. 2. 4. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in İkinci Saltanatı (1205-1211).......... 158 2. 2. 4. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 158 2. 2. 4. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 159 2. 2. 4. 2. 1. Râvendî’nin Dilinden I. Keyhüsrev....................................... 160 2. 2. 4. 2. 2. I. Keyhüsrev ve Şeyh Mecdeddîn İshâk................................ 162 2. 2. 4. 2. 3. Kadı Tırmizî’nin İdamı.......................................................... 164 2. 2. 4. 2. 4. Hristiyanlarla İlişkiler............................................................ 165 2. 2. 4. 2. 5. İbadetleri ve Şeriat’a Verdiği Önem...................................... 167 2. 2. 4. 2. 6. Halka Hizmet Anlayışı .......................................................... 168 2. 2. 4. 2. 7. Râhatü’s-sudûr ve I. Keyhüsrev ............................................ 169 2. 2. 5. I. İzzeddîn Keykâvus (1211-1220) ............................................. 171 2. 2. 5. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 171 2. 2. 5. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 173 2. 2. 5. 2. 1. Halîfenin Gözünden I. Keykâvus.......................................... 174 IX 2. 2. 5. 2. 2. Kardeşine Verdiği Ceza......................................................... 176 2. 2. 5. 2. 3. Emîrlerin Gözünden I. Keykâvus.......................................... 177 2. 2. 5. 2. 4. Antalya Fetihnâmesi.............................................................. 178 2. 2. 5. 2. 5. Sinop’un Fethi ve Şehirdeki Uygulamalar ............................ 180 2. 2. 5. 2. 6. Nikâh Akdi ............................................................................ 181 2. 2. 5. 2. 7. Halep Seferi ve İdam Fermanları .......................................... 182 2. 2. 5. 2. 8. İbnü’l-Arabî ve I. Keykâvus.................................................. 186 2. 2. 5. 2. 9. Şiir ve Keykâvus ................................................................... 190 2. 2. 5. 2. 10. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler....................................... 191 2. 2. 5. 2. 11. İlm-i Nücûm ........................................................................ 192 2. 2. 6. I. Alâeddîn Keykubâd (1220-1237)............................................ 194 2. 2. 6. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 194 2. 2. 6. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 198 2. 2. 6. 2. 1. I. Keykubâd ve İbadet............................................................ 199 2. 2. 6. 2. 2. Seyfeddîn Ay-aba’ya Verilen Ahidnâme .............................. 200 2. 2. 6. 2. 3. I. Keykubâd ve Ömer es-Sühreverdî ..................................... 201 2. 2. 6. 2. 4. Halîfe ile İlişkiler................................................................... 205 2. 2. 6. 2. 5. Sultanın Duaları ve Rüyası.................................................... 206 2. 2. 6. 2. 6. İdam Fermanları .................................................................... 208 2. 2. 6. 2. 7. Bizans’a Bakışı ve Adâlet Anlayışı....................................... 212 2. 2. 6. 2. 8. I. Keykubâd ve Emîrleri ........................................................ 213 2. 2. 6. 2. 9. Fetih ve İslâm’ı Yayma Siyaseti............................................ 214 2. 2. 6. 2. 10. Celâleddîn Hârezm-şâh ile Mektuplaşma............................ 214 2. 2. 6. 2. 11. Yassıçimen Fetihnâmesi...................................................... 219 2. 2. 6. 2. 12. Hristiyanlarla İlişkiler.......................................................... 220 2. 2. 6. 2. 13. İlm-i Nücûm ........................................................................ 221 2. 2. 6. 2. 14. Moğol Siyaseti..................................................................... 222 2. 2. 6. 2. 15. Dinî Hassasiyeti................................................................... 223 2. 2. 6. 2. 16. I. Keykubâd ve Şeyh Bahâeddîn Veled............................... 226 2. 2. 6. 2. 17. Entelektüel Kimliği ............................................................. 228 2. 2. 6. 2. 18. Kullandığı Unvanlar............................................................ 229 2. 2. 6. 2. 19. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler....................................... 230 X 2. 2. 6. 2. 20. Necmeddîn Dâye ve I. Keykubâd........................................ 231 2. 2. 6. 2. 21. Zencânî ve I. Keykubâd....................................................... 238 2. 2. 6. 2. 22. Gazzâlî ve I. Keykubâd ....................................................... 242 2. 2. 6. 2. 23. Nizâmülmülk ve I. Keykubâd.............................................. 245 2. 2. 6. 2. 24. Kabûs b. Veşmgîr ve I. Keykubâd....................................... 248 2. 2. 6. 2. 25. Nizâmeddîn Yahya ve I. Keykubâd..................................... 248 2. 3. Çöküş Devri .............................................................................. 250 2. 3. 1. II. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1237-1246) ...................................... 250 2. 3. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 250 2. 3. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması................................................ 254 2. 3. 1. 2. 1. Şehzadelerin Katli ................................................................. 255 2. 3. 1. 2. 2. Emîr Sâ’deddîn Köpek ve II. Keyhüsrev .............................. 256 2. 3. 1. 2. 3. Babaî İsyanı........................................................................... 258 2. 3. 1. 2. 4. Evlilikleri............................................................................... 259 2. 3. 1. 2. 5. Eğlence ve İçki Düşkünlüğü.................................................. 261 2. 3. 2. II. İzzeddîn Keykâvus (1246-1262), IV. Rükneddîn Kılıç Arslan (1249-1266) ve II. Alâeddîn Keykubâd’ın Ortak Saltanatı .................... 263 2. 3. 2. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 263 2. 3. 2. 2. Dinî Anlayışları ve Siyasî Yansıması ........................................... 266 2. 3. 2. 2. 1. II. İzzeddîn Keykâvus............................................................ 267 2. 3. 2. 2. 1. 1. Saltanata Bakışı ............................................................. 267 2. 3. 2. 2. 1. 2. Emîrlerle İlişkileri ve Sonuçları..................................... 268 2. 3. 2. 2. 1. 3. Emîrlerin ve Konya Hatibinin Gözünden II. Keykâvus 269 2. 3. 2. 2. 1. 3. Kardeşleriyle İlişkileri ve II. Keykubâd’ın Katli........... 271 2. 3. 2. 2. 1. 4. Hristiyan Dayılarıyla İlişkileri....................................... 272 2. 3. 2. 2. 1. 5. Vasiyeti.......................................................................... 274 2. 3. 2. 2. 1. 6. Mevlânâ’yla İlişkiler...................................................... 275 2. 3. 2. 2. 1. 7. Sirâceddîn Urmevî ve Sultan ......................................... 276 2. 3. 2. 2. 1. 8. Unvanları ....................................................................... 277 2. 3. 2. 2. 2. IV. Rükneddîn Kılıç Arslan................................................... 277 2. 3. 2. 2. 2. 1. Moğol Siyaseti............................................................... 278 XI 2. 3. 2. 2. 2. 2. Hristiyanlar ve Sultan .................................................... 278 2. 3. 2. 2. 2. 3. Mevlânâ’yla İlişkiler...................................................... 279 2. 3. 2. 2. 2. 4. Tutum ve Davranışları ................................................... 279 2. 3. 3. Ortak Saltanat Sonrası: III. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1266-1284), II. Gıyâseddîn Mes’ûd (1284-1296/1302-1310), III. Alâeddîn Keykubâd (1298-1302), V. Kılıç Arslan (1310-1318)............................................. 281 2. 3. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi .................................................................. 281 2. 3. 3. 2. Dinî Anlayışları ve Siyasî Yansımaları......................................... 287 2. 3. 3. 2. 1. III. Gıyâseddîn Keyhüsrev..................................................... 287 2. 3. 3. 2. 2. II. Gıyâseddîn Mes’ûd........................................................... 290 2. 3. 3. 2. 3. III. Alâeddîn Keykubâd......................................................... 292 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KONUYLA İLGİLİ TARTIŞMALI MESELELER 3. 1. İçki ve Eğlence.......................................................................... 295 3. 2. Ta’zir ve Siyaset: Siyaseten Katl, İşkence, Sürgün .............. 303 3. 3. İlm-i Nücûm.............................................................................. 317 3. 4. Mumyacılık ve Heykelcilik...................................................... 323 3. 5. Sultanlar, Din ve Hoşgörü....................................................... 326 SONUÇ................................................................................................. 331 KAYNAKÇA ....................................................................................... 338 XII KISALTMALAR LİSTESİ a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale/Adı geçen madde a.g.t. : Adı geçen tez a. mlf. : Aynı müellif a.e. : Aynı eser ayr. : Ayrıntılı b. : Bin bkz. : Bakınız bs. : Baskı c. : Cilt çev. : Çeviren d. : Doğum Tarihi değ. : Değerlendiren DİA : Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi ed. : Editör h. : Hicrî haz. : Hazırlayan İA : Milli Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi Karş. : Karşılaştırma m. : Miladî M.Ö. : Milâttan Önce n. : Not nr. : Numara nşr. : Neşreden not. : Notlandırma ö. : Ölüm Tarihi s. : Sayfa sy. : Sayı sad. : Sadeleştiren seç. : Seçme XIII TDVY : Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları trc. : Tercüme TTK : Türk Tarih Kurumu TDK : Türk Dil Kurumu vd. : Ve devamı yay. : Yayınlayan yy. : Yüzyıl 1 GİRİŞ 1. Kaynaklar ve Araştırma Eserleri a) Arapça ve Farsça Kaynaklar İbnü’l-Kalânisî, Ebû Ya‘lâ er-Reîsülecel Mecdürrüesâ el-Amîd Hamza b. Esed b. Alî b. Muhammed ed-Dımaşkī et-Temîmî (ö. 555/1160) 1073-1082 yılları arasında doğduğu tahmin edilen İbnü’l-Kalânisî, 1160 yılında vefat etmiştir. Onun yaşadığı yıllar Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş yıllarına tekabül etmesi bakımından, kaleme aldığı Zeylü Tarihi Dımaşk adlı eserinin önemi büyüktür. Zirâ Türkiye Selçuklularının bu dönemiyle ilgili kaynaklar kısıtlıdır. Ancak, I. ve II. Haçlı seferleri sırasında yaşanan olayların anlatıldığı eser, daha çok Suriye coğrafyası bağlamında meydana gelen olayları konu edinmektedir. Bu sebeple eserde, konumuzla ilgili önemli bilgiler bulamadık. Eserden siyasî olaylardan hareketle yaptığımız değerlendirmelerde faydalandık. Eserin Önur Özatağ tarafından yapılan çevirisini kullandık. 1 el-Azîmî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Azîmî etTenûhî (ö. 556/1160-61) 1190-1160/61 yılları arasında yaşayan el-Azîmî’nin Tarihu’l-ʿAzîmî adlı eseri, Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk dönemi hakkında önemli bir kaynaktır. Zirâ bu döneme dair eldeki kaynaklar oldukça azdır. Ancak eser, konumuzla ilgili bilgiler açısından son derece kısırdır. Eserden sadece dönemde olup-biten siyasî olayları değerlendirirken faydalandık. Eserin, Ali Sevim tarafından yapılan tercümesini kullandık.2 1 İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Târih-i Dımaşk, (çev. Onur Özatağ), Şam Tarihine Zeyl: I. Ve II. Haçlı Seferleri Dönemi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015. Ayrıca bkz. Ali Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Târih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklularla İlgili Bilgiler I. (H.436-500 = 1044/45-1106/07)”, TTK Belgeler, XXIX/33 (2008), s. 1-42. 2 el-Azîmî, Tarihu’l Azîmî, (çev. Ali Sevim), Azîmî Tarihi-Selçuklularla İlgili Bölümler (H. 430- 538=1038/39-1143/44), TTK Yay., Ankara 2006. 2 el-Hüseyni, Ebû’l-Hasen es-Seyyid Sadruddîn Alî b. el-İmâm eş-Şehîd Ebi’l-Fevâris Nâsır b. Alî el-Hüseynî (ö. 590/1194’ten sonra) Hicri VI. yüzyılın sonları ya da VII. yüzyılın başlarında doğduğu tahmin edilen el-Hüseynî, Selçuklu tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan Ahbârü’dDevleti’s-Selçukiyye’yi kaleme almıştır. Eser, özellikle Türkiye Selçuklu Devleti’nin, ilk dönemde Büyük Selçuklu Devleti ve coğrafyasıyla kurduğu ilişkilere dair verdiği bilgiler bakımından önemlidir. Ancak eser, konumuzla herhangi önemli bir bilgi barındırmamaktadır. Eserin, Necati Lugal tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.3 er-Râvendî, Ebû Bekr Necmüddîn Muhammed b. Alî b. Süleymân erRâvendî (ö. 603/1207’den sonra) er-Râvendî, kaleme aldığı Râhatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr adlı eserini, Türkiye Selçuklu Devleti’nin önemli sultanlarından II. Rükneddîn Süleyman-şâh için yazdı. Ancak eser sultana takdîm edilemeden II. Süleyman-şâh vefat etti. Bunun üzerine eseri tekrar elden geçiren er-Râvendî, kitabı, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e ithaf etti. Eserde Büyük Selçuklu ve Irak Selçuklu devletlerinin tarihi anlatılmaktadır. Siyasî bakımdan Türkiye Selçuklu tarihiyle ilgili bilgiler yok denecek kadar azdır. Ayrıca eserde, edebî bir anlatım söz konusudur. Bu da onu salt bir tarih kaynağı olmaktan çıkartmakta, eserden bu bağlamda faydalanmayı daha zor hâle getirmektedir. Eserin geriye kalan üçte biri ise bir nedîm olan Râvendî’nin içki, satranç vb. gibi konularda sultana tavsiyelerinden oluşmaktadır. Râhatü’s-sudûr’un konumuz açısından, özellikle de I. Gıyâseddîn Keykâvus bağlamındaki önemi büyüktür. Her ne kadar eser, I. Keyhüsrev’in siyasî ve şahsi hayatını doğrudan konu edinmemekteyse de uzun övgüler ve ona yazılan şiirler vesilesiyle sultan hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Bunun yanında eser, 3 el-Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, (çev. Necati Lugal), TTK Yay., Ankara 1999. 3 tezimizin son bölümünde ele aldığımız içki meselesine dair o dönemdeki algıyı göstermesi bakımından da son derece mühimdir. Biz eserin, Ahmed Ateş tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.4 Kadı Burhâneddîn-i Ânevî (ö. 608/1212’den sonra) 1143 yılında doğan Kadı Burhâneddîn’in Enîsü’l-Kulûb adlı eseri tarihî, dinî ve ahlâkî konuları ihtiva etmektedir. Eser, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’a takdîm edilmiştir. Eserden I. Keykâvus hakkında konumuzla ilgili kayıtlardan istifade ettik. Eserin, M. Fuad Köprülü tarafından yapılan özet tercümesinden faydalandık.5 İbnü’l-Esîr, Ebû’l-Hasen İzzüddin Alî b. Muhammed b. Muhammed eşŞeybânî el-Cezerî (ö. 630/1233) Ortaçağ tarihî kaynakları arasında kapsam ve bilgi olarak en geniş ve güvenilir eser İbnü’l-Esîr’in kaleme aldığı el-Kâmil fi’t-Târih’dir. 555 (1160) yılında Cizre’de doğan İbnü’l-Esîr, 1233 yılında vefat etmiştir. Bu süre zarfında Şam bölgesi başta olmak üzere birçok şehre ziyaretler yapmış, birebir tecrübesiyle elde ettiği bilgileri eserine kaydetmiştir. İbnü’l-Esîr eserinde, sadece kendi yaşadığı coğrafyayla ilgili değil, Anadolu başta olmak üzere tüm İslâm coğrafyasıyla ilgili gelişmeleri aktarmaya çalışmıştır. İbnü’l-Esîr’in yaşadığı yılların Türkiye Selçuklu Devleti’nin zirve dönemine tekabül ettiğini düşündüğümüzde, el-Kâmil son derece mühim bir kaynak konumuna yükselmektedir. Eserde, bilhassa Türkiye Selçuklularının Suriye, Mezopotamya topraklarıyla kurduğu ilişkilere dair önemli bilgiler bulunmaktadır. Eser, konumuz için de en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Diğer birçok kaynakta bulamadığımız bilgilere İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil’inde ulaştık. Meselâ bunlardan biri Kutalmış oğullarının ilm-î nücûm ile olan alâkalarıdır. İbnü’lEsîr’e göre Kutalmış oğulları, ilm-i nücûma olan ilgileri ve bu ilgileri sebebiyle 4 Ebû Bekr Necmeddîn Muhammed b. Alî b. Süleymân er-Râvendî, Râhat-us-Sudûr ve Âyet-üsSürûr, (çev. Ahmed Ateş), Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti, TTK, Ankara 1957. 5 Kadı Burhâneddîn-i Ânevî, Enîsu’l-Kulûb, (bazı kısımlarıyla nşr. M. F. Kôprülü), Belleten, VII/27 (1943). 4 dinlerini ziyana uğratmıştır. Eserde, az da olsa konumuz açısından örnekteki gibi oldukça kritik bilgiler yer almaktadır. Ayrıca eserden, diğer kaynaklardaki bilgileri kıyas etme hususunda da faydalandık. Eserin Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın tarafından yapılan tam ve Murat Temelli’nin kısmî tercümesinden istifade ettik.6 el-Bündârî, Kıvâmüddîn Ebû İbrâhîm el-Feth b. Alî b. Muhammed elBündârî el-İsfahânî (ö. 643/1245) 586 (1190) yılında dünyaya gelen el-Bündârî’nin yaşadığı yıllar Türkiye Selçuklularının en güçlü olduğu döneme tekabül etmektedir. Bununla birlikte onun Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-ʿUsra adlı eseri Irak ve Horasan bölgesindeki Selçukluların tarihini anlatmaktadır. Eser, İmâdeddîn Katip el-İsfahânî’nin eserinin güzel bir özetidir.7 Eserde Türkiye Selçukluları ile ilgili pek fazla bilgi bulunmadığı gibi, konumuz açısından da herhangi önemli bir bilgi yoktur. Biz eserden, Türkiye Selçuklularının ilk yıllarıyla ilgili siyasî bilgiler bağlamında yararlandık. Eserin, Kıvâmeddîn Burslan tarafından yapılan tercümesini kullandık.8 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Şemsüddin Ebû’l-Muzaffer Yusuf b. Kızoğlu b. Abdullah Sıbt İbnü’l-Cevzî (ö. 654/1257) 582 (1186) yılında doğan Sıbt İbnü’l-Cevzî, 1257 yılında vefat etmiştir. Yaşadığı yıllar Türkiye Selçuklu Devleti’nin en güç devirlerine denk gelmektedir. Müellifin Mir'âtü'z-zamân fî Târîhi'l-a'yân adlı eseri özellikle Selçuklular ve Eyyûbî tarihi için önemlidir. Dolayısıyla eser, Eyyûbîler ile yakın ilişkilere sahip olan Türkiye Selçukluları için de kıymet kazanmaktadır. Ancak eserin Arapça olması ve sadece bir kısmının tercüme edilmesi sebebiyle büyük bir bölümünden 6 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, (çev. Abdülkerim Özaydın), X, XI, XII, İslâm Tarihi, Bahar Yay., İstanbul 1987; el-Kâmil fi’t-Tarih, (çev. Murat Temelli), Büyük Selçuklu Devleti Tarihi, Ark Yay., İstanbul 2013. 7 Bkz. Abdülkerim Özaydın, “Bündârî”, DİA, VI, 489-490; Ayrıca bkz. Ramazan Şeşen, “İmâdüddin el-İsfahânî”, DİA, XXII, 174-176. 8 Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-ʿUsra, (çev. Kıvâmeddîn Burslan), Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTK Yay., Ankara 2016. 5 faydalanamadık. Bununla birlikte bahsi geçen eser ile ilgili bilgiler aktaran araştırma eserlerinden hareketle Mir'âtü'z-zamân’dan azamî derecede faydalanmaya çalıştık. Eserin, Ali Sevim tarafından yapılan tercümesini kullandık.9 İbnü’l-Adîm, Ebû’l-Kāsım Kemâleddîn Ömer b. Ahmed b. Hibetullâh b. Muhammed el-Ukaylî el-Halebî (ö. 660/1262) 588 (1192) yılında doğan İbnü’l Adîm, 660 (1262) yılında vefat etmiştir. İbnü’l-Adîm de Türkiye Selçuklularının zirve yıllarında yaşayan kaynak müelliflerindendir. Ancak onun kaleme aldığı Zubdetü’l-Haleb min Târîh-i Haleb adlı eser, Halep’e has olması sebebiyle Anadolu’daki olaylar hakkında ancak bu şehir ve coğrafya bağlamında bilgiler vermektedir. Bu sebeple eserde, konumuz açısından pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Biz eserden, siyasî olayları değerlendirdiğimiz kısımlarda istifâde ettik. Eserin, Ali Sevim tarafından yapılan kısmî tercümesinden faydalandık.10 İbn Bîbî, Nâsırüddîn Hüseyn b. Muhammed b. Alî el-Ca‘ferî er-Rugadî el-Münşî (ö. 684/1285’ten sonra) Türkiye Selçuklu tarihi için en önemli kaynak olan İbn Bîbî’nin elEvâmirü’l-ʿAlâʾiyye fi’l-umûri’l-ʿAlâʾiyye adlı eseri, konumuzla ilgili en zengin bilgileri bulduğumuz kaynak oldu. I. Alâeddîn Keykubâd döneminde ailesiyle birlikte Anadolu’ya gelen İbn Bîbî, annesi ve babasının Türkiye Selçuklu Devleti hizmetine girmesiyle bürokrasiyle yakından tanıştı. Uzun yıllar birinci dereceden yaptığı gözlemleri aktaran İbn Bîbî, eserini kaleme alırken çelişkili ve tutarsız bilgileri bir kenara bırakıp, dikkatli bir gözleme dayalı güvenilir bilgileri yazdığını ifade eder. Nitekim eserinde, Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk yılları hakkında bilgi vermemiş olması da 9 Sıbt, Mir’tüz’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân, (çev. Ali Sevim), Mir’tüz’z-Zamân Fî Târîhi’lÂyân’da Selçuklular, TTK, Ankara 2011. 10 Zübtedü’l-Haleb Min Târîhi Haleb, (çev. Ali Sevim), Zübtedü’l-Haleb Min Târîhi Hale’de Selçuklular (H. 447-521=1055-1127), TTK Yay., Ankara 2014. 6 bu hassasiyetine işaret etmektedir. Bu sebeple kaynağın verdiği bilgilerin değeri daha da artmaktadır. İbn Bîbî’nin eserinde, Türkiye Selçuklu sultanlarının hayatı diğer kaynaklarda bulunmayan ayrıntılarla anlatılmıştır. Eserde, özellikle I. Alâeddîn Keykubâd son derece detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Bunlarla birlikte İbn Bîbî’nin Türkiye Selçuklu sultanları aleyhinde bir söz söylememeye ve onları eleştirmemeye son derece dikkat ettiğini de söylemek gerekir. Bu da özellikle konumuzla alâkalı verdiği bilgilere bir derece şüpheyle yaklaşılması sonucunu doğurmaktadır. 11 Ayrıca eserin son derece edebî bir dille yazılmış ve kronolojik hatalar barındırıyor olması da dikkatlerden kaçmamaktadır. Eserin, Mürsel Öztürk tarafından yapılan çevirisinden faydalandık.12 Reşîdüddîn Fazlullâh-ı Hemedâni (ö. 718/1318) Reşîdüddîn Fazlullah’ın Camiü’t-Tevârih adlı meşhûr eseri, ilk modern tarih metni olarak kabul edilir. Bundan kasıt modern zamanlarda ortaya çıkan tarih yazım metoduna olan benzerliğidir. Reşidüddîn’in eserinin bir kısmı Büyük Selçuklu ve Suriye Selçuklu sultanlarını kapsamaktadır. Eserde az da olsa Büyük Selçuklu ve Suriye Selçuklu devletleriyle kurduğu ilişkilerler bağlamında Türkiye Selçuklu sultanları hakkında da bilgiler vardır. Ne yazık ki eserde, konumuz bakımından pek bilgi bulunmamaktadır. Eserin, Erkan Göksü-H. Hüseyin Güneş tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.13 el-Aksarâyî, Kerîmüddîn Mahmûd b. Muhammed Aksarâyî (ö. 733/1333) XIII. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelen el-Aksarâyî, iyi bir eğitim almıştır. Mücîreddîn Emir-şâh’ın maiyetinde, Türkiye Selçuklu Devleti’ne hizmet 11 Bir örnek için, Aksarâyî’nin eseri hakkında bilgi verdiğimiz başlığa bakınız. 12 İbn Bîbî, El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, (çev. Mürsel Öztürk), Selçuknâme, TTK Yay., Ankara 2014. 13 Reşîdüddîn, Câmi’u’t-tevârîh, (çev. Erkan Göksü-H. Hüseyin Güneş), Selçuklu Devleti, Selenge Yay., İstanbul 2010. 7 etmiştir. Yaşadığı dönemde devletin, sultanların ve beylerin hâl ve durumlarına birinci dereceden tanıklık eden Aksarâyî, kaleme aldığı Müsâmeretü’l-Ahbar ve Müsâyeretü’l-Ahyâr adlı eserinde bu gözlemlerini korkusuzca kaydetmiştir. Türkiye Selçuklu tarihiyle ilgili en önemli iki kaynaktan biri olarak kabul edilen eser, devletin Moğol tahakkümü altındaki yıllarını anlatmaktadır. Eserde konumuzla ilgili doğrudan az olsa da dolaylı olarak birçok bilgi vardır. Özellikle son dönem Türkiye Selçuklu sultanları hakkındaki değerlendirmelerimizi ilk olarak bu eserden hareketle yaptığımızı söylemeliyiz. Bunun haricinde I. Kılıç Arslan ile ilgili de diğer kaynaklarda bulunmayan bilgilere bu eserde ulaştık. el-Aksarâyî’nin eseri, Türkiye Selçuklu tarihiyle ilgili diğer önemli kaynak olan İbn Bîbî’nin tarihinden daha güvenilirdir. İbn Bîbî, sultanların en uç davranışlarını dahî eleştirmezken, Aksarâyî bu konuda daha farklı bir tutum takınmaktadır. Meselâ İbn Bîbî’nin eserinde Sultan II. İzzeddîn Keykâvus’un iyilik, ahlâk, hayâ ve övgüye lâyık meziyetlere sahip biri olduğu söylenirken Aksarâyî’nin eserinde ise aynı sultan, sefahat içinde yaşayan sefil biri olarak tanımlanmaktadır. Aksarâyî açık bir dille, II. Keykâvus’un İslâm dışı bir hayat yaşadığını, onu bu hayata alıştıran kişinin de, beylerbeyliğine tayin etmiş olduğu Hristiyan Kont İstabl olduğunu söylemektedir. Eserin, Mürsel Öztürk tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.14 el-Nigedî, Kadı Ahmed ((ö. 734/1333’ten sonra) 685 (1286)’da doğan el-Nigedî de Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılışına tekabül eden yıllarda yaşayan müelliflerdendir. Onun kaleme aldığı el-Veledü’şŞefîk Ve’l-Hâfidü’l-Halîk adlı umûmî tarihi, özellikle son dönem Türkiye Selçuklu sultanları hakkında verdiği bilgiler bakımından önemlidir. XIV. yüzyılda kaleme alınan bu eser, Türkiye Selçukluları hakkındaki bilgiler açısından kısırdır. Ancak Moğol istilası sonrası döneme dair az da olsa kıymetli bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bilgiler, sultanların dinî anlayışlarının yorumlanmasında önem teşkil etmektedir. 14 Kerîmüddîn Mahmud-i Aksarâyî, Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr (çev. Mürsel Öztürk), TTK Yay., Ankara 2000. 8 Eserin, Ali Ertuğrul tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.15 el-Kazvînî, Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî (ö. 740/1340) 680 (1281) yılında doğan el-Kazvînî de Türkiye Selçuklularının yıkılış yıllarında yaşamıştır. Onun kaleme aldığı Târîh-i Güzîde adlı umûmî tarih eserinde konumuzla alakalı doğrudan bilgiler oldukça azdır. Eserden, Türkiye Selçuklu sultanlarının siyasî ve askerî faaliyetleriyle alâkalı bilgilerden hareketle konumuz hakkında yaptığımız yorumlarda yararlandık. Eserin, Erkan Göksu’nun editörlüğünde yapılan tercümesinden faydalandık.16 el-Ömerî, Şehâbeddîn (Ebû’l-Abbâs) Ahmed b. Yahyâ b. Fazlullâh elÖmerî (ö. 749/1349) 700 (1301) yılında doğan el-Ömerî’nin 27 cildlik Mesâlikü’l-ebsâr fî Memâliki’l-emsâr adlı ansiklopedik eseri, her ne kadar konumuzla ilgili doğrudan bilgiler barındırmasa da en çok kullandığımız kaynaklar arasındadır. Zirâ ele aldığımız konuyla ilgili bilgilerimizin azlığı sebebiyle, sultanların siyasî faaliyetlerinden hareketle çıkarımlar yapmaya çalıştık. Bu durumda da siyasî tarihle ilgili eserler önem kazandı. Ömerî’nin eseri de Türkiye Selçuklu sultanlarının özellikle Şam bölgesiyle ilişkileri bağlamında faydalandığımız eserlerden oldu. Eserin, Türkler ile ilgili üçüncü cildinin Ahsen Batur tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.17 İbnü’l-Verdî, Ebû Hafs Zeyneddîn Ömer b. el-Muzaffer b. Ömer elBekrî el-Kureşî el-Maarrî (ö. 749/1349) 691 (1292) yılında doğan İbnü’l-Verdî, 1349 yılında vefat etmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılış yıllarında yaşayan İbnü’l-Verdî’nin kaleme aldığı Tetimmetü’l-Muhtasar fî Ahbârî’l-Beşer adlı eseri, tezimizde en çok 15 el-Nigedî, el-Veledü’ş-Şefîk Ve’l-Hâfidü’l-Halîk’ı, (çev. Ali Ertuğrul), TTK Yay., Ankara 2015. 16 Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Târih-i Güzîde, (ed. Erkan Göksu), (haz. Ayşe Ayna-Bilal ŞahinAyşe Alhan-Sevgi Kübra Akdemirel-Ayşe Tepe-Sibel Temiz), İstanbul 2015. 17 el-Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr, (çev. Ahsen Batur), Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, Selenge Yay., İstanbul 2014. 9 faydaladığımız kaynaklardan biridir. Eser konumuzla ilgili doğrudan bilgiler vermese de Türkiye Selçuklu sultanları ve onların ilişkilerine dair önemli bilgiler aktarmaktadır. Bu sebeple siyasî tarihten hareketle sultanların dinî anlayışı hakkında yaptığımız değerlendirmelerde diğer eserlerdeki bilgilere kıyasla Tetimmetü’lMuhtasar’dan fazlasıyla istifâde ettik. Eserin Mustafa Alican tarafından yapılan tercümesini kullandık.18 Anonim Selçuknâme Yazarı belli olmayan Tarih-i Âl-i Selçuk adlı eser, kısa muhteviyatına rağmen önemli bilgiler içermektedir. Ancak eser, kronolojik olarak son derece karışıktır. Bu da eserden faydalanmayı zorlaştırmaktadır. Eserde konumuzla ilgili detaylı olmasa da birkaç önemli bilgi bulunmaktadır. Eserin, Halil İbrahim Gök ve Fahrettin Coşguner tarafından yapılan tercümesini kullandık.19 İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî el-Busrâvî ed-Dımaşkī eş-Şâfiî (ö. 774/1373) İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı umûmî tarih eseri, konumuz açısından detaylı ve önemli bilgiler barındırmamaktadır. Eserden yer yer siyasî olaylarla ilgili tahlillerimizde faydalandık. Eserin Mehmet Keskin tarafından yapılan tercümesini kullandık.20 Anonim Baypars Tarihi Eser, Türkiye Selçuklu Devleti’nin son yılları hakkında oldukça mühim bir kaynaktır. Eserde, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin kontrolündeki yıllarında (1256-1277) hem Moğollar hem de Memlükler ile yaşanan 18 İbnü’l-Verdî, Tetimmetü’l-Muhtasar fî Ahbârî’l-Beşer, (çev. Mustafa Alican), Bir Ortaçağ Şairi’nin Kalemi’nden Selçuklular, Kronik Yay., İstanbul 2017. 19 Tarîh-i Âl-i Selçuk, (trc. Halil İbrahim Gök-Fahrettin Coşguner), Anonim Selçuknâme, Atıf Yay., İstanbul 2014. 20 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (çev. Mehmet Keskin), Büyük İslâm Tarihi, Çağrı Yay., İstanbul 2000. 10 gelişmeler detaylı bir şekilde bulunmaktadır. Ancak eser, konumuz açısından pek bilgi ihtiva etmemektedir. Biz eserden, daha çok bahsi geçen dönemdeki siyasî olaylardan hareketle sultanların dinî anlayışları hakkında yaptığımız değerlendirmelerde faydalandık. Eserin, Şerefeddîn Yaltkaya tarafından yapılan tercümesini kullandık.21 el-Mîrhând, Muhammed Mîrhând b. Burhâneddîn Hâvend-şâh b. Kemâleddîn Mahmûd-i Herevî (ö. 903/1498) Ele aldığımız yıllara göre geç dönem tarihçisi olan el-Mîrhând’ın Ravzatu’sSafâ fî Sîreti’l-Enbiyâ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ adlı eseri yedi ciltten müteşekkildir. Eserin dördüncü cildinde Selçuklular ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Türkiye Selçukluları ile ilgili bilgiler ise oldukça azdır. Biz eserden, siyasî tarihle ilgili bilgileri kıyas etmek için faydalandık. Eserin, Erkan Göksu tarafından yapılan kısmî tercümesinden faydalandık.22 Cenâbî, Mustafa Efendi (ö. 999-1590) Geç dönem müelliflerinden olan Cenâbî’nin el-ʿAylemü’z-zâhir fî Ahvâli’levâʾil ve’l-Evâhir adlı eseri umûmî bir tarih olup, Selçuklularla ilgili de bir bahis barındırmaktadır. Oldukça kısa ve öz olan bu eserde, I. Mes’ûd’un döneminde yapılan Simre şehri haricinde konumuzla ilgili önemli bilgiler bulunmamaktadır. Eserden siyasî tarihten hareketle yaptığımız değerlendirmeler sırasında kıyas olarak faydalandık. Eserin Türkiye Selçukluları ile ilgili bölümünün, Muharrem Kesik tarafından yapılan tercümesini kullandık. 23 Müneccimbaşı, Ahmed b. Lütfullah (ö. 1113/1702) 21 Baypars Tarihi, (çev. Mehmet Şerefüddîn Yaltkaya), TTK Yay., İstanbul 1941. 22 Mîrhând, Ravzatu’s-Safâ fî Sîreti’l-Enbiya ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ (Tabaka-i Selçûkiyye), (trc. ve notlar Erkan Göksu), TTK Yay., Ankara 2018. 23 Muharrem Kesik, Cenabi Mustafa Efendi'nin el-Aylemü'z-zahir fi Ahvali'l-evail Ve'l-evahir Adlı Eserinin Anadolu Selçukluları İle İlgili Kısmının Tenkidli Metin Neşri, (İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1994). 11 Diğer bir geç dönem müellifi de Müneccimbaşı’dır. Onun Câmiʿu’d-düvel adlı umûmî tarihinde Selçuklularla ilgili bilgiler bulunmaktadır. Câmiʿu’d-düvel, büyük ölçüde İbn Bîbî’nin eserine dayanmaktadır. Bununla birlikte Cenâbî’nin eserindeki bilgilerin de hemen hemen aynı şekilde kullanıldığı görülmektedir. Ancak eser, Cenâbî Tarihi’nden biraz daha kapsamlıdır. Bahsi geçen eserde konumuzla ilgili orjinal bilgilere rastlamadık. Eserin Ali Öngül tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.24 b) Ermeni Kaynakları Türkiye Selçuklu tarihi için Ermenî tarihçilerin kaleme aldığı eserler oldukça önemlidir. Ermeni kaynaklarının farklı milletten ve dinden olmaları sebebiyle verdiği bilgiler konumuz açısından ayrıca kıymetlidir. Urfalı Mateos Urhayetzi (ö. 1137 sonrası) Urfa’da bir rahip olarak yaşayan Mateos, kaleme aldığı Vekâyinâme’de 952- 1136 yılları arasındaki olayları anlatır. Eser, Papaz Grigor tarafından yapılan zeyli ile 1163 yılına kadar devam ettirilmiştir. Eser konumuz açısından, hem bazı olayların diğer kaynaklarda bulunmayan ayrıntılarla anlatılması hem de Müslüman tarihçilerin kaleme aldığı kaynaklardaki bilgilerle kıyas yapma imkânı sunması bakımından önem teşkil etmektedir. Eserde Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı hakkında doğrudan bilgiler bulmak pek mümkün değilse de ara ara müellif tarafından yapılan yorumlardan hareketle konumuzla ilgili yaptığımız değerlendirmeler bakımından eserden faydalandık. Ayrıca siyasî tarihten yola çıkarak yaptığımız yorumlarda da eserden bolca yararlandık. Eserin Hrand D. Andreasyan tarafından yapılan tercümesini kullandık. 25 Genceli Kiragos (ö. 1271) 24 Müneccimbaşı, Câmiu’d-düvel, (haz. Ali Öngül), Câmi’u’d-düvel Selçuklular Tarihi, Kabalcı Yay., İstanbul 2017, I-II. 25 Urfalı Mateos, Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), TTK, Ankara 2019. 12 Kiragos’un eseri, XIII. yüzyıl Anadolu tarihi için önemli kaynaklardan biridir. Özellikle Moğolların Anadolu işgali ve Kösedağ Savaşı sonrası Türkiye Selçuklu tarihi için eserde kıymetli bilgiler bulunmaktadır. Konumuzla ilgili ise pek fazla bilgi bulunmayan eserden daha çok siyasî olaylardan hareketle yaptığımız değerlendirmelerde faydalandık. Eserin, Fuad Hacısalihoğlu ve İlhan Aslan tarafından yapılan tercümesini kullandık.26 Müverrih Vardan (ö. 1271) XIII. yüzyıl Ermeni tarihçilerinden bir diğeri Vartan Areveltzi’dir. Vardan’ın, Cihan Tarihi adını verdiği eseri, Anadolu’nun Müslüman Türkler tarafından fetih süreci hakkında önemli bir kaynaktır. Ancak oldukça özet bir mahiyetteki eserde, birkaç yer haricinde konumuzla alâkalı dolaylı bilgi dahî bulamadık. Eserin, Hrand. D. Andreasyan tarafından yapılan, İlhan Aslan’ın yayına hazırladığı tercümesinden faydalandık.27 Kumandan Simbat (ö. 674/1275) 1203 yılında doğan Simbat’ın Vekâyinâmesi özellikle 1152 yılından sonraki kısmı itibariyle önemlidir. Zirâ bu kısımda Simbat, kendi gözlemlerine yer vermiştir. Türkiye Selçuklu devletinin gelişim ve zirve yıllarına tekabül eden eserde konumuzla ilgili pek bilgiye rastlamadık. Bununla birlikte siyasî tarihten hareketle yaptığımız değerlendirmelerde eseri, diğer kaynaklardaki bilgilerle kıyaslama yapma hususunda kullandık. Eserin, Hrand D. Andreasyan tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.28 Korykoslu Hayton (ö. 1302) 26 Genceli Kiragos, Moğol İstilâsı (1120-1265), (çev. Mahmut Kemal Bey, haz. Fuad Hacısalihoğlu – İlhan Aslan), POST Yay., İstanbul 2018. 27 Müverrih Vardan, Türk Fetihleri Tarihi, (haz. İlhan Aslan), POST Yay., İstanbul 2017. 28 Simbat (Kumandan Simbat), Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), Başkumandan Simbat Vekayinâmesi, (TTK’da henüz yayımlanmamış tercüme). 13 Kilikya Ermeni Kralı I. Hetum’un kardeşi Oşin’in oğlu olan Hayton, Türkiye Selçuklu Devleti’nin son yarım asrına şahitlik eden bir tarihçidir. Bir Ermeni asilzâdesi olması sebebiyle önemli ilişkilere sahip olan Hayton’un eseri, bu bakımdan dikkat çekicidir. Eser, Moğolların yakın doğu ve Anadolu coğrafyasındaki faaliyetleri hakkında oldukça önemlidir. Ayrıca eserde dönemin Papa’sı V. Clement’in isteği üzerine yeni bir Haçlı seferinin düzenlenmesi hakkında bilgiler sunulmaktadır. Konumuz açısından ise eser, önemli bilgiler ihtiva etmemektedir. Eserin, Altay Tayfun Özcan tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.29 Aknerli Grigor (ö. 1335) Aknerli Grigor’un Okçu Milletin Tarihi Moğol işgali altındaki Anadolu için önemli bir kaynaktır. Eser hacim itibariyle küçük olmakla birlikte 1265 yılından sonraki kısmı bakımından özgündür. Ancak eserde hem konumuz hem de Selçuklular ile ilgili pek bilgi bulunmamaktadır. Eserin, Hrand D. Andreasyan tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.30 c) Süryani Kaynakları Ermeni kaynakları hakkındaki yorumlarımız, aynı şekilde Süryani kaynakları için de geçerlidir. Süryani kaynakları da hem genel olarak Türkiye Selçuklu tarihi için hem de özel olarak konumuz açısından son derece önemlidir. Süryanî Mikhail (ö. 1199) Bir Süryanî Patriği olan Mikhail’in Vekâyinâme adlı eseri, diğer kaynaklarda ulaşamadığımız bir takım bilgileri ihtiva etmesi bakımından konumuza dair önemli kaynakların başında gelmektedir. Eserde, sultanların gayr-i müslim halk ile olan ilişkileri, ilim ve ilim ehline olan düşkünlüğü, Anadolu’daki İslâmlaşma faaliyetleri gibi birçok konu, yer yer ayrıntılarla anlatılmaktadır. Eser, siyasî tarih açısından da son derece kıymetli bilgiler içermektedir. Bu sebeple eserden, sultanların hayatındaki 29 Korykoslu Hayton, Flos Historiarum Terre Orientis, (çev. Altay Tayfun Özcan), Doğu Tarihinin Altın Çağı, Selenge Yay., İstanbul 2015. 30 Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, (çev. Hrand d. Andreasyan), Yeditepe Yay., İstanbul 2012. 14 olaylardan hareketle dinî anlayışlarını tespit etmek adına yaptığımız değerlendirmelerde de sık sık faydalandık. Eserin, Hrand. D. Andreasyan tarafından yapılan tercümesini kullandık. 31 Anonim Süryani Kroniği Hacim itibariyle oldukça küçük olan bu eser, genel olarak Türkiye Selçukluları özel olarak da konumuz açısından pek bilgi barındırmamaktadır. Eserden daha ziyade siyasî tarihle ilgili kısımlarda faydalandık. Eserin, İlhan Aslan tarafından yapılan tercümesini kullandık. 32 Ebû’l-Ferec (Bar Hebraeus/İbnü’l-İbrî) (ö. 685/1286) Türkiye Selçukluları hakkındaki en önemli kaynaklardan biri Ebû’l-Ferec’in kaleme aldığı tarihî eseridir. Eserde konumuz açısından doğrudan bilgilere ulaşmak zorsa da Türkiye Selçuklu kaynaklarının aktardığı bilgilerle kıyaslamalar yapabileceğimiz bilgilere ulaşmak oldukça önemliydi. Eserin, Ömer Rıza Doğrul tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.33 d) Gürcü Kaynakları Gürcü tarihçilerin kaleme aldığı eserler arasından sadece Anonim Gürcü kaynağından faydalandık. Bu eser konumuz açısından, II. Kılıç Arslan ile Gürcü Prensesi Thamara arasında geçen diyalog ve mücadeleler hakkında verdiği bilgiler bakımından önemlidir. Bu bilgiler de geniş çaplı değildir. Ayrıca da çarpıtılmıştır. Yine de eser, genel hatlarıyla taraflar arasında meydana gelen olayı doğrulaması bakımından önemlidir. Eserin Hrand D. Andreasyan’ın yaptığı, Erdoğan Merçil’in yayına hazırladığı tercümesinden istifade ettik.34 31 Süryanî Mikhail, Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), Süryanî Patrik Mikhail’in Vekayinâmesi, (Fotokopi Nüsha). 32 Anonim Süryanî Kroniği, (çev. İlhan Aslan), Post Yay., İstanbul 2019. 33 Gregory Ebû’l-Ferec, (Bar Hebraeus), Abû’l Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987. 15 e) Bizans Kaynakları Bizans kaynakları, Türkiye Selçuklu tarihi için son derece önemlidir. Özellikle Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk dönemleri hakkında Müslüman tarihçiler tarafından yazılan eserlerdeki bilgiler kısır olduğu için Bizanslı müelliflerin eserleri son derece kıymet kazanmaktadır. Bizans ile Türkiye Selçuklu Devleti’nin yakın ilişkileri düşünüldüğünde, Bizans kaynaklarındaki bilgilerin ehemmiyeti bir derece daha artmaktadır. Mikhael Attaleiates (ö. 1080) Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş yıllarıyla ilgili en önemli kaynaklardan biri Attaleiates’in Historia’sıdır. Eserde, I. Süleyman-şâh hakkında az ama önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler daha ziyade onun Bizans ile ilişkileri hakkındadır. Ayrıca eserde Büyük Selçuklular ile Kutalmış oğulları arasındaki husumete işaret eden bilgiler de oldukça önemlidir. Konumuz açısından ise eser, doğrudan herhangi bir bilgi içermemektedir. Eserden daha ziyade, siyasî tarihten hareketle yaptığımız değerlendirmelerde faydalandık. Eserin Bilge Umar tarafından yapılan tercümesini kullandık.35 Nikephoros Bryennios (ö. 1137) Bryennios’un eseri de I. Süleyman-şâh ve I. Kılıç Arslan dönemleri için önemli bir kaynaktır. Eserde bahsi geçen sultanlar hakkında az bilgi bulunsa da dönemle ilgili kaynakların kısırlığı sebebiyle yine de önem teşkil etmektedir. Eserde konumuzla ilgili pek bilgiye rastlamadık. Eserden siyasî tarihten hareketle yaptığımız değerlendirmelerde faydalandık. Eserin Bilge Umar tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.36 Anna Komnena (ö. 1153) 34 Histoire de la Georgie, (Fransızca’ya çev. Brosset, Marie Felicite, Türkçe’ye çev. Hrand D. Andreasyan, notlar ve yayına haz. Erdoğan Merçil), Gürcistan Tarihi (Eskiçağlardan 1212 Yılına Kadar), TTK, Ankara 2003. 35 Mikhael Attaleiates, Tarih, (çev. Bilge Umar), Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2008. 36 Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, (çev. Bilge Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008. 16 I. Kılıç Arslan ile ilgili en önemli kaynakların başında gelen Anna’nın Alexiad adlı eseri, konumuz açısından da az ama önemli sayılabilecek bilgiler ihtiva etmektedir. Eserde, özellikle Çaka Bey ile I. Kılıç Arslan arasındaki mücadeleye dair verilen bilgiler, konumuz açısından önemlidir. Eserin, Bilge Umar tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.37 Ioannes Zonaras (ö. 1159’dan sonra) Zonaras’ın eseri de Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk yılları hakkında oldukça önemli bir kaynaktır. Eserde konumuzla ilgili doğrudan bir bilgi bulunmasa da Türkiye Selçukluları ile Büyük Selçuklular arasındaki mücadelelerle ilgili önemli bilgiler vermesi, Abbâsî halîfesinin bu mücadele sırasındaki tutumunu aktarması, I. Süleyman-şâh’ın Şii Emîr Ammar’dan kadı ve hatip istemesinin arka plânını anlamak için çok önemli bilgilerdir. Eserden özellikle bu kısımları itibariyle faydalandık. Eserin Bilge Umar tarafından yapılan tercümesini kullandık.38 Niketas Khoniates (ö. 1213) Khoniates’in, I. Mesûd, II. Kılıç Arslan, II. Rükneddîn Süleyman-şâh ve I. Gıyâseddîn Keyhüsrev ile ilgili önemli olan eserinde, konumuz açısından az ama önemli bilgilere rastladık. Ayrıca eserden, siyasî tarihten hareketle yaptığımız yorumlarda da faydalandık. Eserin Fikret Işıltan ve Işın Demirkent tarafından yapılan tercümelerini kullandık. 39 Ioannes Kinnamos (ö. 1220) 37 Anna Komnene, Alexiad, (çev. Bilge Umar), Malazgirt’in Sonrası, İnkılab Kitabevi, İstanbul 1996. 38 Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, (çev. Bilge Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008. 39 Niketas Khoniates, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri, TTK, Ankara 1995; a. mlf., Historia, (çev. Işın Demirkent), Niketas Khoniates’in Historia’sı (1195- 1206), Dünya Yay., İstanbul 2004. 17 Kinnamos’un eserinde konumuz açısından I. Mes’ûd ve özellikle de II. Kılıç Arslan ile ilgili az da olsa önemli bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca eserden, siyasî tarihten hareketle yaptığımız yorumlarda da faydalandık. Eserin Işın Demirkent tarafından yapılan tercümesini kullandık. 40 Georgios Akropolites (ö. 1282)41 Akropolites’in eseri, Türkiye Selçuklu Devleti’nin son dönemi için önemli bir kaynaktadır. II. İzzeddîn Keykâvus’un İstanbul’a sığınması ve oradaki yaşamı hakkında konumuzla ilgili dikkat çekici bilgiler bulunmaktadır. Bununla birlikte Bizans eserlerinde Türkiye Selçukluları hakkında verilen bilgilerdeki üslûbun genel olarak abartılı olduğunu unutmamak gerekir. Aynı durum, Akropolites’in eserindeki bilgiler için de geçerlidir. Bu sebeple bahsi geçen kaynak, muhakkak diğer eserlerle karşılaştırılarak kullanılmalıdır. Eserin, Bilge Umar tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.42 f) Haçlı Kaynakları Anonim Haçlı Vekayinâmesi (1100) Müellifi belli olmayan bu Haçlı kaynağı, konumuzla ilgili bilgiler açısından oldukça kısırdır. Eserden I. Haçlı Seferi sırasındaki siyasî olayları değerlendirirken faydalandık. Eserin, Ergin Ayan tarafından yapılan tercümesini kullandık.43 Fulcherius Carnotensis (ö. 1127) 40 Ioannes Kinnamos, Historia, (çev. Işın Demirkent), Ioannes Kinnamos’un Historia’sı (1118- 1176), TTK, Ankara 2001. 41 Georgios Akropolites, Khronographia, (çev. Bilge Umar), Vekâyinâme, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008. 42 Georgios Akropolites, Khronographia, (çev. Bilge Umar), Vekâyinâme, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008. 43 Gesta Francorum et Aliorum Hierosolymitanorum, (çev. Ergin Ayan), Anonim Haçlı Tarihi, Selenge Yay., İstanbul 2013. 18 Carnotensis’in bu önemli eserinden siyasî olayları değerlendirmekte faydalandık. Eserin İlhan Bihter Barlas tarafından yapılan tercümesini kullandık.44 Peter Tudebodus (ö. 1140) Tudebodus, Birinci Haçlı seferine katılmış ve şahit olduğu olayları eserinde kaleme almıştır. Bu bakımdan eser, oldukça önemlidir. Ancak Tudebodus eseri konumuz açısından pek bilgi barındırmamaktadır. Eserden I. Haçlı Seferi sırasındaki siyasî olayları değerlendirirken faydalandık. Eserin, Süleyman Genç tarafından yapılan tercümesini kullandık.45 Odo De Deuil (ö. 1162) Ode de Deuil’in bizatihi tanıklığıyla anlattığı II. Haçlı Seferiyle ilgili bilgileri ihtiva eden eserden sadece I. Mes’ûd’un döneminde meydana gelen ihtida olayıyla ilgili faydalandık. Bu bilgi konumuz açısından son derece önemlidir. Eserin, İngilizce tercümesinden faydalandık.46 Willermus Tyrenensis (ö. 1185) Tyrenensis’in önemli eseri, konumuz bakımından pek bilgi barındırmamaktadır. Eserden I. Haçlı Seferi sırasındaki siyasî olayları değerlendirirken faydalandık. Eserin, Ergin Ayan tarafından yapılan üç ciltlik tercümesini kullandık.47 44 Gesta Francorum Iherusalem Peregrinantium, (çev. İlhan Bihter Barlas), Kudüs Seferi: Kutsal Toprakları Kurtarmak, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2009. 45 Peter Tudebodus, Historia De Hierosolymitano Itınere, (çev. Süleyman Genç), Birinci Haçlı Seferi: Bir Tanığın Kaleminden Kudüs’e Yolculuk, Kronik Yay., İstanbul 2019. 46 Odo De Deuil, Profectione Ludovici VII In Orientem, (ed. Virginia Gingerick Berry), Columbia University Press, New York 1948. 47 Willermus Tyrensis, Historia Rerum İn Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Willermus Tyrenensin’in Haçlı Kroniği: Başlangıçtan Kudüs’ün Zaptına Kadar (I-VIII. Kitaplar), Ötüken Yay., İstanbul 2016; a. mlf., Historia Rerum İn Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği II: Kudüs’ün Zaptından Urfa’nın Fethine (1099-1143), Gece Kitaplığı Yay., Ankara 2018; a. mlf., Historia Rerum İn 19 Ernoul Kroniği Eserden sadece Selâhâddîn Eyyûbî ile II. Kılıç Arslan arasındaki ilişkiler bağlamında yararlandık. Eserin Ahmet Deniz Altunbaş tarafından yapılan tercümesini kullandık.48 Richard (ö. 1199) Richard’ın kaleme aldığı, Itineraium Peregrinorum Et Gesta Regis Ricardi adlı eserden sadece II. Kılıç Arslan’ın III. Haçlı Seferi sırasındaki hareketlerini yorumlarken faydalandık. Eserin, Harun Korunur’un telifindeki bilgilerinden faydalandık.49 Lübeckli Arnold (ö. 1211) Arnold’ın eseri, Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı II. Kılıç Arslan’ın Hristiyan olup olmadığı tartışmalarıyla ilgili oldukça önemli bir kaynaktır. Saxony Dükü Arslan Heinrich’in II. Kılıç Arslan’ı ziyareti sırasında geçen diyalogların anlatıldığı eserde, ikili arasında Hristiyanlık ve akrabalık hususundaki ifadeler dikkat çekicidir. Bununla birlikte müellifin, eserinde konuyla ilgili yaptığı yorumlar son derece sığdır. Bu yorumlar onun İslâm dini ve Türkiye Selçukluları hakkındaki bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Eserin, Altay Tayfun Özcan tarafından yapılan kısmî tercümesinden faydalandık.50 g) Siyasetnâme ve Edep-Adap Eserleri Hz. Ali, Ebü’l-Hasen Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (ö. 40/661) Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Haçlılar Türkler Karşısında: Willermus Tyrenensin’in Haçlı Kroniği III (1143-1184), Kronik Yay., İstanbul 2019. 48 Chronique d’Ernoul, (çev. Ahmet Deniz Altunbaş), Ernoul Kroniği: Haçlı Seferleri Tarihi Selahaddin Eyyubi ve Kudüs’ün Fethi, Kronik Yay., İstanbul 2019. 49 Harun Korunur, Itineraium Peregrinorum Et Gesta Regis Ricardi Işığında III. Haçlı Seferi (1189-1192), Kitabevi Yay., İstanbul 2019. 50 Altay Tayfun Özcan, “Lübeckli Arnold’un Chronica Slavorum Adlı Eserinde Arslan Heinrich’in II. Kılıç Arslan’ı Ziyareti (1173) Bahsi ve Kayıtlarının Bazı Sorunları Üzerine”, Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, I (Aralık 2016), s. 191-217. 20 Hz. Muhammed’in kurduğu İslâm Devleti’nin dördüncü halîfesi olan Hz. Ali’nin, Mısır’a vali olarak atadığı Mâlik b. Eşter’e yönetimdeki uygulaması ve dikkat etmesi gereken hususları belirttiği emirnâmesi, tezimizin I. Bölümü’nde ele aldığımız konular açısından son derece önemlidir. Zirâ din-siyaset ve yönetici-halk ilişkilerinin nasıl olması, yöneticinin bu konularda nasıl bir tasavvura sahip olması hakkında İslâm’ın oldukça erken devirlerinden yazılı olarak elimizde kalan numûne değerinde bir belgedir. Eserin, Mehmet Âkif Ersoy tarafından yapılan İlknur Kirenci’nin yayıma hazırladığı tercümesinen faydalandık.51 Nizâmülmülk, Ebû Alî Kıvâmeddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille) Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûsî (ö. 485/1092) Büyük Selçuklu Devleti’nin meşhûr veziri Nizâmülmülk’ün Siyasetnâme adlı eseri, tezimizin I. ve III. Bölümü’nde ele aldığımız konularla ilgili önemli kaynakların başında gelmektedir. Nizâmülmülk, sultan haricinde devlette ulaşabilecek en büyük güce erişen, önemli bir vezîrdi. Bununla birlikte ilim öğrenmeyi ve âlimlerle sohbetlerde bulunmayı da ihmal etmezdi. Bu çerçeve, Nizâmülmülk’ün kitabını teori ve pratiğin birleşme noktası bakımından son derece önemli hâle getirmektedir. Eserin, Ali Sevim tarafından yapılan neşri ve tercümesinden faydalandık.52 el-Gazzâlî, Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî (ö. 505/1111) Gazzâlî’nin önemli eserlerinden Kimyâ-yı Saâdet, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın okuduğu eserlerdendir. Bu sebeple bahsi geçen eserden sadece I. Keykubâd’la ilgili faydalandık. 51 Abdülaziz Çâvîş: el-Evcine fi’l-İslâm ‘an es’ileti’l-Kenîseti’l-Anglikiyye, (çev. Mehmet Âkif Ersoy, haz. İlknur Kirenci), İslâm ve Siyaset: Hz. Ali’nin Bir Emirnâmesi, Büyüyenay Yay., İstanbul 2015. 52 Nizâmülmülk, Siyâsetnâme, (çev. Mehmet Altay Köymen), TTK Yay., Ankara 2016. 21 Eserin Mehmet A. Müftüoğlu tarafından yapılan tercümesinden istifade ettik.53 el-Malatyavî, Muhammed b. Gazi el-Malatyavî (ö. XIII. yy’ın ilk çeyreği) Malatyalı Muhammed b. Gazi’nin Ravzatu’l-Ukul adlı eseri II. Rükneddîn Süleyman-şâh’a takdîm edilmiştir. Eser fabl tarzında olup, siyasetnâme, edep-adap türünde yazılmıştır. Sultana verdiği öğütler bakımından konumuz açısından önemlidir. Eserin, İbrahim Düzen tarafından yapılan kısmî tercümesi ve değerlendirmesinden faydalandık.54 İbn Gazi’nin diğer eseri Beridü’s-Saade de mukaddimesindeki bilgiler bakımından kıymetlidir. Ayrıca eserin içeriği de önemli olup, hemen hemen diğer siyasetnâme, edep-adap eserlerindeki çerçeveyi devam ettirmektedir. Eser, I. İzzeddîn Keykâvus’a takdîm edilmiştir. Eserin, Muhammed Şirvânî tarafından yayına hazırlanan Farsça neşrinden faydalandık.55 ez-Zencânî, Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdüssamed el-Osmânî ezZencânî (ö. 1228’den sonra) ez-Zencânî’nin Kitâbu’l-letâifi’l-‘Alâiyye fi’l-fedâili’s-seniyye adlı eseri konumuz açısından önde gelen kaynaklardandır. Eser, I. Alâeddin Keykubâd’a takdîm edilmiştir. Eserde sultana idârî, dinî ve ahlâkî öğütler verilmektedir. Eserden I. Bölüm’de ve II. Bölüm’ün I. Alâeddîn Keykubâd kısmında faydalandık. Eserin Hasan Hüseyin Adalıoğlu tarafından yapılan tercümesini kullandık. 56 53 İmâm-ı Gâzzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, (trc. Mehmet A. Müftüoğlu), Çelik Yay., İstanbul 1996. 54 İbrahim Düzen, Muhammed b. Gazi al-Malatyavî Ve Eseri: Ravzat al-‘Ukul, Beyan Yay., İstanbul 2016. 55 Muhammed b. Gazi el-Malatyavî, Berîdü’s-saʿâde, (haz. Muhammed Şirvânî), Danişgah-ı Tahran, Tahran 1972. 56 Zencânî, Kitâbu’l-letâifi’l-‘Alâiyye fi’l-fedâili’s-seniyye, (haz. Hasan Hüseyin Adalıoğlu), Yeditepe Yay., İstanbul 2019. 22 er-Râzî, Ebû Bekr Necmeddîn-i Dâye Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver el-Esedî er-Râzî (ö. 654/1256) Necmeddîn-i Dâye er-Râzî’nin Mirsâdü’l-İbâd57 ile Mermuzat-i Esedî58 adlı eserleri, Türkiye Selçuklu tarihinin I. Alâeddîn Keykubâd devri için son derece mühim eserlerdir. Dâye’nin bir sûfî olması ve Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın okuması için siyasî, ahlâk ve edep içerikli bir kitap kaleme alması, bahsi geçen eserleri konumuz açısından oldukça önemli hâle getirmektedir. el-Urmevî, Ebü’s-Senâ Sirâceddîn Mahmûd b. Ebî Bekr b. Ahmed b. Hâmid el-Urmevî (ö. 682/1283) Urmevî’nin II. İzzeddîn Keykâvus’a sunduğu Letaifü’l-Hikme adlı felsefî içerikli eseri özellikle mukaddimesi ve içinde sultana yönelik verdiği öğütler bakımından konumuz açısından önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Urmevî’nin aynı zamanda baş kadı olduğu da hesaba katılırsa, kaleme aldığı eseri daha bir kıymet kazanmaktadır. Eser ile ilgili olarak Gulamhüseyin Yusûfî tarafından yapılan Farsça neşrinden, M. Cüneyt Kaya tarafından tanıtım içerikli yazılan makaleden faydalandık.59 el-Aksarâyî, Saîd b. İsmail b. Ömer el-Aksarayî (ö. 1301’den sonra) Aksaraylı bir âlim olan Saîd b. İsmail’in Siyâsetü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eseri içeriği itibariyle oldukça dikkat çekici bir eserdir. Bir fıkıh âlimi olan Aksarâyî, bahsi geçen eserinde dünya ve din siyasetini incelemiştir. Bir fıkıh âlimi 57 Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (çev. Kâsım b. Mahmûd Karahisârî), İrşâdü’l-mürîd ile’l Murad fî Tercemet-i Mirsâdü’l-‘İbâd, (haz. Özgür Kavak), Sûfî Diliyle Siyaset, Klasik Yay., İstanbul 2019; a. mlf., Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (haz. Şefaettin Severcan), Hüküm Sahiplerinin İzleyecekleri Yol, Mirsâdü'l-İbâd Mine'l-Mebdei İle'l Mead’dan: Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad'a ve Osmanlı Sultanı II. Murad'a Sunulan Siyasetnâme, Büyüyenay Yay., İstanbul 2017; a. mlf., Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (çev. Halil Baltacı), İFAV Yay., İstanbul 2013; a. mlf., Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (çev. Hakkı Uygur), İlkharf Yay., İstanbul 2013. 58 Necmeddîn-i Dâye, Mermuzat-ı Esed der Mermuzat-ı Davûdî, (nşr. Muhammed Şefi’î Kedkenî), Müessese-i Mütalaat-ı İslâmi Danişgah-ı McGill, Tahran 1973. 59 Ebü's-Sena Sirâceddîn Mahmûd Sirâceddîn el-Urmevî, Letaifü’l-Hikme, (Tashih Gulamhüseyin Yusûfî), İntişarat-ı Bünyad-ı ve Ferheng-i İran, Tahran 1351. 23 perspektifinden konuya yaklaşmakla birlikte eser aynı zamanda siyasetnâme türünün özelliklerini de barındırmaktadır. Eser ile ilgili olarak, Özgür Kavak’ın yaptığı kısmî çeviriler ve tanıtım makelesinden faydalandık.60 h) Coğrafya Eserleri Ebû’l-Fidâ, İmâdeddîn İsmail b. Şihâbeddîn Ömer b. Kesîr (ö. 774/1373) 672 (1273) yılında doğan Ebû’l-Fidâ, 774 (1373) yılında vefat etmiştir. Onun Takvimü’l-Büldân adlı eseri, XIV. yüzyılda coğrafya alanında yazılmış en önemli eserlerdendir. Biz bahsi geçen kaynaktan, sadece birkaç yerde coğrafyayla ilgili kıyaslamalarda yararlandık. Eserin, Ramazan Şeşen tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.61 el-Kazvînî, Ebû Yahyâ Cemâleddîn Zekeriyyâ b. Muhammed b. Mahmûd el-Kazvînî (ö. 682/1283) Yahyâ el-Kazvînî’nin Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbad adlı önemli eserinden sadece coğrafyayla ilgili olarak birkaç yerde faydalandık. Eserde konumuzla ilgili önemli bir bilgi bulunmamaktadır. Eserin, Murat Ağarı tarafından yapılan tercümesini kullandık.62 ı) Seyahatnâmeler İbn Battûta, Ebû Abdullâh Şemseddîn (Bedreddîn) Muhammed b. Abdullâh b. Muhammed b. İbrâhîm el-Levâtî et-Tancî (ö. 770/1368-69) Ortaçağ’ın en büyük seyyâhı olarak kabul edilen İbn Battûta’nın er-Rıhle adıyla meşhûr Tuhfetü’n-nüzzâr isimli eseri, İslâm coğrafyasının hemen hemen 60 Özgür Kavak, “İtikaddan Amele Siyaset İlmihâli: Saîd b. İsmail Aksarayî – Siyâsetü’d-dünyâ ve’ddîn Adlı Eseri”, DİVAN, 17/33 (2012/2), 193-213; a. mlf., “Dünya ve Din Siyaseti’: Saîd b. İsmail elAksarâyî’nin Siyaset İlmihalinde Hilâfet”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 32(2014), 63-98. 61 Takvimü’l-Büldan, (çev. Ramazan Şeşen), Ebû’l-Fidâ Coğrafyası, Yeditepe Yay., İstanbul 2017. 62 Yahyâ el-Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbad, (çev. Murat Ağarı), Ayışığı Kitapları Yay., İstanbul 2019. 24 tamamı hakkında bire bir gözlemlere dayanan çok önemli bir kaynaktır. İbn Battûta’nın seyahat güzergâhındaki duraklardan biri de Anadolu’dur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılışı sonrası ortaya çıkan beylikler devrinde Anadolu’ya gelen İbn Battûta, Anadolu’daki siyasî, kültürel ve toplumsal hayatla ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. Konumuz açısından da eser, hem halkın mezhebî ve dinî anlayışı hem de toplumsal hayattaki dinî yapılanma hakkında verdiği bilgiler bakımından önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Eserin, A. Sait Aykut tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.63 i) Kitâbeler Sultanlar kendi devirlerinde birçok mimarî eser inşa ettirmişlerdir. Bu eserlerin hemen hepsinde bir kitâbe bulunmaktadır. Kitâbeler yapılan eser hakkında bilgi vermekle birlikte o eserin yapıldığı devrin sultanı hakkında da konumuzla ilgili olarak en azından onun unvan ve lakaplarını içeren bilgiler vermektedir. Bu bilgiler, sultanların içinde bulundukları psikolojiyi ve kendilerini nasıl nitelendirdiklerini görmemiz açısından önemlidir. Kitâbelerle ilgili birçok araştırma eser yayımlanmıştır. Biz konumuzla ilgili verilen bilgileri önceleyerek, bu eserler arasında Seton Lloyd – D. Storm Rice tarafından kaleme alınan Nermin Sinemoğlu’nun Alaiye Kitabeleri64 adlı tercümesiyle Türkçe’ye kazandırılan eserden, Remzi Duran’ın Türkiye Selçuklularının Konya’da inşâ ettiği mimarî eserleri özel olarak inceleyen Selçuklu Devri Konya Yapı Kitâbeleri (İnşa ve Ta’mir)65 adlı eserinden istifade ettik. j) Sikkeler Sultanların bastırdıkları paralar yani sikkeler de kitâbelerle aynı çerçevede bir öneme sahiptir. Bu tarihî eserlerde de sultanların unvan ve lakaplarını ve bunlardan hareketle de kitâbelerde bahsettiğimiz tarzda yorumlamaları yapabilmekteyiz. 63 İbn Battûta, er-Rıhle, (çev. A. Sait Aykut), YKY Yay., İstanbul 2017. 64 Lloyd, Seton – Rice, D. Storm, Alanya (Alâiyya), (çev. Nermin Sinemoğlu), TTK, Ankara 1989. 65 Remzi Duran, Selçuklu Devri Konya Yapı Kitâbeleri (İnşa ve Ta’mir), TTK, Ankara 2001. 25 Sikkelerle ilgili birçok araştırma eser yayımlanmıştır. Her bir sultanla ilgili hazırlanan monografik eserlerde de ilgili sultana ait paralar hakkında bilgi verilmiştir. Bu tarz eserlerin haricinde biz, temel olarak Nezihi Aykut’un Türkiye Selçuklu Sikkeleri66 adlı eserinden istifade ettik. k) Menâkıbnâmeler Menâkıbnâmelerin yazılış amacı, eserlere konu edinilen şeyhlerin gösterdiği iddia edilen mucize ve kerâmetlerini ortaya koymak, onların hayatlarından ibretlik olayları anlatmaktır. Menkabe (menkıbe) türü eserlerde, herhangi bir tarihî eser yazma amacı yoktur. Bu eserlerde bolca kronolojik hatalar yapılmakta, isimler ve olaylar karıştırılmakta, bazen de yanlış olarak kaydedilmektedir. Bu sebeple tarihî bilgi açısından kıymetleri düşüktür. Ancak yine de menkıbeler, yazıldığı dönemin sosyo-psikolojik yönlerini, toplumun yaşantısını göstermesi bakımından önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Bu sebeple bizim tezimiz ve benzeri konular bakımından önemleri bir derece daha artmaktadır. Ahmed Eflâkî (ö. 761/1360) Mevlevî dervişi Ahmed Eflâkî’nin kaleme aldığı Menâkıbu’l-Ârifîn adlı eser, Mevlevîlik hakkındaki en önemli eserdir. Bununla birlikte Türkiye Selçuklularının sosyal tarihi açısından da eser son derece kıymetli bilgiler barındırmaktadır. Eserde I. Alâeddîn Keykubâd sonrası sultanlar ve beyler hakkında dikkat çekici bilgiler bulunmaktadır. Biz özellikle Bahâeddîn Veled ile I. Keykubâd arasında yaşanan ilişkiler hakkında eserden faydalandık. Ayrıca I. Keykûbâd sonrasındaki sultanlar ve beylerle ilgili de eserden istifade ettik. Eserin, Tahsin Yazıcı tarafından yapılan tercümesini kullandık.67 Evhâdeddîn Kirmânî Menkıbesi 66 Şevki Nezihi Aykut, Türkiye Selçuklu Sikkeleri I (I. Mesud’dan I. Keykubâd’a Kadar 510- 616/1116-1220), Eren Yay., İstanbul 2000. 67 Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l Ârifîn, (çev. Tahsin Yazıcı), Âriflerin Menkıbeleri, Kabalcı Yay., İstanbul 2012 26 Müellifi belli olmayan bu menkıbe, Evhâdeddîn Kirmânî’nin Anadolu’daki faaliyetleriyle ilgili verdiği bilgiler açısından önemlidir. Eserden I. Keykâvus ve I. Keykubâd ile ilgili ilişkiler bağlamında faydalandık. Eserin, Mikail Bayram tarafından yapılan tercümesini kullandık. 68 Elvan Çelebi (ö. 760/1358-59’dan sonra) Babaî İsyanı’nın lideri Baba İlyâs-ı Horasânî’nin torunu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menâkıbu’l-Kudsiyye adlı eser, sosyal tarih açısından önemlidir. Biz eserden Babaî İsyanı ve Vefaî dervişleriyle Türkiye Selçuklu sultanlarının ilişkileri bağlamında yararlandık. Eserin, hem A. Yaşar Ocak ile İsmail Erünsal hem de Mertol Tulum tarafından yapılan tercümelerinden faydalandık.69 es-Serrâc, Muhammed b. Ali b. es-Serrâc (ö. 747/1346-1347) Ali b. Es-Serrâc’ın Tuffâhu’l-Ervah ve Miftâhu’l-İrbâh adlı eserinden, sultanlarla ilişki halinde olan mutasavvıflar hakkındaki kısımlarda faydalandık. Bu bakımdan eser, oldukça önemli bir kaynaktır. Eserin Nejdet Gürkan, Mehmet Necmettin Bardakçı, Mehmet Saffet Sarıkaya tarafından yapılan ve yayına hazırlanan tercümesini kullandık. 70 l) Mektuplar Tarihî vesikaların içerisinde mektuplar son derece önemli belgelerdir. Çünkü genel vekayinâmelerde bulunmayan bir takım özel bilgiler, mektuplar vasıtasıyla edinilebilmektedir. 68 Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, (çev. Mikail Bayram), Şeyh Evhadü’d-Din Hâmid ElKirmânî ve Menâkıb-Nâmesi, Kardelen Yay., İstanbul 2005. 69 Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, (haz. İsmail E. Erünsal – Ahmet Yaşar Ocak), TTK, Ankara 2014; a. mlf., Menâkıbu’l-Kudsiyye, (haz. Mertol Tulum), Nâme-i Kudsî, Çizgi Yay., Konya 2017. 70 Ali b. Es-Serrâc:Tuffâhu’l-Ervah ve Miftâhu’l-İrbâh, (haz. Nejdet Gürkan, Mehmet Necmettin Bardakçı, Mehmet Saffet Sarıkaya), Ruhların Meyvesi ve Kazancın Anahtarı, Kitapyayınevi, İstanbul 2015. 27 Muhyiddîn İbnü’l-Arabî - I. İzzeddîn Keykâvus Mektuplaşması Sultan I. İzzeddîn Keykâvus ile ünlü mutasavvıf İbnü’l-Arabî arasında mektuplaşmaların yaşandığı bilinmektedir. Ancak bu mektupların sadece bir tanesi elimizde bulunmaktadır. Bu da İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’si ile daha kısaltışmış haliyle Aksarâyî’nin eserindedir. Bahsi geçen mektup, konumuz açısından son derece önemlidir. Evvelâ mektup, İbnü’l-Arabî ile I. Keykâvus arasında yakın bir muhabbetin olduğunu göstermektedir. Öte yandan mektupta, özellikle Hristiyanlar bağlamında I. Keykâvus’ın dinî anlayışına dair işaretler bulunmaktadır. Mektubun, M. Erol Kılıç tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.71 I. Alâeddîn Keykubâd - Celâleddîn Hârezm-şâh Mektuplaşması Taraflar arasındaki bu mektuplaşma daha ziyâde siyasî içerikli olsa da konumuz açısından önemlidir. Zirâ mektupta I. Keykubâd, kendi dinî ve siyasî anlayışını yansıtan önemli ifadeler kullanmıştır. Mektuplar için, İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâiyye’sinin Mürsel Öztürk tarafından yapılan tercümesinden ve Osman Turan’ın Resmî Vesikalar adlı eserinden yararlandık.72 IV. Kılıç Arslan - II. İzzeddîn Keykâvus Mektuplaşması Türkiye Selçuklu Devleti’nin çöküş sürecinde tahta çıkmış olan iki kardeş sultannın arasında gerçekleşen bu mektup siyasî içerikli olup, Moğollara karşı izlenmesi gereken siyasetle ilgili tarafların görüşlerini ihtiva etmektedir. Mektup özellikle sonundaki ifadeler bakımından konumuz açısından kıymet taşımaktadır. Mektubun, Osman Turan tarafından neşredilen Farsça metninden ve tercümesinden yararlandık.73 71 Mahmud Erol Kılıç, “İbnu’l Arabî’nin I. İzzeddin Keykavus’a Yazdığı Mektubun Işığında Dönemin Dinî ve Siyasî Tarihine Bakış”, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 2001, II, 11-28. 72 Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar: Metin, Tercüme ve Araştırmalar, TTK Yay., Ankara 2014, s. 80-83, (Farsça metin), s. 95-105. 28 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, yaşadığı dönemde Muîneddîn Süleyman Pervâne başta olmak üzere birçok önemli devlet adamıyla irtibat kurmuş bir mutasavvıftı. Bu sebeple ümerâya yazdığı mektuplar oldukça önemlidir. Hatta onun II. İzzeddîn Keykâvus’a dahî yazdığı mektuplar bulunmaktadır. Mektupların, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılan tercümesinden faydalandık.74 m) Vakfiyenâmeler Altun-Aba Vakfiyenâmesi Vakfiye metni tahmin edileceği üzere vakfiyenin teşkilat ve işleyişiyle ilgilidir. Ancak bahsi geçen vakıf aracılığıyla sunulacak hizmetler arasında mumyacılık, İslâmlaşma faaliyetleri gibi konumuz açısından önemli birkaç bilgi bulunmaktadır. Vakfiyenâmenin, Osman Turan tarafından yapılan neşir ve tercümesinden faydalandık.75 n) Fütüvvetnâmeler Fütüvvet teşkilatı, dinî-siyasî bir kuruluş olduğu için bu teşkilat içerisinde kaleme alınan fütüvvetnâmeler de konumuz bakımından önem arzetmektedir. Türkiye Selçuklu Sultanları ile ilgili olarak sadece Abbâsî Halîfesi Nasır lidinillah tarafından I. İzzeddîn Keykâvus’a gönderilen fütüvvetnâme elimizde bulunmaktadır. Bahsi geçen fütüvvetnâme, I. İzzeddîn Keykâvus’un dinî hayatını, anlayışını ve bu anlayışın siyasî yansımalarını tespit etmek adına son derece önemli bir belgedir. Fütüvvetnâme’de I. Keykâvus’un ibadetlerini yapıp yapmadığı, halkıyla 73 Turan, Resmî Vesikalar, s. 61-72, (Farsça metin), s. 84-89. 74 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Mektuplar, İnkılâp Yay., İstanbul 1999. 75 Osman Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, TTK Yay., Ankara 2014, s. 297-333; a. mlf., “Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, c. IX, sy. 42, (Nisan 1947), 197-235. 29 olan ilişkisinin ve devlet yönetiminin Şeriat’a göre düzenlenip düzenlenmediği hakkında detaylı bilgiler bulunmaktadır. Fütüvvetnâme’nin, Mürsel Öztürk tarafından tercüme edilen İbn Bîbî’nin eserindeki ilgili kısımlarından faydalandık.76 o) Fetihnâmeler Yeni şehirlerin, kalelerin, toprakların fethini müteakip civardaki beylere, hilâfet makamına ve devletere gönderilen fetihnâmeler, fethi gerçekleştiren sultanların dinî anlayışının ve siyasî yansımalarının izini sürebileceğimiz belgelerden bir tanesidir. Elimizdeki fetihnâmelerden biri, I. İzzeddîn Keykâvus tarafından Celâleddîn Nev-Müslüman’a gönderilen belgedir. Bu fetihnâme, I. Keykâvus’un dinî ve siyasî anlayışına dair işaretler sunması bakımından son derece önemlidir. Fetihnâmenin Scott Redford-Gart Leiser tarafından kaleme alınan Taşa Yazılan Zafer: Antalya İçkale Surlarındaki Selçuklu Fetihnâmesi adlı eserdeki tercümesinden faydalandık.77 Diğer bir fetihnâme örneği, I. Alâeddîn Keykubâd döneminde Yassıçimen Savaşı’nın sonrasında hazırlanan belgedir. Bu fetihnâmede çeşitli nedenlerle ilgili makamlara gönderilmese de İbn Bîbî, eserinde fetihnâmenin tam metnini kaydetmiştir. Fetihnâme tarihî bir belge olarak I. Alâeddîn Keykubâd’ın dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını göstermesi bakımından son derece kıymetlidir. Fetihnâmenin, Mürsel Öztürk tarafından tercüme edilen İbn Bîbî’nin eserindeki ilgili kısımlarından faydalandık.78 ö. Araştırma Eserleri 76 İbn Bîbî, El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, (çev. Mürsel Öztürk), Selçuknâme, TTK Yay., Ankara 2014, s. 185. 77 Scott Redford-Gart Leiser, Taşa Yazılan Zafer: Antalya İçkale Surlarındaki Selçuklu Fetihnâmesi, Suna – İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, Antalya 2008. 78 İbn Bîbî, a.g.e., s. 405. 30 Türkiye Selçuklu Devleti’nin dinî tarihiyle ilgili en detaylı çalışma, Seyfullah Kara’nın doktorasıdır. Daha sonra bu doktara Selçukluların Dini Serüveni79 adıyla kitap hâline getirilmiştir. Kitapta Selçukluların İslâm’a girişleri, İslâm’a girdikleri coğrafyadaki İslâmlaşma faaliyetleri, Anadolu’nun İslâmlaşma süreci, Türkiye Selçuklu Devleti’nin dinî anlayışı, Türkiye Selçuklu sultanlarının İslâmlaşma faaliyetlerindeki katkıları gibi konulara değinilmektedir. Eserin tamamından faydalandığımızı ifade etmemiz gerekir. Konumuzla ilgili araştırma eserlerin en başında Osman Turan’ın Selçuklular Zamanında Türkiye80 , Resmi Vesikalar 81 , Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi82 adlı eserleri, önemli makale, madde ve neşirlerinin toplandığı Selçuklu Tarihi Araştırmaları83 gelmektedir. Selçuklular Zamanında Türkiye, kuruluştan yıkılışa, Türkiye Selçuklu Devleti’nin bütüncül bir tarihini anlatmaktadır. Eserde ağırlıklı olarak siyasî tarih anlatılmakla birlikte her sultanla ilgili kısmın sonunda konumuz açısından önemli bilgiler yer almaktadır. Eser, sultanların hayatlarından hareketle dinî anlayışları ve siyasî yansımaları hakkında yaptığımız değerlendirmelerde en çok faydalandığımız çalışmalardan biri oldu. Turan’ın Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi adlı eseri de III. ve V. bölümleri itibariyle tezmimiz açısından önemlidir. Özellikle V. bölümde Türkiye Selçuklu sultanlarının gayr-i müslîm halk ile olan ilişkileri, Anadolu’daki İslâmlaşma faaliyetlerindeki rolleri hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Bahsi geçen eserdeki çoğu bilgiyi, kendimizde kaynaklardan tespit etmiştik. Ancak bilgilerin karşılaştırılması ve değerlendirilmesi kısmında Turan’ın eserlerinden oldukça faydalandık. Turan’ın konumuz açısından bir diğer önemli eseri Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikâlar’dır. Eserde, Türkiye Selçuklularına ait resmi mektuplar, ahidnâmeler, menşûrlar, fermânlar, tayinler, beratlar, ticaret muahedeleri, inşâ 79 Seyfullah Kara, Selçukluların Dini Serüveni: Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yay., İstanbul 2006. 80 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Yay., İstanbul 2014. 81 Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar: Metin, Tercüme ve Araştırmalar, TTK Yay., Ankara 2014. 82 Osman Turan, Türk-Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul 2019. 83 Osman Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, TTK Yay., Ankara 2014. 31 mecmuaları gibi, konumuz açısından son derece önemli belgeler bulunmaktadır. Zirâ konumuzla ilgili doğrudan bilgilere ulaşmak oldukça güçtür. Bu tarz belgeler üzerinde yapılan satır arası okumaları, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına dair çıkarımlar yapabilme zemini sağlamaktadır. Osman Turan’ın, tezimiz açısından önem taşıyan bir diğer eseri Selçuklu Tarihi Araştırmaları’dır. Bu eser, Turan’ın makaleleri, maddeleri ve neşrettiği vakfiyenâmelerin derlenmesinden oluşmaktadır. Özellikle vakfiyenâmeler, konumuz açısından önemlidir. Meselâ Altun-aba Medresesi’nin vakfiyesinde, dönemdeki İslâmlaşma faaliyetleri ve devletin bu konudaki rolüne dair bilgiler bulunmaktadır. Tezimizle ilgili bilgilere rastladığımız diğer önemli araştırma eseri, Claude Cahen’in kaleme aldığı Pre-Ottoman Turkey’dir. 84 Eserde siyasî tarihten ziyade sosyo-kültürel tarihe odaklanılmıştır. Bu sebeple eser, konumuzla ilgili doğrudan ve dolaylı bilgiler bakımından zengindir. Ayrıca eserden, siyasî olaylardan hareketle konumuzla ilgili yaptığımız değerlendirmelerde de fazlasıyla yararlandık. Bu eserlerin haricinde Ahmet Yaşar Ocak’ın İslâm’ın Ayak İzleri Selçuklu Dönemi, Sönmez Kutlu’nun Türkler ve İslâm Tasavvuru, Fatih Mehmet Şeker’in İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru ile Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru adlı eserlerinden de gerek perspektif, gerekse bilgi bakımından istifade ettik. Ocak’ın eseri, Türklerin şifahi-mistik diyebileceğimiz İslâm anlayışına odaklanırken, Kutlu’nun ve Şeker’in eserleri kitabî İslâm anlayışını da incelemişlerdir. Bir ilahiyatçı olması hasebiyle Kutlu’nun eseri, konuya daha çok bu alanın perspektifinde yaklaşmakla birlikte tarih alanını da içerisine alır. Şeker’in eserleri de Kutlu’nunkilere yakın bir mahiyettedir. Bu eserlerin haricinde, özellikle sultanlar hakkında yapılan monografik çalışmalar da faydalandığımız önemli araştırma eserlerinden olmuştur. I. Süleymanşâh’la ilgili Ali Sevim’in Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman-şâh85, I. Kılıç Arslan ile ilgili Işın Demirkent’in Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç 84 Claude Cahen, Pre-Ottoman Turkey, (çev. Erol Üyepazarcı), Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 2000. 85 Ali Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman-şâh, TTK, Ankara 2018. 32 Arslan86, I. Mes’ûd ile ilgili Muharrem Kesik’in Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mes’ûd Dönemi (1116-1155)87, II. Kılıç Arslan ile ilgili Abdulhalûk Çay’ın II. Kılıç Arslan88, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve II. Rükneddîn Süleyman-şâh ile ilgili Selim Kaya’nın I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211)89, I. İzzeddîn Keykâvus ile ilgili Sâlim Koca’nın Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220)90, I. Alâeddîn Keykubâd’la ilgili Emine Uyumaz’ın Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237)91, II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ile ilgili Nejat Kaymaz’ın Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve Devri92 eserlerinden istifade ettik. Ayrıca Abdülkerim Özaydın’ın, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi adlı eserin VIII. cildinde yer alan “Anadolu Selçukluları” başlıklı 93 yazısından ve yine aynı şekilde Mehmet Ersan’ın, İslâm Tarihi ve Medeniyeti adlı külliyatın içinde yer alan “Türkiye Selçuklu Devleti”94 başlıklı çalışmasından sık sık istifade ettik. Kanaatimize göre tezimizi diğer tüm çalışmalardan ayıran temel nokta, konumuzu teoriden pratiğe değil, pratikten teoriye doğru inşâ etmiş olmamızdır. Her ne kadar belli bir teorik çerçeveyi ilk başta ortaya koymuş olsak da, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarını, faaliyetlerinden, tavır ve davranışlarından hareketle tespit etmeye çalıştığımızı ifade etmemiz gerekir. Yani en başta belli bir çerceve çizip o çerçevenin içini dolduracak şekilde bir metin inşâsı yapmadık. Bahsettiğimiz zeminden hareketle ulaştığımız bilgileri, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı 86 Işın Demirkent, “Kılıç Arslan I”, DİA, XXV, 396-399. 87 Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mes’ûd Dönemi (1116-1155), TTK, Ankara 2003. 88 Abdulhalûk Çay, II. Kılıç Arslan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987. 89 Selim Kaya, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), TTK, Ankara 2006. 90 Sâlim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220), TTK Yay., Ankara 1997. 91 Emine Uyumaz, Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), TTK, Ankara 2003. 92 Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve Devri, TTK Yay., Ankara 2014. 93 Abdülkerim Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul 1994, VIII. 94 Mehmet Ersan, “Türkiye”, İslâm Tarihi ve Medeniyeti, Siyer Yay., İstanbul 2018, X, 169-258. 33 hakkındaki genel çerçeveyle kıyasladık. Ayrıca elde ettiğimiz somut veriler üzerinde bir soyutlama faaliyeti yaparak, bu verileri teorik bir çerçeveyle de ortaya koymaya, izah etmeye çalıştık. 34 2. Yöntem, Amaç ve Sorunlar Tezimizin ana konusu hakkında kullandığımız kavramsal çerçeveyi I. Bölüm’de detaylıca ele alacağımız için burada, yöntemimize, araştırma tekniklerimize ve tezimizde çözmeyi amaçladığımız sorunlara temas edeceğiz. “İslâm tarihi sadece İslâm’ın geliştirici (ilerici) özelliğinin, gerçek hayatta gerçekleştirilmesi değildir. Aynı zamanda o, bu düşüncenin anlaşılmamasının, ihmalin, aldatılmasının ve kötüye kullanılmasının da tarihidir. Bu bakımdan her Müslüman halkın tarihi, parlak başarılarının dizini olduğu kadar aynı zamanda esef verici bâtıl düşünce ve yenilgilerin de tarihidir.” 95 Bu sözler, konuya yönelik bakış açımızı tam bir şekilde ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Bilindiği gibi tarih yazımı, tarihten beklediğimiz misyona göre birçok perspektiften yapılabilir. Biz ise tezimize konu olan dönemde “olmuş, meydana gelmiş olan tarihî gerçeği”, elden geldiği kadar objektif kalarak bütüncül bir şekilde incelemeye ve yazmaya gayret ettik. Bununla birlikte tezimiz, bir tarih araştırması olduğu için ne olmalı sorusundan ziyâde ne idi sorusunun cevabıyla ilgilenmektedir. Bu sebeple iyi ve kötü, doğru ve yanlış yargılamalarına girmediğimizi ancak yaşanan olayların İslâm dinîyle olan ilgisini ve kaynaklardaki bilginin yine aynı açıdan kritiğini yapmaya çalıştığımızı ifade etmeliyiz. Araştırmamızı “Ne idi?” sorusunun çerçevesinde yürüttüğümüz için ele aldığımız dönemle ilgili her türlü materyal doğrudan ya da dolaylı olarak konumuza kaynak teşkil etmektedir. Genel olarak bu dönemi çalışmanın, hele ki bunu din gibi daha kısıtlı bir alanda yapmanın zorluğu düşünüldüğünde bahsi geçen dönemle ilgili elimizdeki tüm materyaller farklı bir önem kazanmaktadır. Zirâ dinle ilgili bilgiler hususunda ele aldığımız dönemin kaynakları daha da kısırlaşmakta, neredeyse konumuzla ilgili doğrudan bilgilere ulaşmak iğneyle kuyu kazmayı andırmaktadır. Bu sebeple Türkiye Selçuklu sultanlarına takdîm edilen eserler, onlar hakkında yazılan şiirler, mimarî yapılardaki kitâbeler, bastırılan sikkeler, menkıbeler vb. birçok tarihî eser diğer çalışmalara nazaran daha önemli bir hüviyete erişmektedir. Ancak bu gibi kaynakların bilgilerini de oldukça titiz bir şekilde ele almak gerekmektedir. Meselâ bu hususa örneklerden biri kitâbelerdir. II. Gıyâseddîn 95 Aliya İzzetbegovic, İslâm Deklarasyonu, Fide Yay., İstanbul 2014, s. 29. 35 Keyhüsrev ile ilgili birçok eleştirel bilgiye rağmen sultan, kitâbelerde “Âlemde Allah’ın gölgesi, dinin yardımcısı, İslâm’ın yücelticisi” gibi sıfatlarla anılmaktadır. Bu durum açık şekilde göstermektedir ki evvelâ kitâbeler, ikinci olarak da sultanlarla ilgili özel tarihler, hele ki din söz konusu olduğunda ihtiyatla ele alınmalıdır. Tarihî gerçekliği yanlış tespit etmemek ve yazmamak adına, sultanlar hakkında kaynaklarda geçen ifadeler ile onların hayatlarına dair bilgiler kıyas edilmelidir. En azından ne kadar dindar olup olmadıklarının tespiti, böylesine hassas bir soruşturma neticesinde yapılmalıdır. Biz de tezimizi, bu hususlara dikkat edilen bir yöntem ve araştırma teknikleri ile yazmaya gayret ettik. Bu çalışmanın amacı Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarını ve bu anlayışlarının siyaset sahnesine yansımalarını özellikle uygulamalarından, tutum ve davranışlarından; dönemlerinde yazılan ve genellikle sultanlara takdîm edilen eserlerden, kitâbelerden, sikkelerden, fikrî ve fiilî tarihî arka plândan hareketle inceleyip, tespit etmektir. Tezimizle, Türkiye Selçuklu Devleti sultanlarının, din ile kurdukları ilişkiye dair genel yorumların ötesine geçmek ve dönemin dinî tarihinin ortaya çıkartılmasına katkı sunmayı amaçlıyoruz. Bu çervede, çalışmada çözümlemeyi amaçladığımız temel problem de genel hatlarıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Buna göre tezimizde, Türkiye Selçuklu sultanlarının tek bir dinî anlayışa (Hânefî-Matûridî) sahip olduğuna ve yine bu anlayışlarının siyasî yansımalarının her birinde aynı şekilde gerçekleştiğine dair genel varsayımdan kaynaklanan problemleri çözmeyi hedefliyoruz. Araştırmanın temel hipotezi şudur: Türkiye Selçuklu sultanlarının, her ne kadar Sünnîlik ve Hanefîlik gibi büyük ortaklıklar barındırsalarda, tek bir dinî anlayışa sahip oldukları ve yine bu anlayışlarının siyasî yansımalarının her birinde aynı şekilde gerçekleştiği söylenemez. Bu temel hipotezle bağlantılı olan alt hipotezler ise şunlardır: i. Türkiye Selçuklu sultanları hem ilmî hem de dinî açıdan iyi bir eğitim almış, çoğu zaman aynı şekilde yetişmiş beyleriyle istikametlerini korumuşlardır. Anadolu’nun İslâmlaşmasında da oldukça kritik bir rol oynamışlardır. 36 ii. Ancak sultanlar, İslâm dinine mensup olup, Hanefî-Mâturîdî ya da Mu’tezilî gibi belli bir mezhebî anlayışı takip etseler de uygulamalarında zaman zaman bu genel anlayışı devre dışı bırakmışlardır. Bu da onların dinî anlayışlarına sıkı sıkıya bağlı olmadığını ve siyasetin dine müdahalesini göstermektedir. iii. Ayrıca sultanlar, içki, eğlence, haksız idamlar gibi fiillerle zaman zaman bazı Şeriat hükümlerini görmezden gelmişlerdir. iv. Türkiye Selçuklu sultanları İslâm kültüründen etkilenmekle birlikte kuvvetli bir şekilde Fars ve Bizans kültüründen de etklenmiştir. Bu etkileşimler, onların dinî anlayışları ve bu anlayışlarının siyasete yansıma biçimlerinde önemli roller oynamıştır. v. Türkiye Selçuklularının Anadolu’ya ilk geldiği yıllarda, bu coğrafyada yerleşmiş, çerçevesi belirlenmiş bir İslâm anlayışı yoktu. Anadolu’nun İslâmlaşmasıyla Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışının oluşumu hemen hemen benzeri süreçleri takip etmiştir. Bu sebeple diğer coğrafyalara nazaran, Anadolu’da yeni bir Müslümanlık yorumu ve ekolleri ortaya çıkabilmiştir. 37 3. Türkiye Selçuklu Sultanlarının Dinî Anlayışının Arka Plânına Genel Bir Bakış
Hiç şüphesiz din gibi büyük bir değişim-dönüşüm, kısa sürede gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hâdisedir. Bu olay ancak bir süreçle mümkün hâle gelir. Din, tecrübe edilen her olay, durum ve hâlde kendisini tekrar tekrar inşâ eden bir olgudur. Dolayısıyla dinî gelişim, onu daha iyi anlama ve kavrama yönünde ilerleyebileceği gibi tam tersine onu yanlış idrak etme ve uygulama yönünde de ilerleyebilir. Bu sebeple dinî değişim-dönüşüm ve gelişim hâdiseleri uzun süreçlerde bütüncül bir şekilde ele alınarak incelenmelidir. Ancak Türklerin İslâm dinine girişini ve sonrasındaki süreci bahsettiğimiz çerçevede ele almak konumuzun sınırlarını aşacağı için biz sadece, bu süreçteki temel noktalara değinmekle yetineceğiz. 642 yılındaki Nihavend Savaşı'ndan sonra İslâm devletiyle komşu hâline gelen Türkler, gerek siyasî gerek ticarî gerekse kültürel olarak Müslümanlar ile daha yakın münasebete geçtiler. 96 Bu komşuluk ve münasebetler, aynı zamanda Müslümanlar ile Türklerin savaş için de burun buruna gelmesi demekti. Nitekim kısa sürede taraflar arasında savaşlar patlak verdi. Bu süreçte Emevîlerin yanlış politikaları sebebiyle yakınlaşmalar azaldı. Ancak Türkler arasında, savaş sürecinde İslâm’ı kabul edenler de oldu. Bu durum Türklerin İslâm’a girişinde içeriden bir değişim olmasını sağladı. 751 yılına gelindiğinde Müslümanlar ile Çinliler arasında gerçekleşen Talas savaşı ikinci önemli dönüm noktası oldu.97 Bu savaşta Türkler, Müslümanların safında yer aldı. Müslümanların savaşı kazanması taraflar arasındaki yakınlaşmayı arttırdı. Horasan ve Mâverâünnehir İslâm hâkimiyetine girdikten sonra Türklerin İslâmlaşma süreci de hızlandı. Müslümanlar bu iki önemli bölgede hem siyasî hem sosyo-kültürel olarak yerleşmeye başladı. Özellikle Sâmânîler devrinde önemli 96 Mehmet Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Alfa Yay.,, İstanbul 2014, s. 59; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2013, s. 15; Sönmez Kutlu, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İSAM Yay., İstanbul 2018, s. 51-53; Seyfullah Kara, Selçukluların Dini Serüveni: Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yay., İstanbul 2006, s. 15; Fatih Mehmet Şeker, İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru, Dergah Yay., İstanbul 2016, s. 122-123. 97 Köprülü, a.g.e., s. 60; Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, Ötüken Yay., İstanbul 2018, s. 26; Merçil, a.g.e., s. 15; Kutlu, a.g.e., s. 62; Kara, a.g.e., s. 21-22; Şeker, a.g.e., s. 137. 38 atılımların yaşandığı bu bölgelerde Türkler, Müslümanlar ile yoğun bir ilişki içerisine girdi.98 Bu dönemde Türkler, hem Sâmânîlerin hem Abbâsîlerin hizmetinde bulunarak özellikle askerî alanlarda görev aldılar. Bu gelişme de onların İslâm’a olan meylini arttırdı. Sâmânîler hem siyasî olarak hem de Müslüman olmayan Türkler arasında İslâm dinini yayma gayesiyle Karahanlılar ile uzun süre mücadele etti. Karahanlı hükümdarı Bilge Kül Kadır Han’ın yeğeni Satuk Buğra, bu mücadeleler esnasında Müslümanlar ile kurduğu ilişkiler sonucunda İslâm dinini kabul etti.99 Satuk Buğra, daha sonra Müslüman olmayan Karahanlı Türklerine ve yönetimi elinde bulunduran amcasına karşı mücadeleye girdi ve Karahanlı tahtını ele geçirerek İslâmiyeti resmî olarak kabul etti. Onun oğulları devrinde İslâm dini, Karahanlı coğrafyasında hızla yayıldı. X. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde İslâmlaşma, iki yüz bin çadırlık büyük bir Türk kitlesinin İslâm dinine girebileceği şekilde önemli bir seviyeye ulaşmıştı. 100 Bu yıllarda Selçuklu Türkleri de yavaş yavaş teşkilatlanmaya ve güçlenmeye başlıyordu. Selçuk Bey kumandanlığında, 961 yılında İslâm ülkeleriyle sınır konumunda bulunan Cend havalisine inen Selçuklu Türkleri, bu coğrafyada İslâm dinini kabul ettiler.101 Onlar kısa sürede Cend ve çevresini kontrol altına aldılar. Selçuklular, Sâmânîler ile anlaşarak komşuları Karahanlılar ve Gaznelilere karşı siyasî mücadele içerisine girdiler.102 Müslümanların en önemli merkezleri hâline gelmeye başlayan Mâverâünnehir Karahanlıların, Horasan da Gaznelilerin hâkimiyeti altındaydı. Selçuklular da bu coğrafyada bir yandan tutunmaya çalışıyor diğer yandan da İslâm dinini öğreniyordu. 98 Köprülü, a.g.e., s. 61; Turan, a.g.e., s. 27; Merçil, a.g.e., s. 16; Ahmet Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti (1040-1092), Tarih ve Tabiat Vakfı Yay., İstanbul 2002, s. 51, 53; Kutlu, a.g.e., s. 69; Kara, a.g.e., s. 23-25. Sâmâniler ve Türklerin İslâm’a girişindeki rolleri için daha geniş bilgi için bkz. Aydın Usta, Türkler ve İslâmiyet, İlk Müslüman Türk Devleti: Sâmânîler, Yeditepe Yay., İstanbul 2020, 125-173. 99 Turan, a.g.e., s. 27; Merçil, a.g.e., s. 32; Kutlu, a.g.e., s. 70; Kara, a.g.e., s. 26. 100 Köprülü, a.g.e., s. 61; Turan, a.g.e., s. 28; Merçil, a.g.e., s. 32; Kutlu, a.g.e., s. 70; Kara, a.g.e., s. 28; Şeker, a.g.e., s. 137-138. 101 Mehmet Fuad Köprülü, Anadolu'da İslâmiyet, Akçağ Yay., Ankara 2012, s. 13, 19; Osman Turan, Selçuklular ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken Yay., İstanbul 2008, s. 66-68; Merçil, a.g.e., s. 52; Kara, a.g.e., s. 73-76. Kara bu tarihi 956 olarak verir. Bkz. a.e., s. 76; Usta, a.g.e., s. 124. 102 Turan, Selçuklular, s. 69; Merçil, a.g.e., s. 52; Kara, a.g.e., s. 81-82; Usta, a.g.e.,, s. 125-128. 39 Selçuklular uzun mücadelelerin sonucunda 1040 yılındaki Dandânakan zaferiyle Gaznelileri nihaî şekilde alt ederek Horasan’da devletlerini kurdular.103 İslâm dini ile Selçuklu Türklerinin entegrasyonu, bölgede ikinci İslâmlaşma dönemini tetikledi. Selçuklular, Horasan’da yönetim nizâmı kurmakla kalmayıp devraldıkları dinî geleneği de bir nizâm içerisinde yeniden inşâ ettiler. Vezîr Amîdülmülk ile Hanefî-Mu’tezile çizgisinde başlayan süreç Nizâmülmülk ile tersine döndü ve Eş’arîlik ile Şafiîlik yaygın hâle geldi. Nizâmiye medreseleri bu iki mezhebin dinî yorumunu esas alarak eğitim-öğretim faaliyetlerini yürüttü.104 Bununla birlikte bilhassa Selçuklu sultanlarının girişimleriyle Hanefîlik de baskın mezhep olmaya devam etti. Selçukluların bölgede inşâ ettiği siyasî ve dinî nizâm, İslâm'ın Anadolu’ya daha kuvvetli şekilde yönelmesine zemin hazırladı. Bu zeminin taşıyıcılarından biri Büyük Selçuklulara baş kaldıran Kutalmış oğulları ve onlara tâbî olan Türkmenler oldu. Ancak Türkmenlerin dinî anlayışı Büyük Selçukluların inşâ ettiği yerleşikkitâbî dinî anlayıştan farklıydı. Kutalmış oğulları da Türkmenlerin dinî anlayışına yabancı değildi. Kutalmış oğulları, bir görüşe göre Anadolu’ya sürüldüler bir görüşe göre de fetih için görevlendirildiler. Anadolu'da devlet kuran Kutalmış oğulları, Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasî nizâmından uzak düştükleri gibi dinî nizâmından ve dolayısıyla dinî anlayışından da ırak kaldılar. Göçler ve seyahat eden âlimler vasıtasıyla Büyük Selçukluların inşâ ettiği dinî anlayış Anadolu’ya intikal etse de aynı şekilde devam etmedi. Ancak Anadolu’da ortaya çıkan dinî anlayışın mayası, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulduğu coğrafyadan neşet etti. Anadolu’daki dinî anlayışın zirve noktası hakkında Ömer Türker, “Anadolu’daki irfan, İslâm geleneğinin bütününü kuşatan, aktaran ve yeniden yorumlayabilen bir düşünceler manzumesinden oluşmuştu. Bu manzume Er-Râzî 103 Detaylı bilgi için bkz. Turan, Selçuklular, s. 69-106; Merçil, a.g.e., s. 55-56; Kara, a.g.e., s. 87; Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2020, s. 22-34. 104 Nizâmiye medreseleri hakkında bkz. Ahmet Ocak, Selçuklu Devri Üniversiteleri Nizamiye Medreseleri, Nizamiye Akademi, İstanbul 2017; Abdülkerim Özaydın, “Nizâmiye Medresesi”, DİA, XXXIII, 188-191. 40 geleneği, Hanefî-Mâturîdî gelenek, Türkistan-Mâverâünnehir tasavvufu ve İbnü’lArabî geleneği olmak üzere dört temel bileşene sahipti ve bu ekoller karşılıklı etkileşim içindeydi.” diyerek öz ve kuşatıcı bir yorumda bulunmaktadır. 105 Türkistan, Mâverâünnehir ve Horasan coğrafyasındaki dinî atmosferin, Türkiye Selçuklularının dinî anlayışını kavramada önemli olduğu açıktır. Bu sebeple bu havzalardaki dinî atmosferi kısaca da olsa aktarmak gerekmektedir. Selçukluların İslâm diniyle ilk ciddi temasları Sâmânîler üzerinden gerçekleşti. Bilindiği gibi Sâmânîler koyu Sünnî-Hanefî’ydiler ve daha sonra Selçukluların hakimiyetine geçecek topraklarında bu çizgi üzerinde bir dinî nizam inşâ ettiler. 106 Bu sebeple Selçuklular da mezhebî olarak Sünnî ve Hanefî oldular. Elbette bunun başka sebepleri de vardı ama konuyu dağıtmamak adına detaylara girmek istemiyoruz. Bahsi geçen coğrafyadaki Hanefîler, itikadî olarak genelde Mâturîdî’ydiler.107 Bununla birlikte Mu’tezile olanları da vardı. Mu’tezile, Mâturîdîliğe kıyasla Ehl-i Sünnet içinde sayılmamaktaydı. Bununla birlikte iki mezhep, Hanefîlik potasında bir şekilde birbirlerine yaklaşıyorlardı.108 Bu durum kanaatimize göre Anadolu’da da mevcuttu. Türkiye Selçuklu sultanlarının Hanefî olduklarına şüphe yoktur. Ancak Hanefî olmalarından hareketle itikadî olarak kesin surette Mâturîdî olduklarını söylemek bazı hatalara yol açabilir. II. Kılıç Arslan bu hususa örnektir. O, Hanefî olmakla birlikte, itikadî olarak Mu’tezile ve İşrakîlik arasında bulunmaktaydı. 105 Ömer Türker, Anlamı Tamamlamak, İslâm Düşünce Geleneğinin Anadolu Coğrafyasındaki Bileşenleri, Ketebe Yay., İstanbul 2020, s. 59-60. 106 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 61; S. Frederick Starr, Kayıp Aydınlanma, Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı, (çev. Yusuf Selman İnanç), Kronik Yay., İstanbul 2020, s. 318- 319; A. Ocak, Dinî Siyaseti, s. 53; Kutlu, a.g.e., s. 106; Kara, a.g.e., s. 367; Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, Endülüs Yay., İstanbul 2018, s. 58, 64, 73, 166-177; Şeker, a.g.e., s. 191-192; Usta, a.g.e., s. 162; Wilferd Madelung, “11.-13. Asırlarda Hanefi Âlimlerin Orta Asya’da Batıya Göçü”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, (haz. Sönmez Kutlu), Otto Yay., Ankara 2016, s. 387. 107 Ahmet Yaşar Ocak, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri, Selçuklu Dönemi, Kitapyayınevi, İstanbul 2014, s. 378, 380; Kutlu, a.g.e., s. 115; Kara, Dini Serüveni, s. 358; a.mlf., Mezhep Kavgaları, s. 75, 83-84; Şeker, a.g.e., s. 191-192, 204-210; Usta, a.g.e., s. 162. 108 “Maturidilik akla ve iradeye değer verdiği ölçüde zaman zaman Mutezileye yaklaşmıştır.” Bkz. A. Ocak, Dinî Siyaseti, s. 57; Ayrıca bkz. Türker, a.g.e., s. 62-63. 41 Selçukluların ilk zuhur ettiği bölgelerden Mâverâünnehir’de Mâturîdî, Hârezm’de ise Mu’tezile mezhebi hâkimdi. 109 Mu’tezile’nin özellikle Hârezm’de kuvvetli olduğu bilinmektedir. 110 Birbirine yakın coğrafyalarda bulunan bu iki dinî anlayış, gerek Büyük Selçuklularda gerekse Türkiye Selçuklularında kendisine karşılık bulmuştur. Zirâ bu coğrafyalardan Anadolu’ya sürekli bir şekilde göçler yapılmıştır. Bu göçlerle hem şifâhî ve mistik İslâm diyebileceğimiz daha ziyâde göçebe Türkmen kitlelerinde ortaya çıkan anlayış hem de kitâbî ve yerleşik diyebileceğimiz özellikle ulemâ ve ümerâ kesiminde tezahür eden anlayış Anadolu’ya intikal etmiştir.111 Türkistan, Mâverâünnehir ve Horasan bölgelerindeki Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerinde tasavvufun etkisi de büyük oldu. 112 Zirâ bu bölgeler İslâm dininin yayılışının ilk yıllarından itibaren pek çok sûfînin aracılığıyla tasavvuf kültürüyle tanışmıştı. Özellikle Nişabur medresesine mensup mutasavvıflar Selçuklu döneminde ortaya çıkan tasavvufî yapıların ve anlayışların altyapısının oluşumunda önemli roller oynamıştır.113 Bu konuda Horasan bölgesi genel olarak dikkat çekicidir. Nitekim Türkistan’daki bu tasavvufî ortam ve etki, XIII. yüzyıldan itibaren aynı şekilde Anadolu için de geçerli olmuştur. Sünnî tasavvuf müdavimleri gibi Horasan ve Türkistan ekolüne mensup mutasavvıflar da Anadolu’da kendilerini göstermişlerdir. Selçuklu döneminin önemli simâlarından ve büyük âlimlerinden elGazzâlî’nin Sünnî tasavvufta yaptığı ikinci devrimle artık mutasavvıflar hem zâhirî 109 A. Ocak, Dinî Siyaseti, s. 53, 56; Kutlu, a.g.e., s. 150; Türker, a.g.e., s. 58; Kara, Mezhep Kavgaları, s. 83-84, 96; Wilferd Madelung, “Maturidiliğin Yayılışı ve Türkler”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, (haz. Sönmez Kutlu), Otto Yay., Ankara 2016, s. 329-331. 110 Mikail Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın Dinî ve Millî Siyaseti”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 18 (2005), s. 134; Kara, Mezhep Kavgaları, s. 96-97; Seyfullah Kara, “Türkiye Selçukluları Döneminde Anadolu’nun Fikir Hayatına Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, II. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti, Selçuklularda Bilim ve Düşünce Sempozyumu Bildiriler, Selçuklu Belediyesi Kültür Yayınları, Konya 2011, I, s. 271; Madelung, a.g.m., s. 329. 111 Bu iki anlayış hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Ocak, Ayak İzleri, s. 150-157, 254-269, 376- 387; Şeker, Türklerin İslâm Tasavvuru, s. 157-248; a. mlf, Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru, Dergâh Yay., İstanbul 2011, s. 149, 189, 321; Ayrıca bkz. Kara, Dinî Serüveni, s. 375- 376; II. Bölüm, 896. dipnot. 112 Köprülü, İslâmiyet, s. 21, 28; a. mlf., İlk Mutasavvıflar, s. 63; Ocak, Ayak İzleri, s. 374-375; A. Ocak, Dinî Siyaseti, s. 115-117; Öztürk, a.g.e., s. 43-46; Kutlu, a.g.e., s. 71, 167-191; Haşim Şahin, Dervişler, Fakihler, Gaziler: Erken Osmanlı Döneminde Dinî Zümreler (1300-1400), YKY Yay., İstanbul 2020, s. 21; Şeker, Türklerin İslâm Tasavvuru, s. 167-168, 177-178; 220, 225, 232. 113 Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65-66; A. Ocak, Dinî Siyaseti, s. 117-120; Öztürk, a.g.e., s. 131- 135; Starr, a.g.e., s. 280; Türker, a.g.e., s. 71; Şahin, Dinî Zümreler, s. 22-23. 42 hem de manevî ilimlerde derinlik sahibi oluyorlardı.114 Anadolu Selçuklu sultanlarının yanındaki devlet adamlarından da bu tarz kimseler olmuştur. Onlar ilimlerini devlet işlerinde de göstermişler, sultanlara bu hususta din ve dünyayı bir araya getirmelerini sağlayan bir dinî anlayış zemini hazırlamışlardır. Genel olarak Türkler ve hususen Selçuklu Türkleri hakkında ortaya koyulan çerçeve, Büyük Selçuklu sultanları için de geçerlidir. Onlar, tartışmasız şekilde Sünnî ve Hanefî’ydiler.115 Bu sultanlar, tasavvuf ile de ilgiliydiler.116 Kendi zamanlarının büyük mutasavvıflarına saygı göstermekle birlikte onlardan öğüt almayı da ihmal etmemişlerdir. Buraya kadar ortaya koymaya çalıştığımız bilgiler, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarının ve bu anlayışlarının siyasî yansımalarının tespitinde oldukça önemlidir. Zirâ Selçuklu ailesi, İslâm dinine Mâverâünnehir-Horasan coğrafyasında girdi. Bu aileye mensup olup Anadolu’ya gelen Kutalmış oğulları, bu coğrafyaya geldiklerinde bir dinî anlayışa sahiplerdi. Bu dinî anlayış zaman içerisinde Anadolu coğrafyasıyla girdiği etkileşim sonucunda kendisine has bir şekle bürünse de temel dinamiklerini hiçbir zaman kaybetmedi. MâverâünnehirHorasan’dan Anadolu’ya gelen göçlerle de bu dinamikler sürekli tahkim edildi. Mâverâünnehir-Horasan coğrafyası, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını sadece Anadolu’ya geldikleri ilk zamanlarda değil, yıkılışa kadar devam eden sürecin tümünde etkilemeye devam etti. 114 Şahin, Dinî Zümreler, s. 37. 115 Bkz. Köprülü, İslâmiyet, s. 20-21; Ocak, Ayak İzleri, s. 380-381, 394; Kutlu, a.g.e., s. 117-118; Kara, a.g.e., s. 369; a. mlf., Mezhep Kavgaları, s. 166-173; Madelung, “Hanefi Âlimlerin Göçü”, s. 388-391. 116 Bkz. Köprülü, İslâmiyet, s. 25; Kara, Mezhep Kavgaları, s. 189-202. 43 BİRİNCİ BÖLÜM ANA KONUNUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE AÇILIMI Tezimizin ana konusunu ilgilendiren kavramlarla ilgili perspektifimizi ve kullandığımız anlam çerçevelerini ortaya koyacağımız bu bölümde, ele aldığımız kavramları hem Müslüman Düşünce Tarihi’ndeki117 ideal yönleri hem de tarihî tecrübede kazandıkları anlamları itibariyle inceleyeceğiz. Bununla birlikte bu iki kutbun birbiriyle olan ilişkilerini ortaya koymak sûretiyle kavramların, Türkiye Selçuklu döneminde ve bilhassa da Türkiye Selçuklu sultanları nezdinde nasıl karşılıklar bulduğunu, hangi anlamlara geldiğini belirlemeye çalışacağız. 1. 1. Sultan Tezimizin başlığından da anlaşılacağı üzere biz, konumuzu, Türkiye Selçuklu sultanlarının hükmettikleri devirdeki tarihî verilerden yani bu dönemdeki mevcûddan hareketle inceleyeceğiz. Lâkin sultan kavramının, gerek siyasî-idarî gerekse terimsel açıdan, ele aldığımız dönemdeki anlamını ortaya koymak ve fiili sahadaki yansımalarını anlayabilmek için, bu anlayışın kavramsal, diğer deyişle zihnî arka plânını bilmek önemlidir. Bu arka plânın bilinmesi, Türkiye Selçuklu sultanların dinî anlayışlarını ve bu anlayışlarının siyâset sahnesindeki tezahürlerini kavramak adına son derece elzemdir. Müslümanların ortaya koyduğu medeniyetin en temelde iki ana sacayağı vardır. Bunlar Kur’ân ve Sünnet’tir. Bu sebeple sultan kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde hangi anlamlarda kullanıldığını ortaya koymak, sultanların birçok davranışının arka plânındaki psikolojik motivasyonu anlamamıza olanak sağlayacaktır. Hüccet, delil, kahr, kudret, satvet, güç, kuvvet, otorite, iktidar ve bu sayılanlara sahip olan kimse gibi anlamlara gelen sultan kelimesi, “kandili tutuşturmak için kullanılan zeytinyağı” anlamındaki selît ya da “karşı konulamayacak bir güce sahip olmak, mutlak üstünlük sağlamak” anlamındaki selâta 117 Burada İslâm Düşünce Tarihi yerine Müslüman Düşünce Tarihi terkibini kullanmamızın sebebi için bkz. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, Beyan Yay., İstanbul 2016, I, 49-54. 44 kelimesinden ya da Süryânîce’de iktidar anlamına gelen šultânâ kelimesinden gelmektedir. 118 Sultan kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de otuz yedi yerde geçer. Bu kullanımlara bakıldığında anlam çerçevesi daha detaylı bir şekilde “kesin yetki, 119 yetki ve yetkili kılma, 120 aleyhte kullanılacak delil/birinin eline yetki verme, 121 geçerli mazeret, haklı gerekçe,122 evrenin sınırlarını aşmayı mümkün kılacak bir güç, Allah tarafından bahşedilen bir yetki ve imkân,123 sağlam dayanak, 124 nüfuz ve yaptırım gücü125 olarak belirlenebilir. 126 Bununla birlikte kelime, “yönetici, hükümdar” anlamında olmak üzere Hadîslerde de geçer. 127 Bu bilgi, kelimenin sonraki yüzyıllardaki gibi idarî-siyasî bir terim, unvan şeklinde olmasa da anlam bakımından Asr-ı Saâdet’ten beri kullanıldığını göstermektedir. Diğer önemli nokta ise ne Peygamber’in (sav.) ne de Dört Halîfe’nin (r.a), sultan kelimesini idarî-siyasî bir unvan ya da terim olarak kullanmamış olmasıdır. Dört Halîfe döneminde kurumsallaşmaya başlayan halîfelik makamı, Emevîlerin eline geçmesiyle saltanat-hilâfet şekline büründü. 128 Peşi sıra Endülüs Emevîleri de bağımsız bir saltanat-hilâfet kurumu olarak İspanya’da ortaya çıkınca, hâlifelik makamının otoritesi hem bölündü hem de daha fazla parçalanmaya açık hâle geldi. Emevîlerin ardından Abbâsîler hilâfeti ele geçirirken bu dönemde de Şiî Fâtımîler tarafından bağımsız bir saltanat-hilâfet kurumu ilân edildi. 118 Mustafa Öztürk, “Sultan”, DİA, XXXVII, s. 495; Osman Gazi Özgüdenli, “Sultan”, DİA, XXXVII, s. 496. 119 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, En-Nisâ 4/91. 120 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, El-İsrâ 17/33. 121 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, En-Nisâ 4/144. 122 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, En-Neml 27/21. 123 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, Er-Rahmân 55/33. 124 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân 3/151; El-En‘âm 6/81; El-A‘râf 7/33, 71; El-Yûsuf 12/40; El-Hac 22/71; En-Necm 53/23. 125 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, El-İbrâhîm 14/22; El-Hicr 15/42; En-Nahl 16/99-100; El-İsrâ 17/65. 126 Süleyman Uludağ, İslâm-Siyaset İlişkileri, Dergâh Yay., İstanbul 2016, s. 52; Öztürk, a.g.m., s. 496. 127 Bkz. Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 17, “Nikâḥ”, 19; Tirmizî, “Fiten”, 13’den naklen Öztürk, a.g.m., s. 495. Kelimenin Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımı ve anlam çerçeveleri için ayr. bkz. Şakir Kocabaş, İslâm’da Bilginin Temelleri: Emr Kitabı, Küre Yay., İstanbul 2017, s. 99-104. 128 Süleyman Uludağ, bu dönüşüme dair daha farklı bir yorum yaparak Emevîlerden önceki hilâfet makamının şer’î bir makam olduğunu, Emevilerin iktidara gelmesiyle şer’î (hukukî) hilâfetin, siyasî hilâfete dönüştüğünü ifade eder. Bkz. Uludağ, a.g.e., s. 35. 45 Tüm bu sürecin ve bahsi geçen hilâfetlerin birbirleriyle olan mücadeleleri sebebiyle hilâfet makamlarının otoritesi zayıfladı. Bunun sonucunda da Türkler, İranlılar gibi sonradan İslâm’a giren ve Araplardan ayrı yönetim merkezleri inşâ etmek isteyen Müslüman hükümdarlar, mânevî otoritelerine saygı duymak şartıyla bizatihi halîfeden sultan unvanını alıp, siyasî hâkimiyetlerini kabul ettirdiler. Böylece İslâm dünyasında, aynı halîfeye bağlı olup her biri farklı coğrafyalarda hüküm süren sultanlar ortaya çıktı. Sultanlar, siyasî meşrûiyetlerini ilân etmek için okuttukları hutbelerde evvelâ halîfenin adını söyleterek ona olan bağlılıklarını duyuruyordu. Halîfe de onların saltanatlarını onaylıyor; kendilerine unvan, lakap ve hediyeler göndererek sultanların yönetimine meşrûiyet kazandırıyordu. Buraya kadar ortaya koyduğumuz süreci ve bu geçişin sancılarını hem teorik hem de pratik açıdan takip etmek adına Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb elBasrî el-Mâverdî (ö. 450/1058)’nin hayatı ve el-Ahkâmü’s-Sultâniyye ve’lvilâyâtü’d-dîniyye adlı eseri tarihî bir vesika hükmündedir.129 Mâverdî, hilâfet makamının otoritesinin her geçen gün zayıflayıp fiilî gücün sultanlara geçmeye başladığı bir zamanda, Müslümanlar için merkezî yönetimin, ümmeti birleştiren bir noktanın olması gerektiğine vurgu yaptı. O, bir yandan hilâfet makamını savunurken diğer yandan da her ne kadar işgalci olarak tanımlasa da, halîfenin otoritesini tanıyıp idarelerini Şeriat’a göre yürüttükleri taktirde sultanların yönetiminin meşrû olacağını ifade etmek zorunda kaldı. 130 Meselâ Mâverdî, Büveyhî hükümdarı Emîrü’l-ümerâ Muhyiddîn Ebû Kâlîcâr Merzübân b. Sultânü’ddevle b. Bahâü’d-devle’nin (ö. 440/1048)131 1032’de “sultân-ı a’zam” ve “mâlikü’l- 129 Yazar ve eseri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Cengiz Kallek, “Mâverdî”, DİA, XVIII, 180-186; Mehmet Erkal, “el-Ahkâmü’s-Sultâniyye”, DİA, I, 555-556. Mâverdî, Büveyhî-Abbâsî çekişmesinin yaşandığı ve Selçukluların tarih sahnesine çıkarak Büveyhîlere karşı Abbâsîlerin yanında saf tuttuğu bir zaman yaşamış; Abbâsîler, Büveyhîler ve Selçuklular arasında elçilik vazifelerinde bulunmuştur. Bu sebeple hayatı ve eserleri oldukça önemlidir. 130 Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, (çev. Ali Şafak), İslâm’da Hilâfet ve Devlet Hukuku, Bedir Yay., İstanbul 1976, s. 39-41; Karş. Asım Cüneyd Köksal, Fıkıh ve Siyaset, Klasik Yay., İstanbul 2017, s. 17. Köksal, Mâverdî’nin bu tutumunun sebebinin, ortayan çıkan farklı idarî birimlerin şer’î hukuka göre tanımlanmalarını ve ona göre hareket etmelerini sağlayarak İslâm ümmetinin bu husustaki birliğini korumak olduğunu ifade eder. Bkz. a.e., s. 18; Benzeri bir yorum için bkz. Kallek, a.g.m., s. 182. 131 Ebû Kâlîcâr hakkında bkz. Ahmet Güner, “Ebû Kâlîcâr”, DİA, X, 171-172. 46 ümem” unvanlarını almak istemesine karşı çıkmıştı.132 Bu itirazı yaptığı tarihlerde Maverdî, yukarıda bahsettiğimiz eserini yazmış ve sultanların meşrûiyetiyle ilgili fikirlerini kaydetmiş bulunmaktaydı. 133 Bu örnekte görüldüğü gibi Mâverdî, her ne kadar sultanların siyasî yetkilerinin teorik zeminini kitabında inşâ etmiş olsa bile, yine de siyasî yetki alanının sultanlara açılmasını eleştirmektedir. Benzeri bir tepkiyi Mâverdî, Abbâsî Halîfesi Kaim-Biemrillâh, 429 Ramazan’ında (Haziran 1038) Irak Büveyhî Hükümdarı Emîrü’l-ümerâ Ebû Tâhir Celâlüddevle b. Bahâüddevle (ö. 435/1044)’ye “şâh-ı şâhân” unvanını verince gösterdi. Mâverdî, ümmet coğrafyasında birden fazla sultanın meydana çıkmasıyla yaşanacak gelişmelerin, İslâm ümmetini ne gibi tehlikelere sürükleyeceğini öngörmekteydi. Mâverdî’nin belki de zorunda kalarak sultanlara açtığı siyasî yetki kapısı, daha sonra Büyük Selçuklu döneminin meşhûr âlimi Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî (ö.505/1111) ve Nizâmülmülk lakabıyla meşhûr vezîri Ebû Alî Kıvâmüddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille) Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûsî (ö. 485/1092) tarafından daha da aralandı ve halîfenin, idarî görevlerini vekâlet yoluyla tamamen sultanlara devretmesi tezi işlendi. 134 Türkiye Selçuklu devrine gelindiğinde ise halîfe-sultan arasındaki yetki tartışması, her ne kadar zaman zaman pratik olarak yaşansa da teorik olarak çoktan ortadan kalkmıştı. Meselâ Ebû’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Mecdeddîn Abdüsselâm el-Harrânî’nin (ö. 728/1328) es-Siyâsetü’ş-şerʿiyye fî ıslâhi’r-râʿî ve’r-raʿiyye adlı eserinde, bu tartışmaların herhangi bir bahiste ele alınmadığı görülmektedir.135 Türkiye Selçuklularında, hanedanlıktan biri tahtı ele 132 Kallek, a.g.m., s. 180. 133 Erkal, a.g.m., s. 555. 134 Köksal, a.g.e., s. 18; Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Selçuklular Devri Halifelik Telakkisi”, Geçmişten Günümüze Hilâfet, (ed. M. Sabri Küçükaşçı – Ali Satan – Abdülkadir Macit), İlem Yay., İstanbul 2019, s. 173, 174; Erkan Göksu, Kutadgu Bilig’e Göre Türk Hükümdarlık Sanatı, Kronik Yay., İstanbul 2019, s. 54-55. 135 İbn Teymiye ve eseri için bkz. İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şerʿiyye fî ıslâhi’r-râʿî ve’r-raʿiyye, (çev. Abdurrahim Aytaç), Beka Yay., İstanbul 2019; Ferhat Koca - M. Sait Özervarlı - Mustafa Kara, “İbn Teymiyye, Takıyyüddin”, DİA, XX, 391-414. 47 geçirdikten sonra onun meşrûiyyeti nazarî ve hukukî olarak tartışılmazdı. Bu durumun bir sebebi dönemin genel âdeti olmasıyken diğer sebebi de Türklerin eski dinî ve hâkimiyet anlayışıdır.136 Sultan kelimesinin tarihî tecrübedeki serüvenine bakacak olursak, tespit edilebildiği kadarıyla siyasî-idarî bir unvan olarak ilk defa Abbâsî Halîfesi Hârûnü’rReşîd tarafından Vezîr Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî’ye verilmiştir. 137 Hükümdar olarak ise bu unvanı, ilk defa Gazneli Mahmûd (998-1030) etkin bir şekilde kullandı.138 Sultan unvanının kullanımı asıl olarak Selçuklular devrinde yayıldı. Unvanı, ilk olarak Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey, adına bastırdığı sikkede “es-sultânül-muazzam” şeklinde kullandı. 139 Nitekim Tuğrul Bey’in bu unvanı, daha sonra Abbasî Halifesi Kaim-Biemrillah tarafından da tasdîk edilerek “Sultânü’l-Meşrik ve’l-Mağrib” olarak genişletildi. Unvan, bu gelişmelerden sonra Selçuklu hânedânlığının mensupları ve diğer birçok devlet tarafından da etkin bir şekilde kullanıldı. Selçuklu sultanları, devletlerini kurdukları andan itibaren her daim Abbâsî halîfelerine itaat bildirdiler ve halîfe tarafından saltanatlarının onaylanıp, unvan ve lakablarla yüceltilmelerini şeref saydılar.140 Bununla birlikte Halîfe Kaim Biemrillâh’ın, Tuğrul Bey’i sultan olarak tanımayı ağırdan alması ilk başta taraflar arasındaki ilişkinin gerilmesine yol açtı. Halîfe, otoritesini kaybetmek istemediği için çok temkinli hareket ediyordu. Ancak Abbâsî halîfesinin otoritesi, Büveyhîler ile girdiği mücadele sonucu zaten yerle yeksan olmuştu. O, bunun üzerinden çok fazla 136 Abdülkerim Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul 1994, VIII, 212; Göksu, a.g.e., s. 23. Bu noktada Kutadgu Bilig’ten bahsetmek gerekmektedir. Zirâ bu eserde, Türklerin yeni Müslüman olduğu devirlerde, eskiyle bağlantılı bir şekilde İslâm’a geçişi oldukça güzel ortaya koyulmuştur. Bu eserde yönetim meşrûiyeti Tanrı yarlığı olarak ifade edilen kut’a bağlı olup, bu kut da Tanrı tarafından verilen ve bu sebeple Tanrı’ya şükredilmesi gereken bir nimettir. Bkz. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (çev. Ayşegül Çakan), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2018, s. 30, 76-77, 111, 385, 386, 404; Karş. Göksu, a.g.e., s. 82-96. 137 Abdülkerim Özaydın, “Unvan”, DİA, XLII, 164; Özgüdenli, a.g.m., s. 496. Barthold, sultan kelimesiyle ilk kez 262/876-76 yılı olayları bağlamında Taberî’nin eserinde karşılaşıldığını iddia eder. Ancak Harun er-Reşîd’in vezîriyle ilgili bu olay, 262/876-77 tarihinden daha öncedir. Bkz. Vasilij Vladimiroviç Barthold, İslâm’da İktidarın Serüveni: Halife ve Sultan, Yeditepe Yay., İstanbul 2012, s. 54. 138 Özaydın, “Unvan”, s. 164; Özgüdenli, a.g.m., s. 496. 139 Özaydın, “Unvan”, s. 164; Özgüdenli, a.g.m., s. 496. 140 Adalıoğlu, “Halifelik Telakkisi”, s. 171, 175; Özaydın, “Unvan”, s. 164. 48 geçmeden Selçuklular karşısında da siyasî otoritesini kaybedecek ve hilâfetin dinî niteliğinin ön plâna çıkarılmasıyla varlığını idame ettirecekti. 141 Hz. Ebubekir’in, Müslümanların yöneticisi olarak “Halîfetü Resûlullah” unvanını, Dört Halîfe’nin sonraki temsilcilerinin de bunun “Halifetü halîfeti Resûlullah” diye uzayarak gitmemesi için kendilerini “Emirü’l-Müminîn” olarak adlandırmasına rağmen Emevîler döneminde “Halifetullah” unvanının kullanıma sokulması ve onlardan sonraki Abbasî halîfelerinin de bunu devam ettirmesi142 , sultanların da kendilerini “Zıllullahı fi’l-arz/Allah’ın Gölgesi” olarak adlandırmalarına ve saltanat makamını da bu şekilde algılamalarına zemin hazırladı.143 Nitekim bu durumu, Türkiye Selçuklu sultanlarının hâkimiyet anlayışında ve onların nâmına yazılan eserlerde de görmekteyiz.144 1. 1. 1. Türkiye Selçuklu Döneminde Sultan Anlayışı Ele aldığımız dönemdeki sultan anlayışını kaynaklardan hareketle tespit etmek mümkündür. Meselâ bunlardan bir tanesi Ebû Bekr Necmeddîn Muhammed b. 141 Claude Cahen, Pre-Ottoman Turkey, (çev. Erol Üyepazarcı), Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 2000, s. 183-184; Turan, Selçuklular, s. 307; Adalıoğlu, “Halifelik Telakkisi”, s. 178, 179; Ömer Dinçer, Siyasetnâmeleri Yeniden Okumak: Bir Yönetim Bilimci Gözüyle Geleneksel Siyasi Düşünce, Klasik Yay., İstanbul 2019, s. 296; Göksu, a.g.e., s. 35. Bu bağlamda güzel bir örnek, Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in, Irak Selçuklu Sultanı Mahmud ile Abbâsî halîfesinin kendisine karşı birleşmesi sonucu Sultan Mahmud’a yazdığı mektuptur. Sultan Sencer, aynı zamanda yeğeni olan Sultan Mahmud’u, halîfenin siyasî otoritesini yeniden kazanmak için mücadele ettiğini ve bu oyuna gelmemesi için uyarıyordu. Bkz. Adalıoğlu, “Halifelik Telakkisi”, s. 189. Başka bir örnek için bkz. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul 2019, s. 200. 142 Meselâ bu noktada ilginç bir örnek, Halîfe En-Nasır li-Dinillah’ın I. İzzeddîn Keykâvus’a gönderdiği fütüvvetnâmedeki ifadeleridir. Burada halîfe, kendisine ilahî bir güç verildiğini ifade etmektedir. Bkz. Nâsırüddîn Hüseyn b. Muhammed b. Alî el-Ca‘ferî er-Rugadî el-Münşî bi-İbn Bîbî el-Müneccime, El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, (çev. Mürsel Öztürk), Selçuknâme, TTK Yay., Ankara 2014, s. 184. 143 Barthold, a.g.e., s. 49, 58; Ahmet Yaşar Ocak, Selçuklular, Osmanlılar ve İslâm; Tespitler, Problemler, Öneriler, Timaş Yay., İstanbul 2017, s. 13; Adalıoğlu, “Halifelik Telakkisi”, s. 169; Özaydın, “Unvan”, s. 163. Mâverdî, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye adlı eserinde bu anlayışa karşı çıkmaktadır. Bkz. Mâverdî, a.g.e., s. 19; Kallek, a.g.m., s. 182. Bu zemine dair eleştiriler için ayrıca bkz. Dinçer, a.g.e., s. 67 - 93, s. 295, 297, 298. Barthold, bu zeminin ve İran devlet geleneğinin etkisiyle Müslüman dünyadaki yüksek hâkimiyet fikrinin ortaya çıkmasının modern araştırmacılar tarafından çok fazla kritik edilmediği tespitini yaparak haklı bir eleştiride bulunur. Bkz. Barthold, a.g.e., s. 40. 144 İbn Bîbî, a.g.e., s. 308. Meselâ a.g.e. Keykubâd’a mektup yazan Melik Mes’ûd, ona Allah’ın gölgesi olarak hitap ediyor. Yine İbn Bîbî, a.g.e. Keykubâd için aynı ifadeyi kullanıyor. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 323; Karş. Erdoğan Merçil, “Selçuklu Devletlerinde Hâkimiyet Anlayışı”, İslâm Tarihi ve Medeniyeti, Siyer Yay., İstanbul 2018, X, 505; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 212; Kara, a.g.e., s. 448; Göksu, a.g.e., s. 23. 49 Alî b. Süleymân er-Râvendî (ö. 603/1207’den sonra) tarafından yazılan ve Türkiye Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e takdîm edilen Râhatü’s-sudûr ve âyetü’s-surûr adlı eserdir. 145 Ravendî’ye göre halîfenin işi ibâdet ve bu hususta halka önderlik etmek olmalıdır. O, halîfenin dünyevî hâkimiyetin alanına giren işlere karışmasını anlamsız bulduğu gibi bu işlerin sultanlar tarafından icrâ edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.146 Râvendî Sultan I. Keyhüsrev’i, Allah’ın gölgesi, Allah tarafından desteklenen biri olarak anar. 147 Bu fikirler aynı zamanda din-siyaset ilişkisine dair dönemdeki algıyı yansıtması bakımından da önemlidir. Diğer bir örnek Muhammed b. Gâzî el-Malatyavî tarafından Türkiye Selçuklu Sultanı II. Rükneddîn Süleyman-şâh’a takdîm edilen Ravzatü’l-‘ukul adlı eserdir.148 Müellif eserinde, padişahlığı uhrevî ve dünyevî olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra dünyevî sultanlığı da kendi içerisinde saltanatı zorla ele geçirip zorbalıkla idare edenler, miras yoluyla ele alıp âdil ve insâflı olanlar, zorla ele geçiren emîrler olarak üçe ayırır.149 O, yönetici olarak bir sultanın muhakkak olması gerekliliğini vurgulamakla birlikte bu sultanın âdil ve insaflı bir kimse olması gerektiğini söyler. Görüldüğü gibi bu kıymetli eserde de sultan haricinde bir yönetici telâkkisi bulunmamaktadır. İbn Gâzî de eserinde, sultanı Zıllullah olarak nitelendirir. 150 Sultan Alâeddîn Keykubâd’a takdîm edilen eserlerden de bahsetmek gerekir. Bunlardan bir tanesi Necmeddîn Dâye er-Râzî’nin (ö. 654/1256) Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd adlı eseridir. Müellif eserinde, sultanlığı “Zıllullah/Allah’ın Gölgesi” olarak tanımlayarak onların, bu unvana lâyık olacak şekilde hareket etmeleri gerektiğini vurgular. Dâye, Müslümanları koruyup gözetmenin sultanların ve meliklerin sorumluluğunda bulunduğunu ve saltanatın Allah’ın niyâbeti olduğunu hatırlatarak sultanları din ve dünya olmak üzere ikiye 145 Müellif ve eseri hakkında bkz. Abdülkerim Özaydın, “Râvendî, Muhammed b. Ali”, DİA, XXXIV, 471-472. 146 Ebû Bekr Necmüddîn Muhammed b. Alî b. Süleymân er-Râvendî, Râhat-us-Sudûr ve Âyet-üsSürûr, (çev. Ahmed Ateş), Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti, TTK, Ankara 1957, II, 309; Karş. Barthold, a.g.e., s. 60. 147 Râvendî, a.g.e., I, 19, 25; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 505. 148 Müellif ve eseri hakkında bkz. Tahsin Yazıcı, “Muhammed b. Gâzî”, DİA, XXX, 531. 149 İbrahim Düzen, Muhammed b. Gazi al-Malatyavî ve Eseri Ravzat al-‘Ukul, Beyan Yay., İstanbul 2016, s. 166. 150 Muhammed b. Gazî el-Malatyevî, Berîdü’s-saʿâde, (haz. Muhammed Şirvânî), Danişgah-ı Tahran, Tahran 1972, s. 2. 50 ayırır. Dünya sultanlarını eleştirir, din sultanlarını ise över. Ona göre bir kimsenin Zıllullah olarak nitelenmesi için bütün mazlumların sığınağı olması, hiçbir zâlimden onlara zulüm ya da cefa ulaşmaması gerekir. Böylece eserde, adâlet ve insâfla birlikte sultanların meşrûiyetine dair bir başka husus daha ortaya çıkar.151 Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’a takdîm edilen eserlerden bir diğeri Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdüssamed el-Osmânî ez-Zencânî’nin Kitâbu’l-letâifi’l-‘Alâiyye fi’l-fedâili’s-seniyye adlı eseridir. Zencânî’de de diğer eserlerde çizilen perspektif aynı şekilde tekrar edilir.152 İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye adlı önemli eserinde de sultanlık anlayışı buraya kadar sunduğumuz çerçeveyle aynı olmakla birlikte, Fars kültürünün etkisiyle onlardan daha abartılı bir çehreye sahiptir. İbn Bîbî’ye göre sultanlık, Allah tarafından verilmekteydi. 153 Sultan, Allah’ın gölgesiydi.154 Kerimüddîn Aksarâyî de Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr adlı eserinde bu konuda benzeri bilgiler vermektedir. Ona göre sultan, Allah’ın gölgesi olup bütün mazlumlara kol kanat germesi gereken kişidir. 155 Önemli Müslüman âlim ve mutasavvıf İbnül-Arabî de Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykâvus’a sunduğu mektupta buraya kadarki eserlerde gördüğümüz anlayıştan aynı şekilde bahsetmektedir. Ona göre sultan, Allah’ın gölgesi olup, yeryüzündeki mazlumlara kol kanat germeli, zulümden kaçınmalı, adâletle hükmedip Şeriat’a uymalıdır.156 I. Keykâvus’u eleştiren Evhâdeddîn Kirmânî de İbnül-Arabî’yle aynı düşünmekteydi.157 Kezâ Mevlânâ’ya göre de sultanlar, Allah’ın muradlarıdır.158 151 Eser ve Dâye’nin görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. II. Bölüm, s. 231-238. 152 Zencânî ve eseri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. II. Bölüm, s. 238-242. 153 İbn Bîbî, a.g.e., s. 49; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 505. 154 İbn Bîbî, a.g.e., s. 323; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 505. 155 Kerîmüddîn Mahmûd b. Muhammed el-Aksarâyî, Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr (çev. Mürsel Öztürk), TTK Yay., Ankara 2000, s. 64; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 506. 156 Bahsi geçen mektup ve fikirler hakkında ayr. bilgi için bkz. II. Bölüm, s. 186-190 157 Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, (çev. Mikail Bayram), Şeyh Evhadü’d-Din Hâmid ElKirmânî ve Menâkıb-Nâmesi, Kardelen Yay., İstanbul 2005, s. 273. 158 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Mektuplar, İnkılâp Yay., İstanbul 1999, s. 3. 51 Bu birkaç eserden hareketle anlaşılmaktadır ki bu yüzyılda sultanların, halifenin varlığı yanındaki meşrûiyetinin ne olduğu gibi bir tartışma konusu yoktur. Artık sultanların varlığı kabul edilmiş, tartışma konusu yapılmamıştır. Bu durumun daha iyi hâle getirilmesiyle ilgili tavsiyelere odaklanılmıştır. Sultanların varlığı kabul edilmekle birlikte meşrûiyetleri âdil ve insaflı olmalarına bağlanmıştır. Aksi durumdaki yaptırım gücünün yani bir sultanın adâletle hükmetmediği zaman tahttan indirilmesinin kolay olmadığını düşündüğümüzde, meşrûiyet ilkesinin her ne kadar pratik anlamda çok fazla gerçekliği olmasa da siyaset-nâme, nasihatnâme vb. gibi eserlerde teorik ve ahlâkî manada vurgulanmasından vazgeçilmemiştir.159 Bu hususu Türkiye Selçuklu sultanlarının her birini ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız ikinci bölümde örnekleriyle işleyeceğiz. Eserlerdeki bu anlayış sultanlarda da aynı şekilde karşılık bulmuştur. Meselâ halîfenin sultanlara siyasî yetki vermeme gayreti, onunla aynı sebeplerden dolayı Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’da görülmektedir. Melik-şâh, Türkiye Selçuklu Sultanı Süleyman-şâh’a (1075-1086) sultan unvanının verilmesini istememişti. Ancak önce hilâfetin parçalanmasıyla başlayan süreç, sultanlığın da parçalanmasıyla devam etti ve Büyük Selçuklu Sultanı Sencer, kendisinden başka sultanların meşrûiyetini kabul etti. 160 Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan, sultanlığın ilâhî bir lütuf olduğunu, sultanlar olmadığı taktirde nizamın sağlanamayacağını, sultanların da en büyük sultan Allah’a itaat etmeleri ve onun Şeriat’ına göre davranmaları gerektiğini düşünüyordu.161 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e göre de saltanat kutsal bir makamdı.162 159 Bu noktada, Selçuklu sonrası Anadolusu’nda yaşanan bir hâdise istisna olması sebebiyle oldukça dikkat çekicidir. Eretna Beyi Mehmed’in oğlu Ali Bey tahta geçip, vaktini sürekli şarap içerek haremde geçiriyordu. Üstelik onun hakkında oğlancılıkla ilgili iddialar da yayılınca ulemâ, ümerâ ve halk bir olup başkaldırdı ve Ali Bey’in tahtan uzaklaştırılmasına zemin hazırladı. Bkz. Aziz b. Erdeşir-i Esterâbâdî, Bezm u Rezm, (çev. Mürsel Öztürk), Eğlence ve Savaş, TTK., Ankara 2014, s. 102-108; Karş. İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab: Nedîmler, Şâirler, Mutrîbler, Tükiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2018, s. 295. 160 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Yay., İstanbul 2014, s. 93. 161 İbn Bîbî, a.g.e., s. 44-45. 162 İbn Bîbî, a.g.e., s. 116. 52 II. Rükneddîn Süleyman-şâh da atalarından farklı düşünmüyor, kendisini yeryüzündeki sultanların en büyüğü ve Allah’ın yardımcısı olarak tanımlıyordu.163 Türkiye Selçuklu sultanları arasında en büyüğü olarak kabul edilen I. Alâeddîn Keykubâd da sultanlığı ilâhî bir nimet olarak kabul edip, kendisini Allah’ın gölgesi olarak görmekteydi. Öte yandan o, halkı da Allah’ın emaneti olarak düşünmekteydi.164 Türkiye Selçuklu devletinin Moğol tahakkümüne girdiği dönemde ağabeyleriyle birlikte ortak saltanat yürüten II. Alâeddîn Keykubâd’a göre de sultanlık, “en büyük gölge sahibinin gölgesi” olmaktır.165 Sonuç olarak diyebiliriz ki yöneticilerin sultan unvanını kullanmalarının bu kavramın anlam çerçevesiyle yakından bir ilişkisi vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’deki karşılıklarında da gördüğümüz gibi kavram, hem ilâhî olanı çağrıştırmakta hem de kesin bir yetki, hüccet, kuvvet anlamlarını barındırmaktadır.166 Ayrıyeten tarihî tecrübede de bu anlam çerçevesine uygun bir uygulama ortaya çıkıp meşrûiyet kazanınca, bu durumun İslâm dini bakımından ne kadar meşrû olduğu çok fazla sorgulanmadan kullanılmaya devam edilmiştir. 163 Histoire de la Georgie, (Fransızca’ya çev. Brosset, Marie Felicite, Türkçe’ye çev. Hrand D. Andreasyan, notlar ve yayına haz. Erdoğan Merçil), Gürcistan Tarihi (Eskiçağlardan 1212 Yılına Kadar), TTK, Ankara 2003., s. 406. 164 İbn Bîbî, a.g.e., s. 378, 379; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, TTK, Ankara 2014, s. 72, 97 (farsça met.), s. 89; Kara, Dini Serüveni, s. 449. 165 Aksarâyî, a.g.e., s. 29. 166 Kelime fıkıh eserlerinde de bu bağlamda kullanılmıştır. Meselâ sultanların yeni yeni ortaya çıktığı döneme tarihlenen, Hanefî fıkıh literatürünün önemli kaynaklarından olan Serahsî’nin el-Mebsut adlı eseri buna örnektir. Bkz. Özgür Kavak, “İslâm Siyaset Düşüncesi Kaynağı Olarak Fürû-ı Fıkıh Kitapları”, İslâm Siyaset Düşüncesi, (ed. Lütfi Sunar - Özgür Kavak), İLEM Yay., İstanbul 2018, s. 270. 53 1. 2. Din, Dinî Anlayış ve Siyasî Yansıma Din kavramı genel olarak insanların uyguladıkları birçok farklı ritüeli, benimsedikleri hayat görüşlerini karşılamak için kullanılsa da din dendiğinde temel olarak İbrahimî dinler, yani İslâm akla gelir. İbrahimî dinlerin son kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de de, Allah katındaki hak dinin İslâm olduğu vurgulanmış, tüm insanlığın dikkatine sunulmuştur.167 Din dediğimizde aslında bir yaşam modelinden, davranış-tavır kalıplarından, hayata belli bir paradigmayla bakmaktan bahsediyor olduğumuzu söylemek son derece elzemdir. Din, özellikle de İslâm, insanın evvelâ Tanrı/Allah, sonra âlem ve kendisiyle kuracağı iletişimi en uyumlu şekilde gerçekleştirebilmesi için bir rehberdir.168 İnsan dediğimizde, bu canlının dünya içindeki maddî-manevî her şeyle ilişkisini de dolaylı olarak ifade etmiş oluruz. Diğer bir deyişle insan demek, toplum, iktisat, siyaset, eğitim, savaş, hukuk vb. birçok disiplini de beraberinde anmak demektir. O hâlde insan denilen canlıyı, en kâmil şekilde gerçekleştirme iddiasında bulunan din dediğimizde de yukarıda saydığımız tüm alanlara doğrudan ve dolaylı olarak atıfta bulunmuş oluruz. Bu da dini tüm bu sahalarla ilişkili kılar. Özel olarak İslâm dininden bahsedildiğinde, bu dinin son kitabı Kur’ân-ı Kerim ve onunla gelen Şeriat göz önünde bulundurulur. Bu Şeriat’ın birçok yerinde de hukukla ilgili olarak emirler, yasaklar; iktisat, toplumsal hayat vb. alanlarla ilgili temel kâideler görürüz. Bu yönüyle İslâm, insana ilişkin her şeyle dolayısıyla siyasetle de ilişkili olmaktadır. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı dediğimizde, buradaki din kavramı İslâm’a atıflı olmaktadır. O hâlde yukarıda çizilen çerçeve onlar için de geçerlidir. Tarihî tecrübede görüldüğü üzere, Hz. Peygamber’in (sav.) vefatı üzerinden henüz çok uzun yıllar geçmeden, yaşanan olaylarla ilgili varılması gereken hükümler 167 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, el-Âli İmrân, 3/19. 168 Ortaya koyduğumuz bu perspektifin ele alacağımız dönemle uyumlu olduğunu ortaya koymak adına, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Süleyman-şâh’tan bir örnek vereceğiz. II. Rüknedîn Süleyman-şâh, bir kişiye olan sevgisini belirtmek için, “O hem dinim hem dünya görüşümdür.” diyerek, kendi anlayışında, din ile dünya görüşü arasındaki ilişkiye işaret etmiştir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. 54 hususunda Müslümanlar arasında farklı yorumlar ortaya çıkmış bunun neticesinde de İslâm dini içerisinde farklı anlayışlar meydana gelmiştir. Temel iki mezhep olarak ortaya çıkan Şiî ve Sünnîlik ayrımıyla birlikte, bu iki mezhebin içerisinde de farklı mezhepler peydâ olmuş, bunlar arasında birçok noktada mutabakat sağlansa da bazı hususlarda keskinliğe varan anlama farklılıkları hâsıl olmuştur. Türkiye Selçuklu sultanları da genel olarak aynı olmakla birlikte bazı noktalarda da birbirlerinden farklı dinî anlayışa sahipti. Bu temel bilgilerin ardından, ilgili kavramların tezimizde kullandığımız anlamlarına gelecek olursak, evvelâ sultanlarla ilgili bağlamlarda din dediğimizde İslâm’ı kastettiğimizi tekrar belirtmeliyiz. Hemen bunun ardından, tezimizin başlığında kullandığımız anlayış kelimesinin hem aldığı yapım ekiyle anlam bakımından tek taraflı bir çabaya değil de birden fazla etki ve duruma işaret etmesi hem de bir sürekliliği çağrıştırması gibi sebeplerden hususî olarak seçildiğini ifade etmeliyiz. Böylelikle sultanların dinî anlayışını durağan, kalıpsal bir çerçevede değil; olayların, tavır ve davranışların değişkenliği ve sürekliliği içerisinde ele aldığımızı vurgulamaktayız. Bir diğer önemli nokta, politik kavramını değil de siyasî kavramını kullanmış olmamızdır. Zirâ politik kavramı Antik Yunan’dan gelmekte olup, daha farklı bir kültürel-toplumsal tecrübeye işaret etmektedir. Bununla birlikte kaynaklarda da istisnasız bir şekilde siyaset kavramı kullanılmaktadır. Tarihî tecrübeyle uyuşmak ve olanı daha iyi anlayabilmek adına biz de siyaset kavramından hareketle siyasî kelimesini kullandık. “Yansıma” kavramıyla da, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışının, siyasî alandaki tezahürlerine işaret etmek istedik. İslâm ve siyaset birbiriyle ilişkili olduğu gibi aynı şeyler de değildir. Bu sebeple dinî anlayışlarının siyasî karşılığı gibi kavramlar yerine, siyasî yansıması kavramını kullanmayı tercih ettik. 55 1. 3. Din/İslâm ve Siyaset Bir din olarak İslâm, kendisini, Müslümanların hayatlarında temel belirleyici olarak ortaya koyar. Şeriat169 olarak da adlandırabileceğimiz bu belirleyicilik hayata ilişkin her sahada belli emirler ve yasaklar ile ilkesel çerçeveler çizer. Bu durum kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı olarak siyâset alanı içinde söz konusudur. Fikrî ve fiilî tarihe bakıldığında İslâm ve siyâset, birbiriyle irtibatlı hatta bazen iç içe geçmiş kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada İslâm’a ait olan ile siyâsete ait olanın birbirinden ayrı düşünce ve faaliyet sahaları olup olmadığı, bu iki olgunun ilişkisinde hangisinin belirleyici olduğu gibi konular tarih boyunca hep tartışılagelmiştir. Bu çerçevede âlimlerin, İslâm ve siyâset ilişkileri hususunda neler söylediği, birleştiği ve ayrıştığı noktaların nereler olduğu önem kazanmaktadır. Bilhassa da ele aldığımız yüzyılda, yukarıdaki benzeri sorular, ulemâ ve Türkiye Selçuklu sultanları tarafından nasıl anlaşılmakta ve yorumlanmaktaydı? Türkiye Selçuklu sultanları bu hususta nasıl bir miras devralmışlardı? Diğer bir önemli nokta, çeşitli dönemlerde farklı anlamlarda kullanılmış olan siyâset kavramının, tezimizde ele aldığımız dönemdeki anlam çerçevesinin ve bu çerçevenin tarihî tecrübesinin ortaya koyulmasıdır. O hâlde bir soruyla başlayâlim: Siyâset nedir? Müslüman Düşünce Tarihi’nin iki temel sacayağı olduğundan bahsettik. Bu iki temel saç ayağa bir üçüncüsü olarak, onların üzerinde şekillenen icmâyı da eklemek gerekir. Evvelâ ilk iki kaynağa baktığımızda siyâset kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de geçmediğini görmekteyiz ancak Hadîslerde hem “at terbiye etme” hem de “halkın işlerini yönetme” anlamlarında kullanılmıştır. 170 Kelimenin sözlük anlamına baktığımızda ise “bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bulunması için özenle gözetip korumak; hayvanı ehlileştirmek, atı terbiye etmek”, “toplumun işlerini üzerine alma, 169 Şeriat, kısaca, İslâm’a ait dinî, ahlâkî ve hukukî hükümler bütünü olarak tanımlanabilir. Bkz. Talip Türcan, “Şeriat”, DİA, XXXIX, 571-574. 170 Buhârî, “Enbiyâʾ”, 50; Müslim, “İmâre”, 44; Müsned, II, 297; VI, 347, 352’den naklen Hızır Murat Köse, “Siyaset”, DİA, XXXVII, 294. 56 yürütme, yönetme işi, insan topluluklarını yönetme sanatı” şeklindeki tanımlarla karşılaşmaktayız. 171 Özetle, siyaset kavramının anlam çerçevesindeki en önemli noktanın, kullanıldığı bütün bağlamlarda daima bir nesne üzerinde tesir icrâ etmek olduğunu söyleyebiliriz.172 Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîslerde siyasî-idarî içerikli birçok kavram bulunmaktadır. Bunların başında imâm173 kavramı gelir. Bu kavram Dört Halîfe döneminde de kullanılmıştır. Diğer kavramlar ise halîfe, emîrül-müminîn, ülü’l-emr, mülk, melik, ümmet, ehliyet, adâlet, şûra, emânet, istişâre ve biat olarak sıralanabilir. 174 Müslüman siyaset düşüncesinin kavramsal temelleriyle ilgili bir çalışma yapan Özlem Bağdatlı, bu düşüncenin siyaset, devlet, yönetici, halk, din ve âlim kavramları üzerinde kurulduğunu savunur.175 Ömer Türker ise, bu düşüncenin insanın sorumlu ve ilâhî desteğe muhtaç olduğu ilkelerinden hareketle inşâ edildiğine dikkat çeker. 176 Siyaset kavramı ve mesleğiyle ilgili Dört Halîfe devrinde, teorik açıdan çok fazla tartışma yoktu. Bu dönemde Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet önderliğinde fiilî/amelî sahaya önem verildi. Teorik tartışmaların kısıtlı kalması Emevîler döneminde de devam etti. Ancak bu durumun Emevîler dönemindeki sebebi baskı rejimi ve ortaya çıkan fikirlerin de Emevîlerin otoritesini meşrûlaştırmaya yönelik olmasıdır.177 171 Uludağ, a.g.e., s. 154, 158; Köse, “Siyaset”, s. 294. 172 Köksal, a.g.e., s. 32. 173 İmâm kavramının siyasî-idarî anlamlarda geçtiği âyetler ve Hadîsler için bkz. Kur’ân-ı Kerîm, elBakara 2/124; el-İsrâ 17/71; el-Enbiyâ 21/73; Müsned, II, 439; Buhârî, “Zekât”, 16; Müslim, “Zekât”, 91’den naklen Köse, “Siyaset”, s. 294. 174 Köse, “Siyaset”, s. 294; Dinçer, a.g.e., s. 163, 168, 169; A. Taha İmamoğlu, “İslâm Siyaset Literatüründe Kullanılan Hadislerin Kaynağı ve Sıhhati Meselesi”, İslâm Siyaset Düşüncesi, (ed. Lütfi Sunar - Özgür Kavak), İLEM Yay., İstanbul 2018, s. 239. 175 Özlem Bağdadlı, İslâm Siyaset Düşüncesinin Kavramsal Temelleri, Dergâh Yay., İstanbul 2018, s. 92. 176 Ömer Türker, bu iki ilkeyle birlikte, dolaylı olarak özgür irade sorununun ve nübüvvet öğretilerinin de siyaset teorilerinin bir parçası haline geldiğini ifade eder. Bu sebeple bu iki konuyu ele alan tüm disiplin ve eserler de siyaset düşüncesinin kaynağı konumuna yükselmektedir. Bkz. Ömer Türker, “İslâm Siyaset Düşüncesinin Yeniden İnşası Üzerine Bir Deneme”, İslâm Siyaset Düşüncesi, (ed. Lütfi Sunar - Özgür Kavak), İLEM Yay., İstanbul 2018, s. 53-55, 60-62. 177 Ömer Dinçer’e göre Hz. Ali ile Muaviye’nin mücadelesini, İslâm dinine dayanarak eşsiz bir siyasî modelin ortaya konması ile geleneksel ya da mevcut devlet modellerinin çatışması olarak okumak mümkündür. Bkz. Dinçer, a.g.e., s. 178. Benzeri bir yorumu Türker de yapar. Ona göre Emevîlerle birlikte yönetim modeli kadîm geleneklere benzetilince, adâlet ilkesi, yöneticinin nasıl başa geldiğinden ayrı olarak yorumlanmaya başlanmıştır. Bkz. Türker, a.g.m., s. 72, 74. Bu durumda, Emevîlerle ortaya çıkan fiili uygulamanın bir gerçeklik olarak kabullenilmesi de etkili olmuştur. 57 Bununla birlikte yine de verâset usûlü hilâfet sistemine, hem teorik hem de pratik itirazlar yapıldı. Ehl-i Beyt mensupları ve Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/767) bu noktada öne çıktılar. Abbâsîler devrine gelindiğinde ise artık verâset usûlü hilâfetle ilgili tartışmalar bir kenara bırakılmış, mevcut durumun teorik ve şer’î bakımdan meşrûlaştırmasına gidilmiştir.178 Babadan oğula hilâfete/saltanata geçme usûlü, yöneticinin “ehl-i hâl vel-akd”in seçimiyle olmaması ve ehliyet sebeplerinden dolayı tartışmalıydı ancak Mâverdî, İmâmül-Haremeyn Ebül-Meâlî Rükneddîn Abdülmelik b. Abdullâh b. Yûsuf el-Cüveynî et-Tâî en-Nîsâbûrî (ö. 478/1085), Ebû Ya‘lâ Muhammed b. el-Hüseyn b. Muhammed b. Halef el-Ferrâ’ (ö. 458/1066), Hüccetülİslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî etTûsî (ö. 505/1111) gibi büyük isimler “velâyetül-ahd” uygulamasını meşrûlaştırdı. 179 Tarihî süreç halîfe-sultan çatışmasına evrilince hilâfetle ilgili bahsettiğimiz teorik ve şer’î süreç benzeri şekilde sultanlık üzerinde uygulanarak devam etti. Bununla birlikte Müslümanların siyasî düşünceleri arasında birtakım kronik tartışmalar da söz konusudur. Meselâ Ehl-i Sünnet ve Şîa mezhepleri arasındaki imâmet-hilâfet bahsi ve bununla ilgili tüm fıkhî-kelâmî tartışmalar, en önde gelmektedir. Hem teorik hem de pratik olarak yaşanan bu keskin ayrım, önü alınamayacak iç çatışmaların da zeminini hazırladı. Tarihî süreçte, Ehl-i Sünnet’in siyaset teorisi ve öngörülen modelleri aynı kalmamış, değişime uğramıştır. Abbâsîler devrinde, Şiî Fâtımî Hilâfeti kurulduysa da Şîa olması hasebiyle kabul edilmemiş yine halîfenin tek olması gerekliliği işlenmiştir.180 Halîfenin, toplumsal ihtiyaçların karşılanması ve dünya işlerinin yürütülmesi için elzem olduğu, soyu sebebiyle diğer insanlardan üstün ve tek olmasının gerekliliği, kutsal olduğu gibi temalar birbirleriyle ilişkili şekilde ele alınır. Halîfenin gücünün azalmasıyla birlikte aynı tema, sultanlar için kullanılacaktır. 178 Ahmet Yaman, Siyaset ve Fıkıh, İz Yay., İstanbul 2015, s. 33. 179 Dinçer, a.g.e., s. 166; Yaman, a.g.e., s. 33. 180 Mâverdî, a.g.e., s. 39-41. 58 Bu noktada şu tesbiti yapmak yerinde olacaktır: Ehl-i Sünnet, Şîa’dan farklı olarak ümmetin yöneticisinin, imâmının nas ile tayin edilmediğini düşünür ve siyasî modelini belli başlı kavramlar üzerinden kurarak donuklaştırmaz. Halîfelikten sultanlığa geçişi ortaya çıkan şartların bir dayatması olarak okumak mümkünse de aynı süreci Ehl-i Sünnet’in İslâm ile siyâset arasındaki bağı kuruş tarzından hareketle de okumak mümkündür. Ehl-i Sünnet Müslüman düşünürler, yönetim biçimi ve hükümdarlığa geliş yönteminden ziyade, başa gelen kişinin niteliklerine odaklanmış ve bu kişinin ehil, emîn ve âdil olmasına öncelik vermişlerdir. Onlara göre siyasetin amacı, insanların dünya ve âhiret saâdetini elde edecekleri ortamın temin edilmesini sağlamaktır. 181 Ehl-i Sünnet ulemâsı, halîfenin iktidarını sınırlı görmüş, dinî esaslara aykırı kanun koyması durumunda meşrûiyetini sorgulamıştır.182 Lâkin tarihî tecrübede de görüldüğü gibi bu sorgulama, genel olarak kitaplarda ve teoride kalmıştır. Zirâ halîfe ya da sultanların elinde bulundurdukları güç karşısında ulemânın bu yöneticileri gayr-i meşrû ilân edip tahttan indirecek herhangi bir güçleri ya da bunu sağlayacak bir mekanizmaları yoktu. Buraya kadar ortaya koyduğumuz genel çerçeveyi temel metinler ve düşünürler üzerinden okumak konuyu daha anlaşılır hâle getirecektir. Bu bağlamda Müslüman düşünürlerin, siyâset kurumunu Allah, insan, toplum ve tabiat arasındaki ilişkiye dair İslâm’ın ontolojik tasavvuruna dayanarak ele aldıklarını en başta ifade etmek gerekir.183 Bu sebeple Müslüman Düşünce Tarihi’nde bu alan ancak fıkıhhukuk, ahlâk, ekonomi, kelâm ve felsefenin birbirleriyle olan ilişkileri ve oluşturdukları bütün göz önünde bulundurularak ele alındığında anlaşılabilir. Dolayısıyla fıkıh ilmî çerçevesinde üretilen eserler, 184 siyasetnâmeler, ahlâk-edep literatürü, bürokrat ve tarihçilerin, filozofların, sûfîlerin eserleri konumuz açısından kaynak konumuna yükselmektedir. 181 Köse, “Siyaset”, s. 295. 182 Köse, “Siyaset”, s. 295. 183 Dinçer, a.g.e., s. 164; Türker, a.g.m., s. 53, 59, 78-79; Köse, “Siyaset”, s. 294. 184 Bu literatürde siyasete ayrılan bahislerle ilgili Kavak, “Ahkâm-ı sultâniyye, siyer, siyâset-i şer’iyye, harâc ve emvâl, hisbe, Ebû’l-kādî vb. fıkıh ilmi içerisinde varlık bulan alt disiplinler siyasî düşünceye kaynaklık etme açısından incelenmeye elverişli alanlar olarak değerlendirilebilir.” ifadelerini kullanır. Bkz. Kavak, “Fürû-ı Fıkıh Kitapları”, s. 265. 59 Siyaset alanında hüküm verme ve uygulama hususlarında sultanların rolünü ve otoritesini göz önünde bulundurduğumuzda yukarıda sayılan alanların, eserlerin ve özellikle de fakîhlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Sonuçta sultanlar müçtehid âlim değildiler ve bu yüzden her daim yanlarında fakîhler bulundururlardı. Öte yandan onlar sürekli olarak âlimlerle irtibat içindeydiler. Devlet yönetiminde görev alan bürokratların bir çoğu da bu âlimlerden oluşmaktaydı. Bu açıdan din-siyaset ilişkisinin hem teorik hem de pratik olarak düğümlendiği noktanın sultanlar ve de bürokratlar, fakîhler ile yukarıda bahsedilen eser türleri olduğu ortaya çıkmaktadır. İslâm ve siyaset ilişkisiyle ilgili temel metin ve düşünürler dediğimizde Medine Vesikası hariç tutulursa185 karşımıza çıkan en eski derli toplu metin, siyasetnâme türünün de ilk örneklerinden sayılabilecek, Hz. Ali’nin (r.a) Mısır’a vali tayin ettiği Mâlik b. el-Hâris b. Abdiyegūs el-Eşter en-Nehaî’ye (ö. 37/657 [?]) yazdığı emirnâmedir. Emirnâmeden, İslâm’ın en erken döneminde, Müminlerin Emîri Hz. Ali’nin dilinden İslâm ve siyaset ilişkisine dair en doğru bilgileri almak mümkündür. Bu bakımdan Emirnâme, son derece önemlidir. Hz. Ali emirnâmeye başlarken siyasî-idarî unvanı olan Emirül-Mümin’i zikretmeden önce Allah’ın kulu olduğunu vurgulamaktadır.186 O, siyasî-idarî unvanını inancından sonra zikretmekle aslında bir öncelik-sonralık ve belirleyicilik ilişkisine işaret etmektedir. Zaten emirnâmenin ilerleyen sayfalarında da Mâlik b. Eşter’e yaptığı siyasî-idarî tavsiyelerin çoğu Şeriat’ın emir ve yasakları çerçevesinde oluşmaktadır. Nitekim onun ilk tavsiyesi, yönetimle ilgili fiillerinde Allah’tan korkmak ve Sünnet’e tâbi olmaktır.187 Hz. Ali, Mâlik b. Eşter’e, ona tevcih ettiği görevle artık halkın üstünde olduğunu söylemekle birlikte kendisinin de onun üzerinde, Allah’ın ise her ikisinin 185 Bu bağlamda Medine Vesikası’nın değerlendirilmesiyle de başlanabilirdi. Ancak konumuz itibariyle daha verimli bulduğumuz için biz Hz. Ali’nin emirnâmesiyle başlamak istedik. Medine Vesikası’nın maddeleri ve tahlili için bkz. Muhammed Hamidullah, Le prophète de l’Islam: Sa vie et son oeuvre, (çev. Mehmet Yazgan), İslâm Peygamberi, Beyan Yay., İstanbul 2012, s. 166-184. 186 Abdülaziz Çâvîş, el-Evcine fi’l-İslâm ‘an es’ileti’l-Kenîseti’l-Anglikiyye, (çev. Mehmet Âkif Ersoy, haz. İlknur Kirenci), İslâm ve Siyaset: Hz. Ali’nin Bir Emirnâmesi, Büyüyenay Yay., İstanbul 2015, s. 53. 187 Çâvîş, a.g.e., s. 53. 60 üzerinde bulunduğunu hatırlatır. 188 Ona, siyasî-idarî fiilerini yaparken İslâm’ın ahlâkını ve sınırlarını asla unutmamasını öğütler. Hz. Ali’nin Mâlik b. Eşter’i uyardığı hususlardan biri de onun “Ben kudret-i kâmile sahibiyim, emrederim, itaat ederler.” şeklindeki bir düşünceye asla kapılmamasının gerekliliğidir. 189 Hz. Ali bu sözleri söyleyen kişinin, dininin ve kalbinin fesâda uğrayacağını belirtir. Onun dikkat çektiği bu hassas tavır, daha sonraki yıllarda önce hilâfet-saltanat sisteminde sonra da sultanların yönetim biçimlerinde kaybolmuştur. Bu hususta Emevîlerle birlikte bir kırılmanın yaşandığından daha önce bahsetmiştik.190 Hz. Ali sözlerinin devamında, sonraki yıllardaki Müslüman siyaset düşüncesinin temelinde gördüğümüz âdil olmaya, zulmetmemeye dikkat çekerek Mâlik b. Eşter’e, yakınındaki adamların davranışlarına ve karakterlerine dikkat et, ulemâ ile istişâre yap, ihanete karşı uyanık ol ve yapanı cezasız bırakma, vergilerin toplanmasına ve kullanılmasına itina göster, fakir ve fukarayı kolla, halktan uzak kalma, düşmana karşı tetikte bekle, haksız yere cana kıyma gibi tavsiyelerde bulunur. 191 Tarihî kronolojiye göre bahsedilmesi gereken bir isim de Ebû Hanîfe’dir. Bilindiği gibi Müslüman olan Türklerin büyük kısmı, Türkiye Selçukluları da dâhil, Hanefî mezhebine tâbi olmuşlardır. Bunun sebeplerinden bir tanesi de Hanefîliğin aklı ön plana çıkaran yapısıdır. Zirâ bu durum siyaset dairesindeki hareketlere birçok açıdan kolaylık sağlamaktaydı. Hanefî mezhebinin kurucu imâmı olarak kabul edilen Ebû Hanîfe, ömrünün 52 yılını Emevîlerin, 18 yılını ise Abbâsîlerin yönetimi altında geçirdi. 192 Fakîh ve düşünür kimliğiyle öne çıkan Ebû Hanîfe, aslında siyasî tavrıyla da son derece önemli bir örneklik ortaya koydu. O, hem Emevîlerin hem de Abbâsîlerin, 188 Çâvîş, a.g.e., s. 55. 189 Çâvîş, a.g.e., s. 56. 190 Bkz. I. Bölüm, s. 43-44. 191 Çâvîş, a.g.e., s. 53 - 86. 192 Cem Zorlu, Âlim ve Muhalif: İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Siyasî Otorite Karşısındaki Tutumu, İz Yay., İstanbul 2013, s. 76, 321; Adem Çaylak - Ayşe Ayten Bakacak, “Ebu Hanîfe”, İslâm Siyasi Düşünceler Tarihi, (ed. Adem Çaylak), Savaş Yay., Ankara 2019, s. 325, 326; Mustafa Uzunpostalcı, “Ebû Hanîfe”, DİA, X, 132. 61 yönetimdeki yanlışlarına sessiz kalmayarak fıkıh sahasındaki ilmini siyâset için de kullandı. İki alanı birbirinden bağımsız görmedi. Nitekim Ebû Hanîfe, Emevîlere ve Abbâsîlere olan muhalefeti sebebiyle her iki devletten de gelen baş kadılık teklifini kabul etmedi.193 Ebû Hanîfe, bu iki devlete karşı ayaklanan Ehl-i Beyt mensuplarına maddî mânevî destek verdi.194 Bunların sonucunda da o, hem Emevîler hem de Abbâsîler tarafından zulme uğradı ve hapse atıldı.195 Ebû Hanîfe’nin hapse atılmasının sebebi, Emevî ve Abbâsîlerin yönetimindeki yanlışlıklar ve onların meşrû yöneticiler olmadığını düşünmesiydi. 196 Ebû Hanîfe, siyasetin meşrûiyet ilkesi olarak meşveret ve icmâyı kabul eder. 197 Bu bağlamda onun, Emevîler ile birlikte ortaya çıkan ve daha sonraki yüzyıllarda iyice yerleşen “ulü’l-emr”e her koşulda itaât anlayışını reddettiği açık bir şekilde ortadadır. Bu tavrını da hayatı pahasına sürdürmüştür.198 Ebû Hanîfe’nin, bu tavrıyla, Şeriat’ın emrettiği emr-i bil-mâruf nehy-i ânil-münker eylemini gerçekleştirdiğini de söylemek mümkündür. 193 Zorlu, a.g.e., s. 149-155, 289-290; Çaylak - Bakacak, a.g.m., s. 339, 341;Uzunpostalcı, “a.g.m., s. 133. 194 Zorlu, a.g.e., s. 76, 134-139, 147, 261-270; Çaylak - Bakacak, a.g.m., s. 338, 339; Uzunpostalcı, a.g.m., s. 133. Ebu Hanîfe’nin bu tavrını pasif siyasal muhalefet olarak değerlendiren Alkan, bunun sebebi olarak da daha önce askeri-siyasî başkaldırılardaki kayıpları gösterir. Bu metod haricinde âlimlerin bir de yönlendirici diyaloğu seçerek muhaleflerini sürdürdüklerini belirtir. Bkz. Haluk Alkan, “İslâm Siyasi Düşüncesinde Otorite Kavramı”, İslâm Siyaset Düşüncesi, (ed. Lütfi Sunar - Özgür Kavak), İLEM Yay., İstanbul 2018, s. 105-112. 195 Zorlu, a.g.e., s. 154, 293; Çaylak - Bakacak, a.g.m., s. 340, 341, 342; Uzunpostalcı, a.g.m., s. 133. 196 Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbîh, s. 59-60’dan nakleden Yaman, a.g.e., s. 31; Zorlu, a.g.e., s. 273, 274; Çaylak - Bakacak, a.g.m., s. 330, 340. 197 Yaman, a.g.e., s. 31; Zorlu, a.g.e., s. 274; Çaylak - Bakacak, a.g.m., s. 344. 198 Ebû Hanîfe’nin siyasî tutumuyla ilgili olarak ayrıca bkz. İsa Doğan, “İslâm Düşüncesinin Teşekkül Döneminde Ebû Hanîfe’nin Siyasî Duruşu İsimli Tebliğin Müzakeresi” İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Düşünce Sistemi Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, (haz. Ahmet Kartal - Hilmi Özden), KURAV Yay., Bursa 2005; İsa Doğan, “Ebû Hanîfe’nin Dinî ve Siyasî Duruşu”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 22 (2006), 37-47; Adem Tutar, “Ebu Hanife’nin DinSiyaset İlişkisi Açısından Konumu”, Kastamonu Üniversitesi IV. Uluslararası Şeyh Şa’ban-ı Velî Sempozyumu Bildirileri (Aralık 2017), Kastamonu Üniversitesi Matbaası, II, 585-593; Hacı Şerif Ahmed Reşid Paşa, “Hazret-i İmam-ı Azam’ın Siyasi Terceme-i Hali”, (sad. Mevlüt Uyanık), “Ebu Hanife’nin Siyaset Anlayışı”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, XV/1-2, 2002, 259-272; Ahmet Yaman, “Ebu Hanîfe Ve Reel Siyaset”, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Düşünce Sistemi Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, (haz. Ahmet Kartal - Hilmi Özden), KURAV Yay., Bursa 2005, I, 31-38; a. mlf, “Siyaset-Hukuk İlişkisi Bağlamında Ebu Hanîfe Dönemi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, XV/1-2, 2002, 273-281; Mevlüt Uyanık, “İslâm Düşüncesinin Teşekkül Döneminde Ebu Hanife’nin Siyasi Duruşu”, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Düşünce Sistemi Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri, (haz. Ahmet Kartal - Hilmi Özden), KURAV Yay., Bursa 2005, I, 119-133; Maksut Çetin, “İmam Ebû Hanîfe’nin Siyaset Anlayışı ve Siyasî Tutumu”, IBAD, 2019 (özel sayı), s. 25-37. 62 Ebû Hanîfe’den elimizde kalan kitaplar içerisinde siyâsetle ilgili doğrudan bir eser yoktur ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi o fıkıh ve siyaseti birbirinden ayrı görmüyor, her iki alandaki fiileri de İslâm Şeriatı’na ve ahlâkına bağlı düşünüyor ve öyle yaşıyordu. Ayrıca bu yıllarda fıkıh bile bir disiplin olarak yeni yeni teşekkül etmekteydi. Dolayısıyla ilimler iç içeydi. Bu durumu Hz. Ali’nin emirnâmesinde de görmek mümkündür. İlerleyen yüzyıllarda İslâmî ilimlerin her biri farklı disiplinler olarak ortaya çıktıkça siyasetle ilgili değerlendirmeler de farklılaştı. Bu bağlamda evvelâ fıkıhçıları ele alacağız. 1. 3. 1. Fıkıh ve Siyaset Din-siyâset ilişkisi dediğimizde ilk önce devreye ahlâk ve ahlâkın kurumsallaşmış biçimi olarak hukuk girer. Hukuk dediğimizde de İslâm’a özgü olarak fıkıh akla gelir. Hemen belirtmek gerekir ki fakîhler, Kur’ân ve Sünnet’ten hareketle siyasetin dinin sınırları dâhilinde olduğu tanımlamalar yapmışlardır.199 Fıkhın bir disiplin olarak ortaya çıkmasıyla halîfenin tayini yani siyasî yetkinin inşâsı, kullanımı, devri ve sona ermesi, devlet adamları, yargı işleri ve vergiler gibi siyasetle ilgili meseleler velâ, biat, yemin, vekâlet gibi kavramlardan oluşan bir çerçeveyle ele alınmıştır. 200 Fıkıh eserlerinde yöneticinin gerekliliğinden bahsedilmiş, aklen ve dinen bir yöneticiye itaâtin zorunlu olduğu savunulmuştur.201 Fıkıh eserlerinde, diğer alanlardan farklı olarak “siyaset-i şer’îyye” kavramına rastlamaktayız. Özetle kavram, siyasî otorite ve yetkiyi elinde bulunduran gücün, kamu adına aldığı kararlarda onların yararını gözetmesini, dinin genel ilkelerine ters düşmeyen düzenleme ve uygulamalarda bulunmasını ifade eder.202 199 Bugünkü anlayışta din ve siyaset hakkında bir kısım laikliği benimserken bir kısım benimsememektedir. Ele aldığımız Selçuklu dönemi için ise böyle bir tartışma söz konusu değildir. Her ne kadar içinde yaşadığımız dönemden hareketle bu tarz yaklaşımlarla din-siyaset ilişkilerinin ayrı olduğunu savunmaya kalkanlar varsa da bunlar anakronizme düşmekte olup, bugünün dünyasından geçmişi yorumlamaya kalkmaktadırlar. O dönemde din ve siyaset zihnen birbirinden ayrı tutulmadığına göre fiilen de tutulması mümkün değildi. 200 Bağdadlı, a.g.e., s. 77, 78; Köse, “Siyaset”, s. 296. 201 Bağdadlı, a.g.e., s. 78. 202 Yaman, a.g.e., s. 55; Türker, a.g.m., s. 76; Yunus Apaydın, “Siyâset-i Şer’iyye”, DİA, XXXVII, 299, 300; Köse, “Siyaset”, s. 294. 63 Diğer deyişle Şeriat’a, şer’î hukuka uygun yönetim anlamına gelir. Ayrıca kavram, hüküm verme konusunda yöneticilere tanınan bir yetki alanını da temsil eder.203 Fıkıh literatürü içerisinde siyaset ve siyaset-i şer’îyye kavramlarının aynı anlamda, birbirlerinin yerine kullanıldığı da söylenir.204 Dolayısıyla siyâset-i şer’îyye, fıkıh âlimlerinin siyasî anlayışı olarak anlaşılabilir. Bununla birlikte bu iki kavramı birbirinden ayrı olarak ele alanlar da vardır.205 Ancak fıkıh literatürünün dışına çıkıldığında siyaset kavramının, fıkıh eserlerinde ortaya konan anlayışı da içine alan daha genel ve kuşatıcı bir kavram olduğunu ifade etmek gerekir.206 Fıkıhçılar açısından konunun nasıl anlaşıldığını daha iyi anlamak için müçtehidlerin re’yine içtihad denirken devlet başkanının idareyle ilgili konulardaki re’yine “siyaset” dendiğini belirtmek yerinde olacaktır. 207 Yani hükümdarın idarî sahada hüküm koyma yetkisine ve siyasî kararlarına daha sonra siyaset denmiştir. Bu çerçevede fıkıh literatürüne ait örf, istihsan ve istıslah gibi terimler, kendilerine siyaset alanında da karşılıklar bulur. Bu bağlamda özellikle de istıslah terimine vurgu yapılır ve kavramın, siyaset-i şer’îyye dâhilinde varılan hükümlerin en önemli şer’î dayanağı olduğu söylenir.208 Siyaset-i şer’îyyeyle hükümdara tanınan yetki alanı, Müslüman Türk devletlerinde örfî hukuk olarak adlandırılan alanın doğmasına da yol açmıştır.209 Siyasî bağlamda örften kasıt, otoritenin ve yürütmenin gücüdür.210 203 Yaman, a.g.e., s. 56; Köksal, a.g.e., s. 32; Türker, a.g.m., s. 76; Kavak, “Fürû-ı Fıkıh Kitapları”, s. 281-283. 204 Köksal, a.g.e., s. 33. 205 Meselâ XIII. yüzyıl âlimlerinden olan İbnü’l-Cevzî bunlardan bir tanesidir. Siyâseti, Şeriat’ın dışında kabul etmektedir. Bkz. Köksal, a.g.e., s. 73, 74. 206 Bu bağlamda Köksal’ın şu sözleri son derece önemlidir: “Siyâset-i şer’iyye kavramının İslâm ilim ve düşünce geleneğinde yalnızca mevcûdiyeti ve yaygınlık kazanması bile, tarih boyunca Müslüman toplumlar içerisinde şer’î esaslara temelde ters düşen veya şeriatı dikkate almayan başka türden siyâset anlayış ve uygulamalarının da var olduğunun bir göstergesidir. Şer’îlikle nitelenmeyen bu tarz siyâsetler belirli bir felsefeye veya ideolojiye bağlı olabileceği gibi meşrûiyetini yalnızca eski ve geleneksel olmasından da devrişebilir.” Bkz. Köksal, a.g.e., s. 59. 207 Yaman, a.g.e., s. 61; Köksal, a.g.e., s. 37; Apaydın, a.g.m., s. 300, 301. 208 Köksal, a.g.e., s. 37. Ulemânın bu husustaki tartışmaları için bkz. a.e., s. 38-45. 209 Yaman, a.g.e., s. 56, 68. 210 Yaman, a.g.e., s. s. 68; Şeriat ve siyâset ilişkilerine dair fakîhlerin siyâset-i şer’iyye kavramıyla ilgili tartışmalarını ve kavramın perspektifini Yunus Apaydın şu şekilde ortaya koyar: “Şeriatın cüz’î delillerinden hareketle yapılmadığı için siyaset kapsamındaki düzenlemelerin şeriatın doğrudan düzenlediği alanlardan ayrı tutulmasına özen gösterilmiştir. Fukaha titizliğinden kaynaklanan bu ayrı tutma tercihi siyasetin seküler / laik / din dışı olarak 64 Siyaset-i şer’îyye kavramının inşâsı sürecinde Hanefî ulemadan ziyâde Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî ulemâ etkin rol oynamıştır. 211 Bu durum, Müslüman Türk ulemânın bahis konusu kavramla daha geç tanıştığını göstermekle birlikte TürkistanMâverâünnehir coğrafyasındaki sürecin Ortadoğu coğrafyasından daha farklı seyrettiğine de işaret etmektedir. Her ne kadar bazı ortak noktalar bulunsa da Hanefî siyaset perspektifi, Şâfiî-Mâlikî ve Hanbelî mezheplerince geliştirilen siyaset-i şer’îyye perspektifinden ayırt edilmelidir.212 İlk olarak Hanefî ulemânın, fıkıh literatüründeki “ta’zir” teriminden hareketle bir siyaset nazariyesi ortaya koyduğunu belirtmek gerekir. Ta’zir terimi ile siyaset kavramı Hanefî fıkıh literatüründe bazen eş anlamlı bazen de yakın anlamlı olarak kullanılmıştır.213 Lâkin örneklerle beraber ele alındığında iki kavram arasında önemli bir farkın olduğu da anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilen had ve kısas cezaları dışındaki konularda,214 fakîhlerce belirlenen miktarı aşmamak şartıyla yönetici veya kadı tarafından verilen cezaya ta’zir denirken bu bağlamdaki cezaların, sultanlar tarafından fakihlerce belirlenen miktarın da üzerine çıkılarak ağırlaştırılmasına siyaset denmiştir.215 Hanefî literatüründeki bu ince ayrımlar, biraz da yaşanılan siyasî konjonktürle alâkalıdır. Hanefî fakîhler, bu konjonktür içerisinde hem hukukun bağımsızlığını muhafaza etmeye hem de mezheplerinin iç tutarlılığını sağlamaya nitelendirilmesini ve alternatif bir hukuk gibi görülmesini haklı kılmaz. Çünkü siyaset yoluyla yapılan düzenlemeler teorik olarak şeriatın küllî ilkelerine aykırı olmamak, mevcut özel düzenlemelerle doğrudan çelişmemek zorundadır. Şeriat siyasete hukukî olmaktan çok ahlâkî bir zemin teşkil etmekte, aynı zamanda onun ahlâkî sınırlarını tayin etmektedir.” Bkz. Apaydın, a.g.m., s. 300. 211 Apaydın, a.g.m., s. 299. 212 Bkz. Muharrem Midilli, Klasik Osmanlı Ceza Hukukunda Şeriat-Kanun Ayrımı, Klasik Yay., İstanbul 2019, s. 104-106. 213 Yaman, a.g.e., s. 55, 60; Köksal, a.g.e., s. 49; Midilli, a.g.e., s. 107. 214 Hanefî fakîhlerince had uygulanmadan faili engellemek anlamına gelen ta’zir ile had arasındaki en önemli fark, had mukadderken ta’zirin imamın reyine mufavvaz olmasıdır. Yani had kapsamına giren suçlarda Şari’ bu suçların cezalarını ve miktarını belirlemişken, ta’zir kapsamında değerlendirilen suçlarda böyle bir belirlenmişlik söz konusu değildir. Bu durumda imamın bu belirlemeyi yapması ve bunu yaparken de benzer uygulamalarda had cezalarında çizilen miktarın dışına çıkmaması beklenir. Bkz. Midilli, a.g.e., s. 85, 86; ayr. bkz. Tuncay Başoğlu, “Ta’zir”, DİA, XL, 198. 215 Köksal, a.g.e., s. 50; Başoğlu, a.g.m., s. 198. 65 çalışmışlardır.216 Lâkin bu çabalar zamanla, sultanların hukuk dışı fiillerinin aslında Şeriat’a aykırı olmadığı gibi bir algının ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Sürgün, hapis, işkence, ölüm ve uzuv kesme gibi hükümler bu çerçeveye giren ilk cezalardır.217 Herhangi bir sultan, belli bir suça karşılık bu cezalardan birine hükmettiğinde, bu siyaset olarak tanımlanırdı. Meselâ Nizâmülmülk Siyasetnâme adlı eserinde siyaset kavramını, “sultanın korkutucu ve ibret verici cezalandırması” gibi anlamlarda kullanmaktadır.218 Ona göre boyun vurmak, el ve ayak kesmek, hadım etmek ve asmak gibi cezalar siyasettir. 219 Konunun daha iyi anlaşılması açısından tarihten birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Meselâ Nûreddîn Zengî’nin siyasete itibar etmeyip, Şeriat’a önem verdiği, asla siyaset uygulamadığı, beylerine de bunu emrettiği vurgulanır.220 Bir diğer örnek Ebül-Muzaffer el-Melikün-Nâsır Selâhaddîn Yûsuf b. Necmeddîn Eyyûb b. Şâdî’nin (ö. 589/1193) oğlu Ebül-Feth Ebû Mansûr Gıyâseddîn el-Melikü’z-Zâhir Gāzî b. Salâhaddîn Yûsuf b. Eyyûb’un (ö. 613/1216) uygulamalarındandır. Birisi aleyhinde yalan konuşup suçunu itiraf eden bir kadın hakkında sultan, şer’ân kamçı vurulmasını emrederken siyaseten dilinin kesilmesini buyurur. Sıbt İbnü’l-Cevzî ise sultana böyle yapmamasını söyler. 221 Türkiye Selçuklu sultanlarından ise Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın Kemâleddîn Kâmyâr’ı sürgüne göndermesi örnek verilebilir. 222 Burada sürgün ve miktarıyla ilgili karar tamamen sultanın kendisi tarafından takdîr edilmektedir. Bu açıdan karar, Hanefî hukuk anlayışına göre siyaset olmaktadır. I. Keykubâd ile ilgili bir diğer örnek, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus tarafından yakalandıktan sonra 216 Midilli, a.g.e., s. 106. 217 Midilli, a.g.e., s. 125. 218 Ebû Alî Kıvâmüddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille, Nizâmülmülk) Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûsî, Siyâset-nâme, (çev. Mehmet Altay Köymen), TTK, Ankara 2016, s. 98, 113, 157. 219 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 113. 220 Ebül-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbüddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî elBusrâvî ed-Dımaşkī eş-Şâfiî, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (çev. Mehmet Keskin), Büyük İslâm Tarihi, Çağrı Yay., İstanbul 2000, XII, 494, 496, 501; Ebu Şâme Makdisî, Kitâbü’r-Ravdateyn, Kahire 1287, II, 27-30’dan nakleden David Ayalon, “The Great Yasa of Chingiz Khan: A reeaxamination” (Kısım C2), Studia İslâmica, sy. 38 (1973), s. 124-125’den nakleden Köksal, a.g.e., s. 63. 221 Sıbt, Mir’âtü’z-Zaman, VIII/580’den nakleden Köksal, a.g.e., s. 65. 222 Bkz. II. Bölüm, s. 211. 66 hapsedileceği kaleye götürülürken yüzünün karartılması olayıdır.223 Önemli Hanefî fakihî Serahsî, bu cezayı siyaset olarak tanımlar. II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın Ayaz adlı kölesinin hırsızlık yapması karşısında onun hakkında idam hükmü vermesi de siyaset olarak tanımlanabilir.224 Bu örnekler, Türkiye Selçuklu sultanlarının siyaset kavramına ilişkin kavrayışlarını ve bu kavrayışlarının arkasındaki dinî anlayışı açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu konuyu III. Bölüm’de ayrıntılarıyla birlikte ele alacağımız için şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. Fıkıh başlığı altında değerlendirilmesi gereken ilk âlimler Büyük Selçuklu sultanları ve dolayısıyla Selçuklu hânedânlığıyla ilişkileri göz önünde bulundurularak el-Cüveynî ve talebesi el-Gazzâlî’dir.225 Cüveynî’ye göre kamu yönetimiyle ilgili konuların siyasetle ilişkili olduğu su götürmez bir gerçektir; dolayısıyla İslâm ve siyaset iç içedir.226 Gazzâlî’ye göre ise siyaset, insanların zorunlu olarak yapması gereken dört temel işten biridir. Siyaseti, cemiyetin sevgi, saygı, yardımlaşma ve birliğini sağlamak, düzen içinde yaşamalarını temin etmek olarak tanımlayan Gazzâlî onu, Peygamberlerin; halîfe, melik ve sultanların; âlimlerin ve vaizlerin siyaseti olarak dörde ayırır.227 Görülmektedir ki sultan ve meliklerin haricinde de önemli birkaç kesim, fiilleriyle siyaset alanına müdahil olmaktadır. İnsanların haklarını adâletle temin edemedikleri için sultanların ortaya çıktığını ifade eden Gazzâlî, bu sultanların da bir hukuka ihtiyacı olduğunu, bu noktada da fıkhın ve fakîhlerin devreye girdiğini söylerek siyâset ile Şeriat ilişkisini ortaya koyar.228 Bununla birlikte Gazzâlî, bu ilişkiyi zâtî bir ilişki olarak değil dünya vasıtasıyla kurulan bir ilişki şeklinde ele alır; dini asıl, sultanı ise bu aslın bekçisi olarak ortaya koyar. 229 223 Bkz. II. Bölüm, s. 176-177. 224 Bkz. II. Bölüm, s. 149-150. 225 Gazzâlî öncesine ait önemli isimlerden biri Mâverdî’dir. Onu önceki sultanlarla ilgili bölümde değerlendirdiğimiz için burada tekrara düşmemek adına ele almıyoruz. Mâverdî için bkz. I. Bölüm, s. 45-46. 226 Yaman, a.g.e., s. 14. 227 Köksal, a.g.e.,, s. 65, 66; Bağdadlı, a.g.e., s. 95, 96. 228 Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, Darü’l-Hayr, Beyrut 1997, I, 21-22’den nakleden Köksal, a.g.e., s. 67. 229 Bkz. ayn. yer. 67 Gazzâli ve hocası Cüveynî, siyaset sahasında zamanlarında ortaya çıkan tartışmaları “kat’iyyât-zanniyyât” ayrımı üzerinden ele alarak, Kur’ân ve Sünnet’in siyasetin kurucu ilkelerini verdiğini, bu ilkeler tatbik edildiğinde ortaya çıkan zanniyyât alanının ictihatlara göre belirlenebileceğini, bunun Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in temel paradigması olduğunu söyler. 230 Gazzâlî’ye göre meşrû olmayan bir yönetici azledilemiyorsa ona itaât etmek vâcip olur.231 Bununla birlikte, Gazzâlî, hayatının ikinci dönemi olarak adlandırılan dönemde kaleme aldığı İhyâ û Ulûmi’dDîn adlı eserinde vergiler ve müsâdere gibi birkaç konu üzerinden sultanların otoritesini sorgulamaya çalışır.232 Görüşlerine yer vereceğimiz diğer bir âlim, Mahmud b. İbrahim b. Enuş elBuharî el-Hasîrî (ö. 537’den sonra)’dir. İbn Bîbî, I. Alâeddîn Keykubâd devri ümerâsının meşhûr isimlerinden Kemâleddîn Kâmyâr’ın233 fıkıhta kendisine itibar edilen Nizameddîn Hasiri’nin takipçisi olduğunu ifade etmektedir.234 İbn Bîbî’nin bahsettiği Hasîrî ile burada görüşlerine yer verdiğimiz âlimin aynı kişi olduğunu teyit edemedik ancak zannımızca kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Orta Asya Hanefî çevresindeki önemli isimlerden biri olan Hasîrî, toplumsal düzeni sağlamak olarak ortaya koyduğu siyaseti, dinî ve hissî olarak iki kategoride ele alır.235 Dinî siyaset, ibâdet ve muamelâtı içerir ve bu alanı müftî temsil eder; hissî siyaset ise iktidar, yani sultan eliyle ortaya konur ve sultanın bu siyasetini dinî siyâsete dolayısıyla hukuka yaklaştıracak olan da kadıdır. 236 Bu noktada kadının yükümlülüğü çok kritik bir boyuta ulaşır. Son olarak XIII. yüzyıl Anadolu’sunda doğmuş Saîd b. İsmail b. Ömer elAksarâyî’nin Siyasetüd-dünya ved-dîn adlı eserine değineceğiz. İsminden de 230 Köse, “Siyaset”, s. 296. Meselâ âdil ve meşru bir devlet başkanı seçmek kat’î bir hükümken bu başkanın nasıl seçileceği zannîdir. 231 Alkan, a.g.m., s. 117. 232 Alkan, a.g.m., s. 117. 233 Kâmyâr hakkında bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 461; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 274; Moharram Mostafavi, 13. Yüzyılın Büyük Mutasavvıfı Evhadeddin-i Kirmani ve Anadolu Tasavvufundaki Yeri, Kitapyayınevi, İstanbul 2016, s. 226-227; Karş. Turan, Resmî Vesikalar, s. 74-79; Kara, Dini Serüveni, s. 460. 234 İbn Bîbî, a.g.e., s. 461. 235 Köksal, a.g.e., s. 71. 236 Köksal, a.g.e., s. 73. 68 anlaşılacağı üzerine din ve dünya siyaseti üzerine olan bu eser, itikad, ibadet ve yönetimle ilgili meseleleri birbiriyle ilişkili bir şekilde bir bütün hâlinde ele almaktadır.237 Aksarâyî’ye göre Allah hem dünyanın hem de ahiretin Rabbî’dir. Dünya ve ahiret, dünya ve din birbirinden ayrı değildir.238 Bu bağlamda mülk ve din ikiz kardeş gibidir. İnsanların ümerâya, ümerânın da ulemâ ve Şeriat’a itaat etmesi gerekir.239 Mutlaka bir yönetici olması gerektiğini savunan Aksarâyî, kimin ve nasıl yönetici olacağıyla ilgili Ehl-i Sünnet’in anlayışını aynı şekilde benimseyerek, zâhir olup, şahıs ve nesep bakımından da ehil kişiye imâmlık akdinin yapılabileceğini kaydeder.240 Özetle fıkıh uleması, her ne kadar İslâm dairesinde kalarak en ideal devlet ve yönetim çerçevesini çizmeye çalışsa da hem tarihî hem de bizatihi kendi zamanlarında yaşadıkları tecrübelerden haraketle, ideal olanın hayata geçirilmesinde birçok sapmaların olduğunu fark etmişlerdir. Bu farkındalık sebebiyle ütopik fikirlerden uzak durmaya çalışıp, mümkün mertebe yaşanılan gerçekliği ıskalamamaya gayret etmişlerdir. Onlar daha ziyâde gücü elinde bulunduranların âdil olması ve sorgulanması gerekliliği üzerinde durmuşlardır.241 1. 3. 2. Kelâm ve Siyaset Kelâm sahasında siyâsetle ilgili meselelerin başında imâmet meselesi gelir ve genellikle konu bu çerçevede sınırlandırılarak işlenir. Bununla birlikte hilâfetin ontolojik olarak temellendirilmesi ve Hâricîlerin fikirlerine reddiye de ele alınan konular arasındadır. 242 Kelamcılar bu konuları, bilhassa da imâmet konusunu, daha ziyâde teorik açıdan incelediği ve bu çerçevede de sınırlı tuttukları için, siyaset alanında fıkıh kadar etki sahası oluşturamamışlardır. 237 Özgür Kavak, “İtikaddan Amele Siyaset İlmihâli: Saîd b. İsmail Aksarâyî – Siyâsetü’d-dünyâ ve’ddîn Adlı Eseri”, DİVAN, 17/33 (2012/2), s. 194. 238 Kavak, “Aksarâyî”, s. 207; a. mlf., “Dünya ve Din Siyaseti’: Saîd b. İsmail el-Aksarâyî’nin Siyaset İlmihalinde Hilâfet”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 32 (2014), s. 69. 239 Saîd b. İsmail b. Ömer er-Rûmî el-Aksarâyî, Siyâsetü’d-dünyâ ve’d-dîn, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, Akşehir, nr. 228’den naklen Kavak, “Dünya ve Din Siyaseti”, s. 64. 240 AK, vr. 5a’dan naklen Kavak, “Dünya ve Din Siyaseti”, s. 72. 241 Köse, “Siyaset”, s. 296. 242 Bağdadlı, a.g.e., s. 84; Köse, “Siyaset”, s. 296. 69 Denilebilir ki kelâm ilmine ait eserlerde siyaset, Ehl-i Sünnet ve Şîa arasındaki “imâmet” sorununu tartışmak için ele alınmıştır. Şîa’nın bu husustaki fikir ve iddiaları, Ehl-i Sünnet’in de konuyu ele almasına neden olmuştur. Bu bağlamda kelâm kitaplarında, fıkıh literatüründe olduğu gibi yönetici dendiğinde daha çok halîfe anlaşılmış ve işlenmiştir.243 1. 3. 3. Felsefe ve Siyaset İslâm filozofları ise siyaset alanında ideal olanın üzerinde duran ve lider merkezli tanımlamalar yapmışlardır. Onlar, siyâseti kişinin kendi şahsiyetiyle ilgili olarak ahlâkî, ev halkıyla ilişkili olarak ev idaresi-ekonomisi ve toplumla ilişkili olarak da şehir-ülke alanında uygulanmasına göre üç ana kısımda incelemiştir. 244 Türkiye Selçuklu sultanlarının felsefeye olan merakı ve filozoflarla ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, sultanların felsefenin siyaset nazariyesinden haberdar olduğunu söylemek mümkündür. Meselâ II. Kılıç Arslan bu hususta en çok öne çıkan sultandır. Özlem Bağdatlı, siyasete ilişkin en kapsamlı tanımı, Fârâbî’nin yaptığını söylemektedir. Bir felsefeci olarak Fârâbî’nin tanımına göre siyaset, “toplumun iyiliğini, ahlâklılığını, dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan ve bu amaçlarla birlikte şehri, asayişi, düzeni ve imarı işini de kapsayan yönetme sanatı”dır.245 Fârâbî, siyasetin sultanların işi olduğunu söyler ve şehirden şehre, kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamana ve olaylara göre değişen şartları olduğunu ifade eder.246 Böylece onun tanımlamasına göre siyaset, zamanın şartlarına uygun hareket etme kabiliyetidir ve bu iş ancak derin bir tecrübeyle yapılabilir.247 Bununla birlikte onun ortaya koyduğu fikirlerde erdemlilik temel esastır ve bu erdemin elde edilmesi de vahiyle irtibatı gerektirmektedir.248 243 Bağdadlı, a.g.e., s. 86. 244 Şenol Korkut, “Felâsife’nin Siyaset Nazariyesi”, İslâm Siyaset Düşüncesi, (ed. Lütfi Sunar - Özgür Kavak), İLEM Yay., İstanbul 2018, s. 138; Köse, “Siyaset”, s. 297; 245 Bağdadlı, a.g.e., s. 93; Korkut, a.g.m., s. 142, 143; Köse, “Siyaset”, s. 297. 246 Bağdadlı, a.g.e., s. 94. 247 Bağdadlı, a.g.e., s. 94. 248 Bağdadlı, a.g.e., s. 60, 61. 70 Siyaseti, pratik felsefenin bir kolu olarak ele alan İbn Sina, onu toplum yönetimi şeklinde açıklar.249 O, insanın yetkinleşmesi için ortak hayatın gerekli olduğunu, bu hayatın da aile ve şehir olmak üzere iki temel saç ayağının bulunduğunu ifade eder. 250 Aile ve şehrin yetkinleşmesi için (erdemli hâle ulaşması) de “meşrû bir kanun ve bu kanuna göre hareket edip onu muhafaza eden bir yönetici” gerekir.251 Bu noktada o İslâm dinini ve Peygamber’ini (sav.) öne sürer. Farâbî ise bu yetki alanını filozofa da açar.252 İbn Sina, hilâfetin varlığı ile ona itaati farz olarak görür ve halîfenin seçimiyle ilgili olarak da ya yasa koyucunun eliyle tayin edilmesini ya da önde gelenlerin görüş birliğini ortaya koyar.253 Bununla birlikte halîfenin tayininin cumhurun huzurunda açıkça doğrulanması gerektiğini ifade ederek bu görevin hak edene verilmesi şartını vurgular. 254 Ona göre aksi şekilde davranmak Allah’ı inkar olur. Diğer İslâm âlimleri gibi filozoflar da siyaset görüşlerinde adâlete, merkezî bir konum vermişlerdir.255 Filozoflar, konuyu kelâmcılardan daha geniş bağlamda ele almakla birlikte onların fakîhler kadar etki alanı olmamıştır. 1. 3. 4. Siyasetnâmeler Siyasetnâme ve edep literatüründe ise genel olarak bürokratların kaleme aldığı eserler vardır.256 Siyâsetnâme yazarları tarihî tecrübeyi ve hayatın-zamanınşartların gerçeklerini göz önünde bulundurarak inşâ edilen siyaseti öne çıkartan tanımlamalar yapar. Siyasetnâmelerde Fars kültürünün ve yönetim sisteminin etkisi çok büyüktür. Bununla birlikte Hind kültürünün etkisi de azımsanmamalıdır. 249 Bağdadlı, a.g.e., s. 61. 250 Bağdadlı, a.g.e., s. 63; Köse, “Siyaset”, s. 297. 251 Bağdadlı, a.g.e., s. 63; Korkut, a.g.m., s. 139, 169; Köse, “Siyaset”, s. 297. 252 Korkut, a.g.m., s. 134. 253 Korkut, a.g.m., s. 170. 254 Korkut, a.g.m., s. 171. 255 Köse, “Siyaset”, s. 297. 256 Köse, “Siyaset”, s. 297. 71 Siyasetnâmelerde amaç hükümdarın adâletle hükmetmesinin gerekliliğini anlatmaktır. Devletin yönetimiyle ilgili gerekli olan temel bilgiler ve sorunların çözümüyle ilgili metodlar da siyasetnâmelerde verilen bilgiler arasındadır. Bu eserlerde ahlâk ön plâna çıkartılır ve bir nevi siyaset ahlâkının yolu ve yöntemi inşâ edilmeye çalışılır. Bu bağlamda âyet ve Hadisler, Fars yönetim anlayışından ve yöneticilerinden örnekler, hikmetli hikâyeler oldukça sık bir şekilde işlenir. Bu tasnif dahi bir dinî anlayışın siyasî yansımasını göstermektedir. Siyasetnâmelerde Tanrı’nın âlemi idaresiyle hükümdarın dünyayı yönetmesi arasında paralellik kurulur.257 Böylelikle hükümdar kutsal bir karaktere büründüğü gibi onun siyaseti de kutsal bir karaktere bürünür. Böylece İslâm Şeriatı’na aykırı hareketlerde bulunsa dahî sultana itiraz etmek zorlaşır. Ortaya koydukları perspektifle, fıkıh eserlerinden sonra siyasî otoritelere en çok etkide bulunan siyasetnâmelerdir. Bu literatürün en önemli örneklerinden birini Büyük Selçuklu Vezîri Nizâmülmülk vermiştir. Bürokratik bir tavırla258 kaleme aldığı eserinde o, otoriteyi halîfe yerine Allah’a dayandırır ve din ile devleti birbirine bağlı iki olgu olarak ortaya koyar.259 Onun eserinde siyaset; heybet, adâlet, korku, kılıç, ölüm kelimeleriyle eş ve yakın anlamda kullanılır.260 1. 3. 5. Türkiye Selçuklu Döneminde Siyaset Kavramı Türkiye Selçuklu döneminde kaleme alınan ve özellikle de sultanlara sunulan eserlerde, siyaset kavramının sık sık kullanıldığına rastlamaktayız. Bu da sultanların siyaset kavramı ve etrafındaki tartışmalardan haberdar olduğu anlamına gelmektedir. Bu iletişim de hiç şüphesiz onların dinî anlayışlarına ve bu anlayışlarının siyasî yansımalarına tesir etmiştir. 257 Bağdadlı, a.g.e., s. 49. 258 Bürokratik tavırla ilgili olarak bkz. Alkan, a.g.m., s. 113-115. 259 Göksu, a.g.e., s. 54-57; Alkan, a.g.m., s. 113. 260 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 9, 10, 83, 98, 156. 72 Buraya kadar ortaya koyduğumuz arka plân üzerinde Türkiye Selçuklu çağından elimizde kalan metinlere baktığımızda din ve siyâset ilişkilerine dair tabloyu genel olarak şu şekilde özetleyebiliriz: Önemli Selçuklu tarihçisi Nîşâbûrî ve er-Râvendî eserlerinde, siyaset kavramını adâletle beraber kullanmaktadır.261 Râvendî’ye göre adâlet demek din demek, zulüm demek dinsizlik demektir.262 Sıbt İbnü’l-Cevzî eserinde, Antakya’nın fethi sonrasında I. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Süleyman-şâh’ın şehirdeki uygulamalarını siyaset kavramıyla değerlendirir.263 Reşîdüddin Fazllullah da eserinde, siyaset kavramını idam etmek, ceza vermek gibi anlamlarda kullanmıştır.264 Necmeddîn Er-Râzî/Dâye’nin Mirsâdü’l-İbâd, Zencânî’nin Letaifü’lAlâ’iyye adlı eserlerinde hemen hemen aynı perspektif hakimdir. Din ve mülk ikiz kardeş olarak sunulur ve birbirlerinin tamamlayıcısı kabul edilir. Bu iki kutup arasında yetkili kılınan kişi sultanlardır. Sultanlar, Zıllullah olmaları hasebiyle dinî açıdan; soy ve ordu gibi güçlere sahip olmaları sebebiyle de mülk açısından bu yetkiyi kullanmaya uygundurlar. Bahsi geçen her iki eserde bu perspektif çeşitli farklılıklarla işlenir. Ravzatü’l-‘ukul ile Berîdü’s-saʿâde adlı eserlerde de aynı paradigma hakimdir. İbn Bîbî, eserinde siyaset kelimesini yönetim, ceza, hüküm ve adalet ile yakın anlamlarda kullanır.265 Eserde sultanların siyasetiyle Şeriat’ın Anadolu’ya hakim olduğu, din ve devlet işlerinin düzene girdiği ifade edilir. 266 261 Zahîrüddîn Nîşâbûrî, Selçuknâme, (çev. Ayşe Gül Fidan), Kopernik Yay., İstanbul 2018, s. 94; Râvendî, a.g.e., I, 128, 134. 262 Râvendî, a.g.e., I, 231. 263 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’tüz’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân, (çev. Ali Sevim), Mir’tüz’z-Zamân Fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular, TTK, Ankara 2011, s. 262. 264 Hâce Reşîdüddîn b. İmâdüddevle Ebû’l-Hayr b. Muvaffaküddevle Âlî et-Tabîb el-Hemedânî, Câmi’u’t-tevârîh, (çev. Erkan Göksü-H. Hüseyin Güneş), Selçuklu Devleti, Selenge Yay., İstanbul 2010, 89. 265 İbn Bîbî, a.g.e., s. 92, 119, 249. 266 İbn Bîbî, a.g.e., s. 119. 73 Bu bağlamda onun eserinde aktarılan ilginç bir bilgi I. Gıyâseddîn döneminin Konya Kadısı Tırmizî’nin sultanın Bizans ülkesinde Şeriat’ın yasakladığı şeyleri yapması sebebiyle tahta oturamayacağına dair fetvâ verdiği iddiasıdır.267 Bu olay din ile siyasetin bu dönemdeki ilişkilerine dair güzel bir örnektir. Ayrıca II. Kılıç Arslan’ın, veliahtı olarak ilân ettiği I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e verdiği vasiyeti de bu bağlamda dikkat çekicidir. II. Kılıç Arslan oğluna, âdil olması gerektiğini, Şeriat ve Sünnet’e tâbi hareket etmesini öğütler.268 Anonim Selçuknâme adlı eserde bu kavram, ceza anlamında kullanılır. Sultan Gıyâseddîn II. Mes’ûd devrinde, Hâce Nasıreddîn zulüm yapan kim varsa onu Moğol Valisi Geyhatu’ya bildiriyor, o da onlar hakkında siyaset ediyor, yani onları cezalandırıyordu.269 267 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124. 268 İbn. Bîbî, a.g.e., s. 41. Bu konu II. Kılıç Arslan ile ilgili bahiste ele alınacaktır. 269 Tarîh-i Âl-i Selçuk, (trc. Halil İbrahim Gök-Fahrettin Coşguner), Anonim Selçuknâme, Atıf Yay., İstanbul 2014, s. 60. 74 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU SULTANLARININ DİNÎ ANLAYIŞLARI VE SİYASÎ YANSIMALARI 2. 1. Kuruluş Devri 2. 1. 1. I. Süleyman-Şâh (1075-1086) 2. 1. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucu Sultanı I. Rükneddîn Süleyman-şâh (ö. 1086), Selçukluların ismini aldıkları atası Selçuk Bey’in (ö. 1007 [?]) oğullarından Arslan (İsrail) Yabgu (ö. 1032)’nun torunudur. 270 I. Süleyman-şâh’ın babası Kutalmış (ö. 1063), hem kardeşi Mikail’in oğulları Tuğrul (ö. 1063) ve Çağrı Bey’e (ö. 1059) hem de onların ölümü sonrası Büyük Selçuklu tahtına çıkan Alp Arslan’a (ö. 1072) karşı saltanat mücadelesi verdi. Ancak Kutalmış, bu mücadelelerinden bir netice elde edemediği gibi hayatından da oldu. 271 Onun bu faaliyetlerinin bir sonucu olarak oğulları, Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan tarafından yakalanarak hapsedildi.272 270 Selçukluların şeceresi için Osman Turan’ın, Türkiye adlı eserinin sonuna bakınız. 271 Sadreddîn Ebû’l-Hasan ‘Ali İbn Nâşır İbn ‘Ali El-Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye, (çev. Necati Lugal), TTK Yay., Ankara 1999, s. 21, 22; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, (çev. Abdülkerim Özaydın), İslâm Tarihi, Bahar Yay., İstanbul 1987, X, 48-49; a. mlf., el-Kâmil fi’t-Tarih, (çev. Murat Temelli), Büyük Selçuklu Devleti Tarihi, Ark Yay., İstanbul 2013, s. 290-291; Kıvâmeddîn Ebû İbrâhîm el-Feth b. Alî b. Muhammed el-Bündârî el-İsfahânî, Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’lʿusra, (çev. Kıvâmeddîn Burslan), Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTK Yay., Ankara 2016, s. 26; Sıbt, a.g.e., s. 91, 115, 128-129; Reşîdüddîn, a.g.e., s. 107-108; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-düvel, (haz. Ali Öngül), Câmüu’d-düvel Selçuklular, Kabalcı Yay., İstanbul 2017, II, 22; Karş. Turan, Selçuklular, s. 147-149; Ali Sevim - Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi (Siyaset, Teşkilât ve Kültür), TTK Yay., Ankara 2014, s. 61-62; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 94-99; Mehmet Ersan, “Türkiye Selçuklu Devleti”, İslâm Tarihi ve Medeniyeti, Siyer Yay., İstanbul 2018, X, 169; Daha ayr. bilgi için bkz. Muharrem Kesik, “Kutalmış’ın Büyük Selçuklu Tahtına Ele Geçirme Gayretleri”, Türk Kültürü, sy. 454, (Ankara 2001), s. 97-105; a. mlf, Türkiye Selçukluları-Makaleler, Kriter Yay., İstanbul 2015, s. 1-14. 272 Kutalmış’ın mağlup olması ve oğullarının hapsedilmesi hakkında bkz. Ali Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman-şâh, TTK, Ankara 2018, s. 22; Ersan, “Türkiye”, X, 169; Kesik, “Kutalmış’ın...”, s. 104; Sevim, “Süleyman Şah I”, DİA, s. 103; Faruk Sümer, “Kutalmış”, DİA, XXVI, 481; Taner Demir, I. Süleyman Şah Dönemi Türkiye Selçuklu Devleti, (İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2018), s. 38. 75 Bazı kaynakların belirttiğine göre Kutalmış oğulları, Büyük Selçuklu topraklarında isyanlara neden olabilecekleri endişesiyle, hapsedilmelerinden bir süre sonra Anadolu’ya (Rum’a) sürüldüler.273 Osman Turan ise bu yoruma katılmamaktadır. Ona göre Kutalmış oğulları, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın ölümü274 ve Melik-şâh’ın Büyük Selçuklu tahtına çıkışı sürecindeki karışıklıklardan faydalanarak ya da küçük bir ihtimalle yeni Sultan Melik-şâh’ın izniyle serbest kaldılar. 275 Ali Sevim de Kutalmış oğullarının bahsi geçen karışıklıkları fırsat bilerek kaçtıklarını düşünmektedir. 276 Büyük Selçukluların elinden kurtulduktan sonra ilk olarak Suriye’de faaliyetlerde bulunan Kutalmış oğlu Süleyman-şâh, daha sonra Anadolu’nun iç bölgelerine yöneldi ve Konya’yı ele geçirdi.277 İleri hareketine ara vermeyerek kısa süre zarfında Konya ile İznik arasındaki birçok kaleyi fetheden Süleyman-şâh, 1075 yılında da İznik’i alarak topraklarının başkenti yaptı. 278 Bununla birlikte Türkiye Selçuklu Devleti’nin bu tarihte kurulup kurulmadığı ise tartışmalıdır.279 273 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 29; İbn Bîbî, a.g.e., s. 46-47; Reşîdüddîn, a.g.e., s. 108; Aksarâyî, a.g.e., s. 11; Karş. Mehmet Altay Köymen, “Süleymanşah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, Belleten, LVII/218, (Ankara 1993), s. 71-72; Turan, Türkiye, s. 75, 76; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu?”, TED, sy. l0-11 (1981), s. 1-28; Erdoğan Merçil, “Türkiye Selçukluları”, Türkler, (ed. Hasan Celâl Güzel, Kemal Çiçek, Sâlim Koca), VI, 503; Demir, I. Süleyman Şah, s. 55-57. 274 Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın ölümüyle ilgili ayr. bilgi için bkz. Muharrem Kesik, “Sultan Alp Arslan Nasıl Öldürüldü”, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi, sy. 5, (Konya 2016), s. 95-115. 275 Çağdaş Bizans tarihçisi Attaliates, Historia adlı eserinde, Süleyman-şâh’ın Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’a karşı isyan içerisinde bulunduğunu ifade ederek, onun Melik-şâh tarafından serbest bırakılmış olma ihtimalini zayıflatmaktadır. Bkz. Mikhael Attaleiates, Tarih, (çev. Bilge Umar), Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2008, s. 262, 263. Keza bir diğer Bizans tarihçisi Ioannes Zonaras da Kutalmış oğlu Süleyman-şâh’ı Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’ın hısmı olarak tanıtmakta ve iki tarafın savaşa hazırlandığını belirtmektedir. Bkz. Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, (çev. Bilge Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008, s. 150. Detaylı bilgi için bkz. Turan, Türkiye, s. 76, 77, 80, 109. Ayrıca bkz. Ersan, “Türkiye”, 170; Kâzım Paydaş, “Kutalmışoğulları’nın Urfa ve Havalisine Gelmeleri ve Bu Hâdisenin Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşundaki Önemi”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 155, (İstanbul 2005), s. 93; Demir, I. Süleyman Şah, s. 59-62. 276 Sevim, Süleyman-şâh, s. 22. 277 Tarîh-i Âl-i Selçuk, (trc. Halil İbrahim Gök-Fahrettin Coşguner), Anonim Selçuknâme, Atıf Yay., İstanbul 2014, s. 35; Karş. Turan, Türkiye, s. 84; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 522; Sevim, Süleyman-şâh, s. 27; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 100-101; Ersan, “Türkiye”, X, 170; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 74. 278 Azîmî, Tarihu’l Azîmî, (çev. Ali Sevim), Azîmî Tarihi, Selçuklularla İlgili Bölümler (H. 430- 538=1038/39-1143/44), TTK Yay., Ankara 2006, s. 24; Süryanî Mikhail, Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), Süryanî Patrik Mikhail’in Vekayinâmesi, (Fotokopi Nüsha), s. 29; Korykoslu Hayton, Flos Historiarum Terre Orientis, (çev. Altay Tayfun Özcan), Doğu Tarihinin Altın Çağı, Selenge Yay., İstanbul 2015, s. 63; Anonim Selçuknâme, s. 35, 36; Karş. Turan, Türkiye, s. 84; 76 İznik’e yerleşen Kutalmış oğlu Süleyman-şâh, 1071 Malazgirt yenilgisinden sonra bir türlü toparlanamayan Bizans’ın içinde bulunduğu karışıklıklardan faydalanarak topraklarını genişletti. Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh, Anadolu’da cereyan eden bu olaylar karşısında kayıtsız kalmadı ve 1078 yılında, Kutalmış oğlu Süleyman-şâh’ın üzerine Emîr Porsuk’u gönderdi.280 Emîr Porsuk, Süleyman-şâh’ın ağabeyi Mansur’u öldürdü ve sonra da Süleyman-şâh’ın üzerine yürüdü. Ancak emîr, Süleyman-şâh’a karşı başarılı olamadı. Böylece Süleyman-şâh da Anadolu toprakları üzerindeki otoritesini pekiştirmiş oldu. 281 1081 yılında Bizans İmparatorluğu’nun başına I. Aleksios Komnenos (ö. 1118) geçti.282 I. Aleksios, Bizans üzerine Balkanlardan gelen tehditlere karşı koyabilmek için Süleyman-şâh ile bir anlaşma yaptı.283 Böylece Kutalmış oğlu Süleyman-şâh’ın elde ettiği kazanımlar resmi olarak kabul edilmiş ve hukukî bir statü kazanmış oldu. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 522-523; Sevim, Süleyman-şâh, s. 27-28; Ersan, “Türkiye”, X, 170; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 74. 279 Bu konu hakkındaki fikirler için bkz. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 95; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sy. 10-11, (İstanbul 1979-1980), s. 1-28; Köymen, “Süleymanşah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, s. 71-79; İsmet Burak Batır, “Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluş Tarihine İlişkin Bir Değerlendirme”, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi, sy. 9, (Ocak 2018), 263 – 281; Demir, I. Süleyman Şah, s. 88-106. 280 Kaynaklarda bu olayla ilgili bilgiler oldukça tartışmalıdır. Olası tüm senaryolar için bkz. Turan, Selçuklular, s. 201; a. mlf, Türkiye, s. 86-89. En makul yaklaşım için bkz. Cahen, a.g.e., s. 10. Ayrıca bkz. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 523-524; Sevim, Süleyman-şâh, s. 30; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 102; Ersan, “Türkiye”, s. 171; Yusuf Ayönü, Selçuklular ve Bizans, TTK Yay., Ankara 2018, s. 65; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 82-85. 281 Turan, Selçuklular, s. 201; a. mlf, Türkiye, s. 88; Cahen, a.g.e., s. 10; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 523-524; Sevim, Süleyman-şâh, s. 30; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 102; Ersan, “Türkiye”, 172; Ayönü, a.g.e., s. 66; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 82-85. 282 Zonaras, a.g.e., s. 160; Anna Komnene, Alexiad, (çev. Bilge Umar), Malazgirt’in Sonrası, İnkılab Kitabevi, İstanbul 1996, s. 95; Süryani Mikhail, a.g.e., s. 34-35; Gregory Ebû’l-Ferec, (Bar Hebraeus), Abû’l Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987, I, 329; Karş. Georg Ostragorsky, Geschichte Des Byzantinisches Staates, (çev. Fikret Işıltan), Bizans Devleti Tarihi, TTK Yay., Ankara 2011, s. 324; Turan, Türkiye, s. 90; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 524; Sevim, Süleyman-şâh, s. 30; Ersan, “Türkiye”, X, 172; Ayönü, a.g.e., s. 73; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104. 283 Anna, a.g.e., 126; Karş. Ostragorsky, a.g.e., s. 330; Turan, Türkiye, s. 90-91; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 524; Sevim, Süleyman-şâh, s. 31; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 103-104; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Ayönü, a.g.e., s. 73-76; Thamara Talbot Rice, The Seljuks In Asia Minor, (çev. Tuna Kaan Taştan), Anadolu Selçuklu Tarihi, Nobel Yay., İstanbul 2015, s. 49; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 108; Gülay Öğün Bezer, “Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Antlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri”, TYB Akademi: Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler Dergisi, Türkiye Yazarlar Birliği, sy. 12, (Ankara 2014), s. 21-35. 77 Süleyman-şâh, 1082 yılında Çukurova’ya girerek Tarsus’u, civardaki birçok kale ve şehri fethetti.284 Sultan, 12 Ocak 1085’te de Antakya’yı teslim aldı.285 Buradan Halep’e doğru akınlarda bulunan Süleyman-şâh, bu bölgelerin idarecisi konumunda bulunan Selçuklu vasalı Müslim’i de alt etti.286 Süleyman-şâh’ın Suriye bölgesindeki faaliyetleri, kaçınılmaz olarak, onu Büyük Selçuklu Devleti’yle karşı karşıya getirdi. Süleyman-şâh, Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh adına bölgede faaliyetlerde bulunan Emîr Tutuş ile 1086’da savaşa girmek durumunda kaldı. Bu savaşa kadar birçok zaferler kazanan Süleyman-şâh bu kez mağlup oldu ve savaş meydanında hayatını kaybetti.287 2. 1. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansımaları I. Süleyman-şâh’ın dinî anlayışı hakkında kaynaklardaki bilgiler oldukça azdır. Ancak kaynaklarda tespit ettiğimiz birkaç bilgiden ve Süleyman-şâh’ın faaliyetlerinden hareketle, onun dinî anlayışına ve bu anlayışın siyasî yansımalarına dair bir çerçeve çizmek mümkündür. 284 Sıbt, a.g.e., s. 261; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, 329; Karş. Turan, Türkiye, s. 98; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 525; Sevim, Süleyman-şâh, s. 31; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 105; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Yay., Ankara 2019, s. 40; a. mlf., “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 111. 285 Urfalı Mateos, Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), TTK, Ankara 2019, s. 161; Anna, a.g.e., 194; Azîmî, a.g.e., s. 29; Süryanî Mikhail, a.g.e., 30; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 128; a.e., (çev. Temelli), s. 354-355; Sıbt, a.g.e., s. 261; Kemâlüddîn İbnü’l-Adîm, Zübtedü’l-Haleb Min Târîhi Haleb, (çev. Ali Sevim), Zübtedü’l-Haleb Min Târîhi Hale’de Selçuklular (H. 447-521=1055- 1127), TTK Yay., Ankara 2014, s. 51-53; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, 331; Korykoslu Hayton, a.g.e., s. 64; Kerîmüddîn Mahmud-i Aksarâyî, Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr (çev. Mürsel Öztürk), TTK Yay., Ankara 2000, s. 14; Anonim Selçuknâme, s. 36; İbnü’l-Verdî, Tetimmetü’lMuhtasar fî Ahbârî’l-Beşer, (çev. Mustafa Alican), Bir Ortaçağ Şairi’nin Kalemi’nden Selçuklular, Kronik Yay., İstanbul 2017, s. 40; Karş. Turan, Türkiye, s. 100-101; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 525-526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 33-34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ersan, Ermeniler, s. 41-42; a. mlf., “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 112-115. 286 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 129-130; a.e., (çev. Temelli), s. 355-357; Sıbt, a.g.e., s. 267-268; İbnü’lAdîm, a.g.e., s. 56; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, 332; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 40; Karş. Turan, Türkiye, s. 103; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 527; Sevim, Süleyman-şâh, s. 36-38; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 110; Ersan, “Türkiye”, X, 174; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 117-122. 287 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 168; Anna, a.g.e., 195; Azîmî, a.g.e., s. 30; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 135; a.e., (çev. Temelli), s. 361; Sıbt, a.g.e., s. 271; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, 333; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 103-104; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 527-528; Sevim, Süleyman-şâh, s. 38-40; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 111-112; Ersan, “Türkiye”, X, 175; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 122-129. 78 2. 1. 1. 2. 1. Gaza ve Cihad I. Süleyman-şâh’ın, Anadolu’nun batı ucuna kadar giriştiği fetih hareketlerinden önceki sayfalarda bahsettik. Şüphesiz bu fetihler, onun siyasî amaçları açısından değerlendirilebileceği gibi “gaza ve cihad ruhu” bağlamında dinî anlayışı bakımından da incelenebilir. I. Süleyman-şâh, beraberindeki Türkmenler ile yeni şehirler ve yöreler fethederken gaza ve cihad ruhundan bîhaber değildi. Bu ruhun, fetih siyasetindeki etkisinin “ne kadar” olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu fetihlerde, dinî motivasyonun etkin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim I. Süleyman-şâh’ın, “Anadolu Fatihi” ve “Gazi” unvanları vardı.288 Bilindiği üzere gazi unvanı, din uğruna savaşan kişilere verilirdi.289 Bu bağlamda, Anadolu’ya yönelik ilk İslâm fetihlerinin ardından ortaya çıkan Battal Gazi efsanesi, Anadolu coğrafyasında gaziliğin nasıl anlaşıldığını ve yorumlandığını gösteren güzel bir örnektir.290 Abdülkadir Özcan’a göre bu efsane, gazilik ruhunun iki kapak arasına girmiş yani kitaplaşmış hâlidir.291 Ahmet Yaşar Ocak da Battalnâme’nin, XI. yüzyılın sonları ile XIII. yüzyılın başları arasında, Anadolu’daki gaza, cihad ve gazilik anlayışına göre yazıldığına dikkat çeker.292 Bu bilgiler, gazilik unvanından hareketle Süleyman-şâh’ın dinî anlayışına ve siyasî yansımalarına dair ortaya koyduğumuz iddiaları desteklemektedir. Ayrıca gazilik unvanı, Selçuklu hanedanlığında I. Süleyman-şâh ile de ortaya çıkmış değildir. Selçukluların büyük atası Selçuk b. Dukak da Müslüman olmayan Türklere karşı savaşmış ve bu sebeple “el-Melikü’l-Gazi” unvanıyla anılmıştı.293 I. Süleyman-şâh ise bu ruhu Anadolu’ya taşıyan ve en önemli beylerden biriydi. Gazi unvanının dîn ile alâkalı olduğu açıktır. Bu unvan, Süleyman-şâh’a verildiğine göre, hem Süleyman-şâh hem de beraberindekiler, Anadolu’da verdikleri 288 Râvendî, a.g.e., s. 19; Karş. Turan, Türkiye, s. 109; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 528; Sevim, Süleyman-şâh, s. 42; Demir, I. Süleyman Şah, s. 163. 289 Kutlu, a.g.e., s. 73-79; Abdülkadir Özcan, “Gazi”, DİA, XIII, 443. 290 Battal Gazi’nin kişiliği ve Battalnâme adlı eser hakkında detaylı bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, “Battal Gazi”, DİA, V, 204-205; a.mlf., “Battalnâme”, DİA., V, 206-208. 291 Özcan, a.g.m., s. 443. 292 Ocak, “Battal Gazi”, s. 205. 293 Abdülkerim Özaydın, “Selçuk Bey”, DİA, XXXVI, 364-365; Özcan, a.g.m., s. 443. 79 mücadeleyi din uğruna yapılan bir mücadele olarak görmekteydiler. 294 Bu uğurda verilen mücadeleler, aynı zamanda, Süleyman-şâh’ın sahip olduğu dinî anlayışın siyasî bir yansıması olarak da yorumlanabilir. 2. 1. 1. 2. 2. Şiîlik Meselesi I. Süleyman-şâh’ın faaliyetlerinden hareketle dinî anlayışını ve siyasi yansımalarını araştırmaya devam edersek, en dikkat çekici mesele olarak karşımıza, onun, Şii bir yöneticiden kadı ve hatip istemesi meselesi çıkar. I. Süleyman-şâh, 1082 yılında Güneydoğu Anadolu bölgesinde gerçekleştirdiği fetihlerden sonra Trablusşam hakimi Şiî Celâlü’l-mülk Ebû’l-Hasan Ali b. Ammâr’dan295 yeni fethettiği şehirlerde görevlendirilmek üzere kadı ve hatipler göndermesini istedi.296 Süleyman-şâh, kadı ve hatibi, neden aynı zamanda kendisi de kadı olan Şiî bir emîrden istedi? Süleyman-şâh Şiî miydi? Yoksa din ve fıkıh konusunda Şiî-Sünnî ayrımı gütmemektemiydi? Ya da Şiî bir emîrden kadı ve hatip istemenin ne anlama geleceğini bilmiyor muydu? Veyahut bu kararı siyasî bir hamle olarak mı vermişti? Bu sorulara cevap vermek için öncelikle konuyla ilgili tartışmalı bilgileri yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Bizans tarihçisi Ioannes Zonaras’a göre I. Süleyman-şâh, Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’tan, kendisinin Anadolu’daki hakimiyetini onaylamasını istiyordu. 297 Ancak Melik-şâh ise buna yanaşmıyordu. Süleyman-şâh’ın Anadolu’da 294 Turan, Türkiye, s. 109; Özcan, a.g.m., s. 443. 295 Ammâroğulları ve Trablusşam’daki hâkimiyetleri hakkında bkz. Abdülkerim Özaydın, “Ammâroğulları”, DİA, III, 76-77. Ali Sevim ve Erdoğan Merçil, İbn Ammâr’ın Fatımî halîfesine isyan edip Trablusşam’da bağımsız bir yönetim izlediğini ifade etmektedir. Bu bilgi de konumuz açısından dikkat çekicidir. Bkz. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 525. 296 Sıbt, a.g.e., s. 249; Karş. Turan, Türkiye, s. 98; Cahen, a.g.e., s. 10, 217; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 525; Sevim, Süleyman-şâh, s. 31; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104; Demir, I. Süleyman Şah, s. 111-112. Kutalmış oğlu Süleymanşâh ile doğrudan alakası olmasa da bu noktada Sıbt’nin eserinde geçen bir bahis son derece dikkat çekicidir. Sıbt, Süleyman-şâh’ın kardeşlerinden biri ya da ikisinin (Alp İlig ve Devlet), Filistin’de Büyük Selçuklu Devleti adına faaliyet yürüten Emîr Şöklü’nün “gelin, başımıza geçin” daveti sonrası bu bölgeye gittiğini aktarır ve Şöklü’yle beraber Mısır’da bulunan Şiî Fatımî halîfesine biat ettiklerini kaydeder. Aynı rivayeti, Kutalmış oğlu Süleyman-şâh ile ilgili eserinde Ali Sevim de aktarır. Süleyman-şâh’ın yaptığı benzeri hamleyi ondan önce kardeşlerinin de yapmış olması dikkat çekicidir. Bu hamlenin siyasî gayelerle yapıldığı açıktır. Ancak konumuz açısından bakıldığında bu davranışlar, Kutalmış oğullarının esnek bir dinî anlayışa sahip olduğunu gösterir. Bkz. Sıbt, a.g.e., s. 201; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 99; Sevim, Süleyman-şâh, s. 24. 297 Zonaras, a.g.e., s. 150. 80 her geçen gün genişleyen hakimiyeti sonucu taraflar arasındaki gerginlik had safhaya ulaşınca, Zonaras’a göre araya Abbâsî halîfesi298 girdi ve iki taraf arasında bir anlaşma yapılmasını sağladı.299 Buna göre Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’ın ülkesi bölünmeyecek, yani I. Süleyman-şâh ona ait olan topraklarda hüküm sürmeyecek; Melik-şâh ise I. Süleyman-şâh’ın Bizans topraklarındaki fetihlerine karışmayacaktı.300 Zonaras’ın verdiği bu bilgiler oldukça kıymetlidir. Zirâ yukarıda sıraladığımız soruların cevapları açısından I. Süleyman-şâh ile Abbâsî halîfesinin ilişkilerinin mahiyeti önemlidir. Ancak ikili arasındaki bu ilişkinin ne zaman ve nasıl başladığı ise son derece tartışmalıdır. Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’ın, Anadolu’daki Kutalmış oğulları üzerine Emîr Porsuk’u gönderdiğini ancak emîrin, I. Süleyman-şâh’a karşı başarılı olamadığını önceki sayfalarda anlattık. Emîr Porsuk’un, dolayısıyla da Sultan Melikşâh’ın bu başarısızlığını, Zonaras’ın verdiği bilgilerle beraber değerlendirirsek, taraflar arasında yaşanan gerilimin ardından halîfenin araya girmesiyle iki tarafın ortak bir anlaşmaya varmış olduğunu düşünmek makuldür. Zirâ Melik-şâh açısından bakıldığında onun, en nihayetinde istediğini aldığı söylenebilir. Bu anlaşmayla o, toprakları üzerinde tek sultan olmaya devam edecekti. Ancak bizim konumuz açısından önemli olan nokta, Abbâsî halîfesinin girişimleridir. Daha da önemlisi halîfenin, I. Süleyman-şâh’a gönderdiği hil‘at, unvan ve lakapların, İznik’in fethinin ardından mı yoksa daha sonra mı tevdi edildiğidir. Bu sorunun cevabı, I. Süleyman- 298 Zonaras isim vermemektedir. Ancak bu tarihlerde Abbâsî halîfesi olan isim MuktedîBiemrillah’tır. Bkz. Hakkı Dursun Yıldız, “Abbâsîler”, DİA, I, 37. 299 Zonaras, a.g.e., s. 150. Halîfenin Batı Anadolu’da olup biten gelişmelerden haberdar olduğunun altını çizmek gerekir. Meselâ 1074 yılında, yani I. Süleyman-şâh’ın ayak sesleri Anadolu’da duyulmaya başlandığında, Bizans İmparatoru Mikhail, Abbâsî halîfesine bir mektup gönderdi. Bizans imparatoru bu mektubunda, kendileriyle Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh’ın arasını bulması için halîfenin aracı olmasını rica ediyordu. Ayrıca Bizans imparatoru, diğer bir elçilik heyetini de 1076 yılında Sultan Melik-şâh’a gönderdi. Bkz. Turan, Selçuklular, s. 200; a. mlf, Türkiye, s. 86; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 102. Bu heyetin Melik-şâh ile yaptığı görüşmelere ve Melikşâh’ın karşı cevabına dair bilgiler elimizde mevcut değildir. Ancak İmparator Mikhail’in, Sultan Melik-şâh’a Kutalmış oğulları hakkında bilgi vermiş olduğunu düşünmek mantıksız değildir. Tüm bunlar Batı Anadolu’da olup bitenler hakkında Abbâsî halîfesinin ve Selçuklu sultanının birinci dereceden kaynaklar aracılığıyla haberdar olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla halîfenin Melik-şâh ile Süleyan-şâh arasındaki gerilimde rol almış olduğunu düşünmek son derece makul görünmektedir. Bkz. Rice, a.g.e., s. 50. 300 Zonaras, a.g.e., s. 150. 81 şâh’ın Şiî İbn Ammar’dan kadı ve hatip istemesinin arka yüzünü aydınlatacak olması açısından son derece kritiktir. Muhtemelen Süryani Mikhail’in eserindeki301 bilgiden hareket eden Ali Sevim ve Erdoğan Merçil’e göre, Melik-şâh ve Abbâsî halîfesi tarafından takdîr edilen menşûrlar, Süleyman-şâh’a, Bizans’ın elinde bulunan İznik’i fethetmesi sonrasında gönderildi.302 Buna göre Büyük Selçuklu Sultanı Melik-şâh, I. Süleymanşâh’ın hükümdarlığını tanıyor, Abbâsî Halîfesi Kaim-Biemrillâh da hil‘at ile birlikte “Nâsırü’d-devle, Ebû’l-fevâris, Rükne’d-dîn” unvan ve lakaplarını kendisine tevdî ediyordu. 303 Sevim ve Merçil’in görüşünü bu şekliyle kabul ettiğimizde, I. Süleymanşâh’ın Şiî bir emîrden kadı ve hatip istemesini hem anlamak hem de açıklamak oldukça zorlaşmaktadır. Zirâ bu iki kıdemli tarihçinin görüşü eksiksiz kabul edildiği taktirde I. Süleyman-şâh, Sünnî Abbâsî halîfesi tarafından sultan olarak tanınmasına rağmen Fatımî halîfesine bağlı Şiî İbn Ammar’dan kadı ve hatip isteyerek halîfeyi karşısına almış olur. Bu da hiç makul değildir. Çünkü öncelikle I. Süleyman-şâh, Şiî değildir. İkincisi Selçuklu hânedânlığının Abbâsî hilâfetiyle olan ilişkileri öteden beri kuvvetli olagelmiştir. Süleyman-şâh da diğer ataları gibi yetişmiş, aynı eğitimden geçmiştir. Bu sebeple Sünnî Abbâsî halîfesine karşı Şiî Fatımî halîfesini dinî ve mezhebî anlayışı sebebiyle seçmiş olması pek mümkün değildir. Eğer Sünnî Abbasî halîfesine karşı mezhebî bir karşıtlığa girmek isteseydi, bunu bir emîr üzerinden değil doğrudan Mısır’daki Şiî Fatımî halîfesine bağlanarak yapması beklenirdi. Nitekim kaynaklarda, onun Şiî olduğuyla ilgili herhangi bir kayıt da mevcut değildir. Eğer Şiî olsaydı, ataları ve halefleri arasında, mezhebî açıdan farklı bir tutuma sahip olduğu için kaynaklar, buna muhakkak dikkat çekerdi. 301 Süryani Mikhail, halîfe tarafından gönderilen unvan ve lakapların İznik’in fethi sonrasında geldiğini kaydeder. Onun bu bağlamda kullandığı ifadeler son derece dikkat çekicidir. Ona göre halîfenin bu tevdîleri sonucunda Türklerin iki hükümdarı oldu. Biri Sultan Melik-şâh diğeriyse Süleyman-şâh’tı. Bkz. Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 29. Ancak Sultan Melik-şâh’ın bu durumu kabul etmeyeceği açıktır. Nitekim onun, Emir Porsuk’u Anadolu’ya göndermesi de bu tavra işaret etmektedir. Halîfenin ise Melik-şâh’a rağmen Süleyman-şâh’ın hakimiyetini onaylayabileceğini düşünmek mümkün değildir. Karş. Turan, Türkiye, s. 92-93. 302 Sevim-Merçil, a.g.e., s. 522; Sevim, “Süleyman şah I”, s. 104; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 103. 303 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 29; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 522; Kara, a.g.e., s. 492; Sevim, “Süleyman şah I”, s. 104; 82 I. Süleyman-şâh’ın bu davranışındaki asıl sebebin, hem Büyük Selçuklu sultanına hem de Abbâsî halîfesine gözdağı vermek olduğunu düşünüyoruz. 304 Bu durumda da Sevim ve Merçil’in iddia ettiği gibi, Sultan Melik-şâh ve Abbâsî halîfesi tarafından gönderilen menşûrların, İznik’in fethi sonrasında, diğer deyişle Tarsus’un fethi öncesinde gönderilmesinin kararlaştırılmış olduğunu kabul etsek bile en iyi ihtimalle bu menşûrların Süleyman-şâh’a ulaşması hususunda bir takım aksaklıkların meydana geldiğini düşünmek gerekir. Belki de halîfe, Zonaras’ın aktardığı gibi taraflar arasında aracı olmuş ve I. Süleyman-şâh’ı tanımak adına girişimlerde bulunmuştu. Ancak bu sürecin kâmilen tamamlanması için izni gerekli olan Sultan Melik-şâh işi ağırdan almıştı. 305 Bu durum da I. Süleyman-şâh’ı, hakimiyeti hakkındaki onay sürecinin hızlandırılmasını sağlamak için Tarsus’un fethi sonrasında Şiî bir kadıdan emir ve hatip isteyerek halife ve sultana gözdağı vermek zorunda bırakmıştır. Nitekim Osman Turan da eserinde, Zonaras’ın verdiği bilgiye atıfla, Emîr Porsuk’un Anadolu seferi sonrasında halîfenin devreye girerek taraflar arasında bir uzlaşı sağladığını belirtir.306 Ayrıca o, bu teze destek olarak el-Hüseynî’nin eserindeki bilgileri aktarır. Buna göre el-Hüseyni, Emîr Porsuk’un seferinden sonra Sultan Melik-şâh’ın, bütün Anadolu (Rum) beldelerini I. Süleyman-şâh’a bıraktığını kaydeder.307 Bu bilgilerden hareketle Turan da eserinde, Anadolu’daki durumun, Sultan Melik-şâh tarafından bir süreliğine de olsa kabul edildiği yorumunda 304 Bu dönemde, I. Süleyman-şâh’ın bu hamlesine benzer bir başka örneklik daha vardır. Bu da Büyük Selçuklu Devleti’nin Musul Emîri Şerefüddevle Müslîm’in, Şiî Fatımî halîfesiyle kurduğu ilişkidir. Müslim, Büyük Selçuklu Devleti’nden istediklerini elde edemeyince, Melik-şâh’a karşı böyle bir hamlede bulunmuştur. Bkz. Turan, Selçuklular, s. 202. 305 Melik-şâh açısından olaya bakılacak olursa onun Süleyman-şâh’ı siyasî bir güç olarak tanımakta ağırdan almasını anlamak mümkündür. Zirâ o, toprakları üzerine tek sultan olmayı sürdümeyi istemektedir. Süleyman-şâh’ı sultan olarak tanırsa, bu durum hem hâkimiyetinin bölünmesi anlamına gelecek hem de kendi saltanatına karşı olası bir tehdit olacaktı. Abbâsî halîfesi açısından bakıldığında ise evvelâ onun Melik-şâh’ın sıkı gözetimi altında olduğunu ifade etmek gerekir. Halîfe bu durumdan elbette kurtulmak ve bağımsızığını yeniden kazanmak istiyordu. Muhtemelen I. Süleyman-şâh’ı da buna vesile olarak görüyordu. I. Süleyman-şâh da tüm bu durumu biliyor ve Melik-şâh’a karşı Abbâsî halîfesini yanına çekmeye çalışıyordu. Bahsi geçen olayın siyasî arka plânını bu şekilde okumak mümkündür. Bu arka plân, I. Süleyman-şâh’a verilen unvan ve lakaplarla ilgili tartışmaları anlamak adına da bir zemin sağlamaktadır. Bahsettiğimiz çerçeveyi, her ne kadar ele aldığımız olayda yeterince somutlaştıramasak da sonraki yıllarda da benzeri olayların yaşandığını ve Abbâsî halîfelerinin Büyük Selçuklu sultanlarının kontrolünden kurtulmak adına diğer sultan ve meliklerle iş tuttuğu hatırlamak faydalı olacaktır. 306 Turan, Türkiye, s. 88. 307 Hüseynî, a.g.e., s. 49; Karş. Turan, Türkiye, s. 88. 83 bulunur. 308 Ancak Melik-şâh, I. Süleyman-şâh’a halîfenin yaptığı gibi sultan unvanı değil melik unvanı tevdî etmiştir.309 Zonaras’tan aktardığımız bilgileri burada tekrar hatırlarsak, halîfenin de bu duruma razı olduğu çıkarımını yapabiliriz. Bu durumda Süleyman-şâh, halîfe tarafından sultan olarak kabul edilmişken Melik-şâh’ın müdahalesiyle melik konumuna düşürülmüştür. Bu da onun, Tarsus’un fethi sonrasındaki girişimlerini açıklamaktadır. Ayrıca Turan’a göre de Sultan Melik-şâh, I. Süleyman-şâh’a sultan unvanını Tarsus’un fethi sonrasındaki olaylar sebebiyle tevdî etmiştir. 310 Nitekim I. Süleymanşâh, Tarsus’un fethinden 2 yıl sonra Antakya’yı ele geçirdi. İbnü’l-Esîr’in eserinde belirttiğine göre Süleyman-şâh, Antakya’nın fethini Sultan Melik-şâh’a bildirdi, hutbeyi onun adına okuttuğu gibi sikkeyi de onun adına bastırdı.311 Ayrıca I. Süleyman-şâh bu faaliyetlerini, kendisinden haraç isteyen Şerefüddevle Müslim’e yazdığı mektupta da bildirdi.312 Sultan Melik-şâh da Antakya ve Halep’i, hil’atle birlikte Süleyman-şâh’a tevdî etti.313 Ancak Süleyman-şâh bu sırada vefat etmişti. I. Süleyman-şâh’ın Şiî İbn Ammar ile kurduğu ilişki üzerine Abbâsî halîfesinin, bahsi geçen menşûrları Süleyman-şâh’a, bu kez kesin olarak gönderdiğini kabul etmek isabetli görünmektedir. Anna Komnene de eserinde, Süleyman-şâh’a sultan unvanının, Antakya seferi öncesinde verildiğini kaydederek bu gerçeğe işaret etmektedir. 314 En nihayetinde bu menşûrların I. Süleyman-şâh’a verildiği ve onun sultan unvanını kullandığı açıktır. Şurası kesindir ki Antakya’nın fethi öncesinde ya da sırasında Sultan Melik-şâh da Süleyman-şâh’ın Anadolu’daki hakimiyetini tanımak 308 Turan, Türkiye, s. 89. 309 Turan, Türkiye, s. 93. 310 Turan, Türkiye, s. 93. 311 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 128-129; a.e., (çev. Temelli), s. 355; Aksarâyî, a.g.e., s. 14; Karş. SevimMerçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108-109; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105. Sıbt, Süleyman-şâh’ın Haleb’i fethi sonrasında da Melik-şâh’a bir mektup gönderdiğini ve bu mektupta Haleb’e koyduğu vergileri onaylamasını istediğini kaydetmektedir. Sıbt, a.g.e., s. 269. 312 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 128-129; a.e., (çev. Temelli), s. 355; Aksarâyî, a.g.e., s. 14. 313 Aksarâyî, a.g.e., s. 14. 314 Anna, a.g.e., 194. 84 durumunda kalmıştır. Bu durumu İbnü’l-Esîr’in aktarımıyla Süleyman-şâh da ifade etmektedir.315 Bizim konumuz açısından asıl önemli olan ise bu menşûr ve unvanların ne zaman ve nasıl gönderildiği değil, içerikleridir. Bilhassa halîfenin gönderdiği unvan ve lakaplar, I. Süleyman-şâh’ın nezdinde siyasî meşrûiyetin dinî referanslara dayandığını göstermesi bakımından önemlidir. Süleyman-şâh’ın halîfe tarafından kendisine verilen bu unvanları kullandığı hatırlanırsa, unvanların siyasî anlamda sağladığı meşrûiyet bir kenara bırakıldığında bu unvanlar, onun dinî anlayışının siyasî yansımasını gösterecektir ki bu hemen hemen tüm Türkiye Selçuklu sultanları için geçerli bir durumdur.316 I. Süleyman-şâh’ın Şiî İbn Ammar’dan kadı ve hatip istemesi meselesini sonuçlandıralım. Şurası açıktır ki bu davranış, Süleyman-şâh’ın koyu bir Sünnî olmadığına delâlet eder. Bu hamlesi her ne kadar siyasî de olsa, eğer I. Süleyman-şâh taassup ehli bir Sünnî olsaydı, bu hamleyi asla yapmazdı. Zirâ İbn Ammâr’ın göndereceği kadı ve hatiplerin Şiî olacağı varsayıldığında ve onların Anadolu’da Şeriat’a göre hüküm verip, halka vaazlar verecekleri göz önünde bulundurulduğunda I. Süleyman-şâh’ın bu girişiminin basit bir siyasî çıkar olarak düşünülemeyeceği ya da Süleyman-şâh’ın bu kadar geniş boyutlarıyla bu meseleyi ele almadığı ortaya çıkmaktadır. Buradan hareketle yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi onun dinî anlayışının esnek317 olduğu, siyasî kararlarının zaman zaman dinî hassasiyetlerinin önüne geçtiği sonuçlarına da varılabilir. 2. 1. 1. 2. 3. Hristiyanlarla İlişkiler I. Süleyman-şâh’ın dinî anlayışına dair diğer önemli bahis Antakya’nın fethi bağlamında karşımıza çıkmaktadır. O, Antakya’yı fethettikten sonra askerlerini Hristiyan halka iyi davranmaları için şiddetle uyardı. Onlara, Hristiyan halkın mallarını yağmalamayı, evlerine girmeyi ve kızlarıyla evlenmeyi yasakladı. 318 Ayrıca 315 Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 129; a.e., (çev. Temelli), s. 355. 316 Bkz. Râvendî, a.g.e., I, 121. 317 Esnek kavramı hakkında bkz. 335. dipnot. 318 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 128; a.e., (çev. Temelli), s. 355; Sıbt, a.g.e., s. 262; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 331; Karş. Turan, Türkiye, s. 101; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; 85 ele geçirilen ganimetlerin dışarıya çıkartılmayıp, ucuza da olsa şehirde satılmasını emretti.319 Süleyman-şâh’ın bu emirleri, Hristiyan halk üzerinde çok etkili oldu.320 Haleb’deki Ahdâs komutanı İbnü’l Huteytî, Müslim’e yazdığı mektupta, “Süleyman’ın Antakya’daki halka âdil ve insaflı davrandığı haberi, Haleb’de yayılmış durumdadır. Haleb halkının da ona haber gönderip kenti kendisine teslim etmek istediklerini bildirmelerinden korkarım.” diyerek, Süleyman-şâh’ın Antakya’daki uygulamalarının etkisini ortaya koymaktadır.321 I. Süleyman-şâh, şehirdeki Antakya’daki Mar Cassianus Kilisesi’ni 322 camiye dönüştürerek 15 Şa’bân 477 (17 Aralık 1084) Cuma günü 110 müezzin tarafından okunan ezandan sonra cuma namazını kıldı.323 Kilisesini kaybeden Hristiyan halkın isteği üzerine Süleyman-şâh, şehirde, Meryem Ana ve Aziz Cercis adlarında iki yeni kilisenin inşâsına da izin verdi.324 Bu izin, onun esnek bir dinî anlayışa sahip olduğu tezimizi desteklemektedir.325 Zirâ Hristiyanların ibadethânelerine izin meselesi dinî bakımdan hassas bir konudur ve Hz. Ömer’in bununla ilgili bir ictihadı vardır.326 Yine aynı konuyla ilgili olarak daha sonraları Türkiye Selçuklu tahtına çıkan I. İzzeddîn Keykâvus, İbnü’l-Arabî tarafından sert bir şekilde uyarılmıştır. 327 Antakya şehri, Hristiyanlar için oldukça önemli bir şehirdi. Süleyman-şâh’ın bu şehri onların elinden alması, bir yönüyle onun sahip olduğu gaza ruhunu ortaya Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104-105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 116. 319 Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 331; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 104-105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 116. 320 Sıbt, a.g.e., s. 262; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 331; Karş. Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ayrıca bkz. Turan, Türkiye, s. 101; a. mlf., Cihân, s. 368. 321 Sıbt, a.g.e., s. 262. 322 Kullanım için bkz. Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 30; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, 331. 323 Sıbt, a.g.e., s. 261; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 331; İbnü’l-Adîm, a.g.e., s. 52; Karş. Turan, Türkiye, s. 101; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 116. 324 Turan, Türkiye, s. 108; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 108; Ersan, “Türkiye”, X, 173; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 116. 325 Bu izin, I. Süleyman-şâh’ın dinî anlayış itibariyle hoşgörülü olduğuna da yorumlanabilir ancak biz bu tarz yorumların konuyu tüm yönleriyle değerlendirme hususunda eksik kaldığı kanaatindeyiz. Bkz. III. Bölüm, s. 327-331. 326 Bkz. II. Bölüm, s. 189, 888. dipnot. 327 Bu konu, I. İzzeddîn Keykâvus bahsinde detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Bkz. II. Bölüm, s. 186- 190. 86 koymaktadır. Bu fetihle ilgili yazılan şiirlerde de bu durum ortaya çıkmaktadır. Meselâ devrin ünlü şairi Muhammed Ebîverdî (ö. 1113)’nin kaleme aldığı şiirde “Sen müstahkem yerlerini İskender’den beri genişleten Bizans Antakya’sını fethettin.” denilerek, bahsi geçen anlayışa dikkat çekilmiştir. 328 2. 1. 1. 2. 4. Dinî Bilgisi ve Şeriat’a Bağlılığı Antakya’nın fethi sonrası, Selçuklu vasalı, Musul ve Halep Emîri Şerefüddevle Müslim b. Kureyş, I. Süleyman-şâh’tan, Antakya’nın eski hâkimi Philaretos Brachamios’tan almakta olduğu yıllık vergiyi (cizye) istedi ve ödemediği taktirde Sultan Melik-şâh’a isyan etmiş sayılacağını bildirdi.329 I. Süleyman-şâh ise cevabında şu ifadeleri kullandı: “Benden önceki Antakya hakiminin gönderdiği haraca gelince, o bir kafirdir; bu sebeple hem kendisinin hem de adamlarının baş vergisini (cizye) gönderiyordu. Ama ben Allah’a şükür Müslümanım ve cihad görevimi yerine getirdim. Sana hiçbir şey göndermem.” 330 Bu cevap göstermektedir ki kendisini kesin bir ifadeyle Müslüman olarak tanımlayan I. Süleyman-şâh, fıkhî meselelere de yabancı değildir ya da yanında bu meselelere hâkim olan devlet adamları ve yahut ilim erbâbı bulunmaktadır. Bu bilgiden hareketle fıkhî konulara tamamen yabancı olmadığını düşünecek olursak Şiî İbn Ammar’dan kadı ve hatip istemesi meselesi de daha dikkat çekici bir boyut kazanmaktadır. Anlaşılan o ki I. Süleyman-şâh, Şiî bir emîrden kadı ve hatip istemenin dinî açıdan ne gibi sonuçlar doğuracağını kestirebilecek kadar ilme vâkıftı. 328 Turan, Türkiye, s. 101; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 526; Sevim, Süleyman-şâh, s. 35; a. mlf., “Süleyman şâh I”, s. 105. 329 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 129; a.e., (çev. Temelli), s. 355; Sıbt, a.g.e., s. 262; Aksarâyî, a.g.e., s. 14- 15; Muhammed b. Hâvend-şâh b. Mahmûd Mîrhând, Ravzatu’s-Safâ fî Sîreti’l-Enbiya ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ (Tabaka-i Selçûkiyye), (trc. ve notlar Erkan Göksu), TTK Yay., Ankara 2018, s. 267; Karş. Turan, Türkiye, s. 102; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 527; Sevim, Süleyman-şâh, s. 36; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 109; Ersan, “Türkiye”, X, 174; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 119. 330 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 129; a.e., (çev. Temelli), s. 355; Sıbt, a.g.e., s. 262; İbnü’l-Adîm, a.g.e., s. 55; Aksarâyî, a.g.e., s. 15; Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Târih-i Güzîde, (haz. Ayşe Ayna-Bilal Şahin-Ayşe Alhan-Sevgi Kübra Akdemirel-Ayşe Tepe-Sibel Temiz), İstanbul 2015, s.114; İbnü’lVerdî, a.g.e., s. 40; Mîrhând, a.g.e., s. 267; Karş. Turan, Türkiye, s. 102; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 527; Sevim, Süleyman-şâh, s. 36; a. mlf., “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 119. 87 Bu durum da onun, İbn Ammar olayında, dinî anlayışı yerine siyasî bekâsını öncelediğini göstermektedir. 331 Ayrıca I. Süleyman-şâh, Antakya’nın eski hakimini kafir olarak tanımlayarak, etrafındaki Müslüman olmayan yöneticilere bakışını ilân etmektedir. Bilindiği gibi kâfir kavramı dinî bir içeriğe sahiptir. Bu da onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına dair güzel bir örnektir. Nitekim Süleyman-şâh, Müslim b. Kureyş’e verdiği cevapta kendisinin kafirlere karşı cihad ettiğini vurgulamıştır. Eserinde, I. Süleyman-şâh’ın Müslim b. Kureyş ile mücadelesini aktaran İbnü’l-Esîr, onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ortaya koyacak güzel örnekler sunar. Bunlardan biri de I. Süleyman-şâh’ın Müslim b. Kureyş’e ait köyleri yağmalaması sonrasındaki olaylara dair kayıtlardır. Köylüler, Süleyman-şâh’ın askerlerinin yağmacılığı sebebiyle kendisine şikayette bulununca o, şöyle dedi: “Yapılan bu nevi işlerden son derece nefret ederim fakat emîriniz beni bu işlere zorladı. Benim, Müslümanın malını yağma etmek ve Şeriat’ın yasakladığı malı almak gibi bir âdetim yoktur.” 332 Süleyman-şâh, bu ifadelerinin ardından askerlerinin yağmaladığı malları iade ettirdi. Bu kayıtlar, I. Süleyman-şâh’ın dinî anlayışını göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Buna göre o, Müslümanların malının yağmalanamayacağına inanmakta, hatta bu tarz fiillerden nefret etmektedir. Bu tarz faaliyetlerin Şeriat tarafından yasaklandığını belirtmesi, onun şer’î hukuk hakkında hem bilgisi olduğunu hem de bu kurallara titizlikle riayet ettiğini gösterir. Ancak diğer bir açıdan da bu kayıtlar, siyasî mücadelelerin inanışlara, dinî anlayışlarına olan olumsuz etkisini oldukça açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendisinin de ifade ettiği gibi I. Süleyman-şâh, Müslim b. Kureyş ile giriştiği siyasî mücadele sebebiyle dinî anlayışına ters olan bir davranışta bulunmuştur. Bu durum dîn ile siyaset arasındaki ilişkiye dair oldukça mühim bir kayıttır. Lâkin Süleyman-şâh’ın köylülerin itirazı sonucu hatasını kabul edip, onlara mallarını iade etmesi de ayrı bir erdem olarak vurgulanmalıdır. 331 İki paragraf sonraki örnek de bu yorumu destekler mahiyettedir. 332 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 129; a.e., (çev. Temelli), s. 356; Sıbt, a.g.e., s. 262. 88 2. 1. 1. 2. 5. Süleyman-şâh ve İlm-i Nücûm Kutalmış oğulları dendiğinde akıllara gelen hâdiselerden biri de ilm-i nücûmdur. 333 Süleyman-şâh’ın babası Kutalmış, ilm-i nücûmlâ alâkadardı ve ondan sonra oğulları, torunları da bu ilimle ilgilenmeye devam etti.334 Her ne kadar kaynaklarda, bu hususta I. Süleyman-şâh ile ilgili doğrudan bir kayıt yoksa da babasına ve haleflerine dair verilen bilgilerden hareketle Süleyman-şâh’ın da bu ilme ilgisinin olduğunu tahmin edebiliriz. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda onun dinî anlayışında akaid hususunda esnek335 bir tutuma sahip olduğu çıkarımını yapabiliriz. Zira ilm-i nücûm konusu dinî açıdan tartışmalıdır. 336 Nitekim bu hususta I. Süleyman-şâh’tan sonra gelen sultanlar da yerilmiştir.337 İbnü’l-Esîr, onların bu tavırlarının dînlerine zarar verdiğini söylemektedir.338 İlm-i nücûm ile uğraşılmasında siyasî mücadelelerin sonuçlarının ve gelecekte olup bitecek olayların merak edilmesinin de etkisinin büyük olduğu düşünülürse bu durum, siyasî olayların ve kişisel merakların dinî anlayışa etkisini göstermektedir. Bu olay, birçok sultan için söz konusu olduğu gibi Süleyman-şâh için de geçerlidir. Nitekim bu hususta güzel bir örneği İbnü’l-Esîr aktarmaktadır. O, Süleyman-şâh’ın babası Kutalmış’ın astrolojiye vakıf olduğunu söylerken, onun Alp Arslan’a karşı giriştiği savaşta bu ilminden faydalanıp sonucun kötü olacağını anladığını ve savaşı önlemeye çalıştığını ifade eder.339 333 Tam adıyla ilm-i ahkâm-ı nücûm olan bu ilim, kelime olarak yıldızların hükümlerinin ilmi, terim olarak astroloji anlamlarına gelmektedir. Astronomiyle birçok ortak konusu olmakla birlikte ikisi arasında temel bir bakış açısı farkı vardır. Bkz. Tevfik Fehd, “İlm-i Ahkam-ı Nücûm”, DİA, XXII, 124-126; A. mlf., “İlm-i Felek”, DİA, XXII, 126-129; Kesik, “Kutalmış’ın...”, s. 103. 334 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49; a.e., (çev. Murat Temelli), s. 290; Karş. Turan, Selçuklular, s. 148; Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 138; Kesik, “Kutalmış’ın...”, s. 103, 105. 335 Onun bu tutumunu dinî açıdan “geniş fikirli” olarak yorumlarsak, bu tavrı olumlamış oluruz. İlm-i nücûm konusunda dinî bakımdan ciddi tartışmalar vardır. Peygamber (sav.)’in bu konuda Hadîsleri bulunmaktadır. Bu yüzden en isabetlisinin “esnek” kavramı olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca bu konuda “terkip” kavramını da kullanmak, Selçukluların sahip oldukları dinî anlayışı daha iyi idrak etmeyi sağlayacaktır. 336 Daha geniş bilgi için bkz. III. Bölüm’ün üçüncü başlığına bkz. 337 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49; a.e., (çev. Temelli), s. 291. 338 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49; a.e., (çev. Temelli), s. 291; Karş. Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 138. 339 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49; a.e., (çev. Temelli), s. 290; Karş. Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Saraylar ve Saray Teşkilâtı, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2011, s. 194; Kesik, “Kutalmış’ın...”, s. 100. 89 Kutalmış’ın ilmi nücûmla uğraşmasından hareketle onun itikadî olarak Mu’tezili olduğu söylenebilir.340 Bir Eş’arî olarak İbnü’l-Esîr’in, Kutalmış ve onun soyundan gelenlerin itikadının bozuk olduğunu söylemesi onların Mu’tezili olduğunu tespit etmek adına önemli bir veridir.341 Zirâ Eş’arîler ile Mu’tezililer arasında derin bir mücadelenin olduğu bilinmektedir.342 Buradan hareketle Eş’arî İbnü’l-Esîr’in, ilm-i nücûmla ilgilenmenin itikadî bozukluğa yol açtığını söylemesi, onunla ilgilenenlerin Mu’tezili olduğuna işaret eder. Ayrıca Kutalmış’ın akrabası Tuğrul Bey’in ve Büyük Selçuklularının ilk vezîri Amîdülmülk Kündürî’nin de Mu’tezili olduğu bilinmektedir. 2. 1. 1. 2. 6. Süleyman-şâh İntihar Mı Etti? I. Süleyman-şâh askerlerine ve tebaasına iyi muamelede bulunurdu.343 Bu sebeple de halk kendisine bağlıydı. 344 Antakya’daki faaliyetleri sonucu halkın onu benimsemesi bu duruma güzel bir örnektir. I. Süleyman-şâh’a dair konumuz açısından diğer önemli olay onun ölümüdür. Bazı kaynaklarda onun intihar ettiği söylenmektedir.345 I. Süleyman-şâh’ın ölümüyle ilgili bütün ihtimalleri gözeten en ayrıntılı bilgiyi İbnü’l-Adîm vermektedir. Onun aktardığına göre Süleyman-şâh, ya savaş meydanında çarpışırken şakağına atılan bir okla öldürülmüş ya da savaşı kaybedince çizmesindeki bıçakla kendisini öldürmüştür.346 Bu konuda kesin kanaate varmak zor görünmektedir ancak bize göre onun intihar ettiğini kabul etmek, savaş meydanında öldürüldüğünü kabul etmeye nazaran daha zayıf bir bilgidir. Zirâ intihar ettiğiyle ilgili bilgiler karnında bir hançerin 340 Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 135; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile Ekolü’nün Varlığı”, s. 4; a. mlf., “Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, s. 277. 341 Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 135; Kara, “Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, s. 276-277. 342 Bkz. İlyas Çelebi, “Mu’tezile”, DİA, XXXI, 399. 343 İbnü’l-Adîm, a.g.e., s. 53; Karş. Turan, Türkiye, s. 108; Sevim, Süleyman-şâh, s. 43. 344 İbnü’l-Adîm, a.g.e., s. 53; Karş. Turan, Türkiye, s. 108. 345 Anna, a.g.e., 195; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 135; a.e., (çev. Temelli), s. 361; İbnü’l Adîm, a.g.e., s. 114; Ebû’l-Ferec, a.g.e., I, s. 333; Aksarâyî, a.g.e., s. 15; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 104; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 527; Sevim, Süleyman-şâh, s. 39-40; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 112; Sevim, “Süleyman şâh I”, s. 105; Demir, I. Süleyman Şah, s. 127-129. 346 Bkz. İbnü’l-Adîm, a.g.e., s. 59. Bu konuda Anna’nin verdiği bilgiler de oldukça ayrıntılıdır. Bkz. Anna, a.g.e., 195. 90 bulunmasına dayandırılmaktadır. Bu hançerin onun olduğunun söylenmesi intihar etmiş olma ihtimalini kuvvetlendirse de kesinleştirmemektedir. Yine de savaşı kaybetmenin ve Büyük Selçuklu’nun eline yeniden esir düşme endişesinin tetiklediği psikolojik durumda, Süleyman-şâh’ın intihar etmiş olabileceğini düşünmek mümkündür.347 347 Bkz. Müneccimbaşı, a.g.e., s. 22. 91 2. 1. 2. I. Kılıç Arslan (1092-1107) 2. 1. 2. 1. Dönemin Siyasî Tarihi I. Süleyman-şâh, Tutuş ile girdiği savaşı kaybedince oğlu Kılıç Arslan, Büyük Selçuklulara esir düştü. Melik-şâh’ın 1092 yılında vefat etmesinin ardından Büyük Selçuklu tahtına Berkyaruk çıktı ve Kılıç Arslan da Anadolu’ya döndü.348 Hemen İznik’e giden Kılıç Arslan, Ebû’l-Gazi’nin elinden yönetimi teslim aldı. I. Kılıç Arslan, Bizans sınırlarında akınlarda bulunan Çaka Bey’in kızıyla evlenip, beyleri etrafında toplayarak kuvvetini arttırdı. Ancak sultan, Çaka Bey’i saltanatına rakip görüyordu. Bu sebeple, Bizans İmparatoru I. Aleksios’un telkinlerine349 de kanarak, 1095 yılında onu öldürdü.350 Batıda otoritesini sağlama alan Kılıç Arslan, Malatya üzerine yürüdü. Bu sırada Keşiş Pierre l’Ermite idaresindeki -öncü- Haçlı birlikleri Anadolu’ya girdi. Ancak bu birlikler, İznik’teki Selçuklu kuvvetleri tarafından imha edildi. 351 348 Turan, Kılıç Arslan’ın Berkyaruk’un izniyle Anadolu’ya gelmiş olabileceğini söylediği gibi aynı zamanda yeni sultanın tahta oturması sırasındaki karışıklıklardan faydalanarak kaçmış olabileceğini de ifade etmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 126; Ayrıca bkz. a. mlf, Selçuklular, s. 173, 225. Demirkent ise Kılıç Arslan’ın dönüşünün, Berkyaruk’un izniyle gerçekleştiğini söyler. Bkz. Işın Demirkent, “Kılıç Arslan I”, DİA, XXV, s. 396; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 118. 349 Aleksios’un, I. Kılıç Arslan’ı Çaka Bey’e karşı harekete geçirmek amacıyla yazdığı mektup için bkz. Anna, a.g.e., s. 270; Karş. Turan, Türkiye, s. 127; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 119; Ersan, “Türkiye”, X, 177; Ayönü, a.g.e., s. 89-90. 350 Anna, a.g.e., s. 271; Karş. Turan, Türkiye, s. 127; Cahen, a.g.e., s. 12; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 532; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 119; Ersan, “Türkiye”, X, 177; Ayönü, a.g.e., s. 90; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 351 Gesta Francorum et Aliorum Hierosolymitanorum, (çev. Ergin Ayan), Anonim Haçlı Tarihi, Selenge Yay., İstanbul 2013, s. 52, 53, 54; Peter Tudebodus, Historia De Hierosolymitano Itınere, (çev. Süleyman Genç), Birinci Haçlı Seferi: Bir Tanığın Kaleminden Kudüs’e Yolculuk, Kronik Yay., İstanbul 2019, s. 62, 63, 64; Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem Peregrinantium, (çev. İlhan Bihter Barlas), Kudüs Seferi: Kutsal Toprakları Kurtarmak, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 57; Anna, a.g.e., s. 306, 307, 308; Willermus Tyrenensis, Historia Rerum İn Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Willermus Tyrenensin’in Haçlı Kroniği: Başlangıçtan Kudüs’ün Zaptına Kadar (I-VIII. Kitaplar), Ötüken Yay., İstanbul 2016, s. 67, 68, 69; Anonim Süryanî Kroniği, (çev. İlhan Aslan), Post Yay., İstanbul 2019, s. 16; Cenâbî, a.g.e., s. 4; Karş. Turan, Türkiye, s. 129; Steven Runciman, A History Of The Crusades 1: The First Crusade And The Foundation Of The Kingdom Of Jerusalem, (çev. Fikret Işıltan), Haçlı Seferleri Tarihi: Birinci Haçlı Seferi ve Kudüs Krallığı’nın Kuruluşu, TTK Yay., Ankara 1986, I, 102-103; Işın Demirkent, Haçlı Seferleri, Dünya Yay., İstanbul 1997, s. 16-18; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 532; Muharrem Kesik, Selçukluların Haçlılarla İmtihanı, Timaş Yay., İstanbul 2018, s. 20-21; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 92 I. Kılıç Arslan’ın Malatya’yı kuşattığı sırada Haçlıların asıl ordusu Selçuklu topraklarına girdi. 352 Haçlıların İznik’e doğru ilerlediğini öğrenen Kılıç Arslan, hızlıca yola çıksa da Selçuklu başkenti çoktan kuşatılmıştı. Sultan, kuşatmayı kırmaya çalıştı ama başaramadı. İznik, Bizans’a teslim edildi.353 I. Kılıç Arslan, Haçlılara karşı Dânişmendli Beyi Gümüştekin Ahmed Gazi ve Kayseri Beyi Hasan ile işbirliği yaptı. 354 Ancak kahramanca savaşıp Haçlıları büyük kayıplara uğrattıysa da ilerlemelerini durduramadı. I. Haçlı Seferi’nin hedefine ulaşması yeni seferler için Batılılara motivasyon sağladı. 1101 yılında Lombard, Fransız ve Almanların oluşturduğu üç büyük Haçlı ordusu Avrupa’dan yola çıktı.355 Dânişmend Ahmed Gazi, Anadolu’daki Müslüman Türk beylerini Haçlılara karşı harekete geçmeye davet etti; Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan, Harran Beyi Karaca, Artuklu Belek b. Behram ve Halep Selçuklu Meliki Rıdvan da bu davete icâbet ettiler. 356 Önce Lombarlardlardan oluşan Haçlı ordusu, ardından da Konya yakınlarında Fransız ve Alman orduları ortadan kaldırıldı. 352 Zonaras, a.g.e., s. 169; Anonim Haçlı, s. 66; Urfalı Mateos, a.g.e., s. 190; Karş. Turan, Türkiye, s. 129; Cahen, a.g.e., s. 14; Runciman, a.g.e., I, 135; Demirkent, a.g.e., s. 29; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 533; Rice, a.g.e., s. 52; Ersan, “Türkiye”, X, 177; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 26; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 353 Zonaras, a.g.e., s. 169; Anonim Haçlı, s. 67, 68, 69; Urfalı Mateos, a.g.e., s. 190; Tudebodus, a.g.e., s. 79; Fulcherius, a.g.e., s. 67; Anna, a.g.e., s. 325-330; Willermus, a.g.e., (Kudüs’ün Zaptına Kadar), s. 127, 128; Anonim Süryanî, s. 16; Cenâbî, a.g.e., s. 5; Karş. Turan, Türkiye, s. 129; Runciman, a.g.e., I, 139; Demirkent, a.g.e., s. 33; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 533; Rice, a.g.e., s. 52; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 122; Ersan, “Türkiye”, X, 178; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 27; Ayönü, a.g.e., s. 95; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 354 Anna, a.g.e., s. 332; Cenâbî, a.g.e., s. 4; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 23-24; Karş. Turan, Türkiye, s. 130-131; Cahen, a.g.e., s. 14; Runciman, a.g.e., I, 141; Demirkent, a.g.e., s. 34; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 533; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 122; Muharrem Kesik, Dânişmendliler (1085-1178): Orta Anadolu’nun Fatihleri, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2017, s. 62; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 28; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 355 Willermus Tyrensis, Historia Rerum İn Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Willermus Tyrensis’in Haçlı Kroniği II: Kudüs’ün Zaptından Urfa’nın Fethine (1099-1143), Gece Kitaplığı Yay., Ankara 2018, s. 81, 82; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 23; 36-37; Karş. Steven Runciman, A History Of The Crusades: The Kingdom Of Jerusalem And The Frankish East 1100-1187, (çev. Fikret Işıltan), Haçlı Seferleri Tarihi: Kudüs Krallığı ve Frank Doğu 1100-1187, TTK Yay., Ankara 1987, II, 15-16; Demirkent, a.g.e., s. 61-62; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 123; Ersan, “Türkiye”, X, 180. 356 Cenâbî, a.g.e., s. 6-7; Karş. Turan, Türkiye, s. 134; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 124; Kesik, Dânişmendliler, s. 68; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 37-38; Runciman, a.g.e., II, 18; Işın Demirkent, bu davetin I. Kılıç Arslan tarafından yapıldığını söyler. Bkz. Demirkent, a.g.e., s. 64-65; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 93 Ancak beylerin birliği çabuk bozuldu. I. Kılıç Arslan’ın Haçlı işgali altındaki Antakya üzerine sefere çıktığı sırada Dânişmend Beyi Gümüştekin, esir aldığı Haçlı komutanı Bohemund’u serbest bırakınca I. Kılıç Arslan yönünü Gümüştekin’in üzerine çevirdi. 357 1103 yılında vuku bulan savaşı Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan kazandı.358 Sultan, 1105 yılında da Malatya’yı ele geçirdi.359 Ardından Saltuklular ve Artuklular hariç, doğuda hüküm süren beyleri kendisine tâbi hâle getirerek Haçlılara karşı gücünü arttırdı. 360 Aynı yıl Kılıç Arslan, Haçlı işgali altındaki Urfa’yı kuşattı ancak başarılı olamadı.361 I. Kılıç Arslan, 22 Mart 1107 tarihinde Musul’u ele geçirdi. 362 Büyük Selçuklu sultanı adına okunan hutbeyi kendi adına okuttu.363 Bu hamlesiyle Kılıç Arslan, Büyük Selçuklu otoritesini meşrû kabul etmediğini ilân etmiş oldu. Zaten dedesi Kutalmış ve babası I. Süleyman-şâh da aynı tutum içerisinde hareket etmişlerdi. Nitekim Kılıç Arslan, kısa süre sonra Büyük Selçuklu Valisi Çavlı ile Habur Suyu kenarında savaştı ancak mağlup oldu.364 Canını kurtarma gayretiyle suyun karşısına geçmeye çalışırken boğularak vefat etti. 365 357 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 281; Karş. Turan, Türkiye, s. 135-136; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 126-127; Ersan, “Türkiye”, X, 181; Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 358 İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Târih-i Dımaşk, (çev. Onur Özatağ), Şam Tarihine Zeyl: I. Ve II. Haçlı Seferleri Dönemi, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015, s. 13; Cenâbî, a.g.e., s. 4; Karş. Turan, Türkiye, s. 136; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 127; Ersan, “Türkiye”, X, 181; Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 359 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 51; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 345; Anonim Selçuknâme, s. 36; Karş. Turan, Türkiye, s. 136; Cahen, a.g.e., s. 16; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 127; Ersan, Ermeniler, s. 76; a. mlf., “Türkiye”, X, 181; Kesik, Dânişmendliler, s. 80; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 360 Turan, Türkiye, s. 136; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 127; Ersan, “Türkiye”, X, 181; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 361 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 231; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 333; Karş. Turan, Türkiye, s. 136-137; SevimMerçil, a.g.e., s. 535; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498- 511/1105-1118), TTK Yay., Ankara 1990, s. 60; a. mlf., “Anadolu Selçukluları”, VIII, 127; Ersan, Ermeniler, s. 59; a. mlf., “Türkiye”, X, 181; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 362 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 231; İbnü’l-Kalânisî, a.g.e., s. 25; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 52; İbnü’lEsîr, a.g.e., X, 342; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 66; Karş. Turan, Selçuklular, s. 231; a. mlf, Türkiye, s. 137; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 536; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 128; Ersan, “Türkiye”, X, 182; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 363 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 137; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 536; Özaydın, Tapar, 61; a. mlf., “Anadolu Selçukluları”, VIII, 129; Ersan, “Türkiye”, X, 182; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 364 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 231; İbnü’l-Kalânisî, a.g.e., s. 27; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 52; İbnü’lEsîr, a.g.e., X, 345; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 346, 347; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 67; Cenâbî, a.g.e., 8; Karş. 94 2. 1. 2. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansımaları Kılıç Arslan ile ilgili konumuza dair veriler oldukça sınırlıdır. Hatta I. Süleyman-şâh’tan bile daha az olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla biz de Kılıç Arslan’ın hayatındaki çeşitli olaylardan, tutum ve davranışlarından hareketle, çıkarım metodunu da kullanarak, onun dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız. Bu çerçevede ilk olarak Çaka Bey ile yaşadığı mücadeleden bahsedeceğiz. 2. 1. 2. 2. 1. Çaka Bey’in Katli Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın, Çaka Bey’i öldürmesi olayından bahsettik. Bu olay, I. Kılıç Arslan’ın dinî anlayışının siyasî bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Zirâ Kılıç Arslan, kendi siyasî hâkimiyeti uğruna, ayzı zamanda kayınpederi olan bir beyi sorgusuz sualsiz ortadan kaldırmıştır. Ayrıca bu kararı, Müslümanlar için Anadolu’daki en büyük düşman olan Bizans’ın İmparatoru I. Aleksios’un telkinlerinin etkisiyle verdi. Aleksios, Kılıç Arslan’a yazdığı mektupta özetle, sultanlığın ona babasından kaldığını, Çaka Bey’in ise böyle bir mirası olmamasına rağmen güya Bizans’a karşı silahlanıyormuş gibi görünüp gerçekte ona karşı silahlandığını, bu durum hakkında uyanık olup önlem almasını, gerekirse Çaka Bey’i öldürmesini söyledi.366 Bu olay, I. Kılıç Arslan için siyasetin dinin önüne geçtiğini göstermesi bakımından önemlidir. Zirâ İslâm dinîne göre siyaset alanı, Şeriat hükümlerinden bağımsız değildir. Sultanlar dahî bu alanda hareket ederken Şeriat’ın hükümlerine uymak zorundadır. Yani her zaman önde tutulması gereken husus dinî kâidelerdir. Turan, Türkiye, s. 138; Cahen, a.g.e., s. 16; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 536; Özaydın, Tapar, 63; a. mlf., “Anadolu Selçukluları”, VIII, 131; Ersan, “Türkiye”, X, 182-183; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 365 Süryani Mikhail, a.g.e., s. 53; İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), X, 345. Anonim Selçuknâme adlı eserde, Sultan I. Kılıç Arslan’ın ölümüyle ilgili ilginç bir detay verilir. Müellif, Sultan I. Kılıç Arslan’ın suda boğularak can çekiştiği sırada, emîrlerinin onun ölümüne göz yumdukları îmâsında bulunur. Bu duruma sebep olarak da emîrlerin savaşmaktan yorulduklarını belirtir. Nigedî de eserinde, aynı duruma işaret eder. Bkz. Anonim Selçuknâme, s. 36. Nigedî, a.g.e., 438-439; Karş. Turan, Türkiye, s. 138; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 536; Özaydın, Tapar, 63; Ersan, “Türkiye”, X, 183; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 366 Anna, a.g.e., s. 270; Karş. Turan, Türkiye, s. 127; Cahen, a.g.e., s. 12; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 532; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 119; Ayönü, a.g.e., s. 90; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 397. 95 Ancak tarihe bakıldığında bu tarz ölümlerin fazlalığı hemen göze çarpacaktır. Bu noktada sultanların bilhassa da Selçuklu hânedânına ait sultanların, kendilerini Allah’ın gölgesi olarak görmeleri ve mutlak otorite kabul etmelerinin etkisini hatırlamak gerekir. 367 Bununla birlikte Kılıç Arslan’ın bu hadise sırasında genç ve tecrübesiz olduğunu da unutmamak gerekir. Bu olayla ilgili konumuz açısından diğer önemli bilgi ölümün gerçekleşme şeklidir. Anna Komnene’in eserinde anlattığına göre I. Kılıç Arslan, Çaka Bey ile beraber sofrada yemek yerken ona bolca içki içirdi ve Çaka Bey’in içkinin tesiriyle kendisinden geçtiği bir anda onu kılıcıyla hemen öldürdü. 368 Çaka Bey’in öldürülmesi başlı başına tartışmalı bir konuyken bu hâdisenin gerçekleştirilmesi için içkinin kullanılması da konumuz açısından ayrıca dikkat çekicidir. Anlaşılan o ki I. Kılıç Arslan, sofrasında içkiye yer vermekteydi.369 Bu veriler ışığında I. Kılıç Arslan’ın şer’î akîdelere sıkı sıkıya bağlı olmadığı sonucuna varmak mümkündür. Bunun siyasî yansıması da Çaka Bey olayında karşımıza çıkmaktadır.370 2. 1. 2. 2. 2. Haçlılarla Mücadele I. Kılıç Arslan ile ilgili konumuz açısından diğer önemli mesele Haçlılar ile ilişkilerdir. Kılıç Arslan’ın Türkiye Selçuklu sultanı olduğu yıllar, Haçlı Seferleri’nin başlangıcına tekabül etmektedir. Pierre l'Ermite öncülüğündeki ilk Haçlı orduları Anadolu’ya girdiğinde Kılıç Arslan’ın beyleri onları imhâ etmek üzere kuşattı. Bu kuşatmada Haçlılara iki şart sunuldu. Buna göre ya Müslüman olacaklardı ya da öldürülecek ve esir edileceklerdi.371 Çaresiz kalan Haçlıların bir kısmı, Müslümanlığı 367 Kılıç Arslan’ın ve diğer birçok sultanın bu tarz davranışlarının gerek psikolojik gerekse fikrî arka plânını anlamak için I. Bölüm’e ve III. Bölüm’deki 2. başlığa bakınız. 368 Anna, a.g.e., s. 271; Karş. Turan, Türkiye, s. 127; Muharrem Kesik, At Üstünde Selçuklular: Türkiye Selçukluları’nda Ordu ve Savaş, Timaş Yay., İstanbul 2011, s. 123; Ayönü, a.g.e., s. 90. 369 Sultanların içki içme meselesini III. Bölüm’de detaylarıyla ele aldığımız için burada ayrıntıya girmedik. 370 Anna’nın eserindeki bilgiye şüpheyle yaklaşmak gerektiği söylenebilir. Zirâ hem diğer eserlerde böyle bir ayrıntı verilmemekte, hem de Anna’nın, ölümün nasıl gerçekleştirildiği hakkında böylesine detaylı bilgi edinme ihtimali düşünüldüğünde akıllarda şüphe oluşması muhtemeldir. Ancak sultanların içki içtikleri bilinen bir gerçektir. Meselâ a.g.e. Keykubâd da beylerini buna benzer bir yöntemle ortadan kaldırmıştır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda olayın Anna’nın bahsettiği şekilde cereyan ettiğini düşünmek makuldür. 371 Demirkent, a.g.e., s. 16. 96 kabul etti ve canlarını kurtardı.372 Bu, Müslümanların Hz. Muhammed’den beri süregelen tavrıdır. Savaştan önce düşman İslâm’a davet edilir. Kılıç Arslan’ın beyleri de böyle yapmıştır. Bu durum Kılıç Arslan’ın savaş hukuku söz konusu olduğunda sünnetteki uygulamaları dikkate aldığını göstermektedir. I. Kılıç Arslan’ın, Haçlılarla yoğun ve şiddetli mücadelelere girmiş olmasının onun dinî his ve hassasiyetlerini arttırmış olacağı üzerine düşünmek gerekir. Bu bağlamda bir Haçlı kroniğinin kayıtları ilgi çekicidir. Kronik, I. Haçlı Seferi sırasında Haçlıların Anadolu’da ilerlerken uğradığı saldırılar sırasında, Kılıç Arslan’ın emrindeki askerlerin Haçlılara saldırırlarken çığlık atıp, birtakım sözler haykırdıklarını kaydeder.373 Başka bir kaynak bu sözlerin “Allahu Ekber” tekbirleri olduğunu ifade etmektedir.374 Ordunun bu şekilde davranması, onu komuta eden kumandanın, yani I. Kılıç Arslan’ın dinî motivasyonunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu kısıtlı bilgiden hareketle Kılıç Arslan’ın, Haçlılara karşı savaşlarında gazâ ve cihad şuuruyla hareket ettiğini söylemek mümkündür. Ancak verilen mücadelelerde bu şuurun tek sebep olmadığını da hesaba katmak gerekir. Zirâ I. Kılıç Arslan, Haçlılara karşı birleştiği Anadolu’daki beylerle, henüz Haçlı tehlikesi tamamen ortadan kalkmamış olmasına rağmen savaşa da tutuşmuştur. Üstelik bu zamanlarda Antakya, Urfa gibi kendisine çok yakın şehirler de Haçlı işgali altındaydı. Meselâ Dânişmendlilerle 1103’te giriştiği savaş buna örnektir. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan, Dânişmend oğullarının Beyi Ahmed Gazi’nin esir aldığı tehlikeli Haçlı komutanı Bohemund’un serbest bırakılması sürecinde, Danişmendlilere karşı çıktı. 375 I. Kılıç Arslan’ın, Dânişmendli Ahmed Gazi’ye karşı çıkma sebeplerinden biri, esirin fidye parasından kendisine pay verilmemesiydi. 376 Elbette Kılıç Arslan’ın bu tepkisinde Bohemund’un Müslüman ahaliye vereceği zararları düşünmesi ve dinî duyguları da etkilidir. Zirâ o, 372 Demirkent, a.g.e., s. 16. 373 Anonim Haçlı, s. 71; Ayrıca bkz. Kesik, At Üstünde, s. 139-141; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, Timaş Yay., İstanbul 2018, s. 28. 374 Bkz. Anonim Haçlı, s. 71, 177. dipnot; Ayrıca bkz. Kesik, At Üstünde, s. 140, 141. 375 Turan, Türkiye, s. 135-136; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 126; Ersan, “Türkiye”, X, 181; Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 376 Turan, Türkiye, s. 135; Cahen, a.g.e., s. 15; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 126-127; Ersan, “Türkiye”, X, 181; Kesik, Dânişmendliler, s. 77; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52. 97 Dânişmend Gazi’ye yazdığı mektubunda, Bohemund’un Hristiyanların en tehlikelisi olduğunu ifade ederek ondan gelebilecek zararlara dikkat çekiyordu: “Türk ırkının evladı, biraderim Dânişmend! Bugüne kadar Türklerin zaferlerine yardım ettin. Fakat şimdi ismin ve şöhretin düştü. Zirâ Hristiyanların en tehlikelisi olan Bohemund’u az para ile ve bana danışmadan salıverdin.” 377 I. Kılıç Arslan, bu olay üzerine bir mektup da Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’a yazdı.378 Bu mektupta o, Dânişmend Gazi’nin, bu davranışıyla kendisini küçük düşürdüğünü ve Müslümanlara leke sürdüğünü ifade ediyordu. 379 Bununla birlikte ilk mektupta da görüldüğü gibi Kılıç Arslan’ı asıl harekete geçiren şey, Anadolu toprakları üzerindeki otoritesinin çiğnenmesidir. Mektubunda en sonundaki ifade bunu açıkça ortaya koymaktadır. Aksarâyî eserinde, Haçlılar karşısında birlik olmak için Dânişmend Gazi tarafından Müslüman Türk beylerine gönderilen bir mektuptan bahseder. Mektupta “Büyük bir düşman Müslümanların üzerine gelmektedir. Eğer hep birlikte yardıma gelmezseniz bu fitne uzaklaştırılamadığı gibi artar. İslâm’a büyük zarar ve ziyan verir. Bu zarar ve ziyan her tarafa yayılır.” ifadeleri yer almaktadır.380 Dânişmend Gazi bu mektubu; Artukluların Mardin, Meyyâfârıkîn (Silvan), Âmid (Diyarbakır) ve Harput beyleri ile Mengücüklilerden Erzincan ve Divriği meliklerine ve elbette Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’a gönderdi.381 Aksarâyî eserinde, Kılıç Arslan’ın davete icâbet ettiğini söylerken, “Kılıç Arslan, dîn gayreti ile İslâm’ı korumak için o bölgenin diğer melikleriyle birlikte etrafına bir mikdar adam toplayarak kâfirlere karşı gazaya çıktı.” demektedir.382 377 Turan, Türkiye, s. 172; İbnü’l-Esîr de eserinde, Bohemund’u serbest bırakması üzerine Dânişmend Gazi’nin, o vakte kadar yapmış olduğu bütün İslâmi hizmetleri sıfırladığını söyleyerek Bohemund’un tehlikesinin büyüklüğüne işaret eder. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), X, 281; Karş. Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52; Bohemund hakkında ayrıca bkz. Anna, a.g.e., s. 417-419. 378 Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52. 379 Kesik, Dânişmendliler, s. 78; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 52. 380 Aksarâyî, a.g.e., s. 20; Kadı Ahmed Nigedî, El-Veledü’ş-Şefîk Ve’l-Hâfidü’l-Halîk, (çev. Ali Ertuğrul), TTK Yay., Ankara 2015, s. 438; Kesik, Dânişmendliler, s. 68; a. mlf, Selçukluların İmtihanı, s. 36. 381 Aksarâyî, a.g.e., s. 20; Nigedî, a.g.e., 438; Karş. Kesik, Dânişmendliler, s. 68; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 37, 38. 382 Aksarâyî, a.g.e., s. 21; Nigedî, a.g.e., 438. Dânişmend Gazi, Kılıç Arslan’a gönderdiği davette ona Kürtlerin de yardıma geleceğini, zafer kazandıkları taktirde masraflarını karşılaması için ona ganimetin 5’te birinden başka 100 bin dinar ödeyeceğini, ayrıca Elbistan ile birlikte kızını da ona vereceğini söyleyerek, Sultan Kılıç Arslan’ı bu davete icabet etmesi için ikna etmeye çalışmıştır. 98 Bahsi geçen savaş zaferle sonuçlanınca383, Dânişmend Gazi, Kılıç Arslan’a vaad ettiği 100 bin dinar yerine 100 bin dirhem yolladı ve ayrıca hem Elbistan’ı teslim etmeyi hem de kızıyla evlilik meselesini ağırdan aldı. 384 Bunun üzerine Kılıç Arslan, “Ben ücret için değil İslâm’ı korumak için geldim. Benim onun dirhemine ve dinarına ihtiyacım yok.” diyerek 100 bin dirhemi Dânişmend Gazi’ye geri gönderdi.385 Kılıç Arslan’ın ifadeleri konumuz açısından oldukça önemlidir. Bu ifadeler, Haçlılara karşı onun gazâ ve cihad şuuruyla hareket ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Lâkin yine de bu parayı Dânişmend’e minnet etmemek adına almadığını da hesaba katmak gerekir. Zirâ ikili arasında Anadolu hâkimiyeti için kıyasıya bir mücadele vardı. Belki Elbistan hemen o gün kendisine verilse Kılıç Arslan bu parayı geri çevirmeyecekti. “Onun dirhemine de dinarına da ihtiyacım yok.” sözleri de bir tepkiyi ifade ediyor olması bakımından dikkat çekicidir. Kılıç Arslan’ın, I. Haçlı Seferi ve 1101 yılı Haçlı ordularına karşı verdiği mücadele konumuz açısından önemli ipuçları barındırmaktadır. Her ne kadar o, I. Haçlı seferi ordularına karşı mağlup olmuşsa da diğer Müslüman Türk emirleriyle birlikte bu Haçlı ordularına karşı cesaretle, cihad şuuruyla mücadele etti ve 300 bin kişilik ordunun neredeyse tamamına yakınını imhâ etti. Bu durumun aksi varsayıldığında başta Anadolu, ardından da Kuzey-Güney Suriye’de Haçlı işgalinin genişleyeceğini ve Haçlıların, işgal ettikleri yerlerde daha kalıcı olacağını tahmin etmek zor değildir. I. Kılıç Arslan’ın verdiği mücadele bu açıdan düşünüldüğünde, ortaya konulan gayreti onun dinî anlayışının bir tezahürü ve siyaset arenasındaki yansıması olarak okumak mümkündür. Ayrıca I. Kılıç Arslan, hiçbir zaman Buradan hareketle Sultan Kılıç Arslan’ın Anadolu’daki gücü ve otoritesinin büyüklüğü hakkında fikir yürütülebilir. Bkz. Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 39. 383 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 216; Anna, a.g.e., s. 346, 347; Anonim Süryanî, s. 22; Karş. Turan, Türkiye, s. 134; Demirkent, a.g.e., s. 66-70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 535; Kesik, Dânişmendliler, s. 69-72; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 36-44; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 384 Aksarâyî, a.g.e., s. 21; Nigedî, a.g.e., s. 438; Karş. Kesik, Dânişmendliler, s. 68, 79. 385 Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 21; Nigedî, a.g.e., s. 438; Karş. Kesik, Dânişmendliler, s. 79; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 53. 99 Haçlılarla işbirliğine yanaşmadı. Hatta o, Bizans İmparatoru I. Aleksios ile Haçlılara karşı anlaşma yapıp, Bizanslılara yardım için asker gönderdi. 386 Bu bağlamda önemli bir ayrıntı da Ebû’l-Ferec’in eserinde karşımıza çıkmaktadır. Sultanın vefatının ardından karısı Ayşe Hatun ilk olarak Malatya’ya sığındı.387 Hatun, oğlu Tuğrul Arslan ile birlikte burada tutunmak için çabalarken çareyi Belek Gazi’ye sığınmakta buldu ve bu sebeple onun yanına gittiğinde Belek Gazi’ye, “Sultan nice defalar sizi methederek dedi ki bütün Türk emirleri içinde Belek derecesinde akıllı ve kudretli kimse yoktur.” dedi. 388 Bilindiği gibi Belek Gazi, Anadolu’da Haçlılara karşı mücadele yürüten mühîm bir şahsiyetti.389 I. Kılıç Arslan’ın Belek Gazi hakkındaki bu ifadeleri, onun Haçlılar karşısındaki mücadelelerini ve akıllı siyasetini desteklediği gösterir. 2. 1. 2. 2. 3. Siyasî ve Şer’î Tutumu I. Kılıç Arslan’a dair konumuzla ilgili bir diğer bilgi Musul’u ele geçirmesi bağlamında karşımıza çıkmaktadır. O, Musul’u aldıktan sonra, şehirde Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah adına okunan hutbeyi kendi adına irad ettirdi. 390 Hutbede yöneticinin adını anmak, o dönem için siyasî meşrûiyetle alakalı bir durumdu. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın bu teamülü uygulaması, onun dinî anlayış itibariyle dönemindeki genel çerçeveye uyduğunu ve bu anlayışın siyasî yansıması olan teamülleri de yerine getirdiğini göstermektedir. I. Kılıç Arslan Musul’u ele geçirince halkın üzerinde zulme dönüşen vergileri kaldırdı ve Şehrizûrlu Ebû Muhammed Abdullah b. Kasım’ı şehre kadı olarak atadı. 391 Ayrıca insanların birbirlerine iftirada bulunmasını yasakladı ve bu emre 386 İbnü’l-Kalânisî, a.g.e., s. 25, 28; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 344-345; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 130; Ersan, “Türkiye”, X,182. 387 Ebû’l Ferec, a.g.e., II, 349; Karş. Coşkun Alptekin, “Belek b. Behram”, DİA, V, 402. 388 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 60; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, s. 351; Karş. Turan, Türkiye, s. 179; Cahen, a.g.e., s. 20; Kesik, I. Mes’ûd, s. 36; a. mlf., Dânişmendliler, s. 89; Alptekin, “Belek b. Behram”, s. 402. 389 Alptekin, “Belek b. Behram”, s. 402-403. 390 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 137; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 536; Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 515; Özaydın, Tapar, 61; a. mlf, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 129; Ersan, “Türkiye”, X, 182; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 391 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 137; Özaydın, Tapar, s. 61. 100 uymayanı da ölümle cezalandıracağını duyurdu. 392 Kılıç Arslan’ın bu hususta çok hassas ve tavizsiz olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte şer’ân de haram olan bu suçun cezası ölüm değildir. O hâlde Kılıç Arslan nasıl böyle bir karar verebilmiştir? Böyle bir karar vermesi onun Şeriat’a karşı çıktığı anlamına gelir mi?393 2. 1. 2. 2. 4. Hristiyanlarla İlişkiler Konumuz açısından I. Kılıç Arslan ile ilgili bir diğer önemli bir ayrıntı, Hristiyanların ona olan sevgi ve saygılarıdır. Kaynakların onunla ilgili birçok olayda suskunken bu hususta ayrıntılı bilgiler vermesi dikkat çekicidir. Meselâ Süryani tarihçi Urfalı Mateos eserinde, “Sultan Kılıç Arslan için Hristiyanlar büyük matem tuttular. Çünkü o, her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı.” demektedir.394 Bu kayıtlar, sultanın Hristiyanlara karşı merhametli ve müsamahakâr bir dinî anlayışa sahip olduğuna işaret etmektedir. Kazvînî de I. Kılıç Arslan hakkında, “adâleti ve hakkaniyeti yaydı, onun adı ülkede yüceldi.” kaydını düşerek Mateos’un ifadelerini teyit etmektedir.395 Bu bağlamda dikkat çekici bir bilgi de Elbistan’da bulunan Hristiyan Ermenilerin, I. Kılıç Arslan’dan Haçlılara karşı istedikleri yardımdır. Kılıç Arslan’ın askerleri, onların isteğine icâbet ederek bu Ermenileri Haçlı zulmünden kurtardı.396 Böylece Elbistan’daki Hristiyan Ermeniler, dîndaşları Haçlılara karşı I. Kılıç Arslan’ı seçmiş oldu. Ermenilerin dînlerine bağlı olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda onların dîn hususunda I. Kılıç Arslan’ın yönetiminde rahat ettikleri anlaşılmaktadır. 2. 1. 2. 2. 4. Başkent Konya ve İlmî Durum Son olarak I. Kılıç Arslan döneminde Konya’da vuku bulan ilmî gelişmelere değinmekte fayda vardır. Bu dönemde bahsi geçen konuda yaşanan gelişmeler 392 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 139; Özaydın, Tapar, s. 61; a. mlf., “Anadolu Selçukluları”, VIII, 129. 393 Bu soruların cevabı ve sultanların Şeriat’ın yasakladığı ve cezasını da belirlediği diğer suçlarda nasıl olup da cezayı ağırlaştırdıklarını anlamak için III. Bölüm’ün 2. başlığına bakınız. 394 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 231; Karş. Turan, Cihân, s. 224, 368; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 131; Ersan, Ermeniler, s. 247. 395 Kazvînî, a.g.e., s. 115. 396 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 229; Karş. Turan, Türkiye, s. 135; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 534; Ersan, Ermeniler, s. 43; Demirkent, “Kılıç Arslan I”, s. 398. 101 hakkında geniş bilgilere sahip değilsek de el-Konevî nisbeli Abdullah isimli bir âlimin Bağdat’a gittiğini ve orada vaazlar verdiğini biliyoruz. 397 İbn Kesîr eserinde, âlimin Şafiî ve Eş’arî olduğunu kaydeder.398 Bu âlimle ilgili başka da bir bilgi bulunmamaktadır. Abdullah el-Konevî, ilim hayatına nasıl ve nerede başladığı ve devam etti bilinmemektedir. Ancak İznik’in ardından Konya’yı başkent yapan Kılıç Arslan’ın, şehri İslâm dinînin öğrenilmesi ve öğretilmesi açısından hızlıca geliştirdiğini tahmin etmek gerekir. En azından çocukluğundan belli bir yaşa kadar bu âlimin Konya’da ilim tahsil etmiş olduğunu varsaymak mümkündür. 397 İbn Kesîr, a.g.e., XII, 314; Karş. Turan, Türkiye, s. 133. 398 İbn Kesîr, a.g.e., XII, 314. 102 2. 1. 3. I. İzzeddîn Mes’ûd (1116-1155) 2. 1. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Sultan I. Kılıç Arslan’ın ölümünün ardından meydana gelen hâdiseler oldukça karışıktır. Yaşananlarla ilgili en makul tablo şu şekildedir: İzzeddîn Mes’ûd, başkent Konya’da babasının yerine vekâlet ederken Melik Arab Anadolu’da bulunuyordu; Tuğrul Arslan ve annesi Ayşe Hatun ise Malatya’da sultanlığını ilan etmişti. 399 Melik-şâh (Şahin-şâh) da Büyük Selçukluların elinde esirdi. 400 Bu tablo kısa sürede bozuldu. Önce Ayşe Hatun’un girişimleri sonra da Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar tarafından Anadolu’ya gönderilen401 Melik-şâh (Şahin-şâh)’ın hareketleri, başkent Konya’da bulunan İzzeddîn Mes’ûd’u zor durumda bıraktı. Melik-şâh, Mes’ûd’u ele geçirerek 1109 yılında hapse attı. 402 2. 1. 3. 1. 1. Melik-şâh (Şahin-şâh)’ın Saltanatı (1110-1116) Melik-şâh (Şahin-şâh), kısa süren saltanatında Bizans ile mücadele etti. Bizans İmparatoru I. Aleksios’un 1116 yılında Anadolu üzerine yaptığı seferinde onlara büyük zayiatlar verdiren Melik-şâh, Bizanslıları zor durumda bıraktı.403 Ancak kardeşi İzzeddîn Mes’ud’un, Dânişmendli Emîr Gazi ve bazı Selçuklu beylerinin yardımlarıyla hapisten kurtulup saltanatı ele geçirmek için harekete geçmesi üzerine 399 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 54; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 349; Aksarâyî, a.g.e., s. 22; Anonim Selçuknâme, s. 36; Karş. Turan, Türkiye, s. 176; Cahen, a.g.e., s. 20; Özaydın, Tapar, 64-65; a. mlf, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 132; Ersan, “Türkiye”, X, 183; Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mes’ûd Dönemi (1116-1155), TTK, Ankara 2003, s. 12, 13; a. mlf, “Sultan Melik-şâh (Şahinşah) ve Sultan I. Mes’ûd Dönemleri”, Türkler, VI, 940. 400 İbnü’l-Kalânisî, a.g.e., s. 28; İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 345; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 347; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 67; Cenâbî, a.g.e., s. 9; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 25; Karş. Turan, Türkiye, s. 176; Cahen, a.g.e., s. 20; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 538; Özaydın, Tapar, 63; a. mlf, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 132; Ersan, “Türkiye”, X, 183; Kesik, I. Mes’ûd, s. 11; a. mlf, a.g.m., s. 940. 401 İbnü’l-Kalânisî, Melik-şâh’ın Büyük Selçuklularının elinden kaçtığı kanaatindedir. Bkz. İbnü’lKalânisî, a.g.e., s. 28; Ebû’l-Ferec,’e göre ise bu durum, Büyük Selçuklu Sultanı Tapar’ın izniyle gerçekleşmiştir. Muharrem Kesik de aynı kanaattedir. Bkz. Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 349; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 25; Cahen, a.g.e., s. 20; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 538; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 132; Ersan, “Türkiye”, X, 183; Kesik, I. Mes’ûd, s. 15; Karş. Turan, Türkiye, s. 176. 402 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 54; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 349; Karş. Turan, Türkiye, s. 176; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 133; Ersan, “Türkiye”, X, 183; Kesik, I. Mes’ûd, s. 16; a. mlf, a.g.m., s. 940. 403 Anna, a.g.e., s. 479-488; Karş. Turan, Türkiye, s. 184; Cahen, a.g.e., s. 22; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Kesik, I. Mes’ûd, 30; Ayönü, a.g.e., s. 105-106; Kesik, a.g.m., s. 948; a. mlf., “Melik-şâh”, DİA, XXIX, 58. 103 Melik-şâh, imparatorla barış anlaşması yaptı ve hemen kardeşinin üzerine yürüdü.404 Ancak kardeşine mağlup oldu. Yeni sultan I. Mes’ûd’un emriyle, Melik-şâh’ın gözlerine mil çekildi, sonra da öldürüldü.405 Melik-şâh’ın kısa süren saltanatıyla ilgili bilgilerimiz Büyük Selçuklular tarafından Anadolu’ya gönderilmesi ve Bizans ile yaptığı mücadelelerden ibarettir. Dolayısıyla onun hakkında, konumuza dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ayrıca kısa saltanat döneminde yürüttüğü sınırlı faaliyetlerinden hareketle, dinî anlayışı hakkında çıkarımlar yapmak da mümkün değildir. Bu sebeplerden dolayı Melikşâh’ın dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ele alamadığımızı ifade etmek isteriz. 2. 1. 3. 1. 2. I. İzzeddîn Mes’ûd’un Saltanatı (1116-1155) Dânişmendli Emîr Gazi’nin yardımıyla tahtı yeniden ele geçiren I. İzzeddîn Mes’ûd, ona borçluydu. Bu sebeple Mes’ûd, saltanatının ilk yıllarında Emîr Gazi’nin himayesinde hareket etmek zorunda kaldı. Bu duruma itiraz eden Ankara ve Kumana hâkimi Melik Arab, ağabeyine isyan etti. Taraflar arasındaki ilk savaşta Melik Arab galip gelince, I. Mes’ûd, Bizans İmparatoru II. Ioannes Komnenos’tan (ö. 1143) yardım istemek amacıyla İstanbul’a gitti.406 Bu sırada Melik Arab Konya’yı kuşattı. İstanbul dönüşü Emîr Gazi’nin ordusuyla birleşen I. Mes’ûd, Melik Arab’ı mağlup etti ancak Arab’ın isyanı 1127 yılına kadar sürdü. 407 Melik Arab’ın isyanından da Dânişmendli Emîr Gazi’nin yardımıyla kurtulan Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mes’ûd için hareket alanı iyice kısıtlanmış oldu. O, Emîr Gazi’nin 1134 yılındaki ölümüne değin onun seferlerine iştirak etmekle yetindi. 404 Zonaras, a.g.e., s. 180; Anna, a.g.e., s. 498-499; Süryani Mikhail, a.g.e., s. 55; Karş. Turan, Türkiye, s. 185; Cahen, a.g.e., s. 22-23; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 134; Ersan, “Türkiye”, X, 185; Kesik, I. Mes’ûd, 32-33; a. mlf., Dânişmendliler, s. 84; Ayönü, a.g.e., s. 107; Kesik, a.g.m., s. 948-949; a. mlf., “Melik-şâh”, DİA, XXIX, 58. 405 Anna, a.g.e., s. 500-501; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 55; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 350; Karş. Turan, Türkiye, s. 185; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 134-135; Ersan, “Türkiye”, X, 185; Kesik, I. Mes’ûd, 34; Ayönü, a.g.e., s. 108-109; Kesik, a.g.m., s. 949; a. mlf., “Melik-şâh”, s. 58. 406 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 87; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 360; Karş. Turan, Türkiye, s. 195; Cahen, a.g.e., s. 25; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 541; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 138; Ersan, “Türkiye”, X, 187; Kesik, I. Mes’ûd, s. 39; a. mlf., Dânişmendliler, s. 91; Ayönü, a.g.e., s. 117; Kesik, a.g.m., s. 950. 407 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 87; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 360; Karş. Turan, Türkiye, s. 195; Cahen, a.g.e., s. 25; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 541; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 138; Ersan, “Türkiye”, X, 187; Kesik, I. Mes’ûd, s. 39; a. mlf., Dânişmendliler, s. 92; a. mlf, a.g.m., s. 950. 104 I. Mes’ûd, Emîr Gazi’nin ölümünün ardından Dânişmendli baskısından kurtulmak için Bizans ile ittifak kurdu ancak Dânişmendli Melik Muhammed’in kendisine yazdığı mektup üzerine ittifakı bozdu. Daha sonra ikili Bizans’a karşı ortak seferler düzenledi. 408 1142 yılında Melik Muhammed vefat etmesi üzerine I. Mes’ûd, Dânişmendliler arasında çıkan taht kavgasından faydalanarak Anadolu’nun hâkimiyetini eline geçirdi. I. Mes’ûd, (539) 1144 yılında Malatya’yı kuşattığı sırada Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos’un (ö. 1180) sefere çıktığını haber alınca kuşatmayı kaldırarak yola koyuldu. 409 Konya yakınlarında yapılan savaşta Mes’ûd, Bizans ordusunu tahrip etti ve geri çekilmeye zorladı.410 Bu mücadeleden hemen sonra, önce Alman Kralı III. Konrad411 ardından da Fransa Kralı VII. Saint Louis, komutaları altındaki Haçlı ordularıyla İstanbul’a geldiler. 412 Alman ordusu, 26 Ekim 1147 tarihinde Dorylaion’da (Eskişehir) Selçuklu kuvvetleri tarafından ağır yenilgiye uğratıldı. 413 Fransa Kralı Saint Louis, Selçuklu 408 Khoniates, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri, TTK, Ankara 1995, s. 13; Kinnamos, a.g.e., s. 13; Karş. Turan, Türkiye, s. 199; Cahen, a.g.e., s. 27; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 542; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 139; Ersan, “Türkiye”, X, 188; Kesik, I. Mes’ûd, s. 43; a. mlf., Dânişmendliler, s. 104-105; Ayönü, a.g.e., s. 120-121; Kesik, a.g.m., s. 951. 409 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 124; Kinnamos, a.g.e., s. 36; Anonim Selçuknâme, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 206; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 543; Ersan, Ermeniler, s. 78; Kesik, I. Mes’ûd, s. 47; a. mlf., Dânişmendliler, s. 137; Ayönü, a.g.e., s. 131-132; Kesik, a.g.m., s. 955. 410 Kinnamos, a.g.e., s. 37-52; Anonim Selçuknâme, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 207-208; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 140; Ersan, “Türkiye”, X, 191; Kesik, I. Mes’ûd, s. 65-74; Ayönü, a.g.e., s. 132-142; Kesik, a.g.m., s. 957-958. 411 Willermus Tyrensis, Historia Rerum İn Partibus Transmarinis Gestarum, (çev. Ergin Ayan), Haçlılar Türkler Karşısında: Willermus Tyrenensin’in Haçlı Kroniği III (1143-1184), Kronik Yay., İstanbul 2019, s. 43; Ioannes Kinnamos, Historia, (çev. Işın Demirkent), Ioannes Kinnamos’un Historia’sı (1118-1176), TTK, Ankara 2001, s. 56; Niketas, a.g.e., s. 44; Karş. Turan, Türkiye, s. 208; Runciman, a.g.e., II, 221; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Ersan, “Türkiye”, X, 191; Kesik, I. Mes’ûd, s. 82; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 169; Ebru Altan, İkinci Haçlı Seferi (1147-1148), TTK Yay., Ankara 2003, s. 54. 412 Willermus, a.g.e., (Haçlı Kroniği III), s. 47; Kinnamos, a.g.e., s. 56; Niketas, a.g.e., s. 44; Karş. Turan, Türkiye, s. 209; Runciman, a.g.e., II, 223; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Ersan, “Türkiye”, X, 191; Kesik, I. Mes’ûd, s. 86; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 175; Altan, a.g.e., s. 68. 413 Willermus, a.g.e., (Haçlı Kroniği III), s. 46-47; Kinnamos, a.g.e., s. 64, 66; Nigedî, a.g.e., s. 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 209, 210; Cahen, a.g.e., s. 32; Runciman, a.g.e., II, 222; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 544; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Ersan, “Türkiye”, X, 192; Kesik, I. Mes’ûd, s. 84; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 172, 173; Altan, a.g.e.,. 60-68. 105 hâkimiyeti dışındaki yollardan gitmeyi tercih etti.414 Yine de Franklar, yol boyunca ağır kayıplar vererek Antalya’ya ulaşabildiler. Sultan I. Mesud, 1149 yılında Tel Bâşir hâkimi II. Joscelin’in elinde bulunan Maraş’ı ele geçirdi.415 Ardından Haçlı Kontu II. Joscelin’i kendisine tâbi kıldı. 416 I. Mes’ûd 1150 yılında Keysûn, Behisni, Ra‘bân Kalesi ve Merzban’ı da topraklarına kattı. 417 Ardından Tel Bâşir’i tekrar kuşattı ama alamadı. 418 Nûreddîn Zengî, 1151 yılında Tel Bâşir’i fethedince, I. Mes’ûd da Ayıntab ve Dülûk’u ülkesine kattı.419 Sultan, 548 (1153) yılında Kilikya Ermenileri üzerine sefere çıktı ancak başarılı olamadı. 420 Mes’ûd ertesi yıl tekrar sefere çıktı ancak bu seferde de kesin bir sonuç elde edemedi.421 Kilikya seferinden döndükten sonra hastalanan sultan, Elbistan Melik’i oğlu Kılıç Arslan’ı Konya’da tahta oturttu ve kendi tacını onun başına koyarak biat etti. 422 Kısa süre sonra da vefat etti (551/1155). 423 414 Willermus, a.g.e., (Haçlı Kroniği III), s. 48-49; Karş. Turan, Türkiye, s. 210; Cahen, a.g.e., s. 32; Runciman, a.g.e., II, 224; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Ersan, “Türkiye”, X, 192; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 178, 179; Altan, a.g.e., s. 77-78. 415 Papaz Grigor, a.g.e., s. 301; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 386; Nigedî, a.g.e., s. 439; Anonim Selçuknâme, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 213; Cahen, a.g.e., s. 33; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 545; Ersan, Ermeniler, s. 45; a. mlf., “Türkiye”, X, 193; Kesik, I. Mes’ûd, s. 107; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. s. 196. 416 Willermus, a.g.e., (Haçlı Kroniği III), s. 69; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 158; Turan, Sevim ve Merçil, herhangi bir anlaşmadan bahsetmez. Bkz. Turan, Türkiye, s. 213; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 545; Karş. Cahen, a.g.e., s. 33; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Kesik, I. Mes’ûd, s. 108; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 196-197. 417 Willermus, a.g.e., (Haçlı Kroniği III), s. 74-75; Papaz Grigor, a.g.e., s. 303; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 162; Anonim Selçuknâme, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 213; Cahen, a.g.e., s. 33; SevimMerçil, a.g.e., s. 545; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Ersan, Ermeniler, s. 71-72; a. mlf., “Türkiye”, X, 193; Kesik, I. Mes’ûd, s. 108; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 197-198. 418 Papaz Grigor, a.g.e., s. 303, 304; Karş. Turan, Türkiye, s. 213; Kesik, I. Mes’ûd, s. 109; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 198. 419 Papaz Grigor, a.g.e., s. 304; Anonim Selçuknâme, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 213; Cahen, a.g.e., s. 33; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 545; Ersan, Ermeniler, s. 72; Kesik, I. Mes’ûd, s. 110; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 199. 420 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 170; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 391; Karş. Turan, Türkiye, s. 217; SevimMerçil, a.g.e., s. 545; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Ersan, Ermeniler, s. 133; a. mlf., “Türkiye”, X, 194; Kesik, I. Mes’ûd, s. 112. 421 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 173; Karş. Turan, Türkiye, s. 217; Cahen, a.g.e., s. 34; Ersan, Ermeniler, s. 134; Kesik, I. Mes’ûd, s. 113. 422 Papaz Grigor, a.g.e., s. 312; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 98; Karş. Turan, Türkiye, s. 218; SevimMerçil, a.g.e., s. 545; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Ersan, “Türkiye”, X, 194; Kesik, I. Mes’ûd, s. 114, 115. 423 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 176; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. II, 393; Cenâbî, a.g.e., s. 9; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 25; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Ersan, “Türkiye”, X, 194. 106 2. 1. 3. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması 39 yıl gibi uzun bir süre hükümdarlık yapmış olan I. Mes’ûd, bu yönüyle, kendisinden önceki Türkiye Selçuklu sultanlarından ayrılmaktadır. Bu sebeple kaynakların onun hakkında verdiği bilgilerin daha fazla olması beklenirdi. Ancak bilhassa tezimizle ilgili konularda kaynaklar, I. Mes’ûd hakkında oldukça sessizdir. Onun uzun saltanat süresinin yaklaşık ilk 20 yılının Dânişmendlilerin kontrolü altında geçmesi, bu durumu bir nebze olsun açıklamaktadır. Bu sebeple biz de önceki sultanlarda yaptığımız gibi, I. Mes’ûd’un faaliyetlerinden hareketle dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ortaya çıkarmaya çalışacağız. İlk olarak inceleyeceğimiz olay Melik-şâh (Şahin-şâh) ve Arab ile I. Mes’ûd arasında yaşanan mücadelelerdir. 2. 1. 3. 2. 1. Melik-şâh’ın Katli I. Mes’ûd, kardeşi Melik-şâh (Şahin-şâh) ile girdiği taht mücadelesinin sonunda başarılı olunca onun gözlerine mil çektirdi.424 Bu olayla ilgili Bizans tarihçisi Anna Komnene, eserinde, “Bunu yapacak araç gereçleri bulunmadığından, Melik-şâh (Şahin-şâh)’a imparatorun armağan ettiği uzun şamdanı kullandılar.” 425 diyerek, olayın vahâmetini ortaya koymaktadır. Melik-şâh (Şahin-şâh)’ın, Bizans imparatorunun kendisine hediye ettiği şamdanla gözlerinin kör edilmesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Ancak bu olay, başarılı bir şekilde gerçekleştirilemedi. Melikşâh, az da olsa ışığı seçebiliyordu.426 Bu durum I. Mes’ûd’un kulağına gidince sultan öfkelendi ve hemen Melik-şâh’ın öldürülmesi emrini verdi.427 Melik-şâh yay kirişiyle boğularak öldürüldü. 424 Anna, a.g.e., s. 500-501; Papaz Grigor, a.g.e., s. 308; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 55; Ebû’l-Ferec, a.g.e., s. 350; Karş. Turan, Türkiye, s. 186; Cahen, a.g.e., s. 22; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 134-135; Ersan, “Türkiye”, X, 185; Kesik, I. Mes’ûd, 34; a. mlf., Dânişmendliler, s. 86; Ayönü, a.g.e., s. 108; Kesik, a.g.m., s. 949; a. mlf., “Melik-şâh”, s. 58. 425 Anna, a.g.e., s. 500; Karş. Kesik, I. Mes’ûd, s. 34; a. mlf., Dânişmendliler, s. 86; Ayönü, a.g.e., s. 109. 426 Anna, a.g.e., s. 500; Karş. Turan, Türkiye, s. 186; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Kesik, I. Mes’ûd, s. 34; a. mlf., Dânişmendliler, s. 86. 427 Anna, a.g.e., s. 500-501; Karş. Turan, Türkiye, s. 186; Cahen, a.g.e., s. 22; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 539; Kesik, I. Mes’ûd, s. 34; a. mlf., Dânişmendliler, s. 87. 107 Göze mil çekme cezası, daha çok Bizans’ta görülen bir âdetti. 428 Bu uygulamanın erken bir tarihte Selçuklulara da intikal ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Melik-şâh’ın idamı, Türkiye Selçuklu Devleti tarihinde bir ilktir. Hânedânlık içinde, saltanatı elde etme uğruna bu tarz ölümler her zaman yaşanmış, zamanla bir âdet hâlini almıştır. Olayın tarihî yönünü ele almakla birlikte bu davranışların dinî anlayış boyutunu da göz önünde bulundurmak elzemdir. Zirâ bizim kanaatimize göre bu olaylar, bir dinî anlayışın siyasî yansımalarına işaret etmektedir. 429 I. Mes’ûd, saltanatını kabul etmeyerek baş kaldıran diğer kardeşi Arab ile de mücadele etti. Ancak Arab ile girdiği mücadele neticesinde onu yakalama imkanı olmadı. Muhtemeldir ki yakalansa Arab da Melik-şâh’ın akıbetine uğrayacaktı. Bu durum, saltanat mücadelesi sırasında tarafların, inandıkları İslâm dinînin kâidelerini çok fazla gözetmediklerini, saltanat mücadelesi uğruna her şeyi yapabileceklerini göstermesi bakımından önemli bir örnekliktir. 2. 1. 3. 2. 2. Hristiyanlarla İlişkiler I. Mes’ûd hakkında konumuzla ilgili diğer önemli bilgiler, onun Bizans ile kurduğu ilişkiler bağlamında karşımıza çıkmaktadır. O, Bizans’a karşı yürüttüğü mücadelelerde Rum halkı yanına çekmeye çalıştı. Bu uğurda Mes’ûd bazen, Hristiyan halkı vergiden muaf tutarak Selçuklu topraklarına getirdi. 430 Böylelikle hem Selçuklu topraklarında tarım yayılıyor hem de Rum halk İslâm’a kazandırılıyordu. Ayrıca Mes’ûd’un bu davranışlarını, İslâm dininde müellefe-i kulûb431 anlayışı çerçevesinde yapmış olabileceğini de düşünmek gerekir. Bu bağlamda önemli bir ayrıntı Niketas Khoniates’in eserinde karşımıza çıkmaktadır. Niketas eserinde, Beyşehir Gölü’nde bulunan Hristiyanlardan 428 Meselâ Malazgirt savaşında Alp Arslan’a mağlup olan Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in gözlerine mil çekilmişti. Bkz. Attaleiates, a.g.e., s. 181; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 28; Karş. Muharrem Kesik, 1071 Malazgirt, Zafere Giden Yol, Timaş Yay., İstanbul 2013, s. 116. 429 Bir sultan olarak I. Mes’ûd’un, bu hükmü verebilmesinin arkasında yatan dinî ve siyasî anlayışı hem I. Bölüm’de hem de III. Bölüm’ün ikinci başlığında detaylıca ele aldık. Tekrara düşmemek için burada daha fazla detaya girmek istemiyoruz. 430 Kesik, I. Mes’ûd, s. 130,131, Ayönü, a.g.e., s. 118; Nevra Necipoğlu, “Türklerin ve Bizanslıların Ortaçağ’da Anadolu’da Birliktelikleri”, Cogito, sy. 29, (Güz 2001), s. 82. 431 Bkz. Cengiz Kallek, “Müellefe-i Kulûb”, DİA, XXXI, 475-476. 108 bahsederken şu ifadeleri kullanmaktadır. “Gölün ahalisi Hristiyan olmakla beraber, o sıralarda kayıkları aracılığı ile Konya Türkleriyle çok canlı ilişkiler sürdürmekteydiler. Böylece bunlarla Türkler arasında sadece kuvvetli bir dostluk kurulmakla kalmamış, bu Hristiyanlar âdet ve gelenekleriyle hemen hemen Türkleşmişlerdi (Müslümanlaşmışlardı). Bu sebepten de sınır komşularının tarafını tutuyorlar ve Bizanslıları kendilerine düşman görüyorlardı.”432 Bu bilgi, milliyet ve dinlerinin farklı olmasına rağmen Hristiyanların, Selçuklularla kurdukları ilişkilerde kendilerini tehdit altında hissetmemiş olduklarını göstermektedir. Niketas da bu durumu “Uzun bir alışkanlık işte milliyet ve dinden daha güçlü oluyor.” ifadeleriyle zikretmektedir.433 Bizans tarihçisinin eserindeki bu tarihî kayıt, I. Mes’ûd’un farklı dinlere karşı tutumuyla onların gönüllerini kazandığını gözler önüne sermektedir. 2. 1. 3. 2. 3. Bizans’a Karşı Ümmet Birliği Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mes’ûd, Dânişmendlilerin içine düştüğü iç karışıklıklar sebebiyle zayıflaması üzerine onların boyunduruğundan tamamen kurtulmak istedi. Bizans İmparatoru II. Ioannes Komnenos da bu durumu fark ettiği için Mes’ûd’a elçiler göndererek onu Dânişmendli Muhammed’e karşı kışkırttı.434 Taraflar savaşacaklardı ancak Dânişmendli Muhammed’in I. Mes’ûd’a yazdığı mektup durumu tersine çevirdi.435 Bizans tarihçisi Niketas’ın eserindeki kayda göre Dânişmendli Muhammed mektupta, I. Mes’ûd’a, Bizans ile işbirliği yapmasının Türk (Müslüman) çıkarlarına zarar vereceğini söyleyerek onu ikna etmeye çalıştı.436 Ayrıca Niketas’ın eserinde, Dânişmendli Muhammed cesur ve cüretkâr biri olarak 432 Niketas, a.g.e., s. 24; Kinnamos, a.g.e., s. 20; Karş. Turan, Cihân, s. 368; Kesik, I. Mes’ûd, s. 60; Ayönü, a.g.e., s. 128; Necipoğlu, a.g.m., s. 74. 433 Niketas, a.g.e., s. 24. Karş. Kesik, I. Mes’ûd, s. 60; a. mlf., Dânişmendliler, s. 104; Ayönü, a.g.e., s. 128; Necipoğlu, a.g.m., s. 74. 434 Niketas, a.g.e., s. 13; Kinnamos, a.g.e., s. 13; Karş. Turan, Türkiye, s. 199; Cahen, a.g.e., s. 27; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 542; Kesik, I. Mes’ûd, s. 43; a. mlf., Dânişmendliler, s. 104-105; Ayönü, a.g.e., s. 120-121; Kesik, a.g.m., s. 951. 434 Kesik, I. Mes’ûd, s. 44; a. mlf., Dânişmendliler, s. 111; a. mlf, “a.g.m., s. 951. 435 Niketas, a.g.e., s. 13; Kinnamos, a.g.e., s. 13; Karş. Turan, Türkiye, s. 199; Cahen, a.g.e., s. 27; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 542; Ersan, “Türkiye”, X, 190; Kesik, I. Mes’ûd, s. 43; a. mlf., Dânişmendliler, s. 104-105; Ayönü, a.g.e., s. 120-121; Kesik, a.g.m., s. 951. 435 Kesik, I. Mes’ûd, s. 44; a. mlf., Dânişmendliler, s. 111; a. mlf, a.g.m., s. 951. 436 Niketas, a.g.e., s. 13; Karş. Ersan, “Türkiye”, X, 190; Kesik, I. Mes’ûd, s. 43; a. mlf., Dânişmendliler, s. 104; Ayönü, a.g.e., s. 121. 109 tanımlanmakta ve Dânişmendlilerin Bizans’ın en tehlikeli düşmanı olduğu kaydedilmektedir. 437 Bu olay, zaman zaman siyasî çıkarların dinî anlayışın önüne geçebildiğini göstermektedir. I. Mes’ûd da böyle bir duruma düşmenin eşiğindeyken Dânişmendli Muhammed’in basîretli tavrıyla uyanmıştır. Süryani Mikhail eserinde, Dânişmenli Muhammed ile ilgili, “Muhammed başa geçince, Arap kanunlarını tatbik etmeye başladı. Şarap içmiyor ve Müslümanlara hürmet ediyordu. Hükümleri adaletle veriyordu. Müdebbir ve uyanık bir adamdı. Bununla beraber o kiliseleri tahrip ediyordu.” 438 diyerek, onun dinî anlayışına ışık tutmaktadır. Ayrıca Dânişmendli Muhammed’in mektubu üzerine I. Mes’ûd’un, Bizans saflarından ayrılması da önemli bir tavırdır. Çünkü bu hareket Mes’ûd’un, Müslümanların çıkarlarını önemsediğine, dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına işaret etmektedir. Bununla birlikte, Emîr Muhammed’in gayretiyle bu olayda siyasî ihtiraslarına yenik düşmeyen Mes’ûd, onun vefatının ardından bu konuda başarısız oldu. Melik Muhammed’in ölümünün ardından Dânişmendlilerin içinde yaşanan taht mücadelesinde I. Mes’ûd, Zünnûn’u destekledi. Ancak Zünnûn, karakter olarak sefil biriydi. 439 Sultan Mes’ûd’un otoritesini genişletmek uğruna böyle sefil bir adamı halkın başına geçirmek istemesi dikkat çekicidir. Zirâ o, bu hamlesiyle dinî anlayışını bir kenara bırakıyor ve olaya sadece siyasî çıkarları açısından bakıyordu. Halbuki İslâm dini, yöneticilerin âdil ve liyâkatli olmasını emreder. Bizans ile ilişkiler bağlamında karşımıza çıkan bir diğer nokta, I. Manuel Komnenos’un Konya üzerine çıktığı sefer sırasında I. Mes’ûd’a yazdığı mektuptur. Bu mektuplar, karşılıklı cevaplar şeklinde bir süre devam etmiştir. Burada önemli olan husus, I. Mes’ûd’un mektuplarının satır aralarında bulunan ifadelerdir. Bizans imparatorunun tehdit içerikli ilk mektubuna verdiği cevapta I. Mes’ûd, “Ordunuza ilerleme tâlimatı verin ve görüşmelerle bizi bekletmeyin. Gerisi, yani 437 Niketas, a.g.e., s. 22; Karş. Kesik, Dânişmendliler, s. 108, 112. 438 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 103; Karş. Kesik., Dânişmendliler, s. 112. 439 Kesik, Dânişmendliler, s. 119. 110 durumun nasıl gelişeceği Tanrı’nın inayetine kalmıştır.” ifadelerini kullandı.440 Burada, işlerin sonucunun Allah’ın inâyetinde olduğuna dair inancın siyaset alanına yansıması görülmektedir. 2. 1. 3. 2. 4. Haçlılara Karşı Cihad I. Mes’ud hakkında, tezimizle ilgili olarak ele alınması gereken önemli diğer konu, II. Haçlı Seferleridir. Önceki sayfalarda anlattığımız gibi I. Mes’ûd, önce Anadolu’daki beyleri bir araya toplayarak Anadolu’ya gelen Alman ve Fransız Haçlı ordularını imhâ etti.441 Haçlılara karşı kazandığı bu zaferlerden sonra ona, Abbâsî Halîfesi el-Muktefî tarafından hil’at, sancak gibi saltanat alâmetlerinin gönderildiği rivâyet edilmekteyse de bu konu açık değildir.442 Ancak Haçlılara karşı kazandığı zaferler sebebiyle böyle bir olayın gerçek olma ihtimalinin yüksek olduğunu kaydetmemiz gerekir. Bu olayın gerçekleştiği kabul edilecek olursa, I. Mes’ûd’un Haçlılara karşı kazandığı zaferlerin İslâm dünyasındaki yankılarının büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Bu da onun, Müslümanlara yaptığı hizmetler sebebiyle İslâm dünyasında bilinen, önemli bir lider olduğu anlamına gelecektir. I. Mes’ûd, yeni gelen Haçlı ordularını imhâ ettikten sonra da durmadı ve Anadolu coğrafyasında Haçlı işgali altında bulunan topraklara yönelik akınlara devam etti. Diğer yandan Nûreddîn Mahmûd Zengî de I. Mes’ûd ila eş zamanlı olarak Haçlılara akınlar yapıyordu. Müslümanlar dört bir koldan akınlarla Haçlılara nefes aldırmıyorlardı.443 Nûreddîn Zengî, aynı zamanda Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mes’ûd’un damadıydı. II. Joscelin, Nûreddîn ile girdiği bir mücadelede onu mağlup edince, Nûreddîn’in kılıcını ele geçirdi ve kılıcı, “Bu senin kızının kocasının silahıdır. Bu silah, hangimizin daha büyük olduğunu gösteriyor.” notuyla birlikte 440 Kinnamos, a.g.e., s. 36; Karş. Kesik, I. Mes’ûd, s. 64; Ayönü, a.g.e., s. 133. 441 Kinnamos, a.g.e., s. 64, 66; Nigedî, a.g.e., s. 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 209-210, 210; Cahen, a.g.e., s. 32; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 544; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 141; Ersan, “Türkiye”, X, 191-193; Kesik, I. Mes’ûd, s. 84; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 172-179. 442 Anonim Selçuknâme, s. 37; Nigedî, a.g.e., 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 211-212; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 545; Kara, Dini Serüveni, s. 492. 443 Mes’ûd-Nûreddîn ittifakı hakkında detaylı bilgi için bkz. Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 198- 199, 204-206; ayr. bkz. Turan, Türkiye, s. 212-213; Kesik, I. Mes’ûd, s. 102-103; Abdulkadir Turan, Nûreddîn Mahmud Zengî, Ketebe Yay., İstanbul 2020, s. 118-121. 111 Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mes’ûd’a gönderdi.444 Nûreddîn bu olayı duyunca çok öfkelendi ve bir süre sonra da Joscelin’i mağlup ederek esir etti. II. Joscelin’in yukarıdaki ifadeleri, Türkiye Selçukluları ile Haçlılar arasında olan mücadelenin şiddetine işaret etmektedir. Görüldüğü gibi Haçlılara karşı I. Kılıç Arslan ile başlayan gaza ve cihad ruhu, oğlu Mes’ûd’da da devam etmiştir. Urfalı Mateos’un eserine bir zeyl yazan Papaz Grigor eserinde, Nûreddîn Zengî’nin Tell Başir’i ele geçirmesi sonrasında şehirde bulunan Frank ve Ermeni Hristiyanların, Antakya’ya veya başka bir yere gitmek istedikleri taktirde rahatlıkla gidebileceklerinin ilan edildiğini aktarır ve aynı olay I. Mes’ud ve oğlu Kılıç Arslan tarafından da yapılmıştı diye ekler. Eserindeki ilgili bahsin devamında o, bu olayları, “Onlar bunu Hristiyanların dinlerine veya onlara karşı besledikleri sevgiden dolayı değil, memleketlerimizi kolayca ele geçirmek için yapmışlardır.” diye yorumlar.445 Mes’ûd’un bu tavrını başka olaylarda da görmekteyiz. Meselâ o, Maraş’ın ele geçirilmesinden sonra Haçlıların istedikleri yere gitmesi konusunda eman vermişti.446 Burada önemli olan nokta, Grigor’un eserinde I. Mes’ûd’un da bu tutumu göstermiş olduğunun kaydedilmesidir. Bilindiği gibi İslâm savaş hukukuna göre, emân dileyen bir halkın emniyet içerisinde istediği yere gitmesinin sağlanması gerekir.447 I. Mesud’u sert ve azametli olarak niteleyen Papaz Grigor448 farklı düşünse de sultanın bu müsaadeyi İslâm dinine olan inancı sebebiyle verdiği anlaşılıyor. I. Mes’ud, güneydeki Ermeniler ve Haçlılar üzerine yaptığı seferler sonucunda ele geçirdiği topraklarda 77 adet minber449 kurdurdu. 450 Ayrıca halîfe 444 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 137; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 94; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 25; Karş. Turan, Türkiye, s. 213; Kesik, I. Mes’ûd, s. 101-102; A. Turan, a.g.e., s. 134. 445 Papaz Grigor, a.g.e., s. 304, 305; Karş. Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 197. 446 Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 196, 197 447 Ahmet Özel, “Esir”, DİA, XI, 382-389; Ahmet Yaman, “Savaş”, DİA, XXXVI, 189-194. 448 Papaz Grigor, a.g.e., s. 307. 449 Minber ve ne anlama geldiği hakkında bkz. Nebi Bozkurt, “Minber”, DİA, XXX, 101-103; Zeynep Hatice Kurtbil, “Minber (Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar), DİA, XXX, 103-106. 450 Anonim Selçuknâme, s. 22, 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 211-212; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 545; Ersan, Ermeniler, s. 135. 112 tarafından hil’atlerle süslenip gönderilen hatibi de bölgeye tayin etti. 451 Bilindiği gibi bu bölge, I. Haçlı Seferi’nden sonra bir süre işgal altında kaldı. I. Mes’ûd bahsi geçen faaliyetleriyle İslâm’ı bu bölgede yeniden yaymayı amaçlamıştır. II. Haçlı Seferi’ne bizzat katılan Vaiz Odo De Deuil de yer alan tarihî kayda göre Haçlı ordusuyla Anadolu’ya gelmiş üç binden fazla Hristiyan, Türklerin kendilerine gösterdiği iyi muamele sebebiyle Müslüman oldu. 452 Odo De Deuil bu olayla ilgili kaydında, “Ey hıyanetten daha zâlim olan merhamet! Türkler(Müslümanlar) Hristiyanlara ekmek vererek onların dinlerini değiştiriyorlardı. Üstelik Türkler, bu iyilikleri karşısında hiçbirini din değiştirmeye de zorlamıyorlardı.” 453 yorumunu yapmaktadır. Bu olay, Türklerin (Müslümanların) Haçlılar karşısındaki dinî anlayışını göstermesi bakımından çok çarpıcı bir örnektir. Ayrıca bu olay, Mes’ûd’un dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına da işaret etmektedir. Zirâ bu şekilde hareket eden halk, Mes’ûd idaresi altında yaşamaktaydı. Bu bağlamda İskenderiye Kopt Patrikhanesi’ne bağlı bir tarihçinin kayıtları son derece önemlidir. Ona göre Sultan Mes’ûd, halkının büyük bölümü Rumlardan oluşan, âdil ve iyi bir sultandı. Bu yüzden de Rumlar, onun yönetimi altında yaşamayı tercih ediyordu. 454 2. 1. 3. 2. 5. Başkent Konya ve Dinî Kurumlar I. Mes’ûd’un saltanatının sonuna rastlasa da minberi 550/1155 tarihli455 olan Alâeddîn Camii456 de konumuz açısından önemlidir. Bu durum Mes’ûd’un saltanatının son yıllarına doğru dinî kurumsallaşmanın cami yapılacak kadar oturmaya başladığını göstermektedir. Bu bilgi, Anadolu bahis konusu edildiğinde ortaya çıkan yerleşik-göçebe İslâm anlayışı konusu açısından önemlidir. Bahsi geçen 451 Anonim Selçukname, s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 213. 452 Turan, Türkiye, s. 211; a. mlf., Cihân, s. 383, 386; Kesik, I. Mes’ûd, s. 96-97; a. mlf., Selçukluların İmtihanı, s. 185-188; Altan, a.g.e., s. 98. 453 Denis Odo De Deuil, Profectione Ludovici VII In Orientem, (ed. Virginia Gingerick Berry), Columbia University Press, New York 1948, s. 141; Turan, Cihân, s. 383, 386; Altan, a.g.e., s. 98. 454 Osman Turan, “Le souverains seldjuqides et leurs sujets non musulmans”, Studia İslâmica, 1953, s. 76 not 2’den naklen Cahen, a.g.e., s. 177; Ayrıca bkz. Turan, Cihân, s. 368. 455 Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1985, s. 34. 456 Bkz. İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya 2007, s. 218-229; Semavi Eyice, “Alaeddin Cami”, DİA, II, 324-327. 113 bilgi, Mes’ûd’un saltanatının son yıllarında, yerleşik İslâm anlayışının gelişmesinin en azından Konya’da önemli bir ivme kazandığını göstermektedir. Hiç şüphesiz bu gelişimde, I. Mes’ûd’un faaliyetlerinin de katkısı vardır. Bununla birlikte siyasî gayelerin etkisini de gözardı etmemek gerekir. Zirâ göçebeler arasındaki Türkmen şeyhlerini kontrol etmek ve devletin istediği şekle büründürmek zordu. Ancak, yerleşik kurumlar vasıtasıyla âlim yetiştirmek ve bunlar aracılığıyla İslâm’ı yaymak devlet açısından daha makuldü. Tüm bu bilgilerle birlikte, Konya’daki ilk medresenin II. Kılıç Arslan zamanında yapıldığı hatırlandığında, I. Mes’ud zamanında hâlâ tam bir dinî eğitimöğretimden bahsetmek zor gözükmektedir.457 Bu durumda halkın, ya civar bölgelerden gelen âlimler ya da gezgin dervişler tarafından irşâd edildiği düşünülebilir. Ayrıca Alâeddîn Tepesi’ndeki Eflatun Mescidi’ni de bu bağlamda zikretmek gerekir. Bu yapı her ne kadar fetih öncesine tarihlendirilse de Mes’ûd zamanında da işlevsel haldeydi. 458 2. 1. 3. 2. 6. Kur’ân-ı Kerîm Sevgisi I. Mes’ûd’un 1143 yılından sonra Simre adlı bir şehir yaptırdığı iddia edilmektedir.459 Şayet şehrin I. Mes’ûd tarafından kurulduğu kabul edilirse ilk olarak burada cami ve medresenin yapılmış olduğu tahmin etmek gerekir. Zirâ Konya’da dahî cami yapılmışken yeni bir şehirde elbette inşâ edilmiştir. Bu hususta Osman Turan da aynı görüştedir.460 Ayrıca her ne kadar geç dönem kaynağı da olsa Cenâbî tarihinde, şehirdeki eserlerden bahsedilir. Cenâbî, eserinde, Sultan I. Mes’ûd’un, Amasya yakınında güzel bir şehir inşâ ettirdiğini, burada mescid, cami, fakirler ve yolcular için meskenler yaptırdığını, içme suları getirttiğini söyler ve bu şehrin 457 A. Kuran, Anadolu Medreseleri, Ankara 1969; M. Sözen, Anadolu Medreseleri, I, İstanbul 1970. Her ne kadar bu konuda İbrahim Hakkı Konyalı’nın iddiaları farklı olsa da Konya’daki ilk medresenin II. Kılıç Arslan döneminde yapılmış olduğu şimdilik daha isabetli durmaktadır. 458 Baykara, a.g.e., s. 33; Semavi Eyice, “Konya’nın Alâeddîn Tepesi’nde Selçuklu Öncesine Ait Bir Eser: Eflâtun Mescidi”, Sanat Tarihi Yıllığı, IV (1970-71), s. 169-302. 459 Cenâbî, a.g.e., s. 9; Karş. Kara, a.g.e., s. 453; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Ersan, “Türkiye”, X, 185. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Muharrem Kesik, Türkiye Selçukluları – Makaleler, Kriter Yay., İstanbul 2015, s. 318-332. 460 Turan, Türkiye, s. 220. 114 ismini Simre olarak belirtir.461 Ayrıca, “Bugün burası hareberdir.” diye verdiği bilgiden hareketle Cenâbî’nin, bu şehri gördüğü ya da en azından bilgi sahibi olduğu sonucuna varabiliriz. Cenâbî eserinde, Sultan Mes’ûd’un Simre’de kendisine yaptırmış olduğu türbede Kur’ân okunması için mal ve emlak vakfettirdiğini, bu vakfın kendi zamanına kadar ulaştığını ifade etmektedir.462 Bu bilgi sultanın dinî anlayışını göstermesi açısından önemlidir. 2. 1. 3. 2. 7. Adâlet ve Halka Hizmet Tutkusu Aksarâyî’nin eserinde belirttiğine göre Mes’ûd, akıllı ve makbûl bir padişahtı. Bize göre Aksarâyî bu kanaatiyle onun dinî ve siyasî davranışlarını kastetmektedir.463 Zirâ Aksarâyî, eserinin geri kalanında son dönem Selçuklu sultanlarını iki hususta eleştirmektedir. Bunlar dinî sorumluluklarla ilgili zaafiyetler ve adaletsiz tutumlardır. Bu sebeple onun Mes’ûd’u övmesi, Mes’ûd bu tarz bir sultan olmadığına işaret etmektedir. Ayrıca Mes’ûd’un cömert, âlim ve salihleri himaye eden; mescid, hankâh, hamam gibi dinî hizmetlerin icrâ edildiği binaların yapımı için gayret eden biriydi. 464 I. Mes’ûd’un kullandığı unvan ve lakaplar da onun dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında ipuçları barındırmaktadır. Onun kullandığı unvanların başında “es-Sultanü’l-Mu’azzam” gelmekteydi.465 Bunların haricinde o, “İzze’d-dünya ve’dDîn/din ve dünyanın izzeti”, “Mui’z-zü’d-dünya ve’d-Dîn/din ve dünyaya güç katan”, “Rüknü’l-İslâm ve’l-Müslimîn/İslâm’ın ve Müslümanların dayanağı”, “Nâsır-ı Emiri’l-Müminîn/halîfenin yardımcısı” gibi unvan ve lakapları kullanmıştır.466 461 Cenâbî, a.g.e., s. 9; Müneccimbaşı, a.g.e., II, 25; Karş. Kara, a.g.e., s. 453; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Kesik, I. Mes’ûd, s. 134-135. 462 Cenâbî, a.g.e., s. 9; Müneccimbaşı, a.g.e., II, 26; Kesik, bu bilgilerin doğru olmadığı kanaatindedir. Bkz. Kesik, I. Mes’ûd, s. 134-135. 463 Aksarâyî, a.g.e., s. 22; Karş. Nigedî, a.g.e., s. 439; Cenâbî, a.g.e., s. 8-9; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 142; Kesik, I. Mes’ûd, s. 116; a. mlf., a.g.m., s. 959. 464 Nigedî, a.g.e., 439. 465 Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 509; Kesik, I. Mes’ûd, s. 120. 466 Kesik, I. Mes’ûd, s. 132-133. 115 2. 1. 3. 2. 8. Mezhebî Tutumu Süleyman-şâh’la ilgili bölümde bahsettiğimiz gibi İbnü’l-Esîr’in eserindeki Kutalmış ile ilgili kayıt467 Anadolu Selçuklu hânedânlığının atadan gelen bir Mu’tezile eğilimi olduğunu düşünmemize fırsat verebilir. I. Mes’ûd’un hemen ardından tahta geçen oğlu II. Kılıç Arslan hakkındaki kayıtlar incelendiğinde de bu eğilime ilişkin yorum bir derece daha güvenilirlik kazanır. Bu sebeple dinî anlayış bakımından I. Mes’ûd’un da benzeri bir çizgi devam ettirdiği düşünülebilir. Nitekim İbnü’l-Esîr de Kutalmış’ın bahsi geçen eğiliminin onun oğulları arasında da devam ettiğini söylemektedir. 468 467 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49; Karş. Kara, “Anadolu’da Mut’tezile Ekolü’nün Varlığı”, s. 4. 468 İbnü’l-Esîr, a.g.e., X, 49. 116 2. 2. Yükseliş Devri 2. 2. 1. II. Kılıç Arslan (1155-1192) 2. 2. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi II. Kılıç Arslan Konya’da tahta çıkınca kardeşleri isyan ettiler. Bunun neticesinde ilk olarak ortadan kaldırılan kişi, I. Mes’ûd’ın oğullarından Devlet oldu.469 Diğer şehzade Şahin-şâh ise Dânişmendli beyleri ve Bizans İmparatoru ile II. Kılıç Arslan’a karşı ittifak kurdu. 470 Taraflar arasındaki ilk çarpışma Dânişmendli Yağıbasan ile II. Kılıç Arslan arasında oldu. Ancak âlimlerin, dinî önderlerin araya girmesiyle savaş, büyümeden sonlandırıldı. 471 Kısa süre sonra iki taraf tekrar savaştı. Kılıç Arslan galip çıktı. Âlimler ve dinî önderler daha fazla Müslüman kanının dökülmemesi için iki taraf arasında barış sağladı.472 Nûreddîn Mahmûd Zengî, 1155 yılında Selçuklulara ait Maraş, Behisni, Keysûn, Göksun, Raban gibi kale ve şehirleri ele geçirdi.473 Kılıç Arslan, Nûreddîn Zengî’den, aldığı yerleri vermesini istedi. 474 Talebine olumlu cevap alamayan Kılıç Arslan, Ermeniler, Haçlılar, Dânişmendli Zünnûn ve Nûreddîn’in kardeşi Emîr-i 469 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 177; Karş. Turan, Türkiye, s. 224; Cahen, a.g.e., s. 34; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 547; Abdulhalûk Çay, II. Kılıç Arslan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 24; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143, 211; Ersan, “Türkiye”, X, 194. 470 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 177, 178; Karş. Turan, Türkiye, s. 224; Cahen, a.g.e., s. 35; SevimMerçil, a.g.e., s. 547; Çay, a.g.e., s. 24; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143; Ersan, “Türkiye”, X, 194-195; Kesik, Dânişmendliler, s. 125; Abdülkerim Özaydın, “Kılıcarslan II”, DİA, XXV, 399. 471 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 314; Karş. Turan, Türkiye, s. 224; Cahen, a.g.e., s. 35; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 547; Çay, a.g.e., s. 25; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143; Ersan, “Türkiye”, X, 195; Kesik, Dânişmendliler, s. 125; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399. 472 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 315; Karş. Turan, Türkiye, s. 224; Çay, a.g.e., s. 25; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143; Ersan, “Türkiye”, X, 195; Kesik, Dânişmendliler, s. 125. 473 İbnü’l-Kalânisî, a.g.e., s. 193; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 178; Karş. Turan, Türkiye, s. 225; Cahen, a.g.e., s. 36; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 547; Çay, a.g.e., s. 25; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143; Ersan, “Türkiye”, X, 195; A. Turan, a.g.e., s. 186, 192; Bahattin Kök, “Nûreddin Zengî, Mahmud”, DİA, XXXIII, 260; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399. 474 İbnü’l-Kalânisî eserinde, bu mektubun içeriği hakkında, “Kılıç Arslan Nûreddîn’in yaptıklarını öğrenince bunu hem aralarındaki dostluk ve barış antlaşmasının şartlarına hem de aralarındaki evlilik bağından doğan ilişkilere karşı çirkin bir hareket olarak kabul etti. Bu yüzden ona, kınama, ayıplama, gözdağı ve tehditler içeren bir mektup yolladı.” ifadelerini kaydetmiştir. Bkz. İbnü’lKalânisî, a.g.e, s. 193. Urfalı Mateos ise eserinde, mektubun içeriği hakkında, “Haksızlık yapma ve babam tarafınan ikimizin arasında hudut olarak tayin edilmiş olan toprakları iade et.” ifadelerini kaydetmiştir. Bkz. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 319; Karş. Turan, Türkiye, s. 225; Kök, a.g.m., s. 260; Çay, a.g.e., s. 27; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399; ayr. bkz. A. Turan, a.g.e., s. 193. 117 Emirân Nusretüddîn ile Nûreddîn Zengî’ye karşı ittifak kurdu.475 Bu sayede Ayntab ve Ra’ban’ı geri aldı.476 Zor durumda kalan Nûreddîn, Türkiye Selçuklularından aldığı toprakları teslim etti. II. Kılıç Arslan, 1162 yılında İstanbul’a gitti ve I. Manuel ile anlaşarak gücüne güç kattı. 477 II. Kılıç Arslan’ın faaliyetleri Nûreddîn Zengî’yi, Nûreddîn’in hareketleri de II. Kılıç Arslan’ı tedirgin ediyordu. Dânişmendli Zünnûn, Nûreddîn Zengî’nin desteğiyle 1173 yılında Sivas’ta idareyi ele alınca II. Kılıç Arslan 1773 yılında Zünnûn’un üzerine yürüdü. Âlim ve dinî önderler iki Müslüman devletin savaşmasının Haçlıların işine yarayacağını söyleyerek çarpışmayı önledi. 478 Kılıç Arslan’ın teklifiyle barış yapıldı.479 Sonraki yıl da Nûreddîn Zengî ölünce, en güçlü rakibinden kurtulan II. Kılıç Arslan, Anadolu’daki hakimiyeti bütünüyle ele aldı. Bizans İmparatoru I. Manuel, 1176 yılında büyük bir orduyla Selçuklu topraklarına girdi. 480 İki taraf, Myriokephalon mevkiinde karşılaştı. Meydana gelen 475 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 315; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 183; ayrıca bkz. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 318, 319; Karş. Turan, Türkiye, s. 225; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 547; Çay, a.g.e., s. 27; Ersan, Ermeniler, s. 46; A. Turan, a.g.e., s. 193; Kök, a.g.m., s. 260; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399. 476 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 183; Karş. Turan, Türkiye, s. 225-226; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 547; Çay, a.g.e., s. 26; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 143; Ersan, “Türkiye”, X, 195; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399. 477 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 334; Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 188; Niketas, a.g.e., s. 81; Ioannes Kinnamos, a.g.e., s. 149; İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 258; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 399; Karş. Turan, Türkiye, s. 227; Cahen, a.g.e., s. 37; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 548; Çay, a.g.e., s. 35-38; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 144; Ersan, “Türkiye”, X, 196; Kesik, Dânişmendliler, s. 127; Ayönü, a.g.e., s. 155; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 399; Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, Belleten, LXII/247, (2002), s. 840. 478 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 227, 229; Karş. Turan, Türkiye, s. 230; Cahen, a.g.e., s. 40; SevimMerçil, a.g.e., s. 549; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 144; Ersan, “Türkiye”, X, 198; Kök, a.g.m., s. 261; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 479 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 314; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 410; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 28; Karş. Cahen, a.g.e., s. 40; A. Turan, a.g.e., s. 292; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 480 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 329; Anonim Selçuknâme, s. 37; Niketas, a.g.e., s. 123; Ioannes Kinnamos, a.g.e., s. 214; Karş. Turan, Türkiye, s. 233; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 550; Çay, a.g.e., s. 64; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 146; Ersan, “Türkiye”, X, 200; Ayönü, a.g.e., s. 166; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 118 savaşta Bizans ordusunun tamamına yakını yok edildi.481 I. Manuel’in girişimiyle iki taraf barış imzaladı. 482 II. Kılıç Arslan, 25 Ekim 1178 tarihinde Malatya’yı ele geçirdi.483 Böylece Dânişmendlilerin son şubesi de ortadan kalktı. Sultan, Nûreddîn Zengî’ye kaptırdığı Ra’bân kalesini almak üzere harekete geçince Salâhaddîn Eyyûbî’nin yeğeniyle karşı karşıya geldi ve mağlup oldu. 484 Birkaç olayın daha üst üste gelmesiyle485 Selâhaddîn, Kılıç Arslan’ın üzerine sefere çıktı. Ancak taraflar arasında çıkabilecek muhtemel savaş önlenerek barış yapıldı. 486 481 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 249; Niketas, a.g.e., s. 124-131; İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 329; İbnü’lVerdî, a.g.e., s. 104; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 28; Karş. Turan, Türkiye, s. 234; Çay, a.g.e., s. 72; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 147; Ersan, “Türkiye”, X, 201; Ayönü, a.g.e., s. 172; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 482 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 249; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 422; Karş. Turan, Türkiye, s. 234; SevimMerçil, a.g.e., s. 550; Çay, a.g.e., s. 75; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 147; Ersan teklifi II. Kılıç Arslan’ın yaptığını iddia eder. Bkz. Ersan, “Türkiye”, X, 201; Ayönü, a.g.e., s. 173; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 483 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 251; Anonim Selçuknâme, s. 37; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 424; Karş. Turan, Türkiye, s. 237; Cahen, a.g.e., s. 45; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 550; Çay, a.g.e., s. 97; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 147-148; Ersan, “Türkiye”, X, 202; a. mlf., Ermeniler, s. 79-80; Kesik, Dânişmendliler, s. 146; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 484 İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 366; Ramazan Şeşen, İmâd Al-Dîn Al-Kâtib Alİsfahâni’nin Eserlerinde Anadolu Tarihiyle İlgili Bahisler, Güven Matbaası, Ankara 1971, s. 266; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, s. 425; Şihâbüddîn (Ebû’l-Abbâs) Ahmed b. Yahyâ b. Fazlillâh Ömerî, Mesâlikü’l-ebsâr fî memâliki’l-emsâr, (çev. Ahsen Batur), Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, Selenge Yay., İstanbul 2014, s. 303; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 28; Karş. Turan, Türkiye, s. 237; Cahen, a.g.e., s. 45; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 550; Çay, a.g.e., s. 98-99; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 148; Ersan, “Türkiye”, X, 202-203; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 485 II. Kılıç Arslan’ın kızı, Hısn-ı Keyfa hâkimi Nûreddîn Muhammed b. Kara Arslan b. Dâvud b. Artuk ile evliydi. Nûreddîn Muhammed, gönlünü şarkıcı bir kadına kaptırdı. Bunu duyan Kılıç Arslan Nûreddîn’i tehdit etti. Nureddîn Muhammed de Selâhaddîn Eyyûbî’ye sığındı. Kılıç Arslan ile Selâhaddîn’i karşı karşıya getiren olay özetle budur. İmâdeddîn İsfahânî’nin, eserinde aktardığına göre Kılıç Arslan, Selâhaddîn’e “Sen onunla benim aramda hakemsin. O, elbette üzerindeki borcu ödemelidir. Ben onunla sıhriyet kurarken memleketimin bir parçasını çeyiz olarak verdim. Şartımı kabul etmezse bana ait yerleri iade etsin. Benden korunabilmesi için bu kalelerden vazgeçsin.” dedi. Selâhaddîn ise Nûreddîn ile anlaşma yaptığı için geri adım atmadı. Kılıç Arslan’ın elçisi, Selâhaddîn’e, böylesine çirkin bir olayda haksız olan tarafı savunuyor olmasının ve bu adam uğruna Müslümanlara saldırmaya hazırlanmasının dine ve akla uygun olmadığını söyledi. Selâhaddîn elçiye hak verdi ve böylece taraflar savaştan vazgeçti. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 370-372; Şeşen, a.g.e., s. 268, 269, 270; Karş. Çay, a.g.e., s. 99-100; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 148; Ersan, “Türkiye”, X, 203. 486 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 261; İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 371-372; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 426; Ömerî, a.g.e., s. 304. Müneccimbaşı, eserinde bu olayı ayrıntılı bir şekilde anlatarak, barışa giden süreci ve Selâhaddîn’in bilgeliğini ortaya koymaktadır. Bkz. Müneccimbaşı, a.g.e., s. 29, 30; Ayrıca, İmâdeddîn İsfahânî de bu barışta İhtiyareddîn Hasan b. Ufras’ın rolüne dikkat çekmektedir. Bkz. Şeşen, a.g.e., s. 270; Karş. Turan, Türkiye, s. 238; Cahen, a.g.e., s. 46; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 551; Çay, a.g.e., s. 100; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 148; Ersan, “Türkiye”, X, 203; Zerrin Günal, “Selçuklu Hizmetinde Gabras’lar ve Vezir İhtiyareddîn Hasan”, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e 119 II. Kılıç Arslan, ömrünün sonlarına doğru Selçuklu ülkesini 11 oğlu arasında pay etti. Kendisi Konya’da büyük sultan olarak bulunuyordu. Ancak şehzadeler, kısa süre sonra taht mücadelesine başladılar. Bu sırada III. Haçlı Seferi orduları Anadolu’ya geldi. Alman ordularının başında bulunan Friedrich Barbarossa, 1190 yılının yaz ayları başında Selçukluların direnişini kırarak Konya’ya girdi. 487 Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan Haçlılar ile anlaşma imzaladı.488 Ancak kısa süre sonra Barbarossa’nın Silifke çayında boğulmasıyla Haçlı tehlikesi ortadan kalkmış oldu. II. Kılıç Arslan’ın oğulları arasındaki mücadele, Haçlı tehlikesinin sonlanması üzerine kaldığı yerden devam etti. Bu mücadeleler esnasında hastalığı artan II. Kılıç Arslan, 26 Ağustos 1192 tarihinde vefat etti.489 Anonim Selçuknâme’de, onun zehirlenerek öldürüldüğü kaydedilir.490 2. 2. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması Kendinden önceki Selçuklu sultanlarına kıyasla oldukça uzun bir saltanat süren II. Kılıç Arslan, dinî anlayış itibariyle onlardan pek farklı değildir. Önceki Selçuklu sultanlarının, amelî anlamda Ehl-i Sünnet içerisindeki Hanefîliğe tâbi olmakla birlikte mezhebî bir taassup içerisinde bulunmadıklarını, Mu’tezile’ye yakın bir dinî anlayışa sahip olduklarını ifade etmiştik. Kanaatimize göre bu iddiamızı destekleyen en önemli argümanlardan biri de ilm-i nücûm meselesidir. Bu konuda da Armağan, (ed. Emine Uyumaz, Muharrem Kesik, Aydın Usta, Cihan Piyadeoğlu), Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2013, s. 200-210; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. Cahen’e göre Hasan b. Ufras, Müslümanlığa geçmemişte olabilir. Cahen, a.g.e., s. 173-174. 487 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 52; Şeşen, a.g.e., s. 350, 351; Anonim Selçuknâme, s. 38; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 454; Karş. Turan, Türkiye, s. 248-249; Demirkent, a.g.e., s. 151; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 553; Çay, a.g.e., s. 112; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 150; Ersan, “Türkiye”, X, 205; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 381; Ayönü, a.g.e., s. 187; Harun Korunur, Itineraium Peregrinorum Et Gesta Regis Ricardi Işığında III. Haçlı Seferi (1189-1192), Kitabevi Yay., İstanbul 2019, s. 71-72; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 488 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 52. İmâdeddîn İsfahânî, anlaşmayla ilgili detayları eserinde aktarmaktadır. Bkz. Şeşen, a.g.e., s. 348; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 454; Karş. Turan, Türkiye, s. 249; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 553; Çay, a.g.e., s. 112; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 150; Ersan, “Türkiye”, X, 205; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 381-382; Ayönü, a.g.e., s. 187; Korunur, a.g.e., s. 73, 74; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 489 Şeşen, a.g.e., s. 361; İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 82; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 463; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 105, 106; Ömerî, a.g.e., s. 317, 318; Karş. Turan, Türkiye, s. 252; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 553; Çay, a.g.e., s. 113; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 151; Ersan, “Türkiye”, X, 206; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 490 Anonim Selçuknâme, s. 38. 120 II. Kılıç Arslan ile ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. 2. 2. 1. 2. 1. II. Kılıç Arslan ve İlm-i Nücûm II. Kılıç Arslan zamanında müneccimler, Nuh Tufanı gibi bir tufanın kopacağını ve her şeyin helâk olacağını iddia ettiler.491 Sultan da bu iddialara inanarak yer altında müstahkem evler ve sığınaklar inşâ ettirdi. 492 Ebû’l-Ferec eserinde, “Herkesten fazla Konya Sultanı II. Kılıç Arslan bu budalaca laflara inandı ve yığın yığın paraları boş yere israf ederek yeraltını kazdırdı ve yerin diplerinde muhkem evler yaptırdı.” ifadeleriyle bu hadiseyi kaydetmiştir.493 Neticede ise böyle bir tufan meydana gelmedi. Yine bu olay bağlamında Ebû’l-Ferec’in eserinde, II. Kılıç Arslan ile bir müneccim arasında geçen şöyle bir diyalog aktarılmaktadadır. “Meşhûr hey’etçilerden biri olup aynı kehanetleri ileri süren biri ‘bunlar hesaplarında yanıldılar’ dedi. Sultan ona, sonucun böyle olacağını nereden bildiğini sorunca o da şu cevabı verdi: ‘Yeryüzünü tufan kaplayacak olursa beni muaheze edecek (kınayacak) bir kimse hayatta kalmaz. Tufan olmazsa ben doğruyu söylemiş olduğum için ayrıca mükafat görürüm’. Sultan güldü ve ona bir atıyye verdi.”494 Bu olay, II. Kılıç Arslan ile müneccimler arasında bulunan sıkı ilişkiyi gösteren güzel örneklerden biridir. Nitekim II. Kılıç Arslan, tabip, filozof ve aynı zamanda müneccim olan Ebû’l-Fazl Bedîüzzamân Kemâlüddîn Hüseyn Hubeyş b. İbrâhîm b. Muhammed et-Tiflîsî’yi hep yanında bulundururdu.495 Süryani Mikhail eserinde, 1173 yılının sohbahar-kış döneminde yaşanan felâket türü hâdiselerden bahsederken, bu olayların sonrasında sarhoşların bile oruç tutmaya başladığını, içkiden uzaklaştığını, zengin ve yüksek rütbeli insanların yana yakıla duâ ettiğini, sadaka dağıtmaya başladığını ifade edip, “Fakat şeytan, 491 Süryani Mikhail, a.g.e., s. 272; İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 417; Ebû’l-Ferec, a.g.e, II, 438; Karş. Turan, Türkiye, s. 257; Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 492 Süryani Mikhail, a.g.e., s. 273; Ebû’l-Ferec, a.g.e, II, 438; Karş. Turan, Türkiye, s. 257; Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 493 Ebû’l-Ferec, a.g.e, II, 438, 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 257. 494 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 257; Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 495 Süryanî Mikhail, a.g.e, s. 261; Cahen, a.g.e., s. 219; İhsan Fazlıoğlu, “Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim”, Cogito, sy. 23, (Güz 2001), s. 159, 160; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 121 hükümdarları ve emirleri, astronomların tavassutu ile tövbeden geri çeviriyordu.” yorumunu yaparak müneccimlerin şu sözlerine yer verir: “Bunlar, ‘Zuhal seyyaresi Merihe yakın bulununca bu felaketi doğurur. Şimdi ise uzaklaşmış olup felaket bitmiştir. O ancak uzun yıllar sonra tekrar yaklaşacaktır. Bu duâların bir faydası yoktur ve sadaka vermeye hacet yoktur.’ diyorlardı.” 496 Süryani Mikhail’e göre hükümdarların birçoğu bu sözlere inanıyordu. Bu tarihî kayıtlar, II. Kılıç Arslan ile doğrudan alâkalı değilse de onun döneminde gerçekleşmiş olması sebebiyle önemlidirler. Zirâ kayıtlar, o devirde yaşanan olaylarda, bilhassa da doğa olaylarında, insanların tavırlarını, hâdiselere yaklaşımını ve dinî anlayışlarını gözler önüne sermektedir. Ayrıca müneccimlerin yukarıdaki sözleri, II. Kılıç Arslan’ın da onlara inanarak yer altında evler yaptırdığı olayla ilgilidir. Bu açıdan bahsi geçen sözler, müneccimlerin, insanları nasıl ikna etmeye çalıştıklarına dair bir delil özelliği de taşımaktadır. II. Kılıç Arslan’ın ilm-i nücûm ile ilişkisine dair diğer önemli bilgi, Koyulhisar ve Niksar Meliki olan oğlu Nâsırüddîn Berkyaruk-şâh ile ilgilidir. Bu melikin bir kitabı olduğundan bahseden Selçuklu tarihçisi İbn Bîbî, eserinde, bahsi geçen kitaptan bazı bölümler aktarmaktadır. Bu bölümlerde II. Kılıç Arslan’ın oğlu Berkyaruk-şâh, ilm-i nücûma olan ilgisini ve uzun yıllar bu ilimle uğraştığını, birçok şey öğrendiğini ifade etmektedir.497 Berkyaruk-şâh, sözlerinin devamında, dünyadaki işlerin zorluğu sebebiyle dünyalıklardan vazgeçmeye karar verdiğini ancak “Sonra Tanrı’nın lütuf rüzgarı ses verdi. ‘Eğer bu bahçede dikensiz bir gül ve meyve istiyorsan, şahlıktan vazgeç’ dedi.” diyerek, bu yolda yürümek için bazı zahmetlere katlanması gerektiğini anladığından bahseder. 498 Bu idrakin üzerine Berkyaruk-şâh, kendisini aciz ve çaresiz hissettiğini ve bu sebeple de “Kalbi saf kişiler gibi kulluk gereklerini yerine getirip O’nun övgüsü hakkında ağzımı açtım. Hiç durmadan dedim 496 Süryanî Mikhail, a.g.e, s. 228, 273. 497 Berkyaruk-şâh’ın bahsi geçen ifadeleri şu şekildedir: “Takdir nakkaşı, beni yokluk yurdundan alıp tabiat levhasına yerleştirince, belki sırrı bana açılır diye ilimle gökyüzünün yapısını araştırmaya başladım. Bu yedi anne ve dört babanın birçok sırrı bana aydınlandı. Bu yeşil gül bahçesindeki yıl ve ay merdiveninde ömürden 17 yıl sayılınca, İlahi ışıkların yardımıyla gönlün süsü olan hünerler elde ettim.” Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 52. 498 İbn Bîbî, a.g.e., s. 53. 122 ki “Ya Rabbi, bana yakınlığını göster, yaralı kalbime merhem ver. Bu padişahlık tahtını kuluna verince onu kötü adetlerden koru.” diye Allahu Te’âlâ’ya yakardığını ifade eder. 499 Bize göre Melik Berkyaruk-şâh, bir şehzade olarak etrafında, dünyada olup bitenleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışma isteğiyle ilm-i nücûma yönelmiş ancak bu ilim yoluyla elde ettiği bilgiler neticesinde aklındaki soruları aşamayınca dine daha sıkı bir şekilde sarılmıştır. İbn Bîbî’nin eserindeki ona ait satırlar, bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İbn Bîbî’nin eserinde, Melik Berkyaruk-şâh’ın Şihâbeddîn es-Sühreverdî elMaktûl (ö. 587/1191)’un500 görüşlerini benimsediği ve kendisine rehber edindiği, hatta onunla görüştüğü ve Sühreverdî’nin, Pertevnâme adlı eserini bu melike takdîm ettiği, Berkyaruk-şâh’ın da eseri titizlikle inceleyerek tam bir şekilde kavradığı aktarılmaktadır.501 Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere Berkyaruk-şâh da babası II. Kılıç Arslan gibi hem ilm-i nücûma hem de felsefeye meraklıdır. İlm-i nücûmla ilgili bu bahisler, II. Kılıç Arslan’ın dinî anlayış itibariyle kendisinden önceki Türkiye Selçuklu sultanlarına genel olarak benzediğini ortaya koymaktadır. Lâkin Kılıç Arslan’ın dinî anlayışı konusunda, önceki sultanlar hakkında sahip olmadığımız ayrıntılı bilgiler de mevcuttur. Bu sebeple onun dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını, I. Süleyman-şâh, I. Kılıç Arslan ve I. Mes’ûd’a kıyasla daha açık bir şekilde ortaya koymak mümkündür. 2. 2. 1. 2. 2. Vasiyeti Sultan II. Kılıç Arslan, hayatının son anlarında oğlu Gıyâseddîn Keyhüsrev’e siyasî, ahlâkî içerikli bir vasiyette bulundu. II. Kılıç Arslan, Keyhüsrev’e özetle şunları söyledi: 499 İbn Bîbî, a.g.e., s. 52, 53. Aynı melik Allah’ı ve Hz. Muhammed’i de övmektedir bkz. a.e., s. 51- 52. 500 İşrakîlik adlı felsefî ekolün kurucusu Şihâbeddîn es-Sühreverdî el-Maktûl, fikirleri sebebiyle Bağdat’ta idam edilmiştir. Geniş bilgi için bkz. İlhan Kutluer, “Sühreverdî, Maktûl”, DİA, XXXVIII, 36-40. 501 İbn Bîbî, a.g.e., s. 53; Karş. Turan, Türkiye, s. 243, 271; Cahen, a.g.e., s. 219; Kara, a.g.e., s. 511. 123 “Saltanat işlerini yürütmede benim sana vereceğim nasihat, Lokman’ın şu vasiyetinden farklı değildir: Ey oğulcuğum! Allah’a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür. Ey oğulcuğum! Namazı kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret, doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip onlara yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.” 502 Bu sözlerini takiben Sultan II. Kılıç Arslan, veliaht Keyhüsrev’e Nahl Suresi’nin 16-17. âyetlerini503 okudu. 504 Böylece o, sultanlar için en önemli ibadetlerden sayılan adâlet hususunda veliaht şehzadeyi tembihleyerek Allah’ın ancak bu şekilde kendisinden razı olacağını vurguladı. Ayrıca II. Kılıç Arslan, dünyanın geçiciliğine dikkat çekerek bâkî olanın Allah olduğunu söyledi ve Keyhüsrev’e, dünyaya meyletmemesi uyarısında bulundu. 505 II. Kılıç Arslan, ömrünün son anlarındaki sözlerinde kendi dinî ve siyasî anlayışını ortaya koyan sözler sarfetti. O, vasiyetini açıkladığı mecliste, Kur’ân-ı Kerîm’in 71. sûresinin 11. âyetini okuyarak Allah’ın kendisine birçok nimet verdiğini söyledi ve ülkesindeki işlerin, Allah’ın yardımı ve adâleti sayesinde yoluna girdiğini dile getirdi. 506 Sultanların olmadığı taktirde nizâmın bozulacağını söyleyen Kılıç Arslan, nizâmın korunması için de sultanların âdil olması ve Allah’ın kanunlarına uyması gerektiğini ifade etti. 507 II. Kılıç Arslan’ın, veliaht şehzade Keyhüsrev’e yaptığı tavsiyelerde dinî boyutun öne çıktığı görünmektedir. Aslında bu öğütler, saltanat işleriyle yani siyasetle dinîn, II. Kılıç Arslan’ın nezdinde nasıl bir ilişkiye sahip olduğunu göstermektedir. Diğer deyişle bu satırlar, onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ortaya koymaktadır. Anlaşılan o ki II. Kılıç Arslan, bir sultanın dinî yönünün, siyasî davranış ve tutumları üzerinde etkili olduğunu ve hatta olması gerektiğini düşünüyor, din konusundaki hâl ve durumların, siyaset sahnesine olumlu ya da olumsuz 502 İbn Bîbî, a.g.e., s. 41; Karş. Tuncer Baykara, I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211) Gazi-Şehit, TTK, Ankara 1997, s. 16; Kara, a.g.e., s. 475-476. 503 Bahsi geçen âyetlerin meali şu şekilde: “Muhakkak ki Allah adâleti, iyiliği ve yakınlığı olana vermeyi emreder; ahlâksızlığı/hayasızlığı, fenâlığı, zulmü/azgınlığı yasaklar. İyice anlayıp tutasınız diye size (böylece) öğüt verir.” Bkz. Hasan Tahsin Feyizli, Feyzü’l-Furkan, Server Yay., İstanbul 2017, s. 276. 504 İbn Bîbî, a.g.e., s. 41; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 16. 505 İbn Bîbî, a.g.e., s. 42-43; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 16; Kara, a.g.e., s. 476. 506 İbn Bîbî, a.g.e., s. 44; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 16. 507 İbn Bîbî, a.g.e., s. 44-45; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 16. 124 yansımalarının olacağını biliyordu. Bu sebeple o, veliaht Keyhüsrev’e, sultan olunca şımarıp dünyaya ve güce tapmamasını, ibadetlerini ve Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmesini, Allah’ın rızasını kazanırsa insanların da rızasını kazanacağını söylüyordu. II. Kılıç Arslan, Keyhüsrev’e yönelik vasiyetinin ardından emîrlerine de nasihat etti. O, Hz. Ebûbekir’in, kendisinden sonra Hz. Ömer’i tayin ettiği sırada söylediği sözleri aynen tekrarlardı: “Size Ömer el-Hattab’ı halîfe tayin ediyorum. Şimdiye kadar Allah, Peygamber, onun dini, kendi nefsim ve sizin için her şeyi yaptım. Onun adaletle hükmedeceğine inanıyor, ondan iyilik yapmasını bekliyorum. ‘Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır’” 508 Kılıç Arslan’ın, emîrlerinden Keyhüsrev’e itaat etmelerini isterken bu hâdiseyi anması dikkat çekicidir. Ayrıca bu sözlerle onun, yerine birini veliaht bırakıyor oluşuna dinî bir meşrûiyet sağlamak istediği düşünülebilir. Beylerine yönelik sözlerinin devamında II. Kılıç Arslan, oğlu Keyhüsrev’in, kardeşlerinden küçük olmasına rağmen akıl ve yetenek bakımından onlardan daha üstün olduğunu belirterek Keyhüsrev’in farzları, sünnetleri ve nâfileleri yerine getirdiğini, kendisini dinî açıdan da geliştirdiğini söyledi.509 Böylece o, oğlunun saltanat makamına lâyık olduğunu ifade etmeye çalışıyordu. II. Kılıç Arslan’ın, Keyhüsrev’in dinî ve dünyevî özelliklerini bir arada belirtmesi, din ve dünyayı bir bütünün parçaları olarak düşündüğüne işaret etmektedir. II. Kılıç Arslan’ın sözlerinin ardından, isimleri verilmeyen ama o sırada orada hâzır bulunan emîrler, “Sultanın fermânını, göktan inen bir vahiy ve kalbi temiz olanların duâsı olarak kabul ederiz.” dedi. 510 Bu ifadeler, sultanların, kendilerini Allah’ın halîfesi olarak görmelerinin emîrlere, dolayısıyla da siyasete yansıması olarak değerlendirilmelidir. Emîrlerin yaklaşımı, sultanın bu konuda sahip olduğu dinî anlayışın siyaset arenasındaki tezahürüdür. 508 İbn Bîbî, a.g.e., s. 45, 46; Bu sözlerin sonunda geçen ifade, Kur’ân-ı Kerîm’in 26. sûresinin 277. âyetidir. Âyetin meali şu şekildedir: “Ancak (şairlerden) iman edip sâlih amel (sevaplı iş) işleyenler, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra (şiirle) haklarını alanlar böyle değildir. Zulmedenler de nasıl bir inkılâp ile döndürüleceklerini (devrileceklerini) bileceklerdir.” Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 375. 509 İbn Bîbî, a.g.e., s. 45, 46; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 16. 510 İbn Bîbî, a.g.e., s. 48. 125 Tüm bunlarla birlikte, yeni Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e biatin ardından zevk ve eğlence meclisi kurulup, “şarabın tadını çıkararak sarhoşluğun hakkının verildiği” aktarılmaktadır.511 İbn Bîbî’nin eserinde yer alan bu kayıttaki “acem havalarına ve padişah âdetlerine uyarak…” ifadesi oldukça önemlidir. Sultanların ve emîrlerin, bahsi geçen âdetlere uyarak İslâm dininin emir ve yasaklarına karşı giriştikleri davranışlar ve bilhassa içki meselesindeki durumları bilinmektedir.512 2. 2. 1. 2. 3. Felsefeye Merakı ve Mezhebî Tutumu II. Kılıç Arslan’ın siyasî hayatındaki olaylar da onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına işaret etmesi bakımından önemli bilgiler barındırmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan, Haçlılara karşı Müslümanların bayraktarlığını yaparak önemli zaferler kazanan Musul atabegi İmâdeddîn Zengî (ö. 1146)’nin oğlu Nûreddîn Mahmûd Zengî ile çağdaştı. Nûreddîn Zengî’nin ölümüne kadar çatışan ikilinin arasındaki mücadelenin bir boyutu da dinî konulardaydı. II. Kılıç Arslan ve Nûreddîn Zengî, 1173 yılında birbirleriyle çarpışacakları sırada âlim ve dinî önderlerin araya girmesiyle savaşmaktan vazgeçtiler. 513 Bu savaştan önce Fatımî Vezîri Sâlih b. Ruzzîk de II. Kılıç Arslan’a, Nûreddîn ile içinde bulunduğu anlaşmazlıklar sebebiyle bir mektup yazdı.514 Ruzzik mektubunda, ikilinin yapacağı olası savaşın kâfirlere yarayacağını, birbirleriyle savaşacaklarına 511 İbn Bîbî, a.g.e., s. 49; Karş. Selim Kaya, I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi (1192-1211), TTK, Ankara 2006, s. 41. 512 Bu konuyu III. Bölüm’ün 1. başlığında detaylıca ele aldığımız için burada kısaca değindik. 513 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 227, 229; Karş. Turan, Türkiye, s. 230; Cahen, a.g.e., s. 40; SevimMerçil, a.g.e., s. 549; Kök, a.g.m., s. 261; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 514 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 258; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 27; Karş. Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 227; A. Turan, a.g.e., s. 291. Salih b. Ruzzik hakkında bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 225-226. İbnü’lEsîr, eserinde, hicretin 556 (1160-1161) yılında Sâlih b. Ruzzîk’in öldüğünü kaydetmektedir. Bununla birlikte Nûreddîn Zengî ile II. Kılıç Arslan arasında meydana gelen bu olayda, Ruzzîk tarafından Kılıç Arslan’a bir mektup gönderildiği bilgisini de paylaşmaktadır. Bu durumda iki bilgi arasında bir tutarsızlık meydana gelmektedir. İbnü’l-Esîr de bu durumun farkındadır. O da eserinin ilgili sayfalarında bu karışıklığı çözmeye çalışır. Ona göre Ruzzik bu şiiri, kendisi ölmeden önce Nûreddîn ile Kılıç Arslan arasında yaşanan bir gerginlik sırasında gönderdi. Bu gerginlik daha sonra da devam etti ve 1173 tarihinde ayyuka çıktı. Bu sebeple şiir de bu tarihte gönderilmiş gibi düşünüldü. Şiirin Kılıç Arslan’a gönderildiğinin özellikle ifade edilmesi, bu şiirin 1157 yılında Nûreddîn ve Kılıç Arslan arasında meydana gelen gerilimler sırasında yazıldığını göstermektedir. 1157 yılındaki gerilimde, Kılıç Arslan Nûreddîn’in üzerine yürümüş ve birkaç kaleyi onun elinden almıştı. Muhtemelen şiir, Kılıç Arslan’ın bu hareketini durdurmak üzere yazılmıştı. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 258. İbnü’l-Esîr, eserinde Ruzzîk’in güzel şiirlerinin olduğunu kaydederek onun şiir erbabı olduğunu ifade etmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 226. 126 kafirlere yönelmelerini ve Allah’ın dinine yardım etmelerini öğütledi.515 Neticede taraflar savaşa tutuşmadı ve barış anlaşması yapmaya karar verdi. Nûreddîn, bu vesileyle Kılıç Arslan’a gönderdiği mektupta, onu zındık olmak ve cihâdı terk etmekle suçlayarak tecdîd-i îman getirmesini, Bizans’a karşı cihâd etmesini ya da Haçlılar karşısında kendisine yardım etmesini istiyordu. 516 Nûreddîn’in oldukça ağır olan itham ve talepleri, onun dinî meselelerdeki anlayışını göstermekle birlikte II. Kılıç Arslan’ın dinî anlayışı hakkında da ipuçları vermektedir. Bu bilgilere göre şu yorumlar yapılabilir:
Evvelâ Kılıç Arslan’a yöneltilen zındıklık ithamı, onun felsefî düşünceleri benimseyip Mu’tezile’ye yakın olmasıyla alâkalıdır. 517 Türkiye Selçuklu sultanlarının hem Hanefî olmaları hem de felsefeyle içli dışlı bulunmaları sebebiyle dinî anlayışlarının Mu’tezile ekolüne yakın olduğu, felsefî tartışmalarla ilgilendikleri bilinmektedir.518 Nitekim Mu’tezile’ye mensup âlimler, oldukça erken tarihlerde, daha Dânişmendliler zamanında Anadolu’ya gelmişti.519 Dânişmend Ahmed Gazi’ye sunulan astronomiye dair Keşfü’l-Akabe adlı eserde, onun hakkında, “Pek çok filozof ile faziletli kişi ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler o yüce zata yönelmekte ve her biri sahip oldukları ilmi yaymak ve uygulamak nisbetinde o hazretin cömertlik denizinden pay almaktadırlar.” denilerek bu gerçeğe işaret edilmektedir. 520 Mu’tezile’nin bilim ve felsefeyle içli dışlı olduğu ve bu ekole mensup kişilerin felsefeci, akliyeci gibi niteliklerle anıldığı tarihî bir vak’adır.521 Bu konuda, II. Kılıç Arslan hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vardır. Meselâ 515 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 258; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 27. Karş. Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 227; A. Turan, a.g.e., s. 291. 516 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XI, 315; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 28; Karş. Turan, Türkiye, s. 230, 256; A. Turan, a.g.e., s. 292; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 517 Turan, Türkiye, s. 256; a. mlf., Cihân, s. 370; A. Turan, a.g.e., s. 292; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402; Seyfullah Kara, “Türkiye Selçukluları Döneminde Anadolu’da Mu’tezile Ekolünün Varlığı”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, c. 1, sy. 2, (Haziran 2012), s. 7; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 518 Kara, Mezhep Kavgaları, s. 229-235; Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 133, 135; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 3, 5, 7; ayr. bkz. a. mlf., “Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, s. 275-276. 519 Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 131. 520 Mikail Bayram, “Anadolu’da Te’lif Edilen İlk Eser Kaşf al-‘Akaba”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, VII/3-4 (1979), s. 283; a. mlf., “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 138; a. mlf., “Alaaddin Keykubad’ın İlmî Şahsiyeti”, I. Alaaddin Keykubad ve Dönemi Sempozyumu Bildirileri, Konya 2010, s. 5; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 9. 521 Kara, Dini Serüveni, s. 500; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 6, 9; a. mlf., “Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, s. 275-277. Mu’tezile ekolüyle ilgili detaylı bilgi için bkz. Çelebi, “Mu’tezile”, s. 391-401. 127 Kılıç Arslan, sarayında bilimsel ve felsefî münazaralar tertip ettirirdi. Nitekim Hanefî mezhebi müntesibi Alâeddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâşânî (ö. 587/1191) ile Şarânî adlı bir âlim, II. Kılıç Arslan’ın sarayında fıkhî bir tartışma yapmıştır. 522 Bu iki âlim, Ebû Hanîfe’nin müctehidler ve onların ictihadları hakkındaki düşünceleri üzerine tartıştı. Kâşânî, Ebû Hanîfe’nin müctehidlerin ictihadları hakkında onların isabetli fetvâlar verebileceği gibi hata da yapabileceklerini söylerken Şa’rânî ise Ebû Hanîfe’nin, her müctehidin kendi ictihadında isabetli olduğunu düşündüğünü savundu. 523 Bunun üzerine Kâşânî, Şa’rânî’nin sözlerinin Mu’tezile’ye ait olduğunu söyleyerek onun üzerine yürüdü ve hatta kırbacıyla ona vurmaya kalktı.524 II. Kılıç Arslan’ın “bu, fakihe iftiradır, bizden uzaklaş” diyerek duruma müdahale etmesiyle olay yatıştırıldı. 525 İki âlimin tartıştığı konunun, dinî anlayış bakımından son derece önemli ve hassas olması, II. Kılıç Arslan’ın bu konulardaki merakını ve ilmî birikimini gösterir. Bu bilgilerden hareketle Osman Turan, Kılıç Arslan’ın İslâm hukukuyla ilgili esnek bir anlayışa sahip olduğunu ve onun, ictihad müessesesini genişleterek dinî-hukukî kaideleri yumuşatmayı düşündüğünü ifade etmekte ve bu tartışmada da Şa’rânî’nin tarafını tuttuğunu belirtmektedir. 526 Buna göre II. Kılıç Arslan, bahsi geçen konuda Mu’tezile’nin fikirlerini benimsemektedir. Nitekim yaşananlar üzerine Kılıç Arslan, meşhûr âlim Kâşânî’yi, sarayından kibarca uzaklaştırmak için Nûreddîn Zengî’ye elçi olarak gönderdi. 527 Nûreddîn Zengî’nin de Kâşânî’yi geri göndermeyip Halâviyye medresesine hoca tayin etmesi, iki sultanın arasındaki dinî anlayış farkını 522 İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb fî Tarîhi’l-Haleb, (nşr. Sami ed-Dehhan), Damas, 1954, II, 295’ten nakille Turan, Türkiye, s. 256; a. mlf., Cihân, s. 369; Kutlu, a.g.e., s. 120; Kara, a.g.e., s. 360, 500; a. mlf., “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 6; a. mlf., “Dinî Hayat”, s. 465; a. mlf., “Mu’tezilî Düşüncenin Girişi”, s. 277-278; Maldung, a.g.m., s. 396; Ferhat Koca, “Kâsânî”, DİA, XXIV, 531. Ferhat Koca, bu olayın I. Mes’ûd zamanında geçtiğini iddia etmektedir. Biz Turan ve Kara’nın görüşüne katılarak olayın, II. Kılıç Arslan devrinde yaşandığını kabul etmekteyiz. 523 Turan, Türkiye, s. 256; a. mlf., Cihân, s. 369; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 6; Koca, “Kâsânî”, s. 531. 524 Turan, Cihân, s. 369; Kara, a.g.e., s. 500; a. mlf., “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 6; a. mlf., “Dinî Hayat”, s. 465; Koca, “Kâsânî”, s. 531. 525 Turan, Cihân, s. 369; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 6. 526 Turan, Türkiye, s. 256; a. mlf., Cihân, s. 369. Turan’ın bu fikirlerinin üzerinde, yaşadığı yıllarda, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartların da etkili olduğunu düşünmek gerekir. 527 Turan, Cihân, s. 369; Kara, a.g.e., s. 500; a. mlf., “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 7; a. mlf., “Dinî Hayat”, s. 465; Koca, “Kâsânî”, s. 531. 128 göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici bir örnektir.528 II. Kılıç Arslan’ın dinî ve felsefi meselelere olan merakıyla ilgili diğer bir örnek Malatya’da bulunduğu sırada Hristiyan ve Müslüman âlimleri huzurunda münâkaşa ettirmesidir. 529 Ayrıca oğlu Berkyaruk-şâh’ın felsefeye olan derin ilgisi de babasının mirası olarak düşünülebilir. II. Kılıç Arslan, Nûreddîn’in tecdîd-î iman tâlebine karşı, “Nûreddîn benimle ilgili zındıklık şayiası yaymak istiyor. Onun taleplerine cevap vermek benim için bundan iyidir.” diyerek elçinin önünde kelime-yi şehâdet getirdi.530 Kılıç Arslan’ın, Nûreddîn’in elçisini reddettiği taktirde hakkındaki zındıklık şayialarının artacağını düşünerek gururunu ayakları altına alıp kelime-yi şehadet getirmesi, onun kesin bir sûrette İslâm dinine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. 2. 2. 1. 2. 4. II. Kılıç Arslan ve Nûreddîn Zengî Yukarıda da temas ettiğimiz gibi Nûreddîn Zengi’nin dinî anlayışı, II. Kılıç Arslan’a göre daha farklıdır. Nûreddîn, Hadîs konusunda ders verecek kadar bilgili biriydi ve itikadî olarak da Hadîs ekolünü takip etmekteydi.531 Onun etrafındaki âlimler de genel olarak bu çizgideydiler.532 II. Kılıç Arslan ise itikadî açıdan Mu’tezile’ye yakın olmakla birlikte daha çok felsefe ve bilime meraklıydı. Nûreddîn, Şeriat’ın uygulanmasında herhangi bir ekleme ve çıkarma yapmaya yanaşmazken, II. Kılıç Arslan bu konuda daha esnek düşünüyor ve Turan’ın ifadelerine göre bir reforma çalışıyordu.533 Türkiye Selçuklu sultanları içki meclislerini bizzat kendileri kurup teşvik ederken Nûreddîn, kendi karargâhında şarap içilmesini ve çalgı çalarak eğlenilmesini yasaklamıştı.534 528 Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 7; Koca, “Kâsânî”, s. 531. 529 Turan, Türkiye, s. 255; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 530 A. Turan, a.g.e., s. 292. 531 İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 323; İbn Kesîr, a.g.e., XII, 495, 498, 499; Karş. Turan, Cihân, s. 370; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 211; A. Turan, a.g.e., s. 323; Kara, “Anadolu’da Mu’tezile”, s. 7; Kök, “Nûreddin Zengî”, s. 260. 532 A. Turan, bu çizgiyi Kuşeyrî-Gazzâlî çizgisi olarak tanımlamaktadır. Ayrıca A. Turan da II. Kılıç Arslan ile Nûreddîn arasında yaşanan dinî tartışmaların arka plânında bu anlayış farkının olduğunu ifade eder. Bkz. A. Turan, a.g.e., s. 328. 533 İbn Kesîr, a.g.e., XII, 494, 496, 501; Karş. Turan, Türkiye, s. 256; Kök, “Nûreddin Zengî”, s. 262. 534 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 215; Karş. A. Turan, a.g.e., s. 321. 129 Nûreddîn Zengî, fakîhlere itibar eden ve onlarca sevilen, içki içmeyen, ibadetlerine çok dikkat eden, namazı geciktirmeyen ve cemaatle kılan, daima Kur’ân-ı Kerîm okuyan, israftan ve dünyevî zevklerden kaçınan, zâhid, taassup sahibi olmayan, herkesin hakkına riayet etmeye çalışan, âdil, cömert, hayırsever, devletin malı yerine kendi malıyla geçinecek kadar hassas, mazlumlara karşı alçakgönüllü, tevazu sahibi ve şehit olmayı isteyen bir sultandı.535 İbnü’l-Esîr’in eserinde belirttiğine göre, dört büyük halîfe ve Ömer b. Abdülazîz’den sonra İslâm ümmetine Nûreddîn’den daha ahlâklı bir melik gelmemiştir.536 Nûreddîn’in Hristiyanlara karşı tavrı da II. Kılıç Arslan’dan farklıydı. O, âdil olmaya dikkat etmekle birlikte Müslümanlara yumuşak, Hristiyanlara karşı ise sertti537 ve kendi devrinde, kilise, manastır gibi Hristiyanlara ait ibadethanelerin içerisinde sonradan yapılmış bütün binaları yıktırdı.538 Nûreddîn Zengî, Hristiyanlara karşı tavrı sebebiyle Abbasî Halifesi MüstazîBiemrillah (ö. 1180)’ı dahî karşısına almıştı. O, halîfeye gönderdiği bir mektupta “Peygamber Muhammed’in, ‘Allah beş yüz yıllık bir zaman içinde Hristiyanların imha edilmesini istemiyor’ diye yazmış olduğu müddet sona ermiştir. Artık bundan sonra Hristiyanlığı ortadan kaldırmak borcumuzdur.” dedi.539 Bu mektup, Nûreddîn’in Hadîs bilgisini ve hüküm verme hususunda Hadîs ekolünü takip ettiğini 535 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 215, 231; İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 323; İbn Asâkir, Tarihu Medîneti Dımaşk, (thk. Muhibbuddîn Ebi Said Ömer b. Garame el-Umrevî), Beyrut: Dârü’lFikr, 1995, LVII, 121-122’den naklen, A. Turan, a.g.e., s. 315; İbn Kesîr, a.g.e., XII, 494, 496, 501; Ayrıca. bkz. A. Turan, a.g.e., s. 321; İbn Asâkir, a.g.e., s. 121-122’den naklen, A. Turan, a.g.e., s. 312; Kök, “Nûreddin Zengî”, s. 261. 536 İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 323; İbn Kesîr, a.g.e., XII, 495; Karş. A. Turan, a.g.e., s. 312; Kök, “Nûreddin Zengî”, s. 261. 537 Nûreddîn Zengî’nin bu tavrı, Kur’ân-ı Kerîm’in 48. sûresinin 29. âyetini çağrıştırmaktadır. Âyetin girişi, mealen şu şekildedir: “Muhammed Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olan (mü’min)ler, kâfirlere/İslâm karşıtlığı yapanlara karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler.” Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 514. 538 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 215. Nûreddîn Zengî’nin bu tavrının Hz. Ömer tarafından Hristiyanlara verilen emânnâmeden kaynaklandığını düşünmekteyiz. Zirâ bu emânnâmeye Hristiyanlar, ibâdethanelerinde yeni binalar yapmayacaklardı. Bkz. 888. dipnot. Nûreddîn’in Hristiyanlarla olan ilişkisi ve Hristiyanların ona bakışıyla ilgili ayr. bilgi için bkz. A. Turan, a.g.e., s. 320-323. 539 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 218. Süryanî Mikhail’in eserindeki kaydın devamı ve halîfe’nin tavrı şu şekildedir: “Mektubu okuyunca halîfe, Nûreddîn’in hilekârlıkla yanına gelip, onu öldürerek kendisinin halîfe olmak isteyeceğini düşündü. Bundan dolayı ona, şiddetli bir cevap verip, yaptığı işleri tenkid etti. Halîfe aynı zamanda kiliselerin inşa edilmesini ve Hristiyanların serbest olmalarına dair her yere emir gönderdi. Halîfe bunu, Nûreddîn’in hilafına yaptı.” Bkz. ayn. yer. İbnü’l-Esîr de eserinde, Nûreddîn tarafından halîfeye benzeri bir mektubun gönderildiğini ifade etmekte ancak içeriğiyle ilgili herhangi bir bilgi vermemektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 317. 130 göstermektedir. Nûreddîn Zengî’ye cevap, Halîfe Müstazi’nin oğlu tarafından verildi. O, evvelâ Müslümanlarca Nûreddîn’e yakıştırılan “Peygamber” lakabını eleştirdi540 ve ona “Sen Allah gibi kanun çıkaramazsın. Zirâ sen, Muhammed’in senelere dair söylemiş olduğu sözleri bile doğru anlayamıyorsun. Allah bize, hiçbir kabahat işlememiş olan insanları öldürme emri vermemiştir.” dedi.541 Bu ifadelerden taraflar arasında bariz bir dinî anlayış farkının olduğu anlaşılıyor. Aynı fark Nûreddîn ve II. Kılıç Arslan arasında da bulunmaktadır. 2. 2. 1. 2. 5. Bizans Siyaseti ve Tepkiler Nûreddîn Zengî’nin II. Kılıç Arslan’a gönderdiği mektuptaki diğer mesele Bizans ile mücadele ve cihâddır. Nûreddîn, Bizans’a karşı yürütülen mücadeleye cihâd perspektifiyle bakarken II. Kılıç Arslan, her ne kadar saltanat yılları içerisinde Bizans ile önemli mücadelelere girdiyse de onlarla ilişkilerine Nûreddîn’den daha farklı yaklaşmaktaydı. Bu durumda da farklı coğrafyalarda, dolayısıyla siyasî dinamikler içerisinde bulunuyor olmalarının ve II. Kılıç Arslan’ın dinî anlayışının etkili olduğu açıktır.542 Konu bağlamında dikkat çekici bir bilgi, II. Kılıç Arslan’ın Bizans İmparatoru I. Manuel’e543 yazdığı mektupta karşımıza çıkmaktadır. I. Manuel, kendisine saldıran Kılıç Arslan’ı, yaptıkları anlaşmaya ihanet etmekle suçlarken Kılıç Arslan da ona, Bizans ile işbirliği yaptığı için Abbasî Halifesi Müstazi- 540 Bu konuyla ilgili bkz. Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 215, 231. 541 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 221. 542 Bkz. Cahen, a.g.e., s. 113. 543 Bizans İmparatoru I. Manuel, ömrünün sonlarına doğru Müslümanlık eğilimleri göstermeye başladı. Hatta Niketas’a göre neredeyse İslâm’ın Allah anlayışını resmî olarak kabul ettirecekti. Bu ifadeyle kastedilmek istenen bütün bir şekilde İslâm dininin kabulü müdür yoksa, sadece Hristiyanlık dininde İslâm dininin Allah anlayışına göre bir reform mudur açık değildir. Niketas eserinde, “Muhammed’in doğmayan, doğurtmayan, hareket etmeyen Tek Tanrı’sını gerçek Tanrı olarak kabul edince” demektedir. I. Manuel, bu konuda etrafındaki papaz ve ruhanilerle tartışıyor, onlara reddiyeler veriyor ve halka açıklamalar yapıyordu. Bkz. Niketas, a.g.e., s. 147-153. I. Manuel’in bu husustaki girişimlerinde II. Kılıç Arslan’ın bir etkisi ve rolü var mıdır? Niketas’ın ifadelerine bakılacak olursa Manuel’in böyle davranmasının sebebi yakalandığı amansız hastalıktır. Bkz. a.e., s. 153. Lâkin yine de Kılıç Arslan’ın ya da Müslüman Türklerin etkisi düşünülmelidir. 131 Biemrillah ve Nureddîn Mahmûd Zengî tarafından tepki gördüğünü söylüyordu. 544 Bu ifadeler, II. Kılıç Arslan’ın Bizans’a karşı yumuşak ve uzlaşmacı bir tutuma sahipken Nûreddîn ve Abbâsî halîfesinin uyarılarıyla tavrını değiştirmek zorunda kaldığını ve Bizans’a karşı akınlar başlattığını göstermektedir. Nitekim Kılıç Arslan, Bizans ile yaptığı mücadeleler sonunda imzaladığı anlaşmalar sebebiyle de eleştirilmiştir. Meselâ sultanın, Myriokephalon savaşı sonrasında Bizans ile hafif şartlarda bir anlaşma yapması, tepkilere neden olmuştu. 545 Hatta o, ihanetle suçlanmıştı.546 Bu bağlamda Bizans tarihçisi N. Khoniates’in eserinde verilen bilgiler de konuya dair bakış açımızı genişletmek adına önemlidir. Khoniates eserinde, II. Kılıç Arslan’ın rahat ve huzur bilmeyen bir ruha sahip olduğunu, denizler gibi coştuğunu ve Bizans’a zarar verebilecek her fırsatı değerlendirip saldırıya geçtiğini, savaşlarda iyi düşünüp dikkatli hareket ettiğini söylemektedir. 547 Diğer tarihçiler de “İyi bir idareci, çok heybetli ve çok adil bir sultan olup, Bizans topraklarına pek çok gazâ tertip etmişti.” diyerek aynı duruma işaret etmektedirler. 548 Ayrıca İbn Bîbî eserinde, II. Kılıç Arslan’ın oğullarının her yıl 100 bin köleyi “küfür vadisinin batağından alarak İslâm devletine” getirdiklerini ve onları “samimi bir şekilde ulu ve yüce olan Mutlak Varlık’ın birliğine inandırarak” İslâm dinine girmelerine vesile olduklarını ifade eder.549 II. Kılıç Arslan, Bizans’a karşı 1176 yılında elde edilen zaferin ardından başta halîfe olmak üzere tüm komşu hükümdarlara zafernâmeler göndermiş ve bu haber İslâm ülkelerinde bayram sevinciyle kutlanmıştır.550 Onun Bizans karşısındaki zaferleri Müslümanlar için ümit kaynağı olmuştur. 544 Kinnamos, a.g.e., s. 208; Karş. Cahen, a.g.e., s. 42; Çay, a.g.e., s. 53; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 545 Cahen, a.g.e., s. 45; Turan, Türkiye, s. 235; Ayönü, a.g.e., s. 173; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 546 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 249; Karş. Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 547 Niketas, a.g.e., s. 84-85, 121-123; Karş. Turan, Türkiye, s. 254; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 548 İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XII, 82; Ömerî, a.g.e., s. 317; Cenâbî, a.g.e., s. 11; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 33; Karş. Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 549 İbn Bîbî, a.g.e., s. 56. Karş. Turan, Türkiye, s. 245. 550 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 250; Karş. Turan, Türkiye, s. 236; a. mlf., Cihân, s. 224; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 550; Çay, a.g.e., s. 87-88; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 147; Kara, a.g.e., s. 493; Ersan, “Türkiye”, X, 206; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 401. 132 II. Kılıç Arslan’ın Bizans’a ve Haçlılara karşı cihâdı bıraktığından şikâyet edip onu cihâda dâvet eden Nûreddîn Zengî de zaman zaman Bizans ve Haçlılarla anlaşmalar yapmıştır. Meselâ o, II. Kılıç Arslan’a karşı 1159 yılında I. Manuel ile ittifak kurdu. Yine II. Kılıç Arslan’ın üzerine sefere çıkmak için Haçlılarla kısa süreli bir anlaşma yaptı. Elbette bu bilgiler, Nûreddîn’in Haçlılar ve Bizans karşısında ortaya koyduğu mücadeleyi şüpheye düşürmez ancak Kılıç Arslan’a bu konular sebebiyle yaptığı dinî uyarıların siyasî gayeler de taşıdığını ortaya koyar. Nûreddîn, Haçlılara karşı Müslümanları tek bir vücut hâline getirmeye çalışırken, Anadolu’da güçlü bir konuma sahip olan II. Kılıç Arslan ile hakimiyet mücadelesine girmek zorunda kalmıştır. Zirâ Kudüs üzerine yürümesi için arkasını sağlama alması gerekiyordu. Ancak II. Kılıç Arslan ile yaşadığı anlaşmazlık Kudüs üzerine seferi engelliyordu. 551 Bu sebeple Nûreddîn de önce arkasını sağlama almak için II. Kılıç Arslan ile mücadele etmek durumunda kaldı. Bu mücadeleye de meşrû bir zemin kazandırmak adına Kılıç Arslan’ın cihâdı terk ettiğini, imanını zedeleyip zındıklığa düştüğünü söyledi.552 Lâkin Nûreddîn Zengî’nin, Kılıç Arslan’ın dinî yönüyle ilgili ortaya attığı iddialar yine de düşünülmelidir. Zirâ Kılıç Arslan hakkında, Nûreddîn’in ithamlarına benzer başka tartışmalar da söz konusudur. 553 Elbette Nûreddîn de bunları biliyor ve fırsat olarak kullanıyordu. 2. 2. 1. 2. 6. Hakkındaki Zındıklık İthamları Son olarak Nûreddîn’in zındıklık suçlamasını ve yeniden kelime-yi şehâdet getirilmesi isteğini ele alacağız. Bu itham ve suçlardan, Nûreddîn’in nezdinde II. Kılıç Arslan’ın Müslümanlığı ile ilgili tereddütlerin olduğu anlaşılmaktadır. Zirâ imanın tazelenmesinin istenmesi bundan başka bir anlam ifade etmemektedir. İşi bu yönüyle düşündüğümüzde Nûreddîn Zengî’nin II. Kılıç Arslan’a karşı aşırı gittiğini söylemek gerekir. Ancak onun bu tavrı, ağırlıklı olarak siyasî olmakla birlikte, kendisinin aksine Kılıç Arslan’ın Mu’tezile’ye yakın olup felsefeyle ilgilinmesi ve Hristiyanlara karşı uzlaşmacı bir tavır göstermesi ile alâkalıdır. 551 A. Turan, a.g.e., s. 191. 552 A. Turan, a.g.e., s. 192. 553 Bu iddiaları ilerleyen sayfalarda ele aldık. 133 II. Kılıç Arslan’ı Nûreddîn Zengî’ninkine benzer ithamlarla suçlayan diğer kişi, Nûreddîn’in ve sonrasında Salâhaddîn Eyyûbî’nin yanında önemli görevlerde bulunan tarihçi İmâdeddîn el-İsfahânî’dir (ö. 597/1201). 554 İmâdeddîn el-İsfahânî, II. Kılıç Arslan’ın Ra’bân kalesine yaptığı seferle ilgili Salâhaddîn Eyyûbî’ye yazdığı mektubunda, kendilerinin Müslümanların iyiliğini ve kafirlere galip gelmesini istediğini ancak II. Kılıç Arslan’ın ise Bizans ile anlaşıp, Haçlılarlarla hediyeleştiğini ve böylece din yolundan ayrıldığını, kafirleri mü’minlere karşı savaşa teşvik ederek Müslümanların kalplerini kırdığını yazdı. 555 Görüldüğü gibi II. Kılıç Arslan, siyasî faaliyetleri sebebiyle dinî anlayışından sapmak ve mü’minlere karşı kafirlerle iş tutmakla suçlanmaktadır. Tüm bunlarla birlikte, daha önce II. Kılıç Arslan ve Nûreddîn Zengî arasında savaş meydana gelecekken iki Müslüman devletin savaşının Haçlılara yarayacağının kendilerine söylenmesi üzerine II. Kılıç Arslan’ın Nûreddîn’e barış teklifinde bulunması da takdire şayandır.556 Kılıç Arslan’ın bu teklifi başka yönlerden de incelenebilir ama her hal û kârda iki Müslüman devletin savaşmasını istemediği açıktır. Ayrıca Nûreddîn Zengî’nin şahsına karşı yaptığı ithamlara ve talep ettiği barış şartlarının ağırlığına rağmen II. Kılıç Arslan barış yapmaktan geri durmadı. Aynı durum daha önce Dânişmendli Yağıbasan’la karşı karşıya geldiğinde de meydana gelmiş, âlim ve dinî önderlerin telkinleriyle Kılıç Arslan savaştan geri çekilmişti. Bu konuyla ilgili Urfalı Mateos eserinde şunları kaydeder: “Dinî reisler onların ayaklarına kapanıp, ‘Müslüman milletini kırma’ diye yalvardılar. Bunun üzerine anlaşma oldu.” 557 2. 2. 1. 2. 7. Hristiyanlık İddiaları Sultan II. Kılıç Arslan ile ilgili konumuz açısında önemli bir bahis de Haçlılarla ilişkileridir. Kılıç Arslan’ın Haçlılarla ilişkilerinde, ondan önceki Türkiye Selçuklu sultanlarında görülmeyen fiiller karşımıza çıkmaktadır. Bu fiiller, II. Kılıç 554 Bkz. Şeşen, “el-İsfahânî”, s. 174. 555 Şeşen, a.g.e., s. 267. 556 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 227, 229; Karş. Turan, Türkiye, s. 230; Cahen, a.g.e., s. 40; SevimMerçil, a.g.e., s. 549; Kök, “Nûreddîn Zengî”, s. 261; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 400. 557 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 315; Karş. Turan, Türkiye, s. 224; Kesik, Dânişmendliler, s. 125. 134 Arslan ile ilgili bir takım tartışmalar doğurmuştur. Bu tartışmalardan biri de onun Hristiyan olduğu meselesidir. 1173 yılında Saxony Dükü Arslan Heinrich, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’a misafir oldu.558 Lübeckli Arnold’un Chronica Slavorum adlı eserinden haberdar olduğumuz bu ziyaret, beraberinde birtakım tartışmaları da gün yüzüne çıkarttı.559 Arslan Heinrich, Antakya ziyaretinin ardından Tarsus üzerinden Türkiye Selçuklu topraklarına giriş yaptı. II. Kılıç Arslan, Heinrich ve heyetinin karşılanması için 500 süvariyi önlerine gönderdi.560 Böylelikle dük ve heyeti, Ermeni topraklarından rahatça geçerek, Kılıç Arslan ile görüşmek üzere Axarat561 şehrine vardılar. Arnold eserinde, dükün Ereğli’den geçerken Türkler tarafından şahane bir şekilde ağırlandığı ayrıntısını verdikten sonra, Axarat’ta II. Kılıç Arslan tarafından içtenlikle karşılandığını aktarmaktadır. 562 Buradan sonra eserde, asıl konumuzla ilgili –Kılıç Arslan’ın Hristiyan olup olmadığı hususunda- bilgiler verilmektedir. Kaynakta, II. Kılıç Arslan’ın, Heinrich’e akraba olduklarını söylediği yazılıdır. Kaynağa göre II. Kılıç Arslan, Töton topraklarından asil bir hatunun Ruten Kralıyla evlendiğini ve bu evlilikten bir kız çocuğunun doğduğunu, bu kız çocuğunun kendi annesi olduğunu söyledi.563 Altay Tayfun Özcan, bu bilgilerin doğru olup olmadığı hakkında yaptığı uzun değerlendirmesinde sonuç olarak II. Kılıç Arslan’ın annesinin Svyatoslav Yaroslaviç ile Oda von Elsdorf’un kızı olup, 1073 ile 1076 yılları arasında doğarak 1113- 558 Altay Tayfun Özcan, “Lübeckli Arnold’un Chronica Slavorum Adlı Eserinde Arslan Heinrich’in II. Kılıç Arslan’ı Ziyareti (1173) Bahsi ve Kayıtlarının Bazı Sorunları Üzerine”, Selçuklu Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, I (Aralık 2016), s. 194. Turan ve Harun Korunur, bu tarihin 1171 olduğunu iddia etmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 246; Korunur, a.g.e., s. 72. 559 Bu noktada konuyla ilgili en ayrıntılı çalışma, Altay Tayfun Özcan’ın, Arnold’un eserindeki ilgili bahisleri çevirisi ve bu çevirilerden hareketle kaleme aldığı makalesidir. Özcan bu makalede, II. Kılıç Arslan’ın Hristiyan olup olmadığını tartışmaktadır. Bkz. Özcan, a.g.m., s. 191-217. Konuyla ilgili diğer iddialar için bkz. Turan, Türkiye, s. 257. 560 Özcan, a.g.m., s. 197; Turan, Türkiye, s. 246. 561 Özcan makalesinde, bu şehrin ismi ve konumuyla ilgili de bir tartışma yürütmektedir. Bahsi geçen şehir, isminden hareketle hemen Aksarây çağrışımı yapsa da Özcan, –Osman Turan Aksarây olduğu görüşündedir- bu şehrin, İsmil’in doğusundaki Akçaşehir olduğunu iddia eder. Bkz. Özcan, a.g.m., s. 200, 201; ayrıca bkz. Turan, Türkiye, s. 246. 562 Özcan, a.g.m., s. 200; Turan, Türkiye, s. 246. 563 Özcan, a.g.m., s. 200; Turan, Türkiye, s. 257. 135 1115’te 37 ile 42 yaşları arasındayken oğlunu doğurduğunu kabul edilebilir bir sonuç olarak ele almaktadır. II. Kılıç Arslan’ın Heinrich ile akraba olması elbette onun Hristiyan olduğunu kanıtlamaz. Ayrıca birçok Selçuklu sultanının annesi de Rum kökenlidir. Hatta aralarında ölümlerine kadar Hristiyan kalanların olduğu dahî iddia edilmektedir. Kılıç Arslan’ın Hristiyan olup olmadığıyla ilgili asıl tartışma, Arnold’un dinî meseleler hakkında kaydettiği bilgilerden çıkmaktadır. Bu konuda Arnold şu ifadeleri aktarmaktadır: “Dük, İsa’nın vücut bulması ve Katolik inancıyla ilgili pek çok söz söyleyerek dinsizlerin inançları hakkında onu ikna etti. O da bunun üzerine şöyle cevap verdi: ‘İlk insanı çamurdan biçimlendiren Tanrı’nın, isterse tertemiz bir bakirenin vücudunu elde etmesine inanmak zor değildir.” 564 II. Kılıç Arslan’ın cevabını değerlendirdiğimizde öncelikle söylediklerinin İslâm diniyle herhangi bir çelişki barındırmadığını ifade etmek gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de de Hz. Meryem’in Hz. İsa (a.s)’yı doğurması mucizevî bir olay olarak anlatılır. Lâkin buradaki ince ayrıntı, Hristiyanların inandığı gibi Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olup olmadığı meselesidir. Kılıç Arslan, “Tanrı’nın, bir bakirenin vücudunu elde etmesine inanmak zor değildir.” diyerek acaba bu meseleye mi atıf yapmıştır? Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’deki birçok ayetten birini söylemeyip, böyle bir cevap vermesi akıllarda soru işareti bırakmaktadır. Zirâ Tanrı’nın Hz. Meryem’in vücudunu elde etmesi ifadesiyle, Kur’ân’da geçen “ruhumuzdan üfledik” ifadeleri565 arasında farklılık söz konusudur. Aynı konuyla ilgili Turan’ın aktarımında ise çeviri ”İlk insanı çamurdan yaratan Allah’ın İsa’yı da bâkireden vücûda getirmiş olmasına inanmak güç değildir.” olarak verilmektedir.566 İki çevirinin arasındaki fark ortadadır. Bu da yorum farklılıklarına neden olmaktadır. Ayrıca Turan, II. Kılıç Arslan’ın sözlerini, Arslan Heinrich’e yönelik nezaket olarak değerlendirir.567 Arnold, bu bahislerden sonra eserinde, II. Kılıç Arslan’ın dinî anlayışıyla 564 Özcan, a.g.m., s. 207. 565 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 329. 566 Turan, Türkiye, s. 255. 567 Turan, Türkiye, s. 256. 136 ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Muhtemelen din dışı (heretik) Nikolaist olduğu için Musa’nın kitaplarını dinlemiş ve buradan ilk insanın nasıl şekillendiği hususunu okumuştu.” 568 Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki Arnold, II. Kılıç Arslan ve İslâm hakkında çok az bilgiye sahiptir. Zirâ Kılıç Arslan’ın fikirlerinin kaynağı olarak Kur’ân’ı Kerîm’i düşünmekten önce Tevrat’ı düşünmekte ve onu Hristiyan olarak kabul edip, Nikolaist varsaymaktadır. Arnold’un değerlendirmesindeki kısırlık konusunda Özcan da aynı görüştedir. Turan, bu tartışmaların, II. Kılıç Arslan’ın Hristiyanlara karşı âlicenaplığı ve onları himayesi sebebiyle ortaya çıktığını düşünmektedir.569 Bu konuda Urfalı Mateos eserinde, II. Kılıç Arslan’ın Hristiyanlara karşı merhametle davranılması hususunda emirler verdiğini söyler.570 Aynı eserde Mateos, Behisni’deki (Besni) bir emîrin zâlimce davranışlarını anlatarak, II. Kılıç Arslan’ın sayesinde halkın bu emirden kurtulduğunu belirtir.571 Ayrıca İstanbul Patriği Lukas Khrysoberges (1157- 1170), Kılıç Arslan’ın Bizans ziyareti sırasında meydana gelen depremin, “dinsiz” Kılıç Arslan için düzenlenen törenden dolayı ilâhî bir uyarı olarak gerçekleştiğini iddia ederek, Kılıç Arslan’ın Hristiyan olmadığını açık şekilde ortaya koymuştur.572 2. 2. 1. 2. 8. Hristiyan Halk ve II. Kılıç Arslan Sultanın Hristiyanlar ile ilişkileri hakkında başka bilgiler de vardır. Meselâ Süryani Mikhail ile Kılıç Arslan’ın 1181 yılında dost olduğu bilinmektedir.573 Mikhail eserinde, Kılıç Arslan ile karşılaşmasını ve onunla olan diyaloglarını anlatırken, II. Kılıç Arslan’ın kendisini bizzat karşıladığını ve kabul merasiminin Hristiyan kanunlarına göre haç ve İncil ile olacağını emrettiğini söyler.574 Bunu 568 Özcan, a.g.m., s. 207. 569 Turan, Türkiye, s. 256; Ersan, Ermeniler, s. 259. 570 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 317; Karş. Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 571 Bkz. Urfalı Mateos, a.g.e., s. 317-318; Karş. Ersan, Ermeniler, s. 45-46, 248. 572 Nikeas, a.g.e., s. 81; Ioannes Kinnamos, a.g.e., s. 150; Karş. Cahen, a.g.e., s. 169; Ayönü, a.g.e., s. 157; Kesik, “II. Kılıcarslan’ın İstanbul’u Ziyareti”, s. 841; a. mlf., “İstanbul’da Doğal Afetler”, Afetlerin Gölgesinde İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul 2009, s. 72. 573 Süryanî Mikhail eserinde, Sultan II. Kılıç Arslan tarafından kendisine dostane bir mektup ile bir asa ve 20 altın dinar gönderildiğini belirtir. Bkz. Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 263; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Cahen, a.g.e., s. 178; Ersan, Ermeniler, s. 249; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 574 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 264; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Ersan, Ermeniler, s. 249. 137 duyan Hristiyanlar, yüksek sesle ilâhiler söyleyerek II. Kılıç Arslan’ın yanına vardılar. Sultan Kılıç Arslan, papazın atından inmesine ve elini öpmesine müsaade etmeyerek onu kucakladı ve papazı dikkatlice dinledi. Süryani Mikhail eserinde, “Konuşmamız o kadar yürekten oldu ki gözlerinden yaş aktı ve Allah’ın kudretine şükrettik. Bütün Hristiyanlar haçın, sultanın ve Müslüman halkın başları üzerinde törenle götürüldüğünü görünce, Allah’ı meth u sena ettiler.” diyerek bu anları tasvir etmektedir.575 Kafile daha sonra kiliseye girdi ve sultan ile halk için duâ etti. II. Kılıç Arslan, Barsâmâ manastırının vergisini kaldırdı ve onlara bu hususta bir berât verdi.576 Yine Barsûmâ Manastırı ve Malatya Katedrali de II. Kılıç Arslan zamanında tamir ettirildi. 577 II. Kılıç Arslan, Malatya’da kaldığı bir ay boyunca Mikhail ve heyetine sürekli hediyeler gönderdi. Mikhail eserinde, “Aramızda efendimiz Hazreti İsa ile peygamberler, havariler ve diğer mevzular hakkında sual ve cevaplar teati ediliyordu.” diyerek ilmî mektuplaşmalar yaptıklarını da ifade ediyordu. 578 Eserindeki sözlerinin devamında Mikhail, daima sultanın yanında bulunan filozof Kemâleddîn ile Hristiyanlığın kutsal kitabı İncil’deki sözler hakkında tartışmalar yaptıklarını belirterek, Kemâleddîn’in Süryanilerin hikmetini (felsefesini) methettiğini ifade eder.579 Mikhail eserinde, bir müddet sonra tekrar Malatya’ya gittiğini ama bu sırada II. Kılıç Arslan’ın Bizans’a karşı seferde olduğunu ifade eder ve Sultan II. Kılıç Arslan’dan kendisine bir mektup geldiğini kaydeder.580 II. Kılıç Arslan mektupta, Bizans’a karşı kazandığı zaferleri anlatmakta ve bunların onun duâsı hürmetine gerçekleştiğini ifade etmektedir.581 Mikhail eserinde, sultandan birkaç kez daha 575 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 264; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Ersan, Ermeniler, s. 249. 576 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 264; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Cahen, a.g.e., s. 178; Ersan, Ermeniler, s. 249. 577 Turan, Cihân, s. 369; Cahen, a.g.e., s. 178; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 578 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 264; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; 579 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 264; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402; a. mlf., Cihân, s. 369; 580 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 268; Karş. Turan, Türkiye, s. 240, 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Cahen, a.g.e., s. 46, 178; Ersan, Ermeniler, s. 80, 249; Ayönü, a.g.e., s. 179-180. 581 Mektubun tamamı için bkz. Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 268; Karş. Turan, Türkiye, s. 255; a. mlf., Cihân, s. 369; Ersan, Ermeniler, s. 249. 138 mektup aldığını söylemekteyse de bunlara dair herhangi bir bilgi mevcut değildir.582 2. 2. 1. 2. 9. Haçlı Siyaseti ve Tepkiler II. Kılıç Arslan’ın Haçlılarla anlaşma yapması da Türkiye Selçuklu tarihinde bir ilktir. Freidrich Barbarossa, Alman Haçlı ordularının başında Anadolu’ya geçmeye hazırlanırken II. Kılıç Arslan’dan izin istedi ve Kılıç Arslan da ona bu izni verdi.583 Alman Haçlı ordusu Anadolu’dan geçerken584 II. Kılıç Arslan öncülüğünde düzenli bir orduyla karşılaşmadıysa da şehzadeler ve Türkmenlerin saldırılarına uğradı.585 Bunun üzerine Barbarossa, Konya’yı kuşattı ve II. Kılıç Arslan onunla tekrar anlaşma yaptı.586 Bu anlaşmayı yaparken II. Kılıç Arslan’ın, dinî anlayışını nasıl revize ettiğini düşünmek gerekir. Bu, siyasetin dinî kuşatmasına gösterilebilecek örneklerden bir tanesidir. Yine de Kılıç Arslan, Haçlılarla anlaşma yapıp onların Anadolu’dan geçmesine izin verdikten sonra Selâhaddin Eyyûbî’ye bir elçi göndermiş ve Almanların ülkesinden geçmesi sebebiyle özür dileyerek bu duruma mecbur kaldığını ifade etmiştir. 587 Bu bilgi, onun Haçlılarla istemeyerek anlaştığını ortaya koymaktadır. Ancak Kılıç Arslan’ın gönderdiği elçiden bahseden İmâdeddîn elİsfahânî, onun bu davranışına “Kâfire mani olmadığı için Müslüman kâfire benzedi.” diyerek tepkisini ortaya koymaktadır. 588 Bu bağlamda Anonim Selçuknâme’de II. Kılıç Arslan ile ilgili dikkat çekici bir detay bulunmaktadır. Eserde, Haçlıların yaptığı tahribat karşısında Kılıç Arslan’ın 582 Süryanî Mikhail, a.g.e., s. 268. 583 Turan, Türkiye, s. 246; Cahen, a.g.e., s. 57; Çay, a.g.e., s. 109; Ersan, “Türkiye”, X, 204; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 379-380. Ayönü, a.g.e., s. 185; Korunur, a.g.e., s. 67. 584 İbnü’l-Esîr, eserinde Alman Haçlı ordusunun Anadolu’ya geçişini anlatırken, “Kılıç Arslan’ın hakimiyetindeki İslâm topraklarına ayak bastılar.” diyerek, Selçuklu ülkesine olan bakışı ifade etmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 51. 585 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 51-52; Chronique d’Ernoul, (çev. Ahmet Deniz Altunbaş), Ernoul Kroniği: Haçlı Seferleri Tarihi Selahaddin Eyyubi ve Kudüs’ün Fethi, Kronik Yay., İstanbul 2019, s. 192; Karş. Turan, Türkiye, s. 247-248; Cahen, a.g.e., s. 57-58; Çay, a.g.e., s. 110; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 150; Ersan, “Türkiye”, X, 205; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 380. Ayönü, a.g.e., s. 186; Korunur, a.g.e., s. 70-72. 586 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 52; Karş. Turan, Türkiye, s. 248-249; Cahen, a.g.e., s. 59; Çay, a.g.e., s. 112; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 150; Ersan, “Türkiye”, X, 205; Kesik, Selçukluların İmtihanı, s. 381. Ayönü, a.g.e., s. 187; Korunur, a.g.e., s. 72-73, 74. 587 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 53; Şeşen, a.g.e., s. 348. 588 Şeşen, a.g.e., s. 351. 139 yüreğinin sızladığı ve Haçlılara saldırırken salâvat getirdiği kaydedilmektedir.589 2. 2. 1. 2. 10. İdam Fermanları Kaynaklarda, konumuzla ilgili olarak Kılıç Arslan hakkında karşımıza çıkan bir diğer bahis kardeşleri ve emirleriyle gerçekleştirdiği mücadelelerdeki eylemleridir. Kılıç Arslan’ın bahis konusu edilen fiileri, siyaseten katl olarak görülebilir. Kılıç Arslan, yalnız kardeşlerini değil ricalinden bazı adamları, emirleri ile babasının büyük bir prensi Bağdain (Bahaeddin)’i ve babasının kadısını da öldürtmüştü.590 Yine kardeşini ziyafet ve sarhoşluk anında boğdurtmuş olduğu kaydedilmektedir.591 Ebû’l-Ferec’in eserinde anlattığı dikkat çekici bir diğer olay da II. Kılıç Arslan’ın bir çocuğa yaptığı iddia edilen işkencedir. Olay abartılı bir dille ifade edilmişse de sultanların fevrî davranışlarının olduğu bilindiğinden böyle bir hâdisenin gerçekleşmiş olabileceği kabul edilemez değildir. Buna göre Kılıç Arslan, hapsetmekte olduğu dört kardeş çocuğun talep edilmesi üzerine bu çocuklardan birini kesip ateşte kızartarak babasına gönderdi ve diğerlerini istemeye devam ederse onların âkıbetinin de aynı olacağına dair yemin etti.592 Kaynaklara göreyse Sultan II. Kılıç Arslan heybetli, düşmanlarına korku ve dehşet verici, âdil, arif, akıllı bir hükümdardı.593 2. 2. 1. 2. 11. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler II. Kılıç Arslan döneminde ilmî faaliyetlerde de bir takım gelişmeler söz konusuydu. Sultan, Aksarây isimli yeni şehir inşâ ettirdi. Meselâ 1300 yılında, Siyasetü’d-Dünya ve’d-dîn isimli eseri kaleme alan Said b. İsmail Aksarâyî adlı bir 589 Bkz. Anonim Selçuknâme, s. 38. 590 Papaz Grigor, a.g.e., s. 313. 591 Papaz Grigor, a.g.e., s. 313. 592 Süryani Mikhail, a.g.e., s. 224; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 410; Karş. Cahen, a.g.e., s. 40; Kesik, Dânişmendliler, s. 143. 593 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 82; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 464; Nigedî, a.g.e., s. 439; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 106; Ömerî, a.g.e., s. 317; Cenâbî, a.g.e., s. 9, 11; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 33; Karş. Turan, Türkiye, s. 254; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 140 âlim vardır. Aksarâyî, bu şehirde doğdu ve burada ilk eğitimini alıp Humus’a gitti.594 Hattat, şeyh, bilgin ve Hanefî olarak betimlenen Aksarâyî’ye ait 13 Rebiülevvel 701 (15 Kasım 1301) tarihli bir istihsan kaydı mevcuttur ve anlaşıldığına göre bu tarihte o, Dımaşk şehrindeki el-Cevheriyye Medresesi’nde bulunmaktadır.595 Buraya gidip eğitim alabildiğine göre Aksarâyî, bir altyapıya sahip demektir. Bu da Aksarây'daki medreselerin niteliğini ortaya koymaktadır. II. Kılıç Arslan, Aksarây’ı askerî bir üs haline getirip, camiler, zâviyeler, medreseler ve bir kervansaray yaptırarak Azerbaycan’dan getirdiği gazi ve âlimlerle donattı. 596 Gazâ ve cihâd ruhunun bozulmaması için kötü ahlâklı insanların şehre girmesini yasakladı.597 Bu bilgi önemlidir. Çünkü II. Kılıç Arslan, Bizans ile ilişkilerinde gaza ve cihâdı terk ettiği sebebiyle hem Nûreddîn Mahmûd Zengî hem de Abbâsî halîfesi tarafından uyarılmıştı. Bu bilgiyi göz önünde bulundurduğumuzda bu uyarıların siyasî boyutunu düşünmenin gerekliliği tekrar ortaya çıkmaktadır. Zirâ bu şehirde ayakta tutulmaya çalışılan gazâ ve cihâd, Bizans ve Haçlılara karşı yapılıyordu. Yine bu dönemde Konya’da da camiler ve medreselerden bahsedilir.598 Aslen Buharalı olan Ali bin Muhammed el-Buhari el-Bağdadî de Anadolu’ya gelmiş, Konya başkadısı olmuş ve 1169 yılında burada vefat etmiştir.599 Alâeddîn tepesindeki Sultâniyye Medresesi ile Altun-aba Medresesi de Kılıç Arslan zamanında yapıldı. 600 Aksarây’daki Muzafferiye Medresesi de muhtemelen onun dönemine aittir.601 Aksarây’a bir konak mesafede Kılıç Arslan Kervansarayı adıyla bilinen ilk ribâtı da o inşa ettirdi. 602 Bunlar onun halka ve ilim ehline olan 594 Bkz. Özgür Kavak, “Saîd b. İsmail Aksarâyî”, DİVAN, 17/33 (2012/2), 193-213. 595 Kavak, “Aksarâyî”, s. 195, 196. 596 Nigedî, a.g.e., s. 439; Cenâbî, a.g.e., s. 11; Karş. Turan, Türkiye, s. 257, 258; a. mlf., Cihân, s. 374; Cahen, a.g.e., s. 169; Kara, a.g.e., s. 453; Çay, a.g.e., s. 116; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402; Kara, a.g.m., s. 465. 597 Cahen, a.g.e., s. 169; Kara, a.g.e., s. 453; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 598 Turan, Türkiye, s. 258; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 599 Turan, Türkiye, s. 259. 600 Çay, a.g.e., s. 117; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 601 Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 602 Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 141 hizmetlerindendir. Aynı zamanda dinî anlayışının siyasî yansımaları olarak düşünülmelidir. II. Kılıç Arslan’a takdîm edilen birçok ilmî eser vardır. Bu eserler gerek yazılma amaçları gerekse içerikleri sebebiyle onun dinî anlayışına ışık tutması bakımından önemlidir. Bu eserlerden biri Ebû’l-Fazl Bedîüzzamân Kemâlüddîn Hüseyn Hubeyş b. İbrâhîm b. Muhammed et-Tiflîsî’nin Farsça olarak kaleme aldığı rüyalarla ilgili Kâmilü’t-taʿbîr adlı eserdir. Müellif, “Sultan-ı Muazzam Ebû’l-Feth Kılıç Arslan b. Mes’ûd için böyle bir kitap yazdım.” diyerek eserini II. Kılıç Arslan’a ithaf etmiştir.603 Müellifin bundan başka, dinî ilimlerle alâkalı Vücuhu Kur’ân ve edebiyata dair Tercümânü’l-Kavâfi gibi II. Kılıç Arslan’a armağan ettiği birçok eseri vardır.604 Ayrıca ilm-i nücûmla ilgili de Beyânu’n-Nücûm, El-Medhâlu ile İlmi’n-Nücûm, Usûlü’l-Melâhim adlı eserleri bulunmaktadır. 605 Daha önce bahsedildiği gibi II. Kılıç Arslan, tabip, müneccim ve filozof olan Hubeyş etTiflisi’ye son derece önem verir onu yanından ayırmazdı. 606 Tiflisî’nin ilmî kimliği göz önünde bulundurulduğunda II. Kılıç Arslan’ın düşünce dünyası ve dinî anlayışı da bir nebze daha aydınlığa kavuşmaktadır. Kılıç Arslan’a eser ithaf edenlerden biri de Ebû’l-Fütûh Şihâbüddîn Yahyâ b. Habeş b. Emîrek es-Sühreverdî el-Maktûl (ö. 587/1191)’dür. O, Pertevnâme adlı eserini Kılıç Arslan’a sunmuştur.607 İbn Bîbî ise bu eserin II. Kılıç Arslan’ın oğlu Melik Berkyaruk-şâh’a sunulduğu kanaatindedir. 608 603 Ateş, a.g.m., s. 97-101; Mevlüt Poyraz, “Hubeyş et-Tiflîsî’nin Hayatı: Biyografi Denemesi”, Artvin Çoruh Üniversitesi İlahiyat Araştırmaları Dergisi, II/1 (2018), s. 91; Şureddin Memmedli, “Konya Selçuklular Sarayındaki Tiflisli Âlim”, Turan Stratejik Araştırmaları Merkezi Dergisi, II/7 (2010 yaz), s. 105; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402. 604 Cahen, a.g.e., s. 219; Poyraz, a.g.m., s. 78-79; Memmedli, a.g.m., s. 102. 605 Eserler hakkında bkz. Cahen, a.g.e., s. 219; Ateş, a.g.m., s. 101; Poyraz, a.g.m., s. 94-96; Memmedli, a.g.m., s. 103; Cevat İzgi, “Hubeyş et-Tiflîsî”, DİA, XVIII, s. 269. 606 Süryanî Mikhail, a.g.e, s. 261; Cahen, a.g.e., s. 219; Fazlıoğlu, “Anadolu’da Felsefe ve Bilim”, s. 159, 160; Poyraz, a.g.m., s. 78-80; Özaydın, “Kılıcarslan II”, s. 402; İzgi, a.g.m., s. 269-270. 607 Ateş, a.g.m., s. 103. 608 İbn Bîbî, a.g.e., s. 53; Karş. Kutluer, “Sühreverdî, Maktûl”, s. 36. 142 Şihâbüddîn Sühreverdî, idam edildiği için maktul lakapıyla bilinmektedir.609 Kendisi İşrakilik adlı felsefî-tasavvufî ekolünün kurucusudur.610 Kutluer, Sühreverdîyi Maktul’un ilmî kimliğini şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sünnî inancın kalesi olan medrese hocalarının, antik felsefe kültürünü yücelten ve bunu yaparken eski Fars geleneğine zındıkları hatırlatır biçimde atıflarda bulunan, Şâfiî mezhebine bağlı görünse de Şiî eğilimler taşıdığından ve nübüvvet iddiasıyla desteklenmiş biçimde siyasî hedefler beslediğinden kuşkulanılan karizmatik bir filozof…” 611 Böyle bir âlimin II. Kılıç Arslan ile olan ilişkisi sultanın dinî anlayışı açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca Şafiî olmasına rağmen Kılıç Arslan’ın yanında yer edinmiş olması, sultanın mezhebî bir taassubu olmadığına da işaret eder.612 609 Kutluer, a.g.m., s. 39. 610 Kutluer, a.g.m., s. 39; Bkz. Mahmut Kaya, “İşrâkıyye”, DİA, XXIII, 435-438; Süleyman Uludağ, “İşrakıyye”, DİA, XXIII, 438-439. 611 Kutluer, a.g.m., s. 38-39. 612 Kutluer, a.g.m., s. 37-38. 143 2. 2. 2. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1192-1196) Sultan II. Kılıç Arslan, dünyadaki son anlarında oğlu Gıyaseddîn Keysürev’i sultan ilân ederek emîrlerinden ona biat etmelerini istedi.613 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev genç yaşta tahta çıktı. I. Keyhüsrev kardeşlerinin arasındaki mücadeleleri fırsat bilerek saltanatını kuvvetlendirmeye çalıştı. Bu süre zarfında sultan, ticaret kervanlarına zarar veren Bizans İmparatoru III. Aleksios’a karşı seferler düzenleyerek Menderes nehrine kadar uzanan Bizans topraklarını ele geçirdi.614 Ele geçirdiği bölgelerden esir aldığı Hristiyan halkı Akşehir’e yerleştiren sultan, onlara toprak, tarım âletleri ve tohumluk vererek üretim yapmalarını sağladı ve beş yıl boyunca bu halkı vergiden muaf tuttu.615 Bunu öğrenen pek çok Hristiyan, kendi istekleriyle Selçuklu ülkesine göç etti.616 I. Keyhüsrev bu fiilerle meşgûlken kardeşleri arasındaki mücadelede Tokat Meliki Rükneddîn Süleyman-şâh galip geldi. Ardından da Konya’yı kuşattı.617 Zor durumda kalan I. Keyhüsrev, ailesi ile maiyetinin can ve mallarının bağışlanması koşuluyla kardeşi Rükneddîn Süleyman-şâh ile anlaşma yaptı. 618 613 İbn Bîbî, a.g.e., s. 40-46; Karş. Turan, Türkiye, s. 262; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 553; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 15, 17; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 151; Ersan, “Türkiye”, X, 206; Kaya, a.g.e., s. 40-41. 614 Niketas Khoniates, Historia, (çev. Işın Demirkent), Niketas Khoniates’in Historia’sı (1195- 1206), Dünya Yay., İstanbul 2004, s. 54-55; Karş. Turan, Türkiye, s. 264; Cahen, a.g.e., s. 62; SevimMerçil, a.g.e., s. 554; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 18; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; Ayönü, a.g.e., s. 190; Kaya, a.g.e., s. 47; Ali Sevim, “Keyhüsrev I”, DİA, XXV, 347. 615 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent) s. 56; Karş. Turan, Türkiye, s. 264; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 554; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 18; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; a. mlf., Ermeniler, s. 251; Ayönü, a.g.e., s. 191-192; Kaya, a.g.e., s. 47; Sevim, a.g.m., s. 347. 616 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent) s. 56; Karş. Turan, Türkiye, s. 264; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 554; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; a. mlf., Ermeniler, s. 251; Ayönü, a.g.e., s. 192; Kaya, a.g.e., s. 48; Sevim, a.g.m., s. 347. 617 İbn Bîbî, a.g.e., s. 61; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Ömerî, a.g.e., s. 318; Anonim Selçuknâme, s. 38; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 34; Karş. Turan, Türkiye, s. 269; Cahen, a.g.e., s. 60; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 20-21; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; Kaya, a.g.e., s. 50; Sevim, a.g.m., s. 347. 618 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 82; İbn Bîbî, a.g.e., s. 62; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 34; Karş. Turan, Türkiye, s. 269; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 21; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; Kaya, a.g.e., s. 50; Sevim, a.g.m., s. 347. 144 I. Keyhüsrev, tahttan indirildikten bir süre sonra İstanbul’a gitti ve Bizans’a sığındı.619 Keyhüsrev, İstanbul’da, Bizans’ın ileri gelenlerinden Manuel Mavrozomes’in620 kızıyla evlendi. 621 1204 yılında Haçlılar Bizans başkenti İstanbul’u işgal edince I. Keyhüsrev, kayınpederinin yanına gitti. 622 Yeniden tahta çıkana kadar da burada kaldı.623 2. 2. 3. II. Rükneddîn Süleyman-şâh (1196-1205) 2. 2. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Sultan II. Kılıç Arslan, ülkesini 11 oğlu arasında bölüştürdüğü vakit Melik Rükneddîn Süleyman-şâh’a Tokat ve çevresi düştü. Kutbeddîn Melik-şâh’ın vefat etmesiyle şehzadeler arasında öne çıkan Süleyman-şâh, kardeşi I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’i alt ederek Türkiye Selçuklu tahtına çıktı. II. Süleyman-şâh tahta çıktığını duyurunca hilâfet makamından kendisine menşûr, çetr ve sancak gönderildi. 624 Süleyman-şâh, hızlıca siyasî birliği sağlamaya koyuldu. Kardeşlerinin elindeki toprakları ya aldı ya da onları kendisine tâbi hâle getirerek toprakları üzerindeki siyasî birliği büyük ölçüde sağladı. 619 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 81-83; İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 169; İbn Bîbî, a.g.e., s. 78-80; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 474; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Anonim Selçuknâme, s. 38, 39; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 35; Karş. Turan, Türkiye, s. 292-293; Cahen, a.g.e., s. 60; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 24; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 155; Ersan, “Türkiye”, X, 208; Ayönü, a.g.e., s. 199; Kaya, a.g.e., s. 106-107. 620 Bu emîr hakkında bkz. Turan, Türkiye, s. 303-305; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 48. 621 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 210; İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 169; İbn Bîbî, a.g.e., s. 111; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 474; Anonim Selçuknâme, s. 39; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 38; Karş. Turan, Türkiye, s. 293; Cahen, a.g.e., s. 62; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 25; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 155; Ersan, “Türkiye”, X, 212; Ayönü, a.g.e., s. 199; Kaya, a.g.e., s. 108. 622 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 169; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 474; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 38; Karş. Turan, Türkiye, s. 293; Cahen, a.g.e., s. 61; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 25; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 155; Ersan, “Türkiye”, X, 212; Ayönü, a.g.e., s. 200-201; Kaya, a.g.e., s. 110; Sevim, a.g.m., s. 348. 623 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını, onun ikinci saltanat dönemini anlattığımız başlıkta ele aldık. 624 Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440-441; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Kaya, a.g.e., s. 64; Selim Kaya, “Süleyman Şah II”, DİA, XXXVIII, s. 106. 145 Türkiye Selçuklularının iç mücadelelerini fırsat bilen Bizans, Karadeniz’deki ticaret gemilerine baskın düzenledi.625 Bunun üzerine II. Süleyman-şâh, Bizans’tan, baskında ele geçirdiği malların ve esirlerin iadesini istedi.626 Ayrıca İmparator III. Aleksis (1195-1203)’e yeni bir anlaşma teklif etti. Buna göre Bizans, Türkiye Selçuklularına yıllık vergi verecek, ayrıca baskında ele geçirilen malların bedellerini de ödeyecekti.627 Bu sırada Ermeniler de Selçuklu topraklarına akınlar yaptılar. Bunun üzerine Kilikya’ya sefer düzenleyen Süleyman-şâh, Ermenileri kendisine tâbi kıldı.628 Ardından kendisine karşı direnen Malatya’daki kardeşi Muizzeddîn Kayser-şâh’ın üzerine yürüdü ve 1201 yazında şehri ele geçirdi. 629 Bu dönemde Artukluların Harput kolu ile Mengücükler de II. Süleyman-şâh’a tâbi durumdaydı.630 II. Süleyman-şâh, Gürcülerin Anadolu’ya yaptığı akınlara cevap vermek için sefere çıkma kararı aldı ve kendisine bağlı beylerin de iştirak etmelerini istedi.631 Sefer sırasında, Erzurum’daki Saltuklu hâkimiyetine de son vererek burayı topraklarına kattı.632 Ardından Gürcistan seferine devam etti. Pasinler ovasında karargâhını kurmuş vaziyette hazırlıklarını sürdüren Selçuklu ordusu, beklemediği 625 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 92-93; Karş. Turan, Türkiye, s. 271; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 208-209; Ayönü, a.g.e., s. 194; Kaya, a.g.e., s. 68. 626 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 93; Karş. Turan, Türkiye, s. 272; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209; Ayönü, a.g.e., s. 194; Kaya, a.g.e., s. 68-69; Kaya, a.g.m., s. 106. 627 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 93; Karş. Turan, Türkiye, s. 272; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209; Ayönü, a.g.e., s. 194; Kaya, a.g.e., s. 69; Kaya, a.g.m., s. 106. 628 Turan, Türkiye, s. 272-274; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209; a. mlf., a.g.e., s. 161-162; Kaya, a.g.e., s. 70-71; Kaya, a.g.m., s. 106. 629 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 84, 147; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 474; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Ömerî, a.g.e., s. 332; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 35; Karş. Turan, Türkiye, s. 275; Cahen, a.g.e., s. 60; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 556; Ersan, “Türkiye”, X, 209; Kaya, a.g.e., s. 73; Kaya, a.g.m., s. 106. 630 Turan, Türkiye, s. 275; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 556; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209; Kaya, a.g.e., s. 74. 631 İbn Bîbî, a.g.e., s. 101; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Brosset, a.g.e., s. 405; Karş. Turan, Türkiye, s. 280; Cahen, a.g.e., s. 64; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 556; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209; Kaya, a.g.e., s. 77; Kaya, a.g.m., s. 107. 632 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 147; İbn Bîbî, a.g.e., s. 103; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 474; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Kazvînî, a.g.e., s. 117; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Ömerî, a.g.e., s. 332; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 35; Brosset, a.g.e., s. 405; Karş. Turan, Türkiye, s. 276-277; Cahen, a.g.e., s. 64; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 556; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 153; Ersan, “Türkiye”, X, 209-210; Kaya, a.g.e., s. 77-78; Kaya, a.g.m., s. 107. 146 bir an da Gürcü kuvvetlerinin saldırısına uğradı ve yapılan savaş Gürcülerin zaferiyle sonuçlandı.633 Ancak bu mağlubiyet, II. Süleyman-şâh’ın Doğu Anadolu’daki hakimiyetinin genişlemesine engel olmadı. Önce Mardin ve Diyarbekir bölgesindeki beyler, sonra Salâhaddîn Eyyûbî’nin büyük oğlu el-Melikü’l-Efdal Ali, Selçuklulara tâbi oldu.634 II. Süleyman-şâh’ın Ankara ve çevresinde hüküm süren kardeşi Muhyiddîn Mes’ûd, tâbi bir bey gibi davranmıyordu. Bu durumu çözüme kavuşturmak isteyen Süleyman-şâh, 1204 yılında sefere çıkarak Ankara’yı aldı.635 II. Süleyman-şâh, bu olaydan kısa bir süre sonra, 6 Temmuz 1204 tarihinde vefat etti.636 2. 2. 3. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması II. Kılıç Arslan ve sonrasındaki Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışları hakkında, kaynaklarda daha ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Önceki Türkiye Selçuklu sultanlarına kıyasla bu farklılığın başlıca sebebi, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev dönemini anlatarak başlayan İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Â’lâiyye fî’l-Ûmûri’lÂ’lâiyye adlı eseridir. Diğer kaynaklarda bulunmayan bilgilere bu eser vasıtasıyla ulaşabilmekteyiz. Böylelikle I. Keyhüsrev ve halefleri hakkında konumuz açısından daha ayrıntılı bir tablo ortaya koymak mümküm hale gelmektedir. Bu bağlamda II. Süleyman-şâh’ın dinî anlayışını öncelikle, dönemindeki olaylardan hareketle inceleyeceğiz. 633 İbn Bîbî, a.g.e., s. 104; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 36; Brosset, a.g.e., s. 408; Karş. Turan, Türkiye, s. 281-282; Cahen, a.g.e., s. 64; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 556; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 154; Ersan, “Türkiye”, X, 210; Kaya, a.g.e., s. 85-87; Kaya, “Süleyman Şah II”, s. 107; İbn Bîbî ise bu mağlubiyeti, sultanın çetrini taşıyan askerîn atından düşmesine bağlamaktadır. Savaş meydanında galip konumda olan Selçuklu askerleri böylece sultanın öldüğünü zannedip dağılmaya başlamışlardır. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 104. 634 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 147; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 475; Karş. Turan, Türkiye, s. 283-284; Cahen, a.g.e., s. 65; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 557; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 154; Ersan, “Türkiye”, X, 210-211; Kaya, a.g.e., s. 89-90; Kaya, a.g.m., s. 107. 635 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 166; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 485; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 36; Karş. Turan, Türkiye, s. 284-285; Cahen, a.g.e., s. 60; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 557; Ersan, “Türkiye”, X, 211; Kaya, a.g.e., s. 92; Kaya, a.g.m., s. 107. 636 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 166; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Ömerî, a.g.e., s. 334; Karş. Turan, Türkiye, s. 285; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 557; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 154; Ersan, “Türkiye”, X, 211. 147 2. 2. 3. 2. 1. Hükmettiği Cezalar Rükneddîn Süleyman-şâh’ın Konya’yı kuşatmasının ardından I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, ağabeyi karşısında çaresiz kalınca onunla anlaşıp şehri terk etti.637 Konya’dan çıktıktan sonra Akşehir yolundan İstanbul’a doğru hareket eden I. Keyhüsrev, Ladik Köyü dolaylarında halkın saldırısına uğradı ve eşyaları yağmalandı. 638 Bu olay üzerine I. Keyhüsrev, ağabeyi, Sultan II. Rükneddîn Süleyman-şâh’a sitem dolu bir mektup yazdı. O, bu mektubunda, “Köle bir halkın böyle çirkin bir davranışta bulunmasına nasıl seyirci kalabilirsin?” diyor, suçlulara ceza vermesi için II. Süleyman-şâh’ı harekete geçmeye davet ediyordu. 639 II. Süleyman-şâh, kardeşinin mektubu kendisine ulaşınca sinirlendi ama öfkesine gem vurarak gerçek suçluların ortaya çıkartılması için bir plân kurdu. O, bu olaya karışanların saraya gelmesini, gelirken de yaptıklarıyla ilgili bir delili beraberlerinde bulundurmalarını istedi. 640 Sultan, bu şartları yerine getirenlere ihsanlarda bulunacağını vadetti. Bunun üzerine bu işi yapanlar da delilleri ile birlikte, büyük umutlar içinde Konya’ya gittiler. Sultan II. Süleyman-şâh, gelenleri güler yüzle karşıladı çünkü onları, asıl plânından haberdâr ederek korkutmak istemiyordu. Bu dikkatli karşılamadan sonra sultan, onlardan kardeşine yaptıklarını anlatmalarını istedi.641 Sonra gelenleri gözetlemeleri için şehrin iğdiş ve ayanlarına emirler vererek, gerçek suçluların iyice açığa çıkmasını bekledi.642 Zirâ saraya gelenlerden birçoğu, sultanın vadettiklerinden faydalanmak için böyle bir işe girişmiş olabilirdi. II. Süleyman-şâh, bir müddet sonra gelenleri tekrar sorguladı ve içlerinden suçlarını itiraf edenleri şehrin surlarında 637 İbn Bîbî, a.g.e., s. 62; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 34; Karş. Turan, Türkiye, s. 269; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Sevim, a.g.m., s. 347. 638 İbn Bîbî, a.g.e., s. 65; Karş. Turan, Türkiye, s. 270; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Kaya, a.g.e., s. 64, 98. 639 İbn Bîbî, a.g.e., s. 65; Karş. Turan, Türkiye, s. 270; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Kaya, a.g.e., s. 65, 98. 640 İbn Bîbî, a.g.e., s. 65; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Kaya, a.g.e., s. 65, 98. 641 İbn Bîbî, a.g.e., s. 66; Karş. Kaya, a.g.e., s. 65. 642 İbn Bîbî, a.g.e., s. 66; Karş. Kaya, a.g.e., s. 65. 148 çarmıha gerdirtti. 643 Sultan, “Bilmezler mi ki Selçuklu ailesine saygısızlık gösterip hakarette bulunan ve onların nimetlerine nankörlük eden herkesin lâyık olduğu ceza bu olur.” diyerek, halka gözdağı verdi.644 Ayrıca Ladik köyünün yakılmasını emretti.645 Yaşanan bu olayı konumuz açısından değerlendirecek olursak öncelikle ortada, bir yağma ve hırsızlık suçunun olduğunu tespit etmek gerekir. Bu suçun hükmü de şer’î olarak bellidir ve kadı tarafından verilmesi gerekir. Şer’ân cezası, ölüm ya da bir köyün yakılması değildir. II. Süleyman-şâh’ın, ilgili suçun karşılığı olarak verdiği cezalar bu olayda kendi ictihadına göre hareket ettiğini göstermektedir. II. Süleyman-şâh, gerçek suçluların tespitinde son derece titiz davrandıysa da sözlerinden anlaşıldığı üzere kendi ailesini diğer insanlardan üstün görmesi, bu suçun cezasını ağırlaştırmasına sebep olmuştur. Ayrıca yine sözlerinden anlaşıldığı üzere o, kendi ailesinin ilâhî lütfa mazhar olduğunu düşünmektedir. Bu da dinî açıdan bir tür kutsallık ortaya çıkarmaktadır. Bu bakış açısı, tüm sultanlarda olan genel bir anlayıştır.646 Bu suçların cezasının Şeriat’ta belli olmasına rağmen sultanın cezayı ağırlaştırma hususunda kendisini yetkili görmesi, II. Süleyman-şâh’ın dinî anlayışına da işaret eder. Bu tavır sadece II. Süleyman-şâh’ta değil sultanların çoğunda karşımıza çıkmaktadır. 647 II. Süleyman-şâh’ın, döneminde yaşanan hırsızlık sebebiyle verdiği bir ölüm cezası daha vardır. Bu olayla ilgili hükmü de tartışmaya açıktır. 643 İbn Bîbî, a.g.e., s. 67; Karş. Turan, Türkiye, s. 270; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Kaya, a.g.e., s. 65, 98; Kaya, a.g.m., s. 106. 644 İbn Bîbî, a.g.e., s. 67; Karş. Kaya, a.g.e., s. 65. 645 İbn Bîbî, a.g.e., s. 67; Karş. Turan, Türkiye, s. 270; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Kaya, a.g.e., s. 65, 98. 646 Bu anlayışın oluşumu ve içeriği hakkında I. Bölüm’e bakınız. 647 Şer’î olarak bu suçların cezası belliyken II. Süleyman-şâh’ın cezaları ağırlaştırmasının nasıl mümkün olabildiği ve dinî anlayışla ilişkisi hakkında detaylı bilgi için III. Bölüm’ün 2. başlığına bakınız. 149 II. Süleyman-şâh’ın çok sevdiği Ayaz adında bir kölesi (gulâmı) vardı.648 Bir gün ihtiyar bir kadın, kendisine ait yoğurdun gulâm Ayaz tarafından alınıp parasının da ödenmediğinden şikayetle II. Süleyman-şâh’ın huzuruna vardı. 649 Sultan, gulamına sordu ama Ayaz iddiaları yalanladı. Bunun üzerine kadın, anlattıklarının doğru olduğuna yemin edince son çare olarak Ayaz kusturuldu ve yoğurt midesinden dışarı çıktı.650 Bunu gören II. Süleyman-şâh, onun hakkında ölüm emri verdi.651 Kardeşinin eşyalarını yağmalayanlarla ilgili kısımda tartıştığımız gibi buradaki örnekte de görülen cezanın ağırlaştırılması kararı, Şeriat’a göre makbul müdür? Bahis konusu olan suçun cezası bu mudur? II. Süleyman-şâh, Ayaz’a olan meylinden kurtulmak için bu kadar sert bir ceza vermiş olabilir mi? Nitekim İbn Bîbî, eserinde, bu ölümün II. Süleyman-şâh’ı gama düşürdüğünü kaydeder.652 II. Süleyman-şâh’ın, her iki olayda da tahkikat hususunda son derece hassas davranarak adaleti sağlamaya çalışırken suçların cezasına gelindiğinde hislerine yenik düştüğü anlaşılıyor. II. Süleyman-şâh, ömrünün sonlarına doğru kaynaklarda yerilen bir davranışta bulundu. Ankara ve çevresinde hüküm süren kardeşi Muhyiddîn Mes’ûd, 648 İbn Bîbî, eserinde, II. Süleyman-şâh’ın bütün aklı ve kalbinin bu “ay yüzlü güzel”e meylettiğini, bu sebeple sultanın, Ayaz’a birçok bağış ve iltifatta bulunduğunu ifade eder. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. Hatta aynı eserde II. Süleyman-şâh’ın şu dizeleri söylediği belirtilir: “O öyle bir kâfir çocuğu ki (bu ifadeler Ayaz’ın gulâm olduğuna işaret ediyor) onun küfrü benim dinimdir. Hem dinim hem dünya görüşümdür. Kimse kendi kölesine böyle benim gibi köle olmadı. Bu köleye köle olma işi benim âdetim oldu.” Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. İbn Bîbî’nin eserinde ifade ettiğine göre II. Süleyman-şâh’ın gulamı Ayaz’a karşı hisleri bu kadarla sınırlıydı. Çünkü sultan, nefsi emmâresini bir defa ayakları altına almış ve ona hevesleri yasaklamıştı. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. Bu hususta II. Süleyman-şâh, şu rubaiyi kendisine rehber edinmişti: “Kötü alışkanlıklara sahip olmuş bir padişahın hükümdarlığına son verebilirsin. Sen yıldızlar doğunca çalıp oynamaya başladığın zaman güneşin battığını görmüyor musun?” Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. Bu bilgilerden hareketle II. Süleyman-şâh’ın, Ayaz adlı erkek kölesine (gulâmına) sevgi beslediğini ancak bu konuda nefsine ket vurduğunu çıkarmak mümkündür. Ayrıca onun, İslâm Şeriatı’na göre haram olan davranışları yapmamak için kendisini kontrol altına alma gayreti de dinî anlayışı açısından dikkat çekicidir. Sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla sultan, bu davranışları saltanatını doğru bir şekilde idâme ettirmek için yaptı. Ayrıca yukarıdaki dizelerden, Süleyman-şâh’ın dinî anlayışının siyasî bir yansıması olarak, sultanların kötü alışkanlıkları olmadığı taktirde hüküm sürme hakkına sahip olduklarını düşündüğünü çıkartabiliriz. Her ne kadar bir sûfîninki gibi olmasa da II. Süleyman-şâh’ın bu gayretini bir nevi seyr-i sülûk olarak görmekte mümkündür. 649 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94. 650 İbn Bîbî’nin eserinde, kölenin karnının yarılması sonucu yoğurdu onun yediğinin anlaşıldığı aktarılırken, Müneccimbaşı’nın eserindeyse kölenin kusturulmasıyla yoğurdu onun yediğinin anlaşıldığı kaydedilmektedir. Bize göre de ikinci durum daha makuldür. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 94, 95; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 37. 651 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94, 95; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 37; Karş. Kaya, a.g.e., s. 95. 652 İbn Bîbî, a.g.e., s. 95. 150 kuşatmaya dayanamayacağını anlayınca kendisinin ve oğullarının bağışlanması şartıyla şehri, II. Süleyman-şâh’a teslim etti.653 Süleyman-şâh da bu teklifi kabul etti ancak onlar şehirden çıkıp kendilerine ikta edilen beldeye doğru giderken hepsini öldürttü.654 İbnü’l-Esîr, eserinde bu olayı detaylarıyla aktarmakta ve II. Süleymanşâh’ın kardeşine ihanet ettiğini ifade etmektedir.655 Bu durumda Süleyman-şâh, hem kardeşi ve yeğenlerini hem de onlara verdiği sözü çiğnemiş oldu. Daha önceki sultanlarda da gördüğümüz tahtını koruma hırsı ve endişesi, sultanların bazen akl-ı selîm ile hareket etmelerinin, dinî anlayışlarına göre davranmalarının önüne geçmiştir. 2. 2. 3. 2. 2. Hristiyan Devletlere Bakışı Sultan II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın dinî anlayışı hakkında ipuçları yakaladığımız bir diğer konu, Gürcü Kraliçesi Thamara ile yaşadığı diyaloglardır. Süleyman-şâh henüz şehzadeyken Gürcü Kraliçesi Thamara’dan bir evlilik teklifi aldı.656 Thamara (Tamara), II. Süleyman-şâh’ın babası II. Kılıç Arslan’a bu konudaki taleplerini ileten bir mektup yazdı.657 Mektup II. Kılıç Arslan’a ulaşınca, o da durumu oğlu Süleymah-şâh’a bildirdi. Süleymah-şâh babasını dinleyince öfkelendi ve onu kınadı.658 Ona göre Thamara kâfir ve sahip olduğu topraklar da küfür diyarıydı. 659 Süleyman-şâh babasına, Gürcü yurdunu fethederek orada Kur’ân ve ezanı okutmak istediğini, câmi ve mescid kurmayı hayal ettiğini söyledi. 660 653 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 84; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 485; Karş. Turan, Türkiye, s. 285; Ersan, “Türkiye”, X, 211; Kaya, a.g.e., s. 92. 654 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 166; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 485-486; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 36; Karş. Turan, Türkiye, s. 285; Ersan, “Türkiye”, X, 211; Kaya, a.g.e., s. 92; Kaya, a.g.m., s. 107. 655 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 166; Karş. Turan, Türkiye, s. 286. 656 İbn Bîbî, a.g.e., s. 95-100; Karş. Turan, Türkiye, s. 278; Kara, a.g.e., s. 478; İbrahim Tellioğlu, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk-Gürcü İlişkileri, Serander Yay., Trabzon 2009, s. 97; Kaya, a.g.e., s. 81. 657 İbn Bîbî, a.g.e., s. 98-100; Karş. Turan, Türkiye, s. 278; Tellioğlu, a.g.e., s. 98; Kaya, a.g.e., s. 81. 658 İbn Bîbî, a.g.e., s. 100; Karş. Kara, a.g.e., s. 478; Tellioğlu, a.g.e., s. 98; Kaya, a.g.e., s. 81. 659 İbn Bîbî, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 278; Kara, a.g.e., s. 478; Kaya, a.g.e., s. 81. 660 Mektuptaki ifadelerin konumuz açısından büyük önem taşıması sebebiyle, mektubun tamamını alıntılıyoruz: “Padişahımızın onuru ve şerefli nefsi, niçin böyle çirkin ve kötü bir harekete izin vermektedir? Kölen olan bu oğlunu, her an yok olabilir ve her zaman kaybedilebilir olan bir dünya malına sahip olması için saltanat dergâhının kulluğundan niçin uzaklaştırmak istiyorsun? Kâfir bir kadının işvesi ve cilvesine kanarak oğlunu niçin İslâm başkentinden uzaklaştırıp küfür ve sapıklık yurduna atmak istiyorsun? Benim ümidim, İlahi gücün, Semavi 151 Bu olay, Rükneddîn Süleyman-şâh’ın dinî anlayışının siyasî yansımalarına en güzel örneklerden biridir. O, İslâm dininin ilke ve tanımlamaları üzerinden bu olaya baktı ve ne yapacağına da buna göre karar verdi. Osman Turan’ın aktardığına göre bahsi geçen olayı, her ne kadar tahrif ederek de olsa Gürcü kaynakları da doğrulamıştır.661 Bu mesele bu kadarla da kalmadı. II. Süleyman-şâh, yıllar sonra Türkiye Selçuklu sultanı olarak Gürcistan üzerine sefere çıktığında Thamara’ya sert bir mektup yazdı. O, mektubunda, kendisini yeryüzündeki sultanların en büyüğü ve Allah’ın yardımcısı olarak tanıtmış, Thamara’ya “Gelişimde otağımın önünde diz çöken, Muhammed’in Peygamberliğini kabul edip kendi dinini bırakan, boşuna ümid bağladığın haçı huzurumda kıran kimselerden başkasının yaşamasına müsaade etmeyeceğim.” diyerek tavrını ortaya koymuştu. 662 Mektuptaki ifadeler, onun henüz şehzadeyken babası II. Kılıç Arslan’a söylediği hedeflerine sadık kaldığını göstermektedir. Bizans tarihçisi Niketas eserinde, Süleyman-şâh’ın Hristiyanlardan nefret ettiğini ifade eder. 663 Bu bilgiye şüpheyle yaklaşmak gerekir. Ancak Thamara olayı ve Süleyman-şâh’ın, kardeşi I. Keyhüsrev’e karşı giriştiği saltanat mücadelesinde, Keyhüsrev’in Hristiyan anneden doğduğuyla ilgili propaganda yaparak kendi saltanatına meşrûiyet kazandırmaya çalışması Niketas’ın ifadelerini desteklemektedir. Ayrıca Süleyman-şâh’ın bu tavrından hareketle, her ne birçok örneği olsa da Hristiyan anneden doğan Selçuklu şehzadelerinin pek hoş görülmediği anlaşılmaktadır. Zirâ böyle olmasaydı Süleyman-şâh, I. Keyhüsrev ile ilgili söz konusu durumu kullanmaya çalışmazdı. desteğin ve sultanın savletinin yardımıyla Abhaz ülkesini almaktır. O sapıkların ordularının tamamını ateşe sevkeder, saltanat sarayının hizmetine gönderirim. Kilise ve manastırların yerine mescit ve medreseler yaparım. Organon sesi yerine Kur’ân sesini, o ülkeden oturanların kulağına ulaştırırım. Zil ve çan sesi yerine, Yüce Allah’ın birliğini ve Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) peygamberliğini bildiren ezan sesini duyururum.” Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 278; Kara, a.g.e., s. 478; Kaya, a.g.e., s. 81. 661 Brosset, a.g.e., s. 371; Karş. Turan, Türkiye, s. 278; Tellioğlu, a.g.e., s. 97-101; Kaya, a.g.e., s. 82. 662 Brosset, a.g.e., s. 406; Karş. Turan, Türkiye, s. 281; a. mlf., Cihân, s. 225; Ersan, “Türkiye”, X, 210; Tellioğlu, a.g.e., s. 101; Kesik, At Üstünde, s. 129; Kaya, a.g.e., s. 84. 663 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 82; Karş. Kaya, a.g.e., s. 58. 152 II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın kullandığı unvan ve lakaplar da onun sahip olduğu psikolojiyi ve bunun arka plânındaki dinî anlayışı kavrama hususunda önemlidir. II. Süleyman-şâh, “Nâsıru Emîri’l-mü’minîn”, “Burhânu Emîri’l-mü’minîn”, “Es-Sultânü’l-kāhir”, “Ebû’l-Feth” unvanlarını ve dinin temel direği anlamına gelen “Rükne’d-dîn” lakabını kullanmıştır.664 O, bakır sikkelerde, halîfe tarafından kendisine verilen “el-Melikü’l-kâhir” unvânını kullandı.665 Altın ve gümüşlerdeyse kelime-i tevhîd, tasliye, “Erselehu bi’l-hudâ ve dîni’l-hakkı li-yuzhirehu ale’ddîni küllih” 666 gibi âyet ve ifadeleri kullandı.667 2. 2. 3. 2. 3. II. Süleyman-şâh ve Felsefe Konumuz açısından, II. Rükneddîn Süleyman-şâh ile ilgili en önemli bahislerden biri onun felsefeye olan ilgisidir. Bu durum kaynaklarda detaylı bir şekilde anlatıldığına göre, o dönemde oldukça gündemde ve tepki çeken bir olay olduğu anlaşılmaktadır. II. Süleyman-şâh felsefî bir ekole bağlı olup, filozaflara karşı çok iyi davranarak ihsanlarda bulunurdu ve filozoflar da ona sığınırdı.668 Bu sebeple halk II. Süleyman-şâh’ın itikadının bozuk olduğunu söylerdi.669 Yine aynı sebeplerle sultan, ulemâ tarafından tenkit edilmiş, hatta inancı bozuk olmakla, din ve Şeriat’a karşı ilgisizlikle suçlanmıştı.670 Süleyman-şâh, hakkında söylenenleri bildiği için tepkilerin daha fazla artmaması adına bu görüşlerini gizlerdi.671 664 Mîrhând, a.g.e., s. 270; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 37; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 209; Kaya, “Süleyman Şah II”, s. 107, 164. 665 Kaya, a.g.e., s. 171; Kara, a.g.e., s. 493. 666 Kur’ân-ı Kerîm, 48. Sûre, 28. Âyet. 667 Kaya, a.g.e., s. 171. 668 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 370; Cahen, a.g.e., s. 219; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 139; Kara, a.g.e., s. 479; Kaya, a.g.e., s. 96. 669 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 370; Cahen, a.g.e., s. 219; Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 139; Kara, a.g.e., s. 479; Kaya, a.g.e., s. 96. 670 Kaya, a.g.e., s. 96. 671 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 370; Kaya, a.g.e., s. 96. 153 Bu konuya dair güzel örneklerden biri II. Süleyman-şâh’ın sarayında yaşanan olaydır. Bir gün, sultanın yanında bulunan, zındıklık ve felsefeyle meşgul olmakla suçlanan bir şahıs, II. Süleyman-şâh’ın huzurunda bir fakîhle tartışmaya girdi. Felsefeyle meşgûl olan şahıs düşüncelerinden bahsedince fakîh ona bir tokat atıp hakaretler ederek oradan ayrıldı ve filozof şahıs, II. Süleyman-şâh’a böyle bir olaya müsaade ettiği için sitem etti.672 Sultan da “Eğer ben konuşsaydım hepimiz öldürülürdük. Senin istediğin açıklamayı yapmam mümkün değil.” dedi. 673 İbnü’lEsîr, eserinde, bu bilgilerin II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın sarayından kendisine naklen anlatıldığını ifade etmektedir.674 II. Süleyman-şâh’ın, tokatı yiyen filozofa katıldığı açıktır ancak âkıbetinin korkusundan bunu izhâr etmemiştir. Onun sultan olmasına rağmen fikirlerinden dolayı öldürülebileceğini düşünmesi kamuoyunun dinî konulardaki baskısını ve hassasiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ayrıca onun, bu konudaki titiz davranışı, fikirlerinin fazlasıyla tepki çekecek kadar ileri boyutlu olduğunu düşünmemize kapı aralayabilir. Bu fikirler neydi? Ne olabilir? Bir diğer nokta da buradan hareketle, akâide dair kendisinden önceki sultanlara benzediğinin hatta belki onlardan da ileri gittiğinin anlaşılabilecek olmasıdır. Fakat elimizdeki kaynaklardan hareketle, konuyla ilgili araştırmalarımızı ancak buraya kadar götürebildik.675 2. 2. 3. 2. 4. Entelektüel Kimliği Şairliği, edebiyat, felsefe ve hat sanatındaki bilgisi ve becerisiyle tanınan II. Süleyman-şah, şiir üzerine yapılan tartışmalarda doğru fikirler ileri sürerdi.676 Hatta o, şiirleri aruz ve kafiyeye varıncaya kadar birçok hususta bizatihi kendisi 672 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 370; Kaya, a.g.e., s. 96. 673 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 370; Kaya, a.g.e., s. 96. 674 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; Karş. Turan, Türkiye, s. 287. 675 Seyfullah Kara, bu felsefî mektebin İşrakîlik olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Kara, a.g.e., s. 479. Bizim kanaatimize göre de bu bilginin doğru olma ihtimali yüksektir. Zirâ sultanın oğlu da bu felsefî ekolle ilgiliydi. Bkz. II. Bölüm, s. 121-122. 676 İbn Bîbî, a.g.e., s. 88; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 109; Karş. Turan, Türkiye, s. 286; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 154; Kaya, a.g.e., s. 94. 154 değerlendirip ona göre kıymetini belirlerdi.677 Bunlar, onun dinî açıdan, dönemine nazaran geniş ve esnek bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Meselâ Zahîru’l-Faryâbî’nin onu metheden Farsça bir kasidesi vardır. Zahîru’l-Faryâbî bu şiirinde, II. Süleyman-şâh’ı ilâhî bir güzelliğe sahip olmakla onu kutsallaştırmakta, Rükneddîn unvanını anarak onun doğruluğuna ve dinin direği oluşuna işaret etmekte, latif ve cömert bir tabiata sahip olduğunu, mükemmel aklı ve yüce düşüncesiyle dini ve ülkeyi geliştirmekte büyük bir başarı sağladığını, böylece ülkede adaletin hakim olduğunu, Tanrı tarafından desteklendiğini ifade ederek ona birçok övgüde bulunmaktadır.678 Bu kaside sultana ulaşınca Rükneddîn, Faryâbî’ye iki bin sultanî dinar, on at, beş katır, on iki hörgüçlü deve, beş cariye, beş güzel yüzlü köle, altın işlemeli atlas, pamuklu, Sakilatun, Attabi kumaşlardan elli takım meliklere mahsus elbise ihsan etmiştir.679 Ayrıca sultan, kasidesinin sözlerinin açıklığını, deyimlerinin uyumluluğunu ve manasının inceliğini öven bir yazı göndererek onu sarayına çağırmıştır. 680 Sultanın bu davranışlarından hareketle dinî anlayışı üzerine birtakım fikirler yürütülebilir. Evvelâ kendisinin övülmesinden hoşlanması İslâm dini açısından pek makbul bir davranış değildir. Her ne kadar sultanlar bu hususta birbirine benzeseler de dinî açıdan bu hoş görülen bir tutum değildir. Öte yandan şairlere bu kadar bağış yapılması da sorgulanmalıdır. Kendisini öven birine bu kadar bağış yapması aslında bu ameline dinî bir çerçeveden bakmadığını gösterir. Ayrıca sultanlar bu şiirlerle adlarının, şan ve şöhretlerinin bâki kalmasını istiyorlardı. Bu hususta Mengücüklü Beyi Fahreddîn Behram-şâh’ın “Şiir başarılıysa hazineler bağışlarım. Çünkü bu manzum kitapla benim adım fani dünyada ölümsüz olarak kalacak. Bu geçici alemde unutulmadan kalmak ve ismin ebedi olarak 677 İbn Bîbî, a.g.e., 89; Kaya, a.g.e., s. 94. 678 Şiirin tamamı için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 89-92; Karş. Turan, Türkiye, s. 286-287. 679 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 37; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Halil İnalcık, Has-bağçede: Nedîmler, Şâirler, Mutrîbler, Tükiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2018, s. 68; Kaya, a.g.e., s. 95. 680 İbn Bîbî, a.g.e., s. 92. 155 anılması, çok büyük bir itibar ve ulaşılması zor bir başarıdır.” ifadeleri, olayı tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.681 2. 2. 3. 2. 5. II. Süleyman-şâh ve İbadet II. Rükneddîn Süleyman-şâh, diğer birçok sultan gibi içki içmekteydi.682 Sultan büyük padişahların elçilerinin şerefine özel bir meclis hazırlattığı bir gün altın kadehten birkaç yudum şarap içti.683 Meclis sona erip odasına çekildiğindeyse Şeriat’a uygun olarak nefsanî zevkleri tattı sonra da gusül, taharet ve temizliğini yaptı.684 Biraz da uyuduktan sonra seher vaktinde kalkıp duâ etti, Rabbi’ne yalvarıp yakardı; daha sonra da farz ve nafile namazları edâ etti.685 Daha önceki sultanlara ilişkin olarak din ve ibadetle ilgili bu tarz ayrıntılarla karşılaşmamıştık. Bu yüzden ibadetle ilgili bahsi geçen bilgiler son derece önemlidir. Ancak sultanın gece içki içip sabahında da hele ki Kur’ân-ı Kerîm’de övülmüş bir vakit olarak karşımıza çıkan “seher vakti”nde duâ edip namazlarını edâ etmesi, dikkat çekici bir bilgidir. Bu durumda sultan, hem apaçık haram olan bir şeyi yapmış hem de Allah tarafından övülen bir eylemi gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu tutum bize, daha önceki sultanlarda da işaret ettiğimiz gibi, II. Süleyman-şâh’ın da akâide bağlı bir dinî anlayış yerine daha esnek bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. II. Süleyman-şâh üç aylara, pazartesi ve perşembe günlerine özel bir önem verir ve bu günlerde oruç tutardı. 686 Bu durum onun nafile ibadetlere de ehemmiyet verdiğini göstermekte ve dinî anlayışında ibadetler hususunda hassas olduğunu ortaya koymaktadır. II. Süleyman-şâh’ın temizlikteki titizliği de bilinen bir 681 Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 102. 682 Bu meseleyi III. bölümün birinci başlığında detaylıca ele aldığımız için tekrara düşmemek adına burada ayrıntılara girmedik. 683 İbn Bîbî, a.g.e., s. 93; Karş. Turan, Türkiye, s. 287. 684 İbn Bîbî, a.g.e., s. 93; Karş. Turan, Türkiye, s. 287. 685 İbn Bîbî, a.g.e., s. 93, 94; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Kara, a.g.e., s. 477; Kaya, a.g.e., s. 96. 686 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Kara, a.g.e., s. 477-478; Kaya, a.g.e., s. 96. 156 özelliğiydi.687 Ayrıca sıradan ve seçkin kimseler nezdinde o doğru, dindar ve keramet sahibi biri olarak görülüyordu.688 Bunlarla birlikte Sultan II. Rükneddîn Süleyman-şâh, son derece cömert, her kesimi kollamaya çalışan, özellikle de fakir ve hastalara yardımı esirgemeyen bir karaktere sahipti.689 Sultanın cömertliği sebebiyle birçok âlim, fazıl, şair ve sanatkâr saraya koşmaktaydı. 690 Meselâ II. Süleyman-şâh, bir gün çevgan oynarken kendisine getirilen 5 yıllık askerî haracı orada bulunan sıradan ve seçkin kişilere dağıttı. 691 İbn Bîbî bu olayı onun cömertliğine bir örnek olarak verir ancak bu fiil üzerine biraz düşünmek de gerekir. Bu vergileri tamamıyla kendi malı olarak görüp orada bulunan bir gruba hesapsızca dağıtması bu hususta Şeriat’ın gözettiği ilkelere karşı sultanın hassasiyetinin zayıf olduğuna da yorumlanabilir. Ancak İbn Bîbî mezkûr eserinde II. Süleyman-şâh hakkında, “Dîvânın durumunu, hazineye girip çıkanları öğrenmekte titiz davranır, o konuda inceleme ve araştırma yapmayı görev bilirdi.” diyerek, bu şüphelere gem vurmaktadır.692 2. 2. 3. 2. 6. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler II. Rükneddîn Süleyman-şâh devriyle ilgili önemli bir bilgi de 1202 tarihli Şemseddin Altun-Aba medresesi ve vakfiyesidir. Konya’da yapıldığı bilinen vakıf ve medrese bu döneme önemli bir ışık tutmaktadır.693 Vakfiye metnine göre müderris ve talebeler Hanefî-Şafiî mezhebinden olmak zorundaydı.694 İmam ise sadece Hanefî mezhebinden olmalıydı.695 Vakfiyede dönemdeki İslâmlaşma faaliyetlerine de değinilmektedir. Buna göre İslâm dinini kabul edenlerin yemek, elbise, ayakkabı 687 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94; Karş. Kaya, a.g.e., s. 96. 688 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94; Karş. Karş. Turan, Türkiye, s. 286-287; Kara, a.g.e., s. 478; Kaya, a.g.e., s. 96. 689 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 167; İbn Bîbî, a.g.e., s. 87; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Kaya, a.g.e., s. 95. 690 İbn Bîbî, a.g.e., s. 89; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; Kaya, a.g.e., s. 95. 691 İbn Bîbî, a.g.e., s. 89; Karş. Turan, Türkiye, s. 287. 692 İbn Bîbî, a.g.e., s. 87; Karş. Turan, Türkiye, s. 287. 693 Konuyla ilgili bkz. Osman Turan, “Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, c. IX, sy. 42, (Nisan 1947), s. 197-235; Karş. Turan, Türkiye, s. 287; a. mlf., Cihân, s. 387. 694 Turan, “Altun-Aba, Vakfiyesi”, s. 202; a. mlf., Makaleler, s. 301. 695 Turan, “Altun-Aba, Vakfiyesi”, s. 202; a. mlf., Makaleler, s. 301. 157 ihtiyaçları, sünnet edilmeleri ve Kur’ân-ı Kerîm öğrenmeleri adına yapılacak masraflar karşılanacaktı.696 Ilgın ile Akşehir arasında Altun-aba Kervansarayı olarak da bilinen Argıt Hanı, medrese ve mescidi de II. Süleyman-şâh döneminde yapılmıştır.697 Muhammed b. Gāzî el-Malatyevî adlı müellif Ravżatü’l-ʿuḳūl adlı ahlâk ve eğitime dair eserini II. Süleyman Şah’a ithaf etmişti.698 Onun bu eseri yazmasını sultan istemişti. 699 598 (1201)’de tamamlanan eser, nasîhatü’l-mülûk (siyasetnâme) literatürü içerisinde ele alınabilecek önemli bir eserdir.700 Eserin girişinde II. Süleyman-şâh’a uyarı, nasihat ve övgüler vardır.701 Gaznelilerin yıkılışının adaletten ve dinden sapmaları olarak gösteren yazar, Selçukluları bu hususta uyarmaktadır.702 Mülkün, yani devletin ve yönetimin küfr üzere devam edebileceğini ancak zulüm üzere hiçbir zaman devam edemeyeceğini vurgular.703 Esere dair bu bilgiler, Sultan II. Süleyman-şâh’ın, din-siyaset ilişkileri konusunda meraklı olduğunu ve bu konular hakkında bilgi edindiğini ortaya koymaktadır. 696 Turan, “Altun-Aba, Vakfiyesi”, s. 211-212; a. mlf., Makaleler, s. 310. 697 Kaya, a.g.e., s. 183, 195; Kaya, a.g.m., s. 107. 698 İbrahim Düzen, Muhammed b. Gazi al-Malatyavî Ve Eseri: Ravzat al-‘Ukul, Beyan Yay., İstanbul 2016, s. 35; Turan, Türkiye, s. 265; Kaya, a.g.e., s. 183; Ateş, a.g.m., s. 104; Tahsin Yazıcı, “Muhammed b. Gazi”, DİA, XXX, 531. 699 Düzen, a.g.e., s. 35; Ateş, a.g.m., s. 104; Yazıcı, “Muhammed b. Gazi”, s. 531. 700 Düzen, a.g.e., s. 35; Yazıcı, a.g.m., s. 531. 701 Kaleme aldığı tezinde bahsi geçen eseri tanıtan İbrahim Düzen, Paris nüshasında Süleyman-şâh ile ilgili detaylı bilgiler olduğunu ifade etmektedir. Biz bu nüshaya ulaşamadığımız için, nüshayı inceyelen Düzen’in ifadelerini aktarmakla yetiniyoruz. Bkz. Düzen, a.g.e., s. 35-37. 702 Düzen, a.g.e., s. 36. 703 Düzen, a.g.e., s. 36. 158 2. 2. 4. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in İkinci Saltanatı (1205- 1211) 2. 2. 4. 1. Dönemin Siyasî Tarihi II. Rükneddîn Süleyman-şâh vefatının ardından tahta oğlu III. Kılıç Arslan geçti. Gıyâseddîn Keyhüsrev ise bu sırada Bizans hududlarında bulunuyordu. Hâcib Zekeriyyâ adlı Selçuklu Beyi, Bizans ülkesine giderek Keyhüsrev’i durumdan haberdar etti. 704 Keyhüsrev asker toplayıp Konya’yı kuşattı ama başarılı olamayarak Aksarây’a sığındı.705 Daha sonra Konya halkı olası çatışmaların önüne geçmek için Gıyâseddîn Keyhüsrev’i başkente davet etti. Böylelikle I. Keyhüsrev, 1205 yılında Konya’ya girerek yeniden tahta oturdu.706 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev tahta çıktıktan sonra oğulları İzzeddîn Keykâvus’u Malatya’ya, Alâeddîn Keykubâd’ı Tokat merkezli Dânişmend-ili’ne ve Celâleddîn Keyferidûn’u Koylu-hisâr’a melik olarak atadı.707 Latinlerin İstanbul’u işgal etmelerinin ardından Karadeniz’in doğusunda Trabzon Rum İmparatorluğu kuruldu.708 Bizans bakiyesi bu devlet, Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Selçuklulara ait toprakları ele geçirmeye çalışıyordu. Durumu dikkatlice izleyen I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, hemen harekete geçti ve onları yenilgiye uğratarak Samsun ile çevresini yeniden ele geçirdi.709 704 İbn Bîbî, a.g.e., s. 107; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Cenâbî, a.g.e., s. 13; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 39; Karş. Turan, Türkiye, s. 295; Cahen, a.g.e., s. 61; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 27; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 155; Ersan, “Türkiye”, X, 212; Ayönü, a.g.e., s. 201-202; Kaya, a.g.e., s. 112-113. 705 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 169; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; Cenâbî, a.g.e., s. 13; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 39; Karş. Turan, Türkiye, s. 296; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 29; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 156; Ersan, “Türkiye”, X, 213; Kaya, a.g.e., s. 115-117. 706 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 169; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 486; Nigedî, a.g.e., s. 441; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Anonim Selçuknâme, s. 39; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 110; Ömerî, a.g.e., s. 335; Cenâbî, a.g.e., s. 13-14; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 39, 40; Karş. Turan, Türkiye, s. 296-297; Cahen, a.g.e., s. 61; SevimMerçil, a.g.e., s. 558; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 29; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 156; Ersan, “Türkiye”, X, 213; Kaya, a.g.e., s. 117-118; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 707 İbn Bîbî, a.g.e., s. 120; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 40; Karş. Turan, Türkiye, s. 298; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 559; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 156; Ersan, “Türkiye”, X, 213-214; Kaya, a.g.e., s. 120; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 708 Detaylı bilgi için bkz. Demirkent, a.g.e., s. 167-181; Ayönü, a.g.e., s. 204-213. 709 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 201; Karş. Turan, Türkiye, s. 303; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 559; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 34; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 156; Ersan, “Türkiye”, X, 214; Ayönü, a.g.e., s. 217-218; Kaya, a.g.e., s. 123-124; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 159 I. Keyhüsrev kuzeydeki ticarî faaliyetleri kontrolü altına alıp düzene koyduktan sonra 1207 yılında, Anadolu’nun güneyindeki710 önemli liman kenti Antalya’yı fethetti.711 Bu fetih, iktisadî açıdan Selçuluları oldukça güçlendirdi. Çukurova bölgesinde bulunan Ermeniler, II. Süleyman-şâh’ın ölümü sonrasında Selçuklu tâbiyetinden kurtulmak için harekete geçmişlerdi. I. Keyhüsrev, Antalya’nın fethinden sonra Ermenilerin üzerine yöneldi ve onları tekrar tâbiyeti altına aldı.712 I. Keyhüsrev’in son seferi Bizans üzerine oldu. Yapılan savaşta Selçuklu ordusu muzaffer konumdayken savaş disiplininden uzaklaşarak yağmaya girişti.713 Bu sırada sultanın etrafında onu koruyan kimse kalmadı. Bunu fırsat bilen Bizans ordusundaki paralı bir Frank askeri, I. Keyhüsrev’in üzerine atılarak onu öldürdü.714 Savaş meydanında hayatını kaybeden I. Keyhüsrev Allah yolunda cihad üzereyken öldürüldüğü için şehid sultan olarak tarihe geçti. 2. 2. 4. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması Selçuklu devletini zirve dönemlerine eriştiren Sultan I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâeddîn Keykubâd’ın babası I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, kendisinden sonraki 710 Selçuklu başkenti Konya ile Antalya arasında 10 günlük bir mesafe olduğu kaydedilir. Bkz. Ebû’lFidâ, Takvimü’l-Büldan, (çev. Ramazan Şeşen), Ebû’l Fidâ Coğrafyası, Yeditepe Yay., İstanbul 2017, s. 302. Ayr bkz. Cahen, a.g.e., s. 67. 711 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 209; İbn Bîbî, a.g.e., s. 128; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 488; Nigedî, a.g.e., s. 441; Anonim Selçuknâme, s. 39; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 110; Ömerî, a.g.e., s. 337; Cenâbî, a.g.e., s. 15; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 40, 41; Karş. Turan, Türkiye, s. 306-307; Cahen, a.g.e., s. 66; SevimMerçil, a.g.e., s. 560; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 36-39; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 157; Ersan, “Türkiye”, X, 215; Kaya, a.g.e., s. 131; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348; Muharrem Kesik, “Antalya’ya Yapılan İlk Akınlar ve Şehrin Selçuklu Hâkimiyetine Girmesi”, Türkiye Selçukluları – Makaleler-, Kriter Yay., İstanbul 2015, s. 132. 712 İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 110; Ömerî, a.g.e., s. 339, 340; Cenâbî, a.g.e., s. 15; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 308-309; Cahen, a.g.e., s. 66; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 560; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 39-40; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 157; Ersan, “Türkiye”, X, 215; a. mlf., Ermeniler, s. 164; Kaya, a.g.e., s. 134-135; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 713 İbn Bîbî, a.g.e., s. 139; Nigedî, a.g.e., s. 441; Cenâbî, a.g.e., s. 15; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 311-312; Cahen, a.g.e., s. 69; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 561; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 41-42; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 158; Ersan, “Türkiye”, X, 216; Ayönü, a.g.e., s. 222; Kaya, a.g.e., s. 149-150; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 714 Nigedî, a.g.e., s. 441; Anonim Selçuknâme, s. 39, 40; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 110; Ömerî, a.g.e., s. 342; Cenâbî, a.g.e., s. 15-16; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 312; Cahen, a.g.e., s. 69; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 561; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 42-43; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 158; Ersan, “Türkiye”, X, 216; Ayönü, a.g.e., s. 221-222; Kaya, a.g.e., s. 150-153; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 348. 160 maddî inkişafa zemin hazırladığı gibi aynı zamanda dinî açıdan da önemli bir örneklik ortaya koymuştur. Bu durum hem onun hem de ondan sonra tahta çıkan oğullarının hayatında açık bir şekilde görülmektedir. 2. 2. 4. 2. 1. Râvendî’nin Dilinden I. Keyhüsrev Muhammed b. Ali er-Râvendî, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e ithaf ettiği Râhatü’s-sudûr ve âyetü’s-sürûr adlı eserinde I. Gıyâseddîn Keyhüsrev için “Bu sultan, devletinin temelini, Şeriat esaslarının muhafızları olan İslâm âlimlerinin izzet ve şereflendirilmesi üzerine kurmuştur. O, evliyayı yüceltmiştir.” demektedir.715 Din ve devlet işlerinin onun uyguladığı siyasetle düzene girdiğini söyleyen İbn Bîbî, “Onun padişahlığı günlerinde Şeriat ve hakikatin namusu saygınlığının zirvesindeydi. O her gün toplantı salonunda ülke tahtına oturur, davacıların davasını dinleyip öğrenir, kadıların ve imamların huzurunda davayı sonuçlandırıp hüküm verirdi.” sözlerini kaydetmiştir.716 Selçukluları bir ağaca benzeten Râvendî, “Bu öyle bir ağaçtır ki kökü dinî geliştirme ve kuvvetlendirmedir.” diyerek, Selçukluların dinî hassasiyetlerine dikkat çekmektedir.717 Eserinin bir başka yerinde o, Selçuklular zamanında ülkede dinî hayatın canlandırılması, İslâm’ın esaslarının uygulanması, mescitler, medreseler, köprüler, konak ve hanlar yapmak, âlimler, seyyîdler, zâhidler ve dindârlar için vakıflar, tahsisat ve maaşlar gibi meydana çıkan hayırların hiçbir devirde mevcut olmadığını vurgulayarak, onların dinî anlayışlarına ışık tutar.718 Yine, “İslâm dininde Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra, Abbasoğulları Devleti esnasında Selçukoğulları’ndan daha dindâr ve daha büyük padişahlar mevcut olmamıştır.” sözleri de Ravendî’ye aittir.719 Ancak verilen bu bilgileri, Râvendî’nin bahsi geçen eserini Sultan I. Keyhüsrev’e sunduğunu, bu yüzden eleştiri maiyetindeki bilgileri eserine dâhil edemeyeceğini ve bu eserle para ve makam kazanarak hayatını idame ettirme peşinde 715 Râvendî, a.g.e., I, 121; Karş. Cahen, a.g.e., s. 225; Kara, a.g.e., s. 449; Kaya, a.g.e., s. 158. 716 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Kara, a.g.e., s. 476-477; Kaya, a.g.e., s. 159. 717 Râvendî, a.g.e., s. I, 29; Karş. Kaya, a.g.e., s. 161. 718 Nîşâbûrî, a.g.e., s. 74-75; Râvendî, a.g.e., I, 65; Karş. Kaya, a.g.e., s. 161. 719 Nîşâbûrî, a.g.e., s. 74-75; Râvendî, a.g.e., I, 65; Karş. Kara, a.g.e., s. 472. 161 olduğunu gözden kaçırmayarak değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.720 I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in dinî anlayışını ortaya koyan bu genel girişin ardından, onun dinî anlayışının izini hayatındaki fiilerinden hareketle araştırmaya devam edeceğiz. I. Keyhüsrev, ağabeyi Rükneddîn Süleyman-şâh’ın kendisine karşı harekete geçmesi üzerine tahtını terketmek zorunda kaldı.721 O, ilk saltanatının ardından Konya’dan ayrılırken “Artık göç devesinin yönünü gurbet yollarına çevireyim. Yüce Allah’ın gücüne kudretine tevekkül edeyim. Ayrılığın sıkıntısına katlanayım. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum.” diyerek halkıyla vedalaştı. 722 Bu ifadelerde, onun dinî anlayışına dair işaretler bulunmaktadır. Öte yandan İbn Bîbî, eserinde, I. Keyhüsrev’in Konya’dan çıktıktan sonra gerçekleştirdiği seyahatlerini anlatırken, ayrıntılı bir şekilde, onun her gittiği yerdeki eğlence meclislerinden bahseder. 723 Bu bahislerde o, sultan hakkında mallar, cariyeler, şatafat ve içkiyle ilgili konularda oldukça ayrıntılı bilgiler verir.724 I. Keyhüsrev, Bizans topraklarında hayatını sürdürürken, kardeşi, Sultan II. Süleyman-şâh’ın ölüm haberini alınca üzüldü ve ağladı. 725 Bu esnada dile getirdiği cümlelerden biri “Rükneddîn Kılıç Arslan Mehdi’nin haşmetine ve Hz. Ömer’in heybetine sahipti.” ifadeleri oldu.726 Mehdi ifadesi burada dikkat çekmektedir. Bu durum onun dinî anlayışında Mehdi inancının bir yere sahip olduğunu gösterir. I. Keyhüsrev tahta çıkma hevesiyle yola çıkıp Konya’yı kuşattığında halk ona 720 Râvendî de eserini, “Kahredici sultan Gıyâseddîn okuyup da yüksek gözünden geçirerek şereflenmesi, teşekkür ve memnuniyet mevkiine çıkması için…” yazdığını belirterek, “er-Râvendî, Irak’ta elde edemediklerini alemin efendisi Keyhusrev b. Kılıç Arslan’ın devletinde ulaşacak ve onun devletinin gölgesinde lütûflara erişecektir.”, “Onun cömertlik eline bak: Râvendî’lere altın bağışlıyor. İhsanlarda bulunuyor.” gibi sözleriyle bu duruma işaret eder. Bkz. Râvendî, a.g.e., I, 54, 67, 200; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 46. 721 İbn Bîbî, a.g.e., s. 62; Aksarâyî, a.g.e., s. 24; Nigedî, a.g.e., s. 440; Kazvînî, a.g.e., s. 117; Cenâbî, a.g.e., s. 12; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 34; Karş. Turan, Türkiye, s. 269; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 555; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 22; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 347. 722 İbn Bîbî, a.g.e., s. 64. 723 İbn Bîbî, a.g.e., s. 65-79; Karş. Kaya, a.g.e., s. 97-111. 724 İçki ve eğlence konusunu III. Bölüm’ün 1. başlığında ele alacağımız için burada ayrıntıya girmedik. 725 İbn Bîbî, a.g.e., s. 110; Kaya, a.g.e., s. 113. 726 İbn Bîbî, a.g.e., s. 110. 162 aynı duruma kendisinin de düştüğünü ve o zaman canı karşılığında serbest bırakılmasına müsaade edildiğini hatırlatarak, Keyhüsrev’den aynısını II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın oğlu III. Kılıç Arslan için uygulamasını istedi.727 Karşılıklı mektuplaşmalar yapılırken I. Keyhüsrev halka, “O zaman saltanatın kutsallığına saygı gösterdiniz.” dedi.728 Burada saltanatın, dinî açıdan bir dayanağı olmamasına rağmen I. Keyhüsrev tarafından da ağabeyi II. Süleyman-şâh gibi kutsal görüldüğü anlaşılmaktadır.729 2. 2. 4. 2. 2. I. Keyhüsrev ve Şeyh Mecdeddîn İshâk I. Keyhüsrev, tahtı tekrar elde edince, ilk saltanat döneminin sürgünle sona ermesi nedeniyle Anadolu’dan Şam’a gitmiş olan Şeyh Mecdeddîn730 İshâk (ö. 1215- 1220 arası)’ı unutmadı. Mecdeddîn İshâk, I. Keyhüsrev’in Arapça ve Farsça ile birlikte diğer ilimleri de öğrenmesine rehberlik etmiş, ona dersler vermişti. 731 Çok sevdiği oğlu İzzeddîn Keykâvus’u terbiyesine ve eğitimine bıraktığı bu şeyh, önemli İslâm düşünürü Sadreddîn Konevî’nin de babasıydı.732 Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin de 727 İbn Bîbî, a.g.e., s. 116; Karş. Ersan, “Türkiye”, X, 213; Kaya, a.g.e., s. 117. 728 İbn Bîbî, a.g.e., s. 116; Karş. Kaya, a.g.e., s. 117. 729 Bu konuyu detaylı bir şekilde I. Bölüm’de ele aldık. 730 Nizâmülmülk, Siyâsetnâme adlı eserinde, Mecdeddîn lâkâbının kadı, imam ya da âlimlere verildiğini söylemektedir. Buradan hareketle Mecdeddîn İshâk’ın kimliği daha da netleşmektedir. Bkz. Nizâmülmülk, a.g.e., s. 133. Bununla birlikte onun tahsil hayatı ve Anadolu’ya hangi tarihte nasıl geldiği hakkında herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla, özellikle I. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında Antalya’nın fethinden sonra Anadolu’dan Kuzey Afrika’ya ticarî mal sevkiyatı yapılmaya başlandı. Endülüslüler de ticaret saikiyle Anadolu’ya gelenler arasındaydılar; hatta Konya’ya yerleşenlere ait bir mahalle dahî bulunmaktaydı. Bkz. Mikail Bayram, Sadru’d-din-i Konevî Hayatı, Çevresi ve Eserleri, Hikmetevi Yay., İstanbul 2012, s. 33. Buradan hareketle Mecdeddîn İshâk’ın da bu yolla Anadolu’ya gelmiş olabileceği düşünülebilir. Ancak bu bilgi, tahminden öteye gitmemektedir. Ayrıca onun I. Keyhüsrev’in hocası olmasından hareket ettiğimizde daha erken bir tarihte Anadolu’ya gelmiş olduğunu düşünmek gerekir. 731 Muhammed b. Ali b. Es-Serrâc, Tuffâhu’l-Ervah ve Miftâhu’l-İrbâh, (haz. Nejdet Gürkan, Mehmet Necmettin Bardakçı, Mehmet Saffet Sarıkaya), Ruhların Meyvesi ve Kazancın Anahtarı, Kitapyayınevi, İstanbul 2015, s. 230; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 8, 47; Sâlim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220), TTK Yay., Ankara 1997, s. 19; Kaya, a.g.e., s. 158; Haşim ŞahinSara Nur Yıldız, “Sultanların Yakınında: Mecdüddîn İshak, İbn Arabî ve Selçuklu Sarayı”, Anadolu Selçukluları, Ortaçağ Ortadoğusu’nda Saray ve Toplum, (ed. A. C. S. Peacock-Sara Nur Yıldız, çev. A. Sait Aykut), YKY Yay., İstanbul 2018, s. 140; Şahin, Dinî Zümreler, s. 56; Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 238. 732 Turan, Türkiye, s. 298; Cahen, a.g.e., s. 224; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32, 47; Bayram, Konevî, s. 33; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Kaya, a.g.e., s. 120; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 140; Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 238. 163 dostuydu.733 I. Keyhüsrev, tahta tekra çıkınca Mecdeddîn İshâk’a mektup yazdı ve onu Konya’ya davet etti.734 I. Keyhüsrev mektupta, Şeyh Mecdeddîn İshâk’ı asil ve temiz bir kişiliğe sahip, İslâm’ı çok iyi bilen ve onda ileri derecelere ulaşan, melek ruhlu, veli huylu, Peygamber’in Sünneti’ne göre yaşayan aziz bir dost olarak tanımlıyor ve ona hem dünya hem de ahiret hayatıyla ilgili duâlar ediyordu. 735 Sonra, sürgünden sonra yaşadığı sıkıntıları anlatan I. Keyhüsrev, padişahlığı kendisinden alıp ağabeyi II. Süleyman-şâh’a veren beyleri zâlim olarak tanımlayıp onlar sebebiyle hayatının zehir olduğunu ifade etti. 736 I. Keyhüsrev daha sonra, “Hakkın lütfu tekrar bana cemalini gösterip, dönen felek de vefada bulununca, iyi rüyalar görmeye başladım. Onun etkisini rüyamda görüyordum.” diyerek tekrar tahta çıkış sürecini anlattı. 737 Bu süreci anlatırken de “Her an ilham yolundan bir haberci beklerken o, ‘Acele et, ayaklarını hareket ettir’ dedi.” diyerek, Allah’ın kalbine yola çıkmasını ilham ettiğini belirti. 738 Daha sonra Allah’ın izni ve desteğiyle düşmanlarının saldırılarını atlatıp tahta çıktığını söyledi. 739 Mektubunun sonlarında I. Keyhüsrev, Mecdeddîn İshâk’ı büyük bir ihtiramla başkent Konya’ya davet ediyor, Allah yolundaki mücadelesine dikkat çekerek onun, yanında bulunmasını istiyor, “Allahın izniyle bu yazı bana aittir. Allah bize yeter. O en iyi vekildir.” diyerek mektubunu tamamlıyordu. 740 Mecdeddîn İshâk I. Keyhüsrev’in davetini geri çevirmedi ve Anadolu’ya geldi. Sultan I. Keyhüsrev onun 733 Aksarâyî, a.g.e., s. 68; Karş. Cahen, a.g.e., s. 224; Bayram, Konevî, s. 36; Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Çığır Yay., İstanbul 1966, s. 151-152; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 140, 151; Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 236-237. 734 İbn Bîbî, a.g.e., s. 121; Karş. Turan, Türkiye, s. 313; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 31; Ersan, “Türkiye”, X, 214; Kaya, a.g.e., s. 119, 158; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 240; Haşim Şahin, “Şeyh Mecdüddin İshâk’ın Selçuklu İdaresiyle İlişkileri, II. Uluslararası Sadreddin Konevi Sempozyumu Bildirileri (6-8 Ekim 2011, Konya), (yay. Hasan Yaşar), MEBKAM, Konya 2014, s. 205. 735 İbn Bîbî, a.g.e., s. 121; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 31; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 142. 736 İbn Bîbî, a.g.e., s. 121; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32; Kaya, a.g.e., s. 159; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 142. 737 İbn Bîbî, a.g.e., s. 121-122; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32; ŞahinYıldız, a.g.m., s. 142. 738 İbn Bîbî, a.g.e., s. 122; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 142. 739 İbn Bîbî, a.g.e., s. 122; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 142-143. 740 İbn Bîbî, a.g.e., s. 122; Karş. Turan, Türkiye, s. 297; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. . 164 gelişine çok sevindi.741 2. 2. 4. 2. 3. Kadı Tırmizî’nin İdamı Âlim Mecdeddîn İshâk’a bu denli hürmet gösteren I. Keyhüsrev, ikinci saltanatının ilk yıllarında bir başka âlime karşı, İbn Bîbî’nin ifadesiyle “kimsenin beğenmediği” bir işe imza attı.742 Tahta oturduktan sonra I. Keyhüsrev, züht hayatı yaşaması, dindarlığı, doğru ve dürüstlüğü, isabetli fetvâları ile tanınmış olan ve halkın fakih imam Ebû’l-Leys Semerkandî’nin yerine koyduğu Kadı Tırmizî’yi öldürttü.743 İbn Bîbî’nin eserinde bu idamın sebebi olarak, Konya halkının, Kadı Tirmizî’nin fetvâsı sebebiyle şehri I. Keyhüsrev’e geç teslim etmiş olması gösterilir. 744 İddiaya göre Kadı Tırmizî, “Sultan Gıyâseddîn kâfirlere yakınlık ve dostluk gösterdiği ve onların ülkesinde Şeriat’ın yasakladığı şeyleri yaptığı için saltanat tahtına oturamaz.” diye bir fetvâ verdi.745 I. Keyhüsrev bunu duyunca kadı hakkında ölüm fermânı verdi. Bu bilgilerden, sultanın siyasete bulaşan fakihlere, âlimlere karşı sert bir tavrı olduğu ve bunu hoş görmediği anlaşılmaktadır. Aradan bir müddet geçtikten sonra I. Keyhüsrev bu iddiaları ortaya atanların Kadı Tirmizî’yi çekemeyenlerin olduğunu öğrenince iftira edenleri cezalandırdı 741 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Turan, Türkiye, s. 298; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32. Hocasının Konya’ya gelmesinden son derece memnuniyet duyan I. Keyhüsrev, cariyelerinden biri olan Gevher Hatun’u da ona nikahladı. Sadreddîn Konevî de bu cariyeden dünyaya geldi. Bkz. Mecmuatü’ttevarihi’l-Mevleviyye, (nşr. Cem Zorlu), Konya 1992, s, 70; Bayram, Konevî, s. 34; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 143. 742 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124; Karş. Turan, Türkiye, s. 299; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 31; Kaya, a.g.e., s. 119. 743 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124. Bu olayla ilgili dikkat çeken bir bilgi de şudur: Selçukluların dinî anlayışında âlimlere verilen önemin yüksek olduğundan birçok kez bahsettik. I. Keyhüsrev, Kadı Tırmizî’nin ölümünün ardından meydana gelen kuraklık ve kıtlığın onun haksız yere öldürülmesi sebebiyle yaşandığını düşündü. Bu yorumlama tarzı, sultanın dinî anlayışına dair ipuçları vermekle birlikte aynı zamanda âlimlere olan bakışını da göstermektedir. Karş. Turan, Türkiye, s. 299, 313; a. mlf., Cihân, s. 370; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 29, 31; Kara, a.g.e., s. 450; Ersan, “Türkiye”, X, 214; Kaya, a.g.e., s. 119; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 144. 744 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124; Karş. Turan, Türkiye, s. 299; a. mlf., Cihân, s. 370; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 29, 31; Ersan, “Türkiye”, X, 214; Kaya, a.g.e., s. 119. 745 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124; Karş. Turan, Türkiye, s. 299, 313-314; a. mlf., Cihân, s. 370; Cahen, a.g.e., s. 61; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 29, 31; Ersan, “Türkiye”, X, 214; Kaya, a.g.e., s. 119. ŞahinYıldız, a.g.m., s. 144. Bu konuda Bizans tarihçisi Akropolites, eserinde, I. Keyhüsrev’in İstanbul’dayken vaftiz edildiğini kaydetmektedir. Bkz. Georgios Akropolites, Khronographia, (çev. Bilge Umar), Vekâyinâme, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008, s. 27; Karş. Turan, Cihân, s. 370; Kaya, a.g.e., s. 107-108. Bu bilgilerin çarptırıldığı açıktır. I. Keyhüsrev’in Müslümanlığının bilincinde olan biridir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 81. 165 ancak kadıya yaptıklarından dolayı vicdanını susturamadı. 746 O, kadının haleflerinden ve çocuklarından özür diledi; onlara ikta ve mallar bağışlayarak gönüllerini almaya çalıştı.747 Bu kayıt birkaç farklı yönden oldukça dikkat çekicidir. Öncelikle I. Keyhüsrev’in ciddi bir tahkikat yaptırmadan direk ölüm fermânı vermesi şer’î açıdan verdiği hükmü tartışmalı hâle getirmektedir. Bu hüküm, bir siyaseten katl örneği olarak karşımızda durmaktadır. Diğer açıdan olayın iftira olduğunu, böyle bir fetvâ olmadığını kabul ettiğimizde iftira atanlarca Kadı Tirmizî’nin ortadan kaldırılması istendiği gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Acaba neden böyle bir şeyi istediler? Bunun cevabını vermek eldeki bilgilerden hareketle mümkün görünmemektedir. Diğer bir açıdan ise Kadı Tirmizî’nin verdiği iddia edilen fetvâdaki ifadeler bize bu tarz söylentilerin en azından Konya’da dolaştığına işaret etmektedir. Bu da halktan bir grubun bu ve benzeri iddiaları belki de gizli gizli de olsa dillendirdiğini düşünmemizi sağlıyor. 748 Siyaseten katl konusunda diğer bir örnek, I. Keyhüsrev’in, babası II. Kılıç Arslan’ın kanını döktükleri için dört emirle birlikte İbn Avâriz adlı beyi öldürmesidir.749 I. Keyhüsrev, onların el ve ayaklarını keserek ateşe attırmıştır. 750 2. 2. 4. 2. 4. Hristiyanlarla İlişkiler I. Keyhüsrev, Hristiyan ahaliye karşı oldukça merhametliydi. O, Menderes nehrine kadar uzanan Bizans topraklarına yaptığı akınlardan esir aldığı Hristiyan halkı Akşehir’e yerleştirip, onlara toprak, tarım âletleri ve tohumluk vererek beş yıl 746 İbn Bîbî, a.g.e., s. 125; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 31; Kaya, a.g.e., s. 119. 747 İbn Bîbî, a.g.e., s. 125; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 31; Kaya, a.g.e., s. 119; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 145. 748 Böyle bir fetvânın verilmiş olma ihtimali yüksektir. Bu olaya benzer bir örnek III. Keyhüsrev zamanında yaşandı. 675/1277 yılındaki Cimri isyanı sırasında Konya’nın baskına uğrayacağı söylentileri yayılınca Kadı Sirâceddîn el-Urmevî, halkı savunmaya teşvik etmek için bir fetvâ verdi. Bkz. M. Cüneyt Kaya, “Bir “Filozof” Olarak Sirâceddin el-Urmevî (ö. 682/1283): Letâifü’l-hikme Bağlamında Bir Tahlil Denemesi”, Divan: Disiplinler Arası Çalışma Dergisi, XVII/33 (2012/2), s. 9; Mustafa Çağrıcı, “Sirâceddin el-Urmevî”, DİA, XXXVII, 262. 749 Anonim Selçuknâme, s. 38. 750 Anonim Selçuknâme, s. 38. 166 boyunca vergiden muaf tuttu.751 Bunu öğrenen pek çok Hristiyan, kendi istekleriyle Selçuklu ülkesine göç etti.752 Bu konuda Niketas, eserinde, “Hatta günümüzde bile Rum aileleri içinden nice kimse böylece inancından ayrılıyor. Rum yönetimindeki yerlerde adaletsizliğin yoğunluğu sebebiyle halk baba ocağını bırakıp barbarların ülkesinde yerleşmeyi tercih ediyor.” diyerek, I. Keyhüsrev’in bahsi geçen faaliyetlerinin Hristiyanların İslâm’a kazandırılmasına vesile olduğuna işaret etmektedir.753 Süryani Mikhail eserinde, “Türkler, Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor, hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı.” diyerek, Hristiyan halkın Müslüman olmasının herhangi bir baskıyla gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.754 Aynı duruma Haçlı yazarı Odo Deuil de eserinde, II. Haçlı Seferi sonrasında Müslüman olan üç bin Haçlı askeriyle ilgili “Türkler Hristiyanlara yardım ve şefkat göstererek dinlerini satın alıyor; bununla birlikte asla onları din değiştirmeye zorlamıyorlardı.” diyerek aynı gerçeğe işaret etmektedir.755 I. Keyhüsrev’in benzeri davranışlarını Antalya fethinde de görüyoruz. O, Antalya’yı fethettikten sonra şehre kadı, hatip, imam, müezzin ve hafızlar tayin etti; minber ve mihrablar kurdurdu.756 Halkın korkmamasını, mallarına ve evlerine istedikleri gibi geri dönebileceğiyle ilgili fermân çıkarttı.757 O, bu faaliyetleri, İslâm hukukunun gereklilikleri sebebiyle yerine getirdi. 751 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 56; Karş. Turan, Türkiye, s. 264; a. mlf., Cihân, s. 377; Cahen, a.g.e., s. 117; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 554; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 18; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; a. mlf., Ermeniler, s. 251; Ayönü, a.g.e., s. 191- 192; Kaya, a.g.e., s. 47-48; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 347. 752 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 56; Karş. Turan, Türkiye, s. 264; a. mlf., Cihân, s. 377-378; Cahen, a.g.e., s. 117; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 554; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 152; Ersan, “Türkiye”, X, 207; a. mlf., Ermeniler, s. 251; Ayönü, a.g.e., s. 192; Kaya, a.g.e., s. 48; Sevim, “Keyhüsrev I”, s. 347. 753 Niketas, a.g.e., (çev. Demirkent), s. 56; Karş. Turan, Cihân, s. 377-378; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 18-19; Ersan, Ermeniler, s. 251; Kaya, a.g.e., s. 48. 754 Süryani Mikhail’den naklen Turan, Cihân, s. 377; ayr. bkz. Cahen, a.g.e., s. 169, 178-179; Ersan, Ermeniler, s. 253. 755 Turan, Cihân, s. 383; ayr. bkz. Kesik, I. Mes’ûd, s. 96-97. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu adlı eserinde bu konuda dikkat çekici bir bilgi paylaşmaktadır. Buna göre 12. yüzyıl sonlarında yaşayan Teodor Balsamon adlı kişi, Franklar yerine Türklere itaat etmenin daha iyi olduğunu söylüyordu. Bkz. Teodor Balsamaon, In Canones etc… commentaria, Patr. Graec. c. CXXXVII, sütun 320’den naklen Cahen, a.g.e., s. 173. Bu konuda Cahen, eserinde dikkat çekici başka bilgiler de aktarmaktadır. Bkz. Cahen, a.g.e., s. 177. 756 İbn Bîbî, a.g.e., s. 128; Karş. Turan, Türkiye, s. 307; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 38; Kaya, a.g.e., s. 191; Kesik, “Antalya’ya Yapılan İlk Akınlar”, s. 132. 757 Baykara, I. Keyhüsrev, s. 38. 167 Öte yandan I. Keyhüsrev’in Bizans’a karşı girdiği mücadelelerdeki tavrı da onun dinî anlayışını kavramamız açısından önemlidir. Meselâ I. Theodoros Laskaris’in kardeşinin (Erminus?) üzerine geldiği kendisine haber verilince I. Keyhüsrev, “Kâfir ordusu İslâm memleketine girdiğine göre, bizim karşı koymamız gerekir!” ifadelerini kullandı.758 Bu durum onun Bizans’a bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca kendi topraklarını İslâm ülkesi olarak görmesi, dinî anlayışına ve bu sebepten dolayı Bizans’a karşı koyulması gerektiği kararına varması da bunun siyasî yansımasına örnektir. I. Keyhüsrev’in emîrleri, 1216 yılındaki savaşta Bizans ordusunun kalabalıklığını görünce “Sultan merkezde kalsın! Biz canımızı feda ederiz.” dediler.759 Sultan, “Öldürürsem gazi, ölürsem şehit olurum.” dedi.760 Bu ifadeler, I. Keyhüsrev’in İslâm dinindeki en yüksek makamlardan biri olan şehitliğe olan tutkusunu göstermektedir.761 Ayrıca Süleyman-şâh’tan beri süregelen gaza ve cihâd ruhunun, I. Keyhüsrev döneminde de devam ettiğini gün yüzüne çıkartmaktadır. 2. 2. 4. 2. 5. İbadetleri ve Şeriat’a Verdiği Önem Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, Peygamber’in sünnetine uygun olarak pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirirdi. 762 Düzenli olarak adliyede bizzat kendi hâzır bulunur, davaları dinler, şer’i davaları kadıya havale ederdi.763 Alışveriş davalarını, devlete ait ve örfi davaları, dîvân sahipleri sonuçlandırırdı.764 Onun sultanlığı sırasında dîvânda güçlü-zayıf, zengîn-fakir arasında fark gözetilmezdi.765 758 Anonim Selçuknâme, s. 39. 759 Anonim Selçuknâme, s. 39. 760 Anonim Selçuknâme, s. 39. 761 I. Keyhüsrev’in Bizans ile yaptığı savaşta şehit düşmesi üzerine Melik el-Efdâl Ali b. Selâhaddîn, onun ölümü üzerine bir kaside yazarak sultanı şu şekilde tasvir etmektedir: Gıyâseddîn’in güneşi şarkta ve garpta parladığı zaman Onun yanında mızrak yıldızı parladı ve onun güneşi battı Ben yıldızın doğmasıyla kaybolan güneş hiç görmedim. Bkz. Cenabi, a.g.e., s. 16; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 43 762 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Turan, Türkiye, s. 313; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 45; Kara, a.g.e., s. 473. 763 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Turan, Türkiye, s. 313; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 45; Kara, a.g.e., s. 477; Kaya, a.g.e., s. 159. 764 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Turan, Türkiye, s. 313; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 45; Kaya, a.g.e., s. 159. 765 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Kaya, a.g.e., s. 159. 168 Ayrıca I. Keyhüsrev, yılda bir defa şer’î mahkemede kendisinden davacı olan birisi ile kadının önünde soruşturma yerinde ayakta dururdu. O davada kadının buyurduğu her şey, şer’i kanunlara dayanır ve hemen uygulanırdı. Hiçbir şekilde ondan şaşılmaz veya müsamaha edilmezdi. Şeriat hükümlerinin kutsallığı göz önünde tutularak, hiçbir şekilde sultana iltimas edilmezdi. Mahkeme bitince sultan, saltanat sarayına geri dönerdi. O günkü görevi dolayısıyla kadıya kıymetli bir hil’at ve sıkı bağlanmış bir katır vermek âdettendi.766 İbn Bîbî eserinde, bu uygulamaların I. Alâeddîn Keykubâd devrinin ortalarına kadar aynı şekilde devam ettirildiğini vurgulamaktadır.767 Müneccimbaşı, mezkûr eserinde I. Keyhüsrev’i cömert, hayır sever, dindar, akıllı, cesur, ilmi yönü kuvvetli, itikatı sağlam ve kafirlere karşı çok cihad yapan büyük bir sultan olarak betimlemektedir.768 Bu kayıtlar arasında sağlam itikatlı ifadesi önemlidir.769 Keyhüsrev’in bastırdığı sikkeler de konumuz açısından önemli bilgiler barındırmaktadır. Mesele o, bastırdığı gümüş sikkelerde kelime-i tevhîd, “Vahdehu lâşerîke leh”, tasliye, besmele, “Huve’l-lezi ersele Resûlehü bi’l-hüdâ ve dîni’lhakk” 770 gibi âyet ve ifadeleri koydurmuştu.771 Ayrıca paralarda, halîfenin ismi de geçmekteydi. I. Keyhüsrev, “Gıyâsü’d-dünya ve’d-dîn” lakabını kullanarak dinin yayılmasına yardım ettiğini ifade etmektedir.772 Ayrıca o, “es-Sultanü’l-mu’azzam”, “Ebû’l-feth”, “Nâsıru Emîri’l-mü’minîn” gibi lakabları kullandı.773 2. 2. 4. 2. 6. Halka Hizmet Anlayışı Bu dönemde halka hizmet hakka hizmettir anlayışıyla birçok eser vücuda 766 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123, 124; Karş. Turan, Türkiye, s. 313; Kaya, a.g.e., s. 159. 767 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123. 768 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 43; Karş. Kaya, a.g.e., s. 158. 769 Râvendî, eserinde Rafizî ve Eş’arîleri eleştirirken Keyhüsrev’in Hanefî ve temiz akideli olduğunu vurgular. Bkz. Râvendî, a.g.e., I, 19, 31-32. İbnü’l-Esîr de Eş’arî olduğu için Râvendî’nin tam aksine Kutalmış oğullarını itikadları bozuk olmakla suçluyordu. Bkz. Râvendî, a.g.e., II, 267. 770 Kur’ân-ı Kerîm, 48. Sûre, 28. Âyet. 771 Kaya, a.g.e., s. 168. 772 Kaya, a.g.e., s. 164. 773 Râvendî, a.g.e., s. 19; Karş. Kaya, a.g.e., s. 164. 169 getirilmiştir. Meselâ Keyhüsrev’in, Kayseri’de kız kardeşi adına 602’de (1205-1206) inşa ettirdiği Gevher Nesibe Dârüşşifâsı ve Tıp Medresesi, İslâmî dönemde Anadolu’da yaptırılan en eski hastahane ve dünyanın ilk tıp fakültelerinden biridir.774 I. Gıyâseddin Keyhüsrev, hanımının arzusu ile Battal Gazi için de türbe ve mescid yaptırmıştır.775 Kendisi de son derece iyi yetişen776 I. Keyhüsrev edip, şair ve âlimleri himaye eder; imar, ziraat ve kültür faaliyetlerini desteklerdi.777 Bu yönünü Mecdeddîn İshâk ile olan ilişkilerinde görmüştük. 2. 2. 4. 2. 7. Râhatü’s-sudûr ve I. Keyhüsrev Daha önce bahsettiğimiz gibi er-Râvendî, I. Keyhüsrev’e bir eser sunmuştu. Bahsi geçen eserinin başında o, Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev hakkında uzunca bir övgü dizer. Buna göre I. Keyhüsrev tüm Müslümanların ve onların yöneticilerinin sığınağı, sultanı; İslâmiyetin kılıcı, Halîfe’nin yardımcısı, ümmetin şerefi; halkını gözetip kollayan, din ve dünyayı ihyâ eden; Allah’ın emirlerine göre hareket eden, O’ndan korkan, O’nun yeryüzündeki delili ve gölgesi olan, O’nun düşmanlarına karşı savaşan ve bu mücadelede O’ndan yardım gören, adâlet ve merhametin kaynağı olarak betimlemektedir.778 Râvendî bu kadarla da kalmaz ve eserinin ileriki sayfalarında da övgüye devam eder. O, “Onun cevher gibi kelimeleri Fatiha suresini kıskandırır, gönül çeken sözleri sanki gökten inmiş vahiydir.” diyerek işi oldukça ileri bir boyuta taşır.779 Buradaki ifadelere I. Keyhüsrev’in ödülle karşılık verdiğini düşünürsek, kendisine biçilen bu görev ve sıfatları üstlendiğini çıkarabiliriz. Ayrıca övgüleri kabul ettiği de anlaşılmaktadır. 774 Turan, Türkiye, s. 314; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 67; Kaya, a.g.e., s. 160. 775 Ocak, “Battal Gazi”, s. 205. 776 İbn Bîbî, eserinde, “Gıyâseddîn her tür bilgiyle donanmış olarak padişahlık bahçesinde selvi ağacı gibi yetişmişti.” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 53; Karş. Kaya, a.g.e., s. 158. I. Keyhüsrev’in hem karakteristik hem de dinî açıdan özelliklerine babası II. Kılıç Arslan ayrıntılı bir şekilde değinmiştik. Bahsi geçen konuyu II. Kılıç Arslan bahsinde ele aldığımız için burada tekrar etmeyeceğiz. Bkz. II. Bölüm, s. 122-125. 777 İbn Bîbî, a.g.e., s. 156; Karş. Kaya, a.g.e., s. 158. 778 Râvendî, a.g.e., I, 19, 23-24; Karş. Baykara, I. Keyhüsrev, s. 83. 779 Râvendî, a.g.e., I, 22. 170 Râvendî, kitabının başını adâlet bahsine ayırır ve bu bölümün sonunda sultandan bunları canlandırmasını ister; ayrıca Hanefilerle Şafiiler arasındaki taassubu ortadan kaldırmasını talep eder.780 Vakıf ve medreselerin imar edilmesini de hatırlatır.781 Râvendî’ye göre Müslümanların padişahı âdil olmalı, âlimlere bakmalı, Şeriatı ve İslâm’ı kuvvetlendirmelidir.782 Onun sultana öğütleri de bu şekildedir. 780 Râvendî, a.g.e., I, 82, 121. 781 Râvendî, a.g.e., I, 82. 782 Râvendî, a.g.e., I, 37. 171 2. 2. 5. I. İzzeddîn Keykâvus (1211-1220) 2. 2. 5. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in beklenmedik ölümü sonrası İzzeddîn Keykâvu, Kayseri’de tahta çıktı. 783 Ancak Tokat Meliki Alâeddîn Keykubâd, bu karar baş kaldırdı ve Kayseri’yi kuşattı.784 I. Keykâvus zor durumdaydı. Fakat beyler, Alâeddîn Keykubâd’ın müttefikleriyle anlaşarak onları geri çekilmeye ikna etti. Yalnız kalan Alâeddîn kuşatmayı kaldırarak Ankara’ya çekildi.785 Kuşatmanın sonlanması üzerine I. Keykâvus, başkent Konya’ya gitti. Türkiye Selçuklu tahtına çıktığını halîfeye bildirmesi ve onayını alması için hocası, baba yadigârı Şeyh Mecdeddîn İshâk’ı Bağdat’a gönderdi.786 Bağdat’ta hürmetle karşılanan şeyh, saltanat menşûru, fütüvvet şalvarı, siyah bir imâme, zırhlı elbise, kamçı, nalları altın bir katır ile birlikte Konya’ya döndü. 787 Bu sırada İznik Rum İmparatoru I. Theodoros Laskaris, I. Keyhüsrev’in ölümüne yol açan olayların unutulması için barış teklifinde bulundu.788 I. Keykâvus teklifi kabul etti ve fırsattan istifade, kardeşi Alâeddîn Keykubâd’ı Ankara’da kuşattı. 783 İbn Bîbî, a.g.e., s. 142; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 44; Karş. Turan, Türkiye, s. 316; Cahen, a.g.e., s. 69; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 562; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Koca, a.g.e., s. 21; Ersan, “Türkiye”, X, 217; Faruk Sümer, “Keykavus I”, DİA, XXV, 352. 784 İbn Bîbî, a.g.e., s. 143; Cenâbî, a.g.e., s. 16; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 44; Karş. Turan, Türkiye, s. 316; Cahen, a.g.e., s. 69; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 562; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Koca, a.g.e., s. 22; Ersan, “Türkiye”, X, 217; a. mlf., Ermeniler, s. 164-165; Sümer, a.g.m., s. 352. 785 İbn Bîbî, a.g.e., s. 147; Aksarâyî, a.g.e., s. 25; Nigedî, a.g.e., s. 441; Ömerî, a.g.e., s. 342; Cenâbî, a.g.e., s. 16; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 317; Cahen, a.g.e., s. 69; SevimMerçil, a.g.e., s. 562; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Koca, a.g.e., s. 23; Ersan, “Türkiye”, X, 217; a. mlf., Ermeniler, s. 166-167; Sümer, a.g.m., s. 352. 786 İbn Bîbî, a.g.e., s. 147; Karş. Turan, Türkiye, s. 320; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Koca, a.g.e., s. 64; Ersan, “Türkiye”, X, 217; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 149; Sümer, a.g.m., s. 352. 787 Turan, Türkiye, s. 320; Cahen, a.g.e., s. 74; Koca, a.g.e., s. 64; Ersan, “Türkiye”, X, 217. İbn Bîbî eserinde, Mecdeddîn İshâk’ın Bağdad’a gönderilmesini Sinop’un fethi sonrasında gerçekleşmiş bir hadise olarak anlatır. Ancak Turan’ın ifadesine göre, İbn Bîbî’nin konuyu ele aldığı bahiste verdiği fütüvvetnâmenin tarihi daha önceye işaret etmektedir. Bu durumda Mecdeddîn İshâk’ın Bağdad’a gidişi ve fütüvvetnameyle geri dönüşü Sinop’un fethinden önce olmuştur. Belki Sinop’un fethi sonrası bu fethi bildirmek üzere tekrar gönderilmiş de olabilir. Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 562. 788 İbn Bîbî, a.g.e., s. 158, 159, 160; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 46, 47. İbnü’l-Verdî eserinde, Laskaris’in Türkmenler tarafından esir alınıp sultanın huzuruna getirildiğini ve bunun neticesinde bu anlaşmanın gerçekleştiğini kaydeder. Bkz. İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 111; ayr. bkz. Ömerî, a.g.e., s. 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 321-322; Cahen, a.g.e., s. 70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 562-563; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 160; Koca, a.g.e., s. 30; Ersan, “Türkiye”, X, 217-218; Ayönü, a.g.e., s. 225. 172 Keykubâd canının bağışlanması şartıyla teslim oldu ve ağabeyi ölene kadar Minşar kalesinde hapis hayatı sürdü. 789 Bu tehlikeyi bertaraf eden I. Keykâvus, Sinop üzerine sefere çıktı. Selçuklu öncü birlikleri, şehrin dışında bulunan Trabzon Rum İmparatoru III. Aleksios Komnenos’u (1204-1222) bir baskınla ele geçirdi ve I. Keykâvus da Aleksios’u kullanarak şehri teslim aldı.790 Böylece Sinop gibi önemli bir liman şehri, Türkiye Selçuklu topraklarına katıldı. Trabzon Rum İmparatorluğu da Türkiye Selçukluları’na tâbi oldu. 791 I. Keykâvus, kuzeydeki başarılarının ardından güneye yöneldi. Sultan, iç karışıklıklar sebebiyle Ermenilere kaptırılan Selçuklu topraklarını geri aldı.792 Sultan buradan da Antalya üzerine yürüdü ve çıkan isyanı 1216 yılında bastırdı.793 Yine aynı tarihte tekrar Ermenilerin üzerine yürüyen sultan, Ermeni ordusunu tarumar ederek II. Leon’u kendisine tâbi bir bey haline getirdi.794 I. Keykâvus aynı yıl (1216) Kıbrıs Kralı ile de bir ticaret anlaşması imzalayarak Selçuklu ticaretini deniz ötesine taşıdı. 795 789 İbn Bîbî, a.g.e., s. 167; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 491; Aksarâyî, a.g.e., s. 25; Nigedî, a.g.e., s. 441; Anonim Selçuknâme, s. 40; Cenâbî, a.g.e., s. 16-17; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 48; Karş. Turan, Türkiye, s. 323; Cahen, a.g.e., s. 70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 563; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 160; Koca, a.g.e., s. 27-28; Ersan, “Türkiye”, X, 218; Sümer, a.g.m., s. 352. 790 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 497; Nigedî, a.g.e., s. 441; Anonim Selçuknâme, s. 40; Karş. Turan, Türkiye, s. 326; Cahen, a.g.e., s. 72; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 161; Koca, a.g.e., s. 31-33; Ersan, “Türkiye”, X, 219; Ayönü, a.g.e., s. 231; Sümer, a.g.m., s. 352. 791 İbn Bîbî, a.g.e., s. 181; Karş. Turan, Türkiye, s. 326, 327; Cahen, a.g.e., s. 72; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 161; Koca, a.g.e., s. 33-34; Ersan, “Türkiye”, X, 219; Ayönü, a.g.e., s. 232; Sümer, a.g.m., s. 352. 792 Turan, Türkiye, s. 329, 330; Cahen, a.g.e., s. 71; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 162; Koca, a.g.e., s. 36; Ersan, “Türkiye”, X, 220; a. mlf., Ermeniler, s. 167-168; Ayönü, a.g.e., s. 233; Sümer, a.g.m., s. 353. 793 İbn Bîbî kronolojik bir hata yaparak Antalya’nın yeniden ele geçirilmesini Sinop’tun fethinden önce anlatır. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 169-147; ayr. bkz. Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 497; Nigedî, a.g.e., s. 441; Cenâbî, a.g.e., s. 17; Karş. Turan, Türkiye, s. 332; Cahen, a.g.e., s. 71; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 162; Koca, a.g.e., s. 37; Ersan, “Türkiye”, X, 220; Ayönü, a.g.e., s. 233; Sümer, a.g.m., s. 353. 794 İbn Bîbî, a.g.e., s. 196, 197. Aynı sayfalarda, Leon’un sultana yazdığı mektuptan parçalar da bulunmaktadır. Cenâbî, a.g.e., s. 17; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 51, 52; Karş. Turan, Türkiye, s. 335; Cahen, a.g.e., s. 73; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564-565; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 162; Koca, a.g.e., s. 40-47; Ersan, “Türkiye”, X, 220-221; a. mlf., Ermeniler, s. 168-173; Sümer, a.g.m., s. 353. 795 Turan, Türkiye, s. 333; Turan, Resmî Vesikalar, s. 107-117; Cahen, a.g.e., s. 71; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 160; Ersan, “Türkiye”, X, 218; Sümer, a.g.m., s. 353. 173 I. İzzeddîn Keykâvus, Anadolu’da kazandığı bu başarıların ardından Eyyûbîler’de zuhur eden iç karışıklıkları fırsat bilerek sefere çıktı. 796 Ancak bu hamlesinde hüsrana uğradı. Seferdeki başarısızlık hakkında ihanet şüphesiyle kavrulan I. Keykâvus, emirlerinin bir kısmını Elbistan’da bulunan bir evin içerisine doldurarak yaktırdı.797 Sultan, Eyyûbîlere karşı yeni bir sefer için hazırlıklara giriştiği sırada, Ocak 1220’de vefat etti. 798 2. 2. 5. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, dinî anlayışı itibariyle kendisinden önceki Türkiye Selçuklu sultanlarıyla birtakım benzerlikler taşımakla birlikte, babası I. Gıyâseddîn Keyhüsrev ile başlayan şehirleşmiş-yerleşik ve kitabî olarak tanımlanabilecek dinî anlayışı da geliştirmeye devam etti. 799 I. Keyhüsrev’i ele aldığımız bölümde, seleflerine kıyasla onun dinî anlayışındaki değişimlerden bahsetmiştik. Meselâ I. Keyhüsrev dönemini anlatan kaynaklarda, Şeriat’a ve onun devlet yönetimindeki etkisine dair verilen bilgiler, önceki sultanlara kıyasla daha fazladır. Aynı çizgi oğlu I. Keykâvus’ta da devam etmektedir. Enîsu’l-Kulûb adlı eserde, I. İzzeddîn Keykâvus’un, devletin idaresini dine dayandırdığı söylenerek 796 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (çev. Mehmet Keskin), Büyük İslâm Tarihi, Çağrı Yay., İstanbul 2000, XIII, 184. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil adlı eserinde, Halep’de yaşayan, şehri fitne ve fesat ile kasıp kavurup, halka bir sürü kötülükte bulunan iki adamdan bahseder. Ona göre Halep Emirliği’ne Şihâbeddîn Tuğrul’un gelmesiyle bu iki adamın işleri sarpa sarınca, onlar Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykâvus’a gitti ve sultanı Halep üzerine sefere çıkmaya ikna etti. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 306. İbnü’l-Verdî ise, sultanın Sümeysat hakimi el-Melikü’l Efdâl’i yanına çağırıp, birlikte hareket etmeye ikna ettiğini kaydeder. Bkz. İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 111; ayr. bkz. Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 501; Ömerî, a.g.e., s. 345; Cenâbî, a.g.e., s. 17; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 565; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 163; Koca, a.g.e., s. 48-50; Ersan, “Türkiye”, X, 221. 797 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, s. 308; Anonim Selçuknâme, s. 40; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 54; Karş. Turan, Türkiye, s. 339; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 566; Koca, a.g.e., s. 59; Ersan, “Türkiye”, X, 222. İbn Bîbî, ihanet iddialarını eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Ona göre bu iddialar, düşmanın bir oyunuydu. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 215, 219; Karş. Koca, a.g.e., s. 59; Ersan, Ermeniler, s. 173. 798 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 312; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 504; Nigedî, a.g.e., s. 441; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 112; Ömerî, a.g.e., s. 348; Cenâbî, a.g.e., s. 18; Karş. Turan, Türkiye, s. 340; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 566; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 163; Koca, a.g.e., s. 100; Ersan, “Türkiye”, X, 222; Sümer, a.g.m., s. 353. 799 Şehirleşmiş-yerleşik kavramından daha çok Ahmet Yaşar Ocak, kitâbî kavramındansa Fatih M. Şeker bahseder. Bkz. Ocak, Ayak İzleri, s. 28, 216, 388-389; Şeker, Türklerin İslâm Tasavvuru, s. 188-219; A. mlf., Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru, s. 189-255. Biz de onların bu kavramsal tasnifine katılıyoruz. Özellikle I. Keyhüsrev’den itibaren sultanların dinî ve ahlâkî kitaplarla daha çok muhatap olduğunu görüyoruz. Sultanlar kimi zaman kendi istekleriyle kimi zaman da teşviklerle bu alandaki kitap yazımını arttırdılar. Bu tarihlerden itibaren hemen hemen her sultana en az birkaç adet kitap takdîm edilmiştir. 174 babası zamanında netleşmeye başlayan çizginin onun tarafından da devam ettirildiği ortaya koyulmaktadır.800 I. Keykâvus’un dinî anlayışını ortaya çıkarmaya çalışırken önceki sultanlarda da uyguladığımız metodu takip edeceğiz. Buna göre öncelikle I. Keykâvus’un saltanatı sırasında meydana gelen olaylarda, onun dinî anlayışına ışık tutacak tavır ve tutumlarını tespit edip, yorumlamaya çalışacağız. 2. 2. 5. 2. 1. Halîfenin Gözünden I. Keykâvus I. Keykavus, Konya’da tahta oturduktan sonra Şeyh Mecdeddîn İshâk’ı birçok hediyeyle birlikte Abbâsî halîfesinin huzuruna gönderdi.801 Bunun sonucunda halîfe de İzzeddîn Keykâvus’a fütüvvetnâme802 gönderdi. Bu fütüvvetnâmenin içeriği konumuz açısından son derece önemlidir. Ele aldığımız yüzyıllara ve coğrafyaya ait konumuzla ilgili kaynakların azlığı, bilhassa da çeşitlilik itibariyle kısırlığı göz önünde bulundurulduğunda, bu tarz belgelerin önemi daha iyi takdîr edilecektir. I. Keykâvus, fütüvvetnâmede, “İnsanların seçkini, İslâm’ın büyüğü, dine güç veren, bilgili ve âdil sultan, devletin önderi, milletin tacı, kâfirlerin ve müşriklerin düşmanı, mücahitlerin önde geleni, Rum ülkesinin meliki Ebû’l-Muzaffer Keykâvus b. Keyhüsrev b. Kılıç Arslan” olarak tanımlanıyor ve gayretleri sebebiyle ona hil’at, kaftan ve fütüvvet şalvarı verildiği söyleniyor.803 Bu ifadeler, halîfenin sultana olan bakışının bir özeti gibidir. Bununla birlikte ifadelerin, fütüvvetnâme üslûbu ve geleneği gereğince bu şekilde kullanıldığı da gözardı edilmemelidir. Fütüvvetnâmenin devamında I. Keykâvus’tan iyi hareketlerine devam etmesi istenirken, halkına karşı âdil olması, zenginle fakiri, düşkünle yüksekte olanı ayırt etmemesi öğütlenmektedir. 804 Fütüvvetnâmeye göre I. Keykâvus, Allah’ın farz 800 Kadı Burhâneddîn Anevî, Enîsu’l-Kulûb, (bazı kısımlarıyla nşr. M. F. Kôprülü), Belleten, VII/27 (1943), s. 483; Karş. Kara, a.g.e., s. 479. 801 İbn Bîbî’ye göre bu hadise Sinop’un fethi sonrası gerçekleşmiştir. Ancak Turan buna katılmaz. Biz Turan’ın fikrine katılmaktayız. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 182-183; Karş. Turan, Türkiye, s. 320; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 159; Koca, a.g.e., s. 64; Kara, a.g.e., s. 494; Ersan, “Türkiye”, X, 217; Sümer, a.g.m., s. 352. 802 Fütüvvet teşkilâtının âdâb ve erkânını konu alan risalelere, fütüvvetnâme denirdi. Ayr. bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, “Fütüvvetnâme”, DİA, XIII, 264-265. 803 İbn Bîbî, a.g.e., s. 185; Karş. Turan, Türkiye, s. 342-343; Kara, a.g.e., s. 480. 804 İbn Bîbî, a.g.e., s. 185; Karş. Turan, Türkiye, s. 320. 175 kıldığı namaz, oruç gibi ibadetleri titizlikle yerine getiriyor, bütün davranışlarını Şeriat’a göre düzenliyor, Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki emirlerine uyuyordu.805 Halîfenin her an I. Keykâvus’u gözetleyen bir araca sahip olmadığı düşünüldüğünde bu bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Bununla birlikte I. Keykâvus ile ilgili elimizdeki diğer bilgilerden ve sultanı en iyi tanıyanlardan Mecdeddîn İshâk’ın bu bilgileri halîfeye vermiş olma ihtimalinden hareketle, fütüvvetnâmede geçen bu fiillerin I. Keykâvus tarafından icrâ edildiği açıklık kazanmaktadır. Ancak “Bütün davranışları Şeriat ölçüsü içindedir.” ifadesini abartı olarak görmek gerekir. Fütüvvetnâmede, I. Keykâvus’un hocası, baba yadigârı Şeyh Mecdeddîn İshâk hakkında da bilgi verilmektedir. Mecdeddîn İshâk, “Sultanın elçisi, Allah’tan korkan, ibadetlerini yerine getiren, dinin büyüğü, İslâm’ın yıldızı, Müslümanların övünç kaynağı, doğruluğun örneği, âlimlerin seçkini büyük Şeyh İshâk b. Yusuf b. Ali…” olarak anılmaktadır.806 Onun, I. Keykâvus’un hocası olduğu düşünüldüğünde, dinî bakımdan sultana önemli tesirlerinin olduğu tahmin edilebilir. Nitekim şeyh, I. Keykâvus’un Malatya’da kaldığı süre boyunca onun hocasıydı ve eğitimini üstlenmişti.807 I. Keykâvus’un babası I. Keyhüsrev ile şeyh arasındaki karşılıklı muhabbet ve hilâfet makamına onun gönderildiği düşünüldüğünde, şeyhin, I. Keykâvus üzerinde hatırı sayılır, sözü dinlenir biri olduğu kesinlik kazanmaktadır. Bu çıkarımlarımız, Şeyh Mecdeddîn İshâk’ın karakterini ve dinî anlayışını daha da önemli hale getirmektedir. Onun karakteriyle ilgili elimizdeki en güvenilir belge, I. Keyhüsrev tarafından şeyhe yazılan mektuptur. Ancak İshak’ın fikirleriyle ilgili elimizde pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte oğlu Sadreddîn Konevî ve yakın dostlarından İbnü’l-Arabî’nin fikir dünyası göz önünde bulundurulduğunda, Mecdeddîn İshâk’ın taassup ehli bir Müslüman olmadığı, düşünceye önem verdiği, özellikle de tasavvufa ve tasavvufî düşünceye yakın olduğu çıkarımları yapılabilir. 805 İbn Bîbî, a.g.e., s. 185. 806 İbn Bîbî, a.g.e., s. 185. Fütüvvetnâmenin tam metni için bkz. a.e., s. 185. 807 İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Karş. Turan, Türkiye, s. 298, 320; Baykara, I. Keyhüsrev, s. 32, 47; Bayram, Konevî, s. 33. 176 Bu fütüvvetnâmeyle birlikte halîfe, I. Keykâvus’a, imâme, derviş cübbesi, Rum ülkelerine Şeriat hükümlerini yaymayı tavsiye eden bir saltanat menşûru ve sayısız hediyeler de gönderdi.808 Sultan I. Keykâvus, halîfe tarafından kendisine verilenler haricinde de unvan ve lakaplar kullandı. Bu bağlamda Antalya kalesindeki kitabelere bakacak olursak, sultan, “el-Galip”, “İzzeddünya ve’d-dîn”, “Bürhanü’l emiri’l-mü’minin”, “Sultanu’lbahreyn”, “El-müeyyed mine’s-semâ” olarak tanımlanmaktadır.809 Ayrıca kitabede “Lâ ilâhe İllallah Muhammed er-Resulullah, yardım ve zafer Allah’tan gelir.” ibaresi yer almaktadır. Diğer bir kitabede ise, “Yüce Allah korunan Antalya’yı kulunun eliyle fethetti.” denilerek, din ile siyasî anlayışın iç içe girdiği gözler önüne serilmektedir.810 2. 2. 5. 2. 2. Kardeşine Verdiği Ceza Daha önce anlattığımız gibi I. Keykâvus, kardeşi Alâeddîn Keykubâd ile giriştiği mücadeleyi kazandı ve onu hapsedilmesi için Minşâr kalesine gönderdi.811 Bu olayla ilgili olarak Ömerî, eserinde, Alâeddîn Keykubâd ile beylerinin saç ve sakallarının kesilip öyle ata bindirildiklerini, yol boyunca atlarının üzerinde terliklerle dövüldüklerini ve her birinin önünde yürüyen askerîn “sultana ihanet edenlerin cezası budur.” diye bağırdığını kaydeder.812 Ayrıca I. Keykâvus, emân vermesine rağmen Alâeddîn’i öldürmeye kalktı. 813 Şeyh Mecdeddîn İshâk’ın araya girmesiyle bu fiilin önüne geçildi.814 Şeyh araya girmeseydi, I. Keykâvus kardeşini öldürmüş olacaktı. Nitekim o, Alâeddîn Keykubâd henüz yakalanmadığı sırada, 808 İbn Bîbî, a.g.e., s. 186; Karş. Turan, Türkiye, s. 320. 809 Cenâbî, a.g.e., s. 18; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 209; Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 21, 22, 34; Kara, a.g.e., s. 448; Galip unvanı hakkında ayr. bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 269; Karş. Moharram Mostafavi, 13. Yüzyılın Büyük Mutasavvıfı Evhadeddin-i Kirmani ve Anadolu Tasavvufundaki Yeri, Kitapyayınevi, İstanbul 2016, s. 223. 810 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 22. 811 İbn Bîbî, a.g.e., s. 167; Aksarâyî, a.g.e., s. 25; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 48; Karş. Turan, Türkiye, s. 323; Cahen, a.g.e., s. 70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 563; Koca, a.g.e., s. 28; Sümer, a.g.m., s. 352. 812 Ömerî, a.g.e., s. 342; Cenâbî, a.g.e., s. 17; Karş. Turan, Türkiye, s. 322; Koca, a.g.e., s. 27. 813 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 312; Ömerî, a.g.e., s. 342; Cenâbî, a.g.e., s. 17; Karş. Turan, Türkiye, s. 342; Koca, a.g.e., s. 27; Ersan, “Türkiye”, X, 218; Emine Uyumaz, Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), TTK, Ankara 2003, s. 17; Sümer, a.g.m., s. 352. 814 Cenâbî, a.g.e., s. 17; Turan, Türkiye, s. 342; Koca, a.g.e., s. 27; Ersan, “Türkiye”, X, 218; Uyumaz, a.g.e., s. 17. 177 “Kardeşim Ankara’da olduğu sürece güvenlik ve huzur içinde kalır. Bizim güvenlik ve huzurumuzun kaynağı ise onun oradan atılmasına bağlıdır. O işi en önemli işimiz saymamız gerekir. O meseleyi halletmeden endişemiz bitmez.” ifadelerini kullanarak, bu meseleyi ne kadar ciddiye aldığını ve olası olumsuzluklardan çekindiğini ifade etmişti. 815 Her ne kadar kardeşini öldürme isteği gerçeklemese de siyasî bahtı uğruna kardeşini öldürmeyi göze alması onun dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında ipuçları barındırmaktadır. 2. 2. 5. 2. 3. Emîrlerin Gözünden I. Keykâvus Bu olayla bağlantılı olarak tezimiz açısından önemli diğer bilgi, I. Keykâvus emirlerinin sarfettiği sözlerde karşımıza çıkmaktadır. I. Keykâvus, kardeşine karşı harekete geçilmesi hakkındaki fikirlerini emîrlerine açtıktan sonra orada hâzır bulunan beyler şöyle karşılık verdi: “Biz kulların, kulluğun gereği olarak, senin buyuracağın her şeyi yerine getirmek için itaat kemerini can beline bağladık. Basîret gözümüzü, vereceğiniz fermânları uygulamak için açtık ve şimdi samimi olarak karşınızda durmaktayız.” 816 Emîrlerin sultana karşı takındığı bu tavır, hem onların hem de sultanın saltanata bakış açısını, dinî anlayışlarını ve siyasî yansımalarını göstermektedir. Zirâ sultan, beylerinin sözleriyle vücûd bulan bu anlayışa karşı olsaydı elbette beyler bu ifadeleri dile getiremezdi. Benzeri bir olaya II. Kılıç Arslan’ın ölüm döşeğindeyken beylerine yaptığı vasiyete ele alırken temas etmiştik. 817 II. Kılıç Arslan’ın beyleri, onun ağzından çıkacak sözü vahiy mesabesinde gördüklerini söylemişti. I. Keykâvus’un emîrlerin sözleri de II. Kılıç Arslan örneğindekiyle aynıdır. Zaten beylerin, saltanata bakışı bellidir. Sultanın emirleri onlar için uygulanması zorunlu birer fermândır. Bu tutumun arkasında dinî bir anlayışın da bulunduğunu tekrar hatırlatmak gerekiyor. Kendisini Allah’ın halîfesi, Allah’ın gölgesi gibi unvanlarla tanımlayan sultanlar ve sultanı böyle gören beyler, âlimler, bu anlayışın siyasî uzantılarını, yansımalarını da benimsemişlerdir. 815 İbn Bîbî, a.g.e., s. 162; Karş. Koca, a.g.e., s. 25. 816 İbn Bîbî, a.g.e., s. 162. 817 Bkz. II. Bölüm, s. 124. 178 2. 2. 5. 2. 4. Antalya Fetihnâmesi Konumuz açısından önemli bilgiler ihtiva eden diğer bir olay Antalya’nın fethidir. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev tarafından ele geçirilen Antalya’da, I. Keykâvus’un saltanatının ilk yıllarında bir isyan patlak verdi ve Antalya Selçuklu yönetiminden çıktı.818 I. Keykâvus, şehirdeki ayaklanma haberdâr olduğunda tepkisini, şu ifadeleri dile getirerek ortaya koydu: “Antalya, düşman kâfirlerin saldırısına karşı sıkı korumaya alınmış bir şehirdi.” Görüldüğü gibi I. Keykâvus, düşmanlarını dinî bir terim olan kâfir sıfatıyla nitelemektedir. 819 Sultanın, dinî anlayışı sebebiyle kâfir olarak kabul ettiği bu güruha karşı harekete geçmesi, onun dinî anlayışının siyasî bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Ancak bunu tek sebep olarak da görmemek gerekir. Zirâ Antalya hem mevkî olarak hem de iktisadî açıdan önemli bir şehirdi. Elbette bunlar da I. Keykâvus’un harekete geçmesinde etkin bir rol oynamıştı. Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, Antalya’nın yeniden ele geçirilmesinin şerefine Celâleddîn Nevmüslüman’a820 fethi müjdeleyen bir mektup gönderdi.821 Bu mektuptaki ifadeler konumuz açısından önemli bilgiler barındırmaktadır. Sultan bu mektubuna, inşâ san’atının gereği olarak Celâleddîn’e uzun bir övgüyle başladı. 822 Mektubun devamında I. Keykâvus, Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğini söylediği fethin Ramazan ayının sonuna denk geldiğini ve böylelikle Ramazan ayında cihad etmenin faziletiyle Allah’ın bu nimetine kavuştuklarını ifade etti. 823 Mektubun sonunda I. Keykâvus, bu fethin, “İslâm’ın sultanı Celâl ed-Devle ve ed-Dîn’in yüceltilmiş meclisinin büyüklüğünün ruhani güçleri aracılığıyla” 818 İbn Bîbî, a.g.e., s. 169-170; Karş. Turan, Türkiye, s. 329, 330; Cahen, a.g.e., s. 71; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564; Koca, a.g.e., s. 36; Ersan, Ermeniler, s. 167-168; Ayönü, a.g.e., s. 233; Sümer, a.g.m., s. 353. 819 İbn Bîbî, a.g.e., s. 170. 820 Bu kişi, İsmâilî hükümdarı Celâleddîn Hasan’dır. Bkz. İbnül Esir, XII, 254-255; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 493-494; Karş. Turan, Türkiye, s. 331; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 103-105. 821 İbn Bîbî eserinde, herhangi bir isim vermese de hükümdarlara gönderilen fetihnâmelerden bahseder. İbn Bîbî, a.g.e., s. 174; Karş. Kesik, At Üstünde, s. 154. Turan bunun mektup değil bir fetihnâme olduğunu kaydeder. Mektup ifadesinin müstensihin hatası olduğunu söyler. Bkz. Turan, Resmî Vesikalar, (Farsça met.), s. 105, 2. dipnot. 822 Turan, Resmî Vesikalar, (Farsça met.), s. 105; Karş. Scott Reford – Gary Leiser, Taşa Yazılan Zafer: Antalya İçkale Surlarındaki Selçuklu Fetihnâmesi, Suna – İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, Antalya 2008, s. 63. 823 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 63; Karş. Turan, Türkiye, s. 331. 179 gerçekleştiğini söyleyerek hem Celâleddîn’e övgüde bulunmakta hem de dinî anlayışına dair ipuçları vermektedir.824 Bununla birlikte yine Antalya’nın fethiyle ilgili elimizde bulunan fetihnâme de önemlidir. Besmele, Allah’ın zatının ve Peygamber’in adının övgüsüyle başlayan fetihnâmede müşriklerin elinden alınan Antalya’nın, sahip olduğu toprakları Allah’ın adına koruyan I. Keykâvus’a verilen bir lütûf olduğu vurgulanmaktadır.825 Kenti fetheden I. Keyhüsrev’in “şehitlik mertebesinde Allah’ın yakınına” gittikten sonra Antalya halkının ayaklandığı, inançsızlık ve şirkin tekrardan kente hakim olduğu bunun üzerine “Arapların ve Acemlerin sultanlarının efendisi, âlem meliklerinin meliki, Allah’ın tam korumasına sığınan, Allah’ın ebedi gücünden destek alan, Semanın desteklediği, İslâm ümmeti için zafer kazanan, Allah’ın Doğu’da ve Batı’da gölgesi, iki denizin sultanı, mü’minlerin emirinin burhanı” I. Keykâvus’un, İslâm’ın gerekliliklerini yerine getirip din düşmanlarına ve müşriklere saldırarak şehri tekrar ele geçirdiği kaydedilmektedir.826 I. Keykâvus’un bu uğurda Allah’a tevekkül edip can û gönülden cihada girdiği, gece gündüz uyumadan ve dinlenmeden Allah’ın yardımını dilediği, tüm kalbiyle ona yakardığı, bu cihad vesilesiyle günahlarının bağışlanmasını istediği ifade edildikten sonra Allah’ın, sabrı ve azmi sebebiyle bu fethi sultana nasip ettiği yazılmaktadır.827 Fetihnâme, şehir ele geçirildikten sonra Antalya’da yapılanların anlatılmasıyla birlikte “Âlemlerin efendisi Allah’a hamdolsun, ona inanıyor ve yardımını diliyoruz.” sözleriyle son bulur.828 Daha öncede belirttiğimiz gibi fetihnâmedeki birçok ifadenin inşâ sanatının gereklerine uymak için yazıldığı ve kesin gerçeklikler barındırmayabileceğini bir kenara koymak gerekir. Meselâ bu bağlamda Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un, saltanatı süresince Bizans’a karşı hiç savaşmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Eğer yukarıda aktarıldığı gibi o, Bizans’a ve onun hâkimiyeti altındaki topraklara salt küfür diyarı olarak baksaydı, her ne olursa olsun onlarla savaşması beklenirdi. Bu hususta Bizans ile önemli savaşlar yapan II. Kılıç Arslan dahî, Bizans’a karşı 824 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 63. 825 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 32. 826 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 32; Karş. Turan, Türkiye, s. 331-332; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 99-100. 827 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 33; Karş. Turan, Resmî Vesikalar, s. 99. 828 Scott Reford – Gary Leiser, a.g.e., s. 34. Fütüvvetnâme’nin tam metni için bkz. a.e., s. 32-34. 180 yumuşak davranmakla suçlanmıştı. Bunu da göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye Selçuklu sultanlarının Bizans’a karşı politikalarında sadece kâfir-mümin ayrımıyla hareket etmediklerini söylemek gerekir. 2. 2. 5. 2. 5. Sinop’un Fethi ve Şehirdeki Uygulamalar I. Keykâvus döneminin önemli olaylardan biri de Sinop’un fethidir. O, Sinop’u fethetmek adına, esir ettiği III. Aleksios (Kir Aleksi)’u öne sürerek halktan şehrin teslimini istedi. 829 Sinop halkı I. Keykâvus’a olumsuz cevap verince sultan, şehrin surlarının karşısında birkaç gün Aleksios’a işkence yaptırdı.830 Cellatlar işkenceyi arttırdıkça Aleksios feryat ve figân ediyordu. 831 Ertesi gün işkenceye tekrar devam edildi. Bu sefer Aleksios aynı yerde baş aşağı asıldı. 832 İkindi vakti olduğunda Aleksios, saralılar gibi ayılıp bayılmaya başladı.833 Sonunda şehir halkı teslim olmayı kabul etti ve I. Keykâvus, bir arabulucu göndererek onlara şartlarını duyurdu. 834 Bunlara uyulmadığı taktirde “Yaradanın izniyle orayı zorla alırım.” diyerek gözdağı verdi.835 Bu ifadeler, I. Keykâvus’un yaptığı işlerde Allah’ın takdirini, iznini gözettiğine, hesaba kattığına işaret etmektedir. Bu inanışı da onun nezdinde siyaset ve dinîn iç içe geçtiğini göstermektedir. Burada işkence mevzusunu da tartışmak gerekmektedir. Bu olay, siyasî emeller uğruna dinî hükümlerinin devre dışı bırakıldığı bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Bir şehri ele geçirmek uğruna, o şehrin yöneticisine işkence yaparak halkını ikna etmeye çalışmak şer’î açıdan nereye tekabül eder? I. Keykâvus’un bu kararında tamamiyle amacına odaklanarak düşündüğü, dinî kâideleri hatırdan uzak tuttuğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte sultanın bu hamlesinin, Türkiye Selçuklu tarihide istisna bir olay olduğunu da ifade etmek gerekir. 829 İbn Bîbî, a.g.e., s. 177; Aksarâyî, a.g.e., s. 25; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 48; Karş. Turan, Türkiye, s. 325; Cahen, a.g.e., s. 70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 563; Koca, a.g.e., s. 31; Ersan, “Türkiye”, X, 219; Sümer, a.g.m., s. 352. 830 İbn Bîbî, a.g.e., s. 178; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 50; Karş. Koca, a.g.e., s. 32; Ayönü, a.g.e., s. 231. 831 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179; Karş. Ayönü, a.g.e., s. 231. 832 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 50; Karş. Ayönü, a.g.e., s. 231. 833 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179; Karş. Ayönü, a.g.e., s. 231. 834 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179; Karş. Turan, Türkiye, s. 326; Ayönü, a.g.e., s. 231. 835 İbn Bîbî, a.g.e., s. 179. 181 Diğer sultanlar gibi I. İzzeddîn Keykâvus da içki içmekteydi. 836 I. Keykavus, bahsi geçen şehri teslim aldıktan sonra düzenlediği bir mecliste şarabın etkisinde kalarak III. Aleksios’a yumuşak davrandı. 837 Böylece Aleksios, talep ettiği birkaç şeyi I. Keykavus’a kabul ettirdi. 838 Bu olay içkinin, sultanlara sadece dinî bakımdan değil siyasî açıdan da olumsuz etkilerde bulunduğuna güzel bir örnektir. Sinop’un ele geçirilmesiyle en büyük kilise camiye dönüştürüldü ve şehre kadı, kâtip, hatip, müezzin ve muarrifler tayin edildi. 839 Şehirde İslâm’ın kuralları uygulanmaya başlandı. 840 I. Keykâvus, şehirden kaçanları geri çağırtarak mallarını onlara geri verdi ve zımmîliği kabul etmeyen Hristiyanların da mallarıyla birlikte şehirden ayrılmasına müsaade etti.841 Bu hamleler, I. Keykâvus’un İslâm savaş hukukuna göre ortaya koyduğu davranışlara örnektir. 2. 2. 5. 2. 6. Nikâh Akdi Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, düşmanlarına karşı kazandığı zaferlerden, halîfeyle kurduğu sağlam ilişkiden ve saltanatını iyice sağlamlaştırdıktan sonra Fahreddîn Behram-şâh’ın842 kızıyla evlendi.843 Nikâhı, İbn Bîbî’nin eserinde “devrin müftüsü ve zamanın imâmı” olarak tanıtılan İmâm Kadı Humam Sadreddîn Lehaverî kıydı. 844 Nikâh akdi sırasında Kadı Sadreddîn, evlilikle ilgili Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetleri ve Peygamber’in Hadîslerini845 okuduktan sonra şu ifadeleri dile getirdi: “Sultan İzzeddîn Ebû’l Feth Keykâvus, Melik Fahreddîn Behram-şâh’ın kızı Selçukî Hatun’u eş olarak istedi. Yarısı peşin, yarısı sonra ödenmek üzere 100 bin kırmızı 836 İbn Bîbî, a.g.e., s. 177; Karş. Koca, a.g.e., s. 33. İçki meselesini son bölümde ayrıntılarıyla ele aldığımız için burada ayrıntılara yer vermedik. 837 İbn Bîbî, a.g.e., s. 181. 838 İbn Bîbî, a.g.e., s. 181. 839 İbn Bîbî, a.g.e., s. 182; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 50; Karş. Turan, Türkiye, s. 327; Cahen, a.g.e., s. 72; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 564; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 161; Koca, a.g.e., s. 34; Sümer, a.g.m., s. 352; Kara, a.g.e., s. 454. 840 İbn Bîbî, a.g.e., s. 183. 841 İbn Bîbî, a.g.e., s. 182; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 50. Bu konu hakkında bkz. Özel, “Esir”, s. 387. 842 Mengücüklerin önemli beyi Fahreddîn Behram-şâh hakkında bkz. Ebû Muhammed Cemâlüddîn İlyâs b. Yûsuf b. Zekî Müeyyed Nizâmî-i Gencevî, Mahzenü’l-Esrâr, (çev. M. Nuri Gençosman), Ataç Yay., İstanbul 2014; İbn Bîbî, a.g.e., s. 101-102; Karş. Faruk Sümer, “Mengücüklüler” DİA, XXIX, 140. 843 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 52; Karş. Turan, Türkiye, s. 337; 343; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 565; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 163. 844 İbn Bîbî, a.g.e., s. 202; Karş. Turan, Türkiye, s. 344. 845 İlgili âyet ve hadîsler için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 202. 182 altın dinar başlık vermeyi üstlendi. ‘Evlilik konusunda iyi şeyler söyleyin ve isteyeni evlendirin.’ Allah’a hamd ve onun Peygamber’ine salat ve selam olsun.” 846 Kadı Sadreddîn Lahaverî’nin bu hutbesi, evliliğin İslâm itikadı üzerine gerçekleştiğini, Şeriat’a uygun bir şekilde icrâ edildiğini göstermektedir. Başlık parası olarak geçen ifadenin Kur’ân-ı Kerîm’de verilmesi emredilen mehir olduğu anlaşılmaktadır.847 Kadı Sadreddîn’in hutbesinin ardından kız tarafı söz alarak teklifi kabul ettiklerini ve bu evliliğin hayırlara vesile olmasıyla ilgili dileklerini ifade ettiler.848 Sözlerinin sonunda “Onların Hazreti Peygamber ve ailesi için sevgi duyguları daim olsun.” ifadeleri de Ehl-i Beyt ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlere849 işaret etmesi bakımından dikkat çekmektedir.850 İbn Bîbî’nin eserinde kaydettiğine göre I. Keykâvus, Allah’ın emirlerini ve Peygamberin Sünnet’ini icrâ eden, bütün işlerinde Allah’ın Şeriat’ına uymak ve O’nun rızasını kazanmak için çaba harcayan biriydi.851 Evliliği de yine bu sebepleri göz önünde bulundurarak yapmıştı.852 2. 2. 5. 2. 7. Halep Seferi ve İdam Fermanları I. Keykâvus, son seferini Halep üzerine gerçekleştirdi. Ancak bu sefer, onun için başarısız ve talihsiz bir şekilde sonuçlandı. Zirâ hem bir başarı elde edemedi hem de ihanet şüphesiyle emîrlerinden bir kısmına zulmetti. Her ne kadar o, bu davranışı sebebiyle sonradan vicdan azabı çekse de ilgili olayda sultanlık kibrine yenik düşerek dinî kâideleri bir kenara ittiğini görmekteyiz. Sefere çıkmadan önce sultan, beyleriyle istişâre etti. Onlara sefer fikrinden bahsetti. O sırada Eyyûbî tahtına küçük yaştaki Melik Aziz çıkmıştı. I. Keykâvus bu durumdan faydalanarak Eyyûbî ülkesini ele geçirmek istiyordu. Ancak beyler, 846 İbn Bîbî, a.g.e., s. 202; Karş. Turan, Türkiye, s. 344. 847 Mehir hakkında bkz. Mehmet Âkif Aydın, “Mehir”, DİA, XXVIII, 389-391. 848 İbn Bîbî, a.g.e., s. 202. 849 Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, 42. Sûre, 23. âyet. 850 İbn Bîbî, a.g.e., s. 202. 851 İbn Bîbî, a.g.e., s. 199. 852 İbn Bîbî, a.g.e., s. 199. 183 Eyyûbîlerin Türkiye Selçuklularına karşı hep iyi niyetle yaklaştığı, onların içinde bulunduğu zor durumu fırsat bilip sefere çıkılırsa bunun hoş karşılanmayacağı gibi sebeplerle sultanı kararından vazgeçirmeye çalıştılar.853 Ayrıca beyler, sultana, “Yetimin malına, rüşdüne kadar en güzel (hizmet)in dışında yaklaşmayın.” 854 âyetiyle nasihatta bulunarak sefer yerine Melik Aziz’e hil’at, sancak ve menşûr göndermesini söylediler.855 I. Keykâvus ise bu tavsiyelere kulak asmayarak sefer fikrinde ısrar etti. Beyler başarılı olamayacaklarını anlayınca şu ifadeleri sarf ederek sultana tâbi oldular: “Biz kulların siz cihan padişahının nurlu kalbine gayb aleminden gelen sırları bilemeyiz. Siz yeryüzünün efendisinin doğru düşüncesini ve ileriyi gören görüşünü anlayamayabiliriz.” 856 Emîrlerin bu tarz ifadelerinin, hem onların hem de sultanların dinî ve siyasî anlayışını yansıtması bakımından ne gibi ipuçları barındırdığını daha önce ele almıştık. 857 Aynı durum durum burada da görülmektedir. Emîrler, I. Keykâvus’un fikirlerini ilâhî bir kaynaktan geliyormuş gibi benimsemekte ya da en azından sultana böyle söylemektedirler. I. Keykâvus, Halep’e doğru ilerlerken saltanatının ilk yıllarında kardeşi Alâeddîn ile birleşerek kendisine karşı mücadeleye giren Zahireddîn İli’nin mezarını buldurttu. Sultan, Zahireddîn İli’nin kemiklerini çıkarttırıp ateşe attırdı ve kemiklerin külleri rüzgara bırakıldı. 858 Bu davranışıyla Keykâvus, düşmanlarına karşı dinî kaideleri bir kenara bırakacak kadar sert davrandığını bir kez daha gösterdi. Yine bu sefer sırasında o, Tell Başir’i kuşattı. Şehrin teslim olmaması üzerine civardaki ağaçların kesilmesini emretti.859 Aksarây’da doğup büyümüş olan Hanefî fakîhi Saîd b. İsmail Aksarâyî, Siyâsetü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eserinin “Cihad” bahsinde savaş sırasında ağaçların kesilmemesi gerektiğini ele alır ve bunun şer’î açıdan makbûl 853 İbn Bîbî, a.g.e., s. 208; Karş. Koca, a.g.e., s. 49; Kesik, At Üstünde, s. 118. 854 Kur’ân-ı Kerîm, 6. Sûre, 152. âyet. 855 İbn Bîbî, a.g.e., s. 208-209; Karş. Koca, a.g.e., s. 49; Kesik, At Üstünde, s. 118. 856 İbn Bîbî, a.g.e., s. 210; Karş. Koca, a.g.e., s. 50; Kesik, At Üstünde, s. 118. 857 Bkz. II. Bölüm, s. 124-125. 858 İbn Bîbî, a.g.e., s. 213; Karş. Cahen, a.g.e., s. 73; Koca, a.g.e., s. 55. 859 İbn Bîbî, a.g.e., s. 212. 184 olmadığını beyân eder.860 Daha önce bahsettiğimiz gibi bu sefer, I. Keykâvus için oldukça vahim olaylarla sonuçlandı. O, Halep üzerine ilerlemekteyken öncü birliklerinin bozguna uğradığı haberini aldı. Emirlerinin kendisine ihanet ettiği iddiaları ve geri çekilmenin getirdiği olumsuz hâl, I. Keykâvus’un akl-ı selîm ile hareket edememesine yol açtı. Keykâvus ilk olarak Maraş Selçuklu Emîri Nusreteddîn’in kardeşini ve damadını astırdı.861 İbn Bîbî eserinde, “Büyük ve küçük beylerin hiçbiri bu konuda görüş bildirmeye veya bir şey söylemeye cesaret edemedi.” diyerek, I. Keykâvus’un kimseye kulak asamayacak kadar öfkesine yenik düştüğünü ortaya koymaktadır. 862 Keykâvus bu kadarla da kalmadı ve ceza kesmeye devam etti. O, yenilginin sebeplerini görüşmek üzere emîrlerini otağına davet etti ancak öte yandan da kimseye fark ettirmeden askerlerine otağının etrafını kuşattırdı. 863 Emîrler içeri girince, I. Keykâvus, ihanet iddialarıyla ilgili mektupları okuttu.864 Emîrlerin hepsi şaşkın bir hâlde bunun iftira olduğunu dile getirdiler.865 Ağlayıp yakardılar ancak I. Keykâvus hiçbirine inanmadı ve boyunlarına ip geçirterek onları bir evin içerisinde bağlattı; ardından da evi, içindekilerle birlikte ateşe verdirtti. 866 Bu olay hakkında uzun süre, kimse I. Keykâvus ile konuşamadı ancak bir 860 Kavak, “Aksarâyî”, s. 210. Ağaç kesimiyle ilgili bir örnekte I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in Konya kuşatmasıdır. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 114. 861 İbn Bîbî, a.g.e., s. 220; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 54. 862 İbn Bîbî, a.g.e., s. 220. 863 İbn Bîbî, a.g.e., s. 220. 864 İbn Bîbî, a.g.e., s. 220; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 54; Karş. Koca, a.g.e., s. 59. 865 İbn Bîbî, a.g.e., s. 220; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 54; Karş. Koca, a.g.e., s. 59. 866 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, s. 308; İbn Bîbî, a.g.e., s. 222; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 501; Anonim Selçuknâme, s. 40; Cenâbî, a.g.e., s. 17; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 54; Karş. Turan, Türkiye, s. 339, 342; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 566; Koca, a.g.e., s. 59; Ersan, “Türkiye”, X, 222. I. Keykâvus’un bu seferdeki fiilerine bir benzer olay da Şeyh Evhâdeddîn Kirmânî bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî adlı esere göre I. Keykâvus, hiçbir malı bulunmamasıa rağmen bir geçim sıkıntısı çekmeyen Şeyh Kirmânî’nin gizli hazineleri olduğundan şüphelendi ve şeyhten, bu hazinelerin yerini kendisine bildirmesini istedi. Ancak şeyh, sultanın isteğini geri çevirdi. Sultan da öfkelenerek şeyhe eziyet edip onu hapse attı. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 268-273; Karş. Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 224-225. Hiç şüphesiz bu olayın gerçekliği tartışmalıdır. Zirâ inceleyebildiğimiz kadarıyla ikinci bir kaynakta menâkıbda geçen olayla ilgili başka bir bilgiye rastlamadık. Ancak Kirmânî hakkında monografik bir eser kaleme alan Moharram Mosrafavi’ye göre Kirmânî’nin I. Keykâvus ile bir zıtlaşma yaşadığı ve kısa süreli hapse girdiği gerçektir. Bkz. Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 226; Rauf Kahraman Ürkmez, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Tasavvufî Zümreler, Çizgi Kitabevi, Konya 2020, s. 69. 185 süre sonra sultan olayla ilgili kötü bir rüya görünce aklı başına geldi.867 Bunun üzerine o, “Uzun yıllar taraftarlarım ve hizmetkârlarım olan, iş başa düştüğü zaman benim için vuruşmaya ve çarpışmaya koşan o suçsuz ve kusursuz beyleri, cahillik ve ahmaklıkla ölüme gönderdim.” gibi sözler söyleyerek pişmanlığını dile getirdi ve yanındaki beylere “O durumda niye benden nasihati esirgediniz? Alevlenmiş olan gazap ateşimi, neden söndürmeye kalkmadınız?” diyerek kızgınlığını ifade etti. 868 Bu olay sebebiyle I. Keykâvus’un psikolojisinde büyük bir çöküntü meydana geldi. 869 Halkı karşısında da etkisini kaybetti. Halk onu kınıyor ve bu davranışını onun zayıf iradesine bağlıyordu.870 I. Keykâvus bu olayın etkisini öyle şiddetli hissediyordu ki herkesin yanında inliyordu.871 Doğu ve batıdan doktorlar gelip tedavi etmeye çalıştıysalar da sultanın haline çare bulamadılar. Keykâvus’un dünya hayatına olan ilgisi zamanla tamamen kesildi.872 O, bu hâllerin içindeyken şu şiiri söyledi: Biz ki dünyayı terk edip göçtük Gönül derdi ekdik, matemler biçtik Şimdiden sonra da nöbet sizindir Biz sıramızı savdık da geçtik. 873 867 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222. 868 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222. 869 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 55. 870 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 308-309. 871 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222. 872 Sultanın bu halleri için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 222. 873 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222; Karş. Koca, a.g.e., s. 97. Şiirin farsça metninin transkript edilmiş hâli şu şekildedir: Mâ cihân-râ güzâştîm u şüdîm Renc ber dil nigâştîm u şüdîm Pes ezîn nevbet şümâ’şi ki mâ Nevbet-i hîş daştîm u şüdîm Yazıcoğlu Osmanlı Türkçesi’ne şu şekilde çevirmiştir: Bu cihânı ki terk edüp gittik Rencini dilde berk edüp gittik Şimden sonra nevbet erdi size Nitekim evvel ermiş idi bize. Bkz. Turan, Türkiye, s. 341; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 56. Cenâbî eserinde türbe kitâbesinde yazılı olan bu şiiri daha farklı kaydetmektedir. Onun kaydı kitabede yazılı olan şiirin kendince yaptığı daha farklı bir tercümesi gibi gözükmektedir. Geniş saraylardan dar kabirlere götürüldük Mallarım bana fayda vermedi Saltanatım elden gitti 186 İbnü’l-Esîr eserinde, bu olayla ilgili “Cenab-ı Allah bu adamın kalbindeki merhametsizlikten dolayı ona pek mühlet vermemiş ve bu olayın hemen akabinde ölüp gitmişti.” diyerek, tepkisini ortaya koymaktadır. 874 Anonim Selçuknâme’de, yakılan bu evin yerine daha sonra mescid yapıldığı ve adına da Yanıklar Mescidi dendiği aktarılmaktadır. 875 Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, vicdan azabıyla geçirdiği ömrünün son anlarında, Sivas’ta yaptırmış olduğu dârü’ş-şifanın bahçesindeki türbe kapısının süslenmesini ve üzerine “Allah’ı Tanrı olarak, İslâm’ı din olarak, Hz. Muhammed’i peygamber olarak, Kur’ân’ı imam olarak, Kâbe’yi kıble olarak, müminleri kardeş olarak kabul ettim.” diye yazılmasını emretti. 876 Vefat ettiğinde de buraya defnedildi. Türbenin kapısına yazılmasını istediği sözlere baktığımızda onun dinî kimliği açık bir şekilde anlaşılmaktadır. 2. 2. 5. 2. 8. İbnü’l-Arabî ve I. Keykâvus I. Keykâvus, âlim ve mutasavvıflarla dost olmayı sever, onları himaye ederdi.877 Bu sebeple onun meclisi ve sarayı âlimlerle dolup taşmaktaydı. Sultanın değer verdiği mutasavvıflardan biri de İbnü’l-Arabî’ydi. 878 I. Keykâvus ile İbnü’lArabî arasında yakın ilişkiyi, ikilinin mektuplaşmalarından anlamaktayız. Bu mektuplardan bir tanesinde İbnü’l-Arabî, I. Keykâvus’un istediği üzerine ona, öğütler içeren bir mektup yazdı. Eseri Fütuhâtü’l Mekkiyye’de yer vermiş olduğu bu mektupta İbnü’l-Arabî, I. Keykâvus’a karşı oldukça rahat bir dil kullanmış, hatta Ahiret yolculuğuna çıkacağımız apaçık belli oldu. Bkz. Cenâbî, a.g.e., s. 18. I. Keykâvus’un şiiri, sultandan uzun yıllar sonra yaşayan Yûnus Emre’nin şu şiirini hatırlatmaktadır: Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti! 874 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 308, 309. 875 Anonim Selçuknâme, s. 40. 876 İbn Bîbî, a.g.e., s. 223. 877 İbn Bîbî, a.g.e., s. 156; Karş. Turan, Türkiye, s. 341; Kara, a.g.m., s. 465. 878 İbnü’l-Arabî hakkında bkz. Ebû Yahyâ Cemâlüddîn Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd b. Yahyâ el-Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbad, (çev. Murat Ağarı), Ayışığı Kitapları Yay., İstanbul 2019, s. 275. 187 bazı konularda sultanı suçlayacak kadar sert bir üslûb takınabilmiştir. 879 Mektubun bir kısmı Aksarâyî’nin eserinde de bulunmaktadır. 880 Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, Şeyh Mecdeddîn İshâk’ın gözetimi ve eğitimi altında Malatya’da melik olarak bulunurken, İbnü’l-Arabî’yle burada vakit geçirmiş olma ihtimali yüksektir. İbnü’l-Arabî’nin, Anadolu’ya tam olarak hangi tarihte geldiği tartışmalı bir konudur. Bu hususta emin olduğumuz bilgiler ise onun Mecdeddîn İshâk vesilesiyle Anadolu’ya geldiği ve her hal û kârda 1205 yılında Anadolu’da bulunduğudur. Çünkü İbnü’l-Arabî bir eserinde, 1205 yılında Konya’da olduğunu kaydetmiş ve hatta Evhâdeddîn Kirmânî ile görüştüğünü ifade etmiştir. 881 Bu da bize, İzzeddîn Keykâvus’un henüz tahta çıkmadan, Malatya’da melik olarak bulunurken hocası Mecdeddîn İshâk vasıtasıyla ya da 1205 yılında bir şekilde Konya’da, İbnü’l-Arabî’yle tanışmış olduğunu düşündürtmektedir. İbnü’l-Arabî’nin kaydına göre mektup, I. Keykâvus’un istediği üzerine 609 (1212-1213) yılında kaleme alındı.882 Nitekim İbnü’l- Arabî, mektubunun başında sultanın kıymetli mektubunun kendisine ulaştığını ifade ederek aynı gerçeğe işaret etmektedir. İbnü’l-Arabî, kendisini I. Keykâvus’a “hep duâ eden babası (vâlidihi’ddâî)” olarak tanıtmaktadır. Bu ifadeler ikilinin arasındaki yakın ve samimi ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İbnü’l-Arabî mektubunda, dinî kaideler ve ilâhî siyaset hakkında bahsedeceğini ifade ettikten sonra I. Keykâvus’a Müslümanların liderlerinden biri olduğunu, Peygamber’in Müslümanların liderlerine dinî nasihatler verilmesi gerektiğini buyurduğunu aktarır ve böylelikle sözlerine meşrû bir zemin ortaya 879 Konuyla ilgili bkz. Kara, a.g.e., s. 479-480; Mahmud Erol Kılıç, “İbnu’l Arabî’nin I. İzzeddin Keykavus’a Yazdığı Mektubun Işığında Dönemin Dinî ve Siyasî Tarihine Bakış”, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 2001, 11-28; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 154-155. 880 Aksarâyî, a.g.e., s. 264, 265. 881 Bayram, Konevî, s. 36; Keklik, a.g.e., s. 151-152; Ürkmez, a.g.e, s. 66; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 152-154; Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 236-237. 882 Koca, a.g.e., s. 98; Ürkmez, a.g.e., s. 375; Kılıç, a.g.m., s. 20; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 158. Taraflar arasında düzenli bir mektuplaşmanın olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ bilinen diğer bir mektup, 1215 yılı Ramazan ayına aittir. Bu mektupta İbnü’l-Arabî, gördüğü rüyasını I. Keykâvus’a anlatmıştır. Antalya’nın yeniden ele geçirilmesiyle ilgili olan bu mektuptan 20 gün sonra şehir tekrar Selçuklu hâkimiyetine girdi. Bkz. Kılıç, a.g.m., s. 18; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 159. 188 koyar.883 Mektubun devamında Arabî, sultana, hem kendi hem de Allah’ın kulları arasındaki işlerde Şeriat’ın hükümlerine göre hareket etmesi şartıyla sultanlığın Allah tarafından kendisine bahşedildiğini ve halkın da bu şartlar üzerine ona biat ettiğini, dolayısıyla bu şartları yerine getirmesi gerektiğini ve adaletle davranmak zorunda olduğunu, bunlara uymadığı taktirde Kehf sûresinin 103-104. âyetlerine atıfla ahiretini berbat edeceğini hatırlatmaktadır.884 Bu ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Zirâ emîrlerden hiçbiri böyle bir hatırlatmayı ya da uyarıyı sultana yapacak güçte ya da cesarette değildir. Nitekim elimizde, bunun herhangi bir örneği de yoktur. I. Keykâvus’a, Allah’ın bahşettiği saltanat nimetine karşı O’na olan şükründe nankörlüğe düşmemesini öğütleyen İbnü’l-Arabî, aynı zamanda beylerinin de tüm bu hususlara dikkat etmesi gerektiğini, eğer onlar sultandan aldıkları yetkiyle halka zulmederlerse sorumlusunun yine sultanın olacağını ifade etmektedir.885 Arabî’nin Keykâvus’a öğüt vermesi, sultanın bunlardan ders alacağını ümit etmesiyle bağlantılıdır. Bu durumda iki yorum yapılabilir. Arabî, hem sultanı öğütlerden ders alacak bir olgunlukta, anlayışta görmekte hem de bunları ifade ettiğine göre yönetimle ilgili bir takım olumsuzlukları bilmektedir. Belki de bu yüzden hem uyarı hem de eleştiri maiyetinde bir mektup yazmıştır. İbnü’l-Arabî, Allah’ın gölgesi olan sultanın mazlumu zâlimden koruması gerektiğini, fetihler sebebiyle gurura kapılıp O’nun emirlerine muhalefetten sakınmasını tavsiye etmekte ve aksi davranışlarda bulunduğu taktirde pişmanlığın fayda vermediği mahşer gününde Allah’ın karşısında mahcup olacağını söylemektedir.886 İbnü’l-Arabî’nin de sultanı Allah’ın vekili, gölgesi olarak göstermesi o devirdeki genel anlayışa işaret etmektedir. Beylerin ve âlimlerin, sultanlara bakış açısından daha önce bahsetmiştik. Bu anlayış, zaman zaman sultanları, kimseyi dinlemez, yalnızca kendisine inanır bir hâlet-i ruhiyeye sokmuştur. Bu dinî anlayışın iyi ve kötü birçok siyasî yansıması söz konusudur. Eğitimden iktisada, imardan 883 Kılıç, a.g.m., s. 20; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 157. 884 Kara, a.g.e., s. 479-480; Kılıç, a.g.m., s. 20; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 157. 885 Kılıç, a.g.m., s. 21; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 157. 886 Kılıç, a.g.m., s. 21. 189 iskâna, savaştan barışa kadar her alanda ortaya koyulan fiillerde sultanların bu dinî anlayışının yansımaları olmuştur. Bu hatırlatmalardan sonra İbnü’l-Arabî, konuyu Hristiyanların durumuna getirmektedir. Ona göre Hristiyanlara verilen tavizler, Müslümanların başına gelen en büyük musibettir ancak Müslümanlar bunu önemsememektedirler.887 O, Selçuklu ülkesinde Hristiyanlara karşı gösterilen tavrı eleştirmektedir. Daha sonra tüm detaylarıyla Hz. Ömer’in Hristiyanlar ile ilgili şartnâmesinin içeriğini888 aktaran İbnü’l-Arabî, konuyla ilgili Peygamber’in de bir Hadîsi’ni rivayet ederek I. Keykâvus’tan yazdıkları üzerine tefekkür etmesini ve böylece nasıl davranması gerektiğini bulacağını ifade etmektedir.889 Bu son sözlerden, I. Keykâvus’un İbnü’lArabî’ye Hristiyanlar ile ilgili bir mektup yazdığı anlaşılmaktadır. Belki de yeni fethedilen yerlerden sonra Hristiyanlara nasıl davranması gerektiği konusunda tereddütlere düşen I. Keykâvus, bu konuda İbnü’l-Arabî’ye danışmıştır. 890 İbnü’l-Arabî nasihat mektubuyla birlikte sultana bir de şiir yolladı. 891 Bu şiirinde o, I. Keykâvus’un İzzeddîn lakabını konu edinip, dinin gerçekten izzeti olması için çabalamasını aksi taktirde mahşer gününde kendisinden hesap 887 Ürkmez, a.g.e., s. 375-376; Kılıç, a.g.m., s. 21; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 157. Müslüman seyyahlar, Selçuklu ülkesinde içki içildiği ve Hristiyanlara müsamaha gösterildiğini söyleyerek Selçukluları kınamaktadır. Bkz. Cahen, a.g.e., s. 168. 888 “O anlaşmaya göre bu zımmîler Müslümanların şehrinde ve havâlisinde kilise, manastır, keşişhâne ve papazevi inşâ etmeyecekler, bu binalarda tâmirât yapmayacaklar, Müslümanlardan birisi buralarda konaklamak istese üç güne kadar kendisine müsâade edecekler, yemek verecekler, câsûsları bu mekanlarda barındırmayacaklar, Müslümanlara zarar verecek gizli kapaklı işler yapmayacaklar, çocuklarına kendileri Kur’ân öğretmeyecekler, şirklerini reklam etmeyecekler, yakınlarından eğer kendi istekleri ile Müslüman olmak isteyen olursa buna mâni olmayacaklar, Müslümanlara hürmet edecekler, oturmak istedikleri zaman onlara yer verecekler; giyim kuşamda, başlıklarında, sarıklarında, terliklerinde, saçlarını ayırma biçimlerimde, isim ve lakap almada Müslümanlara benzemeyecekler; kılıç kuşanmayacaklar; silah nevînden bir şey taşımayacaklar; mühürlerini Arapça yapmayacaklar; alkollü içecek satmayacaklar; saçlarının ön tarafını tıraş edecekler; her nerede olurlarsa olsunlar kendi kıyafetlerinden dışarı çıkmayacaklar; bellerine zünnâr takacaklar; Müslümanların kullandığı yollarda haçlarını veya yazılarından herhangi bir şeyi âşikâr göstermeyecekler; ölülerini Müslüman kabristanı civârına gömmeyecekler; çanlarını çok abartmadan bir kere vuracaklar; tören haçlarını ortaya çıkarmayacaklar; cenâzelerinde yüksek sesle bağırmayacaklar; kutsal ateşlerini ortalıkta göstermeyecekler; Müslümanların hissesine düşen köleleri almayacaklar. Eğer bu şartlardan birine muhalefer edip de ihlal ederlerse, zimmet statüsünü kaybedecekler ki bu durumda Müslümanların diğer müşrik düşmanlar hakkında geçerli olan hükümleri ne ise artık onlara da o câri olacaktır.” Bkz. Kılıç, a.g.m., s. 21; Karş. Turan, Cihân, s. 379; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 157. 889 Ürkmez, a.g.e., s. 375-376; Kılıç, a.g.m., s. 21. 890 Kılıç, a.g.m., s. 22. 891 Şiirin tamamı için bkz. Kılıç, a.g.e., s. 22-23; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 158. 190 sorulacağını ifade etmektedir.892 Bu ifadeler sultan için oldukça ağır olsa gerektir. Zirâ sultanlar bu tarz cümleleri duymaya pek alışık değillerdir. Emîrlerin benzeri minvalde ufacık bir uyarısı dahî olduğunda onlara karşı takındıkları tavır bilinmektedir. Bu yüzden sultanın bu mektuba hiddetlenmiş olabileceği de ihtimal dahilindedir.. İbnü’l-Arabî mektupta, I. Keykâvus’a tevbe kapısını göstermektedir.893 Bu ifadeler onun, İzzeddîn’e birtakım günahları isnad ettiğini düşündürebilir. Arabî, sultanın sapıklık yolunda bir veziri olduğunu ve onun zulme varan eylemlerine galip gelemedikten sonra galip sultan olmanın bir anlamı olmadığını ifade etmektedir.894 Benzeri bir diyalog daha sonra Evhâdeddîn Kirmânî ile sultan arasında yaşanmıştır. 895 2. 2. 5. 2. 9. Şiir ve Keykâvus İbn Bîbî’ye göre Keykâvus, güzel huylu, cömert, nefsi her türlü kötülükten arınmış, adil bir sultandı.896 Sultanın şiir ve şairlere karşı da derin bir ilgisi vardı. Edebiyatçıların risalelerine ve şairlerin kasidelerine yaptığı eleştiriler oldukça yerindeydi. Üslubu ve belagati oldukça başarılı, nazım ve nesirde kelime ve deyimleri kullanışı, mana zenginliğinde ustacaydı.897 Ayrıca o bu hususta oldukça cömertti. Şairlerin onun hakkında yazdığı birkaç şiiri eserinde aktaran İbn Bîbî dahî sultanın bazen şairlere karşı bağışta aşırıya kaçtığını ifade etmektedir.898 Meselâ Hüsameddin Salar’ın kızının ve Nizamettin Ahmet Erzincanî’nin yazdığı şiirler buna örnektir. 899 Bu şiirlerde I. Keykâvus oldukça şaşaalı bir şekilde övülmektedir.900 Şiirlerde 892 Kılıç, a.g.m., s. 22; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 158. 893 Kılıç, a.g.m., s. 22; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 158-159. 894 Kılıç, a.g.m., s. 23; Şahin-Yıldız, a.g.m., s. 159. 895 Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 273. 896 İbn Bîbî, a.g.e., s. 149; Karş. Turan, Türkiye, s. 342. Bu bilgileri, İbn Bîbî’nin saray tarihçisi olduğunu göz önünde bulundurarak düşünmek gerekir. Zirâ I. Keykâvus’un, örnekleriyle anlattığımız faaliyetleri arasında İbn Bîbî’nin verdiği bilgilere uymayan fiiller de bulunmaktadır. Bununla birlikte I. Keykâvus’un elbette buradaki bilgilere uyan davranışları da vardı. 897 İbn Bîbî, a.g.e., s. 156; Karş. Turan, Türkiye, s. 341-342. 898 İbn Bîbî, a.g.e., s. 150; Karş. Turan, Türkiye, s. 342; Koca, a.g.e., s. 88. 899 Turan, Türkiye, s. 342. 900 Şiirlerin tamamı için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 150-156; Karş. Turan, Türkiye, s. 342. 191 sultan, dünyaya nizam ve adâlet veren, insanların hayatlarını bağışlayan, gazi, cömert ve kullarına (halkına) iyi davranan, cihanın efendisi, hükmü bütün ülkelerde geçen, sultanların sultanı, Allah’ın gölgesi, halkın sığınağı, kötülükleri engelleyen, kâfirleri yok edip herkese kucak açan, dinin şerefini ve şanını arttıran, nurlu düşünceye sahip biri olarak tanımlanır.901 Sultan her iki şiire de birçok bağışta bulundu. Hüsameddîn Salar’ın kızına, yazdığı şiirin her beyiti için yüz kırmızı dinar verilmesini emretti.902 Toplamda yedi bin iki yüz dinar verildi. Sultanın harcamalarıyla ilgili güzel örnekler de vardır. İznik Rum İmparatoru I. Theodoros Laskaris, I. İzzeddîn Keykâvus ile barış anlaşması yapınca ona, 30 bin dinar göndermişti.903 I. Keykâvus, bu paranın bir kısmını fakir ve miskinlere dağıttı.904 Bır kısmının da zaviyelere, tekkelere ve kutsal yerlere verilmesi, bundan arta kalan kısmının da hak sahiplerine, imanlı, irfanlı kimselere dağıtılması için görevlilerini ülkenin dört bir yanına yolladı.905 Laskaris tarafından altınlarla birlikte gönderilen babası I. Keyhüsrev’in naaşını da türbesine defnettirdi ve başına nöbetçiler koydu.906 İbn Bîbî’nin aktardığına göre bu türbede altın gerdanlıklı ve kızıl atlaslı bir atı hizmette tutarlardı.907 2. 2. 5. 2. 10. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler Keykâvus’un döneminde, dine hizmet anlayışını gösterecek imar faaliyetleri de yaşandı. Meselâ bunlardan biri kardeşi Alâeddîn’î Ankara’da kuşattığı sırada şehrin karşısına yaptırdığı medresedir.908 Ancak bu medrese kardeşi Alâeddîn’in 901 İbn Bîbî, a.g.e., s. 150-156. 902 İbn Bîbî, a.g.e., s. 154; Karş. Turan, Türkiye, s. 342. 903 İbn Bîbî, a.g.e., s. 161; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 111; Ömerî, a.g.e., s. 343; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 46, 47; Karş. Turan, Türkiye, s. 321; Cahen, a.g.e., s. 70; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 562-563; Koca, a.g.e., s. 63; Kesik, At Üstünde, s. 150; Ayönü, a.g.e., s. 225. 904 İbn Bîbî, a.g.e., s. 161; Karş. Turan, Türkiye, s. 322; Koca, a.g.e., s. 63; Ayönü, a.g.e., s. 227. 905 İbn Bîbî, a.g.e., s. 161; Karş. Turan, Türkiye, s. 322. 906 İbn Bîbî, a.g.e., s. 161; Karş. Turan, Türkiye, s. 322. 907 İbn Bîbî, a.g.e., s. 161; Karş. Turan, Türkiye, s. 322; Bunun ne anlama geldiği ve konumuz açısından önemi için bkz. Erdoğan Merçil, Selçuklular –Makeleler-, Bilge Kültür Sanat, İstanbul 2011, s. 243. 908 İbn Bîbî, a.g.e., s. 164. 192 saltanatı sırasında yıktırıldı.909 Bu dönemde yapılan belki en önemli eser 1217 yılında Sivas’ta inşa edilen darü’ş-şifa’dır. Burası aynı zamanda bir tıp mektebi olarak da faaliyet gösteriyordu.910 Her ne kadar zamanımıza harap bir şekilde de ulaşsa da kurumun vakfiyesi buraya aktarılan kaynakların çokluğunu göstermesi bakımından tarihi bir kayıttır.911 Keykâvus’un dinî ve ahlâki içerikli eserlere merakı vardı. Muhammed b. Gazi’nin I. İzzeddîn Keykâvus adına kaleme aldığı Berîdü’s-saʿâde adlı eser bunlardan biriydi. Eser nasihatnâme türünde olup Hz. Peygamber’in ve Hulefâ-yi Râşidîn, bilgelerin (hükemâ) sözlerinin derlenmesiyle oluşturulmuştur.912 Bu eserin kaleme alınmasını I. Keykâvus talep etmiştir.913 Buradan hareketle onun dinî-ahlâkî içeriklik kitapları okuduğu ve bu tarz konulara önem verdiği anlaşılmaktadır. 2. 2. 5. 2. 11. İlm-i Nücûm I. İzzeddîn Keykâvus’tan önceki tüm sultanlarda gördüğümüz gibi onda da müneccimlik vakâlarına rastlamaktayız. Meselâ o, fethettiği Sinop şehrine girmeden önce müneccimle istişâre etmiştir.914 I. Keykâvus’un, kardeşi Alâeddîn Keykubâd’ı kuşattığı Ankara şehrine girmesiyle ilgili de benzeri bir durum söz konusudur. İbn Bîbî, I. Keykâvus’un şehre girdiği ânı eserinde anlatırken, tam olarak sultanın bir emri olup olmadığı kesin olarak anlaşılmasa da “falın iyi çıktığı bir sırada” diyerek, bir müneccimlik hâdisesine işaret etmektedir.915 Bu durum İbn Bîbî’nin bir 909 İbn Bîbî, a.g.e., s. 164. 910 Turan, Türkiye, s. 343. Detaylı bilgi için bkz. Özcan Salman, Selçuklular Devri Önemli Sağlık Kurumlarından Sivas Dârü’s-sıhhası ve Divriği Dârü’ş-şifâsı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi ve Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2020. 911 Turan, Türkiye, s. 343. 912 Ahmed Ateş, “Hicri VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, İstanbul Üniversitesi Türkiye Mecmuası, c. VIII, (1945), s. 105-106; Tahsin Yazıcı, “Muhammed b. Gazî”, DİA, XXX, 531. 913 Sultan, talebini müellife şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizim için Peygamber’in Hadîslerinden, sahâbenin sözlerinden, hükemanın müfid kelimelerinden kısa bir mecmua yapmalısın. Her birinin şerhinde yed-i beyza göstererek tatlı ibâreler ve yüksek elfaz ile süslemelisin. Her birini ayrı ayrı bize göstermelisin tâ ki âlem süsleyen fikrimize, onları nasıl istimâl edeceğimiz mâlûm olsun ve onları ezberleyelim.”. Bkz. Ateş, a.g.m., s. 105. 914 İbn Bîbî, a.g.e., s. 180; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 50; Karş. Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198; Koca, a.g.e., s. 33. 915 İbn Bîbî, a.g.e., s. 167; Karş. Koca, a.g.e., s. 90. 193 yakıştırması da olabilir ancak I. Keykâvus’un Sinop’a girişiyle ilgili olay göz önünde bulundurulduğunda Ankara’ya girerken de aynı durumun gerçekleştiğini kabul etmek makuldür. O hâlde I. Keykâvus da müneccimliğin, dinî bakımdan bir sakınca teşkil etmediğini düşünmektedir. Bu düşünceyle o, dinî anlayış bakımından ataları gibi Mu’tezile’ye yakın durmaktadır. 194 2. 2. 6. I. Alâeddîn Keykubâd (1220-1237) 2. 2. 6. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un ölümünün ardından Türkiye Selçuklu Devleti’nin önde gelen beyleri, Alâeddîn Keykubâd’ın tahta çıkartılmasını kararlaştırdılar. I. İzzeddîn Keykâvus’un emriyle Alâeddîn Keykubâd’ı hapseden Emîr Seyfeddîn Ay-aba, haberi kendisi iletmek istedi. Seyfeddîn Ay-aba Keykubâd bulunduğu kaleye varınca, ondan, ağabeyi I. Keykâvus ile mücadelesi sırasında yaşananlar sebebiyle özür diledi ve saltanat sırasının kendisine geldiğini söyledi.916 Yeni sultan I. Keykubâd’ın ilk icraatı, Eyyûbîler ile I. Keykâvus zamanında bozulan ilişkileri düzeltmek oldu. 917 Bu sırada Abbasî Halifesi Nâsır-Lidînillâh (1180-1225), Şehâbeddîn es-Sühreverdî’yi (ö. 1234) menşûr, hil‘at, çetr ve diğer saltanat alâmetleriyle göndererek I. Keykubâd’ın hükümdarlığını tasdîk etti.918 Daha sonra I. Keykubâd, Konya, Sivas ve Kayseri gibi önemli şehirlerin surlarla örülmesini emretti. 919 I. Keykubâd, hem olası Moğol istilâsına karşı önlem almak hem de surların maliyetini beylerine karşılattırarak onların nüfûzunu kırmak istiyordu. I. Keykubâd, Alâiye üzerine yapmayı plânladığı sefer hazırlıklarını sürdürürken hilâfet makamından bir elçilik heyeti daha geldi.920 Bu heyet, 916 İbn Bîbî, a.g.e., s. 230; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 57; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., s. 19. 917 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 313; Cenâbî, a.g.e., s. 18; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 567; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Uyumaz, a.g.e., s. 70. 918 İbn Bîbî, a.g.e., s. 253-258; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Turan, Türkiye, s. 351, 352; SevimMerçil, a.g.e., s. 567; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 222-223; Uyumaz, a.g.e., s. 79; Faruk Sümer, “Keykubad I”, DİA, XXV, 358. 919 İbn Bîbî, a.g.e., s. 276, 277; Anonim Selçuknâme, s. 41; Cenâbî, a.g.e., s. 21; Karş. Turan, Türkiye, s. 353, 354; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 567; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 26; Sümer, a.g.m., s. 358. Alâeddîn Keykubâd, bu şehirlerin haricinde Erzincan, Amasya, Malatya ve diğer şehirlerde de kale ve surlar inşâ edip olanları da tahkim ettirmiştir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 355. 920 İbn Bîbî, a.g.e., s. 278; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 60; Karş. Turan, Türkiye, s. 355; Uyumaz, a.g.e., s. 81; Cengiz Kallek, “İbnü’l-Cevzî, Ebû Muhammed”, DİA, XX, 542. 195 Moğolların olası Bağdat saldırısına karşı tüm sultanlardan olduğu gibi I. Keykubâd’dan da yardım istedi.921 Sultan bu talebi geri çevirmedi. I. Keykubâd 1222 yılında Alâiye’yi ele geçirdi.922 Sultan, şehirde cami, hankâh, saray, surlar ve bir de tersane yaptırdı.923 Ayrıca şehri kendisine teslim eden Kyr Vart’ın924 kızıyla evlendi.925 Alâiye seferi sonrası I. Keykubâd, ülkede önemli bir nüfûza sahip olan beylerinden Seyfeddîn Ay-aba ve Niğde Sübaşısı Zeyneddîn Başara’yı öldürttü; Mübârizeddîn Behram-şâh ve eski Malatya Subaşısı Bahâeddîn Kutluğca’yı da hapse attırdı. 926 Ayrıca Kemâleddîn Kâmyâr, Tercüman Zahîreddîn Mansur ve Şemseddîn Horasanî’yi de sürgüne gönderdi. 927 I. Keykubâd, 1225 yılında Anadolu’nun güneyine, Ermenilerin ve Haçlıların üzerine sefere çıktı.928 Ermeni Kralı I. Hetum, Selçuklu tâbiyetine girdi.929 Sultan, 1226 yılında orduyu Anadolu’nun doğusuna sevk etti. Selçuklu tâbiyetinden çıkıp Eyyûbîlere yaklaşmış olan Artuklu Mes’ûd, I. Keykubâd’a tâbi oldu. 930 921 Sevim-Merçil, a.g.e., s. 567; Uyumaz, a.g.e., s. 81. 922 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 516; Nigedî, a.g.e., s. 442; Karş. Turan, Türkiye, s. 358; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 568; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; a. mlf., Ermeniler, s. 177; Uyumaz, a.g.e., s. 23. Alâiye’nin fethinin tarihi hususunda tartışmalar vardır. Bu konuda Turan ve Uyumaz’ın eserlerine bakınız. 923 Anonim Selçuknâme, s. 41; Ebû’l-Fidâ, a.g.e., s. 302-303; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 59, 60; Karş. Turan, Türkiye, s. 359, 360; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 568; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 24; Sümer, a.g.m., s. 358. 924 Kyr Vart hakkında bkz. M. Ali Hacıgökmen, “I. Alaeddin Keykubat’ın (1220-1237) Kayınpederi Kir Fard Hakkında Bir Araştırma”, MJH (Mediterranean Journal of Humanities), II/1, (2012), s. 121-130. 925 Simbat (Kumandan Simbat), Vekayinâme, (çev. Hrand D. Andreasyan), Başkumandan Simbat Vekayinâmesi, (TTK’da henüz yayımlanmamış tercüme), s. 80; Karş. Turan, Türkiye, s. 358; SevimMerçil, a.g.e., s. 568; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 20; Sümer, a.g.m., c. 25, s. 358. 926 İbn Bîbî, a.g.e., s. 290, 291, 292; Anonim Selçuknâme, s. 41; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 60; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 568-569; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165-166; Ersan, “Türkiye”, X, 223-224; Uyumaz, a.g.e., s. 28, 29; Sümer, a.g.m., c. 25, s. 358. 927 İbn Bîbî, a.g.e., s. 292; Anonim Selçuknâme, s. 41; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 569; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 224; Uyumaz, a.g.e., s. 29; Sümer, a.g.m., s. 358. 928 İbn Bîbî, a.g.e., s. 321, 343-350; Anonim Selçuknâme, s. 41; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 64, 65; Karş. Turan, Türkiye, s. 364; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 569; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 224; a. mlf, Ermeniler, s. 179; Uyumaz, a.g.e., s. 32. 929 İbn Bîbî, a.g.e., s. 349; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 65; Karş. Turan, Türkiye, s. 367; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 570; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, Ermeniler, s. 180-181; Uyumaz, a.g.e., s. 33; Sümer, a.g.m., s. 358. 196 I. Keykubâd’ın doğudaki fetihleri, Selçuklu-Eyyûbî ilişkilerinin tekrar bozulmasına yol açtı. Keykubâd, yaklaşan Moğol tehlikesini de göz önünde bulundurarak Eyyûbîler ile olan ilişkileri yeniden düzeltmek için Melik Âdil’in kızı Gaziye Hatun ile evlendi931 Kastamonu Beyi Hüsâmeddîn Çoban kumandasındaki Selçuklu donanması 1227 yılında Suğdak şehrini ele geçirdi. 932 Böylece Selçuklular hem güneyde hem de kuzeyde büyük bir iktisadî-ticarî güç konumuna yükseldi. Bu fethin ardından I. Keykubâd, 1228 yılında Mengücükoğullarını ortadan kaldırdı. 933 Sultan Erzurum’u ele geçirmek üzere harekete geçince Erzurum Meliki Mugîseddîn Tuğrul-şâh’ın oğlu Cihan-şâh, Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref’ten yardım istedi.934 Bu çağrı üzerine Eyyûbî Meliki Eşref ordusuyla yola çıkınca I. Keykubâd, Eyyûbîler ile savaşmamak için Erzurum’u almaktan vazgeçti.935 I. Keykubâd, Moğol tehlikesi sebebiyle Sultan Celâleddîn Harezm-şâh ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyordu. Karşılıklı mektuplaşmalarla da bu niyet hayata geçirilmişti.936 Ancak Celâleddîn Harezm-şâh, Ahlat’ı kuşatıp, Keykubâd’ın savaşı önlemek adına yaptığı tüm girişimleri reddedince iki devlet 1230 yılında karşı 930 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 421; İbn Bîbî, a.g.e., s. 308, 309; Cenâbî, a.g.e., s. 19; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 570; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 225; Uyumaz, a.g.e., s. 40; Sümer, a.g.m., c. 25, s. 358. 931 İbn Bîbî, a.g.e., s. 312-316; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 62, 63; Karş. Turan, Türkiye, s. 370; SevimMerçil, a.g.e., s. 570; Uyumaz, a.g.e., s. 71. 932 İbn Bîbî, a.g.e., s. 325-343; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 63, 64; Karş. Turan, Türkiye, s. 378, 381; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 572; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 226. Ersan tarihi 1228 yılı olarak verir. Suğdak’ın fethinin tam tarihiyle ilgili tartışmalar için ayrıca bkz. Uyumaz, a.g.e., s. 38; Sümer, a.g.m., s. 358. 933 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 441; İbn Bîbî, a.g.e., s. 362, 363; Simbat, a.g.e., s. 81; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 525; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 66; Karş. Turan, Türkiye, s. 376, 378; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 571; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 226; Uyumaz, a.g.e., s. 43, 44; Sümer, a.g.m., s. 358. 934 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 441; Karş. Turan, Türkiye, s. 377; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 571; Ersan, “Türkiye”, X, 226; Uyumaz, a.g.e., s. 73; Sümer, a.g.m., s. 358. 935 İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 442; Karş. Turan, Türkiye, s. 378; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 571; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 226; Uyumaz, a.g.e., s. 73; Sümer, a.g.m., s. 358. 936 İlk mektup 1225 yılında Sultan Celâleddîn Harezm-şâh’tan gelmiştir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 369, 370; Karş. Turan, Türkiye, s. 384; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 80, (farsça met.), s. 98-99; SevimMerçil, a.g.e., s. 573; Ersan, “Türkiye”, X, 227; Uyumaz, a.g.e., s. 48. 197 karşıya geldi. 937 Keykubâd savaştan zaferle ayrıldı ancak bu savaşın sonucunda Türkiye Selçuklu Devleti, Moğollarla sınır komşusu oldu. Yassi Çimen zaferinin üzerinden çok geçmeden, Moğollar Sivas yakınlarına kadar yağma seferi düzenledi. Onları bu sefere Gürcülerin teşvik ettiği ortaya çıkınca Selçuklu ordusu Gürcistan üzerine yürüdü. 938 Ancak çok geçmeden barış yapıldı ve I. Keykubâd’ın oğlu Gıyâseddîn Keyhüsrev, Gürcü Kraliçesi’nin kızı Rasudan ile evlendirildi.939 I. Keykubâd Moğollar ile savaşmaktansa onlarla iyi geçinmeyi düşünüyordu.940 Bu sebeple sultan, Moğol Hân’ı Ögeday’a hediyelerle birlikte elçi gönderdi.941 Buna mukabil Ögeday, I. Keykubâd’a gönderdiği yarlıkta ondan huzuruna gelmesini ve Moğollara tâbi olmasını istedi. 942 Ahlat ve yörelerine doğru genişleyen Moğol akınları, bölgedeki hayatı bitirecek seviyeye getirdi. Issız toprakların Moğolların işine yarayacağını bilen I. Keykubâd, bu duruma karşı önlem aldı ve Kemâleddîn Kâmyâr’ı bölgeyi ihyâ etmesi için Ahlat’a yolladı.943 Emîr Kâmyâr, kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirerek bölgeyi Moğollara karşı korunaklı hâle getirdi. Bölge Selçuklular tarafından ihyâ edilip hâkimiyet altına alınınca Eyyûbîler sefere çıktı.944 Moğol tehdidi altında varlıklarını sürdürmeye çalışan iki önemli Müslüman devlet olan 937 Konuyla ilgili Eflâkî’nin eserinde geçen bir menkıbe için bkz. Eflâkî, a.g.e., s. 96, 97, 98. 938 İbn Bîbî, a.g.e., s. 411; Nigedî, a.g.e., s. 442; Anonim Selçuknâme, s. 42; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 68; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 574; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 68-69. 939 İbn Bîbî, a.g.e., s. 413, 414; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 68; Karş. Turan, Türkiye, s. 396; SevimMerçil, a.g.e., s. 574; Uyumaz, a.g.e., s. 68; Sümer, a.g.m., s. 359. 940 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 532; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 567; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 88. 941 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 532; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 574; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 942 İbn Bîbî, a.g.e., s. 439; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 532; Anonim Selçuknâme, daha farlı anlatsa da Moğollarla karşılıklı elçi gönderimine işaret eder. Bkz. Anonim Selçuknâme, s. 42; Karş. Turan, Türkiye, s. 397; Uyumaz, a.g.e., s. 89; Sümer, a.g.m., s. 359. 943 İbn Bîbî, a.g.e., s. 416; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 532; Cenâbî, a.g.e., s. 19; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 69; Karş. Turan, Türkiye, s. 397; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 574; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 74; Sümer, a.g.m., s. 359. 944 İbn Bîbî, a.g.e., s. 424; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 533; Anonim Selçuknâme, s. 42; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 114; Ömerî, a.g.e., s. 364; Cenâbî, a.g.e., s. 19; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 70; Karş. Turan, Türkiye, s. 400; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 574-575; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Sümer, a.g.m., s. 359. 198 Eyyûbîler ve Türkiye Selçukluları, 1234 yılında karşı karşıya geldiler.945 I. Keykubâd’ın sıkı önlemleri ve Eyyûbîler arasında birliğin bozulması sonucunda büyük bir savaş meydana gelmeden Eyyûbîler geri çekildi. 946 I. Keykubâd, 1237 yılında ordusunu Kayseri’de topladığı sırada Eyyûbî prensesinden olan oğlu İzzeddîn Kılıç Arslan’ı veliaht tayin etti.947 Sultan, Eyyûbîlerin üzerine yapacağı yeni sefer için hazırlık yapıyordu. Ancak bir ziyafet sırasında yediği etten zehirlenerek 1 Haziran 1237 tarihinde öldü.948 2. 2. 6. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması Başta İbn Bîbî’nin eseri ve elimizdeki diğer kaynaklardan tespit edebildiğimiz kadarıyla, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve II. Rükneddîn Süleyman-şâh dönemleriyle birlikte Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı, daha kitabî ve şehirleşmiş bir görüntü yani daha sarih/açık, anlaşılır bir durum arzetmeye başlar. 949 I. İzzeddîn Keykâvus ile gelişerek devam eden bu durum I. Alâeddîn Keykubâd döneminde zirvesine ulaştı. Bu dönemde hem sultan hem de Anadolu, dinî açıdan bir atılıma sahne oldu. Zirâ Moğolların önünden kaçan birçok âlim, mutasavvıf, sanat ve zanaat erbabı Anadolu’ya gelerek Selçuklu ülkesine canlılık kattı. Devlet tarafından sağlanan güvenlik ve adâlet ortamı, refahın artmasına yol açtı. Bu da Anadolu’daki hem pozitif hem de dinî ilimlerle ilgili gelişmelere hız kazandırdı. I. Alâeddîn Keykubâd’ın dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında elimizde birçok bilgi bulunmaktadır. Ancak bu bilgilere geçmeden önce biz, önceki sultanlarda da takip ettiğimiz metodu uygulayacak, Keykubâd’ın hayatındaki olaylardan hareketle, dinî anlayış ve siyasî yansımalarını tespit etmeye çalışacağız. 945 Anonim Selçuknâme, s. 42; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 114, 115; İbn Bîbî tarihi 630/1232-33 olarak verir. Keza Ömerî de aynı şekilde, bkz. Ömerî, a.g.e., s. 363, 364; Cenâbî, a.g.e., s. 19; Karş. Turan, Türkiye, s. 401; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 575; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 75-77; Sümer, a.g.m., s. 359. 946 İbn Bîbî, a.g.e., s. 426, 427; Anonim Selçuknâme, s. 42; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 115; Ömerî, a.g.e., s. 364; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 70; Karş. Turan, Türkiye, s. 401; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 575; Ersan, “Türkiye”, X, 228; Uyumaz, a.g.e., s. 77; Sümer, a.g.m., s. 359. 947 İbn Bîbî, a.g.e., s. 443; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73; Karş. Turan, Türkiye, s. 410; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 576; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 167; Sümer, a.g.m., s. 359. 948 İbn Bîbî, a.g.e., s. 440; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 536; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 116; Ömerî, a.g.e., s. 365; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73; Karş. Turan, Türkiye, s. 409; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 576; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 167; Ersan, “Türkiye”, X, 229; Sümer, a.g.m., s. 359. 949 Bkz. II. Bölüm, s. 173. 199 2. 2. 6. 2. 1. I. Keykubâd ve İbadet I. Keykavus’un ölümü sonrası yaşananlardan bahsettik. Emîr Seyfeddîn Ayaba, I. Alâeddîn Keykubâd’ın bulunduğu kaleye doğru giderken I. Keykubâd namazgâhta, bazı kaynaklara göre sabah bazılarına göreyse ikindi namazını kılmış, duâlar okuyarak dışarıya bakıyordu.950 I. Keykubâd, o sırada gece gördüğü rüyayı hatırladı. Rüyasında bir adam Keykubâd’ın ayağındaki bağları çözüyor, onu kucaklayıp, “Ömer Muhammed Sühreverdî’nin sevgisi/himmeti her zaman padişah iledir.” diyordu. 951 Bu bilgiler, Alâeddîn Keykubâd’ın vakit namazlarını kıldığını göstermektedir. İleride vereceğimiz bilgiler de onun namazlarını edâ ettiğini destekler niteliktedir. I. Keykubâd, kaleye yaklaşan kafileyi görünce korkuya kapıldı, onların, canını almaya geldiklerini düşündü ve kale muhafızına “Gelenleri biraz eğle de gusül abdestimi tazeleyeyim. Bir an kendi kendimle baş başa kalayım.” dedi.952 Bu ifadeler I. Keykubâd’ın hayata dair bakışını, dolayısıyla da dinî anlayışını ortaya koyması bakımından önemlidir. Zirâ görüldüğü gibi, ölümle karşı karşıya geldiği bir durumda onun verdiği tepki, gusül abdesti alıp kendisiyle baş başa kalmak ve Allah’a yakarmaktır. Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da rüya meselesidir. İbn Bîbî’nin eserinde geçen bu bilgiye şüpheyle yaklaşmak gerekir. İbn Bîbî, eserini I. Alâeddîn Keykubâd’ın yaşadığı tarihten daha sonra yazdı. Dolayısıyla o, bu ifadelerle Türkiye 950 İbn Bîbî, a.g.e., s. 229; Karş. Turan, Türkiye, s. 348; Kara, a.g.e., s. 481; Uyumaz, a.g.e., 19. 951 İbn Bîbî, a.g.e., s. 229: Müneccimbaşı, a.g.e., s. 57; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., 19. a.g.e. Keykubâd’ın tahta çıkışıyla ilgili diğer bir menkıbevî bilgi de Şeyh Evhadeddîn Kirmânî’yle ilgilidir. Buna göre şeyh, I. İzzeddîn Keykâvus’un kendisini çağırması üzerine onun yanına giderken Alâeddîn Keykubâd’ın hapis tutulduğu kalenin önünden geçti. Melik Keykubâd bu kafileyi görünce, kale muhafızlarından onların kim olduğunu öğrenmelerini istedi. Muhafızlar Melik Keykubâd’a, kafilenin Şeyh Kirmânî ve beraberindekiler olduğunu söyledi. Bunun üzerine Keykubâd, şeyhten, kendisine dua ve himmet etmesini istedi. Menâkıbda, Keykubâd’ın Evhâdeddîn Kirmânî’nin himmeti ve bereketine güvendiği kaydedilmektedir. Şeyh, Keykubâd’ın talebine karşılık ona beş parça et, beş parça peksimet ve beş parça helva göndererek yakında tahta geçeceğini, gönderdiği yiyeceklerin de bunun nişanesi olduğunu söyledi. Menâkıba göre bu olaydan kısa bir süre sonra şeyhin sözü gerçek oldu ve Keykubâd tahta çıktı. Bu sırada şeyh, I. Keykâvus ile yaşadığı gerilim sebebiyle hapisteydi. I. Keykubâd tahta çıkar çıkmaz şeyhi serbest bıraktı ve ona bağışlarda bulundu. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 271-274; Karş. Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 225-226; Konunun değerlendirilmesi için ayrıca bkz. 866. dipnot. 952 İbn Bîbî, a.g.e., s. 229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 57; Karş. Uyumaz, a.g.e., 19. 200 Selçuklularının en büyük sultanı I. Keykubâd’ın saltanatına bir kutsiyet katmak istemiş olabilir. Zirâ Ömer Es-Sühreverdî, devrinin büyük bir âlimi ve mutasavvıfıydı. Tabir-i caizse manevî otoritesiydi. Nitekim bu tarz anlatılara diğer sultanların hayatlarında da karşılaşılmaktadır. Ancak bu bilgiyi her ne kadar şüpheli karşılayıp ve teyit edemiyorsak aynı zamanda da reddedemiyoruz. Ayrıca Ömer es-Sühreverdî, aşağıda detaylarıyla ele alacağımız gibi I. Keykubâd’ın saltanatının başlarında, Abbâsî halîfesinin elçisi olarak Anadolu’ya geldi. Şeyh, Sultan Keykubâd ile görüştü. Bu buluşmada I. Keykubâd, Sühreverdî’ye çok hürmet gösterdi ve bu rüya üzerine onunla hasbihâl etti. 953 Alâeddin Keykubâd’ın rüyasını ikinci bir kaynaktan teyit edemesek de olay, bu bilgiyle bir nebze daha gerçeklik kazanmaktadır. İbn Bîbî’nin eserinde, I. Keykubâd’ın Sivas’tan Konya’ya doğru yolculuğunda sürekli âyet-i kerîmeler okuduğunu belirtilir. Meselâ sultan Konya’ya vardığında “Rabbim beni mübarek bir yere indir, sen indirenlerin en iyisisin” âyetini954 okudu ve saltanat tahtına oturunca da “Bize verdiği sözde duran Allah’a hamdolsun” dedi.955 “Rabbim bana hükümdarlık verdin” diyerek kendisine saltanat verilmesine şükretmek için “Rabbim! Bana verdiğin nimete şükürde muvaffak kıl” duâsını etti.956 2. 2. 6. 2. 2. Seyfeddîn Ay-aba’ya Verilen Ahidnâme Saltanat haberini vermek üzere kaleye giden Emîr Seyfeddîn Ay-aba, Alâeddîn Keykubâd’ın yanına varınca geçmişte yaşananlar sebebiyle ondan bağışlanma diledi.957 Keykubâd Emîr Ay-aba’yı teselli etti ve emîrin isteği üzerine hiçbir zaman onun canına kastetmeyeceğine dair yemin etti ve bunu da ahidnâme ile 953 İbn Bîbî, a.g.e., s. 254-255; Karş. Cahen, a.g.e., s. 224; Uyumaz, a.g.e., 80. 954 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 343. 955 İbn Bîbî, a.g.e., s. 240. 956 İbn Bîbî, a.g.e., s. 241; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 506. İbn Bîbî’nin verdiği bu bilgileri ikinci bir kaynaktan teyit edemiyoruz ancak ilerleyen sayfalarda detaylarıyla ortaya koyduğumuz gibi I. Keykubâd, birçok kaynakta dindar olarak tanımlandığı için buradaki bilgilerin doğruluğuyla ilgili şüpheler de ortadan kalkmaktadır. 957 İbn Bîbî, a.g.e., s. 230; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., 19. 201 belgeledi. 958 I. Keykubâd, “Melikü’l-ümerâ Seyfeddîn, eceli gelinceye kadar benim tarafımdan emniyet ve güven içinde tutulacak. Hiçbir şekilde benden, adamlarımdan ve hizmetçilerimden onun nefsine, canına, malına hiçbir zarar gelmeyecek. Sözümüze Allah vekildir.” diyerek Kur’ân-ı Kerîm’e el bastı. 959 I. Keykubâd’ın yemin edip İslâm’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e el basması, aslında onun dinî anlayışına ve bu anlayışın siyasî yansımalarına en güzel örneklerden biridir. O, beyine verdiği emânın meşrûiyetini Kur’ân-ı Kerîm, dolayısıyla da Müslüman oluşu ve imânı üzerinden sağlıyordu. Bu siyasî olay, aynı zamanda dinin siyasete dâhil olduğu alanlardan birine de örneklik teşkil etmektedir. I. Keykubâd hapsolduğu kaleden çıkıp Sivas’a varınca, orada biat alma960 töreni gerçekleşti. Kadı, imamlar, büyük küçük itibarlı kimseler sultanın dergâhına giderek el öptüler.961 Emîr Seyfeddîn Ay-aba, yeni sultanın “ilahi kudretin yardımıyla” tahta geçtiğini vurgulayarak onu, dergâhta hâzır bulunanlara takdîm etti. 962 Daha sonra da sultanın huzuruna gelenler hep birlikte camiye gidip kadının telkiniyle I. Keykubâd’a bağlılık yemini ettiler.963 Böylelikle biatin dinî yönü de sembolik olarak tamamlanmış oldu. 2. 2. 6. 2. 3. I. Keykubâd ve Ömer es-Sühreverdî I. Keykubâd başkent Konya’da tahta çıkınca, Abbâsî halifesi devrin önemli ilim adamı ve mutasavvıfı Ebu Abdullah Ömer b. Muhammed es-Sühreverdî’yle ona menşûr gönderdi.964 İbn Bîbî’nin eserinde, bu menşûrun gönderilme sebebi olarak I. Keykubâd’ın, yönetim işlerini halkın rızasına uygun olarak yürütmesi, farz ve 958 İbn Bîbî, a.g.e., s. 230; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 57; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., 19. 959 İbn Bîbî, a.g.e., s. 230; Karş. Uyumaz, a.g.e., 20. 960 Arapça aslı bey’ât olan, Türkçe’de biat şeklinde kullanılan kelime, yöneticilik tevdî etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek anlamlarına gelir. Ayr. bilgi için bkz. Cengiz Kallek, “Biat”, DİA, VI, 120- 124. 961 İbn Bîbî, a.g.e., s. 233; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., 20. 962 İbn Bîbî, a.g.e., s. 233. 963 İbn Bîbî, a.g.e., s. 233; Karş. Turan, Türkiye, s. 349; Uyumaz, a.g.e., 20. 964 İbn Bîbî, a.g.e., s. 253-258; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Turan, Türkiye, s. 351, 352; SevimMerçil, a.g.e., s. 567; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Kara, a.g.e., s. 506; Ersan, “Türkiye”, X, 222-223; Uyumaz, a.g.e., 79; Sümer, a.g.m., s. 358. Es-Sühreverdî’yle ilgili Eflâkî’de geçen bir menkıbe için bkz. Eflâkî, a.g.e., s. 94; Karş. Uyumaz, a.g.e., 79-80. Her ne kadar kronolojik hata yapsa da Eflâkî de bu ziyareti doğrulamaktadır. 202 sünnete uyarak ülke işlerini düzene koyması, din alanında buyrulduğu gibi hareket etmesi, halka âdil ve iyi davranması gösterilir. 965 Sühreverdî, Konya’ya yaklaşınca kadılardan, imamlardan, şeyhlerden, mutasavvıflardan, âyandan, ihvândan bir grup sultanın emriyle onu karşılamaya çıktı. I. Keykubâd da onların peşi sıra yola düştü. Sultan, Sühreverdî’yle bir araya gelince daha önce de bahsettiğimiz rüyasını hatırladı ve rüyada gördüğü kişinin Sühreverdî olduğunu anladı. Birbirlerine sarıldıktan sonra Sühreverdî, sultana rüyadan bahsetti ve sultanın rüyayı gördüğü günden beri hep onu düşündüğünü söyledi. 966 Bunun üzerine sultan, büyük bir saygı ve tevazuyla şeyhin elini öptü. 967 Sultanın, Sühreverdî’ye gösterdiği saygı onun dinî anlayışına dair işaretler sunmaktadır. Evvelâ o, önemli şahsiyetlerin himmetine inanmaktadır.968 Hatta sultanın şeyhe intisap969 edip saltanatı bırakmaya dahî yeltendiği söylenir. 970 Buna karşı Sühreverdî, herkesin bir sorumluluğu olduğundan hareketle sultanı, adâleti yaymaya, dini yüceltmeye, güzel olanları seçip hayır ve sevap işlemeye teşvik etti.971 Ertesi gün şeyh, sultanın huzuruna çıktı. I. Keykubâd, halîfenin gönderdiği hil’âti giydi, imâmeyi başına koydu. Âdet olduğu üzere halîfeden getirilen kırbaçla bazılarına göre 40 bazılarına göreyse 4 kez sultana vuruldu. 972 Bunların ardından çeşitli etkinlikler icrâ edildi. Düzenlenen programların neticesinde I. Keykubâd’ın, 965 İbn Bîbî, a.g.e., s. 253. 966 İbn Bîbî, a.g.e., s. 254; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Turan, Türkiye, s. 351; Uyumaz, a.g.e., 80. 967 İbn Bîbî, a.g.e., s. 254; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Turan, Türkiye, s. 351; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Uyumaz, a.g.e., 80. 968 I. Keykubâd’ın gördüğü rüyada Şeyh Sühreverdî “Bu sana olan himmetimizdir” demişti. Bkz. II. Bölüm, s. 199. Keykubâd’ın Sühreverdî ile karşılaşması sonrası rüyayı hatırlaması ve ona hürmet göstermesi bu inancına delildir. Ayrıca bu konuda 951. dipnota bakınız. 969 İntisap, bir kimsenin bir şeyhe bağlanıp ona itaat etmesidir. Bkz. Osman Türer, “Biat”, DİA, VI, 124-125. 970 İbn Bîbî, a.g.e., s. 255; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Uyumaz, a.g.e., 80. Benzeri bir olay Evhadeddîn-i Kirmânî için de geçmektedir. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 274. 971 İbn Bîbî, a.g.e., s. 256; Müneccimbaşı, a.g.e.,, s. 58; Karş. Uyumaz, a.g.e., 80. 972 İbn Bîbî, a.g.e., s. 256; Karş. Turan, Türkiye, s. 352; Uyumaz, a.g.e., 80. I. Keykubâd, gönderilenler arasında bulunan katırın tırnağını öptü. İbn Bîbî, a.g.e., s. 256; Karş. Kara, a.g.e., s. 490; Uyumaz, a.g.e., 80. İbn Bîbî’ye göre I. Keykubâd, halîfe adına İbnü’l-Cevzî’nin geldiği seferde, gönderilen atın rikâbını öptü. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 280. Uyumaz, sultanın üzenginin kayışını öptüğünü söylemektedir. Bkz. Uyumaz, a.g.e., 80. 203 Celâleddîn Karatay’ın, diğer emir ve ileri gelenlerin şeyhe intisap ettiği rivayet edilir. 973 İbn Bîbî’nin eserinde, bu konuda bilgi verilmesi dikkat çekicidir. Çünkü aynı eserde, Mevlânâ ve babası ya da diğer mutasavvıflar hakkında Sühreverdî ile ilgili verilen ayrıntılara benzer bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte gerek Mevlevî gerekse diğer mutasavvıflara ait kaynakların hemen hepsinde I. Keykubâd ile yakınlarının, kendi tarikatlarına intisap ettiği anlatılmaktadır. İbn Bîbî’nin eserinde diğer mutasavvıfların bir kenara bırakılarak sadece Sühreverdî hakkında bilgi verilmesi, her ne kadar I. Keykubâd’ın diğer mutasavvıflarla olan ilişkilerini kesin sûrette boşa çıkarmasa da Sühreverdî’ye olan intisap olayını kanaatimizce kuvvetlendirmektedir. Şeyhü’ş-şüyuh unvanıyla, Halîfe Nâsır-Lidînillâh döneminde fütüvvet teşkilâtının organizesine öncülük eden Sühreverdî974, Anadolu’ya da bu unvan ve maksatla geldi. Bu yolculuğu sırasında şeyh, Malatya’da Necmeddîn-i Dâye ve Konya’da Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled ile tanıştı. 975 Ayrıca Sühreverdî, çağdaşlarından Evhâdeddîn-i Kirmânî ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ile de görüştü. 976 O, Evhâdeddîn-i Kirmânî’yi, Ahmed el-Gazzâlî ve Aynülkudât el-Hemedânî’nin fikirlerini benimsediği için bid‘atçı sayardı. 977 Bu bilgi bizim için önemlidir. Zira her 973 İbn Bîbî, a.g.e., s. 256; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 58; Karş. Turan, Türkiye, s. 352; Uyumaz, a.g.e., 80. 974 Şehâbeddîn lakapıyla bilinen, Ebu Abdullah Ömer b. Muhammed es-Sühreverdî eğitimli bir ailede yetişti. Şeyh Ziyâeddîn Ebu’n Necîb Abdülkâhir b. Abdullah b. Muhammed es-Sühreverdî onun amcasıydı. Bkz. Muhammed b. Ali b. Es-Serrâc, Tuffâhu’l-Ervah ve Miftâhu’l-İrbâh, (haz. Nejdet Gürkan, Mehmet Necmettin Bardakçı, Mehmet Saffet Sarıkaya), Ruhların Meyvesi ve Kazancın Anahtarı, Kitapyayınevi, İstanbul 2015, s. 201; Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns, (haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), Evliya Menkıbeleri, Pinhan Yay., İstanbul 2011, s. 618; Hasan Kâmil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Târikatlar, Ensar Yay., İstanbul 2016, s. 246. Ebu’n Necîb es-Sühreverdî hakkında detaylı bilgi için bkz. Reşat Öngören, “Sühreverdî, Ebü’n-Necîb”, DİA, XXXVIII, 35-36; Ayr. kaynakça için bkz. Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 68, 17. dipnot. Ebu’n Necîb de meşâyıhın seçkinlerinden, sûfîlerin büyüklerinden, tarikatın önde gelenlerinden biriydi. Bkz. İbnü’s-Serraâc, Tuffâhu’l-Ervah, s. 201. Şehâbeddîn Sühreverdî’nin onun sohbetlerinde yetiştiği söylenir. Bkz. İbnü’s-Serraâc, Tuffâhu’l-Ervah, s. 201; Câmî, a.g.e., s. 618; Yılmaz, a.g.e., s. 246; Hasan Kâmil Yılmaz, “Sühreverdî, Şehâbeddin”, DİA, XXXVIII, 40. Ayrıca o, dönemin ünlü muhaddis ve müfessirlerinden ders almış, Abdülkadir Geylânî gibi önemli mutasavvıflara talebelik yapmıştır. Bkz. Câmî, a.g.e., s. 618; Yılmaz, a.g.e., s. 246; Yılmaz, a.g.m., s. 40. 975 Turan, Türkiye, s. 352; Cahen, a.g.e., s. 226; Yılmaz, a.g.m., s. 41. 976 Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 185-187; Yılmaz, a.g.e., s. 246; Ürkmez, a.g.e., s. 85; Yılmaz, a.g.m., s. 41. 977 Yılmaz, a.g.m., s. 41. 204 iki isim de yani Sühreverdî ve Kirmânî, Anadolu’da irşâd faaliyetlerinde bulunmuş, sultanlarla irtibat halinde olmuşlardı. Burada, I. Alâeddîn Keykubâd’ın birbirinden farklı görüşteki ilim adamı ve mutasavvıflara ayrımcılık yapmadan davrandığı ortaya çıkmaktadır. İlim ve irşâd faaliyetini birlikte yürüten, eserleriyle muhafazakâr Sünnî tasavvuf anlayışının temellendirilmesine önemli katkılar sunan Sühreverdî’nin en önemli eseri Avârifü’l-ma’ârif’tir. 978 Tarikatların kuruluş döneminde yazılan ilk eserlerden biridir. Ayrıca Reşfü’n-neṣâʾiḥi’l-îmâniyye ve keşfü’l-feżâʾiḥi’lYûnâniyye adlı eserinde Sühreverdî, her ne kadar Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife’si kadar güçlü olmasa da ona benzer bir şekilde filozofları tenkit eder.979 Onun felsefeye karşı bir tavra sahip olduğunun bilinmesi konumuz açısından önemlidir. Zirâ Sühreverdîlik980 tarikînin de kurucusu olan Ömer es-Sühreverdî, Anadolu’yu, I. Keykubâd’ı ve beyleri etkilemiş biridir. 981 Bu sebeple I. Keykubâd ve yakınları, Sühreverdî ile kurdukları ilişkiden hareketle dinî anlayış itibariyle onun çizgisine yakın olarak düşünülebilirler. Nitekim I. Keykubâd, kendisinden önceki sultanların felsefeye olan ilgilerine nazaran daha çok tasavvufî-mânevî kitaplara meyillidir. Gazzâlî’nin Kimyâ-yı Sa’âdet adlı kitabını okuması buna en büyük delillerdendir.982 Konumuz açısından Sühreverdî ile ilgili bahsedilmesi gereken diğer mesele fütüvvet teşkilâtı ve ahîlik kurumudur. Bu kurumun yapısı ve toplumdaki konumu göz önünde bulundurulduğunda, sultanın ülkeyi Müslüman bir toplum olarak inşâ etmek istediği açık şekilde anlaşılmaktadır. 983 İbn Battûta’nın eserinde anlattığı bilgiler de bu kurumun Anadolu’da, istenilen amaca hizmet eder şekilde 978 Câmî, a.g.e., s. 618; Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Ataç Yay., İstanbul 2015, s. 179, 180; Yılmaz, a.g.e., s. 246; Yılmaz, a.g.m., s. 41; ayr. bkz. Süleyman Uludağ, “Avârifü’lMa’ârif”, DİA, IV, 109-110; Şihabüddin Sühreverdi, Avârifü’l-Me’ârif, (çev. Doç. Dr. Dilaver Selvi), Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yay., İstanbul 2004. 979 Türer, a.g.e., s. 180; Yılmaz, a.g.m., s. 42. 980 Sühreverdîlik hakkında bkz. Türer, a.g.e., s. 179-180; Yılmaz, a.g.e., s. 245-247; Reşat Öngören, “Sühreverdiyye”, DİA, XXXVIII, 42-45. 981 Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 257; Ocak, Selçuklular, s. 138. Bu tarikatın Anadolu’daki müritlerinden biri Fahreddîn Irakî olup, Mevlânâ döneminde yaşamıştır. Bkz. Yılmaz, a.g.e., s. 247; Öngören, “Sühreverdiyye”, s. 44. 982 Bu konuya aşağıda detaylarıyla temas edeceğiz. 983 Cahen, a.g.e., s. 158, 163; Koca, I. Keykâvus, s. 64-65. 205 filizlendiğini ortaya koymaktadır.984 Sühreverdî, sultanın yanından ayrılıp Bağdat’a doğru giderken yolda Necmeddîn Dâye Er-Râzî’yi gördü ve ona güvenli olan Anadolu’ya yerleşmesini ve I. Keykubâd’a din ve devlet yolunda hizmet etmesini tavsiye etti.985 Sühreverdî’ye göre I. Keykubâd, dine hizmet eden Allah’ın sadık bir kulu; ilim, riyâzat ve cihad ehli; âlim ve mutasavvıfları seven ve dahî onları gözetip, kollayan pîr sıfatlı bir sultandı.986 Sühreverdî son olarak Necmeddîn Dâye’ye, böyle bir sultandan tamamen uzak durmamak gerektiğini söyledi.987 Bu sözler ve Sühreverdî’nin referans olması üzerine Necmeddîn Dâye, I. Keykubâd’ın huzuruna çıkarak ona Mirsâdu’l-İbâd adlı eserini sundu. Sûfîlerin, sultanlar ile ilişkilerine dikkat ettikleri ve onlara fazla yanaşmak istemedikleri bilinmektedir. Bu yüzden Ömer es-Sühreverdî’nin, I. Alâeddîn Keykubâd hakkındaki ifadeleri oldukça önemlidir. Bu sözler, Sühreverdî nezdinde I. Keykubâd’ın diğer sultanlardan daha ayrı tutulduğunu göstermektedir. 2. 2. 6. 2. 4. Halîfe ile İlişkiler Alâiye seferine çıkmadan önce henüz Kayseri’de bulunuyorken I. Keykûbâd’a, hilâfet makamından bir elçi daha geldi. Moğolların Orta Asya’yı kasıp kavurarak Suriye bölgesine yönelmesiyle halîfe, Bağdat’ın olası işgal tehlikesine karşı kendisine tâbi sultanlardan yardım istedi.988 Bu sultanlardan biri de I. Alâeddîn Keykubâd’dı. Muhyiddîn İbnü’l-Cevzî989 halîfe tarafından bu işle görevlendirilerek Anadolu’ya gönderildi. İbnü’l-Cevzî Konya’ya varınca Sühreverdî gibi o da hürmet ve saygıyla karşılandı. 984 Bkz. Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, er-Rıhle, (çev. A. Sait Aykut), YKY Yay., İstanbul 2017, s. 271-296. 985 Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (çev. Halil Baltacı), İFAV Yay., İstanbul 2013, s. 54-55; Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (çev. Hakkı Uygur), İlkharf Yay., İstanbul 2013, s. 58-59; Karş. Turan, Türkiye, s. 412; a. mlf., Cihân, s. 226; Cahen, a.g.e., s. 226; Uyumaz, a.g.e., 96; Ürkmez, a.g.e., s. 85. 986 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 54-55; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 58- 59; Karş. Turan, Türkiye, s. 412; a. mlf., Cihân, s. 226; Ürkmez, a.g.e., s. 85. 987 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 54-55; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 58- 59; Karş. Turan, Türkiye, s. 412; a. mlf., Cihân, s. 226; Ürkmez, a.g.e., s. 85. 988 İbn Bîbî, a.g.e., s. 278; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 60; Karş. Turan, Türkiye, s. 355; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 567; Uyumaz, a.g.e., s. 81. 989 İbnü’l-Cevzî hakkında bkz. Kallek, “İbnü’l-Cevzî”, s. 542-543. 206 İbnü’l-Cevzî, I. Keykubâd’a “İslâm padişahı” hitâbını kullandı ve halîfenin asker talebini aktardı.990 Sultan bu talebi kabul etti ancak daha sonra beyleriyle istişâre ederken konuyla ilgili şu sözleri sarfetti: “Bundan önce bizim Mü’minlerin Emîri’nin engin dirayetine, derin önsezisine, olgun ve kifayetli düşüncesine ve sağlam görüşlerine büyük bir inancımız vardı.” 991 Bu sözlerden anlaşılmaktadır ki sultan, Moğollara karşı güdülecek siyasette halîfenin fikirlerine katılmamaktaydı. Halîfenin fikirleri, sultanı hayal kırıklığına uğratmış gözüküyor. Bununla birlikte aynı sözler, halifenin Keykubâd üzerindeki siyasî ve dinî etkisini anlamak adına da önemlidir. I. Keykubâd elçiye, Moğollara karşı savaşmak yerine İslâm beldeleri adına onlara itaat bildirmesi gerektiğini düşündüğünü ama yine de halifenin istediği askeri kendisine göndereceğini ifade etti.992 Keykubâd, halifenin kendisinden istediği 2 bin asker yerine tam teçhizatlı 5 bin askeri 1 yıllık erzaklarıyla birlikte Bağdat’a gönderdi.993 Sultanın Moğollar karşısındaki siyasî tavrı dikkat çekicidir. O, aynı sözleri Celâleddîn Hârezm-şâh’a da söylemiştir.994 2. 2. 6. 2. 5. Sultanın Duaları ve Rüyası I. Alâeddîn Keykubâd, saltanat tahtına oturup işleri yoluna koyduktan sonra fetihlere başladı. Onun ilk hamlesi Alâiye üzerine oldu. I. Keyubâd, Alâiye üzerine sefere çıkmadan önce beyleriyle istişâre toplantısı yaptı. Detayları İbn Bîbî’nin eserinde aktarılan bu toplantıda I. Keykubâd, sözlerine şöyle başladı: “Yüce Allah, varlıkların özü, yaratıkların seçkini, mübarek varlığı feleklerin yaratılmasına sebep olan levlake tahtının sahibi Peygamber’e hazarda yapılacak işler hakkında ‘Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız’ buyurmuştur. Şimdi bizim de eğlence rahatlığından kurtulup savaş sazını elimize almamız ve saltanat kanunlarını uygulamamız gerekir.” 995 990 İbn Bîbî, a.g.e., s. 281; Karş. Turan, Türkiye, s. 355; Uyumaz, a.g.e., 81. 991 İbn Bîbî, a.g.e., s. 281; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 82. 992 İbn Bîbî, a.g.e., s. 281, 282; Karş. Turan, Türkiye, s. 355-356; Uyumaz, a.g.e., s. 82. 993 İbn Bîbî, a.g.e., s. 282; Karş. Turan, Türkiye, s. 356; Uyumaz, a.g.e., s. 82. 994 Aşağıda bu konuya temas edeceğiz. 995 İbn Bîbî, a.g.e., s. 259; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 23. 207 Keykubâd’ın sefere çıkma gerekçesini Kur’ân-ı Kerîm âyetine dayandırması dikkat çekicidir. Bu durum onun dinî anlayışına ve bu anlayışın siyaset alanına olan yansımasına güzel bir örnektir. Selçuklu ordusu, Alâiye surlarının önüne varıp kuşatmaya başlayınca, beyler kaledeki savunmanın kuvvetinden yakındılar. I. Keykubâd onları teselli ederek “Kalenin tüm yolları kapalı olsa da yarın Allah’ın izniyle savaşa girelim de Müminlerin kalplerinin şifâsını ve dertlerinin devâsını elde edelim.” dedi.996 Kalenin kuşatması beklenenden uzun sürdü. İbn Bîbî’nin eserinde bu süre 2 ay olarak verilir.997 Sultan geceleri kalkıp nafile namaz kılıyor ve “büyük bir huşu ve yakarış içinde” Allah’tan kalenin fethini istiyordu. 998 O, bir gece bu ibadetlerden sonra bir rüya gördü ve sabah uyandığında rüyasını bir kağıda yazdı.999 Kağıda yazdığı sözler şunlardı: “Bu sarp kelenin başka bir örneği yoktur. Kimsenin orada savaş yapmaya gücü yoktur. Fakat cihanı Yaratan senin destekçindir. Böyle bir kaleyi almak da ancak senin işindir. Askerin göğe saldırsa, güneşin beynini dağıtır. Eğer deniz tarafından savaşa girersen, timsah korkudan karaya kaçar. Yine de böyle muazzam bir taht yeri ancak Tanrı’nın desteğiyle alınabilir.” 1000 Rüyalarla ilgili bilgilere oldukça şüpheyle bakmak gerekir çünkü bu tarz bilgiler, çoğu zaman tarihî şahsiyetleri ve hadiseleri yüceltmek için sonradan yakıştırılmış anlatılar olabiliyor. I. Keykubâd’ın Sühreverdî’yle ilgili gördüğü rüya bağlamında da bu husus hakkında yorum yapmıştık. Buradaki rüyayla ilgili bilgide ise sultanın, uyanır uyunmaz gördüğü rüyayı bir kağıda yazdığı ifade edilmektedir. Buna göre İbn Bîbî, bahsi geçen kağıttan istifade bu bilgiye ulaşmış görünmektedir. Neticede Alâiye alınır ve I. Keykubâd beylerine “Yüce Allah’a bizim yıldızımızı yükseltmesinin bu önemli fetihle yeni bir hayat vermesinin şükranesi olarak O’nun 996 İbn Bîbî, a.g.e., s. 265; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 59. 997 İbn Bîbî, a.g.e., s. 266. 998 İbn Bîbî, a.g.e., s. 266; Karş. Turan, Türkiye, s. 357. 999 İbn Bîbî, a.g.e., s. 266; Karş. Turan, Türkiye, s. 357. 1000 İbn Bîbî, a.g.e., s. 266; Karş. Turan, Türkiye, s. 357. 208 her zaman büyüklükle anılması için şehre kale yapılsın.” diye emreder.1001 Ayrıca sultan, şehirde câmi ve medrese yapılmasını da emretti.1002 Alâiye fethi bağlamında karşımıza çıkan bu sözler, I. Keykubâd’ın siyasetinde dinî göz ardı etmediğini, hatta dinî bir motivasyonla hareket ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca Allah’ı kendi destekçisi olarak görmesi, I. bölümde sultan kavramı hakkında anlattığımız anlayışın, Keykubâd içinde söz konusu olduğuna işaret etmektedir. 2. 2. 6. 2. 6. İdam Fermanları I. Keykubâd tahta çıktıktan sonra Çaşnigir Emîr Seyfeddîn Ay-aba, Emîr-i Ahur Zeyneddîn Başara, Emîr-i Meclis Mübârizeddîn Behram-şâh ve Bahâeddîn Kutluğca devletteki nüfûzlarını artırmış, zaman zaman da sultanla zıtlaşmaktaydılar. 1003 I. Keykubâd bu durumun farkındaydı ancak henüz devletin dizginlerini tam olarak eline alamadığı ve sebepsiz yere bu beylerin üzerine gitmenin tehlikeli olduğunu bildiği için onlara karşı doğrudan bir harekette bulunamıyordu. Beyler de sultana aynı şekilde davranıyor ama öte yandan da onu tahttan indirmek için plân kuruyorlardı. Anonim Selçuknâme’de Konya, Sivas gibi şehirlere yapılan surların masraflarının büyük bir kısmının bu beylere yüklenmesi taraflar arasında iplerin koptuğu nokta olarak gösterilir.1004 İbn Bîbî’nin eserinde de aynı tez işlenmektedir.1005 Ayrıca, beylerin ortadan kaldırılmasından sonraki durumla ilgili Anonim Selçuknâme’de geçen “Rum’da emniyet ve refah sağlandı. Fakirlere zulmeden ve zahmet çektiren hiç kimse kalmadı.” ifadeleri de olayın boyutlarının 1001 İbn Bîbî, a.g.e., s. 271; Karş. Turan, Türkiye, s. 358; Uyumaz, a.g.e., s. 24. 1002 Anonim Selçuknâme, s. 41; Ebû’l-Fidâ, a.g.e., s. 302-303; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 59, 60; Karş. Turan, Türkiye, s. 358-360; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 568; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Kara, a.g.e., s. 454; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 24, 99; Sümer, a.g.m., s. 358. 1003 İbn Bîbî, a.g.e., s. 286, 287; Karş. Turan, Türkiye, s. 360-361; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 25. 1004 Anonim Selçuknâme, s. 41; Karş. Turan, Türkiye, s. 361; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 26. 1005 İbn Bîbî, a.g.e., s. 276. 209 daha iyi anlaşılması bakımından dikkat çekicidir.1006 Eflâkî’nin eserinde aktarıldığına göre I. Keykubâd, Konya surları tamamlandığında Şeyh Bahâeddîn ile surları gezdi.1007 Şeyh sultana, yaptırdığı bu kalenin düşmana ve felaketlere karşı onu koruyacağını ancak mazlumların duâlarına karşı koruyamacağını söyleyerek sultandan asıl olarak adâlet ve ihsan kaleleri yapmasını, hayırlı duâları da askerleri olarak bilmesini, böylece hem kendisinin hem de halkın kurtuluşa ereceğini söyledi.1008 Yine aynı eserde, bu sözler üzerine sultanın ölünceye kadar bu uğurda mücadele edip, adâlette ve iyilikte bulunmaktan ayrılmadığı kaydedilmektedir. 1009 Eflâkî’nin bu yorumları oldukça önemlidir. Zirâ bahsi geçen eserde yeri geldikçe sultanlara ve beylere sert eleştiriler yapılmaktadır. Bu sebeple Eflâkî’nin I. Keykubâd hakkındaki ifadelerinin güvenilirliği artmaktadır. Beyler, durumun git gide dayanılmaz bir hâl almasıyla sultana karşı birleşmeyi tercih ettiler. 1010 Bir gün beyler, I. Keykubâd’a karşı kurdukları komployu kendi aralarında konuşurken bu meclisten bir gulâm, sarhoş bir hâlde Hokkabaz oğlu Seyfeddîn’in yanına gitti ve konuşulanları ona anlattı. 1011 Hokkabaz oğlu hemen I. Keykubâd’ı haberdâr ederek dikkatli olması gerektiğini söyledi. 1012 Ertesi gün Emîr Seyfeddîn Ay-aba, I. Keykubâd’ı kendi evinde ziyafete davet etti ancak sultan mazeret bildirerek davete icâbet etmedi.1013 Sultan bu meclise gitseydi muhtemelen önce canından sonra tahtından olacaktı. I. Keykubâd her fırsatı değerlendirerek yavaş yavaş emîrlerin gücünü kırdı ve kendi otoritesini güçlendirdikten sonra bir meclis düzenleyerek tüm beyleri bu meclise davet etti. Beyler eğlenceye dalmışken Emîr Komnenos ve Emîr 1006 Anonim Selçuknâme, s. 41. 1007 Eflâkî, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 414. I. Keykubâd bu surların üzerine Kur’ân-ı Kerîm âyetleri ve Peygamber (sav)’in Hadîs-i Şerîflerini yazdırmıştı. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 277; Karş. Turan, Türkiye, s. 354. 1008 Eflâkî, a.g.e., s. 100; Cenâbî, a.g.e., s. 21; Karş. Turan, Türkiye, s. 414. 1009 Eflâkî, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 414. 1010 İbn Bîbî, a.g.e., s. 286-288; Anonim Selçuknâme, s. 41; Karş. Turan, Türkiye, s. 360-361; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., s. 27. 1011 İbn Bîbî, a.g.e., s. 287; Karş. Anonim Selçuknâme, s. 41; Turan, Türkiye, s. 361; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 165-166; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., 27. 1012 İbn Bîbî, a.g.e., s. 287; Karş. Turan, Türkiye, s. 361; Uyumaz, a.g.e., 27. 1013 İbn Bîbî, a.g.e., s. 287; Karş. Turan, Türkiye, s. 361; Uyumaz, a.g.e., 27. 210 Mübârizeddîn Îsâ adamlarıyla birlikte meclisin etrafını sardı.1014 Onlar, gece yarısı olup da beyler dışarı çıkmaya başlayınca her birini tek tek yakaladı ve ayrı ayrı odalara hapsetti.1015 Plânın başarılı bir şekilde uygulandığı I. Keykubâd’a haber verildikten sonra, beylerin köleleri de tutuklandı ve evlerine girilerek bütün mal ve servetleri kayda alındı. 1016 Evler mühürlendi. Tüm mal ve mülkleri müsâdere edildi. I. Keykubâd, en çok Seyfeddîn Ay-aba’ya kin duyuyordu. Kayseri Vâlisi Mecdeddîn İsmail’i onun yanına gönderdi ve yaptıklarının sebebini sormasını istedi. Seyfeddîn Ay-aba, I. Keykubâd’a gurbeti hatırlatıp onlar için yaptığı fedakarlık ve verdiği emeklerden bahsetti. Bu sebeple kıdem bakımından yüksek olduğunu ifade etti ve sultanın kendisine verdiği ahidnâmeyi hatırlatarak, onun sözüne güvendiğini söyledi.1017 I. Keykubâd bu sözlere daha çok sinirlendi.1018 Cellatlara emir vererek onu kale burcunda astırdı.1019 Böylelikle sultan, tahta çıkmadan önce Seyfeddîn Ayaba’nın canını almayacağına dair Kur’ân-ı Kerîm üzerine ettiği yemini de çiğnemiş oldu. Burada şunu da söylemek gerekir ki I. Keykubâd insaflı ve imanlı biriydi. Nitekim Selçuklu halkı da böyle düşünmekteydi.1020 Ayrıca Hârezm-şâh Beyi Kayır Han’a göre de I. Keykubâd büyüklük gösteren, beylerine iyi davranıp, gariplerin gönlünü hoş tutan bir sultandı.1021 Emîrlerin onu tahttan indirme plânları olmasaydı, sultanın, onların canına kastetmeyeceğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Bilindiği gibi sultanlar için saltanat kırmızı çizgidir ve saltanatlarına karşı olası bir hareketi asla affetmezler. Bu hususta dinî kâideleri dahî bir kenara bıraktıklarını daha önceki sultanlarda ve hatta Türkiye Selçuklu haricindeki diğer sultanlarda görmek mümkündür. 1014 İbn Bîbî, a.g.e., s. 288; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., 28. 1015 İbn Bîbî, a.g.e., s. 289; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., 28. 1016 İbn Bîbî, a.g.e., s. 290; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 60-61; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., 28. 1017 Ayr. bilgi için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 290; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., 28-29. 1018 İbn Bîbî, a.g.e., s. 290; Karş. Uyumaz, a.g.e., 29. 1019 İbn Bîbî, a.g.e., s. 290; Karş. Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., 29. 1020 İbn Bîbî, a.g.e., s. 165. 1021 İbn Bîbî, a.g.e., s. 452. 211 I. Keykubâd, diğer Emîr Zeyneddîn Başara’yı ise bir odaya kapatarak ölüme mahkûm etti.1022 Diğer emîrleri de hapse gönderdi. Sultan bu kadarla da kalmayıp olup-bitenler üzerine aralarında konuşan Kemâleddîn Kâmyâr, Tercüman Zahîreddîn Mansûr ve Şemseddîn Horasanî’yi de sürgüne gönderdi. 1023 Kemâleddîn Kâmyâr bu sebeple tüm mal varlığını ve itibarını kaybetti. Emîr Kâmyâr sürgün hayatından geri döndüğünde bir gün Keykubâd’ın av seferine katıldı ancak bu seferde atı öldü ve yaya olarak evine döndü.1024 I. Keykubâd, seferden geri dönerken bu atı gördü ve onun kime ait olduğunu sorunca yanında bulunan Şeş Telâk-i Ahlatî’nin oğlu Nûreddîn gülümseyerek şu sözleri sarfetti: “Alemlerin Rabbi istediğini aziz, istediğini rezil eder. Men ettiği kimseye bir şey vermez, verdiğini de hiç kimse men edemez, hikmetinin sırrından hayrette kaldım. Kemâleddîn Kâmyâr’ın bu dünyada bütün malı bu atıydı. O da bu duruma düştü.” 1025 Sultan bu sözler üzerine Kemâleddîn’i yanına çağırarak ona itibarını ve malını geri verdi.1026 I. Keykubâd’ın yanında bulunan beylerden birinin bu düşüncelere sahip olması dolaylı olarak sultanın da dinî anlayışına da işaret etmektedir. Hokkabaz oğlunun tavsiyeleri üzerine I. Keykubâd bahsi geçen emîrlerin adamlarının, köleleri ve askerlerinin de öldürülmesini emretti.1027 Ancak Emîr Komnenos’un telkinleri sonucunda sultan, bu kararından vazgeçti.1028 Beylerin öldürülmesi, ihanet etme girişimleri göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir ancak maiyetlerinin de öldürülmesinin istenmesi sultanın kinine yenik düştüğünü göstermektedir. Zirâ İslâm dinine göre hiç kimse, başka bir kimseden dolayı suçlu ilân edilemez. Burada sultanın siyâseten bir karar verdiğini görüyoruz. Bu sebeple hem beylerin idamı hem de onların maiyetine yönelik cezalar siyaseten katl hükümleriyle ilişkilidir.1029 1022 İbn Bîbî, a.g.e., s. 291; Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Uyumaz, a.g.e., 29. 1023 İbn Bîbî, a.g.e., s. 292; Karş. Karş. Turan, Türkiye, s. 362; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 166; Ersan, “Türkiye”, X, 223; Uyumaz, a.g.e., 29. 1024 İbn Bîbî, a.g.e., s. 293; Karş. Turan, Türkiye, s. 363; Uyumaz, a.g.e., 29. 1025 İbn Bîbî, a.g.e., s. 293; Karş. Turan, Türkiye, s. 363; Uyumaz, a.g.e., 30. 1026 İbn Bîbî, a.g.e., s. 293, 294; Karş. Turan, Türkiye, s. 363; Uyumaz, a.g.e., 30. 1027 İbn Bîbî, a.g.e., s. 294; Karş. Turan, Türkiye, s. 363; Uyumaz, a.g.e., 30. 1028 İbn Bîbî, a.g.e., s. 294; Karş. Turan, Türkiye, s. 363; Uyumaz, a.g.e., 30. 1029 Bu konu hakkında III. Bölüm’ün 2. başlığına bakınız. 212 2. 2. 6. 2. 7. Bizans’a Bakışı ve Adâlet Anlayışı I. Keykubâd devletin dizginlerini eline aldıktan sonra ilk olarak Ermeniler üzerine yürüdü. Sultanın halkla ilgili davaları dinlediği bir gün tâcirler, Ermenilerin ve Moğolların yağmalarından şikayet ettiler. I. Keykubâd tâcirlerin zararının hazineden karşılanmasını emretti.1030 Ancak sultan, Rumların yaptıklarına kızarak, “Rum’u ezmezsen ezer’ sözü, meşhûr bir sözdür. Biz o milletleri, merhametimizle ülkedeki bütün insanların faydalanıp pay aldığı saltanatımızın gölgesinde güvenli ve huzurlu olarak yaşattık ama onlar bunun kıymetini bilmiyorlar.” dedi ve devamında “Eğer biz onları cezalandırmak için orduyu üzerlerine gönderirsek ‘Bir anlık adâlet, altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır’ sünnetine uymuş oluruz.” sözlerini dile getirerek Peygamber’in Hadîsi’ne işaret etti.1031 Bu ifadeler I. Keykubâd’ın hem “kâfir” Bizans’a bakış açısını hem de dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını ortaya koymaktadır. Hârezm-şâhlara karşı kazanılan zaferin ardından Konya’ya dönen I. Keykubâd’a, Alâiye’den kötü bir haber geldi. Kale dizdârı isyana yeltenerek Kıbrıslı kumaş tüccarıyla bir olmuş kaleyi sultandan koparmaya çalışıyordu.1032 I. Keykubâd kimseye belli etmeden hızlıca Alâiye’ye gitti. İbn Bîbî bundan sonrasını eserinde şu şekilde anlatıyor: “Sultan, şehre varınca hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandı. Suçlamaların arkasında kıskançlık ve çekememezlik olabilir diye düşündü. Pişman olmamak için durumu araştırıp kesin olarak emin olmak istedi. Herkesi sorguya çekti ve dizdarın suçlarını ortaya çıkardı.” 1033 I. Keykubâd’ın bu olaydaki soğukkanlı tutumu önemlidir. Çünkü babası I. Keyhüsrev ve ağabeyi I. Keykâvus dönemlerinde de benzeri vakâlar yaşanmış ancak onlar ceza verme konusunda aceleci davranmışlardı. Sonradan da pişman olmuşlardı. 1030 İbn Bîbî, a.g.e., s. 319; Karş. Turan, Türkiye, s. 364; Uyumaz, a.g.e., s. 31. Bu olaylar üzerine Ermeniler üzerine sefere çıkıldı. Ermenileri kendisine tâbi kılan sultan, onlarla yaptığı anlaşmada payitahtları Sis’de Şeriat ilân etmelerini şart koşmuştu. Turan’a göre bu, camide ezan ve hutbe okunması anlamına gelmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 367-368. 1031 İbn Bîbî, a.g.e., s. 319; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 31. Sultanın bu ifadeleri oldukça önemlidir. Zirâ sultanın sahip olduğu bu anlayış, okuduğu eserlerde de işlenmektedir. Bu bilgi, sultanın okuduğu eserlerden etkilendiğini göstermektedir. 1032 İbn Bîbî, a.g.e., s. 409. 1033 İbn Bîbî, a.g.e., s. 409. 213 I. Keykubâd bu tutumuyla onlardan ayrılmakla birlikte adâlet hususundaki hassasiyetini göstermiş oldu. Sultan, dizdârın ihaneti ortaya çıkınca onu asmaları için cellatlara emir verdi.1034 Cellatlar dizdârı yerlerde sürükleyerek parça parça edip kale burcuna astılar.1035 Bu ceza I. Keykubâd’ın iradesiyle verilmiştir. Alâeddîn Keykubâd ölüm cezasını bu şekilde nasıl ağırlaştırabilmektedir? Bu konuda âlimler ne demektedirler?1036 2. 2. 6. 2. 8. I. Keykubâd ve Emîrleri Emîrlerin tavır ve tutumlarından hareketle, sultanların dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında daha önce yorumlarda bulunmuştuk.1037 Yine bu konuda önemli bir örnek, 1225 yılında Ermeniler üzerine giden Selçuklu ordusunun başında bulunan Emîr Mübarizeddîn ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Emîr, bu seferde elde ettiği başarılar sonucunda Ermeniler ile yaptığı anlaşma metninde önce Allah’a ve Peygamber (sav)’e, sonra da sultana yemin etti.1038 Bu durum I. Keykubâd’ın önemli beylerinden birinin dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını göstermekle kalmayıp aynı zamanda sultanın da dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına da işaret etmektedir. Bu bağlamda bir diğer örnek I. Keykubâd’ın Suğdak seferi için görevlendirdiği Hüsameddîn Çoban’ın duâsıdır. 1039 Emîr Çoban duâsında “adâletin ve dinin” sahibi olarak tanımladığı Allah’a meth û senâ ettikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’deki “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.” âyetini1040 okuyarak Allah’tan bu seferde kendilerini muzaffer kılmasını istemektedir.1041 1034 İbn Bîbî, a.g.e., s. 409. 1035 İbn Bîbî, a.g.e., s. 409. 1036 Bu soruların cevaplarını ve bahsi geçen kararların konumuzla ilgisi için III. Bölüm’ün ikinci başlığına bakınız. 1037 Bkz. II. Bölüm, s. 124-125. 1038 İbn Bîbî, a.g.e., s. 348, 349. 1039 İbn Bîbî, a.g.e., s. 329; Karş. Kesik, At Üstünde, s. 130. 1040 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 506. 1041 İbn Bîbî, a.g.e., s. 329; Karş. Kesik, At Üstünde, s. 130. 214 2. 2. 6. 2. 9. Fetih ve İslâm’ı Yayma Siyaseti Sefer neticesinde Suğdak halkı Selçuklu ordusuna mağlup oldu ve Hüsameddîn Çoban aracılığıyla I. Keykubâd’dan bağışlanma diledi. Hüsameddîn Çoban, bu talebi sultana bir mektupla iletti. I. Keykubâd mektuba cevaben, “Onların suçlarını affettim. Bizim gazabımızdan kurtulabilmeleri için çan ve kilise yerine, Peygamber Muhammed Mustafa’nın pak Şeriatı’nın mihrabını, minberini ve düzenini yerleştirsinler. Tüccardan aldıkları malları onlara iade etsinler.” ifadelerini iletti.1042 I. Keykubâd’ın Suğdak’ta Şeriat’ın gereklerinin yerine getirilmesi isteği açıkça anlaşılmaktadır. Bu istek, onun fetih anlayışının bir uzantısını göstermektedir. Daha önce de Keykubâd’ın siyasetinde dinin etkisine örnekler vermiştik. Ayrıca tüccarın mallarının iadesini istemesi de haklar hususunda hassas davrandığını aktaran kaynakların ifadelerini doğrulamaktadır. I. Keykubâd’ın emri üzerine Suğdak’ta “her renkten kıymeti kumaşlarla süslenmiş” bir minber yapıldı; Kur’ân’ı Kerîm altın tabağa kondu.1043 Müezzin yüksek bir yere çıkarak ezanı okudu. Hristiyan dinini temsil eden çan kırıldı. Yoğun bir çalışmayla büyük bir câmi yapıldı; kadı, hatip, müezzin ve görevliler tayin edildi.1044 2. 2. 6. 2. 10. Celâleddîn Hârezm-şâh ile Mektuplaşma Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ortaya çıkartabileceğimiz en önemli kaynaklardan biri de Hârezm-şâh Sultanı Celâleddîn ile gerçekleştirdikleri mektuplaşmalardır. Bu olayda her ne kadar ilk mektup Celâleddîn’den gelmişse de I. Keykubâd da Moğollara karşı güç birliği yapmak adına mektuplaşmaya devam etmiştir. İlk mektupta Hârezm-şâh sultanı, I. Keykubâd’a “Aramızda Allah’ın hamdı ve minnet ile cihad ve muharebe işlerinde yardımlaşma konusunda milliyet ve din 1042 İbn Bîbî, a.g.e., s. 342; Karş. Turan, Türkiye, s. 379; Uyumaz, a.g.e., s. 37. 1043 İbn Bîbî, a.g.e., s. 342; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 38. 1044 İbn Bîbî, a.g.e., s. 343; Karş. Turan, Türkiye, s. 379-380; Cahen, a.g.e., s. 78; Uyumaz, a.g.e., s. 38. 215 birliği vardır. O hâlde böyle bir milliyet yakınlığıyla birlik olmalı, menfaatlerin sağlanmasında ve zararların önlenmesinde düşünce ve iş birliği yapmalıyız.” diyerek müştereklere dikkat çekti. 1045 Sözlerinin devamında Celâleddîn, “Batı padişahları arasında sizin yüce makamınız fitne fücûra karşı sağlam bir settir.” ifadeleriyle I. Keykubâd’ın halkına sağladığı huzur ve refah ortamına işaret etti. 1046 Nitekim Hârezm-şâh elçileri de Anadolu’ya yaptıkları ziyaretten sonra ülkede dert, zulüm, karışıklık, cinayet, zorbalık gibi hâdiselerin bulunmadığını, dünyanın her yerinden gelerek Anadolu’ya sığınanların I. Keykubâd’ın adaleti sayesinde huzur bulduğunu ve onun zamanında sınırdan iki aylık yol mesafesinde bile halka herhangi bir zarar gelmediğini ifade etmiştir. 1047 Celâleddîn’in mektubunu, Mücîreddîn Tâhir b. Ömer el-Hârezmî1048 getirip, Kayseri’de I. Keykubâd’a takdîm etti.1049 I. Keykubâd, Celâleddîn’in bu önemli elçisini oldukça samimi karşıladı.1050 Onu ağırladıktan sonra kendisi de bir mektup yazarak Emîr Sipehsâlâr Salâhaddîn ile Sultan Celâleddîn’e gönderdi. I. Keykubâd mektubunda, Moğolları kâfir olarak tanımlayıp Celâleddîn’in onlara karşı kazandığı başarılarla övündüğünü yazdı.1051 Ayrıca o da iki devlet arasındaki milliyet yakınlığına vurgu yaptı. 1052 I. Keykubâd, mektubunun sonlarına doğru iki devletin birbirine yakınlaşmasını Allah’ın lütfu olarak gördüğünü ve bu 1045 İbn Bîbî, a.g.e., s. 370; Karş. Turan, Türkiye, s. 384; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 80, (farsça met.), s. 98-99; Ersan, “Türkiye”, X, 227; Uyumaz, a.g.e., s. 48. 1046 Bahsi geçen mektupla ilgili daha geniş bilgi için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 370-371, 373-374; Karş. Turan, Türkiye, s. 384; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 80-81, (farsça met.), s. 97-101; Uyumaz, a.g.e., s. 48. 1047 İbn Bîbî, a.g.e., s. 375. 1048 Ömer el-Hârezmî hem mektupta hem de İbn Bîbî’nin eserinde oldukça uzun bir şekilde övülmüştür. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 369, 371; Karş. a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 81, (farsça met.), s. 100-101. 1049 İbn Bîbî, a.g.e., s. 372; Karş. Turan, Türkiye, s. 385; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 100-101; Uyumaz, a.g.e., s. 48. 1050 İbn Bîbî, a.g.e., s. 372; Karş. Turan, Türkiye, s. 385; Ersan, “Türkiye”, X, 227; Uyumaz, a.g.e., s. 48. 1051 İbn Bîbî, a.g.e., s. 373; Karş. Turan, Türkiye, s. 385; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 81, (farsça met.), s. 103. 1052 İbn Bîbî, a.g.e., s. 373; Karş. Turan, Türkiye, s. 385; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 81-82, (farsça met.), s. 103; a. mlf., Cihân, s. 227. 216 lütfa karşı gelinemeyeceğini ifade etti.1053 Keykubâd’ın bu sözleri dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını ortaya koymaktadır. Bir müddet sonra Celâleddîn, I. Keykubâd’a bir mektup daha yolladı.1054 Buna mukabil I. Keykubâd da o sırada yaşanan gelişmeler üzerine, Celâleddîn’in gönderdiği mektubun içeriğinden daha farklı ve geniş olan cevap mektubu yazdırdı. I. Keykubâd mektubuna, Allah’a hamd ve Peygamber’e (sav.) salât ederek başladı ve Celâleddîn’i Konya’ya davet etti.1055 Bununla birlikte sultan, Müslümanların merkezi, âbid ve zâhitlerin kaynağı, imâmların, hâfızların yurdu ve İslâm’ın kubbesi olarak tanımladığı Ahlat’ın, Celâleddîn tarafından kuşatılması sebebiyle ona sitem etti.1056 Keykubâd, Celâleddîn’in davranışının Allah’ı razı etmeyecek bir fiil olduğunu, Müslümanlar ile değil müşriklerle savaşması gerektiğini, gayretini din ve devlet düşmanlarının ortadan kaldırılmasında harcamasını tavsiye etti. 1057 Ayrıca Keykubâd, dinin ve Müslümanların selâmeti için Moğollarla iyi geçinmek gerektiğini, onlara karşı alttan alma siyasetini güderek barış yolunda kalmaya çalışılmasını söyledi.1058 Sultan bu sözlerinin ardından kendisine Allah tarafından saltanat, güçlü ordular, beyler ve türlü nimetler verildiğini ifade ederek istişârenin öneminden bahsetti ve aklı kullanıp doğru yolu bulmak varken bunu yapmamanın Şeriat’ın münasip görmediği bir davranış olduğunu vurguladı.1059 I. Keykubâd’ın, Şeriat’ta yerilen bir davranışta bulunmamak için Celâleddîn’i uyarması onun siyasî kararlarda Şeriat’a karşı olan hassasiyetine işaret etmektedir. Sultanın Moğollara karşı izlenmesi gereken siyasetle ilgili fikirleri de son derece dikkat çekicidir. Ayrıca I. Keykubâd, sözlerinin başında, Allah’ın kendisine çeşitli nimetleri bahşettiğine dair 1053 İbn Bîbî, a.g.e., s. 373; Karş. Turan, Türkiye, s. 385; a. mlf., Resmî Vesikalar, (farsça met.), s. 103. 1054 İbn Bîbî, a.g.e., s. 374, 375, 376; Karş. Turan, Türkiye, s. 386; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 82- 83, 90-92, (farsça met.), s. 94-97; Uyumaz, a.g.e., s. 50. 1055 İbn Bîbî, a.g.e., s. 376; Karş. Turan, Resmî Vesikalar, s. 96. 1056 İbn Bîbî, a.g.e., s. 377; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 527; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 96; Uyumaz, a.g.e., s. 51. 1057 İbn Bîbî, a.g.e., s. 378; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 527; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 96; Uyumaz, a.g.e., s. 51. 1058 İbn Bîbî, a.g.e., s. 378; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 96-97; a. mlf., Cihân, s. 227; Uyumaz, a.g.e., s. 51. Turan, Türkiye, s. 389. 1059 İbn Bîbî, a.g.e., s. 378, 379; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 97; a. mlf., Cihân, s. 226; Kara, a.g.e., s. 449. 217 ifadelerin benzerini Kemâleddîn Kâmyâr’a verdiği menşûrda da kullanmaktadır.1060 Sultan, Allah’ın kendisine verdiği bu nimetleri saymaktaki amacının âzamet ve gurûrunu göstermek değil, Allah’a şükretmek olduğunu kaydeder.1061 I. Keykubâd’ın bu açıklaması, onun dinî anlayışının ne kadar hassas olduğunu ortaya koymaktadır. I. Keykubâd, Celâleddîn’e, bu tavsiyeleri dikkate almadığı taktirde şu âyet-i kerîmeye göre hareket edeceğini söyledi: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbiriyle savaşırsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarında adâletle hükmediniz, şüphesiz Allah âdil davrananı sever.” I. Keykubâd bu uğurdaki savaşı kaybetse dahî Allah’ın emîrlerine göre hareket edip kendisine verdiği emaneti yani halkı korumuş olması sebebiyle başarılı olacağını belirtti.1062 I. Keykubâd’ın bu sözleri, hem İslâm’a olan samimi bağlılığına hem de asıl başarıyı O’nun Şeriatı’na uygun davranmak olarak gördüğüne işaret etmektedir. Nitekim Celâleddîn Hârezm-şâh, I. Keykubâd’ın tavsiyelerine uymadı ve Selçuklulara karşı yürüttüğü harekete devam etti. Sultan I. Alâeddîn Keykubâd, beyleriyle yaptığı istişârede Celâleddîn’in bu davranışlarını kınayarak onun kendilerinden aldığı 700 esirin canına kıydığından bahsetti ve Celâleddîn’in kapısının önünün kanla dolduğunu, yüreğininse şeytanın elinde oyuncak olduğunu söyledi. İbn Bîbî’nin eserinde belirttiğine göre iştişârenin yapıldığı günün gecesi, Kadir Gecesi’ydi. Bu sebeple I. Keykubâd, zindanların kapılarının açılmasını ve ihtiyaç sahiplerine bağışlarda bulunulmasını emretti. Sultan bütün gece namaz kıldı, duâ etti ve üç gün boyunca oruç tuttu. Bu bilgileri aldığımız İbn Bîbî’nin eserinde “Şahlar şahı çok derin bir dindar olarak geceleri ikbal gibi ayakta geçirdi.” 1063 ifadeleri kullanılmaktadır. I. Keykubâd’ın tüm girişimlerine rağmen Celâleddîn Hârezm-şâh askerî hareketinden vazgeçmedi ve nihayetinde taraflar savaşa tutuştu. Savaşın sürdüğü 1060 Turan, Resmî Vesikalar, s. 72, (farsça met.), s. 89. 1061 Turan, Resmî Vesikalar, s. 72, (farsça met.), s. 89-90. 1062 İbn Bîbî, a.g.e., s. 379; Karş. Turan, Resmî Vesikalar, s. 97; Kara, a.g.e., s. 449. 1063 İbn Bîbî, a.g.e., s. 395. 218 günlerde Keykubâd, gecelerini yine ibadet ve yakarışla geçirdi. 1064 İbn Bîbî eserinde, sultanın bir gece şu şekilde duâ ettiğini aktarır: “Ey doğru dinin yardımcısı! Başarı ve padişahlık sana lâyıktır. Bu pâk canla vücudu sen süsledin. Yoksa bir avuç toprak neye yarar? Felek senin fermânına uyar. Senin fermânına uyana ne mutlu! Pâk olan, yardım eden ve yol gösteren sensin. Her iki dünyada da sığınağım sensin. Biliyorsun ki her işimde senden başkasından yardım istemem. Bu mührü ve tâcı senin sayende buldum. Daha önce ne hazinem ne kılıcım ne ordum vardı. Benim yalvarıp yakarışımı görüyorsun. Bana bağışladığın bu çetri koru. Bu savaş alanına başı dik olarak geldim. Bundan sonra senin yardımına ihtiyacım var.” 1065 I. Keykubâd bu duâyı muhtemelen mescid ya da toplu bir alanda yaptı. Çünkü İbn Bîbî’nin eserinde sultanın duâsından sonra müezzinin aynı duâyı tekrar ettiği kaydedilmektedir. 1066 12 Ağustos 1230 tarihinde savaş nihayete erip I. Keykubâd galip gelince, sultan namaz yerine gitti ve orada şu duâyı etti: “Ey doğrunun yardımcısı! Dünyayı ve dini yöneten sensin. Senin gücünden destek buldum. Dünyada iddiacının sonu geldi. Bana öyle dil ver ki sana övgü söyleyeyim. Çünkü övgü sana yaraşır. Senden beklediğim her şeyi yaptın. İsteklerim dergâhında kabul gördü. Şu anda insanlara şefaat edenin (Peygamber) ruhuna binlerce samimi selamımı ulaştır. Onun taraftarlarına, dostlarına, adamlarına ve geride bıraktığı ailesine ve ona tâbi olanlara da…” 1067 Ermeni tarihçi Genceli Kiragos, eserinde, I. Keykubâd’ın, firar eden düşmanı kendi dindaşları olduğu için fazla takip edip zarar vermediğini ifade eder. 1068 Aynı eserde I. Keykubâd’ın, iyilik bilen biri olduğu söylenir ve bu savaşta kendisine yardım eden Hristiyan askerlere karşı nankörlük etmeyip onların haklarını teslim ettiği belirtilir.1069 Bu sözler, I. Keykubâd’ın başta Allah’ın sonra da halkının ve askerlerinin hakkına karşı kendi milletinden olsun ya da olmasın oldukça hassas davrandığını göstermektedir. 1064 İbn Bîbî, a.g.e., s. 397. 1065 İbn Bîbî, a.g.e., s. 397. 1066 İbn Bîbî, a.g.e., s. 397. 1067 İbn Bîbî, a.g.e., s. 400. 1068 Genceli Kiragos, Moğol İstilâsı (1120-1265), (çev. Mahmut Kemal Bey, haz. Fuad Hacısalihoğlu – İlhan Aslan), POST Yay., İstanbul 2018, s. 30; Karş. Uyumaz, a.g.e., 61. 1069 Kiragos, a.g.e., s. 30. 219 Hârezm-şâhlar ile yapılan savaşın bitişi bayrama denk geldi. Ömerî’nin eserinde, bunun Ramazan bayramı olduğunu kaydedilir. 1070 I. Keykubâd, Melik Eşref ve diğer Şâm melikleri, bayram namazı için mescide giderek Peygamber’in sünnetini yerine getirdiler ve sonra da ihtiyaç sahiplerine bolca sadaka dağıttılar.1071 2. 2. 6. 2. 11. Yassıçimen Fetihnâmesi I. Keykubâd, Hârezm-şâhlara karşı elde ettiği zaferi hükümdarlara duyurmak için bir fetihnâme hazırlanmasını istedi. Sâhip Şemseddîn Isfahânî’nin kaleme aldığı fetihnâme sultana sunuldu. Sultan önce kendisi gözden geçirdi, daha sonra da beyleriyle istişâre etti ve bu metni onaylamadı. Fetihnâmedeki bazı ifadeler sert bulundu. Buna rağmen İbn Bîbî, bu fetihnâmeyi eserinde aktarmaktadır. Her ne kadar birkaç ifade sebebiyle onaylanmasa da fetihnâmedeki sözler, I. Keykubâd’ın dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını anlamak adına önemlidir. “Andolsun ki Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.” âyeti1072 ve Allah’a hamd ile başlanan fetihnâmede Sultan I. Alâeddin Keykubâd, dünyadaki seçkin kimselerin lideri, gerçek adâletin savunucusu, mücahid, muzaffer, İslâm’ın ve Müslümanların direği, kâfir, müşrik, Haricî ve mürtedlerin kahredicisi, gazi ve mücahidlerin yardımcısı, İslâm ordularının destekçisi, hilâfet makanının kudreti, imamların önde geleni gibi vasıflarla tanımlanmakta ve Rahmanî lütuflar sonucunda Celâleddîn’in ve beraberindekilerin mağlup olduğu duyurulmaktadır.1073 Fetihnâmenin devamında, Celâleddîn’i Alâeddin’e karşı kışkırtan Erzurum Meliki Cihan-şâh münafık olarak nitelenmekte ve Allah’ın izniyle münafıkların gücü kırılarak fitnenin ortadan kaldırıldığı ifade edilmektedir. Cihan-şâh için münafık tabirinin kullanılması ve Müslümanların arasında fitne çıkarttığının vurgulanması önemlidir. Zirâ böylece Keykubâd, hareketinin meşrûiyet zeminini dine dayandırmaktadır. 1070 Ömerî, a.g.e., s. 358; Karş. Turan, Türkiye, s. 393; Uyumaz, a.g.e., 62. 1071 İbn Bîbî, a.g.e., s. 401; Karş. Turan, Türkiye, s. 393; Uyumaz, a.g.e., 62. 1072 Kur’ân-ı Kerîm, 21/105 1073 İbn Bîbî, a.g.e., s. 405. 220 2. 2. 6. 2. 12. Hristiyanlarla İlişkiler I. Keykubâd zaferin ardından Konya’ya doğru yola çıktı. Sultan, Kapadokya’ya yaklaştığında Müslümanlar imâmlarıyla, Hııristiyanlar papazlarıyla ellerinde haçlar, çanlar olarak onu karşılamaya çıktı.1074 Kiragos bu sahneyi şu şekilde tasvir etmektedir: “Alâeddîn’i gören Müslümanlar Hristiyanları geriye iterek onların sultana ulaşmasını engellemek istedilerse de Hristiyanlar bir tepeye çıkarak kendilerini göstediler. Bunların Hristiyan olduğunu haber alınca Alâeddîn, ordugâhından kalkıp geldi ve aralarına karıştı; çanlarını çalmalarını ve yüksek sesle okumalarını emretti. Hatta şehre bunların arasında girdi. Onlara hediyeler, ihsanlar verdi.” 1075 Türkiye Selçuklu Sultanlarının Hristiyanlar ile iyi geçindiği bilinmektedir. Bu sebeple II. Kılıç Arslan Nûreddîn Zengî, I. İzzeddîn Keykâvus da İbnü’l-Arabî tarafından uyarılmıştı. Hristiyanlara karşı aynı muameleyi I. Keykubâd’ın da devam ettirdiği anlaşılmaktadır. Üstelik bunu bir Hristiyan Ermeni kaynağının ifade etmesi de oldukça dikkat çekicidir. Türkiye Selçuklu sultanlarının Hristiyanlara karşı gösterdikleri müsamahakâr muamele etraflıca ele alınıp değerlendirilmiş değildir. Tarihçilerin bu konudaki genel kanaati, sultanların bahsi geçen davranışlarının hoşgörü kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğidir. Ancak Süryani Mikhail’in eserinde geçen, “Türklerin kutsal törenler hakkında herhangi bir fikri yoktur. Rumların aksine onlar kişilerin inançlarını sorgulamamaktadır.” ifadeleri bu konuda daha geniş bir çerçevede düşünmek gerektiğini ortaya koymaktadır. 1076 Sultanlar, bu konuda herhangi bir karar verirken gerçekten de Hristiyanların ibadetlerinin İslâm dini bakımından nasıl değerlendirilmesi gerektiğini bilmemekte miydiler? Bu konudaki kararlarında İslâm dininin nasıl bir model ön gördüğünü hesaba katmamakta mıydılar? Bu sorulara kesin cevaplar vermek pek mümkün değildir. Ayrıca, daha önce değindiğimiz gibi I. Keykâvus tarafından İbnü’l-Arabî’ye bu konuda tavsiye istenen 1074 Kiragos, a.g.e., s. 30; Karş. Turan, Cihân, s. 372; Cahen, a.g.e., s. 168; Ersan, Ermeniler, s. 249; Uyumaz, a.g.e., 62. 1075 Kiragos, a.g.e., s. 30, 31; Karş. Turan, Cihân, s. 372; Cahen, a.g.e., s. 85; Ersan, Ermeniler, s. 249; Uyumaz, a.g.e., 62. 1076 Süryani Mikhail’den naklen Cahen, a.g.e., s. 177-178. 221 bir mektup yazılmıştı. İbnü’l-Arabî de sultana detaylı ve sert bir cevap vermişti. I. Keykâvus’un, Hristiyanlara nasıl muamele edilmesi gerektiğiyle ilgili böyle bir mektubun muhatabı olması, Selçukluların yükseliş devrinde dahî bu konuda nasıl davranmaları gerektiğini tam olarak oturtamadıklarını göstermektedir. Nitekim Süryani Mikhail’in yukarıdaki ifadeleri de bir yönüyle bu duruma işaret etmektedir. Ancak bu konuyu çok boyutlu düşünmek gerekir. Zirâ Anadolu’da ciddi bir Hristiyan nufüs vardı ve hem sultanlar hem de Müslüman halk, Hristiyanlarla iç içe yaşamaktaydı.1077 Bu da Anadolu’daki müslim-gayr-i Müslim ilişkilerinde diğer coğrafyalara göre daha farklı bir pratik oluşmasına neden oldu.1078 Hiç şüphesiz bu pratikte sultanların muameleleri de etkilidir. Meselâ II. Kılıç Arslan, Hristiyanlara, mabedlerini tamir etmelerine izin verilmemesi gerektiğine dair âlimler arasında ittifak olmasına rağmen, bu konuda onlara izin verdi. Bu olay hoşgörü kavramı çerçevesinde değerlendirilmektedir ancak görüldüğü gibi II. Kılıç Arslan’ın kararı âlimlerinkiyle çatışmaktadır.1079 Şurası açıktır ki bu konu, hoşgörü kavramının sunduğu çerçeveden daha geniş bir perspektifle değerlendirilmeye muhtaçtır. I. Keykubâd’ın Hristiyanlarla ilişkisinde karşımıza çıkan bir bilgi de Alâiye’nin sahibi Kyr Vart’ın kızıyla olan evliliğidir. Ermeni tarihçi Simbat, sultanın bu kızla evlendiğini ancak Hristiyan olduğu için onunla herhangi bir münasebette bulunmadığını kaydeder.1080 Turan’a göre bu ifadeler Simbat’ın kendi hislerinden başka bir şey değildir. Nitekim bu kadın daha sonra Mahperi ismini alıp Müslüman olmuştur.1081 O, aynı zamanda II. Keyhüsrev’in de annesidir.1082 2. 2. 6. 2. 13. İlm-i Nücûm Önceki Türkiye Selçuklu sultanların çoğunun ilm-i nücûma olan ilgilerini hayatlarından örnekler sunarak ortaya koymuştuk. Alâeddîn Keykubâd’ın da müneccimlere ve ilm-i nücûma ilgisi vardı. 1077 Cahen, a.g.e., s. 107, 113; Ocak, Ayak İzleri, s. 21. 1078 Cahen, a.g.e., s. 113, 167; Ocak, Ayak İzleri, s. 29. 1079 Bu konuda III. Bölüm’ün 5. başlığına bakınız. 1080 Simbat, a.g.e., s. 80. 1081 Turan, Türkiye, s. 358. 1082 Turan, Türkiye, s. 358; Cahen, a.g.e., s. 168; Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Sultanlarından II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve Devri, TTK Yay., Ankara 2014, s. 25; Kara, a.g.e., s. 566. 222 İbn Bîbî’nin, kendi eserinde anlattığına göre annesi müneccimdi ve Sultan Celâleddîn’in himayesindeydi. 1083 Kemâleddîn Kâmyâr, elçilik göreviyle Celâleddîn Hârezm-şâh’ın huzuruna gittiğinde İbn Bîbî’nin annesini gördü. Emîr Kâmyâr, kadını astroloji ilminde sözü kabul edilen saygın biri olarak tanıdı ve seyahat dönüşü Sultan I. Keykubâd’a ondan bahsetti.1084 Sultan Celâleddîn, Amid önlerinde Moğollara mağlup olunca Bîbî ailesi Şâm’a gitti. I. Keykubâd ailenin Şam’da olduğunu öğrenince Melik Eşref’ten onları göndermesini istedi. Böylece müneccime ve oğlu, I. Keykubâd’ın hizmetine girdi. 1085 Selçuklu ordusu Harput’ta Eyyûbîlere karşı mücadele ederken I. Keykubâd, bir felaket haberi gelecek diye endişeleniyordu. İbn Bîbî’nin annesi bu durum üzerine tarihi ve saatine varıncaya dek zaferin geleceği günle ilgili bir iddiada bulundu.1086 İbn Bîbî’nin eserinde aktardığına göre kehânet doğru çıktı ve I. Keykubâd’ın müneccimeye olan güveni arttı.1087 Sultan, müneccimeyi huzuruna çağırarak ne dilerse yapacağını söyledi. Müneccime, kocası Tercüman Mecdeddîn Muhammed’in dîvân kâtipliğine getirilmesini istedi ve I. Keykubâd da bu istediği yerine getirdi.1088 Görüldüğü gibi I. Keykubâd da astroloji ilmini dinen sakıncalı görmemekte ve onunla ilgilenmekteydi. Ermeni tarihçi Simbat da “O, âlim ve müneccim bir şahıstı.” diyerek bu gerçeğe işaret etmektedir. 1089 2. 2. 6. 2. 14. Moğol Siyaseti I. Keykubâd Hârezm-şâhlara karşı zafer kazanıp iyice güçlenince Moğol Hanı Ögeday, Emîr Şemseddîn Ömer-i Kazvînî başkanlığında bir elçilik heyeti gönderdi. 1090 Moğol Hanı’ndan gelen yarlıkta1091 I. Keykubâd’ın adâletinin, halka iyi davranmasının ve yönetiminin şöhreti övülerek kendisine süyürgamişi (ihsan) takdîr 1083 İbn Bîbî, a.g.e., s. 429; Karş. Turan, Türkiye, s. 412. 1084 İbn Bîbî, a.g.e., s. 429; Karş. Turan, Türkiye, s. 412. 1085 İbn Bîbî, a.g.e., s. 429; Karş. Turan, Türkiye, s. 412; Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 1086 İbn Bîbî, a.g.e., s. 429; Karş. Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 1087 İbn Bîbî, a.g.e., s. 429; Karş. Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 1088 İbn Bîbî, a.g.e., s. 430; Karş. Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 198. 1089 Simbat, a.g.e., s. 80; Karş. Turan, Türkiye, s. 412; Ersan, Ermeniler, s. 183. 1090 İbn Bîbî, a.g.e., s. 437, 438, 439; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 532; Karş. Turan, Türkiye, s. 405; a. mlf., Cihân, s. 227; Cahen, a.g.e., s. 91; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 1091 Yarlık, buyruk, emir, ferman gibi anlamlara gelmektedir. Bkz. İlyas Kemaloğlu, “Yarlık”, DİA, XLIII, 334-335. 223 edildiği ifade ediliyor ve Moğollara itaate çağrılıyordu. Aksi taktirde ülkesinin yağma edileceğinin bildirildiği bu yarlık “Biçin1092 yılında 633/1236”da yazılmıştı. 1093 Moğol Hanı, Emir Şemseddîn Ömer-i Kazvinî’yi elçi olarak seçmeden önce ondan I. Keykubâd hakkında bilgi istedi.1094 Emîr Şemseddîn de Moğol Hanı’na şunları söyledi: “İslâm alemi hiçbir zaman onun gibi birini görmedi. O, eteği pak, duyguları temiz, dini sağlam, düşüncesi isabetli, aklı kamil, ülkesi mamur, malı çok ve halkı mutlu, zâlimlerin ve yol kesicilerin yolunu kapatan, adaletinde güçlü ve zayıf, zengin ile yoksul arasında fark gözetmeyen biridir.” 1095 Bahsi geçen yarlık I. Keykubâd’a teslim edildikten bir müddet sonra sultan, baş başa görüşmek üzere Emîr Şemseddîn’i odasına çağırdı. I. Keykubâd sözlerine, “Allah’a şükürler olsun ki o seçkin kulu olan senin gibi bir Müslümanı bize elçi olarak gönderdi. Allah’ın aziz kıldığı sen bizi aziz kıldın.” dedi.1096 Ayrıca Keykubâd, elçiye Moğollar ile ilgili sorular yöneltti.1097 Buraya kadar, I. Alâeddîn Keykubâd’ın döneminde vuku bulan olaylardan hareketle dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını ortaya koymaya çalıştık. Şimdi de bu dönemde onun hakkında yazılanlar, mimarî eserler, kendisine sunulan kitaplardan hareketle araştırmamıza devam edeceğiz. 2. 2. 6. 2. 15. Dinî Hassasiyeti I. İzzeddîn Keykâvus’un ölümü sonrası devletin önde gelen beyleri kimin tahta geçeceği konusunda aralarında istişâre ederken, Sâhip Mecdeddîn ile Pervâne Şerefeddîn Muhammed, Alâeddîn Keykubâd’ın kindar, kıskanç ve haşin bir tabiata 1092 Biçin, Moğol takvimine göre Maymun yılıdır. Bkz. Turan, Türkiye, s. 405; a. mlf., Cihân, s. 227; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 1093 İbn Bîbî, a.g.e., s. 439; Karş. Turan, Türkiye, s. 405; a. mlf., Cihân, s. 227; Cahen, a.g.e., s. 91; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 1094 İbn Bîbî, a.g.e., s. 438; Karş. Turan, Türkiye, s. 405; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 1095 İbn Bîbî, a.g.e., s. 438. İbn Bîbî eserinde, bu bilgilerin kendisine bizatihi elçinin anlattığını ifade etmektedir. Karş. Turan, Türkiye, s. 405-406; Uyumaz, a.g.e., s. 89. 1096 İbn Bîbî, a.g.e., s. 440; Karş. Turan, Türkiye, s. 406; Uyumaz, a.g.e., s. 90. 1097 Bu görüşmeye dair bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 440; Karş. Turan, Türkiye, s. 406; Uyumaz, a.g.e., s. 90. 224 sahip olduğunu savunarak sultan olmasına karşı çıktılar. 1098 Elbette beylerin bu yorumu, Keykubâd’ın tahta çıkmasını engellemek için yapılmış olabilir. Ancak bununla birlikte, yine de onun karakteri hakkında da bize bilgi vermektedir. Meselâ I. Keykubâd, önemli Selçuklu beylerinin, kendi otoritesine aykırı davranışlarına bir süre sabrettiyse de onların yaptıklarını unutmadı ve nihayetinde bir gece baskınıyla beyleri ele geçirip, bazılarını öldürüp bazılarını da sürgüne gönderdi. İleride ayrıntılarıyla ele alacağımız bu olay, Sâhip Mecdeddîn ile Pervâne Şerefeddîn Muhammed’in I. Keykubâd hakkındaki sözlerine haklılık payı vermek gerektiğini göstermektedir. Ancak I. Keykubâd’ın, sultanlığı boyunca, kendisine tâbi beylerden isyan edenleri birçok kez bağışlayıp, affettiğini de söylemek gerekir. Yani onun tamamiyle kinine göre ve öfkesine göre hareket eden biri olduğunu söylemek yanlış olur. I. Keykubâd hakkında en detaylı bilgileri edindiğimiz el-Evâmirü’l-Alâiyye adlı eserin müellifi İbn Bîbî, Müslümanlar arasında ortaya çıkan sultanlar içinde dinî yüceltme, halka iyi davranma, adâleti yayma hususlarında Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’dan daha iyisinin gelmediğini ifade etmektedir. 1099 Ona göre I. Keykubâd, keramet sahibi bir sultandı.1100 I. Keykubâd, hazine konusunda çok hassas davranır, her gün denetim yapardı. Bu konuda beylerini de sürekli kontrol eder, onların arasından şahsi servetini arttırmada aşırıya kaçan varsa cezalandırmaktan kaçınmaz, en büyük beyden en düşüğüne kadar adâlete, örfe, Şeriat’a göre münasip olan cezayı uygulamaktan korkmazdı.1101 Halkın istek ver arzularına her zaman kulak kabartan I. Keykubâd, yargı işlerine bizatihi kendisi bakmaya özen gösterir, mazlumların haklarının ulaştırılmasında hassas davranırdı.1102 Ayrıca Keykubâd, fazıl ve mutasavvıfların, 1098 İbn Bîbî, a.g.e., s. 228; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 18. Bu beyler, Alâeddîn Keykubâd Tokat’ta melik iken onun hizmetinde bulunmuşlardı. 1099 İbn Bîbî, a.g.e., s. 246. 1100 İbn Bîbî, a.g.e., s. 464; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 95-96. 1101 İbn Bîbî, a.g.e., s. 249; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537; Karş. Turan, Türkiye, s. 413-414; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 168; Sümer, a.g.m., s. 359. 1102 İbn Bîbî, a.g.e., s. 316; Karş. Turan, Türkiye, s. 413; Uyumaz, a.g.e., s. 95. 225 âlim ve ihtiyaç sahiplerinin âdeta üzerine titrerdi.1103 İbn Bîbî’nin eserinde belirttiğine göre onun zamanında Şeriat’ın bayrağı arşın şerefelerine dikilmiş, Hanefî mezhebinin gücü en yüksek noktaya çıkmış, ülkenin her yeri cennet bahçesine dönmüştü. 1104 Ebûl-Ferec de eserinde I. Keykubâd’ın şahsı ve devri hakkında bilgiler verir. Ona göre I. Keykubâd, devrinin hükümdarları arasında kendine özgü bambaşka biriydi ve diğer sultanlarda bulunan kötü alışkanları terk eden temiz ruhlu bir kişiydi. 1105 Nigedî’ye göre de I. Keykubâd, dinine bağlı, iyi huylu, akıllı ve kâmil bir sultandı.1106 I. Keykubâd’ın dinî anlayışı hakkındaki en önemli bilgiler Celâleddîn Karatay’ın anlattıklarıdır. Emîr Karatay1107 18 yıl boyunca gece gündüz I. Keykubâd’ın yanında bulunduğunu ve sultanın, gecelerini Allah’ın emri üzere Kur’ân okuyarak, ibadetlerini yerine getirerek geçirdiğini böylece Allah’ın rızasını kazanacağını ve ahiret yurdundaki derecesinin yükseleceğini umduğunu ifade etmektedir. Karatay’a göre sultan, Allah’ın huzurunda ağlar ve yakarırdı. Bu sebeple kendisinin birinci görevi olarak gördüğü, mazlumun hakkını koruyup zâlimi cezalandırarak adâleti sağlama arzusu sultandan hiç uzaklaşmazdı.1108 Emîr Karatay’ın aktardığına göre sultan, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin mezhebinden olmasına ve ona göre âmel etmesine rağmen sabah namazlarını İmam Şafiî’nin mezhebine göre kılardı.1109 Sultanın neden böyle yaptığı üzerine düşünmek gerekir. Ravendî’nin, I. Keyhüsrev’den Hanefîler ile Şafiîler arasındaki kavgayı 1103 Meselâ bu konudaki örneklerden biri Siraceddîn-i Urmevî’nin kadılık atamasıdır. Urmevî’nin aktardığına göre kendisi Mısır’dan geldiğinde Sultan a.g.e. Keykûbâd tarafından ağırlanmış ve kendisinin isteği üzerine Malatya’ya kadı tayin edilmişti. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 171; ayrıca bkz. a.e., s. 233; Karş. Moharram Mostafavi, a.g.e., s. 252-253; Uyumaz, a.g.e., s. 95. 1104 İbn Bîbî, a.g.e., s. 249; Karş. Turan, Türkiye, s. 413-414. 1105 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 536-537; Karş. Turan, Türkiye, s. 411; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 167; Kara, a.g.e., s. 481-482; Ersan, Ermeniler, s. 183; Uyumaz, a.g.e., s. 95; Sümer, a.g.m., s. 359. 1106 Nigedî, a.g.e., s. 442. 1107 Kendisi de son derece dindâr olan Celâleddîn Karatay hakkında bkz. 1323. dipnot. 1108 İbn Bîbî, a.g.e., s. 250; Cenâbî, a.g.e., s. 21; Karş. Turan, Türkiye, s. 413; Kara, a.g.e., s. 482; Uyumaz, a.g.e., s. 95. 1109 İbn Bîbî, a.g.e., s. 250; Karş. Turan, Türkiye, s. 413; Kara, a.g.e., s. 481; Uyumaz, a.g.e., s. 95. 226 bitirmesini istediğinden bahsetmiştik.1110 Belki de I. Keykubâd, bu şekilde amel ederek mezhepler arasında bir yakınlaşmaya sebebiyet vermek istemiş olabilir. Sultan abdest almadan fermân imzalamaz, ağzından kötü söz veya küfür çıkmaz, iç ve dış temizliğe büyük önem verir, şakaya ve ciddiyetsizliği çok fazla tahammül etmezdi.1111 Cenâbî’ye göre I. Keykûbâd, adâletli, bilgili, akıllı, âlimlerle oturup kalkan, güzel ahlaklı, fakir ve muhtaçlara yardımda bulunan bir sultandı.1112 Müneccimbaşı, sultanın adâletli, insaflı ve Hanefî mezhebinden olduğunu; orucu, namazı, duâyı ve evradı çokça yaptığını, şeyh ve sûfîlere önem verdiğini, ancak bunlara rağmen içki içmeyi, oyun ve çalgı dinlemeyi de terk etmediğini ifade etmektedir.1113 Müneccimbaşı’na göre sultanın bu davranışları terk etmemesinin sebebi o devrin devlet merasimi olmasıydı.1114 Bu tespitler Müneccimbaşı’nın kendisine ait olması sebebiyle oldukça önemlidir. 2. 2. 6. 2. 16. I. Keykubâd ve Şeyh Bahâeddîn Veled I. Keykubâd, 11 yıl kadar Bizans’ta kaldığı için içkiye burada alışmış olmalıdır.1115 Eflâkî’nin, eserinde bildirdiğine göre sultan, İslâmî yaşantıya aykırı davranmayacağına dair Bahâeddîn Veled’e söz vermiştir ve bundan sonra da titiz bir Müslüman olmuştur.1116 Bu konuda Eflâkî’nin eserinde başka bilgiler de bulunmaktadır. Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled Lârende’de ikamet ederken, I. Keykubâd bunu öğrendi ve onları Konya’ya davet etti.1117 Bu davet kendisine ulaşınca Bahâeddîn Veled, “Alâeddîn padişah içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. Ben onun yüzünü nasıl 1110 Karş. Kara, a.g.e., s. 481. 1111 İbn Bîbî, a.g.e., s. 252; Cenâbî, a.g.e., s. 21. 1112 İbn Kesir, a.g.e., XIII, 283; Cenâbî, a.g.e., s. 20. 1113 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73. 1114 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73. 1115 Kara, a.g.e., s. 480; Karatay da “Sultan ister ayık ister sarhoş olsun, bir günün sekizde birinden fazla yatağında kalmazdı.” diyerek, I. Keykubâd’ın içki içtiği hususunda şüphe uyandırmaktadır. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 250. 1116 Eflâkî, a.g.e., s. 82; Karş. Kara, a.g.e., s. 481. 1117 Eflâkî, a.g.e., s. 82; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 98. 227 görebilirim” cevabını verdi.1118 Bu cevabı duyan sultan, “Eğer zahmet eder de Konya’ya gelirse ben yaşadığım sürece şarkı ve çalgıların sesini dinlemem, hiç kimseye iradet getirmediğim halde onun kulu ve mürîdi olurum.” dedi ve bunun üzerine Şeyh Bahâeddîn Konya’ya doğru yola çıktı.1119 Sultan, şeyhi Konya girişinde karşıladı. Keykubâd, şeyhi konaklaması için saraya davet ettiyse de Bahâeddîn Veled Altun-aba Medresesi’ne gitti.1120 Kaynağın ifadesine göre sultan, şeyhe birçok mal ve hediye gönderdi ancak şeyh, “Sizin mallarınız haramla karışık ve şüphelidir.” diyerek bunları kabul etmedi.1121 Eflâkî’nin eserinde geçen bu bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zirâ eser bir menakıbnâme olup, gayesi tarihî olayları anlatmak ve aktarmaktan ziyade Mevlevî büyüklerinin hayatlarını menkıbevî bir şekilde betimlemektir.1122 Meselâ İbn Bîbî’nin eserine baktığımızda sultanın ömrünün sonuna değin içki içmeye ve çalgı sesi dinlemeye devam ettiği anlaşılmaktadır. Keza Müneccimbaşı da bunu teyit etmektedir. Buna rağmen Eflâkî’nin eserinde sultanın içkiyi ve çalgı sesini bıraktığından yaptığından bahsedilmesi, Şeyh Bahâeddîn Veled’in yüceltilmek istenmesinden başka bir şey değildir. Lâkin şeyhin, sultanın mallarını kabul etmemiş olması muhtemeldir. Zirâ Melâmî meşrep sûfîler mal, mülk ve devlet ricaliyle ilişkilerine dikkat ederlerdi. Eflâkî’nin aktarımına göre bir gün sultan, şehrin bilginlerinin, ariflerinin, hakîmlerinin, fütüvvet ehlinin hâzır bulunduğu büyük bir toplantı düzenledi ve Şeyh Bahâeddîn’i de bu toplantıya davet etti.1123 Toplantıda sultan, şeyhi hürmetle karşıladı ve onun emrinde olduğunu belirtti.1124 Bunun üzerine Bahâeddîn Veled, sultana, “Ey melek huylu mülk sahibi hükümdar! Dünya ve ahiret mülkünü kendine 1118 Eflâkî, a.g.e., s. 82; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 98. 1119 Eflâkî, a.g.e., s. 82; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 98. 1120 Eflâkî, a.g.e., s. 83; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 98. 1121 Eflâkî, a.g.e., s. 83; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 98. 1122 Menkıbelerin verdiği bilgilere yaklaşımla ilgili bkz. Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2019; Mehmet Fuad Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII/27 (1943), s. 384; Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Menâkıbnâmeler (Metodolojik Yaklaşım), TTK, Ankara 1997; Haşim Şahin, Dervişler ve Sûfî Çevreler, Kitapyayınevi, İstanbul 2017, s. 13-43. 1123 Eflâkî, a.g.e., s. 83. 1124 Eflâkî, a.g.e., s. 83. 228 mal ettiğine hiç kuşkusuz emin ol.” diyerek övgüde bulundu.1125 Bir Mevlevî kaynağının I. Keykubâd hakkında bu ifadeleri kullanması, sultanın şeyhe karşı muhabbet beslediğini gösterir. Nitekim sultan, şeyhten vaaz vermesini dahî istemişti.1126 Eflâkî’ye göre I. Keykubâd, şeyhin ölümünden üç gün önce onu ziyaret edip hâlini hatrını sormuştu.1127 Ayrıca sultan, Bahâeddîn Veled’in ardından yas tutmuş, onun için türbe yaptırıp, taziye meclisleri kurdurmuştu.1128 Eflâkî eserinde, I. Keykubâd ile Bahâeddîn Veled arasında geçen ilginç bir olaydan bahseder. Bir gün Bahâeddîn Veled, Konya’da ikamet ederken “zâlim” birini öldürdü. Bunun üzerine I. Keykubâd, şeyhe adamı neden öldürdüğünü sordu. Şeyh “Ben aslında bir köpek öldürdüm.” dedi. Sultan bunun üzerine öldürülen adamın kabrini açtırdı ve mezarda bir köpek buldu. I. Keykubâd, şeyhten özür diledi.1129 Şüphesiz burada yine Bahâeddîn Veled’e bir menkıbe uyarlanmaktadır ancak anlatılan olayın gerçek olma ihtimali de düşünülmelidir. Eflâkî’nin aktardığı hikâyeler arasında gerçekleşmiş birçok olayın bulunduğu, bazılarının değiştirilerek ya da tahrif edilerek anlatıldığı söylenebilir. Burada da sultanla şeyh arasında benzeri bir olaydan dolayı bir gerilim yaşandığı anlaşılmaktadır. Ancak aynı eserde, bu olay sonrasında I. Keykubâd’ın tevbe ederek İslâm’ın kınadığı şeylerden sakındığı kaydedilir.1130 2. 2. 6. 2. 17. Entelektüel Kimliği Kendisinden önceki sultanlarda olduğu gibi I. Keykubâd’ın da şiir ve muziğe ilgisi vardı. Sultan, entelektüel bir kişiliğe sahipti. O musikî kitaplarından, vezin, kafiye, usul gibi konulardan bahsedebilecek kadar bu hususlarda bilgiliydi.1131 Sultanın bazen rubai dahî söylediğini ifade eden İbn Bîbî, eserinde, ona ait olduğunu belirttiği şu rubaiyi aktarır: 1125 Eflâkî, a.g.e., s. 83. 1126 Eflâkî, a.g.e., s. 87. 1127 Eflâkî, a.g.e., s. 84. 1128 Uyumaz, a.g.e., s. 97. 1129 Detaylı bilgi için bkz. Eflâkî, a.g.e., s. 87. 1130 Eflâkî, a.g.e., s. 87. 1131 İbn Bîbî, a.g.e., s. 251; Karş. Karş. Turan, Türkiye, s. 415; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 167. 229 Ayıkken akıl üzerine dayanırım. Sarhoş olunca akıl benden çıkar. Şarap iç! Çünkü sarhoşluk ve ayıklık arasındaki vakit hayatın ta kendisidir.1132 2. 2. 6. 2. 18. Kullandığı Unvanlar I. Alâeddîn Keykubâd’ın bastırdığı sikkelerle inşâ ettirdiği mimarî eserlerdeki kitâbelerde kullandığı unvan ve lakaplar da onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını anlamak açısından önemlidir. I. Keykubâd, meliklik dönemindeyken bastırdığı ilk bakır sikkesinde kendisini “el-Melikü’l-Mansur Keykubad b. Keyhüsrev b. Nâsıru Emirü’lMü’minîn”; gümüş olan ikinci sikkesinde “el-Melikü’l-Mansur Alâüddevle ve’d-din Ebû’l-Muzaffer Keykubad b. Keyhüsrev Nâsıru Emirü’l-Mü’minîn”; yine gümüş olan üçüncü sikkesindeyse ikinci sikkedeki aynı ifadelerle tanıtmaktadır. 1133 Her ne kadar siyaseten de olsa, henüz meliklik dönemindeyken dahî kendisini halîfenin destekçisi olarak tanıtıp, dini yücelten biri olarak takdîm etmesi aslında arka plânda onun sahip olduğu dinî anlayışa işaret etmektedir. Tahta çıktıktan sonra I. Keykubâd’a halîfe tarafından “Sultan-ı Âzam/Büyük Sultan”, “Kâsım-ı Muazzam”, “Zıllullah-ı fi’l âlem/Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi” unvanları verildi. 1134 Nitekim Artuklu Mes’ûd, I. Keykubâd’a yazdığı bir mektupta sultana, “Cihanı Yaratan’ın gölgesi sensin” diyerek sesleniyordu.1135 Bu anlayışı sultana yazılan kitaplarda, yapılan övgülerde ve sultanın kullandığı unvanlarda da görmekteyiz. Elbette bu, Selçuklularla başlamış bir anlayış da değildir.1136 I. Keykubâd, yaptırdığı mimarî eserlerin kitâbelerinde kendisini “esSultanu’l-A’zam/Muazzam Sultan”, “Şehinşâhu’l-A’zam/En Büyük Şehinşah”, “Sultan-ı Selâtinü’l-A’zam/Sultanların Sultanı”, “Hami-yi Bilâdallah/Allah’ın Beldelerinin Hamisi”, “Hafız-ı İbâdallah/Allah’ın Kullarının Koruyucusu”, “Alâü’d- 1132 İbn Bîbî, a.g.e., s. 251; Karş. Turan, Türkiye, s. 415. 1133 Uyumaz, a.g.e., s. 14. 1134 İbn Bîbî, a.g.e., s. 442; Turan, Türkiye, s. 411; Sümer, a.g.m., s. 359. 1135 İbn Bîbî, a.g.e., s. 308. 1136 Bu konuyla ilgili detaylı bilgi için I. Bölüm’e bakınız. 230 dünya ve’d-dîn/Dünya ve Dinin Alâsı”, “Gıyasü’l-İslâm ve’l-Müslimîn/İslâm ve Müslümanların Yardımcısı”, “Muhyi’l-adl fi’l-âlemîn/Alemde Adaleti İhya Eden”, “Munsıfi’l-Mazlumîn min Zâlimîn/Mazlumları Zâlimlerden Koruyan”, “Zılullahi fi’lArz/Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi”, “Muhyi’l-adl ve’l-İnsaf/Adâlet ve İnsafın İhya Edicisi”, “Burhan-ı Emirü’l-Mü’minîn/Mü’minlerin Emirinin Burhanı”, “Nâsır-ı Emirü’l-Mü’minîn/Mü’minlerin Emirinin Destekçisi”, “Kasımu Emirü’lMü’minîn/Mü’minlerin Emirinin Ortağı” gibi unvanlarla tanıtmaktadır.1137 Bu unvanların birçoğu diğer sultanlar tarafından da kullanılmıştır.1138 Bununla birlikte I. Keykubâd’ın, bazı kitabelerde “Allah’ın rahmetine muhtaç” terkibini kullanması diğer sultanlarda karşılaşmadığımız bir durumdur.1139 Bu ifade, sultanın dinî anlayışındaki samimiyeti ve hassasiyeti göstermektedir. 2. 2. 6. 2. 19. Dinî Kurumlar ve İlmî Faaliyetler I. Keykubâd zamanında dinî kurumlarda da gelişmeler meydana geldi. Konya’da Şekerfurûş adıyla bilinen bir mescid inşa edildi. Mescid’in kitâbesinde 617/1220 yılı Recep ayında yapıldığı yazmaktadır.1140 Yine Alâeddîn Câmiî’nin de sultanın emriyle 617/1220 yılında tamamlandığı bilinmektedir. 1141 Konya’da bulunan Havzan Çeşmesi, Hatuniye Mescidi, Zevle Sultan Mescidi, Zazadin Hanı da I. Keykubâd zamanında inşa edildi. 1142 Yine Konya’daki Dâru’ş-şifâ-i Alâî de bu dönemde yapılan önemli eserlerdendir. Bu yapılardan bazıları dinî kurum olarak gözükmese de halka hizmet hakka hizmettir anlayışı çerçevesinde bakılarak değerlendirilebilir. I. Keykubâd’ın böyle bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. I. Alâeddîn Keykubâd, tıpkı diğer sultanlar gibi yeni şehirler inşâ ettirdi. Bunlardan biri Alâiye olup, buraya Müslümanlar yerleştirdi. Sultanın on dokuz adet 1137 Seton Lloyd – D. Storm Rice, Alanya (Alâiyya), (çev. Nermin Sinemoğlu), TTK, Ankara 1989, s. 56; Remzi Duran, Selçuklu Devri Konya Yapı Kitâbeleri (İnşa ve Ta’mir), TTK, Ankara 2001, s. 16. 1138 Duran, a.g.e., s. 15-18; Bkz. Lloyd – Rice, a.g.e., s. 56, 57; diğer kitâbeler için ayrıca bkz. a.e., s. 57-75. 1139 Kara, a.g.e., s. 482. 1140 Duran, a.g.e., s. 41. 1141 Duran, a.g.e., s. 42, 43, 44, 1142 Duran, a.g.e., s. 49, 50, 51. 231 şehir yaptırdığı ve bu şehirleri cami, medrese, hankah gibi dinî kurumlarla doldurduğu söylenmektedir.1143 Onun devrinde Anadolu’da ilmî hayatın hayli geliştiği düşünülecek olursa bu rivayetlerin gerçekliği kuvvet kazanır. Sultanın kendisi de ilimle ilgilenir ve âlimlerle istişâre ederdi. Özellikle Alâiyye’ye gittiği zamanlarda I. Keykubâd, ilim erbabı kimseleri sarayına davet eder ve bu mecliste devletin durumu başta olmak üzere her türlü mesele üzerine konuşulurdu.1144 I. Keykubâd, hükümdarların tarihlerinden ve huylarından bahseden kitapları okumayı çok severdi. 1145 Nitekim sultanın Gazzâlî’nin Kimyâ-yı Sa’adet’ini, Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sini ve diğer birkaç kitabı okuduğu bilinmektedir. I. Keykubâd’ın kendisine de birçok kitap takdîm edildi. Sultanın bunları da okuduğu, incelediği göz önünde bulundurulduğunda bu kitaplardan hareketle onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına dair çıkarımlarda bulunmak mümkündür. 2. 2. 6. 2. 20. Necmeddîn Dâye ve I. Keykubâd Necmeddîn Dâye er-Râzî (ö. 654/1256)’nin1146 Şehâbeddîn Sühreverdî vesilesiyle I. Keykubâd’a Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd1147 adlı 1143 Kara, a.g.e., s. 454; Uyumaz, a.g.e., s. 99-100. 1144 İbn Bîbî, a.g.e., s. 324; Eflâkî, a.g.e., s. 83; Karş. Sümer, a.g.m., s. 359. 1145 İbn Bîbî, a.g.e., s. 251; Cenâbî, a.g.e., s. 21; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 167. Kara, a.g.e., s. 480. Meselâ İbn Bîbî’nin kaydına göre sultan, Keykubâdîye’de vakit geçirirken “geçmiş padişahları anlatan, nasihatlarıyla padişahlara imamlık yapan, Tanrı’nın dinini güçlendiren, yönetim işlerinde yol gösteren, saâdet ve mutluluk konusunda rehberlik eden manzum bir kitap” okuyordu. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 323. Sultanın bu kitapları okuduğunu gösteren diğer delil, Celâleddîn Hârezm-şâh’ın elçilerine verdiği cevaptır. Sultan Hârezm-şâh elçisine verdiği bir cevapta, “Bu benim babamın senin baban ile ve benim dedemin senin deden ile olan âdetleridir.” diyerek, tarihî olaylara dair bilgisini göstermektedir. Bkz. Uyumaz, a.g.e., s. 53. 1146 Onun tam adı Ebû Bekr Necmeddîn Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver b. Enûşirvân b. Ebî Necîb el-Esedî er-Râzî’dir. Dâye; Şam, Mısır, Bağdâd, Hicaz ve Azerabaycan gibi yerlerde ilmî tahsilinde bulunduktan sonra Hârezm’e giderek Necmeddîn-i Kübrâ’ya intisap etti ve bir Kübrevî dervişi oldu. Burada bir müddet eğitim aldı ve şehirden ayrıldı. O, çeşitli yerleri dolaştıktan sonra 1221 yılında Kayseriye geldi. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 142-143; Câmî, a.g.e., s. 579-580; Halil Baltacı, Necmeddîn Dâye Râzî, İnsan Yay., İstanbul 2011, s. 37-45, 63; Kavak, a.g.e., s. 12-13; Derya Örs, “Necmuddîn-i Râzî: Hayatı ve Eserleri”, Nüsha, sy. 6 (Yaz 2002), s. 22-24; Mehmet Okuyan, “Necmeddîn-i Dâye”, DİA, XXXII, 496. Necmeddîn Kübra hakkında bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 240; Câmî, a.g.e., s. 563- 568; Mustafa Kara, Türkistan’ın Işığı Necmeddîn-i Kübra, Hassa Yay., İstanbul 2008; a. mlf, Tasavvufî Hayat, Dergâh Yay., İstanbul 2013; Hamid Algar, “Necmeddîn-i Kübrâ”, DİA, XXXII, 498-500. Necmeddîn Kübra’nın önemli eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz. Necmeddîn-i Kübrâ, 232 eserini sunduğundan bahsetmiştik. Dâye, kendi memleketindeki karışıklıklar sebebiyle yeni bir diyara yerleşmek istedi. Yerleşmek istediği diyarda Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in hakim olmasını, ülkede emniyet, adâlet, bolluk ve bereketin bulunmasını, din ve dünya işlerini ehli kimselerin yönetmesini ve bu ülkede âlimlerin kıymetini bilen, ilmi, adâleti ve dine olan bağlılığıyla tanınan bir sultan olmasını istiyordu. Dâye, memleketindeki tüccarlara böyle bir ülkenin olup olmadığını sordu ve onlar da Anadolu’yu işaret etti. Tüccarlara göre Anadolu, “hem Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebiyle süslenmiş, hem de adâlet, insaf, emniyet ve bereketle tanzim” olmuş bir memleketti. 1148 Dâye, eserinde, Müslümanları koruyup gözetmenin sultan ve meliklerin sorumluluğunda olduğunu vurgular ve bu hususta Selçukluları över.1149 Bu bağlamda o, eserinde Selçuklularla ilgili olarak şu sözleri kaydeder: “Allah’a hamdolsun ki bu diyarda Selçukoğullarının devamı olan, o hânedânın yâdigarı bir pâdişah vardır. Ehl-i İslâm her türlü âsâyiş ve rahatı, emniyet ve huzuru bu hânedân ehlinin kutlu çadırının gölgesinde buldular. Bu hayır ve iyilikler, dini seven ve dindâr olan bu pâdişahların bereketli sözleriyle meydana gelmektedir. Küfür beldelerindeki gaza ve fetihler, mülhidlerden ele geçirilen kale ve hisarlar, yapılan medreseler, hankâhlar, mescidler, minberler, câmiler, köprüler, ribâtlar, hastaneler ve diğer hayır kurumları; âlimleri, özellikle de zâhid ve âbidleri yüceltme, tebâya gösterilen saygı, şefkat ve merhamet, Hazreti Hakk’a yakınlaşma hususundaki gayretleri hiç kimsede yoktu. Bu aslında herkesçe bilinen ve meşhûr olan bir şeydir fakat yine de sözü uzatmak zorunda kaldık. Bütün Arap ve Acem Usulü’l-Aşere, (çev. Süleyman Gökbulut), İnsan Yay., İstanbul 2010; Necmeddîn-i Kübrâ, Adâbü'sSûfîyye, (çev. Süleyman Gökbulut), Adab Risaleleri, İlkharf Yay., İstanbul 2016; Necmeddîn-i Kübrâ, Âdâbü’s-sülûk İlâ Hazret-i Mâlikü’l-Mülk ve Melikü’l-Mülûk, Risâle, fî’l-Halve, Minhâcü’s-Sâlikîn ve Mi’râcü’t-Tâlibîn, (çev. Süleyman Gökbulut), Seyr ü Sülûk Risâleleri, İlkharf Yay., İstanbul 2016. Kübrevîlik hakkında bkz. Türer, a.g.e., s. 180-182; Reşat Öngören, “Osmanlı Türkiyesi’nde Tarikatlar”, (ed. Semih Ceyhan), Türkiye’de Tarikatlar: Tarih ve Kültür, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 70-72; Süleyman Gökbulut, Necmeddîn-i Kübra: Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yay., İstanbul 2010; Hamid Algar, “Kübreviyye”, DİA, XXXII, 500-506. 1147 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), İFAV Yay., İstanbul 2013; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), İlkharf Yay., İstanbul 2013; Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’lMeâd, (çev. Kâsım b. Mahmûd Karahisârî), İrşâdü’l-mürîd ile’l Murad fî Tercemet-i Mirsâdü’l- ‘İbâd, (haz. Özgür Kavak), Sûfî Diliyle Siyaset, Klasik Yay., İstanbul 2019; Necmeddîn, Dâye, Mirsâdü’l-‘İbâd mine’l Mebde’ ile’l-Meâd, (haz. Şefaettin Severcan), Hüküm Sahiplerinin İzleyecekleri Yol, Mirsâdü'l-İbâd Mine'l-Mebdei İle'l Mead’dan: Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad'a ve Osmanlı Sultanı II. Murad'a Sunulan Siyasetnâme, Büyüyenay Yay., İstanbul 2017. 1148 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 53; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 56, 57; Karş. Baltacı, Necmeddîn Dâye, s. 63; Kavak, a.g.e., s. 13; Örs, “Necmuddîn-i Râzî”, s. 22; Karş. Uyumaz, a.g.e., s. 96; Ürkmez, a.g.e., s. 84-85. 1149 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 53, 54; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 54; Karş. Kavak, a.g.e., s. 22. 233 diyarlarında onların ve bendelerinin güzel eserleri görülür. Ehl-i İslâm, bu mâhir ve mübarek hânedâna hayır duâ etmektedirler.” 1150 Dâye, Selçuklu hanedanlığına duâ ettikten sonra Anadolu’daki huzur, terbiye, ilim neşri, sûfîlere saygı ve hizmetin başka bir yerde bulunmadığını anladığını ifade eder.1151 O, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd hakkında “İslâm pâdişahı ve sultanlar sultanı” olarak bahsedip, onu Hz. Yûsuf ve Hz. Eyyûb peygamberlerle mukayese ederek “İslâm ve Müslümanların kurtarıcısı, evliyânın yardımcısı, Allah’ın düşmanlarının kahredicisi, doğru yoldan yürüyen” gibi sözlerle övmektedir.1152 Dâye, bu övgülerin, kendisine Allah’tan gelen ilhamlar olduğunu söyler ve bu konuda eserinde detaylı açıklamalar yapar.1153 Dâye’nin bu ifadeleriyle I. Keykubâd, Allah Teâlâ tarafından övülmüş sultan hüviyetine kavuşur. Bu da eserini sultana sunacak Dâye için oldukça kullanışlı bir malzemedir. Onun ilhama dayandığını söylediği bu bilgilere ilmî şüpheyle yaklaşmak gerekir. Zirâ bu bilginin ne doğruluğunu ne de yanlışlığını ilmî sınırlar çerçevesinde tespit etmek mümkün değildir. Yine de Dâye’nin I. Keykubâd hakkındaki ifadeleri, sultanın dinî anlayışını son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca bir tutum olarak melik ve sultanlara yakın olmaktan uzak durduğunu ifade eden Dâye’nin, Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’a karşı farklı davranması da önemli bir ayrıntıdır.1154 Tüm bu bilgileri değerlendirirken, her ne olursa olsun Dâye’nin bu eseri bir sultana sunduğunu unutmamak gerekir. Bu yönüyle düşünüldüğünde bahsi geçen eserde verdiki bilgilerin, bilhassa da övgülerin dikkatle incelenmesi gerektiği gerçeği ortaya çıkar. Ayrıca Dâye, kitabını sultana takdim ettikten kısa bir süre sonra, çeşitli nedenlerle Selçuklu ülkesinden ayrılıp 621/1224 yılında Erzincan'a gitti. Dâye, ayrılışının sebeblerini Fâhreddîn Behram-şâh’ın oğlu, Erzincan Beyi Alâeddîn Dâvud-şâh’a sunduğu Mermûzât-ı Esedî adlı eserde detaylıca anlatır. Buna göre 1150 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 53; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 57; Karş. Turan, Cihân, s. 193. 1151 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 54; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 58. 1152 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 54, 60; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 58, 61, 65. 1153 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 57; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 62. 1154 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 55, 57; Necmeddîn-i Dâye a.g.e., (çev. Uygur), s. 59. 234 1221 yılında Anadolu’ya gelen Dâye, 3 yıl boyunca çeşitli şehirlerde dolaştığını ve dolaştığı şehirlerde dinden başka her şeyin revaç bulduğunu, Şeriat ve tarikat erbabınınsa pek talep görmediğini buna mukabil fitneciler, gıybet edenler, dünyaya dalıp gidenlerin kıymetli görüldüğünü ifade eder. 1155 Bu sebeple Dâye, Erzincan’a gider ancak buradaki halkın durumundan da memnûn kalmaz.1156 Fakat bu şehirde “benzerini hiçbir yerde görmediğim” sözleriyle övdüğü Alâeddîn Dâvud-şâh’a rastlar ve onun yakında kalır.1157 Görüldüğü gibi Dâye, daha önce Alâeddîn Keykubâd hakkında kullandığı sözlere benzer bir ifadeyi başka bir sultan için de sarf etmektedir. Selçuklu ülkesi hakkında birçok güzel bilgi ve övgüden bahsetse de Dâye’nin, beklentilerinin tam olarak gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Dâye’nin Selçuklu topraklarından ayrılmasının en önemli sebebi, belki de tasavvufun henüz bu topraklarda yeterince ilgi görmemesiydi. Dâye’yi, “Rabbânî Şeyh, bilgi okyanusunun dalgıcı, gerçekler hazinesi, incelikler ışığının kaynağı” gibi sözlerle niteleyen İbn Bîbî, eserinde “halktan ve meliklerden meydana gelen süluk ehlinin bütün tarikatlerini içeren, her sınıfı mükemmel bir şekilde ele alan büyük padişah Alâeddîn Keykubâd adına yazdığı” eseri Mirsâdü’l-Îbâd’ı, Malatya’da sultana sunduğunu kaydeder.1158 Bu esere, Sühreverdî tarafından yazarını, içeriğini ve üslûbunu büyük bir övgüyle tanıtan bir takdîm yazılmıştı.1159 Bu durum eserin kıymetini arttırmıştı. 1160 Nitekim Dâye, I. Keykubâd tarafından büyük ilgiyle karşılandı ve sultan, kitabın her harfi için ona ödemede bulundu.”1161 1155 Necmeddîn-i Dâye, Mermuzat-ı Esed der Mermuzat-ı Davûdî, (nşr. Muhammed Şefi’î Kedkenî), Müessese-i Mütalaat-ı İslâmi Danişgah-ı McGill, Tahran 1973, s. 5; Karş. Baltacı, Necmeddîn Dâye, s. 68; Ürkmez, a.g.e., s. 87; Örs, “Necmuddîn-i Râzî”, s. 24. 1156 Necmeddîn-i Dâye, Mermuzat-ı Esed, s. 5; Karş. Baltacı, Necmeddîn Dâye, s. 68; Ürkmez, a.g.e., s. 87-88; Örs, “Necmuddîn-i Râzî”, s. 24. 1157 Necmeddîn-i Dâye, Mermuzat-ı Esed, s. 5; Karş. Baltacı, Necmeddîn Dâye, s. 68; Ürkmez, a.g.e., s. 87-88; Örs, “Necmuddîn-i Râzî”, s. 24. 1158 İbn Bîbî, a.g.e., s. 257, 258; Karş. Ürkmez, a.g.e., s. 86-87. 1159 İbn Bîbî, a.g.e., s. 258; Ürkmez, a.g.e., s. 85. 1160 İbn Bîbî, a.g.e., s. 258; Ürkmez, a.g.e., s. 85. 1161 İbn Bîbî, a.g.e., s. 258; Ürkmez, a.g.e., s. 87. 235 Sultanın, kendisine sunulan esere bu şekilde karşılık vermesi ve eserin Sühreverdî’nin tavsiyesini içermesi ve dahî I. Keykubâd’ın kitaplarla arasının iyi olduğu düşünülürse, sultanın bu kitabı okuduğunu ya da hiç yoktan içeriğinden az ya da çok bilgi sahibi olduğu anlaşılır. Bu da kitabın içeriğini daha önemli hâle getirmektedir. Tasavvufî literatür içerisinde bilinen ve yaygınca okunan bir kitap1162 olan Mirsâdü’l-‘Îbad, bir mukaddime, 5 bölüm ve 40 fasıldan oluşmaktadır. 1163 Dâye eserinde felsefecileri eleştirir. Konumuz açısından bu nokta önemlidir. Daha önce de anlattığımız gibi Selçuklu hânedânlığında felsefî eğilimler vardı. I. Keykubâd’a sunulan bu eserde felsefecilerin eleştirilmesi, bu konuda onun, kendisinden önceki sultanlara çok benzemediğini gösterir. Dâye eserinde, en genel şekilde insan ruhu ve fıtratından; insanın terbiyesinden, bu uğurdaki seyr-i sülûkun gereklilikleri, halleri ve sırlarından; her sınıfa mensup insanın nefsine karşı nasıl mücadele edebileceğiyle ilgili hususlardan bahseder.1164 Kitabı da Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’a sunduğunu açık bir şekilde belirtir.1165 Kitabın bizim açımızdan önemli olan 5. bölümü, yöneticilerin ve halk içindeki çeşitli zümrelerin seyr-i sülûkları1166 hakkındadır.1167 Bu zümrelerin başında da “Meliklerin ve fermân sahiplerinin sülûku beyânına dair” ve “Meliklerin hallerinin ve onların raiyyenin tüm tâîfeleriyle olan ilişkileri ile halkın ahvâline şefkat gösterilmesinin beyânına dair” başlıklarıyla sultanlar gelir. Bu kısımlarda Dâye, sultanların nefisleriyle mücadelelerini nasıl yapabileceklerini ve bu hususta dikkat etmeleri gereken hususları anlatır. 1162 Baltacı, Necmeddîn Dâye, s. 95; Örs, “Necmuddîn-i Râzî”, s. 26; Okuyan, a.g.m., s. 496; 1163 Bu içerikler hakkında detaylı bilgi için bkz. Kavak, a.g.e., s. 16-21. 1164 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 59; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 64. 1165 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 60; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 65. 1166 Seyr-i sülûk, tasavvuf erbabının nefislerini ıslah etme mücadelesinin adıdır. Bkz. Süleyman Uludağ, “Sülûk” DİA, XXXVIII, 127-128. 1167 Zümreler hakkındaki bilgi için bkz. Kavak, a.g.e., s. 21. 236 Dâye, eserinin bu kısmına, saltanatın Allah’ın hilâfeti ve niyâbeti olduğunu hatırlatarak başlar.1168 Ardından sultanları dünya ve din olmak üzere ikiyi ayırır.1169 Dünya sultanlarını eleştirir, sonra da din sultanlarına geçer ve onları kendi sûretlerini tanıyan, Şeriat anahtarı ve tarikat vasıtasıyla sûretlerinin üzerindeki tılsımı açanlar olarak över. Dâye, I. Keykubâd’a Kur’ân-ı Kerîm’in 38. sûresinde geçen Hz. Davûd’la ilgili âyetlerden1170 hareketle bir takım hatırlatmalar ve öğütlerde bulunur. O, I. Keykubâd’a, evvelâ sultanlığı ve memleketi Allah’ın bağışı olarak bilmesini; mülkü O’nun verdiğini, dolayısıyla sultandan alıp bir başkasına vermenin de O’nun elinde olduğunu unutmamasını ve bu geçici mülk vesilesiyle asıl kalıcı mülkü elde etmeye çalışmasını; insanların arasında hak ile hükmetmesini; nefsine göre değil, Şeriat’a göre hüküm vermesini; heva ve hevesine tâbi olmamasını, eğer olursa Allah’a karşı gelmiş sayılacağını ve Allah’ın yolundan çıkanlar için de şiddetli bir azabın beklediğini söyler. 1171 Memleket âdil bir şekilde idare edilip, Şeriat uygulanır, halk sülûk yolunda tutulursa bu amelin Allah’a yaklaşmak için en büyük vesile olacağını ifade eden Dâye, bu şekilde sultanın üstün bir ilme de erişeceğini belirtir.1172 Görüldüğü gibi Dâye, hem memleketin Şeriat’a tâbi olması hem de sultanın Allah’a yaklaşması için çeşitli tavsiyelerde bulunarak Keykubâd’ı bu hususlarda açıkça teşvik etmektedir. Onun, sultanın dinî anlayışını şekillendirerek siyasetine etki etmeyi ümit ettiği son derece açıktır.1173 Eserin devamında Dâye, Allah’a yaklaşmak ve uzaklaşmak hususunda saltanatın olumlu ve olumsuz yanlarından bahsederek sultanı uyarıp, yukarıdaki 1168 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 313; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 339; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 59. 1169 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 314; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 340; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 60. 1170 Bahsi geçen âyetin meâli şu şekildedir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında adaletle hükmet, keyfe uy(up ilâhî emre aykırı hüküm ver)me, yoksa (keyfî hüküm vermeler) seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlar var ya, onlar için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.” Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 453. 1171 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 315, 316; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 341, 342, 343; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 61, 62, 63, 64. 1172 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 316, 317; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 343, 344; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 64-65. 1173 Aynı durum ilerleyen sayfalarda ele alacağımız Zencânî’nin eserinde de söz konusudur. 237 tavsiyelerini hadislere, âyetlere ve çeşitli hikâyelere dayandırarak sürdürür. Ayrıca o, aynı metodla I. Keykûbad’ı; vezirler, beyler ve vakıf müesseseleri gibi hususlarda da dikkat etmesi gerekenler hakkında uyarır. Dâye, sultanı kadı atamaları hakkında uyarırken ilginç bir sitemde de bulunur. Atanacak kadıların özelliklerinden bahsettikten sonra, “Çoğu zaman kadılığı ehliyete göre değil, yapılan hizmetlere göre verirler.” 1174 diyerek tepkisini dile getirir. Bu, o dönemi tasvir eden önemli bir bilgidir. Dâye, diğer eserlerde, kitâbelerde, lakap ve unvanlarda da gördüğümüz gibi eserinde sultana “Zıllullah” diye hitap etmekte ve bu hitabını detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Ona göre bir kimsenin Zıllullah olarak nitelenmesi için bütün mazlumların sığınağı olması, hiçbir zâlimden onlara zulüm ya da cefa ulaşmaması gerekir. 1175 Dâye bu bahsi şu sözlerle kapatır: “Bu zulüm ve cefa sultanın kendisinden ortaya çıkarsa Zıllullahlık nasıl tasavvur edilebilir ve hilâfet nasıl mümkün olur?” 1176 Aslında Dâye, Zıllullah tabiriyle sultanın kainattaki ontolojik yerini belirlemektedir. Bu perspektifle bakıldığı taktirde burada bir felsefe yatmaktadır. Tabir-i caizse dinden alınan bakış açısıyla bir siyaset ontolojisi yapılmaktadır. Sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesiyse evvelâ burada din ve devlet işlerinin ayrımından bahsedilemez. Zirâ sultan, Allah ile vahyî bir bağlantı içine giremeyeceğine göre ancak ve ancak Kur'ân ve Sünnet’in ve dahî kendisinden önceki salihlerin uygulamalarına bakarak gölge olma görevinin hakkını verebilir. Bu durum sultanlar için dini iyi kavramayı zorunlu kılmaktadır ki bu anlayışın siyasî pratiğini eksiksiz yerine getirebilsinler. Ancak teorik arka plân her ne kadar bu şekilde olsa da sultanların uygulamalarının bütünüyle böyle gerçekleşmediği de âşikârdır. 1174 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 342; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 370; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 93. 1175 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 324; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 352, 352; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 74. 1176 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Baltacı), s. 317; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Uygur), s. 344; Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., (çev. Kâsım b. Mahmûd b. Karahisârî), s. 65. 238 Dâye, sultanların dinen meşrûiyeti hususunda da bir ölçü koymaktadır. Bu ölçü adâleti sağlama ve zulümden kaçınmadır. Bu iki kaideyi hemen hemen bütün siyasetnâmelerde görmek mümkündür. 2. 2. 6. 2. 21. Zencânî ve I. Keykubâd Sultana sunulan kitaplardan bir diğeri XIII. yüzyıl müelliflerinden olan Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdi’s-Samed el-Osmânî ez-Zencânî’nin Kitâbu’lletâifi’l-‘Alâiyye fi’l-fedâili’s-seniyye1177 adlı eseridir. Klasik siyasetnâme literatürünün erken ve önemli örneklerinden biri olan eserin, I. Keykubâd tarafından okunmuş ya da en azından emîrleri tarafından kendisine aktarılmış olması muhtemeldir. Zirâ sultanın Keykubâdîye’de ara ara bu kitabın içeriğine benzer bir eseri okuduğu bilinmektedir. Turan da sultanın, Nizâmülmülk'ün Siyasetnâme'si ve Keykâvus'un Kâbusnâme'sini çok okuduğunu belirterek Keykubâd’ın siyasetnâme türü eserlere özel bir ilgi duyduğunu vurgulamaktadır. 1178 Ayrıca Hasan Hüseyin Adalıoğlu da eserin sultan tarafından okunduğunu ifade etmektedir.1179 Eserinin başında Zencânî, sultandan ibret nazarıyla bu eseri okumasını beklediğini ifade eder.1180 Bahsi geçen eserin bir başka yerinde I. Keykubâd’ın, eski hükümdarların hayat hikâyelerini okuyan, onların kitaplarını, seferlerini inceleyen bir sultan olduğu söylenir. 1181 Buna göre sultanın, Zencânî’nin eserini okumuş olma ihtimali daha da kuvvetlenmektedir. 1177 Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdi’s-Samed el-Osmânî ez-Zencânî, Kitâbu’l-letâifi’l-‘Alâiyye fi’lfedâili’s-seniyye, (haz. Hasan Hüseyin Adalıoğlu), Yeditepe Yay., İstanbul 2019; Eserin tanıtımı için bkz. Kemal Haykıran, “Ez-Zencânî, Sultana Öğütler; Alaeddin Keykubad'a Sunulan Siyasetname”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt/Volume XXI, Sayı/Number 2, Aralık/December 2006, 241-246; Eserin yazmasının tanıtımı için bkz. İhsan Fazlıoğlu, “Sultan I. ‘Alâuddîn Keykubâd'a Sunulan Siyasetnâme: el-Letâifu'l-‘alâiyye fi'l-fedâili's-seniyye”, DİVAN, 1997/1, 225-239. Zencânlı olan müellifin hayatı hakkındaki bilgilerimiz kısıtlıdır. Adalıoğlu, metin içindeki bazı Türkçe özlü sözlerin Arapça ifadelerle söylenmeye çalışılmış olması sebebiyle müellifin din âlimi olduğunu düşünmektedir. Bkz. Zencânî, a.g.e., s. 33 1178 Turan, Türkiye, s. 412. 1179 Zencânî, a.g.e., s. 47. 1180 Zencânî, a.g.e., s. 94. 1181 Zencânî, a.g.e., s. 124, 135. 239 Zencânî, Anadolu’ya neden geldiğini eserinde anlatırken, konumuz açısından Selçuklu ülkesi ve I. Keykubâd hakkında önemli bilgiler vermektedir. O eserinde, ülkesindeki düzen bozulunca, sultanı geniş imkânlara sahip olan, halkına adâlet ve iyilikle davranan; fazilet, neseb, adâlet ve ehliyet konusunda diğer sultanlardan üstün olan bir sultan tarafından yönetilen Anadolu’ya gitmeye karar verdiğini söyler.1182 Zencânî, “Ben bu konuda söylenenlerin doğruluğunu araştırdım.” diyerek, Anadolu’ya gelmeden önce bölge ve sultan hakkında bir araştırma yaptığını ve bunun üzerine Selçuklu ülkesine göç ettiğini ifade eder.1183 Bu bilgiler, sultan ve Anadolu hakkında o devirdeki algıyı göstermektedir.1184 Zencânî, eserinde I. Keykubâd’I şu ifadelerle över: “Sultanların sultanı, İslâm’ın ve Müslümanların yardımcısı, ümmetin korucuyusu, insanların ve ülkenin hamisi, halîfenin yardımcısı, kâfirlere, müşriklere, zındıklara, mülhidlere karşı dini ve ülkesini yüceltmede Allah’ın yardımıyla galip gelen, her tarafta emniyeti sağlayan, iyiliği yayan, ihsanı geniş, makamı temiz, Emirü’lmü’minîn, bahtiyar sultan Kılıç Arslan (‘ın torunu), bahtiyar şehid sultan, din ve dünyanın yardımcısı Keyhüsrev’in oğlu Alâeddîn Keykubâd” 1185 Zencânî eserinde, sultana sunulacak hediyeler içinde en değerli ve en şerefli hediyeyi seçtiğini, bunların âyetler, Hadîsler ve hikmetli sözler olduğunu ifade etmektedir.1186 Müellifin bu ifadeleri, sultanın da bu kaynaklara kıymet verdiğini ortaya çıkarmaktadır. Zirâ sultan kıymet vermese, Zencânî bahsi geçen kaynaklardan derlediği eserini ona sunmazdı. Çünkü en nihayetinde bu gayretine bir karşılık beklemekteydi. Kitap, 628 Zilkade/1228 Ekim’inde tamamlandı ve Alâeddîn Keykubâd’a sunuldu. 1187 Zencânî, eserinde, kendisinden önce yazılmış olan siyasetle ilgili eserleri tetkik etmiş ve bazılarından da alıntılar yapmıştır.1188 Eser; cennete özendirme ve cehennemden sakındırma; sultanların adâleti, merhameti ve nesepleri; zulümden ve zulmün sonuçlarından kaçınma; sultanların ve meliklerin güzel ahlakı, övülen vasıfları; halîfelerin ve sultanların güzel sözleri ve hâkimiyet süreleri; sultanların 1182 Zencânî, a.g.e., s. 91, 92. 1183 Zencânî, a.g.e., s. 92. 1184 Aynı cümleleri Necmeddîn Dâye’nin eserinde de görmüştük. 1185 Zencânî, a.g.e., s. 91, 92. 1186 Zencânî, a.g.e., s. 93. 1187 Zencânî, a.g.e., s. 258. 1188 Zencânî, a.g.e., s. 51, 52. 240 yüksek gayretleri, hikâyeleri ve alınacak ibretler; vezirler ve devlet adamlarının sıfatları ve onlar için gerekli olan şeyler; vâliler, kadılar ve onların yeterli ve dirayetli olmaları; sultanların ve hükümdarların halka sınıflarına göre davranması; affetmek, merhametli olmak, mesuliyetten kurtulmak ve gerçeği söylemek gibi başlıkları kapsayan 10 bölümden oluşmaktadır.1189 Zencânî eserinin ilk bölümünde, dünya hayatının geçiciliği, kimseye kalmayacağı, kıyamet için hazırlık yapmanın önemi, akıbetini düşünüp önceki melik ve filozofların hayatlarından ibret alınması gerektiğini, bunları özellikle sultanların bilmesinin şart olduğunu çünkü böylelikle diğer insanlara zulmetmekten geri duracaklarını ve halkın da sultanlara şefaat edeceğini işler.1190 Bu davranışların neticesinde Allah’ın, devleti ölümsüzleştireceğini ve düşmanlarına üstün kılacağını söyler.1191 Eserin ikinci bölümünde Zencânî, saltanatın Allah’ın nimeti olduğu için sultanın da bu nimete karşılık halka, adâlet ve merhametle davranmasını, onları Allah’ın emaneti olarak görmesi, koruyup kollaması gerektiğini, onların iyiliğini kendi iyiliği olarak görmesini, dini korumayı ve Müslümanların ıslahını önemsemesini, dünya için dinini satmamasını öğütler.1192 Bunlara uyan sultana itaatin farz olduğunu vurgular ve sultanın bulunmadığı taktirde toplumda meydana gelecek karışıklıkları tasvir eder.1193 Üçüncü bölümde zulüm ve sonuçlarından kaçınmakla ilgili öğütler veren müellif, sultana, mazlumları kollamayı, zayıfı güçlüye yem etmemeyi, halkına insaflı davranmayı, halkının durumundan gafil olmamayı, Hz. Ömer gibi davranmayı, 1189 Siyasetnâmelerin genelinde olduğu gibi bu eserde de eski İran krallarının davranışları, saray ve idare hayatları model olarak ortaya konmaktadır. Bu hususta Türkiye Selçuklu sultanlarının ve saray eşrafının da bahsi geçen kültürün etkisine kaldıkları bilinmektedir. Siyasetnameler, iyi idarenin gerçekleşebilmesi ve devletin ayakta durabilmesi için olmazsa olmaz prensipleri dört ana başlık altında sunarlar. Bunlar: Adalet, Meşveret, Ehliyet ve Liyakattir. Bu tablo bize, sultanların siyasi anlayışlarını aşağı yukarı en azından ideal olarak sunar diyebiliriz. Ayrıca her şeyden önce bu eserlerde âyet ve hadîslerin zikredilmesi ve bolca kullanılması da dinî anlayış ve siyasî yansımalarına önemli bir işarettir. 1190 Zencânî, a.g.e., s. 105-106, 109-110. 1191 Zencânî, a.g.e., s. 110, 111. 1192 Zencânî, a.g.e., s. 114-117 1193 Zencânî, a.g.e., s. 116. 241 iftiracıların sözüyle harekete etmemeyi, mazlumlarun duâlarından çekinmeyi tavsiye eder.1194 Ayrıca müellif, sultana duâ ederek onu yapması gerekenlere yönlendirir: “Allah düşmanlarını kahretsin, sancağını yüceltsin, ümmetin koruyucusu olan büyük sultanın Allah’ın kendisine bahşettiği sultanlığa karşı şükrünü eda etmeye, saltanatının başından sonuna kadar hayırlar yad edilmesine vesile olacak şeye rağbet etmeye, Allah’ın kendisine vermiş olduğu bu nimetlere adâletle, şefkatle, ihsanla, merhametle ve halkın ihtiyacını gidermekle karşılık vermeye muvaffak kılmasını Allah’tan dilemelidir.” 1195 Görüldüğü gibi bu satırlarla müellif, sultanın sahip olduğu siyasî gücü Allah’tan bilmesini ve buna şükretmek için de bu gücü Allah’ın hoşnut olacağı şekilde kullanması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu satırlar, sultanın dinî anlayışı ve siyasî yansımalarına dair bize ipuçları sunmaktadır. Dördüncü bölümde müellif, sultana İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ahlâkıyla ahlâklanmayı, güzel ahlâkın meyvelerinden faydalanmayı, saltanatın ahlâka göre şekillendiğini unutmamasını, kendisini olgunlaştırmasını, nefsinin dizginlerini eline almasını, gazaptan sakınmasını, hilm sahibi olmasını, boş yere yemin etmemesini, ahde vefa göstermesini, hasetten kaçınmasını, ihsan sahibi olmasını, sultanların sultanının Allah olduğunu unutmamasını öğütler.1196 Bu bahiste müellif, sultanların iyi bir asalet ve soya sahip oldukları için halktan ayrıldıklarını söylemekle yaşadığı devirde sultanlara yönelik bakış açısını ortaya koyar.1197 Bu durumu tersten ele aldığımızda, sultanların da kendilerini böyle gördüklerini söyleyebiliriz. Kendilerini diğer insanlardan yüce görmeleri onları zaman zaman dinî anlayışlarına aykırı hareket etmeye de sevketmiştir.1198 Zencânî, kitabın geri kalan bölümlerinde de hemen hemen aynı şeyleri çeşitli âyetler, hadîsler, hikmetli sözler, hikâyeler, eski sultan ve halîfelerin hayatlarından kesitler ile anlatmaya devam eder. Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere müellif, sultana dinî içerikli öğütler vermekte ve bunları da onun saltanat makamındaki siyasetini güzelleştirmek, olgunlaştırmak amacıyla yapmaktadır. Onun, 1194 Zencânî, a.g.e., s. 138, 139, 140, 141, 144, 1195 Zencânî, a.g.e., s. 143. 1196 Zencânî, a.g.e., s. 148, 149, 152, 153, 157,159, 162, 163, 164, 166,169, 1197 Zencânî, a.g.e., s. 150. 1198 Bu konuyla ilgili bir örnek için bkz. II. Bölüm, s. 147-148. 242 sultanın hem dinî anlayışını hem de siyasî davranışları şekillendirmek istediği açıktır. Zencânî’nin bu gayretinin, sultanın nezdinde nasıl bir karşılığı olduğu üzerine düşünmek gerekir. Bu bağlamda öncelikle, sultana bu tür içeriğe sahip bir kitabın sunulabilmesi, sonra da onun bu kitabı okumuş olduğundan hareketle, I. Keykubâd’ın da Zencânî’nin eserinde çizilen perspektife sahip olduğu ya da böyle bir anlayışın peşinde koştuğu anlaşılmaktadır.. Meselâ bu hususu destekleyen örneklerden biri, kitabın dokuzuncu bölümünde sultanın şeyhlere ve salihlere karşı hürmet göstermeye teşvik edilmesidir. 1199 Müellif bu bahiste, “Dindar insanları yüceltmek dindarlık alâmetlerindendir.” der. Bilindiği gibi Alâeddîn Keykubâd devrinde Anadolu’ya birçok önemli mutasavvıf, âlim geldi. Sultan bu gruplara hürmette kusur etmediği gibi onların faaliyetlerini de destekledi. Sultanın bu tavrı göz önünde bulundurulduğunda, Zencânî’nin ona verdiği öğütleri kulak arkası etmediği anlaşılmaktadır.1200 2. 2. 6. 2. 22. Gazzâlî ve I. Keykubâd Sultanın kesin olarak okuduğunu bildiğimiz kitaplardan biri de Hüccetü’lİslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî1201 et-Tûsî (ö.505/1111)’nin1202 Kimyâ-yı Sa’adet adlı eseridir. 1199 Zencânî, a.g.e., s. 242. 1200 Ayrıca bu örnek, hemen üst paragrafın sonundaki tezimizi de desteklemektedir. 1201 İsmin yazılışının “Gazzâli” mi yoksa “Gazâlî” mi olduğuyla ilgili tartışmalar için bkz. Mustafa Çağrıcı, “Gazzâlî”, DİA, XIII, 489. 1202 Büyük Selçuklu devrinin meşhûr ilim adamı Gazzâlî bugün Meşhed olarak bilinen Tûs’ta doğdu. Eğitimine burada başladı ve sonra 1073’te Cürcan’a gitti. Cürcan’dan sonra 1080’de Nişâbur’a giderek Nizamiye medreselerine girdi ve İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478/1085)’nin talebesi oldu. Burada birçok ilim dalında eğitim aldı. Genç yaşında oldukça geniş bir ilmî birikime ulaşan Gazzâlî, 484/1091 Temmuz’unda Nizâmiye Medresesi’ne müderris olarak atandı. Bkz. Câmî, a.g.e., s. 493-494;Çağrıcı, “Gazzâlî”, s. 489. Cüveynî’nin hayatı ve temel görüşleri hakkında bkz. İsmail Hakkı İzmirli, “İmâmü’l-Haremeyn Ebû’l-Meâlî el-Cüveynî”, DİFM, sy. 9 (1928), s. 1-33; Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb, “Cüveynî, İmamü’l-Haremeyn”, DİA, VIII, 141-144. Nizâmiye’de uzun yıllar ders ve önemli eserler veren Gazzâlî, el-Münkız Mine’d-Dalâl adlı eserinde detaylarıyla anlattığı, 1095 yılında zirveye ulaşan bir bilgi krizi/bunalımı sebebiyle tüm görevlerini bırakarak Şam’a gitti. Kendi ifadesiyle 11 yıllık bir süre boyunca inzivaya çekildi ve bu sürede İhya’ü ‘ulûmi’d-dîn adlı meşhûr eserini yazdı. Bkz. Câmî, a.g.e., s. 494; Çağrıcı, “Gazzâlî”, s. 491-493. Gazzâlî’nin bahsi geçen eserleri için ayrıca bkz. İmam Gazzâlî, el-Münkız Mine’d-Dalâl, (trc. Osman Arpaçukuru), Beyan Yay., İstanbul 2015; İmam Gazzâlî, el-Münkız Mine’d-Dalâl, (trc. 243 Gazzâlî, Kimyâ-yı Sa’âdet adlı eserinin girişinde kitabının muhteviyatını şöyle açıklıyor: “Maksat, hakikat kimyasının ilmini insanlara öğretmektir. Böylece insanlar mücahede potasında kalp cevherini arıtma yolunu, kalbin bulanıklığına sebep olan çirkin ahlâkın iyi ahlâka dönüştürülmesini öğrenirler. Kimyadan maksat nefis sarayını dünya bağlarından kurtarıp yüzünü dünyaya çevirip Allah’a dönmek ve Allah’tan başka kalpte hiçbir şeye yer vermemektir.”1203 Kimyâ-yı Sa’âdet adlı kitabın içindekilerden genel olarak bahsetmek yerinde olacaktır. Gazzâlî eserine, insanın kendisini, Allah’ı, dünyayı ve ahireti tanıması için gerekli bilgileri detaylı şekilde açıklayarak başlar; bu bahislerin ardından “ibadetler” genel başlığıyla Ehl-i Sünnet itikadına göre namazdan oruca, hacdan zekâta, temizlikten zikre varıncaya birçok bilgi aktararak devam eder; daha sonra “muamelât” başlığıyla yeme-içmenin âdabından, evlenmenin faziletlerinden, ticaretin kâidelerinden, helal-haram-mekruhtan, arkadaşlık ve dostluktan, uzletten, semadan, iyiliği emredip kötülüğü nehyetmenin şartlarından, hüküm ve idare etmenin esaslarından bahseder; daha sonra “muhlikât” genel başlığıyla nefsin huylarından ve tezkiyesinden, az yemek yemekten, konuşmanın adabından, öfke ve hasetten, dünyaya meylin kötülüğünden, cimrilik-hırs gibi yerilen davranışlardan, makam ve mevki sevgisinden, riyakârlıktan, kibir ve ucbdan, gaflet ve dalâletten söz eder; “münciyât” başlıklı bir sonraki ve son bölümde ise tevbeden, sabır ve şükürden, Allah’a karşı korkudan, fakir ve zühdden, ihlas ve niyetten, muhasebe ve murakebeden, tefekkürden, tevekkülden, sevgi ve Allah aşkından, ölümden bahseder. Gazzâlî’nin ele aldığı konulardaki derinliği ve ehliyeti düşünüldüğünde bahsi geçen eserin önemi daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla o, bu konularda bir otorite konumunda bulunmaktadır. Bu sebeple I. Keykubâd’ın ilgili konular hakkında Gazzâlî’nin kitabını okumuş olması da ayrı bir önem kazanır. Böylece sultanın, bahsi Abdurrezzak Tek), Hakikat Arayışı, Bursa Akademi Yay., Bursa 2015; Mustafa Çağrıcı, “el-Münkız Mine’d-Dalâl”, DİA, XXXII, 16-17. Gazzâlî 1106 yılında Nîşâbur’a döndü ve buradaki Nizamiye medresesinde tekrar göreve başladı. Burada bir müddet ders verdiyse de tekrar bırakarak Tûs’a döndü. Tûs’ta sûfîler için hangâh ve ilim tahsil eden talebeler için medrese yaptırdı. Vaktini Kur’ân’a, sohbete ve derslere ayıran Gazzâlî, 505/1111 yılında vefat etti. Bkz. Çağrıcı, “Gazzâlî”, s. 493-494 1203 İmâm-ı Gâzzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, (trc. Mehmet A. Müftüoğlu), Çelik Yay., İstanbul 1996, s. 15, 16. 244 geçen konularda otorite birini okuyabilecek, anlayabilecek bir bilgi birikimine sahip olduğu ve bu konulara en üst seviyede merak duyduğu ortaya çıkmaktadır.1204 Gazzâlî’nin bahsi geçen eserinin muâmelat başlığının son bölümünde, “hüküm ve idare” başlıklı bir kısım bulunmaktadır. Gazzâlî burada, idareye hakim olanlara, yani sultanlara, vezirlere, beylere, devlet görevlilerine nasihatlarda bulunmaktadır. Gazzâlî’nin ilgili konuya dair hususi eserleri de vardır ancak I. Keykubâd’ın şimdilik sadece bu eseri okuduğu bilinmektedir. Bu sebeple sözlerimizi, Gazzâlî’nin bu eserinde söyledikleriyle sınırlandıracağız. Gazzâlî, eserindeki hüküm ve idare başlıklı kısma, yönetime hakim olmanın büyük bir iş olduğunu, adâlet ve insafla yapıldığı taktirde Allah’ın yeryüzündeki halifeliği, aksi durumdaysa şeytanın halifeliği olacağını belirterek başlar. 1205 İdarecinin ilim ve âmel ehli olması gerektiğini, dünyanın geçiciliğini, asıl vatanın burası olmadığını, dünya malının zehirliliğini, dünyevî arzulara karşı sabredilmesi gerektiğini bilmesinin zorunlu olduğunu vurgular1206 Ayrıca Gazzâlî, Allah katında adâletle hükmetmekten daha faziletli bir ibadet olmadığını ifade ederek, adâletin önemine dikkat çeker, bu konudaki hadîsleri rivayet eder.1207 Gazzâlî bunları belirttikten sonra adâletin on kâide ile mümkün olduğunu söyleyerek bu on kâideyi açıklar. Bu kâideler sırasıyla genel olarak şöyledir: Her işte kendini memur, başkasını âmir farzetmek, kendi nefsine reva görmediği bir şeyi hiçbir Müslümana reva görmemek; işi olanları kapısında bekletmemek; nefsi arzularına uyup süslü elbiseler giymemek, nefis yemeklerle meşgûl olup, kanaatsız olmamak; bütün işleri mümkün mertebe yumuşaklıkla halletmek; dinin emrine ve Şeriat’a uygun bir şekilde emri altındaki herkesi razı etmeye çalışmak; Şeriat’a muhalif olan kimsenin rızasını aramamak; memlekete adâlet ve insafla hakim olmak; dindâr âlimlerin vaaz, nasihat ve sohbetlerini dikkate alıp ihtiraslı âlimlerden 1204 Sultana takdîm edilen diğer eserlerde de benzeri konuların işlendiğini daha önce anlattık. 1205 Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 381. 1206 Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 381. 1207 Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 382. 245 kaçınmak; beylerini ve hizmetçilerini de zulüm yapmaktan alıkoymak; kibirli olmamak.1208 Sultan I. Alâeddîn Keykubâd, Gazzâlî’nin bu eserini okumakla, genel olarak bahsettiğimiz bu bilgileri edinmiş oldu. Bu sebeple, kitapta ortaya koyulan dinî anlayışın ve ayrıntılı nasihatlerin, I. Keykubâd’ın üzerinde etkili olduğunu düşünmek gerekir. Daha önceki sayfalarda onun dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında verdiğimiz örneklerde de görüldüğü üzere, bu ve benzeri kitaplar, I. Keykubâd’ın hayatında önemli roller oynamıştır. 2. 2. 6. 2. 23. Nizâmülmülk ve I. Keykubâd Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın okuduğunu bildiğimiz eserlerden bir diğeri Büyük Selçuklu devletinin Nizâmülmülk lakabıyla meşhûr Vezîri Ebû Alî Kıvâmüddîn (Gıyâsüddevle, Şemsülmille) Hasen b. Alî b. İshâk et-Tûsî (ö. 485/1092)’nin1209 Siyerü’l-Mülûk/Siyâsetnâme adlı eseridir. Nizâmülmülk tarafından devlet teşkilâtı ve idaresiyle ilgili konulara dair kaleme alınan Siyâsetnâme, elli fasıldan oluşmaktadır.1210 Nizâmülmülk, mukaddime kısmında bizzat kendi sözleriyle kitabını tanıtır. Buna göre o, bu kitapta iki dünya için de gerekli olan bilgileri vermekteydi ve bu 1208 Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 383-392. 1209 21 Zilkade 408 (10 Nisan 1018)’de Tûs’da doğan Nizâmülmülk, ilk eğitimini babasından aldı, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi ve daha sonra önce Halep, ardından Isfahan, Nişâbur, Bağdâd’ta bulunarak hadis ilmiyle meşgûl oldu, inşâ ve hitâbet sanatları hakkında dersler aldı ve meşhûr ilim adamlarının meclislerine katıldı. Bkz. Abdülkerim Özaydın, “Nizâmülmülk”, DİA, XXXIII, 194. Genç yaştayken babasıyla birlikte Gaznelilerin hizmetinde bulunan Nizâmülmülk, Selçukluların Gaznelileri yenmesi sonrası onların hizmetine girdi ve çeşitli kademelerde görev aldı. Alp Arslan Büyük Selçuklu tahtına oturunca onu vezirlik makamına getirdi ve bu tarihten sonra ölümüne değin önce Alp Arslan’ın sonra da onun oğlu Melik-şâh’ın vezirliğini yaptı. Bkz. Özaydın, “Nizâmülmülk”, s. 194. Nizâmülmülk, âlim ve sûfîlere çok saygı gösterir, onların meclislerine katılır, istişârelerine dâhil eder ve maddî yardımlarla desteklerdi. Meşhûr Nizâmiye medreseleri onun gayretleriyle kuruldu. Bkz. Özaydın, “Nizâmülmülk”, s. 194. 1210 Nasîhatü’l-mülûk türünün en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilen Siyâsetnâme’de verilen örneklerin ve anlatılan hikâyelerin bir kısmı İslâm öncesine, büyük bir kısmı Selçuklu öncesine, bir bölümü de Selçuklu dönemine aittir.1210 Nizâmülmülk, böylece çeşitli devirlerdeki uygulamaları karşılaştırarak kendi dönemi için en ideal olanı seçip tavsiye ettiğini vurgulamaktadır. Eserde Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden, hadîslerden, âlim ve hikmet ehlinin sözlerinden, hikâyelerden aktarımlar ve Nizâmülmülk’ün kendi yorumları vardır. Genel olarak Alâeddîn Keykubâd’a sunulan diğer siyâsetnâmelere benzemekle birlikte devlet yönetimi ve sistemiyle ilgili hususlarda onlardan farklılaşmakta, daha detaylı ve teknik denilebilecek bilgiler verilmektedir. 246 kitabı okuyanlar din ve dünya işlerinde basiret sahibi olmakla birlikte her türlü işlerini düzene sokmayı öğreneceklerdi. 1211 Ayrıca o, kitabı özellikle de hükümdarlar için yazdığını ifade etmektedir. I. Keykubâd bu kitabı okuduğuna göre, Nizâmülmülk’ün yazdıklarını elde etmek, bu hususlarda belki de bulabileceği en güvenilir kaynaktan bilgi almak istemektedir. Sultan kitaptaki her türlü uyarıyı, tavsiyeyi ve bilgiyi dikkate almış olmalıdır. Bu perspektifle bakıldığında, I. Keykubâd’ın dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını anlama yolunda kitabın tüm içeriği tezimiz için değer kazanmaktadır. 1212 Nizâmülmülk de eserinde, sultanlığın Allah’ın seçimiyle olduğunu vurgular.1213 Bu sebepten kadrinin bilinmesi, şükrünün edâ edilmesi gerektiğini söyler ve bunun da halka adâlet ve ihsanla davranmaktan, zulm etmemekten geçtiğini belirtir.1214 Eserde, sultanın kıyamet gününde tüm fermânlarından hesaba çekileceği hatırlatılır.1215 Eserin başında gerekçeleriyle birlikte Melik-şâh hakkında övgüde bulunulur. Bu satırlarda belirtilen ifadeler oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Çünkü I. Keykubâd’ın, burada yazan hususları örnek almaya çalıştığı ve hayatına tatbik etme gayreti gösterdiği elbette düşünülebilir. 1216 Bahsi geçen satırlar şu şekildedir: “Âlemlerin sahibi, yüce padişahı iki sebepten aziz kılar: 1. Soy olarak Efrasyap'a ulaşan hânedânı nedeniyle onu diğer padişahlarda bulunmayan kerametler ve ululuklarla süsler. 2. Bu sebepten padişahların, güzel yüzlü, iyi huylu, mert cesur, iyi ata binen, her türlü silahı kullanabilen, sanattan anlayan, Allah'ın kullarına merhamet edip şefkat gösteren, verdiği sözleri yerine getiren, dindar, tam imanlı, ibadeti seven, faziletlerinden istifade için gece ve ziyaret namazı kılan, oruç tutan, din ulularına saygı gösteren, bilginin malının müşterisi olan, nasihatlar ve sadakalar veren, fakirlere iyi muamele eden, emri altındakiler ve hizmetkârları ile iyi geçinen, halkın üzerinden zâlimlerin zulmünü kaldıran kişiyi Allah kıymetli tutar. Şüphesiz Allah, padişaha liyakati ve imanının sağlamlığı ölçüsünde devlet ve millet 1211 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 2. 1212 Karş. Kara, a.g.e., s. 457. 1213 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 8. 1214 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 10. 1215 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 12. 1216 Meselâ I. Keykubâd, Celâleddîn Hârezm-şâh’a yazdığı mektupta, Melik-şâh gibi büyük sultanların yolunu tutmak gerektiğinden bahsetmiştir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 379; Karş. Turan, Türkiye, s. 389; a. mlf., Resmî Vesikalar, 97. 247 verir. Bütün dünyayı onun emrine tâbi kılar. Onun heybet ve siyasetini bütün ülkelere ulaştırır. Dünyalılar ona haraç verdiği ve ona yaklaştığı derecede, kılıcından emin olurlar.” 1217 Melik-şâh’ın büyüklüğüyle ilgili bu satırlarda onun dinî yönüyle ilgili de detaylı bilgiler vardır. Melik-şâh’ın bu yönü, Nizâmülmülk tarafından, sultanın elde ettiği başarılardaki önemli bir sebep olarak vurgulanır. Hiç şüphesiz bizim dahî dikkatimizi çeken bu ifadeler, I. Keykubâd’ın da dikkatini çekmiştir. Eserin “Din ve Şeriat İşlerinin Nasıl Olduğunun Sorulmasına ve Bilgi Alınmasına Dair” başlıklı 8. faslında bizzat Nizâmülmülk’e ait ifadeler, I. Alâeddîn Keykubâd’ın dinî anlayışına ışık tutacak nüveler içermektedir. Eserin gahsi geçen yerinde Nizâmülmülk, sultanın dinle ilgili işleri denetlemesinin, Allah’ın emirlerini yerine getirmesinin, âlimlere hürmet edip hazineden onların ihtiyaçlarını gidermesinin, zahid ve âbidlere de saygı göstermesinin vacib olduğunu söylemektedir.1218 Sultan bu vacibi en azından haftada bir kez âlimlerin huzuruna çıkmalarını sağlamak, onlardan Allah’ın emir ve yasaklarını, geçmiş peygamber ve sultanların kıssalarını dinlemekle, huzurunda münazara yapmalarını istemekle gerçekleştirmelidir. 1219 Böyle yaptığı taktirde bu hususlarda bilgi sahibi olur ve yönetimle ilgili alacağı kararlarda dine aykırı davranıp yanlış kararlar vermez, adâletli ve insaflı davranır. Bu da devlet içinde fitne, şer ve fesat gibi unsurların ortadan kalkmasına, doğruların kuvvetlenip, bozguncuların zayıflamasına yol açar. Böylece sultan hem dünyada hem ahirette mutluluğa erişir. Nizâmülmülk’e göre sultana lazım olan en önemli şey dindir. “Zira, din ve padişahlık kardeş gibidirler. Memleketinde her ne zaman bir karışıklık olsa dinde de bozukluk olur; kötü din sahipler ve müfsidler baş gösterirler.” 1220 Melik-şâh ile ilgili bahiste söylenenlere de benzeyen bu satırlar, devlet yönetiminde başarılı olunması için dinin önemine vurgu içermektedir. I. Keykubâd, bu sözleri okuduğunda elbette kendisini merkeze alarak düşünmüş olsa gerektir. 1217 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 9. 1218 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 51 1219 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 51 1220 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 51, 52. 248 Nizâmülmülk kitabının 42. faslında Sultan Tuğrul Bey ve Alp Arslan zamanlarında hiçbir Zerdüştî’nin, Hristiyan’ın, Râfızî’nin bir Türk’ün huzuruna çıkmaya cesareti olmadığını; bütün Türklerin kedhüdalığı, mütesarrıf ve zanaatkârları Hanefi veya Şafiî mezhebine mensub Horasanlılardan olduğunu söyleyerek kendi dinî anlayışını ve mezhebî tutumunu ortaya koymaktadır.1221 Nitekim I. Keykubâd da benzeri bir anlayışa sahipti. Bu dönemde Anadolu’daki medreselerde de bu iki mezhep hakimdi. Bu örnekler, sultanın dinî anlayışı üzerinde kitabın etkilerine dair işaretler olarak okunabilir. 2. 2. 6. 2. 24. Kabûs b. Veşmgîr ve I. Keykubâd Ziyârî hükümdarı Emîr Unsûrü’l-meâlî Keykâvus b. İskender b. Kabûs b. Veşmgîr (ö. 475/1082’den sonra)’in Kâbusnâme adlı eseri I. Keykubâd’ın okuduğu bir diğer eserdir. O iki hükümdara saygı duyar, onların ahlâk ve faziletlerini örnek alırdı. Bu isimlerden biri Yeminü’d-devle ve Eminü’l Mille Mahmud b. Sebüktegin, diğeri ise Emîr Şemsü’l-Meali Kabus b. Veşmgir’di. 1222 Keykâvus’un, kendi tecrübelerini oğluna aktarmak için kaleme aldığı eseri, nasihatnâme türü içerisinde değerlendirilebilir.1223 Eser, Nizâmülmülk’ün ve Zencânî’nin kitaplarıyla hemen hemen aynı içeriğe ve vurgulara sahiptir.1224 2. 2. 6. 2. 25. Nizâmeddîn Yahya ve I. Keykubâd Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’a sunulan eserlerden biri de Nizâmeddîn Yahyâ b. Saîd b. Ahmed’in kaleme aldığı Kitâb-ı hadâiku's-siyer fî âdâbi'l-mülûk’tur.1225 1221 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 137, 151; Nizâmülmülk, aynı yerde sözlerinin devamında şunları dile getirir: “Bu zamanda bir kimse kedhüdâlık, ferrâşlık veya rikâbdârlık için bir Türk’ün katına geldiği zaman, hangi şehirden, vilâyetten, mezhepten ve milletten olduğu sorulurdu. Eğer Hanefî, Şafi’î veya Horasanlı, mezhebe teallük etmeyen Maverâünnehirli ise onu kabul ederlerdi; eğer Şiî ise, Kum, Kâşân, Ave, Sâve, Rey’den ise kabul etmezlerdi. Sultan Tuğrul ve Alp Arslan, bir Türk’ün bir Rafizî’ye yol verdiğini görürse kızardı.” 1222 İbn Bîbî, a.g.e., s. 251. Keykâvus, tahminlere göre 412/1021’de doğdu. İyi bir eğitim aldı ve 441/1049 yılında Ziyârî tahtına oturdu. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ve Alp Arslan’a tâbi bir şekilde saltanatını sürdürdü ve 1082’de eserini yazdıktan birkaç yıl sonra vefat etti. Bkz. Rıza Kurtuluş, “Keykâvus b. İskender”, DİA, XXV, 357. 1223 Kurtuluş, “Keykâvus b. İskender”, s. 357. 1224 Bu sebeple tekrar düşmemek adına bu eserle ilgili değerlendirme yapmayacağız. 249 Nizâmeddîn Yahyâ, babasının görevi sebebiyle saray erkânı arasında büyümüştür.1226 Bu sebeple eserinin kıymeti daha da artmaktadır. Eser günümüze ulaşmıştır. Ancak bu vakte kadar herhangi bir neşri yapılmamıştır. Bu eserin içeriği de özellikle Zencânî’nin eserine benzemektedir. Tüm bu eserler ve içerikleri, I. Keykubâd’ın hayatıyla uyuşmaktadır. Eserlerde bahsedilen hemen hemen her şeyi I. Keykubâd hayatına aktarmayı bilmiştir. Bu konuda kaynaklar da mutabıktır. 1225 Cahen, a.g.e., s. 219; Ayla Demiroğlu, “Anadolu Selçukluları Devrine Ait Bir Siyasetnâme”, İstanbul Üniversitesi Tarih Enstitüsü Dergisi, sy. 12 (1981-82), s. 621-626. Eserin yazma nüshası İran’da Tahran Sipehsalar Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Covid-19 sebebiyle ortaya çıkan şartlar sebebiyle bu esere ulaşamadığımızı ifade etmek isteriz. 1226 Demiroğlu, a.g.m., s. 623. 250 2. 3. Çöküş Devri 2. 3. 1. II. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1237-1246) 2. 3. 1. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’ın beklenmedik ölümünün ardından1227 tahta, veliaht olmamasına rağmen II. Gıyâseddîn Keyhüsrev çıktı. Bu süreçte en önemli rolü başta Sâ’deddîn Köpek olmak üzere Şemseddîn Altun-aba, Tâceddîn Pervâne, Lâlâ Cemâleddîn Ferruh ve Gürcüoğlu Zâhirüddevle oynadı.1228 Yeni sultanın ilk işi I. Keykubâd tarafından Moğol Hân’ı Ögeday’a gönderilmek üzere hazırlanan heyeti yola çıkartmak oldu.1229 II. Keyhüsrev, Dımaşk ve Halep Eyyûbîlerinin tâbiîyyet anlaşmasını da yeniledi. Sultan, Halep Eyyûbî Hükümdarı Melik Nâsır’ın kız kardeşiyle evlenip, kendi kardeşini de ona vermek suretiyle iki devlet arasındaki ilişkileri kuvvetlendirdi.1230 Bunun üzerine diğer Eyyûbî melikleri ve Artuklu emîrleri de Türkiye Selçuklularına tâbi oldular.1231 II. Keyhüsrev, saltanatının ilk yıllarından itibaren Emîr Sâ’deddîn Köpek’in etkisinde kalarak önemli Selçuklu beylerini ortadan kaldırmaya başladı. Önce Hârezm-şâh Kayırhan, sonra da sırasıyla Şemseddîn Altun-aba ve Tâceddîn Pervâne ortadan kaldırılan ilk isimler oldu.1232 Ayrıca II. Keyhüsrev, kardeşi İzzeddîn Kılıç 1227 Sultan Alâeddîn Keykubâd’ın ölümüyle ilgili tartışmalar vardır. Zehirlenerek öldüğü/öldürüldüğü açık olmakla birlikte bu olayda II. Gıyâseddîn’in dahlinin ne kadar olduğuna dair farklı yorumlar bulunmaktadır. Bkz. Kaymaz, a.g.e., s. 30. 1228 İbn Bîbî, a.g.e., s. 447 - 450; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537; Karş. Turan, Türkiye, s. 424; SevimMerçil, a.g.e., s. 577; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171; Ersan, “Türkiye”, X, 229; Kaymaz, a.g.e., s. 32, 41; Ali Sevim, “Keyhüsrev II”, DİA, XXV, 349; Muharrem Kesik, “Sâdeddin Köpek”, DİA, XXXV, 392. 1229 Turan, Türkiye, s. 425; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 577; Ersan, “Türkiye”, X, 230; Kaymaz, a.g.e., s. 36; Sevim, a.g.m., s. 349. 1230 İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 116; Ömerî, a.g.e., s. 368; Cenâbî, a.g.e., s. 21; Karş. Turan, Türkiye, s. 425, 426; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 577; Ersan, “Türkiye”, X, 230; Kaymaz, a.g.e., s. 36-37, 76; Sevim, a.g.m., s. 349. 1231 Turan, Türkiye, s. 426; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 577; Ersan, “Türkiye”, X, 230; Kaymaz, a.g.e., s. 78; Sevim, a.g.m., s. 349. 1232 İbn Bîbî, a.g.e., s. 451- 455, 456, 457; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 116; Ömerî, a.g.e., s. 366; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 75-76; Karş. Turan, Türkiye, s. 427, 429; SevimMerçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171; Ersan, “Türkiye”, X, 230-231; Kaymaz, a.g.e., s. 41, 44, 46, 47, 48; Sevim, a.g.m., s. 349; Kesik, a.g.m., s. 392-393. 251 Arslan, Rükneddîn ve onların annesi Âdiliye Hatun’u da tutuklattı.1233 Âdiliye Hatun yay kirişiyle boğulmak suretiyle öldürüldü. Şehzadeler ise bir süre tutsak kaldılar. II. Keyhüsrev, kendi çocukları dünyaya gelince Mübârizeddîn Armağan-şâh’a onları öldürmesini emretti ancak Emîr Mübârizeddîn’in bu emri yerine getirip-getirmediği tartışmalıdır. 1234 Sâ’deddîn Köpek’in komutasındaki Selçuklu ordusu, 1238 yılında, Eyyûbîlerin elinde bulunan Samsat (Sümeysât) kalesini ele geçirdi. 1235 Bu zafer Emîr Sâ’deddîn’in kudretini iyice artırdı. Nitekim o, Konya’ya döner dönmez önce Hüsâmeddîn Kaymerî’yi sonra da Kemâleddîn Kâmyâr’ı tutuklatarak idam ettirdi. 1236 Emîr Sâ’deddîn, bu hamlelerinden sonra kendisinin de Selçuklu hanedânına mensup olduğu iddialarını dillendirmeye başlayınca, asıl maksadının tahta çıkmak olduğunu ifşâ etmiş oldu.1237 Bu söylentiler üzerine II. Keyhüsrev, 1238 yılında Sâ’deddîn’i ortadan kaldırdı ve ardından da bu emîrin hile ve baskılarıyla kendi köşesine çekilen Mühezzibüddîn Ali, Şemseddîn Muhammed el-İsfahânî, Veliyyüddîn Tercüman, İbn Bîbî’in babası Mecdeddîn Muhammed, Celâleddîn Karatay gibi beyleri önemli görevlere tayin etti.1238 Bu sırada Gürcü Prensesi Thamara ile de evlendi.1239 1233 İbn Bîbî, a.g.e., s. 455; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 429; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171; Ersan, “Türkiye”, X, 231; Kaymaz, a.g.e., s. 47; Sevim, a.g.m., s. 349; Kesik, a.g.m., s. 392. 1234 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Kaymaz, a.g.e., s. 47. 1235 İbn Bîbî, a.g.e., s. 459; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171-172; Ersan, “Türkiye”, X, 231; Kaymaz, a.g.e., s. 49; Kesik, a.g.m., s. 393. 1236 İbn Bîbî, a.g.e., s. 460 - 462; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76-77; Karş. Turan, Türkiye, s. 431; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171; Ersan, “Türkiye”, X, 231; Kaymaz, a.g.e., s. 49; Kesik, a.g.m., s. 393. 1237 İbn Bîbî, a.g.e., s. 458; Karş. Turan, Türkiye, s. 431; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 172; Ersan, “Türkiye”, X, 231; Kaymaz, a.g.e., s. 52-53; Sevim, a.g.m., s. 349; Kesik, a.g.m., s. 393. 1238 İbn Bîbî, a.g.e., s. 463, 465; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 202; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 77; Karş. Turan, Türkiye, s. 432, 433; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 172; Ersan, “Türkiye”, X, 231-232; Kaymaz, a.g.e., s. 55-56; Sevim, a.g.m., s. 349; Kesik, “Sâdeddîn Köpek”, s. 393. 1239 İbn Bîbî, a.g.e., s. 465, 466; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537; Karş. Turan, Türkiye, s. 434; SevimMerçil, a.g.e., s. 578; Ersan, “Türkiye”, X, 232; Kaymaz, a.g.e., s. 73-74; Sevim, a.g.m., s. 349. 252 Saltanatın dizginlerini eline alan II. Keyhüsrev, Hârezm beylerinin doğuda yaptığı yağma hareketleri sebebiyle onların üzerine ordu gönderdi. Amid (Diyarbakır), Siverek, Ergani, Çermik’i ele geçirildi (638/1240-41). 1240 Bölgede otorite sağlanamadan bu kez de Türkmenler yağma hareketine girişti. Daha sonra bu Türkmen hareketi, Amasya’da zaviyesi bulunan Ebû’l-Bekâ Baba İlyas-ı Horasânî’nin önderliğinde Babaî İsyanı olarak bilinen büyük bir buhrana dönüştü.1241 Malatya sübaşısı Muzaffereddîn Ali-şîr, topladığı askerlerle birlikte Babaîlere iki kez saldırdı ancak mağlup oldu.1242 Babaîler Sivas üzerine yürüyünce bu kez de Sivas askerleri hücum etti ancak onlar da yenildi.1243 Babâilerin zafer haberlerini alan II. Keyhüsvrev korkuya kapılarak Konya’dan kaçtı. İsyancıların Amasya’ya doğru ilerlediğini öğrenen Hacı Mübarizeddîn Armağan-şâh, onlardan önce Amasya’ya varıp Şeyh Baba İlyas’ı astı; Türkmenler buraya gelip şeyhlerini bulamayınca Selçuklu ordusuna saldırıp Emîr Mübarizeddîn’i öldürdüler.1244 Babaîler buradan Konya’ya doğru harekete geçince Selçuklu emîrleri, Moğollara karşı koymak üzere Erzurum’da bulunan orduyu çağırdı ve yabancı askerlerin de kuvvetiyle Babaîler mağlup edildi. 1245 Bu isyan Selçukluların kuvvetini zayıflattı ve Anadolu’yu Moğol tehlikesine daha da açık hâle getirdi. II. Keyhüsrev, isyanın bastırılmasının ardından Meyyâfârikîn (Silvan) Eyyûbî Hükümdarı Melikü’l-Muzaffer Şehâbeddîn’in üzerine yürüdü ancak Abbâsî Halîfesi 1240 İbn Bîbî, a.g.e., s. 470 - 478; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 78; Karş. Turan, Türkiye, s. 437, 438; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 579; Ersan, “Türkiye”, X, 232; Kaymaz, a.g.e., s. 59-63, 79-82; Sevim, a.g.m., s. 349. 1241 İbn Bîbî, a.g.e., s. 478, 479; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 539-540; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 79; Karş. Turan, Türkiye, s. 441, 442; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 579; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 172; Ersan, “Türkiye”, X, 232; Sevim, a.g.m., s. 350. 1242 İbn Bîbî, a.g.e., s. 479; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 540; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 580; Karş. Turan, Türkiye, s. 442; Ersan, “Türkiye”, X, 233; Kaymaz, a.g.e., s. 65. 1243 İbn Bîbî, a.g.e., s. 480; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 79; Karş. Turan, Türkiye, s. 442; Ersan, “Türkiye”, X, 233; Kaymaz, a.g.e., s. 65-66. 1244 İbn Bîbî, a.g.e., s. 480; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 540; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 79; Karş. Turan, Türkiye, s. 442, 443; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 580; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 173; Ersan, “Türkiye”, X, 233; Kaymaz, a.g.e., s. 66. 1245 İbn Bîbî, a.g.e., s. 481; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 540; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 79; Karş. Turan, Türkiye, s. 443; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 580; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 173; Ersan, “Türkiye”, X, 233; Kaymaz, a.g.e., s. 66-67. 253 Müntasır-Billâh’ın araya girmesiyle taraflar savaştan vazgeçtiler ve Şehâbeddîn Selçuklulara tâbi olmayı kabul etti.1246 Moğol kumandanı Baycu Noyan, 640/1242 yılında Erzurum’u kuşattı ve şehri yakıp yıkarak Mugan’a döndü. 1247 Bunun üzerine Sultan II. Keyhüsrev, ertesi yıl Moğol kuvvetlerine karşı sefere çıktı ancak Kösedağ’da vuku bulun savaşta Selçuklular mağlup oldu.1248 Moğol ordusu Sivas’ı yağmalayıp, Kayseri ve Erzincan’ı da yakıp yıkarak geri çekildi.1249 Vezir Mühezzibüddîn Ali, Mugan’daki Moğol ordugâhına giderek onlarla barış imzaladı. 1250 Bunun üzerine II. Keyhüsrev Antalya’dan Konya’ya geri döndü. Moğol kumandanı Baycu ile yapılan anlaşma bütün doğu Moğollarının başı olan Batu Han’a da onaylatıldı.1251 Ardından Selçuklular, Moğollarla işbirliği yapan Ermenileri tekrar kendilerine tâbi hale getirdi.1252 Bu sırada II. Keyhüsrev Alâiye’de bulunmaktaydı ve içki içerken âni bir şekilde öldü.1253 1246 İbn Bîbî, a.g.e., s. 484 - 486, Karş. Turan, Türkiye, s. 448; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 581; Ersan, “Türkiye”, X, 234; Kaymaz, a.g.e., s. 82-74; Sevim, a.g.m., s. 350. 1247 Müverrih Vardan, Türk Fetihleri Tarihi, (haz. İlhan Aslan), POST Yay., İstanbul 2017, s. 100; İbn Bîbî, a.g.e., s. 491, 492, 493; Kiragos, a.g.e., s. 83-84; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 539; Anonim Selçuknâme, s. 43; Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, (çev. Hrand d. Andreasyan), Yeditepe Yay., İstanbul 2012, s. 33; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 80; Karş. Turan, Türkiye, s. 449, 450; SevimMerçil, a.g.e., s. 581; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 234; Kaymaz, a.g.e., s. 88-89. 1248 İbn Bîbî, a.g.e., s. 496 - 500; Kiragos, a.g.e., s. 85-86; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 541-542; Aksarâyî, a.g.e., s. 35; Kazvinî, a.g.e., s. 119; Anonim Selçuknâme, s. 43; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 117; Ömerî, a.g.e., s. 371; Aknerli Grigor, a.g.e., s. 34-35; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 80-81; Karş. Turan, Türkiye, s. 451 - 457; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 581-582; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 235; Kaymaz, a.g.e., s. 90-95; Sevim, a.g.m., s. 350. 1249 Vardan, a.g.e., s. 100; İbn Bîbî, a.g.e., s. 501 - 504; Kiragos, a.g.e., s. 86-87; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 542, 544; Aknerli Grigor, a.g.e., s. 35-36; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 160; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 81; Karş. Turan, Türkiye, s. 459 – 461; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 582; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 236; Kaymaz, a.g.e., s. 97-99; Sevim, a.g.m., s. 350. 1250 İbn Bîbî, a.g.e., s. 505 - 507; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 544; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 161; Anonim Selçuknâme, s. 43; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 82; Karş. Turan, Türkiye, s. 463 – 465; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 583; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 236; Kaymaz, a.g.e., s. 102; Sevim, a.g.m., s. 350. 1251 İbn Bîbî, a.g.e., s. 514; Anonim Selçuknâme, s. 44; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 82; Karş. Turan, Türkiye, s. 470; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 583; Ersan, “Türkiye”, X, 237; Kaymaz, a.g.e., s. 104. 1252 İbn Bîbî, a.g.e., s. 514 - 516; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 545; Anonim Selçuknâme, s. 44; Kiragos, a.g.e., s. 89; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 82-83; Karş. Turan, Türkiye, s. 470 - 472; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 584; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 237; a.mlf., Ermeniler, s. 189-190; Kaymaz, a.g.e., s. 105-107; Sevim, a.g.m., s. 350. 1253 Turan, Türkiye, s. 473; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 584; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Ersan, “Türkiye”, X, 237; Kaymaz, a.g.e., s. 106-107; Sevim, a.g.m., s. 350; Anonim Selçuknâme’de 254 2. 3. 1. 2. Dinî Anlayışı ve Siyasî Yansıması II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, tahta çıktığında küçük yaşta olması1254 ve liyâkat açısından da yetersizliği gibi sebeplerden dolayı zirve durumunda devraldığı devleti çöküş sürecine soktu. Tahta çıkışıyla birlikte Emîr Sâ’deddîn Köpek’in kontrolü altına girmesi, Kösedağ Savaşı’nda tecrübesiz komutanların tesirine kapılması gibi olaylar, II. Keyhüsrev’in zayıf karakterini ve uygulamayı tasarladığı bir siyasî görüşe, politikaya sahip olmadığını göstermektedir. Meselâ onun, Kösedağ bozgunu sonrası Mübârizeddîn Çavlı ile olan diyaloğu bu tesbitimize örnektir. Bozgundan sonra Sultan II. Keyhüsrev, Emîr Çavlı’ya “ici/ağabey” diye hitap ederek, içinde bulunulan durumda ne yapılması gerektiğini sordu.1255 Emîr Çavlı, daha önce kendilerinin dinlenmemesi sebebiyle sultana sitem etse de yine de onu teselli etti. Sultan, memleket işlerinin idaresini Emîr Çavlı’ya bıraktı.1256 Bu olay, II. Keyhüsrev’in herhangi bir politikaya sahip olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Aynı durum, II. Keyhüsrev’in dinî anlayış itibariyle babası ve atalarına benzemediğini de göstermektedir. Zirâ özellikle babası I. Keykubâd, tüm kaynakların müşterekliğiyle dinî anlayış itibariyle hassas ve olgun bir kimseydi. Bu durum onun siyasî davranışlarına da etki etmekte ve onları şekillendirmekteydi. Dolayısıyla I. Keykubâd döneminde dinle harmanlanmış siyasî ufuk, oğlu II. Keyhüsrev’de bulunmamaktadır. Ayrıca II. Keyhüsrev’in, henüz 4-5 yaşlarından itibaren Mübarizeddîn Ertokuş gibi tecrübeli Selçuklu beylerinin idaresinde hem eğitim hem de yönetim faaliyetlerine başladığını da unutmamak gerekir.1257 Bu eğitime rağmen II. Keyhüsrev’in içinde bulunduğu hâl, karakter ve kapasite olarak yeterli bir seviyede olmadığına işaret etmektedir. I. Keykubâd’ın ölmeden önce diğer oğlu İzzeddîn Kılıç sultanın sefer sırasındaki hava değişikliği sebebiyle öldüğü kaydedilir. Bkz. Anonim Selçuknâme, s. 44. İbn Kesir ise, yırtıcı hayvanlarıyla oynarken onların ısırması sonucu öldüğünü kaydeder. Bkz. İbn Kesir, a.g.e., XIII, 308. 1254 Turan’a göre II. Keyhüsrev, tahta çıktığında on altı buçuk yaşındaydı. Bkz. Turan, Türkiye, s. 423. 1255 İbn Bîbî, a.g.e., s. 500; Karş. Turan, Türkiye, 456. 1256 İbn Bîbî, a.g.e., s. 500; Karş. Turan, Türkiye, 456; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175; Kaymaz, a.g.e., s. 94-95. 1257 İbn Bîbî, a.g.e., s. 363; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 171; Kaymaz, a.g.e., s. 26; Sevim, a.g.m., s. 349. 255 Arslan’ı veliaht tayin etmiş olması da buna delildir. Vezîr Fahreddîn Ali’nin II. Keyhüsrev hakkındaki sözleri de aynı duruma işaret etmektedir. Vezîr, Moğollar karşısındaki bozgunun ardından Amasya kadısıyla dertleşirken Selçuklu ülkesinin düştüğü hâlin sebebi olarak II. Keyhüsrev’in akılsızlığı, gençliği, nâdânlığı, ayak takımı ve karaktersiz kişilerle oturup kalkması, aşırı eğlence düşkünlüğünün onda yol açtığı tavır ve hâlleri gösteriyordu. 1258 Çağdaş tarihçi Beauvais de eserinde, Selçukluların Moğollar karşısındaki mağlubiyetini II. Keyhüsrev’in kifâyetsizliği ve eğlence düşkünlüğüne bağlamaktadır. 1259 Tüm bu bilgiler, II. Keyhüsrev’in ahlâki bir çöküntü içerisinde bulunduğunu, dinî hassasiyetinin zayıf olduğunu göstermektedir. Bu bilgilerin ardından II. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in döneminde yaşanan olayları, onun dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını tespit edebilmek için değerlendirip, yorumlamaya çalışacağız. Sultan II. Keyhüsrev, emîrler tarafından tahta çıkartılınca “Rabbim! Ana ve babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl.” duâsını okudu. 1260 Ayrıca o, tüm memleketteki mahkûmların bırakılması için de fermân verdi.1261 Böyle bir duâ onun dinî bakımdan tümden hissiyatsız olmadığını, annesi ve babasının dinî yönlerinin farkında olduğunu göstermektedir. Bu yorum göz önünde bulundurulduğunda, onun daha sonra içine düştüğü ahlâkî sefâleti saltanatın ihtişamının ve gücünün etkisine kapılması olarak değerlendirmek mümkündür. 2. 3. 1. 2. 1. Şehzadelerin Katli Sultan II. Keyhüsrev, kendi çocukları dünyaya geldikten sonra saltanatına 1258 İbn Bîbî, a.g.e., s. 505; Anonim Selçuknâme, s. 43; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 82; Karş. Turan, Türkiye, 457, 458; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175; Kaymaz, a.g.e., s. 96, 101; Kara, a.g.e., s. 484; Sevim, a.g.m., s. 350. 1259 Turan’dan naklen Miroir Historical, XXXI, 150; ayrıca bkz. Turan, Türkiye, 458; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175. 1260 İbn Bîbî, a.g.e., s. 450. 1261 İbn Bîbî, a.g.e., s. 450; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 74; Karş. Turan, Türkiye, s. 425; Kaymaz, a.g.e., s. 32. 256 tehdit olarak gördüğü kardeşlerini ortadan kaldırmak istedi.1262 Bu işi yapması için sultan tarafından görevlendirilen Mübârizeddîn Armağan-şâh’ın şehzadeleri öldürüp öldürmediği tartışmalıdır.1263 Ancak daha sonraki tarihlerde bir vesile de olsa şehzadelerden hiçbir şekilde bahsedilmemesi onların öldürülmüş olduğunu düşündürmektedir. II. Keyhüsrev’in, şehzadeleri ve Âdiliye Hatun’u öldürmesi, icrâ edilen yöntem göz önünde bulundurulduğunda Türkiye Selçuklu tarihinde bir ilktir. Zirâ kardeşleri, II. Keyhüsrev’e karşı ayaklanmamıştı. Buna rağmen sultan, onları ve annelerini ortadan kaldırdı.1264 Daha önceki örneklerde sultanlar, kardeşlerini isyan girişimlerinin sonrasında ortadan kaldırmıştı. “Melike-yi Âdiliyye” olarak bilinen Sultan Alâeddîn Keykubâd’ın Eyyûbî melikesi eşi, son derece dindârdı. 1265 İbn Bîbî eserinde, onun, idamından önce bir duâ ettiğini ve bu duânın orada bulunan saray hocaları tarafından kaydedildiğini ifade etmektedir. Buna göre hatun, II. Keyhüsrev’i zâlimlikle suçlayarak Allah’tan sultana hakettiği cezayı vermesini istiyordu. 1266 II. Keyhüsrev’in bu fiilinin onun kendi kararı olup olmadığı da tartışılmalıdır. Zirâ sultanı bu karara Emîr Sâdeddîn Köpek de itmiş olabilir. Ancak her hâl û kârda Sultan II. Keyhüsrev’in kardeşlerini ortadan kaldırdığı tarihî bir gerçektir. Bu açık bir siyaseten katl olarak görünmektedir.1267 2. 3. 1. 2. 2. Emîr Sâ’deddîn Köpek ve II. Keyhüsrev Sultan II. Keyhüsrev döneminin en önemli olaylarından biri Emîr Sâ’deddîn Köpek’in faaliyetleridir. Emîr Sâ’deddîn, önemli Selçuklu beylerini bir bir ortadan 1262 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Kaymaz, a.g.e., s. 47. 1263 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Kaymaz, a.g.e., s. 47. 1264 Abdülkerim Özaydın da bu konuya dikkat çekmektedir. Özaydın, böyle bir fiile Büyük Selçuklularda rastlanmadığını ifade etmekle birlikte, Türkiye Selçuklularındaki ilk örneğin II. Kılıç Arslan’ın kardeşi Devlet’i ortadan kaldırması olarak ifade eder. Bkz. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 211. Devlet’in ortadan kaldırılmasıyla ilgili bilgilerimiz kısıtlı olduğu için biz ilk örneği II. Keyhürev olarak kabul ettik. 1265 İbn Bîbî, a.g.e., s. 455-456; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; 1266 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456. 1267 Bu konu hakkında detaylı bilgi için III. Bölüm’ün ikinci başlığına bakınız. 257 kaldırırken sultanın onayını da alıyordu. Dolayısıyla Emîr Sâ’deddîn’in tüm faaliyetlerinde II. Keyhüsrev’in de dahli vardı. Zirâ sultan, daha sonra Emîr Sâ’deddîn’i alt etmesini de bildi.1268 Eğer Keyhüsrev, onu daha önce ortadan kaldırmak isteseydi hiç şüphesiz bunu yapabilirdi. Ancak böyle bir fikrin, uzun süre boyunca sultanın aklının ucundan bile geçmediği aşikârdır. Nitekim sultan, ancak Emîr Sâdeddîn kendisini de öldürmeye teşebbüs edince onun asıl niyetini kavrayabildi.1269 Emîr Sâdeddîn, ortadan kaldırmak istediği beylerin aleyhinde Sultan II. Keyhüsrev’e sürekli telkinlerde bulunuyor ve kendi arzuları yönünde sultanı ikna etmekte zorlanmıyordu. Oysa II. Keyhüsrev’in babası I. Alâeddîn Keykubâd, beyler arasında dedikoduculuğa asla izin vermez, yapanları ise huzurundan kovardı.1270 Ancak II. Keyhüsrev buna hiç dikkat etmedi. Onun bu dikkatsizliği birçok emîrin haksız yere ölümüne yol açtı. Sultanın içinde bulunduğu sefahat hayatı da bu durumda etkiliydi.1271 Zirâ II. Keyhüsrev, Emîr Sâ’deddîn’in beyler hakkındaki iddialarının doğru olup olmadığını tahkik ettirmeden mührünü hemen verir, böylece Emîr Sâ’deddîn de tuzağına düşürdüğü beyleri kolayca idam ederdi. Bu hususta ilginç bir örnek Tâceddîn Pervâne’nin idamıdır. Sâ’deddîn Köpek, Emîr Tâceddîn’in zina yaptığına dair bir 1268 II. Keyhüsrev’in Emîr Sa’deddîn’i idam ettirmesiyle ilgili, Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî adlı eserde dikkat çekici bilgiler bulunmaktadır. Bahsi geçen eser her ne kadar bir menkıbe olsa da konuyla ilgili verilen bilgilerin tamamiyle gerçeğe aykırı olmadığı kanaatindeyiz. Esere göre II. Keyhüsrev, Sa’deddîn’i idam ettikten sonra onunla ilişkisi bulunan beyleri araştırmaya ve onları yakalayarak ağızlardan bilgi almaya çalışıyordu. Sultan, Emîr Sa’deddîn’in devlet içinde bir örgüt kurduğunu düşünüyordu. Bu konuda bilgiler almak için Kayseri sübaşısı Ahî Ahmed’e işkence etti. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 202-203. İşkence hadisesinin konumuz açısından ilgisi için III. Bölüm’ün ikinci başlığına bakınız. Eserde anlatılan bu bilgilerin sonunda II. Keyhüsrev’in ve beylerinin, Evhadeddîn-i Kirmânî’ye intisap ettikleri kaydedilmektedir. Ancak Şeyh Kirmânî, Sa’deddîn Köpek’ten önce 1238 yılında vefat ettiği için intisap olayının gerçek olması mümkün değildir. Ayrıca bu olayın, şeyhe bir keramet atfetmek üzere uydurulmuş olunabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bkz. Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 202; Karş. Mikail Bayram, “Baba İshak Harekâtının Gerçek Sebebi”, Diyanet Dergisi, XVIII/2, (Mart-Nisan 1979), s. 74. 1269 Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 462. İbn Bîbî’nin eserinin aynı yerinde sultan, Sâdeddîn Köpek’in, huzuruna kılıçla girmeye başlamasından duyduğu çekinceyi dile getiriyor. Karş. Turan, Türkiye, s. 432; Kaymaz, a.g.e., s. 53; Sevim, a.g.m., s. 349. 1270 İbn Bîbî, a.g.e., s. 451, 454; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 75; Karş. Turan, Türkiye, s. 427, 429; Kaymaz, a.g.e., s. 41, 44, 45, 46. 1271 İbn Bîbî, a.g.e., s. 451; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 83; Karş. Turan, Türkiye, s. 474; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 584; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174-175; Kaymaz, a.g.e., s. 51. 258 duyum alınca bunu fırsat bildi ve onun hakkında Sultan II. Keyhüsrev’i dolduruşa getirdi.1272 Emîr Sâ’deddîn, sultana, bu davranışa ceza vermediği taktirde saltanatının tehlikeye düşeceğini ve diğer emîrlerin de bu tarz ahlâksız işlere tevessül edeceği söyleyerek onu manipüle ediyordu.1273 Ayrıca emîr, bahsi geçen durumda ne yapmak gerektiğini kadılara sorduğunu ve şer’ân bu suçun cezasının recm olduğuna dair onlardan fetvâ aldığını ifade ederek II. Keyhüsrev’i ikna etti ve böylece Emîr Tâceddîn recm edildi.1274 Bu olay, II. Keyhüsrev’in dinî kaideleri tamamıyla da umursamaz olmadığına işaret etmektedir. Ancak o, cezayla ilgili karar verdiği esnada sarhoştu.1275 Onun, konuyla ilgili dinî hükümleri dinlemesinin ve önem veriyormuş gibi gözükmesinin sebebi muhtemelen halkın tepkisinden korkmasıdır.1276 Tüm bu olaylarda sorumluluk itibariyle II. Keyhüsrev’in de dahlî olduğu açıktır. II. Keyhüsrev, dinî anlayış itibariyle zayıf olunca dünyaya dalıp gitmesi de kolaylaştı ve Emîr Sâdeddîn Köpek’in davranışları hususunda gafletten kurtulamadı. Nitekim Emîr Sâ’deddîn de, her ne kadar kendi çıkarları uğruna da olsa, bu gerçeğe işaret etmektedir. O, tüm gücü elinde toplayıp saltanatı ele geçirme zamanının geldiğine karar verince devletin kötü gidişatından II. Keyhüsrev’i sorumlu tuttu. 1277 Ayrıca Emîr Sâ’deddîn, II. Keyhüsrev tarafından Abbâsî halîfelerinin sancağının değiştirileceğini ve Abbâsîlere itaatten ayrılınacağını alttan altta halka ve beylere işliyordu.1278 2. 3. 1. 2. 3. Babaî İsyanı Sultan II. Keyhüsrev’in dönemiyle ilgili konumuz açısından diğer önemli 1272 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Kaymaz, a.g.e., s. 48. 1273 İbn Bîbî, a.g.e., s. 457. 1274 İbn Bîbî, a.g.e., s. 457; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 76; Karş. Turan, Türkiye, s. 430; Kaymaz, a.g.e., s. 48; Recm cezası için bkz. Hüseyin Esen-Eldar Hasanov, “Zina”, DİA, XLIV, 440-445. 1275 İbn Bîbî, a.g.e., s. 457. 1276 Benzeri bir olay için bkz. II. Bölüm, s. 152-153. 1277 İbn Bîbî, a.g.e., s. 458; Karş. Turan, Türkiye, s. 432. 1278 İbn Bîbî, a.g.e., s. 458; Karş. Turan, Türkiye, s. 432; Kaymaz, a.g.e., s. 53; Kesik, “Sâdeddîn Köpek”, s. 393. 259 olay Babaî İsyanı’dır. 1279 Dinî yönü de olan bu isyanın gerekçeleri arasında II. Keyhüsrev’in dinî anlayışı ve yaşayışına dair bir takım iddialar bulunmaktadır. II. Keyhüsrev’in yaşamı göz önünde bulundurulduğunda bu iddiaları yabana atmak mümkün değildir. İbn Bîbî eserinde, Baba İlyas-ı Horasanî1280 adına hareket eden, isyanın öncü isimlerinden Baba İshâk’ı1281, zühd ve takva ehli, gözü daima yaşlı, bedeni zayıf, sevgi ve şevkat ehli bir olarak tasvir eder ve ona tâbi olan mürîdlerin, Türkmen obalarına, Urfa ve Harran civarlarında yaşayan Hârezmlilere giderek Sultan II. Keyhüsrev’in yaşam tarzını, içki içmesini telkin ettiklerini, böylece Allah’ın yolundan sapıp dört halîfenin izini takip etmekten ayrıldığını söylediklerini ifade etmektedir.1282 Babaîler, ayaklanmaları gerçekten bu sebeplerden dolayı mı yaptılar, yoksa isyanları için bir malzeme olarak mı kullandılar? Meselenin bu noktası elbette tartışmalıdır.1283 Ancak II. Keyhüsrev ile ilgili sözlerinin gerçek olduğu açıktır. Buradan hareketle bu olay, II. Keyhüsrev’in dinî anlayışı ve fiillerinin, siyasî ve toplumsal alana yansıması olarak değerlendirebilir. 2. 3. 1. 2. 4. Evlilikleri II. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in yaptığı evlilikler de konumuz açısından ilgi çekicidir. O, birçok Hristiyan kadınla evlendi. Meselâ bunlardan biri Gürcü Kraliçesi 1279 Babaîlerin üst üste kazandığı zaferler ve dinî iddiaları, Selçuklu askerlerinin cesaretini kırmıştı. Bunun üzerine sultan, ücretli Hristiyan askerler tutmuştu. Bu hususta Ebû’l-Ferec,’in kaydı dikkat çekicidir. Buna göre II. Keyhüsrev’in hizmetinde bulunan 1000 atlı Frenk yüzleri üzerine haç işaretleri yaparak kendilerini Müslüman olarak tanımlayan Babaîlere saldırıyordu. Bkz. Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 540. 1280 Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı: Alevîliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, Dergâh Yay., İstanbul 2017, s. 117-138; a. mlf., “Baba İlyas”, DİA, IV, 368. 1281 Bkz. Ocak, Babaîler İsyanı, 146-150; a. mlf., “Baba İshâk”, DİA, IV, 369. 1282 İbn Bîbî, a.g.e., s. 478, 479; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 539; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 78-79; Karş. Turan, Türkiye, s. 442; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 580; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 173; Ocak, Babaîler İsyanı, s. 139; Kaymaz, a.g.e., s. 64. 1283 İsyanla ilgili ayr. bilgi için bkz. Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, (haz. İsmail E. Erünsal – Ahmet Yaşar Ocak), TTK, Ankara 2014; Elvan Çelebi, Menâkıbu’lKudsiyye, (haz. Mertol Tulum), Nâme-i Kudsî, Çizgi Yay., Konya 2017; Karş. Turan, Cihân, s. 399; Ocak, Babaîler İsyanı; a. mlf, “Babaîlik”, DİA, IV, 373-374. 260 Rosudan’ın kızı Thamara’ydı. 1284 Bu kadının II. Keyhüsrev’in dinine ve devletine çok zararı dokunduğu söylenir.1285 Zaten Thamara Konya’ya, Hristiyanlığın tüm ritüellerine uygun bir şekilde, beraberinde kilise papazları olduğu hâlde gelmişti. 1286 Bu durum, onun Hristiyanlığa olan bağlılığını gösterdiği gibi II. Keyhüsrev’e dinî hususlarda verebileceği zararı da doğrulamaktadır. Ancak Konya’daki yaşam sürecinde Thamara’nın Müslüman olduğu kaydedilmektedir. 1287 II. Keyhüsrev, Thamara haricinde Konya eşrafından iki Hristiyan’ın kızıyla daha evliydi. 1288 II. Keyhüsrev, Latin İmparatoru Baudouin’in akrabalarından bir prensesle evlenmek istedi. Bu isteğini dile getirirken prensesin dinine karışılmayacağını, sarayda ona bir ibadethane tahsis edilebileceğini ve hatta beraberinde bir papaz dahî getirebileceğini ifade etti.1289 Her ne kadar bu evlilik gerçekleşmediyse de II. Keyhüsrev’in özellikle Hristiyanlara olan ilgisi dikkat çekicidir.1290 Ayrıca prensese dinî anlamda sağladığı özgürlüğü de tartışmak gerekir. Bu konu “hoşgörü” olarak değerlendirilebileceği gibi, II. Keyhüsrev’in kişisel ihtirasları sebebiyle İslâm dininin kaidelerini hiçe sayması olarak da yorumlanabilir. II. Keyhüsrev’in eşlerinden biri de Eyyûbî melikesiydi. Onunla evlenirken nikâhları Hanefî mezhebine göre kıyıldı.1291 II. Keyhüsrev’in Hanefî mezhebine tâbi olduğu anlaşılmaktadır. II. Keyhüsrev’in evlilikleriyle ilgili konumuz açısından dikkat çekici bir diğer mesele, Kögonya Meliki Muzaffereddîn Muhammed’in II. Gıyâseddîn’in günlerini 1284 İbn Bîbî, a.g.e., s. 466; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537-538; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 83; Karş. Turan, Türkiye, s. 434-435; a. mlf., Cihân, s. 371; Cahen, a.g.e., s. 168; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 578; Kaymaz, a.g.e., s. 73. 1285 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 537-538; Cenâbî, a.g.e., s. 22; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 83; Karş. Türkiye, s. 435; Kaymaz, a.g.e., s. 74-75. 1286 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 538; İbn Bîbî de eserinde “Gürcü emîrler ve anzavurlar saltanat dergâhına geldiler.” diyerek buna işare eder. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 467; Karş. Turan, Türkiye, s. 435; a. mlf., Cihân, s. 371; Kaymaz, a.g.e., s. 73. 1287 Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 538; Karş. Turan, Türkiye, s. 435; a. mlf., Cihân, s. 371; Kaymaz, a.g.e., s. 75. 1288 Turan, Türkiye, s. 474. 1289 Turan, Cihân, s. 371. 1290 II. Keyhüsrev’in Katolik Kilise’nin Papa’sı ile de mektuplaşmaları vardır. Ancak bu mektuplaşmaların içeriğine ulaşamadık. Bkz. Cahen, a.g.e., s. 179. 1291 Kaymaz, a.g.e., s. 77. Turan bu detayı vermemekle birlikte nikâh akdini gerçekleştiren kadıları ve isimlerini verir. Bu isimler de Kaymaz’ın verdiği bilgiyi teyit etmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 426. 261 sokak serserileri gibi eğlence içerisinde geçirdiği sebebiyle, “O ailemizin damatlığına yakışmaz.” diyerek kızını ona vermemesidir. 1292 Bu bilgi, II. Keyhüsrev’in karakteriyle ilgili bilgileri doğrulamaktadır. 2. 3. 1. 2. 5. Eğlence ve İçki Düşkünlüğü II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, saltanatı sırasında, I. Keykubâd’ın dahî karşısına çıkmadığı Moğollara karşı plânsızca savaşa girdi. Moğolları yenebilecek güçte olan Selçuklu ordusu, II. Keyhüsrev’in tecrübesizliği ve kifâyetsizliği, yanındaki bazı emîrlerin isabetsiz kararları gibi sebeplerden dolayı Kösedağ’da mağlup oldu. Sultan II. Keyhüsrev savaş akşamında dahî eğlence meclisinde vakit geçirmekteydi.1293 Önemli Selçuklu beylerini bir kenara bırakarak kaale aldığı düşük ahlaklı ve bozuk karakterli kimseler sultanın sonunu hazırladı.1294 İbn Bîbî, eserinin II. Keyhüsrev’i anlattığı bölümlerinde ona yönelik eleştirilerini genellikle dolaylı olarak yapar. Bunlardan birinde o, Türkiye Selçuklularının girdiği buhran devrini tasvir ettikten sonra bir şiirle bu durumun nedeni olarak II. Keyhüsrev’e işaret eder. Buna göre II. Keyhüsrev, alçak dünyaya itibar eden, onunla gururlanan, makam düşkünü olan, haddi hududu aşan, sapıklık ve hüsran içinde yaşayan biridir. 1295 Benzeri tespitleri Süryani tarihçi Ebu’l-Ferec ve Bizans tarihçisi Georgios Akropolites de yapmaktadır. İki tarihçiye göre de II. Keyhüsrev, vaktini şarap içip sarhoş olmaya, eğlenceye harcar, devlet işlerini ise takip etmezdi. 1296 İbn Kesîr de eserinde, II. Keyhüsrev’in kıt akıllı olup, vahşi hayvanlara merak saldığını hatta bu hayvanları yanındaki insanların üzerine salacak kadar ileri gittiğini ifade etmektedir.1297 Bu ifadeler II. Keyhüsrev’in ruh halini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. 1292 İbn Bîbî, a.g.e., s. 366; Karş. Turan, Türkiye, s. 474. 1293 İbn Bîbî, a.g.e., s. 498; Karş. Turan, Türkiye, s. 454; Kaymaz, a.g.e., s. 93; Kara, a.g.e., s. 484; 484. 1294 İbn Bîbî, a.g.e., s. 500; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 80; Karş. Turan, Türkiye, s. 454; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 582; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174; Kaymaz, a.g.e., s. 93. 1295 Şiirin tamamı için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 489. 1296 Akropolites, a.g.e., s. 75; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, s. 537; Karş. Turan, Türkiye, s. 474; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174. 1297 İbn Kesir, a.g.e., XIII, 308; Karş. Türkiye, s. 474; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 174. 262 Daha önceki sultanlarda yaptığımız gibi, II. Keyhüsrev’in kullandığı unvan ve lakaplardan hareketle dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını keşfedebiliriz. Sultan, kitâbelerde “Allah’ın gölgesi, dinin yardımcısı, İslâm’ın yücelticisi” gibi unvanlarla anılmaktadır.1298 II. Keyhüsrev’in hayatı göz önünde bulundurulduğunda onun bu hususlarda pek gayret içinde olmadığı açıktır. Buna rağmen kitâbelerde durumun tam zıttının ifade edilmesi, kitâbelerdeki bu bilgilerin gerçekliğini sorgulatır hâle getirmektedir. Kitâbe ve benzeri kaynaklardaki ifadelerden hareketle, özellikle dinî anlayış hususunda peşin hükümler vermenin doğru olmayacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu gibi ifadelerin değerlendirilmesi için muhakkak sultanların hayatlarıyla kıyaslanmaları gerektiğini de bu vesileyle hatırlatmış olalım. 1298 Kara, a.g.e., s. 484. 263 2. 3. 2. II. İzzeddîn Keykâvus (1246-1262), IV. Rükneddîn Kılıç Arslan (1249-1266) ve II. Alâeddîn Keykubâd’ın Ortak Saltanatı 2. 3. 2. 1. Dönemin Siyasî Tarihi II. Keyhüsrev’in vefatının ardından geride II. İzzeddîn Keykâvus, IV. Rükneddîn Kılıç Arslan, II. Alâeddîn Keykubâd adlı üç oğlu kaldı. Bu üç şehzadeden en büyüğü olan II. Keykâvus dahî, henüz çocuk yaştaydı.1299 Vezîr Şemseddîn İsfahânî, Emîr Celâleddîn Karatay, Emîr Şemseddîn HasOğuz (Beylerbeyi), Emîr-i câmedar Esededdîn Ruzbeh, Pervâne Fahreddîn Ebûbekir Attar gibi önde gelen gelen beyler, II. İzzeddîn Keykâvus’u tahta çıkarttılar. 1300 Ancak çok geçmeden Vezîr Şemseddîn ile diğer beyler arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Şemseddîn, bu mücadeleden galip çıktı ve otoritesini kuvvetlendirdi. Sultan II. İzzeddîn Keykâvus adına Moğol hanına gönderilen IV. Rükneddîn Kılıç Arslan’ın iki bin Moğol askeriyle birlikte Anadolu’ya dönerek sultanlığını ilân etti. 1301 Sivas, Kayseri, Erzincan, Malatya, Harput ve Âmid şehirleri Kılıç Arslan’a itaat etti. 1302 Bu olaylar, Vezîr Şemseddîn İsfahânî’nin tarih sahnesinden çekilmesine neden olurken, I. Alâeddîn Keykubâd’ın önem verdiği beylerden, Allah’ın Velîsi1303 olarak anılan Celâleddîn Karatay’ın önemli bir figür olarak öne çıkmasını sağladı. Emîr Karatay, II. Keyhüsrev’in üç oğlunu da aynı anda tahta oturtarak, Türkiye 1299 İzzeddîn Kılıç Arslan’ın en fazla on bir yaşında olduğu söylenmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 477; ayr. bkz. Faruk Sümer, “Keykâvus II”, DİA, XXV, 355. 1300 İbn Bîbî, a.g.e., s. 517-518; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 545. Anonim Selçuknâme bu olayları sultanın yaptığını söyler ancak sultandan kasıt vezir olmalı diye düşünüyoruz. Bkz. Anonim Selçuknâme, s. 44; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 84; Karş. Turan, Türkiye, s. 477; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 585; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175; Ersan, “Türkiye”, X, 238; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355; Faruk Sümer, “Kılıç Arslan IV”, DİA, XXV, 404. 1301 İbn Bîbî, a.g.e., s. 546; Kiragos, a.g.e., s. 109-110; Ebû’l-Ferec, a.g.e., II, 546; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 84; Karş. Turan, Türkiye, s. 483-484; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 585-586; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 176; Ersan, “Türkiye”, X, 238; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, s. 404. 1302 Turan, Türkiye, s. 484; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 176; Ersan, “Türkiye”, X, 238; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404. 1303 İbn Bîbî, a.g.e., s. 533; Aksarâyî, a.g.e., s. 28; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 85; Karş. Aydın Taneri, “Celâleddin Karatay”, DİA, VII, 252. 264 Selçuklularını en azından bir süre de olsa büyük bir cenderenin içerisine düşmekten alıkoydu. 1304 Bu hamlelerinden sonra “Ebû-l-mulûk ve’s-selâtin/Hükümdar ve Sultanların Babası” unvanıyla anılmaya başlanan Celâleddîn Karatay’ın kurduğu nizam, Moğolların huzuruna gidip, çeşitli tevkîlerle dönen beyler sebebiyle sarsılıyordu. Bu mücadeleler arasında Celâleddîn Karatay, II. İzzeddîn Keykâvus’un Moğol Han’ı Mengü’ye gönderilmek üzere yola çıkarıldığı bir anda, 28 Ramazan 652/1254 tarihinde vefat etti.1305 Bunun üzerine II. Keykâvus, kendisinin yerine kardeşi II. Alâeddîn Keykubâd’ı Moğolistan’a gönderdi.1306 Ancak II. Keykubâd, yoldayken öldürüldü. 1307 Emîr Karatay’ın ölümüyle II. İzzeddîn Keykâvus ve IV. Rükneddîn Kılıç Arslan saltanat mücadelesine girişti. II. Keykâvus bu mücadeleden zaferle çıktı. Baycu Noyan, Selçukluların iç karışıklıklarla uğraşmasını fırsat bilerek Anadolu üzerine sefere çıktı. II. Keykâvus’un emriyle Selçuklu ordusu Baycu Noyan’ın komutasındaki Moğol ordusuna Aksarây’da karşı koydu.1308 23 Ramazan 654/1256’da vukû bulan savaşta Selçuklular mağlup oldu ve Sultan II. Keykâvus Alâiye’ye kaçtı.1309 Baycu ise Konya’yı kuşattı. Üstadü’d-dâr Nizâmeddîn Ali ve halkın girişimleriyle dört katır yükü altın toplanarak teslim edilince Baycu kuşatmayı 1304 İbn Bîbî, a.g.e., s. 550-551; Aksarâyî, a.g.e., s. 28; Anonim Selçuknâme, s. 45; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 85; Karş. Turan, Türkiye, s. 484-488; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 586; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 177; Ersan, “Türkiye”, X, 239; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404; Faruk Sümer, “Keykubad II”, DİA, XXV, 360; Taneri, “Celâleddin Karatay”, s. 251, 252. 1305 İbn Bîbî, a.g.e., s. 565; Anonim Selçuknâme, s. 45; Karş. Turan, Türkiye, s. 490; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 586; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 177-178; Ersan, “Türkiye”, X, 240; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355. 1306 İbn Bîbî, a.g.e., s. 565; Aksarâyî, a.g.e., s. 29; Kazvinî, a.g.e., s. 119; Karş. Turan, Türkiye, s. 491; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 586; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178; Ersan, “Türkiye”, X, 240; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355; Sümer, “Keykubad II”, s. 360. 1307 II. Alâeddîn’in ölüm sebebi tartışmalıdır. Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 30; Karş. Turan, Türkiye, s. 492; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178; Ersan, “Türkiye”, X, 240; ayr. bkz. Sümer, “Keykubad II”, s. 360; Sümer, “Keykâvus II”, s. 355. 1308 İbn Bîbî, a.g.e., s. 574-576; Aksarâyî, a.g.e., s. 31-32; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 498; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 179; Ersan, “Türkiye”, X, 241-242; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356. 1309 İbn Bîbî, a.g.e., s. 576-577; Aksarâyî, a.g.e., s. 32; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 498; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587-588; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 179-180; Ersan, “Türkiye”, X, 242; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404. 265 kaldırdı.1310 II. Keykâvus ise Alâiye’de fazla durmayarak İznik Rum İmparatoru II. Theodoros Laskaris’e sığınmak için yola çıktı. Baycu Selçuklu tahtına IV. Rükneddîn Kılıç Arslan’ı çıkarttı. İleriki yıllarda devlet yönetiminde önemli konumlara yükselecek olan Mûineddîn Süleyman, pervâne oldu. Baycu Anadolu’dan ayrılınca II. İzzeddîn Keykûvus, beraberinde üç bin kadar Frenk askeriyle Konya’ya geldi ve tahtı tekrar ele geçirdi.1311 IV. Rükneddîn Kılıç Arslan Tokat’a sığındı. Her iki kardeş de saltanatını Moğollara onaylatmaya çalışıyordu. Selçuklu şehirleri bazen IV. Kılıç Arslan’a bazense II. Keykâvus’a tâbi oluyordu. Bu sırada II. Keykubâd ile birlikte Moğol hanına gitmek üzere yola çıkan heyet, Karakurum’dan döndü. Getirilen yarlığa göre Selçuklu ülkesi, Kızıl-Irmak’ın batısından Bizans sınırına kadar II. Keykâvus’a; Sivas’dan Erzurum’a ve Moğolların sınırına kadar IV. Kılıç Arslan’a verilerek ikiye bölündü.1312 Hülagü’nün isteği üzerine her iki kardeş, sırayla onun yanına gitti. Bu görüşmeler sırasında Muîneddîn Süleyman Pervâne, Moğollar nezdinde güven kazandı ve Anadolu’daki itibarını arttırdı. Süleyman Pervâne, II. Keykâvus’u ortadan kaldırmak için Moğollara sürekli telkinlerde bulunuyordu. II. Keykâvus bu faaliyetleri biliyordu ve Pervâne’nin siyasetine ve Moğollara karşı koymak için Memlük Sultanı Baybars ile iletişim kurdu.1313 Nihayetinde iki tarafın karşılıklı girişimleri, II. Keykâvus’un tac û tahtı bırakıp, İstanbul’a sığınmasıyla sonuçlandı.1314 1310 İbn Bîbî, a.g.e., s. 577, 579; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 500; SevimMerçil, a.g.e., s. 588; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 180; Ersan, “Türkiye”, X, 242. 1311 İbn Bîbî, a.g.e., s. 579-580; Aksarâyî a.g.e., s. 39; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 504; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 588; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 180; Ersan, “Türkiye”, X, 243; Ayönü, a.g.e., s. 261-262; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404. 1312 İbn Bîbî, a.g.e., s. 583; Aksarâyî, a.g.e., s. 45-46; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 508-509; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 588; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 181; Ersan, “Türkiye”, X, 244; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404. 1313 Turan, Türkiye, s. 513-514; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 589; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 182; Ersan, “Türkiye”, X, 245; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356. 1314 İbn Bîbî, a.g.e., s. 587-589; Aksarâyî, a.g.e., s. 52; Anonim Selçuknâme, s. 46; Karş. Turan, Türkiye, s. 515; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 589; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 182; Ersan, “Türkiye”, X, 245-246; Ayönü, a.g.e., s. 267; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 405. 266 II. Keykâvus, İmparator VIII. Mikhail Paleologos tarafından oldukça iyi ağırlandı.1315 Ancak Altın Orda Han’ı Bereke (1256-1266) ile Memluk Sultanı Baybars arasında Moğollara karşı bir ittifakın oluşması ve II. Keykâvus’un da önceden beri bu ittifakın içinde yer alması sebebiyle İlhanlı Hükümdarı Hülagü, Bizans imparatoruna baskı yaparak II. Keykâvus’un hapsedilmesini sağladı. 1316 Bunun üzerine Altın Orda hükümdarı Bereke Han Keykâvus’u kurtardı ve Keykâvus, 677 (1279) yılındaki ölümüme kadar Selçuklu topraklarından uzakta yaşadı.1317 IV. Kılıç Arslan ise, ağabeyi II. Keykâvus’un Bizans’a sığındığı 1262 tarihinden itibaren Selçuklu tahtında tek başına oturdu. Ancak IV. Kılıç Arslan, hem Moğol hem de Süleyman Pervâne’nin tahakkümü altındaydı ve onların istedikleri şekilde hareket ediyordu. Bu tutumu da Türkmenlerin tepkisini çekiyor ve ona karşı sık sık ayaklanmalar patlak veriyordu. Süleyman Pervâne, yönetimi tümüyle eline almak için Sultan IV. Kılıç Arslan aleyhinde Moğollara telkinlerde bulunmaya başladı. Nihayetinde Moğolları ikna eden Pervâne, düzenlediği bir ziyafet vesilesiyle IV. Kılıç Arslan’ı Aksarây’da boğdurttu.1318 Böylelikle otorite tamamen Süleyman Pervâne’nin eline geçti. 2. 3. 2. 2. Dinî Anlayışları ve Siyasî Yansıması II. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in ardından her üçü de oldukça küçük yaşlarda bulunan üç oğlu, Selçuklu tahtının varisleri oldular. Bu şehzadeler henüz ne eğitimlerini tamamlayabilmişlerdi ne de ciddi bir yönetim tecrübesi edinebilmişlerdi. 1315 Aksarâyî, a.g.e., s. 53; Ömerî, a.g.e., s. 396; Karş. Turan, Türkiye, s. 515; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 589; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 183; Ayönü, a.g.e., s. 267; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356. 1316 II. İzzeddîn Keykâvus’un, Bizans tahtını ele geçirmek istemesi sebebiyle tutuklandığına dair rivayetler de vardır. İbn Bîbî de eserinde benzeri bir durumdan bahsetmekle birlikte II. Keykâvus’a Hristiyan dayılarınca bir komplo kurulduğuna işaret eder. Aksarâyî de eserinde aynı duruma temas eder. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 589-590; Aksarâyî, a.g.e., s. 56; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 118; Ömerî, a.g.e., s. 396; Karş. Turan, Türkiye, s. 516-517; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 589; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 183; Ayönü, a.g.e., s. 268-269; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356. 1317 İbn Bîbî, a.g.e., s. 590; Aksarâyî, a.g.e., s. 57; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 118; Ömerî, a.g.e., s. 398- 399; Karş. Turan, Türkiye, s. 518; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 589; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 183; Sümer, “Keykâvus II”, s. 356. 1318 İbn Bîbî, a.g.e., s. 596-598; Aksarâyî, a.g.e., s. 64-66; Kazvinî, a.g.e., s. 119; Anonim Selçuknâme, s. 47; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 117; Karş. Turan, Türkiye, s. 548; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 590-591; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187; Ersan, “Türkiye”, X, 247; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 405. 267 Ayrıca küçük yaşları göz önünde bulundurulduğunda onların, kuvvetli bir dinî anlayışa ve siyasî tasavvura sahip olmadıkları da tahmin edilebilir. Bazen tek başlarına bazen kardeşleriyle beraber saltanat süren bu şehzadeler, hem kendi istek ve arzularının hem Moğolların hem de Selçuklu beylerinin elinde oyuncak olmaktan kurtulamamışlardır. Zaman zaman iradelerini ortaya koyacak hâl ve tavırlar gösterdiyseler de bu durum uzun sürmemiş ve etkili olmamıştır. 2. 3. 2. 2. 1. II. İzzeddîn Keykâvus Üç kardeşin en büyüğü II. İzzeddîn Keykâvus’tu. II. Keykavus’un henüz çocuk yaşta olduğu ilk saltanat yıllarında, Vezîr Şemseddîn İsfahânî’nin kudretiyle din ve devlet işleri düzenli gitti. 1319 2. 3. 2. 2. 1. 1. Saltanata Bakışı II. Keykâvus, saltanata çıktığında henüz 11 yaşındaydı. Buna rağmen o, kardeşlerine kıyasla karakter olarak daha olgun ve dinî açıdan da daha kuvvetliydi. Nitekim İbn Bîbî de eserinde, onun, bu sebeple tahta çıkartıldığını ifade etmektedir.1320 Bu bağlamda sultanlığının ilk yıllarında II. Keykûvus ile Emîr Celâleddîn Karatay arasında geçen diyalog dikkat çekicidir. II. İzzeddîn Keykâvus, Emîr Celâleddîn Karatay ile ortak saltanat fikri üzerine yaptığı istişârede, küçük yaşına rağmen saltanatın geçiciliğinin farkında gözüküyor. Çünkü sultan, Celâleddîn Karatay’a tebessüm ederek babası II. Keyhüsrev’in ölmeden önce saltanatı küçük kardeşine bıraktığını ancak Hakk’ın desteği kendisinin yanında olduğu için sultan olduğunu fakat şimdi de aynı durumu 1319 İbn Bîbî, a.g.e., s. 535; Anonim Selçuknâme, s. 44. Vezîr Şemseddîn de devrin önde gelen beylerinden olup dinî yönü kuvvetli biriydi. Şemseddîn’in Peygâmberin (sav.) ahlâkıyla ahlâklandığı, gece ve gündüz ibadet bilinciyle yaşadığı, abdestsiz vezîrlik ve emîrlik makamına oturmadığı, farz ve sünnet namazlarını cemaatle kılmaya özen gösterdiği, âlimlerle sık sık sohbet ve istişârelerde bulunduğu, ilim öğrendiği, verilen hükümlerde titizlikle hareket ettiği söylenir. O, Moğollar tarafından idam edilmeden önce yönetimi sırasında yaptığı hatalarını ifade edip, nefsini kınayarak Allah’a teslim olmuştur. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 534-535, 548; Karş. Turan, Türkiye, s. 482. Sultanların yanındaki beylerin onlar üzerinde hem olumlu hem de olumsuz anlamda ne kadar etkili olduğunu daha önce değerlendirmiştik. Bu sebeple Vezîr Şemseddîn’in, bu karakteriyle II. Keykâvus ve IV. Kılıç Arslan’a örnek bir şahsiyet olduğunu söylemek gerekir. Nitekim onun ölümüne kadar devlet işleri düzenli gitmiş, sultanlar kendilerini yetiştirmeye devam etmişti. Bu durumu ölmeden önce II. Keykâvus da dile getirerek, beylerin sultanlar nezdindeki önemine işaret etmiştir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 670. 1320 İbn Bîbî, a.g.e., s. 518. 268 kendisinin yaşadığını imâ edercesine kardeşi IV. Kılıç Arslan’ın, tahtı ele geçirmek için mücadele ettiğini ifade etti. 1321 II. Keykâvus, “Allah bana yeter. O’nun desteğine güveniyorum.” diyerek, Allah’a tevekkül ettiğini belirtti. 1322 II. Keykâvus’un, II. Alâeddîn Keykubâd’ın veliaht ilan edilmesine rağmen kendisinin sultan olmasını Allah’ın desteğine bağlaması, I. Bölüm’de ayrıntılarıyla ele aldığımız sultan anlayışına işaret etmektedir. Ayrıca II. Keyhüsrev’in, kardeşiyle yaşadığı mücadelede Allah’ın desteğine sığınmakta olduğunu ifade etmesi, onun, kendi saltanatını Allah’ın murâdı olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Kutsal olanla ilişki kurularak inşâ edilen bu anlayış, bir sultan için en önemli meşrûiyet kaynaklarının başında gelmekteydi. 2. 3. 2. 2. 1. 2. Emîrlerle İlişkileri ve Sonuçları II. Keykâvus’un saltanat hususundaki olgun tavırlarında, hiç şüphesiz yanında bulunan Emîr Celâleddîn Karatay’ın etkisi söz konusuydu. Zirâ I. Alâeddîn Keykubâd’dan beri devlet yönetiminde yer alan Emîr Karatay, tüm kaynakların uzlaşısıyla oldukça dindâr bir kimseydi.1323 Namazlarını kaçırmaz, kibir, riyâ, fesâddan uzak durmaya çalışır, âlimlerle sohbet ve istişârelerde bulunur, ilim tahsil eder, elinden geldiğince hayır hâsenatta bulunurdu.1324 O, “Allah’ın Velisi” olarak anılırdı. 1325 Nitekim II. Keykâvus, dinî anlayışı böylesine kuvvetli ve hassas olan 1321 İbn Bîbî, a.g.e., s. 552; Karş. Turan, Türkiye, s. 486; Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 506. 1322 İbn Bîbî, a.g.e., s. 552; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 506. 1323 İbn Bîbî, a.g.e., s. 554; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 231; Aksarâyî, a.g.e., s. 28; Anonim Selçuknâme, s. 45; Elvan Çelebi, a.g.e., (haz. Erünsal-Ocak), s. 155; a.e., (haz. Tulum), s. 77; Karş. Turan, Türkiye, s. 484; Kara, a.g.e., s. 461; Taneri, “Celâleddin Karatay”, s. 252. Celâleddîn Karatay din hususunda oldukça dikkatli ve hassastı. Bu hassasiyetin ne derecede olduğunu daha iyi anlamak için Aksarâyî’nin eserinde geçen bir kayıt oldukça dikkat çekicidir. Buna göre Emîr Celâleddîn, Elbistan yolu üzerine bir kervansaray yaptırılmasını istedi ve kervansarayın inşâsı tamamlanınca da görmek üzere yola çıktı. Ancak emîr, yoldayken eseri görmekten vazgeçip geri döndü. Kararının sebebiyse bu görkemli binayı gördüğü taktirde kalbinde kibir oluşacağını ve bu kibrin de onu hayır işlerinden alıkoyacağını düşünmesiydi. Görüldüğü gibi onun dinî anlayışı oldukça hassas ve kuvvetliydi. Nitekim onun hayatta olduğu süre zarfında, bu karakteri sultan ve şehzadelere de yansımış, devlet düzeni tüm olumsuzluklara rağmen korunurken sultanlar da kendilerini saltanatın gücüne ve ifsadına kaptırmamıştı. Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 28; Karş. Turan, Türkiye, s. 484. Emîr Karatay ile ilgili diğer dikkat çekici örnek, yaptırdığı onca hayır eserinin kitâbesine kendi adını yazdırmamış olmasıdır. Bkz. Taneri, “Celâleddin Karatay”, s. 252. 1324 İbn Bîbî, a.g.e., s. 554; Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 231; Aksarâyî, a.g.e., s. 28; Anonim Selçuknâme, s. 45; Karş. Turan, Türkiye, s. 484; Taneri, “Celâleddin Karatay”, s. 252. 1325 Menâkıb-ı Evhadeddîn-i Kirmânî, s. 231; Elvan Çelebi, a.g.e., (haz. Erünsal-Ocak), s. 155; a.e., (haz. Tulum), s. 77; Karş. Turan, Türkiye, s. 484; Kara, a.g.e., s. 462. 269 Emîr Karatay’dan uzaklaşıp başka beyleri yükseltmeye başlayınca bahsedilen özellikleri de değişmeye başladı.
İbn Bîbî de bu konuda aynı kanaattedir. Hatta sultanların en ağır hatalarını dahî yumuşak bir üslûpla dile getiren İbn Bîbî, eserinde II. Keykâvus’un yaptıklarını oldukça açık bir şekilde aktarmaktadır. Ona göre II. Keykâvus, Celâleddîn Karatay ve Kadı Sâhib İzzeddîn Muhammed Er-Râzî’den çekinerek dinî ve ahlâkî hususlara riayet ederken Kayseri sübaşısı Seyfeddin Türk-eri’nin sultanın yakın adamlarından biri olmasıyla şarap içmeye, kumar oynamaya, harama el uzatmaya ve edepsizce hareket etmeye başladı.1326 Hatta sultanın, kadınlara tecavüze yeltendiği dahî söylenmektedir.1327 II. Keykâvus’ın dinî ve ahlâkî açıdan içine düştüğü bu sefil durum siyasete yansımakta gecikmedi. Sultan, devlet adamlarını kendi arzusuna göre görevden almaya onların yerineyse ahlâkı bozuk, karaktersiz kişileri atamaya başladı. 1328 Bu da devletin düzeninin bozulmasına, Moğollar karşısındaki duruşun güç kaybetmesine yol açtı. Bu şekilde başlayan süreç, ahlâksız kimselerin II. Keykâvus’un yanında git gide daha çok yer edinmesiyle devam etti. Sultanın hâl ve hareketleri her geçen gün kötüye gitti.1329 II. Keykâvus’un tavırları beyleri rahatsız ediyor ve halk nezdinde onu itibarsızlaştırıyordu.1330 2. 3. 2. 2. 1. 3. Emîrlerin ve Konya Hatibinin Gözünden II. Keykâvus Diyarbekir kumandanı Şemseddîn Altun-aba, bu durum sebebiyle Celâleddîn Karatay’a yakındı ve sultanın yabancılarla sohbetten korunması, içki ve çalgıyı azaltması gerektiğini söyleyerek II. Keykâvus’un durumunu eleştirdi.1331 Ayrıca Altun-aba, saraydaki israf ve şatafattan da şikâyet etti. Sultan II. Keykâvus uyarılar üzerine israf ve şatafatın önüne geçmek adına bir takım tedbirler alıp, daha sonra da 1326 İbn Bîbî, a.g.e., s. 563; Karş. Turan, Türkiye, s. 490; Kara, a.g.e., s. 464. 1327 Turan, Türkiye, s. 493. 1328 Turan, Türkiye, s. 490. 1329 İbn Bîbî, a.g.e., s. 566; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178; Ersan, “Türkiye”, X, 241. 1330 İbn Bîbî, a.g.e., s. 566. 1331 İbn Bîbî, a.g.e., s. 563-565; Karş. Turan, Türkiye, s. 490. 270 Kayseri sübaşısı Seyfeddin Türk-eri’ni azletse de ahlâksız kişilerle görüşmeye, içki ve çalgı meclislerine olan düşkünlüğüne devam etti. 1332 II. Keykâvus’un dinî ve ahlâkî karakterindeki bu değişimler, ömrünün geri kalanında başına türlü belâlar açtığı gibi siyaset işlerinde de birçok başarısızlığının kaynağını teşkil etti. II. Keykâvus’un zamanında (1246-1249/1249-1262) Moğollara karşı girişilen mücadelelerin kaybedilmesi, israfın artması ve beylerin kişisel çekişmelerinin ülkeye zarar vermesinde onun karakteri ve tutumları önemli rol oynadı. 1333 Selçuklu beyleri de aynı durumdan şikâyet etmekteydi. Bu bağlamda oldukça çarpıcı bir hadîse rivayet edilmektedir. Buna göre II. Keykâvus, Selçuklu ordusu savaştayken beylerinden Arslan-dogmuş’un evine sarhoş bir şekilde gidip ev ahalisini sıkıştırdı. 1334 Arslan-dogmuş bu haberi duyunca savaşı bıraktı. Bu durum da ordunun mağlubiyetinde büyük rol oynadı. Moğol Kumandanı Baycu karşısında alınan bu yenilgi, II. Keykâvus’un Konya’dan kaçmasıyla sonuçlandı. Osman Turan eserinde, halkın Moğol zulmünden kurtulmak için aralarında para topladığını aktararak II. Keykâvus’un umursamaz, bencil tavrını ortaya koymaktadır.1335 Bahsi geçen paranın toplanmasında Konya hatibinin rolü büyük oldu. Nitekim toplanan parayı teslim etmek üzere Baycu’nun yanına da bu hatip gitti. Baycu’yu bulamayınca parayı hatununa teslim etti ve ikili arasında dikkat çekici bir diyalog yaşandı. Hatun, hatibe bir takım sorular yöneltti. Hatip bu sorulardan birine verdiği cevapta, Moğollar karşısındaki mağlubiyetin sebebini Müslümanların İslâm’dan uzaklaşmaları olarak ifade ediyordu.1336 Hiç şüphesiz bu tespitin içine Sultan II. Keykâvus da girmekteydi. 1332 İbn Bîbî, a.g.e., s. 564. 1333 Turan, Türkiye, s. 499; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 185-180; Ersan, “Türkiye”, X, 240. 1334 Baybars Mansûrî, Zübdetü’l-Fikre, s. 28a’dan naklen Turan, Türkiye, s. 499; Turan, Resmî Vesikalar, s. 65; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178. 1335 Turan, Türkiye, s. 499. 1336 Baybars Mansûrî, Zübdetü’l-Fikre, s. 28b’den naklen Turan, Türkiye, s. 500; Turan, Resmî Vesikalar, s. 67. 271 2. 3. 2. 2. 1. 3. Kardeşleriyle İlişkileri ve II. Keykubâd’ın Katli Bu yerilen özelliklerinin yanında II. Keykâvus’un, kardeşi IV. Kılıç Arslan’a her zaman merhamet gösterip ve onu affettiğini de ifade etmek gerekir.1337 Her iki kardeşin arasındaki mücadeleyi genellikle savaş noktasına getiren, Moğolların desteğiyle hareket eden IV. Rükneddîn Kılıç Arslan oldu. II. Keykâvus ve IV. Kılıç Arslan Konya’da ortak saltanat sürerken IV. Kılıç Arslan şehirden kaçarak Kayseri’de kendi sultanlığını ilân etti. II. Keykâvus fesad çıkmasını önlemek için IV. Kılıç Arslan’a aracılar gönderdi. O, ataları I. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve I. İzzeddîn Keykâvûs dönemlerinde önemli hizmetlerde bulunan Şeyh Mecdeddîn İshâk’ın oğlu, devrin büyük âlimlerinden Sadreddîn Konevî ile Şeyh Hümâmeddîn Şadbehr’i kardeşine gönderip uzlaşı zemini aradı.1338 Mürted lakapıyla bilinen Cemâleddîn Horasanî1339 gibi bir takım kifâyetsiz beylerin II. Keykâvus’u savaşa sürüklemek istemesine rağmen diğer beyler baskın geldi ve sultan, kardeşiyle savaşmak istemedi. Ancak tüm bunlara rağmen özellikle IV. Kılıç Arslan’ın ordusundaki düzensizlik sebebiyle taraflar arasında savaş vukû buldu. II. Keykâvus, IV. Kılıç Arslan ile yaptığı savaştan galip çıkmasına rağmen kardeşini bağrına basmasını bilerek ona, karşı karşıya gelmelerine fesadçıların sebep olduğunu söyledi ve öğüt verdi.1340 Yine kervansarayındaki savaştan sonra IV. Kılıç Arslan, yakalanarak II. Keykâvus’un yanına getirildi. Sultan II. Keykâvus, kardeşini görünce onu kucakladı ve ağladı. İki kardeş aralarındaki husumeti giderdiler.1341 Kanaatimizce bu bilgiler, kardeşine kıyasla II. İzzeddîn Keykâvus’un belli bir dinî ve siyasî bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Aynı konu bağlamında önemli bir hâdise daha vardır. Bu da II. Keykâvus’un en küçük kardeşi II. Alâeddîn Keykubâd’ın ölümüdür. II. Keykubâd’ın ölümü bir suikast mıdır? Bu suikastın emrini veren II. Keykâvus mudur? Soruların cevapları 1337 Meselâ bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 587. 1338 İbn Bîbî, a.g.e., s. 569; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 404. 1339 Sultanın maiyetinde bu tarz lakaplarla anılan beylerin olması da ayrıca dikkat çekicidir. 1340 Turan, Türkiye, s. 487; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 177. 1341 İbn Bîbî, a.g.e., s. 553; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 179. 272 tartışmalıdır ancak cevap II. Keykâvus ise bu olay bir kardeş katli dolayısıyla da III. Bölüm’de detaylıca ele aldığımız siyaseten katl vakası olacaktır. Bu da II. Keykâvus’un dinî anlayışına dair belli ipuçları verebilir. Aksarâyî’ye göre II. Keykubâd’ın ölüm emrini II. Keykâvus verdi. Sebebi ise II. Keykubâd’ın, Moğollar tarafından Selçuklu ülkesine sultan atanacağı korkusuydu.1342 İbn Bîbî ise eserinde II. Keykubâd’ın ölümüyle ilgili detay vermemektedir. O, II. Keykubâd’ın, akşam emîrleriyle eğlenirken şarap içip yattığını ve sabah ölü bulunduğunu kaydeder. 1343 Aksarâyî de eserinde aynı noktaya temas edip, şarabın içine Lâlâ Müslih tarafından II. Keykâvus ve IV. Kılıç Arslan’ın emriyle zehir bırakıldığını söyler.1344 II. Alâeddîn Keykubâd’ın ortadan kaldırılışının ağabeylerinin hamlesi olduğunu düşünmek makuldür. Zirâ aksi bir senaryo söz konusu olsaydı onlar, kardeşlerinin katilinin kim olduğunu araştırır ve gerekli hükmü verirlerdi. Ancak olay tam tersi istikamette işlemiş olup konunun üzerine gidilmemiştir. II. Keykubâd’ın ortadan kaldırılması sultanların emriyle verilen bir siyaseten katl hükmü olarak gözükmektedir.1345 2. 3. 2. 2. 1. 4. Hristiyan Dayılarıyla İlişkileri Yukarıda anlattığımız gibi II. Keykâvus, Moğollara karşısında aldığı hezimetler sonrası Bizans’a sığındı. İstanbul’da oldukça iyi ağırlanan sultanın rahatı burada da uzun sürmedi ve isyan iddiaları sebebiyle tutuklandı. Bizanslılar şehzadeleri ve beyleri Hristiyan olmaları için baskı altına aldı, onlara işkence etti. 1346 Ancak özellikle Emîr Nûreddîn Erzincanî başta olmak üzere bazı beyler bu baskıya karşı dinlerinden dönmediler.1347 Bu durum II. Keykâvus’un maiyetinde, tüm bozulmalara rağmen hâlâ imanlı, dinî anlayışı kuvvetli kimselerin olduğunu 1342 Aksarâyî, a.g.e., s. 30; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587. 1343 İbn Bîbî, a.g.e., s. 582; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587. 1344 Aksarâyî, a.g.e., s. 30; Karş. Sevim-Merçil, a.g.e., s. 587. 1345 Bunun konumuzla hangi açılardan ilgisinin olduğunu öğrenmek için III. Bölüm’ün ikinci başlığına bkz. 1346 Turan, Cihân, s. 385; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 183; Ayönü, a.g.e., s. 268. 1347 Turan, Türkiye, s. 517; Ayönü, a.g.e., s. 269. 273 göstermektedir. İbn Bîbî’ye göre sultanın bu duruma düşmesinin sebebi de Hristiyan dayısı Kyr Kedid’di.1348 II. Keykâvus’ın Hristiyan dayılarıyla olan ilişkisi, dönemindeki beylerce hoş karşılanmamaktaydı. II. Keykâvus’un annesi Berdûliye Hatun, bir Rum papazının kızıydı. 1349 Bu sebeple sultanın dayıları, Hristiyan olmalarına rağmen Selçuklu yönetiminde yer almaya çalışıyorlardı. Beyler de bundan rahatsız oluyordu. 1350 Kont İstabl lakapıyla bilinen dayılarından biri sultanı oyun ve eğlenceye teşvik edip, dinî gereklilikleri icrâ etmekten alıkoyuyordu. 1351 Hatta dayısı, II. Keykâvus’a Konya’da nasihatlar veren âlim ve şeyhler olması sebebiyle, sultanı Antalya’ya götürmek istiyordu. 1352 Bu son bilgi, II. Keykâvus’un âlim ve şeyhlerle istişâre ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. II. Keykâvus’un dayılarıyla olan bu münasebetinde dinî boyuta çok önem vermediği anlaşılmaktadır. Bu bir “hoşgörü” olarak algılanıp, övüledebilir ancak dayılarıyla münasebetleri ve bu Hristiyan dayıların devlete olan zararları düşünüldüğünde bunun “hoşgörü”den ziyade II. Keykâvus’un zaafiyeti olarak değerlendirilmesi gerektiği açığa çıkar. II. Keykâvus’un Hristiyanlarla olan ilişkisi bu kadarla da sınırlı değildi. Annesi tarafından Bizans imparatorluk sülalesiyle akraba olan sultan, sarayında papazlar ile fakîhlere teolojik tartışmalar yaptırırdı.1353 Bu bilgi, onun Hristiyan teolojisine de bir şekilde ilgi duyduğuna işaret etmektedir. Bunun illâ ki itikâdî bir sapma olarak yorumlanmasına gerek yoktur. Entelektüel bir ilgi olarak da düşünülebilir. Zirâ kendisinden önceki diğer Selçuklu sultanlarının da benzeri davranışları bulunmaktadır. Ancak II. Keykâvus ile ilgili bahsin, dayıları sebebiyle daha derin düşünülmesinin gerekliliği de elzemdir. 1348 İbn Bîbî, a.g.e., s. 589-590; Karş. Turan, Türkiye, s. 517; a. mlf., Cihân, s. 372; Cahen, a.g.e., s. 168. 1349 Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175. 1350 İbn Bîbî, a.g.e., s. 566; Aksarâyî, a.g.e., s. 40; Karş. Turan, Cihân, s. 372; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178; Ersan, “Türkiye”, X, 241; Kara, a.g.e., s. 566. 1351 Aksarâyî, a.g.e., s. 40, 49; Karş. Turan, Cihân, s. 372; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 588; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 178; Kara, a.g.e., s. 485; Ersan, “Türkiye”, X, 241. 1352 Aksarâyî, a.g.e., s. 40; Karş. Turan, Cihân, s. 372. 1353 Ocak, Ayak İzleri, s. 183. 274 2. 3. 2. 2. 1. 5. Vasiyeti II. İzzeddîn Keykâvus, ömrünün son anlarında oğlu Gıyâseddîn Mes’ûd’a bir takım nasihatlarda bulundu. Bu nasihatlar âdeta onun ömrünün bir hesap dökümüydü. Sultanın, oğluna yaptığı nasihatlar ve kendi ömrüyle ilgili itirafları, onun dinî anlayışına ve siyasî tecrübesine dair önemli bilgiler içermektedir. II. Keykâvus, bu vasiyeti sırasında babası II. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in kendisine önemli beyler bıraktığını, bu beylerin rehberliğinde iyi bir eğitim aldığını, böylece olgunluk makamına ulaştığını ifade etti ve bu beylerin nasihatlerini dinlediği süre boyunca ülkedeki işlerin iyi gittiğini ancak daha sonra kendi arzusuna göre hareket etmeye başlayıp yanına düşük ahlâklı, tecrübesiz kişileri yükseltmeye başlayınca tüm gidişatın bozulduğunu itiraf etti. 1354 O, saltanat makamından ve ülkesinden uzaklaşıp gurbet hayatına düçar olmasının sebebi olarak zevk ve eğlenceye dalıp, dedikoduculara kulak vermesini, insanlara kötülük edenlerle oturup kalkmasını, kendi avare ve düşüncesizliğini dile getirdi. 1355 Oğluna nasihatlarına geçmeden önce hayatından ibretlik noktaları anlatan II. Keykâvus, eski hayatını boşa geçen bir zaman olarak gördüğünü belirtti ve “Keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım.” âyetini1356 okuyarak hataları sebebiyle yaşadığı pişmanlığı dile getirdi. 1357 Daha sonra II. Keykâvus, oğlu Gıyâseddîn Mes’ûd’a, II. Kılıç Arslan’ın, oğlu I. Keyhüsrev’e ettiği nasihatlare benzer öğütler verdi. II. Keykâvus oğluna, makam ve mevkî için namusunu bile hiçe sayıp her türlü ahlâksızlığı yapabilecek olanlarla düşüp kalkmamasını; maskara şahsiyetli olup dinden uzak bir karakter sergileyen kimselere itibar etmemesini; doğruluk ve dürüstlüğe her zaman önem vermesini; farz ve nafile namazları kılmak için gayretli olup, gece namazlarını en üstün amacı olarak görmesini; Allah’a samimi bir kul olmasını ve O’na hizmet için her türlü çabayı ortaya koymasını tavsiye etti.1358 Ayrıca Selçuklu ülkesine dönerse, kendisini de 1354 İbn Bîbî, a.g.e., s. 670. 1355 İbn Bîbî, a.g.e., s. 670. 1356 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 361. 1357 İbn Bîbî, a.g.e., s. 670. 1358 İbn Bîbî, a.g.e., s. 671. 275 İslâm sultanları olarak ifade ettiği atalarının kümbedhânesine gömmesini vasiyet etti.1359 II. Keykâvus son anlarında bir de şiir okudu. O, bu şiirinin sonunda, “Şimdi bıçak kemiğe dayandı, çare düşünemiyorum vallahi, şaşırıp kaldım. Allah’ım sen elimden tut.” diyerek hayata gözlerini yumdu.1360 İbn Bîbî, kendisiyle çelişir bir şekilde eserinde, II. İzzeddîn Keykâvus’tan bazen ahlâkı bozuk, sefil kimselerle düşüp kalkan biri olarak bazense ahlâkı beğenilen, hayâ sahibi, iyilik ve cömertlikte sınırsız biri olarak bahseder. 1361 Aksarâyî ise eserinde, aynı sultanın sefahat içinde, İslâm dışı bir hayat yaşadığını, onu bu hayata alıştıran kişinin de beylerbeyliğine tayin etmiş olduğu Hristiyan Kont İstabl olduğunu söylemektedir.1362 Diğer kaynaklarda da onun ahlâken bozuk ve sefih bir hayat geçirdiği kaydedilmektedir.1363 2. 3. 2. 2. 1. 6. Mevlânâ’yla İlişkiler II. Keykâvus’un Mevlânâ ile ilişkileri oldukça yakındı.1364 İkili karşılıklı mektuplaşırdı. Bu mektuplarda Mevlânâ, II. Keykâvus’a “oğul” diye hitap ederdi.1365 Keykâvus için her zaman duacı olduğunu ifade ederdi.1366 Mevlânâ mektuplarda, II. Keykâvus’u hemen hemen hiç eleştirmez ve ihsanları sebebiyle ona övgülerde bulunur.1367 Bununla birlikte ona öğütler vermekten de geri durmaz. Bu durumu da aslında bir nevi eleşiri olarak kabul etmek mümkündür. Mevlânâ’ya göre II. Keykâvus, fakir ve muhtaçların elinden tutan, onların ihtiyaçlarını gideren biriydi.1368 Sultan, gönül ehli olanların gönüllerini hoşnut ederdi.1369 Yine ona göre Keykâvus, Müslüman bir kimseydi ve övülecek huylara 1359 İbn Bîbî, a.g.e., s. 671. 1360 İbn Bîbî, a.g.e., s. 672. 1361 İbn Bîbî, a.g.e., s. 518; Karş. Kara, a.g.e., s. 485. 1362 Aksarâyî, a.g.e., s. 40; Karş. Kara, a.g.e., s. 485. 1363 Bkz. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 183. 1364 Eflâkî, a.g.e., s. 121, 237; Karş. Gölpınarlı, Mektuplar, s. 2-3, 56-57, 86, 120-122, 135, 139. 1365 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 2, 57, 121, 138. 1366 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 1-2, 58, 135, 138, 156. 1367 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 2-3, 56-57, 86, 120-122, 135, 139. 1368 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 3, 86, 139, 151. 1369 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 122. 276 sahip bir sultandı.1370 Ayrıca Mevlânâ, II. Keykâvus’un saltanatını Allah’ın murâdı olarak bildirir.1371 Mevlânâ bu mektuplarında, tasavvufî birçok meseleyi de özünü açıklamadan ifade eder.1372 Bu açıdan bakıldığında, II. Keykâvus’un bunları anlayacak kadar tasavvufî bir birikiminin olduğu anlaşılmaktadır. Böylece onun dinî anlayışının, tasavvufî bir çehreye sahip olduğu varsayılabilir. Ayrıca ikili arasında bir mürid-şeyh ilişkisinin olduğunu düşünmek de mümkündür. 2. 3. 2. 2. 1. 7. Sirâceddîn Urmevî ve Sultan Selçuklu ülkesinin başkadılığını yapmış olan Sirâceddîn el-Urmevî (ö. 682/1283)1373 , II. İzzeddîn Keykâvus’a Letâifü’l-hikme adlı felsefî içerikli bir eser sunmuştur.1374 Urmevî eserinde, sultanı, “Pâdişâh-ı İslâm, sultân-ı a‘zam, hâkân-ı mu‘azzam, tâc-ı âl-i Selcûk izzü’d-dünyâ ve’d-dîn, sultânu’l-İslâm ve’l-müslimîn, Ebî’l-Feth” gibi unvan ve lakaplarla tanımlamaktadır.1375 O, sultana değerli bir hediye vermek istediğini, en güzel hediyenin de ilim ve hikmet olduğunu bildiği için Hikmetin/Felsefenin İncelikleri başlıklı bu eserini hazırladığını kaydetmektedir.1376 Urmevî’nin bahsi geçen eseri, bilgi ile hükmetme ve adâlet başlıklı iki kısımdan oluşur.1377 İkinci kısım, ahlâk, ev yönetimi ve siyasete tekabül edecek şekilde “kişinin kendi bedenini yönetmesi”, “kendi evinde hüküm vermesi ve adâletli olması” ve “şehirler ve vilâyetlerde hüküm vermesi ve adâletli olması” adlı üç başlığa ayrılmış olup, filozofların bu konulardaki nazariyelerini içermektedir.1378 Urmevî insanların bir yöneticiye olan ihtiyacını detaylı bir şekilde ortaya koyduktan sonra âlemin nizamı için Allah’ın gölgesi olan bir sultanın muhakkak olması 1370 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 139, 151. 1371 Gölpınarlı, Mektuplar, s. 3. 1372 Meselâ bkz. Gölpınarlı, Mektuplar, s. 136. 1373 Sirâceddîn Urmevî, a.g.e. Keykubâd devrinde Anadolu’ya gelmiş, ve I. Keykubâd tarafından Malatya’ya kadı tayin edilmişti. Buradan Dımaşk ve Mısır’a giden Urmevî, daha sonra tekrar Anadolu’ya dönüp başkadılık görevini yürüttü. Bkz. Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 1374 Ebü's-Sena Sirâceddîn Mahmûd Sirâceddîn el-Urmevî, Letaifü’l-Hikme, (Tashih Gulamhüseyin Yusûfî), İntişarat-ı Bünyad-ı ve Ferheng-i İran, Tahran 1351, s. 6; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 8, 21; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 262-263. 1375 el-Urmevî, a.g.e., s. 6; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 21. 1376 el-Urmevî, a.g.e., s. 6-7; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 21. 1377 el-Urmevî, a.g.e., s. 11, 161; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 21-22; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 1378 el-Urmevî, a.g.e., s. 198-218, 219-225; 226-290; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 23, 41; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 277 gerektiğini vurgular.1379 Hükümdar olan kişi nasıl hükmedeceğini, hükmedenlerin en iyi hükmedeni olan Allah’tan öğrenmelidir.1380 Daha sonra yerlerin ve göklerin yaratılışından örnekler vererek sultanın kainattaki adâletten ibret alarak hükmetmesini tavsiye eder.1381 Eserin ilk bölümü ise Tanrı’nın varlığı, sıfatları ve peygamberlik gibi konuları içermektedir.1382 2. 3. 2. 2. 1. 8. Unvanları II. Keykâvus’un yaptırdığı mimarî eserlerin kitâbelerinde, bastırdığı sikkelerde, devlet belgelerinde “el-müeyyed mine’s-semâ/Allah tarafından desteklenen sultan” gibi kullandığı unvan ve lakaplar vardı.1383 Bu unvan ve lakaplar ile II. Keykâvus’un fiilleri karşılaştırıldığında, unvan ve lakapların bir gelenekten ibaret kaldığı anlaşılmaktadır. 1384 II. Keykâvus’un, önceki Türkiye Selçuklu sultanları gibi müneccimliğe ilgisi vardı.1385 Bu sebeple onun, dinî anlayış bakımından genel olarak kendisinden önceki sultanlara benzer olduğu söylenebilir.1386 Ayrıca onun felsefeyle de ilgili olması, bu tespitimizi kuvvetlendirmektedir. 2. 3. 2. 2. 2. IV. Rükneddîn Kılıç Arslan IV. Kılıç Arslan, üç kardeş arasında ortanca olanıydı. Ağabeyi II. Keykâvus ile saltanat için sürekli mücadele hâlinde oldu. IV. Kılıç Arslan ile II. Keykâvus kıyaslandığında, dinî anlayış itibariyle IV. Kılıç Arslan’ın daha zayıf olduğu söylenebilir. Bu durum onun siyasî amellerine de yansımıştır. II. Keykâvus, Moğol işgaline bir şekilde karşı koymaya çabalarken IV. Kılıç Arslan, onlarla her daim ilişki ve iş birliği içinde oldu. 1379 el-Urmevî, a.g.e., s. 164-165; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 41-43. 1380 el-Urmevî, a.g.e., s. 165; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 43; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 1381 el-Urmevî, a.g.e., s. 165-166; Karş. Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 43-44; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 1382 Cüneyt Kaya, a.g.m., s. 25; Çağrıcı, “el-Urmevî”, s. 263. 1383 Kara, a.g.e., s. 448. 1384 Bkz. Hasan b. Abdülmü’min el-Hôyî, Gunyetü’l-kâtib ve Münyetü’t-Tâlib, (haz. Cevdet Yakupoğlu – Namiq Musalı), Hasan b. Abdülmü’min el-Hôyî’nin Kaleminden Selçuklu İnşâ Sanatı, TTK., Ankara 2018, s. 119-120. 1385 İbn Bîbî, a.g.e., s. 588. 1386 Müneccimlikle ilgili detaylı bilgi için III. Bölüm’ün 3. başlığına bakınız. 278 IV. Kılıç Arslan hakkında konumuzla ilgili bilgiler oldukça azdır. Bu sebeple hayatındaki birkaç hadiseden hareketle onun dinî anlayışını ve bu anlayışının siyasî yansımalarını ortaya çıkarmaya çalışacağız. 2. 3. 2. 2. 2. 1. Moğol Siyaseti IV. Kılıç Arslan, Sultan-Hanı savaşının ardından Baycu Noyan tarafından Selçuklu tahtına çıkartılınca II. Keykâvus’a bir mektup yazdı. Bu mektupta o, Moğollara karşı mücadele etmenin akıllıca olmadığını belirterek II. Keykâvus’un tavrını eleştirdi ve halkın daha fazla eziyet çekmemesi için aralarında anlaşmaları gerektiğini söyledi. 1387 Mektubun konumuzla ilgili dikkat çekici kısmı son cümleleridir. IV. Kılıç Arslan, ağabeyi II. Keykâvus’a, halkın daha fazla eziyetine sebep olmanın kıyamete kadar omuzlarda kalacak bir vebale yol açacağını belirtti. 1388 Bu ifadeler, IV. Kılıç Arslan’ın siyasî olayları dinî-ahlâkî açıdan da değerlendirmeye tâbi tuttuğunu göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca mektup, iki kardeşin Moğollara bakışının farklılığını da göstermektedir. 2. 3. 2. 2. 2. 2. Hristiyanlar ve Sultan IV. Kılıç Arslan’ın annesi Rum asıllı bir câriyedir.1389 Ancak II. Keykâvus gibi onun Hristiyanlarla çok fazla yakınlığı yoktur. Bunun sebebi annesinin bir cariye olması hasebiyle etrafında herhangi bir akrabasının bulunmamasıdır. Zirâ II. Keykâvus’un annesi bir papazın kızı olduğu için akrabaları mevcuttu. Nitekim bunlar II. Keykâvus’un yanından ayrılmadılar ve beylerin rahatsız olduğu gibi onlardan IV. Kılıç Arslan da hoşlanmıyordu. IV. Kılıç Arslan henüz II. Keykâvus ile Konya’da ortak saltanat sürerken, II. Keykâvus’un Hristiyan dayıları IV. Kılıç Arslan’a hakaretler savuruyorlardı. IV. Kılıç Arslan bu durumdan ağlayacak kadar etkilenmişti.1390 Onun bu halini gören hizmetkârlar, Kılıç Arslan’ı teselli ediyorlardı. Bu bilgiler IV. Kılıç Arslan’ın karakter olarak henüz olgunlaşamadığını göstermektedir. Bu da bize, erken 1387 Turan, Türkiye, s. 503; a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 61-63. 1388 Turan, Türkiye, s. 503. a. mlf., Resmî Vesikalar, s. 63. 1389 Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 175; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, s. 404. 1390 İbn Bîbî, a.g.e., s. 566. 279 yaşlarındayken onun dinî anlayış itibariyle de kuvvetli olmadığı çıkarımını yapma imkânı vermektedir. 2. 3. 2. 2. 2. 3. Mevlânâ’yla İlişkiler Bununla birlikte IV. Kılıç Arslan’ın şeyhler ve âlimlerle ilişkileri vardı. O, zâhidleri, âlimleri, fazılları, düşkünleri gözetip kollardı.1391 Sultan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî ile de ilişki içindeydi. Hatta bir gün Mevlânâ için Muîneddîn Süleyman Pervâne tarafından verilen bir ziyafette IV. Kılıç Arslan’ın Mevlânâ’ya intisap ettiği rivâyet edilmektedir.1392 Ayrıca sultanın, Türkmen şeyhi Buzağı Baba (Şeyh Baba-yi Merendî) ile de ilişkisi vardı.1393 2. 3. 2. 2. 2. 4. Tutum ve Davranışları IV. Kılıç Arslan içki ve eğlenceye düşkün, dirayetsiz bir sultandı.1394 Bu durum çoğu zaman sultanın siyasî fiillerine de yansımaktaydı. Nitekim onun devrinde Muîneddîn Süleyman Pervâne, Kılıç Arslan’ın bu yapısından istifade ederek devletin tek sultanı gibi davranıyordu. İbn Bîbî, eserinde birçok açıdan eleştirdiği IV. Kılıç Arslan’ı yine de cömertliği ve ahlâkı sebebiyle över.1395 Ona göre sultan, toplantıları sırasında dedikodu yapan, fitne fesad çıkaracak sözler sarfeden kimselere tahammül etmez hemen yanından uzaklaştırırdı.1396 Sultanın, Niğde’nin iktasının verilmesi hususunda şerefli, âdil, şevkatli ve halka iyi davranan birinin seçilmesini istemesi, siyasî anlamda bu konuda hassas olduğunu gösterdiği gibi bunun arkasındaki dinî anlayışa da işaret etmektedir.1397 Aksarâyî ise eserinde, IV. Kılıç Arslan’ın ahlâkî zaaflarına 1391 İbn Bîbî, a.g.e., s. 592; Karş. Turan, Türkiye, s. 549; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 405. 1392 Eflâkî, a.g.e., s. 164-165. İbn Bîbî, onun beğenilen bir tarikata sahip olduğunu ifade ederek bu hususa işaret etmektedir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 591; Karş. a. mlf., Cihân, s. 399; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 405. 1393 Eflâkî, a.g.e., s. 165-166; Karş. Turan, Türkiye, s. 549; a. mlf., Cihân, s. 399. 1394 İbn Bîbî, a.g.e., s. 566, 596-597; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187; Kara, a.g.e., s. 486; Sümer, “Kılıç Arslan IV”, 405. 1395 İbn Bîbî, a.g.e., s. 591; Karş. Kara, a.g.e., s. 486. 1396 İbn Bîbî, a.g.e., s. 592. 1397 İbn Bîbî, a.g.e., s. 595. 280 işaret eder.1398 Aksarâyi’nin aktardığı bilgilerin İbn Bîbî’ye göre sıhhat açısından daha kuvvetli olduğunu söylemek gerekir.1399 1398 Aksarâyî, a.g.e., s. 62; Karş. Turan, Türkiye, s. 549; Kara, a.g.e., s. 486. 1399 Osman Turan da iki müellif arasında bir kıyaslama yaparak, İbn Bîbî’nin Selçuklu hânedânlığına bağlılığı sebebiyle her şeyi açıkça ifâde etmediğini belirtmektedir. Bkz. Turan, Türkiye, s. 499; Karş. Kara, a.g.e., s. 486-487. 281 2. 3. 3. Ortak Saltanat Sonrası: III. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1266-1284), II. Gıyâseddîn Mes’ûd (1284-1296/1302-1310), III. Alâeddîn Keykubâd (1298-1302), V. Kılıç Arslan (1310-1318) 2. 3. 3. 1. Dönemin Siyasî Tarihi Türkiye Selçuklu sultanları, ortak saltanat döneminden sonra tamamen Moğol tahakkümüne girdi. Kendi başlarına hareket edememeleri bir kenara devlet yönetiminde etkin bir güç dahî olmaktan çıktılar. Bu sebeple biz de ortak saltanat sonrasındaki dönemi bir bütün hâlinde inceledik. IV. Kılıç Arslan’ın ölümünün ardından oğlu III. Gıyâseddîn Keyhüsrev, 664 (1265-66) yılında tahta çıkartıldı. III. Keyhüsrev tahta çıktığında 4, 6 ya da 10 yaşındaydı.1400 Bu sebeple devlet, babası IV. Kılıç Arslan zamanından beri gücü elinde bulunduran Mûineddîn Süleyman Pervâne’nin1401 idaresindeydi. Öte yandan Sâhip Ata lakabıyla bilinen Fahreddîn Ali1402 de eski, tecrübeli ve önemli bir bey olarak öne çıkıyordu. III. Keyhüsrev’in saltanatının ilk yılları bu iki tecrübeli emîrin sayesinde hem sükûnet içinde hem de bilhassa Süleyman Pervâne’nin, 670 (1271-72) yılı başlarından itibaren Vezîr Fahreddîn Ali aleyhindeki girişimleri sebebiyle çalkantılı geçti.1403 Süleyman Pervâne’nin 675 (1276) yılında İlhanlı hükümdarı Abaka’nın (1265-1282) yanına gittiği sırada, Hatîr oğlu isyanı patlak verdi. Karaman oğlu Mehmet (1263-1277) gibi Türkmen beyleri etrafında toplayan Hatir oğlu, Memlük Sultanı Baybars’a (1260-1277) elçiler göndererek onu Anadolu’ya davet etti ve 1400 Aksarâyî, a.g.e., s. 66; Cenâbî, a.g.e., s. 23; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 550; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187. 1401 Ayr. bilgi için bkz. Nejat Kaymaz, Pervâne Muinüddin Süleyman, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yay., Ankara 1970; Kesik, Makaleler, s. 140-147; a. mlf., “Muînüddîn Süleyman Pervâne”, DİA, XXXI, 91-93; Pervânelik unvanı için ayr. bkz. a. mlf, “Pervâne”, DİA, XXXIV, 244. 1402 Ayr. bilgi için bkz. Erdoğan Merçil, “Sâhib Ata”, DİA, XXXV, 515-516; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 188-189. 1403 İbn Bîbî, a.g.e., s. 601-604; Aksarâyî, a.g.e., s. 71; Anonim Selçuknâme, s. 47; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 100; Karş. Turan, Türkiye, s. 550-553; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187-188; Ersan, “Türkiye”, X, 247; Kesik, Makaleler, s. 142; Merçil, “Sâhib Ata”, s. 515; Kesik, “Pervâne”, s. 92. 282 Sultan III. Keyhüsrev’i de Niğde’ye götürdü.1404 Hatîr oğlunun tüm çabalarına rağmen Sultan Baybars, hemen sefere çıkamadı. Hatîr oğlu da kısa süre sonra yakalandı.1405 Sultan III. Keyhüsrev, Hatîr oğlunun yanında bulunduğundan, isyan ettiği iddiasıyla yargılandı. III. Keyhüsrev, Moğollara karşı ayaklananlara uymaya mecbur kaldığını söyleyerek kendisini aklamaya çalıştı.1406 Hatîr oğlu ise Süleyman Pervâne’nin de Memlüklerle işbirliği içerisinde olduğunu söyleyerek isyana bu sebeple kalkıştığını ifade etti. 1407 Bu durum, Süleyman Pervâne’nin Moğollar nezdindeki itimadını sarstı. Moğollar, Anadolu’daki baskılarını daha da arttırdı. Memlük Sultanı Baybars, Anadolu halkı ve beylerinden kendisine yapılan çağrılara sessiz kalmayarak 676 (1277) yılında sefere çıktı. Onun, sefere çıkmadan önce Süleyman Pervâne ile gizlice anlaşmış olduğu söylenmektedir. 1408 Memlük ordusu Elbistan ovasında Moğolları bozguna uğrattı. Sultan Baybars zaferin ardından Kayseri’ye gitti. Pervâne ise Tokat’a kaçmıştı ve Baybars’ın huzuruna gitmeyi geciktiriyordu. Sultan Baybars, Süleyman Pervâne’nin fiilleri ve erzağının azalması gibi sebeplerden dolayı geri dönmeye karar verdi.1409 Abaka Han, Sultan Baybars’ın çekilmesinin ardından Anadolu üzerine sefere çıkarak büyük katliamlar yaptı.1410 1404 Baypars Tarihi, (çev. Mehmet Şerefüddîn Yaltkaya), TTK Yay., İstanbul 1941, s. 74; Aksarâyî, a.g.e., s. 78; Anonim Selçuknâme, s. 48; Karş. Şeşen, Sultan Baybars, s. 186; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 189; Ersan, “Türkiye”, X, 248. 1405 Baypars Tarihi, s. 79; İbn Bîbî, a.g.e., s. 613; Aksarâyî, a.g.e., s. 83; Anonim Selçuknâme, s. 48; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 101; Karş. Şeşen, Sultan Baybars, s. 188; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 190; Ersan, “Türkiye”, X, 248; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351. 1406 Baypars Tarihi, s. 80; İbn Bîbî, a.g.e., s. 613; Karş. Turan, Türkiye, s. 558; Şeşen, Sultan Baybars, s. 189. 1407 Baypars Tarihi, s. 80; İbn Bîbî, a.g.e., s. 614; Karş. Turan, Türkiye, s. 559; Şeşen, Sultan Baybars, s. 189; Kesik, Makaleler, s. 143; a. mlf, “Pervâne”, s. 92. 1408 Baypars Tarihi, s. 84; İbn Bîbî, a.g.e., s. 619; Anonim Selçuknâme, s. 49; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 119; Ömerî, a.g.e., s. 401; Karş. Turan, Türkiye, s. 561-562; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 190; Ersan, “Türkiye”, X, 249; Kesik, Makaleler, s. 143; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351; Kesik, “Pervâne”, s. 92. 1409 Baypars Tarihi, s. 88-89; İbn Bîbî, a.g.e., s. 622; Aksarâyî, a.g.e., s. 88; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 119; Ömerî, a.g.e., s. 401; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 102; Karş. Anonim Selçuknâme, s. 49; Turan, Türkiye, s. 565; Şeşen, Sultan Baybars, s. 192; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 191-192; Ersan, “Türkiye”, X, 249; Kesik, Makaleler, s. 143; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351; Kesik, “Pervâne”, s. 92. 1410 İbn Bîbî, a.g.e., s. 624-625; Aksarâyî, a.g.e., s. 90; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 119; Ömerî, a.g.e., s. 401; Karş. Turan, Türkiye, s. 567-568; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 192-193; Ersan, “Türkiye”, X, 250; Kesik, Makaleler, s. 143; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351; Kesik, “Pervâne”, s. 92. 283 Dönüşte de 676 (1277) yılı Ağustos’unda Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin idamına hükmetti.1411 Süleyman Pervâne’nin ölümü, onun Moğollara dayanarak kurduğu nizâmı da ortadan kaldırdı.1412 Bununla birlikte Vezîr Sâhib Ata Fahreddîn Ali elinden geldiği kadar mevcut nizâmı korumaya çalıştı. Süleyman Pervâne’nin idamıyla başlayan çöküntü devresi 1288 yılında Sâhib Ata’nın da vefatıyla iyice hızlanacaktı. Türkmen beyleri, gerek Pervâne döneminde gerekse sonrasında Moğollara karşı sık sık ayaklanıyordu. Hatta Karaman oğulları, 1277’de Süleyman Pervâne henüz hayatta olup Moğolların yanındayken fırsattan istifade II. İzzeddîn Keykâvus’un oğlu Alâeddîn Siyavuş’u Konya’da tahta çıkartmıştı. 1413 Çok süre geçmeden bir Moğol ordusuyla Karaman oğullarının mağlup edilerek Alâeddîn Siyavuş’un 37 günlük saltanatına son verildi.1414 Selçuklu ülkesi iç karışıklıklarla boğuşurken, gurbetteki eski sultan II. İzzeddîn Keykâvus, 1280 (679) yılında Kırım’da vefat etti.1415 Gıyâseddîn Mes’ûd (1282-1296, 1302-1308), babasının vefatı üzerine Anadolu’ya geçti. II. Mes’ûd, Moğollar ile kurduğu irtibatlar sonucunda yeni İlhanlı hükümdarı Argun (1284-1291) tarafından Selçuklu sultanı ilân edildi ve 1284 yılında tahta çıktı.1416 III. Gıyâseddîn Keyhüsrev ise aynı Moğol hanının emriyle boğduruldu. 1411 İbn Bîbî, a.g.e., s. 626; Anonim Selçuknâme, s. 49; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 119; Ömerî, a.g.e., s. 401; Cenâbî, a.g.e., s. 24; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 103; Karş. Turan, Türkiye, s. 569; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 193; Ersan, “Türkiye”, X, 251; Kesik, Makaleler, s. 143; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351; Kesik, “Pervâne”, s. 92. 1412 Bu hususta Vezîr Sâhib Ata’nın şiirleri dikkat çekicidir. Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 91. 1413 İbn Bîbî, a.g.e., s. 631-632, 636-637; Aksarâyî, a.g.e., s. 95-97; Anonim Selçuknâme, s. 50, 51; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 104; Karş. Turan, Türkiye, s. 578; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 195; Ersan, “Türkiye”, X, 249; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351. 1414 İbn Bîbî, a.g.e., s. 638-643; Aksarâyî, a.g.e., s. 99-101; Anonim Selçuknâme, s. 50; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 105; Karş. Turan, Türkiye, s. 584; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 196; Ersan, “Türkiye”, X, 250. 1415 İbn Bîbî, a.g.e., s. 672; Aksarâyî, a.g.e., s. 105; İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 119-120; Ömerî, a.g.e., s. 402; Cenâbî, a.g.e., s. 24; Karş. Turan, Türkiye, s. 598; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 199; Ersan, “Türkiye”, X, 251. 1416 İbn Bîbî, a.g.e., s. 674; Aksarâyî, a.g.e., s. 109, 108-110; Anonim Selçuknâme, s. 51-53; İbnü’lVerdî, a.g.e., s. 120; Ömerî, a.g.e., s. 399; Cenâbî, a.g.e., s. 24; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 107; Karş. Turan, Türkiye, s. 600; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 199; Ersan, “Türkiye”, X, 251-252; Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 352; Muharrem Kesik, “Mesud II”, DİA, XXIX., 342. 284 II. Mes’ûd’un saltanatının hemen başında Argun Han, 1285 yılında kardeşi Geyhatu’yu 20.000 kişilik bir orduyla, Türkmenleri ezmek üzere Anadolu’ya gönderdi.1417 Sultan II. Mes’ûd da Moğol ve Selçuklu askerleriyle Türkmenlere karşı harekete geçerek Germiyan oğullarına ait bölgeleri ele geçirdi. 1418 Sultan, 1288 yılı başlarında da Lârende şehrini alıp Karaman ülkesine akın etti.1419 Bu mücadelelerin neticesinde Karaman, Eşref ve Germiyan oğulları II. Mes’ûd’a itaat ettiler.1420 1288 yılında Sâhip Ata Fahreddîn Ali vefat etti.1421 Son büyük Selçuklu emîri olarak onun vefatı, Süleyman Pervâne’nin ölümüyle bozulan nizâmın daha da kötüye gitmesine yol açtı. Yerine tayin edilen Fahreddîn Kazvînî halka çok büyük sıkıntılar çektirdi; onun zamanında vergiler ağırlaştırıldı.1422 Kazvînî, hakkındaki şikâyetlerin artmasıyla Tebriz’de yargılandı ve 1291 yılında idam edildi.1423 Moğol beylerinin başına buyruk hareketleri belli bir nizâmın kurulmasına mâni oluyordu. Türkmenler buldukları her fırsatta Moğol tahakkümüne karşı ayaklanıyor, Moğollar ise hem kendi gönderdikleri hem de Selçuklu sultanına tâbi askerlerle Türkmenleri katlediyordu. Yine bu ayaklanmalardan biri sonucunda, yeni İlhanlı hükümdarı Geyhatu (1291-1295), bizzat ordusunun başında Anadolu’ya gelerek, Sultan II. Mes’ûd’un da katılımıyla Türkmenlere karşı büyük bir katliam gerçekleştirdi.1424 1417 Aksarâyî, a.g.e., s. 115; Anonim Selçuknâme, s. 55; Cenâbî, a.g.e., s. 25; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 108-109; Karş. Turan, Türkiye, s. 603; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 200; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1418 Anonim Selçuknâme, s. 55; Karş. Turan, Türkiye, s. 606; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 201; Ersan, “Türkiye”, X, 253; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1419 Anonim Selçuknâme, s. 55; Karş. Turan, Türkiye, s. 606; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 201; Ersan, “Türkiye”, X, 253; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1420 Anonim Selçuknâme, s. 56; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 201. 1421 Aksarâyî, a.g.e., s. 119; Anonim Selçuknâme, s. 56; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 110; Karş. Turan, Türkiye, s. 607; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 201; Ersan, “Türkiye”, X, 252; Merçil, “Sâhib Ata”, s. 516; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1422 Aksarâyî, a.g.e., s. 117-122; Anonim Selçuknâme, s. 57-59; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 109-110; Karş. Turan, Türkiye, s. 609; Ersan, “Türkiye”, X, 252-253. 1423 Aksarâyî, a.g.e., s. 129-130; Anonim Selçuknâme, s. 59, 61; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 111; Karş. Turan, Türkiye, s. 610; Ersan, “Türkiye”, X, 253; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1424 Aksarâyî, a.g.e., s. 137; Anonim Selçuknâme, s. 65-66; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 111-112; Karş. Turan, Türkiye, s. 621; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 201; Ersan, “Türkiye”, X, 253; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 285 Bu olaylar üzerine sultanın kardeşleri, Kılıç Arslan, Geyûmers, Ferâmurz, Türkmenler ile birleşerek ağabeyleri Sultan II. Mes’ûd’a karşı ayaklandılar.1425 Her iki tarafta büyük kayıplar verdi ancak önemli beyleri öldürüldüğü için Türkmenlerin hareketi bastırıldı. 1426 Moğol Valisi Baltu Anadolu’da güçlenince merkezi otoriteye isyan etti. Sultan II. Mes’ûd da mecbur kalarak onun tarafında yer aldı.1427 Bunun üzerine sultan 1296 yılında tahttan indirilerek Hemedan’a sürüldü. 1428 Selçuklu tahtına ise 2 yıllık bir boşluğun ardından 1298 yılında III. Alâeddîn Keykubâd (1298-1302) geçti.1429 Gazan Han (1295-1304), 1299 yılında meydana gelen Sülemiş isyanına katılmayan Sultan III. Keykubâd’ı, ödüllendirmek için bir Moğol prensesiyle evlendirdi ve tüm Anadolu hâkimiyetini kendisine verdi.1430 Ancak Anadolu’daki nizâm toparlanacak gibi değildi.1431 Bu dönemde Muîneddîn Mehmet Bey, Rükneddîn Pervâne, Şerefeddîn Osman gibi bazı beyler Anadolu’da başlarına buyruk vergi tahsiline girişerek halka zulme kalkıştılar.1432 Gazan Han, Mücîreddîn Emîr-şâh’ı Anadolu’ya göndererek beyleri idam ettirdi.1433 1425 Aksarâyî, a.g.e., s. 137; Anonim Selçuknâme, s. 66-68; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 112; Karş. Turan, Türkiye, s. 621-623; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 202; Ersan, “Türkiye”, X, 253; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1426 Aksarâyî, a.g.e., s. 138-143; Karş. Turan, Türkiye, s. 627; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 202; Kesik, “Mesud II”, s. 343. 1427 Aksarâyî, a.g.e., s. 158, 160, 165-166; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 114; Karş. Turan, Türkiye, s. 633; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 202; Ersan, “Türkiye”, X, 254; Kesik, “Mesud II”, s. 344. 1428 Aksarâyî, a.g.e., s. 167; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 114-115; Karş. Turan, Türkiye, s. 633; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 202; Ersan, “Türkiye”, X, 254; Kesik, “Mesud II”, s. 344. 1429 Aksarâyî, a.g.e., s. 189; Anonim Selçuknâme, s. 69; Cenâbî, a.g.e., s. 25; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 115; Karş. Turan, Türkiye, s. 633; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 203; Ersan, “Türkiye”, X, 255; Faruk Sümer, “Keykubad III”, DİA, XXV., 360; Kesik, “Mesud II”, s. 344. 1430 Aksarâyî, a.g.e., s. 226; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118; Karş. Turan, Türkiye, s. 640; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 204; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1431 Turan, Türkiye, s. 641; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1432 Aksarâyî, a.g.e., s. 174-184, 195-204; Karş. Turan, Türkiye, s. 641-642. 1433 Aksarâyî, a.g.e., s. 206-207; Karş. Turan, Türkiye, s. 643-645; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 204. 286 Emîr-şâh’tan sonra İlhanlılar, vergi nizâmını düzene koyması için Nizâmeddîn Yahya’yı görevlendirdiler.1434 Nizâmeddîn Yahya, zor durumda olan halka ve beylere daha da zulmederek vergileri artırdı. Türk beyleri bu durumu Gazan Han’a şikâyet edince Nizâmeddîn Yahya da azledildi.1435 III. Keykubâd da bahsi geçen Moğol beylerine benzeyerek halkın önde gelenlerinden zorla para koparmaya başladı. 1436 Gazan Han bu durumdan haberdar olunca Abışga Noyan’ı III. Keykubâd’ın yanına gönderdi ve Abışga’nın izni olmaksızın sultanın herhangi bir harekette bulunmasını yasakladı.1437 III. Keykubâd, gözleri önünde emîrlerine ağır işkencelerle ceza verilince Abışga Noyan’ın elinden kaçtı. Sultan bir süre yakalanarak Gazan Han’a gönderildi ve orada yargılanıp idamına hükmedildi. Ancak Moğol prensesi olan eşinin himmetiyle İsfahan’a sürgün edildi.1438 III. Keykubâd’dan boşalan Türkiye Selçuklu tahtına 1302 yılında Gıyâseddîn Mes’ûd ikinci kez çıktı. 1439 İlhanlıların yeni hükümdarı Olcaytu Han (1304-1316), 1305 yılında Anadolu’ya İrencin Noyan’ı ülkenin askerî kumandanlığına tayin etti.1440 İrencin döneminde de Anadolu sükûnete erişemediği gibi ülkede aynı zulümler devam etti.1441 Artık Selçuklu hânedânlığının esâmesi okunmuyor, Anadolu’yu tamamen Moğolların tayin ettiği beyler idare ediyordu. II. Mes’ûd da bu devrede hiçbir varlık gösteremeyerek 1308 yılında vefat etti.1442 1434 Aksarâyî, a.g.e., s. 207; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 120; Karş. Turan, Türkiye, s. 646. 1435 Aksarâyî, a.g.e., s. 208-217; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 120; Karş. Turan, Türkiye, s. 646-647. 1436 Aksarâyî, a.g.e., s. 227-230; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118-119; Karş. Turan, Türkiye, s. 647-648; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361; Kesik, “Mesud II”, s. 344. 1437 Aksarâyî, a.g.e., s. 238; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119; Karş. Turan, Türkiye, s. 648; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1438 Aksarâyî, a.g.e., s. 235-236; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119-120; Karş. Turan, Türkiye, s. 649; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1439 Aksarâyî, a.g.e., s. 236, 238; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 120. 1440 Aksarâyî, a.g.e., s. 242; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 121; Karş. Turan, Türkiye, s. 649. 1441 Aksarâyî, a.g.e., s. 246-250; Karş. Turan, Türkiye, s. 650-653. 1442 Aksarâyî, a.g.e., s. 243-244; Karş. Kesik, “Mesud II”, s. 344. 287 2. 3. 3. 2. Dinî Anlayışları ve Siyasî Yansımaları Ortak saltanattan sonraki Türkiye Selçuklu sultanlarının ve beylerinin, idarî anlamda Moğol tahakkümü altında olduğunu vurgulamak gerekir. Bu dönemde başa geçen sultanlar ve devlet adamları, Moğolların sıkı takibi sebebiyle istedikleri gibi hareket edemediler. Bu da onların hem dinî-ahlâkî hem karakteristik hem de siyasî açıdan olgunlaşmasına ve tecrübe kazanmasına engel oldu. Bu dönemde tahta çıkan sultanlar, dinî anlayışları itibariyle genel hatlarıyla önceki sultanlara benzese de dinî anlayışlarının siyasî yansımaları bakımından onlara kıyasla oldukça zayıf ve etkisiz kaldı. 2. 3. 3. 2. 1. III. Gıyâseddîn Keyhüsrev III. Gıyâseddîn Keyhüsrev, tahta çıktığında çocuk yaşta olduğu için daha eğitimi dahî tamamlanmamıştı. Genç sultan, devlet işleri hususunda Süleyman Pervâne ve Sâhip Ata Fahreddîn Ali’nin himayesinde yetişiyordu.1443 Ancak onun ilmî ve dinî açıdan da yetişmesi gerekmekteydi. Bu sebeple bahsi geçen iki Selçuklu beyi, sultana çeşitli ilimleri öğretmesi için Kadı Nureddîn Yenbu’î’yi; dinin gereklerini ve Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmesi için de Emîr-i dâd Üstadü’d-dâr Emîneddîn İsfahânî’yi hoca tayin ettiler. 1444 Kendisi de dindâr bir kimse olan Üstadü’d-dâr Emineddîn, sultanı bahsi geçen konularda eğitti. III. Keyhüsrev, bu eğitim sonrasında namazlarını hiçbir zaman kazaya bırakmayacak şekilde edâ etmeye başladı. 1445 Sultan III. Keyhüsrev’in dinî anlayışı ve bu anlayışın siyasî yansımalarıyla ilgili elimizdeki bilgiler oldukça azdır. Sultanın oldukça küçük yaşta tahta çıkmış olması ve bir yandan Moğolların tahakkümü diğer yandan da Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin gözetimi altında bulunması, onun, döneminde yaşanan olaylarda bilinçli bir özne olarak ne kadar dahlinin olduğunu tartışmalı bir hâle getirmektedir. Bu 1443 İbn Bîbî, a.g.e., s. 599; Aksarâyî, a.g.e., s. 66; Karş. Turan, Türkiye, s. 550; Kara, a.g.e., s. 474. 1444 İbn Bîbî, a.g.e., s. 599; Aksarâyî, a.g.e., s. 66; Karş. Turan, Türkiye, s. 550; Kara, a.g.e., s. 474, 487. Sevim, “Keyhüsrev III”, s. 351. 1445 III. Gıyâseddîn’in gençlik yıllarıyla ilgili bahiste verilen bu bilgi onun namazlarını titizlikle kıldığını göstermektedir. Ancak bu durumu ömrünün sonuna kadar aynı şekilde devam ettirip ettirmediğiyle ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 67; Karş. Kara, a.g.e., s. 487. 288 sebeple önceki sultanlarda takip ettiğimiz, onların yaşamlarındaki olaylardan hareketle dinî anlayışlarını tespit etme metodu, III. Keyhüsrev için şüpheli bir duruma düşmektedir. Meselâ Hatir oğlu isyanı vesilesiyle yaşanan gelişmeler ve sultanın tavrı, bu tespitimize güzel bir örnektir. Hatir oğlu Şerefeddîn, Moğollara karşı mücadeleye çağrı için bütün vilâyetlerin önde gelenlerine davet mektupları gönderdi. Hatir oğlu bu mektuplarda, Baybars’ın İslâm ordusunun Anadolu’ya geleceğini ve kendilerinin de Sultan III. Keyhüsrev ile birlikte bu orduyu karşılayacağını ifade ediyordu.1446 Hâlbuki III. Keyhüsrev’in Moğollara bakışı Hatir oğlu Şerefeddîn’den oldukça farklıydı. İbn Bîbî’nin eserinde aktardığına göre, Memlük Sultanı Baybars Anadolu’ya geldiği sırada beyleriyle istişâre eden III. Keyhüsrev, Moğollara isyan etmemek gerektiğini, gönlünün Hülagü’nün sevgisiyle dolu olduğunu söyledi ve “onun askerinin kaldırdığı toz başıma tac olsun” diyerek onlara ne kadar bağlı olduğunu ifade etti. 1447 Hatir oğlu isyanının bastırılmasının ardından III. Keyhüsrev, isyana katılmakla suçlanıp, Moğollar tarafından yargılandı.1448 III. Keyhüsrev kendisinin doğruyu-yanlışı birbirinden ayırt edemeyecek kadar küçük yaşta olduğunu öne sürüp, isyancılara uymaya mecbur kaldığını söyleyerek kendisini aklamaya çalıştı.1449 Bu ifadeler onun Moğollar hususunda Hatir oğluyla aynı düşünmediğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Türkmenler, III. Keyhüsrev’in Moğollara yönelik tavrı sebebiyle ona karşı sık sık isyan ediyordu. Bu girişimlerden biri, Cimri ismiyle meşhûr olan Alâeddîn Siyavuş’un isyanıydı. III. Keyhüsrev, isyancılara karşı savaşa hazırlanırken “Yardım/zafer ancak, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.” 1450 âyetini okuyup orduyu harekete geçirdi.1451 Yaşanan savaş sonrasında Siyavuş ele 1446 Turan, Türkiye, s. 557. 1447 İbn Bîbî, a.g.e., s. 618. 1448 İbn Bîbî, a.g.e., s. 613; Karş. Turan, Türkiye, s. 558. 1449 Baypars Tarihi, 80; Karş. Turan, Türkiye, s. 558. 1450 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 65. 1451 İbn Bîbî, a.g.e., s. 662. 289 geçirilince ölümü de feci oldu. Onun derisi yüzülüp içi samanla doldurularak halka gözdağı verilmeye çalışıldı.1452 Alâeddîn Siyavuş’un ortadan kaldırılması sonucu III. Keyhüsrev adına vilâyetlere gönderilen fetihnâmede, “Hüseyin’in yani Şeriat sahibinin evlâdının kanı uğursuz Yezit ve Şimir’den alındı.” yazılıydı. 1453 Böylece III. Keyhüsrev’in Siyavuş karşısındaki zaferi, Hz. Hüseyin ile Yezid arasında Kerbelâ’da vukû bulan savaşa benzetilmiş ve Yezid tarafından katledilen Ehl-i Beyt’in intikamının alındığı vurgulanarak kazanılan zafer büyütülmeye çalışılmıştır. Ayrıca zaferin bu şekilde sunulması, bir meşrûiyet zemini yaratma çabası olduğu gibi aynı zamanda III. Keyhüsrev’in dinî anlayışıyla ilgili ipuçları da vermektedir. Nitekim bu fetihnâmeden hareketle onun, Kerbelâ hâdisesinde Hz. Hüseyin’den taraf olduğu çıkarmak mümkündür. III. Gıyâseddîn Keyhüsrev zamanında Selçukluların öteden beri âdeti olan Cuma sabahı toplantıları devam ettirildi.1454 Bu toplantıları hem III. Keyhüsrev hem de tüm Selçuklu hânedânlığı adına onların dinî anlayışı ve siyasî yansımalarını gösteren bir olay olarak görmek mümkündür. Zirâ bilindiği gibi cuma, Müslümanlar için mübarek ve bereketli bir gündür. Selçukluların dinî anlayışında âlimlere verilen önemin yüksek olduğundan birçok kez bahsettik. III. Keyhüsrev’in saltanat sürdüğü yıllarda Konya’da yaşayan Mevlânâ ve Sadreddîn Konevî öldü.1455 Her ne kadar sultanın bu iki önemli İslâm âlimiyle ilişkisini bilmesek de Selçuklu hanedanlığının genel bakışını göstermesi bakımından, Kerimüddîn Aksarâyî’nin bu konudaki kaydı dikkat çekicidir. Aksarâyî’ye göre devletin asıl çöküşü Mevlânâ ve Sadreddîn’in ölümüyle oldu.1456 III. Gıyâseddîn Keyhüsrev, dinî anlayışı ve bu anlayışın siyasî yansımaları itibariyle ortak saltanat sonrası dönemdeki diğer sultanlardan farklı değildi. III. Keyhüsrev her ne kadar iyi bir dinî eğitim aldıysa da henüz ahlâkî bir olgunluğa 1452 Turan, Türkiye, s. 586. İşkence konusunun dinî anlayışla ilişkisi için III. Bölüm’ün 2. başlığına bakınız. 1453 Aksarâyî, a.g.e., s. 103. 1454 İbn Bîbî, a.g.e., s. 637; Aksarâyî, a.g.e., s. 68. 1455 Turan, Türkiye, s. 571. 1456 Aksarayî, a.g.e., s. 92; Karş. Kara, a.g.e., s. 450. 290 erişemeden tahta çıkması onun şatafat ve eğlenceye kapılıp gitmesine neden oldu. Siyasî bakımdan Moğol tahakkümü altında olması, bu alandaki faaliyetlerde ya tamamen başı boş davranmasına ya da Moğollara göre hareket etmesine yol açtı. Bu durum da onun dinî anlayışını ve siyasî yansımalarını inşâ etmesine ve geliştirmesine engel oldu. 2. 3. 3. 2. 2. II. Gıyâseddîn Mes’ûd II. Gıyâseddîn Mes’ûd, III. Gıyâseddin Keyhüsrev’den farklı bir şekilde hareket edemedi. O da Moğol tahakkümü altındaydı. Üstelik bu durum her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. II. Mes’ûd, Moğollarla iş tuttuğu için hem kendisine hem de Moğollara ayaklanan Türkmenlere karşı Moğollar ile birlikte hareket ediyor, onlarla savaşıyordu. Neticede de Müslüman çocuklar bile esir alınıyor, kadınlar rüsvâ oluyor, her yaştan insan yüzleri ateşe tutularak ölüme mahkûm edilmek gibi türlü işkencelere tâbi tutuluyordu. 1457 Nitekim II. Mes’ûd zamanında Moğollarla birlikte Türkmenlerin üzerine yapılan bir seferde kadın ve çocuklardan oluşan 7000 esir alındı, ahaliye hiç şevkat gösterilmedi.1458 Tüm bu ve benzeri olaylarda Müslüman Selçuklu Sultanı Gıyâseddîn II. Mes’ûd’un da dahli vardı. Sultanın kendi saltanatının bekâsı adına nizâmı koruma gayreti, Müslüman ahaliyi rahatlatmadığı gibi türlü katliamlara uğramasına kapı aralıyordu. Bahsi geçen örnekte de görüldüğü gibi Sultan II. Mes’ûd’un, dinî anlayışı ile siyasî tercihleri arasındaki bağlantı oldukça zayıflamıştır. Kendinden önceki sultanlar özellikle halk söz konusu olduğunda onlara zulmetmemek için çok daha dikkatli davranırdı. Hatta bu konuda, daha önce bahsettiğimiz gibi birçok kaynakta övülmüşlerdi. 1459 Ancak Moğolların Anadolu üzerindeki baskısı arttıkça Türkiye Selçuklu sultanlarının halkı gözetip kollama konusundaki hassasiyeti kayboldu. Dinî anlayışın bir uzantısı olarak ortaya çıkan, halkın sultanlara emanet olduğu bakış açısı yerini, halkın sultanlar için olduğu anlayışına bıraktı. Özellikle I. Alâeddîn Keykubâd 1457 Anonim Selçuknâme, s. 65. 1458 Anonim Selçuknâme, s. 65. Rakamın abartılı olduğunu söylemek gerekir. 1459 Nîşâbûrî, a.g.e., s. 74-75; İbn Bîbî, a.g.e., s. 123; Râvendî, a.g.e., I, 29, 65. 291 sonrasındaki sultanlar bu değişime örnek verilebilir. Ancak ortak saltanat sonrasında tahta çıkan sultanlar arasında II. İzzeddîn Keykâvus’un farklı siyasetinin altını çizmek gerekir. O, halkla birlikte Moğollara karşı elinden geldiğince mücadele etmeye çalıştı. II. Mes’ûd da önceki Selçuklu sultanları gibi ilm-i nücûmla ilgiliydi. Onun tahta çıkışı için hangi günün daha talihli olduğunu tespit etmek adına ilm-i nücûmdan faydalanılmıştı.1460 II. Mes’ûd’un ölümüyle ilgili tartışma vardır. Bazılarına göre maddi sıkıntı içerisine düşmesi ve Moğolların bitmek bilmeyen isteklerinden bunalarak zehir içmek yoluyla intihar etmiştir.1461 II. Mes’ûd’un babası II. İzzeddîn Keykâvus, ömrünün son anlarında oğluna bir vasiyet bıraktı. II. Keykâvus, oğlu Mes’ûd’a, saltanat makamında uygulaması ve kaçınması gereken davranışlardan bahsettti. O, evvelâ kendisinin Allah’a iyi bir kul olması gerektiğini, sonra da O’na hizmet için halkın her türlü işine koşturması gerektiğini öğütledi. Ayrıca farz ibadetlerini güzel bir şekilde yerine getirmesini, Şeriat’a aykırı hâl ve davranışlardan uzak durmasını tavsiye etti.1462 II. Mes’ûd’un bu tavsiyeleri ne kadar dikkate aldığını tespit etmek güçtür. Ancak o, Moğol tahakkümü altında olmasına rağmen fırsat bulduğunda nitelikli ve ahlâklı beyleri göreve getirmeye çalıştı. Meselâ onun, Fahreddîn Kazvînî’nin Anadolu’dan ayrılışı üzerine maliye nâzırlığına Yavlak Arslan oğlu Nâsıreddîn’i getirmesi dikkat çekicidir. Zirâ bu şahıs dindarlığı, doğruluk ve dürüstlüğüyle nam salmıştı. Sultanın bu davranışı, babası II. Keykâvus’un öğütlerini gözettiğine işaret etmektedir.1463 Nigedî’ye göre II. Mes’ûd sabırlı, kin ve nefret tutmayan, günahları Allah tarafından bağışlanmış olan (melik-i mağfur), kendisine şükredilen, halkına karşı iyi 1460 İbn Bîbî, a.g.e., s. 673. 1461 İbnü’l-Verdî, a.g.e., s. 120; Ömerî, a.g.e., s. 406; Cenâbî, a.g.e., s. 24; Karş. Kesik, “Mesud II”, s. 344. 1462 Bu vasiyet hakkında detaylı bilgi için bkz. II. Bölüm, s. 296. 1463 Turan, Türkiye, s. 619. 292 davranan bir sultandı.1464 Ancak II. Mes’ûd da diğer sultanlar gibi Moğol tahakkümü altından çıkamayan, siyasî fiillerinde onlarla birlikte hareket eden bir sultandı. Bununla birlikte II. Mes’ûd’un Mevlevîlerle ilişkisi iyiydi. Özellikle Türkmenlere karşı giriştiği hareketlerde sultan, Mevlevîler tarafından destekleniyordu.1465 Sultan Veled’in onun tahta çıkışını anlattığı ve onu övdüğü şiirleri vardı.1466 Sultan Veled’e göre II. Mes’ûd ile birlikte ülkedeki zulüm kalkıp adâlet geldi.1467 II. Mes’ûd için dönemin meşhûr şairi Fergani de şiirler yazmıştır.1468 Seyfeddîn Ebû’l-Mahamid Muhammed el-Ferganî o dönemde Anadolu’da zulüm yapanları, rüşvet alıp dinin emirlerine fazla ehemmiyet vermeyen kadıları, sûfîlikle alâkası yokken sûfîlik taslayıp haram yiyeyerek geçinen sûfîleri, müderrisleri şiddetle tenkit eder.1469 Fergani, isim vermeden sultanı ve beyleri de yaptıkları zulümler, etraflarındaki kötü karakterli kişiler, dinî kaideleri yok saymaları gibi sebeplerden şiddetle eleştirmiştir.1470 2. 3. 3. 2. 3. III. Alâeddîn Keykubâd Bu devrin sultanlarının dinî anlayışı ve siyasî yansımaları hakkında konuşmak için etraflarındaki beylerin dinî anlayışları ve siyasî yansımalarını bilmek elzemdir. Zirâ bahsi geçen sultanlar, bağımsız karakterli baskın şahsiyetler olmaktan uzaktılar. Bu da onları, etraflarındakilerin etkisine açık hâle getirmekteydi. Bu konuda II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, II. İzzeddîn Keykâvus, III. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in hayatları oldukça dikkat çekicidir. Her üç sultanın etrafındaki beylerin iyiliği sırasındaki tavırlarıyla beylerin ahlâksız insanlardan oluştuğu zamanlardaki tavırları farklıdır. Hatta II. Keykâvus’un bu hususta kendi ağzından itirafları dahî bulunmaktadır. 1471 1464 Nigedî, a.g.e., s. 447. 1465 Turan, Türkiye, s. 602. 1466 Bahsi geçen şiir için bkz. Turan, Türkiye, s. 602, 616. 1467 Turan, Türkiye, s. 602. 1468 Bahsi geçen şiir için bkz. Turan, Türkiye, s. 616. 1469 İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, No. F171, varak 3a, 4a, 64b, 105b, 221b’den naklen Ahmed Ateş, “Anadolu’nun Unutulmuş Büyük Şairi: Sayf al-Dîn Muhammed al-Farganî”, Belleten, XXIII, sy. 91 (1959 Temmuz), s. 427; Karş. Turan, Türkiye, s. 616. 1470 Ateş, “al-Farganî”, s. 428-430; Karş. Turan, Türkiye, s. 616. 1471 Bkz. II. Bölüm, s. 275-276. 293 Ortaya koyduğumuz bu çerçeveye güzel örneklerden biri de III. Alâeddîn Keykubâd’la ilgilidir. Sultanın övülen özellikleri, etrafındaki bozuk düşünceli ve kötü karakterli beyler sebebiyle değişime uğramıştır.1472 Bu değişim neticesinde III. Keykubâd, Müslüman halkın canı ve mâlına el uzatacak bir hâle düştü. Öyle ki seyyid olan Harput kadısı Mecdeddîn’in mallarını, işkenceyle elinden alacak kadar ileri gitti. 1473 Seyyîd Mecdeddîn, kendisine yapılan işkenceler sonucu hastalanıp yatağa düşünce III. Keykubâd ve adamları onun gönlünü almak istedi ancak Aksarâyî, sultanın bu girişimini sahte olarak nitelendirmektedir.1474 Benzeri âkıbete mâruz kalan kişilerden biri de Dîvânî Nûreddîn Şehab-ı Malatyevî’ydi.1475 Onun oğlu, yaşananlardan sonra Sultan III. Keykubâd’a başkaldırdı. III. Keykubâd ise Malatya’da onu kuşattı ancak başaralı olamadı.1476 Daha sonra III. Keykubâd, Divriği’ye geçerek orada da müsâdere ve rüşvet işlerine girişti.1477 Divriği de mal sahibi bir Hristiyanı yaktırdı.1478 Divriği’den sonra Sivas’a geçen III. Keykubâd, Ramazan ayı olmasına rağmen umursamaz bir şekilde orada da benzeri uygulamalarına devam etti. 1479 Onun bu fiileriyle ilgili Aksarâyî, “Hakka ve Şeriat’a sığmayan çirkin davranışlar” yorumunu yapmaktadır. 1480 Yine Aksarâyî’ye göre III. Keykubâd’ın saltanatını kaybetme sebeplerinden biri, “Ramazan ayında o ayın şartlarına göre davranmaması, Kadir gecesi olan o günün çoğu zamanını çevgân oynayıp at sürmekle geçirmesi”ydi. 1481 Hatta III. Keykubâd, Sivas’ta bulunduğu sıralarda oruçluyken saatlerce oynadığı çevgan sebebiyle susuz kalıp ikindi vaktine doğru orucunu bozdu ve herkesin önünde yiyip içti.1482 Nitekim bir Selçuklu devlet adamı olan Aksarâyî, bu olayla ilgili, “O Kadir gecesi gibi şerefli bir 1472 Aksarâyî, a.g.e., s. 227; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118. 1473 Aksarâyî, a.g.e., s. 227; Karş. Turan, Türkiye, s. 647; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1474 Aksarâyî, a.g.e., s. 227; Karş. Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1475 Aksarâyî her iki isme de yapılan muâmelelerle ilgili detaylı bilgiler verir. Bkz. Aksarâyî, a.g.e., s. 228; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118; Karş. Turan, Türkiye, s. 647. 1476 Aksarâyî, a.g.e., s. 228-229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118; Karş. Turan, Türkiye, s. 647. 1477 Aksarâyî, a.g.e., s. 229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119; Karş. Turan, Türkiye, s. 648; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; Sümer, “Keykubad III”, s. 361. 1478 Aksarâyî, a.g.e., s. 229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119; Karş. Turan, Türkiye, s. 648. 1479 Aksarâyî, a.g.e., s. 229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119; Karş. Turan, Türkiye, s. 648; Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 205; Ersan, “Türkiye”, X, 256; 1480 Aksarâyî, a.g.e., s. 229; Müneccimbaşı, a.g.e., s. 119. 1481 Aksarâyî, a.g.e., s. 229. 1482 Aksarâyî, a.g.e., s. 229. 294 gecenin kadrini bilmedi. Sadece orucunu bozduğunu sandı. Onu yaparken devletinin kökünü kazıdığını anlamadı.” yorumuyla, III. Keykubâd’ın dinî yönünün zayıflığına ve din-siyaset ilişkilerine dair atalarında bulunan ufka sahip olmadığına işaret etmektedir.1483 Ayrıca bu yorumdaki perspektifin son dönemdeki tüm sultanlar için geçerli olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. Aksarâyî, III. Keykubâd’ın yaptığı müsâdereler ve vergi tahsili için görevlendirdikleri beylerin zulmü hakkında yazdığı şiirinde, Peygamber’in (sav.) “Bize zulmden bizden değildir.” hadîsini hatırlatarak, sultan ve maiyetinin dinle bağının kalmadığını dahî ima ediyordu.1484 III. Keykubâd bu davranışlarıyla, Anadolu halkınca hayırla anılan Selçuklu hânedânının itibarını düşürmekle kalmadığı gibi saltanatından da oldu. Sultan ve maiyetinin bu fiilleri Moğolların müdahalesiyle sonuçlandı. Seyyid Hamza ve Müstevfi Nâsıreddîn ağır işkencelere tâbi tutularak öldürüldüler.1485 İşkencelere şahit olan sultan ise korkudan aklına mukayet olamayacak dereceye geldi.1486 Aksarâyî sultanın bu anda dahî gurur ve gaflet perdesiyle basîret gözünün kapalı olduğunu ifade eder.1487 Aksarâyî, III. Keykubâd’ın elde ettiği bu mallara ilişkin çetelesinden birkaç örnek vererek onun ne kadar zulme bulaştığını ve haksız mal elde ettiğini ortaya koymaya çalışır.1488 III. Alâeddîn Keykubâd aslında güzel ahlâklı ve iyi hâl sahibi bir kimseydi ancak karakterinin yumuşaklı ve aklının zayıflığı sebebiyle etrafındaki beyler onu saptırdı.1489 1483 Aksarâyî, a.g.e., s. 229. 1484 Aksarâyî, a.g.e., s. 230. 1485 Aksarâyî, a.g.e., s. 232. 1486 Aksarâyî, a.g.e., s. 232. 1487 Aksarâyî, a.g.e., s. 233. 1488 Aksarâyî, a.g.e., s. 234. 1489 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 118. 295 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KONUYLA İLGİLİ TARTIŞMALI MESELELER 3. 1. İçki ve Eğlence Türkiye Selçuklu sultanlarının içki içtiğine dair bahisler, İbn Bîbî’nin eserinde oldukça sık şekilde anlatılır. 1490 Sultanlar, savaşlarda kazanılan zaferlerin sonrasında, kuşatma gecelerinde, saraydaki eğlence meclislerinde, özel günlerde içki içerdi. Sadece sultanlar değil mecliste bulunan ümerâ da sultanlara eşlik ederdi. Bilindiği gibi içki, Kur’ân-ı Kerîm’deki had cezaları kapsamında yer alan, dinen açık şekilde yasaklanmış bir içecektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “hamr” kelimesiyle anılan içki, Müslümanlar için aşamalı bir şekilde yasaklanmış ve Hz. Muhammed (sav)’in Hadîslerinde de yerilmiştir.1491 Konuyu birçok açıdan ele alan fukahâ, şarap ve kişiyi sarhoş eden diğer içkilerin haramlığıyla ilgili delil, verilecek cezalar, dinden çıkıp çıkmama gibi bazı noktalarda farklı görüşlere sahip olsa da bu içeceklerin haram olduğunda görüş birliğindedir. 1492 Peki buna rağmen, kendileri de Müslüman olan sultanlar bu fiili nasıl yapabilmekteydi? Bunun tarihî, sosyolojik, psikolojik ve kültürel sebepleri nelerdi? Tarihî süreçte Müslümanların başına geçen yöneticiler, eski Sâsânî ve Bizans krallarının geleneklerine özenerek Müslümanlar için yasaklanmış olan içkiyi kullanmaya başladılar. Bu fiil ilk olarak Emevîler zamanında ortaya çıktı. 1493 Yezîd b. Muâviye, Abdülmelik b. Mervân, Yezîd b. Abdülmelik ve Velîd b. Yezîd gibi Emevî hükümdarları bu fiili icrâ edenlerin başında sayılabilir. Aynı fiil Abbâsî halîfelerinin bazıları tarafından da sürdürüldü. Musa el-Hâdî, Emîn, Me’mûn, 1490 İbn Bîbî, a.g.e., s. 49, 76, 78, 85, 86, 93, 175, 177, 180, 181, 188, 198, 205-207, 233, 242-243, 250, 261-263, 273-274, 278, 289, 303, 310, 315, 327-328, 330, 368, 375, 385-387, 401, 403, 465. İbn Bîbî eserinin birçok yerinde içkiden bahsederken, dikkat çekici şekilde bir bayram vesilesiyle şerbet içildiğini ifade eder. Lâkin aynı günün akşamı yine içki içilmiştir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 313. 1491 İçkinin yasaklanma süreciyle ilgili bkz. Mustafa Bakır, “İçki”, DİA., XXI, 458. İçki dört aşamalı bir süreç sonunda kesin olarak yasaklanmıştır. Bu aşamaları gösteren âyetler sırasıyla şu şekildedir: Kur’ân-ı Kerîm, en-Nahl 16/67, el-Bakara 2/219, en-Nisâ 4/43, el-Mâide 5/90-91; Hadîsler için bkz. Müslim, “Müsâḳāt”, 67, “Eşribe”, 73; Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 2, 5; Mâce, “Eşribe”, 6, 10; Tirmizî, “Eşribe”, 3, “Büyûʿ”, 58’den naklen, Nebi Bozkurt, “İçki”, DİA., XXI, 462. 1492 Bakır, a.g.m., s. 460. 1493 Bozkurt, a.g.m., s. 456. 296 Mu’tasım-Billâh, Vâsik-Billah, Mütevekkil-Alellah’ın içkiye düşkün olduğu kaydedilmektedir. 1494 Kadîm medeniyetlerle yaşanan etkileşim, Müslüman yöneticilerin içki içmesinin tarihî ve sosyolojik sebebi olarak görülebilir. Hükümdarların içki içmesi zamanla normalleşti ve hatta kitaplarda, sultanların yapması gereken fiiller olarak tavsiye edildi. Meselâ Büyük Selçuklu Vezîri Nizâmülmülk, Siyasetnâme adlı eserinde içki bahsine de yer verir. Onun eserinin fasıllarından biri “İçki Meclisi Tertip Edilmesine Dair” başlığını taşır.1495 Nizâmülmülk, sultanı, sarhoşluk halindeyken verdiği emîrlere dikkat etmesi hususunda uyarır.1496 Ayrıca içki meclisinin organizesi ve erkânıyla ilgili dikkat edilmesi gereken hususları açıklar.1497 Diğer dikkat çekici örnek er-Ravendî’nin Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e takdîm ettiği eserindendir. Ravendî, eserinde içki bahsine yer verir. Bu bahiste sultanlara içkinin yapılışından ve şer’ân haram olmaması için dikkat edilmesi gereken hususlardan detaylıca bahseder. İçki meclislerinin Irak ve Horasan sultanlarının da âdeti olduğunu vurgulayan Ravendî, bu meclislerden kaçmanın mümkün olmadığını, bu fiildeki gayenin gönül ferahlığı olduğunu belirtir.1498 Sözlerinin devamında o, sultanın şarap-hânesinin Şeriat’a aykırı olmaması gerektiğini belirterek, Hz. Peygamber’den içkinin haramlığıyla ilgili bir Hadîs nakleder.1499 Hadîsten de anlaşıldığı üzere Ravendî, konunun ciddiyetinin farkındadır. Ravendî, kaynatılarak üçte biri kalmış olan üzüm suyu anlamına gelen müsellesi şaraptan ayırarak, şarabın haram olduğunu ancak müsellesin ise haram olmadığını Hadîslerden, sahabeden ve fakîhlerden deliller getirerek savunur.1500 Ona 1494 Bozkurt, a.g.m., s. 456. 1495 Bkz. Nizâmülmülk, a.g.e., s. 102; Karş. İnalcık, Has-bağçede, s. 19, 21. 1496 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 76. 1497 Nizâmülmülk eserinin bu bahsinde, sultanın meclisine gelenlerin şarap getirmemesi gerektiği meselesini sultanın otoritesiyle ilişkilendirerek anlatır. Bkz. Nizâmülmülk, a.g.e., s. 102. 1498 Ravendî, a.g.e., II, 384. 1499 Hadîs metni şu şekildedir: “Tanrı şarapta on kişiye, satana, alana, üzümünü sıkana, sıkılan üzüme, içene, verene, taşıyana, kendisine götürülene, her zaman onunla meşgûl olana ve kazancını yiyene lanet etsin.” Bkz. Ravendî, a.g.e., II, 384. 1500 Ravendî, a.g.e., II, 384-386. 297 göre, üzüm suyunun üçte ikisi yok olana kadar kaynatılması sonucu elde edilen içki helâldir.1501 Müsellesin çok içildiği zaman sarhoşluk verebileceğini ancak haram hükmünde sayılmayacağını ifade eden Ravendî, keyif, eğlence ve sarhoşluk için içildiği taktirde müsellesin de haram olacağını; hazım, güç ve kuvvet elde etmek niyetiyle içildiğindeyse helâl olacağını belirtir.1502 Ayrıca Ravendî, helâl olduğunu iddia ettiği içkilerin türleri ve hazırlanışları hakkında da detaylı bilgiler verir. Meselâ bunlardan birine göre, hurma ve kuru üzümün meyve ile karıştırılarak elde edilen şarapları biraz kaynatılıp içine de birkaç elma yahut ayva veya gül yaprağı atılırsa içkideki hamr özelliği ortadan kalkmış olur ve böylece hoş kokulu, tatlı, helâl bir içki elde edilir.1503 Buna rağmen Ravendî ahiretten korkan kişinin müsellesi dahî az içmesi ve sarhoşluğa yaklaşmaması gerektiğini belirtir.1504 Görüldüğü gibi, Ravendî içkiyle ilgili dönemindeki tartışmaları ve hükümleri eserinde aktararak, sultanı bu hususta bilgilendirmekte ve ona tavsiyeler vermektedir. Sultanların bu uyarıları dikkate alarak hareket etmiş oldukları varsayıldığında, Ravendî’nin perspektifine göre haram bir iş yapmamışlar gibi bir sonuç ortaya çıkar. Öte yandan sultanların keyif, eğlence için içtikleri düşünülürse yine Ravendî’ye göre müselles dahî haramdır. Nitekim sultanların ve beylerin içki meclislerinde birçok kez sarhoş oldukları da bilinmektedir.1505 Burada hareketle sultanların, Ravendî’nin belirttiği sınırlara dahî çok fazla dikkat etmediği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Meselâ Konya kadısı Tırmizî’nin içki sebebiyle I. Gıyâseddîn Keyhüsrev hakkında bir fetvâ verdiği bilinmektedir. Konya’da çıkan söylentilere göre Kadı Tırmizî, sultanın içki içmesini kastederek, Bizans ülkesinde Şeriat’ın yasakladığı şeyleri yapması sebebiyle tahta oturamayacağını söylüyordu.1506 Bu bilgi sultanların 1501 Ravendî, a.g.e., II, 386. 1502 Ravendî, a.g.e., II, 387, 388. 1503 Ravendî, a.g.e., II, 388. 1504 Ravendî, a.g.e., II, 395. 1505 İbn Bîbî, a.g.e., 261. Meselâ IV. Kılıç Arslan, Muîneddîn Süleyman Pervâne ile beraber bir eğlence meclisinde bulundukları sırada, Pervâne’nin kendisine yönelik sert sözleri sonrası ona “Sarhoş musun” dedi. Sultanın bu sorusu, eğlence meclislerinde sarhoş olunduğuna işaret etmektedir. Bkz. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 187. 1506 Olayın seyri için bkz. II. Bölüm, s. 164-165; Karş. İnalcık, Has-bağçede, s. 66. 298 içki içmelerinin halk ve ulemâ nazarındaki karşılığını göstermesi bakımından önemlidir. Bu bağlamda bir diğer önemli kayıt, Yahyâ b. Halîl b. Çoban elBurgazî’nin kaleme aldığı fütüvvetnâmede geçer.1507 Fütüvvetnâme metnini tercümesiyle yayımlayan Gölpınarlı, metnin XIII. yüzyıla ait olduğunu kesin bir şekilde ifade ederken, 1250’li yıllarda Anadolu’da yazıldığını söyler.1508 Fütüvvenâmede Burgazî, içki içildiğinden yakınmakta ve sultanların da dâhil olduğu fütüvvet teşkilâtında içki içenlerin yerinin olmadığını beyan etmektedir.1509 Daha önce kendisinden bahsettiğimiz Saîd b. Aksarâyî, Rahatü’l-kulub ve kaşifü’l-kürub adlı eserinin bir faslında şarap içmenin kötülüğünden bahseder.1510 Aksarâylı olan fıkıh âliminin bu konuyu ele alması, içki hâdisesinin varlığını daha da kuvvetlendirmektedir. Osmanlı dönemi tarihçisi Müneccimbaşı’nın Türkiye Selçuklu sultanların içki içmesiyle ilgili yorumu da son derece dikkat çekicidir. Müneccimbaşı, eserinde, I. Alâeddîn Keykubâd’ın dinî hassasiyetlerini ve özelliklerini anlattıktan sonra tüm bunlara rağmen onun içki içmeyi, oyun ve çalgı dinlemeyi de terk etmediğini ifade eder.1511 Müellif, sultanın içki içmesinin sebebini o devrin devlet merasimi olarak açıklar. 1512 İbn Bîbî’de eserinde, bir içki meclisini anlatırken “acem havalarına ve padişah âdetlerine uyarak” ifadeleriyle aynı duruma işaret eder.1513 Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, Türkiye Selçuklu sultanları içki hususunda İslâm kâideleri yerine devlet ve hükümdar geleneklerine uymuşlardır. Aynı zamanda bu bilgiler içki içilmesinin kültürel boyutuna işaret eder. Zaman içerisinde sultanlar, 1507 İnalcık, Has-bağçede, s. 296, 298. 1508 Abdülbaki Gölpınarlı, “Burgazî ve Fütüvvet-Nâme’si”, İktisat Fakültesi Mecmuası, XV (Ekim 1953-Temmuz 1954, No.1-4), 78, 79; Ahmet Yaşar Ocak da Gölpınarlı’ya katılır. Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, “Fütüvvetnâme”, DİA, XIII, 265. 1509 Gölpınarlı, a.g.m., s. 121; Karş. İnalcık, Has-bağçede, s. 296, 298. Burgazî’nin yakındığı durumla ilgili bkz. Ebu Bekir b. Zeki, Ravzatü’l-Küttâb ve Hadîkatü’l-Elbâd, (haz. Ali Sevim), Ankara 2011, s. 64, (Farsça met.), s. 209-210. 1510 Kavak, “Aksarâyî”, s. 196. 1511 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73; Karş. İnalcık, Has-bağçede, s. 66. 1512 Müneccimbaşı, a.g.e., s. 73. İbn Bîbî, II. Kılıç Arslan’ın oğlu I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e yaptığı vasiyeti detaylı bir şekilde anlatır. Sultan, kendisinden sonra tahta çıkacak oğluna İslâm’dan, devlet yönetiminden birçok örnek verir, onun Müslümanlığını över. Beylerinden biat ister. Beylerin biatinin ardından işret meclisi kurulur, içkiler içilir. Bu olay içki meselesinin ne kadar sıradanlaştığını göstermektedir. Ayrıca İbn Bîbî’de bu ameli “Acem havaları ve padişah gelenekleri” diyerek tanımlar. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 49. 1513 İbn Bîbî, a.g.e., s. 49. 299 Bizans-Sâsânî kültürüne ayak uydurmuşlardır. Türkiye Selçuklularının Fars kültüründen fazlasıyla etkilendiği zaten bilinmektedir. Bizans ile sınır komşusu olmaları da onları etkileşime açık hâle getirmiştir. 1514 Sultanların içki içmesiyle ilgili bir diğer önemli sebep psikolojiktir. Bunu iki boyutlu değerlendirmek mümkündür. İlki, sultanların sahip oldukları mal ve mülk sebebiyle eğlenceye düşkün olmalarıdır. İkinci psikolojik sebep ise onların, sultanlığın getirdiği endişe, kaygı, stres ve baskıdan kurtulmak istemeleridir. Bu hususta I. Alâeddîn Keykubâd’a ait şu dizeler dikkat çekicidir: Ayıkken akıl üzerine dayanırım. Sarhoş olunca akıl benden çıkar. Şarap iç! Çünkü sarhoşluk ve ayıklık arasındaki vakit hayatın ta kendisidir. 1515 Her ne kadar Türkiye Selçuklularından sonraki bir tarihe ait olsa da konu bağlamında dikkat çekici olması hasebiyle şu örnekten bahsetmek yerinde olacaktır: Emîr Timur (1370-1405)’un halefî Şahruh (1405-1447), kendi hükümdarlık döneminde işret meclislerini yasakladı.1516 Timur’un Hindistan’da hüküm süren torunu Sultan Babür-şâh (1526-1530), saltanatının ilk yıllarında içki meclislerine yasak getirip, kendisi de tövbe etti.1517 Babür-şâh bu hususta meşrû olmayan bir iş yaptığını ve bu sebeple de vicdan azabı çektiğini ifade etmektedir. Bu ifadeler, sultanların içki meselesindeki psikolojilerini yansıtması bakımından önemlidir. Türkiye Selçuklu sultanlarında içkiyle ilgili böyle bir yasağa rastlamasak da1518 birçoğu içki meclislerinden sonra gece ibâdeti ya da seher vakitlerinde zikir 1514 İnalcık, Has-bağçede, s. 65. 1515 İbn Bîbî, a.g.e., s. 251. 1516 İnalcık, Has-bağçede, s. 173. 1517 İnalcık, Has-bağçede, s. 302. Babür-şâh konuyla ilgili halka gönderdiği fermânda, “Beşeriyet icâbı, pâdişahlık levâzımı ve iktizası, şâh ve sipahilerden mevki sahiplerince, âdetler dolayısıyla gençlik anlarında bazı günahlar işleniyodu. Tövbe, cihâd-ı ekberdir. Biz gönülde gizli bir istek olan şarap tövbesini kuvveden fiile çıkardık.” ifadelerini kullanılır. Bkz. aynı yer. 1518 Meselâ Dânişmendli Melik Muhammed’in içki hususunda hassas olduğu bilinmektedir. Melik Muhammed içki içmez ve içirmezdi. Süryani Mikhail onun hakkında eserinde şunları kaydeder: “Oğlu (Emir Gazi’nin oğlu yani Melik Muhammed) hakimiyetin başına geçince Arap kanunlarını tatbik etmeye başladı. Şarap içmiyor ve Müslümanlara hürmet ediyordu. Hükümleri adâletle veriyordu ve müdebbir ve uyanık bir adamdı. Bununla beraber o kiliseleri tahrib ediyordu.” Melik Muhammed’in Hristiyanlara karşı tavrının da Türkiye Selçuklu sultanlarından farklı olduğu 300 gibi ibâdetlerle meşgûl olmuştur. Meselâ Sultan II. Rükneddîn Süleyman-şâh ile ilgili İbn Bîbî’nin eserinde geçen kayıtlar bu bağlamda dikkat çekicidir. Buna göre sultan, elçi kabulü vesilesiyle bir meclis düzenledi ve bu mecliste elçilerin şerefine içki içti.1519 Gece olup meclis sona erdikten sonra sultan, sabahleyin namaza kalkıp, Allah’a yalvarıp yakardı.1520 Sultanların âdetinde olmazsa olmaz olarak gözüken unsurlardan biri de eğlence ve nedîmlerdir. Yine içki bahsinde olduğu gibi sultanlar, saltanat geleneği olması, içinde bulundukları stresli ve psikolojik baskıdan kurtulma isteği gibi benzer sebeplerle bu fiilleri sürdürmüşlerdir. Eğlencelerde içki, müzik, oyunlar, şiir dinletileri vb. unsurlar yer alırdı. İçkiyi bir üst başlıkta ele aldığımız için burada eğlence meclislerinin diğer hususlarına değineceğiz. Türkiye Selçuklularının Bizans ve bilhassa da Sâsânî devletlerinden etkilendiklerini tekrar hatırlatmakta fayda var. Bu devletlerde bulunan birçok teşrifatın miras alındığı bilinmektedir. Emevî ve Abbâsîler ile başlayan süreç, sultanların ortaya çıkması ve siyasî otoriteyi ellerine almasıyla daha da hızlanmıştır.1521 Türkiye Selçuklu sultanları, oldukça meşhûr eğlence meclislerine sahiptiler.1522 Kazanılan zaferlerden sonra, elçi kabullerinde, evlilik merasimlerinde vb. birçok sebeple eğlence meclisleri düzenlenirdi. Bu meclislere herkes katılamazdı. Mecliste çalgılar çalınır, içkiler içilir, nedîmlerin hikâyeleri dinlenir, rakkaselerin (kadın dansöz) dansı izlenirdi.1523 anlaşılmaktadır. Buna rağmen Süryani Mikhail’in onu âdil olarak nitelemesi dikkat çekicidir. Bkz. Süryani Mikhail, a.g.e., s. 103. 1519 İbn Bîbî, a.g.e., s. 93. 1520 İbn Bîbî, a.g.e., s. 93, 94. 1521 Nebi Bozkurt, “Nedim”, DİA, XXXII, 510. 1522 İbn Bîbî, a.g.e., s. 149, 167, 168, 174, 180, 188, 190, 198, 201-205, 211, 235, 242, 261, 263, 273, 277-278, 310, 314, 342, 352, 368, 385-387, 401, 403, 409-410, 450, 455, 467, 536, 563, 566; Karş. Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 226. Daha detaylı bilgi için bkz. Mehmet Ersan, “Türkiye Selçuklularında Devlet Erkânının Eğlence Hayatı”, Tarih İncelemeleri Dergisi, c. XXI, sy. 1 (Temmuz 2006), s. 73-106; Seyfullah Kara, “Selçuklu Türkiye’sinde Eğlence Türü Olarak Bezm ve Musiki”, BİLİG, sy. 68, (Kış 2014), s. 169-182; Emine Uyumaz, “Türkiye Selçuklu Devleti’nde Resmî Eğlence/Bezm Meclisleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, sy. 43 (2006), s. 37-52. 1523 Örnek bir meclis için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 536. 301 Ravendî bu meclislerin helâl dairesi içerisinde düzenlenmesi hususunda Sultan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’i uyarmıştı.1524 Üstelik Ravendî, haram yollara saparak düzenlenen eğlencenin dinen haram olduğunu tarihten ibret hâdiseleri vererek belirtmişti.1525 Eğlence mesclislerinde icrâ edilen çalgı aletleri arasında organon, ud, barbut (lavta), rebab, çeng, rud, ney, kaval vardı.1526 Bu meclislerde çalgı aletlerinin icrâ edilmesine dair de tartışmalar vardır. Meselâ Nûreddîn Zengî’nin sultan olduktan sonra çalgı sesine kulak vermediği söylenir. Buradan hareketle çalgı meselesinde de helâl ve haramlığıyla ilgili tartışmaların bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu meclislerin olmazsa olmaz unsurlarından biri de nedîmlerdi. Nedîmler, eğlence meclislerinde sultanla beraber bulunur, onu eğlendirmek için elinden geleni yaparlardı.1527 Nedîmliğin iyi yönlerinin olabileceği gibi sultanı lüzumsuz işler ile meşgûl etmek ve sürekli onu övmek gibi olumsuz tesirleri de vardı. Bu hususu Nizâmülmülk de eserinde vurgular.1528 Meselâ II. Gıyâseddîn Keyhüsrev bu konuda sert bir şekilde eleştirilir.1529 Nedîmliğin, câhiliye geleneği olduğu da söylenmektedir. 1530 Bu bağlamda Dört Halîfe’nin kendilerinin övülmemesine dikkat ettiklerini hatırlamak gerekir. Nedîmlik bir yönüyle de sultanların içinde bulundukları baskı ve stresi gösterir. Bunu Nizâmülmülk de doğrular.1531 Bu konuda bir makale kaleme alan Sara Nur Yıldız, nedîmlerin bu özelliklerinin yanında aynı zamanda politik bir aktör olduğunu savunur. 1532 Buna 1524 Ravendî, a.g.e., II, 390. 1525 Ravendî, a.g.e., II, 390. 1526 İbn Bîbî, a.g.e., s. 76, 85, 177, 188, 235, 261, 262, 273, 310, 361, 375, 387, 401, 403, 450, 536. 1527 İbn Bîbî, a.g.e., s. 243, 261, 536; Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 183, 188-189; Bozkurt, “Nedim”, s. 510. 1528 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 102-103. Karş. Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 183-184; Sara Nur Yıldız, “Sultan İçin Bir Nedîm: Ravendî ve Anadolu Selçukluları”, The Seljuks Of Anatolia, Court And Society İn the Mediaval Middle East, (ed. A. C. S. Peacock-Sara Nur Yıldız), (çev. A. Sait Aykut), Anadolu Selçukluları: Ortaçağ Ortadoğu’sunda Saray ve Toplum, YKY Yay., İstanbul 2018, s. 88. 1529 İbn Bîbî, a.g.e., s. 500; Yıldız, a.g.e., s. 90-91. 1530 Bozkurt, “Nedim”, s. 509. 1531 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 103. 1532 Yıldız, a.g.e., s. 89. 302 göre nedîmler, sultanların siyasî hayatlarında da rol oynayan kişiler arasında kabul edilmelidir. Zirâ sultanların kararları üzerinde etkili olabilmekteydiler. 303 3. 2. Ta’zir ve Siyaset: Siyaseten Katl, İşkence, Sürgün Ta’zir ve siyaset konusuna daha önce, I. Bölüm’deki “Din/Şeriat ve Siyaset” başlığı altında biraz değinmiştik. Aynı konuyu bu kez Türkiye Selçuklu sultanlarının hayatından örneklerle ele alacağız. Ayrıca konuyu Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışına olan etkileri bakımından irdeleyerek sultanların dinî anlayışlarının çerçevesini daha açık hâle getirmeye çalışacağız. Giriş bölümünde de değindiğimiz gibi, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışları genel olarak Mâverâünnehir ve Horasan merkezli Hanefî-Mâturîdî ekolünün etkisinde oluştu. Hiç şüphesiz bu çerçevede oluşan dinî anlayış, sultanların siyasetle ilişkilerinde de belirleyici oldu. Hanefî mezhebinde, fıkıh literatüründeki ta’zir teriminden hareketle bir siyaset yorumu ortaya koyuldu. Bu sebeple, Türkiye Selçuklu sultanlarının siyasî fiillerinin arkasındaki dinî anlayışın daha net anlaşılması için, Hanefî mezhebindeki ta’zir-siyaset yorumunu incelemek gerekmektedir. Bu incelemeyle sultanların, hukuksuzluk ve Şeriat’a karşı olarak anlaşılan birçok eyleminde, Hanefî fakîhleri tarafından inşâ edilen siyaset yorumunun etkisini tespit etmeye çalışacağız. Hanefî fıkıh literatüründe, ta’zir terimiyle siyaset kavramının bazen eş anlamlı bazen de yakın anlamlı olarak kullanıldığını ancak iki kavram arasında önemli bir farkın da bulunduğuna değinmiştik.1533 Kur’ân-ı Kerîm’de miktarı ve uygulaması açıkça belirtilen had ve kısas cezaları dışındaki konularda, ceza hukukunun genel kâidelerini aşmamak şartıyla yönetici veya kadı tarafından verilen cezaya ta’zir denirken bu bağlamdaki cezaların, sultanlar tarafından fakîhlerce belirlenen miktarın da üzerine çıkılarak ağırlaştırılması siyaset olarak tanımlanmıştır. 1534 Bu konuda detaylı bir çalışma kaleme alan Muharrem Midilli, iki kavram arasındaki farkı fıkıh diliyle şöyle ifade eder: “Siyaset, had-kısas dışı yaptırım alanının şer’den 1533 Bkz. I. Bölüm, 3. Başlık. 1534 Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl, Phoenix Yay., Ankara 2017, s. 39-42; Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 50; Feda Şamil Arık, “Türkiye Selçuklu Devleti’nde a.g.e.”, Belleten, LXIII/236 (1999 Nisan), s. 44; Tuncay Başoğlu, “Ta’zir”, DİA, XL, 198. 304 varit olmayan1535 ve hakkında cüzî delîl bulunmayan kısmında yer almaktadır. Bu alanın şer’den varit olan ve hakkında cüzî delîl bulunan kısmı ta’zirdir.” 1536 İki kavram arasındaki ayrımın anlaşılması ve bu ayrımla siyaset alanındaki fiillere sağlanan zeminin kavranmasında “şer’den varit olma-olmama” ve hakkında “cüzî delil bulunup-bulunmama” ilkeleri oldukça önemlidir. Bahsedilen bu ilkeler göz önünde bulundurulduğunda hükümdarın siyaseti, Şeriat’ın “standart” hükümleri bakımından şer’î olmamakla birlikte Şeriat’ın aslî, küllî ve sürekli kavramları açısından Hanefî ta’zir-siyaset teorisi bağlamında İslâm hukukuna dâhil kabul edilmektedir.1537 Bahsi geçen konuyu daha ziyade Osmanlı dönemini merkeze alarak çalışan Köprülü, Barkan, İnalcık gibi isimlere göreyse hükümdarın siyaseti, hüküm vermesi ve kanun koyması, Şeriat’tan bağımsız olduğu gibi İslâm hukukundan da ayrıdır.1538 Onlar, örfün varlığını bu çerçevede yorumlamaktadırlar. Midilli ise, örfün varlığını kabul etmekle birlikte bunun Şeriat’tan bağımsız bir hukuk sistemi ve uygulaması olmadığını iddia etmektedir. Ahmet Mumcu, örfî hukukun şer’i hukuktan ayrı olarak gelişimini vurgulamakla birlikte, zaman içerisinde ulemânın örfî hukuku Şeriat’a uydurduğunu ifade etmektedir. 1539 Ahmet Yaman’a göreyse örfî hukukun esaslarının tamamıyla şer’î hukuk anlayışına uygun olarak inşâ edildiğini söylemek mümkün değilse de teoride ters düşülmemesine dikkat edilmiştir.1540 Sultanların, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça emredilene karşı bir davranışta bulunmasını Hanefî fukahâca nasıl meşrûlaştırılabildiğini anlamak için istihsan 1535 Varit olmak kelimesi; olasılıktan/potansiyelden çıkıp var olmak, meydana gelmek anlamlarına gelmektedir. 1536 Midilli, a.g.e, s. 99. 1537 Midilli, a.g.e, s. 103, 104, 106; Arık, a.g.m., s. 44. 1538 Bkz. Mehmet Fuad Köprülü, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Akçağ Yay., Ankara 2005, s. 9-90; a. mlf, “Fıkıh” İA, IV, 614, 615; Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilatı ve Müesseselerinin Şer’îliği Meselesi”, İÜHFM, c. XI, sy. 3-4 (1945), 203- 224; Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfî-Sultanî Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, c. 13, Sayı 02 (Ocak 1958), 102-103; a. mlf., Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, 6, 7, 9. Midilli, ismi geçen hocaların bu görüşünde belli ölçüde haklılık payı olduğunu ancak Osmanlı’daki şeriat-kanun ayrımını incelerken İslâm hukuk geleneğini göz ardı ettiklerini, bu durumda da cumhuriyet ideolojisinin etkili olduğunu savunmaktadır. Bkz. Midilli, a.g.e, s. 32. 1539 Mumcu, a.g.e., s. 27. 1540 Yaman, a.g.e, s. 70. 305 kavramını anlamak önemlidir.1541 Hükümdarın siyaset sahnesindeki hüküm verme metodu ile Hanefî fakîhlerin istihsan metodunun benzer olduğunu ifade etmiştik. Bu metodun, Türkiye Selçuklu dönemi fakîhlerince de kullanıldığını, dolayısıyla kavramın siyasetle ilgili yönünün de bilindiğini ve uygulandığını tespit etmek adına güzel bir örnek Saîd b. İsmail el-Aksarâyî’nin 1301 yılında keleme aldığı Siyâsetü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eseridir. Eserle ilgili çalışma yapan Özgür Kavak’a göre müellif, bahsi geçen eserinde, “Kitap, Sünnet, icma ve kıyas dışında zaman zaman doğrudan ‘maslahat’ ve ‘istihsan’ı da hüküm kaynağı olarak” kullanmakta, “bu delillere temas edilen yerlerde çoğunlukla herhangi bir mezhep görüşüne yahut fıkıh kitabına atıf” vermemektedir. 1542 Kavak’ın bu tespitleri, örf olarak bahsedilen ceza ve kanunların, maslahat ve istihsan yöntemleriyle İslâm hukuk nazariyesi içerisine dahil edildiği yorumunun Anadolu coğrafyasında da uygulandığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte eserin temel kaynağının, İmâm Muhammed’in es-Siyerü’l-Kebîr adlı kitabı olduğu göz önünde bulundurulduğunda Anadolu’da da klasik kaynaklardaki anlayışın devam ettiği söylenebilir. 1543 Bu teorik arka plânın ardından kısaca Türkiye Selçuklularındaki hukuk sistemine bakacak olursak evvelâ adliye teşkilatının şer’î ve örfî olmak üzere ikiye ayrılmış olduğunu söylemek gerekir. 1544 Sultanlar İslâm hukuku uzmanı olmadıkları için şer’î davalarda onlara kadılar naiplik ederdi. Şer’î davaların içine evlenmeboşanma, nafaka, miras-alacak davaları vb. konular girmekteydi.1545 Devlet aleyhine işlenen suçlar, halka yönelik baskı ve zulümle ilgili davalara ise örfî ve şer’î hukuku esas alarak emîr-dâdlar bakardı.1546 Dîvân-ı mezâlimde bakılan bu davalarda hüküm verme yetkisi sultandaydı. I. Keyhüsrev’den I. Keykubâd’ın saltatının ortalarına kadar Türkiye Selçuklu sultanları düzenli olarak 1541 Midilli, a.g.e, s. 103; Apaydın, “Siyâset-i Şer’iyye”, s. 301. 1542 Kavak, “Aksarâyî”, s. 203. 1543 Midilli, a.g.e, s. 16; Kavak, “Aksarâyî”, s. 204. 1544 Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 564. 1545 Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 564. 1546 Özaydın, “Anadolu Selçukluları”, VIII, 219. 306 adliyede bizzat hâzır bulunur, davaları dinler, şer’î davaları kadıya havale ederdi.1547 Alışveriş davalarını, devlete ait ve örfi davaları, dîvân sahipleri sonuçlandırırdı.1548 Örfî hukuk meselesi üzerine, konumuzun bağlamı sebebiyle biraz durmak gerekmektedir. Bu hukuk Şeriat’tan tamamiyle bağımsız, sultanın kararına göre mi icrâ edilmekteydi? Kanatimizce teoride böyle değildi ancak pratikte bu tanıma yakın bir uygulama vardı. Meselâ II. Süleyman-şâh, hırsızlık yapan gulâmına ölüm cezası vermişti.1549 Hırsızlık, cezası Kur’ân-ı Kerîm’de belirlenmiş bir suçtur. Sultanın buna rağmen kendi gulâmına idam cezası vermesi, şer’î-örfî hukuk ayrımı üzerinden anlaşılabilecek bir olay değildir. Kanaatimizce burada Hanefî ta’zir-siyaset teorisinin izleri açık bir şekilde görülmektedir. Sultan Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiş bir had cezasını, bu teorinin kendisine tanıdığı yetki alanıyla ağırlaştırmıştır. Meselâ I. Alâeddîn Keykubâd, Eyyûbîler ile yaşanan gerginlik sebebiyle, Şamlılara hayvan satmanın cezasını ölüm ve yakılmak olarak ilân etmişti.1550 Şüphesiz bu gözdağı, bir savaş hamlesi olarak Eyyûbîlerin gücünü kırmak içindi. Ancak sultanın, Şeriat’a göre ölüm cezasına girmeyen böylesine bir durumda verdiği karar onun kendisine tanınan yetkiye göre hareket ettiğini ortaya koymaktadır. Bu yetki örf olarak tanımlanabilir ancak bunun Hanefî ta’zir-siyaset teorisince de anlaşılabileceğini ifade etmek gerekir. Meselâ Nûreddîn Mahmûd Zengî kendi yönetiminde siyaset ve ta’zir cezalarına izin vermiyordu. Ona göre her türlü meselede hem suç tespitinde hem de cezasında Şeriat yeterliydi. 1551 Nûreddîn Zengî, kendisine büyük bir gelir getiren örfî vergileri dahî kaldırmıştı.1552 Bu bilgiler, Nûreddîn Zengî ile Türkiye Selçuklu sultanlarınnın dinî anlayışının arasındaki farkı gösteren önemli örneklerdir. Hanefî fukahânın, ta’zir terimiyle ağırlıklı olarak sövme-hakaret suçlarını ve dayak cezasını kastettiğini belirtmek gerekir. 1553 Bununla birlikte bu ta’zir ve siyaset 1547 İbn Bîbî, a.g.e, s. 123, 125-126; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 569. 1548 İbn Bîbî, a.g.e, s. 123; Karş. Merçil, “Hâkimiyet Anlayışı”, X, 569. 1549 İbn Bîbî, a.g.e, s. 95. 1550 İbn Bîbî, a.g.e, s. 432. 1551 İbn Kesîr, a.g.e., XII, 501; Karş. A. Turan, a.g.e., s. 326. 1552 İbnü’l-Esîr, a.g.e., (çev. Özaydın), XI, 323 1553 Midilli, a.g.e, s. 86. 307 anlayışından doğan, en çok bilinen ve tartışılan fiiller olarak siyaseten katl yani ölüm ve idam, sürgün, hapis ve işkence cezaları kastedilir. 1554 Burada şu soruları sormak gerekmektedir: Türkiye Selçuklu sultanlarının, Hanefî fukahâca ortaya koyulan siyaset nazariyesi çerçevesine giren fiilleri oldu mu? Sultanlar, fukahâ tarafından siyasîlere tanınan yetki alanından ne kadar haberdârdılar? Ölüm, sürgün, hapis, işkence gibi kararları verirken, hükümdarlara tanınan bu yetki alanını bilerek mi hareket ettiler? Bu cezalarda Şeriat’ı ne kadar göz önünde bulundurdular? Sultanların bu fiileri İslâm hukukuna ne kadar uygundu? Bu çerçevede evvelâ siyaseten katl/ölüm cezasını ele alarak başlayacağız. Siyaseten katl/ölüm, bir hükümdarın verdiği en ağır cezadır. 1555 Bu ceza aynı zamanda hukukî anlamda da en üst yetkiyi temsil etmektedir. Bu yetkinin kullanımının en başka gelen gerekçeleri ise ülke idaresinin fesada uğramaması, halkın menfaatinin ve güvenliğinin sağlanmasıdır. 1556 Ancak sultanların saltanatlarını koruma içgüdüsü ve tahttan indirilme korkusu, ihanet, emirlerinin dinlenmemesi gibi sebepler de siyaseten katl/ölüm cezasının gerekçeleri arasına muhakkak eklenmelidir.1557 Konuyla ilgili nadir çalışmalardan birini yapan Ahmet Mumcu, siyaseten katlin fiili olarak Emevîler döneminde ortaya çıktığını, hukukî mahiyetini ise Abbâsîler döneminde kazandığını ifade eder.1558 Mumcu’ya göre de siyaseten katl, hükümdara tanınan ta’zir yetkisi bağlamında verilen bir cezadır.1559 Bu yetkinin mahiyeti göz önünde bulundurulduğunda ta’zir çerçevesindeki cezalar, hükümdarların keyfi kullanımları haricinde İslâm ceza hukukunun bir parçası sayılabilir.1560 Bahsedilen ceza yetkisinin Abbâsîler döneminde İslâm hukuna dâhil edildiğini tekrar vurgulamak gerekir. Konuyla ilgili önemli bir makale kaleme alan F. 1554 Midilli, a.g.e, s. 125. 1555 Arık, a.g.m., s. 43. 1556 Arık, a.g.m., s. 44. 1557 Arık, a.g.m., s. 53. 1558 Mumcu, a.g.e., s. 8, 13, 19. 1559 Mumcu, a.g.e., s. 43. 1560 Mumcu, a.g.e., s. 43. 308 Şamil Arık’a göre ise siyaseten katl, kökünü örften almakla birlikte fukahâ tarafından da İslâm hukukuna göre düzenlenerek meşrûlaştırılmıştır. 1561 İslâm medeniyetinin en eski siyâsetnâmesi olarak tanımlanabilecek Emîrnâme’de Hz. Ali, bu cezayla ilgili ince bir ayrım yapar. Hz. Ali, “Sakın haram olan bir kanı dökerek saltanatını kuvvetlendirme sevdasına kapılma” diyerek Mâlik b. Eşter’i uyarır.1562 Bu uyarı oldukça önemlidir. Mumcu’nun da değindiği gibi kişisel hırs ve sırf saltanatta kalmak uğruna verilen ölüm cezası, fukahânın da görüşüyle İslâm hukukuna aykırı kabul edilmiştir. Siyaseten katl konusunda, Hz. Ali’nin uyarılarına benzer bir uyarıyı Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk vezîri Ebû Nasr Amîdülmülk İmâdüddîn Mansûr b. Muhammed el-Kündürî (ö. 456/1064), ölmeden önce Nizâmülmülk’e yapmıştır. Bilindiği gibi Amîdülmülk, Büyük Selçuklu vezîrliği mevkisindeyken Nizamülmük, Sultan Alp Arslan’ı ikna ederek onun ölüm cezasına çarptırılmasını sağladı. 1563 Cellatlar kendisini öldürmek üzere yanlarına geldiğinde Kündürî, Nizâmülmülk’e iletilmesi için şu ifadeleri vasiyet etti: “Nizâmülmülk’e çok fena bir iş yaptığını, Türklere vezir ve divân sahiplerini öldürmeyi öğreterek kötü örnek olduğunu söyleyin.” 1564 Vezîr Nizâmülmülk’ün meşhûr eserinde de siyaset kavramının kullanıldığı anlamlardan biri ölüm cezasıdır. 1565 O eserinde, sultanların siyaset yetkisinin sınırlarını ve usûlünü belirlemeye çalışmıştır. Bu bağlamda eserde hares emirliğinden bahsedilir.1566 Emîr-i haresin görevi, sultanın siyasetini icrâ etmektir. Bunlar ise başın vurulması, sopa atılması, zindan gibi cezalardır.1567 Ayrıca Nizâmülmülk 1561 Arık, a.g.m., s. 43. 1562 Çâvîş, a.g.e., s. 83. 1563 Hüseynî, a.g.e., s. 17; Abdülkerim Özaydın, “Kündürî”, DİA, XXVI, 554; Mustafa Alican, “Selçuklu Veziri Amîdülmülk Kündürî’nin Yükselişi ve Düşüşü”, International Journal of Social Science, sy. 29 (Autumn/Güz III 2014), s. 254, 255; Elif Kızıltaş, Amîdülmülk el-Kündürî ve Büyük Selçuklu Devletine Hizmetleri, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 75; 1564 Hüseynî, a.g.e., s. 18; Muhammed el-Hüseynî el-Yezdî, el-Urâza fi’l-Hikâyeti’s Selcûkiyye, (çev. Mehmet Çalışkan), Selenge Yay., İstanbul 2020, s. 64; Nîşâbûrî, a.g.e., s. 88-89; Mîrhând, a.g.e., s. 89-90; Alican, “Selçuklu Veziri Amîdülmülk”, s. 255; Kızıltaş, Kündürî, s. 80; 1565 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 98, 113, 157; Mumcu, a.g.e., s. 19. 1566 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 113. 1567 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 113. 309 eserinde, ceza ve hüküm verme hususunda Hanefî fukahânın ta’zir-siyaset yorumuna benzer olarak “siyaset alanı” şeklinde bir tanımlama yapar. 1568 Nizâmülmülk’ün, kendi kitabını Siyasetü’l-Mülûk, yani meliklerin siyaseti olarak adlandırması da ayrıca dikkat çekicidir. 1569 Peki, Kur’ân-ı Kerîm, belli durumlar dışında ölüm cezası verilmesini yasakladığı halde hükümdarlar nasıl ölüm fermânı vermekteydiler? Bu emirleri verebilmelerini sağlayan düşünce, yorum ve güç neydi ve nasıl oluşmuştu? Siyaseten katlin arkasında sultanın kendisini mutlak güç olarak görmesi yatar. Dinî yönü ise kendisini Allah’ın halifesi olarak addetmesidir. Hukuken de had dışı cezalarda sultanın, “Allah hakkına taalluk eden” suçlarda hüküm verme yetkisine sahip olması yukarıdaki anlayışları destekler mahiyettedir.1570 Bu yüzden sultan, hesaba çekilemeyeceği için verdiği kararlarda da bu iradeyle iş yapar. Nitekim sultanın kendisini mutlak güç ve Allah’ın halifesi olarak görmesinin en büyük siyasî yansıması siyaseten katl meselesidir. Ayrıca sultanların bu anlayışı, Hanefî hukukukunda kendisine bir yetki alanı bulunca ilgili kararlar daha kolay alınabilir olmuştur. Bu yetki alanının oluşmasında İslâmiyet öncesi Türk devlet anlayışının etkisini de gözardı etmemek gerekir.1571 Türkiye Selçuklu sultanlarının fiillerinde, siyaseten katl olarak değerlendirilebilecek birçok örnek vardır. Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız tarihî ve teorik arka plân göz önünde bulundurulduğunda aşağıda vereceğimiz örnekler, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını ve bu anlayışın siyasî yansımalarını daha anlaşılır hâle getirecektir. Sultanların Hanefî fukahâsının ta’zir-siyaset teorisine göre ya da bu teorinin mahiyetini örf olarak tanımlayarak hareket ettiklerini kabul etsekte, her iki kabul de onların dinî anlayışlarına dair ipucu verecektir. İki durumdan ilkinin gerçekleştiğini kabul ettiğimizde sultanların, fiillerini bir şekilde Şeriat’a uygun olarak inşâ etme gayretinde olduklarını, ikincisini kabul ettiğimizde ise Şeriat’ı çok fazla dikkate almadan kendilerince hükmettikleri 1568 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 62, 163. 1569 Nizâmülmülk, a.g.e., (Farsça metin), s. 267. 1570 Allah hakkı, kul hakkı meselesi için bkz. Midilli, a.g.e., s. 93. 1571 Mumcu, a.g.e., s. 18; Arık, a.g.m., s. 43. 310 sonucuna varabiliriz. Türkiye Selçuklu sultanlarında, zaman zaman ikinci duruma dair örnekler mevcutsa da daha ziyade birinci yorumun baskın olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca sultanların Hanefî ta’zir-siyaset teorisinden ve kendilerine sağladığı yetkilerden haberdar olduğunu düşünmekteyiz. Bu konuda I. Bölüm’de birkaç örnek vermiştik. Türkiye Selçuklu sultanlarının hükmettiği siyaseten katl cezaları, ümerâ, ulemâ ve halkı kapsayan tebaaya; haneden mensuplarına/akrabalara ve tutsaklara olmak üzere üç temel başlıkta incelenebilir.1572 Tarihî örneklere baktığımızda, en çok ölüm cezası verilen kesimin ümerâ mensupları olduğunu söylemek mümkündür. Sultanlar, siyaseten katl cezasını verirken bazen bizatihî tahkikat yaptırmışlar, bazen de detaylı yargılama yapmadan hüküm vermişlerdir. Nitekim Hanefî ta’zirsiyaset yorumuna göre yöneticiler, bir suçluyla ilgili elde kesin deliller olmayıp suçluluk durumunda şüphe bile olsa kendi kararlarıyla ceza verebilirlerdi.1573 Türkiye Selçuklu sultanlarının uygulamalarında iki tür cezaya da örnekler mevcuttur. Ayrıca herhangi bir tahkikat yaptırmadan öfkelerine yenik düşerek ölüm cezası verdikleri de vâkidir. Detaylı tahkikatlar sonucunda verilen ölüm cezasına örnek olarak II. Kılıç Arslan döneminde idam edilen Ermeni papazı verilebilir. 1574 Papaz, Ermeni Prensi II. Thoros’un kardeşi Stefan ile iş birliği yaparak Maraş şehrinin ele geçirilmesine yardım etmişti. II. Kılıç Arslan da papaz hakkında ölüm cezası hükmetti. Bir diğer örnek II. Süleyman-şâh döneminde Ladik köyü halkına verilen cezadır. Ladik köyünden geçerken köylülerin saldırısına uğrayan I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, bunu bir mektupla Sultan II. Süleyman-şâh’a iletti. II. Süleyman-şâh, köylüleri önce dikkatlice sorguladı ve sonra suçlu olanlarını idam ettirdi. 1575 Ayrıca Sultan, “Selçuk ailesine saygısızlık gösterip hakarette bulunan ve onların nimetlerine 1572 Arık, a.g.m., s. 55. 1573 Midilli, a.g.e., s. 93. 1574 Arık, a.g.m., s. 73. 1575 İbn Bîbî, a.g.e., s. 65-67; Arık, a.g.m., s. 77. 311 nankörlük eden herkesin lâyık olduğu ceza budur.” diyerek köyün de yakılmasını emretti.1576 Sultanın idam hükmü vermeden önce çok titiz bir şekilde tahkikat yaptırması önemli bir hassasiyete işaret eder. Bununla birlikte Ladik köyünü yaktırması da Hanefî ta’zir-siyaset yorumunda kendisine tanınan yetki alanına dayanarak köylülere verilen cezayı ağırlaştırdığını göstermektedir. 1577 Yine II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın, yaptığı hırsızlık sebebiyle Ayaz adlı has kölesine (gulâm) verdiği ölüm cezası dikkat çekicidir. Gulâm, yaşlı bir kadının yoğurdunu çaldı. Kadın durumu kadıya bildirince, sultan hırsızın kendi gulâmı olması üzerine davayı devraldı ve ceza vermeden önce detaylı bir tahkikat yaptırdı.1578 Suçlu önce yaptığını inkar etti, ancak kusturulması sonucunda yoğurdu yediği anlaşılınca sultan tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Bu ceza, buraya kadar ortaya koyduğumuz ta’zir-siyaset yorumunun, Türkiye Selçuklu sultanlarınca kabul edildiğini gösteren güzel bir örnektir. Zirâ hırsızlığın cezası had cezaları kapsamındadır. Buna rağmen sultan, Şeriat’ın hükmünü uygulamak yerine hukuken kendisine tanınan yetki alanına dayanarak kendi siyasetini uygulamıştır. 1579 İbn Bîbî’nin bu olayı, “sultanın siyasetinin iyiliğine örnek” amacıyla vermesi de bu görüşümüzü desteklemektedir. 1580 Ayrıca burada, sultanın kendisine tanınan yetki alanını istimar ettiğini de ifade etmek gerekir. Bu bağlamdaki diğer bir örnek I. Alâeddîn Keykubâd’ın, kendisini tahttan indirme planları yapan beylere verdiği ölüm cezasıdır. Sultan cezadan önce uzun süre tahkikat yaptırdı. Hatta Melikü'l-ümerâ Çâşnigir Emîr Seyfeddîn Ay-aba’ya, canına kastetmeyeceğine dair yemini ve verdiği bir ahîdnâmesi vardı. Ancak tahkikat 1576 İbn Bîbî, a.g.e., s. 67. 1577 Sultan cezayı ağırlaştırırken Hanefî ta’zir-siyaset teorisini düşünmeden elinde bulundurduğu güce göre de hareket etmiş olabilir. Ancak onun bu davranışının Hanefî ta’zir-siyaset yorumunda bir yere sahip olduğunu hatırlatmak gerekir. 1578 İbn Bîbî, a.g.e., s. 94-95; Arık, a.g.m., s. 57. 1579 Olaya farklı bir bakış açısı getirmesi açısıdan Arık’ın şu yorumunu önemli bulmaktayız: “Sanık suçunu inkar ettiğinden ve sultana da dolayısıyla yalan söylediğinden onun nezdinde cezası, suçu bir kat daha ağırlaşmıştır. Suçunu kabul edip yalan söylememiş olsaydı, belki de bu kimsenin daha hafif bir cezaya çarptırılması mümkün olabilecekti.” Bkz. Arık, a.g.m., s. 57, 58. İbn Bîbî eserinde, sultanın bu kölesine meyli olduğunu belirtmektedir. Bu bilgi göz önünde bulundurulduğunda, sultanın ondan kurtulmak istemiş olması da düşünülebilir. Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 92-95. 1580 İbn Bîbî, a.g.e., s. 92. 312 sonucu beylerin plânları ortaya çıkınca, Emîr Seyfeddîn Ay-aba ve onun etrafında toplanan Emîr-i ahur Zeyneddîn Başara gibi beyleri idam ettirdi.1581 Seyfeddîn Ayaba kılıçla idam edilirken, Zeyneddîn Başara bir eve kapatılarak kendi kaderine terkedildi ve orada açlıktan öldü.1582 Anonim Selçuknâme de bu suç sebebiyle bertaraf edilen emîrlerin sayısı 24 olarak verilir.1583 I. Alâeddîn Keykubâd’dan bir diğer örnek, Alanya kalesi komutanına verdiği ölüm cezasıdır. I. Keykubâd, komutanın ihanet içerisinde olduğu ve halka zulmettiği haberini alınca hemen Alanya’ya gitti. Bizatihi kendisi iddiaları tahkik ettirdi ve söylenenlerin doğru olduğunu tespit edince de komutanı idam ettirip ibret olması için kale burcuna astırdı.1584 Görüldüğü gibi her iki örnekte de ihanet ölümle cezalandırılmıştır. Bununla birlikte Emîr Başara’nın öldürülme biçimi yine siyaset yetkisinin ağırlaştırılmış ceza yönünü göstermektedir. Sa’deddîn Köpek’in idamı da tahkikat yapılarak verilen ölüm cezalarından sayılabilir. Zirâ onun ortaya koyduğu fiiller zaten idamına davetiye çıkartmaktaydı. Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, Sa’deddîn Köpek’in birçok beyi katletmesinin ardından nihayetinde onun ihanetini anladı ve idamına hükmetti. Cesedi ibret olması için kale burcuna asılarak teşhir edildi.1585 Sa’deddîn’e zâlimliklerinde yardım eden birçok kimse de onunla aynı akıbete uğradı. İnfazlardan sonra cesetlerin, teşhir edilmesi için kale burçları gibi yerlere asılması da Hanefî fukahâca sultanlara tanınan siyaset yetkisi kapsamında değerlendirilebilir. Yargılama yapılmadan gerçekleşen idamlar genellike haneden üyelerine uygulanmıştır. Ancak Türkiye Selçuklularında, hânedân üyelerinin katli hususunda Osmanlılardaki gibi bir uygulama söz konusu değildir. Hatta Türkiye Selçuklu 1581 İbn Bîbî, a.g.e., s. 286-291; Arık, a.g.m., s. 67. 1582 İbn Bîbî, a.g.e., s. 291; Arık, a.g.m., s. 69. 1583 Anonim Selçuknâme, s. 41. 1584 Turan, kale komutanının Müslüman olduğunu düşünerek ihanet etmemiş olacağını iddia etmektedir. Ancak İbn Bîbî’nin eserinde detaylarıyla yer alan bu kayıt oldukça gerçekçi gözükmektedir. Bkz. Arık, a.g.m., s. 58; 44. dipnot. 1585 İbn Bîbî, a.g.e., s. 462-464; Arık, a.g.m., s. 70. 313 sultanları, kendisine başkaldıran şehzadeleri çoğu zaman öldürmemiş, hapse mahkûm etmiştir. Sultanlar verdikleri siyaseten katl fermânlarında gerekçeler göz önünde bulundurulduğunda çoğu zaman isabetli olurken bazen isabetsiz ve haksız duruma da düşmüşlerdir. Bu hususta hüküm vermekte acele etmeleri, detaylı yargılama yapmamaları, öfkelerine ve iktidar hırsına yenik düşmeleri temel sebepler olarak söylenebilir. Meselâ I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in, Konya Kadısı Tırmizî’ye ölüm cezası vermesi bu bahse örnektir. I. Keyhüsrev, saltanatı hakkında kadı tarafından olumsuz bir fetvâ verildiği iddiaları ve Konya’yı ele geçirmesinde yaşadığı zorluğun bu sebepten kaynaklandığını öğrenince kadı hakkında ölüm cezası verdi.1586 Ancak sultan, daha sonra bu durumdan rahatsız oldu ve hatasını telâfi etmeye çalıştı. 1587 Hanefî ta’zir-siyaset teorisinde, had kapsamına giren cezalar şüphelerle düşerken ta’zir kapsamına giren cezaların şüpheli durumlarda dahî uygulanmasına cevaz verildiğini tekrar hatırlatmakta fayda var. Ancak sultanların nezdinde, kendi saltanatlarına yönelik “ihanet” suçu her zaman ölüm cezasını gerektirse de bunun Şeriat açısından da böyle olup olmadığını düşünmek elzemdir. Kadı Tırmizî’nin I. Keyhüsrev hakkında verdiği iddia edilen fetvâdaki gerekçeler doğruysa, İslâm siyaset hukuku ve anlayışına göre I. Keyhüsrev’in sultanlığı meşrû kabul edilemez. Buna rağmen sultanın kadıyı idam ettirmesi, açık bir siyaseten katl olarak karşımızda durmaktadır. Halkın, kadının idamından rahatsız olması ve sultanın davranışını onaylamaması da sultanın kararının hukuksuzluğunu gösterir. Ayrıca sultanın, her ne kadar yürütme gücünü elinde bulundursa da bu olayda da görüldüğü gibi halkın tepkisi hesaba katıldığında verdiği kararları bir şekilde hukukî kılmak zorunda olduğu anlaşılmaktadır.1588 Bu hukukî kılma sürecinde de Hanefî ta’zir-siyaset 1586 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124. 1587 İbn Bîbî, a.g.e., s. 124, 125; Karş. Arık, a.g.m., s. 55, 74-76. 1588 Halkın bu tarz haksız idamlara tepki gösterdiğine ve sultanların da bu tepkileri göz önünde bulundurarak hareket ettiğine dair güzel bir örnekte şudur: II. Kılıç Arslan’ın oğlu Kutbeddîn Melikşâh, kardeşi Mahmud’u ve onun yanındaki Emîr Hasan’ı öldürdü ve cesedini köpeklere attı. Halk bu durumu görünce, “Sana itaat etmiyoruz. Hasan Müslüman bir şahıstı. Buradaki medrese, türbe, hayır müesseseleri ve daha birçok hayır ve hesenat onun eseridir. Böyle birini köpeklere yem edemeyiz.” 314 yorumunun sağladığı zemin dikkatlerden kaçmamalıdır. Nitekim sultan, daha sonra Kadı Tırmizî’nin aile efradından ve öğrencilerinden özür dilemek adına, onlara mal ve mülk bağışlamıştır. Benzeri bir örnek I. İzzeddîn Keykâvus döneminde yaşandı. I. Keykâvus, Eyyûbîlere yapılan sefer sonrası bazı emîrlerini bir eve hapsederek yaktırdı.1589 Bu fermânı verirken, emîrler hakkındaki ihanet iddialarını da detaylıca soruşturmadı. Bu fevrî kararının neticesinde sultan, daha sonra çok rahatsız oldu ve emîrlerin yakıldığı yere bir mescid yaptırdı. Ayrıca bu olayın sultanın psikoloji üzerinde de çok yıkıcı etkileri oldu. Kalan ömrü boyunca olayın etkisinden kurtulamadı.1590 Yukarıdakilere benzer diğer bir örnek I. Alâeddîn Keykubâd’ın, İbn Bîbî’nin ifadesiyle “Sâ’deddîn Köpek’in iftiraları sonucu” Kubadabad müşrifi Kemâl adlı şahsı idam ettirmesidir. Sultan daha sonra bundan pişman oldu.1591 Özellikle II. Gıyâseddîn Keyhüsrev dönemindeki ölüm cezaları oldukça sıkıntılıdır. Zirâ neredeyse sultan tarafından verilen tüm idamlar, tahtı eline geçirmek isteyen Sa’deddîn Köpek’in türlü oyunları ve telkinleriyle icrâ edilmiştir. Bu da ölüm cezalarının meşrûiyetini oldukça şüpheli hâle getirmektedir. Bu dönemde ölüm cezasına çarptırılan isimler arasında I. Alâeddîn Keykubâd’ın eşlerinden Melike Âdil Hatun, Çâşnigir Emîr Şemseddîn Altun-aba, Pervâne Emîr Tâceddîn, Kemâleddîn Kâmyâr gibi büyük isimler vardır. Şemseddîn Altun-aba, Sadeddin Köpek’in kışkırtmaları sonucu II. Keyhüsrev tarafından ciddi bir tahkikat yapılmadan idam edildi.1592 Bu isimlerden en dikkat çekici olanı Pervâne Tâceddîn’in idamıdır. Bu beyin zina ettiği iddiaları yayılınca Sadeddin Köpek tahkikat yaptırdı ve olayın doğru olduğunu tespit etti. Beyi ortadan kaldırmak istediği için bu fırsatı değerlendirdi ve âlimlerden de recm cezası için fetvâ alarak sultana onaylattı ve Pervâne Tâceddîn diyerek ona karşı çıktı. Bunun üzerine Melik Kutbeddîn, onu bir türbeye defnettirdi. Bkz. İbnü’l-Esîr, a.g.e., XII, 84. 1589 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222; Karş. Arık, a.g.m., s. 65, 66. 1590 İbn Bîbî, a.g.e., s. 222, 223; Karş. Arık, a.g.m., s. 55. 1591 Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 464. 1592 İbn Bîbî, a.g.e., s. 454; Karş. Mumcu, a.g.e., s. 19; Arık, a.g.m., s. 59. 315 taşlanarak öldürüldü. 1593 Bu olay, dinî hususlar sebebiyle ölüm cezası verilecekse ulemânın, siyasî olaylar sebebiyle ölüm cezası verilecekse sultanların karar verdiğini göstermektedir. Nitekim Hanefî ta’zir-siyaset yorumuna göre de bu durum hukuka uygundu. Tüm bu bilgilerin ardından Vezîr Şemseddîn İsfahânî’nin haksız yere uygulanan idam cezaları hakkında kendi döneminde ortaya koyduğu tavırdan bahsetmek yerinde olacaktır. Emîr Şemseddîn’e göre bir beyin doğru düzgün tahkikat yaptırılmadan haksız yere ortadan kaldırılması dinen uygun değildir.1594 Bu tepki, haksız yere öldürülen beylere dair dönemdeki tartışmalara dair bir bakış açısı kazandırmaktadır. Bununla birlikte Emîr İsfahânî ile aynı dönemde yaşayan ve devlette görev alan Muîneddîn Süleyman Pervâne’nin de konuyla ilgili yorumları dikkat çekicidir. Pervâne, sultanlar arasındaki mücadelelerde akrabalığın, acımanın olmayacağını, gerektiğinde babanın oğula oğulun da babaya kıydığını ifade etmektedir.1595 Pervâne’nin bu yorumu şüphesiz bir gerçekliğe işaret etmektedir. Ancak burada gerçekliği meşrû kılan dinî anlayış ve yorumun ne olduğu sorusu önemlidir? Eğer meşrû değilse, sultanlar bu davranışlarıyla büyük bir günah işlemiş olmalarına rağmen Müslümanların hükümdarı olmaya nasıl devam edebilmişlerdir? Bu zemini mümkün kılan anlayışın serüvenini birinci bölümde ele almıştık. Bir diğer ceza alanı işkence ve sürgündür. İşkence cezasıyla ilgili siyaseten katle dair verdiğimiz olaylarda birçok örnek bulunmaktadır. Meselâ I. Alâeddîn Keykubâd’ın, Zeyneddîn Başara’ya verdiği ölüm cezasında, ölüm şekli işkence olarak düşünülebilir. Kezâ I. İzzeddîn Keykâvus’un emîrlerine verdiği toplu ölüm cezasını onları bir evin içinde yaktırarak uygulatması da işkence örneğidir. Bu ve benzeri birçok örnek bulunmaktadır. Bunlardan en dikkat çekici olanı Sinop’un ele geçirilmesi sırasında Trabzon Rum İmparatoru’na yapılanıdır. 1593 İbn Bîbî, a.g.e., s. 456; 457; Karş. Arık, a.g.m., s. 60. 1594 Bahsi geçen tepkiyle ilgili olay için bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 530. 1595 Turan, Türkiye, s. 553. 316 İmparator şehrin teslim edilmesi için halkının önünde işkenceye maruz bırakılmıştır. 1596 Sürgüne dair en güzel örnek ise Emîr Kemâleddîn Kâmyâr’dır. I. Alâeddîn Keykubâd tarafından, beylerin katliyle ilgili konuştuğu için sürgün edilen Emîr Kâmyâr, daha sonra yine I. Keykubâd tarafından bağışlanmış ve yeni görevlerle ihyâ edilmişti. Sultanlar, tüm bu örneklerde Hanefî ta’zir-siyaset teorisine göre hareket etmiş olabilirler. Lâkin bu teoriye göre dahî sultanların bu uygulamaları şer’îliği tartışmalıdır. Sultanların, özellikle saltanatlarına karşı girişimlerde dinî hükümleri ve hukuku bir kenara bıraktıkları açıktır. 1596 Bkz. İbn Bîbî, a.g.e., s. 179. 317 3. 3. İlm-i Nücûm Türkiye Selçuklu sultanlarının hemen hepsi, ataları Kutalmış da dâhil olmak üzere ilm-i nücûm1597 ile alâkalıydılar. 1598 Sultanların dinî anlayışlarını ele aldığımız II. Bölüm’de her bir sultandan ilm-i nücûmla ilgili örnekleri paylaştık. Bu ilgileri sebebiyle Türkiye Selçuklu hânedânlığı, akîdesi bozuk olmakla dahî itham edildi. Bununla birlikte onlar, bu ilme, daha çok savaş bağlamında başvurdular. Meselâ Kutalmış b. Arslan İsrail, Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan ile girişeceği savaştan önce neticeye dair bu ilmiyle bilgi edinmeye çalışmıştı. İlm-i nücûm, ilimler literatüründe ilm-i ahkâm-ı nücûm olarak geçer ve bu ilimle uğraşanlara müneccim ya da ahkâmî denir.1599 İlimler tasnifinde aklî ilimler kategorisinde yer alan bu ilim, astronomi ile benzerlikler göstermekle birlikte bazı farklılıkları sebebiyle ondan ayrı bir dal olarak incelenmiştir. İki ilim arasındaki fark, ilm-i ahkâm-ı nucûmla uğraşanların, yıldızların konum ve hareketlerinin bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistemle geçmiş ve gelecek hakkında bilgi edinmenin mümkün olduğuna dair inançlarıdır. 1600 İslâm ilimlerinin kendisine kadar olan serüvenini ele alarak onları kritikten geçiren İbn Haldûn (ö. 808/1406)’un ilm-i ahkâm-ı nücûm hakkındaki eleştirilerine değinmekte fayda görüyoruz. Ona göre bu ilim yoluyla elde edilen bilginin kıymeti yoktur. Çünkü İbn Haldûn’a göre yıldızların hareketlerini izlemek çok uzun yıllar alacaktır. Dolayısıyla onların hareketleriyle ilgili bütüncül bir kanaate varılamayacağı için verdikleri bilgiler de kesin bilgi olamayacaktır. 1601 İbn Haldûn, 1597 Arapça’da necm kelimesi yıldız anlamına gelmekte olup, bu kelimenin çoğulu olarak nücûm kelimesi kullanılır. Bkz. Yavuz Unat, “Yıldız”, DİA, XLIII, 534. Kelime bu kullanımıyla Kur’ân-ı Kerîm’de de geçmektedir. Bkz. Kur’ân-ı Kerîm, 53. Sûre. 1598 Kaynaklardan hareketlei ilm-i nücûmun Anadolu’da yaygın bir şekilde ilgi çektiğini anlaşılmaktadır. Meselâ XIII. yüzyılda Anadolu’ ya gelen Ömer b. Muhammed b. Ali es- Sâvî Akaidi Ehl-i Sünnet adlı bir eserinin önsözünde “Diyar-ı Rum’a geldim. Herkesin ilm-i nucûm ile uğraşmakta olduğunuı, dinî ilimlerden bî-haber olduklarını gördüm.” demektedir. Bkz. Fatih (Süleymaniye) Ktp. Nr. 5426, yp. 193a’dan naklen Bayram, “Dânişmend Oğulları’nın...”, s. 139. 1599 Tülay Mert, “Selçuklular Zamanında Müneccimliğe Dair Bazı Tespitler”, JHS (History Studies), Cilt/Volume 6, Sayı/İssue 3 (April/Nisan 2014), 240; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 124; Mustafa Sinanoğlu, “Müneccime”, DİA, XXXII, 6; C. A. Nallino, “Astroloji”, İA, I, 682. 1600 Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 124; a. mlf. “İlm-i Felek”, s. 126; Sinanoğlu, a.g.m., s. 6; Nallino, “Astroloji”, s. 682, 683. 1601 İbn Haldun, Mukaddime, (çev. Zakir Kadirî Ugan), Dergâh Yay., İstanbul 1991, III, 113-123; Mert, a.g.m., s. 240; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 124. 318 bu ilimle elde edilen bilginin ilmî açıdan sıhhatini eleştirmekle kalmayıp dinî açıdan da bâtıl olduğunu savunur.1602 Ona ve İslâm âlimlerinin çoğuna göre yıldızların etkisiyle bazı hâdiselerin meydana geldiğine inanmak İslâm’ın tevhîd inancıyla çelişir. 1603 İlm-i ahkâm-ı nücûmun, ilgilenilen konuların farklılığı sebebiyle birçok alt dalı vardır. Bunlar, literatürde melhame, mevâlîd, ihtiyârât gibi farklı isimlere tekabül eden eserlerde ele alınmıştır.1604 Bu alt dallardan biri de ilm-i envâ’dır. Cahiliye Arapları, yıldızları, yağmurun yağması gibi birtakım doğa olaylarının âmili olarak görür ve onlara bir tür ulûhiyyet atfederek doğa olaylarıyla ilgili beklentilerinin gerçekleşmesi için yıldızlara niyazda bulunurlardı. 1605 Bunun için de envâ’ dedikleri ilmi geliştirmişlerdi. Vahyin nazil olmasıyla Hz. Muhammed (sav.), yağmurun yağmasını bir yıldızın hareketine bağlayanların Allah’ı inkâr ettiklerini ifade ederek, yıldızlara tapınmayla olan ilgisi sebebiyle envâ’ ilmini yasakladı.1606 Hz. Muhammed (sav.)’in bu yasağı, nücûmun, meydana gelen olayların sebepleri veya azmettiricisi olduğunu kabul etmenin İslâm dinince uygun olmadığını açık şekilde ortaya koymaktadır. Bu ilimle uğraşanların dine aykırı bir iş yapıp yapmadıklarını tespit hususunda dikkat edilmesi gereken nokta burasıdır. Ayrıca yıldızlarla gelecekten haber vermek niyetiyle uğraşmak, Kur’ân-ı Kerîm’de yasaklanan “fal” çerçevesine de girmektedir.1607 Fal, Hadîslerde de açıkça yasaklanmıştır.1608 Bu yasağın temel sebebi, İbn Haldûn’un da dikkat çekmiş olduğu gibi tevhîd akîdesinin uğradığı zarardır. Fal aracılığıyla elde edilen bilgilerde, 1602 İbn Haldun, Mukaddime, s. 118; Mert, a.g.m., s. 240; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 124; Sinanoğlu, a.g.m., s. 7. 1603 Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 124. Bahsi geçen âlimler için bkz. Sinanoğlu, a.g.m., s. 7; Nallino, a.g.m.,, s. 685. 1604 Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 125. 1605 Muharrem Çelebi, “Envâ’”, DİA, XI, 257; Unat, “Yıldız”, 535. 1606 Çelebi, a.g.m., s. 257; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 125; Sinanoğlu, a.g.m., s. 7; Bahsi geçen konuyla ilgili hadisler için bkz. Buhârî, “Eẕân”, 156, “İstisḳāʾ”, 128, “Meġāzî”, 35; Müslim, “Îmân”, 125; Nesâî, “İstisḳāʾ”, 16’den naklen Çelebi, a.g.m., s. 257. 1607 Çelebi, fal kelimesini gelecek, gayb ve insan karakteriyle ilgili bilgi vermeyi amaçlayan bütün esrarengiz faaliyetler olarak tanımlar. Bkz. İlyas Çelebi, “Fal”, DİA, XII, 138. 1608 Falın yasaklığıyla ilgili ayet için bkz. Kur’ân-ı Kerîm, el-Mâide 5/3, 90; Hadîsler için bkz. Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 122; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 21; Tirmizî, “Ṭahâret”, 102’den naklen Çelebi, “Fal”, s. 139. 319 meydana gelecek olaylarının faili olarak yıldızlar vb. başka güçler görülmekte ve burada da tevhîd akîdesine halel gelmektedir. İlm-i ahkâm-ı nücûmun Müslüman yöneticilerin dünyasına girmesinde Fars devlet geleneğinin etkisi büyüktür.1609 Emevîlerden başlamak üzere Abbâsîlerde ve sonraki dönemde, halîfe1610 ve sultanlar, ordu komutanları, müneccimleri her zaman yanlarında bulundururlardı.1611 Büyük Selçuklu sultanları da müneccimleri daima himaye ettiler. 1612 Hatta nedîmlerinin bir kısmının müneccimlerden oluştuğu bilinmektedir.1613 Ayrıca Dandanakan Savaşı’nda Çağrı ve Tuğrul Beylerin yanında bir müneccim vardı ve savaştan sonra ona ödül verilmişti. Büyük Selçuklu Vezîri Nizâmülmülk de eserinde müneccimlerden bahseder. 1614 O, sultanın yapacağı her işte müneccimlerin, icrâ edilecek fiilin talih açısından uygun olup olmadığıyla ilgili ona bilgi verdiğini kaydeder. 1615 Bu bilgi, müneccimlerden sadece savaşlarda değil çok geniş bir alanda yararlanıldığını açığa çıkartmaktadır. Bununla birlikte Nizâmülmülk, bazı sultanların müneccimlere itibar etmediğini de ifade eder. 1616 Meselâ Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt’te müneccime değil âlim ve şeyhlere itimat ettiği bilinmektedir.1617 Sultanların bu ilimle ilgilenmesi onların dinî anlayışına dair bize ne söyleyebilir? Acaba iddia edildiği gibi bu ilimle uğraşmakla sultanların dinî anlayışı zarar görmektemiydi? Sultanlar, Kur’ân ve Sünnet’te yasaklanmış olan bir işle mi meşgûl olmuşlardı? Eğer böyleyse bu durum nasıl meşrûlaştırılmaktaydı? Hiç şüphesiz bu soruları cevaplayabilmek için onların bu ilimle uğraşmaktaki niyetlerini ve bu ilim vesilesiyle elde edilen bilgilere bakışlarını kesin ve açık bir şekilde tespit etmek gerekmektedir. Açıkçası bu da pek mümkün değildir. 1609 Mert, a.g.m., s. 241; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 126. 1610 Bir örnek içib bkz. Ebû’l Ferec, a.g.e., I, 336. 1611 Mert, a.g.m., s. 242; Fehd, “İlm-i Ahkâm-ı Nucûm”, s. 126; Nallino, a.g.m., s. 685. 1612 Mert, a.g.m., s. 244. 1613 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 77; Mert, a.g.m., s. 244. 1614 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 77. 1615 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 78. 1616 Nizâmülmülk, a.g.e., s. 78. 1617 Kesik, Malazgirt, s. 91-92; Mert, a.g.m., s. 244. 320 Şurası da açıktır ki tevhîd inancına zarar verecek şekilde bu ilimlerle uğraşmak İslâm dinince haram kılınmıştır. Sultanların ilm-i nücûmla meşgûliyetlerinin tevhid inançlarına zarar verecek şekilde olduğu tespit edilirse bu durumda onların dinen haram bir şey yaptıklarını ifade etmek gerekir. Meselâ ahîler, dinî bakımdan zararlı görerek müneccimleri teşkilatlarına dâhil etmemişlerdir.1618 Onlar müneccimleri kâfir, zındık ve imansızlarla eş değerde tutmuştur. XIII. yüzyıla ait bir fütüvvetnâme metninde, müneccimlerin halka yalan söylemesi sebebiyle fütüvvet/ahîlik teşkilatına dâhil olamayacağı kaydedilir.1619 İhsan Fazlıoğlu, bu konuda farklı bir perspektif sunmaktadır. Ona göre ilm-i nücûm/astroloji ile ilgili araştırmalar ve değerlendirmeler, bir istihbarat bilimi olduğu düşüncesiyle askerî bağlamda ele alınmalıdır.1620 Zirâ astroloji, gelecekte olabilecek olaylarla ilgili kişiyi ihtimaller arasında düşünmeye sevkeder, farklı senaryolar geliştirmesine, kendisini sorgulamasına neden olarak insan zihnini canlı tutar.1621 Bu konuda Erdoğan Merçil de Fazlıoğlu’na yakın düşünmektedir. Ona göre de müneccimler savaş başta olmak üzere doğa olayları, yeni bir işe başlamak için hangi günün daha uygun olacağı gibi konularda sultanlara danışmanlık yapardı.1622 Bu dönemde sultanlara yakınlığıyla bilinip ilm-i nücûmla uğraşan ve eserler ortaya koyan birçok isim vardır. Bunların başında Hubeyş et-Tiflîsî ve İbn Bîbî’nin annesi gelir.1623 Bu iki ismin haricinde Esirüddîn Müneccim, Bahaeddîn Şang-i Müneccim, Zeynü’l-müneccim b. Süleyman bu dönemde ilm-i nücûmla meşgûl olduğu bilinen diğer kişilerdir. 1624 Özellikle II. Kılıç Arslan’ın her daim yakınlarında olan Hubeyş et-Tiflîsî, bu konuda önemli biridir. Tıp, dil ve edebiyat gibi birçok alanda eser veren Tiflîsî, aynı 1618 Mert, a.g.m., s. 249. 1619 Gölpınarlı, a.g.m., s. 121. 1620 İhsan Fazlıoğlu, Kayıp Halka: İslâm-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Anlam Küresi, Papersense Yay., İstanbul 2015, s. 164; a. mlf., “Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim (Bir Giriş), Cogito, sy. 29-Güz 2001 (Selçuklular), s. 158. 1621 Fazlıoğlu, a.g.e., s. 164; a. mlf., a.g.m., s. 158. 1622 Merçil, Saray Teşkilâtı, s. 199. 1623 Fazlıoğlu, a.g.e., s. 165; a. mlf., “a.g.m., s. 159; Tiflîsî hakkında ayr. bilgi için bkz. Mevlüt Poyraz, “Hubeyş et-Tiflîsî’nin Hayatı: Biyografi Denemesi”, Artvin Çoruh Üniversitesi İlahiyat Araştırmaları Dergisi, c. 2, sy. 1 (2018), 65-103. 1624 Fazlıoğlu, a.g.e., s. 165; a. mlf., a.g.m., s. 159. 321 zamanda astroloji alanında da uzmandı ve bu ilimle ilgili eserler kaleme almıştı.1625 Astrolojiyle ilgili Kitâbü Medḫali’n-nücûm, Kitâbü Beyâni’n-nücûm ve Uṣûlü’lmelâḥim adlı üç eseri vardır.1626 Tiflîsî, Kitâbü Medḫali’n-nücûmun önsözünde bu ilmin önemi ve faydasından bahsetmekte ve ayrıca Şeriat’a aykırı olmadığını savunmaktadır.1627 Bununla birlikte onun, yaptığı bir kehânetin isabetsiz olması üzerine görevinden azledildiği bilinmektedir. 1628 Bu bilgi, sultanların, müneccimlerin öngörülerine ve kehanetlerine önem verdiğini, çoğu zaman onların söylediklerine göre hareket ettiklerini gösteren onlarca örnekten bir tanesidir. Bu da sultanların, müneccimlerin ilm-i nücûm vasıtasıyla gelecekte meydana gelebilecek olaylara ilişkin bilgi elde edebileceklerine inandıklarını gösterir. Meselâ Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan, müneccimlerin nuh tufanı gibi bir hâdise meydana geleceğini söylemesi üzerine yer altında korunaklı evler yaptırarak bu olaydan korunmaya çalışmıştı. Ancak böyle bir hâdise meydana gelmemiştir. I. İzzeddîn Keykâvus ise, savaşlarla ilgili olarak müneccimlerle istişâre ederdi. Aynı durumu I. Alâeddîn Keykûbâd da uygulardı. Türkiye Selçuklu Vezîri Sâhib Ata Fahreddîn Ali (ö. 1288), Süleyman Pervâne’nin idamının ardından yazdığı şiirinde, ilm-i nücûmla ilgili olarak dikkat çekici ifadelerde bulunmuştur. Fahreddîn Ali şöyle demektedir: “Takdîr kabzasından ayrılan oktan, tedbirle nasıl sakınılabilir? Felek de kim? Yıldız, güneş de ne oluyor? Bu, kadere havale ettiği Tanrı'nın takdiridir!” Vezîr Fahreddîn Ali’nin bu kayıtları, dönemdeki ilm-i nücûm algısına dair ipuçları vermektedir. Demek ki ölüm-doğum gibi bu tarz olaylar dahî kimilerince yıldızların etkisiyle açıklanmaktaydı.1629 Sonuç olarak denilebilir ki Türkiye Selçuklu sultanları, ilm-i nücûmla daha çok savaş bağlamında ilgilenmişlerdir. Ancak sultanların ilm-i nücûma olan ilgileri 1625 Cevat İzgi, “Hubeyş et-Tiflîsî”, DİA, XVIII, 269-270. 1626 İzgi, a.g.m., s. 269. 1627 İzgi, a.g.m., s. 269. 1628 İzgi, a.g.m., s. 269. 1629 Aksarâyî, a.g.e., s. 89-90. 322 bu kadarla da sınırlı kalmamıştır. Biz Fazlıoğlu’na hak vermekle birlikte, Merçil’in bu perspektife yaptığı eklemeleri de göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyoruz. Bu bakımdan sultanların ilm-i nücûmla olan münasebetleri dinî bakımdan tartışmalı bir noktada durmaktadır. Ayrıca sultanların, konunun dinî bakımdan tartışmalı olmasına rağmen bu ilimli ilgilenmesi, onların dinî anlayışına göre ilm-i nücûmun imani bakımdan sorun teşkil etmediğini gösterir. Bu da onların itkadî bakımdan Mu’tezileye yakın olduğunu düşünmemize kapı aralamaktadır. 323 3. 4. Mumyacılık ve Heykelcilik Türkiye Selçuklu sultanlarının birçoğunun cesedi, mumyalanarak muhafaza edilmiştir. Hatta bu mumyalar, XX. yüzyılın erken tarihlerine kadar türbelerde sergilenmekteydi. Peki Türkiye Selçuklu Devleti’nin Müslüman sultanları, cesetlerini mumyalatarak neyi amaçlamaktaydılar? Mumyalama fiilinin İslâm dinindeki yeri nedir? Meselâ eski Mısır’da ölümden sonraki hayata inanılırdı ve cesetlerin toprak altında bozulmaması için mumyalama işlemi yapılırdı.1630 Türkiye Selçuklu sultanlarında da böyle bir anlayış mı mevcûttu? Mumyacılık, hiç şüphesiz oldukça eski bir gelenektir. Ölüyü mumyalayarak cesedi koruma yöntemi, İslâmiyet’ten önceki Türk kavimlerinde de uygulanmaktaydı.1631 İslâm literatüründe tahnit olarak adlandırılan uygulama, Büyük Selçuklular ve Türkiye Selçuklularında da devam etti.1632 Türkiye Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykâvus döneminde inşâ edilen Altunaba medresesinin vakfiyesinde, yoksul ve dindar Müslümanların ölümüyle ilgili yer alan bilgiler arasında mumyalama masrafları diye bir kalemden bahsedilir.1633 Bu bilgi, Türkiye Selçuklularında da mumyalama geleneğinin devam ettiğini açık şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca mumyalama işlemini sadece sultanların değil halkın da yaptığı anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Battûta da Anadolu’daki seyahatlerinde mumyalara rastladığından bahsetmektedir. 1634 II. Kılıç Arslan tarafından Konya’da inşâ edilen ve sultanların büyük kısmının gömüldüğü kümbethânedeki sekiz Selçuklu sultanının altısı mumyalanmış vaziyetteydi.1635 Mumyalanmış sultanlar II. Kılıç Arslan, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, 1630 Zehra Gençel Efe, Anadolu Türk Kültüründe Mumyalama, Çizgi Kitapevi Yay., Konya 2018, s. 31. 1631 Turan, Selçuklular, s. 388-390; Efe, a.g.e., s. 16, 31-33; Emine Uyumaz, “Selçuklu Türkiye’sinde Defin ve Taziye Merasimlerine Dair”, TYB Akademi Dergisi, sy. 12 ,(Eylül 2014), s. 140; Recep Yaşa, “Hunlardan Selçuklulara Mumyalama Geleneği”, I. Uluslararası Selçuklu Sempozyumu Selçuklu Tarihi Kültür ve Medeniyet (Bildiriler II), TTK Yay., Ankara 2014, s. 571-576. 1632 Efe, a.g.e., s. 17, 33, 105; Uyumaz, a.g.m., s. 140; Yaşa, a.g.m., s. 577, 578. 1633 Osman Turan, Selçuklu Tarihi Araştırmaları, TTK Yay., Ankara 2014, s. 306; Efe, a.g.e., s. 18; Turan, “Altun-Aba Vakfiyyesi”, s. 208; Uyumaz, a.g.m., s. 141; Yaşa, a.g.m., s. 579. 1634 İbn Battûta, a.g.e., s. 294; Karş. Turan, Araştırmalar, s. 306-307; a. mlf., “Altun-Aba Vakfiyyesi”, s. 208; Uyumaz, a.g.m., s. 141; Yaşa, a.g.m., s. 579. 1635 Turan, Cihân, s. 395; Yaşa, a.g.m., s. 579. 324 II. Rükneddîn Süleyman-şâh, I. Alâeddîn Keykubâd, II. Gıyâseddîn Keyhüsrev, IV. Kılıç Arslan’dı. 1636 İbrahim Hakkı Konyalı bu türbeyi ziyaret ettiğini ve sultanlara ait mumyaları gördüğünü ifade etmektedir.1637 Türkiye Selçuklularından başka Anadolu’daki diğer hükümdarlar da bu fiili uygulamışlardır.1638 Sultanların cesetlerinin mumyalanmasındaki amaca gelecek olursak, bu konuda Recep Yaşa, eski Türklerdeki mumyalama anlayışının Mısır’a benzediğini ancak Selçuklularda böyle bir benzerliğin olmadığını, İslâm inancı doğrultusunda hareket edildiğini ifade etmektedir.1639 Ona göre mumyalama, İslâm inancıyla çatışmamaktadır. Turan ise mumyalama fiilinin Selçuklulara eski Türklerden miras kaldığını, bu eylemin İslâm ile bir ilgisinin olmadığını kaydetmektedir. 1640 Anadolu’da yaşayan gerek Müslüman gerekse Müslüman olmayan halk, mumyaların olduğu kümbethaneleri ve heykellerin olduğu yerleri ziyaret ederdi. 1641 Aksarây yakınındaki Obruk mevki bu yerlerden bir tanesiydi. 1642 Sultanların mumyalama faaliyetleri bu açıdan da değerlendirmelidir. Zirâ halk, mumyaların bulunduğu yerleri ziyaretle batıl inançlar ortaya çıkartıyorsa sultanların bunu engellemek için harekete geçmesi gerekirdi. Üstelik bahsi geçen yerde, heykellerin de İslâm dinine aykırı şekilde ziyaret edildiği anlaşılmaktadır. Heykelcilik konusu da mumyacılık gibi dinî açıdan tartışmalı bir konudur. Türkiye Selçuklu sultanları özellikle Fars ve Bizans saray kültürünün etkisiyle, bu konuda İslâm dininin kaidelerini esneterek hareket etmişlerdir. Meselâ Sultan II. Kılıç Arslan zamanında Kamereddîn mescidinde mermerden yapılmış kadın ve erkek heykelleri bulunmaktaydı.1643 Ayrıca Konya’daki Eflatun bölgesindeki kilise civarında da erkek ve kadın heykelleri 1636 Efe, a.g.e., s. 108-109; Yaşa, a.g.m., s. 579, 580. Bu mumyalarla ilgili Konya’da müze çalışması yürütülmektedir. 1637 İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Konya 1964, s. 582; a. mlf., Abideleri ve Kitabeleri ile Niğde Aksarây Tarihi, İstanbul 1974, I, 1020-1021; Efe, a.g.e., s. 109; Yaşa, a.g.m., s. 580. 1638 İbn Battûta, a.g.e., s. 294; Karş. Turan, Araştırmalar, s. 307; a. mlf., “Altun-Aba Vakfiyyesi”, s. 208. 1639 Yaşa, a.g.m., s. 582-583. 1640 Turan, Cihân, s. 395; a. mlf., Araştırmalar, s. 306; a. mlf., “Altun-Aba Vakfiyyesi”, s. 209. 1641 Turan, Cihân, s. 401-402. 1642 Turan, Cihân, s. 401. 1643 Turan, Cihân, s. 400; a. mlf., Selçuklular, s. 387. 325 vardı.1644 I. Alâeddîn Keykubâd’ın inşâ ettirdiği Konya surlarında “canlı olsa konuşacak derecede” güzel heykeller olduğu bilinmektedir. 1645 Nitekim bu dönemde camilerde dahî aslan, kartal vb. gibi çeşitli hayvan kabartmaları, heykelleri yapılmıştı. Diyarbekir Ulu Cami ve Erzurum türbeleri bunlara sadece birkaç örnektir.1646 Ancak bunların süsleme ve sanat için yapıldığını kaydetmek gerekir.1647 Sonuç olarak, sultanların hem mumyacılık hem de heykelcilik faaliyetlerini bizatihi kendilerinin yaptırdığı açıktır. Mumya ve heykellerin bulunduğu bazı yerleri halkın İslâm dinine zarar verecek şekilde batıl inançlarla ziyaret etmesinin haricinde, genel olarak mumyacılık ve heykelcilik konusunda Anadolu’da dinî bakımdan bir sıkıntı yaşanmadığı anlaşılmaktadır. Mumya ve heykellerin bulunduğu yerler bir takım batıl inançlara yol açsa da ibadethane edinilmemiş, buralarda putperestliğe yol açacak fiillere izin verilmemiştir. Ayrıca Türklerin eskiden beri heykel sanatıyla meşgûl olduğu ve o zamanlarda da genel olarak bu heykellere tapmadıkları, heykellere dinî bir motivasyonla yaklaşmadıkları bilinen bir gerçektir.1648 Bu da Anadolu’daki durumun, Orta Asya’daki anlayışın bir uzantısı olduğunu ortaya koymaktadır. Meselâ Türkler Müslüman olduktan sonra mumyalamayı terk etmemelerine karşın ölünün cesedini yakma âdetlerini terk etmişlerdir.1649 Bu durum onların, mumyacılığın dinî bakımdan herhangi bir sorun teşkil ettiğini düşünmediklerine işaret etmektedir. 1644 Turan, Selçuklular, s. 387. 1645 İbn Bîbî’de de bilgiler var. Karş. Turan, Türkiye, s. 354; a. mlf., Selçuklular, s. 387; a. mlf., Cihân, s. 400; a. mlf., Araştırmalar, s. 248. 1646 Turan, Selçuklular, s. 387; a. mlf., Araştırmalar, s. 307. 1647 Bu konuda bir örnek için bkz. İbn Battûta, a.g.e., s. 290. 1648 Turan, Selçuklular, s. 390. 1649 Turan, Araştırmalar, s. 309; a. mlf., “Altun-Aba Vakfiyyesi”, s. 211. 326 3. 5. Sultanlar, Din ve Hoşgörü Türkiye Selçuklu sultanları ve din dendiğinde akıllara ilk gelen kavramlardan biri “hoşgörü”dür. Cumhuriyet dönemi tarih yazıcılığında Selçukluların Anadolu’daki diğer dinî zümrelerle kurduğı ilişkilerindeki tavırlar, genel olarak hoşgörü kavramı çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bunun önemli sebeplerinden biri, hiç şüphesiz cumhuriyet döneminin fikrî ve dinî atmosferidir. Ancak, Türkiye Selçuklularının dinî anlayışının hoşgörü kavramının sınırları çerçevesinde değerlendirilmesi kanaatimize göre anakronizme yol açmaktadır. 1650 Literatürde bu konuyla ilgili herhangi bir tartışmanın bulunmaması da kavramın yeteri kadar düşünülmeden kullanıldığına işaret etmektedir. Aslında biraz dahî düşünüldüğünde hoşgörü kavramının, Selçukluların diğer dinî zümrelerle kurduğu ilişkilerde ortaya koyduğu örnekliği tam olarak açıklamadığı net olarak anlaşılmaktadır. Arapça’dan gelen müsâmaha ve Latince’den gelen tolerans kelimeleri de hoşgörü kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılır. Ancak bu kelimeler etimolojik bakımdan ele alındığında, aralarında ufak gözüken ama son derece önemli olan farklar bulunmaktadır. Arapça semâhat (yumuşak olmak, cömert davranmak) sözcüğünden türeyen müsâmaha kelimesi, hoşgörme, gözyumma; bir suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme; ihmâl, dikkatsizlik, gevşeklik; aldırış etmeme, kayıtsız kalma; savsaklama gibi anlamlara gelir.1651 Latince tollerare sözcüğünden gelen tolerans kelimesi ise bir kimsenin, bir başkasının kendi fikirleriyle uyuşmayan düşünce ve 1650 Bu konunun fikrî ve kültürel tarihimiz açısından ne büyük bir yanlış olduğuna Prof. Dr. Yalçın Koç şu cümlelerle işaret etmektedir: “Anadoluya mahsus mayalanmayı, hümanizma (humanismus) zannetmek ve bu yolla zihin karışıklığına yol açmak, Türkistandan gelen kelâmı Tarsus'lu (Yahudi) Saulus'a mahsus istavroz (crux) ile örtmek ve esasen kapatmak anlamına gelir.” Bkz. Yalçın Koç, Theographia’nın Esasları: Teoloji ve Matematik İnşâ’sı Üzerine Bir İnceleme, Cedit Neşriyat, Ankara 2009, s. 559-560. 1651 Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, (haz. Aydın Sami Güneyçal), Aydın Kitabevi Yay., Ankara 2007, s. 738; Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB YAY., Ankara 1995, III, 2056; Türkçe Sözlük, (haz. Şükrü Halûk Akalın), TDK Yay., Ankara 2010, s. 1731; İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbetaltı Neşriyat, İstanbul 2005, II, 2229; Necmettin Şahinler, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Misalli Kelimeler/Kavramlar Sözlüğü, Kurtuba Yay., İstanbul 2012, II, 282-283; Karş. Ahmed Yüksel Özemre, Vahye Göre Akıl – İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, Şule Yay., İstanbul 2019, s. 345. 327 hareketlerinin varlığını kabul etme eğilimi, bâzı durumlarda birine lütufta bulunmak, organizmanın ızdırap çekmeksizin bâzı maddelere katlanma özelliği, sürekli aynı dozun kullanılması sonucu bir ilacın etkilerinin giderek azalması durumu gibi anlamlara gelmektedir.1652 Hoşgörü kelimesine gelecek olursak, bu kavram, bir kişinin savunduğu görüşler ve açığa vurduğu duyguların başka biriyle çelimesi durumunda karşı tarafı anlayışla karşılama; farklı düşünme ve yaşama biçimleri olmasını kabûl etme; kimi durumlarda bir kimsenin bir kurala ya da yasaya uymamasına göz yummayı getiren esneklik, her şeyi anlayışla karşılama gibi anlamlara gelmektedir.1653 Her üç kavramın ortak noktası “olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki göstermeme hâli”dir. Burada olumsuz durum ve olumsuz tavrın neye göre tanımlanacağı önemlidir. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı bakımından olumsuz durum ve tavır kavramlarının İslâm’a, Sünnet’e ve ulemânın ictihadlarına göre tanımlandığı ya da böyle tanımlanmak istendiği açıktır. Hiç şüphesiz burada kültür, içinde yaşanılan toplum ve şartlar gibi unsurlar yani fıkıh tabiriyle örf de önemlidir. Ancak Türkiye Selçuklu sultanları nezdinde ilk belirleyici ilkeler, yukarıda saydığımız kaynaklardır. Yani, Türkiye Selçuklu sultanlarının diğer dinî zümrelerle ilişkilerinde gerek kendilerinden gerekse bu zümrelerden hasıl olacak olumsuz durum, İslâm Şeriat’ına ve zimmîlik anlaşmasına aykırı davranış ve tavır demektir. Bu durum karşısında sultanların olumsuz bir tavır göstermemesi demek, İslâm Şeriatı’na uymaması, onu uygulamaması ve yapılan zimmîlik anlaşmasına riayet etmemesi anlamlarına gelir. Olaya bu açıdan bakıldığında, konunun, hem Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını anlamada hem de diğer dinî zümrelerle ilişkileri tarihî gerçekliğine göre yorumlamada son derece önemli olduğu açıktır. Bu üç kavram arasında dikkat çekici bir diğer nokta da hoşgörü ve tolerans kavramlarının aksine müsâmaha kavramının, tıpkı mübâdele, mücâdele, müdâbere, münâzara, müsâyere vb. kavramlarda olduğu gibi karşılıklı icrâ edilen bir eyleme 1652 Örnekleriyle Türkçe Sözlük, IV, 2898; Türkçe Sözlük, s. 2363; Ayverdi, a.g.e., III, 3178; Karş. Özemre, a.g.e., s. 346. 1653 Örnekleriyle Türkçe Sözlük, II, 1277-1279; Türkçe Sözlük, s. 1112; Ayverdi, a.g.e., II, 1289; Necmettin Şahinler, a.g.e., I, 673; Karş. Özemre, a.g.e., s. 345-346. 328 işaret etmesidir.1654 Yani hoşgörü ve toleransta bir taraf bu fiilleri icrâ ederken, müsâmaha kavramı her iki tarafın aynı anda birbirine gösterdiği, göstermesi gereken bir tavra işaret etmektedir. Bu ince nokta son derece önemlidir. Hoşgörü kavramı, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîslerde de herhangi bir şekilde kullanılmamıştır. Bu kavram her ne kadar Yûnus Emre’nin şiirlerine kadar geri götürülebiliyorsa da yaygın olarak kullanılmaya yakın dönemlerde başlanmıştır. Burada da cumhuriyet döneminin fikrî ve dinî atmosferi ile tüm dünyada ortaya çıkan seküler ideolojinin etkili olduğunu düşünüyoruz. Peki, kendi medeniyet kavrayışımızda, bu kavramın yerini alabilecek ve anakronizme düşmeden tarihî gerçekliğe de uyacak kavramlar yok mudur? Eğer hoşgörü kavramının yerine bir tek kavram kullanmak gerekirse hem sahip olduğu etimolojik derinlik hem de tarihî gerçekliğe daha uygun düşmesi bakımından kanaatimizce müsâmaha kavramı kullanılmalıdır. Bununla birlikte, tarihî gerçekliği daha iyi idrak edebilmek adına birkaç kelimeyle de sınırlı kalmamak gerekir. Adâlet, ihsân, merhamet, sabır ve af kavramlarını bir bütün hâlinde değerlendiren bir bakış açısı, bizlere hoşgörü kavramının kapsamından çok daha geniş ve derin bir anlayış sunacaktır. Kendisini İslâm dinini merkeze alarak inşâ eden Türkiye Selçuklu sultanlarını, toplumunu ve onların davranışlarını daha iyi anlamak için, bu toplumu kuran temel dinamiğin, yani İslâm dininin kavramlarını anlamak ve o kavramlardan hareketle yorumlarda bulunmak en isabetlisi olacaktır. Meselâ hoşgörü sözcüğünün, kendi anlayışında “olumsuz” olan bir davranışa karşı kayıtsız kalma hâline işaret ettiğini hatırlarsak, Selçuklu toplumunda böyle bir durumun söz konusu olmadığını hemen ifade etmek gerekir. Zirâ toplumu Şeriat’a göre denetleyen görevliler yani muhtesipler bulunmaktaydı.1655 Bu görevlilerin haricinde âlimler, ahîler, tekke ve tarikatlar da bu konuda hem toplum hem de sultanları nezdinde bir denetim mekanizması hüveyitini taşımaktaydı. Öte yandan Türkiye Selçuklu sultanlarının diğer dinî zümrelerle ortaya koyduğu örnekliği 1654 Özemre, a.g.e., s. 347. 1655 Türkiye Selçuklu Devleti’nde muhtesiplerin varlığı ve görevleri hakkında bkz. Hasan. B. Abdülmü’min el-Hôyî, Rüsûmu’r-Resâ’il ve Nücûmu’l-Fezâ’il, (haz. Cevdet Yakupoğlu – Namiq Musalı), Hasan b. Abdülmü’min el-Hôyî’nin Kaleminden Selçuklu İnşâ Sanatı, TTK., Ankara 2018, s. 157; Karş. Turan, Resmî Vesikalar, s. 34; Kara, a.g.e., s. 523-526. 329 anlamak adına, “Dinde zorlama yoktur” âyetini1656 ve zımmîlik anlaşmasını hesaba katmak gerekir. İslâm dinine göre Müslümanlara saldırmayan ve onların vasiliğini kabul eden dinî zümreler dinlerini yaşayıp ibadetlerini icrâ edebilirdi.1657 Zımmîlik anlaşmasıyla da bu husus koruma altına alınmıştı.1658 Sultanların, farklı dinî zümrelere yönelik tutumları tek taraflı bir anlayışa işaret eden “hoşgörü” kavramı merkeze alınarak değerlendirildiği için, Türkiye Selçuklu sultanlarının birçoğunun Hristiyan olduğu, Hristiyanlığa meylettiği gibi tarihî bir gerçekliği olmayan tartışmalar ortaya çıkmıştır. Bu yorumlar dahî hoşgörü kavramının, arka plânda bir zaafiyet anlamı barındırdığına işaret etmektedir. Hristiyanlar ve diğer zümreler ile ilişkileri bakımından Türkiye Selçuklu sultanları, zaman zaman İslâm âlimlerince sert eleştirilere de tâbî tutulmuştur. Ancak konunun hoşgörü kavramı çerçevesinde ele alınması, ulemânın bu konudaki eleştirilerinin ve buradan hareketle yapılması gereken tartışmaların önüne set olmaktadır. Meselâ İbnü’l-Arabî gibi büyük bir âlim-mutasavvıf, I. İzzeddîn Keykâvus’a Hristiyanlar ile ilişkilerini konu alan uzunca bir mektup yazmıştır. İbnü’l-Arabî I. Keykâvus’a, Hristiyanlar ile ilişkilerde Şeriat’a göre hareket edilmesi gerektiğini vurgulayarak bu konuda sert uyarılarda bulundu. Müslümanların bu durumu umursamadığını, bunun büyük bir müsibet olduğunu ifade etti. Ayrıca İbnü’l-Arabî, sultana, Hz. Ömer’in zımmîlik hukukuyla ilgili kanununu yazarak, açık şekilde buna göre hareket etmesini istedi. Her ne kadar ehl-i kitap sayılsalarda İslâm dininin son kitabı Kur’ân-ı Kerîm, Hristiyanlığın en temel kaidelerine karşı çıkmaktadır. Hristiyanlığın, Kur’ân-ı Kerîm’e göre batıl kabul edilen inançlarının aleni bir şekilde yayılmasına karşı Türkiye Selçuklu sultanlarının “hoşgörülü” davranması dinî bakımdan övülecek değil yerilecek bir davranıştır. Nitekim İbnü’l-Arabî de bu durumu eleştirmiştir. Ancak bu olay, hoşgörü kavramının perspektifi sebebiyle bambaşka bir açıdan ele alınarak tartışılması gereken birçok konu rafa kaldırılmaktadır. 1656 Bkz. Feyizli, Feyzü’l-Furkan, s. 41. 1657 Mustafa Fayda, “Zımmî” DİA, XLIV, 429. 1658 Zımmîlik anlaşması, İslâm ülkelerinde yaşayan gayr-i müslîm tebaâyı kapsardı. Detaylı bilgi için bkz. Fayda, a.g.m., s. 428-434; Ahmet Yaman, “Zımmî”, DİA, XLIV, 434-438. 330 Sonuç olarak; Türkiye Selçuklu sultanlarının Hristiyanlar başta olmak üzere diğer dinî zümrelerle ilişkilerinde ortaya koyduğu tutum ve davranışlarını, hoşgörü kelimesi yerine müsâmaha kavramı çerçevesinde sabr, adâlet, ihsân, merhamet ve af kavramlarını da hesaba katarak yeniden düşünmek ve değerlendirmek gerekir. Bu şekilde tarihî gerçekliği daha iyi kavramak ve daha isabetli tahlil etmek mümkün olacaktır. Ayrıca bu tutum ve davranışlar, günümüze kadar hoşgörü kavramı çerçevesinde ele alındığı için Şeriat’ın müsâmaha gösterilmesine alan bırakmadığı hususlarda Türkiye Selçuklu sultanlarının ortaya koyduğu tavırlar da eleştirilebilir hâle gelecektir. Hoşgörü ve tolerans kavramlarının, İslâm dinî ve kültürü içerisinde yerinin ne olduğu, Müslüman bir kimsenin hoşgörü ve tolerans sahibi olupolamayacağı, olacaksa bunu nasıl ve ne kadar yapabileceği gibi konular da oldukça önemlidir. Ancak konumuzun daha fazla dışına çıkmamak ve maksadımızı aşmamak adına bu kadarla yetiniyoruz.1659 1659 Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Özemre, a.g.e., s. 345-363. Hoşgörü, tolerans ve müsamaha kavramlarıyla ilgili ortaya koyduğumuz perpektife bazı noktalardan yapılabilecek eleştirel yorumlar ve kelimelerle ilgili daha geniş bilgi için bkz. Ömer Aslan, “Hoşgörü ve Tolerans Kavramlarına Etimolojik Açıdan Analitik Bir Yaklaşım”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 5, sy. 2, (2001), 357-380. 331 SONUÇ Türkiye Selçukluları, XI. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’ya geldikten sonra Bizans gibi yerleşik bir kültürün varlığına, Haçlılar gibi büyük orduların tahribatlarına rağmen bu coğrafyada tutunmayı başardılar. Onlar için XII. yüzyıl, Anadolu’da varolma mücadelesi verdikleri bununla birlikte artık kurumlarını ve kültürlerini inşâ edip, Anadolu’ya kök salmaya başladıkları yüzyıl oldu. XIII. yüzyıl ise, ilk 40 yılında devletin zirveyi gördüğü sonrasında da Moğol istilası sebebiyle yavaş yavaş çöküşe gittiği yüzyıldı. Bu süreç zarfında Türkiye Selçuklu sultanları, dinî anlayış itibariyle amelde Hanefî itikadda ise Mu’tezilî ve Mâturîdî mezheplerine tâbi oldular. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışında amelî alanda Hanefîlik sarsılmaz bir otoriteye sahipti. Ravendî eserinde, “Kûfeden bir meşâle parladı, Irak, Horasan, Rum ve Türkistan o nur ile aydınlandı.” diyerek, Hanefî mezhebinin Anadolu’daki gücüne vurgu yapmıştır. Anadolu’daki ulemâ, fıkhî birikimini büyük ölçüde Türkistan ve Mâverâünnehir coğrafyasında inşâ olunan Hanefî geleneğinden edindi. Anadolu’da, bu coğrayfadan gelen Hanefî mezhebine tâbi din adamları vardı. Bu ekole mensup âlimlerin en eskisi 1108 yılına kadar geri gitmektedir. Zaten Selçukluların Hanefî âlimleri himâye ettiği de bilinen bir gerçektir. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışlarında Türkistan, Mâverâünnehir ve Horasan bölgelerinden gelen âlimler aracılığıyla itikadî olarak çeşitli değişimler olmuştur. Türkiye Selçuklu sultanlarının ilk dönemlerinde itikadî olarak Mu’tezile mezhebi daha baskın görünmektedir. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’e kadarki sultanların ciddi şekilde felsefe, bilim ve astrolojiyle uğraşmaları, âlimlerle münazaralarda bulunmaları ve Hristiyanlarla ilişkilerindeki tutumları başta gelen delillerdendir. Meselâ II. Kılıç Arslan ve II. Rükneddîn Süleyman-şâh’ın, Mu’tezilî âlimlerle görüştüğü ve onların fikirlerini benimsediğini söylemek mümkündür. II. Kılıç Arslan’ın sultanlığı sırasında Kâşânî adlı âlim, sultanın yanında bulunan diğer bir âlimi, fikirleri sebebiyle Mu’tezilî olmakla suçlamıştı. Bununla birlikte Türkiye Selçuklu sultanlarının diğer zümrelere baskı yapacak kadar katı bir Mu’tezilî oldukları da söylenemez. Kanaatimize göre Türkiye Selçuklu sultanları, bu 332 sebeplerden dolayı özellikle İbnü’l-Esîr gibi Eş’arî tarih yazarlarınca itikadları bozuk olmakla suçlanmışlardı. Bahsi geçen sultanlardan sonra Mâturîdîlik itikadî olarak kuvvet kazanmıştır. Türkiye Selçuklu sultanlarının Mâturîdîliği, daha ziyade Türkistan’da teşekkül eden Doğu Hanefiliği üzerinden şekillenmiştir. Bu yüzden onların dinî anlayışlarını ve siyasetlerini bu çerçevenin ortaya koyduğu perspektifle değerlendirmek gerekir. Sultanların felsefeyle ilgilerinde daha ziyade İşrâkîlik ön plâna çıkarken tasavvufta ise yine Mâverâünnehir-Türkistan ekolünün perspektifi etkili olmuştur. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışında, fakîh, kadı ve ulemânın haricinde mutasavvıfların da etkisi büyüktür. Sultanların hizmetindeki âlimler, özellikle de fakîhler, her ne kadar ilmî birikime sahip olsalar da sonuçta devlet görevlisiydiler. Bu sebeple sultanlar ile kurdukları ilişkileri resmî çerçeveyi çok aşamamaktaydı. Mutasavvıf âlimler ise bu konuda daha farklı bir tutumla hareket ettikleri için sultanların üzerinde çok daha etkiliydiler. Özellikle I. Keyhüsrev'den itibaren bu durumu kaynaklarda takip etmek mümkündür. XIII. yüzyılda Anadolu’ya intikal etmeye başlayan tasavvuf, kısa sürede ülkede kendisine yer edindi. Sultanlar tasavvuf erbabını himâye ettikleri gibi Bahâeddîn Veled, Evhâdeddîn Kirmânî, Necmeddîn Dâye, İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sadreddîn Konevî gibi birçok isimle de görüştüler. Denilebilir ki tasavvufun Anadolu’daki doğuşu, Türklerin ve Anadolu’nun İslâmlaşması, İslâm dininin Anadolu’da doğup gelişmesiyle iç içe geçmiş bir süreçtir. Zirâ Türklerin ve Anadolu coğrafyasının İslâmlaşmasında tasavvufun, hem teorik hem de pratik açıdan kuvvetli tesirleri olmuştur. Ancak tasavvufî zümrelerin içerisinde de birbirinden oldukça farklı anlayışlar mevcuttur Bu dönem Anadolu’sunda popüler, heterodoks tasavvufî zümreler başta olmak üzere, Yesevîye, Haydarîyye, Vefâîyye, Kalenderîyye, Rıfaîyye, Kübrevîyye, Sühreverdîyye, Mevlevîyye, Ekberîyye gibi çok çeşitli tarikatlar temsil edilmiştir. Bu anlayışların hangilerinin Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışına etki ettiğinin tespiti önemlidir. Türkiye Selçuklu sultanlarının, özellikle Moğol istilasından kaçarak XIII. yüzyılın başlarında Anadolu'ya gelen âlim ve mutasavvıflardan etkilendigi açıktır. 333 Bu âlimler Türkiye Selçuklu sultanlarına, dinî anlayışlarını daha kitabî ve açık bir şekilde inşâ etme imkanı sağladılar. Selçuklu ülkesinde, XIII. yüzyıl öncesindeki ilmî çalışmalar ile âlimlerin faaliyetleri hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Elbette bunun sebeplerinden biri bu döneme ait elimizdeki kaynakların azlığıdır ancak şurası dikkatten kaçırılmamalıdır ki bu yıllarda ilmî çalışmalar ve âlimlerin faaliyetleri ciddi seviyede olsaydı muhakkak kaynaklara yansırdı. Meselâ Selçuklu Türkiye’sinin en zor yılları 1243 sonrasındaki Moğol tahakkümü dönemidir. Ancak bu yıllarda ilmî çalışmalar ve âlimlerin faaliyetleri hiç olmadığı kadar fazladır. Dolayısıyla XIII. yüzyıl öncesinde de âlimlerin faaliyetleri yoğun olsaydı Moğol dönemindeki gibi bilgi sahibi olurduk. Bu bilgiler, ilmî faaliyetlerin hiç olmadığı anlamına da gelmez ancak bir değişim-dönüşüm meydana getirecek kadar kuvvetli olmadığı açıktır. Zaten Türkiye Selçuklu devletinin temellerinin güçlenip, gelişime başlaması I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in saltanat yıllarına tekabül eder. Bu da XIII. yüzyılın başları demektir. Devletteki bu gelişme Moğol istilasının önünden kaçan ulemânın Anadolu'ya sığınmasına zemin hazırlamıştır. Ulemânın Anadolu’ya gelmesiyle sultanların dinî anlayışında da ciddi bir gelişmenin olduğunun altını tekrar çizmek gerekir. Mecdeddîn İshâk bu bağlamda öne çıkan ilk figürdür. Şeyh Mecdeddîn, büyük mutasavvıf-âlim İbnü’l-Arabî’nin Anadolu'ya gelmesine vesile olmuştu. Şeyh Mecdeddîn İshâk ve İbnü’l-Arabî, Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un yetişmesinde önemli gayretleri olan mutasavvıflardı. Nitekim İbnü’l-Arabî ile I. Keykâvus’un etkileşimi sonraki yıllarda da devam etti. I. Keykâvus sultan olduğunda, İbnü’l-Arabî ile hem mektuplaşmalar hem de yüz yüze yaptığı görüşmeler ile ondan dinî nasihatlar istedi. Keza Evhâdeddîn Kirmânî de I. Keykâvus ile görüşen sûfîler arasındaydı. Kirmânî’nin onun dinî anlayışında etkili olup olmadığı ise belirsizdir. Aynı zamanlarda yine Şehâbeddîn Sühreverdî, Bahâeddîn Veled, Sirâceddîn Urmevî, Necmeddîn Dâye gibi birçok isim Anadolu’ya geldi. Bu âlim ve mutasavvıflar sultanlarla iletişim halindeydiler. Kimi onlara nasihat etti, kimi eserini sunarak onları irşâd etmeye çalıştı, kimi de devlette görev aldı. Menâkıbu’l-Kudsiyye’ye göre I. Alâeddîn Keykubâd, oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev zamanında isyan başlatan Baba İlyas ile görüşürdü. Eser, her ne kadar 334 menkıbe de olsa, taraflar arasında bir iletişim olduğunu kabul etmek makuldür. Buzağı Baba ile IV. Kılıç Arslan’ın ilişkisi de zikretmek gerekir. I. Keykubâd’ın mutasavvıflarla ilişkisi kuvvetli ve geniştir. Şeyh Şehâbeddîn Sühreverdî ve Bahâeddîn Veled bu isimlerin başında gelmektedir. Her iki mutasavvıfın da sultanın dinî anlayışı üzerindeki etkilerinin izini takip etmek mümkündür. Sultanların âlim ve şeyhlerle olan ilişkilerini onların bu zümrelere olan saygısını göstermesi bakımından yorumlayabileceğimiz gibi aynı zamanda bu zümrelerin desteğini alma gayreti olarak da düşünmek elzemdir. Aksi taktirde kurulan ilişkileri anlamak zorlaşacağı gibi bu zeminden hareketle yapılan dinî anlayış yorumları da isabetsiz kalacaktır. Anadolu'ya gelip özellikle de sultanlarla irtibat halinde olan mutasavvıf âlimlerin, sultanların dinî anlayışında ne gibi değişiklikler yaptıklarını tam olarak tespit etmek zordur. Zirâ her ne kadar bu mutasavvıfların görüşlerine sahip olsak da sultanların onlarla kurduğu fikrî ve dinî ilişkinin sultanlara bakan kısmına dair pek bilgiye sahip değiliz. Bu durumda ancak mutasavvıf âlimlerin fikirlerine bakarak sultanların dinî anlayışlarının olası çerçevesi belirlenebilir. Bu da ayrıntılı bir felsefîtasavvufî açıklama yapmayı gerektirmektedir. Özellikle XIII. yüzyılda sultanların yanında sürekli bir şekilde imâm ve âlimler bulunurdu. Bu imâm ve âlimlerin genellikle Türkistan ve Mâverâünnehir kökenli olması, sultanların dinî anlayışlarının bu coğrafyayla bağlantılı bir şekilde oluşmasını sağlamıştır. Meselâ hem âlim hem de bürokrat olması hasebiyle Kemâleddîn Kâmyâr bu bağlantının güzel örnekliklerinden biridir. Yine Anadolu’ya gelmesi için I. Keykubâd’ın davet gönderdiği Raşîdüddîn Ebû Hafs Ömer b. Muhammed el-Andukânî el-Fergânî, Ebû Sa’îd Abdulmecîd b. İsmâil b. Muhammed el-Herevî, onun oğulları, Alâeddîn Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed b. Ebî Ahmed es-Semerkandî de bu isimlere verilebilecek örneklerden birkaçıdır. Bu örnekler, Doğu Hanefî geleneğinin Türkiye Selçuklu Devleti tarafından da benimsendiğini göstermektedir. İbn Bîbî de Amasya Kadısı Fahreddîn el-Buhârî, Konya Kadısı 335 Tirmizî ve Cemâleddîn el-Hutenî gibi isimleri bu ekole mensup olarak nitelemektedir. I. Keykâvus ve özellikle de I. Keykubâd dinî anlayış hususundaki gelişimin zirvesindeki iki isimdir. Bu dönemde Şeriat ülkede kök saldı ve dinî nizâm daha sağlam kuruldu. Bu durum sultanların dinî anlayışının da yerleşik ve kitâbî, daha belirgin ve açık bir hâle ulaşmasına da zemin hazırladı. I. Keyhüsrev’den itibaren kaynakların, sultanların oruç, namaz gibi ibadetlere dikkat ettiğine ve adâleti sağlamaya yönelik ortaya koydukları gayretlere dair vurguları, bu iddiamıza en önemli delillerdendir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi I. Keyhüsrev’e kadarki Selçuklu sultanları Mu’tezile’ye yakın olup, felsefe ve bilimlere meyilliydiler. Bu dönem sultanlarının dinî anlayışlarının oluşumunda bu unsurlar oldukça etkiliydi. Ancak I. Keyhüsrev ve oğullarıyla birlikte felsefe zayıflayıp tasavvuf ön plâna çıkmaya başladı. Bu değişim, dönemin ruhuna da uygundur. Zirâ bu yıllarda tasavvuf, Anadolu'da hızlı bir şekilde yayılmakta, İslâm ülkelerinden birçok sûfî ve şeyh Anadolu'ya gelmekteydi. Bu değişime İbn Battûta da işaret etmektedir. O Anadolu’da Mu’tezilî olmadığını ifade etmektedir. Bu genel çerçeveyle birlikte her bir sultanın aynı zamanda birey olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Bu unutulduğu taktirde tüm sultanları tek bir çizgide değerlendiren ve tarihî gerçekliği olmayan bir anlayış ortaya çıkacaktır. Tarihî gerçek şudur ki sultanların her biri birbirinden farklı olduğu gibi fikir olarak sahip oldukları dinî anlayışı, ufku, hayatlarına ve siyasetlerine yansıtma hususunda da ayrışmaktaydılar. Meselâ I. Keykâvus ve I. Keykubâd, her ikisi de dinî gelişmenin öncülüğünü yapan şahıslardır ancak biraz yakından bakıldığında I. Keykubad’ın I. Keykâvus’tan daha dindar, dinî anlayışını hayatına ve siyasetine daha fazla yansıtan biri olduğu görülecektir. Her iki sultanın hayatlarındaki tavır ve tutumları da bu duruma delil teşkil etmektedir. Şurası da önemli bir noktadır ki sultanların dinî anlayışları ve bağlılıkları onların bulunduğu makamdan bağımsız olarak değerlendirilmemelidir. Tüm gücü elinde bulundurmak, hükmetmek, mallara ve ordulara sahip olmak sultanların dinî 336 anlayışını olumsuz etkilemeye yetecek büyük unsurlardır. Ayrıca Fars kültürüne olan hayranlık ve bağlılıkları da onların siyasetle kurdukları ilişkilerinde belirleyici olmuştur. Her ne kadar saray kültürü İslâm ümmetinde onlardan önce ortaya çıktıysa da Selçuklular, bu modele itiraz edip Hz. Muhammed (sav.) yaşantısına daha uygun bir model ortaya koymak yerine aynı modeli devam ettirmiştir. “Bunun aksi örneği var mıdır?” diye sorulacak olursa, ilk sırada Türkiye Selçuklu sultanlarıyla çağdaş olan Nûreddîn Mahmûd Zengî incelenmelidir. Onun servet ve mal biriktirmediği, kendisine saray inşâ ettirmediği tarihî kaynaklarca detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Türkiye Selçuklu sultanları her zaman kendilerini Müslüman olarak tanımladılar. Bu konuda bazı sultanlarla ilgili Hristiyanlık tartışmaları varsa da bunlar ancak bir takım yakıştırmalardan ibaret kalmaktadır. Türkiye Selçuklu sultanları genel olarak İslâm dini ve Şeriatı’na uymaya çalışmışlardır. Halkla ilişkileri ve hizmet faaliyetleri bu duruma güzel örneklerdendir. Bununla birlikte her sultanda görüldüğü gibi bir takım aykırı faaliyetler de söz konusu olmuştur. Türkiye Selçuklu sultanlarının genel olarak dinî bir siyaset takip ettiklerinden söz edebiliriz ancak bu koyu bir siyasette değildir. En azından Büyük Selçuklular kadar koyu bir dinî siyaset gütmemişlerdir. Bu durumda yaşadıkları coğrafyanın etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Çünkü Türkiye Selçukluları, İslâm medeniyetinin merkez şehirleri ve ilmî havzalarından uzakta hüküm sürdüler. Büyük Selçuklular ise bu şehir ve havzaların merkezinde bulundular. Bu yüzden dinî açıdan tavırları ve siyaset sahnesindeki fiilleri hiç şüphesiz bu durumdan daha çok etkilendi. Türkiye Selçuklu sultanlarının bu bağlamdaki tavırlarını hoşgörü olarak tanımlayanlar da vardır ancak bu durum sadece hoşgörü kavramına indirgenmemelidir. Aksi taktirde diğer merkezlerdeki İslâm anlayışı hoşgörüsüzlük hükmünde anlaşılır. Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışı, esnek ve terkibî bir yapıya sahiptir. Mezhebî bir taassupları bulunmamaktadır. Meselâ onlar, Büyük Selçuklu sultanlarının akrabaları ve aynı hanedanın üyeleri olmalarına rağmen dinî anlayış bakımından akrabalarından farklıdırlar. Bu konuda Tuğrul Bey’in, Alp Arslan’ın, 337 Muhammed Tapar’ın hayatından birçok örneklik vermek mümkündür. Meselâ Tuğrul Bey’in son derece tutucu bir Sünnî olduğu bilinmektedir. Öte yandan Muhammed Tapar’ın son derece dindar bir karaktere sahip olduğu tarihî eserlere yansıyacak kadar gerçektir. Bu sultanlara en çok yaklaşan Türkiye Selçuklu sultanı I. Alâeddîn Keykubâd’dır. Bu tezde, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını ve bu anlayışın siyasî yansımalarını incelerken detaylıca yapılması elzem olan ancak tezin sınırları ve mahiyeti sebebiyle yapamadığımız bir hususu da, bundan sonraki araştırmalara bir zemin oluşturması adına belirtmek istiyoruz. Bu husus, Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını bir bütün anlayışından hareket ederek ele almaktadır. Kastımız şudur: Türkiye Selçuklu sultanlarının dinî anlayışını araştırırken, onlarla çağdaş olan diğer coğrafyadaki sultanların da incelenmesi ve elde edilen bilgilerin bir bütüne dönüştürülmesi, sonrada tüm sultanları bu bütünden hareketle tek tek yeniden anlamak ve yorumlamaktır. Bizim, tezimizde bunu yapmamız mümkün değildi. Zirâ bir ya da birkaç sultanı değil, tüm Türkiye Selçuklu sultanlarını tezimize konu edindik. Ancak yine de detaylarına girmeden –meselâ II. Kılıç Arslan ve Nûreddîn Zengî- bu yöntemi uyguladık ve en azından daha sonraki çalışmalar için bir zemin ve metod oluşturması bakımından bu noktaya işaret etmeyi önemli bulduk. 338 KAYNAKÇA Abdurrahman Câmî: Nefahâtü’l-Üns, (haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), Evliya Menkıbeleri, Pinhan Yay., İstanbul 2011. Abdülazîm Mahmûd edDîb: “Cüveynî, İmamü’l-Haremeyn”, DİA, VIII, 141-144. Abdülaziz Çâvîş: el-Evcine fi’l-İslâm ‘an es’ileti’l-Kenîseti’lAnglikiyye, (çev. Mehmet Âkif Ersoy, haz. İlknur Kirenci), İslâm ve Siyaset: Hz. Ali’nin Bir Emirnâmesi, Büyüyenay Yay., İstanbul 2015. Adalıoğlu, Hasan Hüseyin: “Selçuklular Devri Halifelik Telakkisi”, Geçmişten Günümüze Hilâfet, (ed. M. Sabri Küçükaşçı – Ali Satan – Abdü
XXXXXXXXXXX
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI Sedat KOÇ BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ YÜKSEK LİSANS TEZİ TEZ DANIŞMANI Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU ERZURUM -2013
ÖZET............................................................................................................................... V ABSTRACT...................................................................................................................VI KISALTMALAR DİZİNİ ..........................................................................................VII ÖNSÖZ............................................................................................................................ X GİRİŞ ............................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR ANADOLU AKINLARI 1.1. ÇAĞRI BEY’İN DOĞU ANADOLU SEFERİ...................................................... 7 1.2. TÜRKMENLER’İN ANADOLU AKINLARI.................................................... 15 İKİNCİ BÖLÜM TUĞRUL BEY DEVRİNDE ANADOLU SEFERLERİ 2.1. TUĞRUL BEY DEVRİNDE ANADOLU’YA YAPILAN AKINLARIN NEDENLERİ................................................................................................................. 20 2.2. TÜRKMENLER’İN ANADOLU AKINLARI.................................................... 22 2.3. ŞEHZADE HASAN’IN ŞEHİT EDİLMESİ........................................................ 26 2.4. KAPUTRU (HASANKALE) SAVAŞI................................................................. 27 2.5. LİPARİT’İN SERBEST BIRAKILMASI VE BİZANSLA YAPILAN BARIŞ ANLAŞMASI................................................................................................................. 31 2.6. KUTALMIŞ’IN KARS SEFERİ........................................................................... 34 2.7. TUĞRUL BEY’İN ANADOLU SEFERİ............................................................. 35 2.8. ŞEHZADE VE EMÎRLERİN YAPTIĞI ANADOLU AKINLARI................... 38 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SULTAN ALP ARSLAN DEVRİNDE ANADOLU’YA YAPILAN AKINLAR 3.1. SULTAN ALP ARSLAN’IN ANADOLU SEFERİ............................................. 44 3.1.1. Şehzade Melikşah’ın Doğu Anadolu’daki Fetihleri .................................... 45 3.1.2. Sultan Alp Arslan’ın Sepîdşehr’i Fethi ........................................................ 46 3.1.3. Sultan Alp Arslan’ın Ani’yi Fethi................................................................. 48 II 3.1.4. Sultan Alp Arslan’ın Kars’ı Tabiîyetine Alması ......................................... 54 3.2. EMÎRLERİN YAPTIĞI ANADOLU AKINLARI ............................................. 55 3.3. SULTAN ALP ARSLAN’IN II. KAFKASYA SEFERİ VE KARS’A HÂKİM OLMASI ........................................................................................................................ 58 3.4. MALAZGİRT SAVAŞI 3.4.1. Bizans’ın Durumu .......................................................................................... 60 3.4.2. Romanos Diogenes’in Selçuklular’a Karşı İlk Harekâtı ............................ 61 3.4.3. Romanos Diogenes’in Selçuklular’a Karşı İkinci Harekâtı ....................... 62 3.4.4. El-Basan’ın Bizans’a Sığınması .................................................................... 63 3.4.5. Sultan Alp Arslan’ın Anadolu ve Suriye Seferi........................................... 65 3.4.6. Romanos Diogenes’in Doğu Anadolu’ya Gelişi ........................................... 66 3.4.7. Sultan Alp Arslan’ın Halep’ten Ahlat’a Dönmesi....................................... 68 3.4.8. Bizans ve Selçuklu Ordularının Kuvvetleri ................................................. 70 3.4.9. Bizans’ın Öncü Birliklerinin Yok Edilmesi ................................................. 72 3.4.10. Barış Teşebbüsü İçin Bizans’a Elçilik Heyeti Gönderilmesi.................... 72 3.4.11. Savaş Öncesi Uzlar ve Peçenekler’in Durumu .......................................... 73 3.4.12. Malazgirt Savaşının Başlaması ................................................................... 74 3.4.13. Romanos Diogenes’in Esir Edilmesi ve Bizansla Yapılan Anlaşma ........ 78 3.4.14. Malazgirt Savaşının Sonuçları .................................................................... 79 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 4.1. BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR ARSLAN YABGU VE MİKAİL-OĞULLARI ARASINDAKİ İLİŞKİLER ........................... 83 BEŞİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR MİKAİLOĞULLARI İLE ARSLAN YABGU-OĞULLARININ İLİŞKİLERİ 5.1. TUĞRUL BEY DEVRİNDE ARSLAN YABGU-OĞULLARINA VERİLEN GÖREVLER 5.1.1. Kutalmış’ın Gence Seferi ve Bizansla Mücadelesi ...................................... 86 5.1.2. Kutalmış’ın İbrahim Yınal ile Beraber Rum Gazasına Memur Edilmesi 87 5.1.3. Kutalmış’ın Kars Seferi ................................................................................. 88 III 5.1.4. Kutalmış’ın Musul Seferine Memur Edilmesi............................................. 89 5.2. ARSLAN YABGU-OĞULLARININ BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NE İSYAN ETMELERİ...................................................................................................... 91 5.2.1. Resul Tekin’in İsyanı ..................................................................................... 91 5.2.2. Kutalmış ve Resul Tekin’in İsyanları........................................................... 92 5.3. ALP ARSLAN’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINI ELEGEÇİRMEK İÇİN KUTALMIŞ VE RESUL TEKİN İLE MÜCADELE ETMESİ ............................... 93 5.4. KUTALMIŞ-OĞULLARININ MALAZGİRT SAVAŞINA KATILDIĞINA DAİR BİR RİVAYET................................................................................................... 98 ALTINCI BÖLÜM MELİKŞAH DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 6.1. MELİKŞAH’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI............................ 100 6.2. KUTALMIŞ-OĞULLARININ GELİŞİNDEN ÖNCE ANADOLU’DAKİ DURUM ....................................................................................................................... 101 6.3. KUTALMIŞ-OĞULLARININ ANADOLU’YA GELİŞİ MESELESİ........... 102 6.4. ATSIZ’A KARŞI ŞÖKLÜ İLE İTTİFAK YAPAN KUTALMIŞOĞULLARININ TABERİYYE SAVAŞINDA MAĞLUP OLMALARI .............. 107 6.5. SÜLEYMAN-ŞAH’IN ANTAKYA VE HALEP’İ KUŞATMASI................... 109 6.6. EMÎR PORSUK’UN KUTALMIŞ-OĞULLARI ÜZERİNE GÖNDERİLMESİ....................................................................................................... 112 6.7. SÜLEYMAN-ŞAH’IN ANTAKYA’YI FETHİ................................................. 114 6.8. KURZÂHİL SAVAŞI .......................................................................................... 119 6.9. SÜLEYMAN-ŞAH’IN TUTUŞ İLE SAVAŞI VE ÖLÜMÜ............................. 122 6.10. SULTAN MELİKŞAH’IN SÜLEYMAN-ŞAH’IN OĞULLARINI İSFAHAN’A GÖNDERMESİ.................................................................................... 127 6.11. SULTAN MELİKŞAH’IN EBU’L-KASIM’IN ÜZERİNE PORSUK VE BOZAN’I GÖNDERMESİ......................................................................................... 129 6.12. SULTAN MELİKŞAH’IN ÖLÜMÜ ................................................................ 134 IV YEDİNCİ BÖLÜM BERKYARUK DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 7.1. BERKYARUK’UN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI....................... 136 7.2. I. KILIÇ ARSLAN VE KULAN ARSLAN’IN ANADOLU’YA GELİŞİ....... 138 7.3. KUTALMIŞ-OĞULLARINDAN ALP İLEK’İN ANADOLU’DA GÖRÜNMESİNE DAİR............................................................................................. 139 SEKİZİNCİ BÖLÜM MUHAMMED TAPAR DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 8.1. MUHAMMED TAPAR’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI ......... 141 8.2. I. KILIÇ ARSLAN’IN MUSUL’U ELEGEÇİRİP HUTBEYİ KENDİ ADINA OKUTMASI .................................................................................................. 141 8.3. I. KILIÇ ARSLAN’IN ÇAVLI İLE MÜCADELESİ VE ÖLÜMÜ ................ 145 DOKUZUNCU BÖLÜM SENCER DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 9.1. SENCER’İN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI.................................. 149 9.2. TÜRKİYE SELÇUKLULARI’NIN ORTA ANADOLU’YA ÇEKİLMELERİ.......................................................................................................... 150 9.3. BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN YIKILIŞI ............................................ 151 SONUÇ......................................................................................................................... 152 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 155 EKLER......................................................................................................................... 178 Ek 1. Büyük Selçuklu Soy Kütüğü ............................................................................ 178 Ek 2. Türkiye Selçuklu Soy Kütüğü.......................................................................... 179 Ek 3. Fotoğraflar ......................................................................................................... 180 ÖZGEÇMİŞ................................................................................................................. 182 V ÖZET YÜKSEK LİSANS TEZİ BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ Sedat KOÇ Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU 2013, 182 Sayfa Jüri: Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU (Danışman) Yrd. Doç. Dr. Ümit KILIÇ Doç. Dr. Ersin GÜLSOY Gazneli Mahmud tarafından hile ile yakalanarak Kalincar kalesine hapsedilen Arslan Yabgu’nun 1032 yılında ölümünün ardından Selçuklu idaresi Arslan Yabgu ailesinden Mikail-oğulları ailesinin eline geçti. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler idareyi ellerine geçirdikten kısa bir süre sonra Gazneliler’e karşı bağımsızlık mücadelesine başladılar. Selçuklular’ın 1040 yılında Dandanakan zaferinin ardından Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmalarıyla özlemiş oldukları tam bağımsızlığa kavuşmuş oldular. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin yanında yer almış olan Kutalmış, Büyük Selçuklu tahtında hak iddia ederek isyan etti. Kutalmış, Sultan Alp Arslan ile giriştiği taht mücadelesi sonucunda bu yolda hayatını kaybetti. Hanefi mezhebine bağlı olan Büyük Selçuklu Devleti Sünni akideyi benimseyip Sünni İslâm dünyasının koruyuculuğunu yapmaktaydı. Anadolu’da 1073 yılında tarih sahnesine çıkan Kutalmış-oğullarından Alp İlek ve Devlet, Selçuklu emîrlerinden Atsız’a karşı Şöklü ve Şiî halifesiyle ittifakta bulundular. Süleyman-Şah da 1082 yılında Çukurova’ya başarılı bir sefer yaptıktan sonra Trablus-Şam emîrinden Şiî hatip istedi. Kutalmış-oğullarının Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı giriştikleri mücadelede Şiî unsurunu büyük bir koz olarak kullandığını görmekteyiz. Türkiye Selçuklu hükümdarı ve şehzadeleri amcazâdeleri ile olan mücadeleden dolayı Sünni Abbasi halifesi yerine Şiî Fatımîler ile ilişki kurdular. Süleyman-Şah Bizans’a karşı Batı Anadolu sınırını güvence altına aldıktan sonra batıya göre daha zengin ve gelişmiş olan doğuya yönelmişse de Tutuş ile giriştiği mücadele sonucunda hayatını kaybetti. Anadolu’daki Haçlı seferlerine bir set çeken I. Kılıç Arslan da babası gibi doğuya yönelip Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı mücadeleye girişince hayatını kaybetti. Büyük Selçuklular 1141 yılında Karahitaylar tarafından Katvan savaşında mağlup edilmeleriyle yıkılma sürecine girdiler. 1157 yılında Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla Büyük Selçuklu-Türkiye Selçuklu ilişkileri son buldu. Anahtar Kelimeler: Mikail-oğulları, Kutalmış-oğulları, Kutalmış, Süleyman-Şah, I. Kılıç Arslan, Yabgulular, Anadolu, Selçuklular, Antakya, Halep VI ABSTRACT MASTERY THESIS THE GREAT SELJUKS –THE TURKEY SELJUKS RELATIONSHIP Sedat Koç Advisor: Assist. Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU 2013, 182 Page Jury: Assist. Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU (Advisor) Assist. Yrd. Doç. Dr. Ümit KILIÇ Assoc. Doç. Dr. Ersin GÜLSOY After the death of Arslan Yabgu in 1032, who was caught by tricks and imprisoned into Kalincar castle by Gazneli Mahmud, the administration of Seljuks was taken over from Arslan Yabgu family to the Mikail-sons family. A short time after Tugrul Bey and Çagrı Bey took over the administration they started freedom struggle over Gaznelis. The Seljuks after the victory of Dandanakan in 1040 by founding The Great Seljuks they came together with the full freedom they missed too much. Kutalmış, who took place beside Tugrul and Çağrı Beys in the foundation of Great Seljuks State, rebelled by claiming right in the throne of Seljuks. Kutalmış, lost his life on the way in the struggle of throne he undertook with Sultan Alp Arslan. The Great Seljuks State that was connected to Hanefi Sect by adopting Sunnı faith was guarding Sunnı Islam World. From Kutalmış-sons Alp İlek and State, who entered to the history stage in Anatolia in 1073 United with Shiite and Şöklü Caliphate over Seljuks Emirate Atsız. After a successful state of war by Suleyman-Shah in 1082 to Çukurova he demanded Shiite preacher from Trablus-Damascus Emirate. The struggle that the Kutalmış-sons interfered over Great Seljuks we see that they used the Shiite element as a big trumps. Because of their struggle over their cousins the Turkey Seljuks ruler and Sultan’s sons instead of Abbasi caliphate they set up relationship with Shiite Fatimis. After Suleyman-Shah guaranteed the Western Anatolian border over Byzantine he even headed to east where is richer and more developed he lost his life in the struggle he interfered with Tutus. I. Kılıç Arslan, who strengthened war states of crusaders in Anatolia, lost his life while he headed to east like his father and interfered struggle with Great Seljuks. The Seljuks entered to destruction process by defeated to Karahıtays in 1141 in Katvan War. By the defeat of The Great Seljuks in 1157 The Great SeljuksTurkey Seljuks relationship ended. Key Words: Mikail-sons, Kutalmıs-sons, Kutalmıs, Suleyman-Shah, I. Kılıc Arslan, Yabgulular, Anatolia, Antakya, Aleppo VII KISALTMALAR DİZİNİ AB : Akademik Bakış AÜÇMYHE : Atatürk Üniversitesi Çalışmalarını Muhite Yayma ve Halk Eğitimi AÜEFSBD :Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi AÜFEF : Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi AÜGSED : Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi AÜİF : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi AÜİFD : Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi AÜTAED : Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi AÜTTAUAM : Atılım Üniversitesi Türkiye Tarih Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Bkz. : Bakınız BTTD : Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Çev. : Çeviren DGBİT : Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi DİBD : Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi DTCFD : Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi DTCFTAD : Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi Ed. : Editör ETSO : Erzurum Ticaret ve Sanayi Odası EÜSBED : Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi FÜ : Fırat Üniversitesi FÜFHAM : Fırat Üniversitesi, Fırat Havzası Araştırma Merkezi FÜSBD : Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi GATSEB. : Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı GEFD : Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi GÜTD : Gazi Üniversitesi Türkiyat Dergisi Haz. : Hazırlayan HS : History Studies HTM : Hayat Tarih Mecmuası VIII İA. : İslam Ansiklopedisi İSAM. : İslam Araştırmaları Merkezi İÜ : İstanbul Üniversitesi İÜEF : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İÜEFD : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi İÜEFTD : İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı MKD : Milli Kültür Dergisi MSKMSB : Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri MÜİFV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Neşr. : Neşreden NŞAD : Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi OD : Orkun Dergisi s. : Sayfa SAD : Selçuklu Araştırmaları Dergisi SÜSAM : Selçuk Üniversitesi, Selçuklu Araştırmaları Merkezi TAD : Türkiyat Araştırmaları Dergisi TDAD : Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi TDAV. : Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı TDK. : Türk Dil Kurumu TDTD : Türk Dünyası Tarih Dergisi TED : Tarih Enstitüsü Dergisi TİD : Tarih İncelemeleri Dergisi TKD : Türk Kültürü Dergisi TKAD : Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi TKAE. : Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü TM : Türkiyat Mecmuası TS : Turkish Studies TTK. : Türk Tarih Kurumu TYD : Türk Yurdu Dergisi USAD : Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Yay. : Yayınlayan IX YT. : Yeni Türkiye YYÜFEFSBD : Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi X ÖNSÖZ Arslan Yabgu, 1025 yılında Gazneli Sultanı Mahmud tarafından hile ile esir edilip Kalincar kalesine hapsedildi. Arslan Yabgu’nun Kalincar kalesinde ölmesi üzerine Selçuklu Türkmenlerinin idaresi Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin eline geçti. Selçuk’un ölümünden sonra Türkmenlerin başına Arslan Yabgu geçmişse de onun ölümüyle beraber Selçuklu idaresi el değiştirerek Arslan Yabgu ailesinden Mikailoğulları ailesine geçti. Arslan Yabgu-oğulları ve Mikail-oğulları arasındaki mücadelenin temelini bu iktidar değişikliği oluşturmuştur. Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra onun oğulları ellerine geçen her fırsatta Büyük Selçuklu tahtında hak iddia ederek isyan etmişlerdir. Arslan Yabgu-oğullarından Kutalmış bu amacı gerçekleştirmek için Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı isyan etmişse de Alp Arslan’a mağlup olup ölmüştür. Eski Türk geleneklerinde ülkenin hanedan üyelerinin ortak malı olması diğer şehzadelerin Büyük Selçuklu tahtında hak iddia edebileceği anlamına gelmekteydi. Bu da ülkenin taht karışıklıkları yaşanmasına neden olmaktaydı. Bazen de idarenin bölünmesine kadar taht mücadelesi devam etmekteydi. Kutalmış’ın ölümünden sonra onun oğulları Alp Arslan tarafından devlet merkezine sevk edildiler. Kutalmış-oğullarının devlet merkezinden Anadolu’ya gelişleri hakkında kaynakların verdiği çeşitli ve çelişkili bilgilerden dolayı hâlâ tartışma konusudur. Bazı tarihçiler Kutalmış-oğullarının Alp Arslan’ın ölümünden sonra meydana gelen otorite boşluğundan faydalanarak Anadolu’ya geldiğini belirtmişlerse de bazı tarihçiler de Kutalmış-oğullarının Melikşah tarafından Anadolu’ya gönderildiğini kaydederler. Kutalmış-oğlu Süleyman-Şah İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurduktan sonra doğuya yönelip amcazâdeleri ile mücadeleye başladı. Bu mücadele sonucunda Süleyman-Şah babasının akıbetinden kurtulamayarak öldü. Süleyman-Şah’ın zamansız bir şekilde ölmesi Bizans’ın beklediği fırsatı vermiş oldu. Babalarının ölümünden sonra esir edilip Büyük Selçuklu merkezine gönderilen I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan’ın İznik’e geri dönmesi hakkında kaynaklarda bir birlik yoktur. Bazı kaynaklar bu iki şehzadenin Melikşah’ın ölümünden sonra meydana gelen otorite boşluğundan faydalanarak Anadolu’ya kaçtığını belirtmişlerse de, bazı kaynaklar da bu şehzadelerin bizzat Berkyaruk tarafından serbest bırakıldığını kaydetmektedirler. XI Kılıç Arslan’ın babası Süleyman-Şah gibi doğuya yönelmesi onun ölümüyle sonuçlandı. İki büyük hükümdarını bu uğurda kaybeden Türkiye Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılışına kadar Anadolu içlerine çekildiler. Türkiye Selçuklu Devleti’nin tam bağımsız olup olmadığı günümüzde hala tartışma konusudur. Bazı tarihçiler Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılışına kadar tam bağımsız olmadığını belirtirken; diğer tarihçiler ise Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Büyük Selçuklu Devleti’nden tamamen bağımsız olduğunu kaydetmektedirler. Büyük Selçuklu Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti arasında meydana gelen mücadelelere ışık tutacağını düşündüğümüz çalışmamız, 985-1157 yılları arasındaki zamanı kapsamaktadır. Hazırlamış olduğum bu çalışmanın yazım öncesi ve sonrasında yardımlarını esirgemeyen sayın hocam Yrd. Doç. Dr. Hasan GEYİKOĞLU’na ve Kemal TAŞÇI’ya sonsuz saygı ve teşekkürlerimi arz ederim. Erzurum - 2013 Sedat KOÇ 1 GİRİŞ Oğuzlar, X. Yüzyılda Sir Derya (Seyhun) ile Hazar Denizi’nin doğusu ve Aral Gölü arasındaki bölgede yaşıyorlardı. X. Yüzyılın başında Oğuz Devleti’ni Yabgu1 unvanı taşıyan bir hükümdar idare etmekteydi. Cesurluğu, devlet işlerinde mahareti ile tanınan ve Selçuklu ailesinin atası olan Dukak, bu devlet teşkilatında kuvvetli bir askeri ve siyasi mevkie sahipti.2 Dukak, Oğuzlar arasında “Temir-Yalıg” (demir yaylı) lakabı ile anılmakta idi ki, bu lakap, onun devlet içerisindeki yerini göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü eski Türk geleneklerinde yay hâkimiyet alâmeti idi ve metbuluğu temsil ederdi.3 Yabgu’nun, bir Türk zümresi ya da İslâm ülkelerine doğru yürümek için asker toplatması üzerine Dukak, onu bu kararından vazgeçirmeye çalıştı.4 Aralarındaki konuşma esnasında Yabgu, Dukak’ın sert konuşmalarına tahammül edememiş ve Dukak’ın yüzüne bir tokat atmıştı. Bu harekete kızan Dukak da elindeki gürzle Yabgu’yu kafasından yaraladı. Meselenin büyümesi üzerine ileri gelen devlet adamlarının aracılığıyla Yabgu ve Dukak barıştırıldı. Bu hadisenin sonuçlanmasından sonra da Selçuk5 doğdu.6 Dukak vefat ettiği zaman oğlu Selçuk 17-18 yaşlarında idi. Dukak’ın ölümünden bir müddet sonra şahsi meziyetlerinden dolayı kuvvet ve şöhret kazanan Selçuk, Yabgu tarafından önemli bir mevki olan, ordu komutanlığı anlamına gelen “subaşı” görevine getirildi. Selçuk adet gereğince Oğuz hükümdarının sarayına gittiğinde Hatun (kraliçe) ve çocuklarının önünden geçerek onların üstünde, hükümdarın hemen yanındaki 1 Oğuz Türklerinin hükümdarına Yabgu denir. Bu unvan Karluk hükümdarlarına da verilirdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnamesi ve Ekler, (Haz. R. Şeşen), Yeditepe Yay., İstanbul 2010, s. 16. 2 Erdoğan Merçil, ”Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 597. 3 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, MEB Yay., İstanbul 1992, s. 4. 4 İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi, El-Kâmil Fî’t Tarih I-XII, (1851-1876), (Çev. A. Özaydın, A. Ağırakça, B. Eryarsoy, Z. Tüccar, Y. Apaydın, A. Köşe), Hikmet Neşriyat Yay., İstanbul 2008, VIII, s. 76. 5 Salçuk, Selçük, Selçığ, Salçug, Selçuk şekillerinde söylenen bu kelimenin Türkçede “Selçuk” şeklinde telaffuz edilmesi umumileşmiştir. Bu kelimenin Selçuk şekli ile “Küçük Sel”, Salçug şekli ile “Mücadeleci” anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Kelimenin aslında “Salçuk” olması gerektiğini ileri süren Marquart’a karşılık V. V. Barthold ve L. Rasonyi, “Selçük” şeklinde ifade eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. V. V. Barthold, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, (1927), (Haz. K. Y. Kopraman-İ. Aka; Çev. R. H. Özdem), TTK Yay., Ankara 2006, s. 83; L. Rasonyi, “Selçuk Adının Menşeine Dair”, Belleten, III (10), (Nisan 1939), s. 377-381. 6 Mevdûdî, Selçuklular Tarihi I-II, (1954), (Çev. A. Genceli), Hilal Yay., Ankara 1971, I, s. 65-66; Salim Koca, “X. Yüzyılda Türkistan’da bir İslâm Seyyahı Gözüyle Türkler”, MKD, III (1), (Haziran 1981), s. 48. 2 tabureye oturdu. Genç kumandanın bu hareketi Hatun’a çok ağır geldi. Selçuk saraydan gidince Hatun, kocasına bu oğlanın daha bu yaşta küstahlık yaptığını, eğer bu durum bir müddet daha böyle giderse işin nereye varacağının belli olduğunu, zaten halkın da Selçuk’a itaat ettiğini söyledi. Bu sözler Yabgu’ya tesir edince Selçuk’u ortadan kaldırmanın çarelerini aramaya başladı. Keza Yabgu’nun kendi hakkındaki niyetini öğrendikten sonra Selçuk’un tek düşüncesi Yabgu’nun gazabından kurtulmaktı.7 Yabgu’nun Selçuk’u ortadan kaldırmak için çareler araması ve Selçuk’un emri altındakilerin kalabalık oluşları, yer darlığı ve otlak yetersizliği gibi sebeplerden dolayı Selçuk, Oğuz Devleti’nin kışlık başkenti Yeni-kent şehrinden ayrıldı. Selçuk, beraberinde, Kınık8 boyu mensupları olmak üzere yanlarına çok sayıda at, deve, koyun ve sığır sürüleri alarak yine bir Oğuz şehri olan Cend’e9 gitti. 10 Cend bölgesi, İslâm ve Türk memleketlerinin birleştiği ve içinde Türklerle Müslümanların birlikte yaşadığı bir sınır şehri idi.11 Selçuk, Türk diyarından İran diyarına gelince İranlıların Müslüman olduklarını görmüştü. Adamlarıyla istişare sonucunda, “biz içinde yaşamak istediğimiz bu memleket halkının dinini kabul etmez ve onların törelerine uymazsak hiç kimse bize yardım etmez ve biz tek başımıza azınlık olarak kalırız“ diyerek İslâm dinini kabul etti. Selçuk, Harezm’in Zandak valisine haber göndererek kendilerine İslâm dinini öğretecek Müslüman din adamları gönderilmesi isteğinde bulundu. Zandak valisi de birçok kıymetli hediyeyle birlikte bir din adamı gönderdi ve bu sayede İslâmiyet Cend’e göç eden Oğuzlar arasında hızla yayılmaya başladı.12 Selçuk, Cend’e göç eden
Eryarsoy, Z. Tüccar, Y. Apaydın, A. Köşe), Hikmet Neşriyat Yay., İstanbul 2008, VIII, s. 76. 5 Salçuk, Selçük, Selçığ, Salçug, Selçuk şekillerinde söylenen bu kelimenin Türkçede “Selçuk” şeklinde telaffuz edilmesi umumileşmiştir. Bu kelimenin Selçuk şekli ile “Küçük Sel”, Salçug şekli ile “Mücadeleci” anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Kelimenin aslında “Salçuk” olması gerektiğini ileri süren Marquart’a karşılık V. V. Barthold ve L. Rasonyi, “Selçük” şeklinde ifade eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. V. V. Barthold, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, (1927), (Haz. K. Y. Kopraman-İ. Aka; Çev. R. H. Özdem), TTK Yay., Ankara 2006, s. 83; L. Rasonyi, “Selçuk Adının Menşeine Dair”, Belleten, III (10), (Nisan 1939), s. 377-381. 6 Mevdûdî, Selçuklular Tarihi I-II, (1954), (Çev. A. Genceli), Hilal Yay., Ankara 1971, I, s. 65-66; Salim Koca, “X. Yüzyılda Türkistan’da bir İslâm Seyyahı Gözüyle Türkler”, MKD, III (1), (Haziran 1981), s. 48. 2 tabureye oturdu. Genç kumandanın bu hareketi Hatun’a çok ağır geldi. Selçuk saraydan gidince Hatun, kocasına bu oğlanın daha bu yaşta küstahlık yaptığını, eğer bu durum bir müddet daha böyle giderse işin nereye varacağının belli olduğunu, zaten halkın da Selçuk’a itaat ettiğini söyledi. Bu sözler Yabgu’ya tesir edince Selçuk’u ortadan kaldırmanın çarelerini aramaya başladı. Keza Yabgu’nun kendi hakkındaki niyetini öğrendikten sonra Selçuk’un tek düşüncesi Yabgu’nun gazabından kurtulmaktı.7 Yabgu’nun Selçuk’u ortadan kaldırmak için çareler araması ve Selçuk’un emri altındakilerin kalabalık oluşları, yer darlığı ve otlak yetersizliği gibi sebeplerden dolayı Selçuk, Oğuz Devleti’nin kışlık başkenti Yeni-kent şehrinden ayrıldı. Selçuk, beraberinde, Kınık8 boyu mensupları olmak üzere yanlarına çok sayıda at, deve, koyun ve sığır sürüleri alarak yine bir Oğuz şehri olan Cend’e9 gitti. 10 Cend bölgesi, İslâm ve Türk memleketlerinin birleştiği ve içinde Türklerle Müslümanların birlikte yaşadığı bir sınır şehri idi.11 Selçuk, Türk diyarından İran diyarına gelince İranlıların Müslüman olduklarını görmüştü. Adamlarıyla istişare sonucunda, “biz içinde yaşamak istediğimiz bu memleket halkının dinini kabul etmez ve onların törelerine uymazsak hiç kimse bize yardım etmez ve biz tek başımıza azınlık olarak kalırız“ diyerek İslâm dinini kabul etti. Selçuk, Harezm’in Zandak valisine haber göndererek kendilerine İslâm dinini öğretecek Müslüman din adamları gönderilmesi isteğinde bulundu. Zandak valisi de birçok kıymetli hediyeyle birlikte bir din adamı gönderdi ve bu sayede İslâmiyet Cend’e göç eden Oğuzlar arasında hızla yayılmaya başladı.12 Selçuk, Cend’e göç eden maiyetiyle birlikte İslâmiyet’i kabul ettikten sonra 7 M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi I- III (Kuruluş Devri), (3. Baskı), TTK Yay., Ankara 2000, I, s. 12-13. 8 Selçukluların mensup olduğu Kınık boyu Oğuz boyları arasında itibar sahibi ve nüfuzlu bir boydur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mahmûd Kâşgarî, Divânü Lügâti’t-Türk I-IV, (1333), (Çev. B. Atalay), TDK Yay., Ankara 1992, I, s. 35; H. Namık Orkun, Oğuzlara Dair, Ulus Yay., Ankara 1935, s. 9-10. 9 İslâm coğrafyacıları bugünki Kazakistan sınırları içerisinde yer alan Sırderya’nın aşağı kısımlarında Oğuzların yaşadığı üç şehirden bahsederler ki (Yengikent, Huvâre) bunlardan biri de Cend’dir. Cend şehri, Sırderya (Seyhun nehri) kıyısında bugün mevcut olmayan tarihi bir şehirdir. Cend, nehrin sağ kıyısında Harezm’e on günlük mesafede bugünki Kızılorda şehrinin yakınında Müslüman tüccarlar tarafından kurulmuştu. Ayrıntılı bilgi için bkz. Barthold, s. 47-48; Abdülkerim Özaydın, “Cend”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1993, VIII, 359. 10 İbrahim Kafesoğlu, “Büyük Selçuklu Devleti”, Türk Dünyası El Kitabı, TKAE Yay., Ankara 2001, s. 321; Feda Şamil Arık, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”, MKD, II (6-7-8), (Kasım-Aralık 1980), s. 73. 11 İbrahim Kafesoğlu, Türk- İslâm Sentezi, Ötüken Yay., İstanbul 1999, s. 97. 12 Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi I-II, (1932), (2. Baskı), (Çev. Ö. Rıza Doğrul), TTK Yay., Ankara 1987, I, s. 293; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, (12. Baskı), Ötüken Yay., İstanbul 2010, s. 67-68; Köymen, s. 21-22. 3 Sünniliği benimseyip Hanefi mezhebini kabul ettiler. 13 Oğuzlar’ın İslâmiyet’i kabul etmelerinde Müslümanlar ile aralarındaki ticari ilişkilerin de önemli bir payı vardı. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Selçuk bu bölgede giderek kuvvet kazanmaya başladı.14 Selçuklular’ın Cend’e (Darü’l-Harb’den Darü’l-İslâm’a) göç etmesinden sonra Oğuz Türkler’i arasında İslâmiyet’i kabul etmiş olanlar, Müslüman Türk anlamına gelmekte olan Türkmen diye adlandırılmaya başlanmıştır. Bazı Arap müellifler tarafından Türkmen ismi yanlış bir ifadeyle “Türk’e Benzer” anlamında kullanıldı.15 Cend bölgesi, Müslümanların çok olduğu bir sınır bölgesi olması, Yabgu idaresinin burada zayıf olması ve İslâmiyet’in bu coğrafyada hızlı yayılması dolayısıyla, Selçuk için çok müsait bir bölge idi. Yabgu’nun Cend şehrinde hâkimiyeti sadece yılda bir defa gelen memurlarının vergi almasından ibaretti. Yabgu’nun memurları, yıllık haraçlarını toplamak için Cend şehrine geldiklerinde Müslümanların kâfirlere vergi vermesinin doğru olmadığını düşünen Selçuk tarafından bu bölgeden kovuldular. Selçuk, Yabgu’nun memurlarını bu bölgeden çıkarttıktan sonra sürülerini götüren bu kâfir ırktaşlarına karşı bir akın yaparak onları mağlup etti. Bu akın esnasında Yabgu Devleti’nden hoşnutsuz olan Cend halkı da Selçuk’a askeri destek sağladı.16 Yabgu’ya karşı cihada başlamış olan Selçuk, önce bir kısım Müslümanların yardımını sağladı ve Müslüman olmayan Oğuzlar ile savaşmak için kendisine katılan Türkmenlerle birlikte Cend’de Yabgu’nun hâkimiyetine son verdi. Böylece Selçuk, Cend’de müstakil bir beylik kurmayı başardı. Cend’de cihat anlayışıyla hareket eden Selçuk bir İslâm gazisi oldu ve “el-Melik’ül-Gazi Selçuk bin Tukak“ unvanını aldı. Selçuk ve oğullarının bu faaliyetleri bölgedeki ağırlıklarını pekiştirirken, bir yandan da komşu Müslüman ülke hükümdarları nezdinde önemli bir şöhret kazandırıyordu.17 Selçuklular’ın varlıklarının bu ilk safhasında çevrelerinde ikisi Türk olmak üzere üç büyük Müslüman devlet vardı. Bunlardan birincisi İslâm’ın doğu hududu üzerinde bir Türk devleti olan Karahanlılar (840-1212) idi. Güneydoğu hududundaki diğer Türk 13 Carl Brockelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, (1939), (Çev. N. Çağatay), TTK Yay., Ankara 1992, s. 141; Kasım Kufralı, “Gazneli ve Selçuklular Devrinin Tezkir Muhiti”, IV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1948, s. 267. 14 Faruk Sümer, “Oğuzlar”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2007, XXXIII, 327. 15 Faruk Sümer, “X. Yüzyılda Oğuzlar“, DTCFD, XVII (1-2), (Mart-Haziran 1959), 161-162; Faruk Sümer, “Oğuzlar’a Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCFD, XVI, (1-2), (Mart-Haziran 1988), 402-404. 16 Turan, s. 66-69. 17 Kafesoğlu, ”Büyük Selçuklu Devleti”, s. 322; Merçil, s. 598. 4 devleti bugünkü Afganistan ve Pakistan toprakları üzerinde hâkimiyetini sürdüren Gazneliler (962-1183) idi. Üçüncü büyük devlet, Mâverâünnehr’e ve Horasan’a hâkim olan Sâmân-oğulları (819- 1005) idi.18 Karahanlı hükümdarı Buğra Han Harun b. İlig19 , Sâmâni başkenti Buhara’yı zapt edince (992) Sâmâni emîri II. Nuh, Selçuk’a haber gönderip yardım etmesi için talepte bulundu.20 Selçuk da oğlu Arslan (İsrail) kumandasında bir kuvveti yardım için gönderdi. Arslan bu esnada Oğuz devlet teşkilatına uygun olarak “Yabgu“ unvanı taşıyordu. Buğra Han’ın Buhara’dan çekilmesine hastalığı kadar, Arslan Yabgu idaresindeki Oğuzlar da sebep oldu. Sâmâni emiri II. Nuh, Buhara’yı geri aldığı gibi Oğuzlar ile birleşerek, çekilmekte olan Karahanlı kuvvetlerine taarruz etti ve ağırlıklarını yağmaladı.21 Bu zaferden sonra Selçuk ve maiyetinin nüfuzu arttı. Artık Mâverâünnehr’in siyasi işlerine müdahale edebilme kudretine eriştiler. 22 II. Nuh, Selçuk’un yapmış olduğu bu yardıma karşılık, Selçuklu Oğuzlar’ına Buhara ve Semerkand arasındaki Nur kasabasını yurtluk olarak verdi. Nur kasabasına yerleşen Selçuklu Oğuzları, bu bölgeleri diğer Türk akınlarına ve Karahanlılar’a karşı korumak görevini de üstlerine almış oluyorlardı. Cend bölgesinden Nur kasabası ve civarındaki otlaklara sürüleri ile gelenler Selçuk’un oğlu Arslan Yabgu idaresindeki Oğuzlar idi. Selçuk ile beraber olanlar yine Cend ve civarında kalmışlardı.23 Sâmâni topraklarına giren İlig Han Nasr, Sâmâniler’in başkenti Buhara’yı zapt etmiş, böylece Sâmâni Devleti fiilen ortadan kalkmış (999) ve Mâverâünnehr Karahanlılar’ın eline geçmişti. Son Sâmâni emîri olan II. Abdülmelik ve hanedan mensupları Karahanlı başkenti Özkent’e gönderildi.24 Gazneli Devleti hükümdarı Sultan Mahmud’un da aynı devlete ait Horasan’a el koyması, kuvvetler dengesinin değişmesine ve Türkmenler’in Karahanlı Devleti’nin 18 Köymen, s. 36-37. 19 Karahanlılar’da unvan olan bu kelimenin hakiki telaffuzu “İlig“ olup, Türk hükümdarlara mahsus bir unvandır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Turan, “İlig Unvanı Hakkında“, TM, VII-VIII, İstanbul 1940- 1942, s. 192. 20 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 77. 21 Erdoğan Merçil, Büyük Selçuklu Devleti Siyasi Tarih, (2. Baskı), Nobel Yay., Ankara 2008, s. 4. 22 Mevdûdî, I, s. 71-72; Abdülkerim Özaydın, “Selçuk Bey”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2009, XXXVI, 365. 23 Abdülkerim Özaydın, ”Arslan b. Selçuk”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1991, III, 402. 24 Aydın Usta, ”Sâmâniler”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2009, XXXVI, 64. 5 kıskacı arasında sıkışıp kalmasına yol açtı. Oğuzlar bu güç durumdan kurtulmak için Karahanlılar ile mücadeleye her an hazır olarak bulunuyorlardı.25 Özkent’teki hapishaneden kaçan Ebû İbrahim İsmail el-Muntasır, Karahanlılar’a karşı mücadeleye başladı. Arslan Yabgu idaresindeki Oğuzlar da bol ganimet umuduyla Muntasır’a katıldılar. 26 Muntasır onların yardımıyla Zerefşân vadisinde Subaşı Tegin’in ordusunu ve daha sonra Semerkand yakınında İlig’in birliklerini yendi (1003).27 Muntasır, Oğuzlar ile anlaşmazlığa düşünce onların yanından ayrılarak Ceyhun nehrini geçip Amul’e gitti.28 Muntasır, tekrar işbirliği yaptığı Arslan Yabgu idaresindeki Türkmenler ile Burnamad’da İlig Han’ı mağlup etti (1004).29 Arslan Yabgu ve emrindeki Türkmenler’in, yurtlarına dönmesiyle zayıflayan Muntasır, Karahanlılar karşısında yenilgi aldı.30 100 veya 107 yaşında olan Selçuk, 1007 yılında Cend şehrinde öldü.31 Türkmen hükümdarlardan birinin kızı ile evlenmiş olduğu rivayet edilen Selçuk’un dört oğlu vardı: Mikail, Arslan (İsrail), Yusuf (Yınal) ve Musa (Yabgu)32 adlarını taşımaktaydılar. En büyük oğlu olan Mikail babası hayatta iken Müslüman olmayan Oğuzlar ile savaştığı sırada ölmüştü; onun evlatları Tuğrul (Muhammed) ve Çağrı (Davud) Beyler dedeleri Selçuk tarafından yetiştirilmiştir. Selçuk’un ölümü ile ailenin 25 Köymen, s. 62-63; Salim Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997, s. 50. 26 V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, (1900), (Çev. ve Haz. H. Dursun Yıldız), TTK Yay., Ankara 1990, s. 288-289; Ekber N. Necef, Karahanlılar, Selenge Yay., İstanbul 2005, s. 280; O. Pritsak, “Karahanlılar”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, VI, s. 255. 27 V. V. Barthold, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, (1900), (Çev. D. Ahsen Batur), Selenge Yay., İstanbul 2010, s. 280; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, TTK Yay., Ankara 2002, s. 14. 28 Aydın Usta, Şamanizimden Müslümanlığa Türklerin İslamlaşma Serüveni (Sâmâniler Devleti 874- 1005), Yeditepe Yay., İstanbul 2007, s. 337. 29 Faruk Sümer, ”Oğuzlar”, İA, MEB Yay., İstanbul 1964, IX, 382; Z. Velidi Togan, Karahanlılar 1966- 1967 Ders Notları, Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi, Mavi Salon, numara 0036890, s. 18. 30 G. Agacanov, Oğuzlar, (1969), (Çev. Ekber N. Necef- Ahmet Annaberdiyev), (5. Baskı), Selenge Yay., İstanbul 2010, s. 269. 31 Köymen, s. 62; Özaydın, “Selçuk Bey”, s. 365; Sencer Divitçioğlu, Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2001, s. 82. 32 İbnü’l-Esîr’e göre Selçuk’un Arslan, Mikail, Musa adlı üç oğlu vardı. Er-Râvendî’ye göre Selçuk’un Mikail, Musa, İsrail, Yunus adlı dört oğlu vardı. Aksarayî’ye göre Selçuk’un Mikail, İsrail, Musa, Yunus ve Ahmed adlı beş oğlu vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbnü’l Esîr, VIII, s. 77; Muhammed b. Ali b. Süleyman Er-Râvendî, Rahat-üs Sudûr ve Âyet-üs Sürûr I-II, (1921), (Çev. A. Ateş), TTK Yay., Ankara 1999, I, s. 86; Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l- Ahbâr ve Müsâyeretü’l Ahyâr, (1944), (Çev. M. Öztürk), TTK Yay., Ankara 2000, s. 6; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, TM, XIII, İstanbul 1958, s. 117-118. 6 başına Arslan Yabgu geçti. Bir müddet sonra Selçuklular’ın hepsi Cend’den ayrılarak Arslan Yabgu’nun faaliyet sahası olan Mâverâünnehr’e, Buhara civarına indiler.33 Bu esnada Buhara ve Semerkand bölgesi Gazneliler’in de desteğini alan Karahanlılar’ın eline geçmişti. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, İlig Nasr Han’ın hücumuna uğrayınca, yine Karahanlı hükümdarlarından Buğra (Ahmed b. Ali) Han’ın yanına gitmeye karar verdiler. 34 Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Buğra Han’a güvenmedikleri için onun yanına ikisi birlikte değil de ayrı ayrı gitmeye karar verdiler. Buğra Han, her ikisinin de aynı anda gelmesi için çok uğraştıysa da bunu başaramadı. Buğra Han verdiği ziyafette Tuğrul Bey’i yakaladı. Çağrı Bey’in de yakalanması için de bir ordu gönderdi. Çağrı Bey, bu orduyu mağlup edince Buğra Han, Çağrı Bey ile anlaşma yoluna giderek Tuğrul Bey’i serbest bıraktı.35 33 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 8-9; Merçil, s. 5. 34 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 77; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 9. 35 Mevdûdî, I, s. 74-75; Ö. Soner Hunkan, Türk Hakanlığı (Karahanlılar) Kuruluş, Gelişme, Çöküş (766- 1212), (2. Baskı), IQ, Kültür Sanay Yay., İstanbul 2007, s. 231-232. 7 BİRİNCİ BÖLÜM BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR ANADOLU AKINLARI 1.1. ÇAĞRI BEY’İN DOĞU ANADOLU SEFERİ Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Batı Karahanlı hükümdarı Buğra Han’ın kendilerine düşmanca tavır takınması dolayısıyla bulundukları coğrafya içinde çok müşkül bir duruma düştüler. 36 Tuğrul ve Çağrı Bey’ler tekrar Maveraünnehr’e döndüklerinde, Nasr Han’ın ölümü (1012-1013) üzerine Buhara’ya gelerek burada müstakil bir devlet kuran Karahanlı ailesinden Ali Tegin’in mukavemetiyle karşılaştılar. 37 Tuğrul ve Çağrı Beyler’in Arslan Yabgu ve Ali Tegin ittifakının dışında kalmaları, Arslan Yabgu ile Tuğrul ve Çağrı Beyler arasında bir müddetten beri ayrılığın mevcut olması bakımından önemlidir. Ali Tegin, müttefiki ve aynı zamanda kayın pederi olan Arslan Yabgu’nun yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin üzerine yürüyerek onları itaat altına almaya çalıştı. Böylelikle Buğra Han’dan kaçan ve şimdi de Ali Tegin’in hücumuna uğrayan Tuğrul ve Çağrı Bey’ler çok zor bir devreye girdiler.38 Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin Mâverâünnehr bölgesinde bir taraftan Karahanlılar Devleti diğer taraftan Gazneliler Devleti tarafından sıkıştırılması sonucunda tarih sahnesinden silinmek tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler böyle bir durumdayken zorunlu olarak kendilerine yeni yurtluklar aramak zorunda kaldılar. Tabiî; olarak Çağrı Bey’in, Doğu Anadolu’ya düzenlediği bu seferin asıl sebebi hasım devletlerin baskısından kurtulmaktı.39 Anadolu seferine çıkan Çağrı Bey’in bir diğer amacı da, Mâverâünnehr’deki bu tehlikeli bölgeyi terk ederek, uç’larda İslâm an’anesine uygun olarak gaza ve cihat yaparak, sevap kazanmaktı. Bu sefer esnasında elde edilecek ganimet ise bunun tabiî bir neticesidir.40 Müslüman Türk gazilerinin, Bizans’a karşı uzun yıllar boyunca Anadolu’da gazalar yaptıkları ve bu vesileyle de Anadolu coğrafyasını çok yakından 36 Köymen, s. 102-103. 37 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 9. 38 Turan, s. 89. 39 İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklu Tarihinin Meseleleri”, Belleten, XIX (76), (Ekim 1955), s. 481. 40 M. Altay Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Kuruluşu I”, DTCFD, XV (1-3), (Mart 1957), s. 171. 8 tanıdıkları bilinmekteydi.41 “Horasan Gönüllüleri” denilen Türkmenler 5.000 ve 20.000 kişilik birlikler halinde Kafkaslardan Anadolu’ya kadar uzanan uçlarda (Avasım-Sugur) Bizans’a karşı cihat yapıyorlardı. Allah yolunda gaza ve cihat yapan bu gönüllülerin çoğunu Türkler oluşturuyordu. Büveyhîler’den ‘Adud-ud-Devle zamanında (949-983) ve 1006 yılında bile Yabgulu 42 Oğuzlar’ının bu seferlere katıldıkları bildirilmektedir.43 Çağrı Bey, içinde bulundukları tehlikeli durumun etkisi ve bu Horasan gazilerinin telkinlerine uyarak Doğu Anadolu seferine çıkacaktı.44 Tuğrul ve Çağrı Bey’ler içinde bulundukları durum hakkında yaptıkları toplantının sonucu olarak Çağrı Bey’in teklifiyle şu karara vardılar: Çağrı Bey, Rum gazasına gidecek; Tuğrul Bey de geçilmesi güç ve uzak çöllere çekilecekti. Bu sayede Çağrı Bey, Doğu Anadolu seferindeyken Tuğrul Bey de kuvvetli düşmanlarının baskılarından bir nebze de olsa kurtulmuş olacaktı.45 Çağrı Bey, 101846 yılında 3.00047 süvari ile Horasan, Rey ve Azerbaycan yolu ile Anadolu seferine çıktı.48 Çağrı Bey, Horasan’a geldiğinde o esnada Tus’da Gazneli 41 Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, (3. Baskı), TTK Yay., Ankara 2000, s. 39. 42 Selçuklular tabiri Mikail’in oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler’e mensup Türkmenler için kullanılırken, Selçuk’un oğlu Yusuf’a bağlı olanlar Yınallılar ve Arslan Yabgu’ya bağlı olanlar ise Yabgulular adlarıyla anılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Ateş, ”Yabgulular Meselesi”, Belleten, XXIX (115), (Temmuz 1965), s. 117. 43 Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, (Haz. M. Altay Köymen), Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul 1990, s. 96; Turan, s. 89; Yaşar Bedirhan-Zeki Atçeken, Malazgirt’ten Vatana Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi, Eğitim Kitabevi Yay., Konya 2004, s. 27. 44 Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 104-105; İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, DTCF Yay., İstanbul 1953, s. 262-263; M. Beşir Aşan, Elazığ, Tunceli ve Bingöl İllerinde Türk İskan İzleri (XI., XIII Yüzyıllar), (2. Baskı), TKAE Yay., Ankara 1992, s. 36. 45 M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, (3. Baskı), TTK Yay., Ankara 1998, s. 32; G. Öğün Bezer, “Kuruluş Dönemi”, Büyük Selçuklu Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir 2011, s. 9. 46 Çağrı Bey’in Doğu Anadolu’ya yaptığı seferin tarihi, tarihçiler tarafından farklı verilmektedir. Genel olarak tarihçiler bu seferin başlangıç tarihini 1015,1016 ve 1018 yılına dayandırmaktadırlar. Biz yaptığımız bu çalışmada Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferini Urfalı Mateos’un vermiş olduğu bilgilere dayandırarak 1018 yılıyla tarihlendirdik. Urfalı Mateos, Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferini, 467. Yılı (17 Mart 1018-16 Mart 1019) olaylarını zikrederken nakletmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Urfalı Mateos, Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) , (1962), (3. Baskı), ( Çev. H. D. Andreasyan), TTK Yay., Ankara 2000, s. 48; Claude Cahen, diğer tarihçilerden farklı olarak Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferini 1029 yılıyla tarihlendirerek büyük bir hataya düşmüştür. Ayrıntılı bilgi için bkz. Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E Yay., İstanbul 1979, s. 82. 47 Çağrı Bey’in Anadolu seferine çıktığı zaman kendisiyle beraber hareket eden Türkmenler’in sayısı hakkında tarihçilerin ortak görüşü bu sayının 3.000 bin kişi oluşudur. Bu sayı daha sonra kendilerine katılan Türkmenlerle 6.000-7.000 kişiyi bulmuştur. Ama bu görüşlerden çok farklı olarak S. G. Agacanov, Çağrı Bey’in bu seferi esnasında yanında 30.000 Türkmen’den oluşan bir birlik olduğunu aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Agacanov, s. 279 (Bu sayı bizim için abartılı bir rakamdır). 48 Necdet Öztürk, “Çağrı Bey (990-1060)”, TDTD, (16), (Nisan 1988), s. 43; Mehmet Şeker, “Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış”, TYD, XVIII (127-128), (Mart- 9 Devleti’nin Horasan valisi olan, daha sonraki dönemlerde Selçuklular’ın baş düşmanlarından biri olacak olan Arslan Câzib bulunuyordu. Arslan Câzib, Çağrı Bey’in izinsiz olarak askerleri ile Horasan’dan geçeceği haberini alınca onu yakalamaları için bir askeri birlik gönderdi. 49 Arslan Câzib’in kuvvetleri, Çağrı Bey’in gelişinin geç duyulmasından veya Çağrı Bey’in Gazneliler arazisini onların yetişmesine imkân vermeyecek kadar hızlı geçmesinden dolayı Çağrı Bey’i yakalayamadılar.50 Mikail’in oğlu Çağrı (Dâvûd) Bey, vaktiyle Sâmân-oğulları Devleti hükümdarlarından Emîr Ahmed b. İsmail zamanında Horasan’a getirilerek bu coğrafyanın bazı yerlerine yerleştirilen Türkmenler’den de aldığı kuvvet ile birlikte Bizans yönetimindeki Doğu Anadolu sınırlarını aşarak Vaspuragan51 topraklarına girdi.52 Urfalı Mateos, Çağrı Bey tarafından Vaspuragan Ermeni Krallığı ülkesine yapılan bu ilk akın için: “467’nci (17 Mart 1018- 16 Mart 1019) başlangıcında mukaddes haça tapınan bütün Hristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz kaldı. Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve Ekanimi Selase’ye tapınanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar bütün Hristiyan memleketlerini ateşe vermek için geldiler. Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle olmuştur. Bu zamanda, Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenistan’ın Vaspuragan eyaletine geldi ve Hristiyanları merhametsizce kılıçtan geçirdi” demektedir. 53 Çağrı Bey’in bu seferi esnasında Doğu Anadolu’da dört tane Ermeni krallığı bulunmaktaydı. Ani’de “krallar kralı” ünvanıyla I. Gagik (989-1020), Lori’de Gagik’in kardeşi Gurgen, Kars (Vanand)’ta Gagik’in amcaoğlu Abas (984-1020), Vaspuragan’da Nisan 1988), s. 134; Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti”, s. 262- 263. 49 Köymen, I, s. 106. 50 Cihan Piyadeoğlu, Selçuklular’ın Kuruluş Hikayesi, Çağrı Bey, Timaş Yay., İstanbul 2011, s. 31; Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Kuruluşu I”, s. 171-172. 51 Ermenistan Vilayetlerinin en büyüğü idi; Van Gölünün güneyindeki dağlardan başlayarak, Araks’ın ötesine Siyunik dağlarına kadar devam ederdi. Kuzeyinde Ararat ve Siyunik illeri, doğusunda Azerbaycan ve Mugan şehri, batısında ise Duruperan bulunmaktaydı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, (2. Baskı), Belge Yay., İstanbul 1987, s. 19-20. 52 M. Halil Yınanç, Anadolu’nun Fethi I, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İÜ Yay., İstanbul 1944, s. 35; M. Halil Yınanç, “Çağrı”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, III, 324; Ahmet Toksoy, “Malazgirt Zaferinden Önce Doğu Anadolu’ya Yapılan Türk Akınları”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 679. 53 Urfalı Mateos, s. 48; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Arpaçayı Boyları Eski Merkezi Anı Şehri Tarihi (1018-1236), San Matbaası Yay., Ankara 1982, s. 14. 10 Senekerim (990-1021) hüküm sürmekteydi.54 Bu bölgelerdeki krallıklar siyasî birlikten yoksun olarak varlıklarını devam ettirmekteydiler.55 Selçuklular, yağma ve tahrip akınlarını devam ettirerek Reştunik istikametinde ilerlediler. Buradaki Ermeni payitahtı olan Vostan56 şehrinde oturan Vaspuragan kralı Senekerim-Hovhannes, Çağrı Bey’in kendi topraklarına girdiğini öğrenince başkumandanı Şapuh’u Türkler’i bu bölgeden atması için görevlendirdi. SenekerimHovhannes, veliahd David’i de Şapuh’un yanında Türkmenler’in üzerine gönderdi.57 Soylularla desteklenmiş Ermeniler, Türkler ile karşı karşıya geldiklerinde aralarında büyük bir savaş başladı. Urfalı Mateos, Ermeniler’in Türkler’i ilk gördükleri esnadaki şaşkınlığını bize şöyle aktarmaktadır: “Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca onların acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saçlı58 olduklarını gördüler”. 59 Savaş esnasında oklara karşı tedbirli ve alışık olmayan Ermeniler ne yapacaklarını bilemediler. Ermeniler, Türkler’in yakın savaş için görevli olan askerlerinin üzerine saldırdığında, geride siperlenen Türkmen ordusunun ok yağmuru karşısında büyük kayıplar verdi.60 David ve Şapuh biraz direnmeye çalışmışlarsa da, çok geçmeden özellikle Türk okçuların “yağmur gibi yağan” oklarının Ermeni ordusunda yaratttığı panik dolayısıyla bozguna uğramaktan kurtulamadılar. 61 Savaş esnasında geri çekilen Ermeni ordusu, Kral Senekerim’in bulunduğu Vostan’a geri çekildi. Kral Senerkerim, ordusunun bu mağlubiyetini öğrendikten sonra kendisini dini ayinlere verdi ve kilisede bu Türkmenler’den kurtulabilmek için dua etmeye başladı.62 54 Ali Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, TTK Yay., Ankara 1983, s. 7-8; Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Yay., Ankara 2007, s. 12. 55 Mehmet Ersan, “Selçuklu Ermeni İlişkileri”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 635. 56Akdamar adacığının hemen karşısında, Van Gölünün güneydoğu ucundadır. Urfalı Mateos, bu şehrin adını Ostan olarak aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Renê Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermeniler Tarihi, (1947), (Çev. S. Dolanoğlu), Aras Yay., İstanbul 2005, s. 540; Urfalı Mateos, s. 48. 57 Grousset, s. 539; Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti”, s. 268. 58 Selçuklular’ın Gök-Türkler ve Karahanlılar gibi arkaya sarkan uzun saçları olduğuna dair bu kaydı başka eski kaynaklar da teyit ediyor. Ayrıntılı bilgi için bkz. Turan, s. 89. 59 Urfalı Mateos, s. 48; M. Aktok Kaşgarlı, Kilikya Tabi Ermeni Baronluğu Tarihi, Proses Yay., Ankara 1990, s. 88. 60 Piyadeoğlu, s. 32; Özgür Denizoğlu, Tuğrul ve Çağrı Beyler Döneminde Anadolu Seferleri, (Yüksek Lisans Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2011, s. 82. 61 Ali Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 11; Erkan Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, TTK Yay., Ankara 2010, s. 300-301. 62 Grousset, s. 540. 11 Çağrı Bey, bazı müstahkem kaleler dışında Vaspuragan bölgesinin batı tarafını ele geçirmeyi başardı. Çağrı Bey, Reştunik bölgesinde ciddi bir engelle karşılaşmaksızın bu bölgede uzun bir süre dolaştı.63 Çağrı Bey, bol ganimet elde ettiği Vaspuragan Krallığından kuzeye yönelerek Şeddâd-oğulları64 Devleti’nin arazisine girdi. Bu bölgede Türkmenler’in herhangi bir yağma ve tahripte bulunup bulunmadığı hakkında elimizde herhangi bir bilgi yoktur. Eğer Çağrı Bey, Şeddâd-oğulları topraklarında herhangi bir yağma faaliyetinde bulunmuş ise bu seferle takip ettiği gayelerden biri olan “gaza ruhuna” aykırı davranmış olur.65 Çağrı Bey, Şeddâd-oğulları topraklarında bir müddet gezdikten sonra Gürcüler ’in oturduğu Nahçıvan taraflarına yürüdü.66 Gürcü topraklarına giren Türkler, bu bölgeleri yağmalamaya başladılar. Türk kuvvetleri karşısına 5.000 kişilik bir kuvvet ile çıkan Gürcü kumandanı Liparit savaşa cesaret edemeyerek çareyi kaçmakta buldu.67 Çağrı Bey, Liparit ’in savaş alanından kaçmasıyla bütün bu havzayı kolayca hâkimiyet ve denetimi altına almayı başardı.68 Türkmenler Dovîn üzerinden daha kuzeyde bulunan Nig bölgesine geçerek buradaki ahalinin çoğunu esir ettiler. Ani önlerine gelen Türkmenler bu bölgede zorlu bir savaşa başladılar.69 Nig’de Becni kalesinin kumandanı Ermeni generali Vasak Pahlavuni, Türkler‘in Hristiyan halka karşı harekete geçtiğini ve manastırları yağmaladığını duydu. Bu durum karşısında her tarafa haber göndererek bu Türkmen akıncılarına karşı mücadeleye davet etti. Vasak Pahlavuni’nin kendi emrinde süvari ve piyadelerden oluşan 5.000’e yakın askeri bulunuyordu. Çağrı Bey, Vasak Pahlavuni’nin kendisine karşı oluşturmak istediği birlikten haberi olunca Becni bölgesine ansızın baskın yaptı. Vasak Pahlavuni, maiyetinde bulunan kuvvetlerin bir araya getirilmesine zaman kalmadığını gördüğünden eli altındaki ve asillerin ileri gelenlerinden Filipe, 63 Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 11; Savaş Sertel, XI. ve XII. Yüzyıllarda TürkErmeni İlişkileri, (Yüksek Lisans Tezi) , Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ 2006, s. 17. 64 Gence ve Dovîn merkezli kurulmuş olan Şeddâd-oğulları, Tuğrul Bey devrinde Büyük Selçukluların vassalı haline getirildi. Ayrıntılı bilgi için bkz. C. Edmund Bosworth, Doğuştan Günümüze İslam Devletleri Tarihi, Devletler, Prenslikler, Hanedanlıklar, Kronoloji ve Soy Kütüğü El Kitabı, (1967), (Çev. H. Canlı), Kaknüs Yay., İstanbul 2005, s. 216-217. 65 Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 109-110. 66 Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 40. 67 Müverrih Vardan, “Türk Fütuhatı Tarihi (889-1269)“, (Çev. Hrant D. Andreasyan), Tarih Semineri Dergisi, I (2), İstanbul 1937, s. 178; Savaş Eğilmez, “Transkafkasya’nın Coğrafi Konumu ve Selçukluların Bölgeye Yönelik İlk Akınları”, AÜEFSBD, VIII (41), (Aralık 2008), s. 94. 68 Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi I-IV, TTK Yay., Ankara 1990, I, s. 28. 69 Toksoy, s. 680. 12 Gork, Erman ve Çortvanel gibi tanınmış silahşorların dâhil bulunduğu 500 kişi ile karşı koymaya mecbur oldu.70 Vasak Pahlavuni Türkmenler’i durdurmak için Nig’e hareket için yola çıktığında Becni kalesini ve ailesini “Magistros” unvanıyla oğlu Grigor’a bıraktı.71 Vasak ve yanındaki askerler yolları üzerindeki bir kiliseye vardıklarında, Ermeni ahali ile birlikte günah çıkardılar. Ermeni askeri manen de silahlandıktan sonra yollarına devam ettiler. Yolları üstünde uğradıkları bir diğer köyde Türkmenler’in bir kiliseyi kuşattıklarını gördüler. Vasak Pahlavuni bu durumu fark edince hemen Türkmenler‘in üzerine yürüdü ve aralarında meydana gelen bu küçük muharebede Türkmenler büyük kayıplar vererek geri çekildiler.72 Türkmenler‘in ağır kayıplarla geri çekilmesi Vasak Pahlavuni’nin cesaretini daha da artırdı. Vasak Pahlavuni, geri çekilen Türkmenler’i takibi sonucunda Çağrı Bey’in ordusu ile karşı karşıya geldi. İki kuvvet arasında meydana gelen savaş esnasında Ermeniler yenilerek dağıldılar. Savaş alanından uzaklaşan Vasak Pahlavuni, Sergevil dağının eteğinde kayaların gölgesinde uyurken bir Türkmen tarafından kafasına taş vurularak veya uçurumdan aşağı atılarak öldürüldü.73 Vasak Pahlavuni’nin muharebede ölümü hakkında 1029 yılından kalma kitabesi vardır.74 Çağrı Bey, 1018 yılında başladığı Doğu Anadolu seferini 1021 yılında tamamlamıştır. Çağrı Bey, bu sefer esnasında kendisine sonradan katılan Türkmenler’i Azerbaycan’da bırakarak kardeşi Tuğrul Bey’in yanına gitmek için harekete geçti.75 Mâverâünnehr’e ulaşmak için tekrar Horasan’dan geçmek zorunda olan Çağrı Bey, Sultan Mahmud’un hâkimiyet haklarını ihlal ettiği için kendisinin geri dönüşü için tedbirler alacağını biliyordu. Sultan Mahmud’un emriyle Arslan Câzib, Çağrı Bey’in geçmesi muhtemel olan yolları kontrol altında tutuyordu. Bundan dolayı Çağrı Bey, Horasan’a girdiğinde emrindeki kuvvetleri dağıttı ve kendisi de tüccar kılığına girerek Mâverâünnehr’e geçti (1021) .76 70 Grousset, s. 538; Bedirhan-Atçeken, s. 30. 71 Kırzıoğlu, s. 15-16. 72 Urfalı Mateos, s. 17; Vardan, s. 178. 73 Grousset, s. 539; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, Işıl Matbaası Yay., İstanbul 1953, s. 2; Ali Sevim, “Çağrı”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1993, VIII, 183. 74 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 11. 75 Turan, s. 89. 76 Yınanç, s. 36; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 33. 13 Çağrı Bey, Buhara’ya ulaştıktan sonra Tuğrul Bey’e haber göndererek geri döndüğünü bildirdi. Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey ile görüştüğünde ona sefer hakkında rapor verdi.77 Çağrı Bey, Tuğrul Bey’e: “Biz buradaki güçlü devletler ile yani Karahanlı ve Gazneli Devletleriyle mücadele edemeyiz ve bunların hakkından yalnız gelemeyiz. Fakat keşfetmiş olduğum Horasan ve Arminya’ya gidebiliriz. Çünkü buralarda bize karşı gelecek hiç kimse yoktur” dedi.78 Çağrı Bey’in bu ünlü sözünden de anlaşıldığı üzere, Anadolu’nun bir Türk yurdu olması artık an meselesidir. Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin Doğu Anadolu seferinden sonra kendilerine katılan Türkmenler ile güçlenmesi üzerine Arslan Yabgu, bu durumu kendi otoritesi için tehlikeli görerek, bu toplanmaların Mâverâünnehr ve Türkistan hükümdarlarını üzerlerine çekeceği düşüncesiyle onlara kuvvetlerini dağıtmaları konusunda uyarıda bulundu.79 İki kardeş bu uyarıdan sonra kuvvetlerini dağıtarak Arslan Yabgu’nun esir düşmesine kadar sessiz kaldılar.80 Urfalı Mateos’tan edindiğimiz bilgiye göre Çağrı Bey’in Vaspuragan bölgesinde Şapuh ve David’i mağlup etmesinden sonra Senekerim kendisini ibadete verdi. Senekerim, önceden yazılmış olan kitapları okuyup tetkik etti ve okuduğu bu kitaplarda Türkler’in geleceğini haber veren metni görünce dünyanın sonunun geldiğini düşündü. Senekerim’in düşüncelerinde Türkler‘in Hristiyan dünyasını cezalandırmak için geldiği fikri yerleşti.81 Senekerim’in kendi topraklarını Bizans İmparatoru II. Basileios (976-1025)’a terk etmesi Çağrı Bey’in yukarıda anlatılan bu seferine bağlanır. Ermeni müellifler yüz kızartıcı bir hadise olarak değerlendirdikleri Bizans’ın Anadolu’yu ilhak hareketine girişmesinin sebebi olarak Çağrı Bey’in Doğu Anadolu’ya düzenlediği seferi gösterirler. Hâlbuki Bizans’ın bu bölgeyi ilhak girişimleri daha 1000 yılında başlamıştı. 82 Senekerim, krallığını Anadolu’daki bir mülk ile değiş tokuş etmeyi öneren Bizanslıların çağrılarına kulak verdi. Bu amaçla büyük oğlu David ile birlikte Reştunik piskoposu Yeğişe’yi Trabzon’a II. Basileios’un yanına gönderdi. 1021 yılının son 77 Piyadeoğlu, s. 32. 78 Abû’l-Farac, I, s. 293; Osman Turan, Türkler Anadolu’da, Hareket Yay., İstanbul 1973, s. 19; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 41. 79 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 33. 80 Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 114. 81 Urfalı Mateos, s. 49. 82 Ersan, s. 20. 14 günlerinde Vaspuragan Kralı Senekerim, bütün toprağını Bizans’a terk etmiş oldu. Böylece Ardzruni kolu ortadan kalktı (1021). 83 Senekerim’e, II. Basileios tarafından Sivas bölgesinin idaresi verildi. Kendi topraklarını da II. Basileios’a terk ederken küp küp altın, değerli eşyalar aldı. Görülüyor ki Senekerim’in Vaspuragan topraklarını Bizans ile değiştirmesine Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferinden ziyade kendi çıkarları sebep olmuştur.84 II. Basileios, Ermeni toplumuna duyduğu güvensizlikten dolayı bu yörelerde toplattığı 40.000 Ermeni’yi zorunlu göçe tabi tutup Kayseri ve Sivas yöresine yerleştirdi.85 Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferinin hemen ardından Ani şehrinin sahibi Smbat, ölümünden sonra mirasının Bizans’a kalmasına dair hazırladığı mektubunu ve Ani şehrinin anahtarını Trabzon’da kışlamakta olan II. Basileios’a göndermek üzere I. Petros Gedadarç’a verdi. Bu sayede Bagratlar Ermenyası’nın büyük bir bölümü Bizans’a intikal etti.86 Çağrı Bey’in Doğu Anadolu’ya düzenlediği bu seferden şu sonuçlar çıkarılabilir: 1. Çağrı Bey’in hem askeri kudretini göstermek hem de ganimet87 elde etmek bakımından başarı ile sonuçlanan Doğu Anadolu seferinden sonra Mâverâünnehr’de iki kardeşin nüfuz ve itibarları arttı. Bu sefer sayesinde Türkmenler arasında Çağrı Bey ve Tuğrul Bey itibar kazandı. Bu dönüşten sonra yeni Türkmenler Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin etrafında toplandılar.88 2. Bu keşif seferi esnasında Doğu Anadolu ve Kafkasların siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik şartları ile tabiat ve iklimini yakından tanıma fırsatı buldular. Özellikle de Anadolu’nun tabiat ve iklim şartlarının kendi hayat tarzları için son derece uygun olduğu anlaşıldı.89 83 Grousset, s. 541; Streck, “Ermeniye”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, IV, 320. 84 Kaşgarlı, s. 89. 85 Salim Koca, “Selçuklular Döneminde Türk Ermeni İlişkileri”, TYD, XXVI (225), (Mayıs 2006), s. 19- 20. 86 Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 310; Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti”, s. 273; Ömer Subaşı, “Bizans İmparatorlarının Theodosiopolis ve Çevresindeki Faaliyetleri”, TS, V (3), (Summer 2010), s. 1846-1847. 87 Savaş sonunda elde edilen ganimetin halka ve askerlere dağıtılması hatta eksilen malın savaş ganimetiyle tamamlanması Türk askerlerinin savaş geleneğidir. Ayrıca Türk Savaş ve Savaşçılık geleneğinde koşulsuz bir yağma geleneği de bulunmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Erkan Göksu, “Kutadgu Bilig’e Göre Türk Savaş Sanatı”, USAD, II (6), (Kış 2009), s. 273. 88 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 12; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 90; Piyadeoğlu, s. 33. 89 Koca, “Selçuklular Döneminde Türk Ermeni ilişkileri”, s. 21. 15 3. Selçuklular keşif bölgelerinde genellikle vur kaç savaş taktiğini uygularken, kısa bir süre sonra bu savaşlar muntazam ordular savaşına dönüştü. Ancak Çağrı Bey’in karşısına bu muntazam birliklerin çıkamadığı görülmektedir.90 4. Çağrı Bey’in Doğu Anadolu akını ve savaşları bu bölgelerdeki Ermeni ve Gürcü devletlerinin itibarını sarstı. Ermeni topraklarının Bizans hâkimiyetine geçmesi ise daha sonraki Türk fetihlerini kolaylaştırdı.91 5. Uç’lardaki Müslüman devletlerin özellikle Şeddâd-oğullarının genişlemesini kolaylaştırdı. 92 1.2. TÜRKMENLER’İN ANADOLU AKINLARI Arslan Yabgu’nun 1025 yılında tutuklanmasına karşı Selçuklu ailesinin muhtemelen bu esnada birlik içinde bulunmaması, bir ihtimalle de Gazneli Sultanı93 Mahmud’a kafa tutacak kadar kuvvetli olmamalarından tepki gösteremedikleri anlaşılıyor. 94 Bazı Türkmenler, özellikle de bağımsız kalma arzusunda olan Yabgulular’dan bir kısım Selçuklu reislerinden Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin himayesi altına girmek istemediler. Bu Türkmenler Selçuklu ailesinin içindeki önderlik mücadelesinden dolayı Selçuklu beylerinden kötülük ve zulüm gördükleri bahanesini ileri sürerek, yanlarındaki 4.000 çadır halkıyla Horasan’a yerleşmek için Sultan Mahmud’dan izin istediler. Sultan Mahmud’u ikna edebilmek için de, mallarının çok olduğunu bundan dolayı Horasan’a bolluk ve ucuzluk geleceğini, Sultan’ın ordusu arasında kalabalık bir sayıda yer alıp hizmette kusur etmeyeceklerini söylediler. Sultan Mahmud, Türkmenler’den elde edeceği büyük vergiden dolayı,95 Arslan Câzib’in karşı çıkmasına aldırmadan bu Türkmenler’e geçiş için izin verdi. Türkmenler Ceyhun’u aşarak kendilerine yerleşmeleri için izin verilen Nesâ, Bâverd ve Ferâve şehirlerine yerleştiler.96 90 Bedirhan-Atçeken, s. 37. 91 Köymen, “Büyük Selçuklu Devletinin Kuruluşu I”, s. 175. 92 Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 111. 93 Gazneli Mahmud döneminde Han, Hakan, Yabgu, Tegin gibi unvanların yanında Arapça bir unvan olan Sultan unvanı kullanılmaya başlanmıştır. Bkz. Mehmet Işık, Türklerin Kültür Kökenleri ve Etnik Yapısı, Yakamoz Yay., İstanbul 2011, s. 247. 94 Erdoğan Merçil, Gazneli Devleti Tarihi, TTK Yay., Ankara 1989, s. 38. 95 Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 59; Aydos Şalbayev, Oğuzların Göçleri ve Yayılmaları (Başlangıçtan (VII. Yüzyıl) XIII. Yüzyıla kadar), (Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 142. 96 Er-Râvendî, I, s. 91-92; Reşîdü’d–dîn Fazlullâh, Câmi’ü’t-Tevârîh (Selçuklu Devleti), (1960), (Çev. E. Göksu-H. Hüseyin Güneş), Selenge Yay., İstanbul 2007, s. 80-81; Hanefi Palabıyık, Valilikten 16 Sultan Mahmud, komutanlarına, yerleşen bu Türkmenler’in tamamen silahsızlandırılmasını emretti. Selçuklu Bey’leri bu yerlerle yetinmeyip boş otlak edinmek amacıyla Vezir Ebu Sehl Hamdevi’ye zengin armağanlar götürerek Dandanakan civarında da meralar elde etmeyi başardılar.97 Sultan Mahmud tarafından yerleştirilen bu Türkmenler’in başlarında Göktaş, Buka (Boğa) , Yağmur ve Kızıl adlı beyler bulunuyordu.98 Osman Turan, bu Türkmen reislerine Anasıoğlu adlı Türkmen beyini de ekler ve Horasan’a göç eden bu Türkmenler‘in çok akıncı ve faal bir hayat sürdüğünü, bu Türkmenler’i diğer Türkmenler‘den ayırmak için de kendilerine “Irak Oğuzlar’ı” veya Arslan Yabgu’ya nispet ile “Yabgulular” adının verildiğini aktarmaktadır. 99 Bu beylerin başlarında bulundukları Türkmenler, yerleştikleri toprakları daha ziyade hayvan yetiştirebildikleri bir coğrafya olarak görüyorlardı. Bu göçebe Türkmenler’in yerleşik toplumlarla teması sonucunda sınır, mülkiyet ve ticaret konusunda bazı huzursuzluklar meydana gelmeye başladı. 100 Türkmenler‘in bu bölgelerde yerleşmesinin üstünden henüz iki yıl geçmeden Nesâ, Bâverd ve Ferâve halkı, Sultan Mahmud’a Türkmenler’den şikâyetçi olduklarını bildirdiler. Sultan Mahmud’un emriyle harekete geçen Arslan Câzip, Türkmenler‘in üzerine birkaç defa gittiyse de bir başarı elde edemedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud, Bust üzerinden Tus’a geldi. İki taraf arasında Ferave’de meydana gelen savaşta, Gazneli ordusu Türkmenler’i yenerek dağıttı (1028). Yenilgiye uğratılan Türkmenler‘in bir kısmı Balhan dağına ve Dihistan’a doğru kaçtı. İki bin çadırlık diğer bir kısmı ise Kirman’a, oradan İsfahan’a geçti. Bu bölgeden de Azerbaycan’a geçti. Bu Türkmenler, Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferinden sonra Anadolu’ya giden ilk dalgaydı.101 İmparatorluğa Gazneliler Devlet ve Saray Teşkilatı, Araştırma Yay., Ankara 2002, s. 37; Erkan Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu ve Tuğrul Bey Dönemi”, HS, III (1), (Mart 2001), s. 80-81. 97 Agacanov, s. 285-286; Feth b. Ali b. Muhammed El-Bundârî, Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-Usra (Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), (1889), (Çev. K. Burslan), TTK Yay., İstanbul 1999, s. 3; Mevdûdî, I, s. 86. 98 Sümer, “Oğuzlar”, s. 328. 99 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 91. 100 Claude Cahen, ”Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI. Yüzyılın İkinci Yarısı), (Çev. Y. Yücel-B. Yediyıldız), Belleten, LI (201), (Aralık 1987), s. 1378. 101 Ebu Sa’id Abdul-Hay Gerdizî, Zeynu’l-Ahbar, (1968), (Neşr. Abdul-Hay Habibi), Tahran 1968, s. 192; Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, s. 169-171; GATSEB, Çağrı Bey, Sultan Alparslan, Cezzar Ahmet Paşa, Serdar-ı Ekrem Ömer Lütfü Paşa, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981, s. 11; S. G. Agacanov, Selçuklular, (1991), (Çev. E. N. Necef-A. Annaberdiyev), Ötüken Yay., İstanbul 17 M. Altay Köymen, yukarıda belirttiğimiz, Horosan’a geçen Türkmen reislerinin yanında Dana adlı Türkmen Bey’inin de olduğunu belirtir ve Balhan Dağına iltica eden Türkmenler‘in Kızıl ve Yağmur’un kumandası ve emri altında olduklarını kabul eder. Bu Türkmen grubuna Balhan Türkmenler’i denildiğini söyler.102 İsfahan’a giden Türkmenler, İsfahan hâkimi Kâkûyiler hanedanından Alâ ü’d-Devle Muhammed b. Döşmenziyar etrafında toplandılar. Sultan Mahmud bu durumu öğrenince Alâ ü’dDevle’ye bir mektup göndererek onların yakalanmasını emretti.103 Alâ ü’d-Devle de bu Türkmenler’e bir ziyafet hazırlayarak onları yemek esnasında yakalamayı düşündü. Alâ ü’d-Devle’nin kölelerinden bir Türk bu durumu Türkmenler’e haber verdiyse de Türkmenler‘in bu durumdan kurtulmaları hayli zor oldu. Türkmenler bu bölgede daha fazla kalamayacaklarını anlayarak, bir kısmı Azerbaycan’a bir kısmı da Balhan taraflarına gitmek zorunda kaldı. Azerbaycan tarafına giden Türkmenler, Vahsudan’ın yanına vardılar ve onunla birlikte Anadolu akınlarına başladılar. Vahsudan bu Türkmen gruplarından yararlanmayı düşündüğü için onlara yardım ederek eksikliklerini giderdi.104 Sultan Mahmud’un ölümünden sonra Mes’ud kardeşi Muhammed’e karşı taht mücadelesine başladı.105 Mes’ud kuvvetlerini arttırmak için Balhan’da bulunan Yabgulu Oğuz Bey’lerinden Yağmur’u hizmetine aldı. Mes’ud tahtı ele geçirmesinden sonra Yağmur’un ricası üzerine Balhan Dağına kaçmış olan Göktaş, Kızıl ve Buka Bey’leri de hizmetine aldı. 106 Sultan Mes’ud, bunların hepsinin başına kendi adamlarından HumarTaş’ı geçirerek bunları Rey bölgesine yerleştirdi.107 Bu Türkmenler‘in Gazne ordusuna yaptıkları ilk önemli hizmet Mekran’ın fethinde olmuştur.108 Rey valisi Taş-ı Ferrâş, halka zulüm ettikleri için Sultan Mes’ud’dan aldığı emir doğrultusunda Yağmur ve ona bağlı olan Türkmenler‘in ileri 2006, s. 58; B. Zahoder, “Selçuklu Devletinin Kuruluşu Sırasında Horasan”, Belleten, XVIV (76), (Ekim 1955), s. 519; İbrahim Kafesoğlu, “Mahmud Gaznevî”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, VII, 181. 102 Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, s. 172. 103 Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 38. 104 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 6; Sencer Divitçioğlu, Oğuz’dan Selçuklu’ya Boy, Konat ve Devlet, (2. Baskı), Yapı Kredi Yay., İstanbul 2000, s. 86. 105 M. Fuad Köprülü, Türkiye Tarihi, Anadolu İstilasına Kadar Türkler, (Haz. Hanefi Palabıyık), Akçağ Yay., Ankara 2005, s. 168. 106 Z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihe Giriş, (2. Baskı), İÜEF Yay., İstanbul 1970, s. 190; Kamuran Gürün, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilge Yay., Ankara 1981, s. 302. 107 Agacanov, Oğuzlar, s. 288. 108 Güller Nuhoğlu, Beyhaki Tarihi’ne göre Gazneliler’de Devlet Teşkilatı ve Kültür, (Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995, s. 317. 18 gelenlerinden 50 kişiyi öldürdü.109 Bunu haber alan Yağmur Bey’in oğlu Balhan dağından inerek diğer Türkmen Bey’lerini de yanına alıp Sultan Mes’ud ile mücadeleye girişti.110 Türkmenler; Kızıl, Buka, Göktaş, Anasıoğlu, Dana ve Gızoğlu Mansur gibi beyler idaresinde başta Taş-ı Ferrâş olmak üzere diğer bütün Gazneli komutanlarını yenilgiye uğrattılar.111 Gazneliler’in baskısı sonucunda Batı İran’dan ayrılan Türkmenler, iki kısma ayrıldıkları zaman, 1.500 kişilik bir Türkmen kitlesi Kızıl’ın reisliği etrafında birleşerek Rey’de kaldılar. Buka, Göktaş, Mansur, Dana vs. gibi beylerin etrafında birleşen Türkmenler, Azerbaycan’a giderek buradaki Revvadî hanedanından Vahsudan’ın hizmetine girdiler ve buraya daha önce gelen soydaşları ile birleştiler (1036). Bu esnada Vahsudan’ın ihanetine uğrayan Türkmenler, Azerbaycan’ı terk etmeye mecbur kalarak ayrıldılar. Bir kısım Türkmenler de Buka liderliğinde Rey’e gitti. Kızıl ve Buka sonraki yıllarda Rey’i ele geçireceklerdir. Bir kısım Türkmenler de Mansur ve Göktaş’ın kumandasında Hemedan’a, diğer bir kısmıda Anasıoğlu yönetiminde Kazvin’e gittiler. Ancak bu giden Türkmen kitlelerinden ayrı bir kısım Vahsudan’ın hizmetinde Azerbaycan’da kalmaya devam etti. Vahsudan’ın yanında kalan Türkmen beyi, büyük ihtimalle Dana adlı Türkmen beyidir. Vahsudan’ın evlendiği kız, Dana Bey’in yakın bir akrabasıdır.112 Yukarıda bahsettiğimiz Vahsudan’ın Türkmenler’e karşı ihanet etmesini tekrar mevzu bahis edelim. Türkmen beyleri Vahsudan’ın yanına geldikten bir müddet sonra Vahsudan’ın bu Türkmen birliklerinin askeri gücünden yararlanma isteği boşa çıktı. Çünkü bu Türkmenler fitne çıkarmaya, adam öldürmeye ve yağmacılık faaliyetlerine devam ettiler. Bunlar Merağa şehri üzerine yürüdüler (1037-1038). Ahaliden birçok kişiyi öldürdüler, bir kısmını da esir aldılar. Memleket halkı başlarına gelen felaketi görünce Türkmenler’e karşı birleştiler. Vahsudan, önceden arasının bozuk olduğu Ebu’l-Heyca b. Rebibü’d-Devle ile barış ve işbirliği yaptı. Türkmen reisleri Buka, 109 Mevdûdî, I, s. 90; Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 64; M. Altay Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Kuruluşu II”, DTCFD, XV (4), (Aralık 1957), s. 33-34. 110 Agacanov, Selçuklular, s. 76. 111 Bedirhan-Atçeken, s. 39-40. 112 Denizoğlu, s. 86; Arif Bilge, Anadolu’nun Türkleşmesi, İslamlaşması ve Aramızdaki Rumlar Tarihi, Ülkü Basımevi Yay., Konya 1971, s. 25; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy TeşkilatıDestanları, (4. Baskı), TDAV Yay., İstanbul 1992, s. 81. 19 Göktaş, Mansur gibi beyler bu nedenle Vahsudan’ın yanından ayrıldılar. 113 Bu görüşün aksine Faruk Sümer, bu Türkmen reislerinin Vahsudan’ın emri ile düşmanı olan Ebu’lHeyca b. Rebibü’d-Devle üzerine gönderildiğini söylemektedir.114 Dana adlı Türkmen beyi ile Azerbaycan’da kalan asıl büyük Türkmen kitleleri, Aras ırmağını geçip Erran bölgesine gelerek buranın hükümdarı Fadlun ve oğlu Ebu’lEsvâr ile birleştikten sonra Doğu Anadolu’da bazı Ermeni zümrelerin oturdukları yörelere akınlarda bulundular ( 1037-1038). Ayrıca bu Türkmenler Bizans kumandanı II. Bagrat’ın, Müslümanların elinde bulunan Tiflis’i kuşatması esnasında, ona karşı savaşa katılarak geri çekilmeye mecbur ettiler (1038). 115 113 İbnü’l Esîr, VIII, s. 9; G. Öğün, “Türk Fethi Öncesinde Bizans’ın Doğu Anadolu Siyaseti”, YYÜFEFSBD, II (2), Van 1991, s. 73-74; Yaşar Bedirhan, Kafkasya ve Büyük Selçuklu Devleti’nin Doğu Politikası, (Doktora Tezi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 1999, s. 55; Omid Safi, “Oğuz Boyu ve 1040 Yılına Kadar Yükselişi”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 592. 114 Sümer, Oğuzlar, s. 80. 115 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 44. 20 İKİNCİ BÖLÜM TUĞRUL BEY DEVRİNDE ANADOLU SEFERLERİ 2.1. TUĞRUL BEY DEVRİNDE ANADOLU’YA YAPILAN AKINLARIN NEDENLERİ Selçuklu Devleti’ni kuruluşundan itibaren meşgul eden en önemli meselelerden biri Türkmen göçleri idi. Bu yıllarda Türkistan’ın doğu bölgelerinde yaşanan çok yoğun bir İslamlaşma süreci vardı. Müslüman olan Türk kitlelerinin önemli bir kısmı batıya göç ederek Selçuklu hâkimiyetindeki bölgelere geldi. İlk dönemler için nüfus ihtiyacını karşılamak hususunda önemli bir avantaj oluşturan bu Türkmen kitleleri daha sonraki dönemlerde önemli bir sorun haline gelmeye başladı.116 Bu Türkmenler Selçuklu Devleti sınırları içinde veya Müslüman ülkelerinde kendi boy beyleri idaresinde müstakil bir şekilde hareket ediyorlardı. Bu göçebe Türkmenler’in bir kısmı Selçuklu Sultanlarını tanımıyordu. Bir kısmı ise zayıf bir bağla Selçuklular’a tâbi idiler. Bunların bir kısmı İslâm beldelerini istila ederek huzursuzluk çıkartıyorlardı. Tuğrul Bey de İslâm’ın hamisi olarak kendi ülkesini ve halkını bunların çapulculuğundan korumak ve aynı zamanda devletin temelini ve askeri kuvvetlerini oluşturan bu ırkdaşlarına yurt bulmak mecburiyetindeydi. 117 Bu Türkmen göçleri çok kısa bir sürede Azerbaycan ve İran’da büyük bir Türkmen nüfusunun birikmesine neden olunca bunlar Selçuklu Sultanı ve beyleri tarafından Anadolu’ya sevk edilmeye başlandı.118 Bu Türkmen göçlerinin Anadolu’ya sevk edilmesiyle, İslâm ülkeleri onların akınlarından korunmuş olacaktı. Ayrıca Türkmenler’in Anadolu’ya sevk edilmesiyle Büyük Selçuklu Devleti de asayişsizlikten kurtulmuş olacaktı. Bu sayede hem ırktaşlarına yurt buluyor hem de Bizans’a karşı güç kazanıyordu. Anadolu’nun İslâmlaştırılması ve Türkleştirilmesi suretiyle fethi bu ince 116 İbrahim Balık, Ortaçağ Tarihi ve Medeniyet, Gazi Kitabevi Yay., Ankara 2005, s. 117. 117 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 112. 118 Mehmet Dikici, Anadolu’da Türkler (Anadolu’ya Türk Göçleri), Burak Yay., İstanbul 1998, s. 191; Ü. Hassan-H. Berktay-A. Ödekan, Türkiye Tarihi (Osmanlı Devletine Kadar Türkler) I-V, Cem Yay., İstanbul 1987, I, s. 111. 21 siyasetin kaçınılmaz bir sonucuydu.119 Kısacası Büyük Selçuklu Devleti’nin düzenli bir şekilde yapacağı Anadolu akınları, bu Türkmenler’e yer bulma gayesi güdüyordu. İlk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, Gök-Türk kağanlarının anıt yazılarında belirtilen “yoksul milleti zengin etme, açları doyurma, az olan halkı çoğaltma” töresini ve İslam’ın gaza ve cihat politikasını yerine getirmeyi kendisine bir vazife olarak görüyordu.120 Tuğrul Bey’in 1042 yılında başkenti Nişabur’dan Rey’e nakletmesi, Büyük Selçuklu Devleti’nin ileride uygulayacağı Anadolu politikasının nasıl olacağına dair bir ipucuydu. Başkent olan Rey şehri, Bağdat ve Ermenistan yollarının birleştiği stratejik bir noktaydı.121 Arslan Yabgu’un oğlu Kutalmış, Diyarbekir ve Musul taraflarını istila eden babasına bağlı Yabgulular’ı da yanına alarak 1045 yılında Gence surları önünde Gürcü, Ermeni ve Rumlardan oluşan Bizans ordusunu bozguna uğrattıktan sonra geri döndü. Tuğrul Bey’e “Bu bölgelerin zengin ve Romalıların da kadın gibi korkak olduğunu ve bu sebeple bu bölgelerin kolayca fethedilebilineceğini” bildirmesiyle Anadolu’nun kapıları Selçuklular’a açılmaya başladı.122 İbrahim Yınal 1047 yılında İran’ın bazı bölgelerini fethetmekle meşgul iken Mâverâünnehr’de bulunan Türkmenler’in önemli bir kısmı onun yanına geldiklerinde İbrahim Yınal onlara: “Sizin burada kalmanız ve ihtiyaçlarınızı buradan karşılamanızdan dolayı ülkem sıkıntı içine girdi. Bana kalırsa yapacağınız en doğru iş Rumlara karşı gazaya çıkıp Allah yolunda cihat etmenizdir. Böylece ganimet de elde edersiniz. Ben de sizin peşinizden gelip yapacağınız işlerde size yardımcı olacağım” demesi Selçuklular’ın hangi nedenlerden dolayı Anadolu fetihlerine giriştiklerini bize açıklaması bakımından önemlidir.123 119 K. Vehbi Gül, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslâmlaştırılması, Toker Yay., İstanbul 1971, s. 38; Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Turan Neşriyat Yurdu Yay., İstanbul 1971, s. 470. 120 Kırzıoğlu, Yukarı–Kür ve Çoruk Boylarında Kıpçaklar, TTK Yay., Ankara 1992, s. 61. 121 Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1382; O. Gazi Özgüdenli, “Rey”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2008, XXXV, 41. 122 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 121. 123 İbnü’l-Esîr, IX, s. 415; Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 94; Ali Sevim, “İbnü'l-Cevzî'nin ElMuntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler. (H. 430-485/1038-1902)”, Belgeler, XXVI (30), Ankara 2005, s. 4-5; Sümer, “X. Yüzyılda Oğuzlar”, s. 152. 22 2.2. TÜRKMENLER’İN ANADOLU AKINLARI Vashudan, kendisinin yanında bulunan Türkmenler’den Dana Bey de dâhil olmak üzere 30 Türkmen soylusunu öldürdü. Geri kalan Türkmenler, onun ile savaşa giriştiler ise de başarılı olamadılar (1041) . Bu Türkmenler de bu nedenle Azerbaycan’dan ayrılmak zorunda kaldılar. Bu Türkmen kitlesi Urmiye’ye gidip oradaki Türkmenler ile birleşerek Musul emîri Ukayloğlu Karvaş’ın idaresinde bulunan Hakkâri’ye akınlar yapmaya başladılar.124 Türkmenler Hakkâri bölgesine giderek bu bölgede bulunan Kürtleri mağlup ettiler. Dağlara çekilen Kürtleri takip ederek onları tekrar savaşmaya zorlayan Türkmenler bu sefer mağlup oldular ve bu bölgeden ayrıldılar.125 Bu yıl içinde (1041) Türkmen başbuğu Azîz ü’d-Devle Kızıl öldü.126 Kızıl Bey, Rey şehrini aldıktan sonra Selçuklular’a damat olmuştu. 127 Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında Sultan Tuğrul, Zencan’da bulunan Türkmen reislerine haber göndererek onlara seferlerde vazife vermek için huzuruna çağırdığı zaman bu Türkmenler onun hâkimiyetini kabul ettiklerini bildirmekle beraber bu davete icabet etmediler. 128 Türkmen reisleri, Sultan Tuğrul’un gelmelerinde ısrar etmesi halinde Rum ve Suriye ülkelerine kaçaçaklarını iletiyorlardı. Türkmen beylerinin Sultan Tuğrul’un yanına gitmemelerinin sebebi cezalandırılacaklarından korkmalarıdır. Çünkü onlar diğer Türkmenler‘den ayrılarak Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşuna katılmadılar. 129 Sultan Tuğrul, Kızıl Bey’in 1041 yılında Rey’de ölümünden sonra Irak Türkmenlerini itaat altına almak için İbrahim Yınal’ı Rey şehrine gönderdi.130 Türkmenler, İbrahim Yınal’ın Rey’e gelmesi üzerine orayı terke mecbur kalarak Azerbaycan’a yürümüş olan daha kalabalık Türkmen kafilesi ile birleşerek onlar ile birlikte güneye doğru hareket ettiler. Zap ırmağı ile Dicle’yi aşarak Zevezan denilen Bohtan, Erzen (Siirt yakınlarında) ve Batman civarlarına geldiler. Türkmenler bu 124 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, TTK Yay., Ankara 1995, s. 32. 125 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 12. 126 Ebû Abdullah Muhammed Azimî, Azimî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler (H. 430-538), (1938), (Çev. A. Sevim), TTK Yay., Ankara 1988, s. 4. 127 Faruk Sümer, “Selçuklular”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2009, XXXVI, 366. 128 Agacanov, Selçuklular, s. 112; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 47. 129 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 159. 130 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 111; Köprülü, s. 169; Gürün, s. 307. 23 bölgeyi akınları ile dehşet içinde bıraktılar. Türkmenler’in bir kısmı Buka ve Anasıoğlu Beyler’in maiyetinde olarak Diyarbekir bölgesine geçip Âmid, Meyyafârikîn, Erzen ve Mardin çevresinde dolaşmaya başladılar. Türkmenler‘in bir kısmı ise Cizre civarına gelerek o bölgedeki Kardi, Bazabdi, Hasaniya ve Fişabur kasabalarını talan ettiler.131 O esnada merkezi Meyyafârikîn ve Amid şehirleri olan Diyarbekir bölgesinin hükümdarı olan Mervan-oğulları’ndan Nasr u’d-Devle Ahmed’in Cizre valisi olan oğlu Süleyman, bu esnada maiyetindeki Türkmenler ile Cizre’nin doğu tarafında karargâh kurmuş olan Mansur’a adam gönderip barış teklifinde bulundu.132 Süleyman, düzenlemiş olduğu ziyafete katılması için Mansur’a haber gönderdi. Fakat Mansur, Cizre’ye girince Süleyman’ın adamları tarafından yakalandı. Mansur esir edilince maiyetinde bulunan Türkmenler dağıldı ve önemli bir kısmı da Musul taraflarına gitti. Bu durumu haber olan Musul emîri Ukayloğlu Karvaş, Mervanoğulları’ndan Nasr u’d-Devle Ahmed’den yardım alarak Musul’a gitmekte olan Türkmenler’i ağır bir yenilgiye uğrattı (1042).133 Bozulan Türkmenler geri çekildikten sonra Sincar ve Nusaybin şehirlerini yağmaladılar. Bu Türkmenler Mansur’u kurtarmak için Cizre’yi kuşattılarsa da başarısız oldular. Türkmenler bu kuşatmayı kaldırdıktan sonra Diyarbekir taraflarına dağıldılar. Nasr u’d-Devle Ahmed, Türkmenler‘in ülkesini tahrip ettiğini görünce tutsak olan Mansur Bey’i serbest bıraktı.134 Türkmenler, Nasr u’d-Devle Ahmed’in verdiği malları ve parayı az bularak yağma hareketlerini genişlettiler. Türkmenler’den bir kısım Nusaybin, Sincar ve Habur bölgelerini yağmaladıktan sonra geri döndü. Diğer bir kısım Türkmenler ise Cüheyne ve Farac bölgesini yağmaladılar.135 Bu Türkmen akınlarından başka Ebu’l-Heyca Hezbânî’nin idaresinde Urmiye’de bulunan Türkmenler, Van Gölü havzasına akınlar yaparak Bizans generali Haçik’in kumandasındaki kuvvetleri yenilgiye uğrattılar. Büyük ihtimalle de Haçik bu çarpışma esnasında hayatını kaybetti (1042).136 131 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 40; Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılap Kitapevi Yay., İstanbul 1998, s. 77. 132 Bedirhan, s. 62; Vedat Güldoğan, Diyarbakır Tarihi, Kripto Yay., Ankara 2011, s. 37. 133 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 12-13. 134 Sevim-Merçil, s. 32; Güldoğan, s. 37. 135 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 41. 136 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 119; Sevim-Yücel, I, s. 30; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu- Ermeni İlişkileri, s. 12. 24 Cizre ve Musul yörelerinde akınlar yapmakta olan başka bir Türkmen kitlesi de 1042-1043 yılında kuzeye yönelerek Aras ırmağı yörelerindeki Beçni kalesini kuşattı. Ama Ani şehrinin Bizans valisi Gagik’in Beçni’ye yardım etmek üzere gelmesiyle bu Türkmenler kuşatmayı kaldırdılar. Bu Türkmenler, Ermeniler’in oturdukları kesimlere ve özellikle de Murat ve Dicle ırmaklarının kolları üzerindeki yerleşim alanlarına akınlar yaparak pek çok esir ve ganimet ele geçirdiler. Bu Türkmenler, bu bölgedeki Selçuklu vassalı emîrler ile birlikte Bizans’a karşı akınlar yapmaktaydılar. 137 Türkmenler’den bir kısım Musul üzerine yürüdü ve Musul emîri olan Karvaş’ı yenerek bir müddet burayı ellerinde tuttular (1043). Türkmenler daha önce belirttiğimiz gibi Tuğrul Bey’in yanına gitmediler ise de zapt ettikleri Musul’da hutbeyi onun adına okuttular. Bu da Türkmenler‘in Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olduklarını gösterir.138 Musul emîri Karvaş, Dubeys b. Mezyed u’l-Esved ile birleştikten sonra Türkmenler‘in üzerine yürüdü. Bunu haber alan Musul’daki Türkmen beyleri Göktaş ile Mansur, Diyarbekir taraflarında bulunan Buka ve Anasıoğlu’ndan yardıma gelmelerini istediler. İki taraf arasında yapılan savaşta Türkmenler mağlup oldular. Savaştan önce 30.000 kişi olan Türkmenler’den ancak 5.000 kişi geriye kaldı. 139 Geri kalan Türkmenler, Van Gölü taraflarına dağılmak zorunda kaldılar (1044).140 Özellikle İslâm ülkelerine yöneltilen bu Türkmen hareketleri sebebiyle başta Abbasi halifesi141 olmak üzere, Irak Büveyh-oğulları hükümdarı Celâl u’d-Devle142 , Mervan-oğulları’ndan Nasr u’d-Devle Ahmed143, bu Türkmenler’i Tuğrul Bey’e şikâyet ettiler.144 137 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 44; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 12. 138 Sümer, Oğuzlar, 89. 139 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 16; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 120; Sümer, Oğuzlar, s. 89. 140 Agacanov, Selçuklular, s. 113. 141 Halifenin bu konu hakkında Tuğrul Bey’e bir elçiyle mektup gönderdiği ve çeşitli taleblerde bulunduğu kaynaklarda geçmektedir. Bu mektubun içeriği ve Tuğrul Bey’in halifenin taleblerine verdiği cevaplar için bkz. Abû’l-Farac, I, s. 302; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 115; M. Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, MEB Yay., İstanbul 1976, s. 37; A. Tunga Toysal, Tuğrul Bey Dönemi Selçukluların Dini Siyaseti, (Yüksek Lisans Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2011, s. 31. 142 Tuğrul Bey’in Celâl u’d-Devle’nin Türkmenler’i şikâyeti üzerine göndermiş olduğu cevap için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 15; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 160; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 42. 143 Tuğrul Bey’in Nasr u’d-Devle’nin Türkmenler’i şikayeti üzerine göndermiş olduğu cevap için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 15; Doğan Avcıoğlu, Türkler’in Tarihi I-V, Tekin Yay., İstanbul 1999, III, s. 1455. 144 Sevim-Merçil, s. 32. 25 Sultan Tuğrul Bey’in Irak Oğuzlar’ını itaat altına almak istemesinin nedeni de bu Türkmenler‘in davranışlarının sürekli şikâyet konusu olmasıydı. Bu Türkmenler’den de yararlanarak Anadolu’yu fetih için uygun bir hale getirmek istiyordu.145 Tuğrul Bey, Türkmenler’in başında bulunan Buka, Göktaş, Mansur ve Anasıoğlu gibi beylere İslâm ülkelerine hücumdan vazgeçmelerini, Azerbaycan’a dönerek oradaki yaylak ve kışlaklara yerleşmeleri söyleyerek, Bizans’a akın yapacak olan emîrlerin hizmetine girmeleri gerektiğini belirtiyordu.146 Bu Türkmen beyleri Tuğrul Bey’in bu yeni emrine itaat ederek Diyarbekir’i bırakıp Dicle’nin kuzeyine doğru hareket ettiler. Murat nehri istikametini takip ederek Bizans’a tabiî olup, Ermeniler tarafından yerleşilmiş olan köy, kasaba ve şehirlere akınlar yaptıktan sonra Erçiş şehri önüne geldiler. Vaspuragan’da Bizans valisi olan Stephanos’a haber ve hediye gönderip Azerbaycana geçebilmek için izin istediler.147 Stephanos, Türkmen reislerinin izin talebini kabul etmeyerek saldırıya geçti. Taraflar arasında yapılan muharebede Bizans ordusu ağır bir yenilgi aldığı gibi Stephanos da esir edildi (1045).148 Türkmenler Stephanos’u esir ettikten sonra Her (Eher, Hoy) şehrine götürdüler. Onu, orada ağır işkenceler ile öldürdüler. Türkmenler onun derisini soyup içini samanla doldurup surun üstüne astılar. Stephanos’un akrabaları bu durumu öğrenince onun cesedini ve derisini Türkmenler’den on bin dirheme satın aldılar.149 İbnü’l-Ezrak’a göre, Tuğrul Bey, Azerbaycan’a giden Türkmen reislerinden Buka ve Anasıoğlu’nu 10.000 atlı ile Diyarbekir bölgesine gönderip orayı onlara iktâ olarak verdi. Onlar yine buralarda yağmalarda bulundular ve bir gece sarhoşken kavga edip birbirlerini yaraladılar.150 Her iki Türkmen reisi de aldıkları yaralardan dolayı öldü. Bunu duyan Mervan-oğulları emîri, tabiî olduğu Sultana karşı koyma gibi bir 145 Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 94. 146 Şalbayev, s. 162. 147 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 43. 148 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 120; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 48; Ioannes Zonaras, Tuğrul Bey’in, Kutalmış’ı Araplar üzerine gönderdiğini ve onun, Araplar tarafından yenilgiye uğratıldığını bu yüzden ki, geri dönmek üzere Vaspuragan bölgesine geldiğinde Stephanos’tan bu bölgeden geçmek isteğinde bulunduğunu fakat Stephanos’un bu isteği kabul etmediğini ve iki taraf arasında meydana gelen savaşta Stephanos’un da esir düştüğünü aktarmaktadır. Mükrimin Halil Yınanç, Stephanos’u esir eden Türkmenler’in başında Kutalmış’ın olamayacağını, onun ancak bu olaydan 11 yıl sonra 1056’da Tuğrul Bey’in emri ile Arslan Besasiri’yi yakalamak için Musul tarafına gönderildiğini aktarmaktadır. Karşılaştırma için bkz. Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, (1841-1897), (Çev. B. Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008, s. 89; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 39. 149 Urfalı Mateos, s. 83-84; Grousset, s. 571. 150 Sümer, Oğuzlar, s. 89. 26 duruma düşmemek için Büveyh-oğulları hükümdarı Ebu Kalicar Ferahüsrev’i harekete geçirterek memleketlerindeki Türkmenler’i buralardan uzaklaştırdılar.151 Diğer iki beyin (Göktaş ve Mansur) akıbetleri konusunda hiçbir kayda sahip değiliz. Arslan Yabgu’nun topluluğu olup sonra kendilerine “Irak Oğuzları” denilen Türkmenler’in tarihi de burada sona ermektedir.152 Göçebe Türkmen akınları, Hristiyan Bizans İmparatorluğu’na doğrultulmuş bir akından ziyade Güneydoğu Anadolu’daki Müslümanlara yöneltilmiş bir akın idi. Anadolu’ya gelen bu Türkmenler Selçuklu fetihlerine bir zemin hazırlamış oldu. Bu akınlar genellikle Selçuklu Devleti’nin kontrolünün dışında müstakil Türkmen grupları tarafından yapılmıştır. Anadolu’ya geçen bu Türkmenler başlangıçta olmasa da sonradan Selçuklu hâkimiyetini kabul etmeye mecbur oldular.153 2.3. ŞEHZADE HASAN’IN ŞEHİT EDİLMESİ Tuğrul Bey tarafından, Çağrı Bey’in oğlu Yakutî ile birlikte Azerbaycan üzerine sevk edilen Musa Yabgu’nun oğlu “sağır” lakaplı Hasan, kısa bir süre sonra Azerbaycan’dan Anadolu’ya geçti. Hasan, bu bölgeden hareketine devam ederek Basean (Pasin) ovası ve Karin bölgesine gitti.154 Bu bölgelerde akınlar yapan Hasan, II. Basileios tarafından Bizans İmparatorluğuna bağlanan Vaspuragan bölgesine 1048 sonbarında girdi ve Van Gölü havzasında akınlar yapmaya başladı.155 Bu sayede Bizans’ın doğu sınırları ciddi bir Selçuklu baskınlarına hedef olmaya başladı.156 Bu bölgelerin hâkimi olan Bulgar Aaron, Gürcistan valisi Katakalon Kekavmenos’tan yardım istemek zorunda kaldı. Bu birleşme sayesinde müttefikler bir hayli güçlü duruma geldi. Birleşik Bizans kuvvetleri, Şehzade Hasan’ın kumandasındaki Selçuklu ordusu ile Büyük Zap (Stranga) suyu kenarında 151 Sevim-Merçil, s. 33. 152 Cem Tüysüz, “Türkmenler”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 559-560. 153 Bilge, s. 25; Aşan, s. 37. 154 Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü (Anadolu’da ve Rumeli’nde 1070-1079 Döneminin Tarihi), (1661), (Çev. B. Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008, s. 44; Enver Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, ETSO Yay., Ankara 1992, s. 9; Kafesoğlu, “Selçuk’un oğulları ve Torunları”, s. 124. 155 Ömer Subaşı, “Tarihi Kaynaklar Işığında Kaputru Savaşı”, AÜTAED, (44), Erzurum 2010, s. 251. 156 Jr. Speros Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and The Process of Islamization From The Eleventh Throught The Fifteenth Century, (1971), ( K. Karimi), University of California Yay., London 1971, s. 86. 27 karşılaştılar.157 Bizanslılar muharebenin başlamasından kısa bir süre sonra Şehzade Hasan kumandasındaki Selçuklu askerlerini tuzağa düşürmek için bütün ağırlıklarını bırakarak geri çekildiler. Selçuklu ordusu Bizans ordusunun bozulduğunu zannederek düşman karargâhına hücum edip bütün eşyalarını yağmalamaya başladığı esnada pusu kurmuş olan Bizans ordusu yağma ile meşgul olan Selçuklu ordusuna hücum etti.158 Bu ani baskın nedeniyle sıkıştırılan Selçuklu ordusu ağır bir yenilgiye uğratıldı. Şehzade Hasan ve maiyetindeki askerlerin büyük bir kısmı öldürüldüler.159 Savaş hilesi nedeniyle yenilen Selçuklu süvarilerinden geriye kalanlar, Ermeni ve Bizanslı yazarların “Persarmenia” olarak adlandırılan yöreye, yani o dönemde Urmiye gölünün kuzeybatısında bulunan Azerbaycan sınırındaki Hoy yönünde harekete geçtiler.160 2.4. KAPUTRU (HASANKALE) SAVAŞI Tuğrul Bey, Büyük Zap nehri civarında şehit olan şehzade Hasan’ın durumundan haberdar edildiğinde çok üzüldü. Tuğrul Bey, şehzade Hasan’ın intikamını almak için Dicle boylarında fetihlerde bulunan İbrahim Yınal’ı Azerbaycan valiliğine tayin ederek onu Bizans ile mücadeleye yani “Rum Gazasına“ memur etti. Bu esnada Gence kuşatmasında bulunan Kutalmış da onun maiyetine katılacaktı.161 Urfalı Mateos, 498 (9 Mart 1049-8 Mart 1050) tarihinde Türkler’in Anadolu’da görünmesiyle ilgili: “Ermenistan krallığını hilekârlıkla Bagratuni hanedanının elinden gasp eden İmparator Monomah’ın hâkimiyeti zamanında ve Bedros’un Ermeni katolikosluğu günlerinde, Allah’ın gazabının bir alameti olan felaket, Sultan Tuğrul’un emriyle İran’dan üzerimize gelmeye başladı. Apreem (İbrahim) ve Kıtılmış (Kutalmış) adlı iki kumandan, sultanın divanından çıkıp, muazzam bir ordunun başında oldukları halde Ermenistan’a karşı yürüdüler. Onlar bütün Ermenistan’ın Romalılar yüzünden başsız olduklarını biliyorlardı. Çünkü Romalılar cesur ve kuvvetli adamları Şarktan 157 Azimî, s. 74-75; Abdulhaluk Çay, “Anadolu’nun Türkleşmesi II, (Selçuklu Dönemi)”, TKD, (240), (Mayıs 1983), s. 271; Aslıhan Köse, Sultan Tuğrul Bey Dönemi Hâkimiyet Mücadeleleri (1040-1063), (Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2008, s. 42. 158 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 245. 159 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 121; Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Ötüken Yay., İstanbul 1973, s. 20-21; Umar, s. 77. 160 Grousset, s. 573; Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, (1935), (Çev. F. Işıltan), İÜEF Yay., İstanbul 1970, s. 177. 161 Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 55-56; Hakkı Dursun Yıldız, “Anadolu’nun Türkler Tarafından Fethi ve Türk Vatanı Olması”, Tarih İçinde Harput, FÜFHAM Yay., Elazığ 1992, s. 35; Savaş Eğilmez, Selçuklu-Gürcü İlişkileri (1060-1157), (Yüksek Lisan Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2001, s. 16. 28 uzaklaştırmışlardı ve Ermenistan’ın, bütün şarkın müdafaası yalnız hadımağası olan kumandanların elinde kalmış bulunuyordu” demektedir. 162 İbrahim Yınal ve Kutalmış, maiyetlerindeki askerleri birleştirerek Bizans ülkesine yürüdüler. Bizans kaynakları, iki şehzadenin emrindeki asker sayısını abartarak 100.000 kişi göstermektedir. Selçuklu kuvvetlerine karşı koyamayacaklarını anlayan Bizans’ın Vaspuragan valisi Aaron ve Bizans’ın İberya valisi Katakalon, Bizans imparatoruna haber göndererek yardım istediler. Bizans İmparatoru IX. Monomakhos (1042-1055), o esnada Gürcistan kralı Bagrat’ı kaçırtarak onun ülkesini almış ve Bizans’ın himayesini kabul etmiş olan genç Liparit’e haber gönderip bütün Gürcistan kuvvetleri ile birlikte imparatorun generallerine iltihak etmesini rica etti. Aynı zamanda kendi generallerine de Liparit’i beklemeleri için haber gönderdi.163 Bizans generallerinden Katakalon, Müslüman topraklarına yapılacak bir karşı saldırıyla karşılık vermeyi önerdi ise de Vaspuragan valisi olan Aaron’un müstahkem mevkilerde savunmaya geçme yönündeki karşıt görüşü bu kuvvetler içinde kabul edildi.164 Selçuklu ordusuna nasıl karşılık verileceği tartışmasından sonra Bizans ordusu Basean’daki müstahkem olan Ordoru veya Gürcüce Ordro’ya (günümüzdeki Ortuzu’ya) geri çekildi. 165 Selçuklu ordusu Vaspuragan ve Pasin’den geçerek bu sonuncu bölgedeki Valarşovan’a; Erzurum (Theodosiopolis, Karin) eyaletinden geçerek kuzeybatıya doğru Haltik (Halidiye) bölgesine; kuzeyde Sper’e (İspir); Taik (Oltu’nun kuzeyinde) ve Arşarunik müstahkem mevkilerine, güneyde Taron (Muş), Haşteank ve Hordzeank’a (Horsen) kadar akınlar yaptı. Bu bölgeden hareketle Sisak havalisine girdiler. Bugünkü Tercan’daki Tuzlasu’daki Monanalis’de bulunan Sembat müstahkem mevkiini hücumla aldılar. Bu bölgelerde akınlar yapan Selçuklu ordusu buradan ayrılarak Artze’ye (Erzen, Kara Erzen) geldi.166 Türkler, İslâm dünyasıyla ticareti nedeniyle zenginleşen Erzen şehri üzerine yürüdüler. Kaynakların verdiği bilgiye göre bu şehir Şark havalisinin en büyük ticaret 162 Urfalı Matoes, s. 85-86. 163 Zonaras, s. 90; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 46; Subaşı, s. 252-253. 164 Grousset, s. 574. 165 Ömer Subaşı, “Pasinlerin Bilinmeyen Tarihi”, HS, II (2), (Temmuz 2010), s. 45. 166 Honigmann, s. 178; Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, DİBD, (Ayrı Basım), Ankara 1962, s. 94. 29 merkezi olup, 150.000 nüfusu barındırıyordu.167 Bu şehirde Süryaniler, Yahudiler, Araplar, Ermeniler, Rumlar ve Gürcülerden oluşmuş halk yaşamaktaydı.168 Selçuklu ordusu, Erzen’e geldiği zaman şehir surdan yoksundu. Erzen şehri kalabalık insan, hesapsız altın ve gümüş ile doluydu. Şehir halkı, Selçuklu askerlerini görünce karşı koymaya çalıştıysa da Selçuklu kuvvetlerinin ezici gücüne dayanamayarak firar ettiler. Bu şehrin Selçuklular’ın eline geçmesiyle haddi hesabı belli olmayan bir ganimet ele geçirildi.169 Bu şehir mücadeleler sırasında çıkan yangın neticesinde yanıp harabe haline geldiyse de daha sonra burası Bizans tarafından restore edildi.170 Bu şehrin alınması Bizans’ın Anadolu’daki önemli kent merkezlerinin alınmasının başlangıcıdır.171 Şehirden kaçan ahali ise şehrin yakınlarındaki Theodosiopolis’e (Erzurum) sığınmak zorunda kaldı. Burası daha sonra yeni gelenlere nispetle Erzen-i Rûm (Rum Erzeni) olarak anıldı.172 Bu sefer esnasında Theodosiopolis 200.000 kişilik nüfusuyla sayılı şehirlerden biriydi ve 26.000 kişilik Bizans, Ermeni ve Gürcü kuvveti tarafından korunan bir kaleye ve 800 kiliseye sahipti.173 Selçuklu ordusu Erzen’i yağmaladıktan sonra yönünü Bizans ordusuna doğru çevirdi. Bizans ordusu daha önce yerleşmiş olduğu Ordoru karargâhından çıkarak Kaputru kalesinin inşa edilmiş olduğu Arcovit idari bölgesine geldi. Bizans ordusu Pasin’de bir tepenin eteklerine ordugâhını kurdu. 174 Bu bölgede konaklamış olan iki Bizans komutanı Aaron ve Katakalon arasında anlaşmazlık baş göstermişti. Katakalon, Erzen’i savunanlara yardıma gitmeyi istiyordu. Aaron ise imparatorun emirlerine uyarak, Gürcü Liparit’in getireceği ordu gelmeden bu hareketi 167 David Marshall Lang, Armenia Cradle of Civilization, (1956), (Çev. K. Karimi), George Allen and Unwi Yay., London 1970, s. 198. 168 Enver Konukçu, “Selçukluların Doğu Anadoludaki Yerleşim Politikası”, MSKMSB I-II, SÜSAM Yay., Konya 1993, s. 145. 169 Urfalı Mateos, s. 86; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 122. 170 Yaşar Bedirhan, Ortaçağ Tarihi, (2. Baskı), Eğitim Kitapevi Yay., Konya 2002, s. 203. 171 Vryonis, s. 86. 172 Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi, Sakarya Üniversitesi Yay., Sakarya 2004, s. 56; M. Halil Yınanç, “Erzurum”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, IV, 348. 173 Yılmaz Öztuna, “Türkiye Devleti 900 Yıl Önce Kuruldu”, HTM, II (7), (Ağustos 1971), s. 8-9. 174 Honigmann, s. 178. 30 gerçekleştiremeyeceklerini belirtiyordu. Nitekim Gürcüler geldiler ama Erzen’in yardımına gitmek için çok geçti.175 Pasin’e çekilmiş olan Bizans ordusuna İmparatorun emriyle Mezopotamya (Tunceli ve Elazığ çevresi) Dükü Vasak Pahlavuni’nin oğlu Magistros Grigor da ordusuyla katıldı. Orbelyanlı Liparit de 700 asilzade 16.000 seçme er ve IV. Bagrat’ın hassa askerlerinden 1.000 kişi ile Bizans valilerinin ordusuna katıldı. 176 Katakalon’un daha önce yaptığı barış teklifinin İbrahim Yınal tarafından reddedilmesi Selçuklu ordusunun kararlığını göstermesi bakımından önemlidir. Rum, Ermeni ve Gürcülerden oluşan takriben 35.000 kişilik Bizans ordusu Pasin’de Selçuklu ordusunun geri dönüş yolunda beklemekteydi.177 İbrahim Yınal, gelişmeleri yakından takip etmekle beraber her hâlükârda Bizans’a karşı savaşa mecbur kalacağını bilmekte idi. Yınal, Bizanslılar ve müttefiklerinin Kaputru kalesi yakınlarında olduklarını haber alınca iki tarafın mücadelesinin burada yapılmasına karar verdi.178 Selçuklu ve müttefik Bizans ordusu 18 Eylül 1049’da Kaputru kalesi önünde karşı karşıya geldi. Bizans ordusunun sağ kanadına Katakalon, sol kanadına ise Aaron kumanda ediyordu. Ordunun merkezinde ise Liparit bulunuyordu. Selçuklu ordusu ise iki büyük grup halinde olup, birincisine İbrahim Yınal kumanda ederken ötekine de Kutalmış kumanda ediyor idi.179 Katakalon, ani bir baskın yapıp Selçuklu ordusunu hazırlıksız yakalamak istediyse de, Gürcüler’in inancında cumartesi günü uğursuz telakki edildiğinden Liparit savaşa girmek istemedi. Fakat gecenin karanlığından faydalanarak Selçuklu ordusuna saldıran yeğeni Çortuanel‘in ağzından girip ensesinden çıkan bir okla öldürülmesi üzerine Liparit de hemen saldırıya geçti.180 Liparit bütün gücüyle Selçuklu askerlerine karşı mücadele ederken, Bizanslı askerler kıskançlıklarından dolayı onu savaş alanında terk ederek kaçtılar. Bu durumu gören Selçuklu askerleri, Gürcüler’e karşı savaşmak için geri döndüler. Muharebenin şiddetli bir anında Liparit’in arkasında bulunan bir Gürcü askeri, onun atının ayağını dizlerinden kesti. Selçuklu askerleri de yere düşen Lipariti de hemen esir aldılar. Gürcü askerlerinin 175 Grousset, s. 575. 176 Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. 61; Grousset, s. 575. 177 Sevim-Merçil, s. 35. 178 Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, s. 10. 179 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 47; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 51. 180 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 246. 31 birçoğunu da kılıçtan geçirdiler; geri kalan Gürcü askerleri de korkarak kaçmaya başladılar.181 Lastivertc Aristakes, Aaron’un savaş alanından kaçtığını belirtetek onu sert bir dille eleştirmekedir.182 Urfalı Mateos da kaçan Bizanslılar’ı sert bir dille eleştirmektedir.183 Skylitses ise bunun aksine Katakalon ve Aaron’un iki kanatta zaferle sonuçlanan takiplerinden döndüklerinde Liparit’in geri gelmediğini görünce çok şaşırdıklarını ve ancak yakalandığını öğrendiklerinde geri çekilmeye karar verdiklerini ileri sürer.184 Bizans generalleri bu savaştan sonra eyâletlerinin baş şehri olan Anion (Ani)’a çekildiler.185 Mesopotomya valisi olan Grigor da kendi kuvvetleri ile idari bölgesi olan Kemah’a çekildi.186 Kaputru savaşından sonra İbrahim Yınal, başta Liparit olmak üzere çok sayıda esir aldı. İbrahim Yınal, Pasin’e hâkim bir dağ olan Medzobg eteğindeki Kastron Okomion’a (Ügümi) çekilerek kendisi ve ordusunu emniyete aldı. Daha sonra da Doğu Anadolu’yu terk ile İran’a döndü. Liparit’i de Tuğrul Bey’e takdim etti.187 İslâm kaynaklarına göre Selçuklular’ın eline geçen esir sayısı 100.000, ganimet ise 10.000 arabayı bulmaktaydı. Hayvanlar, para ve silah gibi diğer ganimetler ise sayılamayacak kadar çoktu. Ganimetler arasında 19.000 zırh da bulunmaktaydı.188 2.5. LİPARİT’İN SERBEST BIRAKILMASI VE BİZANSLA YAPILAN BARIŞ ANLAŞMASI İmparator IX. Konstantinos Monomakhos, Balkanlar’daki Peçenek Türklerinin ülkesini ciddi bir şekilde tehdit etmesi nedeniyle Selçuklular ile anlaşmak zorunda kaldı. Tuğrul Bey’e bir elçi gönderip barış önerisinde bulundu.189 Ayrıca daha önce 181 Lastivertc Aristakes, Aristakes Lastivertc'i's History, (1963), (Çev. R. Bedrosian), New York 1985, s. 87-88; Urfalı Mateos, s. 91; Azimî, s. 8; M. Fêlicitê Brosset, Gürcistan Tarihi (Eski Çağlardan 1212 yılına Kadar), (1849), (Çev. Hrand D. Andreasyan, not ve yay. E. Merçil), TTK Yay., Ankara 2003, s. 283. 182 Aristakes, s. 87-88. 183 Urfalı Mateos, s. 91; Subaşı, “Tarihi Kaynakların Işığında Kaputru Savaşı”, s. 258, Enver Konukçu, “Pasinler’de Bizans’ın Son, Selçuklular’ın İlk Yılları”, Tarihte ve Günümüzde Hasankale (Pasinler), (Haz. Z. Altuğ- T. Çelik), Nil Yay., İzmir 1998, s. 36. 184 Grousset, s. 575. 185 Honigmann, s. 178; Umar, s. 77. 186 Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 22. 187 Konukçu, “Selçukluların Doğu Anadoludaki Yerleşim Politikası”, s. 146. 188 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 130; Müneccimbaşı Ahmed b.Lütfullah, Câmiu’d-Düvel (Selçuklular Tarihi, Horasan-Irak ve Suriye Selçukluları) I-II, (1705), (Ali Öngül), Akademi Kitabevi Yay., İzmir 2000, I, s. 16; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 122; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 47. 189 Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 96. 32 Bizans, şimdi ise Selçuklu vassalı olan Diyarbekir emîri Nasr u’d-Devle Ahmed’e başvurarak barış için Sultan katında aracılık yapmasını istedi. Tuğrul Bey, kendisine 1.000 top ipek kumaş, 50 çeşit ağır elbise, 500 at ve katır, 300 Mısır eşeği, 1000 öküz ve kıl keçisi 100 gümüş kap, 200.000 dinar para getiren Bizans elçisini, Şeyhülislâm Ebu Abdullah ile birlikte huzuruna kabul etti. Tuğrul Bey, İmparator’un Liparit için gönderdiği kurtuluş parasını da almayarak onu elçiye teslim etti.190 İmparator’un barış önerisini kabul eden Tuğrul Bey, Bizans ile imzalanacak anlaşma için Abbasi halifesi Ka’im bi’emrillah’ın akrabası Şerif Ebu’l-Fazl Nasır başkanlığında bir heyeti Bizans elçisi ile birlikte İstanbul’a gönderdi.191 Müverrih Vardan, Liparit’in serbest bırakılması ile ilgili olarak: “Liparit Sultan’ın yanına götürüldüğünde Sultan onu Müslüman olmaya davet etti. Liparit sultanın yüzünü gördükten sonra emrini ifa edeceğini söyledi. Fakat Sultan’ın huzurundan çıktıktan sonra seni gördükten sonra emrini ifa etmeyeceğim ve ölümden korkmayacağım dedi. -Sultan: Ne istersiniz? diye sorunca esir prens şu cevabı verdi: -Eğer tacirsen beni sat, cellatsan beni öldür ve eğer hükümdarsan beni bedelime mukabil serbest bırak -Sultan: Ben ne seni satın alacak tacir ne de senin cellattın olmak isterim; ben bir hükümdarım, istediğin yere gitmekte serbestsin” demektedir192 Urfalı Mateos da Liparit’in serbest bırakılması ile ilgili olarak: “Liparit’i esir ettikten sonra Sultan Tuğrul’un yanına götürdüler. Çünkü onun şöhreti çoktan oralarda işitilmişti ve Sultan onun kahramanlığını biliyordu. Liparit iki yıl Sultanın yanında kaldı ve muhtelif vesilelerle kahramanlığını ispat etti Günün birinde, kuvvetli ve cesur bir Müslüman zenciyi, Sultanın huzurunda öldürdü. Bunun üzerine Sultan onu serbest bıraktı ve ona büyük mükâfatlar verip Roma memleketine yolladı. Liparit İstanbul’a geldi. Monomah, onu görmekten çok memnun kaldı ve ona kıymetli hediyeler verdi ve evine, karısının ve çocuklarının yanına gönderdi” demektedir.193 190 Abû’l-Farac, I, s. 305; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 123. 191 Sevim-Merçil, s. 36. 192 Vardan, s. 175; Mikhael Attaleiates, Tarih, (1853), (Çev. B. Umar), Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul 2008, s. 56. 193 Urfalı Mateos, s. 90. 33 Yapılan Anlaşmanın Maddeleri: 1. IX. Asırda İmparator Mihail ile Begme zamanında Emeviler’in meşhur komutanı Mesleme b. Abdülmelik tarafından İstanbul’da yaptırılan cami ve medrese tamir edilecek. 194 Şiî Fâtımî halifesi adına okutulan hutbe, Abbasi halifesi ve Tuğrul Bey adına değiştirilecek.195 2. Cami mihrabına eski Türk hâkimiyet alameti olan ve Tuğrul Bey’in de kullandığı ok ve yay196 işaretleri işlenecek idi.197 Abbasi halifeliğine ödenen yıllık verginin kendisine ödenmesi teklifi de sunulmasına rağmen Bizans İmparatoru tarafından uzun müzakereler sonucunda kabul edilmedi. Ama Bizans İmparatoru yukardaki iki maddeyi kabul etmek zorunda kaldı. İki devlet arasında tam bir anlaşma sağlanmadığından savaşların tekrar başlayacağına hükmeden Bizans İmparatoru devletin doğu hududundaki kale ve müstahkem mevkilerin tamirini, sınır boyundaki kıtaların arttırılmasını emretti. Fakat taht mücadeleleri gibi bazı iç meselelerin baş göstermesi sebebi ile Selçuklular, Anadolu’ya yeni akınlar yapamadılar.198 Hasankale zaferi diye anılan bu başarı, Malazgirt öncesi ilk büyük deneme olmuştur. Selçuklu Devleti’nin Bizans Devleti’ne karşı kazandığı ilk büyük zaferdir.199 Bizans Devleti, önceleri önem vermedikleri Selçuklu akınlarının ne kadar büyük bir tehlike arz ettiklerini anladı. Bizanslılar, Malazgirt savaşına kadar da Selçuklular’ın karşısına önemli bir kuvvet çıkartamadılar.200 194 Mevdûdî, I, s. 181; Bedirhan, s. 205; Öztuna, s. 9; Sümer, Oğuzlar, s. 89; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1385. 195 Turan, Türkler Anadolu’da, s. 38. 196 Ok ve yay Türk devlet geleneği ve hâkimiyet anlayışında önemli bir yere sahiptir. Hun çağından beri uygulanan bu gelenek, aynı şekilde Gök-Türkler tarafından da devam ettirilmiştir. Bu gelenek daha sonra da bütün Türk zümrelerine yayıldı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Turan, “Eski Türklerde Okun Hukukî Bir Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten, IX (35), (Temmuz 1945), s. 307-308; Erkan Göksu, “Ok ve Yay’ın Türk Devlet Geleneği Hâkimiyet Anlayışındaki Yeri”, TS, V (2), (İlkbahar 2010), s. 990. 197 Demir, s. 57; Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alametleri, TTK Yay., Ankara 2007, s. 194; Ahmet Toksoy, Bizans’tan Akkoyunlulara Tav-ili/Tao Bölgesi, (Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1995, s. 24. 198 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 247-248. 199 Kafesoğlu, SelçukluTarihi, s. 23-24; Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, s. 11. 200 Bedirhan- Atçeken, s. 45. 34 Rene Grousset, 1054-1055 yılında Kars’ın İbrahim Yınal tarafından kuşatıldığından bahsetmişse de bu olayın gerçekliği hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz.201 Grousset, İbrahim Yınal ve Kutalmış isimlerini karıştırmış olabilir. 202 2.6. KUTALMIŞ’IN KARS SEFERİ Kutalmış, amcasının oğlu Tuğrul Bey ile saltanat meseleleri yüzünden arası açılınca, Anadolu’yu fethedip bir devlet kurmak için Şeddadiler ülkesinde aldığı bir kılavuz ile Kars bölgesine girdi (1054). Azimî 1053-1054 yılı olaylarından bahsederken “Tuğrul Bey’in kumandanlarından Kutalmış, Kars şehrine saldırıp içindekilerini öldürdü” demektedir. Kars; Trabzon ve Horasan-İran kervan yolları üzerinde olduğu için huzurlu ve zengin bir şehirdi. Haçı Suya Koyma yortusunda (6 Ocak 1054) Kars Selçuklu ordusunun baskısına uğradı. Kral Gagik Abbas ile erken davrananlar iç kaleye sığınarak canlarını kurtardı. Kutalmış’ın kuvvetleri Kars şehrini yağmaladı.203 Kutalmış, Tuğrul Bey’in ordusuyla kendi üzerine geldiğini haber alması üzerine daha fazla ileri gitmeyerek bu bölgeden hemen ayrılıp Azerbaycan’a doğru gitti.204 Kutalmış’ın Kars’tan ayrılıp Ani’ye geldiği esnada uğradığı saldırı için Anili Kadı Ebu Nasr Burhanüddin: Horasan’da ve Irak’ta yaşayan Kutalmış, Erminiye’ye gelerek oradaki kâfirler ile (Bizanslılar, Ermeniler, Gürcüler ve Abhazlar) mücadelelerde bulundu. O zamanlar büyük ve mamur olan Kars’ı harap etti. Sonra Ani civarında Merin adlı 60.000 haneli bir kafir şehrine gelerek, gecelemek üzere askerlerini evlere taksim etti. Şehir halkı reislerinin tasarladığı plan mucibince, evlerindeki Müslüman askerlerine ziyafet çekip onları sarhoş ettiler ve gecenin ileri bir saatinde kiliselerin çan seslerini duyar duymaz hepsini öldürdüler. Bu felaketten güçlükle kurtulan Kutalmış, Horasan’a gittikten sonra orada derdinden öldü. Nihayet bunun oğlu Alp Arslan Selçuk tahtına geçti. Babasının intikamını almak için Erminiye üzerine asker çekerek bütün kâfir şehirlerini harap etti” demektedir.205 201 M. Altay Köymen, Bizans kaynaklarına dayanarak İbrahim Yınal’ın 1054-1055 yıllarında Kars’ı kuşattığını belirtmektedir. Fakat Osman Turan ve Azimî, Kars’ı kuşatan kişinin Kutalmış olduğunu yazarlar. Karşılaştırma için bkz. Azimî, s. 12; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 130; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 248. 202 Grousset, s. 581-582. 203 Azimî, s. 12; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 130; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 326-327. 204 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 49; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 25. 205 M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları, Belleten, VII (27), (Temmuz 1943), s. 475. 35 Anili Kadı Burhanüddin, eserinde Kutalmış’ın bu olaydan sonra kederinden öldüğünü bildirmişse de biz Kutalmış’ın Tuğrul Bey’in ölümünden sonra ortaya çıkan saltanat mücadeleleri esnasında öldüğünü kesin olarak bilmekteyiz. Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan’ı ise büyük bir yanılgıya düşerek Kutalmış’ın oğlu olarak nakletmiştir. 2.7. TUĞRUL BEY’İN ANADOLU SEFERİ Fâtımîlere karşı mücadeleye başlayan Tuğrul Bey’in batı siyasetinde bir ara Mısır cephesi ağır basmıştı. Tuğrul Bey, İstanbul’a gönderdiği bir elçi ile çıkacağı Mısır seferinde Bizans topraklarından geçmek için izin istedi. Bizans İmparatoru Kostantin’in, Mısır Fâtimî hükümdarı ile aralarındaki dostluğu bahane ederek buna izin vermemesi iki hükümdarın arasının bozulmasına neden oldu (1053). 206 Tuğrul Bey, İbrahim Yınal isyanını bastırdıktan sonra Anadolu seferi için hazırlıklara başladı. Bir yandan gittikçe artan Türkmen nüfusu ve dolayısıyla Anadolu’yu yurt tutma zorunluluğu, öbür yandan da Bizans İmparatorluğu ile yapılan anlaşmadan tam bir sonuç çıkmaması ve Bizans’ın Anadolu’ya yeni kuvvetler göndermesi sebebiyle Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu’ya yeni bir sefer yapma zorunluluğu ortaya çıktı.207 Tuğrul Bey, 1054 yılında büyük bir ordu ile Azerbaycan üzerine yürüyerek Tebriz’e girdi.208 Azerbaycan’a hâkim olan iki Müslüman hükümdar, Gence ve Tebriz emîri Vahsudan ile Erran emîri Ebu’l-Esvâr, Tuğrul Bey’e itaatlerini bildirerek çeşitli hediyeler ile karşıladılar. Tuğrul Bey ise onların yıllık vergilerini ödemeleri şartıyla itaatlerini kabul etti ve yerlerinde bıraktı. Tuğrul Bey’in bu emîrleri tâbi duruma getirerek arkasını sağlama alması bu sefere ne kadar önem verdiğini göstermesi bakımından önemlidir.209 Tuğrul Bey’in Anadolu seferi esnasında izlediği yol güzergâhı şöyle idi: Başkent Rey’den hareketle Kazvin-Zencan-Miyane-Tebriz yoluyla Merend’e vardılar. Azerbaycan’a varmak için Culfa yakınlarında Aras nehrinden kuzeye geçerek Nahçıvan’a geçtiler. Bazen de Hoy’a saparak kuzeydeki Zağros sıra dağlarının 206 Turan, Türkler Anadolu’da, s. 38; Bedirhan, s. 206. 207 Sevim-Merçil, s. 36. 208 Azimî, s. 13. 209 Mevdûdî, I, s. 187; Müneccimbaşı, I, s. 18-19; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 57; Savaş Eğilmez, “Transkafkasya’nın Coğrafi Konumu ve Selçukluların Bölgeye Yönelik İlk Akınları”, AÜEFSBD, VIII (41), (Aralık 2008), s. 95. 36 Tendürek dağı ile birleştiği bugünkü Mehdi deresini geçerek Anadolu’ya girip Van Gölü civarına ulaşmaktaydılar. Ayrıca bu yol Murat nehrinin güneyinden İskenderun körfezine uzanan büyük stratejik yolun başlangıcıdır.210 Urfalı Mateos, Tuğrul Bey’in Anadolu’ya gelişi için: “503 (8 Mart 1054-7 Mart 1055) tarihinde, Ermenistan üzerinde zehirli ve öldürücü bir rüzgâr esti. İran Sultanı Tuğrul, payitahtından hareket edip deniz kumu kadar çok olan askerlerle beraber Ermenistan’a yürüdü” demektedir. 211 1054 yılı başlarında Tuğrul Bey, büyük bir ordu, filler, arabalar ve atlar ile Anadolu’ya geldi.212 Van Gölünün kuzeydoğu ucundaki Bargiri (Muradiye) şehrini aldı. Buradan hareketle Erciş önüne vardı. Erciş halkı 8 günlük muhasaradan sonra altın, gümüş ve atlardan oluşan hediyeleri Tuğrul Bey’e göndererek itaatlerini bildirdiler. Erciş’i teslim alan Tuğrul Bey, müstahkem bir kalesi olan Malazgirt önünde karargâhını kurarak kuvvetlerinin bir kısmını üç istikamette ileri sevk etti.213 Bir kol kuzeyde Parhal dağlarına ve Kafkaslar’a; batıda Canik ormanına ve güneyde Anti Toroslar’a kadar uzandı ve Sivas civarındaki Horzen’i ve Tercan’ı yağmaladı.214 İkinci kol, Oltu ve Çoruh ırmağı istikametinde ilerleyerek Haldiya bölgesine girdi. Haldiya’dan dönerken bu Selçuklu ordusu Frank birlikleri tarafından durduruldu.215 Üçüncü kol ise Kars yönünde ilerleyerek, buradaki Bizans valisi Gagik ile giriştikleri bir savaş sonunda çoğunluğunu Ermeni askerlerinin oluşturduğu Bizans kuvvetlerini bozguna uğrattı.216 Öte yandan Malazgirt’i 3 gün kuşatma altına aldıktan sonra kuşatmayı kaldıran Tuğrul Bey, orduyla Kars’a gelerek şehri bir süre kuşattıktan sonra Pasin ovasından geçerek Erzurum yörelerine, hatta daha doğuda bulunan Ügümi’ye değin hareketini sürdürdü. Bu bölgede hiçbir Bizans kuvveti kendisine karşı 210 Nurettin Türsan, “Türklerin Anadolu’ya Girişi ve Alp Arslan’ın Komutanlık Sanatı”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 22. 211 Urfalı Mateos, s. 100. 212 Aristakes, 92-93. 213 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 169; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 125; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1385. 214 Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 57; Honigmann, s. 181-182. 215 Aşan, s. 39. 216 G. Öğün Bezer, “Tuğrul Bey Zamanı”, Büyük Selçuklu Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir 2011, s. 26-27. 37 çıkıp savaşmaya cesaret edemedi. Kuzeydoğu hareketini böylece tamamlayan Tuğrul Bey, güneye inerek tekrar Malazgirt’e gelip burayı kuşatma altına aldı.217 Malazgirt’te Bizans İmparatoru adına Vasil hüküm sürmekteydi. Vasil’in babası Ermeni, annesi ise Gürcü idi. Vasil, Tuğrul Bey’in bu ikinci kuşatması esnasında mümkün olan her yolla şehri tahkim ettirdi. Selçuklu askerleri şehre girmek için kalenin dibinden lağımlar kazmaya başlayınca kuşatılanlar da aksi istikamette toprağı kazarak bu lağımcıları esir ettiler. Bunun üzerine Tuğrul Bey bir zamanlar II. Basileios tarafından da kullanılan dev mancınığı Bitlis bölgesinden getirtti.218 Bitlis’ten getirilen mancınıkla kaleye yapılan ilk atışta üç muhafız öldü. Bu mancınık karşısında Malazgirt surlarının fazla dayanamayacağını anlayan Vasil, para ve mevki karşılığında mancınığı yakması için Normanlı bir asker tuttu. Bir hile ile mancınığın yanına ulaşan Normanlı asker 3 şişe neft dökerek mancınığı yaktı.219 Bir ay devam eden kuşatma esnasında Harezm askerlerinin kumandanı olan Akhan (Arsuran) bir taarruz esnasında öldürüldü.220 Tuğrul Bey, kış mevsiminin yaklaşması ve Malazgirt kuşatmasının beklenenden uzun sürmesi nedeniyle kuşatmayı kaldırarak bahara ertelemek zorunda kaldı. Tuğrul Bey, Rey’e dönmek için harekete geçti ve geri dönüş yolunun üzerinde olan Adilcevaz’ı da alarak yoluna devam etti.221 Tuğrul Bey, Rey’e dönmeye karar verdiyse de Halifenin çağrısı üzerine Bağdat’a gitti.222 Irak’ın durumu, şiî hareketleri ve isyanları Tuğrul Bey’in bir daha Anadolu seferine çıkmasına imkân vermedi.223 Anadolu’ya düzenlenen bu seferler kalıcı olmamakla birlikte bir iz bırakmaktaydı. Türkler bu bölgelere yaptıkları akınlarda sıkışınca Azerbaycan’a geri çekiliyorlardı. Bu durum Bizans’ın savunmasının çökmesini sağladığı gibi Anadolu’daki yerli halkın huzursuzluğunun da artmasına sebep oldu.224 Tuğrul Bey’in bu seferi İbrahim Yınal’ınkinden farklı olarak daha geniş bölgeleri içine almıştır. Bu 217 Honigmann, s. 179; Sevim-Yücel, I, s. 36. 218 Grousset, s. 583. 219 Urfalı Mateos, s. 101-102; Attaleiates, s. 58. 220 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 131; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 50. 221 Ebû’l-Farac, I, s. 306; Şalbayev, s. 177-188. 222 Umar, s. 77. 223 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 131. 224 Mehmet Şeker, “Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış”, TYD, XVIII (127-128), (Mart-Nisan 1998), s. 134. 38 defa Bizans generalleri; Selçuklu birlikleriyle açık bir şekilde mücadele etmekten kaçındılar.225 Tuğrul Bey, 1055 yılında Bizans İmparatorluğu’na bir elçi göndererek ecdadının İslâm devletlerinden aldığı TorosDağları-Malatya-Erzurum hattının doğusunun iadesini ve günde 1.000 dinar vergi vermelerini istedi. Theodora da Tuğrul Bey’e bir elçiyle kıymetli hediyeler gönderdi. Tuğrul Bey, bu elçiyi kabul etmekle beraber onu, kendisiyle beraber Bağdat’a götürdü.226 2.8. ŞEHZADE VE EMÎRLERİN YAPTIĞI ANADOLU AKINLARI Tuğrul Bey’in Anadolu’dan ayrılmasından sonra Selçuklu vassalı Erran valisi Ebu’l-Esvâr, Türkmen kuvvetlerinin yardımı ile Anadolu akınlarına devam ederek Ani civarına kadar ilerledi. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Konstantinos’un gönderdiği Nikephoros, Dübeyl ve Gence civarlarına kadar ilerleyerek Ebu’l-Esvâr’ı yenilgiye uğratıp onunla Bizans vassallığını kabul etmesi şartıyla bir anlaşma imzaladı.227 Tuğrul Bey de kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Yakutî Bey’i Azerbaycan ve Anadolu hududuna gazaya memur etti. Yakutî Bey ile maiyetinde bulunan Türk beylerinden Sanduk (Samuk, Saltuk, Samukh, Sunduk) Anadolu’ya akınlarda bulundular. Bu akınları durdurmak isteyen İmparator Mikhail, Kapadok temi valiliğine tayin ettiği ünlü generallerden Nikephoros Briyennos’u görevlendirdi. Bu ünlü general Kayseri’de Selçuklu birliklerine karşı geldi ise de bozguna uğramaktan kurtulamadı (1057).228 Bir kısım Selçuklu askerleri Taron (Muş) valisi Bulgar asıllı Aaron’un oğlu Teodoros’un emrine girdi. Sanduk’un emrindeki askerler bu mültecilerin kendilerine teslimini istediyseler de bir şey elde edemediler. Bu askerler Hark (Bulanık)’ın köylerini yağma ettikten sonra Arsiana (Murat çayı)’dan geçerken buzların kırılmasıyla boğuldular. Bizans hizmetindeki Norman kumandanı Herve, Sanduk’a katılmasından kısa bir süre sonra onunla araları açıldı. Ahlat’a kaçan Herve, Nasr u’d-Devle Ahmed 225 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 250. 226 Aristakes, s. 109; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 125; R. A. Hüseynof, “Malazgirt ve Kafkaslar”, DTCFTAD, (10), Ankara 1968, s. 66. 227 Sevim-Merçil, s. 37. 228 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 51. 39 tarafından, Bizans’a yaranmak için esir alındı. Herve, Türkler ile işbirliği yapan ilk Bizans kumandanıdır.229 İmparator İsaakios I. Komnenos’un hizmetinde olup Haştiank ve Arşamunik eyâletlerinin valisi sıfatı ile Erzen’de oturan Liparit’in oğlu İvane, Theodosiopolis’i kuşattı. Ani valisi Katakalon da Theodosiopolis’e yardım için bir ordu gönderdi.230 Bunun üzerine İvane, Türklerin yardımına müracaat ederek, onlara Bizans memleketlerini yağma etmeyi tavsiye etti.231 Yakutî ile birlikte bulunan Selçuklu askerleri Sabuk komutasında İvane’ye yardım için geldiler. Selçuklular’ın bu bölgelere gelmesi üzerine Katakalon, Ani’ye sığındı. 232 Selçuklu askerleri elleri boş dönmemek için Trabzon, Haldiye (Khaldia), Bayburt, Çoruh üzerindeki Hart (Harton)’a kadar olan mıntıkayı yağma ettikten sonra büyük bir ganimetle geri döndüler.233 Anadolu’nun müdafaasız olduğunu gören Selçuklu akıncıları aynı sene (1057) yine geldiler. Tercan’ın güneyindeki Mananalis bölgesinden geçtiler. Bu bölgede iki kola ayrıldılar. İlk kol Erzincan şehrine bir gece yarısı baskın yaptı. Bu kola mensup akıncılar bu bölgeden Erzurum havalisine geçtiler ve batıdaki Blur (Pulur) şehrine hücum ettiler. Pulur’un surlarının sağlamlığına güvenen Kara-Erzen halkının bir kısmı buraya sığınmış idi. Merdivenler ile surlara tırmanan Selçuklu akıncıları şehre girerek kaleyi zapt ettiler. Bu bölgedeki halk tahminen 7.000 ölü ve esir verdi.234 Bu esnada Tuğrul Bey, Arslan Besasirî’ye yardım ettiğinden dolayı Mervanîler’i sıkı bir kontrol altında tuttuğu gibi topraklarını da zaman zaman yağma ettirdi. Mervanî hükümdarı Nasr u’d-Devle topladığı 100.000 dinarı Sultan’a ulaştırarak onunla barış yapmak zorunda kaldı.235 229 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 252; Honigmann, s. 180-181; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1390. 230 Ersan, s. 26; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 85. 231 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 151. 232 Bedirhan, Kafkasya ve Büyük Selçuklu Devleti’nin Doğu Politikası, s. 84-85. 233 Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 330; Köymen, ”Anadolu’nun Fethi”, s. 98. 234 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 252-253; Grousset, s. 590. 235 Ali Sevim, “Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’l-Âyân adlı Eserindeki Selçuklularla ilgili Bilgiler I. Sultan Tuğrul Bey Dönemi”, Belgeler, XVIII (22), Ankara 1997, s. 24. 40 Mananalis hareket merkezinden çıkan öteki akıncı kolu ise Horsen ile Hanzit’in batısında, Fırat nehrinin sol kıyısı üzerinde Harav veya Hatav adlı kaleye saldırıda bulunarak birçok kişiyi esir aldılar.236 Yakutî, maiyetindeki birlikler ile 1058 yılında Kars civarına geldi.237 Kars’a saldırıda bulunan Selçuklu kuvvetleri Kars’ın kenar mahallerini yağmaladıktan sonra şehri ele geçirmeden Ani üzerine yürüyerek kuşattılarsa da başarısız oldular. Daha sonra bu kuvvetler Pasin ovasına inerek bu bölgelerdeki birçok şehir ve kaleleri kuşatıp sıkıştırdıktan sonra Üğümi’yi ele geçirdiler. Başka bir Selçuklu birliği de Malazgirt ve Muş bölgelerine akınlarda bulundu. 238 Yine aynı yılda Yakutî’nin Azerbaycan’dan sevk ettiği bir diğer Selçuklu birliği Anadolu sınırını aşarak Erzurum, Erzincan, Kemah ve Harput’a kadar ilerleyerek bu bölgelerde akınlarda bulundu. Bu kuvvetlerden bir kol da Çoruh ve Kelkit vadisi yoluyla ilerleyerek Şebinkarahisar’ı ele geçirdi.239 1058 yılında Emîr Dinar, İran’dan muazzam bir orduyla Malatya üzerine yürüdü. Bu şehrin altın ve gümüş gibi kıymetli eşyalarla dolu olduğu haberleri İran’a kadar gitmiş idi. Bu şehir surlardan mahrum bir vaziyette idi. Selçuklu askerleri şehre geldiğinde şehirde bulunan Bizans süvari bölüğü onlara karşı koymaya çalıştıysa da sonunda şehir halkını da bırakarak kaçmak zorunda kaldılar.240 Selçuklu askerleri 10 gün boyunca şehri yerle bir ettikten sonra ele geçirdikleri ganimetler ile bu bölgeden ayrıldılar. 241 Urfalı Mateos, şehrin surlardan yoksun olduğunu aktarmaktadır, Ebû’l-Farac, ise Bizans’ın Malatya’yı Araplardan almasından beri surun var olduğunu fakat hiç tamir edilmediği için harap halde bulunduğunu aktarmaktadır. 242 Selçuklu askerleri Malatya’dan aldıkları ganimet ile Erzincan bölgesine geldiklerinde dağlı Ermeniler silahlı çeteler halinde birleştiler. Bütün geçitleri tutarak pusu kurdular. Mevsimin kış olmasından dolayı Selçuklu askerleri yola devam 236 İ. Kayabalı-C. Arslanoğlu, “Türkler’in İslam Dinini Kabul Etme Sebepleri ve Anadolu’nun Fethi”, TKD, (131), (Eylül 1973), s. 1224. 237 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 53. 238 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 55; Tufan Gündüz, “Kars”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2001, XXIV, 515. 239 Sevim-Yücel, I, s. 37. 240 Urfalı Mateos, s. 107-108; Grousset, s. 591. 241 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 151. 242 Abû’l-Farac, I, s. 312. 41 etmeyerek kışı Erzincan’da geçirdiler (1058). Yiyecek kıtlığı çeken askerler Horsen’e geçtiler. Burada iki kola ayrıldılar. Asıl kol Morrans köyüne hareket etti. Selçuklu askerlerinin bu şehri kuşatmak için hazırlandıkları esnada emîr Dinar, boğazına isabet eden bir okla şehit oldu. Bunun üzerine Selçuklu askerleri ağırlıklarını bırakarak geri çekildiler. Bir süre sonra geri dönen Selçuklu askerleri kendi eşyalarını yağmalayan Bizans askerlerini kılıçtan geçirdiler.243 Buradan Ognut (Kiğı)’a geçen bu akıncılar kendilerini takip eden Morranslı kuvvetler ile yaptıkları savaş neticesinde ele geçirmiş oldurdukları ganimetlerin bir kısmını terk etmeye mecbur kaldılar. Kurtulanlar dağınık bir şekilde Muş civarına geldiler ise de Glakavana (Çanlı Kilise) civarında Ermeni reisi Thorning’e bağlı Sasun dağlıları tarafından şehit edildiler. Çok az bir kısmı ise kaçmayı başardı.244 1059 yılında Sultan Tuğrul Bey’in emri ile Anadolu akınları tekrar başladı. Şehzade Yakutî, beraberinde Horasan Sâlârı, Kapar, Ermeni kaynaklardaki imlasıyla Kıcaciç ve Sanduk adlı Selçuklu emîrleri ile Sünni Abbasi halifesine bağlı olmaları sebebiyle siyah bayrak taşıyan Selçuklu ordusuyla Van Gölünün kuzeyindeki Anadolu topraklarına girdi.245 Yakutî’nin emri altındaki kumandanlardan Horasan Sâlârı, Urfa’yı kuşattıysa da Antakya Dükü Khaçator’un müdahalesi yüzünden başarı olamadı.246 Yakutî’nin emri altındaki emîrlerden Sanduk’un komutasındaki Selçuklu akıncıları ise Kapadokya’ya girerek Sivas (Sebesteia) dolaylarına gittiler. 247 Selçuklu emîrlerinin Sivas’a girmekteki niyetleri, Vaspuragan sülalesinden Senekerim’in varisleri olan iki Ardzruni prensi olan Adom ve Apusahl’ı esir almaktı. Ama Selçuklular’ın gelişini daha önceden haber alan bu prensler Kayseri’nin güneyindeki Gabadonia’ya (Urfalı Mateos’a göre Khavadanek, daha sonra Develi) kaçtılar. 1059- 1060 yılında Selçuklu askerleri Sivas’a geldiklerinde bu şehrin surlarla çevrili olmadığını gördüler. Selçuklu askerleri şehre girerek birçok insanı kılıçtan geçirdikleri 243 Grousset, s. 591-592; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 85. 244 Honigmann, s. 182; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1391; Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 99. 245 Sevim-Merçil, s. 38; Süleyman Tülücü, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beylerinden Sunduk” AÜTAED, (13), Erzurum 1999, s. 273. 246 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 85; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi I-II, Hayat Yay., İstanbul 1964, II, s. 61. 247 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 153; Kayabalı-Arslanoğlu, s. 1224. 42 gibi birçoğunu da esir aldılar.248 Selçuklu askerleri 10 gün boyunca Sivas’ta kaldıktan sonra çok sayıda esir ve ganimetler ile şehri terk ettiler. 249 Bizans İmparatoru İsaakios Komnenos’un (1054-1059), yerine tahta geçen X. Konstantin Dukas, Anadolu’daki Selçuklu akınlarını durdurmak için General Pankaras’ı görevlendirdi.250 Kış mevsiminin yaklaşması ile Anadolu’da toplamış oldukları ganimetler ile Azerbaycan’a dönmekte olan Selçuklu askerinin peşinden takibe geçen Pankaras, Selçuklu kuvvetleri tarafından ağır bir yenilgiye uğrattıldı (1061). İmparator Dukas, Selçuklular’ın kış yüzünden tahliye ettikleri Doğu Anadolu’daki şehirlerin surlarının ve kalelerinin tamir edilmesi için çalışmalar başlattı.251 Sultan Tuğrul, 1062 yılında Azerbaycan’a gelerek bu bölgeleri tekrar kendine tabiî kıldıktan ve Anadolu’ya yapılan akınları yerinde inceledikten sonra bu bölgeden ayrılarak Irak’a gitti. Sultan Tuğrul, Anadolu’ya yapılan akınların tekrarlanması için Yakutî’ye emir verdi. Yakutî, Horasan Sâlârı, Cemcem ve İsuli adlı emîrler ile beraber Anadolu’ya girerek Ergani dâhil olmak üzere Bagin ve Tulhum’a akınlarda bulundu. Daha sonra Diyarbekir emîri Nasr u’d-Devle’nin bu orduya katılmasıyla Dicle ve Fırat havzalarında da akınlarda bulundular.252 İmparator Dukas, bu bölgelere düzenlenen Selçuklu akınlarını haber alınca Urfa’nın Bizans Dükü Herve ve Tavadanos’u bu akınları durdurmak için görevlendirdi.253 Bizans komutanları bu bölgeye gelince, Selçuklu ordusunun çoktan karargâhına geri dönmüş olduğunu görünce Diyarbekir’i kuşattılar. Diyarbekirlilerin Normanlı paralı asker Herve’ye rüşvet vermesi üzerine o da bu kuşatmayı desteklemekten vazgeçti. Tek başına kalan Tavadanos’un kuşatma esnasında öldürülmesi üzerine Bizans kuvvetleri kuşatmayı kaldırdı. 254 Bu kuşatma esnasında Türk kumandanlardan Hacı Başara da şehit düştü.255 248 Urfalı Mateos, s. 107-108; Grousset, s. 593-594. 249 Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Sivas Şehri”, DTCFD, IX (4), (Aralık 1951), s. 448. 250 Auguste Bailly, Bizans Tarihi I-III, (Çev. H. Şaman), Tercüman Yay., İstanbul ?, II, s. 272-273; Sevim-Yücel, I, s. 38. 251 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 54-55; Ersan, s. 207. 252 Sevim-Merçil, s. 39; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1391. 253 M. Halil Yınanç, “Diyarbekir”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, III, 612. 254 Grousset, s. 595; Türsan, s. 23; Kaşgarlı, s. 92; Işın Demirkent-Mustafa Korkmaz, “İslâm Fethinden Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Urfa’nın Siyasi ve Sosyal Tarihi”, Edessa’dan Urfa’ya, (Edit. Mehmet Çelik), AÜTTAUAM Yay., Ankara 2007, s. 100. 255 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 55. 43 Şehzade ve emîrlerin yaptığı Anadolu akınlarından şu sonuçlar çıkarılabilir: 1. Yapılan bu akınlar ile birlikte Selçuklu akıncıları Anadolu içlerine kadar ilerledi; Sivas ve Malatya gibi müstahkem şehirler tahrip edildi. Bu hattın doğusunda kalan şehirler sürekli akınlara hedef oldu.256 2. Orta Anadolu ve Doğu’da yapılan akınlara rağmen Malazgirt Savaşının sonuna kadar Türk toplulukları Anadolu’da sürekli kalmadılar. Yapılan bu akınların amacı yerleşmekten çok müstahkem şehirleri tahrip edip ganimet toplamaktı. Ayrıca Anadolu’ya yapılan her akın bir sonraki akın için bir keşif niteliği taşıyordu.257 3. Bizans ordusu bu akınlara karşılık veremediği gibi, Anadolu’daki şehir ve kasabaları kendi kaderlerine terk etti. 258 4. Bizans yönetiminin, merkezdeki saltanat isyanları nedeniyle Anadolu sınırındaki askerlerini çekmiş olması Anadolu’daki Türk akınlarının ilerlemesini kolaylaştırıyordu.259 Sultan Tuğrul, hem İbrahim Yınal ve Kutalmış isyanları hem de Bağdat Abbasi Halifeliğini ciddi bir şekilde sarsan Arslan Besasirî isyanı sebebiyle Anadolu’nun fethiyle bizzat ilgilenemedi. Ancak görevlendirdiği Selçuklu şehzade ve emîrleri onun emri çerçevesinde Anadolu akınlarında bulundular.260 256 Aşan, s. 40; Kayabalı-Arslanoğlu, s. 1224; A. Caferoğlu, “İlk Anadolu Vatan Kültürü Kurucuları”, TM, XVII, İstanbul 1972, s. 3. 257 Demir, s. 60; Şeker, “Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış”, s. 134. 258 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 255. 259 Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1390. 260 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 58. 44 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SULTAN ALP ARSLAN DEVRİNDE ANADOLU’YA YAPILAN AKINLAR 3.1. SULTAN ALP ARSLAN’IN ANADOLU SEFERİ Sultan Tuğrul, 1063 yılında Rey’de ölünce ilk önce Süleyman hükümdar olarak ilan edilse de, daha sonra Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan, hem Süleyman’ı, hem de babası Arslan (İsrail) Yabgu’nun varisi olması nedeniyle saltanatta hak iddia eden Kutalmış’ı bertaraf ederek tek başına hükümdarlığını ilan etti (1064). 261 Sultan Alp Arslan, Bizans İmparatorluğu sınır bölgelerinde bulunan yerleri tahkim etmek262 , Azerbaycan’daki tâbi beyler ile sınır bölgelerindeki Türkmenler üzerinde devlet nüfuzunu sağlamlaştırmak niyetiyle Rey şehrinden ordusuyla harekete geçerek Azerbaycan’a gitti (1064).263 Sultan Alp Arslan Merend’e vardığında birçok defa Rum gazasına çıkmış olan Tuğ-tekin adlı bir Türkmen emîri yanına geldi. Tuğtekin, Sultan Alp Arslan’ın ordusuna katıldıktan sonra onu Gürcülerin üzerine yürümeye teşvik etmekle beraber bu bölgeleri çok iyi tanıdığı için de ona yol göstermeye ve kılavuzluk etmeye başladı.264 Birçok tâbi hükümdar ve emîrler de Sultanın bu seferinde onun yanında bulunuyordu. Sultan Alp Arslan, itaatte kusur eden Hoy ve Selmas halkı üzerine Horasan Amidi Muhammed b. Mansur’u göndererek onları itaat altına aldığı gibi ceza olarak da onları ordusuna kattı. Selçuklu ordusu Nahcivan’a geldikten sonra inşa ettikleri gemiler ile Aras nehrini geçtiler.265 Sultan Alp Arslan Anadolu’ya geçmeden 261 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 28; Ersan, s. 28-29; Aşan, s. 40; Aleksis G. K. Savvidis, “Selçuklu Sultanı Alp Arslan ve Bizans”, (Çev. E. Ozansoy), İÜEFTD, (35), İstanbul 1994, s. 305; Hava Kurt Selçuk, “İbn-i Hallikân’ın Vefayatü’l-Ayan Adlı Eserindeki Selçuklu Devlet ve İlim Adamları”, EÜSBED, (8), Kayseri 1999, s. 108. 262 Hüseynof, s. 66. 263 Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 331; Sümer, “Selçuklular”, s. 369. 264 Sadruddin Ebu’l-Hasan ‘Ali İbn Nâsır İbn ’Ali El-Hüseynî,, Ahbâr üd-devle is-Selçukiyye, (1933), (Çev. N. Lügal), TTK Yay., Ankara 1999, s. 24; G. Öğün Bezer, “Alp Arslan Zamanı”, Büyük Selçuklu Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir 2011, s. 43. 265 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 154; Nesimi Yazıcı, “Anadolu’da Kurulan İlk Türk Devletleri”, Türk Tarihi ve Kültürü, (3. Baskı), (Ed. Cemil Öztürk), Pegem Yay., Ankara 2005, s. 60. 45 önce arkasını güvene almak için Gürcistan taraflarına sefere çıktı. Sultan, veliahd266 olan oğlu Melikşah’ı da orduya sevdirmek ve yiğitliğini göstermesi için Nizâmü’l-Mülk kumandasındaki asıl orduyla Bizans hudut kalelerini alması için görevlendirdi.267 3.1.1. Şehzade Melikşah’ın Doğu Anadolu’daki Fetihleri 1064 yılı baharında Selçuklular’ın Bizans’tan ilk fethettikleri yerler Sürmeliçukuru ve merkezi Sur-mâri civarındaki bölgelerdir. Melikşah, maiyetindeki asker ile beraber Ani vilayetinin sağında Rumların elinde bulunan Şatık (Anberd)’a gelerek bu kaleyi kuşattı. 268 Kuşatma esnasında hem Müslüman hem de Gürcülerden birçok kimsenin ölmesi, kuşatmanın çok zorlu geçtiğini göstermektedir. Horasan Amidi ve Nizâmü’l-Mülk de kuşatma esnasında atlarından inerek kuşatmaya katıldılar. Melikşah’ın bir ok ile kalenin beyini boynundan vurarak öldürmesi üzerine bunu gören halkın kaleyi bırakarak kaçmasıyla bu kale Selçuklular’ın eline geçmiş oldu.269 Şatık’ın ele geçirilmesinden sonra Sürmeli kalesine hareket edildi. Selçuklu ordusu bir süre savaştıktan sonra bu kaleyi de ele geçirdi. Buradan hareketle bu kalenin civarında bulunan Hagios Georgio ( Kulp/Tuzluca ) kalesine gelindi. Melikşah, bu kaleyi aldıktan sonra tahrip etmek istediyse de Nizâmü’l-Mülk’ün bu kalenin Müslümanlar için bir uç şehri olduğundan dolayı tahrip edilmesinin uygun olmayacağını belirtmesi üzerine bu hareketinden vazgeçti. Daha sonra da alınmış olan bütün kaleleri Nahcivan emîri olan Ebu Dülef’e teslim etti.270 Melikşah ve Nizâmü’l-Mülk yanlarındakiler ile beraber harekete geçtikten sonra çok müstahkem bir kale olan Meryem-nişîn önlerine geldiler. Bu kalede çok sayıda rahip ve kilise bulunmaktaydı.271 Müstahkem bir yere sahip olan bu kalenin, demir ile bağlı taşlardan yapılan surlarının, suyla çevrili olması fethini zorlaştırıyordu. Nizâmü’l- 266 Türk Devletlerinde veliahd göstermek âdeti bulunmakla beraber, daima büyük evladın veliahd olması kesin değildir. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, (17. Baskı), Ötüken Yay., İstanbul 1998, s. 270. 267 Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı I-III, (4.Baskı), TTK Yay., Ankara 2001, III, s. 14; Agacanov, Selçuklular, s. 141; Grousset, s. 597; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Alp Arslan’dan Atatürk’e Değin Kars İli”, TKD, (22), (Ağustos 1964), s. 146. 268 Honigmann, s. 175; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 332. 269 Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme I-II, (1602-1603), (Haz. E. Merçil), Tercüman Yay., İstanbul 1977, I, s. 60. 270 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 235; El-Hüseynî, s. 24; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. 64; Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 101; Hasan Geyikoğlu, Selçuklular’dan Safevîler’e Sa’d-Çukuru, (Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1998, s. 98. 271 Müneccimbaşı, I, s. 36. 46 Mülk bu kaleyi fethetmek için gemiler yaptırdı. 272 Kuşatma esnasında Melikşah, surun tepesine ip bağlayarak tırmandığı bir esnada suya düştü ise de kendisine hiçbir şey olmadı. Selçuklu askerleri, kalenin kalın surlarını nacaklar ile delmeye çalıştı iseler de başarısız oldular.273 O sırada tesadüfen meydana gelen deprem sayesinde kale surlarının doğu tarafı yıkılınca Melikşah ve Nizâmü’l-Mülk şehre girerek ele geçirdiler. Bütün kiliseleri yaktılar ve birçok kişiyi kılıçtan geçirdiler; geri kalanlar ise İslâm dinini kabul ederek kurtuldular.274 Öte taraftan Sultan Alp Arslan, Gürcistan topraklarına girerek Kangarnı, Kartlı ve Javakhet (Tiflis-Çoruh ırmağı arası) bölgesini istila ettikten sonra buradan hareketle Trialet’e, Kveliskur ve Kür’e geçti.275 Sultan, buradan Şavşat (Şavşet), Klarcet (Ardanuç-Artvin)’e hareket ettikten sonra Ermenistan’ın kuzeyinde, kuzeydoğudan kuzeybatıya yarım çember çizdikten sonra güneye yöneldi276 ve Tayk (Tao-Taik) kuzeydoğusundaki Panaskert’e kadar ilerledi.277 3.1.2. Sultan Alp Arslan’ın Sepîdşehr’i Fethi Sultan Alp Arslan, Gürcistan fethinden dönerek Arpa çayı yakınlarında bir şehre geldikten sonra oğlunu ve Nizâmü’l-Mülk’ü karargâhına çağırdı. Bunun üzerine Melikşah, babası Alp Arslan’ın yanına gitti.278 Sultan Alp Arslan, veliahd yapmak istediği Melikşah’ın fethettiği bölgelerin müjdesini alınca çok sevindi. Böylece birleşen iki kol İslâm kaynaklarının Sepîdşehr (Beyaz şehir, Ak şehir, Ahalkelek, Ahalkale) dedikleri, şimdiki Kaps mevkiinde Marmaraşen manastırının 5 km kuzeybatısında bulunan bu şehre doğru hareket ettiler.279 Sultan, Sepîdşehr önlerine geldiğinde şehir kuvvetli surlarla çevrili değildi.280 Selçuklu askerleri, şehri kuşatma altına aldıklarında surun önünde Ceyhun gibi bir su 272 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 154. 273 El-Hüseynî, s. 24. 274 İzzet Cıvgın, Ortaçağ Tarihi, Maya Akademi Yay., Ankara 2008, s. 675; Lutfi Doğan, “Alp Arslan’ın Şahsiyeti ve İslâm’a Hizmeti”, DİBD, X (110-111), (Temmuz-Ağustos 1971), s. 293. 275 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 60; Toksoy, s. 26. 276 Grousset, s. 596; Honigman, s. 184. 277 Bedirhan, Ortaçağ Tarihi, s. 212. 278 Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 34; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Kars İli’nde Kazanılan Zaferlerimize bir Bakış”, TKD, (34), (Ağustos 1965), s. 593. 279 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 29; Demir, s. 64; İbrahim Kafesoğlu, “Alp Arslan”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1989, II, 527. 280 Brosset, s. 288. 47 (Çıldır gölü) vardı. Sultan’ın askeri bu suyun üstüne bir köprü kurarak harbe başladılar. Nihayet şehirden iki adam çıktı ve aman dilediler. Sultan da kalenin teslimi için emir İbn Mücâhid ve Ebû Semre’yi gönderdi. Gürcüler kaleye giren bu emîrleri haince öldürdüler.281 Sultan’ın emriyle hareket eden Selçuklu askerleri üç gün süren kanlı savaşların sonunda bu kaleyi ele geçirdiler. Şehir yağmalandı ve birçok esir alınd
Honigmann, bu şehrin Selçuklu askerleri tarafından bilerek yakıldığını aktarmaktadır.283 El-Hüseynî ise şehir halkının bir kısmının sığındığı burç etrafında ateş yakıldığını ve sönmekte olan bu ateşin gece çıkan rüzgâr ile şehre dağıldığını aktarmaktadır.284 Vardan, Sepîdşehr’in alınışı için: “Tuğrul’un amcazadesi285 olan Alp Arslan, Ermenistan’a geldi ve yirmi dört eyaleti harap etti. Alp Arslan, Sultan’ın başkumandanı idi ve onun vefatından sonra kendisi Sultan oldu. Alp Arslan, 100.000 kişi ile tekrar Ermenistan’a geldi ve Gürcülerin Akal-kalak dedikleri Norkağakı ve Şamşoyltei zapt etti ve Kral Gürigenin kızı, Gürcistan Kralı Bagaratın yeğeni ile evlendi.” demektedir.286 Sultan bu bölgedeyken, IV. Bagrat, ona bir elçi göndererek Selçuklular’a tâbi olduğunu ve her yıl vergi vereceğini bildirdi. Bu sayede Bagrat, ülkesine tekrar hâkim olabildi.287Sultan Alp Arslan, bu bölgelerden bugünkü Türkiye sınırlarına dönerek Kars ve Ani bölgesine girdi. Bu esnada Çıldır gölünün güneyinde, Kars-çayı üzerindeki Seylvürde ve Nevre denilen iki beldenin halkı dışarı çıkararak İslâmiyet’i kabul ettiklerini bildirdiler. 288 Böylece Bizans’ın ileri karakolu durumunda olan Ani ve Kars şehrinin etrafı ele geçirildi. Bu suretle bu şehirlere yardımın gelebileceği bütün yollar Selçuklu ordusu tarafından kesilmiş oldu.289 281 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 236; Mevdûdî, I, s. 228; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 334-335; Avşar Yıldırım, Selçuklu Devrinde Ani Şehri (1064-1200), (Yüksek Lisans Tezi), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya 2010, s. 45. 282 Ahmed b. Mahmud, I, s. 63; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 35. 283 Honigmann, s. 185. 284 El-Hüseynî, s. 26. 285 Müellif bu hususta yanılıyor. Alp Arslan, Tuğrul Bey’in yeğenidir. 286 Vardan, s. 177. 287 Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 111; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 155; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 58. 288 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 236; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 257. 289 Bedirhan, Ortaçağ Tarihi, s. 212. 48 3.1.3. Sultan Alp Arslan’ın Ani’yi Fethi Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos, Ermeniler’e çok ağır vergiler yüklemeye başladı.290 İmparator Monomakhos, II. Gagik’ten amcası Sımbat’ın imzaladığı senedi hatırlatarak Ani ülkesini talep ettiyse de bu isteği kabul görmedi. 291 İmparator, II. Gagik’i 1044 yılında hileyle Konstantinopolis’e getirterek tahtan ayrılmaya zorladı. II. Gagik’in bir daha Ani’ye gelemeyeceğini anlayan Sarkis ve Bedros, karşılığında kendilerine bir şeyler verilmesi halinde Ani’yi ve krallığın diğer kalelerini teslim edeceklerini bildirdiler. Bunun hemen akabinde Ani’nin kırk anahtarını ve şehrin teslim edildiğine dair mektubu İmparatora gönderdiler. İmparator, bu mektubu yanında bulunan Gagik’e göstermişse de o bunu kabul etmedi. Gagik, ancak bu olaydan 30 gün sonra Ani’yi devretmeye razı oldu.292 II. Gagik’e Ani topraklarına karşılık Kayser’i civarında topraklar ve Konstantinopolis’te muhteşem bir saray ile bol miktarda mal mülk verildi.293 İmparator 1045 yılında Ani’yi zapt ederek burayı Bizans’ın bir theması haline getirdi. 294 1045-1055 yıllarında Ani valisi olan Aaron iç kaleye kendi parasıyla su getirtti. Kalenin surlarını onarttı ve kendi adına bir kitabe yazdırdı.295 Urfalı Mateos, Bizans’ın Ermeni topraklarını ilhak etmesi hakkında: “Grekler, kendi evlerinden ve eyaletlerinden çıkarttığı Ermeni prens ve komutanları kendi memleketlerinde ikamet etmeye mecbur ettiler. Onlar erkek çocukları hadım ettiler ve onlara kahramanlara yakışan zırh yerine geniş ve uzun entariler giydirdiler” demektedir.296 Bizans’ın zulümlerinden bıkan Ani halkı şehirden göç etmeye başladı. Ani ve çevresindeki yerli halkın göçünü engellemek için, Bizans İmparatorları, idarecileri Ermeni ve Gürcülerden seçmiş ise de kısa bir süre sonra Türk fethi görülecekti.297 Sultan Alp Arslan, asıl hedefi olan Bizans’ın doğudaki son kalesi, Ermeniler’in istihdam şehri Ani önüne geldi.298 Ani themasında Bizans valisi olarak Ermeni 290 Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 13. 291 Honigmann, s. 172; Grousset, s. 560; Yıldırım, s. 21. 292 Grousset, s. 563-568; Honigmann, s. 173. 293 Kaşgarlı, s. 148; Streck, s. 320. 294 Ersan, s. 19; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Kars”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, VI, 361. 295 Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 41; Yıldırım, s. 22. 296 Urfalı Mateos, s. 111-112. 297 Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 40-41. 298 Türsan, s. 23. 49 soyundan Bagrat bulunmaktaydı. Ona, yardımcı olarak da Erzurum, Ani, Şırak, Tayk ve Çormayri (Sürmari) memleketlerinin dükü sıfatıyla Gürcü soyundan Bagura’nın oğlu Grigor bulunmaktaydı. Ani’yi yerli askerlerden ziyade ücretli askerlerden oluşturulan Bizans garnizonu korumaktaydı.299 Sultan Alp Arslan, Ani kuşatmasına başladığı esnada bu durumu halifeye bildirmesi için Nizâmü’l-Mülk’e emir verdi. Nizâmü’l-Mülk zamanın âdeti gereğince Bağdat’a bir fetihnâme göndererek Sultan Alp Arslan’ın şimdiye kadar yaptığı fetihler bildirildi.300 Müstahkem bir şehir olan Ani’nin, üç tarafı Arpaçayı ile çevrili olup dördüncü bölümü de Arpaçayından alınan suyla doldurulmuş bir hendekle çevriliydi.301 Şehrin kapısına giden yol hendeğin üstündeki köprüden geçmektedir. Şehrin surları da sert granit taşından yapıldığından ele geçirilmesi çok zor bir hal alıyordu.302 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Ani şehrinde nüfusun 700.000 ev ve 1000 kilise olduğunu aktarmaktadır. Abû’l-Farac, Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin verdiği bu rakamlara aynen katılmaktadır. İbnü’l-Esîr, ise kuşatma esnasında Ani’nin kalabalık olduğunu söylemekle beraber tam bir sayı vermemektedir.303 Urfalı Mateos, kesin rakamlar vermemekle birlikte Ani’nin on binlerce kadın, erkek, ihtiyar ve çocukla dolu olduğunu kaydetmektedir. Rene Grousset, Ani şehrinin savaşçı olmayan binlerce kişiyi barındırdığını aktarmaktadır.304 M. Fahrettin Kırzıoğlu, Çamiçyan’dan naklen Ani şehrinde 100.000 ev bulunduğunu aktarmaktadır. Müneccimbaşı, Ani’nin nüfusunun kalabalık bir şehir olduğunu, şehirde ise 500’den fazla kilise bulunduğunu aktarmaktadır.305 El-Hüseynî, Ani’nin fethini şöyle anlatmaktadır: “Sultan Ani üzerine yürüdü. Buranın surları yüksek dağlardan müteşekkil idi ve her dağın tepesinde bir kale vardı. Bu memleket Rum memleketlerinin en muhkem bir noktası idi. Bütün hazineler bu 299 Urfalı Mateos, s. 120; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 338; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. 68; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 58. 300 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular, (1884-1987), (Çev. A. Sevim), TTK Yay., Ankara 2011, s. 135; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 17-18. 301 Müneccimbaşı, I, s. 36-37; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 61. 302 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 135; Abû’l-Farac, I, s. 316; Mevdûdî, I, s. 229; Attaleiates, s. 88-89. 303 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 237; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 135; Abû’l-Farac, I, s. 316. 304 Urfalı Mateos, s. 121; Grousset, s. 598. 305 Müneccimbaşı, I, s. 36; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 337. 50 kalelerde bulunurdu. Memleketin ahalisi, Sultan’ı ve askerlerini tacir306 zannettiler. Sultan çadırını bu memleketin tarlalarında kurdu. Tarlaların korunmasından sorumlu olan muhafız süvarileri şehirden çıkıp Sultan’ın askerlerini tarladan çıkarmak istediler. Sultan’ın kölelerinden bir cemaat derhal bunların üzerine yürüyünce, bunları gören Rumlar da kaçtılar. Sultan bunları takip ederek nihayet memlekete girdi. Sultan memleketin her tarafına hâkim olduğu zamanda Encan’a kadar ileri gitti. Bu cihetten Rumlar darmadağınık oldular. Aralarına terfika düştü. Sultanın şiddetini hissedince memleketlerinin surlarını teşkil eden dağların tepelerine iltica ederek odunlar ile bu kalelere giden dağ yollarını kapattılar. Sultan bu odunları yakmalarını emretti. Bunun üzerine Rumlar buradan inerek Cizye’yi kabul ettiler. Sultan bunların üzerine Horasan Amid’i ile Şemsü’l-hadimi musallat etti. Bunlar onlardan ister istemez cizye aldılar. Bundan sonra bu musalehadan pişman olarak tekrar harp etmeye başladılar. Harp had safhaya girdiği bir vakitte Sultan bir tepe şeklinde görülmesi için bir takım çuvallara saman ve toprak doldurarak birbiri üzerine yığılmasını emretti. Bu suretle koydular, bunların üzerine sapan atanlar ve neftçiler çıktılar. Rumlar memleketlerin en güzel kadınlarını ve oğlanlarını seçip bunları esir almakla meşgul etmek için Sultan’ın karargâhının önüne dizdiler. Sultan bunların hepsinin yakalanıp hapsedilmesini emretti. Sultan ve askerleri harbin bütün şiddetine tahammül ile yemek, içmek, uyumak gibi hiçbir şeyle iştigal etmeyerek muharebeye devam ettiler. Sultan tahtadan bir köşk yapılmasını ve üstüne sirkeye bastırılmış keçeden bir gölgelik ile örtülmesini emretti. Bu yapıldıktan sonra bu köşkün üzerinde harp etmeye başladılar ve Rumların duvarlara, burçlara tırmanmalarına mani oldular; nihayet Müslümanlar surun kuvvetli tarafını yıkmağa muvaffak olarak memleketlerine girdiler, Oranın ahalisini atların ayakları altında çiğnediler”.307 Ahmed b. Mahmud, El-Hüseynî’nin aktarmış olduğu bütün bilgileri teyit etmekle beraber onun aktardığı bütün bu olayları daha detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Aktardığı bu olayların kronolojisi de bir önceki eserin aynısıdır.308 306 M. Altay Köymen, Ani şehri halkının Selçuklu Sultan’ını ve askerlerini tüccar sandıkları ifadesini doğru olarak kabul etmenin mümkün olmadığını söylemektedir. Çünkü Ermeni müelliflerin aktardıklarına dayanarak şehirde 700.000 ev 1.000 kilise ve manastır bulunduğunu, içinde savaşacak yer kalmadığını söylemekle bundan civar halkın Türk korkusu ile şehre sığındıkları sonucunun çıkartılabileceğini vurgulamaktadır. Bkz. Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 18. 307 El-Hüseynî, s. 27-28. 308 Ahmed b. Mahmud, I, s. 65-68. 51 Ahmed b. Mahmud ve El-Hüseynî’nin aktardıklarına göre çok müstahkem ve güçlü surlar ile çevrili olan Ani şehri, ele geçirilirken sadece ağaçtan bir hisarla düşmanın çok zor bir duruma düştüğünü ve bu sayede de Ani’nin ele geçirildiğini aktarmaktadır. Bizans’ın ele geçirilemez olarak vasıflandırdığı Ani şehrinin, dış surlarının savaşın ilk safhasında çok çabuk geçildiği ve hemen iç kaleye varıldığı düşüncesinin doğruluğu tartışılabilir. Şehir halkının cizyeyi kabul edecek kadar zorlanmasının başka bir nedeni olmalıdır. İbnü’l-Esîr, aktardıkları bu durumu açıklamamızda bir hayli yardımcı olmaktadır. İbnü’l-Esîr, Ani’nin fethini şöyle anlatmaktadır: “Ani büyük ve mamur bir şehir idi. Nüfusu kalabalıktı, beş yüzü aşkın kilisesi vardı. Sultan Alp Arslan, burayı kuşatıp sıkıştırdı. Fakat Müslümanlar şehrin müstahkem bir yapıya sahip olduğunu görünce buranın fethedilmesinden umut kesmişlerdi. Sultan Ahşap bir burç yaptırıp içini savaşçılarla doldurdu, üzerine mancınıklar ve okçular yerleştirdi. Böylece Müslümanlar surların üzerindeki Rumları görebildiler. Müslümanlar surları delmek maksadıyla ilerlerken Allah’ın bir lütfu olarak hiç hesap etmedikleri bir hadise vuku buldu ve durup dururken bu surlardan bir parça yıkıldı. Bunun üzerine Müslümanlar içeri girip şehir halkından sayısız adam öldürdüler”. 309 İbnü’l-Esîr, eserinde El-Hüseynî ve Ahmed b. Mahmud’un aktardığı ağaçtan yapılmış bir hisarın içine Selçuklu askerlerinin doldurulmasına ek olarak bu hisarın üzerine şehir surlarını delmek için mancınık yerleştirildiğinden bahsetmektedir. Aslında Ani şehrini güç bir duruma düşüren de işte bu mancınığın surlara atmış olduğu taşlardır. İbnü’l-Esîr’in aktardığına göre Ani şehrinin surlarından bir parçanın durup dururken yıkıldığı görüşünü Abû’l-Farac da teyit ederek, “Türkler şehri zapt etmekten meyus olunca birden bire semavi bir işaretle kulelerden biri düştü” diye aktarmaktadır. Müneccimbaşı, aynı görüş doğrultusunda hiç sebepsiz olarak surlardan büyük bir kısmının yıkıldığından bahsetmektedir.310 Ani şehir surlarının, bu yıkılan kısmının mancınık tarafından atılan taşlardan zarar görüp düşmesi daha doğru bir görüş olarak kabul edilebilir. Çünkü granit gibi sert taşlardan inşa edilen Ani şehir surlarının bir anda sebepsiz olarak yıkılması mantığa aykırı gelmektedir. 309 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 237. 310 Abû’l-Farac, I, s. 316-317; Müneccimbaşı, I, s. 37. 52 Şehrin sadece bir yanı, yaklaşık bir ok atımlık mesafede, ova gibi açılıyordu. İşte bu noktada Selçuklu askerleri, mancınık ile suru çökerttiğinde dışardakilerin sevinçten, içerdekilerin korkudan attıkları nara ve çığlıklar ile her yer çınladı.311 Selçuklu askerleri, mancınık ile sur üzerinde delik açtıktan sonra toprak dolu çuvallar ile hendeği doldurarak üzerinden geçip şehre açılan sur gediğinden içeri girmeye çalıştılar. Fakat açılan gedik surun enkazı ile dolduğundan, askerler bu daracık ve tehlikeli yerden girmede güçlük çektiler. Bu esnada Ani valisi Bagrat ve yardımcısı Grigor iç kaleye çekilerek, ya savaşmak ya da şehri terk etmek fikrini konuştuktan sonra iç kaleye çekilip kapanma kararı aldılar.312 Urfalı Mateos, Ani’nin fethedilişini şöyle anlatıyor: “Ermenistan’a muhafız tayin edilmiş olan Smbat’ın babası Bagrat ve Gürcü Baguran’ın oğlu Grigor, iç ve yukarı kaleye çekilip kapanmaya başladılar. Aynı gün Sultan da bütün ordusunu çekip İran’a dönmeye hazırlanıyordu. Şehir halkı bu dinsiz muhafızların kaleye kapandıklarını gördü. Onların manevi kudreti kırıldı ve hiçbir sebep yokken herkes bir tarafa kaçışmaya başladı. Bütün şehir toz duman ile kaplandı. Şehrin ileri gelenleri, ilk Ermeni krallarının mezarlarına gidip ağlayarak yere kapandılar ve figan ederek ”Kalkın atalarınızın şehrine bakın“ diye haykırdılar. Bu manzarayı gören Müslüman askerleri, derhal Sultan’ın yanına koşup bu durumu ona anlattılar. Fakat o, bunlara inanmadı. Müslüman askerleri, surların muhafızlar tarafından terk edilmiş olduğunu görünce izdihamla içeri girdiler, bir kadının koynundaki çocuğu kaptılar ve onu Sultan’a götürüp: “İşte Ani’yi zapt ettiğimize dair sana bir delil” dediler. Sultan buna çok hayret etti ve “Onların Allah’ı zapt edilemez şehirlerini bugün elime verdi” dedi. Sultan, bütün ordusuyla gelip Ani şehrine girdi. Her bir Müslüman askerinin, ikisi iki elinde, biri de dişlerinde olmak üzere üç keskin bıçağı vardı”. 313 25 gün süren kuşatmanın ardından Anadolu’nun müstahkem kapısı, Ani kalesi 16 Ağustos 1064’te fethedildi.314 Bizans İmparatorunun doğudaki en müstahkem şehri 311 Grousset, s. 598; Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s.338-339. 312 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 18; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 43. 313 Urfalı Mateos, s. 120. 314 Aristakes, s. 163-165; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 156; Kayabalı-Arslanoğlu, s. 130-131; M. Altay Köymen, “Selçuklular’ın Kars İli Fethi’nin Önemi”, TKD, (22), (Ağustos 1964), s. 143; Hüseynof, s. 67; Mehmet Özmenli, Ortaçağ’da Şüregel (Şirak)’ın Tarihi, (Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2008, s. 136-137; Ph. K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, (1970), ( Çev. S. Tuğ), MÜİFV Yay., İstanbul 2011, s. 648. 53 ve kalesi olan Ani’nin Sultan Alp Arslan tarafından fethedilmesi Hristiyanlar arasında ne kadar üzüntü yaratmışsa, İslâm dünyasında da o kadar sevinç yarattı.315 Honigmann, Ani kalesinin fethedilmesiyle ilgili şöyle demektedir: “Büyük Armenia’nın ihtiyar başkenti, şimdiye kadar zapt olunamaz diye addolunan Ani (Anion), 20 yıl Bizans’ın elinde kaldıktan sonra kaybedildi”. 316 Georg Ostrogorsky, Ani’nin kaybedilişi için şöyle demektedir: “IX. Konstantinos zamanında Armenia’nın ilhakı ile Selçuklular’a yeni bir taarruz alanı sağlanmıştı. Devletin iç kudretsizliği ve savunma inhitatı ise Selçuklular’a kısa zamanda Bizans’ın asıl çekirdek arazisine giden yolu da açmış oldu”. 317 Ani’deki kiliseler içinde en önemlilerden biri kuşkusuz şehrin en büyük mabedi durumundaki Büyük Katedral kilisesidir. 318 Sultan Alp Arslan, Büyük Katedral kilisesinin üstündeki haçı indirerek yerine bir hilal koydurup, Fethiyye adıyla cami haline getirdi. Ani’yi fetheden Selçuklu Sultanı ve devlet erkânı, fetihten sonraki ilk Cuma namazını 20 Ağustos 1064 Cuma günü, işte bu Fethiyye camiinde kıldılar.319 Urfalı Mateos, Kadetral’in camiye çevrilişi için şöyle demektedir: “Müslümanlardan biri Katedral’in üstüne çıkıp tepesinde dikili olan haçı sökerek yere düşürdü. Aynı adam, sonra kubbenin üzerindeki kapıdan kilisenin içine girdi ve billur avizeyi yere düşürüp paramparça etti. Bu avizeyi Smbat, diğer bin bir hazineyle beraber Hint’ten getirtmişti. Avizenin ağırlığı 12 libra idi ve bu ağırlıkta yağ kaldıra biliyordu. Kubbeden indirilmiş olan bir insan boyu uzunluğundaki gümüş haçı götürüp ayakaltında çiğnetmek üzere Nahcivan camiinin kapısının eşiğine koydular”. 320 Mateos’un, haçın Nahcivan’a götürülüp caminin kapısının eşiğine koyulduğu bilgisi bizim için doğru bir bilgi olarak kabul görmesi imkânsızdır. Din konusunda 315 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 258. 316 Honigmann, s. 186. 317 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, (1940), (2. Baskı), (F. Işıltan), TTK Yay., Ankara 1986, s. 318. 318 Hamza Gündoğdu, “Kültürlerin Buluştuğu Bir Ortaçağ Şehri; Ani”, AÜGSED, (17), Erzurum 2006, s. 55. 319 Kırzıoğlu, “Alp Arslan’dan Atatürk’e Değin Kars İli”, s. 147; İ. Kayabalı-Arslanoğlu, “Anadolu’ya Selçuklu Türklerinin Giriş Sebepleri”, TKD, (126), (Nisan 1973), s. 341; Kırzıoğlu, “Kars İli’de Kazanılan Zaferlerimize Bir Bakış”, s. 693. 320 Urfalı Mateos, s. 121. 54 hoşgörüsü ile tanınan, tarafsız bütün tarihçilerce bilinen Sultan Alp Arslan’ın böyle bir tutum içine girmesi imkânsızdır.321 Sultan Alp Arslan, fetihten hemen sonra şehir ve kalelerin yönetimlerine Muhammed b. Mansur ve Şems’i atadı. Ayrıca çarpışmalar esnasında yıkılmış olan surların ve yapıların onarılması için onlara emirler verdi. Teslim olan şehir halkının canları cizye ödemeleri şartıyla bağışlandı.322 Sultan Alp Arslan, gerçekleştirdiği bu sefer sonucunda fethettiği Ermeni ve Gürcülerin oturdukları Bizans memleketlerinin yönetimlerini beraberinde sefere katılan vassal emîrlere bıraktı. Şöyle ki; Van Gölü bölgesi, Nahcivan emîri Sakaroğlu Ebu Dülef’e, Ani şehri de bir müddet sonra Manuçehr’in idaresine verildi, Tiflis ve Rustav ise Gence valisi Fadlun’a verildi.323 Sultan Alp Arslan, Bağdat Abbasi halifesi başta olmak üzere bütün İslâm memleketlerine fetihnâme göndererek kazandığı zaferi ve yaptığı fetihleri bildirdi.324 Sultan Alp Arslan’ın Ani’yi fethini içeren fetihnâmesi Bağdat’a, halifeye ulaştığında hilafet veziri İbn Cüheyr, Beytü’n-nûbe’de bir toplantı düzenleyip Sultan’ın bu fetih mektubunu okudu. Bizzat halife tarafından Sultan Alp Arslan’a onu öven bir mektup göndermesi halifelik makamının da bu fethin önemini kavradığını göstermektedir.325 Bu andan başlayarak Sultan, Ebu’l-Feth (Fetihler babası) diye tanındı.326 Vardan, Gence emîri Fadlun’un, Sultan Alp Arslan’a çeşitli hediyeler ve para vererek Ani şehrini ondan satın aldığını ve bu harap şehre küçük yaşta olan torunu Manuçehr’i hükümdar olarak gönderdiğini aktarsa da, Kırzıoğlu, böyle bir durumun imkânsız olduğunu belirtir.327 3.1.4. Sultan Alp Arslan’ın Kars’ı Tabiîyetine Alması Urfalı Mateos, Kars-Bagratlı Krallığının Selçuklular’a tâbi oluşu için şöyle demektedir: “Bu zamanda Şahinşah Abas’ın oğlu Gagik, Kars’ta bulunuyordu. Sultan, ona bir elçi gönderip kendisine arzı hürmet etmesi için yanına çağırdı. Zeki ve tedbirli 321 Kaşgarlı, s. 93. 322 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 62; Sevim-Yücel, I, s. 41. 323 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 156; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 59; Sevim-Merçil, s. 51; Yıldırım, s. 54. 324 Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 17; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 29. 325 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 135; Köymen “Anadolu’nun Fethi”, s. 102. 326 Ebû’l-Farac, I, s. 317; Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alametleri, s. 39; Kenan Çetin, Selçuklu Medeniyeti Tarihi, Yitik Hazine Yay., İstanbul 2011, s. 24. 327 Vardan, s. 179; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 47. 55 bir adam olan Gagik, Sultan’ın elinden salimen kurtulmak için bir çare düşündü. Güya matem içindeymiş gibi siyah elbiseler giydi ve siyah bir mindere oturdu. Onun bu vaziyetini gören Sultan’ın elçisi ona, bir kral olduğu halde niye siyahlara bürünmüş olduğunu sordu. Gagik : ”Sultan Alp Arslan’ın kardeşi (gerçeği amcası) ve benim de dostum olan Sultan Tuğrul’un öldüğü gün ben bu elbiseleri giydim” diye cevap verdi. Bu sözlerden çok müteessir olan elçi, keyfiyeti Sultan’a anlattı. Sultan, bunun üzerine bütün ordusuyla beraber Kars’a Gagik’in yanına gitti. Sultan, onu görmekle sevinç duydu, onunla dostluk akdetti ve ona krallık elbiseleri giydirdi. Gagik de Sultan’a bir ziyafet verdi. İşittiğimize göre, bu ziyafette kebap edilen bir kuzu için 1.000 dahekan sarf edilmiş ve Sultan ile bütün askerlerine kurulmuş olan sofranın masrafı ceman 100.000 dahekan tutmuştur”. 328 Sultan Alp Arslan’a karşı kurnazca bir politika izlemiş olan Gagik, Bizans adına yönettiği Kars’ı Selçuklu fetihlerinden korumuş idi.329 Sultan Alp Arslan’a itaat eden ve Selçuklu vassallığına giren Gagik, Sultan’ın Kars’tan ayrılmasından hemen sonra memleketinin idaresini İmparator Dukas’a terk etti (1064). 330 İmparator bunun karşılığında, ona Kapadokya’dan toprak verdi (Zamantı).331 Ermeni Müverrihi Vardan, “Kars kralı Gagik Abbas’ın oğlu Türklerin korkusundan dolayı kendi memleketini Rumlara verdi” demektedir.332 Sultan bu büyük sefer ve fetihlerden sonra 100.000 kişilik ordusu, 50.000 esir ve pek çok ganimet ile Rey’e döndü.333 Anadolu’da Büyük Selçuklu Devleti adına yapılan akınlar daha ziyade geçici akınlar mahiyetindeydi. Şimdi ise Ani’nin fethiyle beraber seferlerin mahiyetinin değişmeye başladığı görülmektedir.334 3.2. EMîRLERİN YAPTIĞI ANADOLU AKINLARI Bu fetihler esnasında Sultan Alp Arslan, İran’da ve doğuda iki sene kadar birtakım iç karışıklıkları yatıştırmak için uğraşırken, diğer taraftan Selçuklu şehzadeleri, 328 Urfalı Mateos, s. 122. 329 Sevim, Genel Çizgileri ile Selçuklu- Ermeni İlişkileri, s. 17. 330 Ersan, s. 50. 331 Grousset, s. 600; Kaşgarlı, s. 93. 332 Vardan, s. 178. 333 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 156; Kayabalı-Arslanoğlu, “Anadolu’ya Selçuklu Türklerinin Giriş Sebepleri”, s. 343. 334 Köymen, “Selçuklular’ın Kars İli Fethi’nin Önemi”, s. 143. 56 Türkmen beyleri, Selçuklu emîrleri fetih ve gazalara devam ettiler.335 Sultan Alp Arslan’ın emriyle daha önceleri de Anadolu’da akınlarda bulunan Horasan Sâlârı, Anadolu’nun fethi için görevlendirildi336. 1065 yılında Horasan Sâlârı adlı kumandan önce Ergani yöresindeki Tulhum kalesini kuşattıysa da başarısız oldu. Horasan Sâlârı bu bölgeleri tahrip ettikten sonra yoluna devam ederek Bizans hâkimiyetinde bulunan Urfa bölgesine girdi.337 Onun idaresindeki Selçuklu askerleri Urfa bölgesine akınlar yaparak Frank ücretli askerleri tarafından savunulan Siverek ve Nusaybin (Nasibin)’e338 saldırıda bulundular. Frank askerlerine karşı burada tutunamayan Selçuklu askerleri geri çekilmeye mecbur kaldılar. Takviye alan Selçuklu askerleri tekrar Urfa bölgesine gelerek saldırılarda bulunup etrafı yağmaladılar.339 Bu esnada Antakya valisi Bekht de Urfa’da bulunuyordu. Selçuklu askerlerinin bu bölgede olduğunu öğrenince onlara ani bir baskın yapmak istediyse de Urfa’nın Bizans valisi Proksimos’un onu kıskandığından dolayı savaş ortasında terk etmesi sonucunda ağır bir mağlubiyete uğradı. 340 Aynı yıl ikinci defa Urfa’da görülen Selçuklu askerleri Urfa’ya bağlı olan Kısas’ta karargâhlarını kurdular. Urfa civarındaki Celeb (Calab) ve Diphisarı ele geçirdiler. Bunun üzerine karşı harekette bulunan Bizans ordusu, 4.000 kişilik bir güce sahip olmasına rağmen bozguna uğratıldı.341 Horasan Sâlârı, aynı yıl üçüncü defa Urfa bölgesinde göründü. Kupin (Gubin) denilen yerde karargâhını kurduktan sonra bu bölgeyi yağmaladı. Daha sonra da aldığı esir ve ganimetler ile geri döndü.342 Horasan Sâlârı, Urfa ve civarındaki akınlardan sonra Diyarbekir’e gitti ve Bab u’l-Hüve’de karargâhını kurdu. Mervanî emîri Nizam üd-Din kendisine şehrin kapılarını kapattı ve 3.000 dinar vermesi halinde bu durumu müzakere edeceğini bildirdi. Bir 335 Aşan, s. 41; Geyikoğlu, s. 103. 336 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 62. 337 Honigmann, s. 187; Demirkent-Korkmaz, s. 101. 338 Saldırıda bulunulan Nasibine es-Sagır denilen yerdir. Bugünkü Nüsaybin olmayıp, Siverek-Adıyaman yolu üzerindedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Honigmann, s. 140. 339 Ersan, s. 31; Erdoğan Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına Kadar Urfa’nın Durumu”, Belleten, LII (203), (Ağustos 1988), s. 465. 340 Urfalı Mateos, s. 126; Grousset, s. 607; Honigmann, s. 138. 341 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 259; Abdullah Ekinci, “Urfa ve Çevresinde Türk Akınları (MÖ. VII- MS. XIV. Yüzyıl)”, FÜSBD, XIV (1), Elazığ 2004, s. 263. 342 Honigmann, s. 139; Kayabalı-Arslanoğlu, “Türkler’in İslam Dinini Kabul Etme Sebepleri ve Anadolu’nun Fethi”, s. 1235. 57 suikast niyetinde olduğu için şehre gelen Horasan Sâlârı ve yanındakileri yakalayarak öldürdü. 343 Karahanlı Devleti’nin Batı kolu hükümdarı Ebu İbrahim I. Tamgaç Han’ın (1058-1067,1068) oğullarından Hanoğlu Harun babasıyla bozuştuğu için, Selçuklu hizmetine girdi ve 1.000 Oğuz atlısıyla Anadolu sınırlarını aşıp Diyarbekir yörelerinde akınlarda bulundu (1064-65).344 Emîr Gümüştekin, maiyetinde Afşin ve Ahmed-Şah gibi Selçuklu emîrleriyle Urfa bölgesine girdi (1066).345 Selçuklu kumandanları Tulhum’u kuşatarak ele geçirdiler. Buradan hareketle Nusaybin üzerine yürüdüler. Ancak bu bölgeyi ele geçiremediler. Bunun üzerine sığ bir yerinden Fırat’ı geçerek Hısn-ı Mansûr (Adıyaman) bölgesine girdiler.346 Bu esnada Nusaybin kalesi reisinin teşvikiyle Bizans kumandanı Arvandanos, onlara Fırat kenarında baskın yapmak istedi. Ancak Selçuklu kumandanları, Hoşin kalesi önünde Arvandanos’un kumandanlığını yaptığı 10.000 kişilik Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Gümüştekin bu savaş esnasında esir ettiği Arvandanos’u Urfa önlerine getirdiğinde, onu Urfa Strategosu 20.000 dinar gibi yüksek bir fidye karşılığında serbest bıraktı.347 Gümüştekin ve beraberindeki emîrler büyük ganimet ve tutsaklar ile Sultan Alp Arslan döneminden beri Anadolu’nun hareket üssü haline getirilen Ahlat’a geri döndüler. Afşin, bu önemli seferde büyük rol oynamasına rağmen, Gümüştekin’in kardeşini öldürmesinden dolayı intikamını almak için onu öldürdü.348 Böyle değerli bir Selçuklu emîrini öldürmesi sebebiyle Sultan Alp Arslan’ın öfkesinden korkan Afşin, maiyetinde bulunan çok sayıdaki atlı Türkmenler ile Ahlat’tan ayrılıp batı yönünde, Anadolu içlerine akınlara başladı. Genel karargâhını, 343 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 161. 344 ,Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 60; Sevim-Merçil, s. 17. 345 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 22; Gürün, s. 313. 346 Demirkent-Korkmaz, s. 102; Faruk Sümer, “Selçuklular Devrinde Türk Beyleri (V)”, TDAD, (61), (Ağustos 1989), s. 9. 347 Ebû’l-Farac, I, s. 318; Urfalı Mateos, s. 134-135; Honigmann, s. 139; Grousset, s. 608; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, 1799- 1802 Osmanlı Fransız Harb’inde Akka Kalesi Savunması, 1853-1856 Osmanlı-Rus Kırım Harb’i Kafkas Cephesi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981, s. 10; Türsan, s. 23; Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına Kadar Urfa’nın Durumu”, s. 464-465. 348 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 86; Faruk Sümer, “Afşin”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1988, I, 440. 58 ortaçağlarda Karadağ adıyla anılan Kilikya’nın kuzeyindeki Amanos dağlarına kuran Afşin, Kilikya bölgesine akınlar düzenlemeye başladı.349 Afşin’in kuvvetlerinin bir kısmı Gaziantep’in kuzeybatısındaki Dülük’ü ele geçirdi. Afşin’e bağlı 1.000 kişilik bir grup da Antakya yörelerine inerek yağma hareketlerinde bulundular. Afşin, daha sonra Malatya’ya yönelerek burada karşılaştığı bir Bizans birliğini yenilgiye uğrattı.350 Afşin’e bağlı birliklerin Malatya’da görünmesiyle Ermeni Bogusak ailesi (Ermeni Bazrig-oğulları) İslâmiyet’i kabul etti ve Sultan’ın fermanıyla daha önce oturdukları Siverek’te ikamet etmelerine izin verildi.351 Malatya’dan ayrılan Afşin, Tohma valisini takiben Kayseri’ye gitti. Bu şehri ele geçirdikten sonra yağmaladı ve tahrip etti (1067). Karaman Eyaleti (Lycaonia)’ne akınlar yapan Afşin, Torosları geçerek Kilikya bölgesine girdi ve bu bölgelerde de yağmalar yaparak hareket üssü Halep’e döndü. İmparator Dukas tarafından Şark Orduları Başkomutanı olarak tayin edilen Nikephore Botanyates, Afşin’in bu akınlarını durduramadığı için görevden alındı.352 Afşin bu bölgelerde akınlar yaptığı esnada birçok kişiyi esir aldı. Bu esirlerin Halep’te satılanlarının miktarı 70.000 kişiye ulaşmış idi.353 Bir süre bu bölgede kalan Afşin, Halep’ten tekrar Antakya bölgesine giderek akınlarda bulundu (1068). Antakya’nın Bizans valisinden 100.000 dinar ve savaş aletleri aldı.354 Bizans’ın Antakya üssünün bu şekilde çökertilmesi üzerine Sultan Alp Arslan ona bir mektup göndererek onu affettiğini bildirdi. Buna çok sevinen Afşin, Sultan’ın huzuruna çıkmak için Irak’a gitti.355 3.3. SULTAN ALP ARSLAN’IN II. KAFKASYA SEFERİ VE KARS’A HÂKİM OLMASI Alanlar’ın Bagrat ile birleşerek Selçuklu vassalı olan Şeddad-oğulları ülkesine girmeleriyle Sultan Alp Arslan, ikinci defa Gürcistan seferine çıkmak zorunda kaldı 349 Ali Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları Afşin, Atsız, Artuk ve Aksungur, (2. Baskı), TTK Yay., Ankara 2011, s. 19; Kaşgarlı, s. 94. 350 Sevim-Yücel, I, s. 43; Umar, s. 78. 351 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 162-163; Kaşgarlı, s. 94; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 18. 352 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 61-62; Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 103. 353 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 162; İhsan Ilgar, “Anadolun’un Fatihi Büyük Kumandan ve Hükümdar Alp Arslan”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 58. 354 Honigmann, s. 117; Sevim-Yücel, I, s. 54. 355 Bedirhan-Atçeken, s. 63. 59 (1067-1068).356 Sultan, Aras ırmağını geçerek Gürcistan ülkesine girdiğinde yanında Sav-tekin ve Nizâmü’l-Mülk de bulunmaktaydı. Sultan’ın geldiğini duyan Şeddadoğulları emîri Fadlun ve Şirvanşahlar hükümdarı Feriburz, onun yanına giderek itaatlerini bildirdiler. Sultan, Gürcistan topraklarına girince IV. Bagrat, Selçuklu ordusuna mukavemet edemeyeceğini anlayarak kaçtı.357 Şeki kralı olan Ahsartan (Agsartan) muharebeye girişmeden teslim oldu ve İslâmiyet’i kabul etti. Sultan Alp Arslan buradan asıl Gürcistan’a (Khartli) girdi. Altı hafta içinde bütün bu ülke ve kaleler fethedildi.358 Sultan bu bölgelerden sonra kışın şiddetine aldırmadan Kars’ın üzerine yürüdü. Kars, 1064 yılında kısa bir süre Selçuklu hâkimiyetinde kaldıysa da Gagik tarafından Bizans’a verilmesiyle Selçuklu hâkimiyetinden çıkmış idi. Daha önce de Kutalmış tarafından yağmalanmış olan bu şehir, Sultan’ın bu seferi ile kesin olarak Selçuklu topraklarına katıldı. 359 Sultan’ın Kars’ta bulunduğu bir esnada Bagrat, Liparit’in oğlu İvane’yi elçi olarak onun yanına gönderdi. Sultan da yıllık vergi vermesi şartıyla onun tabiîyetini kabul etti. Sultan Tiflis ve Rustav’ı Fadlun’a verirken yeni fethedilen Kars’ı da buraya komşu olan Ani Şeddadîlerine bağladı.360 Sultan, Türkistan Hanı’nın ölmesi üzerine bu seferini sonlandırıp geri döndü. 361 Sultan, bu esnada yanında bulunan askerlerin bir kısmını Anadolu hudutlarında bıraktı ve bu sınırdaki kuvvetlerin miktarını da arttırdı. Sultan, kardeşi ve Azerbaycan valisi olan Yakutî, eniştesi El-basan ve Anadolu’ya akınlarda bulunan Sanduk’u Anadolu fetihlerini devam ettirmek ile görevlendirdi.362 356 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 20. 357 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 66. 358 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 164. 359 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 63; Türsan, s. 23; H. Dursun Yıldız, “Kars’ın Fethi”, TKD, (22), (Ağustos 1964), s. 153. 360 Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 353. 361 Ahmed b. Mahmud, I, s. 80; El-Hüseynî, s. 32. 362 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 64-65; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 67. 60 3.4. MALAZGİRT SAVAŞI 3.4.1. Bizans’ın Durumu X. Konstantin Dukas, 1067 yılında ölünce geride üç oğul bıraktı. Fakat Dukas’ın oğullarının çok küçük yaşta olmaları nedeniyle anneleri Eudokia, imparator naibi olarak yönetimi eline aldı. 363 Eudokia, yedi aylık saltanatı esnasında İtalya Normanlar’ın ve Balkanlardaki Bizans toprakları da farklı Türk topluluklarının; kuzeybatıda Macarlar’ın, kuzeydoğuda ise Uzlar ve Kumanlar’ın baskısı altındaydı. 364 Bizans toprakları sürekli Selçuklu akıncıları tarafından yağma ve tahrip ediliyordu. Bu vaziyet karşısında askeri parti Eudokia’ya General Romanos Diogenes’i eş olarak almasını sağlamak için baskı yapmaya başladı.365 Bu baskılara fazla direnemeyen Eudokia da daha önce başarısız bir darbe girişiminden dolayı zindanda bulunan Romanos Diogenes ile evlendi. Romanos, IV. Diogenes adıyla Bizans İmparatoru oldu. Diogenes’e, tahta çıkmadan önce Peçenekler’e karşı kazandığı başarılar dolayısıyla X. Dukas tarafından Esvapçıbaşı unvanı verilmişti. 366 Selçuklular’a karşı bir kurtarıcı gözüyle bakılan Diogenes, tahta geçer geçmez Selçuklular’a karşı mücadeleye girmek için hemen hazırlıklara başladı.367 Fakat Bizans, artık 70 yıl önceki gibi mükemmel bir orduya sahip değildi. Suriye sınırındaki 50.000 kişiden oluşan süvari alayı da bu arada dağıtılmıştı. Kabiliyetli ordu komutanları yerine kendilerine güvenilmeyen kabiliyetsiz kişiler getirilmişti. Ordunun büyük bir kısmı yabancı ücretli askerlerden oluşuyordu.368 Ayrıca halk da artık ülke savunmasına katılmak konusunda isteksizdi.369 363 Zonaras, s. 121. 364 Tımothy E. Gregory, Bizans Tarihi, (2004), (Çev. E. Ermert), Yapı Kredi Yay., İstanbul 2008, s. 248; Şerif Baştav, “Alp Arslan ve Romen Diyojen”, TKD, (34), (Ağustos 1965), s. 703; Steven Runciman, “Orta Çağların Başlarında Avrupa ve Türkler”, Belleten, VII (25), (II. Kanun 1943), s. 56; Işın Demirkent, “1071 Malazgirt Savaşına Kadar Bizans’ın Askeri ve Siyasi Durumu”, İÜEFTD, (33), (Mart 1980), s. 145. 365 A. A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi I-II, (1925), ( Çev. A. Müfid Mansel), Maarif Matbaası Yay., Ankara 1943, I, s. 450. 366 Zonaras, s. 122-123; Ostrogorsky, s. 318. 367 Bailly, II, s. 273; Işın Demirkent, “Bizans”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1992, VI, 237. 368 Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, Kutsal Toprakların Davetsiz Misafirleri I-III, (1951), ( Çev. F. Işıltan), Nokta Yay., İstanbul 2005, I, s. 67; Honigmann, s. 177-178; Grousset, s. 571-572. 369 Abdülkadir Yuvalı, “Türk Fethi Sırasında Bizans’ın Anadolu Politikası”, TDTD, (43), (Ağustos 1990), s. 25. 61 Bu sırada Bizans’ın maliyesi de bozulmuş ve paranın da değeri düşmüştü. Kamu harcamaları gün geçtikçe biraz daha artmaktaydı. 370 Vergilerin azalması ve fuzuli harcamaların artması nedeniyle askeri masraflar kısılmaya başlandı.371 Bizans, ordusunun ücretlerini bile ödeyememekteydi.372 3.4.2. Romanos Diogenes’in Selçuklular’a Karşı İlk Harekâtı İmparator Romanos Diogenes, Anadolu’ya düzenleyeceği bu ilk sefer ile Anadolu’daki Selçuklu akınlarını engellemek istiyordu. Diogenes’in, bu seferi düzenlemesinin bir sebebi de kendisine şan kazandıracak bir zafer kazanmaktı (1068). 373 Diogenes, sefer hazırlıkları esnasında Uz, Peçenek, Frank, Alman, İskandinav ve İtalyan Normanlarından oluşan ücretli askerler tuttu. 374 Bizans ordusu 13 Mart 1068’de İstanbul’dan hareket ederek Kayseri üzerinden Sivas’a gitti. Doğuya doğru hareketine devam eden Bizans ordusu Divriği’de Türk birliklerini geri çekilmeye mecbur etti. 375 Diogenes kazandığı bu ilk başarıdan sonra harekâtına devam ederek Maraş’a ulaştı. Burada bir kısım kuvvetini, Fırat boylarına göndererek sol yanını güven altına almak istediyse de bu bölgelerde akınlarda bulunan emîr Has İnal buna pek imkân vermedi.376 Diogenes, harekâtına devam ederek Umur Tekin adlı Selçuklu emîrinin savunduğu Menbiç kalesini şiddetli bir kuşatmadan sonra âmânla ele geçirdi.377 Han-oğlu Harun ve Selçuklu vassalı Mirdas-oğulları emîri Mahmud, Halep önlerinde Bizans askerlerini mağlup ettilerse de Diogenes’in karşı harekâtı sonucunda geri çekilmek zorunda kaldılar. İmparator, daha önce Hanoğlu Harun’un aldığı Artâh ve Azâz kalelerini de ele geçirdi.378 370 Tımothy, s. 248. 371 Demir Demirgil, “X. ve XI. Yüzyıllarda Bizans İmparatorluğu’nun İktisadi Düzeni”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 49-50. 372 Şeker, s. 704. 373 Zonaras, s. 125; Kafesoğlu, Türk-İslâm Sentezi, s. 113. 374 Yılmaz Öztuna, II, s. 62; Sevim-Yücel, I, s. 45. 375 Bedirhan-Atçeken, s. 64; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 261; Kayabalı-Arslanoğlu, “Türkler’in İslâm Dinini Kabul Etme Sebepleri ve Anadolu’nun Fethi”, s. 1236. 376 Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, TTK Yay., Ankara 1971, s. 34. 377 Suryanî Mihail, Suryanî Patrik Mihailin Vakainamesi (İkinci Kısım 1042-1195), (1944), (Çev. Hrant D. Andreasyan), 1944 (T.T.K. kütüphanesi No:44'de yayınlanmamış tercüme), s. 25; Urfalı Mateos, s. 137; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 166; Ali Sevim, “Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’lÂyân Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler II. Alp Arslan Dönemi”, Belgeler, XIX (23), Ankara 1998, s. 27. 378 Azimî, s. 18; Honigmann, s. 119; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 68. 62 Selçuklu akınları dolayısıyla Bizans topraklarının yağmaya ve tahribe uğraması ve Bizans ordusunun çokluğu nedeniyle yiyecek maddelerinin azalması, Halep’te gıda maddelerinin fiyatlarının yükselmesine neden oldu. Bu bölgelerdeki kıtlık, iaşe sorununu karşılayamayan Bizans’ı çok zor bir duruma düşürdü.379 Bu bölgelerden ayrılan İmparator, Antakya’ya uğradıktan sonra Pozantı’ya gitti.380 Afşin, İmparator Halep bölgesini ele geçirmek ile meşgul iken Ahlat harekat üssündeki Türkmen beylerinin de bir kısmını yanına alarak Orta Anadolu’ya şiddetli bir akın yaptı ve Sakarya vadisine kadar ilerledi.381 Afşin, İstanbul-Çukurova yolu üzerinde bulunan İslâm Tarihi boyunca akınlara sahne olmuş olan Emirdağ civarındaki ünlü Amûriyye (Amorion) kentini ele geçirerek yerle bir etti. Bu haberi alan İmparator, Afşin’in yolunu kesmek için hemen harekete geçti ise de Afşin’in bir yıldırım hızıyla sürdürdüğü hareket sebebiyle bunu başaramadı. Diogenes, kış mevsiminin bastırmış olmasından dolayı Konstantinopolis’e geri döndü.382 3.4.3. Romanos Diogenes’in Selçuklular’a Karşı İkinci Harekâtı Diogenes’in Konstantinopolis’e dönmesinden kısa bir süre sonra Afşin, Sanduk, Ahmed-Şah, Türkman, Dilmaç-oğlu Mehmet, Tutu-oğlu, Serhen-oğlu ve Arslantaş komutasındaki Selçuklu kuvvetleri, doğu, güneydoğu ve güney bölgelerinden Anadolu’ya akınlarda bulundular (1069). 383 Diogenes, Manuel Komnenos komutasında Sivas’a, Philaretos Brachamios komutasında Malatya’ya olmak üzere iki ordu sevk ettikten sonra kendisi de bizzat sefere çıkmaya karar verip ordusunun büyük bir kısmı ile Fırat nehrine kadar ilerledi. Selçuklu akıncıları bu nehrin doğusuna çekilmek zorunda kaldılar.384 Diogenes’in amacı, Selçuklu askerlerinin Anadolu akınlarında üs olarak kullandıkları Ahlat’a kadar giderek onları Bizans sınırından dışarı atmaktı. Nitekim bu düşüncelerini gerçekleştirmek için Harput’a kadar gitti.385 Fırat nehrinin sol tarafına geçen Selçuklu kuvvetleri Malatya’da bulunan Philaretos komutasındaki Bizans 379 Ebû’l-Farac, I, s. 319; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 157. 380 Umar, s. 79. 381 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 168; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 66. 382 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 161; Azimî, s. 18; Zonaras, s. 128; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 24; Sümer, “Afşin”, s. 440. 383 Sevim-Merçil, s. 57. 384 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 24; Sevim-Yücel, I, s. 46. 385 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 67; Aşan, s. 42. 63 ordusunu ani bir baskın yaparak mağlup ettiler. Philaretos canını zor da olsa kurtararak İmparator’un yanına gitti ve durumu ona bildirdi.386 Orta Anadolu’da önemli bir şehir olan Konya’nın ele geçirildiği haberini alan İmparator, Doğu’daki askeri harekâtına son vererek Selçuklu akıncılarının dönüş yollarını kesmek ve Sivas üzerinden Kayseri’ye oradan da Toros boğazlarını tutmak için harekete geçti.387 Selçuklu komutanları Karaman, Mut, Mersin-İssos yolunu takip ederek Kilikya’ya girdiler.388 Bu bölgelerde akınlarda bulunarak güneye doğru inip kuzey Suriye’deki hareket merkezleri olan Halep’e gittiler.389 İmparatorun da ümitleri boşa çıkınca Konstantinopolis’e geri dönmek zorunda kaldı. 1070 yılında tekrar Anadolu’ya bir sefer yapmayı düşünen Diogenes, saraydaki muhaliflerin tesiri ile sefere bizzat çıkmaktan vazgeçti. Diogenes, kendi yerine Anadolu seferi için Doğu Orduları Baş Kumandanı Manuel Komnenos’u gönderdi.390 Diogenes, Anadolu’ya yapmış olduğu bu ikinci seferinde de başarılı olamadı. 391 3.4.4. El-Basan’ın Bizans’a Sığınması Sultan Alp Arslan’ın eniştesi ve kız kardeşi Gevher Hatun’un eşi El-basan, Kavurd ile birlikte 1067 yılında ayaklanmıştı. El-basan, Kavurd’un bertaraf edilmesinden sonra Kavzin civarlarına kaçtı. Sultan Anadolu seferine çıkınca, El-basan idaresindeki Yabgulu (Yavgulu,Yavgıyya, Nâvegiyân) Oğuzlarını da alarak Anadolu’ya doğru harekete geçti.392 Sultan da onu yakalayıp huzuruna getirmesi için Afşin’i görevlendirdi. Afşin’in takibinde olan El-basan da Sultan’ın gazabından korkarak Anadolu içlerine hareket ederek Kızılırmak kıyılarına kadar ilerledi.393 386 Zonaras, s. 129; Feridun Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, Halit Rıfat Kitabevi Yay., İstanbul 1943, s. 38; Öztuna, II, s. 63. 387 Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 24; Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 38. 388 Feridun Dirimtekin, “Selçukluların Anadolu’da Yerleşmelerini ve Gelişmelerini Sağlayan İki Zafer”, Malazgirt Armağanı, TTK Yay., Ankara 1993, s. 235; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, s. 11. 389 Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 105. 390 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 32. 391 Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, (1926-28), (Çev. I. Demirkent), TTK Yay., Ankara 1992, s. 227. 392 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 171-173. 393 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 262; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 68; Erdoğan Merçil, “ Türkçe Selçukname’ye Göre Malazgirt Savaşı”, TED, (2), (Ekim 1971), s. 20. 64 El-basan’ın Anadolu topraklarına girdiği haberini alan Diogenes, onunla savaşmak için Komnenos’u gönderdi.394 Komnenos, emrindeki bütün askerler ile Sivas’a geldiğinde, El-basan’ın himayesindeki kalabalık Yabgulular’la karşılaştı. Elbasan, Bizans generali Komnenos’a rica ve niyaz için geldiğini haber vermesine rağmen, yolda gelirken kendi maiyetindeki Yabgulular’ın yapmış olduğu yağma ve tahriplerden dolayı samimiyetine inanılmadı.395 İki taraf arasında çıkan savaşta Bizans kuvvetleri mağlup edildi.. Bu esnada Komnenos ile beraber iki eniştesi (Melissenos ve Taronites) El-basan’ın eline esir düştüler.396 El-basan, Komnenos’a kendisini Afşin’den kurtarması şartıyla, onu fidye almadan bırakacağını vaat etti. Komnenos’un bu teklifi kabul etmesiyle ikisi beraber Konstantinopolis’e gitti.397 El-basan’ı takip etmekte olan Afşin, batı yönünden ilerleyerek Kapadokya’ya girdi. Bu bölgeleri yıldırım hızıyla tahrip ettikten sonra Frikya (Afyon-Uşak-Denizli yöreleri) bölgesine girdi. Denizli yakınındaki Honas şehrini yağmalayıp tahrip ettikten sonra akınlarını Marmara sahillerine kadar uzattı.398 Afşin, Konstantinopolis’e yaklaştığında Diogenes’ten El-basan’ın kendisine verilmesini, iki devletin arasında sulhun olduğunu, sultana muhalefet etmemeleri gerektiği haberini iletti. Diogenes ise El-basan’ın geri verilmesinin imkânsız olduğunu Afşin’e iletti. Bu haber üzerine Afşin, geri dönmek zorunda kaldı. İlk defa bir Selçuklu şehzadesi Bizans’a sığınmış oldu.399 Afşin, gelişinde olduğu gibi gidiş yolu üzerindeki bütün bölgeyi yerle bir ederek Ahlat üssüne vardı. Sultan Alp Arslan’a bu sefer hakkında bilgi verdi.400 394 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 168; Ahmed b. Mahmud, I, s. 88. 395 Zonaras, s. 130; Claude Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, (Çev. Z. Kerman), Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, s. 207. 396 Nikephoros Bryennios, s. 45; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 68; Dirimtekin, “Selçukluların Anadolu’da Yerleşmelerini ve Gelişmelerini Sağlayan İki Zafer”, s. 236; Faruk Sümer, “Yıva Oğuz Boyuna Dâir”, TM, IX, İstanbul 1951, s. 153. 397 Erdoğan Merçil, Selçuklular, Makaleler, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2011, s. 336; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 207; Ilgar, s. 59; Sümer, “Afşin”, s. 440. 398 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 33; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 40; Gül, s. 45. 399 Urfalı Mateos, s. 137-138; Ahmed b. Mahmud, I, s. 90; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 169; Grousset, s. 609; Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi I-V, Ankara 1994, II, s. 710. 400 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 169; Abdülkadir Yuvalı, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve Moğollar”, TDAD, (38), (Ekim 1935), s. 97. 65 3.4.5. Sultan Alp Arslan’ın Anadolu ve Suriye Seferi Mısır veziri Nasr üd-Devle Hamdan gönderdiği elçiyle şiî Fâtımî hutbesi yerine Sünni Abbasî hutbesini okutmaya hazır olduğunu bildirdi401 ve Sultan’a Mısır’a geldiği takdirde bu bölgeleri ona teslim edeceğini ekleyerek onu, Mısır’ın fethi için teşvik etti.402 Sultan da Mısır’ı fethetmek için 1070 yılında Azerbaycan’dan hareketle Anadolu’ya girdi. Sultan, önce Malazgirt’i daha sonra da Erciş’i ele geçirdikten sonra Diyarbekir civarına gelerek Dicle ırmağı kıyısında Harşefiyye’de konakladı.403 Sultan bu bölgeye geldiğinde Diyarbekir surlarının çok müstahkem olduğunu görünce sura elini sürdükten sonra uğur getirmesi için eliyle göğsünü sıvazladı.404 Sultan, bu bölgedeyken Meyyafârikîn emîri Nasr b. Mervan405 , onun huzuruna çıktı. Nasr daha sonrada Sultanın ordusu için 100.000 dinar gönderdi.406 Sultan, Diyarbekir’den ayrıldıktan sonra Siverek’i daha sonra da Tulhum kalelerini hücumla aldıktan sonra Bizans hâkimiyetindeki Urfa önlerine gelerek şehri kuşatma altına aldı (1071). 407 Urfa, Bulgar kralı Alusian‘ın Bizans hizmetinde çalışan oğlu Vasil’in idaresindeydi. 408 Selçuklu askerlerini tüm çabalarına rağmen Urfa’nın direnci kırılamadı. 409 Şehir halkı, Sultanın kuşatmayı kaldırması için 50.000 dinar teklif edince Sultan da bu teklifi kabul ederek kuşatmayı gevşetti. Buna rağmen Urfa halkı, kuşatma silahları yakılmadıkça bu parayı vermeyeceklerini ilettiler. Sultan da bunun 401 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 69; A. Dudu Kuşçu, “Büyük Selçuklu Devletinin Suriye, Filistin ve Mısır Politikasına Dair Bazı Tespitler”, TAD, (27), (Bahar 2010), s. 658; Ali Sevim, ”Bugyetü’t-taleb fi Tarih-i Haleb’e Göre Sultan Alp-Arslan”, Belleten, XXX (118), (Nisan 1966), s. 227; Gülçin Çandarlıoğlu, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, TKD, (34), (Ağustos 1965), s. 648. 402 Sümer, Oğuzlar, s. 93. 403 Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yay., Ankara 1989, s. 29; Aşan, s. 42. 404 İbnü’l-Esîr, X, s. 71. 405 Mervan-oğulları her ne kadar Tuğrul Bey zamanından itibaren Selçuklu vassalı olmuşsa da sürekli bu bölgelerde bulunan Selçuklu emîrleriyle de mücadeleden kaçınmamışlardır. Selçuklu Devleti’ne karşı ikiyüzlü bir politika izleyen Mervan-oğulları ancak Sultan Melikşah döneminde (1085) ortadan kaldırıldıktan sonra bu bölgeler Büyük Selçuklu topraklarına katıldı. Mervan-oğulları’nın yıkılışı için bkz. Ali Sevim, “Tarihî Meyyâfârikîn ve Âmid’in Mervanlılar Bölümü’nün Yayını Münasebetiyle”, VI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, TTK Yay., Ankara 1967, s. 173; Abdürrahim Tufantoz, “Mervânîler”, DİA, İSAM Yay., Ankara 2004, XXIX, 231. 406 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 166; Ahmed b. Mahmud, I, s. 81-82; Mevdûdî, I, s. 236; El-Bundarî, 36; Erdoğan Merçil, “Türkçe Selçukname’ye Göre Malazgirt Savaşı”, s. 20-21. 407, Honigman, s. 140; Köymen, “Anadolu Fethi”, s. 106. 408 Grousset, s. 609; Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına Kadar Urfa’nın Durumu”, s. 465. 409 Urfalı Mateos, s. 12; Kaşgarlı, s. 96; Demirkent-Korkmaz, s. 103. 66 üzerine kuşatma silahlarını yaktırdı. Fakat Urfa halkı söz konusu parayı vermedi. Sultan, onların anlaşmadan vazgeçmesine sebep olarak Urfa halkıyla aracılık yapan Bizans elçisini gördü ve onu öldürmek istediyse de Nizâmü’l-Mülk “elçi öldürmek âdetimiz değildir” diyerek bunu engelledi.410 Urfa’yı 50 gün boyunca kuşatan Sultan Alp Arslan, bu bölgede çok vakit kaybettiği için kuşatmayı kaldırdı.411 Sultan Alp Arslan, Urfa kuşatması esnasında Fakih Ebu Ca’fer’i Halep emîri Mahmud b. Nasr b. Salih’e elçi olarak göndererek huzuruna gelerek itaat arz etmesini istedi. Fakat Mahmud, korktuğu için Sultanın huzuruna gitmedi. Buna kızan Sultan da ona karşı yürümek için Urfa’dan Suriye yönüne doğru hareket etti.412 Sultan bu bölgeden hareketle Halep yakınlarına geldiğinde Mahmud’a tekrar elçi göndermiş ise de, o bir türlü gelip Sultanın huzuruna çıkmadı. Buna çok kızan Sultan Halep’i kuşatma altına aldı (1071). İki ay kadar süren bu kuşatma esnasında Sultan sadece bir gün savaşmış idi.413 Halep burçlarının en sağlamı olan Ganem burcu delinince, şehir buradan yapılacak bir saldırı ile kolayca alınacak bir duruma geldiği halde Sultan hücum emri vermedi. Çünkü Sultan, Bizans’a karşı kuvvetli bir uç şehri olan Halep’i kılıçla fethetmek istememekteydi414 Mahmud durumun aleyhine geliştiğini görünce bir gece, annesiyle çıkıp Sultanın huzuruna geldi. Sultan, onlara iyi davrandığı gibi ona hil’atler giydirip Halep’e geri gönderdi.415 3.4.6. Romanos Diogenes’in Doğu Anadolu’ya Gelişi İmparatoru Diogenes, Selçuklular’ın Anadolu’da giriştikleri istila hareketlerine son vermek ve onları Anadolu’dan çıkarmak amacıyla Anadolu ve Azerbaycan üzerine sefer hazırlıklarına başladı. 416 İmparator, Bulgar, Slav, Alman, Frank, Rum, Gürcü, Ermeni, Türk (Hazar, Peçenek, Uz (Oğuzlar) ve Kıpçak) asıllı askerlerden 200.000 410 Ahmed b. Mahmud, I, s. 82-83; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 166; Ebû’l-Farac, I, s. 320. 411 Honigmann, s. 14; Ekinci, s. 264. 412 İbnü’l-Adîm, Biyografilerle Selçuklular Tarihi, Bugyetü’t-taleb fi Tarih-i Halep (Seçmeler), (1951), (Çev. A. Sevim), (2. Baskı), TTK Yay., Ankara, 1989, s. 14. 413 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 73. 414 Faruk Sümer-Ali Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, (2. Baskı), (Çev. F. Sümer-A. Sevim), TTK Yay., Ankara 1988, s. 46; Sevim, ”Bugyetü’t-taleb fi Tarih-i Haleb’e Göre Sultan AlpArslan”, s. 230. 415 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 256; Mevdûdî, I, s. 237; Azimî, s. 19; El- Bundârî, s. 37; Sümer, Oğuzlar, s. 93. 416 Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 55. 67 kişiden az olmayan bir ordu oluşturdu.417 Diogenes, yapacağı bu seferi gizlemek amacıyla Sultan’a, Halep önlerinde bulunduğu esnada bir elçi göndererek bazı isteklerde bulundu.418 Diogenes, gelenek gereği Ayasofya Kilisesine gidip yakutlarla işlenmiş altın haçtan yardım diledi.419 İmparator, bu ayinden sonra 13 Mart 1071’de yanına aldığı Elbasan ve General Manuel Komnenos ile birlikte Konstantinopolis’ten hareket etti. Hareketten kısa bir süre sonra Komnenos, hastalanarak öldü. Bizans ordusu SakaryaAnkara-Kayseri güzergâhı üzerinden Sivas’a ulaştı. 420 Sivas’ta421 kurulan savaş meclisinde çeşitli görüşler tartışıldı. İlk görüşü savunanlar Selçuklu başkentine ilerlemek ve onlarla ilk karşılaştıkları yerde savaşmak istemekteydiler. 422 İkinci görüşü savunan Türk asıllı Joseph Tarkhaniotes (Tarhan) ve Nikephoros Bryennios gibi tecrübeli komutanlar İsfahan ve Azerbaycan bölgelerinin arazi şartlarının kendilerince bilinmediğini belirttiler. Bu bölgeler üzerine yürüdüklerinde Selçuklular çok iyi bildikleri kendi topraklarında savaşacaklarından daha kuvvetli bir durumda olacaklarını da buna eklediler.423 Bu komutanlar, Sivas’ta kalarak çevre kaleleri kuvvetlendirdikten sonra etraflarındaki ovaları, tarlaları ve ekinleri yaktırıp Selçuklu ordusunu bu bölgeye çekmenin daha doğru olacağını ve bu bölgeye gelecek olan Selçuklu askerlerinin ihtiyaçlarını karşılayamayınca da yenileceğini düşünmekteydiler. 424 Eğer bu planları gerçekleşmezse en fazla 417 El-Bundarî, s. 37; Timothy, s. 248; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 90; Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular” DGBİT, Çağ Yay., İstanbul 1989, VII, 122-123. 418 Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 58; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, s. 16; Burhan Berkel, “Malazgirt Savaşı 26 Ağustos 1071”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 4. 419 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 172; Ali Sevim, “Malazgirt Muharebesi”, DİA, İSAM Yay., Ankara 2003, XXVII, 481. 420 Attaleiates, s. 152; Nikephoros Bryennios, s. 46; Selahattin Karatamu, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, II. nci Cilt Eki, Malazgirt Meydan Muharebesi (26 Ağustos 1071), Genelkurmay Basımevi Yay., Ankara 1970, s. 120. 421 Psellos, İmparator’un Sivas’a geldiğinde daha ileri gitmek istemediğini ve sadece kendisi için değil, ordu içinde Konstantinopolis’e dönmek için bahaneler aradığını, fakat onun böyle bir davranışı gururuna yediremediği için devam ettiğini aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Psellos, s. 228. 422 Semavi Eyice, Malazgirt Savaşını Kaybeden IV. Romanos Diogenes (1068-1071), TTK Yay. Ankara 1971, s, 36-37; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 265. 423 Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, s. 43. 424 Nikephoros Bryennios, s. 48; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 177; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 77. 68 Theodosiopolis’e kadar gidilerek Selçukluları orada beklemeleri gerektiğini söylediler.425 İmparator tartışılan bu iki görüşten, kendi hedef ve emellerini gerçekleştirmesi bakımından uygun gördüğü Azerbaycan’a yönelinmesi görüşünü kabul etti. 426 İmparator, yalnız Anadolu’yu kurtaracağına değil İslâm ülkelerini de alacağına inandığı için Irak, Suriye, Horasan ve Rey valiliklerini de kumandanlarına vaat etmekteydi. 427 İmparator, sadece Bağdat’ı bunun dışında tutarak Halife için : “O iyi ihtiyara taarruz etmeyin o bizim dostumuzdur, onu incitmeyin “ demekteydi.428 El-Hüseynî, İmparatorun Halifeliği kaldırıp yerine patrikliği getirmek, camileri tahrip edip yıktıktan sonra yerlerine kiliseler yapmak üzere yemin ettiğini aktarmaktadır. 429 Bizans ordusu Sivas’tan hareketle Theosidopolis’e gitti. İmparator, bu bölgeye gelip karargâhını kurduktan sonra ordusunu üç bölüme ayırdı. 430 İmparator, İran içlerine yürüyüşü esnasında, arkasını güven altına almak için Ursel (Rouselio) kumandasında 30.000 kişilik kuvveti Ahlat üzerine sevk etti.431 İmparator, Selçuklu taarruzuna uğrayan Gürcü Kralı Bagrat’a yardım etmek ve ordusuna erzak tedarik etmek için 12.000 kişilik bir birliği de Gürcistan ülkesine gönderdi.432 Geriye kalan ordusuyla Malazgirt’e hareket eden imparatora askerleri ile Basilakios (Vasilakes) da katıldı. 433 İmparator, Malazgirt kalesini kısa bir süre kuşattıktan sonra burayı teslim aldı. Malazgirt’i ele geçiren İmparator, Selçuklu askerlerinin çoğunu öldürttü.434 3.4.7. Sultan Alp Arslan’ın Halep’ten Ahlat’a Dönmesi Sultan Alp Arslan, Mısır’a gitmek üzere Dımaşk yönünde bir günlük yol almıştı ki Bizans elçisi Leon, Sultanın yanına ulaştı. Bu elçi, Bizans’ın elinden alınmış olan 425 İbrahim Kafesoğlu, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı 888. Yıldönümü Hatırası, AÜÇMYHE Yay., Erzurum 1959, s. 19-20. 426 Karatamu, s. 137. 427 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 177; Aşan, s. 43. 428 Ahmed b. Mahmud, I, s. 92. 429 El-Hüseynî, s. 33. 430 Zonaras, s. 133; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 35. 431 Attaleiates, s. 153-154; Grousset, s. 612; Sevim-Yücel, I, s. 50; Çandarlıoğlu, s. 649. 432 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 72; Köymen, “Anadolu’nun fethi”, s. 107; Subaşı, “Bizans İmparatorlarının Theodosiopolis ve Çevresindeki Faaliyetleri”, s. 1852. 433 Nikephoros Bryennios, s. 49. 434 Honigmann, s. 187; Ilgar, s. 59. 69 Menbiç, Erçiş ve Malazgirt gibi kalelerin Bizans İmparatoruna iadesini istedi.435 Ayrıca Anadolu’daki Türk akınlarının durdurulmasını, aksi takdirde İmparatorun kuvvetli bir orduyla harekete geçeceğini de buna ekledi. Sultan, İmparatorun doğuya doğru yönelip Erzurum’a kadar geldiği haberini aldığında elçiye sinirlenerek, “Biz hazırız, geleceği var ise gelsin ve bizden alacağı var ise alsın” dedikten sonra Bizans elçisini geri gönderdi.436 Sultan bu olayın ardından bir kısım kuvvetlerini oğlunun kumandası altında Halep’e bıraktı. 437 Sultanın Halep’ten ayrılmak için hazırlandığı esnada El-basan’ın peşinden giden Afşin, Ahlat’a döndü ve kendisine haber göndererek “Ben Rum ülkesini istila edip büyük ganimetler ile geri döndüm. Rumlar arasında bize karşı harp edebilecek kabiliyette bir kimse yoktur” dedi.438 Bu tehlikenin farkında olan Sultan, hemen harekete geçti. Sultan, ordusuyla beraber çok hızlı bir şekilde Fırat nehrini geçerken mal ve hayvanların birçoğu telef oldu. Sultan, Irak askerlerinin çok yorgun olmasından dolayı bu askerlerini ordugâhına geri gönderdi.439 Sultan, Urfa’ya vardığında şehrin dükü, ona atlar, katırlar ve yiyecek takdim etti.440 Sultanın Urfa’dan Musul’a, oradan da Azerbaycan’a döndü ve Hoy şehrini merkez yaparak hazırlığa başladı.441 Sultan, asker toplamak için esas Selçuklu arazisine girmeyi uygun görmedi. 442 Sultan, veziri Nizâmü’l-Mülk’ü, çıkabilecek karışıklıkları önlemek ve yeni kuvvetler göndermek üzere eşi Terken ve şehzadeleri ile 435 Ahmed b. Mahmud, I, s. 91; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 73; Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, s. 48; Berkel, s. 4. 436 Cahen “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 207; Merçil, “Türkçe Selçukname’ye Göre Malazgirt Savaşı”, s. 31. 437 Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 33; Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 106. 438 Ebû’l-Farac, I, s. 320; Yuvalı, ”Anadolu’nun Türkleşmesi ve Moğollar”, s. 97; Necdet Öztürk, “Malazgirt Zaferi ile Yeni Bir Vatanın Kuruluşu”, TDAD, (43), (Ağustos 1990), s. 8. 439 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 169; Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması s. 16; Rıfat Özdemir, “Anadolu’nun Türk Vatanı Oluşunda Malazgirt Zaferinin Önemi”, FÜSBD, V (2), Elazığ 1991, s. 386. 440 Urfalı Mateos, s. 142. 441 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 26. 442 Ahmed b. Mahmud, I, s. 94. 70 birlikte Hemedan’a gönderdi.443 Sultan Alp Arslan, Hoy’dan Ahlat’a gitmek için harekete geçti.444 3.4.8. Bizans ve Selçuklu Ordularının Kuvvetleri İslâm kaynaklarında Bizans ordusunun sayısı 50.000 ile 600.000, Selçuklu ordusunun sayısı 4.000 ile 20.000 arasında bir kuvvet olarak gösterilmektedir. 445 Nitekim günümüz batılı yazarları da bu rakamın 200.000 civarında olduğunu kabul etmektedir. İslâm kaynakları belki de Sultan Alp Arslan’ın kazandığı zaferin büyüklüğünü biraz daha arttırmak için bu sayıları göstermiş olabilir. 446 Urfalı Mateos, Ebû’l-Farac, Nikephoros Bryennios, Mikhael Attaleiates, Ioannes Zonaras gibi müellifler, Bizans ordusunun sayı bakımından fazla olduğunu söylemekle beraber herhangi bir rakam vermemektedirler. 447 Selçuklu ordusunun sayısı, 4.000 hassa askeri, Anadolu’da akınlar yapan Selçuklu emîr ve beylerinin kumandasındaki 40.000 akıncı ve gönüllülerden oluşan 10.000 kişilik kuvvetlerle 54.000’e çıkmaktaydı.448 Selçuklu ordusunun sayısı tam olarak bilinmemekle beraber orduya katılanlar ile birlikte bu ordunun sayısının 54.000 ile 60.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. 449 Selçuklu ordusunda birlik ve beraberlik en üst seviyede olduğu gibi bütün ordunun amacı da Anadolu’yu Bizans’ın elinden alarak Türk vatanı haline getirmekti.450 Selçuklu kuvvetleri bozkır muharebe usulünce yetişmiş, ok atmakta usta, seri manevra yapabilen süvarilerden oluşturulmuştu. 451 443 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 256; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 112; Kafesoğlu Selçuklu Tarihi, s. 35. Kaynaklarda Sultan Alp Arslan’ın, eşi Terken ve Nizâmü’l-Mülk’ü Hemedan’a mı, Tebrize mi gönderdiği konusunda fikir birliği yoktur. Bazı kaynaklar Sultan Alp Arslan’ın onları Tebriz’e gönderdiğinden bahsetmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mevdûdî, I, s. 39 444 El-Hüseynî, s. 33; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 265; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 208. 445 Bizans ve Selçuklu askerinin sayıları için bkz. Er-Râvendî, I, s. 117; El-Bundarî, s. 37; Müneccimbaşı, I, s. 40; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 170; İbnü’l-Adîm, s. 20; Aksarayî, s. 12; El-Hüseynî, s. 33; Ahmed b. Mahmud, I, s. 92; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 112; Sümer-Sevim, s. 1-68. 446 Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, s. 54. 447 Ebû’l-Farac, I, s. 321; Urfalı Mateos, s. 140; Attaleiates, s. 153; Zonaras, s. 126; Nikephoros Bryennios, s. 47. 448 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 178; Sümer-Sevim, s. 57. 449 Osman Turan, “Büyük Malazgird ve Anadolu’da Türk Destanı”, TYD, (276), (Ağustos 1959), s. 3. 450 Karatamu, s. 132. 451 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 37; Kafesoğlu, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, s. 21; Çandarlıoğlu, s. 650. 71 Ücretli askerlerden meydana getirilen Bizans ordusu dinleri farklı olan çeşitli milletlerden oluşturulduğu için birlik ve beraberlikten yoksundu. 452 Diogenes, Rumlar’ın Ermeniler’i Ortodoks yapma faaliyetleri esnasında uyguladıkları zulüm sebebiyle Ermeniler’e güvenmemekteydi.453 Bizans ordusunda, mancınıkçı, çarkçı, lağımcı, kazancı, arabacı gibi teknisyenlerden oluşan 100.000 kişi bulunmaktaydı. Bizans ordusundaki kumandan sayısı 30.000’i bulmaktaydı. Ayrıca 800 mandanın çektiği, içinde nal ve çivilerin bulunduğu 400 araba ile silah ve diğer saldırı aletlerinin bulunduğu 1000 araba ordunun hizmetindeydi.454 Bu sefer esnasında 1200 askerin çektiği, on kantar büyüklüğünde taş atabilen bir mancınık da götürülmüştü.455 Malazgirt savaşı esnasında Sultan Alp Arslan’ın yanında Sav-tekin, Afşin, Gevher-Ayin, Tarang (Tarank-oğlu), Sanduk, Ay-tekin, Tutu-oğlu, Dilmaç-oğlu Mehmed, Ahmed-şah, Serhenk-oğlu gibi Anadolu’da sürekli akınlarda bulunmuş emirler de yer aldı. Ayrıca Artuk, Tutak (Tutuk), Kapar, Çavuldar (Çaka), Çavlı, Mengücek, Danişmend, Arslan-taş, Birik-oğlu, Porsuk, Yakutî, Altun-tak, Ak-sungur ve Atsız gibi emîrlerin de Sultan Alp Arslan’ın yanında bulunduğu rivayet edilir.456 Kutalmış-oğullarının da bu savaş esnasında Sultanın yanında bulunduğu rivayet edilse de Osman Turan ve Faruk Sümer, Kutalmış-oğullarının bu savaş esnasında Sultanın yanında bulunma ihtimalinin olmadığını belirtmektedirler.457 452 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 36; Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, s. 33; Vasiliev, s. 450-451; Karatamu, s. 131; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, s. 19. 453 Charles Diehl, Bizans İmparatorluğu Tarihi, (1919), (Çev. Cevdet R. Yularkıran), Kanaat Kitabevi Yay., İstanbul 1939, s. 114; Karatamu, s. 131. 454 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 170; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 177; Sevim-Yücel, I, s. 49. 455 El-Bundârî, s. 40; Ahmed b. Mahmud, I, s. 92; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 208; Tahsin Tunalı, “Yurt Kurma Enerjisinin Kazandırdığı Savaş”, HTM, I (2), (Şubat 1979), s. 39; Sevim, “İbnü’l-Cevzî’nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler”, s. 47. 456 Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 115; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 179-180; Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 66; Ali Sevim, “Malazgirt Meydan Savaşı ve Sonuçları”, Malazgirt Armağanı, TTK Yay., Ankara 1993, s. 224; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 27-47; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 79; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 73-74; Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, s. 33; Bedirhan-Atçeken, s. 67; Süleyman Tülücü, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beylerinden: Gevher-Ayin ve Sav-Tegin”, TDAD, (39), (Aralık 1985), s. 254-255; Tülücü, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beylerinden Sunduk”, s. 270; Süleyman Tülücü, “Malazgirt Savaşına İştirak Eden Türk Beyleri ve Hal Tercümeleri”, AÜİFD, (7), İstanbul 1986, s. 323-333; Erdoğan Merçil, “Emîr Savtegin”, TED, (6), (Ekim 1975), s. 69-70. 457 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 180; Faruk Sümer, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beyleri”, SAD, (4), Ankara 1975, s. 207. 72 3.4.9. Bizans’ın Öncü Birliklerinin Yok Edilmesi Bizans İmparatoru tarafından Ahlat’a gönderilen Ursel ve Tarhan emrindeki kuvvetler, emîr Sanduk tarafından ani bir baskına uğradılar.458 Bu esnada Sultan Alp Arslan’ın Ahlat’a geldiği haberini alan Ursel ve Tarhan, Malatya’ya doğru kaçtılar.459 Sultanın Ahlat’a geldiği ve Selçuklu kuvvetlerinin hareket halinde olduğu haberi Bizans karargahında yayıldı. 460 İmparator, Ahlat civarındaki Türk birliklerini yok etmesi için Nikephoros Bryennios’u gönderdi.461 Ahlat civarına gelen Nikephoros, emîr Sanduk tarafından mağlup edildi. 462 Nikephoros yaralanmış bir halde kaçarak canını zor kurtardı.463 Bu mağlubiyeti haber alan İmparator, Basilakes’e Selçuklular’a taarruz etmesi emrini verdi. Ahlat önlerine gelen Basilakes, emîr Sanduk’a karşı giriştiği mücadelede mağlup olarak esir düştü.464 Ele geçirilen büyük haç da Sultan tarafından zafer alameti sayılarak Bağdat’a gönderildi. 465 3.4.10. Barış Teşebbüsü İçin Bizans’a Elçilik Heyeti Gönderilmesi Sultan Alp Arslan466 öncü mücadelelerinden bir süre sonra maiyetiyle birlikte Ahlat’tan hareketle Malazgirt-Ahlat arasındaki Rahva ovasına gelip ordusunun su sıkıntısı çekmemesi için Murat nehrinin bir kolu üzerinde karargahını kurdu (24 Ağustos 1071). 467 Sultan, Rahva bölgesine yerleştikten sonra İmparatora bir sulh teklifinde bulunmak için bir elçilik heyeti gönderdi. Bu heyette Halife Ka’im’in Sultan nezdindeki elçisi İbnü’l-Muhallebân ile Sav-tekin bulunmaktaydı.468 Sultan, böylece 458 Tülücü, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beylerinden Sunduk”, s. 274. 459 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 179; Honigmann, s. 187; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 27; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 208. 460 Sevim-Yücel, I, s. 50. 461 Nikephoros Bryennios, s. 50; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 72. 462 Attaleiates, s. 158-159; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, s. 20. 463 Eyice, s. 42. 464 Zonaras, s. 133-134; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 27; Berkel, s. 8. 465 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 169; İbnü’l-Adîm, s. 20; Mevdûdî, I, s. 240; Sevim-Merçil, s. 62; Sümer-Sevim, s. 34; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 208; K. Yaşar Kopraman, “Malazgirt Savaşı Hakkında Kaynaklar: İbnü’l-Esîr, Reşîdü’d-dîn Fazlullah, Kerîmüddin Mahmud “, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 74. 466 Reşîdü’d-dîn, Sultan Alp Arslan’ın bir av esnasında yüz askeriyle birlikte Bizans kuvvetleri tarafından esir alındığını ve Nizamü’l-Mülk’ün çabaları ile bu esirin Sultan Alp Arslan olduğunu anlamayan Diogenes tarafından serbest bırakıldığını aktarmaktaysa da, bu bilginin doğru olması imkânsız olduğu gibi hiçbir ehemmiyeti de yoktur. Bkz. Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 113. 467 Urfalı Mateos, s. 143; Sevim-Yücel, I, s. 52; M. Şakir Ülkütaşır, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, TKD, (34), (Ağustos 1965), s. 654; Ilgar, s. 59. 468 Merçil, “Emîr Savtegin”, s. 69; Tülücü, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beylerinden: Gevher-Ayin ve Sav-Tegin”, s. 257. 73 hem kendi adına hem de halife adına bir elçilik heyeti göndermiş oluyordu. Ayrıca bu elçilik heyetinin bir görevi de Bizans ordusunun durumu hakkında bilgi toplamaktı.469 Sultan, İmparatora gönderdiği önerisinde: “Ülkene geri dön, barış yapmak istersen bunu Bağdat Halifesi aracılığıyla yaparız, aksi takdirde biz azim ve kararımızı, içtenlikle bağlı olduğumuz Ulu Tanrı’ya bırakırız” dedi.470 İmparator, gönderilen elçilik heyetinin sulh teklifini şiddetle reddetti. İmparator, bu durumu Sultanın kendi kuvvetlerinden korktuğuna yorarak, sevindi.471 O, Selçuklu heyetine : “Ben, bu üstün ve kuvvetli duruma pek çok para ve çaba sarf ederek geldim. Barış ancak ve ancak Selçuklu başkenti Rey’de yapılacaktır. Ben İslam ülkelerine, kendi ülkem gibi hâkim olmadan asla geri dönmeyeceğim” dedikten sonra 472 , “İsfahan mı güzeldir, yoksa Hemedan mı “ diye sorunca, heyet başkanı İbnü’l-Muhallebân da: “İsfahan” diye karşılık verdi. Bunun üzerine İmparator: “Hemedan’nın soğuk olduğunu haber aldık, biz İsfahan’da kışlayacağız, hayvanlarımız da Hemedan’da” dedi. İmparatorun kendine çok güvendiğini gösteren bu sözlerin üzerine İbnü’l-Muhallebân ona: “Hayvanlarınız Hemedan’da kışlayabilir, fakat sizlerin nerede kışlayacağını bilmem” diyerek çok anlamlı bir karşılık vermekten de çekinmemiştir.473 İmparator, bu heyetin geri dönüşü esnasında Bizans askerleri tarafından herhangi bir saldırıya uğramamaları için heyetteki kişilerin ellerine birer haç vererek geri gönderdi.474 3.4.11. Savaş Öncesi Uzlar ve Peçenekler’in Durumu Urfalı Mateos, Bizans ordusunda bulunan Uz ve Peçenekler’in Sultan Alp Arslan’a mektuplar yazarak beraber olduklarını bildirdiklerinden bahsetmektedir. 475 Attaliates, Selçuklu Türkler’i ile Bizans ordusundaki Uz ve Peçenekler’in birbirlerine benzediklerinden bahsetmektedir.476 Peçenekler ve Uzlar karşılarındakilerin kendilerine yakın bir kavim olduğunu anlayarak birkaç defa Selçuklu tarafına geçtiler.477 469 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 266; Sevim, “Malazgirt Savaşı ve Sonuçları”, s. 225. 470 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 80. 471 El-Bundârî, s. 39; Turan, Türkler Anadolu’da, s. 12. 472 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 170; Sevim-Merçil, s. 64; Berkel, s. 9. 473 Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 69; GATSEB, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar, s. 22; Tunalı, s. 40; Sümer-Sevim, s. 4. 474 Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, s. 55. 475 Urfalı Mateos, s. 142; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 181. 476 Attaleiates, s. 160-161; A. Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, Devlet Basımevi Yay., İstanbul 1937, s. 154. 477 A. Nimet Kurat, “Peçenekler, Uzlar ve Malazgirt Zaferi”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 46. 74 Selçuklu kuvvetleri bir gece vakti Bizans karargâhına yağmur gibi ok yağdırdılar. Bu ani baskın Bizans ordusunda büyük bir kargaşaya neden oldu. Bazı Uz ve Peçenek askerleri bu kargaşa ve karanlıktan istifade ederek Bizanslıların savaş planlarını Selçuklu kuvvetlerine bildirdiler.478 Bu gecenin sabahında Uz ve Peçenek askerinin bir kısmının Selçuklu kuvvetleri ile birleşmek için kaçtıkları fark edildi. 479 Geriye kalan Uz ve Peçenekler’in ordusundan kaçacağı düşüncesine kapılan İmparator, Attaleiates vasıtasıyla geriye kalan Uz ve Peçenekler’e sadakatten çıkmayacaklarına dair yemin ettirdi.480 İmparator, ordusundaki Uz ve Peçenekler’in Sultan ile haberleştiklerini öğrendiği zaman, yanında bulunan El-basan’ın kendisine ihanet edeceğinden korkarak onu, Konstantinopolis’e geri gönderdi.481 3.4.12. Malazgirt Savaşının Başlaması Sultan Alp Arslan, barış teklifinde bulunduğu İmparatorun olumsuz cevabını alınca artık savaştan başka çare olmadığını anladı ve hazırlıklara başladı.482 Alp Arslan hemen saldırıya geçmek niyetindeyken Sultanın imamı Ebu Nasr Muhammed İbn-i Ebu’l-Melik Buhârî el-Hanefî’nin: “Bugün bekle, yarın Cuma günüdür. Dünyadaki bütün Müslümanlar namaz kılacaklar ve sonra zafer için dua edeceklerdir. Allah Teâla’nın kulları senin için dua ettikten sonra harekete geç” demesi üzerine Sultan Alp Arslan da saldırıya geçmek için Cuma gününü bekledi.483 Halife Ka’im bi’Emrillah da Muslaya oğlu Ebu Said’e bir dua nüshası hazırlatarak bütün İslâm memleketlerinde Cuma günkü hutbelerde okutulmasını emretti.484 Halifenin göndermiş olduğu bu dua metni, gerçekten etkisini gösterdi ve 478 Attaleiates, s. 160-161; Yusuf Ayönü, “Bizans Ordusunda Ücretli Türk Askerleri (XI-XII. Yüzyıllar), TAD, (25), Konya 2009, s. 60. 479 Zonaras, s. 134; Vryonis, s. 99; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 209; Yonca Anzerlioğlu, “Bizans İmparatorluğu’nda Türk Varlığı”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 223. 480 Attaleiates, s. 163; Eyice, s. 42; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 74. 481 Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, s. 710; Sümer, “Yıva Oğuz Boyuna Dâir”, s. 153. 482 Ahmed b. Mahmud, I, s. 99; El-Bundârî, s. 39; Yıldız, s. 38. 483 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 257; Mevdûdî, I, s. 241; El-Hüseynî, s. 34; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 115-116; Merçil, “Türkçe Selçukname’ye Göre Malazgirt Savaşı”, s. 39; Sümer-Sevim, s. 25. 484 El-Hüseynî, s. 33-34; İbnü’l-Adîm, s. 19; Ahmed b. Mahmud, I, s. 96-97; Mustafa Ernam, “Alp Arslan ve Malazgirt Zaferi”, DİBD, X (110-111), (Temmuz-Ağustos 1971), s. 301. 75 minberler hatiplerin sesleri ile çınlarken, namaz vaktinde de halk, büyük bir ihlasla dualarda bulundu.485 Bizans İmparatoru savaş stratejilerini belirlemek için Kumanlarla karargâhta yaptığı toplantıda Türkler’e karşı bir meydan savaşı yapma fikri kabul edildi. Sonuç olarak ikinci görüş kabul edildi.486 Daha sonra savaş düzenine geçecek Bizans ordusunun sol kanadında Rumeli kuvvetleri ile Nikephoros Bryennios, sağ kanadında Uz askerleri ile Aliattes (Alyattes), merkez hattında hassa ve diğer seçkin birliklerle İmparator Romanos Diogenes, yardımcı kuvvetlerin başında Diogenes’in üvey oğlu Andronikos Dukas (eski imparator Dukas’ın oğlu) bulunmaktaydı.487 İmparator, Dikdörtgen savaş taktiğini muharebede uygulamaya geçirmeyi düşündü. 488 İmparator, karargahın etrafını da hendekle çevirtti. 489 25 Ağustos Perşembe gününü Cuma sabahına bağlayan gece boyunca Selçuklu askerleri attıkları oklar ile Bizans askerlerini korku içinde bıraktı. Sultan Alp Arslan, Cuma sabahı bütün askerlerini topladıktan sonra atından inerek secdeye vardı490 ve savaştan galibiyet ile ayrılmak için dua etti.491 Sultan askerleri ile beraber Cuma namazını kıldıktan sonra maiyetindekilere hitap etti. 492 Sultan Alp Arslan, askerlerini daha da cesaretlendirmek için İslamlığın manevi desteğini dile getirerek onları dinen de savaşa hazırlamaya çalıştı.493 Beyaz elbise giyinen Alp Arslan zaman kaybetmeden yay ve oklarını attı. Türk âdeti gereğince atının kuyruğunu kendi eliyle bağladı494, eline kılıç ve gürzünü aldı. 495 485 Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni, Şema Yay., İstanbul 2006, s. 103. 486 Nikephoros Bryennios, s. 52. 487 Drimtekin, “Selçukluların Anadolu’da Yerleşmelerini ve Gelişmelerini Sağlayan İki Zafer”, s. 245; Mustafa Kafalı, “Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, s. 181; SevimYücel, I, s. 54. 488 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 86. 489 Eyice, s. 51. 490 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 182; Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, s. 38. 491 El-Hüseynî, s. 35; Kara, s. 103; Sümer-Sevim, s. 9. 492 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 170; Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 76-77; Sümer-Sevim, s. 14; Köymen, “Türk Meydan Muharebeleri ve Bunlar Arasında Malazgirt Meydan Muharebesi’nin Yeri”, TKD, (46), (Ağustos 1966), s. 852; Turan, Türkler Anadolu’da, s. 9-11. 493 M. Altay Köymen, “Malazgirt Muharebesinde Rol Oynayan Unsurlar”, MKD, I (8), (Ağustos 1977), s. 10. 494 Türkler’de atın kuyruğunu bağlamak kahramanlığı ve yiğitliği sembolize eden en yaygın geleneklerden biridir. Bkz. Salim Koca, Selçuklularda Ordu ve Askeri Kültür, Berikan Yay., Ankara 2005, s. 204. 495 El-Hüseynî, s. 34; Mevdûdî, I, s. 242; Ahmed b. Mahmud, I, s. 99-100; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 32; Fethi Zabsız, “Türk Tarihi ve Malazgirt Savaşı”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 63. 76 Atına binen Sultan, vasiyette bulunarak askerlerine şöyle seslendi: “Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Melikşah’ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsam önümüzde çok hayırlı günler olacaktır”. 496 Tarihte büyük kitleleri sevk ve idare etmesini bilen büyük adamlar emri altındakilerin ruh hallerine uygun nutuklarda bulunur ve onları bu sayede coştururlar. 497 Sultan Alp Arslan, ordusunu dört kısma ayırdı.498 Bunlardan daha kalabalık ikisini muharebe alanının yanlarındaki tepelere gizlice pusuya yatırttı. Düşmanın gerilerini tutmakla görevli olan üçüncü kısmı da Bizans ordusunu arkadan çevirecek şekilde yerleştirdi. Kendisi de merkez kuvvetlerin başına geçti.499 İslâm ve Bizans kaynakları Selçuklu birliklerinin başında hangi emîrlerin bulunduğu konusunda sessiz kalmaktadır.500 Sadece Nikephoros Bryennios, Sultanın ordusunun büyük bir kısmını Tarang adlı emîrin kumandanlığına verdiğini aktarmaktadır.501 26 Ağustos 1071 tarihinde iki taraf Rahva ovasında karşı karşıya geldiler.502 Sultan Alp Arslan, pusu ile görevlendirilen kuvvetlerin yerini almasından sonra kendisinin başında bulunduğu merkez kuvvetleri ile hemen saldırıya geçti. Selçuklu süvarileri, ok atışlarıyla birlikte Bizans ordusunun merkez kısmına saldırdılar.503 Süvarilerin ok yağmuruna tutulduğunu gören Diogenes, bu az sayıdaki kuvvetleri yok etmek için merkezdeki kuvvetlerin hepsini yanına alarak saldırıya geçti. Bunu gören Selçuklu kuvvetleri bozkır savaş taktiği gereğince kaçıyor görüntüsü vererek yavaş yavaş geri çekilmeye başladı.504 İmparator, Selçuklu pusularının bulunduğu yere kadar ilerleyince pusudan çıkan Selçuklu süvarileri tarafından kuşatılmaya başlandı. Sultanın başında bulunduğu merkez kuvvetleri de geri çekilmeyi bırakarak saldırıya geçti.505 496 Müneccimbaşı, I, s. 40; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 182; Necla Pekolcay, “Malazgirt Zaferi Üzerine”, DİBD, X (110-111), (Temmuz-Ağustos 1971), s. 285. 497 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 31; Muharrem Yılmaz, “Malazgirt Zaferi ve Alp Arslan”, TDTD, (8), (Ağustos 1987), s. 39. 498 El-Bundârî, s. 40. 499 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 38; Çandarlıoğlu, s. 650. 500 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 75. 501 Nikephoros Bryennios, s. 54, 502 Ramazan Şeşen, “Alp Arslan’ın Hayatı ile İlgili Arapça Kaynaklar”, TM, XVII, İstanbul 1972, s. 109. 503 GATSEB, Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı Taktik ve Stratejisi (I), GATSEB Yay., Ankara 1986, s. 201-202; M. Altay Köymen, “Malazgirt Meydan Muharebesinin Diğer Meydan Muharebeleri Arasındaki Yeri ve Önemi”, Belleten, LIII (206), (Nisan 1989), s. 379. 504 Attaleiates, s. 165; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 272; Köymen, “Malazgirt Muharebesinde Rol Oynayan Unsurlar”, s. 10. 505 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 87; Balık, s. 126; İbrahim Kafesoğlu, “Malazgirt”, İA, MEB Yay., İstanbul 1978, VII, 46. 77 Hatasını anlayan İmparator, geri çekilmeye çalıştı ise de bunu başaramadı. Bizans ordusunu cepheden, yanlardan ve süratli süvarilerin marifetiyle arkadan saran Selçuklu kuvvetleri düşmanı bir çember içine aldı.506 Bu esnada Bizans’ın sağ kanadında savaşmak için görevlendirilen Uz ve Peçenek süvarileri ırktaşlarının safına geçti. Şamani Oğuzların reisi Tamış’ın saf değiştirmesi. Bizanslıların da cesaretini kırmış oldu.507 Bizans ordusunun Aliattes idaresindeki sağ kanadın bozulmasıyla Bizans askerleri kaçmaya başladı. Sol kanadın kumandanı Nikephoros, Diogenes’in bulunduğu merkez kuvvete destek sağlamak için ilerledi ise de Selçuklu kuvvetleri tarafından engellendi. 508 İmparator, son bir defa daha bu çemberi yarıp ordusuyla karargâhına sığınmak istediyse de başarısız oldu.509 Bizans ordusunun kaçmaya başladığını gören Andronikos Dukas, karargâhtan kaçarak Konstantinopolis’in yolunu tuttu.510 Aristakes, Ermeniler’in savaştan kaçmadıklarını ve cesurca savaştıklarını belirtmektedir. 511 Grousset ise Ermeniler arasında İmparatora kısmen de olsa ihanet edenlerin olduğundan bahsetmektedir.512 Süryanî Mihail de Ermeniler’in savaş alanından kaçtıklarını belirtir. 513 Öğlen vaktinden akşama kadar devam eden meydan savaşında Bizans ordusu yenilgiden kurtulamadı. Askerlerin ancak bir bölümü kaçarak canlarını kurtardılar.514 Ele geçen ganimet o kadar çok ve muazzam diki silah ve eşyaların değeri düştü. 515 Mirhond, Sultan Alp Arslan’ın askerleri ile birlikte savaş alanında düşmanla çarpıştığını gören Ay-tekin’in Sultanı vazgeçirmeye çalıştığını aktarmaktadır.516 506 Kafesoğlu, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, s. 23. 507 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 183; Yılmaz, s. 40; Mustafa Kıbrıslıoğlu, “Kahraman Oğlu Alp Arslan”, DİBD, X (110-111), (Temmuz-Ağustos 1971), s. 283; H. Zübeyir Koşan, “Malazgirt’te Buluşanlar”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, s. 216; L. Rasonyi, Tarihte Türklük, (2. Baskı), TKAE, Yay., Ankara 1988, s. 164. 508 Nikephoros Bryennios, s. 54; Urfalı Mateos, s. 143. 509 Eyice, s. 53. 510 Attaleiates, s. 165-166; Zonaras, s. 136; A. Nimet Kurat, “Malazgirt Savaşına Ait Yazı ve Tetkikler”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 70; Savvidis, s. 307. 511 Aristakes, s. 169-170. 512 Grousset, s. 613. 513 Suryanî Mihail, s. 26. 514 Sevim-Yücel, I, s. 57. 515 El-Bundârî, s. 41; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 117; Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, s. 210. 516 Sümer-Sevim, s. 70. 78 3.4.13. Romanos Diogenes’in Esir Edilmesi ve Bizansla Yapılan Anlaşma İmparator Romanos Diogenes, savaş alanında yaralı bir durumdayken GevherAyin’in kölelerinden biri olan Sadi517 tarafından tesadüfen yakalandı. Sadi, ödül alırım düşüncesiyle onun ellerini bağlayıp çadırına götürdü.518 Ertesi gün emîr Gevher-Ayin’e götürülen ve onun tarafından Sultanın karargâhına getirilen esirin gerçekten de İmparator Romanos Diogenes olduğundan emin olunmak için Basilakes’e gösterilip onayı alındı.519 Böylece tarihte ilk kez Müslüman bir hükümdar bir Bizans İmparatorunu ele geçirmekteydi.520 Yalnız İslâm kaynakları değil, Bizans Ermeni ve Süryani kaynakları da Sultan Alp Arslan’ın Diogenes’e bir esir gibi değil misafir bir hükümdar gibi davrandığını yazmaktadır.521 Bu durumu kaydeden Attaleiates, Zonaras, Vardan gibi yazarlar merhametin ve insanlık duygularının emsalsiz bir örneğini veren Sultan Alp Arslan’ın bu asaleti karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir.522 Diogenes, Sultanın huzuruna getirildiği zaman aralarında o meşhur diyalog geçmiştir.523 Sultan Alp Arslan ve Diogenes arasında geçen müzakereler sonucunda anlaşma için şu maddeler belirlendi: 1. Bizans İmparatoru kurtuluş parası olarak Selçuklu Devleti’ne 1.500.000 dinar fidye verecek.524 517 Sadi’nin Selçuklu ordusuna katılması ile ilgili İslâm kaynaklarında iki farklı görüş mevcuttur. Bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 257; El-Bundârî, s. 41; Ahmed. b. Mahmud, I, s. 103; Müneccimbaşı, I, s. 41; Aksarayî, s. 12; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 114-115; Ali Yazıcızade, Tevârih-i Âl-i Selçuk, (Haz. A. Bakır), Çamlıca Yay., İstanbul 2009, s. 56. 518 Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 117; El-Hüseynî, s. 35; Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 82. 519 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 184. 520 İbnü’l-Adîm, s. 17; J. Paul Roux, Türkler’in Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, (1995), (Çev. A. Kazancıgil-L. Arslan), Kabalcı Yay., İstanbul 2001, s. 215; Savvidis, s. 307. 521 El- Hüseynî, s. 35; Aksarayî, s. 12; Er-Râvendî, I, s. 117; Zonaras, s. 137; Attaleiates, s. 168; Nikephoros Bryennios, s. 56; Suryani Mihail, s. 27; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 76. 522 Kafesoğlu, “Malazgirt Meydan Muharebesi”, s. 24; Yılmaz, s. 41. 523 Sultan Alp Arslan ve Diogenes arasında geçen diyalog için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 258; Sıbt İbnü’lCevzî, s. 171; Ahmed b. Mahmud, I, s. 105; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 118-119; El-Bundârî, s. 41; Müneccimbaşı, I, s. 41; Mevdûdî, I, s. 247; Ebû’l-Farac, I, s. 32; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 90; Sümer-Sevim, s. 28-64; M. Altay Köymen, “Malazgirt Meydan Muharebe’nin 919. Yıldönümü”, MKD, (75), (Ağustos 1990), s. 4-5; Sevim, “İbnü'l-Cevzî'nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler”, s. 48. 524 İbnü’l-Adîm, s. 20; Gül, s. 51. 79 2. Bizans İmparatorluğu her yıl Selçuklu Devleti’ne 360.000 dinar vergi verecek.525 3. Sultanın ihtiyaç duyması halinde Bizans Devleti, Selçuklu ordusuna yardımcı kuvvetler gönderecek.526 4. Diogenes’in kızlarından biri Sultan Alp Arslan’ın oğlu Melikşah ile evlendirilecek.527 5. Antakya, Urfa, Menbiç ve Malazgirt kaleleri Selçuklu Devleti’ne bırakılacak.528 6. Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler serbest bırakılacak.529 Sultan Alp Arslan ile Romanos Diogenes arasında bu anlaşma yapıldıktan sonra Diogenes, Rum halkının başka birinin etrafında toplanmadan kendisin bırakılmasını istemesi üzerine serbest bırakıldı.530 3.4.14. Malazgirt Savaşının Sonuçları Sultan Alp Arslan, Malazgirt savaşından sonra başta Bağdat halifesi olmak üzere diğer bütün İslâm ülkelerinin hükümdarlarına birer fetihnâme göndererek kazandığı zaferi müjdeledi. Bu zaferin haberi, bütün İslâm ülkelerinde büyük bir sevinç yarattı.531 Bağdat görülmemiş bir şekilde donatıldı. Bu zaferi kutlamak için törenler ve şenlikler düzenlendi.532 Halife Ka’im Bi’emrillah, Sultan Alp Arslan’a bu zaferi hakkında bir tebrik mektubu göndererek kutladı ve kendisine533: “Tanrının desteğine mazhar, galip ve muzaffer evlat, en büyük Sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların yardımcısı, insanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı, İslâm ülkelerinin Sultanı” diye hitap etti.534 525 Köymen, “Anadolu’nun Fethi”, s. 114; Agacanov, Selçuklular, s. 141. 526 GATSEB, Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı, Taktik ve Stratejisi, s. 213. 527 Dirimtekin, Malazgirt Meydan Muharebesi, s. 64; Çandarlıoğlu, s. 651. 528 Ebû’l-Farac, I, s. 323; Honigmann, s. 141; Bedirhan-Atçeken, s. 68. 529 Mevdûdî, I, s. 248; Hasan Karaköse, Ortaçağ Tarihi ve Uygarlığı, (3. Baskı) Nobel Yay., Ankara 2006, s. 161; Zabsız, s. 65. 530 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 258; Müneccimbaşı, I, s. 42; El-Hüseynî, s. 36; Ahmed. b. Mahmud, I, s. 106. 531 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 94. 532 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 173; Sümer-Sevim, s. 39; Claude Cahen, “İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, (Çev. Z. Kerman), TM, XVII, İstanbul 1972, s. 98. 533 El-Hüseynî, s. 37. 534 Ahmed b. Mahmud, I, s. 108; Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s. 94-95. 80 Hz. Ömer zamanında Bizanslıları ve Sasaniler’e karşı kazanılan Yermûk ve Kadisiye gibi büyük zaferlerde olduğu gibi devrin şairleri Sultan Alp Arslan’ı öven ve tebrik eden kasideler yazdılar.535 Anadolu’yu Türk yerleşimine açan bu savaş, Sultan Alp Arslan’a İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandırdı.536 Türkler, Malazgirt savaşından önce Sultan Alp Arslan tarafından Ani’nin alınmasıyla yavaş yavaş Anadolu’ya yerleşmiş iseler de, genel olarak o tarihe kadarki Anadolu seferlerinde yerleşme ön planda tutulmamaktaydı. 537 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu’nun kapıları açıldı ve Anadolu büyük bir Türkmen göçüne sahne oldu. Türkmenler Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna kadar yerleşmeye başladı.538 Anadolu’ya yapılan Türk göçü kısa bir zamanda ve toplu bir halde devam etmedi ve bu göç aşağı yukarı 200 yıl içinde kümeler halinde oldu.539 Anadolu’ya yerleşen Türk boyları, eski bozkır yaşayış biçimi ile İslâm akidelerini birleştirerek yeni bir medeniyet vücuda getirdi. Anadolu’ya yerleşen bu Türkmenler, yeni bir vatan yeni bir medeniyetin başlangıcını teşkil edecekti. 540 Bizans ordusu Malazgirt savaşında tamamıyla imha edildiği için Türk akınlarının önünde engel teşkil edebilecek bir güç de kalmamış oluyordu.541 Malazgirt savaşı, daha sonraki yıllarda Bizans’ı kurtarmak için düzenlenecek olan Haçlı seferlerinin yapılmasında ana etken oldu.542 Romanos Diogenes’in, Mihael ile giriştiği taht mücadelesini kaybetmesi ile Sultan Alp Arslan ile yapılan anlaşma da geçersiz oldu.543 Diogenes Bizans tahtına oturabilseydi bir süre bile olsa Selçuklular’ın Bizans’a uyguladığı Batı siyaseti 535 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 186; Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, s. 44; GATSEB, Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı Taktik ve Stratejisi, s. 203; Turan, Türkler Anadolu’da, s. 26. 536 Abdülkadir İnan, “Dandanakan’dan Malazgirt’te”, TKD, (107), (Eylül 1971), s. 845. 537 Aşan, s. 45. 538 Mehmet Şeker, “Anadolu’nun Türk Vatanı Haline Gelmesi”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 278; Sevim, “Malazgirt Muharebesi”, s. 482. 539 Faruk Sümer, “Anadolu’ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi”, Belleten, XXIV (96), (Ekim 1960), s. 592. 540 Yusuf Küçükdağ-Caner Arabacı, Selçuklular ve Konya, Selçuklu Belediyesi Kültür Yay., Konya 1994, s. 49; Mehmed Kaplan, “Malazgirt Savaşının Türk Medeniyet Tarihi Bakımından Mana ve Ehemmiyeti”, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı 888. Yıldönümü Hatırası, AÜÇMYHE Yay., Erzurum 1959, s. 14. 541 Ernam, s. 303; Steven Runciman, “Anadolu’nun Orta Çağlardaki Rolü”, Belleten, VIII (27), (Temmuz 1943), s. 554; Karaköse, s. 161; Kurat,”Malazgirt Savaşına Ait Yazı ve Tetkikler”, s. 71; Abdülkadir Yuvalı, “Malazgirt Meydan Muharebesi ve bununla İlgili Yerli ve Yabancı Araştırmalar”, EÜSBED, (5), Kayseri 1994, s. 40; Hüseynof, s. 68. 542 İbrahim Kafesoğlu, “Malazgirt”, s. 247; Hakkı Dursun Yıldız, “Malazgirt’ten Dumlupınar’a”, TKD, (46), (Ağustos 1966), s. 855; Ülkütaşır, s. 652. 543 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 88; Kafesoğlu, “Alp Arslan”, s. 529. 81 duraklayacaktı. Fakat Diogenes’in Bizans tahtına oturamaması Selçuklular’ın Malazgirt savaşı sonuçlarından daha geniş olarak istifade etmesini sağladı.544 Diogenes, Mihael ile giriştiği taht mücadelelerinde yenilerek gözlerine mil çekildi ve kısa bir süre sonra ıstırap içinde öldü.545 Sultan, Orta Asya’ya doğru sefere çıkarken, Selçuklu kumandanlarını da Anadolu’nun fethi için memur etti.546 Malazgirt savaşının hemen ardından Anadolu’da şu beylikler kuruldu: Emîr Ebu’l-Kasım Saltuk tarafından Erzurum, Bayburt, Tercan, İspir, Oltu, Micingerd, Kaçmaz bölgelerinde Saltuklular (1071-1202)547; Emîr Mengücek (Mengücük, Mengücik) Gazi tarafından Kolonya (Köğonya/Şebinkarahisar), Erzincan, Kemah ve Divriği bölgelerinde Mengücekliler (1071-1228)548; Emîr Danişmend tarafından Sivas başkent olmak üzere Malatya, Kayseri, Tokat, Amasya bölgelerinde Danişmendliler (1080-1178)549; Selçuklu hareketlerinden ayrı olarak Türk Beyi Çaka tarafından İzmir ve çevresinde Çaka Beyliği (1081-1097)550; Emîr Dilmaç-oğlu (Dimlaçoğlu, Demleçoğlu) Alp Tegin Mehmed Bey tarafından Siirt yakınlarındaki Erzen ve Bitlis bölgelerinde Dilmaç-oğulları (1085-1394)551; Emîr Çubuk Bey tarafından Harput, Palu, Bingöl ve Çemişgezek bölgelerinde Çubuk-oğulları (1085- 1114)552; Emîr Yınal (İnal) oğlu Mehmed tarafından Diyarbekir (Amid) merkezli Yınal-oğulları (1098-1183)553; 544 Özdemir, s. 388. 545 İbrahim Kafesoğlu, “Malazgird Meydan Muharebesi”, TYD, (276), (Ağustos 1959), s. 18. 546 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 39; Kafesoğlu, “Türk Fütuhat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi”, TED, (2), (Ekim 1971), s. 15. 547 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, (7. Baskı), Ötüken Yay., İstanbul 2004, s. 19; A. Şerif Beygu, Erzurum Tarihi, Kitabeleri, Bozkurt Basımevi Yay., İstanbul 1936, s. 37. 548 Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücekoğulları, Milliyet Yay., İstanbul 1971, s. 31; Ali Öngül, “Mengücekler”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, s. 452; Faruk Sümer, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Tarihimizdeki Yeri”, TYD, (272), (Nisan 1959), s. 13; Faruk Sümer, “Mengücüklüler”, DİA, İSAM Yay., Ankara 2004, XXIX, 139. 549 Aksarayî, s. 13; Sevim-Merçil, s. 72; Abdülkerim Özaydın, “Danişmendliler”, DGBİT, Çağ Yay., İstanbul 1992, VIII, 122. 550 A. Nimet Kurat, Çaka Bey, İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi M.S. 1081-1096, (3. Baskı), TKAE Yay., Ankara 1966, s. 26; İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Çağındaki İzmir Türk Bey’inin Adı: Çaka mı, Çağa mı, Çakan mı? ”, İÜEFTD, (34), İstanbul 1983-1984, s. 55-56. 551 Recep Yaşa, Bitlis’te Türk İskânı, Ahlat Kültür Vakfı Yay., Ankara 1992, s. 22; Ali Sevim, “Dilmaçoğulları”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1994, IX, 301; Metin Tuncel, “Bitlis”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1992, VI, 226. 552 Aşan, s. 48; Mustafa Kafalı, ”Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi”, Tarih İçinde Harput, FÜFHAM Yay., Elazığ 1992, s. 24. 553 Adnan Çevik, “XII. Yüzyılda Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Bir Türkmen Beyliği Yınaloğulları”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 491; Basri Konyar, Diyarbekir Tarihi I-III, Ulus Basımevi, Ankara 1936, II, s. 61; Salim Koca, “Diyâr-ı Bekr Bölgesinde Kurulmuş Türk Devletleri ve Beylikleri ile İlgili Tarihî Şahıs ve Yer Adlarının Türk Kültürü Bakımından Anlamı ve Değeri”, GÜTD, (2), (Bahar 2008), s. 5. 82 Türk asıllı memlük emîrlerinden Sökmen el-Kutbî tarafından Tebriz, Ahlat, Erciş, Âdilcevaz, Malazgirt, Muş, Van, Bargiri ve Vestan bölgelerinde Sökmenliler (Ahlatşahlar)554 (1100-1207); Emîr Artuk Bey’in oğullarından Sökmen tarafından Hasankeyf’te, İl-gazi tarafından ise Mardin’de ve torunu Belek Gazi tarafından Palu çevresi Emîr Çubuk’un oğullarından alınarak bu bölgelerde üç koldan oluşan Artuklular (1101- 1409)555 olmak üzere Anadolu’da kurulan Türk Beylikleri hakim oldukları bölgelerin Türkleşmesini sağladılar. 554 Faruk Sümer, Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, (2. Baskı), TTK Yay., Ankara 1998, s. 69; Faruk Sümer, “Ahlat Şehri ve Ahlatşahlar”, Belleten, L (197), (Ağustos 1986), s. 454. 555 İbnü’l-Ezrak Ahmed b. Yûsuf b. Ali, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), (1992), (Çev. A. Savran), AÜFEF Yay., Erzurum 1992, s. 43; İbrahim Artuk, Artuk Oğulları Tarihi, Gençler Kitabevi Yay., İstanbul 1944, s. 13-17; Ali Sevim, “Artukoğlu Sökmen’in Siyasi Faaliyetleri”, Belleten, XXVI (103), (Temmuz 1962), s. 501; Kâtip Ferdî, Mardin Artuklu Melikleri Tarihi, (Haz. Y. Metin Yardımcı), Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay., İstanbul 2006, s. 5. 83 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 4.1. BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR ARSLAN YABGU VE MİKAİL-OĞULLARI ARASINDAKİ İLİŞKİLER Selçuk Bey’in, ölümünden sonra Tuğrul ve Çağrı Bey’leri yerine geçirmek istemesi üzerine Arslan Yabgu ve Mikail-oğulları arasında ilk soğukluk başlamış oldu.556 Selçuk’un ölümüyle Türkmenler 4 kol557 halinde ayrıldılar. Bu kollardan birincisinin başında Arslan Yabgu, ikincisinin başında Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, üçüncüsünün başında Musa (İnanç) Bey, dördüncüsünün başında Yusuf bulunmaktaydı.558 Dört gruba ayrılan Selçuklu ailesinin başında ise Yabgu unvanıyla Arslan bulunmaktaydı.559 Arslan Yabgu, kızını Ali Tegin ile evlendirerek onunla bir anlaşma yaptı. Arslan Yabgu, Tuğrul ve Çağrı Bey’leri bu ittifakın dışında bıraktı. Bunun sebebi ise Arslan Yabgu ve bu kardeşlerin arasında bir ayrılığın mevcut bulunmasıdır.560 Çağrı Bey’in Doğu Anadolu seferi Arslan Yabgu’dan izin almadan yaptıkları müstakil hareketlerin devamıdır.561 Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadir Han ile anlaşan Sultan Mahmud, Arslan Yabgu’yu hile ile tutuklatarak Hindistan’daki Kalincar kalesine hapsettirdi (1025). Arslan Yabgu, öldüğü 1032 yılına kadar bu kalede tutuldu.562 Arslan Yabgu’nun esir edilmesinden sonra Selçuklu ailesinin başına Yabgu unvanıyla Musa Bey getirildi. Ama hakikatte ise Tuğrul ve Çağrı Bey’ler Selçuklu ailesinin idaresini rakipsiz olarak ele geçirmekteydiler.563 556 Müneccimbaşı, I, s. 4; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 2. 557 Agacanov, Selçuk’un ölümünden sonra Türkmenler’in iki kola ayrıldığını, birinci kolun başında Arslan Yabgu’nun, ikinci kolun başında ise Musa, Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin bulunduğunu belirtir. Bkz. Agacanov, Oğuzlar, s. 276. 558 Faruk Sümer, “Arslan Beygu”, TDAD, (39), (Aralık 1985), s. 5. 559 Piyadeoğlu, s. 28; M. Altay Köymen, “Tuğrul”, İA, MEB Yay., İstanbul 1988, XII/II, 26. 560 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 88-89; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 31; Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hânedanlar İslâm Devletleri I-V, (3. Baskı), Kültür Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2005, I, s. 47. 561 Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Kuruluşu I”, s. 170. 562 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 78; Gerdizî, s. 189-416; Yazıcızâde Ali, s. 39-43; Mevdûdî, I, s. 81-83; Reşîdü’ddin Fazlullâh, s. 75-79; Er-Râvendî, s. 86-88; Aksarayî, s. 7; El-Hüseynî, s. 7; Müneccimbaşı, I, s. 6; Sümer, Oğuzlar, s. 71; Reşat Genç, “Karahanlılar”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 450; Göksu, “Târih-i Güzîde’ye Göre Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, s. 293. 563 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 92; Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, (6. Baskı), TTK Yay., Ankara 2011, s. 45; Salim Koca, “Sir Derya (Ceyhun) Boylarından Anadolu’ya Oğuzlar (Türkmenler)”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, IV, 534. 84 Selçuklu beyleri, bağımsızlıklarına kovuşmak için Horasan topraklarına giderek Gazneli Devleti’ne karşı mücadeleye başladılar.564 Selçuklu beyleri Hâcip Beytoğdı565 komutasındaki Gazneli ordusunu Nesâ’da (29 Haziran 1035)566 ve Hâcip Subaşı komutasındaki orduyu Talhâp’ta mağlup ettilerse (Mayıs 1038) de Sultan Mes’ud’un bizzat katıldığı Ulya-Abad savaşında geri çekilmeye mecbur kaldılar (6 Nisan 1039). 567 Sultan Mes’ud tekrar harekete geçerek Selçuklu ordusunu Serahs’ta mağlup etti (Haziran 1039). Bu savaşın akabinde Mes’ud Selçuklu beyleri ile anlaşma yaptı.568 Bu anlaşmaya göre: 1. Gazneli ordusu Herat’a gidecekti 2. Nesa, Baverd, Ferâve şehir ve çevreleri Selçuklular’a teslim edilecek. 3. Selçuklular işgal ettikleri Nişabur, Serahs ve Merv’i tahliye edeceklerdi.569 Sultan Mes’ud, ağırlıksız bir ordu oluşturduktan sonra Selçuklular meselesini kökten halletmek için Herat’tan ayrıldı.570 Selçuklu beyleri 16.000 kişilik bir kuvvetle Merv bölgesinde toplandılar ve savaş düzenine geçen Selçuklular’da Yınallar kenarda olmak üzere Musa Yabgu, Tuğrul ve Çağrı Bey’ler merkezde karargâhlandılar.571 Gazneli ordusu gelmeden önce Dandanakan Hisarı civarındaki kuyular Selçuklular tarafından kullanılamaz hale getirildi. İki taraf arasında Dandanakan’da (23 Mayıs 1040) meydana gelen savaşta Gazneliler ağır bir mağlubiyet aldılar. Sultan Mes’ud’u572 564 Sümer, Oğuzlar, s. 76-77; Agacanov, Oğuzlar, s. 297; Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 60; Şalbayev, s. 143-144. 565 Beytoğdı’nın Selçuklular’a karşı harekete geçmesi hakkında bkz. Hüseyin Beyhakî, Tarih-i Beyhakî, (1386), (Neşr. A. Ekber Feyyaz), Tahran 1386, s. 625-629. 566 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 79-80; El-Hüseynî, s. 3-4; Mevdûdî, I, s. 113. 567 Er-Râvendî, I, s. 95; Ahmed b. Mahmud, I, s. 21; Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 73. 568 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 105; Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 302-304; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 18; M. Orhan Bayrak, Türk İmparatorlukları Tarihi, (3. Baskı), Bilge Karınca Yay., İstanbul 2006, s. 204; Cihan Piyadeoğlu, “Gazneli Veziri Ahmed b. Abdüssamed ve Sultan Mes’ud ile Münasebetleri”, İÜEFD, (43), İstanbul 2006, s. 5-6. 569 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 47; Agacavov, Selçuklular, s. 93; Sevim-Merçil, s. 25. 570 Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, s. 740. 571 Beyhakî, s. 766; Sümer, Oğuzlar, s. 86. 572 Sultan Mes’ud Dandanakan savaşını kaybettikten sonra Karahanlı hükümdarı Arslan Han’a bir mektup göndererek Dandanakan’da neden kaybettiklerini anlattı ve böyle yenilgilerin olabileceğini belirtip kendisinden yardım istedi. Bkz. Beyhakî, s. 846-853. 85 yenilgiye uğratan Selçuklular, Dandanakan zaferinden sonra artık özledikleri tam bağımsızlıklarını kazandılar. 573 Devletin asıl tanzimi ve teşkilatı aynı ay içinde Merv’de toplanan büyük kurultayda ele alındı.574 Kurulan devletin tanınması için Tuğrul Bey, Abbasi halifesi Ka’im bi’Emrillah’a bir mektup yazdı ve bu mektubu da Ebu İshak el-Fukka’î elçiliğiyle Bağdat’a gönderdi.575 Tuğrul Bey, “Sultan” unvanı ile Nişabur’u ve batı bölgelerini aldı. Çağrı Bey, Merv merkez olmak üzere Serahs ve Belh şehirleri ile Gazne’ye kadar uzayan ülkelere sahip oldu. Musa Yabgu’ya Herat merkez olmak üzere Büst, İsfizar ve Sistan’a kadar alınacak yerler verildi. İbrahim Yınal, Kuhistan’a; Kutalmış, Gurgan ve Damgan’a; Çağrı Bey’in oğlu Kavurt, Kirman bölgesine gönderildi.576 573 Sevim-Merçil, s. 26; Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 77; Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, AÜİF Yay., Ankara 1992, s. 114; Ali Sevim, “Dandanakan Savaşı”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1993, VIII, 457; B. Zahoder, “Dandanakan”, Belleten, XVIII (72), (Ekim 1954), s. 583-586. 574 Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 357. 575 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 106. 576 Er-Râvendî, I, s. 102-103; Mevdûdî, I, s. 162; Reşîdü’d-dîn Fazlullah, s. 95; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 106-107; El-Bundârî, s. 6; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 19; V. V. Barthold, İlk Müslüman Türkler, (1900), (Çev. M. A. Yalman-İ. Andaç-N. Uğurlu) Örgün Yay., İstanbul 2008, s. 25; Z. Velidi Togan, Oğuz Destanı, (2. Basım), Enderun Kitabevi Yay., İstanbul 1982, s. 74. 86 BEŞİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA KADAR MİKAİL-OĞULLARI İLE ARSLAN YABGU-OĞULLARININ İLİŞKİLERİ 5.1. TUĞRUL BEY DEVRİNDE ARSLAN YABGU-OĞULLARINA VERİLEN GÖREVLER 5.1.1. Kutalmış’ın Gence Seferi ve Bizansla Mücadelesi Arslan Yabgu, esir edildiği Kalincar kalesinde öldükten (1032) sonra onun ölüm haberini alan oğlu Kutalmış, bu haberi amca ve amcaoğullarına iletmiş idi. Arslan Yabgu’nun ölümünden kısa bir süre sonra Selçuklu reisleri, bağımsızlıklarını kazanmak için Gazneli Devleti ile mücadelelere başladılar. Kaynakların hiç bahsetmemesinden dolayı Selçuklular’ın, Gazneliler ile yaptıkları bağımsızlık hareketinde Arslan Yabgu oğullarının ne gibi yardımlarda bulundukları hakkında bilgi sahibi değiliz. Bu konu hakkında bilgi sahibi olmasak da Arslan Yabgu oğullarının bu bağımsızlık hareketinde amcaoğullarıyla birlikte hareket ettileri kanaatindeyiz. Çünkü Dandanakan savaşından hemen sonra yapılan kurultayda Arslan Yabgu oğullarına bazı bölgelerin fethi verildi. Bu da Gazneliler’e karşı girişilen bağımsızlık hareketinde Arslan Yabgu oğullarının etkin bir rol oynadığının göstergesidir. Dandanakan savaşının ardından yapılan kurultayda Türk an’anesine göre ülke Selçuklu reisleri arasında taksim edildi. Arslan Yabgu oğulları Kutalmış ve Resûl Tegin de Tuğrul Bey’in himayesinde olmak üzere Hazar kıyısındaki ülkelerin fethine memur edildiler.577 II. Basileios’tan sonra Bizans tahtına geçen Monomakhos, Ani’de bulunan Kral II. Gagik’e amcası Sımbat’ın imzaladığı senedi hatırlatarak ondan Ani ülkesini talep etti. 578 Bu talebin II. Gagik tarafından red edilmesinden sonra İmparator Monomakhos, Ani üzerine birkaç defa asker gönderdiyse de başarısız oldu.579 Bunun üzerine İmparator Monomakhos, Şeddâd-oğullarından Ebû’l-Esvar’a mektup göndererek kendisi ile II. 577 El-Râvendî, I, s. 102-103; El-Bundârî, s. 6; El-Hüseynî, s. 12; Müneccimbaşı, I, s. 11; Reşîdü’d-dîn Fazlullâh, s. 95-96; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 19; Köymen, Kuruluş Devri, I, s. 364; Kafesoğlu, “Selçuk’un oğulları ve Torunları”, s. 124. 578 Honigmann, s. 172. 579 Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 17. 87 Gagik’e karşı ittifak yapmasını ve Ani Ermeniler’inden alacağı bütün toprakları da kendisine vereceğini vaad etti. Bu sayede iki taraf arasında sözlü bir anlaşma yapıldı.580 İmparator Monomakhos, hile ile İstanbul’a getirttiği II. Gagik’ten Ani’yi aldıktan sonra Ebû’l-Esvar ile yaptığı anlaşmayı unutarak, ondan Ani Ermeniler’inden aldığı toprakları geri vermesini istedi.581 İmparator Monomakhos, bu isteğinin kabul edilmemesi üzerine Gürcü prensi Liparit komutasında Gürcü, Ermeni ve Rumlar’dan oluşan bir orduyu Ebû’l-Esvar’ın merkez olarak kullandığı Dovin’e gönderdi.582 Tuğrul Bey de Ebû’lEsvar’ı bu Bizans saldırısına karşı savunmak amacı ile Kutalmış komutasındaki bir orduyu ona yardım için gönderdi. Kutalmış, Diyarbekir ve Musul taraflarını istila eden babası Arslan Yabgu’ya mensub Yabgulular’ı da yanına olarak Bizans’a karşı saldırıya geçti.583 İki taraf arasında Gence önlerinde yapılan savaşta Kutalmış, Gürcü, Ermeni ve Rumlar’dan oluşan müttefik Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı (1045).584 Kutalmış’ın bu savaşı zaferle sonuçlandırmasından sonra Aras nehri ve civarı Türk iskânına açıldı.585 Kutalmış, Bizans ordusunu bozguna uğrattıktan sonra Tuğrul Bey’in yanına geri döndü ve ona: “Bu bölgelerin zengin ve Romalıların da kadın gibi korkak olduğunu ve bu sebeple bu bölgelerin kolayca fethedilebilineceğini” bildirdi.586 Kaputru zaferi esnasında bir buçuk yıldan beri Gence şehrini kuşatan Kutalmış, Bizans İmparatorunun Gürcü Bagrat’ı yardıma çağırması neticesinde bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı.587 5.1.2. Kutalmış’ın İbrahim Yınal ile Beraber Rum Gazasına Memur Edilmesi Aaron ve Katakalon Kekaumenos, komutasındaki Bizans kuvvetleri, Selçuklu ordusunu Büyük Zap (Stranga) suyu kenarında tuzağa düşürerek şehzade Hasan’ı şehit ettiler. Tuğrul Bey, şehzade Hasan’ın intikamını almak için İbrahim Yınal ile birlikte 580 Grousset, s. 561. 581 Urfalı Mateos, s. 79-80; Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 18; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1383. 582 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 50; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 23; Aktok, s. 90. 583 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 121; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 14; Honigmann, s. 174. 584Urfalı Mateos, s. 82; Azimî, s. 8; Grousset, s. 569; Honigmann, s. 174; Aktok, s. 90; Sevim-Merçil, s. 34; Aşan, s. 38. 585 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 45. 586 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 121 587 Azimî, s. 9; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 129. 88 Kutalmış’ı görevlendirdi. 588 Bizans topraklarına giren İbrahim Yınal ve Kutalmış, yolları üzerinde Bizans ordusu bulamayınca Pasin düzlüklerini geçip yönlerini Erzen şehrine doğru çevirdiler.589 Erzen şehrine giren Selçuklu kuvvetleri şehri yağmaladıktan sonra burdan ayrılarak Kaputru’da mevzilenen Bizans ordusu üzerine doğru harekete geçtiler.590 Bizans ordusuna İmparator Monomakhos’un emri ile Gürcü Vasak Pahlavuni’nin oğlu Magistros Grigor da ordusuyla katıldı. Orbelyanlı Liparit de 700 asilzade 16.000 seçme er ve IV. Bagrat’ın hassa askerlerinden 1.000 kişi ile Bizans ordusuna katıldı. 591 Selçuklu ve müttefik Bizans ordusu 18 Eylül 1049’da Kaputru kalesi önünde karşı karşıya geldi. Bizans ordusunun sağ kanadına Katakalon, sol kanadına ise Aaron kumanda etmekteydi. Ordunun merkezinde ise Liparit bulunmaktaydı. Selçuklu ordusu ise iki büyük grup halinde olup, birincisine İbrahim Yınal kumanda ederken ötekine de Kutalmış592 kumanda etmekteydi.593 İki taraf arasında meydana gelen savaşta müttefik Bizans kuvvetleri mağlup edildiği gibi Liparit de esir alındı.594 İbrahim Yınal ve Kutalmış, merkeze geri dönerek esir aldıkları Liparit’i Tuğrul Bey’e takdim ettiler. Tuğrul Bey de kurtuluş fidyesi almadan Liparit’i serbest bıraktı.595 Kaputru Savaşı ile ilgili bilgi için tezimizin II. Bölümüne bakınız. 5.1.3. Kutalmış’ın Kars Seferi Tuğrul Bey ile arası açılmış olan Kutalmış, Anadolu’yu feth edip bir devlet kurmak amacı ile Kars şehrine hucümda bulundu.596 Kutalmış ve askerlerinin bir gece 588 Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 55-56; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 50; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 14; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 45; Grousset, s. 573. 589 Subaşı, “Pasinlerin Bilinmeyen Tarihi”, s. 45. 590 Urfalı Mateos, s. 86; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 122; Vryonis, s. 86; Honigmann, s. 178. 591Grousset, s. 575; Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. 61. 592 Cahen, Selçuklu kuvvetlerinin Bizans bölgelerine yaptıkları akınlar esnasında Kutalmış’ın öncü birliklerin başında bulunduğunu aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1384. 593 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 47; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 51. 594 Azimî, s. 8; Urfalı Mateos, s. 89-90; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 122; Grousset, s. 575-576; Honigmann, s. 178; Brosset, s. 283; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 22; Cahen, Osmanlıdan Önce Anadolu’da Türkler, s. 83; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni İlişkileri, s. 15; Umar, s. 77. 595 Urfalı Mateos, s. 90; Ebû’l-Farac, I, s. 305; Attaleiates, s. 56; Vardan, s. 175; Grousset, s. 576; Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, s. 185; Aktok, s. 90. 596 Kırzıoğlu, Kars Tarihi, s. 327; S. Ural-J. A. Orat-N. O. Arslan-A. Bingöl-Ş. C. Tüysüz, Kars TarihiGeçmişten Cumhuriyete, Kafkas Üniversitesi Yay., Kars 2011, s. 128. 89 vakti ansızın saldırması ve şehirde ahaliyi koruyacak muhafızların da olmamasından dolayı birçok insan öldürdüler. Sadece iç kaleye sığınabilenler kurtulabildi (1053- 1054).597 Kutalmış, Tuğrul Bey’in ordusuyla kendi üzerine geldiğini haber alması üzerine daha fazla ileri gitmeyerek bu bölgeden hemen ayrılıp Azerbaycan’a doğru gitti. 598 Kutalmış, Kars’ı tahrip ettikten sonra bu şehirden ayrılıp Ani’ye doğru hareket etti. Kutalmış, Ani’ye gittiğinde kendisiyle beraber olan 60.000 askeri, sinsice bir plan yapan şehir reisi tarafından ağırlanmak üzere şehir halkının evlerine taksim edildi. Şehir halkı konuk ettikleri askerleri sarhoş ettikten sonra duydukları çan sesiyle askerlerin hepsini katlettiler. Bu katliam esnasında Kutalmış da canını zor kurtararak kaçmayı başardı.599 Kutalmış’ın, İbrahim Yınal ile beraber Rum gazasına memur edilmesi ve Bizans’a karşı kazandıkları Kaputru zaferi ve Kutalmış’ın Kars seferi hakkında daha önceki bölümlerde bilgi verdiğimiz için bu bölümde bu konuları ana hatlarıyla anlatmakla yetindik. 5.1.4. Kutalmış’ın Musul Seferine Memur Edilmesi Hilafet merkezi Bağdad’da şiî Büveyh-oğullarının huzursuzluk çıkarmaları yüzünden Bağdad’da aşayiş bozulmuştu. Bağdad’da sünnî ve şiî halk birbiriyle mücadele etmekteydi. 600 Mısır Fâtımîleri tarafından desteklenen Türk asıllı olan Bağdad’ın askeri valisi Arslan Besâsirî’nin Abbasî halifeliğine karşı isyankâr hareketlere girişmesi halife Ka’im bi’Emrillah’ın halifeliğini zor bir duruma düşürdü.601 Abbasi halifesi Ka’im bi’Emrillah özellikle veziri Ebu’l-Kâsım Ali İbnü’l-Müslime’nin tavsiye ve etkisiyle Hibetullah b. Muhammed el-Me’mûnî’yi bir mektup ile Rey’e Tuğrul Bey’in yanına gönderdi ve ondan şiîlere karşı yardım isteğinde bulunarak onu bizzat Bağdad’a davet etti.602 Tuğrul Bey, halifenin daveti üzerine Bağdad’a gitti 597 Azimî, s. 12; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 130. 598 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 49; Kırzıoğlu, Ani Şehri Tarihi, s. 25. 599 Köprülü, s. 475. 600 K. V. Zettersteen, “Büveyhîler”, İA, MEB. Yay., İstanbul 1979, II, 844. 601 İbnû’l-Esir, VIII, s. 178; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 25; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 55. 602 Er-Râvendî, I, s. 103; İbnü’l-Adîm, s. 1-2; Ahmed b. Mahmud, I, s. 38; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 132; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 37-38; Sevim, “İbnü'l-Cevzî'nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler”, s. 8. 90 (1055).603 Tuğrul Bey’in yanında daha önce isyan edip affedilmiş olan İbrahim Yınal ile birlikte Kutalmış da bulunmaktaydı.604 Mısır Fâtımî halifesinin elinde bulunan Suriye’yi ve Mısır’ı feth ederek şiî hilafetini ortadan kaldırmak isteyen Tuğrul Bey, Bağdad’a girdikten sonra amcasının oğlu Kutalmış’ı Türkmen kuvvetlerinin başında Musul taraflarına göndererek Fâtımî taraftarlarını ortadan kaldırmaya memur etti.605 Kutalmış, beraberinde büyük Hâcib ve Türkmenler’den oluşan büyük bir orduyla hemen harekete geçti. Bu esnada Kutalmış ile beraber hareket etmesi için Ukayl-oğulları hükümdarı Kureyş b. Bedrân’a hil’at ve 10.000 altın gönderildi.606 Arslan Besâsirî de Mısır Fâtımî halifesi el-Mustansır Billah’a mektuplar göndererek ona tabiî olduğunu ve Irak’ta şiî hutbesi okutacağını bildirdi. Bunun üzerine Fâtımî halifesi ona para yardımında bulundu ve Rahbe emîrliğine atadı.607 Fâtımî halifesinden destek alan Arslan Besâsirî ve Nurü’d-Devle Dübeys’in komutasındaki ordu Sincar yakınlarında Kureyş b. Bedrân’ın da bulunduğu Kutalmış’ın komuta ettiği orduyla karşı karşıya geldi (1057).608 İki taraf arasında meydana gelen savaşta Kureyş’in ordudan ayrılıp Besâsirî’ye katılmasıyla Kutalmış’ın ordusu ağır bir mağlubiyete uğradı. 609 Savaş esnasında büyük Hâcib öldürüldü; Kutalmış ise beraberindeki kuvvetler ile kaçıp canını zor kurtardı.610 Kutalmış, Sincar halkının izin vermemesi yüzünden şehre giremediği için Hemedan istikametinde geri çekilmek zorunda kaldı. Besâsîrî, kısa bir süre içinde Musul’a hâkim oldu ve hutbeyi de Fâtımî halifesi adına okuttu.611 603 Tuğrul Bey’in Bağdad’a gittiği tarih El-Bundârî’ye göre 25 Ramazan 447 (18 Aralık 1055), İbnû’lEsîr’e göre Muharrem 447 (Nisan 1055), Reşîdü’d-din Fazlullâh’a göre Ramazan ayında (Kasım –Aralık 1055) gerçekleşmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. El-Bundârî, s. 10; İbnû’l-Esîr, VIII, s. 178; Reşîdü’d-din Fazlullâh, s. 98. 604 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 50. 605 Aksarayî, s. 10; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 50; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 122. 606 Sıbt İbnü'l-Cevzî, s. 24. 607 İbnü’l-Adîm, s. 4; Ahmed b. Mahmud, I, s. 38; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 48; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1387; Sevim, “İbnü'l-Cevzî'nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler”, s. 8. 608 Ebû’l-Farac, I, s. 313; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 134; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 122. 609 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 50; Sevim-Merçil, s. 42; Erdoğan Merçil, “Besâsîrî”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1992, V, 528. 610 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 26; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 234. 611 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 194; Mevdûdî, I, s. 198; Kafesoğlu, “Selçuk’un oğulları ve Torunları”, s. 122. 91 Kutalmış, Besâsirî ile giriştiği savaş esnasında Sincar halkının kendisinin emrindeki askerleri öldürmesinden dolayı onları Sultan Tuğrul Bey’e şikâyet etti.612 Bunun üzerine Sultan Tuğrul, Besâsirî’yi bertaraf etmek ve Sincar halkını cezalandırmak için Bağdad’tan ayrılarak Musul’a gitti. 613 Sultan Tuğrul’un kendi üzerine geldiğini haber alan Besâsîrî, hemen Rahbe’ye kaçtı.614 Nurü’d-Devle Dübeys ve Kureyş b. Bedrân da Tuğrul Bey’e karşı çıkamayacaklarını bildikleri için hemen ona tâbi olduklarını bildirdiler.615 Sincar halkı savaş esnasında esir düşen Kutalmış’ın askerlerinin kulak ve burunlarını kesmişler ve öldürdükleri askerlerin başlarını mızraklara takmışlardı. Mücellâ b. Mürecca’nın emîr bulunduğu Sincar, Sultan Tuğrul tarafından kuşatıldıktan kısa bir süre sonra elegeçirildi ve şehrin ileri gelenleri öldürüldü. 616 İbrahim Yınal’ın bunlar adına af dilemesi üzerine geriye kalanlar da affedildi.617 Tuğrul Bey, Musul ve Sincar havalisini itaat altına aldıktan sonra bu bölgelerin idaresini İbrahim Yınal’a vererek Kutalmış ile birlikte Bagdat’a geri döndü.618 5.2. ARSLAN YABGU-OĞULLARININ BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NE İSYAN ETMELERİ 5.2.1. Resul Tekin’in İsyanı Arslan Yabgu’nun oğullarından Resul Tekin Hûzistan’da bulunduğu esnada Tuğrul Bey’in hâkimiyetine karşı isyan etti (1057). 619 Tuğrul Bey’in emri ile Resul Tekin’in isyanını bastırmak için harekete geçen Hûzistan eyâlet valisi Hezâresb, Basra’ya gitti ve Resul Tekin ile giriştiği mücadelede onu mağlup ederek esir aldı.620 Hâkimiyet mücadelesi için ortaya çıkan Resul Tekin’in isyanı böylece kısa sürede 612 Müneccimbaşı, I, s. 22. 613 Mevdûdî, I, s. 198. 614 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 50; Sevim-Merçil, s. 42. 615 El-Bundârî, s. 10. 616 El-Bundârî, s. 10; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 40; Faruk Sümer, “Kutalmış”, DİA, İSAM Yay., Ankara 2002, XXVI, 480. 617 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 194. 618 İbnü’l-Adîm, s. 4; Müneccimbaşı, I, s. 22; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 26; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 63. 619 Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 66; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 1387. 620 Sevim-Merçil, s. 43. 92 bastırıldı.621 Resul Tekin, esir alındıktan sonra hilafet merkezi olan Bağdad’a gönderildi.622 Resul Tekin, hilafet merkezindeyken halife Ka’im bi’Emrillah’ın Tuğrul Bey’e ricada bulunması dolayısıyla canına dokunulmayarak affedildi.623 5.2.2. Kutalmış ve Resul Tekin’in İsyanları Kaynaklarda Kutalmış’ın, Tuğrul Bey’in hâkimiyetine karşı giriştiği isyanın ne zaman başladığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.624 İbrahim Yınal, Musul’dan ayrıldıktan sonra giriştiği hâkimiyet mücadelesinde Kutalmış ile iş birliği içindeydi. İbrahim Yınal’ın öldürülmesinden sonra onun kuvvetleri Kutalmış’ın etrafında toplanmaya başladı (1059). Kutalmış, Tuğrul Bey’e karşı isyankâr tavırlarına devam etti.625 Tuğrul Bey, İbrahim Yınal’ın isyanından sonra Kutalmış isyanıyla karşı karşıya geldi. Kutalmış, Selçuk Bey’den sonra Selçuklular’ın reisi olan babası Arslan Yabgu’nun Sultan Mahmud tarafından hapsedilip ölmesinden (1032) sonra Selçuklu başbuğluğuna, töre gereğince Tuğrul Bey’in değil de büyük erkek evlat olarak kendisinin geçmesi gerektiğini ileri sürerek, isyan etti.626 Kutalmış, kardeşi Resul Tekin ile birlikte627 Tuğrul Bey’e karşı 10.000 kişilik bir kuvvet ile mücadeleye devam ettiyse de onun karşısında bozularak Girdkûh kalesine sığınmak zorunda kaldı (Mayıs 1061).628 Halifenin kızı ile evlenme işleriyle uğraşmakta olan Tuğrul Bey, Rey’e dönerken Bağdad valisi Humar-tekin’i Kutalmış ve kardeşi Resul Tekin’i bertaraf etmek için gönderdi. Humar-tekin,629 Kutalmış’ı ve kardeşini bulunduğu müstahkem Girdkûh 621 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 52; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 26-27; Köymen, “Tuğrul Bey”, s. 36. 622 Müneccimbaşı, I, s. 23. 623 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 197; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 124; Merçil, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”, s. 606. 624 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 140. 625 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 27; Kafesoğlu, “Selçuklular”, s. 367; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 123. 626 Sevim-Merçil, s. 46-47. 627 Zonaras, Kutalmış’ın Harezm kentlerinden biri olan Pazar’ı zaptederek Tuğrul Bey’e karşı isyan ettiğini ve Tuğrul Bey’in bu şehir çok müstahkem bir mevkiye sahip olduğu için uzun süre kuşatmasına rağmen başarısız olduğunu kaydetmektedir. Fakat Zonaras, bu olayı Kaputru savaşı öncesine dayandırmaktadır. Bu olayın 1061-1063 yıllarında cereyan etmiş olması gerekmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Zonaras, s. 90. 628 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 140. 629 Sıbt İbnü’l-Cevzi, Humar-tekin’in vezir Kündürî yüzünden Tuğrul Bey ile arası açıldığından dolayı onun Girdkûh kalesindeki kuşatmayı kaldırarak kaçtığını aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 99-100. 93 kalesinde kuşatmışsa da iki kardeş tarafından bozguna uğratılarak geri çekilmek zorunda bırakıldı (1061).630 1054 sonları veya 1055 başlarında Tuğrul Bey tarafından vezir yapılan Amîdü’lMülk Kündürî, Kutalmış’ı bertaraf etme işini kendi üzerine aldıysa da herhangi bir başarı elde edemedi. Vezir Kündürî, Girdkûh kalesinin çok müstahkem bir mevkie sahip olduğundan bu isyana son veremeyeceğini anlayınca Kutalmış ile teslim olması konusunda barış görüşmeleri yaptı (1063). 631 Yapılan görüşmelerde Kutalmış: 1. Sultan’ın, canını bağışlayıp bu hususta talâk üzerine yemin etmesi, 2. Bu isyan hareketi nedeniyle kendisinden herhangi bir tazminat istenmemesi, 3. Çağrı Bey’in oğlu emîr Süleyman’ın kızı ile evlenmesine izin verilmesi, 4. Kendisine iyi bir vilayet verilmesi, önerilerinde bulundu.632 Kutalmış’ın teslim olmak için önerdiği maddelerden ikisi hariç diğerleri kabul edildi. Yemin ile evlenme hususundaki maddelerin ise Tuğrul Bey’e teklif etmenin hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bildirildi. Bu nedenle de iki taraf arasındaki barış görüşmeleri de durmuş oldu.633 Tuğrul Bey, halifenin kızı Seyyide Hatun ile evlendikten kısa bir süre sonra Rey’e geri döndü. Rey’e döndükten sonra hastalandı ve 70 yaşındayken vefat etti (1063).634 5.3. ALP ARSLAN’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINI ELEGEÇİRMEK İÇİN KUTALMIŞ VE RESUL TEKİN İLE MÜCADELE ETMESİ Çağrı Bey’in ölümünden (1059) 635 sonra yerine oğlu Alp Arslan, Horasan Emîri oldu. 636 Çağrı Bey’in, oğullarından Süleyman’ın annesi olan Hatun ile de Sultan Tuğrul 630 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 63; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 52. 631 Sümer, Oğuzlar, s. 91; Sevim, “Sıbt İbnü'I-Cevzî' nin Mir'âtü'z-Zaman Fî Tarihi'l-Âyan Adlı Eserindeki Selçuklularla ilgili Bilgiler I. Sultan Tuğrul Bey Dönemi”, s. 84; Harold Bowen, “İlk Selçuklu Vezirlerine Dair Bazı Notlar”, TM, (17), İstanbul 1972, s. 132. 632 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 115; Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 64; Sümer, “Kutalmış”, s. 481; Köymen, “Tuğrul Bey”, s. 35-36. 633 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 63; Sevim, “Sıbt İbnü'l-Cevzî' nin Mir'âtü' z -Zaman Fî Tarihi'l-Âyan Adlı Eserindeki Selçuklularla ilgili Bilgiler I. Sultan Tuğrul Bey Dönemi”, s. 84; Sümer, “Kutalmış”, s. 481. 634 Mevdûdî, I, s. 213; Ahmed b. Mahmud, I, s. 50; El- Bundârî, s. 24; Ebû’l-Farac, I, s. 316. 94 evlendi. 637 Kardeşinin ölümünden üç yıl sonra Sultan Tuğrul yerine geçecek bir evlat bırakmadan öldü (1063). Sultan Tuğrul Bey, çocuğu olmadığı için, ölmeden önce Çağrı Bey’in küçük oğlu Süleyman’ı onun annesinin ısrarı üzerine kendisinin ölümünden sonra tahta geçirilmesini vasiyet etti. 638 Tuğrul Bey öldüğü zaman Kutalmış, hala Girdkûh kalesinde vezir Kündürî tarafından muhasara edilmekteydi.639 Vezir Kündürî, Kutalmış’ı kuşattığı esnada Tuğrul Bey’in ölüm haberini aldı. Kündürî, saltanat merkezinde kargaşalık çıkmasın diye hemen kuşatmayı kaldırdı ve iki günlük yoldan sonra başkent Rey’e ulaştı. 640 Kündürî, Tuğrul Bey’in daha önce veliahd641 yaptığı Süleyman’ı tahta çıkarttı ve askerlerin de desteğini almak için 700.000 altın ile 200.000 altın değerinde olan 16.000 çeşit giysi ve silahları dağıttı.642 Süleyman’ın saltanatını kabul etmeyen Selçuk’un torunu ve Yunus’un oğlu Elbasan ve Erdem, Kazvin’e giderek orada Alp Arslan adına hutbe okuttular.643 Kutalmış, Tuğrul Bey’in vefat haberini duyunca: “Saltanat bize ulaşacak. (Zira) bizim babamız (Arslan Yabgu), (Selçuk oğullarının en büyüğü idi,) kavmin iyisi ve önde geleni olup bu nedenle öldürülmüştü. Bu yüzden saltanat bize düşer” diyerek hemen harekete geçti.644 Kutalmış, Selçuklu emîrlerine mektuplar yazarak kendisine katılmalarını istedi. Bu mektup üzerine Kutalmış’a katılanlardan biri de Sürhab b. Kâmrev (Kâmrû)’dur.645 Kutalmış, Türkmenler’in yanına giderek kendisine katılmaları için ikna etti. Kutalmış, 635 Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Çağrı Bey’in ölümünü 1061-1062; Müneccimbaşı, Ahmed b. Mahmud ve İbnü’l-Adîm 1060 yılı ile tarihlendirmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbnü’l-Adîm, s. 21; Müneccimbaşı, I, s. 27; Ahmed b. Mahmud, I, s. 49; Göksu, “Târîh-i Güzîde'ye Göre Selçuklu Devleti'nin Kuruluşu ve Tuğrul Beg Dönemi”, s. 298. 636 M. Halil Yınanç, “Alp Arslan”, İA, MEB Yay., İstanbul 1978, I, 384. 637 Mevdûdî, I, s. 222-223. 638 Müneccimbaşı, I, s. 30; Ebû’l-Farac, I, s. 316; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 51. 639 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 53; Ahmet Toksoy, “Selçuklu Şehzadesi Kutalmış”, GEFD, XXVIV (4), Ankara 2009, s. 231. 640 El-Bündârî, s. 24; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 63. 641 İbnü’l-Adîm ve Aksarayî, Tuğrul Bey’in ölmeden önce Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan’ı kendisine veliahd olarak seçtiğini aktarmatadır. Reşîddü’d-din Fazlullâh ise Tuğrul Bey’in Alp Arslan’ı kendisine veliahd yaptığını onun küçük kardeşi Süleyman’ı da onun nâibi olarak tahta oturttuğunu aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbn’ül Adîm, s. 10; Aksarayî, s. 11; Reşîddü’d-din Fazlullâh, s. 107. 642 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 125-126; Yazıcızâde Ali, s. 54. 643 El-Bundârî, s. 26; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 147; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 28. 644 Aksarayî, s. 11; Reşîddü’d-din Fazlullâh, s. 107; Anonim Selçukname, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi III, (Neşr. F. Nâfiz Uzluk),Ankara 1952, s. 3. 645 Sibt İbnü’l-Cevzî, s. 127. 95 çoğu Rey ve Hemedan arasındaki bölgelerde oturan Türkmenler’den oluşan 50.000646 kişilik bir orduyla ilk önce Sâve, oradan da Rey üzerine yürüdü.647 Devletin kuruluşunda etkin olan Türkmenler, özellikle Tuğrul Bey’in son dönemlerinde kendileri yerine memlük menşe’li olanların tercih edilmesinden dolayı devlete karşı küskünlükleri bulunmaktaydı. Bu yüzden Kutalmış’ın taht mücadelesinde hemen onun tarafını tuttular. 648 Vezir Kündürî, durumun kendi aleyhine döndüğünü görünce Alp Arslan’dan yardım istedi ve Rey’de hutbenin önce Alp Arslan, sonra da Süleyman adına okutulmasını emretti.649 Vezir Kündürî, İnanç Bey’i bir miktar kuvvet ile birlikte Kutalmış’a karşı sevk ettiyse de İnanç Bey, onun karşısında mağlup oldu ve maiyetindeki 500 gulam ile birlikte esir edildi.650 Vezir Kündürî, Alp Arslan’a bir ulak göndererek durumdan haberdar etmesi üzerine Alp Arslan, vezire: “Reyden ayrılmayınız çünkü ben, sizlere ulaşmak üzereyim” diye haber gönderdi. Komutanlığını hâcip Erdem’in yaptığı Alp Arslan’ın öncü kuvvetleri651 Damgân’a geldikten sonra Kutalmış ile yaptıkları muharebede birçok asker kaybettiği gibi civardaki bir köye saklanmak zorunda kaldı.652 Bu esnada Herât’ta bulunan Musa Yabgu taht için hak iddia edip isyan etti. Alp Arslan bunu haber alınca ilk önce onun üzerine yürüyerek onun bu isyanını bastırdı. Böylece Alp Arslan arkasını güvence altına alarak kalabalık bir orduyla Nişabur üzerinden Rey’e hareket etti.653 Rey şehrini kuşatma altına alan Kutalmış, Alp Arslan’ın kendi üzerine geldiği haberini alınca iki taraf arasında kalacağını ve onu yenemiyeceğini düşünerek bir grup askerini Rey kuşatmasında bırakarak Alp Arslan’ı 646 İbnü’l-Adîm, Kutalmış’ın Girdkûh kalesinden inip taht için hak iddia ederek Alp Arslan ile giriştiği mücadele esnasında ordusunun sayısının 90.000 olduğunu aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbnü’lAdîm, s. 13. 647 Sümer, Oğuzlar, s. 97. 648 Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 107; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 98-99; Merçil, “Emîr Savtegin”, s. 67. 649 El-Bündârî, s. 26; Müneccimbaşı, I, s. 30; Kafesoğlu, “Alp Arslan”, s. 522. 650 Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, s. 45; Sevim-Merçil, s. 48. 651 El-Hüseynî ve Ahmed b. Mahmud, Alp Arslan’ın Kutalmış’ın hareketini öğrenince öncü kuvvetlerin başında emîr Sav-tegin’i ona karşı gönderdiğini aktarmaktadır. Ama bu iki eser Sav-tegin’in gönderildikten sonra bu bölgedeki faaliyetleri hakkında bilgi vermemektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. ElHüseynî, s. 21; Ahmed b. Mahmud, I, s. 54. 652 Sibt İbnü’l-Cevzî, s. 128; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, s. 45. 653 Mevdûdî, I, s. 224; Sevim-Merçil, s. 48-49. 96 karşılamak için ona doğru harekete geçti.654 Alp Arslan, Nişabur’dan ayrılıp Damgân’a ulaştığında Kutalmış’a bir mektup göndererek yaptığı hareketi iyi görmediğini ve yadırgadığını bildirdi. Bu gibi hataları işlemekten sakınması gerektiğini ve girişmiş olduğu isyana da hemen son vermesini emretti ise de Kutalmış bu telkinlere uymadı.655 Kutalmış, Alp Arslan’ın bu bölgelerden geçmesini önlemek için Milh (Dih-i Nemek) vadisine su akıtarak bataklık haline getirdi.656 İki taraf bu bölgede karşı karşıya gelince Alp Arslan, Kutalmış’ın askerlerinin çokluğunu gördü ve üzüldü. Nizâmü’lMülk, Alp Arslan’ı savaşa teşvik etmek için ona: “Üzülme, sana onun askerlerinden kat kat fazla, onlardan daha kuvvetli ve hatasız ok atan askerler hazırladım. Bu ordunun erleri âlimler ve zâhidlerdir” dedi.657 Alp Arslan’ın yanında Sav-tegin, Sungurca, Buldacı, Altuntak, Kül-sarıg, ağacı (hâcib) ve Abdu’r-Rahman gibi büyük komutanlar bulunmaktaydı.658 Alp Arslan’ın ordusunun sol kanadında Sav-tegin ve Altuntak, sağ kanadını Pehlivan idare ederken Alp Arslan da merkez kuvvetlerin başında bulunmaktaydı. Kutalmış da kardeşi Resul Tekin ve Ay-buğa’yı kanatların başına geçirdi ve kendisi de oğulları Süleyman ve Mansûr ile birlikte merkez ordusunun başında yer aldı.659 Sultan Alp Arslan’ın bataklık araziyi geçmesi üzerine iki tarafın kuvvetleri Damagân’da karşı karşıya geldiler (1064 yılı başı). Meydana gelen savaşta Kutalmış ve yanında bulunan Türkmenler çok kısa bir sürede bozguna uğradılar ve pek çok insan öldürüldü. Alp Arslan’ın eline pek çok ganimet geçti. Rey şehri kapısında tutsak alınmış olan emîr İnanç Bey de kurtarıldı. Kutalmış’ın kardeşi Resul Tekin ve oğlu Mansûr ile Türkmen beyleri tutsak alındılar.660 Kutalmış’a gelince, Alp Arslan’a karşı giriştiği savaşta yenilgiye uğrayınca Girdkûh kalesine sığınmak için dağ yollarından ve dar geçitlerden geçmek süretiyle Alp Arslan’a ait kalelerden birinin önünden geçerken kale kumandanı, onu yakalamaları için adam gönderdi. Kutalmış, atıyla kaçmakta iken atından yere düşerek öldü veya sığındığı bir ağılda kan 654 Aksarayî, s. 11; Reşîddü’d-din Fazlullâh, s. 107; Sevim-Merçil, s. 49. 655 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 233. 656 Ahmed, b. Mahmud, I, s. 55; El-Hüseynî, s. 21. 657 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 233; Müneccimbaşı, I, s. 35. 658 Ahmed b. Mahmud, I, s. 55; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 123; Tülücü, “Gevherâyîn ve Sav-tegin”, s. 257. 659 El-Hüseyni, s. 21; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 148; Merçil, “Emîr Savtegin”, s. 67. 660 El-Bündârî, s. 27; Sıbt İbnü’l-Cevzi, s. 128; Ahmed, b. Mahmud, I, s. 56; Sümer, Oğuzlar, s. 92; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 57; Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, s. 45; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 28. 97 kaybından661 ölmüş olarak bulundu.662 Alp Arslan, Kutalmış’ın ölümüne çok üzüldü ve matem tuttu. Kutalmış’ın cesedi Rey’deki Sultan Tuğrul’un türbesinin yanına gömüldü.663 Alp Arslan, amcasının oğlu Kutalmış ile birlikte akrabalarını ve ona tabiî olan beyleri öldürmek istedi. Hatta küçük yaşta olan Süleyman’ı bile ortadan kaldırmalarını emretti. Fakat veziri Nizâmü’l-Mülk bunu doğru bulmadı ve “Akrabayı öldürmek doğru olmaz. Uğursuzluk getirir. Devlet çabuk yıkılır” deyince, Alp Arslan bu emrinden vazgeçti. Nizâmü’l-Mülk’ün tavsiyesi ile Alp Arslan, Kutalmış-oğullarından emîrlik ve meliklik unvanlarını alarak sefalet içinde yaşamaları ve gaza hareketlerinde bulunurken şehid edilip bertaraf edilmeleri için Bizans hududlarına, Diyarbekir ve Urfa arasındaki Birecik’e yerleşmelerine karar verdi. Bu bölgeye gelen Kutalmış-oğulları bir süre sönük ve sıkıntı içinde664 yaşadılar.665 İbrahim Yınal, taht mücadelesi esnasında şiî Fâtımî halifesi ve Arslan Besâsirî’nin desteğini alarak himayelerine girmişti. Kutalmış ise İbrahim Yınal’ın isyanından farklı olarak herhanği bir devletin desteğine ihtiyaç duymadığı gibi sadece devlet yönetiminde memnun olmayan Türkmenler’e güvendi ve onların desteğini aldı.666 Kutalmış, Türkmenler’den aldığı desteğe rağmen Alp Arslan’a karşı girişmiş 661 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 234; İbnü’l-Adîm, s. 13; Ahmed b. Mahmud, I, s. 56; El-Hüseynî, s. 22; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 64; Anonim Selçukname, s. 3; Sevim-Merçil, s. 49; Cahen, “Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi”, s. 189; Kafesoğlu, “Selçuk’un Oğulları ve Torunları”, s. 123; Sevim, ”Sıbt İbnü'lCevzî'nin Mir'âtü'z-Zaman fî Tarihi'l-Âyan Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler II. Sultan Alp Arslan Dönemi”, s. 4-5; Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, İÜEFTD, (36), İstanbul 2000, s. 229. 662 Aksarayî ve Mevdûdî, Kutalmış’ın Alp Arslan’a karşı giriştiği savaş sonrasında kaçarken atından düştüğünü ve onun Alp Arslan’ın askerleri tarafında hemen oracıkta öldürüldüğünü aktarmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Aksarayî, s. 11; Mevdûdî, I, s. 224. 663 Ahmed b. Mahmud, I, s. 57; El-Hüseynî, s. 22; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 149. 664 Aksarayî, s. 11; Reşîddü’d-din Fazlullâh, s. 108; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, (10. Baskı), Ötüken Yay., İstanbul 2010, s. 75-76. 665 Bazı kaynaklar Alp Arslan’ın Kutalmış-oğullarını sefalet içinde yaşamaları için Birecik bölgesine gönderdiğinden bahsetmiş ise de Kutalmış-oğulları’nın Anadolu’ya gönderilmeleri imkânsızdır. Çünkü Anadolu’da bulunan Yabgulular kendilerine önderlik edecek bir lider bulamadıkları için Atsız etrafında toplanmışlardı. Kutalmış-oğulları Anadolu’ya gönderilmiş olsaydı bu Yabgulular Atsız’ın değil de onların etrafında toplanmış olacaktı. Kutalmış-oğullarının Anadolu’da ilk defa ortaya çıkmaları Şökli’nin, Atsız’a karşı onlara müracaat etmesiyle başlamıştır (1074). Kutalmış-oğullarının babalarının ölümünden sonra Alp Arslan’nın bütün saltanatı boyunca devletin başkenti olan Rey’de tutuklu kalmış oldukları muhtemeldir. Alp Arslan’ın 1072 yılında ölümüyle başlayan taht kavgaları esnasında Kutalmış-oğulları göz hapsinden kurtulup Anadolu’ya kaçarak, orada babalarına bağlı Yabgululara sığındılar. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sıbt İbnü’l Cevzî, s. 201; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 76-78; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89; Salim Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, Malazgirt’ten Miryokefalon’a, Karam Yay., Çorum 2003, s. 34. 666 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 65. 98 olduğu mücadele sonucunda hayatını kaybetti. Kutalmış-oğulları daha sonra Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuracaklardır. Bu zaferin hemen ardından Alp Arslan, 1063’te Darü’l-Memleke’de Sultan Tuğrul Bey’e ait olan 2.000.000 miskal değerindeki sofrada büyük bir şölen düzenletti; emîr ve hâciplere hil’at verdi. Böylece Alp Arslan Rey’de Büyük Selçuklu tahtına çıktı (1064).667 5.4. KUTALMIŞ-OĞULLARININ MALAZGİRT SAVAŞINA KATILDIĞINA DAİR BİR RİVAYET Bazı Müslüman ve Hıristiyan kaynaklar, Süleyman-Şah’ın Sultan Alp Arslan tarafından Anadolu’nun fethine gönderildiğini ve hattâ ona ikta olarak verilen bu ülkede hükümdarlık hakkının da tanındığını yazarlar. Doğruluğu kabul edilemez olan Süryanî Mihail’in iddiası ise; Süleyman-Şah’ın, oğulları ile birlikte, Malazgirt meydan muharebesinde büyük hizmet yaptığı ve zaferden sonra Alp Arslan’ın, Kapadokya ve Pont ülkelerini fetheden Süleyman’a Anadolu’da saltanat sürmek yetkisi verdiği yönündedir. 668 Yine Süryani Mihail, Malazgirt savaşında Selçuklu ordusunu Süleyman-Şah’ın idare ettiğini ileri sürmektedir. Süryani Mihail, “İki taraf, maharabeye tutuşmağa hazır bir vaziyet aldıkları vakit, Sultanın kuzeni olan Süleyman, sultana, kendisi tepenin üzerinde bulunan tahtında oturup, muharebenin idaresini kendisine tevdi etmesini teklif etmiştir. Sultanın rizası üzerine, Süleyman, oniki oğlunun her birine 1000 er atlı verip tertibat aldırdı. Bunlar, harp teçhizatlarını giyip ve silahlanıp, Romalılara hücum etmek üzere aşağıya indiler. Sultan da savaşı izlemekle yetindi” demektedir.669 Süryani Mihail, Malazgirt savaşına Süleyman-Şah’ın katıldığını aktarmış ise de, Osman Turan ve Faruk Sümer, onun bu savaşa katılmasının imkânsız olduğunu belirtmektedirler.670 Daha önceki bölümlerde izah ettiğimiz gibi Sultan Alp Arslan, Malazgirt savaşında bizzat kendisi merkez kuvvetlerin başında savaşmıştır. Ayrıca emîr Ay-tekin, Sultan Alp Arslan’ın savaş esnasında Bizans kuvvetlerine karşı bizzat 667 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 52; Gökhan Tüzün, Selçuklu Sultanlarının Tahta Çıkış Yöntemleri, (Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2006, s. 30-31. 668 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 76. 669 Suryanî Mihail, s. 26. 670 Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s. 40; Sümer, “Malazgirt Savaşına Katılan Türk Beyleri”, s. 207. 99 savaştığını görünce onu savaşmaktan men etmek istemiş ise de başarısız olmuştur.671 Bu yüzden Süryani Mihail’in vermiş olduğu bilgiler tamamen rivayet olmakla beraber böyle bir olayın meydana gelmesi de imkânsızdır. Süleyman-Şah ve kardeşlerinin Malazgirt savaşında veya zaferi müteakip Anadolu’nun fethine gönderilen kumandanlar arasında bulunduğuna dair Süryani Mihail’den başka hiçbir bilgi mevcut değildir. 672 Selçuklu devlet idaresine karşı isyankâr hareketlerde bulunan El-basan’ı bile Bizans’a sığınmasına kadar sıkı bir şekilde takip ettiren Alp Arslan’ın Selçuklu tahtı için herzaman tehdit oluşturabilecek Kutalmış-oğullarını Anadolu’nun fethine ve hükümdarlığına tayin etmesi imkânsızdır. Alp Arslan zamanında Anadolu’da gazâ yapan Türk Beyleri ve kumandanları hakkında çağdaş kaynaklar bilgi verdikleri halde, mühim şahsiyetler olan Kutalmış-oğulları hakkında hiçbir kayda ratlanmamasının sebebi de budur. Kavurt ve El-basan’a mensup Yabgulular’ın Anadolu ve Suriye’ye kaçtıkları ve bunların bir kısmının 1070’de diğer Oğuz beyleri idaresinde fetihlere katılıp Filistin’de bir Türkmen beyliği kurmaları başlarına geçecek bir Selçuklu şehzadesi bulamamış olmalarındandır. 673 671 Sümer-Sevim, s. 70. 672 Muzaffer Sağlık, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşuna Dair Meseleler, (Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 46. 673 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 76. 100 ALTINCI BÖLÜM MELİKŞAH DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 6.1. MELİKŞAH’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI Sultan Alp Arslan, Türkistan seferi sırasında Barzam kalesi hâkimi Yusuf Hârizmî tarafından bıçak ile birkaç yerinden yaraladıktan dört gün sonra öldü (1072).674 Merv’de babası Çağrı Bey’in kabrinin yanında defnedildi.675 Sultan Alp Arslan, Türkler’deki hâkimiyet telakkisi dolayısıyla çıkması muhtemel olan kardeş kavgalarını önlemek için Melikşah’ın veliahdlığını birçok kere teyit ettirmişti. 676 Sultan, ölmeden önce kardeşi Kavurd’a Kirmân ve Fars arasındaki bölgelerin verilmesini, eşi Seferiyye Hatun ile evlenerek Şiraz’a yerleşmesini istemekteydi. Kavurd’a verilen bu bölgeler Melikşah’a bağlı olacaktı.677 Sultan Alp Arslan ölünce, Melikşah tahta çıktı. Nizamü’l-Mülk, askerin desteğini almak için onların maaşını 700.000 dinar arttırdı. Melikşah’ın amcası olan Kavurd, kardeşi Sultan Alp Arslan’ın ölüm haberini alınca tahta geçmiş olan yeğeni Melikşah’a karşı tahtta hak iddia ederek Rey şehri başta olmak üzere öteki Selçuklu şehirlerini ele geçirip hâkim olmak üzere hemen harekete geçti. 678 Ayrıca Melikşah’ın ordusunda bulunan bazı emîrler Kavurd’a mektup yazarak onu Melikşah’a karşı isyan etmesi için teşvik etmekteydiler.679 Kirman’dan ayrılan Kavurd, yanındaki 2.000 atlı ve 4.000 yaya ile Rey ve Hemadân arasındaki Türkmenler’in desteğini almak için harekete geçti.680 Fakat girişimden haberdar olan Sultan Melikşah ve veziri Nizamü’l-Mülk, başkent Rey’de bulunan 500.000 dinarı, 5.000 giysi ve silahları yanlarına alarak Rey ve Hemedân arasındaki Türkmenler’in yanlarına gittiler. Sultan getirdiği para ve eşyaları 674 İbnü’l-Adîm, s. 23; Er-Râvendî, I, s. 118-119; Aksarayî, s. 13; Urfalı Mateos, s. 145; Ahmed b. Mahmud, I, s. 11-112; Müneccimbaşı, I, s. 44. 675 El-Bündârî, s. 48. 676 El-Hüseynî, s. 38; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 40-41. 677 Ebû’l-Farac, I, s. 325-327; Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, TTK Yay., Ankara 1989, s. 28; İbrahim Kafesoğlu, “Kavurd”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, VI, 458. 678 İbn Kesîr, El-Bidâye ve’n-Nihâye I-XIV, (1932), (Çev. Mehmet Keskin), Çağ Yay., İstanbul 1995, XII, s. 228-229; Sevim, “İbnü’l-Cevzî’nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler”, s. 83. 679 Mevdûdî, I, s. 262. 680 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 69. 101 Türkmenler’e dağıtarak onları kendi tarafında olmaları için ikna etti.681 İki taraf arasında Hemedân civarında yapılan savaşı Nizamü’l-Mülk’ün iyi idaresi sayesinde Sultan Melikşah kazandı (1073).682 Yenilgiye uğrayan Kavurd bir köye sığındı ise de köylülerden bir kişi Sultan Melikşah’ın yanına gelerek amcasının yakın bir köyde bulunduğunu ve askerlerinden ayrı olduğunu ihbar etti.683 Bunun üzerine Kavurd, üzerine gönderilen emîr Temirel tarafından esir edildi.684 Kavurd’un esir edilmesinden sonra Melikşah’ın ordusundaki askerler savaş esnasındaki yararlılıklarından dolayı tımarlarının arttırılması için kargaşalık çıkardıkları gibi tahtın sahibinin Kavurd olduğunu söylemeye başladılar.685 Bunun üzerine Kavurd, yayın kirişi ile boğdurularak686 öldürüldü.687 6.2. KUTALMIŞ-OĞULLARININ GELİŞİNDEN ÖNCE ANADOLU’DAKİ DURUM Kutalmış-oğullarının Anadolu’da görünmelerinden hemen öncesinde Artuk, Tutak ve diğer Selçuklu emîrleri Kızılırmağı geçerek Orta Anadolu’daki fetihlerine devam etmekteydi.688 Bizans İmparatoru Mihail Dukas, Anadolu’da faaliyet gösteren bu emîrleri durdurmak için İsaakios Komnenos komutasında bir ordu gönderdi. Malazgirt savaşında zikrettiğimiz Ursel de 400 askeri ile ona katıldı. Bizans ordusu Konya’ya vardığında Ursel yanındaki 400 askeri ile İsaakios’a karşı isyan etti.689 Durumu zayıflayan İsaakios Komnenos, Kayseri civarında karşılaştığı Selçuklu kuvvetlerine yenilerek esir edildi (1072). Komnenos, daha sonra kurtuluş fidyesinin ödenmesi ile serbest bırakıldı.690 İmparator Dukas, kendisine karşı isyan eden Ursel üzerine gönderdiği orduların yenilmesinden sonra İzmit’e yönelmiş olan Selçuklu emîrlerinden Artuk Bey’e müracaat ederek ona çeşitli hediyeler ve para vererek Ursel’i yakalaması için ikna etti. Ursel üzerine gönderilen İonnes Dukas da onun ile işbirliği yapmaktaydı. 681 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 188. 682 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 55. 683 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 267; El-Bündârî, s. 49; Müneccimbaşı, I, s. 48. 684 El-Hüseynî, s. 39; Sevim-Merçil, s. 80; Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 32; 685 Yazıcızâde Ali, s. 60. 686 El-Hüseynî, s. 40; Ahmed b. Mahmud, I, s. 119-120. 687 Yazıcızâde Ali ve Er-Râvendî, diğer kaynaklardan farklı olarak Kavurd’un yakalanmasının ertesi günü yayın kirişi ile boğdurulmadığını, ona zehir içirtilerek öldürüldüğünü kaydetmektedirler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yazıcızâde Ali, s. 60; Er-Râvendî, s. 125. 688 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 100; Yınanç, s. 86. 689 Zonaras, s. 143. 690 Attaleiates, s. 188; Ali Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, TTK Yay., Ankara 1990, s. 22. 102 İki taraf arasında Saphon (Sabanca) dağı civarında meydana gelen savaşta Ursel ve İonnes Dukas, Artuk Bey’e yenilerek esir düştüler. Artuk Bey, esir aldığı Ursel ve Dukas’ı büyük bir kurtuluş parası karşılığında serbest bıraktı.691 Artuk Bey, bu sayede fetihlerini İzmit Körfezine kadar ilerletti. Bizans’ı kendi hâkimiyeti altına almak üzere olan Ursel, Artuk Bey’in bu hareketi sonucunda etkisiz hale getirildi.692 Artuk Bey, Kavurd’un isyanı esnasında Melikşah tarafından merkeze çağrıldı.693 Artuk Bey’in yokluğunda Ursel tekrar isyan ederek bu sıralarda Orta Anadolu’ya giren emîr Tutak ile ittifak yaptı. Bu ittifaktan haberdar olan Alexios Komnenos, Tutak’a büyük bir fidye ve değerli armağanlar vererek Ursel’i kendisine teslim etmesi konusunda ikna etti.694 Bizans’ın buhranlar içinde çalkalanmakta olduğu bu esnada Erzurum, Bayburt, Tercan, İspir, Oltu, Micingerd, Kaçmaz bölgelerinde Saltuklular; Kolonya (Köğonya/Şebinkarahisar), Erzincan, Kemah ve Divriği bölgelerinde Mengücekliler beylikleri bulunmaktaydı.695 6.3. KUTALMIŞ-OĞULLARININ ANADOLU’YA GELİŞİ MESELESİ Türkiye Selçukluları’nın milli tarihçisi olan İbn Bibi, eski dönemler hakkında bilgi bulumadığı için II. Kılıç Arslan döneminden önceki olayları yazmamıştır. Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gelişi ve fetihleri hakkında bilgi kaydetmemiştir. İbn Bibi’nin eserinde bu konuyla ilgili herhangi bir bilgiye ratlanılmaması bu meselenin aydınlatılmasını biraz daha güçleştirmektedir. Kutalmış-oğullarının ne şekilde ve hangi sıfat ile Anadolu’ya geldikleri konusu gerek yerli gerekse yabancı tarihçiler tarafından kesin bir karara bağlanamamıştır. Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gelişleri ancak rivayetler ile açıklanmaya çalışılmıştır.696 691 Nikephoros Bryennios, s. 91-97; Attaleiates, s. 190-195; Zonaras, s. 144-145; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 86; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 88; Ali Sevim, ”Artukluların Soyu ve Artuk Bey’in Siyasi Faaliyetleri”, Belleten, XXVI (101), (Ocak 1962), s. 126-127. 692 Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 49; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 280. 693 Osman Turan, “Türkiye Selçukluları”, BTTD, (47), (Ağustos 1971), s. 18. 694 Attaleiates, s. 202; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 82; Sevim-Yücel, I, s. 64; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 101. 695 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmış oğlu Süleymanşah, s. 27. 696 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 103. 103 Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gelmeleri hakkında dört görüş bulunmaktadır: 1- Sultan Alparslan’a karşı giriştiği saltanat mücadelesini kaybeden Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın, Bizans kaynaklarına göre 5, doğu kaynaklarına göre ise 4 tane oğlu vardı. Bu kardeşlerden bilinen 4 tanesinin ismi; Mansûr, Süleyman, Alp İlek (Yülük, İlig) ve Devlet (Dolât) şeklindedir. 697 Bizans kaynakları Kutalmış-oğullarından Süleyman ve Mansûr’un durumu ve faaliyetleri hakkında bilgi verirken diğer kardeşlerin durumu hakkında bilgi vermemektedir.698 Kutalmış-oğulları tıpkı babaları gibi Büyük Selçuklu Devleti tahtını ele geçirmek için Melikşah’a karşı isyana hazırlandılar. Bu esnada Bağdat Abbasi Halifesinin aracılık yapmasıyla iki taraf arasında bir anlaşma yapıldı. Mihail, Weil, Gibbon ve Skylitzês’ten naklen J. Laurent ve R. Erer, Kutalmış-oğullarının Sultana karşı mücadelelerine son veren bu anlaşmanın ardından Anadolu’ya geçtiklerini aktarmaktadır.699 Bu anlaşma gereğince Kutalmış-oğulları Anadolu’nun fethine memur edildiler ve fethettikleri ve edecekleri memleketlerin hükümdarlık menşurunu aldılar.700 Bu menşur Kutalmış oğullarına verilirken sadece kardeşlerden birine değil 4 kardeşin hepsine birden verildi.701 2- Sultan Alp Arslan, Büyük Selçuklu Devleti’ndeki taht hâkimiyetinde rakipsiz kaldıktan sonra kendisi için artık herhangi bir tehlike teşkil etmeyecek olan Kutalmış-oğullarını, Malazgirt savaşının ardından Anadolu’nun fethine memur ettiği diğer Selçuklu komutan ve emîrleri gibi Anadolu’ya gönderdi. Kutalmış-oğulları kendilerini destekleyen Türkmenler ile Anadolu’ya gelerek fetihlerde bulunmaya başladılar.702 3- Alp Arslan, Kutalmış’ın ölümüyle birlikte bastırılan isyanından sonra onunla birlikte olan akrabalarını ve ona tâbi olan olan beyleri öldürmek istedi. Fakat 697 Mehmet Altay Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, Belleten, LVII (218), (Nisan 1993), s. 71; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 86. 698 Attaleiates, s. 262-263; Nikephoros Bryennios, s. 147-178; Zonaras, s. 153. 699 J. Laurent, “Rum (Anadolu) Sultanlığınının Menşei ve Bizans”, Belleten, LII (202), (Nisan 1988), s. 222; Râşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, (2. Baskı), Bilgi Yay., Ankara 1993, s. 18. 700 Zonaras, s. 150; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 86; Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, s. 72. 701 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 102. 702 Suryanî Mihail, s. 29; Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 34. 104 veziri Nizâmü’l-Mülk bunu doğru bulmadı ve “Akrabayı öldürmek doğru olmaz. Uğursuzluk getirir. Devlet çabuk yıkılır” deyince Alp Arslan, bu emrinden vazgeçti. Ama Nizâmü’l-Mülk’ün tavsiyesi ile Alp Arslan, Kutalmış-oğullarından emîrlik ve meliklik unvanlarını alarak sefalet içinde yaşamaları ve gaza hareketlerinde bulunurken şehid edilip bertaraf edilmeleri için Bizans hududlarına, Diyarbekir ve Urfa arasındaki Birecik’e yerleşmelerine karar verdi. Bu bölgeye gelen Kutalmış-oğulları bir süre sönük ve sıkıntı içinde yaşadılar. 703 4- Kutalmış, Alp Arslan’a karşı giriştiği saltanat mücadelesinde yenildikten sonra atından düşerek öldü. Sultan Alp Arslan, Kutalmış’ın oğullarını öldürmek istediyse de Nizamü’l-Mülk’ün karşı çıkması üzerine bu düşüncesinden vazgeçti. Fakat Sultan, Kutalmış’ın oğullarını başkent Rey şehrine götürerek göz hapsine aldı. Sultan Alp Arslan’ın ölümünden sonra tahta geçen Melikşah’a karşı tahtta hak iddia ederek isyan eden Kavurd’a karşı Anadolu’da fetihlerde bulunan Artuk Bey merkeze çağrıldı. Kutalmış oğulları Melikşah ve Kavurd arasındaki taht kargaşalıkları esnasında Artuk Bey’in merkeze çağrılması ile boşalan Anadolu’ya kaçtılar. 704 . Kaynaklarda Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gelişleri hakkında verilen bilgilerin tahlili; Birinci madde Mehmet Altay Köymen, İbrahim Kafesoğlu ve Mükrimin Halil Yınanç tarafından kabul görmektedir. Bu tarihçiler tarafından öne sürülen görüşe göre Kutalmış-oğulları’nın Büyük Selçuklu tahtında hak iddia etmesi üzerine Sultan Melikşah ile Kutalmış-oğullarının arası açıldı. Halifenin araya girmesi ile Sultan Melikşah, Kutalmış-oğullarına karşı girişeceği hareketten vazgeçerek onları Anadolu’nun fethine memur etti.705 El-Hüseynî, Sultan Melikşah’ın Süleyman-Şah’ı kendisine melik yaparak Antakya’yı onun idaresine706 verdiğini aktarmaktadır.707 J. 703 Aksarayî, s. 11; Reşîddü’d-din Fazlullâh, s. 108; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 75-76. 704 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 75-77; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 116; Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 34. 705 Zonaras, s. 150; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 86; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İÜEF Yay., İstanbul 1953, s. 66. 706 Bu bilgiler Cahen ve Osman Turan tarafından kabul edilmemektedir. Cahen Melikşah’ın böyle bir tutum içine girmesini kanıtlayacak herhangi bir nedenin olmadığını belirtmektedir. Osman Turan’a göre ise Melikşah tarafından Anadolu’nun ve bu bölgelerde bulunan başsız Türkmenler’in idaresine memur 105 Deguignes, İran Selçuklu Sultanı Melikşah’ın 1074 yılında Antakya’nın batı tarafındaki bütün vilayetleri Süleyman-Şah’a verdiğini aktarmaktadır.708 V. Gordlevski’ye göre Büyük Selçuklu veziri Nizâmü’l-Mülk’ün desteklemesi sayesinde Kutalmış-oğlu Süleyman-Şah, Sultan Melikşah tarafından korunduğu gibi bizzat onun tarafından Anadolu’ya (Rum’a) gönderildi.709 İkinci maddeye göre Kutalmış-oğulları Anadolu’ya Sultan Alp Arslan zamanında gönderilmiştir. İkinci maddenin öne sürülme nedeni Süryani Mihail’in Malazgirt savaşına katılan emîrler arasında Süleyman-Şah’ı da saymasıdır. Müellif Süleyman-Şah’ın bu savaş esnasında Selçuklu ordusuna komuta ettiğini ve onun bu savaşta yaptığı hizmetlerden dolayı Sultan Alp Arslan tarafından kendisine Kapadokya ve Pont’un idaresinin verildiğini aktarmaktadır.710 Süryani Mihail’in verdiği bu bilgilere başka hiçbir kaynakta rastlamadığımız gibi, Süleyman-Şah’ın Malazgirt savaşında bulunamayacağı ile ilgili bilgi için tezimizin V. bölümüne bakınız. Üçüncü maddeyi destekler nitelikte olan bazı kaynaklar, Sultan Alp Arslan’ın Kutalmış’ı bertaraf ettikten sonra amcasının oğlu Kutalmış-oğlu Süleyman-Şah’a Şam vilayetini verdiğini, Şam ve Diyarbekir’in onun hükmü altına girdiğini aktarmaktadırlar. 711 Bu maddeyi destekleyen kaynaklardaki genel görüş şöyledir: Sultan Alp Arslan’ın, Kutalmış’ı bertaraf ettikten sonra onun oğullarından Süleyman-Şah’ı kendisine itaat edeceğine ve bağlı kalacağına dair yemin aldıktan sonra Anadolu’nun idaresine (Rum Gazasına) memur edildi.712 Dördüncü görüşe göre Alp Arslan’ın 1072 yılında ölümüyle başlayan taht kavgaları esnasında Kutalmış-oğulları göz hapsinden kurtulup Anadolu’ya kaçarak, orada babalarına bağlı Yabgulular’a sığındılar.713 Cahen’e göre, Melikşah, tahta edildidiği fikri tamamen yakıştırmadan ibarettir. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 77; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89. 707 El-Hüseynî, s. 49. 708 Joseph Deguignes, Büyük Türk Tarihi I-VIII, Türk Kültür Yay., İstanbul 1976, VIII, s. 2661. 709 V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, (1940), (A. Yaran), Onur Yay., Ankara 1988, s. 39. 710 Suryanî Mihail, s. 29; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 75; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 75. 711 Anonim Selçukname s. 23; Erkan Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, NŞAD, (27), Ankara 2008, s. 25. 712 Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d-Düvel (Selçuklular Tarihi, Anadolu Selçukluları ve Beylikler) I-II, (1705), (A. Öngül), Akademi Kitabevi Yay., İzmir 2001, II, s. 5; H. Fehmi Turgal, Anadolu Selçukluları (Müneccimbaşı’ya göre), Türkiye Basımevi Yay., İstanbul 1935, s. 6; Yazıcızâde Ali, s. 61. 713 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89. 106 geçtikten sonra Kutalmış-oğullarını bertaraf etmek için elinden geleni yapmış ama başarılı olamamıştır.714 Sultan Alp Arslan’nın ölümü üzerine Melikşah’ın tahta çıkması ile ülke içinde meydana gelen karışıklıklar esnasında Kutalmış-oğulları, Selçuklu emîr ve komutanlarının fetihlerde bulunduğu Anadolu’ya kaçarak Fırat ırmağı boylarında ve Urfa yörelerinde faaliyet göstermeye başladılar.715 Bazı kaynaklar Alp Arslan’ın Kutalmış-oğullarını sefalet içinde yaşamaları için Birecik bölgesine gönderdiğinden bahsetmiş ise de Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gönderilmeleri imkânsızdır.716 Süleyman ve kardeşlerinin Alp Arslan zamanında Anadolu ve Suriye’de bulunmadıklarına dair en önemli kanıt, Kutalmış, Kavurd ve El-basan isyanlarından sonra onlara bağlı Yabgulular’ın Anadolu’ya kaçtıkları ve bunların bir kısmının 1070 yılında Filistin bölgesindeki Atsız ve diğer Oğuz beylerinin idaresi altına girip fetihlerde bulunmalarıdır. Yabgulular’ın Atsız ve diğer Oğuz beylerinin hizmetine girmelerinin sebebi bu tarihte başlarına geçecek bir Selçuklu şehzadesi bulunmamış olmasıdır.717 Kutalmış-oğullarının Anadolu’da ilk defa ortaya çıkmaları, Şöklü’nün, Atsız’a karşı onlara müracaat etmesiyle başlamıştır (1074).718 Kutalmış-oğullarının bu tarihten önce Anadolu’da bulundukları ve faaliyetleri hakkında hiçbir kaydın bulunmaması Kutalmışoğullarının babalarının ölümünden sonra Alp Arslan’nın bütün saltanatı boyunca devletin başkenti olan Rey’de tutuklu kalmış olduklarını kanıtlar niteliktedir.719 Kutalmış-oğullarının Sultan Alp Arslan zamanında Anadolu’ya gönderilmedikleri, Kutalmış-oğulları, Anadolu’ya sürgün olarak gönderilselerdi bile kendileri gibi birtakım isyanlara karışmış olan Yabgulular’ın onların etrafında toplanması gerekirdi.720 Merkeziyetçi bir yapıya sahip olan Sultan Melikşah, halası ve El-basan’ın eşi olan Gevher Hatun’u bile ordudan ayrılıp Anadolu’da hareket halinde olan Türkmenler’e katılmak üzere Azerbaycan’a gitmesi üzerine onu yakalatarak öldürttü.721Attaleiates, Kutalmış-oğullarının Anadolu’ya gelmeleri hakkında şunları aktarmaktadır; “Babalarının adı Kutalmış olan Büyük Selçuklu Türklerinin önderi Alp Arslan’ın oğlu 714 Cahen, “Türklerin Anadolu’ya ilk Girişi”, s. 1410. 715 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 22; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 104; Sevim-Yücel, I, s. 75. 716 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 77. 717 Osman Turan, ”Süleyman-Şah I, Süleyman-Şah b. Kutalmış, Rukn Al-Din”, Makaleler, (Haz. A. Çetin-B. Koç), Kurtuba Yay., Ankara 2010, s. 715. 718 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 201. 719 Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 34. 720 Turan, ”Süleyman-Şah I, Süleyman-Şah b. Kutalmış, Rukn Al-Din”, s. 715. 721 Ali Sevim, “Sibt İbnü’l-Cevzî’n Mir'âtü'z-Zaman Fî Tarihi'l-Âyan Adlı Eserindeki Selçuklular ile İlgili Bilgiler III. Sultan Melikşah Dönemi”, Belgeler, XX (24), Ankara 1999, s. 14. 107 Melikşah ile çatışmada bulunan ve Büyük Selçuklu Sultanlığını elde etmek isteyen iki erkek kardeş Mansûr ve Süleyman Rumların ülkesine geldiler. Sultan Melikşah’a karşı yeni bir düzen oluşturmak için harekete geçtiler”. 722 Ebûl-Farac da Kutalmış-oğullarının Büyük Selçuklu Sultanından kaçarak Anadolu’ya iltica ettiğinden bahsetmektedir.723 Ebû’l-Farac ve Attaleiates’in aktarmış olduğu bilgiler de Melikşah’ın Kutalmışoğullarını Anadolu’ya göndermediğini kanıtlar niteliktedir. 6.4. ATSIZ’A KARŞI ŞÖKLÜ İLE İTTİFAK YAPAN KUTALMIŞOĞULLARININ TABERİYYE SAVAŞINDA MAĞLUP OLMALARI Atsız b. Uvak724, Kurlu Bey ve Şöklü gibi Türkmen Beyleri buyrukları altında bulunan Yabgulu Türkmenleri ile birlikte Filistin’e geldikten bir müddet sonra başkenti Kudüs’ün batı yönündeki Remle olan, Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi bir Türkmen Beyliği kurdular (1069-70).725 Remle’de bir Türkmen Beyliği kurulduktan sonra bu bölgelerde hutbeyi Melikşah ve Abbasi halifesi adına okutarak halkı şiî Fâtımîlerden kurtardılar.726 Kurlu Bey’in kısa bir müddet sonra ölmesi üzerine Atsız Bey, Filistin Türkmen Beyliği’nin yönetimini eline aldı.727 Diğer taraftan Atsız’ın himâyesindeki emîrlerden Şöklü, Suriye sahil bölgesindeki hareketine devam ederek Mısır Fâtımî’lerinden Akkâ’yı aldı ve bu bölgede ayrı bir beylik kurma faaliyetleri içinde bulunmaya başladı (1074). 728 Akka’yı ele geçiren Şöklü, Emîrü’l-Cuyûş Bedrü’l-Cemâlî’nin malını ve ailesini ele geçirerek onun kızıyla evlendi.729 Bu haberi alan Atsız, Türkmenler’in lideri olması sıfatıyla, Şöklü’den ele geçirdiği esirlerin ve ganimetin yarısını kendisine göndermesini istedi. Şöklü ise Atsız’ın bu isteğini reddetti.730 Bu nedenle Atsız’ın kendisine karşı harekete 722 Attaleiates, s. 262-263. 723 Ebûl-Farac, I, s. 328. 724 Atsız’ın Remle, Kudüs, Dımaşk’taki faaliyeleri ile Kuzey Suriye’ye hâkim olmak isteyen Tutuş tarafından yayın kirişi ile boğdurulup öldürülmesi için bkz. İbn Kesîr, XII, s. 247; Azimî, s. 21-22; Ali Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436- 500/1044-1106-7)”, Belgeler, XXIX (33), Ankara 2008, s. 7-11; Deguignes, s. 2663. 725 Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yay., Ankara 1989, s. 35; Sümer, “Yıva Oğuz Boyuna Dair”, s. 155 726 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 77; İbn Kesîr, XII, s. 236-237. 727 Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 35. 728 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 116; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 33. 729 Faruk Sümer, “Selçuklular Zamanında Türk Beyleri, Uvak Oğlu Atsız”, TDAD, (43), (Ağustos 1986), s. 135. 730 Sibt İbnü’l-Cevzî, s. 198. 108 geçebileceğini düşünen Şöklü, Atsız’ı bertaraf etmek isteyen Dımaşk Fâtımî valisi Muallâ ve Kilâb-oğulları kabilesiyle anlaşma yaptı. Bu ittifaktan haberdar olan Atsız da müttefiklerinden istediği yardım gelmeden Şöklü’ye saldırarak onu mağlup etti (1074).731 Şöklü’nün niyeti sadece Atsız Bey’den ayrılıp bağımsız hareket etmek değildi. Onun asıl amacı başka bir Selçuklu beyinin idaresi altına girerek Atsız’ı bertaraf etmek ve Mısır Fatımî Halifeliğine bağlanmaktı. Nitekim Atsız’ın liderliğini tanımayan Şöklü bu düşüncesini gerçekleştirmek için Güneydoğu Anadolu bölgesinde fetih faaliyetleri içinde bulunan Kutalmış-oğullarıyla irtibata geçecekti.732 Atsız ve Şöklü arasında bu olaylar cereyan ederken Kutalmış-oğulları üç grup halinde hareket etmekteydiler. Birinci grubun başında bulunan Mansûr, Orta Anadolu’nun batı kısmını ve Eğe denizine kadar olan yerleri fethederken, ikinci grubun başında bulunan Süleyman-Şah da Birecik’i kendi hareketi için merkez yaparak Güney Anadolu’yu fethe uğraşıyordu (1074).733 Üçüncü grubun başında bulunan Kutalmışoğullarının diğer ikisinin, Alp İlek ve Devlet’in adı geçen büyük kardeşleri kadar rol oynayamadıklarını ve rol oynamaya teşebbüs ettiklerinde de başarısız olduklarını aşağıda göreceğiz.734 Atsız karşısında tutunamayacağını anlayan Şöklü, Atsız’a karşı bulunmuş olduğu hareketini meşru bir hale getirebilmek için bu esnada Güneydoğu Anadolu’da fetih hareketlerinde bulunan Mansûr ve Süleyman-Şah dışındaki Kutalmış-oğullarından Alp İlek’e735, Atsız’a karşı kendi tarafını tutması ve Suriye’ye gelmesini teşvik edici bir mektupla başvurdu.736 Şöklü’nün gönderdiği mektubunda “Sen Selçuklular’dan olup sultan ailesindensin. Bu nedenle biz, sana tâbi olup hizmetinde olursak seninle şeref duyar öğünürüz; halbuki Atsız, sultan ailesinden değildir, bu nedenle biz, ona tabiî olup itaat ve hizmet etmeye razı olamayız” dedikten sonra Suriye’yi feth etmenin çok zor olmadığını bildirdi ve “Eğer Atsız’ı yenilgiye uğratıp Suriye’den uzaklaştırırsak 731 Sevim, Suriye- Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 36. 732 Salim Koca, “Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın Suriye Filistin, Mısır Politikası ve Türkmen Beyi Atsız”, TAD, (22), (Güz 2007), s. 13. 733 Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, s. 74. 734 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 104. 735 Sıbt İbnü’l-Cevzî, eserinde, Şöklü’nün mektup gönderdiği kişinin ismini belirtmeyerek Kutalmış - oğullarına gönderildiğini kaydetmektedir. Bkz. Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 201. 736 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 24; Ali Sevim, “Mir’âtü’z-Zaman fi Tarihi’lÂyan (Kayıp Uyûnü’t–Tevârîh’ten Naklen Selçuklularla İlgili Bölümler) Sıbt İbnü’l-Cevzî”, Belgeler, XIV (18), Ankara 1989-1992, s. 16. 109 kesinlikle Mısır halifesinden bize para ve yardım gelir” dedi.737 Bunun üzerine Kutalmış-oğlu, küçük kardeşi ve amcasının (Resul Tekin) oğlu738 ile birlkte Taberiyye’ye gidip, savaş hazırlığı yapmakta olan Şöklü’ye katıldılar. Bu birleşmeden kısa bir süre sonra da müttefikler Mısır Fâtımî halifesini tanıdıklarını resmen açıkladılar.739 Atsız’ın tâbi olduğu Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı Mısır Fâtımî halifesini tanıyan ve içinde Selçuklu şehzadelerinin de olduğu müttefikler Atsız’ı bertaraf etmek için hazırlıklara başladılar. Selçuklu Şehzadelerinin de Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunun başından beri takip ettikleri sünnî politikadan ayrıldıkları görülmektedir.740 Şöklü’nün hazırlıklarından ve girişimlerinden haberdar olan Atsız, bütün kuvvetleri ile birlikte Kudüs’den hareket ederek Şöklü ve müttefiklerinin üzerine yürüdü. Taberiyye’de meydana gelen savaşta Sultan Melikşah’tan 3.000 kişilik bir yardım kuvveti alan Atsız, Şöklü ve müttefik kuvvetleri mağlup etti (1074).741 Suriye’de Atsız’a karşı mücadelede başarısız olan Kutalmış-oğullarından Alp İlek, kardeşi Devlet ile amcalarının oğluyla birlikte esir düştüler.742 Kutalmış-oğlu hizmetindeki yedi Türk cariyesinin Atsız ve askerlerinin eline düşmemeleri için içlerinden Kutalmış-oğlunun çocuğunu karnında taşıyan cariyenin isteği üzerine Kutalmış-oğlu yedi cariyesini de öldürdü.743 Taberiye'de ikinci defa Atsız tarafından yenilgiye uğratılan Şöklü ve bir oğlu derhal öldürüldü. Şöklü’nün yaşlı olan babası Atsız tarafından serbest bırakıldı. Şöklü'nün diğer oğlu ise Mısır'a kaçtı
6.5. SÜLEYMAN-ŞAH’IN ANTAKYA VE HALEP’İ KUŞATMASI Kutalmış-oğullarından Alp İlek ve Devlet, Atsız’a karşı Suriye’de faaliyetlerde bulunurken diğer kardeşlerinden Süleyman-Şah, bu esnada Suriye’ye giderek Mirdâsî 737 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 201. 738 Sıbt İbnü’l-Cevzî, eserinde Resul Tekin’in oğlu hakkında herhangi bir isim vermemektedir. Bkz. Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 201. 739 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 33; Sevim, Suriye-Filistin Selçukluları Devleti, s. 36. 740 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 104; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 116. 741 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 78; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 37. 742 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 104; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 116; SevimMerçil, s. 90; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 88. 743 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 201. 744 Sümer, “Selçuklular Devrinde Türk Beyleri”, s. 136; Ali Sevim, “Atsız b. Uvak”, DİA, İstanbul 1989, II, 265. 110 emîri Mahmud’un ölümü üzerine yerine geçen oğlu Nasr’ın hâkim olduğu Haleb’i745 kuşatmaktaydı.746 Süleyman-Şah’ın Haleb’i kuşatması üzerine Nasr, Haleb Ahdâsı747 kuvvetleri ile birlikte ona karşı koymak için harekete geçti. Nasr, Süleyman-Şah’la savaşmak suretiyle onu kuşatmadan uzaklaştırmaya çalıştı ve ona; 748 “ Ben, bu şehirde Sultan’ın naibiyim; Sen eğer sultana itaat ediyorsan o takdirde bizden uzaklaşman gerekir” dedi ve ona bir miktar para verdi.749 Haleb kuşatmasından herhangi bir başarı elde edemeyen Süleyman-Şah, Nasr’ın kuşatmayı kaldırması için verdiği parayı da alarak bu bölgeden ayrılarak Selimiyye’de karargâh kurdu.750 Süleyman-Şah bu bölgeyken Atsız’a mektup yazarak kardeşlerinin bırakılmasını istedi.751 Mektubu alan Atsız, ona “Ben bu konuda sultana haber gönderdim ve onun cevabını bekliyorum. Eğer Sultandan tutsakları kendisine gönderme emri gelirse, tutsakları kendisine gönderirim, yok eğer başka bir emir gelirse ona göre hareket ederim” dedi.752 Sultanın buyruğunu alan Atsız, Taberiyye savaşında tutsak aldığı Kutalmış-oğullarını, Bağdad Şıhnesi753 Ay-tekin’e yolladı ve o da onları başkent İsfahan’a754 göndererek Sultan Melikşah’a teslim etti.755 Mansûr ve Süleyman-Şah kardeşler Sultan Melikşah ile bozuşmayı756 745 Osman Turan, Alp İlek ve Devlet’in, Atsız’a karşı mücadele ettiği esnada Süleyman-Şah’ın Haleb’i kuşattığını aktarmaktadır. Ali Sevim ise Süleyman-Şah’ın kardeşlerinin Atsız tarafından esir alındığını öğrendikten sonra süratle Suriye inerek Nasr yönetimindeki Haleb’i kuşattığını aktarmaktadır. Karşılaştırma için bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 78; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 25. 746 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 78; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 88; İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, TED, (10-11), İstanbul 1981, s. 11. 747 Milâdî X-XII. yüzyıllarda Suriye ve Irak şehirlerinde gençlerden teşkil edilen mahallî kuvvetlere verilen addır. Bkz. Coşkun Alptekin, “Ahdâs”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1988, I, 508. 748 Sevim, “Mir’atü’z-Zaman, Melikşah Dönemi”, s. 13. 749 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 202. 750 M. A. Köymen, Süleyman-Şah’ın Haleb emirinin kendisinin sultan Melikşah’ın nâibi olduğunu söylemesinin, onun kuşatmayı kaldırmasına kâfi geldiğini söylemektedir. Ayrıca Süleyman-Şah’ın sultan Melikşah’a karşı itaat ve sadakatini gösteren ilk davranışı olduğunu aktarmaktadır. Bkz. Köymen Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 104. 751 Turan, “Süleyman-Şah I, Süleyman-Şah b. Kutalmış, Rukn Al-Din”, s. 716; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 104; Tâlib Yâzîcî, “Halep”, DİA, İstanbul 1997, XV, 241. 752 Sıbt, İbnü’l-Cevzî, s. 202. 753 Şıhne (Şahne), askeri vali, garnizon komutanı ve şehir yönetiminde sorumlu olan kişidir. Bkz Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, III, s. 218; G. M. Kurpalidis, Büyük Selçuklu Devletinin İdari, Sosyal ve Ekonomik Tarihi, (1992), (Çev. İ. Kamalov), Ötüken Yay., İstanbul 2007, s. 122. 754 Sultan Melikşah, devlet merkezini Rey’den İsfahan’a nakletti. Bkz. O. Gazi Özgüdenli, “İsfahan”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 499. 755 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 70; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 38; Salim Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, TAD, (21), (Nisan 1991), s. 18. 756 M. A. Köymen, Süleyman-Şah’ın, kardeşlerini zorla geri almak için ısrar etmemesi, teşebbüs ve harekete geçmemesi nedeni olarak Atsız’ın olduğu gibi kendisinin de Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı 111 göze alamadıklarından dolayı kardeşlerini geri istemek için ne ısrar ettiler ne de onları kurtarmak için herhangi bir teşebbüste bulundular. Atsız da Kutalmış-oğulları ve Melikşah’ı karşı karşıya getirerek kendisini hedef düşman olmaktan kurtardı.757 Süleyman-Şah, kardeşlerinin Büyük Selçuklu Devleti başkenti İsfahan’a gönderilmesinden sonra bu bölgeden ayrıldı ve Bizans yönetimindeki Antakya üzerine yürüyerek burayı kuşattı. Zor duruma düşen Antakya valisi İsaakios Komnenos, 20.000 altın karşılığında Süleyman-Şah ile barış yaparak kuşatmayı kaldırtmayı başardı.758 Süleyman-Şah, daha sonra yeniden Haleb taraflarına giderek, Atsız’a yardım için gelen 3.000 Türkmen atlısına saldırıp onları yağmaladıktan sonra Antakya taraflarına geri döndü.759 Bu son olaylardan sonra Kutalmış-oğulları, Suriye’deki şartların kendi devletlerini kurmak için müsait olmadığını anladılar. Suriye’de bulunan Büyük Selçuklu Devleti vassalları Kutalmış-oğulları için büyük bir tehdit arz etmekteydi. Bu durumun farkında olan Kutalmış-oğulları, 1074 yılında, kendileri ile beraber olan Türkmenler’i de yanlarına alarak Anadolu içlerinde fetih hareketlerinde bulunmak için harekete geçtiler.760 Kutalmış-oğulları ilk önce Konya’yı761 Martava Gusta’dan, daha sonra Gevâle kalesini Romanus Makri’den aldılar ve az bir zamanda o civardaki birçok müstahkem kaleleri de feth ettiler.762 Kutalmış-oğulları İç Anadolu’daki fetihleri tamamladıktan sonra Kuzey Batı Anadolu’ya doğru ilerlediler.763 Kutalmış-oğulları iç itaat ve sadakatle bağlı olmasından kaynaklandığını aktarmaktadır. Bkz. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 104. 757 Koca, “Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh’ın Suriye, Filistin, Mısır Politikası ve Türkmen Beyi Atsız”, s. 14. 758 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 89; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 25; Halil Sahillioğlu, ”Antakya”, DİA, İstanbul 1991, III, 230. 759 Sevim-Yücel, I, s. 76. 760 Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 38. 761 Peter B. Golden, M. Halil Yınanç, Z. Velidi Togan, A. A. Vasiliev, Joseph Deguignes ve Gordlevski, İznik’ten önce alınmış olan Konya’nın ilk payitaht olduğunu aktarmaktadır. Karşılaştırmalar için bkz. Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, (1992), (2. Baskı), (Çev. O. Karatay), Karam Yay., Çorum 2006, s. 264; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 107; Togan, s. 202; Vasiliev, s. 453; Gordlevski, s. 40; Deguignes, VIII, s. 2660. 762 Anonim Selçukname, s. 23; Yazıcızâde Ali, s. 61; Müneccimbaşı, II, s. 5; Yusuf Küçükdağ-Caner Arabacı, s. 71; Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, IQ Kültür Sanat Yay., İstanbul 2004, s. 216; M. Halil Yınanç, “Anadolu’nun Fethi”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 201; M. Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçukluları Zamanında Konya’nın Devlet Merkezi Olması”, TAD, (29), (Bahar 2011), s. 235-236. 763 Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 38. 112 karışıklık içinde olan Bizans’ın elinden 1075764 yılında İznik’i feth ederek Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurdular.765 6.6. EMÎR PORSUK’UN KUTALMIŞ-OĞULLARI ÜZERİNE GÖNDERİLMESİ Sultanlık davasıyla ortaya atılan Kutalmış-oğullarının büyük Türkmen kitlelerine dayanarak, Anadolu’da bir devlet kurma girişimleri ile Suriye’ye kaçan Yabgulular’ın Atsız ve diğer beylerin idaresinde bir beylik kurmaları Sultan Melikşah’ı endişelendiriyordu. Melikşah, saltanat mücadelesini kazandıktan sonra merkeziyetçi bir devlet kurmak amacıyla yeni siyasi teşekkülleri itaate almaya ve ortadan kaldırmaya zorluyordu.766 Kutalmış-oğulları İznik’te bir devlet kurduktan sonra Bizans İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu iç karşıklıklara müdahale etmekteydiler. Bizans İmparatorluğu’nun kuvvetleri akınlar yapmakta olan Türkler’e karşı çaresiz kalmaktaydı. Türkler’in sürekli olarak ilerleyişlerinden tedirgin olan Mihael, papaya bir mektup göndererek yardım istemişse de bu talebi sonuçsuz kaldı.767 Bizans İmparatorunun elçisi 1074 yılında biri halifeye, ötekisi de vezirine olmak üzere getirdiği, mektuplarda, “Halife ve vezirin, İmparator ile Sultan Melikşah arasında barış yapılması hususunda aracı olmaları” 764 Yınanç, devletin kuruluşunu 1077 ile tarihlendirmektedir. Z. Velidi Togan, A. A. Vasiliev, Laurent 1081 yılında alındığını tarihlendirmektedir. Runciman ve Erdoğan Merçil, İznik’in 1078 yılında alındığını aktarmaktadır. Ostrogorsky ve Cahen, İznik’in 1080 yılnda Melissenos tarafından Türklere verildiğini aktarmaktadır. Nikephoros Bryennios, 1078 yılında Botaniates başkaldırdığında İznik henüz Türklerin elinde değildi demekle beraber İznik’in Melissenos tarafından Süleyman-Şah’a verildiğini aktarmaktadır. M. Altay Köymen bu konuda farklı üç görüş belirtir ve devletin 1073, 1077 ve 1092 olmak üzere üç defa kurulduğunu aktarmaktadır. Anna Komnena, Süleyman-Şah’ın 1081 yılında İznik’e hâkim olduğunu aktarmaktadır. Kafesoğlu, İznik’in fethini 1080 ile tarihlendirdiği gibi Türkiye Selçuklu Devleti fiilen ve hukuken Süleyman-Şah'tan sonra Sultan Melikşah'ın 1092'de vuku bulan ölümünden sonra meydana gelen iktidar boşluğundan yararlanan Süleyman-Şah'ın oğlu I. Kılıç Arslan tarafından kurulmuştur demektedir. İ. Hakkı Konyalı, İznik’in Süleyman-Şah tarafından alınışını 1076 yılı ile tarihlendirmektedir. Karşılaştırmalar için bkz. Anna Komnena, Alexiad, Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi, (1943), (Çev. B. Umar), İnkılâp Kitabevi Yay., İstanbul 1996, s. 193-194; Nikephoros Bryennios, s. 135-175; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 107; Togan, s. 202; Runciman, I, s. 73; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 90; Vasiliev, s. 452; Ostrogorsky, s. 323; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 103-110; Kafesoğlu, Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 77; Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, s. 105; İ. Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleri ile Aksaray Tarihi I-II, Fatih Yayınevi Yay., İstanbu1 1974, I, s. 274; Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, s. 27-28; Laurent, s. 226. 765 Azimî, s. 21; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 84; Sevim, Anadolunun Fethi, s. 117; Süleyman Tonguzalp, Türk Dünyası ve Büyük Türk Devletleri, Genel Kurmay Basımevi Yay., Ankara 1950, s. 94. 766 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86. 767 Vasiliev, s. 453. 113 istenmekteydi.768 Selçuklu Sultanı ile iyi ilişkiler kurmak isteyen İmparator, 1076 yılında kendisine elçiler göndererek hazineleri doldurup taşıran ve muhasebecileri şaşırtan birçok mallar ile hediyeler gönderdi.769 Anadolu’daki gelişmelerden kendisi kadar rahatsızlık duyup endişelendiğini tahmin ettiği Sultan Melikşah’ın yardımına başvurdu.770 Bu mektup ve elçilerin neler elde ettikleri hakkında kaynaklarda kayıt olmadığı gibi, Sultan Melikşah’ın İmparatora ne cevap verdiği de bilinmemektedir.771 Sultan Melikşah’ın Anadolu’ya hâkimiyetini sağlamak ve Kutalmış-oğullarını itaat altına almak için gönderdiği Porsuk’un faaliyetleri hakkında kaynaklarda bir fikir birliği yoktur.772 Kaynakların farklı görüşler ileri sürmelerinden dolayı konu daha da karmaşıklaşmaktadır.773 Sultan Melikşah’ın Anadolu’ya gönderdiği Porsuk, Botaniates’e sığınmış olan Kutalmış-oğlunu istediyse de bu isteği geri çevrildi. Bunun üzerine Kutalmış-oğlu ile Porsuk’un askerleri arasında yapılan mücadelelerde birçok 768 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 196. 769 El-Hüseynî, s. 43; Anonim Selçukname, s. 9-10. 770 Ali Üremiş, Türkiye Selçuklularının Doğu Anadolu Siyaseti, (Doktora Tezi), İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya 2001, s. 25. 771 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86. 772 Osman Turan ve Claude Cahen, Porsuk’un Kutalmış-oğullarınından ikisini, Mansûr ve SüleymanŞah’ı yakalamak için Anadolu’ya gönderildiğini, onun sadece Mansûr’u öldürebildiğini, Türkmenlerin de Süleyman-Şah’ın etrafında toplandığını aktarmaktadır. M. Altay Köymen, Ali Sevim, M. Halil Yınanç ve İbrahim Kafesoğlu, “Mansûr ve Süleyman-Şah’ın arası açıldı. Süleyman-Şah, Mansûr’un isyana hazırlandığını tâbi olduğu Sultan Melikşah’a bildirince o, Bizans İmparatoruna bir mektup yazarak yanlarında misafir olarak bulunan Mansûr’un öldürülmesini elçiler vasıtasıyla istedi. Bizans İmparatoru, Mansûr’u öldürteceğini söylediyse de sözünde durmadı. Mansûr ise tekrar Anadolu’ya geçerek kardeşi Süleyman-Şah ile mücadeleye başladı. Uzaktan yapılan taleb ile meselenin halledilmediğini gören Sultan Melikşah, meşhur emîrlerinden Porsuk’u Mansûr’u bertaraf etmek için Anadolu’ya gönderdi. Porsuk, Anadolu’ya geçince Süleyman-Şah’ın kuvvetleri ile birleşti. Mansûr ile Porsuk’un teke tek yaptığı savaşta Mansûr’un hileyle öldürüldüğünü” aktarmaktadırlar. Karşılaştırmalar için bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 105; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 75; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 105-106; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 29. 773 Cenâbî, “Melikşah, Sultan olunca Mansûr’un elinde bulunan yerlere vergi koydu. Daha sonra Sultan Melikşah bu vergiyi toplamak için emîr Porsuk’u Anadolu’ya gönderdi. O da Mansûr’u öldürdü ve Anadolu’yu istila etti. Mansûr öldürüldüğünde Süleyman daha çok küçüktü, o büyüyünce ağabeyi Mansûr’un elindeki şehirlere hâkim oldu ve Türkmenlerin de kendisine katılımıyla durumunun daha da güçlendiğini” kaydetmektedir. Bundarî, “Sultan Melikşah, bütün dünyayı fethetmek niyetiyle emîr Porsuk’u Rum cihetine tayin etti. Porsuk da Rumları sıkıştırdıktan sonra onları her sene 300.000 dinar vermesi ve Rum melikinin cizyesi olarak da 30.000 dinar altını bu vergiye ekleyerek, onları yıllık bir vergiye tabi tuttuğunu” kaydetmektedir. El-Hüseynî, Bundarî’nin aktardıklarını teyit ederek, Porsuk’un Rumları sıkıştırdığını, onları 330.000 dinar vermeye mecbur bıraktığını belirtir. Rum meliki bu parayı vermeyince Sultan Melikşah bizzat Şam’a oradan da İstanbul üzerine yürüyerek muharasa ettikten sonra Rumları 1.000.000 kırmızı dinar vermeye mecbur etti. Konya, Aksaray, Kayseri ve bütün memleketleri feth ederek bu şehirlere Süleyman-Şah’ı melik yaptığını Antakya’yı da feth ederek kendisine teslim ettiğini aktarmaktadır. Bundarî ve El-Hüseynî, Porsuk’un Anadolu seferinin Kutalmış-oğullarına değil de Bizans’a karşı tertip edildiğini aktarmaktadırlar. Karşılaştırmalar için bkz. El-Bundarî, s. 69; El-Hüseynî, s. 49; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 229. 114 insan öldü. Bir an önce bu durumu sonuçlandırmak isteyen Porsuk, Kutalmış-oğluna meydan okuyarak onunla teke tek savaşa tutuşmak istediğini bildirdi. Kutalmış-oğlu da bu meydan okumayı kabul edip onun karşısına çıkınca hile ile yakalanarak öldürüldü.774 Porsuk, Kutalmış’ın oğlu Mansur’u öldürdükten sonra bu durumu Sultana bildirdi. Anadolu’daki Türkmen Bey ve oymakları Kutalmış’ın diğer oğlu Süleyman-Şah’a katıldılar.775 Mansûr’un ölümünden sonra kendisine katılan Türkmenler ile beraber Süleyman-Şah’ın gücü oldukça arttı.776 6.7. SÜLEYMAN-ŞAH’IN ANTAKYA’YI FETHİ Anna Komnena’nın aktardığına göre, Sultan777 unvanı almış olan Süleyman-Şah, Bizans İmparatorluğu’na karşı giriştiği mücadelenin sonucunda adı geçen devlet ile yaptığı Dragos Suyu anlaşması ile batı sınırını güvence altına aldı (1081).778 Haleb bölgesi dışında, hemen hemen bütün Suriye ve Filistin ülkelerini hakimiyeti altında bulunduran Tac üd-Devle Tutuş ile, başkenti Musul olmak üzere Büyük Selçuklu imparatorluğu vasalı Arab Ukayl-oğulları emîrliği hükümdarı Şeref üd-Devle Müslim arasında siyasal ve askeri çekişme devam etmekteydi.779 Bu esnada başkent lznik’te bulunan Kutalmış-oğlu Süleyman-Şah’ın Güneydoğu Anadolu bölgesine, Antakya'ya yöneldiğine şahit oluyoruz. 780 Süleyman-Şah, Antakya'nın fethine giriştiği sıralarda bu şehir, Bizans valisi olarak Sebastos unvanlı Philaretos Brachamios781 adlı bir Ermeni asilzadesinin 774 Ebû’l-Farac, I, s. 328-329. 775 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 88; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 75. 776 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 106; Laurent, s. 223. 777 Anna Komnena, Süleyman-Şah’ın Antakya seferine çıkmadan önce Sultan unvanı aldığını aktarmaktadır. Cahen, halifenin ve Sultan Melikşah’ın Süleyman-Şah’a bu unvanı vermesinin imkânsız olduğunu belirtmekle birlikte bu unvanın yakıştırmadan ibaret olduğunu aktarmaktadır. Turan, İslâm kaynaklarında “melik” unvanıyla anılan Süleyman-Şah’ın Tarsus’u feth ettiği esnada şiî Fâtımîlerine tâbi olan Trablus-Şam’ın şiî hâkimi kadı İbn ‘Ammâr’dan yeni feth ettiği yerler için kadı ve hatip istemesi üzerine Abbasi halifesi tarafından Süleyman-Şah’ın şiî halifesine bağlanmasını engellemek için sultan unvanının verilmiş olabileceğini belirttiği gibi, Sultan Melikşah’ın, Süleyman-Şah’a “Sultan” unvanı vermesinin imkânsız olduğunu aktarmaktadır. Anna Komnena, s. 194; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 92-93; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 90. 778 Anna Komnena, s.194; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 119. 779 Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu-Ermeni ilişkileri, s. 21-22. 780 Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 57; Koca, “Selçuklular Döneminde Türk-Ermeni İlişkileri”, s. 22. 781 Philaretos’un Anadolu’daki faaliyetleri için bkz. Runciman, I, s. 57; Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 37-38; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 89-91; Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına kadar Urfa’nın Durumu”, s. 468-469. 115 hâkimiyeti altında bulunuyordu. 782 Philaretos, din ve adetçe Romalı, baba ve anne tarafından da Ermeniydi. O, çok kötü ahlaklı ve zalim biri olduğu gibi, Antakya’yı, kendi hâkimiyetine aldıktan sonra şehirdeki Antakya prenslerinin ve zengin kişilerin büyük bir bölümünün mallarına el koyarak bu malları askerlerine dağıttı. Philaretos, hâkimiyeti altında bulunan şehirlerdeki Bizanslı vatandaşlara ve kendi soydaşı olan Ermeniler’e bile zulüm etmekten de geri kalmamıştır. Bu yüzden Philaretos, kendi hâkimiyeti altında bulunan tebaası tarafından sevilmemekteydi. Öyle ki Philaretos, Urfa valisi olan oğlu Barsama ile arası açılınca onu bile hapsettirmekten kaçınmamıştır.783 Philaretos, elinde bulundurduğu toprakları koruyabilmek için bir yandan Bizans İmparatoru Botaniates’e tâbi olduğunu arz ettiği gibi, diğer taraftan Büyük Selçuklu vassalı olan Musul ve Halep hükümdarı, Şeref üd-Devle Müslim’e, Anadolu hâkimi Süleyman-Şah’a, Suriye meliki Tâc üd-Devle Tutuş’a vergiler ve hediyeler göndermekteydi. Philaretos, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a da hediyeler ve vergi göndererek prensliğinin devamını sağlamaktaydı.784 Philaretos’un Urfa’ya785 gitmesini fırsat bilen Antakya Şıhnesi olarak görev yapan kendisi de Müslüman olan İsmail786, hemen harekete geçerek Philaretos’un oğlu Barsama’yı hapisten çıkarttı. Şıhne İsmail ve Barsama, Philaretos’a karşı iş birliği 782 Suryanî Mihail, s. 32; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Umar, s. 87; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 229. 783 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 261; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Urfalı Mateos, s. 147-161; Müneccimbaşı, II, s. 6; Kaşgarlı, s. 105; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu –Ermeni İlişkileri, s. 22. 784 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 83; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 121; Ali Sevim, “Süleymanşah’ın Kuzey-Suriye Seferi ve Sonuçları”, TKAD, XXVVI, Ankara 1988, s. 7; Runciman, I, s. 57. 785Süleyman-Şah’ın Antakya seferi esnasında Philaretos’un nerede olduğu hakkında değişik görüş ve kayıtlar vardır. Bu hususta bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Sıbt, İbnü’l-Cevzî, s. 261; Urfalı Mateos, s. 161; Aksarayî, s. 14; Anna Komnena, s. 194; Müneccimbaşı, II, s. 6; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 100; Honigmann, s. 121; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25; Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına kadar Urfa’nın Durumu”, s. 469; Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları, s. 229. 786 Honigmann, Philaretos’un Urfa’da kendisine vekil olarak bıraktığı kişinin İranlı olduğunu yazmaktadır. Aynı görüş Ebû’l-Farac tarafından da desteklenmektedir. Aslen Ermeni olan Urfalı Mateos, Süleyman-Şah’ın Antakya üzerine geldiğinde şehrin herşeyden habersiz olğunu belirttiği gibi İsmail hakkında da herhangi bir bilgi vermemektedir. Ali Sevim ise kesin olmamakla birlikte Philaretos’un kendi yerine vekil olarak bıraktığı İsmail’in muhtemelen Türk olduğunu belirtmektedir. Karşılaştırmalar için bkz. Ebû’l-Farac, I, s. 331; Urfalı Mateos, s. 161; Honigmann, s. 121; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 120. 116 yaparak şehri Süleyman-Şah’a teslim etmek üzere anlaştılar. Hapisten kurtulan Barsama bizzat kendisi İznik’e giderek787 Süleyman-Şah’ı Antakya’nın fethine teşvik etti. 788 Antakya’daki son durumdan haberdar olan Süleyman-Şah, yerine vekil olarak Ebu’l-Kasım’ı İznik’te bıraktıktan sonra 300 atlı ve birçok kişiden789 oluşan askerleri ile birlikte Antakya’yı feth790 etmek için harekete geçti.791 Süleyman-Şah, şehre hâkim olmak isteyen Suriye Selçuklu hükümdarı Tac üd-Devle Tutuş ile Antakya’dan her yıl Büyük Selçuklu Devleti adına vergi almakta olan vasal Musul emîri Şeref üd-Devle Müslim’in kendisinin geldiğini haber alabilecekleri ve şehre karşı herhangi bir askeri müdahale yapabilecekleri ihtimalini dikkate alarak gündüzleri dinlenip geceleri ise hızlı bir şekilde hareket ederek 12 günde792 Anadolu’yu baştanbaşa katederek Antakya 787 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Barsama’nın İznik’e gitmediğini, onun Süleyman-Şah’a Antakya’yı feth etmek üzere gelmesi halinde şehri kendisine teslim edeceğini bildiren bir mektup göndererek, onu, Antakya’ya davet ettiğini kaydetmektedir. Müneccimbaşı, İbnü’l-Esîr ve Cenâbî de bu görüşü destekleyerek Philaretos’a karşı anlaşan İsmail ve Barsama’nın Süleyman-Şah’a mektup yazarak onu Antakya’ya davet ettiğini aktarmaktadır. Aksarayî, Türklerin bir emîrinin Urfa ve Birecik’e yerleşmiş olan Süleyman-Şah’ın yanına giderek Antakya şehrinin hâkimi ve onun askerlerinin şehirde olmadıklarını bildirdiğini belirtmektedir. Cahen, Philaretos’a düşman olan Antakya’daki bir yerli gruptan, Süleyman-Şah’a bir çağrı geldiğini belirtmekle birlikte bu çağrının nasıl yapıldığı hakkında da bilgi vermemektedir. Karşılaştırmalar için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Sibt İbnü’l-Cevzî, s. 261; Aksarayî, s. 14; Müneccimbaşı, II, s. 6; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 92; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları, s. 229-230. 788 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Anna Komnena, s. 194; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Müneccimbaşı, II, s. 6; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 122; Kafesoğlu, Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 84; Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 40. 789 Aksarayî, Süleyman-Şah’ın emri altında bulunan asker sayısının bin kişi olduğunu. Kafesoğlu ise 280 kişi olduğunu aktarmaktadır. Urfalı Mateos, Süleyman-Şah’ın emri altında 300 kişi bulunduğunu aktarmaktadır. İbnü’l-Esîr, Süleyman-Şah’ın emri altında 300 süvari ve çok sayıda piyade olduğunu aktarmaktadır. Karşılaştırma için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Aksarayî, s. 14; Urfalı Mateos, s. 161; Kafesoğlu, Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 84. 790 Cahen, Süleyman-Şah’ın Antakya üzerine seferi hakkında Alexios’un, onun ile bir anlaşma yaparak Orta ve Doğu Anadolu’yu, yani Philaretos ve öteki düşmanlarının ülkelerini ona bırakmış olmasının mümkün olduğunu aktarmaktadır. Ayrıca Ebu’l-Farac, Süleyman-Şah’ın Antakya seferine çıkmadan önce oğlu Kılıç Arslan’ı İznik’te bıraktığını aktarmaktadır. Bkz. Ebû’l-Farac, I, s. 331; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 91. 791 Anna Komnena, s. 194; İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-1107), s. 13. 792 Aksarayî, Süleyman-Şah’ın, Antakya’yı feth etmek için hareketinin beşinci gününün gece yarısında Antakya’ya ulaştığını aktarmaktadır. Anonim Selçukname, Süleyman-Şah’ın Antakya’ya hareketi için şöyle demektedir: “Süleyman-Şah, askerlerini Fırat’tan gemisiz öyle bir geçirdi ki hiçbir kimse boğulmadı”. Ebû’l-Farac, Süleyman-Şah’ın Philaretos’un Antakya’da olmadığını haber aldığında bu şehri ele geçirmek için hemen gemileri hazırlattığını aktarmaktadır. İbnü’l-Esîr de Ebû’l-Farac’ın aktardıklarını desteklemektedir. İbnü’l-Esîr ve Müneccimbaşı, Süleyman-Şah’ın emri altndaki askerler ile deniz yolu ile hareket ettiklerini ve daha sonra karaya çıktıktan sonra sarp dağları, çok dar ve zor boğazlardan geçerek Antakya’ya ulaştığını aktarmaktadır. Osman Turan, Süleyman-Şah’ın emri altındaki askerlerini gemilere bindirerek Âsi nehri üzerinden ani bir şekilde Antakya önlerine ulaştırdığını aktarmaktadır. Karşılaştırma için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Aksarayî, s. 14; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 100-101; Müneccimbaşı, II, s. 6; Anonim Selçukname s. 24. 117 önlerine ulaştı.793 Süleyman-Şah, Antakya’ya yaklaşınca Ümraniye çiftliği halkını, kendisinin geldiğini Antakya ahalisine haber vermeleri ihtimaline karşı hepsini öldürttü.794 Antakya önlerinde atlı kuvvetleri ile kendisine katılan Mencek-oğlu adlı bir Türkmen beyi ile birlikte Süleyman-Şah, kendisiyle işbirliği yapan Şıhne İsmail ve Barsama’ın yardımları ile Faris kapısı civarındaki burçların şerefelerine merdivenler dayayayarak ve ipler attırarak askerlerini şehrin içine gizlice soktu. Sabahleyin Türk askerlerinin haykırışı ile uyanan halk, onların kendilerine bir şey yapmadığını görünce hiçbir tepki göstermedi. Süleyman-Şah ve askerlerini karşılarında gören Philaretos’un askerlerinin bir kısmı kaçtığı gibi bir kısmı da burçlara kapandı. Yerli halkın bir kısmı iç kaleye sığındı, bir kısmı da surlardan ipler ile inerek kaçtı. Böylece 12 Aralık 1084’te şehri ele geçirdi. Süleyman-Şah, emrindeki askerler ile birlikte kendisine direnmekte olan yerli halkın bir kısmının ve Philarestos’un askerlerinin bir miktarının sığındığı iç kaleyi kuşattığı gibi kendisine karşı koyanların hepsini mağlup etti. Açlık ve susuzluğa fazla dayanamayan iç kale, şehrin alınmasından bir ay sonra 12 Ocak 1085’te ele geçirildi.795 Böylece Süleyman-Şah, Anadolu’ya geçerken kendisinin ve birkaç defa da emîr Afşin’in kuşatıp ele geçiremediği, ortaçağda ve Hristiyanlık tarihinde çok meşhur olan bu tarihi şehri M. 969 (H. 358) yılından beri işgal eden Rumların ve Philaretos’un elinden kurtarmış oldu.796 Süleyman-Şah, halka hiç dokunmayarak "aman" verdi, alınan esirleri de salıverdi. Türk askerlerine, "Hıristiyan halka iyi davranmaları, onlardan hiçbir şey almamaları, evlerine girmemeleri ve kızlarıyla da evlenmemeleri" hususularında buyruk çıkarttı ve halka son derecede iyi muamelelerde bulunup adil davrandı. Süleyman Şah, fetih esnasında şehrin tahrip edilen kısımlarının tamir edilmesini ve yağma olarak ele 793 Anna Komnena, s. 194; Aksarayî, s. 14; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 120-121; Sevim, “Süleymanşah’ın Kuzey-Suriye Seferi ve Sonuçları”, s. 71; Kafesoğlu, Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 84. 794 Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 122; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları, s. 230. 795 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 261; Ebû’l-Farac, I, s. 329-331; Aksarayî, s. 14; Urfalı Mateos, s. 161; Azimî, s. 24; İbn Kesîr, XII, s. 257; Müneccimbaşı, II, s. 6; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 122-123; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 84; Sevim, Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 58; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 108; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 101; Honigmann, s. 122; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I, (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 13; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 230. 796 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 101. 118 geçirilen bütün eşyaların şehir dışına çıkarılmayarak ucuz bir fiyat ile şehir içinde satılmasını emretti. 797 Süleyman-Şah, şehri ele geçirdikten sonra Kawsyana adlı Mar Cassianus'un (Kısiyan) büyük kilisesini açtırıp içindeki değerli eşya, altın ve gümüş kaplar gibi eşyaları aldırdı ve burasını camiye çevirtti.798 17 Aralık 1084 Cuma günü maiyetindekiler ile beraber 120 müezzinin okuduğu ezanın ardından ilk Cuma namazını bu camide kıldı.799 Süleyman-Şah, Antakya’daki Hristiyan halkın ricası üzerine, şehirde Meryemana ve Azizcercis adlarında iki kilisenin yapımına izin verdi.800 Süleyman-Şah, Antakya’yı feth ettikten hemen sonra bir elçi801 göndererek Antakya şehrinin tamamen ele geçirildiğini Melikşah’a bildirdi. 802 Süleyman-Şah, hutbeyi Melikşah adına okuttu. Süleyman-Şah, bu şehri korumaya devam ederken şehri kime teslim edeceği konusunda ferman gelene kadar emîr ve melik sıfatını da kullanmadı. Sultan Melikşah da Antakya’nın fethiyle ilgili müjdeyi ilan etti ve halk kendisini tebrik etti.803 Şair Âbiverdî bu büyük fetih münasebetiyle Süleyman-Şah’a bir kaside yazdı.804 Süleyman-Şah, Antakya’nın fethinden sonra buraya bağlı Gaziantep, İskenderun, Bagras, Samandağı, Derbesak, Artah, Hârim, Telbâşir kent ve kalelerini birer birer feth etti.805 Böylece yeni feth ettiği bölgeleri de kendi hâkimiyet sahası içine 797 İbnü’l- Esîr, VIII, s. 312; Ebû’l-Farac, I, s. 331; Urfalı Mateos, s. 161; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 262; Müneccimbaşı, II, s. 6-7; Honigmann, s. 122; Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, s. 23. 798 Süleyman-Şah tarafından Türk-İslam fetihlerinde değişmez bir adet olan feth edilen yerdeki en büyük kilisenin camiye çevrildikten sonra ilk Cuma namazının bu camide kılınması uygulamasının Antakya’da uygulandığını görmekteyiz 799 Ebû’l-Farac, I, s. 331; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 123; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 84; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 92; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 32; Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, s. 78. 800 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 121; Mustafa Keskin, “Gazi Süleyman Şah ve Türkiye Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, Ankara 2002, VI, s. 533. 801 Aksarayî ve Kâzvinî, “Sultan Melikşah Antakya’nın fethini haber aldığında ona bir elçi ile hil’at gönderdi. Sultan, Antakya ve Haleb’i de ona bıraktı. Sultan’nın elçisi bu haberi Süleyman-Şah’a bildirmek için onun yanına hareket etti. Elçi yoldayken Süleyman-Şah’ın Tutuş tarafından öldürüldüğü haberini alınca geri döndüğünü” yazmaktadırlar. Osman Turan, Süleyman-Şah’ın Antakya’yı feth ettikten sonra Sultan Melikşah’a elçi gönderdiği ve onun da bu fetihten dolayı çok memnun olduğu bilgisinin doğru olsa bile iki amcazadenin arasındaki ilişkilerin düzeldiğini söylemenin doğru olamıyacagını aktarmaktadır. Karşılaştırmalar için Bkz. Aksarayî, s. 15; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 102; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25-26. 802 Ali Sevim, “Süleyman Şah I”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2010, XXXVIII, 105. 803 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 312; Aksarayî, s. 14; Müneccimbaşı, II, s. 7; Turgal, s. 7. 804 Turan, “Süleyman –Şah I, Süleyman-Şah b. Kutalmış, Rukn Al-Din (?- 1086)”, s. 741. 805 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 33. 119 alan Süleyman-Şah, yeni feth ettiği bütün kaleleri ve kasabaları adamlarına ve maiyyetindekilere ikta806 etti.807 Elindeki toprakları birer birer kaybeden Philaretos, çareyi Sultan Melikşah’a sığınmakta buldu. Philaretos, Sultan Melikşah’ın yanına giderken ona takdim etmek üzere çok miktarda altın, gümüş ve kıymetli hediyeler de bulunmaktaydı. Sultan’ın huzuruna çıkan Philaretos, ona vergi vermeyi ve onun adına hutbe okutmayı kabul etti ve merasimle de Müslüman olup sünnet edildiyse de, Urfa halkının nefretini kazandığı için Philaretos’a Urfa hâkimliği verilmemiş sadece Maraş onun idaresine verilmiştir. Philaretos, bir müddet burada kaldıktan sonra öldü.808 6.8. KURZÂHİL SAVAŞI Süleyman-Şah’ın hiçbir müdahaleye meydan vermeden Elcezire ve Şam yollarının kilit noktası olan müstahkem Antakya şehrini feth etmesi ve Haleb kapılarına dayanması, özellikle Haleb’i ele geçirip yönetimi altına alarak Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de bağımsız bir hâkimiyet kurma planı içinde olan Selçuklu vasalı Musul emîri Şeref üd-Devle Müslim’i endişeye düşürdü.809 Antakya’nın Süleyman-Şah tarafından feth edildiği haberini alan Müslim, savunma amacıyla Haleb’e 2.000 atlı kuvvet sevk etti.810 Müslim, daha önce Antakya’ya sahip olan Ermeni Philaretos’tan 30.000811 dinar yıllık vergi almaktaydı. Müslim, Antakya şehri Türkiye Selçuklu Devleti’nin eline geçince, Süleyman-Şah’a haber göndererek Antakya şehrinden aldığı vergiyi bu sefer de ondan istedi ve aksi takdirde Sultan Melikşah’a isyan etmiş olacağını bildirdi.812 Süleyman-Şah, Müslim’in bu talebini aldıktan sonra ona şu cevabı gönderdi: “Sultan’a itaat meselesine gelince. İtaat benim uygulayp yapa geldiğim şeydir; hutbeyi onun adına okutur, ülkede sikkeyi de onun adına bastırırım. Sultan’a Allah’ın Antakya ve diğer küffâr şehirlerinin fethini ancak kendisinin yüzü suyu hürmetine bana nasip 806 İkta, Sultan Melikşah’ın saltanatının 2. yılında yani 1073 yılından itibaren uygulamaya konuldu ve 15. Yüzyıldan itibaren de ülkenin her tarafında yaygınlaştırıldı. Bkz. Sadi. S. Kucur, “İktâ”, DİA, İsam Yay., İstanbul 2000, XXII, 47. 807 Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 230. 808 Ebû’l-Farac, I, s. 333; Urfalı Mateos, s. 171; Demirkent- Korkmaz, s. 106. 809 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 86; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 34. 810 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 262. 811 Aksarayî, Müslim’in Antakya’nın önceki hâkimi olan Philaretos’tan ve Süleyman Şah’tan istediği yıllık verginin 300.000 dinar olduğunu aktarmaktadır. Bkz. Aksarayî, s. 15. 812 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 107; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 92; Honigmann, s. 122; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 122; Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 20; Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devletinin Kuruluşu”, s. 78-79. 120 ettiğini bildirdim. Benden önceki Antakya hakiminin gönderdiği harac’a gelince; o bir kafirdi, bu sebeple hem kendisinin hem de adamlarının baş vergisini (cizye) gönderiyordu. Ama ben Allah’a şükür Müslümanım, bu yüzden bu mülk İslam’a girdiği için baş vergisi istenemez” diyerek Müslim’in istediği parayı göndermeyi reddetti.813 Süleyman-Şah’ın, Antakya’nın haracını vermek istemediği haberini alan Şeref üd-Devle Müslim, ona isteklerini zorla kabul ettirmek, daha doğrusu Antakya’dan Süleyman-Şah’ı çıkartarak kendi ülkesinin güvenliğini sağlamak amacıyla askerî hazırlıklara girişti. Hemen harekete geçen Müslim, emri altındaki askerlerine Antakya civarını yağmalattı. 814 Müslim’in bu hareketine çok kızan Süleyman-Şah da asker gönderip Haleb yöresini yağmalattı. Haleb yöresinin yağma ettirilmesi üzerine malları yağma edilen kimseler, şikâyet amacıyla Süleyman-Şah’ın yanına gittiler. O da bu yağma olayı nedeniyle onlardan özür diledi ve “Bu Müslümanları yağma olayı bizim töremiz değildir. Ancak sizin emiriniz beni kâfir yerine koyduğu için bu yağma yapıldı” dedi ve daha sonra yağma edilen malların geri verilmesini emretti.815 Haleb Ahdâsı İbnü’l-Huteytî’nin Müslim’e gönderdiği mektupta: “SüleymanŞah’ın Antakya’da halka adil ve insaflı davrandığı haberi, Haleb’de yayılmış durumdadır. Korkarım ki Haleb halkı da ona haber gönderip816 kentin kendisine teslimi hususunu ona bildirirler” demekteydi. 817 Müslim, içinde bulunduğu durumun ne kadar tehlikeli bir hal aldığını anlayınca Süleyman-Şah’a karşı ittifak yapmak için daha önce kendisini Âmid surlarında kurtaran eski dostu Artuk Bey’e818 başvurdu. Artuk Bey de 813 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 313; Sıbt, İbn’ül-Cevzî, s. 262; Aksarayî, s. 14-15; Müneccimbaşı, II, s. 7; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 230; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25; Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri, s. 20. 814 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 86; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 230; Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi I-IV, Tekin Yay., İstanbul 1999, IV, s. 1588. 815 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 313; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 262. 816 Osman Turan, Haleb’e bağlı kasabaların Süleyman-Şah’ın idaresine geçmeyi tercih ettiklerini ve Haleb’li bazı ileri gelenlerin Antakya’ya gidip onu Haleb’e davet ettiğini aktarmaktadır. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 103. 817 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 262. 818 M. Altay Köymen, Ali Sevim, M. Halil Yınanç ve Erdoğan Merçil, Sultan Melikşah’ın, Artuk’u Anadolu fütuhatından alarak geri çağırmasının nedeni olarak Kutalmış-oğullarının onu, sultan katında şikâyetine bağlamaktadırlar. Artuk ile Süleyman-Şah arasındaki düşmanlığın da bundan kaynaklandığını ve Artuk’un Süleyman-Şah ile arasındaki bu nefretten dolayı Müslim ile ittifak ettiğini de buna eklemektedirler. Osman Turan ise Sultan Melikşah’ın Kavurd ile giriştiği hükümdarlık mücadelesinde kendisine yardım etmesi nedeniyle Artuk’u Anadolu’dan geri çağırdığını aktarmakatdır. Turan, buna ek olarak Yınanç’ın Artuk Beyin 1076 yılına kadar Anadolu’da faaliyetlerde bulunduğunun imkansız olduğunu bildirmektedir. Ayrıca Artuk Bey, Amid kuşatması esnasında Fah’ud-devle Cehîr ile bozuştu ve bu kuşatmadan ayrıldı. Artuk Bey, kuşatmadan ayrıldıktan ve Sultan Melikşah’a da gücendikten sonra 121 Müslim’in ittifak yapma talebini kabul ederek onun ile birleşmeye karar verdi. Artuk Bey ile Müslim arasında yapılan anlaşma şöyleydi:819 1. Müslim, Artuk Bey gibi Sultan Melikşah’a tâbilikten ayrılacak, 2. Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti hükümdarı Tutuş, Büyük Sultan olarak tanınacak, 3. Sünnî Bağdat Abbasi Halifeliği’nden irtibatları kesilerek Şiî Mısır Fâtımî Halifeliği’ne bağlanılacak.820 Bu anlaşma ile beraber Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı bir ittifak girişimine geçilmiş olunuyordu. Yapılan anlaşma bir yandan Tutuş’a anlatılırken, Mısır Fâtımî Halifeliği ile de bir elçi aracılığıyla müzarekeler başlatıldı. Müslim bir yandan böyle büyük bir siyasal girişimde bulunurken, öbür yandan da Süleyman-Şah’a karşı Haleb’i savunmak amacıyla süratle hazırlıklara girişti.821 Müslim, Artuk Bey ile yaptığı anlaşmanın akabinde gelecek olan yardımı beklemeden Ukayl-oğulları, Nümeyr-oğulları, Kilâb-oğulları, Haleb Ahdâsı’nın emrindeki askerlerden ve Sümeysat (Samsat) Ermenilerinden oluşturduğu daha ziyade Arap ve Türkmenlerden meydana getirilen 6.000 kişilik orduyla Halep’ten çıkıp Antakya’ya doğru hareket etti. Bu hareket esnasında Türkmen Beylerinden Çubuk Bey de Müslim’in yanında yer almaktaydı. Öte yandan Müslim’in hareket ve girişimlerini yakından takip eden Süleyman-Şah da derhal 4.000 kişilik ordusuyla onu karşılamaya çıktı.822 Süleyman-Şah, muharebeye tutuşmaktan sakınıp, bir sulh girişiminde bulunduysa da başarılı olmadı. Bunun üzerine iki ordu 23 Haziran 1085’te Haleb ile Suriye’ye gitti. Artuk Bey Suriye’ye ulaştığında Sultan Melikşah’ın kendisine gönderdiği hil’at ve 5.000 dinarı getiren iki elçi ile görüşmesine rağmen geri dönmedi. Artuk bey, elçilere “ben Sultan’ın topraklarını Süleyman-Şah’tan korumak için Haleb’e gidiyorum” cevabını vererek onları memnun edip geri gönderdi. Kendisi de Şam’a giderek Tutuş’a katıldı. Karşılaştırmalar için bkz. Ebû’l-Farac, I, s. 332; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 268-269; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 83-104; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 104; Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, s. 103; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 105; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 89; Sevim, “Artukluların Soyu ve Artuk Bey’in Siyasi Faaliyetleri”, s. 128; Faruk Sümer, “Selçuklular Devrinde Türk Beyleri V”, s. 12-16; Zeki Teoman, “Artukoğulları”, HTM, II (10), (Ekim 1977), s. 45; İbrahim Artuk, Artuk Beğ, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1988, s. 17-18; Artuk, Artuk Oğulları Tarihi, s. 9. 819 Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 64-65. 820 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 269; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 35. 821 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 124. 822 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 267; Sevim, Suriye –Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 60; Köymen, “Süleyman Şah ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu”, s. 79; G. Öğün Bezer, “ Harput’ta Bir Türkmen Beyliği Çubukoğulları”, Belleten, LXI (230), (Nisan 1997), s. 78; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25. 122 Antakya arasında Amik ovasına akan Afrîn çayı üzerinde, Kurzâhil823 mevkiinde karşılaştılar. Savaşın başlamasıyla beraber Çubuk Bey’in, emri altındaki Türkmenler ile beraber Süleyman-Şah’ın tarafına824 geçmesiyle müttefik Arap kuvvetleri ile Müslim mağlup edildi. Müslim, mücadelede bir mızrak darbesiyle öldürüldü ve Haleb kapısında defnedildi.825 6.9. SÜLEYMAN-ŞAH’IN TUTUŞ İLE SAVAŞI VE ÖLÜMÜ Süleyman-Şah, Müslim’i bertaraf ettikten sonra hareketine devamla Haleb üzerine yürüyerek şehri kuşattı.826 Antakya’nın zaptından sonra Müslim’in ortadan kaldırılması ve son olarak da Haleb’in kuşatılması üzerine artık Süleyman-Şah ile Büyük Selçuklular mücadelesi çok nazik bir safhaya girdi. 827Süleyman-Şah’ın Haleb’i kuşattığı esnada şehir İbnü’l Huteytî’nin, kale ise amcasının oğlu Salim b. Malik’in idaresi altındaydı.828 Süleyman-Şah, Haleb’i bir aya yakın bir süre kuşattıysa da başarılı olamayarak kuşatmayı kaldırdı.829 Süleyman-Şah, şehri kuşattığı esnada Huteytî’ye haber göndererek şehrin kendisine teslim edilmesini istedi.830 Huteytî, ise SüleymanŞah’a Haleb şehrini teslim etmek istemediğinden dolayı onu oyalayıp zaman kazanmaya çalıştı. O, “şehrin teslimi hususunda Sultan Melikşah’a haber gönderdiğini, ancak ondan emir aldıktan sonra şehri teslim edebileceğini, haber gelinceye kadar da 823 İbnü’l-Esîr, savaşın Antakya’ya bağlı bir yerde olduğunu bilirtmektedir. İbnü’l-Cevzî, İki tarafın Sıffin ırmağı yakınlarında savaşa tutuştuklarını aktarmaktadır; Urfalı Mateos ise savaşın Bızah denilen bir yerde meydana geldiğini aktarmaktadır. İbnü’l-Kalânîsî bu karşılaşmanın İfri ırmağı üzerindeki Kurzâhil’de yapıldığını aktarmaktadır. Aksarayî ise karşılaşma yerini Harim olarak aktarmaktadır. Karşılaştırmalar için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 313; Urfalı Mateos, s. 164; Aksarayî, s. 15; Sevim, “İbnü’l-Cevzî’nin Mir'âtü'z-Zaman Fî Tarihi'l-Âyan Adlı Eserindeki Selçuklularla İlgili Bilgiler III. Sultan Melikşah Dönemi” s. 65; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14. 824 Müslim’in yanında Türkmen Beylerinden Çubuk’un bulunması, bu mücadelede Selçuklu sultanının gizlice Arap vasalını tuttuğu ihtimalini kuvvetlendirse de savaş esnasında Çubuk Bey’in Müslim’den ayrılarak Süleyman-Şah’ın tarafına geçmesi bunu çürütmektedir. Bkz. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 108. 825 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 313; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 267-268; Urfalı Mateos, s. 164; Azimî, s. 25; İbn Kesîr, XII, s. 257; Aksarayî, s. 15; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 103; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, s. 87; Honigmann, s. 122; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14; Bezer, s. 78; Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 20; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 826 Azimî, s. 25; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 827 Sevim-Merçil, s. 91-92. 828 Coşkun Alptekin, “Türkiye Selçukluları”, DGBİT, Çağ Yay., İstanbul 1989, VIII, 217. 829 Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 87-88. 830 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 319. 123 kendisine mühlet verilmesini” bildirdi ve ona, bir miktar para gönderdi.831 Huteytî, durumun vahametini anlıyarak Sultan Melikşah’a bir mektup yazıp meydana gelen olayları bildirdi ve onu ya kendisinin gelmesi ya da saldırıya geçen Süleyman-Şah’ı uzaklaştıracak bir yardımcı kuvvet göndermesi hususunda tahrik ve teşvik etti.832 Tekiş isyanı nedeniyle meşgul olan Sultan Melikşah’tan cevap gelmediğini gören Huteytî, bir başka vassal devlet olan Suriye Selçuklu Devleti hükümdarı ve Sultan Melikşah’ın kardeşi Tutuş’tan yardım isteyerek, gelip Haleb’i teslim almasını istedi. Huteytî, bu iki Selçuklu devletini birbirine düşürmeyi, böylece de mevcut konumlarını muhafaza etmeyi planlamaktaydı.833 Süleyman-Şah, Haleb’teki taraftarlarını ve aleyhtarlarını başbaşa bırakarak Müslim’in askerlerini takibe girişti. Onları mağlup ederek çöle kaçmalarına neden oldu.834 O, hareketine devam ederek Ma'arratü'n-Nu'mân ve Kefertâb üzerine yürüyerek bu yerleri teslim aldı. Burdan Şeyzer üzerine yürüyüp orayı vergiye bağladı. Ardından Hıms (Humus) şehrine yürüse de burayı alamadan Latmîn şehrine saldırıp teslim aldı. Hareketine devam eden Süleyman-Şah, Kınnesrîn’i feth ederek bu kaleyi tamir ettirdi.835 Tutuş’un yönetim bölgesine girmemek amacıyla daha güneye inmeyen Süleyman-Şah, Antakya gibi Kuzey Suriye’nin en önemli kenti olan ve kuzeyden güneye uzanan ticaret yolu üzerinde bulunan Haleb’e de hâkim olma fikrinden asla vazgeçmemekteydi.836 Süleyman-Şah, Kınnesrîn’de Müslim’in dul kalan eşi Menîa hatun ile evlendikten sonra tekrar Haleb üzerine hareket ettiğinde, iki defa Haleb’i kuşattığı halde alamayan Tutuş da Şam’dan bu bölgeye gitmek için yola çıktı. Süleyman-Şah ikinci defa Haleb’i muhasaraya başlayınca şehir halkı ona: “Tutuş ile muharebeniz sonuçlandıktan sonra şehri size teslim edeceğiz” cevabını verdi.837 Süleyman-Şah, Haleb’i kuşatmış olduğu esnada Tutuş’un kendisine karşı harekete geçtiği haberini alınca kuşatmayı kaldırarak ona doğru harekete geçti. Süleyman-Şah, seher vaktinde Tutuş’un yakınına vardı. Dağınık ve hazırlıksız olan Tutuş’un ordusu, 831 Azimî, s. 25; Sevim, “Artukluların Soyu ve Artuk Bey’in Siyasi Faaliyetleri”, s. 142. 832 İbnü’l-Adîm, s. 124. 833 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 267-268; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 108; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 92; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 37; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 834 Osman Turan, “Süleyman-Şah I”, İA, MEB Yay., İstanbul 1979, XI, 215. 835 Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 836 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 125. 837 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 103. 124 Süleyman-Şah’ın iyice kendilerine yaklaşmasına kadar ondan haberdar değillerdi. Tutuş, Süleyman-Şah’ın geldiğini görür görmez askerlerini hemen savaş düzenine geçirdi.838 Bu esnada Tutuş’un yanında girdiği her savaştan galip ayrılmış olan Artuk Bey de bulunmaktaydı.839 İki tarafın ordusu Haleb’in üç mil yakınında bulunan Ayn Seylem840 mevkiinde 5 Haziran 1086 tarihinde karşı karşıya gelerek şiddetli muharebeye tutuştular. İki muharip taraf da Türk olmalarına rağmen birbirlerini merhametsizce kırıyor ve telef ediyorlardı.841 Muharebe esnasında daha önceden Kurzâhil savaşında Süleyman-Şah’a katılmış olan Çubuk Bey ve bazı Türkmenler’in Tutuş’un tarafına geçmesi SüleymanŞah’ın ordusunun bozulmasına sebep oldu.842 Süleyman-Şah’ın ordusu, özellikle Artuk Bey’in Tutuş’un ordusunu çok iyi yönetmesi ve yiğitçe çarpışması karşısında kaçmaya başladı. Süleyman-Şah, dağılan ordusunu toparlayabilmek için çok büyük bir çaba harcadıysa da onların kaçmasına engel olamadı.843 Süleyman-Şah, hayatında ilk defa mağlup oldu. Başta veziri Hasan b. Tahir olmak üzere askerlerinin büyük bir kısmı esir edildi. 844 Süleyman-Şah’ın, Tutuş karşı giriştiği mücadele sonucunda ölümü hakkında iki rivayet vardır. Bu rivayetlerin birincisine göre Süleyman-Şah intihar etmiştir. İkinci rivayete göre ise Süleyman-Şah savaş alanında Tutuş’un askerleri tarafından öldürülmüştür. Birinci görüşü destekler nitelikte bilgi aktaran müelliflerden biri olan Anna Komnena, Süleyman-Şah’ın ölümü hakkında, “Süleyman-Şah, ordusu kaçtıktan sonra 838 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 319; Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 270; Aksarayî, s. 15; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14. 839 İbnü’l-Esir, VIII, s. 319; Artuk, Artuk Oğulları Tarihi, s. 11. 840 İbnü’l-Adîm ve Cenâbî, iki tarafın Nâ’ûre’de karşı karşıya geldiğini kaydetmektedirler. Aksarayî bu karşılaşmanın Maarra yakınlarında olduğunu yazmaktadır. Karşılaştırmalar için bkz. İbnü’l-Adîm, s. 57; Aksarayî, s. 15; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 841 Azimî, s. 25; Urfalı Mateos, s. 168-169; Ali Sevim, “Tutuş”, İA, MEB Yay., İstanbul 1988, XII/II, 135. 842 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 404; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s 109; Mehmet Ersan-Mustafa Alican, Sorularla Selçuklular Tarihi, Selçukluları Yeniden Keşfetmek, Büyük Selçuklular, Timaş Yay., İstanbul 2012, s. 73; Bezer, s. 80. 843 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 319; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 92; Anna Komnena, s. 195; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, s. 89; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 108; Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 62; Avcıoğlu, IV, 1588; Sümer, “Selçuklular Devrinde Türk Beyleri V”, s. 17; Artuk, Artuk Beğ, s. 32; Ali Sevim, “Artuk b. Eksük”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1991, III, 414. 844 İbnü’l-Adîm, s. 57; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 105; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 37; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 125 kendisinin tehlikede olduğunu anlayarak savaş alanından uzaklaştı ve tehlikeden kurtulmuş olduğunu düşünerek kalkanını yere koyarak toprağın üzerine oturdu. Süleyman-Şah’ı takip eden birkaç Bey, onun yanına giderek Tutuş’un kendisini çağırdığını bildirdiler. Süleyman-Şah da Tutuş’un kendisini öldüreceğini anladığından kılıcını karnına saplayarak intihar etti” demektedir.845 Ebû’l-Farac da Anna Komnena’nın anlattıklarını destekler nitelikte bilgi vermektedir. Ebu’l-Farac, Süleyman-Şah’ın ölümü hakkında, “Süleyman-Şah, kendi tarafının yenilmekte olduğunu görerek bir bıçakla intihar etmiştir. Çünkü cesedi yerde bulunduğu zaman karnında bir bıçak saplı olduğu görülmüştür” demektedir.846 Aksarayî, Süleyman-Şah’ın ölümü hakkında, “İki taraf karşı karşıya geldiklerinde Süleyman-Şah’ın emirleri geri döndü. Süleyman Şah da yalnız kalınca kendini öldürdü” demektedir.847 Kazvînî, Süleyman-Şah’ın ölümü hakkında, “Onun (Süleyman’ın) ümerâsı, Tutuş’un huzuruna giderek (onu) aldattılar. Süleymân, azap ve işkence korkusundan kendini helak etti” demektedir.848 Urfalı Mateos, Azimî ve İbnü’l-Kalanîsî gibi müellifler Süleyman-Şah’ın savaş esnasında Tutuş’un askerleri tarafından öldürüldüğünü kaydederler. 849 İkinci görüşe göre ise Süleyman-Şah, savaş esnasında Tutuş’un askerleri tarafından öldürüldü. Tutuş’un askerleri savaş alanında yakut ve altınlarla işlenmiş zırhlı birinin ölüsünü bulunca hemen Tutuş’a haber verdiler. Savaş alanına gelen Tutuş, Selçuk oğullarının ayaklarının birbirine benzemesinden dolayı bu kişinin Süleyman-Şah olduğunu teşhis etti.850 Tutuş, Süleyman-Şah’ın başında durarak, “biz sizlere zulmettik, yanımızdan uzaklaştırdık. Şimdi de öldürüyoruz” dedikten sonra gözyaşlarını sildi ve çok üzüldü. Tutuş’un bu sözleri Mikail oğullarının, Arslan Yabgu oğullarına karşı bulundukları davranışların acı bir itirafı olarak kabul görmektedir.851 845 Anna Komnena, s. 195. 846 Ebûl-Farac, I, s. 333. 847 Aksarayî, s. 15. 848 Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25. 849 Urfalı Mateos, s. 169; Azimî, s. 25; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14. 850 Sevim, Suriye –Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 62. 851 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 105; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 127. 126 Bazı kaynaklar ise Süleyman-Şah’ın ölümü hakkında kesin bilgiler verememektedir. Bunlardan Cenâbî, İbnü’l-Esîr, Müneccimbaşı, M. Altay Köymen, Ali Sevim gibi müellif ve araştırmacılar, Süleyman-Şah’ın Tutuş’a karşı giriştiği mücadelede başarısız olunca savaş alanında intihar ettiğini veya savaş alanında öldürüldüğünü aktarmaktadırlar.852 Tutuş, Süleyman-Şah’ı kefenlettirdikten sonra Halep Kapısı’nda Müslim’in kabrinin yanına defnettirdi. 853 Bir müddet sonra da Tutuş, Hasan b. Tahir’i ve Süleyman-Şah’ın oğullarını Antakya’ya gönderdi. 854 Sultan Melikşah, Süleyman-Şah’ın Tutuş tarafından öldürüldüğü haberini alınca çok üzüldü855 ve ona tehdit dolu bir mektup yazdı.856 Anadolu’da ilk Türk Devletini kurma şerefine sahip olan Kutalmış-oğlu Süleyman-Şah, Anadolu Fatihi ve Gazi unvanlarını almıştır. Bu büyük Türk hükümdarının Bizans’ın elinde bulunan Anadolu’yu feth edip, bugün üzerinde bağımsız bir devlet olarak yaşamakta olduğumuz bir Türk Yurdu, bir Türkiye haline getirilmesinde, çok şerefli ve eşsiz bir yeri vardır.857 Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Süleyman-Şah’ın kendi adına para bastırıp, hutbe okutmuş olması tespit edilememiştir. 858 Süleyman-Şah’ın ölümünden I. Kılıç Arslan’ın tahtı elde etmesine kadar sultansız kalan Türkiye devleti yine de varlığını koruyabildi. Bu da Türkiye Selçuklu Devleti’nin ne kadar sağlam esaslar üzerine kurulmuş olduğunu meydana koyar.859 852 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 319; Müneccimbaşı, II, s. 7; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 108; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 37-38; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 853 Urfalı Mateos, s. 169; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 127. 854 İbnü’l-Adîm, s. 57; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 105; Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 37; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 231. 855 Osman Turan, Sultan Melikşah’ın Süleyman-Şah’ın ölümüne üzüldüğünün doğru olduğunu fakat bunun siyasi davranış ve mücadeleler üzerinde bir tesiri olmadığını aktarmaktadır. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 105. 856 Aksarayî, s. 15; Müneccimbaşı, II, s. 8; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 25-26. 857 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 40. 858 Sevim, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, s. 29. 859 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 106. 127 6.10. SULTAN MELİKŞAH’IN, SÜLEYMAN-ŞAH’IN OĞULLARINI İSFAHAN’A GÖNDERMESİ Tutuş, Süleyman-Şah’ı bertaraf ettikten sonra Haleb’i ele geçirmek üzere hemen bu şehri kuşattı.860 Huteyti, Süleyman-Şah’a karşı uyguladığı ve onun ölümüne neden olduğu politikasını bu sefer de Tutuş üzerinde uygulamaya çalıştı.861 Huteytî, Haleb’in teslimini isteyen Tutuş’a, “durumu Sultana yazacağını ve ondan gelecek emre göre hareket edeceğini” bildirdi. Huteytî, diğer taraftan Sultan Melikşah’a haber göndererek gelip şehri teslim alması için davet etti. 862 Halepliler Tutuş’un kuşatmayı kaldırması için Sultan Melikşah’ın ordusuyla bu bölgeye doğru geldiğini belirten mektupları gösterdilerse de kuşatmanın devam etmesine engel olamadılar.863 Huteytî’den nefret eden bazı Haleplilerin kent kapısını açmasıyla Tutuş şehri ele geçirdi.864 Sultan Melikşah, Kuzey Suriye hâkimiyeti için ortaya çıkan kargaşalığı yatıştırmak amacıyla bu bölgeye Kasım 1086’da bir sefer865 düzenledi. Emîrlerden Porsuk, Bozan, Kasîmüddevle Aksungur ve Yağısıyan’ın da bulunduğu bir orduyla İsfahan’dan Haleb’e doğru hareket etti.866 Sultan Melikşah’ın geldiğini haber alan Tutuş ve Artuk Bey, hemen kuşatmayı kaldırarak Dımaşk’a doğru hareket ettiler. 867 Sultan Melikşah, yanında götürdüğü kumandanlarla beraber Haleb’e giderek şehri teslim aldı ve Aksungur’u da buraya şıhne olarak atadı.868 Sultan Melikşah Haleb’teyken, Tutuş ona elçiler göndererek itaatini arz etti. Sultan ise ondan ” Ya ikta yerinde oturmasını ya da kendini güvencede göreceği bir yere gitmesini istedi”. 869 860 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 272; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 14. 861 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 90. 862 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 320. 863 Sevim-Merçil, s. 107. 864 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 272; Azimî, s. 25; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H.436-500- 1044-1106-7)”, s. 14. 865 İbnü’l-Cevzî, Sultan Melikşah’ın Antakya seferi için “Sultan Melikşah, İsfahan’dan Antakya’ya, oradan da Bağdad’a gitti ve onun geçtiği yerlerden halktan zorla, ya da haksız bir şey aldığı asla duyulmadı” demektedir. Bkz. Ali Sevim, “İbnü’l-Cevzî’nin El-Muntazam Adlı Eserindeki Selçuklular ile İlgili Bilgiler (H. 430-485/1038-1092)”, s. 83. 866 Sevim, Suriye Selçuklu Melikliği”, Türkler, Ankara 2002, VI, 767. 867 İbnü’l- Esîr, VIII, s. 320; Sevim, Ünlü Selçuklu Komutanları, s. 69. 868 Ali Sevim, “Bugyetü’taleb Fi Tarih-i Haleb’e Göre Emîr Ak-Sungur”, TAD, IV (6), Ankara 1966, s. 103. 869 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 273-274. 128 Sultan Melikşah’ın kardeşi Tutuş’u cezalandırmadığını ve kendisine ikta olarak verilen bölgede hâkimiyetini devam ettirmesine izin verdiğini görmekteyiz. Ayrıca Sultan Melikşah, Kuzey Suriye’deki şehirlere yeni tayinler yaptı.870 Böylece Süleyman Şah’ın ölümü sebebiyle iki kardeş arasında ortaya çıkan gerginlik de sona ermiş oldu.871 Sultan Melikşah, Haleb’ten hareket ederek Aralık 1086’da Antakya’ya gitti. Antakya’da Süleyman-Şah’ın nâibi olarak bulunan Hasan b. Tahir, onu karşıladığı gibi, Süleyman-Şah’ın çocukları ve halk için ondan “aman” aldı. Şehri teslim alan Sultan Melikşah, Hasan b. Tahir’i aynı görevinde bırakırken yanında bulunan Yağısıyan’ı bir miktar asker ile birlikte Antakya’ya şıhne olarak atadı.872 Sultan Melikşah, Antakya’yı teslim aldıktan sonra maiyetiyle hareket ederek Akdeniz kıyılarına kadar ilerledi.873 O, Akdenize ulaştıktan sonra atını denizin sularına içine doğru sürdü ve kılıcını üç defa denize daldırarak “işte Allah, İran denizinden bu denize kadar olan yerleri benim elime vermiştir” dedi. Daha sonra Sultan, atından inerek şükür namazı kıldı ve yanındakilere babasının mezarına götürmek üzere kum almalarını istedi. Sultan, Antakya seferinden geri döndükten sonra bu kumları babası Alp Arslan’ın mezarı üzerine serpecek ve “Ey Babam Alp Arslan, İşte sana müjde! henüz çocuk olarak bıraktığın oğlun dünyayı baştanbaşa feth etmiştir” diyecekti.874 Sultan Melikşah, Akdeniz kıyılarından geri döndükten sonra Anadolu’yu Süleyman-Şah’ın oğullarına tevcih etmediği gibi I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan’ı (Davud) da tutsak olarak devletin merkezi olan İsfahan’a gönderdi ve her ikisine de iktâlar verdi.875 Sultan Melikşah’ın, Süleyman-Şah’ın çocuklarını merkeze sevk ederek Türkiye Selçuklu Devleti’ni başsız bırakmasında Mikail ve Arslan Yabgu oğulları arasında öteden beri devam edegelen rekabetin büyük rolü olduğu şüphesizdir. Fakat Sultan Melikşah’ı bu tutuma iten Türkiye Selçuklu Devleti’nin başında bulunanların ve bundan sonra da bulunacak olanların doğuyu feth ederek Büyük Selçuklu Devleti’nin başına geçmek istemeleridir. Sultan Melikşah, Süleyman-Şah’ın savaşta ölmesine 870 Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 52. 871 Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 64. 872 Sıbt İbnü’l-Cevzî, s. 274; İbnü’l-Adîm, s. 57; Azimî, s. 26; Ahmed b. Mahmud, I, s.152. 873 Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H.436-500- 1044-1106-7)”, s. 14. 874 Urfalı Mateos, s. 172; Râvendî, I, s. 126-127. 875 Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 20; Ahmed b. Mahmud, I, s. 152; Jean-Pierre Bodmer, “Selçuklular Anadolu’da”, Cogito, (29), (Güz 2001), s. 38; Işın Demirkent, “Kılıç Arslan I”, DİA, Ankara 2002, XV, 396. 129 rağmen herhalde bir daha böyle bir ihtimal ile karşı karşıya kalmamak için taht varislerini merkeze aktarmayı uygun buldu.876 Sultan Melikşah, bir süredir Kuzey Suriye’de devam eden buhranı ortadan kaldırdı. Urfa’da Bozan’ı, Haleb’de Aksungur’u ve Antakya’da da Yagısıyan’ı şıhneliğe getirerek bu bölge yönetimlerini doğrudan Büyük Selçuklu Devleti’ne bağladı. Dolayısıyla Türkiye ve Suriye Selçuklu Devletleri’nin arasında, onları denetim altında tutacak bir tampon bölge meydana getirildi.877 6.11. SULTAN MELİKŞAH’IN, EBU’L-KASIM’IN ÜZERİNE PORSUK VE BOZAN’I GÖNDERMESİ Süleyman-Şah, Antakya seferine çıkmadan önce İznik ve civarının yönetimini Ebu’l-Kasım’a bırakmıştı. Akıllı ve hırslı biri olan Ebu’l-Kasım, Süleyman-Şah’ın ölümünden sonra kendisini Sultan878 ilan ettiği gibi kardeşi Ebu’l-Gazî’ye de Kapadokya (Kayseri ve çevresi) emîrliğini verdi.879 Anna Komnena, Süleyman-Şah’ın ölümünden sonra Sultan Melikşah’ın Siyâvuş’u elçi olarak Alexios’a gönderdiğini; ona: “evlilik yoluyla hısım olmayı önerdiğini ve eğer bu tasarı gerçekleşirse, Türkleri kıyı bölgesinden çekeceğini, tüm hisarları geri vereceğini ve tüm gücüyle etkili bir destek olacağını vaad ettiğini” bildirmektedir. Alexios, anne tarafından Gürcü, baba tarafından Türk olan Siyâvuş’u kendi tarafına çektiği gibi onu, vaftiz ederek Hristiyan yaptı. Alexios, Siyâvuş’u Melikşah’ın onun ile gönderdiği mektub ile beraber Sinop’a göndererek bu bölgeyi elinde bulunduran Kara Tekin’den aldı. 880 Ebu’l-Kasım, daha önce Bizans ile yapılan Dragos Suyu anlaşmasını bozarak Marmara Denizi kıyıları ile İstanbul Boğazına kuvvetler gönderip akınlarda bulundu ve feth ettiği Kios (Gemlik) kıyı kentindeki limanda, Bizans ile denizlerde de mücadele 876 Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 109. 877 Urfalı Mateos, s. 172; Yazıcızâde Ali, s. 69-70; Er-Râvendî, I, s. 127; El-Bundârî, s. 83; Ahmed b. Mahmud, I, s. 152; Azimî, s. 26; Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 65. 878 Osman Turan, Ebu’l-Kasım’ın sultan unvanını alabilmesi için Selçuk’un soyundan gelmesi gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca müellif Ebu’l-Kasım’ın Selçuk’un soyuna mensup olup olmadığı hakkında hiçbir bilginin olmadığını da aktarmaktadır. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 114. 879 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 111; Işın Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, TTK Yay., Ankara 1996, s. 8. 880 Anna Komnena, s. 195-196. 130 etmek amacıyla gemi yapımını başlattıktan sonra bir filo kurdurttu.881 Bu faaliyet, Türkler’in deniz kuvvetleri oluşturma yönünde gösterdikleri ilk ciddi faaliyetleriydi. 882 Alexios, Ebu’l-Kasım’ın Bizans’a karşı giriştiği saldırıları püskürttükten sonra ona, barış teklifinde bulundu. Alexios, Ebu’l-Kasım’ın kendisini sürekli oyaladığını anlayınca Manuel Butumites’i filo kumandanı atayarak Kios’a gönderdi ve burada kurulmuş olan tersaneyi yaktırdı. Diğer taraftan Alexios, Türk kökenli Tatikios’u da883 karadan İznik’i kuşatması için gönderdi.884 Bu esnada Sultan Melikşah, Ebu’l-Kasım’ı ortadan kaldırmak ve Anadolu’yu itaat altına alarak Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlamak maksadıyla ikinci defa Porsuk’u 50.000 kişilik bir ordunun başında Türkiye Selçuklu Devleti’nin topraklarına gönderdi. 885 İznik’i kuşatmakta olan Tatikios, Porsuk’un 50.000 kişilik orduyla geldiği haberini alınca böylesi büyük bir orduya karşı koyacak bir güce sahip olmadığı için başkente geri dönmek için harekete geçti. 886 Ebu’l-Kasım, geri çekilmekte olan bu Bizans kuvvetlerine yetişip onlarla savaştı ve hatta bu arada İzmit’i de feth etti.887 Ebu’l-Kasım, böyle büyük bir orduya karşı koyamayacağını düşünerek kaygılanırken, Alexios da Porsuk’un İznik’i ele geçirdiği takdirde Türkler’in daha fazla güçleneceğinden endişe duymaya başladı. Alexios, doğrudan doğruya Porsuk ile mücadeleye girmek yerine, onun karşısına önce Ebu’l-Kasım’ı sürmenin ve böylece Türk’ü Türk’e kırdırmanın kendisi için daha doğru olacağını hesapladı.888 Alexios bu düşüncesini gerçekleştirmek için Ebu’l-Kasım’a mektuplar yazarak onu, Sultan Melikşah’a karşı kışkırtıyordu. Alexios, Bizans ve İznik hükümdarlarının birbirlerini pekiyi bilen ve seven kimseler olduğunu, hatta bir ittifak yapılarak Ebu’l-Kasım’ın Sultan Melikşah’a karşı girişeceği savaşta ona yardım kuvvetleri göndermek suretiyle, Bizans’ın bu dostluğu fiilen isbatına fırsat verilmesini tavsiye ediyordu. Nihayet 881 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 127; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 94. 882 Nihal Taşçı, Anadolu Selçuklularının Batı Anadolu Politikası ve Bizansla Münasebetleri, (Yüksek Lisans Tezi) Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2008, s. 25. 883 Tatikios’un hakkında bilgi için bkz. Anzerlioğlu, s. 225. 884 Anna Komnena, s. 197-198. 885 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 114. 886 Anna Komnena, s. 198. 887 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 128. 888 Demirkent, s. 11. 131 Alexsios, sözlerindeki samimiyeti göstermek üzere Ebu’l-Kasım’ı İstanbul’a davet etti.889 Ebu’l-Kasım, bu daveti kabul ederek İstanbul’a gitti. Ebu’l-Kasım, İstanbul’da gayet iyi karşılandı, hemen hergün kendisine ziyafetler verildi. Alexsios, onu hergün at yarışlarına, av partilerine ve hamamlara götürüyordu. Ayrıca ona kentin meydanlarına dikilmiş olan anıtları gösterip hayran bırakmaya çalışıyordu. Alexios, konuğu onuruna at yarışı yerinde (Sultan Ahmet Meydanı’nda) araba yarışı düzenlediği gibi onu da hergün Hipodrom’a (At Meydanı) gidip at yarışları izlemesi için ısrar ediyordu. Bu sayede Ebu’l-Kasım İstanbul’da tutularak oyalamaya çalışılıyordu.890 Alexios’un Ebu’lKasım’ı, İstanbul’da kalmasını sağlayarak oyalamasının sebebi Türklerin elinde buluna İzmit’i ele geçirmek istemesiydi. İki taraf arasında barış ve ittifak görüşmeleri yapıldığı esnada Alexios, donanma kumandanı Eustathios Kymineianus’u yapı malzemesi, mimarları ve işçileri yüklediği gemileriyle İzmit’e yolladı. Bunlar İzmit bölgesini kontrol altına alabilecek yeni bir kale inşa etmekle görevlendirilmişti. Kalenin inşası bittikten sonra Alexios, Ebu’l-Kasım’a pek çok hediyeler ve bir de “Sebastos” unvanı vererek onu İznik’e uğurladı. Ebu’l-Kasım, bu durumu öğrendiği vakit hiçbir tepki gösteremedi. Çünkü Porsuk’a karşı Alexios’un yardımına muhtaçtı.891 Anadolu’da Konya ve Aksaray gibi bazı şehirleri tamir ettirmekle vakit geçiren Porsuk, yaklaşık 1089892 sonlarına doğru İznik’e ulaştı. Porsuk, İznik önünde göründükten sonra şehri üç ay kuşattı. Alexios’a çok içerlemiş bulunan Ebu’l-Kasım, bu süre boyunca kendi imkânları ile Porsuk’un ordusuna karşı İznik’i savundu. Ancak Porsuk’a karşı durumunun tamamen ümitsiz olduğunu gören Ebu’l-Kasım, sonunda Alexios’a haber gönderip yardım istemek zorunda kaldı.893 Alexios da Ebu’l-Kasım’ın bu yardım talebini kabul ederek imparatorluk sancakları ve gümüş çivi çakılmış asalar verdiği bir birliğini İznik’in yardımına gönderdi. Alexios’un asıl amacı yardım değildi. 889 Kafesoğlu Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 104. 890 Anna Komnena, s. 200; Merçil, ”Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, s. 710. 891 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 112. 892 Anna Komnena’nın Ebu’l-Kasım hakkındaki bilgileri düzensiz bir şekilde aktarmasından dolayı Porsuk’un Anadolu’ya çıktığı bu seferin tam tarihi bilinmemektedir. Osman Turan, Porsuk’un Anadolu’ya düzenlediği bu ikinci seferini 1086-1087 yıllarıyla tarihlendirmektedir. Erdoğan Merçil de kesin olmadığını belirtmekle birlikte Porsuk’un bu seferinin 1090 yılı sonlarında gerçekleşmiş olabileceğini aktarmaktadır. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 115; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 112. 893 Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 105; Demirkent, s. 12. 132 Onun amacı iki Türk devletinden zayıf olanı destekleyerek güçlü olanın kuşatmadan başarısız olarak dönmesini sağlamaktı. Güçlü olan Türk devleti gittikten sonra da zayıf olan Türk devletinin topraklarını yavaş yavaş ele geçirecekti.894 Ebu’l-Kasım’a görünüşte yardım için gelen kuvvetler surların üzerine çıkarak imparatorluk sancak ve alametlerini göstererek savaş naraları atmaya başladılar. Bu durumu gören Porsuk da İmparatorun bizzat geldiğini düşünerek kuşatmayı kaldırıp geri döndü.895 Sultan Melikşah, Porsuk’un başarısız olan bu seferinden sonra Ebu’l-Kasım’ı bertaraf etme düşüncesinden vazgeçmeyerek 1092 yılında bu sefer de emîr Bozan’ı ona karşı gönderdi.896 Anna Komnena, Sultan Melikşah’ın elçi olarak göndermiş olduğu Siyâvuş’un kendisine ihanet ettiği haberini alınca bu kez de emîr Bozan’ı Ebu’l-Kasım üzerine gönderdiğini897 belirtmektedir. Sultan’ın, Alexsios’a verilmek üzere emîr Bozan’a bir mektup verdiğini de buna eklemektedir. Sultan, Alexios’a gönderdiği mektupta “İmparator, sana ilişkin şeyleri öğrendim: nasıl devletin yönetimine henüz geçmiş iken, kendini çeşitli tehlikelerle karşı karşıya bulduğunu; nasıl sen Lâtinleri yeni haklamış iken Peçeneklerin sana karşı saldırı hazırlığına giriştiklerini; Emîr Ebu’l-Kasım’ın vaktiyle Süleyman’ın seninle yaptığı andlaşmayı çiğniyerek, Anadolu’yu ta Damalis/Üsküdar’a kadar talan ettiğini bana anlattılar. Ebu’l-Kasım’ın o yörelerden kovulmasını ve Anadolu’nun Antakya ile birlikte, senin egemenliğine dönmesini istiyorsan, oğullarımın en büyüğü ile evlendirilmek üzere bana kızını gönder. Böylelikle, artık engel tanımayacaksın ve yanında bağlaşık olarak ben bulununca, yalnız doğuda değil, ta İllyrikon/Arnavutluk’a kadar ve tüm batıda da, herşeyi başaracaksın; bizim 894 Anna Komnena, s. 201. 895 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 113; Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, I-IV, Tekin Yay., İstanbul 1999, V, s. 1940. 896 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 94; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 128. 897 Cenâbî, emîr Bozan’ın bu seferi için “Süleyman’ın Anadolu' daki ülkesi sahipsiz kaldı. Bunun üzerıne Urfa (Ruha) hâkimi Bozan Sultan Melikşah' ın emri ile oraya yöneldi ve İznik’i istila etti. Müslümaların ve Süleyman’ın ellerinden herşeyi aldı ve onun oğlu Kılıç Arslan’ı yakalayarak İsfahan’a gönderdi” demektedir. Daha önce aktardığımız gibi Kılıç Arslan Sultan Melikşah’ın Suriye seferi esnasında İsfaha’na gönderilmişti. Cenâbî olayları ve kişileri karıştırmaktadır. Bkz. Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 232. 133 sana göndereceğimiz ordular sayesinde artık hiç kimse sana karşı koyamayacak” 898 demektedir.899 İznik önlerine gelmiş olan emîr Bozan’ın,900 şehri saldırıyla zabt etmek için birbiri arkasına yaptığı girişimler, Ebu’l-Kasım’ın şehri çok iyi savunması ve Bizans’tan istediği yardımı elde etmesi nedeniyle bir türlü sonuca ulaşamadı. Emîr Bozan, böylece İznik’i zabt edemeyeceğini anlayınca kuşatmayı kaldırarak karargâhını Ulubat yakınında bulunan Lambe ırmağı kenarına nakletti. 901 Ebu’l-Kasım, Alexios’un zaman kazanmaya baktığını ve esasen faydası olmayan yardımı da yavaş yavaş kestiğini görünce ikinci defa aldatıldığını düşünerek, kardeşi Ebu’l-Gazi’yi902 İznik’te bıraktıktan sonra 15 katır yükü altınla emîr Bozan’ı geri çektirmek, kendisini emîr olarak İznik’te bırakmasını istemek için İsfahan’da bulunan Sultan Melikşah’ın yanına gitmek için yola çıktı. Ebu’l-Kasım İsfahan yakınlarında bulunan Sultan Melikşah’ın huzuruna çıkmak istediyse de Melikşah, “emîr Bozan’ı oraya tayin ettikten sonra bir daha geri çekemem. Ona git, bu parayı kendisine ver ve talebini ona bildir; onun rızası benim irâdem olacaktır” cevabıyla onu huzuruna kabul etmeden gönderdi. 903 İsfahan’dan eli boş bir şekilde geri dönmekte olan Ebu’l-Kasım, yolda emîr Bozan’ın 904 gönderdiği 200 asker tarafından yakalanarak yayın kirişi905 ile boğduruldu. 906 898 Anna Komnena, s. 202-203. 899 Osman Turan, Sultan Melikşah’ın Alexios’a gönderdiği bu mektup vesilesiyle Ebu’l-Kasım ile Bizans ittifakını kaldırmak istediğini ve zayıf bir durumda olan Bizans’a karşı Melikşah’ın herhangi bir fedakârlığının söz konusu olamıyacağını, Bizans müelliflerinin bu mektubu kendi zihniyetlerine göre değişik bir şekilde naklettiğini aktarmaktadır. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 116. 900 Urfalı Mateos, Bozan’ın İznik üzerine seferi için “Bozan bütün İran askerlerini topladı ve Antakya ve Haleb’in büyük emîrleri Yağısıyan ve Aksungur’u da beraberine alıp Romalılara karşı yürüdü” demektedir. Urfalı Mateos, s. 178. 901 Sevim-Merçil, s. 93. 902 Osman Turan, Ebu’l-Kasım’ın kardeşi Ebu’l-Gazî’nin Haçlı Seferlerinde Kılıç Arslan ile birlikte Ereğli savaşına katılan Hasan Bey olduğunu belirtmektedir. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 114. 903 Anna Komnena, s. 203; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 117; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 10-108; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 114; Demirkent, s. 14; Umar, s. 88; Semavi Eyice, “İznik”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 2001, XXIII, 544. 904 Anna Komnena, emîr Bozan’ın Ebu’l-Kasım’ı öldürmesini Sultan Melikşah’ın emrettiğini aktarmaktadır. Bkz Anna Komnena, s. 204. 905 Osman Turan, Ebu’l-Kasım’ın yayın kirişi ile boğdurulması Selçuklu hanedanına mensup olduğunu ifade eder ve Sultan unvanı aldığına dair kayıt doğru ise bu husus daha sağlam bir delil olur demektedir. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 117. 906 Anna Komnena, s. 203; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 95; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 128; Umar, s. 88; İbrahim Kafesoğlu, ”Melikşah”, İA, MEB Yay., İstanbul 1979, VII, 668. 134 Ağabeyinin yerine geçen Ebu’l-Gazi’yi emîr Bozan’ın baskısından kurtaran Sultan Melikşah’ın ölümü oldu. Çünkü Bozan, Sultan Melikşah’ın ölüm haberini alınca bütün kuvvetleri ile birlikte derhal Urfa’ya geri döndü.907 İmparator Alexios, daha önce Sultan Melikşah’ın gönderdiği mektuba iki taraf arasında anlaşma olabileceğini ve kız vermenin gerçekleşemeyeceğini bildirdiği cavabını 3 elçiye vererek İsfaha’a gönderdi. Fakat elçiler İsfahan’a varmadan Sultan Melikşah’ın ölüm haberini alınca geri döndüler.908 Sultan Melikşah’ın, emîr Porsuk ve Bozan’ın bu seferleri ile uzaktan kontrolü güç olan Anadolu’yu da Büyük Selçuklu Devleti topraklarına katmak istediğini ve Ebu’l-Kasım’ı da cezalandırdığını görmekteyiz. Hatta Porsuk ve Bozan komutasında gönderilen Büyük Selçuklu orduları, Anadolu’nun büyük kısmını itaat altına aldığı gibi elli kadar şehirde de hutbeyi Melikşah adına okutturdular.909 6.12. MELİKŞAH’IN ÖLÜMÜ Sultan Melikşah, Bağdat’ta iken (1092) torunu Cafer’i halifelik veliahdı yapmak istemeyen Halife Muktedi ile arası açıldı. 910 Sultan Melikşah, ondan Bağdat’ı yirmi dört saat içinde terk etmesini istemişti. Tacü’l-Mülk’ün ricası üzerine halifenin Bağdat’tan ayrılması için on günlük bir süre almışlardı. Ancak halifeye tanınan süre dolmadan yediği bir av etinden dolayı hastalanan ve ateşli hummaya911 yakalanan Sultan Melikşah, veziri Nizamü’l-Mülk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Bağdat’ta öldü (19 Kasım 1092).912 Kaynaklarda Sultan Melikşah’ın av etinden zehirlendiği belirtildiği gibi, onun zehirlenmesinde halifenin, oğlu Mahmud’u devletin başına geçirmek isteyen eşi Terken Hatun’un, Nizamü’ül-Mülk’ün ölümünün intikamını almak isteyen taraftarlarının parmağı olduğu da rivayet edilmektedir.913 907 Urfalı Mateos, s. 178; Demirkent, s. 14. 908 Anna Komnena, s. 204; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 95. 909 Anonim Selçukname, s. 10; Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 20. 910 Selim Kaya, “Büyük Selçuklular Döneminde Bağdat”, AB, (15), (Ekim 2008), s. 9. 911 Anna Komnena, Sultan Melikşah’ın Tutuş tarafından tutulan 12 Haşhaşi tarafından sarhoş bir haldeyken bıçaklanarak öldüğünü aktarmışsa da diğer kaynaklarda bu bilgiyi kanıtlar hiçbir bilgi bulunmamaktaır. Bkz. Anna Komnena, s. 205. 912 Azimî, s. 28; El-Hüseynî, s. 49; Müneccimbaşı, I, s. 65; Reşîdü’d-dîn Fazlullâh, s. 138; Er-Râvendî, I, s. 133; Urfalı Mateos, s. 178; Ebû’l-Farac, I, s. 334; İbnü’l-Adîm, s. 57; Abdülkerim Özaydın, ” Melikşah”, DİA, İSAM Yay. , Ankara 2004, XXVIV, 57. 913 Merçil, Büyük Selçuklu Devleti, s. 84; Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 209-210 135 Ermeni tarihçi Urfalı Mateos, Melikşah’ın ölümü üzerine “Herkesin babası ve bütün insanlara karşı merhametli ve hüsnüniyet sahibi bir zât olan büyük sultan Melikşah öldü” ifadesini kullanmıştır. 914 Sultan Melikşah öldüğünde, Horasan, Mâverâünnehr, Kaşgar, Balasagun, Harezm, Nîm-Rûz, Irak, Irakeyn, Fars, Kirman, Mazenderan, Taberistan, Azerbaycan, Erran, Ermen, Antakya ve Kudüs’ün de içinde olduğu bu geniş coğrafya onun hâkimiyeti altındaydı.915 914 Urfalı Mateos, s. 178; Cağfer Karadaş, ”Selçuklular’ın Din Politikası”, İstem, I (2), Konya 2003, s. 97-98. 915 Nizamü’l-Mülk, s. 216. 136 YEDİNCİ BÖLÜM BERKYARUK DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 7.1. BERKYARUK’UN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra Terken Hatun, 5 yaşındaki oğlu Mahmud’u tahta oturtmak için harekete geçti.916 Birçok kumandan ve devlet adamını kendi tarafına çeken Terken Hatun, devlet hazinesinden 20.000.000917 dinarı ordu mensuplarına dağıtarak onları Mahmud’un saltanatına ikna etti. 918 Berkyaruk’un yakalanması için Emir Kürboğa’nın görevlendirildiğini haber alan Nizamü’l-Mülk taraftarları da Berkyaruk’u kaçırarak Rey’de Sultan ilan ettiler.919 Terken Hatun, Berkyaruk’a Burûcerd’deki savaşta yenildikten sonra (1093) onunla anlaşma yaptı. 920 Terken Hatun, Azerbaycan Emîri İsmail b. Yakutî’yi evlenme vaadiyle yanına çekti. İsmail, Kerec’te Berkyaruk ile karşılaştığı savaşta mağlup oldu (1093).921 İsmail, Terken Hatun’un emîrlerinden kaçarak Berkyaruk’a sığındıysa da boğularak öldürüldü.922 Tutuş, Selçuklu tahtını ele geçirmek için Azerbaycan’a yürüdüğü sırada emîrleri Bozan ve Aksungur’un923 Berkyaruk tarafına geçmesi üzerine Dımaşk’a geri döndü.924 916 Ebû’l-Farac, I, s. 334. 917 İbn Kesîr, Terken Hatun’un oğlu Mahmud’un tarafını tutmaları için 3.000.000 altın dinarı askerlere dağıttığını kaydetmektedir. Ahmed b. Mahmud ise onun 1.000.000 dinar dağıttığını belirtmektedir. ElHüseynî ve El-Bundârî de Terken Hatun’nun devlet hazinesinde bulunan herşeyi askere dağıttığını aktarmaktadır. Bkz. El-Hüseynî, s. 52; İbn Kesîr, XII, s. 292; El-Bundârî, s. 83; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-Nâme I-II, (Haz. E. Merçil), Tercüman Yay., İstanbul 1977, II, s. 30. 918 Reşîdü’d-din Fazlullâh, s. 139-141; Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, (16. Baskı), Ötüken Yay., İstanbul 2006, s. 143. 919 Yazıcızâde Ali, s. 74; Er-Râvendî, I, s. 137; Reşîdü’d-din Fazlullâh, s. 141; Abdülkerim Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, İÜEFD, (36), İstanbul 2000, s. 405. 920 Ahmed b. Mahmud, II, s. 31; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 225-226; Abdülkerim Özaydın, ”Berkyaruk”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1992, V, 514. 921 Yazıcızâde Ali, s. 75; Er-Râvendî, I, s. 138; Erdoğan Merçil, “Haçlı Sefereleri Sırasında Büyük Selçukluların Durumu”, Uluslararası Haçlı Seferleri Sempozyumu 23-25 Haziran 1997, TTK Yay., Ankara 1999, s. 83. 922 Sevim-Merçil, s. 139; K. V. Zettersteen, “Berkyaruk”, İA, MEB Yay., İstanbul 1979, II, 556-557. 923 Tutuş’tan ayrılan Aksungur ve Bozan, Berkyaruk’un da yardımıyla bir ordu toplayıp hemen Tutuş’un üzerine yürüdülerse de bu savaşta mağlup oldular. Aksungur ve 14 komutanı öldürüldü. Bozan ve Gürboğa ve Abak oğlu Yusuf Haleb’e kaçtılar. Tutuş, Haleb’i de ele geçirince Kürboğa’yı affetmiş ise de Bozan’ı öldürdü. Bkz. El-Hüseynî, s. 52-53; Ahmed b. Mahmud, II, s. 33; Ali Sevim, “Azimî’nin ElMuvassal Adlı Eserindeki Selçuklular ile İlgili Kayıtlar”, Belleten, XLVII (187), (Temmuz 1983), s. 848- 849; Ali Sevim, “Tutuş’un Büyük Selçuklu Saltanatını Elegeçirme Teşebbüsü”, Belleten, XXVII (107), (Temmuz 1963), s. 425-427; Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, s. 407. 137 Berkyaruk’un Bağdat’a girmesiyle Abbasi Halifesi tarafından hutbe Berkyaruk adına okundu (1094). Berkyaruk, Tutuş’un öncü birliğine yenilip İsfahan’a çekilince kardeşi Mahmud’un emîrleri tarafından yakalandı ve gözüne mil çekilmek üzereyken Mahmud’un çiçek hastalığına yakalanıp öldüğü haberi geldi. (1094) Mahmud’u destekleyen askerler o ölünce Berkyaruk’u İsfahan’da Sultan ilan ettiler. 925 Berkyaruk ve Tutuş arasında Rey şehri civarında (1095) yapılan savaşta Tutuş mağlup edilerek savaş alanında öldürüldü. Berkyaruk amcası Arslan Argun’u da hallettikten (1097) sonra aynı yıl kardeşi Sencer’i Horasan’a “melik” tayin etti. Diğer kardeşi Muhammed Tapar’a ise Gence ve çevresinin idaresini verdi. 926 Muhammed Tapar, Gence’de kendi adına hutbe okutarak saltanat iddiasında bulundu (1099).927 İki kardeşin orduları Nihavend civarında üçüncü defa karşılaştıkları zaman Halife ve âlimlerin aracılığıyla bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; Berkyaruk sultan, Muhammed Tapar melik unvanını alacak, Muhammed Tapar Gence ve ona bağlı yerlerde üç nevbet çaldıracak ve Sultan Berkyaruk’a yılda 1.300.000 dinar vergi ödeyecekti. Ancak bu anlaşma uzun sürmedi ve Muhammed Tapar Rey’e giderek tekrar sultanlığını ilan etti.928 İki kardeş arasında Hoy şehri önündeki beşinci ve son savaşı da Berkyaruk kazandı (1103).929 Selçuklu âlimler uzun saltanat mücadelelerinde memleketlerin harap olduğunu, Haçlılarla olan mücadelenin şiddetlendiğini söyleyerek iki kardeş arasında anlaşma yapılmasını sağladılar (1104).930 Bu anlaşmaya göre; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap bölgeleri Sultan Berkyaruk’a ait olacaktı. Bağdat’ta hutbe onun adına okunacaktı. Azerbaycan, Doğu Anadolu, El-Cezire ve Musul Muhammed Tapar’ın idaresinde olacaktı. Böylece Büyük Selçuklu Devleti ikiye ayrılmış oluyordu.931 924 İbn Kesîr, XII, s. 285; Ebû’l-Farac, I, s. 335; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 61; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436- 500/1044-1106-7)”, s. 18. 925 Abû’l-Farac, I, s. 335; Yazıcızâde Ali, s. 75; Er-Râvendî, I, s. 139; Aksarayî, s. 16; Reşîdü’d-din Fazlullâh, s. 144. 926 İbn Kesîr, XII, s. 294; El-Hüseynî, s. 53; Azimî, s. 29; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 226-227; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 47-48; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 61-62. 927 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 229; H. Namık Orkun, Türk Tarihi I-IV, Akba Kitabevi Yay., Ankara 1946, III, s. 65. 928 Abdülkerim Özaydın, ”Muhammed Tapar”, DİA, YT Yay., İstanbul 2005, XXX, 580. 929 Er-Râvendî, I, s. 144; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 63. 930 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 105. 931 Müneccimbaşı, I, s. 92-93; Joseph Deguignes, Büyük Türk Tarihi I-VIII, Türk Kültür Yay., İstanbul 1976, IV, s. 1024; Merçil, Büyük Selçuklu Devleti, s. 95; Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 49. 138 7.2. I. KILIÇ ARSLAN VE KULAN ARSLAN’IN ANADOLU’YA GELİŞİ Süleyman-Şah, Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek üzere Tutuş ve emîr Artuk’a karşı giriştiği mücadelenin sonunda ölmüştü. Sultan Melikşah da Kuzey Suriye’deki buhranı ortadan kaldırmak üzere Antakya seferinde Süleyman-Şah’ın oğullarından I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan’ı İsfahan’a nakletmişti.932 Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Kutalmış-oğullarının kendilerine karşı başkaldırmalarına ve istiklâllerine fırsat vermemek için ölümüne kadar onları yanından ayırmadı ve Türkiye Selçuklu Devleti 1086-1092 yılları arasındaki 6 yıl boyunca sultansız kaldı.933 Ebu’lKasım ise Sultan Melikşah’ın yanına gitmek için kardeşi Ebu’l-Gazi’yi İznik’te yerine vekil olarak bıraktıktan sonra İsfahan’a gitti ve dönüşünde Bozan tarafından boğdurularak öldürüldü. Ebu’l-Gazi ise Alexios’un İznik’i ele geçirmesini engellemeye çalışmaktaydı.934 Sultan Melikşah’ın 1092 yılında ölmesiyle beraber Büyük Selçuklu Devleti’nin hanedan üyeleri arasında yıllarca sürecek taht kavgaları başladı. Büyük Selçuklu Devleti’ndeki bu taht karışıklıklarından faydalanan I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, hapis olarak tutuldukları İsfahan’dan kaçarak veya Berkyaruk tarafından serbest bırakıldıktan sonra Anadolu’ya gittiler.935 Bu iki şehzade daha önceden babalarına tâbi olan Orta Anadolu’dan geçerken büyükçe bir kuvvet topladılar.936 Şehzadelere katılan kuvvetler Anadolu ve Suriye’de bulunan Yıvalar’a mensup bazı Türkmenlerdi. Zira babaları Süleyman-Şah’ın ölümünden sonra zaten feodal bir bünyeye sahip olan göçebe Türkmenler, kendi boy beyleri idaresinde daha müstakil bir şekilde hareket etmekteydiler.937 Kılıç Arslan, İznik’e geldiğinde babasının teşkilatını aynen korunmuş olarak buldu. Bunun sebebi ise Süleyman-Şah’ın İznik’te kendi yerine bıraktığı Ebu’l-Kasım, daha sonra da Ebu’l-Gazi ve onların tayin ettiği valiler, onun teşkilatını aynen 932 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 129. 933 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 126. 934 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 114-115. 935 Anna Komnena, s. 206; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 95; Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s.64; Abdülkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092- 1104), İÜ Yay., İstanbul 2001, s. 125. 936 Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 15. 937 Osman Turan, “Kılıç Arslan I (?-1107)”, Makaleler (Haz. A. Çetin-B. Koç), Kurtuba Yay. Ankara 2010, s. 570. 139 korumalarıydı.938 I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, İznik’e ulaşınca şehrin ahalisi onları coşkuyla karşıladılar. Ebu’l-Gazi, İznik’i babalalarının mirası olduğu için hemen onlara teslim etti. Yaşça büyük olan Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklu tahtına oturarak Sultan ilan edildi.939 İznik yönetimini ele geçiren I. Kılıç Arslan, Ebu’l-Gazi’yi komutanlık görevinden alarak yerine emîr Muhammed’i tayin etti.940 I. Kılıç Arslan941 kendisiyle beraber İznik’e gelen askerlerin ailelerini ve çocuklarını buraya getirterek İznik civarına yerleştirdi.942 7.3. KUTALMIŞ-OĞULLARINDAN ALP İLEK’İN ANADOLU’DA GÖRÜNMESİNE DAİR Önceki bölümlerde aktardığımız üzere Kutalmış-oğullarından Alp İlek (Yülük, İlig) ve Devlet (Dolât),943 Şöklü ile ittifak içine girerek Atsız’a karşı mücadele etmiş ama başarısız olmuşlardı. Atsız, mağlup ettiği Kutalmış-oğullarını Sultan Melikşah’ın yanına göndermişti. Kutalmış-oğullarından Alp İlek’in 1095 yıllarında Malatya çevresinde faaliyetlerde bulunduğu kaynaklar sayesinde tespit edilmesine rağmen Anadolu’ya gelişi hakkında hiçbir bilgi yoktur.944 Sultan Melikşah’ın yanına götürüldükten sonra onun ne kadar zaman gözetim altında tutulduğu, Sultan Melikşah zamanında mı, yoksa onun ölümünden sonra mı Anadolu’ya geldiği hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Sultan Melikşah’ın ölümünden önce Anadolu’ya geldiyse neden Süleyman-Şah’a katılmadığı, onun ölümünden sonra Anadolu’ya geldiyse neden kardeşinin oğlu Kılıç Arslan’a katılmadığı hakkında hiçbir fikir sahibi değiliz. 938 Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 20. 939 Ahmed b. Mahmud ve Kazvînî, I. Kılıç Arslan’dan önce Kulan Arslan’ın (Davud) Türkiye Selçuklu tahtına oturduğunu kaydetmektedirler. Müneccimbaşı ve İbnü’l-Azrâk, ise I. Kılıç Arslan’ın Sultan Melikşah tarafından serbest bırakılarak gönderildiğini yazmaktadırlar. Aksarayî de Sultan Melikşah’ın Süleyman-Şah’ın kavminin emîrliğini onun oğlu I. Kılıç Arslan’a verdiğini belirtmektedir. Bkz. Aksarayî, s. 15; Ahmed b. Mahmud, II, s. 146; Müneccimbaşı, II, s. 8; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 126; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 26. 940 Anna Komnena, s. 206. 941 Osman Turan, Haçlılar karşısında zor bir duruma düşen I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu Sulltanı Berkyaruk’a, Buldacı başkanlığında elçilik heyeti gönderdiğini ve ondan yardım istediğine dair bir rivayetin olduğunu ama bu rivayetin teyit edilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu rivayet için bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 133. 942 Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 15. 943 Azimî, 1122/23 yılı olaylarını anlatırken Kutalmış-oğullarından Devlet’in Azâz topraklarını yağma ettiğini ve buranın sahibi Guillaume tarafından öldürüldüğünü kaydetmektedir. Azimî, Alp İlek ile birlikte Büyük Selçuklu başkentine gönderilen Devlet’in nasıl serbest kaldığı hakkında bilgi vermemektedir. Bkz. Azimî, s. 45. 944 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 79. 140 Urfa’ya hâkim olan Thoros, düşmanlarından intikam almak için Malatya’ya giderek Alp İlek’e945 1095 yılında Urfa’yı teslim edeceğini bildirip onu şehre davet etti. Thoros, şehri teslim alan Alp İlek’i bir ay sonra zehirliyerek öldürdükten sonra tekrar şehre hâkim oldu.946 945 Suryanî Mihail, Alp İlek’in zehirlenerek öldüğü bu olayda onu, Al-Faridj ismiyle nakletmektedir. Bkz. Suryanî Mihail, s. 38. 946 Urfalı Mateos, s. 186; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 79; Demirkent-Korkmaz, s. 115-116. 141 SEKİZİNCİ BÖLÜM MUHAMMED TAPAR DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 8.1. MUHAMMED TAPAR’IN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI Sultan Berkyaruk öldükten (1104) sonra emîr Ayaz, Sultan Berkyaruk’un veliahd ilan ettiği oğlu Melikşah’ı da yanına alarak Bağdat’a gitmişti.947 Emîr Ayaz’ın isteği üzerine halife tarafından Bağdat’ta II. Melikşah adına hutbe okunmuş ve saltanatı onaylanmıştı.948 Muhammed Tapar, Musul’da Çökürmüş’ü kuşattığı esnada Sultan Berkyaruk’un ölüm haberini aldı. Muhammed Tapar, Çökürmüş’ü kendine tâbi kıldıktan sonra Bağdat’a doğru harekete geçti. Emîr Ayaz, Muhammed Tapar, Bağdat’a geldiğinde ona karşı gelemeyeceğinden dolayı Melikşah’ı affetmesini istedi. Sultan Muhammed Tapar, kardeşinin oğluna iyi davrandığı gibi emîr Ayaz’a da ikramda bulundu. Bu olayın hemen ardından Bağdat’ta hutbe Muhammed Tapar adına okunmaya başlandı (1105). 949 Muhammed Tapar, emîr Ayaz’ın kendisini öldürmek için girişimlerde bulunduğunu anlayınca onu öldürtüp ortadan kaldırdı.950 Böylece Büyük Selçuklu devletindeki ikili yönetim ortadan kalktığı gibi Muhammed Tapar da ülke yönetiminin tek hâkimi oldu. 951 Sultan Muhammed Tapar, Porsuk-oğullarından destek gören amcası Böribars’ın oğlu Mengübars ile diğer amcası Tekiş’in oğullarını İsfahan kalesine hapsettirerek kendi tahtını güven içine aldı.952 8.2. I. KILIÇ ARSLAN’NIN MUSUL’U ELE GEÇİRİP HUTBEYİ KENDİ ADINA OKUTMASI Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan, Malatya’yı aldıktan sonra doğuya doğru devletin sınırlarını genişletmeye başladı. I. Kılıç Arslan Danişmendli tehlikesini ortadan kaldırdıktan sonra, İran’daki amcazâdelerine karşı Selçuklu hâkimiyetini elde 947 Sevim-Merçili, s. 176. 948 El-Bundârî, s. 91; Reşîdü’d-din Fazlullâh, s. 154; Sevim-Merçil, s. 174. 949 Ebû’l-Farac, I, s. 344; Müneccimbaşı, I, s. 98-100. 950 Ebû’l-Farac, I, s. 334;Yazıcızâde Ali, s. 82; El-Hüseynî, s. 55; Er-Râvendî, I, s. 150. 951 Sevim-Merçil, s. 176. 952 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 50; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), TTK Yay., Ankara 1990, s. 44; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 64. 142 etmek emelini beslemeğe başladı.953 I. Kılıç Arslan’ın bu düşüncesi Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devletleri ilişkilerini tehlikeli bir safhaya soktu. Arslan Yabgu ve Mikail-oğulları arasında süre gelen saltanat rekabeti halen devam etmekteydi. I. Kılıç Arslan da dedesi Kutalmış’tan beri süre gelen Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek çabasından vazgeçmemişti. I. Kılıç Arslan’ın Güneydoğu Anadolu’ya yönelmesi, sadece Haçlılara karşı savaş yapmaya yönelik bir düşünceye dayanmıyordu.954 I. Kılıç Arslan’ın doğuya yönelmesinin bir diğer sebebi de İslâm medeniyeti hududları içerisinde gelişen doğunun, bu devirde Orta Anadolu’ya göre çok ileri bir medeniyete sahip olmasıydı.955 Bu sıralarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Türk beylikleri bulunuyordu. Âmid’de Yınal-oğlu İbrahim, Siirt’te Kızıl Arslan, Erzen’de Alptekin, Ahlat ve çevresinde Sökmen, Harput’ta Çubuk-oğlu Muhammed, Silvan’da Ziyaüddin Muhammed bulunmaktaydı.956 I. Kılıç Arslan, bu bölgelerdeki bütün beylikleri kendisine bağlamak istemekteydi.957 I. Kılıç Arslan, ilk önce Silvan’a gidip burasını Türkiye Selçuklu Devleti’ne bağladı.958 I. Kılıç Arslan, Silvan hâkimi olan Muhammed’i nâip olarak atadığı gibi, Elbistan’nın yönetimini de ona verdi. I. Kılıç Arslan’ın bu seferi esnasında Erzurum’daki Saltuklu ve Ahlat’taki Sökmenli emîrleri dışında, bölgenin öteki emîrleri, kendisine tâbiiyetlerini arz ederek Haçlılara karşı onun emrine girdiler.959 I. Kılıç Arslan, Malatya’yı aldıktan bir süre sonra ordusuyla Urfa’ya960 gelip buraya yakın bir yerde konakladı (1106). Urfa halkı saldırılara karşı şehri şiddetle müdafaa etmekteydi. Bu esnada Çökürmüş’ün Harran’da bulunan adamları, şehirlerini teslim etmek için onu çağırdılar. Bunun üzerine I. Kılıç Arslan, derhal harekete geçerek şehri onlardan teslim aldı. Şehir halkı, I. Kılıç Arslan’ın cihad için gelmiş olmasından 953 Osman Turan, “Kılıç Arslan I”, İA, MEB Yay., İstanbul 1977, VI, 686. 954 Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 54. 955 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 136. 956 Sevim-Merçil, s. 432. 957 Turan Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 136. 958 Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 100. 959 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 133; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 118; Turgal, s. 24; Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 40. 960 Urfalı Mateos, I. Kılıç Arslan, Urfa’ya şiddetle hucümda bulunduysa da başarısız olarak Harran’a gittiğinden bahsettiği gibi, Çökürmüş’ün adamlarının davetinden de tamamen habersiz olduğunu kaydetmektedir. Urfalı Mateos, s. 231. 143 dolayı çok memnun oldu. Harran’da birkaç gün kalan I. Kılıç Arslan, hastalanınca Malatya’ya geri gitmek zorunda kaldı; fakat adamları Harran’da kaldı.961 Sultan Muhammed Tapar, 1105 yılı ilkbaharında I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı Diyarbekir ve Elcezire bölgelerine yürümek kararında olduğunu öğrenmiş bulunuyordu. I. Kılıç Arslan’ın Güneydoğu Anadolu seferine çıkmadan önce bu bölgedeki olaylar ile yakından ilgilenmekteydi. Sultan, 1105 yılında Çökürmüş’ün I. Kılıç Arslan ile gizli bir anlaşma içinde olduğundan kuşkulanmaktaydı. Bu yüzden Sultan, 1106 yılında Diyarbekir, Elcezire ve Musul idaresini emîr Çavlı’ya962 vererek Çökürmüş’ten kurtulmak istedi.963 Çavlı, Çökürmüş’e964 karşı yaptığı savaşta onu mağlup ederek esir aldı.965 Çökürmüş’ün esir edildiği haberini alan Musul halkı, Çökürmüş’ün 11 yaşındaki oğlu Zengî’yi emîr tayin edip adına hutbe okuttular.966 Kale muhafızı Guz-oğlu (Oğuzoğlu) adındaki bir memlûku idi. Guz-oğlu, Çökürmüş’ün topladığı atları, paraları ve tüm ganimeti askerlere dağıttığı gibi Hille Emîri Seyfuddevle Sadaka, Malatya’da bulunan I. Kılıç Arslan ve Bağdad şahnesi Aksungur el-Porsukî'ye haber göndererek süratle yardıma gelmelerini ve Çavlı’yı uzaklaştırmalarını istedi. Ayrıca her birine yardıma geldikleri takdirde Musul'u kendilerine teslim edeceğeni bildirdi. I. Kılıç Arslan ilc 961 Urfalı Mateos, s. 231; S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi (Kudüs Krallığı ve Frank Doğu 1100-1187) I-III, (1952), (Çev. F. Işıltan), TTK Yay., Ankara 1987, II, s. 90; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098’den 1118’e kadar), İÜEF Yay., İstanbul, 1974, s. 103-104; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 40. 962 İbnü’l-Esîr, Çökürmüş’ün Sultan Muhammed Tapar’a karşı hizmette ağır kaldığını ve Sultan’a göndermesi gereken parayı göndermemesinden dolayı bu bölgeleri ondan alarak Çavlı’ya verdiğini kaydetmektedir. İbnü’l-Kalânisî ise, Haçlıların Suriye kıyılarını Trablus sınırını kuşatmaları yüzünden Müslümanlar Sultan Muhammed Tapar’dan yardım istediler. Sultanın da emîr Çavlı’yı Türkmenlerden oluşan büyük bir orduyla harekete geçirdiğini belirtmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 519; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H.436-500- 1044-1106-7)”, s. 40. 963 Ebû’l-Farac, Ebû’l-Farac Tarihi I-II, TTK Yay., (1932), (3. Baskı), (Çev. Ö. Rıza Doğrul), Ankara 1999, II, s. 345; Runciman, II, s. 91; Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 54- 55. 964 İbnü’l-Esîr ve Ebû’l-Farac, Çökürmüş, Çavlı tarafından esir edildikten sonra bir çukura hapsedildi. Musul halkına şehri teslim edip efendilerini kurtarmaları söylenmişse de Çökürmüş, yaşlı olduğu için dayanamayıp çukurda öldüğünü belirtmektedirler. İbnü’l-Kalânisî, Çökürmüş’ün Çavlı tarafından öldürüldükten sonra kafasının kesilip Musul’a gönderildiğini yazmaktadır. Urfalı Mateos ise Çökürmüş’ün Çavlı ile giriştiği muharebe esnasında bir ok isabet etmesi nedeniyle öldüğünü aktarmaktadır. Karşılaştırmalar için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 520-521; Ebû’l-Farac, I, s. 345; Urfalı Mateos, s. 231; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 40. 965 İbn Kesîr, XII, s. 323-324. 966 Ebû’l-Farac, I, s. 345; Ahmed b. Mahmud, II, s. 147; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 239; Hamit Pehlivanlı, ”Selçuklular ve Selçuklu Müesseseleri (1000-1300)”, (Ed. A. Nezihi Turan), Tarih El Kitabı Selçuklulardan Bugüne, Grafiker Yay.,Ankara 2004, s. 23. 144 Aksungur el-Porsukî olumlu cevap verip harekete geçtilerse de, Sadaka bu teklifi kabul etmeyerek Sultan Muhammed'in emrinde kalmayı tercih etti. 967 I. Kılıç Arslan bu teklifi kabul edip ordusu ile Musul istikametinde harekete geçti.968 I. Kılıç Arslan Nusaybin’e ulaşınca Çavlı, Musul’dan ayrılıp Sincar’a969 gitmek zorunda kaldı.970 Aksungur ise Musul’a hareket ederek Çavlı’nın Musul’dan ayrılmasından sonra Musul’a vardı. Aksungur, şehrin doğu yakasına karargâh kurdu. Ancak Musul halkından hiçbir kimsenin kendisiyle irtibata geçmemesi yüzünden aynı gün geri döndü.971 Mardin Artuklu emîri İlgazi ve Çökürmüş’ün adamlarının bir kısmı da Çavlı’nın tarafına geçtiler. Böylece Çavlı’nın yanında 4.000 kişilik bir süvari birliği toplanmış oldu. Bu esnada Çavlı, Haleb Selçuklu meliki Rıdvan’dan bir mektup aldı. Rıdvan, onu Suriye’ye çağırıyordu. Bu haberin Çavlı’ya ulaşmasıyla o da hemen Rahbe’ye972 gitti.973 I. Kılıç Arslan, yanında bulunan Âmid emîri Yınal-oğlu İbrahim ve Harput emîri Çubuk-oğlu Muhammed ile beraber Musul’u teslim almak için Nusaybin’de bulunmaktaydı.974 Musul halkı ve Çökürmüş’ün askerleri Nusaybin’de975 bulunan I. Kılıç Arslan’a haber gönderip kendilerine bir zarar vermeyeceğine dair yemin etmesini istediler. I. Kılıç Arslan, kimseye zarar vermeyeceğine dair yemin ettikten sonra onlardan da kendisine itaat edeceklerine dair yemin aldıktan sonra onlarla beraber 967 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 522; Müneccimbaşı, II, s. 10; Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 112; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H.436-500- 1044-1106-7)”, s. 40; Cihan Piyadeoğlu, “Büyük Selçuklu Devleti Emîri Atabeg Çavlı Sakavu”, İÜEFTD, (38), İstanbul 2003, s. 44; M. TH. Houtsma, “Muhammed b. Malikşâh”, İA, MEB Yay., İstanbul 1979, VIII, s. 481-482. 968 Aksarayî, I. Kılıç Arslan’ın İran Saltanatı hevesiyle asker toplayıp Bagdad’a hareket ederken oğlu Mesud’u veliahd yapıp başkent Konya’yı ona teslim ettikten sonra yola düştüğünü aktarmaktadır. Bkz. Aksarayî, s. 22. 969 Ebû’l-Farac, I. Kılıç Arslan’ın geldiğini duyan Çavlı’nın kaçarak Balad şehrine gittiğini aktarmaktadır. Bkz. Ebû’l-Farac, II, s. 346. 970 Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), s. 60. 971 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 522. 972 Fırat’ın sağ sahilinde bir şehir, şimdiki al-Miyâdîn. Bkz. E. Honigmann, “Rahbe”, İA, MEB Yay., İstanbul 1964, IX, 601. 973 İbn Kesîr, XII, s. 323-324; Azimî, s. 34; Müneccimbaşı, II, s. 10; Sevim, Suriye-Filistin Devleti Tarihi, s. 115; Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 55; Artuk, Artuk Oğulları Tarihi, s. 41; Ali Sevim, “Artuk Oğlu İlgazî”, Belleten, XXVI (103), (Temmuz 1962), s. 663. 974 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 137; Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 134. 975 İbnü’l-Kalânisî, “I. Kılıç Arslan’ın Nusaybin’e ulaştığında Çökürmüş’ün oğlu Zengî’yi hemen yanına çağırdı ve o da hemen Nusaybin’e gitti” demektedir. Ayrıca Çökürmüş’ün oğlunun Haçlılara karşı Bizans İmparatorluğuna yardım amacıyla Anadolu’da bulunduğu esnada Kılıç Arslan’nın ordusunda olduğunu aktarmaktadır. Bkz. Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H.436-500- 1044-1106-7)”, s. 40. 145 Musul’a gitti.976 I. Kılıç Arslan, 22 Mart 1107’de Musul’a977 girerek şehri teslim aldı.978 Çökürmüş’ün oğlu Zengî’ye ve şehir halkına dokunmadığı gibi, “her kim bir kimse aleyhinde iftirada bulunursa ölüme mahkumdur” diye ilan çıkarttı.979 I. Kılıç Arslan, Çökürmüş’ün oğluna ve adamlarına hil’at giydirdi. Musul’da tahta oturan I. Kılıç Arslan, Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar adına okunmakta olan hutbeyi kendi adına çevirdi. Kaleyi Guzoğlu’ndan alarak onu oraya Dizdar (kale muhafızı) olarak atadı. Kadı Ebû Muhammed Abdullah b. El-Kâsım’ı Musul kadılığına, Ebû’l-Berekât’ı da şehrin reisliğine getirdi.980 8.3. I. KILIÇ ARSLAN’IN ÇAVLI İLE MÜCADELESİ VE ÖLÜMÜ I. Kılıç Arslan’ın, Nusaybin’e ulaştığını haber alan Çavlı, Musul’dan ayrılarak İlgazî ile birlikte Sincar’a sonra da Rahbe önüne gitti.981 Çavlı, Rahbe’ye ulaşınca bu şehri hemen kuşatma altına aldı. Çünkü Rahbe emîri Muhammed ibn es-Sebbâk, I. Kılıç Arslan’ın hâkimiyetini kabul etmiş olup, şehirde de hutbeyi onun adına okutmaktaydı. 982 Çavlı, Rahbe’yi kuşatma altına aldığı esnada daha önce Haçlılara karşı kendisinden yardım taleb eden melik Rıdvan’a bir mektup gönderip, Musul’u karşı kendisine askeri yardımda bulunmasını, Musul’u aldıktan sonra Haçlılar ile mücadele etmek için kendisiyle beraber gelebileceğini bildirdi.983 Bunun üzerine Haleb meliki Rıdvan, Antakya Haçlı Prensi Tancred ile bir sulh yaparak Rahbe önlerindeki Çavlı’ya katıldı.984 Musul’un Kılıç Arslan tarafından teslim alındığını haber alan Çavlı, Mardin Artuklu emîri İlgazî, Haleb meliki Rıdvan ve Çökürmüş’ün bir kısım askerleri ile birlikte hareketle Rahbe’yi elegeçirip Musul’a yürümek üzere idi.985 976 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 522; Ahmed b. Mahmud, II, s. 147. 977 Z. Velidi Togan, I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu hükümdarlığını paylaşmak yahut orasını tam olarak ele geçirmek için 1107 yılında Musul’u aldığını ve emîr Çavlı’nın da Urfa valisi olduğunu aktarmaktadır. Togan, s. 203. 978 Azimî, s. 34; Runciman, II, s. 91; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 239. 979 Ebû’l-Farac, II, s. 346. 980 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 522-523; Ebû’l-Farac, II, s. 346; Müneccimbaşı, II, s. 11; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 137; Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, s. 61. 981 Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, s. 61. 982 Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 56. 983 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 524; Runciman, II, s. 91; Ali Sevim, “Suriye Selçukluları-Haçlı İlişkileri”, Uluslararası Haçlı Seferleri Sempozyumu 23-25 Haziran 1997, TTK Yay., Ankara 1999, s. 99. 984 Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 40. 985 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 134. 146 I. Kılıç Arslan, bu haberi alınca 11 yaşındaki oğlu Melikşah (Şahinşah)’ı melik986 ve Bozmış’ı kumandan tayin ederek yanlarına 6.000 süvari bıraktı. I. Kılıç Arslan, hanımı Ayşe Hatun ve en küçük oğlu Tuğrul Arslan’ı Musul kalesinde bıraktı. . 987 I. Kılıç Arslan, Musul’daki işleri tanzim ettikten sonra Rahbe’yi ele geçiren Çavlı ve müttefiklerinin üzerine yürüdü. I. Kılıç Arslan’ın müttefikleri Çavlı’nın askeri gücünü görünce kaçmaya başladılar. I. Kılıç Arslan’nın ordusunda ilk firar eden Âmid emîri İbrahim oldu. İbrahim ağırlıklarını ve çadırlarını bırakıp geri döndü. Diğer Şarkî Anadolu beyleri de Sultan Muhammed Tapar’a karşı savaşmaktan korkarak memleketlerine geri döndüler.988 Bu durum karşısında I. Kılıç Arslan, İmparator Alexsios’a yardım için gönderdiği birlikleri geri çağırmak zorunda kaldı.989 I. Kılıç Arslan Habur’a vardığında emri altında 5.000 süvarisi bulunmaktaydı. Çavlı’nın ise 4.000 süvarisi bulunmaktaydı.990 I. Kılıç Arslan ve Çavlı’nın kuvvetleri 13 Haziran 1107 tarihinde Habur kıyısında karşı karşıya geldiler.991 Yaz mevsimi olduğu için iki tarafın da çok sayıda atı telef oldu.992 İki taraf harp nizamına geçince bizzat I. Kılıç Arslan, büyük bir cesaret örneği göstererek Çavlı’nın ordusunun içine daldı. Sancaktarın kolunu bir darbe ile ikiye böldükten sonra Çavlı’ya yetişip ona da bir kılıç darbesi indirdi. Çavlı’nın zırhı parçalandıysa da vücuduna zarar veremedi. I. Kılıç Arslan’ın emri altındaki kuvvetler Çavlı’nın askerlerine karşı direnemeyerek silahlarını ve eşyalarını bırakıp kaçmaya başladılar. Askerlerinin bozulduğunu ve geride 986 Osman Turan, bu kişinin Mesud veya Şahinşah olabileceğini belirtmektedir. Ebu’l-Farac ve İbnü’lEsîr, bu kişinin Melikşah olduğunu belirtmektedirler. Cahen, bu kişinin Şahinşah olduğunu belirtmektedir. Uzluk, Mesud’un Konya’da olduğunu, Arab’ın ise I. Kılıç Arslan’ın yanında olduğunu belirtmektedir. Cenâbî, bu kişinin Mesud olduğunu belirtmektedir. Kazvinî, bu kişinin Mesud olduğunu belirtmektedir. Aksarayî, I. Kılıç Arslan İran saltanatını ele geçirmek için harekete geçerken oğlu Mesud’u veliaht yaptıktan sonra başkent Konya’yı ona teslim ettiğini belirtmektedir. Karşılaştırmalar için bkz. İbnü’l-Esîr, VIII, s. 524; Ebû’l-Farac, II, s. 346; Aksarayî, s. 22; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 137; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 101; Anonim Selçukname, s. 24; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 239; Göksu, “Târîh-i Güzîde’ye Göre Rûm (Anadolu) Selçukluları”, s. 26. 987 Ebû’l-Farac, II, s. 346; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 137; Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 57; Arslan Tekin, Türk’ün Tarihi, Kariyer Yay., İstanbul 2012, s. 324. 988 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 524; Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 106; Faruk Sümer, "Diyarbakır Şehri Yönetimi ve Yöresinde İnal oğullan Beyliği", MSKMSB I-II, Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya 1993, s. 113. 989 Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, s. 62. 990 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 524; Ebû’l-Farac, II, s. 346. 991 Aydın Usta, “Artuklular ve Haçlılar (Haçlıların Bölgeye Gelişlerinden Belek’in Ölümüne Kadar)”, İÜEFTD, (27), İstanbul 2002, s. 364. 992 Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 41. 147 bıraktıkları eşyaların Çavlı’nın kuvvetleri tarafından yağmalandığını gören I. Kılıç Arslan, esir düştüğü zaman barış andlaşması yapamayacağını ve Sultan’a karşı saltanat davasında bulunduğundan dolayı cezalandırılacağını bildiği için Çavlı’nın askerlerinin okları altında kendisini atıyla beraber Habur nehrine attı.993 I. Kılıç Arslan’ın atı ve kendisi zırhlı olduğu için nehri geçemeyerek boğuldu.994 Bir süre sonra bulunan cesedi, Silvan’a götürülüp orda defnedildi ve daha sonra burda yapılan türbeye Sultan Türbesi (Kubbetüssultan) adı verildi.995 Sultan Muhammed Tapar, Batınîlere karşı cihada giriştiği bir sırada I. Kılıç Arslan’ın Bağdad’ı istila ettiği haberleri yayılmaya başladı. Sultan da bu haberin doğru olabileceğinden endişelenerek Batınîlere karşı hareketini durdurdu. Daha sonra bu haberin asılsız ve I. Kılıç Arslan’ın öldüğü haberini alınca savaşa devam etti. 996 Çavlı, I. Kılıç Arslan’a karşı kendi safında çarpışmış olan İlgazî’yi savaştan sonra yakaladı ve ondan daha önce Türkmenler için verdiği paranın kendisine geri verilmesini istedi. İkisi arasında yapılan müzakereler sonucunda İlgazî aldığı paraları geri vermek üzere Çavlı ile anlaştı. İlgazî, parayı ödeyinceye kadar Çavlı’da kalmak üzere ona birkaç rehine bıraktı. Çavlı daha sonra Musul’a giderken melik Rıdvan da ondan korktuğu için hemen ayrılarak Haleb’e döndü.997 Emîr Çavlı, I. Kılıç Arslan’ın oğlu Melikşah’ı (Şahinşah) yakalayarak Sultan Muhammed Tapar’a gönderdi.998 I. Kılıç Arslan’ın Şahinşah’ın dışında Mesud, Arap ve Tuğrul Arslan adlarında üç oğlu daha vardı.999 Musul’da bulunan Tuğrul Arslan ve annesi Ayşe Hatun, I. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra emîr Bozmış tarafından Malatya’ya götürüldü ve Tuğrul Arslan burada Sultan ilan edildi.1000 993 İbnü’l-Esîr, VIII, s. 525; Ebû’l-Farac, II, s. 346-347; Müneccimbaşı, II, s. 12; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 138; Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, s. 63; Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 57-58; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 41; Sevim-Merçil, s. 433. 994 İbn Kesîr, XII, s. 324; Azimî, s. 34; Urfalı Mateos, s. 231; Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 100; Runciman, II, s. 91; Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, s. 115-116. 995 Sevim, Anadolu’nun Fethi, s. 135. 996 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 139. 997 Sevim, “Artuk Oğlu İlgazî”, s. 663; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 41. 998 Muharrem Kesik, “Sultan Melikşah (Şahinşah) ve Sultan I. Mesud”, Türkler, Ankara 2002, VI, 547; Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, s. 59; Erdoğan Merçil, “Türkiye Selçukluları”, Türkler, YT Yay., Ankara 2002, VI, 509. 999 Merçil, Müslüman –Türk Devletleri Tarihi, s. 118. 1000 Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, s. 59-60. 148 I. Kılıç Arslan, sahilleri Bizans’a bırakmak zorunda kaldı ise de Haçlılara karşı İmparator ile yaptığı andlaşmadan sonra devletin hudutlarını Musul’a kadar genişletti. Anadolu’ya gelişi Türkler arasında bir bayram olmuş ise destan olan cihadından ve savaşlarından sonra genç yaşta ölümü de o derece matem yarattı.1001 Urfalı Mateos, “Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra Hristiyanlar onun için matem tuttular. Çünkü o, her bakımdan büyük bir zattı” demektedir.1002 I. Kılıç Arslan’dan sonra doğuda oğlu Tuğrul Arslan’ın saltanatı kuruldu. Diğer Türk Beyleri bu bölgede Haçlılara karşı mücadele ederken batıda da Melikşah’ın (Şahinşah) gelişine kadar saldırıya geçen Bizanslılara karşı Hasan Bey idaresinde savunma savaşları devam ediyordu.1003 Melikşah’ın (Şahinşah) Anadolu’ya gelişi hakkında iki rivayet vardır. Birinci rivayete göre Sultan Muhammed Tapar, Anadolu’nun kötüye giden durumunu görerek Şahinşah’ı ülkesine göndermiş veya ikinci rivayete göre kaçarak1004 gelip 1110 yılında Konya Sultan’ı olmuştur.1005 1001 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 139. 1002 Urfalı Mateos, s. 231; Mehmet Ersan, “Ortaçağ Ermeni Kaynaklarına Göre Selçuklu Sultanları”, TİD, XXV (1), (Temmuz 2010), s. 152. 1003 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 180. 1004 İbnü’l-Kalânisî ve Cenâbî, Çavlı, I. Kılıç Arslan’ın oğlunu Sultan Muhammed Tapar’a gönderdikten sonra o, Tapar’ın yanında bir süre kaldıktan sonra Ağustos 1109 başlarında kaçarak babasının Anadolu’daki hükümdarlığına döndüğünü aktarmaktadırlar. Müneccimbaşı, Melikşah, Halifenin şefaati ile 3 yıl sonra esirlikten kurtuldu. Sultan Tapar, babasının ülkesini ona verdiğini, Melikşah’ın Anadolu’ya gelerek babasının tahtına oturduğunu aktarmaktadır. Ebû’l-Farac, Tuğrul Arslan, Malatya’da sultan ilan edildikten sonra onun annesi Ayşe Hatun, ismi Arslan olan bir emîr ile anlaşarak Bozmış’ı öldürttü. Arslan daha sonra Ayşe Hatun ile evlendi ve Malatya halkından zorla para toplamaya başladı. Tuğrul Arslan ve annesi Arslan’nın bu tutumuna karşı anlaşarak onu yakalattırdılar. Hatta onun öldüğü haberini bile etrafa yaydılar. Tuğrul Arslan ve annesi bir yıl sonra da Arslan’ı Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a gönderdiler. Sultan Muhammed Tapar da I. Kılıç Arslan’nın oğlu Melikşah’ı hapisten çıkartıp kardeşinin hükümdarlığına son vermek için Malatya’ya gönderdiğini aktarmaktadır. Karşılaştırmalar için Bkz. Müneccimbaşı, II, s. 16; Ebû’l-Farac, II, s. 349; Sevim, “İbnü’l-Kalânisî’nin Zeylü Tarih-i Dımaşk Adlı Eserinde Selçuklular ile İlgili Bilgiler I (H. 436-500/1044-1106-7)”, s. 42; Kesik, “Cenâbî’ye Göre Türkiye Selçukluları”, s. 239-240. 1005 Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 118; Koca, “Diyar-ı Rûm’un (Roma Ülkesi=Anadolu) Türkiye Haline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü”, TAD, (23), (Bahar 2008), s. 24; İbrahim Kafesoğlu, “Selçuklular”, İA, MEB Yay., İstanbul 1979, X, 380; Muhammet Kemaloğlu, “Türkiye Selçuklu Devletinin III. Hükümdarı Şahinşah Dönemi ve Şahinşah’ın Şahsiyeti”, OD, (88-89), İstanbul 2005, s. 3. 149 DOKUZUNCU BÖLÜM SENCER DEVRİNDE BÜYÜK SELÇUKLU-TÜRKİYE SELÇUKLU İLİŞKİLERİ 9.1. SENCER’İN BÜYÜK SELÇUKLU TAHTINA ÇIKIŞI Sultan Muhammed Tapar öldüğünde, veliaht tayin ettiği oğlu Mahmud tahta çıkartılarak Selçuklu Sultanı ilan edildi (1118).1006 Sencer de Büyük Selçuklu tahtını eleğeçirmek için hazırlıklara başladı ve Horasan’da sultanlığını ilan etti (1118).1007 Bu durum tek başına devlete hâkim olmak isteyen Sencer’i batıya yürümeye sevk etti. Veliahd Mahmud amcasının üzerine geldiğini haber alınca onunla anlaşmak istemişti ama bu çabaları da sonuçsuz kalmıştı. Büyük Selçuklu sultanlığını ele geçirmek isteyen Sencer ve Mahmud, Save yakınlarında karşılaştılar. Savaş filleriyle desteklenmiş Horasan ordusu kendisinden sayıca fazla olan Irak ordusunu bozguna uğrattı (1119).1008 Bu mağlubiyetten sonra İsfahan’a çekilmiş olan Mahmud, Sencer’in huzuruna çıkınca kötü muamele görmemiş ve Sencer’in kızıyla evlendirilmişti.1009 Sencer, bu zaferin ardından Büyük Selçuklu Devleti’ni yeniden düzenlemişti. Başta Rey şehri olmak üzere Garp ülkeleri Sencer’in hâkimiyetinde kalacaktı. Irak-ı Acem eyaletinin yarısı ve Gilan bölgesini şehzade Tuğrul’a, Fars eyaletini ve Huzistan’ın yarısını ise Selçukşah’a veriyordu. Mahmud da hutbede Sencer’in isminden sonra kendi ismini okutmak şartıyla merkezi İsfahan olmak üzere batı bölgeleri bırakılıyordu. Bu sayede başlangıçta merkezi İsfahan daha sonra Hemedan olmak üzere Irak Selçukluları Devleti ortaya çıkıyordu. Sencer tahta oturunca, Büyük Selçuklular’a bağlı bütün emîr, melik, han ve sultanlar ona tâbi duruma getirildi.1010 1006 Yazıcızâde Ali, s. 90. 1007 Sevim-Merçil, s. 205. 1008 Ahmed b. Mahmud, II, s. 44; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 66-67; Agacanov, Selçuklular, s. 195; M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, İkinci İmparatorluk Devri I-III, (4. Baskı) TTK Yay., Ankara 2011, II, s. 19. 1009 Azimî, s. 43. 1010 Merçil, Büyük Selçuklu Devleti, s. 107; Turan, Selçuklular Tarihi, s. 236-237; Anıl Çeçen, Tarihte Türk Devletleri, Milliyet Yay., İstanbul 1986,s. 89. 150 9.2. TÜRKİYE SELÇUKLULARI’NIN ORTA ANADOLU’YA ÇEKİLMELERİ Daha Anadolu’ya sağlamca yerleşmeden Doğu’ya ve Güneydoğu’ya genişleme siyasetini takip eden Türkiye Selçuklu hükümdarlarından Süleyman Şah ve Kılıç Arslan, bu amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırken ölmüşlerdi.1011 Bu nedenle Türkiye Selçuklu tahtına Kılıç Arslan’dan sonra oturan hükümdarlar devletin dış siyasetinde büyük değişiklik yaptılar. Artık onlar, Anadolu’ya sağlamca yerleşmeden, Anadolu’nun dışında fetih hareketlerinde bulunmanın yanlış olduğunu anladılar ve gözlerini Anadolu’nun dışından içine çevirdiler.1012 Kazvînî, Mes’ud’un her yıl Sultan Sencer’e bâc ve haraç gönderdiğini, Sencer Oğuzlara esir düştükten sonra İran’a haracın gelmediğini aktarmaktadır.1013 Ancak bu kaydı doğru olarak kabul etmemiz mümkün değildir. Sultan Sencer, Büyük Selçuklu tahtını ele geçirdikten sonra yeğeni Mahmud’a bir menşurla bazı bölgelerin idaresini vermişti. Sultan Sencer tarafından yazdırılan bu menşuru bizzat gördüğünü aktaran İbnü’l-Esîr, amcası tarafından Mahmud’a bırakılan yerler arasında Türkiye Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki topraklarının da bulunduğunu kaydeder.1014 Böylece Türkiye Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’ne değil de Irak Selçuklu Devleti’ne tabiî 1015 durumuna getirilerek vassalın vassalı olmuş durumdadır.1016 Büyük Selçuklu hükümdarı Sencer, “En Büyük Sultan” (Sultanü’l-Âzam) unvanını alıp kullanırken, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı I. Mes’ud, bastırdığı bakır paralarda “Büyük Sultan” (Sultanü’l-Mu’azzam) unvanını alıp kullanmaya cesaret edebilmiştir.1017 1011 Mehmet Altay Köymen, “Selçuklu Ordusu”, Belleten, LII (202), (Nisan 1988), s. 96. 1012 Koca, “Türkiye Selçuklu Devletinin Özellikleri”, s. 21; M. Altay Köymen, “Selçuklular ve Anadolu’nun Türkleşmesi Meselesi”, Selçuk, (1), (Aralık 1986), s. 28. 1013 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 220. 1014 Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi (1116-1155), TTK Yay., Ankara 2003, s. 106. 1015 Turan, Büyük Selçuklulara karşı başlangıçtan beri rakip olan Türkiye Selçukluları’nın tabiîyetlerine dair bu kaydı teyit etmenin mümkün olmadığını aktarmaktadır. Bkz. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 220. 1016 Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, s. 56. 1017 M. Altay Köymen, İkinci İmparatorluk Devri, II, s. 406; M. Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçuklu Sultanlarının Kitabelerde Geçen Bazı Unvanları ve Bunların Selçuklu Siyasetine Yansımaları”, TAD, (31), (bahar 2012), s. 180. 151 9.3. BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN YIKILIŞI Karahıtaylar’ın baskısı sonucunda Mâverâünnehr’den Belh’e göç etmiş olan Oğuzlar, Sultan Sencer’e yıllık 24.000 koyun vergi veriyorlardı.1018 Bu bölgeye göç eden Oğuzlar ile ilk anlaşmazlık, bu verginin alınması sırasında tahsildarın öldürülmesiyle meydana geldi.1019 Bu hadiseyi büyüten Belh valisi Kumac, Oğuzlar’ın üzerine yürümüşse de mağlup olup öldü. Bu haberi duyan Sultan Sencer, kumandanlarının teşvikiyle Oğuzlar üzerine sefere çıktı. Oğuzlar, Sultan’ı bu seferden vazgeçirmek için para ve birçok hediye teklif etmişse de istekleri kabul görmedi. İki taraf arasında Belh civarında yapılan savaşta Oğuzlar, Selçuklu ordusunu mağlup etti (1153). Sultan Sencer de Oğuzlar’ın eline esir düştü.1020 Oğuzlar Sultan Sencer’in esir edilmesinden sonra Merv, Tûs ve Nişabur şehirlerini yağmalayıp Merv ve Belh bölgelerine çekildiler.1021 Sultan Sencer, emîr Kumac’ın torunu Müeyyed Ayaba tarafından muhafızlarına Sultan adına kıymetli mallar vaat edilerek esirlikten kurtarıldı ve Tirmiz kalesine getirildi (1156).1022 Üç sene Oğuzlar’ın elinde esir kalan Sultan Sencer, Oğuz istilası yüzünden çöken devleti toparlayamadı ve bir sene sonra Merv şehrinde yetmiş üç yaşındayken öldü (9 Mayıs 1157). Sultan Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden kalktı. 1023 Böylece Büyük Selçuklu-Türkiye Selçuklu İlişkileri devri de sona ermiş oldu. 1018 Turan, Selçuklular Tarihi, s. 243; Sümer, Oğuzlar, s. 103; M. Altay Köymen, ”Büyük Selçuklu İmparatorluğunda Oğuz İsyanı”, DTCFD, V (1-2), (Mart-Nisan 1947), s. 167-172. 1019 Ramazan Şeşen (Haz.), İslam Coğrafyacılarına göre Türkler ve Türk Ülkeleri, (2. Baskı), TTK, Ankara 2001, s. 151. 1020 Ahmed b. Mahmud, II, s. 77-78; Müneccimbaşı, I, s. 125; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 71; 1021 M. Altay Köymen, ”Büyük Selçuklu Devletinde Oğuz İstilası”, DTCFD, V (5), (Kasım-Aralık 1947), s. 580-581. 1022 Er-Râvendi, I, s. 179; El-Hüseynî, s. 86. 1023 Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, s. 55; V.V. Barthold, İlk Müslüman Türkler, s. 32; Adnan MüderrisoğluŞ. K. Seferoğlu, Türk Devletleri Tarihi, Azerbaycan Kültür Derneği Yay., Ankara 1986, s. 81. 152 SONUÇ 985 yılında Oğuz Yabgu Devleti’nden ayrılarak Cend şehrine yerleşen Selçuk, etrafında bulunan ikisi Türk (Gazneliler ve Karahanlılar), biri Farsi (Saman-oğulları) olan devletlerarasında yer edinebilmek için İslâmiyet’i kabul etti. Selçuk’un ölmeden önce Mikail-oğullarından Tuğrul ve Çağrı Bey’leri kendi yerine geçirmek istemesi Arslan Yabgu ve Mikail-oğulları arasındaki ilk soğukluğu teşkil etti. Selçuk’un ölümünden sonra Selçuklu Türkmenlerinin başına geçen Arslan Yabgu, Karahanlı prenslerinden Ali Tegin ile ittifak yaparak Tuğrul ve Çağrı Bey’leri bu ittifakın dışında tuttu. Karahanlı tehlikesi karşısında müşgül bir duruma düşen Mikail-oğulları tarihten silinmek tehlikesiyle karşı karşıya geldiler. Bu tehlike karşısında hem yeni yurtluklar bulmak hem de gaza faaliyetlerinde bulunmak için Çağrı Bey 1018 yılında Arslan Yabgu’dan izin almadan Doğu Anadolu seferine çıktı. Başarıyla sonuçlanan bu seferin ardından Tuğrul ve Çağrı Bey’lere katılan Türkmen kuvvetleri Arslan Yabgu’nun telkiniyle dağıtıldı. Arslan Yabgu’nun Gazneliler tarafından Kalincar’a hapsi ve burada ölümünden sonra Türkmenlerin başına görünüşte Yabgu unvanıyla Musa Bey getirilmiş ise de aslında Türkmenlerin idaresi Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin eline geçmiş oldu. Selçuklular, Gazneliler’e karşı bağımsızlık mücadelelerine başladılar ve 1040 Dandanakan savaşından sonra Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular. Arslan Yabgu’nun 1032 yılında Kalincar kalesinde ölmesiyle Büyük Selçuklu tahtı Arslan Yabgu hanedanından Mikail-oğulları hanedanına geçmiş oldu. Bundan dolayıdırki Arslan Yabgu’nun oğulları ve torunları her fırsatta Büyük Selçuklu tahtında hak iddia ederek Büyük Selçuklu Sultanlarına karşı mücadele içine girmişlerdir. Sultan Tuğrul’un son dönemlerinde Kutalmış, babası Arslan Yabgu’dan dolayı Büyük Selçuklu tahtında hak iddia ederek isyan etmişse de yanına aldığı kardeşi Resul Tekin ile birlikte Selçuklu kuvvetleri karşısında tutunamayarak Girdkuh kalesine çekilmek zorunda kaldı. Sultan Tuğrul’un ölmesinden sonra Girdkuh kalesinde bulunan Kutalmış, babası Arslan Yabgu’dan dolayı tahtın kendi hakkı olduğunu ileri sürerek Alp Arslan ile mücadeleye girişmişse de yapılan savaşta mağlup oldu ve savaş alanından kaçarken atından düşüp kankaybından öldü. Kutalmış’ın oğulları ve kardeşi Resul 153 Tekin, Alp Arslan tarafından esir edilerek merkeze naknedildi. Kutalmış-oğulları, Alp Arslan’ın ölümüne kadar merkezde gözetim altında tutulsalar da Alp Arslan’ın ölümüyle oluşan otorite boşluğundan faydalanarak kaçıp Anadolu’ya geldiler. 1073 yılında Anadolu’da tarih sahnesine çıkan Kutalmış-oğullarından Devlet ve Alp İlek, Şöklü ve şiî halifesiyle ittifak yaparak Büyük Selçuklu emîrlerinden Atsız’a karşı mücadeleye girişmişselerde mağlup olmaktan kurtulamadılar. Savaş sırasında esir edilen iki şehzade Atsız tarafından Sultan Melikşah’ın yanına gönderildiler. SüleymanŞah bu duruma müdahale etmek istediyse de başarısız oldu. Etrafları Selçuklu vassalları ile çevrili olan Mansûr ve Süleyman-Şah bu bölgede tutunamayacaklarını anlayarak Anadolu içlerine doğru harekete geçtiler. Konya’ya ulaşarak burayı feth eden Kutalmışoğulları hareketlerine devam ederek Bizans sınırlarına ulaştılar ve Bizans’ın taht mücadelelerine karışmaya başladılar. Amcazâdelerinin Anadolu’da daha da güçlenmesini istemeyen Sultan Melikşah emîr Porsuk’u Kutalmış-oğulları üzerine göndererek Mansûr’u öldürttü. Mansûr’un öldürülmesinden sonra Türkmenler Süleyman-Şah’ın etrafında toplanmaya başladılar. İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurmuş olan Süleyman-Şah, Bizans ile Dragos anlaşması yaparak batı sınırını güvence aldıktan sonra doğuya yöneldi. Süleyman-Şah, Antakya’yı feth ederek Büyük Selçuklu Devleti ile komşu oldu ve Kurzâhil’de Musul emîri Müslim’i mağlup ederek öldürdü. Suriyede yayılma faaliyetleri içinde olan Tutuş, Süleyman-Şah’ın bu bölgede kuvvetlenmesini istemediğinden yanına aldığı Artuk Bey ile birlikte ona karşı harekete geçti. İki taraf arasında meydana gelen savaşta SüleymanŞah hayatını kaybederek Türkiye Selçuklu Devleti’ni hükümdarsız bıraktı. Savaş sırasında esir edilen Süleyman-Şah’ın oğuları I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, Suriye seferine çıkan Sultan Melikşah tarafından devlet merkezine gönderildiler. SüleymanŞah’ın, İznik’te kendisine vekil olarak bıraktığı Ebu’l-Kasım’ın Sultan gibi hareket etmesi üzerine Sultan Melikşah tarafından sırasıyla emîr Porsuk ve Bozan gönderildiyse de Ebu’l-Kasım’ın Bizans’tan destek alması üzerine hiçbir sonuç elde edilemedi. Ebu’l Kasım, Sultan Melikşah’ın yanından döndüğü esnada yakalanarak emîr Bozan tarafından boğdurtuldu. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanan I. Kılıç Arslan ve Kulan Arslan kaçarak veya serbest bırakıldıktan sonra 154 İznik’e giderek babalarının mirasına sahip çıktılar. Süleyman-Şah’ın ölümünden sonra Ebu’l-Kasım’ın devlet teşkilatını koruması sayesinde I. Kılıç Arslan işlevine devam eden bir örgütün sahibi oluyordu. Batıda Haçlılarla başarılı bir şekilde mücadele eden I. Kılıç Arslan babası gibi doğuya yönelme politikasını devam ettirerek Musul önlerinde Çavlı’ya karşı mücadele etti. İki taraf arasında meydana gelen savaşta I. Kılıç Arslan, Habur nehrini atıyla zırhlı bir şekilde geçmek isterken boğularak öldü. Kaynaklarda I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu merkezine gönderilen oğullarının isimleri hakkında farklı bilgiler mevcuttur. I. Kılıç Arslan’ın amcazâdeleri ile giriştiği mücadele sonucunda Türkiye Selçuklu Devleti ikinci defa başsız kaldı. Selçuklu şehzadeleri ülke topraklarının paylaşamayıp aralarında taht mücadelesine başladılar. Süleyman-Şah ve I. Kılıç Arslan’ı kaybeden Türkiye Selçuklu Devleti Anadolu içlerine çekilmeye mecbur kaldı. I. Mes’ud’un Türkiye Selçuklu tahtını ele geçirmesinden sonra Bizans’ın salldırıları ve Anadolu’daki milli birliğin sağlanmasına daha öncelik verilmesi gibi nedenlerden dolayı doğuya yönelmekten vazgeçtiler. Kutalmış-oğulları ve Mikailoğulları arasındaki mücadeleler Anadolu’daki milli birliğin sağlanmasını geciktirdiği gibi Bizans ve Haçlıların Anadolu’da daha etkin bir şekilde rol oynamasına neden oldu. 155 KAYNAKÇA Abû’l-Farac, Gregory, Abû’l-Farac Tarihi I-II, (1932), (2. Baskı), (Çev. Ö. Rıza Doğrul), TTK Yay., Ankara 1999. Agacanov, S. G., Oğuzlar, (1969), (Çev. Ekber N. Necef- Ahmet Annaberdiyev), (5. Baskı), Selenge Yay., İstanbul 2010. --------------, Selçuklular, (1991), (Çev. E. N. Necef-A. Annaberdiyev), Ötüken Yay., İstanbul 2006. Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme I-II, (Haz. E. Merçil), Tercüman Yay., İstanbul 1977. Ali Yazıcızade, Tevârih-i Âl-i Selçuk, (Haz. A. Bakır), Çamlıca Yay., İstanbul 2009. Alptekin, Coşkun, “Ahdâs”, DİA, İSAM Yay., İstanbul 1988, I, 508-509. --------------, “Büyük Selçuklular” DGBİT, Çağ Yay., İstanbul 1989, VII, 95-213. --------------, “Türkiye Selçukluları”, DGBİT, Çağ Yay., İstanbul 1989, VIII, 209-406. Anna Komnena, Alexiad, Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi, (1943), (Çev. B. Umar), İnkılâp Kitabevi Yay., İstanbul 1996. Anonim Selçuknam
XXXXXXX
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI GENEL TÜRK TARİHİ BİLİM DALI TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİ KAYNAKLARI IŞIĞINDA ANADOLU’DA GIDA VE ÜRETİMİ BİLGİLERİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) YUSUF ALPER GÜLLÜ BURSA – 2018 T. C. BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI GENEL TÜRK TARİHİ BİLİM DALI TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİ KAYNAKLARI IŞIĞINDA ANADOLU’DA GIDA VE ÜRETİMİ BİLGİLERİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Yusuf Alper GÜLLÜ Danışman Öğretim Üyesi: Dr. Öğr. Üyesi Sezai SEVİM BURSA – 2018 iv ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Yusuf Alper GÜLLÜ Üniversite : Bursa Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Tarih Anabilim Dalı Bilim Dalı : Genel Türk Tarihi Bilim Dalı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : X + 118 Mezuniyet Tarihi : ... /... / 20.... Tez Danışmanı : Dr. Öğr. Üyesi Sezai SEVİM TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİ KAYNAKLARI IŞIĞINDA ANADOLU’DA GIDA VE ÜRETİMİ BİLGİLERİ Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin Kutalmışoğlu Süleyman Şah (1075-1086) liderliğinde bir devlet kurmasıyla başlayan Türkiye Selçuklu Devleti döneminde, söz konusu kitlelerin Türkistan’dan getirdikleri kültürel değerler İslam akideleri ve hali hazırda Anadolu’da mevcut bulunan halkların değerleri ile yoğrulmuş, bu sayede Anadolu kültürü zenginleşerek gelişmiştir. Coğrafi şartlar ve sosyal hayat tarzları ile kazandıkları gıda temini, üretimi ve beslenme alışkanlıkları, Anadolu’da farklı coğrafi koşullar neticesinde elde edilen yeni hammaddeler ve işleme teknikleri sayesinde daha çeşitli ve yerleşik hayat koşulları ile daha teknik bir hal almıştır. Bu çalışmanın amacı, Türk kültürünün Anadolu’da bir dönüm noktası olan ve günümüze kadar gelen kültür hazinesinin önemli bir merhalesini teşkil eden Türkiye Selçuklu döneminin kültür tarihini gıda ve gıdaların üretim teknikleri açısından ilgili dönemin ana kaynakları çerçevesinde incelenmesi ve bu yolla ortaya çıkarılan verilerin Gıda Mühendisliği perspektifinden yorumlanarak Tarih Bilimi Metodolojisi ile sunulmasıdır. Anahtar Sözcükler: Türkiye Selçukluları, Kültür, Gıda, Gıda Üretimi, Kaynaklar v ABSTRACT Name and Surname : Yusuf Alper GÜLLÜ University : Bursa Uludağ University Institution : Social Science Institution Field : History Branch : General Turkish History Degree Awarded : Master Page Number : X + 118 Degree Date :... / ... / 20.... Supervisor : Asst. Prof. Sezai SEVİM FOOD AND FOOD PRODUCTION IN ANATOLIA IN DOMESTIC AND FOREIGN SOURCES OF ANATOLIAN SELJUKS ERA The Anatolian Seljuk period, started with establishing a state of Turks under the leadership of Kutalmışoğlu Süleyman Şah, it is seen as an significant age in which the cultural values brought from Turkistan by the masses are enriched by mixing with Islamic doctrines and the values of peoples already existed in Anatolia. Food supply, production and nutritional habit which have gained due to geographical conditions and their social life styles it became more technical with more varied and resident life conditions because of new materials and processing techniques different geographical conditions in Anatolia. The aim of this study is to investigate the cultural history of the Anatolian Seljuk period which is a milestone in Anatolia and constitute an important stage of cultural treasure, in terms of food and food production techniques in the context of main sources of the period concerned and to present the data revealed in this way through Methodology of History Science from the perspective Food Engineering. Key Words: Anatolian Seljuks, Culture, Food, Food Production, Sources vi ÖN SÖZ Yüksek lisans tezi olarak hazırladığım bu çalışma, Türk Kültür Tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil eden Türkiye Selçuklu döneminin belirlenen ana kaynaklarında geçen gıda ve gıda üretimine dair ifadelerin tespiti ve yorumlanması maksadı ile yapılmıştır. Lisans eğitimini Erzurum Atatürk Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümünde tamamlamış ve Yüksek Lisans eğitimine Bursa Uludağ Üniversitesi’nde devam etmekte olan bir öğrenci olarak bu çalışmayla hem dört yıl boyunca eğitim aldığım Gıda Mühendisliği bilimine hem de geri kalan hayatımı adayacağım Tarih alanına hizmet edecek bir çalışma yapmak istedim. Gıda Mühendisliği bilimi, Tarih Anabilim Dalının Kültür Tarihi alanı içerisinde yer aldığı için Lisans eğitiminde edindiğim bilgiler beni kültür tarihi çalışmalarına yönlendirdi. Fen Bilimleri ve Sosyal Bilimlerin metod ve çalışma prensipleri açısından iki farklı alan olması hasebiyle bu iki sahayı birleştiren bir çalışma doğası gereği meşakkatli ama bir o kadar da sürükleyici ve zevkli oldu. Türkiye Selçuklu dönemini tercih etmeme ise Yüksek Lisans eğitim dönemimin ders aşamasında Prof. Dr. Mehmet TEZCAN hocamdan aldığım Türkiye Selçukluları Tarihi dersi ve bu ders çerçevesinde Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Osman TURAN kütüphanesinde yaptığımız çalışma ilham oldu. Anadolu’da kurulan ilk Türk devleti olan Türkiye Selçuklu Devleti, askeri, kültürel, zirai ve sanatsal açıdan tarihimizde bize ilham olan güzide bir siyasi oluşum örneğidir. Kaynakların sınırlı olması sebebiyle diğer tarih yazımlarına nazaran daha az çalışılmış olan bu döneme ufak da olsa bir katkıda bulunmak bizim için bir onur vesilesi olacaktır. Ana kaynakların çevirileri üzerinden belirlediğimiz 25 kaynak içerisinde yapılan bu çalışma, önce tespit edilen bilgilerin verilmesi, daha sonra ise mühendislik bilgileri ve terimleri ile yorumlanmasıyla teşekkül etmiş özgün bir araştırma ve çalışma örneği sunmaktadır. Tezin yazım amaçlarından biri de söz konusu dönemi Gıda Mühendisliği açısından çalışmak isteyen araştırmacıların bilgileri doğrudan kaynaklar üzerinde görmelerini sağlamaktır. Araştırmamız bu yönüyle de bir nevi mühendislik bazında Gıda Tarihi eseri olma konumundadır. Çalışmalarım boyunca ilgi ve desteğini hiçbir zaman esirgemeyen İclal TEL’e ve bugüne kadar her an, her koşulda yanımda olan sevgili aileme en kalbi dileklerimle şükranlarımı sunuyorum. Türkiye Selçuklu Devleti’ni yakından tanımamı sağlayan ve çalışmalarıma ilham olan Prof. Dr. Mehmet TEZCAN hocama, kaynak incelemelerinde sağladığı imkânlar için TESAM Araştırma Merkezi’ne, çalışmanın gelişimine büyük katkı yapan, çokça yardım aldığım Arş. Gör. Yusuf Ziya KARAASLAN’a teşekkürü bir borç bilirim. Son olarak Yüksek Lisans Programı’na başladığım günden bu yana danışmanım olarak her konuda yardımını ve desteğini gördüğüm ve engin bilgilerinden istifade ettiğim değerli hocam Dr. Öğr. Üyesi Sezai SEVİM’e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Yusuf Alper GÜLLÜ Bursa - 2018 vii İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI...................................................................................................iii ÖZET...............................................................................................................................iv ABSTRACT.....................................................................................................................v ÖN SÖZ...........................................................................................................................vi İÇİNDEKİLER .............................................................................................................vii KISALTMALAR ............................................................................................................x GİRİŞ ...............................................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM GIDA ÖZELİNDE KÜLTÜR VE TÜRKİYE SELÇUKLULARI KÜLTÜR TARİHİNE GİRİŞ 1. GIDA VE BESİN..........................................................................................................3 2. GIDA - KÜLTÜR İLİŞKİSİ VE ÖNEMİ.....................................................................4 3. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ.........................................5 4. TÜRKİYE SELÇUKLULARI KÜLTÜR TARİHİ......................................................8 5. TÜRKİYE SELÇUKLULARI BESLENME VE YEMEK KÜLTÜRÜNÜ KONU ALAN BAZI ÇALIŞMALAR ........................................................................................13 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ YERLİ VE YABANCI KAYNAKLARINDA GIDA VE GIDANIN ÜRETİMİ 1. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YERLİ KAYNAKLARINDA GEÇEN GIDA VE GIDA ÜRETİMİ TERİMLERİNİN TESPİTİ..........................................................18 1.1. FUSÛS ÜL-HİKEM..............................................................................................18 1.2. RÂHATÜ’S-SUDÛR VE ÂYETÜ’S-SÜRÛR ........................................................19 1.3. TABAKÂT-I NÂSIRÎ .............................................................................................20 1.4. DÎVÂN-I KEBÎR ...................................................................................................21 1.5. MESNEVÎ .............................................................................................................25 1.6. EL EVÂMİRÜ’L-ALÂ’İYYE Fİ’L-UMURİ’L-ALÂ’İYYE .....................................29 viii 1.7. CÂMİ’Ü’T-TEVÂRİH ........................................................................................... 32 1.8. MÜSÂMERETÜ’L-AHBÂR .................................................................................. 32 1.9. ŞEYH EVHADÜ’D-DİN HÂMİD EL-KİRMÂNÎ MENÂKIBNÂMESİ ................. 34 1.10. MENÂKIBÜ’L-ÂRİFÎN ...................................................................................... 35 1.11. MENÂKIBU’L-KUDSİYYE FÎ MENÂSIBİ’L-ÜNSİYYE .................................... 37 1.12. TARÎH-İ ÂL-İ SELÇUK (ANONİM SELÇUKNÂME) ........................................ 38 1.13. İBTİDÂ-NÂME ................................................................................................... 39 1.14. TEVÂRÎH-İ ÂL-İ SELÇUK (OĞUZNÂME) ....................................................... 41 1.15. SALTUK-NÂME ................................................................................................. 44 1.16. CÂMİU’D-DÜVEL ............................................................................................. 45 1.17. FÜTÜVVETNÂMELER .................................................................................... 46 1.18. VAKFİYELER ................................................................................................... 47 2. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YABANCI KAYNAKLARINDA GEÇEN GIDA VE GIDA ÜRETİMİ TERİMLERİNİN TESPİTİ ............................................... 48 2.1. ALEXİAD .............................................................................................................. 49 2.2. URFALI MATEOS VEKAYİ-NÂMESİ (952-1136) VE PAPAZ GRİGOR’UN ZEYLİ (1136-1162) ..................................................................................................................... 50 2.3. NİKETAS KHONİATES TARİHİ .......................................................................... 52 2.4. BİR KEŞİŞ’İN ANILARINDA TATARLAR VE ANADOLU 1245-1248 ................ 53 2.5. ABÛL-FARAC TARİHİ ......................................................................................... 53 2.6. MESÂLİKU’L EBSAR FÎ MEMÂLİK’İL-EMSAR ................................................ 55 2.7. İBN BATTÛTA SEYAHATNÂMESİ ...................................................................... 56 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ YERLİ VE YABANCI KAYNAKLARINDA GIDA VE GIDANIN ÜRETİMİNE DAİR VERİLERİN TAHLİLİ 1. KAYNAKLARDA TESPİT EDİLEN GIDA TERİMLERİNİN TAHLİLİ ............... 59 1.1. ET VE ET ÜRÜNLERİ ........................................................................................ 59 1.2. BAKLİYAT VE TAHIL ÜRÜNLERİ ................................................................. 61 1.3. SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ .................................................................................. 63 1.4. MEYVE VE SEBZE ÜRÜNLERİ ....................................................................... 65 ix 1.5. SIVI GIDALAR ...................................................................................................67 2. ELDE EDİLEN VERİLERİN GIDA MÜHENDİSLİĞİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ ...............................................................................................68 2.1. GIDA MÜHENDİSLİĞİNDE TEMEL İŞLEMLER...........................................68 2.1.1. Isıl İşlemler ....................................................................................................69 2.1.2. Soğutma ve Dondurma ..................................................................................71 2.1.3. Kurutma .........................................................................................................72 2.1.4. Evaporosyon ..................................................................................................74 2.1.5. Damıtma.........................................................................................................75 2.1.6. Ekstraksiyon...................................................................................................75 2.1.7. Mekanik Ayırma İşlemi.................................................................................76 2.1.8. Depolama .......................................................................................................77 SONUÇ...........................................................................................................................79 KAYNAKÇA .................................................................................................................81 EKLER...........................................................................................................................84 x KISALTMALAR a.g.e. adı geçen eser a.yer. adı geçen yer b. baskı bkz. bakınız çev. çeviren d. dizi der. derleyen DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi haz. hazırlayan İSAM Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi KBY Kültür Bakanlığı Yayını neşr. neşreden s. sayfa S. Sayı ss. sayfadan sayfaya TTKY Türk Tarih Kurumu Yayını vb. ve benzerleri vd. ve diğerleri 1 GİRİŞ Gıda, bir toplumun coğrafyası ve iklim şartları altında sahip olduğu en önemli kaynakların başında gelmektedir. İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için gereken yaşam faaliyetleri arasında tartışılmaz bir yere sahip olan beslenmenin temel unsurunu oluşturan bu hazinenin aynı zamanda toplumların en önemli rekabet sebeplerinden biri olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte insanın sağlıklı, mutlu ve dolayısıyla başarılı bir hayat sürmesinin vazgeçilmez bir etkeni olan gıda, geçmişte ve günümüzde faaliyet gösteren milletlerin refah seviyelerini tespit edebilmek açısından da önem arz etmektedir. Kültürün önemli bir parçası olan gıda üretimi de evrensel işleme teknikleri göz önüne alındığında ortak değer konumuna gelebilmektedir. Örneğin peynir üretiminde, sütün pıhtılaştırılması işleminde rennet’in (peynir mayası, büyük oranda kimozin içeren)1 evrensel olarak binlerce yıldır kullanılmasına karşın, her milletin damak tadına göre uygulama tekniği kendi kültürel karakterinin bir neticesi olarak oluşmaktadır. Bu da toplumların teknik alt yapıları ve kültürel yaşantıları hakkında elde edilebilecek bilgilere ışık tutabilmektedir. Gıda ve üretimi üzerinde bilimsel ve sosyolojik tespitler çıkarabilmek için öncelikle elimizde kullanacağımız temel bilgilerin olması gerekmektedir. Özellikle de tez konusunda belirlendiği gibi tarihin aydınlatılması zor dönemleri hakkında veriler elde etmek için, kaynakların kullanımı ve elde edilen bilgilerin verimli bir şekilde değerlendirilmesi oldukça önem arz etmektedir. Bu tez çalışmasında yapılan araştırma hem birinci el kaynakların gıda ve üretimi adına ne düzeyde ve ne tür bilgiler içerdiği, hem de sonrasında yapılacak olan çalışmalarda kullanılabilecek temel bilgiler elde etmek açısından mühimdir. Kısacası bu araştırma kaynak eserlerin bir tahlili niteliği taşımaktadır. Tez çalışmasının 1. bölümünde gıda ve gıda üretimi kavramları tanımlanarak kültür tarihi açısından önemi değerlendirilmiş, Türkiye Selçukluları’nın kısaca tarihine değinilerek dönemin kültürel özelliklerinden bahsedilmiştir. 2. bölümde bu araştırma kapsamında belirlenmiş olan dönemin ana kaynaklarının Türkçe çeviri ve tercümelerinin incelenmesi neticesinde elde edilen gıda ve gıda üretimine dair 1 Songül Çakmakçı, Ayşin Cantürk, Yusuf Çakır, “Peynir Üretimi İçin Sütü Pıhtılaştıran Enzimlere Genel Bir Bakış ve Güncel Gelişmeler”, Akademik Gıda Bilimi ve Teknoloji Dergisi, 15 (4), 2017, 396-408. DOI: 10.24323/akademik-gida.370264, ss. 396-408. (21.07.2018) 2 kavramlar, eserler ve müellifler hakkında verilen bilgiler sunulmuştur. Çalışmanın 3. bölümünde, ikinci bölümde tespit edilen kavramlar sınıflandırılarak öncelikle gıda maddelerinin hammadde ve üretim açısından ne ifade ettiği değerlendirilmiş, ardından gıda üretimi bahsinde geçen kavramlar aynı şekilde incelenmiştir. Bu yolla elde edilen bütün bilgiler günümüz gıda mühendisliği temel işlemleri çerçevesinde değerlendirilerek yorumlanmıştır. Çalışmanın ekler kısmında yer alan, Türkiye Selçuklu dönemine ait gıda ve gıda üretimi bünyesinde kullanılan çeşitli araç ve gereçlere dair görsel malzemeyle, okuyucunun ilgili dönem hakkında kalıcı bilgiler edinmesine çalışılmıştır. Bu çalışmada izlenen araştırma metodu gereğince öncelikle kaynaklardan ilgili kavramların tespit edilebilmesi için çeviriler üzerinden kelime kelime okuma yapılmış, elde edilen bilgiler ilgili eserde geçtiği şekilde, yanında ilgili sayfa numaraları da verilerek eserin başlığı altında yazılmıştır. Bu yöntemin amacı sadece kaynağın ihtiva ettiği kavramların verilmesidir. Burada elde edilen verilerin çokluğu sebebiyle geçen ifadeler dipnot ile gösterilmemiş, eserin metin kısmının bir parçası olarak ifade ve numara yan yana gelecek şekilde sunulmuştur (örnek: kuzu eti, 1;). Bundan ötürü bu kısımda herhangi bir yorumlama yapılmamıştır. Bu yöntemle çalışmadan istifade etmek isteyen bir araştırmacının, bu araştırma dâhilinde gözden geçirilen döneme ait kaynakların gıda ve gıda üretimi açısından ne tür bilgiler verdiğini sistematik bir şekilde görmesine imkân vermek amaçlanmıştır. Aynı zamanda iktisatçıların ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) olarak tarif ettikleri, Türk tarımının bilgi alt yapısının da araştırılmasına katkı yapabilmek mümkün olabilecektir. Netice itibariyle bu araştırma kapsamında yapılan değerlendirmelerle Tarih ve Gıda Mühendisliği adlı birbirinden oldukça farklı iki alana dair disiplinler arası bir çalışma ortaya konmaya çalışılmıştır. Bir kültür tarihi incelemesi olan bu çalışma sözü edilen alanlara katkılar sunma amacından yola çıkılarak hazırlanmıştır. Bu araştırma ile Türkiye Selçuklu dönemi kültür tarihinde gıda ve gıda üretimine dair kavramların tarih metodolojisi yanında Gıda Mühendisliği araştırma usulüyle de değerlendirilmesi sağlanmıştır. 3 BİRİNCİ BÖLÜM GIDA ÖZELİNDE KÜLTÜR VE TÜRKİYE SELÇUKLULARI KÜLTÜR TARİHİNE GİRİŞ 1. GIDA VE BESİN Gıda, insanoğlunun hava ve sudan sonra gelen en önemli hayati ihtiyacıdır. İlk insandan bugüne kadar zamana ve zemine göre değişip yenilenerek, vücudun temel ihtiyaçlarını ve sosyokültürel sınırlar çerçevesinde insanın tatminini karşılayacak çeşitli formlara dönüşmüştür. Her ne surette olursa olsun beslenme ve gıda, beşeri hayatın bütün safhalarında karşı konulmaz ve değişmez bir biçimde ilk sırada bulunmaktadır. Bu kadar önemli olmasına rağmen gıda ve gıdanın üretimi üzerine sosyal, kültürel ve tarihi çalışmaların hepsi, çoğu zaman göz ardı edilmiş ve hak ettiği oranda bir ilgi ve araştırmaya konu olmamıştır. Bugün hala gıda ve unsurları ileri medeniyetlerin her daim gündeminde olan bir konudur. Çalışmada karşımıza çıkan veriler mühendislik bakış açısıyla inceleneceği için, çalışma konusunu ilgilendiren kavramları net bir şekilde ifade etmek gerekmektedir. Tez çalışması çerçevesinde ele alınan gıda ve gıda üretiminden kastedileni açık bir şekilde tanımlamak çalışmanın anlaşılması açısından faydalı olmaktadır. Parçadan bütüne doğru gelindiğinde besin, hayatımızı devam ettirmemiz için gerekli olan hücre ve vücut enerjimiz ile birlikte temel ihtiyaçlarımızı da karşılamamız için gerekli olan enerji veren ya da vermeyen maddelerdir. Örneğin; protein, yağ, karbonhidrat, vitamin, mineral vb. gibi. Gıda ise besin maddelerinin çeşitli formlarda birleşerek oluşturduğu ürünlerdir; besin maddelerini almamızı sağlayan yapılardır. Bir diğer ifade ile gıda bileşenleri, besin maddeleridir.2 Daha net bir ifade ile yapılan bu tanımı bilmenin önemi şudur ki, çalışmada Türkiye Selçukluları dönemi yerli ve yabancı kaynaklarını kelime kelime incelerken beslenme merkezli değil gıda merkezli bir analiz yapılacaktır. Bulacağımız tanımlar ve elde edeceğimiz ifadeler, söz konusu dönemde mevcut bulunan gerek hammadde, gerekse işlenmiş olan gıda ürünleri olacaktır. Bu durum, bir Tarih tezi olan çalışmamızın beslenme ve yemek konusunda detaylı kültürel ifadelerden arındırılarak, Türkiye Selçukluları döneminde aydınlatılmasını istediğimiz hususları daha kolay ve akıcı bir şekilde sunmamızı sağlayacaktır. Çünkü beslenme, içerisinde besinleri ve diğer 2 Mehmet Demirci, Beslenme, 2. b., Tekirdağ: Tekirdağ Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 7. 4 maddeleri bulunduran gıdaların, insanların beslenme fizyolojisi ve sağlığı ile ilişkilerini inceleyen bir bilim dalıdır.3 Araştırmamızda fizyoloji ve sağlık yönünden analizler yapılmayacaktır. Tez çalışmasında gıdadan sonra gelen ikinci önemli başlık gıda üretimidir. Aslında esas çalışma konusu da budur. Çünkü çok keskin coğrafi ayrımlar olmadığı sürece ham madde olarak tüm bölgelerde hemen hemen aynı ürünler mevcuttur. Örneğin; buğday, süt, koyun eti vb. gibi. Çalışma için önemli olan Türkiye Selçukluları çağında Anadolu’da bu ürünler üzerine ne tür işlemler yapıldığı ve hangi sonuçlar alındığı üzerinedir. Aynı gıdada olduğu gibi gıda üretimi de toplumların sosyal, ekonomik, kültürel ve bilimsel olarak geldiği nokta konusunda fikir verebilmektedir. Gıda üretim teknikleri illetlerin birbirleri ile kültür alışverişi yaptığı noktalarda ne gibi benzerlikler olduğu, birbirlerinden nasıl etkilendiği ve hangileri arasında bu ticari ve bilimsel köprülerin kurulduğu hususunda bizleri aydınlatabilir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğu zaman, gıda işleme teknolojisinin ne kadar önemli bir gösterge olduğu ortaya çıkmaktadır. Gıda teknolojisi, gıdaların hazırlanması, işlenmesi, depolanması ve tüketilmesinde fizik, kimya, matematik vb. bilimlerin, mühendislik bilgileri doğrultusunda araçgereçlerin ve metotların uygulanmasıdır. Tanımda da görüldüğü üzere gıda üretimi sadece ürünlerin işlendiği basit prosesler değil içerisinde matematik, kimya vb. mühendislik ilimlerinin de aktif olarak kullanıldığı önemli bir alandır. Bunun için, dönemin gıda üretim teknolojileri hakkında edineceğimiz bilgiler sadece sosyo-kültürel hayatı değil aynı zamanda toplumun/devletin bilim ve teknoloji konularında da geldikleri noktalara ışık tutmaktadır. 2. GIDA - KÜLTÜR İLİŞKİSİ VE ÖNEMİ Gıda, hayatımız için zaruri bir ihtiyaç olmasının yanında toplumların sosyoekonomik ve psikolojik durumlarının da bir göstergesidir. Herhangi bir besin maddesinin ne şekilde ve ne düzeyde alındığında insan için en yararlı ve tatmin etme hususunda da en iyi tercih olacağı hususu, yalnızca bileşenlerine, tadına ve kokusuna bağlı değildir. Geçmişte yaşanan tecrübeler, alışkanlıklar, inanç ve sosyokültürel çevre 3 Demirci; a.g.e., s. 8. 5 de tercihlerimizi ve damak tadımızı belirleyen önemli etkenlerdendir.4 Her milletin ayrı bir damak tadı vardır. Gıdaları işleme, sunum ve tüketim tarzları farklıdır. Bu da doğal olarak karşımıza farklı coğrafyalarda çok farklı ürünler çıkartmaktadır. Bazı toplumlar ekşi ağırlıklı gıdalar tüketirken, bazıları daha baharatlı, bazıları da daha acı gıdalardan hoşlanabilmektedir. Bir toplum başka bir toplumun peynirini ya da sucuğunu tüketilemeyecek düzeyde itici bulurken, dünden bugüne bir miras şeklinde aktararak gelen kendi halkı kültürel alışkanlıkları sebebiyle çok hoşlanabilmektedir. İşte bu örneklerde olduğu gibi ''hoşlanma ya da itici bulma'' sosyo-psikolojik bir yaklaşımdır. Sosyal ve toplum psikolojisi içeren durumların oluşumu, toplumsal gelişimi en iyi yansıtan olaydır.''5 Tüketilen gıda maddeleri aynı zamanda toplumların kimlikleri gibidir. Onlara bakarak yaşadıkları coğrafya, ihtiyaç duydukları enerji, ekonomik düzeyleri ve psikolojik durumları gözlemlenmektedir. Bu sebeple çalışma ile ulaşmayı hedeflediğimiz bir diğer amaç da beslenme ve gıdanın sadece teknik bilgiler ışığında değil tarih, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi sosyal bilimler alanlarının da konusu olabileceğini göstermektir. Dolayısıyla farklı inceleme alanları ile bulacağımız yeni sonuçlar hem kendimizi, hem toplumumuzu hem de insanlığı daha yakından tanımak için önemli olacaktır. 3. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ Selçuklu hanedanı 24 Oğuz kabilesinden biri olan Kınık boyuna mensuptur. Oğuzlar Seyhun Nehri ile Hazar Denizi'nin doğusu ve Aral Gölü'nün arasındaki bölgede yaşarken, Kınık boyu da X. yüzyılda bunlar arasında kalan Sir Derya'nın ağzına yakın bir yerde yaşamışlardır. Sultan Alp Arslan (1063-1072) komutasındaki Selçuklu ordusunun 1071 Malazgirt Savaşı'nda Bizans'ı mağlup etmesi Türklerin Anadolu'ya yerleşmesine imkân sağlamıştır. Malazgirt'ten sonra Türklerin Anadolu'ya büyük bir göç hareketi başlamış, yüzyıllar boyunca süren bu nüfus hareketinde Azerbaycan da bir geçiş noktası olmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti de bu büyük göç neticesinde, Türkmen aşiretlerinin Anadolu'ya göç etmesi sayesinde kurulmuştur. 4 Demirci, a.g.e., s. 13. 5 Demirci, a.yer. 6 I. Rükneddin Süleyman Şah (1075-1086), Selçuk’un oğlu Arslan Yabgu’nun torunu ve Kutalmış’ın oğlu olup, Türkiye Selçukluları Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanıdır.6 Süleyman Şah’ın tarih sahnesine ilk kez Güney-doğu Anadolu’da çıktığı bilinmektedir.7 Süleyman Şah ve kardeşlerinin Anadolu'ya gelişleri hususunda çeşitli rivayetler olmakla birlikte hemfikir olunan ortak düşünce Süleyman Şah ve kardeşlerinin 1073 yılında yani Sultan Melikşah döneminde (1072-1092) Urfa ve Birecik yakınlarına kaçmaları veya sürülmeleri olmuştur.8 Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu'da ilk olarak Konya ve çevresinde faaliyette bulunmuştur ve Arap kaynaklarının açık ifadesine göre İznik'in fethi ve Türkiye Selçukluları Devleti'nin kuruluşu 1075 yılında gerçekleşmiştir.9 Türkiye Selçukluları döneminin ilk önemli hareketi olarak nitelendirilebilecek gelişme, Süleyman Şah'ın (1075-1086) oğlu Sultan I. Kılıçarslan döneminde (1092- 1107) vuku bulan Birinci Haçlı (1096-1099) saldırılarıdır. Sultan I. Kılıçarslan, Danişmend Gazi ve Kayseri emiri Hasan ile birleşerek Haçlılar’a karşı Eskişehir önlerinde Büyük bir savaş vermiş fakat kesin bir üstünlük sağlayamamıştır. Bu durumun neticesinde Sultan, Anadolu içlerine çekilmiş ve İznik yerine uzun süre Türkiye Selçukluları’na payitaht olan Konya'yı merkez yapmıştır.10 Dönem tarihinde önem arz eden bir diğer önemli husus ise, 1176 yılında Miryokefalon Savaşı ile Türk ordusunun Bizans kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğratması ve bununla beraber Bizans'ın Anadolu'yu yeniden ele geçirme ümitlerinin tamamen sona ermiş olmasıdır. Bizans ve Anadolu'da bulunan diğer Türk Beylikleri ile iktidar mücadelelerinden sonra böyle bir başarının gelmiş olması Anadolu da siyasi birliği sağlamış ve bunun neticesinde iktisadi ve kültürel yükseliş devri de başlamıştır. Bunun neticesinde II. Kılıçarslan dönemi (1155-1192) devletin asayişinin sağlanarak, Anadolu ticaret yollarının güvenliğinin kontrol altına alındığı ve halkın refahının yükseldiği bir dönem olmuştur. Takip eden dönemlerde Anadolu’da imar ve kültür faaliyetleri gelişmiş, I. Gıyaseddin Keykavus döneminde (1211-1220) zirveye ulaşmıştır. 6 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 13. b., İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2014, s. 75. 7 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, 2. b., Ankara: TTKY, 2014, s. 521. 8 Erdoğan Merçil, “Anadolu Selçukluları”, Anadolu Selçuklu Uygarlığı İzinde, 2. b, Kayseri: M Grup Matbacılık, 2017, s. 20. 9 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 84. 10 Merçil, a.g.e., s. 20. 7 Türkiye Selçukluları’nın sosyal, kültürel ve sanatsal olarak “altın çağı” diye nitelendirebileceğimiz dönemi Sultan Alâeddin Keykubad (1220-1237) devridir.11 Alâeddin Keykubad devrinde ticarete verilen önem devam etmiştir. Sultan Alâeddin Keykubad, Eyyubiler ile birleşerek Harezmşahlar’ı Erzincan-Sivas dolaylarında Akşehir ovasının Yassı Çimen mevkiinde 1230 yılında yapılan savaşta ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Aynı zamanda Moğol hanı Ögedey’e elçi gönderen Keykubad, barış yaparak ülkesini Moğol tehdidinden kurtarmaya gayret etmiştir. Anadolu'nun büyük tehdit altında olduğu böylesine sıkıntılı bir süreçte yaptığı siyasi hamleler ile huzur ve refahı artıran Keykubat, iktisadi ve kültürel yönden devletin gelişmesine olanak sağlamış ve yaptığı seferler ile ticaret yollarının güvenliğini kontrol altına almış ve bu maksatla birçok kervansaray inşa ettirmiştir.12 “13. yüzyıl seyahatnameleri Anadolu’yu tıpkı Bizans’ın en iyi dönemlerinde olduğu gibi, ekonomik gelişmeler ülkesi olarak betimler”13 . Sultanın Türkiye’yi emniyetli bir medeniyet ülkesi haline getirmesi ile Moğolların önünden kaçan Türkmen göçebeleri gibi ilim ve sanat sahipleri de Anadolu'ya akın etmişlerdir. Konargöçer Türkmenler’le beraber çok sayıda sanat ve ilim ehli de Türkiye Selçuklu topraklarına gelmiştir. Türkistanlı ve İranlı birçok bilgin, şair ve sanatkârın himaye edildiği bu dönemde Anadolu Selçukluları sosyal, kültürel, sanatsal ve mimari açıdan önemli gelişmeler kaydetmiştir. Çalışmamızda eserlerinden büyük oranda istifade ettiğimiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de Horasan’dan gelerek Konya’ya yerleşmiş, Türk kültür, sanat ve düşünce hayatında günümüze kadar devam eden derin tesirler bırakmıştır. 14 Daha sonra Moğolların artan baskısı ve tahta çıkan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in (1237-1246) yetersizliği ile Sadeddin Köpek ismindeki devlet adamının etkisi, Selçuklu Devleti'nin yıkılışını hazırlayan nedenlerden biri olmuştur.15 Yine Moğol istilalarından Anadolu'ya kaçan Türkmenler arasında 1239’da ortaya çıkan “Babaî İsyanı” sebebiyle Türkiye Selçuklu Devleti büyük zarar görmüş ve Baycu Noyan kumandasındaki Moğol ordusunun 1243 yılında Selçukluları Kösedağ'da yenilgiye uğratması, Selçuklular için 11 Jean-Pierre Bodmer, “Selçuklular Anadolu’da”, Cogito, 7. b., İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, S. 29 (2016), s. 40. 12 Merçil, a.g.e., s. 23. 13 Bodmer, a.g.e. s. 40. 14 Turan, a.g.e., s. 413. 15 Merçil, a.g.e. s. 25. 8 sonun başlangıcı olmuştur. Sultan II. Mesud'un (1284-1308) ölümüyle de Türkiye Selçuklu Devleti 1308 yılında sona ermiştir.16 4. TÜRKİYE SELÇUKLULARI KÜLTÜR TARİHİ Genel olarak temsil ettiği mana cihetiyle çeşitli anlamları bulunan “kültür” kelimesi aslı Latince’de “toprağı işleme” anlamında kullanılmaktadır. Bu tabir sonraları Batı’da kazandığı “yüksek umumi bilgi” manası ile Türkçe’ye girmiştir.17 Bir kültür tarihçisi olan A. K. Kohen de kültürü, “umumi olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve adetler, zevkler, kısaca insan tarafından yapılmış ve yaratılmış her şey”18 olarak tanımlamıştır. Kafesoğlu’na göre ise kültürü meydana getiren unsurlar belirli bir topluluğa ait sosyal davranış ve teknik kuruluşlardır.19 Millet olmanın en bariz özelliği, insanları zaman ve zemin içinde birleştiren ortak noktaların olmasıdır ve bunu sağlayan ana unsur olan kültür de bir milletin, geçmişinden süzülüp gelen maddi ve manevi değerlerinin bütününden oluşmaktadır.20 Bir kısmının da araştırmamıza konu olduğu Türk kültürü şüphesiz tarih öncesi devirlerden günümüze kadar gelişerek ulaşmıştır. Bir yaşam biçimi olarak günümüze kadar ulaşan bu yüksek kültürün çerçevesini çizmek de oldukça zor olmaktadır, başka bir ifadeyle Türk kültürünü ve Türk kültür unsurlarını sınırlandırmak hiç kolay değildir.21 Bu hususta Köymen’in de şöyle bir ifadesi mevcuttur: “Türk tarihi zaman bakımından çok derin, mekân bakımından da son derece geniştir. Bu husustan çıkarılabilecek sonuç ise, Türk tarihinin araştırılmasında ne kadar yetenekli ve donanımlı olursa olsun bir tek kişinin gücü asla yetmeyecektir.”22 Milletleri beşeri noktada en iyi şekilde tarif ve temsil eden kültür, vasıfların bitmek bilmeksizin sıralandığı büyük bir kimlik kartına benzetilmektedir. İşte bu büyük kültür kimliğinin önemli bir kısmını da beslenme ve yemek oluşturmaktadır. Hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan gıda tüketimi yaşadığımız coğrafyaya göre 16 Merçil, a.g.e. s. 25. 17 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 36. b., İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2014, s. 15. 18 Kafesoğlu, a.yer. 19 Kafesoğlu, a.g.e., s. 16. 20 Baheaddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, 3. b., Ankara: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, 19 91, C. 1, s. V. 21 İlhami Durmuş, Türk Kültürüne Giriş, Ankara: Akçağ Basım Yayın, 2016, s. 17. 22 Mehmet Altay Köymen, Türk Tarihinde Araştırma Metodu, haz. Sinan Tarifci, Ankara: Berikan Yayınevi, 2016, s. 12. 9 kazandığımız bilgi ve tecrübelerle her an yenilenerek bize ait bir daire içerisinde geçmişten bugüne ve geleceğe taşınmaktadır. Türkiye Selçukluları’na gelindiğinde, asırlar öncesinden Orta Asya’nın derinliklerinden büyüyerek gelen ve İslam ile birlikte daha geniş bir coğrafyada daha farklı kazanımlar ile çağının ilerisine geçen bir kültür hazinesi olmuştur. “Selçuklular Müslüman dünyaya giren ilk Türkler değildir; fakat kendi takipçilerinin en başında ve hepsinden önemlisi özgür insanlar olarak Müslüman dünyaya sınırlarından giren ilk Türk liderlerdir.”23 Özellikle Anadolu’ya geldikten sonra Bizans, Ermeni, Arap, Grek vb. birçok farklı millet ile iç içe yaşayıp etkileşerek, beraberlerinde getirdikleri bozkır kültürünü, yerleşik diğer farklı kültürler ile harmanlayarak bir üst kültür haline getirmişlerdir. Türkiye Selçukluları’nın bu kültür havuzunu oluşturup geliştirmesindeki en önemli etkenlerden biri bünyesinde barınan yabancı inanç ve milletlere olan özgürlükçü yaklaşımı ve onların kültürlerine olan hoşgörüsüdür. Dolayısıyla Türkiye Selçukluları dönemi kültür tarihini iyi bir şekilde okuyabilmek çok önemlidir. Ama ne yazık ki “bugüne kadar Selçuklular üzerine çalışan hem modern batılı tarihçiler, hem de modern Türk tarihçileri çabalarını çoğunlukla siyasal tarihe yoğunlaştırmışlar”24 ve bunun neticesinde ihtişamlı zaferler, elde edilen başarılar, toprak ve mülkler çokça bahis konusu olurken, dönemin kültürel vasıflarının aydınlanması ister istemez yetersiz kalmıştır. Bir toplumun diğer toplumlardan ayırt edilir özelliklere sahip olmasını sağlaması ile sosyolojik bir boyuta ulaşan yemek kültürü, kendisine dayanılan, tarihsel geçmişi yansıtan ve nesiller arası bağlantıları sürdüren kültürel bir hafızaya dönüşmektedir.25 Yemek kültürü, insanların toplumda bulunduğu konumu için bir ifade aracı olurken aynı zamanda insanlar arasındaki şahsi münasebetleri de disipline eden bir kaynaktır. Bu kültür, toplumda hoşgörü ve paylaşma duygusunun geliştirilmesinin yansıra, şenlikler, davetler, ziyafetler vb. törenlerde eğlence aracı şeklinde karşımıza çıkmaktadır; dahası bazı yiyecekler, insanları birbirlerine kaynaştırma vesilesi olarak kullanılmaları ile birlikte turizm yoluyla da kültürler arası köprülerin inşa edilmesine 23 Songül Mecit, Anadolu Selçukluları ( Bir Hanedanın Evrimi), çev. Özkan Akpınar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 17. 24 Mecit, a.g.e., s. 23. 25 Orhan Baldan, “Türkler Nasıl Yemek Tarifi Verir?”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, İzmir: Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, C. II, S. 17 (2017), s. 269. 10 katkı sağlamaktadır.26 Bu sebepten, “Türk mutfak kültürünün zenginleşmesinde geleneksel Türk misafirperverliğinin oldukça önemli bir yeri vardır. Türkler için misafirler çok önemlidir. Misafirlere mutlaka yemek ikram edilmektedir.”27 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuran Kutalmışoğulları ve diğer Büyük Selçuklu komutanları önderliğinde Bizans Anadolu'suna gelenlerin büyük bir kısmı göçebe Türkmen aşiretleriydi. Konargöçer kültürüne sahip olan bu aşiretler kısa süre içerisinde Anadolu'daki ilk Türk beyliklerini kurdular. Nüfusun düşük ve Bizans'ın siyasi idaresinin zayıf olduğu bu coğrafyada fazla bir direnişle karşılaşmadıkları için Anadolu'nun çeşitli yerlerine kolaylıkla yayıldılar. Zaten Doğu Anadolu'da Bizans yönetiminden memnun olmayan Ermeni ve Süryaniler çoğunluktaydı. Bizans yönetimi ise iç çekişmeler ile meşguldü. Hatta Kutalmışoğulları çıkarları doğrultusunda zaman zaman taht kavgası yapan taraflardan biri adına mücadeleye bile girişmişlerdir. Türkmenler Anadolu'yu yurt edinmek amacıyla geldikleri için dışarıdan bir saldırı olmadığı müddetçe yerel halkla sorun yaşamamaya dikkat ettiler ve hâkim oldukları coğrafyada bulunan diğer halklar ile iyi geçindiler. Sosyal ve kültürel tarihin yazılması için coğrafyada siyasetten ve savaştan çok bu unsurların ön planda olması gerekmektedir. İktisadın, ticaretin, sanatın, bilimin ve mimarinin hakkı ile yerine getirilmesi için savaşların bitmesi ve güvenliğin sağlanması gerekmektedir. Çalışmada istifade edilen kültürel verilerin yoğunlukla kullanıldığı kaynaklarda devletin siyasi kargaşadan uzaklaşıp sosyal ve kültürel konulara yöneldiği zamanlarda önemli eserler ve fikir akımları ortaya çıktığını, sosyokültürel hayata dair detay bilgilerin bu dönemlerde daha çok kaleme alındığı görülmektedir. Artuklu ve Danişmendliler beylikleri yukarıdaki tanıma uyan imar ve kültür faaliyetleri açısından öne çıkan iki önemli beyliktir. Jeopolitik konumları gereği daha batıda olan bu beylikler Ortadoğu ve Doğu Anadolu'nun karmaşık siyasi düzeninden uzakta Türkiye Selçukluları’na nispeten daha rahat bir coğrafyada sosyal ve kültürel hayata daha fazla eğilebilmişlerdir. Türkiye Selçukluları ise ancak 1176’da Miryokefalon’da Bizans’ı ve 1178’de Danişmendliler’i dize getirdikleri zaferler neticesinde rahata ermişler, bunula birlikte ticari, iktisadi ve sosyal hayatta ilerlemeler meydana gelmiştir. Bunun sonucunda 26 Baldan, a.g.e., s. 267. 27 Baldan, a.g.e., s. 269. 11 Selçukluların sağladığı huzur ve sükûn ortamı içinde Anadolu'daki çeşitli dinlere sahip olan milletlerin birlikte ahenk içinde yaşamaları ile ortak bir kültürün ortaya çıkmasına sebep olmuştur.28 Türkiye Selçukluları’nın karakteristik özellikleri gereği taassuba uzak, her türlü özgür düşünce ve felsefeye açık, aynı zamanda da tasavvufi cereyanları kabul edebilir özellikte olması, fikir hürriyetinin getirdiği ilerleme ivmesi ile de beraber medeniyette önemli bir yol kat edilmesine vesile olmuştur. Bunun gereği olarak bilimde ve sanatta oldukça ilerlemeler görülmüş, mimari eserler en zor zamanlarda bile yüksek bir sanat ve estetik birikim ile yapılmıştır. XII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da Mevlânâ ve Yunus Emre gibi önemli şahsiyetlerin yetişmiş ve Anadolu, Türkiye Selçukluları sonrasında gelecek olan devletleri de aydınlatacak düzeyde bir ilim ve kültür hazinesi haline gelmiştir. Bu ortamın sağlanmasında önemli katkılarda bulunan sultanlardan biri olan Alâeddin Keykubad bilim, sanat ve dine yaptığı büyük hizmetler ile Anadolu’yu en yüksek medeniyet seviyesine ulaştırmıştır29 . Türkiye Selçukluları’nın sosyokültürel yapısının gelişmesinde bir kırılma noktası olan önemli olaylardan birinin de doğuda cereyan eden Moğol tehdidi olduğu daha önce de ifade edildi. Anadolu’ya gelen Türkmen göçleri ile birlikte dönemin ileri gelen birçok aydını Anadolu’nun fikir alt yapısının gelişmesine katkıda bulunmuştur. Doğudan gelen bu akımlarla birlikte Anadolu’da Türk-İslam çizgisinde bilim, sanat ve kültürde önemli ilerlemeler kaydedilmiş, önemli düşünürler ve kanaat önderleri fikir hareketlerini kolaylıkla yürütmüştür. Bu düşünürlerden biri de tıpkı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi bu göç dalgaları ile Anadolu’ya gelen Muhyiddin İbn-i Arabî’dir. O da Mevlânâ ve Yunus Emre gibi Anadolu’da tasavvuf hareketinin filizlenerek taassubun yıkılmasında önemli katkılarda bulunmuştur. Türkiye Selçukluları döneminde sosyokültürel ve iktisadî hayata yön veren önemli gelişmelerden biri de Ahîlik teşkilatının kurulmasıdır. “Anadolu'da Ahîliğin kurucusu olarak bilinen ve İran’ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasîrüddin Mahmûd (ö. 1262) daha sonra Ahî Evran ismiyle anılmıştır. Özellikle I. Alaeddin Keykubad'ın (1220-1237) büyük destek ve yardımıyla, bir taraftan İslâmî-tasavvufî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zâviyelerde şeyh-mürid ilişkilerini, diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî 28 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, 2. b., Ankara: TTKY, 2014, s. 640. 29 Merçil, a.g.e., s. 640. 12 hayatı düzenleyen Ahîliğin, Anadolu'da kurulup gelişmesinde Ahî Evran’ın büyük rolü olmuştur.” 30 Türkiye Selçukluları döneminde sosyokültürel ve iktisadi gelişmelerde vakıf müesseselerinin önemli rol oynadığı görülmektedir. Vakıflar din, eğitim, sağlık ve diğer sosyal konularla ilgili olarak haklın ihtiyaç duyduğu mescit, medrese darüşşifa, zaviye, kervansaray gibi müesseseler oluşturmaktadır. Bu müesseseler daha çok dini otoriteler veya zengin devlet adamlarının teşviki ile kurulmuştur, devlet ise üzerinden sosyal manada önemli bir yükü alan bu kuruluşlara arazi tahsisi ile destek olmaktadır.31 Bugün siyasi tarih dışında dönemi aydınlatacak sosyal ve kültürel bilgiler, bahsi geçen kuruluşların vakfiyelerinden ya da bu kuruluşlar bünyesinde eserlerini vermiş olan insanların kaleme aldıkları yazılardan bulunabilmektedir. Vakfiyelerde bile yer yer siyasî meseleler çoğunlukta olmakta ve önemli bir yer kaplamakla birlikte daha çok içerikler vakfiyelerin somut teşekkülleri, iktisadi tutanakları ve mimari durumları çerçevesinde oluşmaktadır. Bu tarz eserlerde bizim odaklandığımız kısımlar ise hadiselerin anlatılması esnasında günlük hayattan verilen örnekler ve sıradan meseleler anlatılırken kullanılan ifade ve ibarelerdir. Konumuz olan Türkiye Selçukluları dönemiyle ilgili araştırmamız dâhilinde incelediğimiz kaynaklarda, gıda ve gıda üretimi ile ilgili direkt ve doğrudan açıklama yapılarak detaylı bir şekilde anlatan bir eser tespit edilememiştir. Bu durum, dönemi sosyal ve kültürel yönden çalışmanın zorluklarından birisidir. Dünya tarihine baktığımız zaman genel manada ön planda siyasi tarih bulunduğu ve toplumların siyasetten uzaklaştığı dönemlerde tersine dönüp bilime, sanata ve kültüre yönelik olduğu görülmektedir. Aslında böyle olması normaldir. Burada dikkatimizi çeken Türkiye Selçukluları devrini birinci elden anlatan yerel kaynakların mevcudiyetinin azlığıdır. Çalışmada bu kısıtlı bilgileri verimli kullanarak gıda ve gıda üretimi yönünden dönem aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Selçuklu Anadolu’sunda iktisadi faaliyet olarak tabiatıyla hayvancılık başta gelmektedir. Koyun, keçi, sığır, deve, at ve katır yetiştirilmektedir. Süt ile yağ, peynir, yoğurt gibi süt mamullerinin üretimi; dericilik, halı ve kilim dokumacılığı oldukça yaygın olmuştur.32 İkta sistemi uygulanan ekili araziler üzerinde zirai vergiler, ekilen 30 Ziya Kazıcı, “Ahîlik”, DİA, İstanbul: İSAM, 1988, C. 1, s. 540. 31 Kucur, a.g.e., s. 31. 32 Sadi S. Kucur, “Selçuklu Türkiye'sinde Sosyoekonomik ve Kültürel Hayat”, Anadolu Selçuklu Uygarlığı İzinde, 2. b., Kayseri: M Grup Matbacılık, 2017, s. 31. 13 mahsulün cinsinden aynî olarak tahsil edilip tahıl cinsinden daha çok buğday, meyvelerden de kayısı üretilmiş ve ihraç edilmiştir. Gıda konusuna girilmeden şöyle bir genel bilgi verilmesi gerekmektedir. “Türk mutfak kültürü Selçuklular döneminde yemek çeşitlerinin yanı sıra yemek pişirme ve muhafaza teknikleri ile de gelişimine devam etmiştir. Selçuklularda kuşluk ve akşam (zevale) yemeği adı verilen iki öğün bulunmaktadır. Kuşluk, sabahla öğlen arasında yapılmaktadır. Yağlı ve hamur işi gibi tok tutan yemekler tercih edilmektedir. Akşam yemeğinde ise çeşit boldur ve hava kararmadan yenilmektedir. Selçuklular döneminde et, un ve yağ yemek alışkanlığının simgesi olarak görülmektedir.”33 Selçuklu mutfağının en meşhur yemekleri; tirit (et suyuna doğranmış ekmek aşı) , herise (keşkek), tutmaç (buğday unu ve et ile yapılır), pilav, çorbalar (en önemlisi tarhana), borani (ıspanak ve pirinç ile yapılır), kebaplar (şiş kebap), kalye (patlıcan, kabak ve kıyma ile yapılan sebze yemeği), yahni, bulamaç (un, şeker ve yağ ile pişirilir), kelle-paça, balık, pastırma ve av yemekleri olarak sıralanabilir.34 Geçmişten beri sahip olduğu geleneği Anadolu’da koruyarak, diğer milletlerin kültürleriyle geliştiren Türkiye Selçukluları, İslam dininin süzgecinden de geçen sofra ve yemek kültürleri ile iyice zenginleşmiştir. Göçebe hayattan kalan beslenme tarzlarını da devam ettiren halk için yaygın olarak tüketilen et, süt ve süt ürünleri, bunların yanı sıra tahıl ve unlu mamuller, çeşitli sebzelerden elde edilen yemekler, oldukça zengin meyve kültürü, tatlılar, şerbetler, turşular dönemin mutfağının temel gıdalarını oluşturmaktadır.35 5. TÜRKİYE SELÇUKLULARI BESLENME VE YEMEK KÜLTÜRÜNÜ KONU ALAN BAZI ÇALIŞMALAR Araştırma konumuz ile ilgili daha önce yapılmış olan önemli çalışmalar bulunmaktadır. Bunlardan 1981 yılında Ankara’da gerçekleştirilen Türk Mutfağı Sempozyum’u sadece Anadolu Selçukluları dönemi beslenme, yemek ve mutfak kültürü üzerine değil konuyu Genel Türk Tarihi ölçeğinde sistematik olarak ele alan ilk ve önemli bir çalışma olmuştur. Kültür Tarihimizin kodlarının bilinmesi açısından 33 Ömer Kızıldemir, Emrah Öztürk, Mehmet Sarıışık, “Türk Mutfak Kültürünün Tarihsel Gelişiminde Yaşanan Değişimler”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Bolu: Abant İzzet Baysal Üniversitesi, C. 14, S. 3 (2014), s. 196. 34 Kızıldemir, Öztürk, Sarıışık, a.g.e., s. 197. 35 Kızıldemir, Öztürk, Sarıışık, a.g.e., s. 198. 14 oldukça önemli olan bir konuyu ele alan bu sempozyumda, Türk Tarihi üzerine değerli eserler veren hocalarımızın oldukça istifade edilen araştırmaları bulunmaktadır. Bunlardan Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen’in kaleme aldığı Selçuklular Zamanında Beslenme Sistemi36’nde yiyecekler hayvanlar ve nebatlar olarak sınıflandırılmış, genel manada tüketilenler kısa bilgilerle sunulmuş ve üretilen yemeklerden bazılarının tarifi verilerek bahsedilmiştir. Bilgiler verilirken genelinde hangi bilginin hangi kaynakta nasıl geçtiği hususunda bir detaylandırma ya da atıf görülmemektedir. Bazı yerlerde “Kıpçak illerinde yetişen ve yaprağı fasulye yaprağına benzeyen ‘kum lak’ adlı sarmaşık gibi bir ot bala karıştırılarak şarap imal ediliyordu”37 gibi üretim tekniği hakkında bilgi verilmekle birlikte herhangi bir sınıflandırma ya da üretim metodu açısından çerçeve bilgi sunulmamaktadır. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in araştırması38 da yemeklerin daha çok bir kültür olarak sunulması ve menünün belirlenmesi, imaretlerdeki yemekler, kısaca yemek çeşitleri ve yenme vakitleri üzerinedir. Bu çalışmada özellikle yemeklerin zaman, zemin ve şahsa göre belirlenmesinin adabı dikkat çekmektedir. Mevlânâ’nın Mesnevî ve Divân-ı Kebîr isimli eserlerinde geçen yemekleri konu alan araştırması ile Dr. Müjgân Cunbur, sadece eserlerde geçen yemekleri beyit numaraları ile vermiş, beslenme ve yemek kültürü açısından herhangi bir yorum ya da tahlile yer vermemiştir. Riya lokması ya da bütün bir âlemi lokma edip yutmak gibi mecaz ifadelerin de çalışmasında çokça yer aldığı görülmektedir.39 Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın “Türkler’de Yemek Yeme Alışkanlıkları” adlı makalesi, yemek kültürünün şekillenmesini ve bu kültürü etkileyen faktörleri görmek açısında oldukça faydalı bir çalışmadır. Çalışmada Türkiye Selçukluları başlığı altında hususi bir inceleme yapılmamakla birlikte eserde geçen yemek isimlerinde Osmanlı sarayları, Türkiye Selçukluları40 gibi verilen ifadelerle dönemlerine atıf yapılmaktadır. Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan Türk Mutfağı adlı eserde Dr. Öğr. Üyesi Haşim Şahin tarafından kaleme alınan “Türkiye Selçuklu ve Beylikler Dönemi 36 M. Altay Köymen, “Selçuklular Zamanından Beslenme Sistemi”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, d. 12, S. 41 (1981), ss. 35-45. 37 Köymen, a.g.e., s. 42. 38 A. Süheyl Ünver, “Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılarda Yemek ve Vakitleri”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, d. 12, S. 41 (1981), ss. 1-13. 39 Müjgân Cunbur, “Mevlâna’nın Mesnevi’sinde ve Dîvân-ı Kebir’inde Yemekler”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, d. 12, S. 41 (1981), s. 75. 40 Mahmut Tezcan, “Türkler’de Yemek Yeme Alışkanlıkları”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, d. 12, S. 41 (1981), s. 117. 15 Mutfağı”41 isimli makalede yine yiyecek ve içecekler, ürün gruplarına göre sınıflandırılarak verilmiştir. Eserde beslenme ve yemek kültürü üzerine yapılan anlatımlar, Türkiye Selçukluları döneminde kullanılan çeşitli mutfak araç-gereçlerinin görselleri ile desteklenerek sunulmuştur. Bu çalışmada diğer birçok çalışmadan farklı olarak bazı ürünlerin üretimi hakkında detaylı bilgiler verilmiş, örneğin “Kor adı verilen yoğurt mayasının ekşimiş sütün üzerine süt dökülmek suretiyle elde edildiği” 42 şeklinde detaylı bilgiler verilmiş, bu sayede okuyucunun gıda üretimi metotları hakkında istifade edebileceği bir çalışma ortaya konmuştur. Prof. Dr. Mahmut Tezcan’ın Türk Yemek Antropolojisi Yazıları43 isimli eserinde, kültür ve yemek ilişkisi çok teferruatlı bir şekilde ele alınmış ve Türk Toplumu’nun karakteri ile birleştirilerek başarılı bir şekilde sunulmuştur. Bu eserde kültür-yemek ilişkisi hakkında oldukça istifade edilebilecek bilgiler bulunmaktadır. Ancak bu eserin Türk yemek kültüründe bulunan yiyecek ve içeceklerinin anlatıldığı bölümlerinde tarihsel dönemlere yönelik bir sınıflandırma yapılmadığı görülmüştür. Türkler’de beslenme, yemek, üretim ve tüketim hususunda en kapsamlı araştırma olarak değerlendirilen eser Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in Türk Kültür Tarihine Giriş44 adlı kitabıdır. Eserinin daha çok gıdayla ilgili bilgileri içeren kısmı olan 2. cildinde Ögel, bir gıda ürününün Türk Kültürü ile tanışmasından başlayarak çalışmanın yapıldığı döneme kadar olan teferruatlı serüvenini okuyucuya aktarmaktadır. Bu çalışma günümüzde beslenme ve yemek üzerine yapılan bütün çalışmalara ilham ve kaynak olmaktadır. Bu eserde ürünler Türkiye Selçuklu dönemi ya da herhangi bir dönem adı altında tasnif edilmemiş, bazı ürünler dönemleri hakkında bilgi verilerek sunulmuştur. Ürünler hakkında detaylı bilgi sunulmuş, gıda ürünlerinin Türk Kültürü çerçevesinde geçirdiği süreç ele alınmıştır. P. Mary Işın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi45 isimli eserinde bu güne kadar yemeğin hangi coğrafyada, hangi millette, ne şekilde neşet ettiğini ortaya koymuş ve yazar eserinin 13. bölümünü 41 Haşim Şahin, “Türkiye Selçuklu ve Beylikler Dönemi Mutfağı”, Türk Mutfağı, Ankara: KBY, 2000, ss. 39-55. 42 Şahin, a.g.e., s. 44. 43 Mahmut Tezcan, Türk Yemek Antropolojisi Yazıları, Ankara: KBY, 2000. 44 Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 1, 3. b., Ankara: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, 1991. 45 P. Mary Işın, Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018. 16 Türkiye Selçukluları’na ayırmıştır. Daha çok ilgili dönemde mevcut bulunan yiyecek ve içeceklerden bahsederek bu gıdaları bazılarını teferruatlı bir şekilde anlatan Işın, bölümün bir kısmını da Türkiye Selçukluları’nda gıda üretimine ayırmıştır. Eserin Türkiye Selçuklu Dönemi’ne ayrılan bölümü alanda yapılan diğer çalışmalarla kıyaslandığında bir özet niteliği taşıdığı görülmektedir. Prof. Dr. Erdoğan Merçil Türkiye Selçukluları’nda Meslekler isimli kitabının bir bölümünü ‘gıda ile ilgili meslekler’46 için ayırmış ve bu kısımda helva-ger (helvacı), kassâb (kasap) vb. birçok mesleği ele almıştır. Bu kısımda geçen mesleklerden bazıları tez çalışmasının 3. Bölümünde üretim teknikleri anlatılırken kullanılmıştır. Ömer Uzunağaç’ın Selçuklu Anadolusu’nda Beslenme ve Yemek Kültürü47 isimli kitabı, beslenme ve yemek kültürü üzerine yapılmış kapsamlı ve güncel bir çalışmadır. Eserde yiyecek ve içecekler türlerine göre sınıflandırılmış ve detaylıca verilen bilgilerin beslenme ve yemek kültürü ile yorumlandığı görülmüştür. Uzunağaç’ın eserinde metodu gereği, tez çalışmamızda bulunan şekilde kaynaklar üzerine ayrı bir sınıflandırma ve gösterim yapılmamıştır. Bir Yüksek Lisans tez çalışmasında da Eski Türklerde Yemek Kültürü48 konusu araştırılmış, araştırma kapsamında mevcut araştırmamıza benzer nitelikte bazı işlemler (kavurma, kurutma gibi) hakkında bilgiler verilerek kımız vb. geleneksel ürünlerin üretim teknikleri anlatılmıştır. Ancak burada Eski Türkler dönemi çalışılmış, hangi kaynağın ne düzeyde ve ne tür bilgiler verdiğinden sistematik olarak bahsedilmemiştir. Türkiye Selçukluları üzerine yapılmış bir beslenme ve yemek kültürü çalışması olmasa da, Marie Félicité Brosset tarafından kaleme alınarak, 1849 yılında iki cilt olarak basılan ve Hrand D. Andreasyan tarafından Türkçe’ye çevirilen Gürcistan Tarihi (Eski Çağlardan 1212 yılına kadar)49 eseri de dönemin Gürcü kaynaklarından faydalanmak açısından önemlidir. Eserde gıda ve üretimi adına fazla bilgi geçmemekle birlikte Türkiye Selçukluları’nı anlatan kısmında tespit edilen bilgiler, çiriş otu, 388; ekmek, 389,400; içki, 428 şeklindedir. 46 Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara: TTKY, 2000, s. 41. 47 Ömer Uzunağaç, Selçuklu Anadolusu’nda Beslenme ve Yemek Kültürü, İstanbul: Kitabevi, 2015. 48 Selma Bekçi, Eski Türklerde Yemek Kültürü, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002. 49 Marie Félicité Brosset, Gürcistan Tarihi (Eski Çağlardan 1212 yılına kadar), Ankara: TTKY, 2003, s. XI. 17 Tez çalışması çerçevesinde istifade edilmesi açısından Guy Le Strange’ın, Doğu Hilafetinin Memleketleri (Mezopotamya, İran ve Orta Asya) eseri, tarihi coğrafyanın yanı sıra ticaret ve emtia, tarım ve mahsuller, topografya, yapılar ve yerleşim yerleri arasındaki mesafelerden de bahsetmesi ve bir kısmını Anadolu’ya ayırması bakımından önemlidir.50 Eserin IX. Ve X. bölümlerinde “Rûm veya Küçük Asya (Anadolu)” olarak verilen kısımların tez çalışmamız çerçevesinde taranması sonucunda, piriç, 197; bahçe, 198; sarı üzüm, 199; hububat, 199, 200; meyve (türü bildirilmemiş), 200; verimli bahçe/arazi, 201,202; av (et/hammadde), 201; birçok üzüm bağı, 202 gibi bilgiler elde edilmiştir. Türkiye Selçuklu dönemi kaynaklarında gıda, gıda üretimi, beslenme ve yemek hususunda daha önce yapılmış olan çalışmaları incelediğimizde beslenme ve yemek bazında kısmen de ürün ve üretim konusunda gayet teferruatlı ve açıklayıcı sonuçlar elde edildiği ortaya çıkmaktadır. Yüksek Lisans programları kapsamında hazırlanan tez çalışmalarının büyük bir kısmının, daha önceden hazırlanan eserlerin sistematik bir derlemesiyle hazırlandığı görülmüştür. Bu çalışmalar arasında Türkiye Selçuklu döneminde gıda ve gıda üretimi konusunu, kaynaklar çerçevesinde sistematik bir tasnif ve tahlil yaparak ele alan bir araştırma görülmemektedir. Çalışmamızda daha önce yapılan bahsi geçen çalışmalardan farklı olarak Türkiye Selçuklu Dönemi yerli ve yabancı ana kaynaklarında geçen gıda ve gıda üretimine dair ifade ve kavramların nerede ve hangi bağlam içerisinde geçtiğine yönelik bilgiler yer almaktadır. Ayrıca elde edilen bilgilerin teknik anlamda ne ifade ettiği yorumlanarak sosyo-ekonomik ve sosyokültürel sonuçlar çıkarılmaya çalışılmıştır. Hususi olarak beslenme ve yemek kültüründen ziyade, hammadde ve üretim kapsamında verilerin değerlendirilmesi amaç edinilmiştir. Burada her eserin özelliği kendi başlığı altında sunularak eserlerin gıda ve gıda üretimi konusundaki içeriği açık ve net bir şekilde sunulmaktadır. Bundaki amaç kaynakları bu yönü ile analiz ederek dönem hakkında konu ile ilgili hangi kaynakların ne düzeyde kullanılabileceğini tespit etmektir. Konuyu daha önce kullanılmamış bir teknikle ele alan bu tez çalışmasının Türkiye Selçukluları Kültür Tarihi araştırmalarına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. 50 Guy Le Strange, Doğu Hilafetinin Memleketleri (Mezopotamya, İran ve Orta Asya), haz. Adnan Eskikurt, Cengiz Tomar, İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2015, s. 6. 18 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YERLİ VE YABANCI KAYNAKLARINDA GIDA VE GIDANIN ÜRETİMİ Dönemin araştırmacılarına göre, Türkiye Selçukluları tarihinin kaynak olarak az bir muhtevaya sahip olduğu düşünülmektedir. Müslüman olsun, gayri Müslim olsun yazılmış çeşitli eserler olmasına rağmen dönemi tam manası ile aydınlatacak, detay bilgiler verecek, resmi hüviyette güvenilir anlatımlar ile sosyal, siyasal, kültürel ve daha birçok alanda döneme ışık tutacak geniş ve kapsamlı bilgiler mevcut değildir. Elbette bu durumun çeşitli nedenleri vardır. Çalışmada, amaç gereği bu durum tartışılmayacak olsa da, yetersizliğin sebebine dair iki önemli unsuru paylaşmakta fayda vardır. Bunlardan birincisi, Prof. Dr. M. Fuat Köprülü’nün Belleten 27. sayısında kaleme aldığı “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları” isimli makalesinde belirttiği üzere “Anadolu Selçukluları’na ve onların varislerine ait olarak doğrudan doğruya Anadolu’da yazılmış yerli kaynakların azlığıdır”. 51 İkincisi bir sebep ise Orta Asya’dan göçebe bir kültür ile gelen Türkiye Selçukluları’nın, tam manada bir arşiv sisteminin olmayışı ya da arşiv belgeleri olsa bile Moğol istilaları ile tahrif edilmiş olabileceğidir. Bu çalışmada mevcut eserler ışığında elimizde olan çok az ve sınırlı bilgiyi yerinde ve işlevsel olarak kullanarak, verimli sonuçlar elde edilmek istenilmektedir. 1. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YERLİ KAYNAKLARINDA GEÇEN GIDA VE GIDA ÜRETİMİ TERİMLERİNİN TESPİTİ Bu bölümde tez çalışması kapsamında belirlenen Türkiye Selçukluları dönemi yerli kaynakları, yazılış tarihlerine göre sıralanarak sunulmaktadır. Bu kısımda Türkiye Selçukluları dönemi araştırmacılarının çokça atıf yaptığı başlıca eserler arasından seçilenler, yazılış tarihlerine göre sıralanarak verilmektedir. Eserler ve müellifleri hakkında kısa bir tanıtım yapılarak, kaynak içerisinde geçen gıda ve üretimine dair kavramlar sayfa numaraları ile birlikte gösterilmektedir. 1.1. FUSÛS ÜL-HİKEM Eserin müellifi olan Ebûbekir Muhyiddin Muhammed bin Ali, bilinen adıyla Muhyiddin-i Arabî, 1165 yılında İspanya’da Endülüs Muvahhidîn devleti çağlarında 51 M. Fuat Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, C.II, S. 27 (1943), s. 379. 19 Mürsiye (Bugünkü adıyla Murcia)’de doğdu. Türkiye Selçukluları döneminde Konya ve Malatya’da bir zaman bulunan Muhyiddin-i Arabî, 1241 yılında Şam’da vefat etmiştir. İslam coğrafyasında önemli bir yere sahip olan Muhyiddin-i Arabî’nin 1230 yılında, vefatından 11 yıl önce, hayatının en olgun çağı olarak tabir edilebilecek bir yaşta kaleme aldığı Fusûs ül-Hikem eseri üzerine, birçok İslam âlimi ve sûfîsi şerh ve izah çalışmaları yapmış, kitaplar yazmıştır.52 Tez çalışması kapsamında yapılan incelemede, eserde gıda ve gıda üretimine dair geçen ifadeler şunlardır: yemiş, 24; fırın, 33; koç, deve, öküz, manda, 50, 92, 122; buğday, 51; tuz, 82; süt, 92, 148; meyva, 103; hamur, 106; buzağı, 122; şarap, 148; hurma, 174; hardal, 191, 193; hurma ağacı, 215. 1.2. RÂHATÜ’S-SUDÛR VE ÂYETÜ’S-SÜRÛR Eserin müellifi olan Er-Râvendî, bugün İran sınırları içerisinde bulunan Kâşân’a bağlı Râvend kasabasında dünyaya gelmiştir. Aile mensuplarının hepsinin âlim ve müderris olduğu kaynaklarda kaydedilmektedir.53 Eser 1238 yılına tarihlendirilmektedir. Eser Selçuklu tarihinin en önemli eserlerinden biri olmakla birlikte daha ziyade Büyük Selçuklu tarihi hakkında kaynak teşkil etmektedir. Selçuklular tarihi için bir kaynak olan eseri, tez çalışmasında inceleme sebebimiz, Türkiye Selçukluları döneminde yazılmış olması hasebiyle II. Gıyâseddin’e (1237- 1246) sunduğu “içki hakkında bir fasl” kısmıdır. Bundan dolayı 2 cilt olan eserin, sadece 2. cildi tez çalışmamızda yer almaktadır. Bahsedilen kısımda verilen bilgiler şu şekildedir: şarab-hâne, 384; üzüm sıkma (şarap yapma işlemi), 384; müselles (kaynatılarak üçte biri kalmış üzüm suyu, 384; bal, hurma, buğday, arpa ve başka şeylerden yapılan içkiler, 385; sarhoşluk (tüketime bağlı sonuç), 385; haşhaş tohumu ve başka ilaçlar (sarhoşluk üzerine yazılmış), 385; üzüm sıkılarak elde edilen üzüm suyu, üçte ikisi kalıncaya kadar kaynatılarak helal olur (alkol giderme üzerine bir işleme tekniği paylaşılmış, 386; hurma ve kuru üzüm şarabının daha az kaynatma ile alkolünün gideriliyor olması (işlem bilgisi), 386; içkinin yemeğin hazmı için içilmesi, 388; hurma ile kuru üzümün meyve ile karışık şarapları biraz 52 Muhyiddin-i Arabî, Fusûs ül-Hikem, M. Nuri Gencosman’ın önsözü, çev. M. Nuri Gencosman, İstanbul: İstanbul Kitabevi, 1971, s. VI. 53 Er-Râvendî, Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, C.2, 2. b, Ahmet Ateş’in girişi, çev. Ahmet Ateş, Ankara: TTKY, 1999, s. XIII. 20 kaynatılır ve içine birkaç elma yahut ayva ve yahut gül yaprağı atılırsa, “hamr” adı kalkar, hoş kokulu, iyi tatlı helâl bir içki olur, 388; sebzeciler, ziraatçiler, 391; suyu çıkarılıp (üzümün) küplere konulunca kaynamaya başladı (mayalanma), üzüm suyundan tecrübe ile başka türlü tatlılar ve ekşiler (sirke) temin edildi, 392; üzüm suyunu ateş üzerinde kaynatmak sureti ile tatlı ve güzel pekmez elde ettiler, 392; Birçok tatlı ve ilaçlar şaraptan yapıldı, ekşi sirkeden reçeller çıkarıldı, 392. Râvendî’nin eserinin ikinci cildinde kaleme aldığı “içki üzerine bir fasıl” bölümü çalışma çerçevesinde oldukça istifade ettiğimiz kısımlardan biri olmaktadır. Şarap üzerinden işleme tekniği ve yerine göre bazı ölçü ve kıyaslarını veren Râvendî, kendi çağının öncesinden de konu ile ilgili araştırma yaptığı bilgileri anlatmış olmasına rağmen, araştırma kapsamında Türkiye Selçukluları dönemi işlendiği için tez çalışmasına alınmamıştır. 1.3. TABAKÂT-I NÂSIRÎ Farsça tarih kitaplarının en şöhretli ve en önemlilerinden biri olarak görülen Tabakât-ı Nâsırî, 1260 senesinde Kâdı Minhâc-i Sirâc el- Cûzcânî tarafından Delhi’de kaleme alınmıştır. 23 tabakadan (bölüm) oluşan eser, umumi bir İslâm tarihidir. Üslûbunun güzelliği ve muhtevasının genişliği sebebiyle XIII. yüzyılda yazılan Farsça tarihler arasında seçkin bir yere sahiptir. Tabakât-ı Nâsırî’de Hz. Âdem’den başlayarak, Cûzcânî tarafından yazıldığı tarih olan 1260 senesine kadar gelen olayları anlatmaktadır.54 Cûzcânî 1260 yılında tamamladığı eserini, Sultan Nâsirü’d-dîn Mahmûd’a takdim etmiş olduğu için ‘Tabakât-ı Nâsırî’ ismini vermiştir.55 Eserin 12. tabakasında, Selçuklular’dan başlayarak anlatılan kısmın ardından Türkiye Selçuklu sultanlarından bahsedilmiştir. Mahmûd bin Melikşah’tan başlayarak Sultân Tuğrul bin Tuğrul’a kadar anlatan Cûzcânî, yine dönemin diğer eserlerinde olduğu gibi hadiseleri siyasi merkezli olarak ele almıştır. Çalışma çerçevesinde eser incelendiği zaman şu görülmektedir: eserde Türkiye Selçukluları sultanlarını anlatan kısım kısa bir özet şeklindedir. Kronolojik sıralama ve verdiği önemli bilgiler açısından, döneme diğer kaynakları destekleyecek şekilde ışık tutan eser, neredeyse tamamen siyasî olayları ele almaktadır. Gıda ve gıda üretimi 54 Sirâc el- Cûzcânî, Tabakât-ı Nâsırî, Erhan Göksu’nun önsözü, çev. Erhan Göksu, Ankara: TTKY, 2015, s. XI. 55 Cûzcânî, a.g.e., Erhan Göksu’nun girişi, s. 12. 21 hususunda dönemi ve bu çalışmayı aydınlatacak kayda değer nitelikte bir bilgi elde edilememiştir. 1.4. DÎVÂN-I KEBÎR Türkiye Selçuklu dönemi sosyokültürel tarih kaynakları açısından Mevlânâ’nın eserlerinin ne kadar ehemmiyetli olduğu daha önce de belirtilmiştir. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden sonra bu çerçevede çalışma dâhilinde inceleyeceğimiz bir diğer eser de Dîvân-ı Kebîr’dir. Mevlânâ'nın Dîvânı’ndaki şiirleri ile Mesnevî arasında üslup, ifade ve heyecan bakımından hiçbir farkın olmadığını belirten Gölpınarlı, Mevlânâ’nın hem Dîvânı’nda hem Mesnevî’sinde Horasan ilinin halk Farsçası’nı kullandığını belirtmiştir.56 Bu da eserlerin ne düzeyde halkın içinden olduğunun ve sosyal hayata derinlemesine nüfus ettiğinin göstergesidir. Bundan ötürü Mevlânâ’nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr çalışma alanını aydınlatacak en önemli eserlerin başında gelmektedir. “Konya'da ve diğer yerlerde Dîvân-ı Kebîr’in birçok nüshası vardır. Bunların içinde 1367’de Osmanoğlu Hasan tarafından yazılmaya başlanmış, 1368’de yazılması sona ererek karşılaştırılması bitmiş iki ciltlik Dîvân, nüshalarının en sağlamı, en doğrusu ve en tamıdır. Konya Mevlânâ Müzesi’nin 68-69 numaralı odalarında kayıtlı olan bu Dîvân’ı esas aldık” ifadesi ile Gölpınarlı çevirisini yapmış olduğu nüshanın bilgisini vermektedir.57 Tez çalışması için Kayseri Olgunlaştırma Enstitüsü Tarih Birimi tarafından Dîvân-ı Kebîr üzerine yapılan çalışmalardan da resmi izinler dâhilinde istifade edilmiştir. Eserde tespit edilen kavramlar gösterilirken sadece, Dîvân-ı Kebîr özelinde uygulanacak olan metot, ifadeden sonra virgül ‘,’ sonrasında beyit numarası tire ‘-’ sayfa numarası şeklinde verilmiştir. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’i üzerine yapılan incelemeler dâhilinde eserin 1. cildinde gıda ve gıda üretimine dair bulunan kavramlar şu şekildedir: safran, 31-10; şeker, 31-10; buğday, 52-11; un, 52-11; fasulye, 54-11; gülbeşeker, 76-13; gülsuyu, 82- 13; elma, 95-15; kabak, 95-15; sirke, 99-15, 1806-191; şarab, 99-15; ekmek, 202-26; çorba, 202-26; meze, 203-26; helva, 264-33, 1806-191; kavun, 625-69; keçi eti, 625-69; tatlı, 632-69; ekşi, 632-69; mayhoş nar, 632-69; şeker kamışı, 659-72; badem helvası 56 Mevlanâ, Dîvân-ı Kebîr, C. 1, Abdulbâki Gölpınarlı’nın önsözü, çev. Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul: Yükselen Matbaası, 1957, s. VI. 57 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, a.g.e., Abdulbâki Gölpınarlı’nın önsözü, s. X. 22 (cevizlerle; bademlerle; şekerle yoğrulmuş badem helvası) , 1009-108; sütle bal, 1022- 109; ayran, 1550-164; koruk, 1806-191; şerbet, 2013-213; yoğurt, 2021-214; tirit, 2660- 287; peynir, 2672-288; kalye, 2823-306; ciğer kebabı, 2949-319; yufka ekmeği, 2949- 319; zerde, 2969-231; kavurmak, 3335-363; kebap, 3335-363; börek, 3479-379; balık, 3480-379; somun ekmek, 3484-380; fıstık, 3519-380; kuru nane, 3590-394. Eserin 2. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: bal şerbeti, 25- 5; macun, 504-62; yağ, 519-63; kahve, 631-77; ceviz helvası, 771-94; tavadaki balık, 869-106; ıspanak, 996-123; kebap, 1241-155; kelle, 1241-155; sarımsak, 1605-198; şıra, 1716-212; tatsız; renksiz pelte, 1887-232; güveç, 2476-302; kuru üzüm, 3177-380; incir, 3420-408; elma, 3421-408; turunç, 3421-408; kavun, 3427-408; kabak (su kabağı), 3428-409; çörekotu, 3598-428; süt ile bal, 3862-455; armut, 3869-456; gül, 3925-461. Eserin 3. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: somun, 67-14; incir, 340-49; sarımsak, 344-49, 4400-459; arpa, 416-60; hurma, 639-85; nar, 831-104; balda pişirilmiş ağdalı tatlılar, 875-109; ayran, 876-109; çorba, 955-116; soğan, 1114- 132; kadayıf, 1491-168; pelte, 1491-168; börülce, 1518-171; fasulye, 1518-171; menekşe şarabı, 1694-187; nar şarabı, 1694-187; kavun, 1733-189; hıyar, 1733-189; macun, 1800-195; zehir, 1800-195; sirke, 1896-205, 3195-326, 4400-459; turşu kurulan bitkiler, 1896-205; bulamaç, 2131-228; yağ, 2131-228; un, 2131-228; safran, 2382-252; kelem (lahana çorbası), 2458-258; yağlı ballı çörek, 2464-259; şerbet, 2981-308; şeker kamışı, 3034-312; bulgur aşı, 3160-324; tatlı akide, 3195-326; koruk, 3195-326; boranı aşı, 3344-340; fıstık, 3399-346; incir, 3451-351; bıldırcın, 3518-358; şıra, 3612-371; dumansız paluze, 3616-371; dumanı tütmeyen pelte, 3617-371; hamur, 3836-397; yahni, 4017-417; kebap, 4017-417; mayalı; mayasız ekmek, 4399-459; patlıcan, 4400- 459; tulumdaki su, 2851-295; safran, 2382-252; macun, 304-45. Eserin 4. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: pişmiş baş, 186-25; yürekler, 186-25; ayran, 205-28, 205-28; zeytinyağı, 364-45; kızıl elma, 600- 72; şeftali, 601-72; ayva, 605-72; nar, 605-72; ceviz, 620-73; badem, 620-73; tavuk yumurtası, 620-73; afyon, 799-92, 4464-467; balık, 821-94; kokmuş peynir, 1038-117; kalya, 1059-120; patlıcan, 1955-209; koruk, 2813-291;turunç, 2996-310; üzüm, 3029- 314; pırasa, 3206-332; yağlı kuyruk, 3288-341; sirke, 3400-352; kebre otu, 3400-352; hardal, 3617-375; badem şekeri, 3664-381; mercimek aşı, 3771-392; pastırma, 3906- 23 405; tarhana çorbası, 4152-429; testi-küp, 161-23; ayran çanağı, 205-28; ekmek dağarcığı, 302-37; keklik, 4337-453; reyhan, 3995-415; zehir; panzehir, 4039-419; sahan; sini, 3834-397; kırba; saka, 3523-358; tuz, 3957-410, 3839-398; ekmek, 3957- 410, 3839-398, 2058-219; sıcacık somun, 3974-412; sağlık şerbeti, 4105-424; şarap, 3902-404, 3531-365; pastırma, 3906-405; tuzla, 3906-405; et, 3906-405; sepet, kap, kâse, kepçe, kevgir, 3766-392, 3481-360; sofra, 3384-350, 2440-255; tandır, 3490-361; saka, 3347-346; aş, 3368-348; sarhoş, 2440-255; kurban, 2144-226; ciğerler, 1792-192; buğday, 1279-80-142; kadeh, 1063-121; süt, 342-43; asma yaprağı, 410-50; balık, 453- 55. Eserin 5. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: susam yağı, 33-5; şeker, 222-18, 4472-353; tuz, 315-25; fındık, 632-53; haşhaş, 632-53; nane, 632- 53; tere, 632-53; elma, 1379-122; ekmek, 1438-125; tirit, 1438-125; mısır ekmeği, 1534-134; yüreğini kebap edip yiyelim, 1862-163; tereyağ, 2020-178; pirinç, 2032-179; meze, 2189-191, 3383-286, 3383-286; erik, 2333-202; paça, 2695-233; keklik, 2698- 233; kaynamış şarap, 2703-233, 3383-286; ham incir şurubu, 4015-328; badem yağı, 6072-446; ciğeri geçir şişe a gönül, kebap hazırla konuğa, 6249-458; kepek, 6280-460; samsa baklavası, 6404-468; şişmanlık ilacı, 1634-142; ekmekçi, 1679-145; harman, 2228-194; başak, 3131-268; incir, 3301-281; öküz kurban edelim, deve kurban edelim, 3380-286; şarap, 3383-286, 4333-351; bal, 3611-302; süt, 3611-302; üzüm cibresi, 3678-306; nar ağacı, 3896-321; şarap küpü, 4154-337; üzüm, 4333-351; deve sütü, 4473-353; demirden yapılma kazan, 4467-353; kandilin zeytinyağı, 43-6; şeker kamışı, 94-9; kaz, 286-24; şarap kabağı, 540-48; peynir, 567-47; sofra, 602-50, 983-85; meyhane, 682-57; helvacı, 850-73; kahve, 864-75; helva, 983-89; kova, 986-85; sirke küpü, 1025-90; esrar, 1268-111; keşire, 1268-111. Eserin 6. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: süt ile bal, 442-51; şerbet, 914-105; yağlı; ballı helva, 959-108; kar ile şeker, 1750-181; bazlama, 1911-197; pekmez, 2307-232, 2576-258; turşu, 2307-232; üzüm cibresinin şarabı, 2292- 232, 2993-295; yağ, 2576-258; helva, 2576-258; kebap, 2662-265, 2993-295; bal ile sirke (sirkengubin), 3175-311; gül şarabı, 3724-360. Eserin 7. cildinde çalışma çerçevesinde bulunan ifadeler şunlardır: armut, 5088- 391; pişmiş şalgam, 5251-403; tere, 5251-403; borani, 5312-407; arpa, 5324-408; sirke küpü, 5354-411, 3538-277; erik, 5426-416; hurma, 5449-418; kızıl şarap, 5468-420; 24 sarı şarap, 5468-420; helva tavası, 5493-422; şeker ambarları, 5509-423; şarap kabağı, 5510-423; şarap, 1443-116, 1628-130, 1629-130, 1647-131, 1829-146, 2211-174, 5566- 428, 5982-460, 4079-318, 4081-818, 4352-338, 4434-344, 4741-366, 3293-259, 3541- 277, 3248-250, 3249-256; tutmaç, 5785-445; herise (keşkek), 5785-445; kahve fincanı, 5806-446; kazan, 5895-453; Mısır’dan şeker kervanı erişti, 6063-466; boza, 6324-484; esrar, 6324-484, 4434-344; sürahi, 6406-490; küpün ağzını kapayan samanlı balçık, 6409-490; zemzem, 6522-498; badem helvası, 7192-547; ceviz, 7192-547, 3082-243; dağarcık, 7256-551; kaz, 7550-571; testi, 1914-152, 2083-164, 2184-172, 7639-577; nane, 7729-582; pırasa, 7729-582, 3420-267; tarhana çorbası, 7975-600; kuru üzüm, 8439-634; alıç, 8439-634; mercimek, 8741-657; aside, 8825-665; kabak, 8851-667, 1735-138; hıyar, 8851-667; altın kâse; sofra, 3950-309, 4066-317; ekmek, 1347-108; 4066-317; fesleğen; karanfil, 2083-318; lale; gül, 4087-318; şeker, 2357-186, 4239-329, 4460-346; dudu şeker, 3965-305; şarap içmek, 4339-337; afyon, 4352-338; elma, 4425- 343, 3037-240; kadeh, kazan, kepçe, 1339-108, 1628-130, 1629-130, 1919-153, 1923- 153, 4692-362; tibet ceylanları, 4699-363; sarhoşluk, 3295-259, 3354-263, 3663-286, 3760-294; kudret helvası, 3420-267; yemek, 3411-267; buğday, 3461-271, 3260-257, 3043-240; pekmez küpü, 3538-277; ilaç, 3740-292; hunnab, 3759-294; ciğer, 1745-139, 3786-296; ot, 4032-314; şeftali, 4740-366; mısırdan gelen şeker, 236-18, 235-18; kelek; kavun; karpuz, 136-10, 1431-115; samsa böreği, 4032-314; turunç fesleğen, 3212-253; kiraz, 3247-256; mayalanmış somun, 4230-329; kâfur, 4390-341; kuzu, 3249-256; keklik; aksungur; güvercin, 1324-107; fıstık, 2659-163; pişmiş kelle, 2083-104, 2083- 164; bal şerbeti, 2912-230; güzel bir aş, 2089-165; ekşi bir aş, 2089-165; katkılı şarap, 3057-241; teberzed şekeri, 3083-243; gül bahçesi, 1318-107; yeşillik, 1318-107; öküz, 1322-107; deredeki su, 1328-107; su, 1346-108, 2009-159, 2902-229; erguvan gibi şarap, 1396-113, 1478-119; kaseler, 1397-113; horoz, 1616-129, 2151-170; meze, 1647- 131; gıda, 1745-139; ; nar, 1829-146; ilaç, 1829-146; çirkefli su, altın rengindeki şarap, 1919-153; meyve, 2050-162; fıstık ağacı, 2059-163; kebap, 2252-177; ceylan; bıldırcın, 2261-178; pişmiş yemek, 1572-126; çörek otu, 2976-235; yem, 3061-241; kabak, 3127- 246; tohum, 2394-189; sirke, 2495-197; yemiş, 2540-201; irem bağı, 2540-201. Tez çalışması kapsamında incelenen diğer eserlere nazaran, en fazla bilgiyi Mevlânâ’nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr eserlerinden elde edilmektedir. Bunlarla birlikte aynı yazım tarzı ve ekolden gelen Sultan Veled’in İbtidânâme eseri de bu düzeyde 25 bilgiler vermektedir. Siyasi amaç ve üsluptan sıyrılarak sosyal ve beşeri hayatı odak alan eserlerin tarihin bilinmeyen ayrıntılarına şahitlik etmesi bu açıdan da tespit edilmiş olmaktadır. Eserin verdiği bilgiler, diğer eserlerden de elde edilen bilgiler ile analiz kısmında değerlendirilerek veriler dönemi aydınlatması açısından en verimli şekilde kullanılmaya çalışılacaktır. 1.5. MESNEVÎ Tez çalışması gıda ve gıda üretimi kavramlarını tespit edip, yorumlamak üzerine yapıldığı için başvuru kaynaklarında aranılan bilgilerin, sosyal ve kültürel tarih içerisinde bulunacağı önceki kısımlarda belirtilmişti. Bu minvalde çalışmamızı aydınlatması açısından bizim için önemli kaynaklardan biri de Mevlânâ’nın Mesnevî eseridir. Çünkü menkıbeler ve vakfiyeler kısımlarında da bahsettiğimiz gibi, dini ve sosyal konular çerçevesinde şekillenen eserler sosyal ve kültürel tarih açısından detaylı ve önemli bilgiler içermektedir. Hayatın içine mercek tutarak, sokağa ve bireye, aile ve çevreye, şehir ve kültüre odaklanan eserler, siyasi hayatın debdebesinden bizi uzaklaştırarak, çağında insanı ve insana dair unsurları anlamamızda bize daha çok yardım etmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı şerhindeki metin tercümesini, Konya Mevlânâ Müzesi’nde teşhirde bulunan 51 numarada kayıtlı nüshanın metninden yapmıştır ve bu nüsha Sultan Veled’in dervişlerinden Abdullah oğlu Muhammed tarafından Çelebi Hüsâmeddin ile Sultan Veled’in murâkabe ve nezareti altında Mevlânâ’ya okunup tashih edilen müsveddelerden yazılmıştır.58 Eserde geçen ifadelerden Gölpınarlı’nın yaptığı çıkarım ise eserin tamamlandığı tarih 1278’in 11. ayının yirmi 28. ve yahut 12. ayının 5. gününe rastlamaktadır.59 Gölpınarlı analizinde “Çelebi Hüsâmeddîn’in Mevlânâ’ya okumuş olduğu nüsha Mevlânâ tarafından yazdırılan müsveddelerdir, bugün elimizde bu nüshadan daha sağlam ve daha eski tam bir metin yoktur”60 demiştir. Dolayısıyla incelememiz bu eser üzerinden yapılacaktır. 58 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, 3. b., Abdulbaki Gölpınarlı’nın girişi, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul: İnkîlap Kitabevi, 1985, S. II. 59 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., Abdulbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. II. 60 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., Abdulbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. VII. 26 6 ciltten oluşan eserin 1. cildinde araştırma konusu dahilinde geçen ifadeler şu şekildedir: sarımsak, 54, 139; mercimek, 54, 422, 557; ekin ekmek, 54, 338, 354; şerbet, 64, 148, 471, 557, 645; yemek, 105, 334, 557, 587, 620; bal, 105, 319, 332, 394, 434, 437, 457, 595, 620; ekmek, 54, 131, 151, 218, 236, 313, 319, 336, 383, 408, 422, 424, 448, 458, 471, 474, 475, 476, 483, 534, 599,645, 655; kereviz, 133; ambara buğday yığma, 134; badem helvası, 139, 315; şekerli gül suyu şerbetine zehir katıyordu, 139; nimet, 142, 154, 469, 514, 620; zehirle şekerden geçmedikçe, 144; balık, 145; tohum, 145; incir, 151, 472; süt, 151, 236, 334, 528, 620; meze, 154, 237; şarap, 154, 329, 351, 359, 380, 381, 383, 459, 563, 621; kadeh, 154, 265, 329; cevizler, 162; nar, 162, 163; elma, 162; nar şerbeti, 162; bağ, 163, 588; sofra,54, 210, 313, 424, 458, 521; meyveli ağaç, 237; azıklar, 237; taze balla dolu petekler, 245; şeker, 261, 315, 345, 383, 394, 452, 454, 456, 484, 597; ayran, 265, 459; buğday, 267, 336, 348, 408, 530, 582, 620, 655; meyve, 275, 396, 427, 589, 624,645; gıda, 279; lokma, 279, 471; sirke, 319, 434, 456, 595, 599; helva, 332; arpa, 336, 517, 582; ekin, 319, 408, 443; kaynatılmış; hap haline getirilmiş bir şey, tatlı, 356; kabak, 380; hurma, 382; tuz, 385; tatlı, 385; yufka, 393; rızık, 393; develer kurban eder dururlardı, 407; ambar, 408; somun, 422, 484; ekmek kıtlığı, 425; koyun, 427; üzüm, 427, 456; armut ağacı, 432; gülbeşeker, 434; ıspanak (ekşili; tatlılı), 436; yağ, 444; yumurta, 445; taze süt sağmak, 452; sütle bal, 452; koruktaki su, 456; koruk, 456; testi, 466, 467; balık ağları, 467; güzel yemek, 471; buğday başağı, 475; et, 483; yiyecekler vermek, 514; dağ öküzü, 518; keçi, 518; semiz tavşan, 518; kebap, 518; yahni, 525; çerez, 525; arı, 528; buğdaysız ekmek, 531; başaklar, 530; çeşni, 533; yemek-içmek, 532; kasap, 554; kötü bir yemek, 558; hurma ağacı, 584; dart (tart), 585; turfanda meyve, 588; balla karılmış sirke, 595; pişmiş tatlı ekmek, 620; kerem softası, 620; pişmiş ekmek, 620; pişmiş aş, 620; pırasa, 620; tere, 620; marul, 620; ak somun, 645; kudret helvası, 649; tatlı şey, 649; lokma, 655; hayli arı-duru şarap, 468; değirmen, 582; balık tutan, 591. Mevlânâ’nın Mesnevî eserinde yapılan incelemeler sonucunda konu ile ilgili 2. ciltte bulunan ifadeler şu şekildedir: süt, 7, 18, 273, 301, 384, 422; hurma, 54; un, 89; fındık, 90; nohut, 90; helva, 91, 96, 100, 177, 389; helvacı, 95; şeker, 98, 156, 233, 311, 339, 357, 393, 417, 460; su, 101, 102, 114, 138, 160, 174, 191, 193, 196, 200, 206, 207, 241, 310, 311, 354, 370, 429, 447, 459, 465, 507, 508; ciğer, 113; ekmek, 113, 118, 275, 433, 448, 465, 468; arpa, 124, 172, 417; şerbet, 156, 174, 329; buğday, 156, 172, 27 334, 391, 417, 440, 495; meyve, 166, 173, 498; zehir, 174, 391, 417, 460; badem, 177; sarımsak, 177; şarap, 191, 196, 246, 356, 369, 393, 447, 457, 458; üzüm, 203, 499, 503, 504; meze, 244; arı duru su, 284; bal, 285, 457, 458; sirke, 285, 393; sofra, 310; kâse, 310; gülsuyu, 311; testi, 353, 356; et, 359, 426; kadeh, 369, 370, 458; hamur, 459; lokma, 470. Mevlânâ’nın Mesnevî eseri 3. cildinde araştırmalarımız dâhilinde bulunan ifadeler şu şekildedir: kebab, 13, 150; sofra, 23, 210; şarap, 23, 46, 47, 49, 54, 55, 86, 222, 210, 246, 278, 279, 321, 331, 332; kadeh, 23, 49, 86, 264, 331; şerbet, 23, 51, 298; zehir, 23, 237; ceviz, 23, 105; bal şerbeti, 28; süt, 29, 100, 151, 210, 233, 246; buğday, 34, 36, 165, 238; meyve, 36, 39, 48, 105, 118, 119, 125, 139, 140, 190, 208, 259, 290; rızık, 34; şeker, 34, 104, 133, 204, 206, 245, 285; karpuz, 40; hurma, 40; üzüm, 45, 48, 288; esrar, 46; afyon, 46; hurma şarabı, 46; ayran, 47; yağlı yemek, 50; testi, 53, 143; tatlı su, 54; tatlı şerbet, 85; fındık, 105; fıstık, 105; badem, 105, 279; peynir, 110; ayran, 116; armut, 121, 253; et, 126, 238, 240, 287, 333; bal, 151, 246, 261; ekmek, 166, 191, 210, 238, 239, 252, 334; arpa, 188, 238; meze, 203; elma, 240, 253; yumurta, 252, 253; helva, 259; sirke, 261; şıra, 279; nohut, 286, 287, 289; tencere, 286, 297; kepçe, 287; yağ, 333. Mevlânâ’nın Mesnevî eseri 4. cildinde incelemeler doğrultusunda gıda ve gıda üretimine dair bulunan bilgiler şu şekildedir: meyve, 343, 385, 392, 406, 407, 436, 462, 486, 512, 550, 561, 628; tohum, 344, 362, 487, 550; üzüm, 348; zehir, 353, 360, 361, 458, 472, 549, 554, 565; panzehir, 353; şeker, 353, 361, 376, 393, 400, 401, 449, 458, 488, 504, 510; yılan zehri, 353; buğday, 361, 374, 376, 537, 550, 587; un, 364, 374; kepek, 364; şarap, 370, 402, 496, 497, 514, 515, 516, 541, 549, 562, 565, 610, 624, 631, 638; esrar, 370; gıda, 371; olmamış meyve, 372; et, 372; kuru üzüm, 372; başak, 374; ekmek (ekmeğin yapılma aşamaları), 374, 382, 448, 506, 537, 551, 610, 623, 626; yağ, 374, 540, 590, 591; yenilecek içilecek şeyler, 382, 383, 430, 506, 525, 542; meyve ağacı, 392; yağlı, ballı meyve, 400; kelle şekeri, 401; dağdaki ağaçların acı ve tatlı meyveleri, 406; ceviz, 406, 411, 552; şeker kamışı, 406; koyun budu, 408; öküz budu, 408; ceviz ağacı, 411; et, 421; süt, 426, 427, 450, 550, 560; acı bir su, 433, 553; soğan, 435; sarımsak, 435, 488; yeşillik, 435; safran, 435; ekin, 441, 487, 553, 585, 629; hurma, 441; sirke, 442; bal, 442; yumurta, 442; azık, 448; ot, 458, 562; bağ, 462; yağlıballı yemek, 479; eşeğin sütü, 481; lokma, 482, 566; salkım, 487; başak, 487, 601, 631; kebap, 498, 506; elma, 499; helva, 506; tuz, 506, 537, 539, 586; meze, 515, 610; balık, 28 525, 537; bal, 549, 617; kuru üzüm, 552, 617; fıstık, 552; arpa, 562, 610; ayran, 590, 591; gül suları, 598; üzüm, 617; süt havuzu, 617; armut ağacı, 627, 628; sütle bal, 650. Mevlânâ’nın Mesnevî eseri 5. cildinde incelemeler doğrultusunda gıda ve gıda üretimine dair bulunan bilgiler şu şekildedir: yağ, 10, 289, 314; lokma, 10; nohut, 16; süt, 23, 28, 41, 187, 223, 245, 275, 357, 423, 554; buğday, 30, 255, 256, 260, 297, 306, 343; ekmek, 37, 91, 92, 109, 145, 256, 290, 327, 381, 383, 385, 423, 424, 427, 428, 436, 437, 440, 549, 591; kâse, 40, 436, 489, 490; yufka ekmeği, 41; zeytinyağı, 42; şarap, 43, 66, 67, 68, 166, 275, 292, 341, 362, 394, 395, 397, 475, 477, 489, 490, 491, 518, 527, 528, 529, 530, 531, 532, 538, 539, 540, 544, 545, 590, 616, 622; kadeh, 66, 475, 490, 540; meze, 67, 387, 395; meyve, 67, 193, 202, 255, 256, 473, 590; pirinç pilavı, 79; şeker, 106, 146, 194, 339, 395, 425, 490, 554, 625; elma, 109, 208, 343, 388, 391, 397; kavun; karpuz, 109, 563; zehir, 174, 194, 275, 285, 339, 490, 625; içki, 176, 257, 538, 545, 608; şerbet, 194, 491; bayat ekmek, 200; harman, 203; ceviz, 203, 223, 345, 391, 436, 511; badem, 203; fıstık, 203; kuru tohum, 204; bal, 208, 275, 289, 330, 369, 423, 425; kuru üzüm, 223, 255, 511; kabak, 235; çorba, 239, 385, 549; lokma, 240; helva, 240, 344, 394, 540; turp, 241; zehirli bal, 242; ekin, 255; un, 255, 256; hamur, 255; tohum, 256, 260, 294, 344, 581, 590; esrar, 257, 588; tuz, 260; ayran, 292, 338; soğan, 295; pırasa, 295; haşhaş, 295; arpa, 297, 306, 379, 389, 390, 464; et, 314, 425, 517, 518, 539; yem, 324; sirke, 330, 344, 490; azık, 339; afyon, 341, 490; kahve altı, 366; yiyecek, 367; gıda, 381, 390, 424, 490; hurma şarabı, 387; acı su, 388, 395; pekmez, 391; havuç, 391; ayva, 391; tatlı su, 395; şeker kamışı, 395; nar, 397; turunç, 397; azıksız, 403; üzüm çotuğu, 420; zehirli yağ, 425; yem tanesi, 425; üzüm yaprağı, 428; hurma suyu, 433; arpa ekmeği, 435, 532; hurma, 435; üzüm, 436, 591; sıcak süt, 467; yeşillik, 471; sarhoş, 475, 476, 477, 530, 539, 544; testi, 489, 490, 491, 527, 528; kebap, 518; kepekli un, 532; bulgur aşı, 568, 569; ayran kabı, 584; mercimek, 605. Mevlânâ’nın Mesnevî eseri 6. cildinde çalışmalarımız doğrultusunda bulunan ifadeler şu şekildedir: sirke, 7; şeker, 7, 8, 25, 26, 151, 155, 196, 491, 611, 639, 703; bal, 7, 8, 77, 108, 157, 394, 611; gül kokusu, 8; helva, 8, 216, 372, 380, 381, 398, 629; zehir, 8, 113, 217, 235, 611; süt, 9, 157, 171, 193, 528, 607, 722; ekmek, 11, 108, 196, 355, 483, 484, 487, 549, 605, 633, 634, 699, 705; yufka, 12; elma, 12, 198; hamur, 24, 705; şarap, 27, 112, 113, 114, 119, 137, 158, 291, 419, 507, 547, 703, 710; mangal, 57; zehirle karışık şerbet, 59; tohum, 69; arpa, 77, 435; yağ, 108, 196, 224, 276, 394; ceviz, 29 109, 166, 394; un, 109, 196, 547; kavurma, 120; tirit, 120; mercimek, 120; incir, 131; buğday, 137, 138, 203, 296, 434, 435, 659, 690, 711; değirmen taşı, 156; çörotu, 158; balık, 162; kabak, 193; su kabağı, 193; nane, 196; değirmen, 196; hurma, 198; bulgur aşı, 202, 581; yıllanmış zehir, 216; et, 224, 398, 703; tutmaç suyu, 241, 291; ekşi ayran, 276; yoğurt, 276; balçık küpteki hamur, 276; sofra, 320; zehirli kadeh, 348; fıstık, 394, 454; kızarmış balık, 408; başak, 421; lokma, 454; peynir, 454; pekmez, 454; meyveli ağaç, 475; meyve, 485, 531, 546, 629; rızık, 487; kadeh, 547, 549, 606; içki, 549; tuz, 549; zeytinyağı, 658; şerbet, 694, 711; kuş eti, 700; sarımsak, 733; çömlek, 734; testi, 747. 1.6. EL EVÂMİRÜ’L-ALÂ’İYYE Fİ’L-UMURİ’L-ALÂ’İYYE Türkiye Selçukluları dönemini ele alan kaynaklar arasından alınabilecek en önemli eserlerden biri de İbn Bîbî’nin Sekçuknâme’sidir. 13.yüzyılın sonlarında kaleme alınan El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye, Sultan Mesud tarafından yazdırılmıştır. Eserin yazılmasını teşvik eden Cüveynî’ye ithaf edilen eser, özellikle siyasi tarih bilgileri olmak üzere, sosyal, kültürel ve askeri gibi pek çok alanda verdiği bilgiler ile dönemi aydınlatmaktadır. Selçuknâme ve benzeri eserler, olayları anlatırken genellikle siyasî meseleler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Mevcut gündemde doğal olarak siyasî idareyi, askerî yapıyı, yapılan savaşları ve bahsi geçen yerler ile coğrafi konumları üzerinde durulmaktadır. Aslında olay örgüleri içinde geçen anlatılar dönemin sosyal ve kültürel hayat hakkında çok önemli bilgiler vermektedir, ancak bir mimari bilgiye ya da herhangi bir el sanatına neredeyse hiç değinilmemektedir ya da detaylı bilgi verilmemektedir. Bunun yanı sıra gündelik hayattan bir ayrıntı ya da bir öğün yenen yemek isimleri neredeyse hiç zikredilmemektedir. Tabi ki Mevlânâ’nın Mesnevî’si gibi bazı eserlerde bu meselelerin ele alındığı ve teferruatlı bir şekilde incelendiği kaynaklar da mevcuttur. Özellikle seyahatnameler bu hususta çok önemlidir. El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye’de tez çalışması çerçevesinde araştırılan gıda ve gıda üretimi ile alakalı da çok az bilgi mevcuttur. Amaç herhangi bir tanım ya da açıklamadan ziyade kaynaklarda bilgilerin ne düzeyde ve ne şekilde işlendiğini tespit etmek olduğu için, araştırmada önemli olan gıda ve gıda üretimi hususunda bir kelime dahi olsa bilgi olup olmamasıdır. 30 Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç neşrini yaptığı eserin İbn Bîbî’nin telif etmiş olduğu ihtisar edilmiş nüshası olduğunu belirtmiştir ve mezkûr Muhtasar Selçuknâme’nin yalnız Paris’teki Milli Kütüphane’de mevcut olmadığını, Medîne-i Münevvere’de Şeyhülislam Ârif Hikmet Beğ Kütüphanesi’nde başka bir nüshasının olduğunu bildirmiştir.61 El-Evâmirü’l-Alâ’iyye’nin kabul gören esas nüshası Ayasofya Kütüphanesi’nde mevcut olup 2985 numarada bulunmakla birlikte 744 büyük sahifeden oluşan eser Târih-i Cihângüşa müellifi Sâhib-i Divân-ı Memalik Atamelik Alâeddin Mehmed bin el-Cüveynî namına telif ve ithaf olunmuştur.62 Eserin içeriğinden anlaşılacağı üzere İbn Bîbî, Sultan Alâeddin Keykubad’ı oldukça beğenmekle beraber eserini de O’nun namına “El-Evâmirü’l- Alâ’iyye” diyerek isimlendirmiştir.63 Eserin mütercimi Yinanç eser hakkındaki duygu ve düşüncesini ise şöyle dile getirmiştir: “Bu eserin kıymet ve ehemmiyetinden bahsetmek zâiddir. Vakâ’yi’in doğrudan doğruya Anadolu’da cereyan etmiş olması, eserin doğrudan doğruya Anadolu’dan bahsetmesi ehemmiyetini bir kat daha artırır.”64 Yapılan çalışma neticesinde eserde, 36 yerde gıda ya da gıda üretimi hakkında (gıda maddesi, gıda hammaddesi, işlenmiş ürün, işleme tarzı, gıda tüketimine bağlı reaksiyon vb.) bazı ibarelerin telaffuz edildiği görülmektedir. Bahsi geçen yerler şu şekildedir: karada ve denizde av, 28; yoğurt (içmek olarak verilmiş-ayran olabilir), 29; buğday (hammadde), 43; şaraphane (üretim yeri), 48; öküz; koyun (hammadde-et ürünü), 53, 79, 85, 181, 216; çelipa, 54; koyun (hammadde), 57; tahfe, 59; şeker hazırlama, şerbet(ürün işleme; ürün), 60, 238; yemek, 77, 137; şarab; kadeh, sarhoşluk, şarap içme (gıda; tüketimi; gıda tüketim etkisi), 86, 123, 161, 205, 227, 229; zirai işlem, 88; etmek (ürün), 88, 254; arpa; buğday (hammadde)109; kola renkli (ürün tasviri), 132; fırın inşası, 136; pişirilmiş kaz, 151; zerdhane, 170; sofra; ba’dehû, 195, 229; tutmaç (ürün; ilaç olarak verilmiş), 229. Görüldüğü üzere El-Evâmirü’l-Alâ’iyye’nin çok kısıtlı bilgi içermesine rağmen, o dönemde mevcut olan tahıl ürünleri, et ürünleri, alkollü içecek, yemek, bazı ürün elde etme yöntemleri ve yerleri gibi çeşitli hususlarda önemli bilgiler elde edilmiştir. Burada bizim çalışmamız için esas teşkil eden bilgiler, tahıl ve et ürünleri hammaddeleri, 61 İbn Bîbî, El Evâmirü’l-Alâ’iyye Fi’l-Umuri’l-Alâ’iyye (Selçuknâme), Mükrimin Halil Yinanç’ın girişi, neşr. Mükrimin Halil Yinanç, 5. b., İstanbul: Kitabevi, 2017, s. 12. 62 İbn Bîbî, a.g.e., Mükrimin Halil Yinanç’ın girişi, s. 13. 63 İbn Bîbî, a.g.e., Mükrimin Halil Yinanç’ın girişi, s. 15. 64 İbn Bîbî, a.g.e., Mükrimin Halil Yinanç’ın girişi, s. 17. 31 şarabın bir üretim hanede üretilip, muhafaza ediliyor olması, bazı gıda ürünleri ve yemeklerin adlarının zikredilmesidir. Bazı seyahatnamelerde zikredildiği gibi, şaraphanenin mimari özellikleri, çalışanları, üretim metotları vb., inşa edilecek fırının temel özellikleri, pişirilen kazın nasıl pişirildiği, kaynatılan şekerin ne şekilde ve ne sürede kaynatıldığı, şarap ve yemeğe katılan zehirlerin hangi maddelerden üretilip, ne şekilde olduğuna (katı, sıvı gibi) dair bilgiler ne yazık ki mevcut değildir. Yine de o dönemde Anadolu coğrafyasında gıda ve üretimi konusunda azda olsa, önemli bilgiler bu denli siyasi meselelerin temel anlatımı oluşturduğu bir eserde bile satır aralarında mevcuttur. El Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umuri’l-Alâ’iyye’nin Prof. Dr. Mürsel Öztürk tarafından çevirisi yapılan nüshası 2 cilttir. Öztürk El Evâmirü’l-Alâ’iyye için Türkiye Selçuklu tarihinin siyasi ve sosyal tarihi açısından yaklaşık bir asırlık dönemi kapsayan eserin bilimsel ve düzenli bir tarih anlatımı niteliğinden çok, anlatımı ve üslubu zor bir vakayiname olduğunu düşünmektedir.65 Yapılan incelemeler neticesinde eserin birinci cildinde konu ile alakalı olarak bulunan ifadeler şunlardır: şarap, 39, 62, 170, 173, 191, 198, 237, 271, 274, 328, 330, 347, 380, 386, 391, 411; yoğurt, 84; tahıl, 137, 281; mutfak-şaraphane, 160; mutfak, 174, 222, 283, 359; inek; öküz, 188; koyun, 188, 222; av, 191, 222; meyve, 206; zahire, 206, 222, 370; şarap kadehi, 270, 313, 441; üzüm bağı, 271; bostan, 271; yiyecek, 281. Yapılan incelemeler neticesinde eserin ikinci cildinde konu ile alakalı olarak bulunan ifadeler şunlardır: et, 44, 137; ekmek, 44; kadeh, 47, 55;sofra, 47, 118; şaraphane, 47; testi, 55; sürahi, 55; şarap, 62, 119, 124, 146, 147, 165, 173, 180; şeker, 112; yemek, 118; yiyecek, 118, 137; üzüm, 120, 124, 128; içki testisi, 147. Yapılan inceleme sonucu iki eserde de hemen hemen benzer sonuçlar çıktığı tespit edilmektedir. Yinanç’ın eserinde 20 ifade yer alırken, Öztürk’ün eserinde 27 ifadenin yer aldığı görülmektedir. Bazı ifadelerin birleştirilerek yazıldığını düşünürsek iki eser de birbirlerini neredeyse teyit etmiştir. Eserlerden elde edilen sonuçlar analiz kısmında teferruatlı bir şekilde değerlendirilecektir. 65 İbn Bîbî, El Evâmirü’l-Alâ’iyye Fi’l-Umuri’l-Alâ’iyye, C.1-2, Mürsel Öztürk’ün önsözü, çev. Mürsel Öztürk, Ankara: KBY, 1996, C. I, s. XIII. 32 1.7. CÂMİ’Ü’T-TEVÂRİH Tez çalışması çerçevesinde Türkiye Selçuklu dönemi kaynaklarına bakarken, yazılış tarihi itibarı ile konu hakkında bilgiler içerebileceği düşüncesi ile Reşîdü’d-dîn Fazlullah’ın Câmi’ü’t-Tevârih eserinin Ahmed Ateş tarafından neşredilen ve Erhan Göksu ile H. Hüseyin Güneş tarafından çevrilen II. cildinin, 5. cüzü de incelenmiştir. Câmi’ü’t-Tevârih Prof. Dr. Şemseddin Günaltay’ın ifadesi ile “Türk tarihinin İslâm devrinde yazılan ana kaynaklarının en önemlisi” dir.66 Câmi’ü’t-Tevârih, kaleme alındığı ilk yüzyılda dahi layık olduğu önem ve yeri kazanmış, gerek o çağda, gerekse ondan sonra yazılan kitaplarda esas kabul edilmiştir.67 İncelediğimiz, Selenge Yayınevi’nde 2011 yılında basılan eserde gıda bahsi olarak, içeceğe bağlı sarhoşluk, 78; zehirli şerbet, 79; içki, şarap, 237 ve yiyecek, 239 ibareleri geçmesine karşın; konuyu ilgilendiren bilgilere rastlanılmamıştır ve ilgili yerlerde de detay bilgi görülmemiştir. 1.8. MÜSÂMERETÜ’L-AHBÂR Giriş bölümünde bahsedildiği gibi eser, İbn Bibî’nin El-Evâmirü’l-Alâ’iyye fi’lUmûri’l-Alâ’iyye adlı eserinden sonra Türkiye Selçukluları’nın kayda değer ikinci mühim kaynağı sayılabilir. Eser, Kerîmüddin Mahmud-i Aksarâyî tarafından 1323 yılında, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın tahta oturmasıyla birlikte 1316’da, Anadolu’nun hükümdarlığı ile görevlendirdiği Emir Çoban Noyan’ın oğlu Emir Timurtaş Noyan adına yazılmıştır. Eser, Anadolu topraklarının Moğol idaresi altındaki tarihini oldukça teferruatlı ve ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Verdiği sağlam bilgiler ile de İbn Bîbî’nin anlattıklarını kontrol etme ve tamamlama olanağı sağlamaktadır. Müsâmeretü’l-Ahbâr, Anadolu’nun kayda değer nitelikte çağdaş yerli kaynağı olarak bilinmek ile beraber Aksarayî’nin yazdıkları doğrudan doğruya “şahsi müşahedelerine dayanmaktadır”.68 Müsâmeretü’l-Ahbâr dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Rumî (Selefküs), Arabî (Hicrî), Melikşah zamanında yapılan Yezdicird ve Celâli takvimlerinden bahsetmektedir ve yaklaşık iki buçuk sayfalık bir yer tutmaktadır. İkinci 66 Reşîdü’d-dîn Fazlullah, Câmi’ü’t-Tevârih (Selçuklu Devleti), 2.b., Ahmet Ateş’in önsözü, İstanbul: Selenge Yayınları, 2011, s. 7. 67 Fazlullah, a.g.e., s. 45. 68 Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Mürsel Öztürk’ün önsözü, çev. Mürsel Öztürk, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2000, s. XVI. 33 bölüm Hazret-i Peygamber’den başlayarak Hulefâyi Râ’şidîn, Emevî ve Bağdat’ın alınmasına kadar özet olarak Abbasî halifelerinden bahsetmektedir. Bu kısım esas nüshada 62 sayfalık yer tutmaktadır. Üçüncü bölüm, Büyük Selçuklu imparatorluğunun kuruluşundan Irak-ı Acem’de yıkılışına ve Türkiye Selçuklularından II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) dönemine ait olan tarihi olayları ihtiva etmektedir. Bu kısım basılı metinde yirmi dört sayfalık yer tutmaktadır. Yapılan bu tez çalışmasına da konu olan Türkiye Selçukluları tarihinin hemen hemen son 75 yıllık döneminde meydana gelen olayları anlatmaktadır. Müellif, bir giriş şeklinde olan ilk üç bölümde olayları almış olduğu, kendisinden önce yazılan kaynakların sadeliği ile yalın bir üslup kullanmıştır. Dördüncü bölümde ise bu üslubunu bir yana bırakmış, selefi İbn Bîbî gibi İran edebî tarihçiliğine meyil ederek edebî kabiliyetini göstermeyi arzulamıştır; görüşlerinin doğru olduğunu ispat etmek veya ifadeyi güzelleştirmek için diğer Farsça tarih yazarlarının yaptıkları gibi sık sık ayetler, hadisler, meşhur sözler, Arapça ve Farsça şiirler nakletmiştir. Fakat nakledilen şiirler ve sözler her zaman manaya uygun düşmemiştir. Bu şiirler bazı yerlerde anlatım bütünlüğünü bozacak ve okuyucuyu eserden soğutacak dereceye ulaşmıştır. Eserde nakledilen şiirlerin büyük bölümü, yazarın kendi mesnevisinden veya kasidesinden “yazarın şiiridir” diyerek naklettiği şiirlerdir. O, naklettiği Arapça ve Farsça şiirlerin çoğunun şairinin adını vermemektedir.69 Çalışmada Müsâmeretü’l-Ahbâr’ın çevirisi üzerinden baştan sona kelime kelime tarama yapılarak, gıda ve gıda üretimi konusunda bir bilginin mevcut olup olmadığı incelenmiştir. Yine klasik siyasi tarih anlatılarında olduğu gibi, bu eserden de sosyal ve kültürel hayatın detayları ve konumuzu ilgilendiren gıda ve gıda üretimi ile ilgili çok az ve sınırlı miktarda bilgi elde edilmektedir. İbn Bîbî’nin Sekçuknâme adlı eserine kıyasla daha az bilgi içerdiği gözlemlenmiştir. Verilen bilgiler, beslenme ve gıda üzerine bilgilendirme amaçlı olmayıp, sarayda ve saray dışında, diplomatik ve siyasi ilişkiler ve olaylar anlatılırken, anlatılan konu üzerinde geçen kısımlardan elde edilen bilgilerdir. Onun için çalışma alanını teferruatlı ve net bir şekilde aydınlatmamıştır. Eserde ilgili kısımlar şu şekildedir: içki zehir, 30; meyve ağacı, 57, 171(tür belli edilmemiş); katıksız şarap, 65; şahane yemekler, 68; şarap, 71; şarapçı, 149; buğday; 69 Aksarayî, a.g.e., Mürsel Öztürk’ün önsözü, s. XVII. 34 arpa, 169(ham madde); tahıl ölçümü ve muhafazası, 177; yiyecek çeşitleri, 188 (detaysız); suyun yapı bilgisi, 190; kasap dükkânı, 192. Eserde 13 yerde çalışmaya ışık tutacak veriler geçmektedir. Veriler ürünler hakkında direk bir tanım ya da açıklama değil, anlatımın içerisinde herhangi bir nesne olarak geçmektedir. Onun için, bu geçen kısımlardan neler elde edilebileceğine dair hem tarih hem de mühendislik bakış açısıyla analiz kısmında değerlendirilmektedir. 1.9. ŞEYH EVHADÜ’D-DİN HÂMİD EL-KİRMÂNÎ MENÂKIBNÂMESİ Türkiye Selçukluları dönemi Anadolu’da dini ve fikrî olarak çok farklı oluşumları ve zümreleri barındırdığı için, fikrî hareketler yönünden oldukça renklidir. Ahiler, Kalenderler (Cavlâkiler), Haydariler, Babaîler, Mevlevîler, Şemsîler, Rufaîler, Evhadîler, Kübrevîler, Ekberîler o devirde sadece halkı bilinçli bir şekilde teşkilatlandırmakla kalmayıp, aynı zamanda siyasî ve kültürel kadrolaşmayı sağlamışlardır.70 “Her grubun ve zümrenin tebaası kendi desteklediği şehzadenin başa geçmesi için çabalamaktadır ve siyasi çalışmalar yapmaktadır.”71 Örneğin “Babaîler İsyanı” olarak adlandırılan Türkmen hareketleri de böyle bir siyasî ve dinî olaydır. Evhadiyye hareketi ise Türkiye Selçukluları çağının en önemli şair mutasavvıflarından olan Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî’nin başlatmış olduğu ve XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da yayılan en güçlü fikri, dinî (tasavvufî) ve siyasî akımı olmuştur.72 “Bu hareket aslında 34. Abbasi Halifesi En-Nasır li-Dinillah’ın (1180-1225) organize ettiği ve yönettiği Fütüvvet Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur ve bu bakımdan Şeyh Evhadü’d-din, Fütüvvet Teşkilatı’nı Anadolu’da kadrolaştıran ve yöneten kişidir.”73 Türkiye Selçukluları döneminde Evhadiyye Hareketi ve Evhadü’d-din’nin hayat hikâyesi ile faaliyetlerini tanıtmak ve anlatmak amacıyla Menâkib-i Evhâdü’d-din-i Kirmânî adında bir eser kaleme alınmıştır ve bu eser, Anadolu’da yazılmış Meşayih menâkıbnâmelerin ilki olup, 1204-1234 yılları arasındaki süreci ele almıştır.74 Bu kapsamda eserin verdiği bilgiler çalışma açısından önem arz etmektedir. 70 Kirmâni, Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî ve Menâkıb-Nâmesi, terc. Mikail Bayram, Konya: NKM Kitabevi, 2008. 71 Kirmâni, a.g.e., Mikail Bayram’ın önsözü, s. 6. 72 Kirmâni, a.yer, Mikail Bayram’ın önsözü. 73 Kirmâni, a.yer, Mikail Bayram’ın önsözü. 74 Kirmâni, a.g.e., Mikail Bayram’ın önsözü, s. 7. 35 Daha önce de belirttiğimiz üzere sosyal ve dini konular üzerine temellendirilen eserler kültür tarihi çalışmalarında bizleri daha iyi aydınlatmaktadır. Bu menâkıbnâme de döneme yerinde bizzat şahitlik ettiği ve ilk örneği olduğu için incelediğimiz eserler arasına girmiştir. Eserde çalışma ile ilgili geçen kısımlar şu şekildedir: macun, 249; yağlı tirit, 253; tandır, 253; bahçe, 256; mutfak, 256; havan, 256; meyve, 234, 235, 257, 315; nar, 257; gıda, 257; arpa ekmeği, 257; buğday ekmeği, 257; bağ, 268; hurma, 246, 299, 300; şeker helvası, 299; baklava, 300; helva, 234, 235, 300, 305; sofra, 219, 222, 223, 235, 246, 304, 305; et, 305; peksimet, 305; zehir, 306; karpuz, 311; domuz eti, 217; testi, 219; kadeh, 220; tabak, 223; yumurta, 226; tuz, 227, 246; şarap tulumu, 244; yağ, 246; bira, 247. 1.10. MENÂKIBÜ’L-ÂRİFÎN Tasavvuf kaynaklı eserlerin kültür tarihi yazımı için ne kadar önemli olduğu belirtilmiştir. İnsanın hem ruhundan hem de sosyal hayatından neşet eden hadiselerin kaleme alındığı bu eserler yazıldığı zamanı mercek tutmamız için önemli bir araç olmaktadır. Bu hususta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî ve çevresinin ne kadar önemli bir kaynak olduğundan daha önce bahsedilmiştir. Yine bu çerçevede Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled’in İbtidânâme eserinin de verdiği bilgileri ve önemini arz etmiştik. Çalışma çerçevesinde de en fazla istifade edilen kaynaklar bunlar olmaktadır. Özellikle sosyal ve kültürel hayatın kayıtlı tutanaklarının pek önem arz etmediği eski çağlarda Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr gibi sosyal içerikli yazılı eserler oldukça azdır. Çünkü tarih yazıcılığı genellikle siyasi tarih üzerinedir. Bundan ötürü elimizde bulunan bu eserlerin araştırmamız dâhilinde en verimli şekilde kullanılmasına özen gösterilmiştir. İşte Eflâkî’nin Âriflerin Menkıbeleri eseri de bu hususta önem arz etmektedir. Mevlana ve etrafındakileri konu alan eser Türkiye Selçukluları dönemi kültürel hayatına ışık tutmada önemli bir araç olmaktadır. Ahmed Eflâkî zamanın birçok ilimlerini öğrenmiş ve özellikle yıldızlar ilminde büyük bir şöhret sağladığı için halk arasında Eflâkî mahlası ile tanınmıştır.75Buradan anladığımız üzere Ahmed Eflâkî yazım konusunda eğitimli ve güvenilir bir kaynaktır. Eflaki seyahat etmeyi oldukça seven bir zât olarak tanınmaktadır ve çoğu seyahatlerini 75 Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, C.1, Tahsin Yazıcı’nın önsözünden alıntı, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986, s. 9. 36 hayatında çok istifade ettiği hocası Ulu Ârif Çelebi ile birlikte gerçekleştirmiştir.76 Türkiye Selçuklu Devleti sınırları içerisindeki vilayetlere hatta Azerbaycan’a kadar ülke sınırlarının ötesine seyahatlerde bulunmuş, burada elde ettiği çeşitli tecrübeleri de eserine aktaran Eflâkî 1360 yılında Konya'da vefat etmiştir.77 Müellif’in Âriflerin Menkıbeleri eseri otuz yıllık bilgi ve deneyimlerini kaleme aldığı en önemli eseridir. Burada önemli olan kısım, eser yazarın kendi şahit olduğu ve kaleme aldığı hadiseleri anlatmasından öte eserin hemen hemen tamamının, yıllarca istifade ettiği ariflerin eserlerine parça parça yer verdiği derleme bir eser niteliğinde olmasıdır.78Farsça kaleme alınan eser oldukça akıcı ve çekicidir.79 Tahsin Yazıcı tarafından yapılan çeviride üslup olarak oldukça başarılıdır. Çalışmada kullanılan eser Eflâkî’nin Farsça’dan Türkçe’ye Tahsin Yazıcı tarafından çevrilen nüshasının 1986 yılında Remzi Kitabevi' nde yayınlanan 1. Baskısıdır. Çalışma dâhilinde 2 cilt olan eserin 1. cildinde gıda ve gıda üretimine dair geçen kavramlar şu şekildedir: acı şerbet, 95; çeşitli yemekler, 96; içki, 101, 167; kuru ekmek, 108; arpa unu, 118, 384; turşu, 119; şalgam turşusu, 119; kurban, 120; arpa, 120, 211; kepek ekmeği, 123; su, 150, 130; tirit, 132, 297; helva, 137, 174, 293; peynir, 146; müshil, 149; hap, 149; ilaç, 150; buz, 150; bal, 150, 215; mahmüde, 154; şerbet, 154; bir parça helva, helvacı dükkanı, 170; şekerli helva, 173; şeker şerbeti, 179; bal şerbeti, 179; ciğer, 184; tuz, 184; yemek, 185, 192, 252; pirinç, 185; şerbet testisi, 193; pişmiş et, 194; kemik, 194; tandır ekmeği, 211; ev helvası, 223; bademin tedavide kullanılması, 227; mercimek, 244; hurma, 244; meyve, 247; ikram, 260; kızartılmış etli pilav, 264; macun, 266; kızarmış et, 293; yoğurt, 297; men ekmeği, 302; haşhaş, 310; sıcak helva, 310; domuz eti, 311; sirke, 313; kebap, 313; meze, 382; yoğurt, 316; sarımsak, 227, 297, 316; simit, 319; badem şekeri, 320; meyve, 154, 164, 171, 328, 343; yağlı yemekler, 330; kırmızı ve beyaz elma, 336; incir, 338; et, 194, 293, 339; ekmek, 184, 240, 293, 339, 365; ekin, 343; süt, 269, 295, 343; şeker, 157, 236, 344; arpa ekmeği, 130, 244, 349; az yemek, 363; buğday, 370; köfte, 381; şarap, 88, 112, 167, 226, 269, 286, 313, 382; sarhoşluk, 382. 76 Eflâkî, a.g.e., Tahsin Yazıcı’nın önsözü, s. 10. 77 Eflâkî, a.yer, Tahsin Yazıcı’nın önsözü. 78 Eflâkî, a.g.e., s. 11. 79 Eflâkî, a.yer. 37 Eserin 2. cildinde çalışmamız kapsamında elde edilen bilgiler şu şekildedir: yağlı bir lokma, 44; bir dilim ekmek, 45; yemek/ziyafet vermek, 49; öküz budu (Mevlânâ’nın cenazesine bağışlanan kurbandan alınan), 50; şarap, 53, 73, 196, 197, 222; içerisinde küçük ekmek ve yağlı tavuk geçen bir hikâye, 54; ambarlar ve çuvallar dolusu buğday, 54; şarap yasağı, 57; kavun (kesmek), 67; haşhaş (haram olması), 69; arpa ekmeği, 73; ekmek, 83, 84; ekmek ve helva, 111; üzüm suyunun yağı, kirpi ve kara kurbağasının iç yağı, 113; şeker yapmak, 113; sirkeli çorba, 130; petekte beyaz bal, 130; kovan, 130; zehir ve bal, 132; türlü hububat sonsuz dereceyi buldu, bolluk olup nimet çoğaldı, 131; ağır yemekler, 168; süt, anne sütü, 170; erimiş bala benzeyen ekşi bir şarap, 197; bostana fidan dikme, hıyar, tohuma kaçmış sarı hıyar, 205; kayısı, 221; hoşaf kasesi, 221; içki, 222; güzel kokulu bir hutab, 223; kuru ekmek, 223; şarap testisi, 222; buğday, yağ, 228; kıymetli şaraplar, 233; renk renk yemişler, 235; arpa unu, 246; şişte kuş, 247; helva, 248; meyva, 249. 1.11. MENÂKIBU’L-KUDSİYYE FÎ MENÂSIBİ’L-ÜNSİYYE Sözlükte “övünülecek güzel iş, hareket” mânasına gelen “menkabe” (menkıbe) kelimesinin çoğulu olan “menâkıb”, tasavvufun IX. yüzyıldan sonra İslâm dünyasında yaygınlık kazanmasıyla birlikte sûfîlerin hikmetli sözlerini ve örnek alınacak faziletli davranışlarını ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.80 Menâkıbu’l-Kudsiyye ise ortaçağ Anadolu’sunun dini ve tasavvufi hayatını anlatan önemli bir tarihi kaynaktır. Eserde dönemi ve özellikle Babaî İsyanı ile ilgili teferruatlı ve önemli bilgiler yer almaktadır. “Eserin müellifi Elvan Çelebi XII. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu’ya gelip yerleşmiş, zamanla burada büyük bir nüfuz kazanarak devrin siyasi, içtimai ve dini bir takım hareketler ve buhranlarına karışmıştır. Karamanoğulları’nın siyasi faaliyetlerinde ve gelişmelerinde rol oynamış, sonunda XV. yüzyılda Âşıkpaşazâde gibi meşhur bir tarihçi yetiştirmiş, Dede Garkın ile başlayan büyük bir şeyh ailesinin mensubudur.” 81 Babası, Karamanoğulları Beyliği’nin kuruluşunda adı geçen Muhlis Baba, büyük dedesi ise 1240’taki meşhur Babaî İsyanının lideri Baba İlyas-ı Horasânî’dir.82 80 Haşim Şahin, “Menâkıbnâme”, DİA, İstanbul: İSAM, 2004, C. 29, s. 112. 81 Elvan Çelebi, Menâkıbu’l- Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, İsmail E. Erünsal ve Ahmet Yaşar Ocak’ın girişi, 2.baskı, haz. İsmail E. Erünsal, A. Yaşar Ocak, Ankara: TTKY, 2014, s. 3. 82 Elvan Çelebi, a.g.e., İsmail E. Erünsal ve Ahmet Yaşar Ocak’ın girişi, s. 4. 38 Menâkıbu’l-Kudsiyye’de diğer sosyal ve dini konular etrafında şekillenen eserlere nazaran gıda ve gıda üretimi ile ilgili çok az bilgiye rastlanılmıştır. Mesela Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve Dîvan-ı Kebîr’i, Sultan Veled’in İbtidânâme’sinin aynı konu merkezli eserler olduğu düşünülürse, sosyal ve kültürel hayattan birçok ayrıntı içermelerine karşın Menâkıbu’l- Kudsiyye’de şiirsel ve akıcı bir üslupla ele alınması ile birlikte sosyal ve dini verilerde detayın daha az verildiği görülmektedir. Eserde geçen sosyal hayat ile ilgili detaylar, daha çok yaşanan hadiseler ve yine siyasi meseleler içerisinde gözlemlenmektedir. Menâkıbu’l- Kudsiyye’de tez ile ilgili geçen ibareler şu şekildedir: tolular (şarap dolu kâseler)83, 110; aş (detay verilmemiş), 129; arpa, 129; zehir, 130; kayısı, 131; öküz, 134; buğday (tahıl hammadde), 134; koyun (et, hammadde), 134; herîse, 134; şerbet, 183; bağçe-ü bâğun (bağ ve bahçe), 195; akça geyik (et), 241; tuz, 246; çâşnî bir anbârı (yemek muhafaza mekânı), 262. Eserde geçen az miktarda bilgi, analiz kısmında en verimli şekilde değerlendirilerek yorumlanacaktır. 1.12. TARÎH-İ ÂL-İ SELÇUK (ANONİM SELÇUKNÂME) Doğru adı “Tarîh-i Âl-i Selçuk” olan eser, müellifinin bilinmemesi sebebiyle tarihçiler arasında “Anonim Selçuknâme” künyesi ile bilinmektedir. Eser Selçuklular’ın tarih sahnesine çıkışından başlayarak, Türkiye Selçukluları’nın yıkılışı ve bununla birlikte 1363 yılına kadar süregelen tarihi olaylardan bahsetmektedir. Eserde Selçuklu hanedanının tarihi de anlatıldığı için “Selçuknâme” olarak adlandırılmıştır. Tez çalışması çerçevesinde incelenen nüshanın sunuş kısmında yazarlar, eserin daha önce yapılan tercümesinde içerdiği eksiklikler ve basımındaki noksanlıklar sebebi ile yeniden bir tercüme çalışması yapmaya ihtiyaç duyduklarından ve bunun neticesinde tez çalışmasında kullanılan bu eseri meydana getirdiklerini belirtmektedirler. 84 Eserin tek yazma nüshası Paris’te bulunan Fransız Milli Kütüphanesi (Bibliothéque National)’nde bulunmaktadır.85 83 Yazıcızâde. a.g.e.; s. 325. Burada tolunun içki olduğu anlaşılmaktadır. 84 H. İbrahim Gök, Fahrettin Coşkuner, Tarîh-i Âl-i Selçuk (Anonim Selçuknâme), H. İbrahim Gök ve Fahrettin Coşkuner’in girişi, Ankara: Atıf Yayınları, 2014, s. 8. 85 Gök, a.yer, H. İbrahim Gök ve Fahrettin Coşkuner’in girişi. 39 Eserin önemine gelince, çevirmenlerin belirttiğine göre eser merhum Selçuklu tarihçisi Osman Turan’ın sıklıkla müracaat ettiği bir kaynaktır. Osman Turan, Târîh-i Âl-i Selçuk’un kronolojik verilerinin tutarlı olması, verdiği sayısal verilerin, şahıs ve yer adları ile birlikte bazı olayların diğer kaynaklarda verilmeyen sebep ve neticeleri bakımından özel bir yere sahip olduğunu bildirmektedir. İbn Bîbî ve diğer Türkiye Selçuklu tarihi kaynaklarının çoğunluğunun kronolojiyi ve tarihleri atladığı yerde, Selçuknâme müellifinin birçok kez hem de tutarlı bir şekilde kronolojik kayıt vermesi eserin önemli özelliklerindendir.86 Eser çalışma doğrultusunda incelendiğinde, çoğunlukla siyasi tarih bilgisi veren İbn Bîbî ve Aksaryî’nin eserine kıyasla, sosyal ve kültürel içerik anlamında daha fazla bilgi sunduğu görülmektedir. Buna rağmen tez çalışması çerçevesinde incelenen gıda ve gıda üretimi alanında, siyasi tarih temalı diğer eserlerde olduğu gibi oldukça az bir bilgi yer aldığı tespit edilmiştir. Bu bilgiler daha çok eserin son sayfalarında karşımıza çıkmaktadır. Eserde gıda ve gıda üretimine dair şu ibareler yer almaktadır: şeker (hediye olarak götürülmesi), 58; kuzu (hediye olarak götürülmesi), 58; tuz (ticari meta; satış), 58; buğday (hammadde), 61; tavşan (et; av hayvanı), 62; inek; koyun (et; hammadde), 66. Görüldüğü üzere eserde çalışmaya konu olacak çok az bilgi geçmektedir. Genel olarak bu bilgiler dönemde mevcut olan, çeşitli alanlardaki hammaddelerden oluşmaktadır. Gıda üretimine dair ise, yöntem, mekân, araç ve gereç olarak herhangi bir bilgi verilmemektedir. Eserde yer alan isimler, mühendislik açısından değerlendirme bölümünde konumuzu ne düzeyde aydınlatacağı hususunda tekrardan ele alınacaktır. 1.13. İBTİDÂ-NÂME Asıl adı Bâhâeddin Muhammed Veled olan ve 1226 yılında Lârende’de (Karaman) dünyaya gelen Sultan Veled, 1231’de 96 yaşında vefat etmiştir.87 Mevlana'nın küçük yaştan beri daima sevdiği ve çocukluğu boyunca da yanından ayırmadığı Sultan Veled ilim ve irfan sahibi bir çevrede büyümüş, yetişmiş ve kendisini geliştirme imkânı bulmuştur.88 Sultan Veled, Başta babası Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 86 Gök, Çoşkuner, a.g.e., H. İbrahim Gök ve Fahrettin Coşkuner’in girişi, s. 9. 87 Sultan Veled, İbtidâ-Nâme, Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: İnkılâp Yayınevi, 2017, s. I. 88 Sultan Veled, a.g.e., Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. III. 40 olmak üzere Konya ve eğitim aldığı diyarlarda birçok âlim ve ulemanın her an sözlerinden, hallerinden hareketlerinden ve fikirlerinden faydalanmıştır. Sultan Veled her hususta bu şahsiyetleri kendisine örnek almıştır. Mevlevî tekkesinde ve çevresinde bulunan birçok önemli isimden de istifade eden Sultan Veled babasının buyruğu ile Şems’e uymuş ve eğitimi için Şam’a gitmiştir.89 Bulunduğu çevre sayesinde Sultan Veled kendini ilmî ve kültürel anlamda son derece geliştirmiş ve güçlü bir kalem sahibi olmuştur. Onun için Sultan Veled’in kaleme almış olduğu eserler dönemini aydınlatması açısından oldukça ehemmiyetlidir. Tez çalışmasını aydınlatması ve Sultan Veled’in yazınını ve kültürel olarak üslubunu öğrenmek amacıyla, İbtidânâme eseri incelenmiştir. Eserde Sultan Veled’in yazım tarzının Mevlânâ’yı andırdığı görülmektedir, ancak üslup olarak daha çok halka hitap edecek şekilde kolay anlaşılır bir dil kullanmıştır. “Aslında kafiyeye önem vermeyen Sultan Veled’in, sözlerini klasik edebiyat kurallarına göre kafiye gibi kullandığı da görülmektedir.”90 İbtidânâme, Sultan Veled’in ilk mesnevisidir. Mevlânâ'nın hayatı ve âşıklarının ilk inançları bakımından en eski ve doğru kaynak olmak ile birlikte eser hem Mevlana'nın fikirleri, hem de hayatı hakkında da en gerçek kaynaktır.91 Daha önce de belirttiğimiz üzere, inceleme konumuz açışından bizim için en önemli eserler sosyal ve kültürel içerikli eserlerdir. Bu açıdan Mevlâna’nın ve Türkiye Selçukluları döneminin diğer tasavvufi ve sosyal hareketlerini anlatan eserler önem arz etmektedir. Bu eser de Mevlâna’nın ve fikirlerinin başka bir el tarafından kaleme alınan en önemli kaynağı olarak gösterildiği için çalışmamız içinde oldukça aydınlatıcı olmaktadır. Bu sebepten dolayı çalışmamızda kullanmak üzere Sultan Veled’in mevcut bulunan birçok eserinin arasından İbtidânâme’nin alınması uygun görülmektedir. Türkiye Selçukluları dönemini aydınlatan yerli kaynaklardan, Menâkıb’ul Ârifîn’in de en önemli kaynağı bu eserdir. 92 Eserde tez konusu ile ilgili bulunan ifadeler şunlardır: yumurta, 6; kuş yumurtası, 6; şarap, 28, 38, 68, 74, 79, 87, 90, 117, 175, 120, 130, 141, 143, 220, 222, 231, 267, 274, 313, 317, 319, 329, 333, 361, 374, 420, 427, 458; buğday, 11, 12, 13, 271, 389; şeker, 11, 19, 45, 46, 60, 61, 77, 96, 154, 161, 190, 203, 206, 279, 369; kuru üzüm, 12, 89 Sultan Veled, a.g.e., Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. III. 90 Sultan Veled, a.g.e., Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. IX. 91 Sultan Veled, a.g.e., Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. XIV. 92 Sultan Veled, a.g.e., Abdülbaki Gölpınarlı’nın girişi, s. XV. 41 245; gıda, 15, 102, 221, 273, 278; bal, 19, 38, 42, 67, 144, 190, 197, 206, 221, 241, 369, 374, 451; zehirle panzehir, 20; ekin, 23, 268; kadeh, 28, 222; ekmek, 28, 36, 37, 47, 98, 102, 104, 144, 153, 168, 182, 197, 121, 230, 234, 238, 276, 278, 280, 320, 352, 354, 355, 380, 404, 458, 463, 465, 473, 495; bal şerbeti, 29; şerbet, 35, 117, 167; yemek, 36, 37, 102, 190, 120, 214, 221, 230, 238, 354; pirinç, 36, 45, 190; kebap, 36, 267, 358, 458, 473; ekşi, tatlı, kırmızı, sarı, beyaz yemekler, 36; lokma, 37; sofra, 37; içkiler, 38; süt, 38, 96, 102, 144, 190, 234, 238, 374, 463; su, 38; meyve, 38, 65, 70, 144, 145, 161, 167, 182, 198, 207, 217, 231, 241, 243, 273, 332, 357, 358, 374, 385, 391, 398, 420, 427, 428, 495; mercimek, 41; buğday, 45, 46, 67, 88, 206, 262, 279, 280; un, 46; arpa, 46, 51, 84, 88, 104, 262, 271, 273, 279, 299, 389; tohum, 46, 104, 145, 230, 268; hurma, 61, 161, 207, 241, 385, 398, 426; et, 278, 358; pişmiş-pişmemiş etler 355; helva, 358; tatlı, 243, 358; ayran, 317, 358; bağ, bahçe, tarla, bostan, 128, 144, 197, 217, 273, 290, 357, 358; meze, 67, 222, 361, 420; turunç, 369; şeftali, 385; zerdali, 391; kayısı, 391; incir, 338, 398; çörek, 399; yağ, 214, 399, 415; sirke, 203, 451; yeşillik, 458; kazan tencere, 144; sebze, 145; marul, 145; kabak, 145; şalgam, 145; yoğurt, 155, 214, 220, 221; nar, 77, 161, 181; ağaç, 167, 217; elma, 108, 181, 243; armut, 108, 181, 243; kuru yaş meyve, 190; üzüm, 68, 83, 84, 90, 197, 277, 329; çömlek, 214; sarımsak, 69, 121; koruk, 84, 277; badem, 101; ceviz, 103, 245; havuç, 104; hamur, 104; kâseler; tabaklar, 120; ayva, 241; erik, 243; yağlı ballı yemek, 265, 267; anbar, 268. Görüldüğü üzere beklentimiz doğrultusunda İbtidânâme’den tez çalışması için önemli sayıda veri elde edilmiştir. Veriler ile ilgili çıkardığımız sonuçlar, analiz kısmında değerlendirilecektir. 1.14. TEVÂRÎH-İ ÂL-İ SELÇUK (OĞUZNÂME) Eserin müellifi Yazıcızâde Ali’dir. Anadolu sınırları içerisinde zaman, zemin ve şahıs üçlemesi göz önüne alındığında kendi çağı içerisinde ihtiyacımız olan bilgilere ışık tutacak çok az insan vardır. Bu sebeple elimizde mevcut bulunan az sayıda eser, çalışma için çok ehemmiyet arz etmektedir. İşte Yazıcızâde Ali’nin Tevârîh-i Âl-i Selçuk’u da bu hususta bizim için önem arz eden kıymetli eserlerden biridir. Eser ilk olarak Râvendi’nin Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Surûr ve İbn Bîbî’nin ElEvâmirü’l- Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye gibi Farsça eserlerin Türkçe çevirisi olarak başlamış ve müellifin yaptığı eklemeler ve çıkartmalar ile bu kaynak eser tamamen 42 farklı bir hal almıştır. Selçuklu tarihi niteliğinde bulunan diğer eserlerden farklı olarak ‘Tevârîh-i Âl-i Selçuk’, içerdiği konular itibariyle Türklerin tarih sahnesine çıkışından Osmanlılara kadar olan dönemi kapsayan bir Türk Tarihi niteliği taşımaktadır.93 Yazıcızâde Ali’nin eserini Sultan II. Murad (1421-1451) döneminde 1424 yılında kaleme aldığı tespit edilmiştir. 94 İncelediğimiz eserden de anlaşıldığı üzere Yazıcızâde, yine aynı dönemde önemli ilmi çalışmalar yapan bir baba ve yine bu minvalde bir aile çevresinde yetişmiş ve yaşamıştır. Eserinin Türk tarihinde bu denli önem arz edecek düzeyde bir kalitede olmasında bu durumun hatırı sayılır bir etkisi olması muhtemeldir. Çünkü Yazıcızâde Ali, Osmanlı sarayında önemli bir divan görevlisi, devlet elçiliği yapabilecek bir siyaset adamı, o zamanda Arapça ve Farsça yazılan eserleri Türkçe’ye çevirebilecek seviyede iyi dil bilen bir âlimdir.95 Bu da inceleyeceğimiz eserin az da olsa vereceği bilgilerin, çalışma için ne denli önem arz edeceğinin bir göstergesi olmaktadır. Araştırmada kullanılan nüsha için “Tevârîh-i Âl-i Selçuk’un Türk ve dünya kütüphanelerinde bulunan nüshalarından tespit edilebilen sekiz farklı nüshasının incelenerek, Topkapı Saray Kütüphanesi nr. 1391’de kayıtlı olan nüsha, ana nüsha olarak tespit edilip transkripsiyon çalışmasının yapıldığı” 96 Abdullah Bakır tarafından belirtilmiştir. Eser ile ilgili teferruatlı bilgi, hâlihazırda incelediğimiz eserden elde edilebilmektedir. Eserde tez konusu ile ilgili geçen kavramlardan bahsetmeden önce belirtilmesi gereken birkaç husus bulunmaktadır. Daha önce incelemiş olduğumuz İbn Bîbî’nin elEvâmirü’l- Alâ’iyye fi’l-umûri’l-Alâ’iyye ve Kerîmüddin Mahmud-i Aksarayî‘nin Müsâmeretü’l-Ahbâr isimli eserlerine nazaran Yazıcızâde Ali’nin Tevârîh-i Âl-i Selçuk isimli eserinin sosyal ve kültürel tarih anlatımı bakımından daha zengin olduğu gözlemlenmiştir. Anlatım tarzı ve olay örgülerinin de hem kronolojik olarak hem de anlatım tarzı olarak, hadiselere hâkim olma ve konuyu takip etme açışından daha rahat olduğu görülmektedir. Elbette kaleme alındığı tarih ve dönem açısından kıyaslayacak olursak böyle bir sonucun ortaya çıkması gayet tabidir. Çünkü Tevârîh-i Âl-i Selçuk’un diğer iki eserin tercümesi için yapılan bir çalışmanın sonucunda Yazıcızâde Ali’nin de 93 Yazıcızâde Ali, Tevârîh-i Âl-i Selçuk (Oğuznâme-Selçuklu Târihi), 2.b., Abdullah Bakır’ın girişi, haz. Abdullah Bakır, İstanbul: Çamlıca Basım Yayın, 2017, s. VII. 94 Yazıcızâde. a.g.e., Abdullah Bakır’ın girişi, s. XXIX. 95 Yazıcızâde. a.g.e., Abdullah Bakır’ın girişi, s. XXIX. 96 Yazıcızâde. a.g.e., Abdullah Bakır’ın girişi, s. VII. 43 eklemeleri ve katkıları ile meydana gelmiş bir ürün olduğu bilinmektedir. Bulunduğu dönem itibarı ile İbn Bîbî ve Aksarayî’nin eserlerine farklı bir gözle bakarak, onların taşıdığı salt bilgi verme çabasından ziyade biraz daha süslü ve edebî bir dil ile konulara yaklaştığı da gözlemlenmektedir. Bunu eserlerden vereceğimiz bir örnek ile izah edebiliriz. İbn Bîbî Selçuknâme’sinde sadece “ziyafet verildi”97 ya da “ikramda bulunuldu” gibi bir ibare ile bahsi geçen yerlerde Tevârîh-i Âl-i Selçuk’da o hadise detaylandırılarak sofrada sunulan ikramlar, çeşitleri, lezzetleri, sunuş şekilleri ve sunan hizmetlilerin tasvirleri gibi birçok farklı kavrama ulaşılmaktadır. Bu açıdan baktığımızda Tevârîh-i Âl-i Selçuk, çalışma için daha fazla istifade edilen bir kaynak olmaktadır. Tevârîh-i Âl-i Selçuk’ta ulaşılan kavramlar: kadeh, 164; bağ ve bostânlar (gıda üretimi; yetiştiriciliği; hammadde üretimi), 186, 475; bostân, 199; hûb (güzel) kokulu şerbetler, 69, 66, 206; kımız, 206, 238, 239; kımran, 206, 238, 239, 272; şarablar, 206; hôşçeşn (hoş ziyafet), 210; aş, 210; biryan, 210; kebâb (kebap), 210; bişürtdi (pişirtti), 210; hôş-güvâr şarâblar (hoş içimli şaraplar), 210; altun ve gümişevânî ve badya ve murassa kadehler (altın ve gümüş kaplar ve geniş ağızlı ve mücevherler ile süslü kadehler, 210; sığır ve koyun (et hammadde), 225, 261, 323, 405, 564; fevâkih tenâvül olundı (meyve ve yemişler yenildi, çeşitler belirtilmemiş), 238; şerbet, 239, 354, 509; envâ dane (çeşitli tane, tahıl, hammadde), 239; zerde, 239; zîrbâ, 239; dûgbâ, 239; mâsâbe, 239; sögülmeler, 239; biryânlar, 239, 273; helvâlar, 239; senbûseler, 239; mümessek şerbetler (mis kokulu), 239; Oğuz remince içilme, 239; badya ve memzûc maşraba (geniş ağızlı ve birleşik maşrapa), 243; pilav ve tavuk ve gögercin ve keklik ve dürrâc sögülmeleri (pilav ve tavuk ve güvercin ve keklik ve turaç (çil kuşu) söğüşleri, 243; nârdenk98 aşları, 243; havâşî nevaleler (işlenmiş azıklar, 261; tekellüflü yiyecekler (gösterişli yiyecekler), 261; keklik sögülmesi (keklik söğüşü), 261; yahni, 272; tavuk ve gügercin ve keklik ve bıldırcın sögülmeleri (tavuk ve güvercin ve keklik ve bıldırcın söğüşleri), 272; mümessek ve mu’attar şerbetler (hoş kokulu güze şerbetler), 272; envâfevâkih (çeşitli meyve veya yemişler, çeşitler verilmemiş), 274; elma, 274; emrûd (armut), 274; şeker-i, sükker-i bâdâm ve finduk ve fıstûk (badem; fındık ve fıstık şekeri), 274; tolular içmek (şaraplar, içkiler içmek), 274; şerâb sohbeti (içecek ikramında muhabbet), 281; şarâb-ı ergûvanî (erguvan şarabı), 293; câm-ı şarâb, 294; 97 İbn Bîbî, Selçuknâme, neşr. Mükrimin Halil Yinanç, 3. b., İstanbul: Kitabevi Yayınları, s. 24, 61. 98 Elma, kızılcık, nar, erik, vişne gibi meyvelerden yapılan buruk tatta pekmez. 44 ziyâfet, 322; agır tolular (ağır içkiler, şaraplar), 325, 467; 351; buğday; arpa (tahıl, hammadde), 405; şarâb, 405, 485; şeker, 405; envâ buhûrât (çeşitli baharatlar),405; bal, 417; yag (yağ), 417; bâdâm (badem), 417; tuz, 417; buçuk batman et (dört kilogram et), 519; iki batman etmek (on altı kilogram etmek), 519; şarâb-hâne (şarap yapılan veya muhafaza edilen yer), 522; bâg ve bâgçe ve ekin (gıda üretimi; yetiştiriciliği; hammadde üretimi), 572; koyun sürüsin (koyun sürüsü, et, hammadde yetiştirme), 622; bağ (gıda üretimi; yetiştiriciliği; hammadde üretimi), 707; şekeri helvâ (helva şekeri), 747. 1.15. SALTUK-NÂME Destanlar milletlerin geçmişlerinde yaşadığı sosyal ve tarihsel olayların olağanüstü motifler de dâhil edilerek hikâyeleştirilip dilden dile anlatılmasıdır. Toplumu yüksek bir motivasyon ile ayakta tutan destanlar, milleti birbirine bağlayan en önemli unsurlardan biridir. Saltuk-nâme tarihimizde önemli destanlarımız arasında özel bir yer tutar. XIII. yüzyılda yaşamış olduğu düşünülen Saltuk Gazi, temel olarak alplerin savaşları ve kerametleri gibi hususlar ile İslâm’ı tebliğ eden bir derviştir. Eseri günümüz Türkçe’sine çeviren Necati Demir’in, “Türk milletinin cihan hâkimiyeti hayalinin en önemli belgelerinden birisi” dediği Saltık Gazi destanı; Cem Sultan'ın maiyetindeki Ebü'I-Hayr-ı Rumi tarafından Saltık Gazi'ye ait menkıbelerin halk ağzından derlenerek XV. yüzyılın son dönemlerinde (muhtemelen 1473-1480 tarihleri arası) yazıya geçirilmiştir.99 Saltık Gazi Destanı olay örgüleri açısından Dede Korkut Hikâyeleri’ni, içerik itibari ile de Dîvânü Lügâti't-Türk’ü andırmaktadır. Demir bu destan için “Saltık Gazi Destanı'na, Anadolu sahasının Dîvânü Lügâti't-Türk’ü demek yanlış olmaz. Ayrıca Anadolu'da halk biliminin temeli, bu eserle atılmıştır denilebilir” 100 ifadelerini kullanmıştır. Sosyal ve kültürel içerikli eserler araştırma konumuzun ana içeriğini oluşturduğu için, tez çalışmasını aydınlatması açısından Saltık Gazi Destanı’da incelenmiştir. Tarz ve üslup açısından önemli bilgiler elde ettiğimiz eser, yazıldığı dönemde nadir olan 99 Ebü’l Hayr-ı Rûmî, Saltık Gazi Destanı, Necati Demir’in önsözü, haz. Necati Demir, M. Dursun Erdem, Ankara: Destan Yayınları, 2007, s. 13. 100 Ebü’l Hayr-ı Rûmî, a.g.e., Necati Demir’in önsözü, s. 13. 45 sosyokültürel verilerin detaylı ve derinlemesine verilmesi açısından önem arz etmektedir. İncelemelerimiz doğrultusunda; çalışma konusu ile ilgili şu veriler elde edilmiştir: tarlalar, 8; harmanlar, 8; mısır bahçeleri, 8; fındık bahçeleri, 8; meyve bahçeleri, 8; balık, 40, 78, 90, 91, 173, 174, 257, 272, 273, 295, 299, 300, 312, 313, 354, 361, 362, 363, 430, 467, 468, 507, 594, 602, 605, 612, 653; zeytin, 42, 46; şarap, 42, 46, 64, 68, 355, 435, 550; yemek, 46, 57, 64, 90, 94, 95, 105, 108, 136, 167, 291, 467, 552; şeker, 46, 168, 466; hafif yiyecekler, 46; yiyecek, 57, 104, 105, 484, 496, 503, 514, 515, 544, 550, 635; domuz eti, 64, 68; bal, 64, 168, 173, 239, 355, 356, 440; şeker şerbeti, 64; ot, 65; kan, 68; kaz yumurtası, 89, 357; elma, 117, 136, 438, 531; ceviz, 167, 239; ekin, 167, 168; tatlı, 168, 466; süt, 168, 173, 466, 467, 611; koyun, 191, 487, 594; içki, 191, 433, 471, 550, 615; zeytinyağı, 221; hindistan cevizi, 239; domuz yahnisi, 285; hamur, 285; şekerlenmiş ak bal, 332; helva, 332; ağaç yemişi, 350; ekmek, 354, 357, 425, 430, 439, 467, 649; yağ, 355, 356; adak ve kurbanlar, 356; tuz, 357, 425, 430, 649; fındık, 382, 383; buğday, 387; hurma, 439; meyve, 440, 441, 443, 447; bağ, 441, 442, 443, 447, 451, 499; deve eti, 467; leziz taamlar, 467; tavuk, 473, 474, 487; horoz, 473, 551; zehir, 496; yumurta, 497; ikramlar, 513; bakla, 550; soğan; sarımsak, 550, 579; havyar, 550; pırasa, 579; sebze, 579; şerbet, 616; zehirli su, 620; ağaç yemişi, 620. 1.16. CÂMİU’D-DÜVEL Daha çok Müneccimbaşı Tarihi olarak da adlandırılan bu eser, umumi bir İslam ve Türk tarihi olması hasebiyle büyük önem arz etmektedir. Şair Nedim’in başkanlığında kurulan bir heyet tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olan ve Sahâifü’lahbâr olarak bilinen eser Ali Öngül tarafıdan tekrar neşredilinceye kadar ekseriyetle kullanılmıştır. Ali Öngül, Sahâifü’l-ahbâr olarak bilinen eserin daha önceden yapılan Türkçe tercümesi için kullandığı “Arapça metne bağlı bir tercüme değildir. Eksik, hatalı ve tam bir tercümeden yoksun olması sebebiyle bundan istifade etmenin sakıncalı olduğu anlaşılmaktadır” 101 ifadesi ile Arapça’dan Türkçe’ye yeni bir tercüme çalışması yapılmasının ihtiyaç olduğunu vurgulamış ve kendi çalışmasına kadar da tam manası ile bu ihtiyacın karşılanamadığını eserinde belirtmiştir. Türkiye Selçukluları üzerine 101 Ahmed bin Lütfullah, Câmiu’d-düvel, Ali Öngül’ün önsözü, çev. Ali Öngül, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2017, s.11. 46 çalışma yapan Ali Öngül’ün eseri, çalışmamızı aydınlatması açısından önemli görülerek araştırma eserlerimiz içerisine dâhil edilmiştir. İncelemeler doğrultusunda Câmiu’d-Düvel’de çalışma ile ilgili bulunan ifadeler şu şekildedir: yoğurt, 37; tavuk, 73; içki, 73, 89, 94, 99, 120, 315; armut, 89; süt, 97; şarap, 99, 213, 217, 232, 293, 295; hububat, 179; ekmek, 180. 1.17. FÜTÜVVETNÂMELER “Fütüvvet, başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken XIII. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen kurum demektir.”102 Fütüvvetnâme ise yine fütüvveti konu alan ve bunun yanı sıra fütüvvetin âdâbı, erkânı ve usulü hakkında bilgi veren eserlerin genel adıdır.103 Bu eserler fütüvvet ehlinin sosyal ve kültürel hayatını, âdet, gelenek ve göreneklerini, çalışma ve siyasi düzenini kısacası bir nevi günlüğünü tuttuğu eserler olması nedeniyle sosyal ve kültürel tarih araştırmalarında verdiği detay bilgiler açısından en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Ali Torun’un Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-Nâmeler104 eseri, fütüvvetnâmeler ve kültürü ile teferruatlı bilgi verilmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri detaylı bir şekilde incelenerek toplu bir hale getirilmiştir. Bu sebeple bizlere rahat bir çalışma imkânı sunmasının yanı sıra ayrıntıları alt başlıklarla vermesi, aranan bilgilere kolayca ulaşmamızı sağlamaktadır. Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-Nâmeler eserinde yeme-içme ve sofra husunda elde edilen bilgiler çoğunlukla adap ve erkân üzerinedir. Aşağıda çalışma metodu dâhilinde verilen bilgilerde mevcut olduğu üzere, eserden elde edilen en önemli bilgiler, helva üretimi ve paketlenmesidir (muhafazası). Eserden elde edilen bilgiler şu şekildedir: sofra çekme (kazan kaynatma)105, 192; zeytinyağı; mercimek; acı nesne; soğan ve sarımsak, 193; helvâ-yı cüfne106, 196; 102 Süleyman Uludağ, “Fütüvvet”, DİA, İstanbul: İSAM, 1996, C. 13, s. 259. 103 A. Yaşar Ocak, “Fütüvvetnâme”, DİA, İstanbul: İSAM, 1996, C. 13, s. 264. 104 Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-Nâmeler, Ankara: KBY, 1998. 105 Torun, a.g.e., s. 192. Fütüvvet ehli aralarında birleşerek yiyecek cinsi nesneler alıp aralarında sofra kurarlar. Sofranın büyük olması ekmeğin bol bulunması gerekir. Sofrada zeytinyağı; mercimek olmalı; acı nesne soğan ve sarımsak bulunmamalıdır. 106 Torun, a.g.e., s. 196. Cüfne deveye yem verilen çanak demektir. Helvâ-yı cüfne ise bu çanakta yapılan helvadır. 47 helvanın pişirilmesi,107 197; bal, yağ, un, 197; helvanın bir şehirden diğer bir şehre gönderilmesi,108 198; sofra109, 416. Elde edilen bilgiler, dipnotta verilen ayrıntıları ile analiz kısmında değerlendirilmektedir. 1.18. VAKFİYELER Vakfiyeler, bir vakfın ekonomik ve idari açıdan işleyişini gösteren, kurucusu ya da idarecileri tarafından düzenlenen belgelerdir. “Vakfedilen bir malın hangi hayır işlerinde kullanılacağını, ne şekilde yönetileceğini gösteren senet anlamındaki vakfiyyenin (vakıfnâme) İslâm medeniyeti tarihinde önemli bir yeri vardır. Vakıfların başlangıçta sözlü olarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Daha sonra bazı aksaklıklar yüzünden vakıf şartlarının yazılarak belirlenmesine ihtiyaç duyulmuş, bu durum vakfiyelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.”110 Vakıflar için tutulan bu belgeler, Türkiye Selçukluları dönemi tarihi okumaları için çok önemlidir. Çünkü tarih yazıcılığının oldukça az olduğu var olan eserlerin ile ekseriyet itibari ile siyasi çerçevede kaleme alındığı bu devirde, günlük hayatın içerisinden beşeriyet ile ilgili kayıtların bilgilerini almak o dönem için paha biçilmezdir. Araştırma konumuz olan gıda ve gıda ürünleri ile ilgili her ne kadar az bilgi mevcut olsa da bu eser kültür tarihi çalışmaları açısından hayati önem arz etmektedir. Çalışma doğrultusunda ilk incelenen makale olan Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi’ne111 ait olan kayıtlarda gıda ve gıda üretimine dair geçen ifadeler şu şekildedir: koyun, 7; ekmek, 7; tatlı, 7; pişirmek, 8; yemek, 16. Mübârizeddin Er-Tokuş ve Vakfiyyesi’ni 112 konu alan makalede çalışma konusu doğrultusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. 107 Torun, a.g.e., s. 197. Bu kısımda helva yapılışı detaylı bir şekilde anlatılmaktadır ama daha çok adaptan bahsedilmektedir; üretim bilgisi olarak sadece tencereyi ocağa koyup yağ atma kısmı verilmiştir. 108 Torun, a.g.e., s. 198. Teknik bilgi olarak sadece kutuya konulduğu ve pamuk ile kapatıldığı verilmektedir. Kutu özellikleri yoktur. Usulen üzerine hurma dizildiği ve pamuk kapatılarak bir adet iğne konulduğu bildirilmektedir. 109 İncelediğimiz eserlerde sadece sofra olarak karşımıza çıkan ifadenin; burada teferruat bilgisi ve adabına ulaşabiliyoruz. 110 O. Gazi Özgüdenli, “Vakfiye”, DİA, İstanbul: İSAM, 2012, C. 42, s. 465-466. 111 Osman Turan, “Şemseddin Altun-Aba Vakfiyyesi ve Hayatı”, Belleten, Ankara: TTKY, 1947, C. XI, S. 42, ss. 197-235. 112 Osman Turan, “Mübârizeddin Er-Tokuş ve Vakfiyyesi”, Belleten, Ankara: TTKY, 1947, C. XI, S. 43, ss. 415-429. 48 Celâleddin Karatay; Vakıfları ve Vakfiyeleri’ni 113 konu alan makalede yapılan incelemeler sonucunda alınan veriler şunlardır: süt, 30; bal, 30; ilaçlar, 39, 100; yemek takımları, 39; yemek, 41, 46, 63, 64; aşhane, 41; tabak çanak, 41; et, 41; bal helvası, 42, 45, 100; nefis, 42; şeker, 42; gıda maddesi, 42; tatlılar, 42; bal, 42; arpa, 42, 99, 208; ekmek, 42, 45; pişmiş et, 42, 99, 208; buğday ekmeği, 42; çanak yemek, 42; yağ, 43; ilaç, 43; koyun, 45; buğday, 45; mudd, 45, 46; mısır erdebi, 46; fırın, 52; buğday pazarı, 66; sebzelik, 74; zeytinyağı, 100, 127, 168; şurup, 100; zehir, 125; şerbet, 125. Son olarak Osman Turan’ın kaleme almış olduğu “Türkiye Selçukluları’nda Toprak Hukuku” 114 isimli makalede ise araştırma konumuza dair sadece “sebzelik, 15” bilgisi elde edilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz üzere vakfiyelerden çıkan bilgiler, çalışma konusu açısından fazla veriye sahip olmasa bile sosyal, kültürel, dini ve iktisadi manada çok önemli bilgiler ve belgeler sunmaktadır. Konumuz dâhilinde bulduğumuz sınırlı sayıda bilgi, analiz kısmında verimli bir şekilde değerlendirilecektir. 2. TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YABANCI KAYNAKLARINDA GEÇEN GIDA VE GIDA ÜRETİMİ TERİMLERİNİN TESPİTİ Tarih tüm insanlığın ortak değeridir. Aslında dünya üzerinde yaşayan bütün milletler aynı geçmişi ve aynı coğrafyayı paylaşmaktadır. İnsanlık bütün iyi ve kötü olaylara beraber şahit olmaktadır ve beraber etkilenmektedir. Özellikle bir arada yaşayan ve ortak bir coğrafyayı paylaşan halklar bunu daha ileri düzeyde hissedebilmektedir. Dolayısıyla, bir milletin ve devletin tarihi yazılırken kendi yerel kaynakları ne kadar önemliyse, o millet ya da devlet ile ortak coğrafya ve tarihi paylaşan diğer millet ve devletlerin yazdıkları da en az kendi yazdıkları kadar önemlidir. Çünkü milletler kendi tarihlerini yazarken taraf tutabilirler, bu hususta gözümüzdeki perdeleri kaldıracak olan araç, diğer milletlerin yazdıklarıdır. İşte bu çerçeveden bakıldığında Türkiye Selçukluları dönemini okurken yerel kaynakların yanı sıra, farklı millet ve farklı dinlere sahip olan ve aynı coğrafyayı paylaşan insanların da 113 Osman Turan; Celâleddin Karatay; Vakıfları ve Vakfiyeleri; Belleten; Ankara: TTKY; 1948; C. XII; S. 45; ss. 17-171. 114 Osman Turan, “Türkiye Selçukluları’nda Toprak Hukuku”, Belleten, Ankara: TTKY, 1948, C. XII, S. 48, ss. 549-574. 49 yazdıkları bir o kadar önemlidir. Bu hususta Ermeni, Gürcü ve Bizans kaynakları, dönemi aydınlatmamız açısından oldukça elzemdir. 2.1. ALEXİAD Tarihi aydınlatmada toplumların yerel kaynakları kadar yabancı kaynakların da ne kadar ehemmiyetli olduğundan daha önce bahsedilmişti. Bu çerçevede Türkiye Selçukluları için Bizans ( Doğu Roma) kaynakları da ayrı bir önem arz etmektedir. Yerleşik hayat kültürleri ve yazılı edebiyatları çok daha önce gelişmiş bir medeniyet olan Bizans’ın bünyesinde kaleme alınan eserler kayda değer niteliktedir. Dönemi aydınlatacak olan yerli kaynaklar yönünden oldukça sınırlı eser ihtiva eden Türkiye Selçukluları Çağı, bu ve benzeri yabancı kaynaklar ile desteklenerek daha kapsamlı bilgilere ulaşmak daha sağlıklı olmaktadır. Eserin müellifi, Alexios Komnenos’un kızı olan Anna Komnena 1083’te Bizans’ın başkenti Koustantinopolis’de doğmuştur.115 Bir Rum soylusu olan Nikephoros Bryennios ile evlenen Komnena evlenmeden önceki hayatında da olduğu gibi sürekli saray ve çevresinde bulunmuş, iyi bir eğitim almış ve bu nedenle de siyasi birçok entrikaya da şahitlik ederek yazdığı eserler açısından güvenilir bir hale gelmiştir.116 İmparator Alexios’un ölümü üzerine kendisi de saray entrikalarına karışan ve kocasını İmparator yapmaya çalışan Komnena, siyasi olarak da göze çarpan faaliyetlerde bulunmuştur. Araştırmaya, bilgiye, öğrenmeye ve yazmaya oldukça meraklı olan Komnena, çağına nazaran gayet iyi bir öğrenim görmüştür. Bununla birlikte eşi Nikephoros gibi tarih araştırmacılığına da oldukça ilgi duymuştur.117 Kesin olmayan verilere dayanılarak Anna Komnena’nın 1153’te öldüğü düşünülmektedir.118 Anna Komnena’nın yıllarını verdiği ve tüm bilgi ve birikimini aktardığı eseri Alexiad’ın esas adı Alexias’tır.119 Eserin çevirisini yapan Bilge Umar, Komnena’nın 1148 yılında hala üzerinde çalıştığı bilinen eserinin orijinal metin üzerinde dilinin oldukça sade, ifadelerinin anlaşılır, üslubunun akıcı ve içeriğinin oldukça kaliteli olduğunu bildirmektedir.120 Yapılan inceleme neticesinde Bilge Umarın yapmış olduğu 115 Anna Komnena, Alexiad, Bilge Umar’ın girişi, çev. Bilge Umar, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1996. 116 Anna Komnena, a.yer, Bilge Umar’ın girişi, 117 Anna Komnena, a.g.e., Bilge Umar’ın girişi, s. 6. 118 Anna Komnena, a.yer, Bilge Umar’ın girişi. 119 Anna Komnena, a.g.e., Bilge Umar’ın girişi, s. 7. 120 Anna Komnena, a.yer, Bilge Umar’ın girişi. 50 çevirinin akıcı ve keyifli bir anlatımla sunulduğu, olay örgülerinin oldukça iyi verildiği ve canlı bir üsluba sahip olmasından dolayı, istifade etmemiz açısından oldukça başarılı olduğu gözlemlenmektedir. İncelemeler dâhilinde tez konusu ile ilgili olarak geçen ifadeler şunlardır: öldürücü tohumlar, 41; peynir, 70, 244, 247; ekmek, 79, 312, 313, 361, 370, 499, 503, 508; yemek, 79, 321, 388, 517; tuz, 79; duru ve içilir bir su, 83; kurbanlık kuzu, 88; et, 95, 244, 246, 247, 348; tütsü reçinesi, 123; yem, 139, 347, 395; tarım, 210; arpa, 210, 220, 443; buğday, 210; bol bol yiyecek, 234, 347, 519; süt ürünleri, 244; tahıl, 248; çok zengin bir sofra, 250, 271, 388, 482, 508; kurdun ya da kuzunun eti, 252; şarap tulumları, 254, 297; su, 254, 275, 361, 522; testi; tulum; çanak, 254; içki, 264, 271, 350, 364, 370, 495; şarap, 271, 304, 312, 503, 508; şeftali, 276; bal, 277, 456; bağ, 293, 304, 477, 503; sarhoş, 304, 479; üzüm, 304; buğday, 304; arpa ekmeği, 313; çiğ et, 321; kedi; köpek eti, 348; ayran, 368; süt, 368; pide, 368; buzağı eti, 368; içecek, 370, 456; ciğerler; yürekler, 392; akdar, 395; çömlekler, 446; kadeh, 456; tarlalar, 477, 490, 503; biber, 518; zehir, 518; lapa, 519; gülsuyu, 522. 2.2. URFALI MATEOS VEKAYİ-NÂMESİ (952-1136) VE PAPAZ GRİGOR’UN ZEYLİ (1136-1162) Ermeni kaynakları içerisinde, tez çalışmasına en çok yardımcı olacak birinci elden kaynak olan Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136- 1162) adlı eser incelenmiştir. Eser, yaptığı çeviri ve şerhleri ile Türk tarihine büyük katkıları olan Hrant D. Andresyan’ın çevirisi üzerinden incelenmiştir. Eser Edouart Dulaurer’in notlarının M. Halil Yinanç tarafından çevirileri ile birleştirilerek Türk Tarih Kurumu tarafından 2000 yılında yayınlanmıştır. XI. Yüzyıl sonunda ve XII. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Mateos, bütün hayatını Urfa’da geçirmiş, Urfa çevresi ve Suriye’de geçmiş olan tarihi hadiselere görgü şahidi olmak sıfatı ile bilhassa Yakın-Şark’ın Türkler tarafından açılmasını ve Haçlılar ile Müslümanlar arasında cereyan eden mücadeleyi dikkate şayan bir surette geniş bir şekilde nakletmiştir.121 Dulaurer’in notlarında bildirdiği üzere “Urfalı Mateos eserini yazdığı zaman, Selçuklular’ın kuvvet ve hâkimiyeti en yüksek noktasına varmış 121 Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), 3.b., Hrant D. Andreasyan’ın önsözü, çev. Hrant D. Andreasyan, Ankara: TTKY, 2000, s. XVII. 51 bulunuyordu ve kendine bir zeyl yazmış olan Papaz Grigor ile beraber Haçlı Seferleri hakkında Arap, Süryanî, Grek ve Lâtin vakanüvislerinin eserlerinde hiç mevcut olmayan bazı ayrıntıları bize bildirmiştir.”122 Papaz Grigor Urfalı Mateos’un öğrencisi olup onun vekayinâmesini 1137’den 1163 tarihine kadar devam ettirmiştir. Eser üzerine yapılan incelemelerde Hristiyan bir Ermeni olan Mateos ve Grigor’un gözünden, birinci şahit olarak dönemin şartlarının ve vuku bulan hadiselerin oldukça başarılı bir şekilde gözlemlenip kaleme alındığı görülmektedir. Özellikle bazı olaylar anlatılırken verilen detaylar ve ilginç bilgiler, diğer eserlerde az rastladığımız muazzam sosyal tarih verileri içermektedir. Örneğin çalışmada gıda ve gıda üretimi üzerine verilen bilgiler ışığında bakıldığı için dönemde çok kez yaşanan kıtlık ve kıtlığın getirdiği problemler dikkat çekmektedir. Bu dönemlerde yaşanan sosyal problemleri sansürsüz bir şekilde aktaran müellifler ilginç bilgiler ile çalışmayı aydınlatmaktadır. Bu hadiseler açlıktan dolayı çocuğunu pişirip yiyen Romalı bir kadından123 ve karısını pişirip yiyen Müslüman bir adamdan124 bahsedilen yerlerdir ki bunlar insanların geldiği noktayı göstermesi açısından kayda değer, bir o kadar da akılda soru işaretleri bırakacak kadar ilginç olmaktadır. Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) adlı eserde incelemelerimiz çerçevesinde ulaşılan bilgiler şunlardır: ekmek, 156, 202, 301; meyve, 156; şarap, 163; bağ ve bahçe (gıda üretimi; yetiştiriciliği; hammadde üretimi), 202; buğday; arpa ve meyve (gıda ve hammadde), 202; tatlı bal, 212; at kesip yediler (et ürünü, hammadde), 215; kireçli su, 217; ekmeğe kireç karıştırılıp yenmesi (İmparator Alex’in emretmesi üzerine), 217; koyun; at ve deve (et, hammadde), 222; ekmek (ekmeğin kutsiyetine atıf)125, 223; kurban kesilme (et sağlanması), 248; şarap, 289; domuz ve tavşan avı (et, hammadde sağlanması), 296; sarhoşluk (tüketime bağlı sonuç), 297, 313; soğan; sarımsak (sebze, hammadde), 298; yağ kabı (üretim ve muhafaza gereci), 301; bağ, 316; koyun ve sığır (et, hammadde), 324; koyun sürüsü (et, hammadde yetiştirme), 331. 122 Urfalı Mateos, a.g.e., Hrant D. Andreasyan’ın önsözü, ss. XX-XXI. 123 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 202. 124 Urfalı Mateos, a.yer. 125 Urfalı Mateos; a.g.e., s. 223. “Franklar’dan biri Allah’ın hoşuna gitmeyecek bir iş yaptı. Bir ekmeği yarım içine kendi pisliğini koydu ve bunu şehrin kapısının önüne bıraktı. Açlık felaketi içerisinde bulunan halk ekmeği görünce üzerine atladı. Onlardan biri; ekmeği yemek için açtığı vakit içindeki pisliği görüp tiksindi ve götürüp diğer adamlara gösterdi. Bunu gören akıllı adamlar: Allah bu büyük günahı asla affetmeyecektir. O, onlara zafer bahşetmeyecektir; çünkü onlar ekmeğe karşı bu günahı işlediler. Yeryüzünde böyle bir günah görülmemiştir dediler.” 52 Önceki paragraflarda da belirtildiği üzere dönemin çoğunlukla kıtlıklar ile geçmesi gıda ve gıda üretimi noktasında sağlanan bilgilerin sınırlı olmasının asıl sebebi olduğu fikrini düşündürmektedir. Sosyal hayata bu denli derinlemesine hikâyeci bir anlatım ile yaklaşan müelliflerden bu hususta detay bilgi vermesi de beklenilirdi. Ama şartlar gereği tüketimin sadece arpa, buğday ve su bulunan yerlerde azda olsa et ve et ürünleri olduğu gözlemlenmektedir. Verilen bilgiler ile ilgili yorumlama çalışmanın analiz kısmında yer almaktadır. 2.3. NİKETAS KHONİATES TARİHİ 12. yüzyıl ortalarında Denizli yakınındaki Khonai (antik Colossai) şehrinde doğan Niketas Khoniates Bizans’ta Angelos hanedanının hâkim olduğu devrede (1185-1204) saraya girerek gerek saray memuriyetlerinde, gerekse idarî mekanizmada önemli görevlere ulaşmıştır.126 Niketas Tarihi 1118-1206 yılları arasında hüküm sürmüş Bizans imparatorlarının, saltanat sürelerine göre ayrılarak sunulduğu 21 kitaptan oluşmaktadır. Tez çalışmasında kullanılacak olan çeviri nüshası, Ioannes II. Komnenos’a ait 1, Manuel I. Komnenos’a ait 7 olmak üzere toplam 8 kitabı kapsamaktadır. Türkiye Selçukluları tarihini aydınlatmak adına önemli bir kaynak olan Niketas Tarihi, özellikle Sultan II. Kılıçarslan (1115-1192) dönemi ve Myriokephalon savaşı hakkında bilgi almak için oldukça istifade edilen bir eserdir. Eserde gıda ve gıda üretimine dair geçen ifadeler şu şekildedir: meyve ağaçlarının yağmalanması, 26; kocaman ve yağlı balıklar (ticarette daha değerli olduğu belirtilmiş), 38; sepette taşınan ekmek ve diğer yiyecekler, 44; kireç katmak suretiyle ekmeği zehirlemek, 44; sığır ve koyun sürüleri, 62; fıçılar dolusu şarap, 78; fasülye tarlaları, 78; fasulya tarlaları, 78; taze fasulya fidanları üzerinden fasulyaları teker teker toplanıp yenilmesi, 79; şarap, 89; sebze ve meyve ile beslenmek (çiğ sebze tüketmek), 100; balık, 100; toprağın ıslah edilip verimli hale getirilmesi ve meyve veren her ağacın yetiştirilmesi (Bergama ve Edremit’te, 1165-1170 yıllarında), 103; açlıktan bitki kökü kemirmek ve hurma yaprağı pişirmek, 114; soyarak şeftali yemek, 122. 126 Niketas Khoniates, Historia (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri), Fikret Işıltan’ın girişi, çev. Fikret Işıltan, Ankara: TTKY, 1995, s. IX. 53 2.4. BİR KEŞİŞ’İN ANILARINDA TATARLAR VE ANADOLU 1245-1248 Eserin müellifi olan keşiş Simon de Saint Quentin’dir. 1245 yılında Papa tarafından doğuya gönderilen bir grup keşişin arasında bulunan Simon de Saint Quentin; orijinal metinde Tatarlar diye adlandırılan, ama aslında Moğallar’ın, insan kıyımına son vermeleri ve Hristiyanlığı kabul etmeleri yönündeki bilgileri içeren Papalık mektubunu, Moğol hakanına ulaştırmak için Anadolu’da uzun süre kalmış, gözlemlerde bulunmuştur.127 Türkiye Selçukluları dönemi Anadolu’sunu aydınlatmak için önemli bir kaynak olan Simon’nun anıları, dönemi konu alan araştırmalarda çokça referans gösterilmektedir. Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu 1245-1248 kitabında tez çalışması çerçevesinde elde edilen bilgiler şu şekildedir: Arpa, 50; et, 56; zeytinyağı, 56; balık, 56; şarap, 56, 58, 59, 60, 61, 65; kurban, 56; içki, 56; buğday, 56; ganimetler, 61; yemeiçme, 65; ekmek, 65. Bu kısımda araştırmamızı aydınlatan en önemli bilgiler Moğolar’ın yemeklerini anlatan bölümdedir.128 Bu bölümde Anadolu’da bulunan Moğollar’ın ekmek yemekten hoşlanmadığından, sebze ve baklagilleri bilmediklerinden, et dışında bir şey yemediklerinden bahsedilir.129 Et olarak, katır dışında herşeyi tükettikleri bildirilmekle beraber, at etinden hoşlandıkları, sıçan, köpek, kedi de yediklerinden, ayrıca çokça şarap ve kımız içtikleri de önemli bilgiler arasındadır.130 İlginç bir bilgi olarak insan etini, ateşte kızartmak ve suda kaynatmak suretiyle tükettikleri de eserde geçmektedir.131 Yine göze çarpan farklı bir bilgi olarak Moğolar’ın bit de yediklerinin bildirilmesidir.132 2.5. ABÛL-FARAC TARİHİ Eserin müellifi ve asıl adı Bar Hebraeus olan Abûl-Farac Süryani tarihçiler arasında en meşhurudur. Türkiye Selçukluları döneminden bahsederken uzun süre 127 Simon de Saint Quentin, Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu 1245-1248, Kitabın önsözü, çev. Erendiz Özbayoğlu, Alanya: Doğu Akdeniz Kültür ve Tarih Araştırmaları Vakfı, 2006, s. 5. 128 Simon de Saint Quentin, a.g.e., s. 20. 129 Simon de Saint Quentin, a.yer. 130 Simon de Saint Quentin, a.yer. 131 Simon de Saint Quentin, a.yer. 132 Simon de Saint Quentin, a.yer. 54 Anadolu'da bir arada yaşamış, kültür ve coğrafya olarak ortak değerlerin yaşandığı Süryaniler’in eserlerini incelemek, çalışma açısından oldukça faydalı olmaktadır. “Bar Hebraeus 1225-26 senelerinde Malatya'da doğmuştur. Aslen İbrani olan Ahron (Harun)’un oğludur. Bu yüzden Bar Ebharya yani İbrahim’in oğlu ya da Arabça’sı ile İbnü’l-İbrî namı ile tanınmaktadır.”133 Bar Hebraeus çok küçük yaştan itibaren Arapça, Süryanca, İbranice tahsili almış, ilerleyen süreçte Yunanca da öğrenmiştir. Anadolu ile birlikte çevresindeki birçok şehri gezen ve uzun seyahatler yapan Bar Hebraeus önemli eserler vermiştir ve on üçüncü yüzyılın tarihinin aydınlanmasında önemli katkıları olmuştur. Dönemin kaynaklarına dair yapılan incelemede, Süryani kaynakların mevcut bilgilerini kıyaslamak adına bu eser tercih edilmektedir. Bar Hebraeus, Anadolu ile birlikte Mezopotamya’nın geniş coğrafyalarını bilen ve bu husustaki görgü ve deneyimlerini kaleme alan 13. Yüzyılın önemli tarihçilerinden birisidir. “Bar Hebraeus’un Kronografyası kronolojik ve tarihi bir ansiklopedidir.”134 Ayrıca çevirmen, eserin öneminden bahsederken Bar Hebraeus’un kronografyayla ilgisi olmayan ve eserin oldukça önemli bir kısmını kapsayan türlü malumatlar katmasından ve bu malumatlar ile birlikte eseri tamamlayan hükümdarlar ve milletler hakkında bilgi vermesinden bahsetmektedir.135 Eserin çevirisini yapan Ömer Rıza Doğrul’a göre Bar Hebraeus’un hayat ve eserlerinde başlıca amacı, Süryaniler’in kendi tarihlerini kültür, edebiyat ve dillerini yani kısaca benliklerini uyandırmak için yardım etmektir ve bunun için Araplar’ın, Yunanlılar’ın tarih, felsefe ve tıp alanına dair kitaplarını çevirerek halkını aydınlatmaya çalışmaktır. 136 Bu da Abûl-Farac’in ilmi konulara ne kadar alakadar ve meraklı olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda eserinin güvenilirlik ve kalitesinin de bir ölçütüdür. Doğrul, eserin milli tarihimiz açısından faydalı bir kaynak olduğundan ötürü aslına en uygun şekilde tercüme çalışması yapıldığını bildirmiştir.137 Eseri ana dili olan Süryanca’dan İngilizceye çeviren Ernest A. Wallis Budge’dır. Doğrul bu İngilizce 133 Abûl- Farac, Abûl-Farac Tarihi, 3. b., Ernest Wallis Budge’nin önsözü, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara: TTKY, 1999, s. 6. 134 Abûl- Farac, a.g.e., Ömer Rıza Doğrul’un girişi, s. 9. 135 Abûl- Farac, a.yer, Ömer Rıza Doğrul’un girişi. 136 Abûl- Farac, a.g.e., s. 35. 137 Abûl- Farac, a.g.e., Ömer Rıza Doğrul’un önsözü, s. VII. 55 nüshayı esas alarak müellifin Arapça yazdığı Muhtasar-üd- Düvel’i de kıyaslama yaparak daima göz önünde bulundurmuştur.138 Başarılı bir çeviri, olay örgüleri ve kronolojinin tutarlılığını izleyen akıcı bir anlatımla sunulan ve önemli bilgiler içeren Abûl-Farac Tarihi tez çalışması dahilinde oldukça istifade edilen bir kaynak olmuştur. Eser üzerine yapılan inceleme neticesinde konu ile alakalı bulunan kavramlar şu şekildedir: at eti, 340; inek, 342; sebze ve mahsul, 354; şarap küpü, 355; anbar, 356, 557, 631; tohumluk buğday, 359; koyun, 359, 387, 394, 396, 644; davar, 359, 387; zehirli içki, 361; un, 362; değirmen, 362; yem, 370, 648, 652; yağ kabı (gümüş), 374; sarhoşluk, 381; buğday kireç (ekmek), 385; keçiler, 387; bağ, 387, 395, 535, 544, 604; öküz, 394, 396; darı, 416; hurma, 416; darıdan yapılma ekmek, 417; hububat, 417, 535; içki, 417, 447, 557; şarap, 372, 427, 466, 506, 537, 549, 561, 579, 583, 600, 641; zehirli üzüm, 427; ambar, 432; buğday, 342, 357, 359, 414, 449, 457, 458, 506, 564, 565, 602; tavuk; güvercin, kumru, 455, 570; meyve, 382, 455; buz, 455; üzüm, 382, 464; şeker, 464; su, 464, 465; gıda, 466, 471; fare ve kısrak sütü, 476, 601; et, 481, 527, 538, 549, 557; yumurta, 485, 619; toprak mahsulü, 485; arpa, 506; kadeh, 526, 546, 553; ağaç, 535, 604; yemek-içmek, 536; yemek, 538; ekin, 544; yağ, 557; pişmiş etle dolu sini, 560; tuz, 565; etle kaynatılmış buğday yemeği, 575; içki ziyafeti, 577; buğday ambarı, 604; un değirmeni, 604; içki sofrası, 641; kasap aşçı, 644; etli yemek, 652. 2.6. MESÂLİKU’L EBSAR FÎ MEMÂLİK’İL-EMSAR Eserin müellifi olan Şihabeddin b. Fazlullah el-Ömerî (1300-1349), kadı, fakih, edebiyatçı ve sır kâtibi olarak bilinmektedir.139 Dımaşk şehrinde dünyaya gelen ElÖmerî, Kahire ve Dımaşk’ta aralarında ünlü Kadı İbni Şuhba’nın ve Şeyh Şemseddin el-Isfahanî’nin de bulunduğu zamanın en ünlü hocalarından çeşitli konularda ders aldı ve Şeyh Isfahanî tarafından Şafii mezhebiyle ilgili konularda fetva makamına getirildi.140 El-Ömerî’nin Mesâliku’l Ebsar fî Memâlikîl-Emsar eseri tarih, edebiyat, astronomi, coğrafya, tıp, sosyoloji vb. konularda yazılmış bir ansiklopedi özelliği taşımaktadır. Çevirisini kullandığımız nüsha 27 cilt olan eserin, Türkler ile ilgili olan 138 Abûl- Farac, a.yer, Ömer Rıza Doğrul’un önsözü. 139 El-Ömerî, Mesâliku’l Ebsar fî Memâlikîl-Emsar, Ahsen Batur’un önsözü, çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, 2014, s. 8. 140 El-Ömerî, a.yer, Ahsen Batur’un önsözü. 56 kısmının bulunduğu 3. cildidir. Özellikle Anadolu’daki Türk şehirleri ve beylikler dönemi hakkında önemli bilgiler içeren bu nüsha, gıda ve gıda üretimi hususunda da çeşitli bilgiler içermektedir. Tez çalışması kapsamında yapılan incelemede gıda ve gıda üretimine dair geçen bilgiler şu şekildedir: hububatın mud denilen kile ile satılması (1 mud yaklaşık olarak 500 gr.dır.)141, 144; Diyar-ı Rum’da limon ve portakal gibi asitli meyvelerle, hurma ve muz gibi soğuk ülkelerde yetişmeyen meyveler hariç her türlü meyve mevcuttur., 144; at, koyun ve sığır (et hammaddesi), 144; et ve yağ olarak en lezzetli koyunlar, 145; kar gibi beyaz bal, 145; gıda maddelerinin fiyatları çok düşüktür ve sebebi: düşük vergi, bol mera, aktif ticaret ve limanlardır, 145; etin, sütün çok bol ve neredeyse bedava olması, 145; pastırma, yağ ve şarap (kışlık), 146; enva-i türlü meyvelerle kaplı Kasis Dağı, 155; meyve ağaçlarının yabani olup kimsenin şahsının olmaması, 155; Menderes Nehri’nde balık avlama, 157; Şarköy’de pirinç üretimi, 158; arpa, 159; meyve, süt ve balın son derece ucuz olması; 159; meyve, 160; Tonguzlu (Denizli)’da birkaç çeşit nar yetişir (çekirdeksiz), 160; narın suyunun sıkılarak pekmez yapılması (bal ile ayırt edilemeyecek bir pekmez), 160; nardan şarap yapılması (hurma şarabına benzer, alkol oranı yüksek), 160; bir çok türde şarap, 160. 2.7. İBN BATTÛTA SEYAHATNÂMESİ Uzun adı Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim Levâtî Tancî olan İbn Battûta, 1304’te Fas’ın Tanca şehrinde doğmuş; 1368’de TâmesnaMerrâkeş kadısı iken vefat etmiştir.142 Berberî asıllı olan ailesi Levâte kabilesinden olup, Berka’dan Tanca’ya göç ettikleri bilinmektedir. İbn Battûta tarafından Tuhfetü’n Nuzzâr fi Garâibi’l-Emsâr ve Acâibi’l-Efsar diye adlandırılan ve literatürde Rıhle ismiyle bilinen eser, seyyahın kısa aralıklarla 28 yıl süren gezilerini kâtip İbn Cüzeyy Klebî’ye ham metin olarak aktarması neticesinde 141 El-Ömerî, a.g.e., Ahsen Batur’un girişi, s. 144. 142 İbn Battûta, İbn Battûta Seyahatnâmesi, A. Sait Aykut’un girişi, çev. A. Sait Aykut, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000, s. XXI. 57 hazır hale getirilmiştir.143 Eserin yazımı 1355’de son bulmuş, çeşitli düzenlemeler ile 1356’da tamamlanmıştır.144 Gezilen diyarlar ve verdiği bilgiler açısından kapsamlı bir seyahatnâme olan İbn Battûta Seyahatnâmesi’nde Anadolu hakkında verilen bilgiler Türkiye Selçukluları döneminin hemen sonrasını yansıttığı için araştırma konumuz hakkında bilgi sağlamamıza imkân vermektedir. İbn Battûta Seyahatnâmesi’nde Anadolu’dan bahsedilen kısımda gıda ve üretimine dair verilen bilgiler şu şekildedir: en leziz yemekler Rum diyarı olarak bilinen bu ülkede pişer, 400; bolluk ve bereket, 400; ekmek günü (ekmek haftada bir gün pişirilir, öteki günlere yetecek kadar), 400; sıcak ekmekler ve nefis yemekler, 402; haşiş (esrar) yemek, 402, 443; ziyafet verdi, 402/ 421/ 428/ 444; bağ ve bahçeler, 403/ 406/ 408/ 410/ 411/ 414/ 415/ 417/ 418/ 424/ 433/ 442; Antalya’nın bağ ve bağçeleri boldur, meyveleri lezizdir, 403; kamaruddîn (bir çeşit kayısı, çok nefis), 403, 412; bademi lezzetli olduğu için kurutulur (muhafaza yöntemi; Mısır’a ihraç edilir), 403; nadir ve pahalı kuruyemişler, 403; soğuk ve lezzetli olan gözeleri (su yatakları), 403; yiyecekler (çeşit verilmeden), 404/ 409/ 410/ 411/ 415/ 416/ 429/ 436/ 442; meyveler (çeşit verilmeden), 404/ 410/ 424/ 431/ 437/ 442; süzülmüş saf içyağı (kandil için), 405, yağ dolu bakır kaplar (kandil için), 405; çeşit çeşit yemek, meyve ve tatlı sundular, 405/ 409/ 410/ 411/ 414/ 419/ 424; Isparta’nın her tarafından çaylar akar, bağı bostanı bol, 406; kurbanlar kestiler, 406; bostan, 406/ 414/ 415/ 417; küçük tabaklara konmuş, şeker ve yağla ezilmiş, mercimekten yapılma ''serid''(tirit), 407; yemek, 407/ 410/ 415/ 417/ 419/ 421/ 424/ 427/ 431/ 433/ 437/ 438/ 442; diğer yemekler, 407; düzenli akan çayları, memba suları, 408; büyük bir sofra kurdular, 409; gülsuyu ikram ettiler, 409; iftar etmek, 410/ 429; ekmek, 410/ 436/ 439/ 441; kurbanlar, 410; sofra, 410/ 419/ 444; meyvesi bol, 411/ 412/ 415; helva, 413/ 441; yiyecek ve içecek, 416; meyvelik ve ağaçlık, 417; güzel yemekler, 419; un, 421; pirinç, 421; yağ, 421/ 441; azık, 421; baharat, 421; sebze, 421/ 436; limon suyundan yapılmış, içine büyük tatlı parçaları atılmış bir tür şerbet, 422; zengin su kaynakları, 426; buğday, 429/ 440; aşure, 429; ceviz, 431/ 439; kestane, 431/ 439; bekâr üzümü, 431; safran, 433; arapçada semen, türk dilinde rûgân= yağ, 436; tuz, 436; kuru gıda, 436; kuru erik, 436; elma, 436; şeftali, 143 İbn Battûta, a.g.e., A. Sait Aykut’un girişi, s. XXXII. 144 İbn Battûta, a.g.e., A. Sait Aykut’un girişi, s. XXXIII. 58 436; kayısı, 436; iki dirhemlik bal, 439; yulaf, 440; arpa, 440; et, 441; pilav, 441; üzüm, 442; incir, 442; tavşan eti, 444. 59 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİNİN YERLİ VE YABANCI KAYNAKLARINDA GIDA VE GIDANIN ÜRETİMİNE DAİR VERİLERİN TAHLİLİ Gıda maddeleri fiziksel ve kimyasal özelliklerine göre işlenmiş ya da işlenmemiş şekilde tüketilebilmektedir. Bitkisel kaynaklı ürünler genel olarak işlenmeden de tüketilebilmesine karşın, hayvansal ürünler büyük oranda bir işlem gördükten sonra tüketilebilmektedir. Ayrıca işleme faktörü sadece gıdanın muhtevasına göre değil, aynı zamanda lezzet değerlerine göre de uygulanabilmektedir. Araştırmamızın bu kısmında Türkiye Selçukluları dönemi kaynaklarının tez çalışması çerçevesinde incelenmesi sonucunda elde edilen gıda ve gıda üretimine dair bilgiler, hammadde ve işleme yöntemleri çerçevesinde değerlendirilecektir. Burada gıda maddeleri ve ürünleri, temel özelliklerine ve işleme metotlarına göre sınıflandırılarak ele alınacaktır. 1. KAYNAKLARDA TESPİT EDİLEN GIDA TERİMLERİNİN TAHLİLİ Gıda maddelerini işleyerek bir ürün oluşturmak, elde bulunan gıda hammaddelerine bağlıdır. Türkiye Selçukluları coğrafyasının, gıda maddesi hususunda ne tür olanaklar sağladığı ve insanların bunlardan ne düzeyde faydalandığını görmek açısından bu bilgiler önem arz etmektedir. Bu bölümde verileri daha net görmemiz açısından gıda ve gıda ürünleri, hammaddenin elde edilme durumuna göre sınıflandırılarak sunulmaktadır. 1.1. ET VE ET ÜRÜNLERİ Et ve et ürünleri, içerdikleri hayvansal proteinler ile tüm doku ve organlarımızın temel taşı olan aminoasitleri çeşitli oran, miktar ve yapıda bünyesinde bulunduran organize ürünlerdir. 145 Ette ortalama %10-15, organ etlerinde ortalama %15-22, balık etlerinde ortalama %19-24 oranında protein bulunmaktadır. İnsanların sağlıklı ve dengeli beslenmesi için en gerekli besin maddelerinden biri olan et, aynı zamanda toplumların refah seviyelerini gösteren ciddi bir faktördür.146 145 Bulduk, a.g.e., s. 189. 146 Demirci, a.g.e., s. 66. 60 Tez çalışması çerçevesinde Türkiye Selçuklu dönemi kaynaklarına bakıldığında etin günlük tüketimde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Ancak su ihtiyacının karşılanmasının güç olduğu yerlerde ve kıtlık zamanlarında et üretiminin azaldığını, yerine tahıl ürünlerinin temel tüketim unsuru haline geldiği gözlenmektedir. Araştırılan eserlere bakıldığında hemen hemen sıradan et ürünlerinin tüketildiği görülmektedir. Bunlardan konargöçer toplumların yaygın olarak tükettiği koyun, kuzu, koç ve keçi başta gelmektedir. Daha sonra ahır hayvanı olarak, yerleşik hayat tarzlarında yetiştirilen sığır cinsleri gelmektedir. Deve de incelediğimiz kaynaklarda karşımıza çıkmaktadır. Et işiyle uğraşan kişilere kassâb denilmektedir. 147 Kanatlı etleri olarak tavuk, kaz, keklik, bıldırcın, güvercin ve turacın yaygın olduğu tespit edilmiştir. Kanatlı türlerinden elde edilen yumurta148da, dönemin kaynaklarında yer alan önemli bir gıda maddesidir. Av hayvanlarından genel olarak akça geyik, tavşan ve domuz avlanıldığı görülmektedir. Mesnevî’de semiz tavşan149 diye bir ifade yer almaktadır. Bu etler kullanılarak basit işlemler ile elde edilen yemeklerden bazıları olan kebap, yahni, kavurma, kızarmış balık ve söğüşten kaynaklarda çokça zikredilmektedir. Örneğin Yazıcızâde Ali’nin eserinde “pilav ve tavuk ve gögercin ve keklik ve dürrâc sögülmeleri (pilav ve tavuk ve güvercin ve keklik ve turaç-çil kuşu ) söğüşleri” 150 diye bir ifade geçmektedir. Önemli oranda protein ihtiva eden sakatat etleri de Selçuklu Anadolusu’nda oldukça fazla tüketilmektedir. Sakatat olarak pişmiş baş ve yürekler151 böbrek, paça görülürken, Türkiye Selçukluları’nın yaygın olarak tüketmediği, ama Anadolu coğrafyasında avlanan ve tüketilen “at”152, domuz ve domuz yahnisi153 de karşımıza çıkan coğrafyaya has et ürünlerindendir. Domuz etinin Moğollar ve Müslüman olmayan halk tarafından tüketildiği anlaşılmaktadır. Yine dönem kaynaklarında nadir de olsa karşımıza çıkan ilginç ifadeler ise kedi, köpek eti154 , buzağı eti155 olmuştur. 147 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 55. 148 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, C. 4, s. 73. 149 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 518. 150 Yazıcızâde Ali, a.g.e., s. 243. 151 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, C. 4, s. 25. 152 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 222. 153 Ebü’l Hayr-ı Rûmî, a.g.e., s. 285. 154 Anna Komnena, a. g. e., s. 348. 155 Anna Komnena, a. g. e., s. 368. 61 İşlenmiş ürünlere gelecek olunursa pastırma, kavurma, yağlı kuyruk, deve eti, etle kaynatılmış buğday yemeği156 çokça zikredilenlerdir. Türkiye Selçukluları ve beylikler dönemi mutfağında yer alan başka bir et ürünü de balıktır. Balık, aynı zamanda önemli ihraç ürünleri arasında yer alıyordu.157 Karadeniz’in güney kıyılarında tuzlanmış balık ticaretinin oldukça hareketli olduğu bilinmektedir.158 Balık tüketiminin az olduğu bazı bölgelerde, balıkta önemli oranda bulunan ve insan vücudu için elzem olan omega-3 gibi yağ asitlerini, kırmız et ve ceviz159 gibi ürünlerle karşılamış olabilecekleri düşünülmektedir. Netice olarak Selçuklular dönemi Anadolu’sunda insanların günlük protein ihtiyacını karşılayabilecek çeşitlilikte et hammaddesi bulunmaktadır. Elbette bu imkânın gelir düzeyine ve elde etme durumuna göre bölgelerde farklılık gösterebilmesi mümkündür. 1.2. BAKLİYAT VE TAHIL ÜRÜNLERİ Çayır familyasına ait bitkilerin tohumları olan tahıllar, yoğunlukla karbonhidrat (%70) ve protein ihtiva ederler.160 Tahıllar öğütülüp dış kabuklarından ayrılıp, un (homojen endosperm) olarak işlenecek hammadde haline gelirler. Undan ayrılan bu kabuğa “kepek” denilmektedir. Türkiye Selçukluları çağında tahıl ürünlerini öğüterek un haline getiren kişiye asiyabân denilmektedir. 161 Tahıllar güçlü bir karbonhidrat kaynağı olduğu için günlük enerji ihtiyacının önemli bir kısmını karşılamaktadır. Aynı zamanda tok tutması sebebiyle açlığa karşı direnci artıran tahıl ürünlerinin, Türkiye Selçukluları döneminde de öncelikli tüketilen gıda maddeleri arasında olduğu görülmektedir. Kolay ve ucuz üretilip tüketilen gıda maddeleridir. Selçuklu köylüsünün her uygun ortamda hububat yetiştirdiği bilinmektedir.162 Bununla birlikte büyük kısmını alüvyonlu toprakların kapladığı Anadolu coğrafyasında gübreleme ve sulama ile verimlilik ancak korunabiliyordu.163 156 Abûl- Farac, a.g.e., s. 575. 157 Şahin, a.g.e., s. 43. 158 Claude Cahen, “13. Yüzyılın Başında Anadolu’da Ticaret”, Cogito, 7. b., S. 29, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 132. 159 Demirci, a.g.e., s. 93. 160 Bulduk, a.g.e., s. 167. 161 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 48. 162 M. Sait Polat, Moğol İstilasına kadar Türkiye Selçukluları’nda İçtimaî ve İktisadî Hayat, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1997, s. 133. 163 Polat, a.g.e., s. 131. 62 Köylü halk hububat ürünleri ekecek araziye sahip değilse bağ ve bahçecilik yaparak meyve ve sebze ürünleri yetiştiriyorlardı.164 Niketas Historia’sında Bizanslılar’ın Bergama ve Edremit’te toprakların güvenliğini sağlayıp, tarım arazilerini ıslah etmesiyle, bu arazilerin oldukça verimli hale geldiğinden ve böylece meyve veren her ağacın kök saldığından bahsetmektedir.165 Geçmişten günümüze kadar geçen süreçte en önemli tahıl ürünü sofraların temel taşı olan ekmek olmuştur. Türkiye Selçuklu dönemi yazılı eserlerinde de görüldüğü üzere tüm kaynaklarda ortak olarak en fazla zikredilen gıda ürünü ekmektir. Hem zenginlerin hem de fakirlerin sofrasında bulunan ekmek, iyi kötü tüm şartlar altında en kolay üretilip tüketilen ve bunun yanında kişinin günlük öğün ihtiyacının önemli bir kısmını tek başına karşılayan bir üründür. Dönemin ekmek çeşitlerine bakıldığında bugün de iç Anadolu’da çokça üretilen yufka ekmeği166, buğday ekmeğinden farklı bir üretim metodu olan mısır ekmeği167 , darıdan yapılma ekmek168 , sağlık açısından özellikle çağımızda lifli olması yönüyle tercih edilen kepek ekmeği169 , bugün neredeyse hiç üretilmeyen arpa ekmeği170 ve somun ekmeğidir. Mısır ekmeği mayalanmadan üretilen bir ekmek çeşididir, Mevlânâ’nın Divân-ı Kebîr eserinde somun ekmeği mayalanmış somun171 olarak geçmekte ve bu ayrıntı açık bir şekilde gözlenmektedir. Urfalı Mateos’un Seyahatnâesi’nde geçen ekmeğe kireç karıştırılıp yenmesi172 ifadesinin bir tür zehirleme fiili olduğunu Niketas’ın Historia’sından öğrenmekteyiz.173 Ekmek üretim yerleri olarak fırın, tandır verilmekle birlikte üretilen yerlerin özellikleri hususunda bir tanımlama, incelenen kaynaklarda tespit edilememiştir. Anadolu Selçuklusu’nda fırıncılık mesleği ile ilgili olarak habbâz, nânbâ, nân-pez ve nan-vâ görülmektedir. 174 Çalışma çerçevesinde incelenen eserlerde temel hammadde olarak zikredilen tahıllar ve baklagiller buğday, arpa, yulaf, mercimek, nohut, pirinç, fasulye ve mısırdır. Bu ürünlerin bugün de Anadolu’da yaygın olarak üretilen ve tüketilen başlıca tahıl ve 164 Polat, a.g.e., s. 134. 165 Niketas Khoniates, a.g.e., s. 103. 166 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C. 4, s. 41. 167 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 134. 168 Abûl- Farac, a.g.e., s. 417. 169 Eflâkî, a.g.e., s. 123. 170 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C. 5, s. 41. 171 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 7, s. 329. 172 Urfalı Mateos, a.g.e., s. 217. 173 Niketas Khoniates, a.g.e., s. 44. 174 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 51. 63 hububatlar olduğu görülmektedir. Üretimi hakkında az bir bilgi bulunan pirincin, Şarköy’de üretildiği El-Ömerî’nin eserinde görülmektedir.175 Esansiyel tahıl proteinleri açısından ihtiyacı fazlası ile karşılayabilen bu ürünler, Türkiye Selçuklu dönemi toplumunun temel öğünlerini teşkil eden gıda maddelerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Tahılların işlenmesi hakkında un değirmeni, değirmen gibi ifadeler çokça yer almakta ve dönemin teknolojisi gereği taş değirmenlerde öğütüldüğü “değirmen taşı” 176 ifadesinden anlaşılmaktadır. Öğütme işleminin yan ürünleri olan kepek, kepekli un olarak geçmektedir. Ürünlerin depolanmasında türlerine göre ölçüp planlama yapıldığı yine tahılların muhafazası 177, ambara buğday yığma olarak verilmiştir. Ancak ambarın özellikleri teferruatlı olarak bahsedilmemiştir. Bunların yanında bulgur aşının çeşitli kaynaklarda bulunmasının yanında, içinde yapıldığı yere göre değişik oranlarda tahıl içeren tarhana çorbası 178 Divân-ı Kebîr’de geçmektedir. 1.3. SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ Su, karbonhidrat, protein, yağ, vitaminler ve minerallerden oluşan bir içecek olan süt, özellikle B grubu vitaminlerinden riboflavin içeriği bakımından zengin olmasının yanı sıra minerallerden fosfor ve kalsiyumu da önemli ölçüde içermektedir.179 Süt ve süt ürünlerinin günlük tüketimde önemli ölçüde sağladığı enerji ve proteinin yanında fosfor ve kalsiyum açısından zengin olması, kemik ve diş sağlığı açısından hayati önem arz etmektedir. Süt bir içecek olarak tüketilmesinin yanında işlenerek üretilen süt ürünleri de günlük öğünlerde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Türkler’in geleneksel ürünü olan yoğurt ve dünya çapında bütün milletlerin ortak bir değeri olan peynir bunların başında gelmektedir. Orta Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da Türkler sütü çok iyi değerlendirmiş ve tüketmişlerdir. Özellikle Türkler’e has ürünler olan yoğurt, kımız, ayran gibi gıda maddeleri Türkiye Selçukluları tarafından da fazlaca üretilip tüketilen gıdalar arasındadır. Yine Türkler’e özgü bir süt ürünü olan kefir de oldukça besleyici bir 175 El-Ömerî, a.g.e., s. 158. 176 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C.6, s. 156. 177 İbn Bîbî, Selçuknâme a.g.e., s. 77. 178 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C.4, s. 429. 179 Bulduk, a.g.e., s. 121. 64 içecek olmasına karşın incelenen Türkiye Selçuklu dönemi kaynaklarında görülmemiştir. Ayrana benzeyen mayalı bir ürün olduğu için kaynaklara ayran olarak yazılmış olabileceği düşünülmektedir. Araştırmamız kapsamında incelenen kaynaklara bakıldığında, farklı yerlerde çokça zikredilen ortak gıda süttür. Koyun ve sığırdan farklı olarak anne sütüne en yakın süt olduğu bilinen ve o dönemde de tüketildiğini öğrendiğimiz “eşeğin sütü” 180 ifadesinin geçtiği görülmektedir. Süt ürünleri olarak, kaynaklarda zikredilen başlıca gıdalar, “kımız, kımran” 181 , “yoğurt” 182, “ayran” 183 , “tereyağı” 184 , “peynir” 185’dir. Burada üretim teknolojisi açısından gelinen noktada en önemli ürün hiç şüphesiz Orta Asya’dan getirmiş oldukları yoğurttur. Baştan sona tüm üretim metodlarının ince mühendislik isteyen bir proseste olduğunu bugün anladığımız yoğurt, Türkiye Selçukluları çağı ve öncesi için zamanının çok önünde bir üretim tekniğidir. Süt ile farklı şekillerde yapılan uygulamalarda ise “süt ile bal” 186 gibi ifadeler dikkat çekicidir. Muhtemelen daha çok rahatsızlık ve hastalık durumlarında tedavi amaçlı kullanılan ürünler, bugün de aynı şekilde tavsiye edilmektedir. Bal, kaynaklarda fazla miktarda geçen bir ürün olmakla birlikte Mesnevî’de ‘taze balla dolu petekler’187 diye bir ifade yer almaktadır. Bir yerde de “yoğurt içmek” şeklinde yoğurdun içmek olarak verilmesi, geleneksel olarak farklı tüketim şekilleri olduğunun bir göstergesidir. Ayranın çanak ile tüketildiğini anladığımız “ayran çanağı” 188 ifadesinin yanında, türünü bilmediğimiz ama “süt ürünleri” 189 olarak verilen bir ifadenin de geçtiği tespit edilmiştir. Ayrıca hem saklama hem de damak tadı için peynir çürütmenin bir yolu olan ve bugün Doğu Anadolu’da daha çok tüketilen “kokmuş peynir”190 ifadesi de bir yerde geçmektedir. 180 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C. 4, s. 481. 181 Yazıcızâde. a.g.e., s. 206, 239, 272. 182 Ahmed bin Lütfullah, a.g.e., s. 37. 183 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C. 3, s. 116. 184 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 178. 185 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C.5, s. 47. 186 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 6, s. 51. 187 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 245. 188 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 4, s. 28. 189 Anna Komnena, a.g.e., s. 244. 190 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 4, s. 117. 65 1.4. MEYVE VE SEBZE ÜRÜNLERİ Bitkilerin olgunlaşmış bölümlerine meyve denilirken, insan tarafından yenilebilecek kısımlarına da sebze denilmektedir. Sebze türleri bitkilerin yenilebilen kısımlarına göre çeşitlilik arz etmektedir. Yüksek oranda lif içeren meyve ve sebzeler özellikle bağırsak sağlığı için oldukça önemlidir. Aynı zamanda vitaminler yönünden zengin olan meyveler insan sağlığı açısından da elzem bir öneme taşımaktadır. Toprak mahsulü olan meyve ve sebzeler tıpkı tahıllar gibi kolay üretilen ve tüketilen gıdalardır. Bu sebeple günlük hayatta tüketimin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Yapısının çok büyük bir kısmı su olan sebzeler dönemin şartları gereği dondurularak muhafaza edilmesi zor olduğu için genellikle kurutularak saklanmıştır. Meyveler ise içerdikleri şeker sayesinde özellikle tatlı ve içecekler başta olmak üzere birçok gıda ürününü tatlandırmak ve renklendirmek için işlenmiş önemli hammaddelerdendir. Anadolu’nun ne kadar bereketli bir yurt olduğu tez kapsamında incelenen kaynaklarda geçen üzüm, elma, emrud “(armut)”191, nar, “incir” 192, ceviz, kavun, “karpuz” 193, fındık, fıstık, turunç, badem, dut, erik, kayısı, şeftali, zeytin gibi çeşitli meyvelerin yetiştirildiğinden anlaşılmaktadır. Kapuzun Niksar, Mardin ve Denizli çevresinde yetiştirildiği bilinmektedir.194 Zeytinin Akdeniz bölgesinde yabani olarak az miktarda bulunduğu ve daha çok Anadolu’da Selçuklu hâkimiyetinin olmadığı bölgelerde çokça elde edildiği bilinmektedir.195 İbn Battûta Seyahatnâmesi’nde kamaruddîn adında çok nefis bir kaysı çeşidinden bahsetmektedir.196 Meyveler günlük hayatta işlem görmeden tüketilmekle birlikte, çeşitli şerbetlere ve gıdalara katılarak daha lezzetli ve farklı ürünler elde edilmede kullanılmıştır. Günlük vitamin ve lif ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak kadar çeşitli meyvelerin olduğu görülmektedir. Ürünler bağ ve bostanlarda, bahçelerde ve dağdan yabani olarak elde edilmektedir (“dağdaki ağaçların acı ve tatlı meyveleri” 197). Yabani bir meyve olarak 191 Yazıcızâde. a.g.e., s. 146. 192 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 151, 472. 193 Mevlânâ, Mesnevî, C. 3, s. 40. 194 Uzunağaç, a.g.e., s. 50. 195 Polat, a.g.e., s. 137. 196 İbn Battûta, a.g.e., s. 403, 412. 197 Mevlânâ, Mesnevî, C. 4, s. 406. 66 bilinen ve Selçuklu Anadolusu’nda da yetişen alıç, kırmızı, koyu kırmızı ve siyah renklere sahip olmakla birlikte, genellikle sonbaharda iplere dizilerek satılmıştır.198 Meyvelerin depolandığı ve mevsimi dışında da tüketildiği “turfanda meyve” 199 ifadesinden anlaşılmaktadır. Meyvelerle elde edilen ürünlerin başında şerbetler gelmektedir. Örneğin nar şerbeti”200 bunlardan biridir. Narla ilgili El-Ömerî oldukça teferruatlı bilgi vermektedir. Eserinde Denizli’de birkaç çeşit çekirdeksiz nar yetiştiği ve baldan ayırt dilemeyecek derecede pekmezi olduğundan bahsetmektedir.201 Aynı sayfada yine nardan alkol oranı oldukça yüksek bir tür şarap elde edildiği bilgisi de verilmektedir. Yemişlerden ‘sükker-i bâdâm ve finduk ve fıstûk (badem; fındık ve fıstık şekeri)’ 202 gibi şekerlemeler elde edilebilmektedir. Kurutma işlemiyle kurutulan meyveler ve yemişler yıl boyunca doğrudan ya da başka gıdalar ile birlikte işlenerek tüketilmektedir. Türkiye Selçukluları kurutarak muhafaza ettikleri bazı meyvelerin ticaretini de yapabilmekteydi. Buna örnek olarak kaysının kurutulduktan sonra Mısır’a ihraç edilmesi verilebilir.203 Kaynaklardan ulaştığımız bazı sebzeler: ‘pırasa, tere, marul’204, muhtemelen yemek olarak “ıspanak (ekşili; tatlılı)” 205, üzüm yaprağı, sarımsak, soğan, patlıcan ve kerevizdir. Daha çok yemek olarak tüketildiğini gördüğümüz bu gıdalar kurutularak muhafaza edilmektedir. “Haşhaş” 206, safran, nane, reyhan, fesleğen ve karanfil gibi Anadolu’da bolca üretilebilen lezzet artırıcı gıdalar da Selçuklu Anadolusu’nda kullanılan ürünler arasındadır. Bu dönemde bol miktarda olan ve çevre ülkelerde az bulunan safran, Türkiye Selçukluları ticaretine önemli katkı sağlamıştır.207 Kaynaklarda adına sık rastlanan hurma İran, Suriye, Irak’ın Basra Körfezi, Medine, Yemen gibi yerlerde çokça yetiştiği için muhtemelen bu yerlerden getirilmiş olabileceği düşünülmektedir. 198 Uzunağaç, a.g.e., s. 52. 199 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 588. 200 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 162. 201 El-Ömerî, a.g.e., s. 160. 202 Yazıcızâde. a.g.e., s. 274. 203 Polat, a.g.e., s. 136. 204 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 620. 205 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 436. 206 Mevlânâ, Mesnevî, a.g.e., C.5, s. 295. 207 Claude Cahen, a.g.e., s. 132. 67 Kaynaklardan elde edilen bilgilere göre Türkiye Selçukluları’nda şekerin Mısır’dan ithal edildiği bilinmekle birlikte208, şeker kamışı olarak işlenmemiş şeker de alındığı görülmektedir. 209 Şeker işi yapan kimselere şeker-furûş denilmekteydi.210 1.5. SIVI GIDALAR Doğada yapısı gereği işlenmemiş halde bulunan tek içecek sudur. Süt ve sıkma meyve sularının dışında sıvı gıdaların büyük bölümü muhtevasına su katılarak elde edilmiş ürünlerdir. Bunlar genellikle sütten ve meyvelerden üretilen gıda ürünleridir. Kimi zaman tüketimi kolaylaştırmak, kimi zaman daha kaliteli bir ürün elde etmek, kimi zaman da lezzet olarak daha iyi bir ürün oluşturmak amacıyla sıvı gıdalar elde edilmiştir. Sıvı gıdaların başında sütten elde edilen kımız ve kımran, yine bir süt ürünü olan yoğurttan elde edilen ayran gelmektedir. Kımız at sütünden elde edilen mayalı bir ürün olmasına karşın kımran deve sütünden elde edilmektedir. Bunların dışında meyvelerden elde edilen şerbetler çeşitli çiçek ve baharatlarla süslenerek sunulmaktadır. (örneğin: şarâb-ı ergûvanî211 (erguvan şarabı), mümessek şerbetler (mis kokulu)212 )Sindirim olarak vücuda kolaylık sağlayan ve şekerli olması hasebiyle enerji alımı için önemli bir yol olan şerbetlerin özellikle davet ve merasimlerde tüketildiği görülmektedir. Sıvı gıda ürünlerinin elde edilmesi için de önemli olan, üzüm ve zeytin gibi gıda maddelerin presleme işlemini yapan kişiye assâr denir.213 Sıvı gıdaların genellikle küplerde muhafaza edildiği bilinmektedir. Pekmez küpü214 , sirke küpü215, şarap küpü216 gibi bilgiler çeşitli yerlerde geçmektedir. Gıda olarak sayılmasa da dönemin önemli bir içeceği olan ve kaynaklarda da çokça zikredilen şaraba da bu kısımda değineceğiz. Gıda teknolojisinde önemli bir işlenmiş ürün olan şarabın sair milletlerle ve kültürlerle paralel olarak Türkiye Selçukluları döneminde de üretim şekli oldukça gelişmiştir. Yalnız Türkiye Selçuklu Devleti’nin Müslüman bir yapıda olması alkol alınmasının sakıncaları gereği farklı 208 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 7, s. 466. 209 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 1, s. 72. 210 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 63. 211 Yazıcızâde. a.g.e., s. 293. 212 Yazıcızâde. a.g.e., s. 239. 213 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 41. 214 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 7, s. 277. 215 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 90. 216 Abûl- Farac, a.g.e., s. 355. 68 uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Örneğin Ravendî’nin eserinde kaleme aldığı ‘içki üzerine bir fasıl’da alkolün giderilmesi için şarabın kaynatılmasını anlatmaktadır (“müselles (kaynatılarak üçte biri kalmış üzüm suyu” 217). Şarabın mayalanması için gıda içerisindeki şekerin oranı önemlidir. Bu sebepten dolayı şarap yapımında en çok üzüm kullanılmakla beraber isteğe bağlı olarak menekşe şarabı218 , nar şarabı219 gibi çeşitli gıdalardan da şarap üretimi yapılmıştır. 2. ELDE EDİLEN VERİLERİN GIDA MÜHENDİSLİĞİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Gıda işleme teknikleri, toplumların nesilden nesile aktarılarak gelen tecrübelerinin bir neticesi olarak, yerine göre sadece bir millete özgü olabileceği gibi, dünya mirası açısından evrensel nitelik taşıyan uygulamalardır. Bir toplumun gıda üretim tekniklerini bilmek, o toplumun gelişmişlik düzeyi hakkında bilgi elde edebilmek açısından önemlidir. Onun için hem sosyokültürel olarak toplumları tanımak hem de üretim metotlarını bilerek ulaştıkları teknoloji seviyesini ölçmek açısından, tez çalışması dâhilinde elde edilen üretim bilgilerini teknik metotlar ile yorumlamak önemlidir. Çalışmanın bu kısmında kaynaklardan elde edilen bilgiler üzerine, bahsedilen düzeyde teknik yorumlamalar yapılacaktır. 2.1. GIDA MÜHENDİSLİĞİNDE TEMEL İŞLEMLER Bazı besinlerin çiğ olarak yenilebilmesine karşın lezzet, güvenlik ve saklama ihtiyacı gibi çeşitli sebeplerden ötürü işlenmek zorunda kalınabilmektedir. Yine toplumların yaşam koşulları, hayat tarzları ve günlük ihtiyaçlarına göre de çeşitli gıda işleme metotları geliştirilmiştir. “Gıda mühendisliğinde temel işlemler, terimi çeşitli gıda materyallerinde farklı amaçlar ve değişik şekillerle uygulanan bazı ortak ve genel işlemleri tanımlamak amacıyla kullanılmıştır.”220 Yabancı dillerde221 ve ülkemizde yaklaşık 15 farklı işlemi bünyesinde barındıran bu terim dâhilinde, tez çalışmasının yalnızca teknik bir 217 Râvendî, a.g.e., s. 384. 218 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 3, s. 187. 219 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, a.yer. 220 Bekir S. Cemeroğlu, Gıda Mühendisliğinde Temel İşlemler, 3. baskı, Ankara: Bizim Grup Basımevi, 2013, s. VII. 221 Cemeroğlu, a.yer. 69 mühendislik eseri olmadığı ve tarih alanında yapılan araştırmalar ile birleştirilerek verilerin kullanılacağı göz önüne alınarak, sadece Türkiye Selçukluları döneminde kullanılmış olabileceği düşünülen temel teknik uygulamalar üzerinden anlatım yapılmıştır. Gıda teknolojisi, gıdanın hazırlanması, işlenmesi, paketlenmesi ve kullanımında mühendislik yöntemlerinin, biyoloji, kimya, fizik ve mikrobiyoloji bilimleri temelinde kullanılmasıdır.222 İnsanoğlu çok eski çağlarda fermantasyon ya da mikroorganizmalar hakkında bilgi sahibi değildi, buna rağmen bu işlemlerden yararlanarak bir çok ürün üretildi. Hayat tecrübeleri ve deneme-yanılma yolu ile geliştirdikleri işleme yöntemleri ancak son birkaç yüzyıldır teknik anlamda açıklanabilmektedir. Örneğin Türkler’e özgü bir süt ürünü olan ve ilk kez Orta Asya’da üretilen yoğurt bir fermantasyon ürünüdür. Yine Türkler tarafından Orta Asya'da kısrak ve deve sütü kullanılarak elde edilen kımız bir laktik asit fermantasyonu ürünü olmakla beraber, %2 kadar alkol ve %1 kadar laktik asit bulundurmasının yanında, damıtılmasından elde edilen kara kımız ise bir çeşit süt kaymağıdır.223 Kımız ve kara kımız ürünlerinin Türkiye Selçukluları döneminde de üretilip, tüketildiği incelenen kaynaklarda görülebilmektedir. Örnek olarak verilen yoğurt ve kımız gibi daha birçok gıdanın işleme teknikleri belki uzun yıllar süren binlerce işlemin neticesinde bir metot haline gelebilmektedir. Daha sonra nesilden nesile aktarılarak günümüze ulaşan geleneksel üretim teknikleri kullanılarak elde edilen gıdalar bugün bile hala tüketimde ilk sıralarda tercih edilebilmektedir. Bu yöntemlerin bütün uygulama alanlarının bilimsel bir açıklaması mevcuttur. Bu bölümde, Türkiye Selçukluları döneminde uygulanan bu geleneksel üretim tekniklerinin, gıda mühendisliği çalışma alanları içerisinde bilimsel olarak nasıl tanımlandığı izah edilecektir. 2.1.1. Isıl İşlemler “Gıdaların bozulmasına neden olabilecek mikroorganizmaları ısı etkisiyle inaktif etmek suretiyle, gıdalara süreklilik ve dayanıklılık kazandırma işlemine ısı uygulanarak muhafaza yöntemi denir ve bu amaçla uygulanan ısıtmaya ise ısıl işlem diğer bir ifade 222 Bulduk, a.g.e., s. 4. 223 Bulduk, a.g.e., s. 1. 70 ile termal proses denir.”224 Pişirme, haşlama, kızartma vb. işlemlerde de ısıdan yararlanılmasına rağmen, bunlar da amaç mikroorganizmaları inaktif ederek (faaliyetlerini durdurarak) gıdaları daha dayanıklı hale getirmek olmadığı için ısıl işlem olarak tanımlanması yanlıştır.225 Ancak Türkiye Selçuklu döneminde gıda üzerine yapılan işlemlerde, mikrobiyal yüke dayalı bir ayrım olmadığı için, pişirme, haşlama gibi ifadeler araştırma dâhilinde ısıl işlem olarak alınmaktadır. Bekir S. Cemeroğlu, eserinde kolay anlaşılması açısından bir genelleme yaparak, ürünleri 100 ℃ ve üzeri sıcaklıklarda ısıl işleme tâbi tutma uygulamasını sterilizasyon, 100 ℃ altı sıcaklıklarda işleme tâbi tutulma uygulamasını ise pastörizasyon olarak tanımlamaktadır.226 Burada gıda sanayinde farklı amaçlarla kullanılan farklı süre ve sıcaklık değerlerinin detaylarına girilmeyecektir. Çünkü bahsi geçen dönemde herhangi bir detaylı sıcaklık ölçüm sistemi kullanılmadığı için, kaynaklarda kaynatma ve haşlama şeklinde kullanılan ifadeler için işlem sıcaklığı en fazla suyun kaynama noktası olan 100 ℃ baz alınacaktır. Kaynaklarda ısıl işlem hususunda günümüz endüstrisi tanımları dâhilinde tanımlanabilecek işlemlerden en göze çarpanı sütün kaynatılmasıdır. Birçok yerde geçen “yoğurt” ifadesi ısıl işlem uygulandığının bir göstergesidir. Yoğurt üretimi için sütün mayalanmadan önce pastörize edilerek, maya için optimum sıcaklığa getirilmesi gerekmektedir. Muhtemelen kaynaklarda geçen dönemde de süt bu şekilde kaynatılarak mayalama yapılmış ve bu işlem uygulanmıştır. Türkiye Selçukluları’nın yaptıkları işlemin bir pastörizasyon olduğunu ve amaçlarının zararlı bakterileri yok ederek sütte uygun sıcaklıkta sadece arzu edilen mayanın gelişmesini sağlamak olduğunu nesilden nesile aktarılan bilgiler ile tecrübe ettikleri düşünülmektedir. Dönemin teknolojisinde sütü 100 ℃ üstü sıcaklıklara çıkartıp hemen düşük sıcaklıklara getirecek bir sistem görülmemiştir, dolayısıyla gıdalar doğrudan ateşe temas etmediği sürece kaplarda yapılan işlemlerde sadece pastörizasyon yapıldığı söylenebilmektedir. Yüzyıllardır süre gelen bilgi ve tecrübeleri onları bu teknolojiyi kullanmaya yöneltmiştir. Et ürünlerinde ise kaynaklarda geçen pişirme, söğüşleme, haşlama, işlemleri aslında profesyonel manada ısıl işlem olarak değil genel olarak pişirme şeklinde geçmektedir. Ama dönemin şartları göz önüne alınacak olursa adı geçen işlemler de bu 224 Cemeroğlu, a.g.e., s. 653. 225 Cemeroğlu, a.yer. 226 Cemeroğlu, a.g.e., s. 657. 71 araştırma kapsamında ısıl işlem dâhiline alınabilir. Çünkü yine yapılan işlemlerin bazıları etin muhafazası için kullanılmaktadır. Türkiye Selçukluları dönemi kaynaklarında geçen kavurma 227 ifadesi, et teknolojisinde kullanılan bir ısıl işlemdir. Etin yapısından, suyun önemli bir kısmının giderilmesini hedef alan işlemin Türkiye Selçukluları döneminde de uygulandığı anlaşılmaktadır. Yeterli miktarda suyu uzaklaştırılan et, bir kap içerisinde yağ ile doldurulup hava ile teması kesilirse bir muhafaza yöntemi uygulanmış olur. Günümüzde konservecilikte kullanılan bu yöntem, eski zamanlarda hayvansal yağları eritip kavurma ile tekrar dondurarak yapılmaktadır. Ancak XVIII. yüzyıl sonrasında yapılmaya başlanan konserve işleminin Türkiye Selçukluları çağında yapıldığına dair incelenen kaynaklarda geçen bir ifadeye görülmemiştir. Dönemin haşlama, söğüşleme, kızartma, mangal ve kebap vb. gibi geçen uygulamalar pişirme amaçlıdır. Kaynaklarda yine ısıl işlem diyeceğimiz bir uygulama da kurutmadır. Hem nem miktarı uygun bir gölgede, hem de güneşe maruz bırakılarak yapılabilen kurutma işlemi için ısıl işlem tekniğine uygun görebileceğimiz kısım, özellikle muhafazası zor olan et, meyve ve sebzelerde uygulanan güneşte kurutma yöntemidir. Yöntem bu bölümde kurutma başlığı altında teferruatlı bir şekilde anlatılmaktadır. 2.1.2. Soğutma ve Dondurma “Gıda sanayinde soğutma tekniğinden üç ayrı şekilde faydalanılmaktadır. Bunlar ihtiyaç ve imkânlara bağlı olarak uygulanan soğutma basamaklarına göre soğukta muhafaza, dondurma ve çabuk dondurma metotlarıdır.”228 Elektrikli soğutucuların kullanılmaya başlanmasından önceki çağlardaki (XI-XIII. yüzyıllar da buna dâhil) dondurma yönteminin yalnızca coğrafi şartları gereği buzul olan iklimlerde mevcut olabileceği malumdur. Çabuk dondurma işlemi derin dondurucular ile çok düşük sıcaklıklara ani soğutma olarak tanımlanmaktadır229 ki araştırdığımız dönemde uygulanması mümkün görülmemektedir. Türkiye Selçuklu dönemi coğrafyasında muhtemelen basit soğutma da denilen, gıdalarda donma noktası (0 ℃) sıcaklığına ulaşmadan soğutma işlemi uygulanarak, 227 Mevlânâ, Mesnevî, C. 6, s. 120. 228 Bulduk, a.g.e., s. 82. 229 Bulduk, a.yer. 72 mikro organizmaların gelişmesinin yavaşlatıldığı soğukta muhafaza işleminin uygulanmıştır. “Sıcaklığın 10 ℃’ye düşürülmesiyle gıdaların bozulmasına neden olan reaksiyonların hızı yaklaşık olarak yarıya indiği kabul edilmektedir.”230 Bu şekilde bakterilerin metabolizması yavaşlatılmış olsa da gıda değeri ve kalitedeki değişimlere mani olunamaz, zamanla depolanan gıdalar bozulup çürüyebilir.231 Türkiye Selçukluları döneminde soğutma işleminin dağlarda buz haline gelmiş olan karlar vasıtasıyla yapıldığı düşünülmektedir.232 Konya’da, Selçuklular dönemine ait, su doldurulup kışın dondurularak buz elde edilen 3 adet buzhane olduğu bilinmektedir.233 Selçuklu Anadolusu’nda buzculara, mücemmid denilmektedir.234 2.1.3. Kurutma Gıda maddelerinin neredeyse tamamı bünyelerinde çeşitli oranlarda su bulundurmaktadır. Bilindiği üzere su, canlıların dolayısıyla da mikroorganizmaların hayat kaynağıdır ve bu sebepten mikroorganizmalara yapılabilecek herhangi bir müdahale için de en önemli etken maddelerin başında gelmektedir. Gıdada mevcut bulunan suyun önemli bir kısmını buharlaştırarak gidermek için kontrollü bir şekilde ısı uygulanması işlemine gıda biliminde kurutma denilmektedir.235 Eski çağlardan beri uygulanagelen tek yöntem doğal kurutmadır. Ancak gıda endüstrisinde standart bir ürün elde etmek için ihtiyaç duyulması halinde daha etkili ve daha ekonomik yapay kurutma teknikleri geliştirilmiştir.236 Ürünün bünyesinde bulunan suyun ısınması ile uzaklaştırılarak belli bir seviyenin altına düşürme prensibine dayanan bir yöntemdir ve “kendi konstitüsyon suyundan başka bir su içermediği zaman ürün kurumuş demektir”.237 Türkiye Selçuklu döneminde kullanıldığı düşünülen iki yöntem doğal kurutma ve güneşte kurutmadır. Doğal kurutma daha önce izah edildiği gibi gölgede ve nemsiz bir ortamda kurutmanın gerçekleştirilmesidir. Güneşte kurutma ise, eskiden beri kullanılan bir yöntemdir ve ürünün, doğrudan güneşe maruz bırakılarak kurutulmasıdır. Bu işlem 230 Cemeroğlu, a.g.e., s. 133. 231 Bulduk, a.yer. 232 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 60. 233 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, a.yer. 234 Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, a.yer. 235 Cemeroğlu, a.g.e. s. 347. 236 Bulduk, a.g.e., s. 83. 237 Bulduk, a.yer. 73 belirlenen ürünün toprağın, taşın veya bir hasırın üzerine serilerek güneşe maruz bırakılması ile gerçekleştirilebilir. Burada gıdanın güneşin şiddetli ısısına maruz kalması, kurutma ürünün yapısında ve besinin de değerinde olumsuzluklara yol açabileceği için gölgede kurutma da tercih edilebilmektedir.238 Selçuklu Anadolusu’nda pastırma239 gibi et ürünleri başta olmak üzere, birçok türden meyve, sebze ve yemiş kurutularak muhafaza edilmiştir. Et ürünleri, aynı zamanda mikrobiyal bozulmalarında önlenmesi amacıyla da genellikle tuzlanarak kurutulmuştur. Kurutulmuş tuzlu balık240, kurutulmuş et, sucuk ve pastırma241 bu konuda öne çıkan örneklerdendir. Kurutma işlemi ürünlerin tüketilmesi için saklanmasının yanı sıra, ticari olarak ihraç edilebilmesi içinde önem arz ediyordu. İbn Battûta Seyahatnâmesi’nde, Antalya’nın bademinin lezzetli olduğundan ve kurutularak Mısır’a ihraç edilen değerli yemişler arasında yer aldığından bahsetmektedir.242 Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçen “kuru üzüm”243 ve “kuru tohum”244 ifadelerinde, yukarıda bahsedilen kurutma işleminin uygulandığı ve bu şekilde saklanmak istenilen ürünlerin daha uygun hale geldiğini göstermektedir. Tohumları ve üzümleri muhafaza edebilmek için suyu uzaklaştırılmıştır. Yine kuru nane vb. ürünler çeşitli yerlerde geçmektedir. 2.1.3.1. Su Aktivitesi Su aktivitesi türlü sebeplerle meydana çıkan bozulmalardan en önemlisi olan mikrobiyolojik yol ile bozulmada en etkili faktördür.245 Genellikle aw246=0,6’nın altında tüm mikroorganizmaların faaliyetlerinin sona erdiği kabul edilmektedir ancak unutulmaması gerekir ki mikroorganizmalar su aktivitesine duyarlılıkları açısından farklılıklar göstermektedirler.247 238 Bulduk, a.g.e., s. 87. 239 El-Ömerî, a.g.e., s. 146. 240 Claude Cahen, a.g.e., s. 132. 241 Uzunağaç, a.g.e., s. 81. 242 İbn Battûta, a.g.e., s. 403. 243 Mevlânâ, Mesnevî, s. 204. 244 Mevlânâ, Mesnevî, s. 223, 255, 511. 245 Cemeroğlu, a.g.e., s. 364. 246 Aw: Su aktivitesi değeri. 247 Cemeroğlu, a.yer. 74 Müsâmeretü’l-Ahbâr’da geçen “ekmek, elmanın su olduğunu bilmez”248 ifadesi, mecaz bir cümle olsa da, meyvelerin yapılarının büyük kısmının su olduğu bilgisine vakıf olunduğu görülmektedir. Gıda işlemlerinde özellikle muhafazaya yönelik ısı uygulamalı işlemlerin hepsinin ortak ve kritik noktası, su aktivitesidir. 2.1.4. Evaporosyon “Evaporosyon, fazla miktarda su içeren gıda maddelerindeki suyu uzaklaştırarak daha konsantre ürün elde etmek amacıyla yapılan işlemdir.”249 Evaporosyon, gıda üretim teknolojisinde elzem bir işleme metodudur. Normalde sıvı halde olan, muhafazası, gıda tüketim koşulları ve ürünün talep edilen fiziksel şartları gereği, konsantre veya tamamen kurutulmak istenildiğinde sıklıkla tercih edilen bir uygulamadır. Örneğin salça, reçel, marmelat ve pekmez üretimi evaporosyonun başlıca uygulandığı gıdalar arasındadır. Araştırmamızda çokça geçen şekerin endüstriyel temel işlemlerinin başında da evaporosyon gelmektedir. Şekerin, şeker kamışı ve şeker pancarından sıcak su ile ekstrakt edilerek elde edilen şurup, evaporosyon uygulaması ile kristalizasyonunun gerçekleşebileceği aşırı doyuma ulaşıncaya kadar konsantre edilmektedir.250 Bu uygulama da yine Türkiye Selçuklu dönemi gıda üretim teknikleri arasında yer aldığı düşünülmektedir. Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Sürûr’da “üzüm suyunu ateş üzerinde kaynatmak sureti ile tatlı ve güzel pekmez elde ettiler”251 diye verilen işlem, üzümün sıkılarak şıra haline gelmesinin ardından, yüksek oranda su bulunan şıranın kaynatılıp, daha konsantre bir ürün olan pekmezin üretilmesidir. Bu teknik, günümüzde başta salça olmak üzere tüm konsantre ürünlerin elde edilmesinde uygulanan sistemin atası hüviyetindedir. 248 Aksarayî, a.g.e., s. 190. 249 Cemeroğlu, a.g.e. s. 466. 250 Cemeroğlu, a.g.e. s. 467. 251 Râvendî, a.g.e., s. 392. 75 2.1.5. Damıtma Sıvı karışımların, kendilerini oluşturan maddelere ayrılması için uygulanan tekniğe damıtma denilmektedir. Üç tür olan damıtmada sıvı-sıvı karışımlar, bir birlerine tamamen karışabilen (etil alkol-su) karışımları, kısmen karışabilen (n-butanol-su) ve karışmayan (yağ-su) karışımları olarak üç grupta incelenmektedir. Kapsamlı bir tanımlama yapılarak “damıtma, uçucu nitelikteki sıvı karışımlarının, buharlaştırılarak ayrılmalarını sağlayan bir temel işlemdir”252. Örneğin bitki tohumlarından yağ üretmek amacı ile kullanılan eterin, tamamen karışabilen yağ-eter karışımını ısıtarak eterin uçurulup, ayrı bir kaba tekrar yoğunlaştırılarak toplanılması işlemidir. Alkolün derecesini yükseltmek için de kullanılan bu yöntemin XI-XIII. yüzyıl Anadolu’sunda alkollü içecekler için kullanıldığı düşünülmektedir. Râvendî’nin eserinde “müselles (kaynatılarak üçte biri kalmış üzüm suyu)”253 ifadesi şarap için kullanılmıştır. Burada kaynama noktası sudan daha düşük olan alkol, bu işlem ile şaraptan uzaklaştırılmaktadır. Eserin bu kısmında helal-haram mevzusu açılmış, burada bir miktar su kaybı olduğu görülse de, amacın alkolü gidermek olduğu anlaşılmıştır. 2.1.6. Ekstraksiyon Hayvansal olsun bitkisel olsun elde edilen gıdalar bütün olarak tüketilebildiği gibi bazı durumlarda içlerinden sadece belli bileşiklerin alınması ihtiyacı da duyulabilir. Örneğin şeker pancarı, soyulup haşlanarak yenmek üzere doğrudan tüketilebileceği gibi, kristal şeker üretmek üzere içerisinde mevcut bulunan sakkaroz bileşiği ayrı bir şekilde elde edilebilir. İşte bu gibi gıda bileşiklerini elde etmek için ekstraksiyon işlemi tercih edilmektedir. Elde edilmek istenilen maddeyi, bütünden ayırmak için bir çözücü ile müdahale edilir ve çözünen madde ile çözelti birbirlerinden ayrılarak işlem gerçekleşmiş olur. Kolay anlaşılır bir örnek olarak, çayın demlenme işlemi basit bir ekstraksiyondur. Su ile katı bir madde olan çaya (katı-sıvı ekstraksiyonu) müdahale edilerek içerisinde bulunan özü ve aromaları çözülerek hedef madde ayrılmış olur. Eğer demlenmiş çay çözeltisinde suyu uzaklaştıracak olursak kafein gibi bileşikleri içeren çay özütünü elde etmiş, posa olan çay yapraklarını ve suyu ayırmış oluruz. Burada çay çözünen, su çözen, çay özü 252 Cemeroğlu, a.g.e., s. 550. 253 Râvendî, a.g.e., s. 394. 76 çözütü de ekstrak olarak ifade edilir. Kahve hazırlama vb. işlemler de basit ekstrasiyon için örnek olarak verilebilir. Selçuklu Anadolusu’nda şekerin ithal edilmekle birlikte, işlenmemiş olarak da getirildiğinden daha önce bahsedilmişti. İşlenmemiş olarak bulunan şeker kamışının nasıl bir işleme tabi tutularak işlendiği, incelenen kaynaklarda tespit edilememiştir. Muhtemelen, ezilerek kaynatılan şeker kamışının suyunun uzaklaştırılmasıyla şeker elde edilen, basit bir ekstraksiyon ve evaporasyon işleminin kurutma işlemi ile birlikte uygulanmış olabileceği düşünülmektedir. 2.1.7. Mekanik Ayırma İşlemi Mekaniksel ayırma işlemleri, santrifüjleme, filtrasyon, sedimantasyon, eleme ve presleme gibi çeşitli ayırma tekniklerini kapsamaktadır.254 Uygulama şekli sebebiyle bu işlem fizikel ayırma yöntemi olarak da adlandırılmaktadır. Bir akışkan içerisinde küçük parçacıklar halinde dağılmış bulunan katı parçacıkların yerçekimi kuvveti ile çökerek ayrılması işlemine çöktürme yani sedimantasyon denir.255 Santrifüjleme ise, seyir hızı yavaş olan ve vakit alan sedimantasyon işleminin hızlandırılmasıdır. Filtrasyon bilindiği üzere, sıvı-katı karışımlarda, karışımın bir filtreden geçirilmesi sureti ile süzülmesi işlemidir. Eleme ise yaygın olarak kullanılan bir boyutlandırma işlemidir. Arzu edilen ebatta gözenekleri bulunan bir materyalden karışımın geçirilmesi üzere küçük ve büyük taneleri ayırarak yapılır. Görüldüğü üzere mekanik ayırma metotları daha basit ve ilkel yöntemler olduğu için günlük hayatta da oldukça yoğun kullanılmaktadır. Türkiye Selçuklu döneminde bu işlemlerden hepsinin kullanılmış olması muhtemeldir. Bu kısımda örnek verebileceğimiz en önemli ürün tereyağ256dır. Tereyağ elde edilmesi basit bir santrifüj işlemi örneğidir. Sütün yayık içerisinde çalkalanması ile büyük olan yağ molekülleri, merkezkaç kuvvetinin etkisi ile yayığın kenarlarına birikir ve bu biriken yağ alınarak tereyağ elde edilir. İncelediğimiz kaynaklarda tereyağ üretimi ile ilgili detaylı bir bilgi fark edilmemekle birlikte, Türkiye Selçukluları 254 Cemeroğlu, a.g.e., s. 598. 255 Cemeroğlu, a.yer. 256 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 178. 77 döneminde de bu yayık yönteminin kullanılarak tereyağ üretimi yapıldığı düşünülmektedir. Mekanik ayırmaya verilebilecek bir diğer örnekte bitkisel yağ üretimi olabilir. Günümüzün endüstriyel şartlarında genellikle ekstraksiyon ile elde edilen bitkisel yağların, Türkiye Selçukluları döneminde mekanik işlemler ile elde edildiği düşünülmektedir. Yağ oranı yüksek olan tohumların ezilmesi yoluyla elde edildiği düşünülen bitkisel yağlardan badem yağı257 ve susam yağı258 Divân-ı Kebîr’de geçmektedir. 2.1.8. Depolama Gıdalar için en önemli işlemlerden biri de depolamadır. Farklı mevsimlerden elde edilen ürünlerin yıl boyunca istifade edilebilmesi için başarılı bir depolama işlemi yapmak gerekmektedir. Ayrıca eski çağlarda önemli bir problem olan kıtlık zamanlarına hazırlanmak için de planlı bir depolama işlemi yapılmalıdır. Depolamada dikkat edilecek husus depolanacak ürünün özelliklerine göre sıcaklık, nem, ışık ve alanı ayarlamaktır. Türkiye Selçukluları dönemi kaynakları üzerine yapılan inceleme de Müsâmeretü’l-Ahbâr eserinde “ölçerek cinsine göre ambara koymak”259 ifadesi kullanılmıştır. Burada toplanan ürünlerin özelliklerine göre bir tasnif yapıldığı ve ambara konularak muhafaza edildiği görülmektedir. Şeker ambarları260 , Abûl-Farac Tarihi’nde geçen buğday ambarı261 , Mesnevî’de geçen ambara buğday yığma 262 ifadeleri ürünlerin belli bir metodla depolandığını göstermektedir. Depolama sayılabilecek bir muhafaza yöntemi de Ali Torun’un Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-Nâmeler eserinde geçen pişmiş helvayı nakletme meselesidir. “12 hurma alacak boyutta bir kaba helva konulur, üzerine 12 hurma dizilir, pamuktan bir daire içine bir iğne konularak, kapağı kapatılır ve 8 ya da 12 kat tülbent içine sarılarak işlem tamamlanır”263 diye bir tarif verilmektedir. Burada anlaşıldığı üzere bir ritüel gerçekleşmektedir. Bu ritüel içerisinde uzun bir yola gidecek olan ürünün 257 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 446. 258 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 5, s. 5. 259 Aksarayî, a.g.e., s. 177. 260 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 7, s. 423. 261 Abûl- Farac, a.g.e., s. 604. 262 Mevlânâ, Mesnevî, C. 1, s. 134. 263 Torun, a.g.e., s. 198. 78 kapalı bir kutuya konulması ve bir çok bez katmanına sarılması bir muhafaza metodu içermektedir. Depolama yöntemi sayılabilecek bir uygulama olarak Divân-ı Kebîr’de geçen küpün ağzını kaplayan samanlı balçık264 ifadesi, hem toprak olması sebebiyle belli oranda hava alarak ürünün nem dengesini koruyan hem de samanla mukavemeti artırılarak güçlü bir kapak elde edilen bir uygulama yapıldığı düşünülmektedir. 264 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, C. 7, s. 490. 79 SONUÇ Türkiye Selçukluları dönemi, Türk kültür tarihi ve müktesebatının en önemli aşamalarından birini oluşturmaktadır. Türkiye Selçukluları döneminde miras bırakılan eşsiz mimaride sayısız eserler, yetiştirilen ilim adamları, Türk devlet geleneğine yaptıkları katkılar ve hiç şüphesiz ki Orta Asya’dan gelen Türk Kültürü’nün Anadolu coğrafyası ile zenginleşerek bir yüksek kültür haline gelmesiyle oluşmuştur. Bu yüksek kültür ve birikim gelecek nesilleri aydınlatmaya devam etmiş ve Osmanlı devleti için de canlı ve uygulanabilir bir model olmuştur. Araştırmada da bu devasa mirasın kaynaklarda geçtiği kadarı ile cüzi, ancak bilim ve kültür tarihimiz açısından önemli olan bir kısmı ele alındı. Dönemin kaynaklarının gıda ve gıda üretimine dair ne düzeyde ve ne tür bilgiler verdiğinin belirlenen ana kaynakların çevirileri üzerinden yapılan detaylı incelemelerde, 3000’e yakın gıda ve gıda üretimine dair ifade geçtiği tespit edildi. Bu ifadeler ürün çeşitlerine göre önce hammadde bazında sonra da üretim bazında teknik bilgiler ışığında sınıflandırıldı ve tahlil edildi. Günümüz mühendislik bilgileri ile Türkiye Selçuklu çağı üretim metotları tanımlanmaya çalışıldı. Çalışma sonucunda, mütevazı bir düzeyde olsa da, hem dönemin kültür tarihi için hem de daha sonra bu konuda çalışma yapacak olan fen bilimleri ve sosyal bilimler alanı bilim insanlarının kullanabileceği veriler elde edildi. Türkiye Selçuklu dönemi kaynaklarına bakıldığında kronoloji ve sistematik olarak tarihi önem arz eden kaynakların, genellikle siyasi tarih içerikli oldukları görüldü. Özellikle bu eserlerde araştırılan gıda ve gıda üretimine dair bilgilerin çok az ve tespit edilenlerin de neredeyse tamamının detay bilgi vermediği gözlemlendi. Tez çalışması çerçevesinde incelenen kaynaklar arasında döneminde bir gıda ürününden ya da bir ürün işleme tekniğinden bahseden eserlerin yok denilecek kadar az olduğu belirlendi. Özelikle işleme metotları üzerine mevcut bulunan kısıtlı sayıdaki veri, en verimli şekilde tahlil edilerek, dönemi aydınlatacak sonuçlar elde edilmeye çalışıldı. Çalışmanın üçüncü bölümünde yer alan bu tahlildeki yorumlamalar mevcut ifadelerden fikir yürütülerek elde edildi. Şunu belirtmek gerekir ki gıda ve gıda üretimi alanından istifade edilebilmesi için, daha çok sosyal konuları ele alan eserlerin incelenilmesi gerektiği sonucuna varıldı. Bu bir dini eser olabileceği gibi, bir sanatsal yapıt da olabilir. Önemli olan kıstas, bir evin odasına, bir obanın mutfağına, bir mahallenin köşesine yani sosyal hayatın içine odaklanmasıdır. Çalışmadan çıkarılan önemli sonuçlardan biri de budur. 80 Tez çalışmasının aynı zamanda Türkiye Selçuklu dönemi yerli ve yabancı kaynaklarını bir bütün olarak görebilme ve eserlerin muhtevası hakkında bilgi alabilmek için istifade edilebilmesi mümkün bir araştırma eseri haline gelmiştir. Ele alınan 25 esere, alanda çalışan önemli bilim adamlarının eserleri üzerine yapılan okumalar neticesinde karar verilmiştir. Muhakkak ki, gıda ve gıda üretimine dair önemli bilgiler içeren ve bu çalışmada incelenmemiş eserler de mevcuttur. Bu çalışma ile birleştirilerek yapılacak olan benzer çalışmalar ile alanı daha derinlemesine ve daha detaylı bir şekilde ele almak mümkün olacaktır. Bir yüksek lisans çalışması olan bu araştırmada imkânlar dâhilinde, alana en iyi şekilde katkı sağlayacağı düşünülen bir metod takip edilmiştir. Temennimiz araştırmamızın kültür ve medeniyet tarihimizin önemli bir safhasını oluşturan Türkiye Selçukluları kültürünün az işlenmiş konularının bilinmesi ve bu yöndeki çalışmalara bir katkı sağlamasıdır. 81 KAYNAKÇA ABÛL-FARAC, Abûl-Farac Tarihi, C. 1-2, 3. b., çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara: TTKY, 1999. AHMED BİN LÜTFULLAH, Câmiu’d-Düvel, çev. Ali Öngül, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2017. AHMED EFLÂKÎ, Âriflerin Menkıbeleri, C. 1-2, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986. AKSARAYÎ, Müsâmeretü’l-Ahbâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara: TTKY, 2000. ANNA KOMNENA, Alexiad, çev. Bilge Umar, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1996. BALDAN Orhan, “Türkler Nasıl Yemek Tarifi Verir?”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C. II, S. 17, İzmir: Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, 2017, ss. 265-278. BEKÇİ Selma, Eski Türklerde Yemek Kültürü, (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002. BODMER Jean-Pierre, “Selçuklular Anadolu’da”, Cogito, 7. b., S. 29, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016, ss. 33-47. BOZER Rüstem, Muharrem Çeken, Anadolu Selçuklu Çağı Mirası, C. 1, Ankara: Selçuklu Belediyesi Kültür Yayınları, 2016. BROSSET Marie Félicité, Gürcistan Tarihi (Eski Çağlardan 1212 yılına kadar), Ankara: TTKY, 2003. BULDUK Sıdıka, Gıda Teknolojisi, 4. b., Ankara: Detay Yayıncılık, 2007. CAHEN Claude, “13. Yüzyılın Başında Anadolu’da Ticaret”, Cogito, 7. b., S. 29, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016, ss. 137-143. CEMEROĞLU Be
.XXXXXXXX
TÜRKİYE SELÇUKLULARINDA KÜLTÜREL HAYAT (Mevlâna’nın Fihi Mâfih ve Mesnevi’sine Göre) Süleyman ÖZBEK* ÖZET XIII. yy. da Anadolu’nun siyasi ve kültürel hayatı gözden geçirildiğinde fevkalade önemli hadiseler, yeni siyasi oluşumlar karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde ortaya çıkan Moğol istilası Anadolu’nun siyasi coğrafyasını altüst etmiş ve Türkiye Selçuklu devletinin ınkırazına sebebiyet vererek bu coğrafya üzerinde, Karamanoğulları, Aydınoğulları, Candaroğulları, Pervaneoğulları, Sahipataoğulları, Osmanoğuları gibi yeni Türkmen beyliklerinin doğmasına sebep olmuştur. Mevlâna Celaleddin’in eserlerinde sadece tasavvuf hayatına ait bilgiler mevcut değildir. O, eserlerinde genellikle dini bilgiler ve nasihatlarda bulunmakla birlikte, yaşadığı dönemde en karışık devresini yaşayan Anadolu’nun siyasi, iktisadi ve kültürel hayatı hakkında da pek çok kıymetli bilgi vermekten geri kalmamıştır. Bu döneme ait yerli kaynakların azlığı göz önünde tutulacak olursa, Mevlâna’nın verdiği bilgilerin kıymeti kendiliğinden ortaya çıkar. Mevlâna, eserlerinde her ne kadar Anadolu hayatını tasvir etse de, O’nun verdiği bilgilerden XIII. yüzyıl Anadolu’sundaki kültür hayatının Orta Asya ile bağlantısının gözardı edilemiyeciği, Türk tarihiyle kültürünün bir bütünlük ve devamlılık arzettiği fikrinin teyit edildiği görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Türk Kültürü, Mevlana, Mesnevi, Fihi Mâfih ABSTRACT In Mevlâna Celaleddin’s works, not only the informations related to sufist life encountered, in addition to religious advises and principles, he also stated many clues associated with the political, economic and cultural life of Anatolia in his time. Avareness of the shortage of the works that were performed by the people of Anatolia in this era make us admire the importance of Mevlâna ’s informations. Although Mevlâna mainly tried to describe the life in Anatolia, by using his clues, it becomes obvious that it is imposible to ignore the Central Asian ties of 13. century Anatolian cultural life and it comfirms that Turkish history and culture constitute a monolitic and contunious structure. Key Words: Turkish culture, Mevlana, Mesnevi, Fihi Mâfih * Yrd. Doç.Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Süleyman ÖZBEK 42 TÜRKİYE SELÇUKLULARINDA KÜLTÜREL HAYAT (Mevlâna ’nın Fihi Mafih ve Mesnevi’sine Göre) XII. yy. da Anadolu’nun siyasi ve kültürel hayatı gözden geçirildiğinde fevkalade önemli hadiseler, yeni siyasi oluşumlar karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde ortaya çıkan Moğol istilası Anadolu’nun siyasi coğrafyasını altüst etmiş ve Türkiye Selçuklu devletinin ınkırazına sebebiyet vererek bu coğrafya üzerinde, Karamanoğulları, Aydınoğulları, Candaroğulları, Pervaneoğulları, Sahipataoğulları, Osmanoğuları gibi yeni Türkmen beyliklerinin doğmasına sebep olmuştur. Moğol istilasının Anadolu kültür hayatındaki etkisi daha derin ve uzun soluklu olmuştur. Orta Asya’da ve İran coğrafyasında Moğollar önünden kaçarak memleketlerini terketmek zorunda kalan göçebe ve yerleşik hayata geçmiş Türkmen kitleleri yanında pek çok alim, şair, mutasavvıf, zanaatkar hayat hakkı bulmak ümidiyle Anadolu’ya yığılmışlar ve bu yeni coğrafyada eski Türk örf, adet ve ananelerini yaşatarak, daha sonraları Türkiye Selçuklu devletinin mirasını devralacak olan Osmanlı devletinin kültürünü bunun üzerine inşa etmişlerdir. Orta Asya’dan gelen ve oralarda çok daha önceleri yerleşik hayat nizamına geçmiş Türkmen unsurları, Anadolu’da yerleşik hayata geçişi hızlandırmışlar, göçebe soydaşlarına bu hususta yol gösterici olarak büyük rol oynamışlardır. Bütün İslam aleminde derin izler bırakan Yunus Emre, Mevlâna Celaleddin Rumi gibi mutasavvıflar ile Babailik, Bektaşilik, Mevlevilik ve benzeri Türk tarikatları da yine bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Başta Selçuklu sultanları ve devlet adamları olmak üzere Anadolu’da yaşayan Türkmen halk, daha ilk zamanlardan başlamak üzere bu akımlara ve sufilere karşı samimi bir hürmet ve iltifat göstermekteydiler. Harezm sahasından gelen Yeseviye mensupları ve Necmeddin Kübra müridleri, yine Horasan’dan göç eden Kutbeddin Haydar dervişleri, kısa zamanda Anadolu’nun her tarafına yayılarak tasavvuf propagandasına başladılar. Bu propaganda faaliyetleri sonucunda XIII. yy.’da Anadolu şehirlerinde İslam tasavvufunun Horasan ayağını temsil eden pek çok tanınmış simalara rastlamak mümkün olmaktadır. Bunların hepsi yaşadıkları şehirlerde kendilerine geniş bir muhit yaratarak bir çok taraftar bulurken, bir taraftan tasavvuf edebiyatının Anadolu şehirlerinde yayılmasına, diğer taraftan da Orta Asya Türk kültürünün halk arasında canlı tutulmasına yardımcı olmuşlardır. Bahis konusu ettiğimiz Horasan erenlerinden birisi de tanınmış alim ve sufilerden Sultanü’l-ulema Bahaüddin Veled’dir. Bahaüddin Veled, karısı ve iki oğluyla birlikte Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya gelmiş, Sosyal Bilimler Dergisi 43 önce Larende’ye yerleşmiştir. Burada 7 yıla yakın bir süre ailesiyle ikamet eden Sultanu’l-ulema daha sonraları Seçuklu sultanı Alaaddin Keykubad’ın davetini kabul ederek Türkiye Selçuklu devletinin başkenti Konya’ya yerleşmiştir. Bahaüddin Veled, Konya’da ancak iki yıl yaşamış ve 1231 yılında manevi mirasını oğlu Mevlâna Celaleddin’e bırakarak hayata veda etmiştir. Mevlâna Celaleddin, ilk tahsilini babasından almıştır. Onun ilim ve manevi hayatında yer alan diğer şahsiyetler arasında babasının talebelerinden Seyyid Burhaneddin ile Muhyiddin-i Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin-i Konevi önemli yer tutar. Zamanla iyi bir müderris olarak ün yapan Celâleddin’e “efendimiz” anlamına gelen Mevlâna lakabı verilir. Bu tarihten sonra Konya halkı, başta Selçuklu sultanı, vezirler ve devlet ricalinin katıldığı vaaz ve sohbet toplantılarında, Mevlâna Celâleddin’in saçtığı feyz ile nurlanmaya başlamışlardır. Mevlâna ölüm tarihi olan 1273 yılına kadar sadece Konya halkını değil bütün dünyayı ilim, irfan ve insan sevgisiyle aydınlatmıştır 1 . Mevlâna ’nın geride bıraktığı ve bu araştırmamızda kaynak olarak kullandığımız eserler arasında; Farsça olarak yazılmış 25618 beyit ve 6 ciltlik Mesnevi2 ; tasavvufi şiirlerini içine alan 21 divân ve rubailerinden meydana gelen 44834 beyitlik Divân-ı Kebir3 ; vaaz ve öğütlerinden derlenen Fihi Mâfih 4 ; yine vaaz ve sohbetlerinden meydana gelen Mecâlisi Seb’a5 ile başta Selçuklu sultanları olmak üzere devlet ricaline yazdığı 144 mektuptan oluşan Mektûbât6 başlıcalarıdır. Mevlâna Celâleddin’in eserlerinde sadece tasavvuf hayatına ait bilgiler mevcut değildir. O, eserlerinde genellikle dini bilgiler ve nasihatlarda bulunmakla birlikte, en karışık devresini yaşayan Anadolu’nun 1 Mevlana Celaleddin’in hayatı hakkında sayısız eser kaleme alınmıştr. Biz burada bir bibliyografya çalışması yapmadığımız için konuyla ilgili sadece bir kaç eser ismi zikretmekle iktifa edeceğiz. Bkz. Mehmet Önder, Mevlana Hayatı ve Eserleri, Tercüman 1001 Temel Eser; Aydın Taneri, Mevlana ve Ailesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, 2. Bsk., Ank. 1997; Vedat Genç, Mevlana İle İlgili Yazılardan Seçmeler, MEB. Yay. 2. Bsk. 1997 ; İsmet Kayaoğlu “Mevlâna’nın Moğol Yöneticilerle Münasebetleri”, ‘. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler), s. 159-164, Konya 1987. 2 Mesnevi (Çev. Veled İzbudak) , C. I-V, 2. Bsk. İstanbul 1981. 3 Divan-ı Kebir, C. I-V, (Çev. Remzi Bengi), İstanbul 1957-1960; C. VI-VII, (Çev. A. Gölpınarlı), İstanbul 1971-1974. Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’inde kaleme aldığı rubailer, Veled Çelebi tarafından H. 1312 yılında bir divan halinde toplanmıştır.Tamamı 1646 rubaiden oluşan bu divan MEB yayınları İslam Klasikleri serisinde Türkçeye tercüme edilmiştir. Bkz. Mevlâna’nın Rubaileri I-II, (çev.M. Nuri Gençosman) MEB. Yay. 3. Bsk. 1997. 4 Fihi Mâfih , (Çev. M. Anbarcıoğlu), 5. Bsk. İstanbul 1990. 5 Mecalis-i Seb’a, (Çev. F. Nafiz Uzluk), İstanbul 1937. 6 Mektubat, (çev. A. Gölpınarlı), İstanbul 1963. Süleyman ÖZBEK 44 siyasi, iktisadi ve kültürel hayatı hakkında da önemli bilgiler vermektedir. Bunların başında devlet ve hükümet hayatına dair verdiği bilgiler başta gelir. Mevlâna , XIII. yüzyıl Anadolu’sunun siyasi olayları hakkında fazla bilgi vermez. O bir tasavvuf adamı olması sebebiyle olsa gerek, siyasi arenadan hep uzak durmaya çalışmış ve devlet kademelerinde görev almamıştır. Ortaçağların en korkunç tahribatını gerçekleştiren Moğol istilası onun eserlerinde de yer almıştır. İstila ettikleri şehirlerde büyük katliamlar gerçekleştiren Moğollara7 karşı bütün hümanistler gibi, Mevlâna ’nın da sevgi ve hoşgörü beslemesi beklenemez. Nitekim Mevlâna , Anadolu’yu istila eden Moğol askerlerinin yaptıkları yağma,soygun ve katliamı çeşitli vesilelerle eserlerinde zikreder8 . Mevlâna Fihi Mâfih ’de, Türk ve İslam alemine karşı Hırıstiyan Rumların, Moğollara kız verdiklerini böylece evlilik yoluyla Moğollar ile ittifak yaptıklarına işaret etmektedir9 . Bu hadise diğer tarihi kaynaklarla da örtüşmektedir. Şöyle ki, Bizans imparatoru Türk ve İslam alemine karşı Moğollar ile bir ittifak teşebbüsünde bulunmuş bu ittifakı güçlendirmek amacıyla da kızını Moğol hanı Hulagu ile evlendirmek istemişse de, bu evlilik gerçekleşmemiştir. Mısır Türk Memluk sultanı Baybars’ın Moğollarla mücadelesinde daima Mısır sultanlığını tutan Mevlâna , Selçuklu veziri Pervane Muinuddin Süleyman’ı da Moğollarla işbirliği yaparak müslümanlara yapılan zulme yardımcı olmakla suçlamıştır10. Mevlâna ’nın Memluklere olan muhabbeti Mesnevi’de daha açık şekilde görünmektedir. O biraz aşağıda hakimiyet alameti olarak zikredeceğimiz hükümdar bayrağından bahsederken, “Arslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlarız”11 ifadesini kullanır. Burada üzerinde arslan arması olan bayrak Memluk sultanı Baybars’ın armasıdır. Böylece Mevlâna açık bir şekilde Moğollara karşı Mısır Memluk devletini desteklediğini ortaya koymaktadır. Mevlâna eserlerinde sık sık devlet hayatının aynası sayılan saray, hükümet teşkilatı ve devlet ricâli ile ilgili konulara temas etmektedir. Bu konuda Mevlâna ’nın öncelikle hükümdar ve hakimiyet alâmetleri hakkında verdiği bilgilerden başlıyacak olursak; 7 Fihi Mâfih , s. 265. 8 Mesnevi III, Beyit No: 858-863; Fihi Mâfih , s. 9, 100-101; Bundan sonra Mesnevi’den vereceğimiz dip notlarda sadece beyit numarası verilecek, (Beyit NO: ) kullanılmayacaktır. 9 Fihi Mâfih , s. 43; Bu konuda bkz. Süleyman Özbek, “ Türkiye Selçukluları-Memluk Münasebetleri 1250-1277)” , Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. I, S. 2 (Mayıs 1999), s. 43-61. 10 Fihi Mâfih , s. 9-10 11 Mesnevi, I, 604. Sosyal Bilimler Dergisi 45 Saray, taht12, tâc13, nevbet14, bayrak, tıraz15, çadır16, sikke17 gibi genel kabul gören hakimiyet alâmetleri18 hakkında Mevlâna da hemfikirdir. Ancak O, hükümdarın kahır yani sert ve şiddetli muamelede bulunması, suçluları asması veya zindana atmasını da, hakimiyet alâmetlerinden sayar. Ona göre “nasıl ki, hil’at saltanatın kemâline alâmet olursa darağacına çekmek, öldürmek ve zindan da aynen bunun gibidir”19 demektedir. Mevlâna yine bu konuda devamla “hükümdar birini insanların ibret alması için herkesin ortasında asarsa, hükmün yerine geldiği ve padişahın emrinin kuvvetli ve tesirli olduğu görülecektir”20 sözleriyle de fikrinde ısrarlı olarak belki de hümanist kişiliğinden beklenmeyen bir tavır sergiler. Mevlâna ’da hakimiyet mücadeleleri hakkında bilgi bulmak da mümkündür. O, öncelikle hanedan üyeleri arasında cereyan eden taht çekişmelerine ve aynı aileye mensup olanların birbirlerine kılıç çekmelerine temas etmekte ve bunun dünya tamahından meydana geldiğini kaydetmektedir21 . Mevlâna ’nın saray görevlilerine dair verdiği bilgiler de dikkat çekicidir. O saray görevlileri arasında sık sık vezirden bahsetmektedir22 . Ayrıca, atabeg23, nâib24, pervâne25, hâdim-i sultan26, perdedâr27 , esvapçıbaşı 28, emir-i igdişân29, emir-i ahûr30, hadımlar, çavuşlar ve teşrifatçı31 gibi görevlilerin yanında havâss ve nedimler32 ile soytarı33 gibi saray görevlilerinden de sık sık bahsedilmektedir. 12 Mesnevi, VI, 1390 13 Mesnevi VI, 1639. 14 Mesnevi III, 4093-4095; 15 Mesnevi, I, 1370 ve 2853-2854; II, 2587; III, 2587; Fihi Mâfih , s. 48-49, 270, 294; 16 Fihi Mâfih , s. 145. 17 Mesnevi, I, 1105;IV, 2872-2874, 3290. 18 Hakimiyet alâmetlerini, hükümdarın lakap ve unvanları, hutbe, sikke, taht, tac, çetr, tıraz, bayrak, Nevbet, Tuğ, Kemer, saray ve çadır olarak sıralamak mümkündür. Bu konuda bkz. M. Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, Aydın Taneri, Celâlu’d-Din Harizmşah ve Zamanı, Ankara 1977. 19 Fihi Mâfih , s. 48-49. 20 Fihi Mâfih s.270. 21 Mesnevi V, 526-530, 1202. 22 Mesnevi, I, 463, 344-345. 23 Fihi Mâfih , s. 43. 24 Fihi Mâfih , s. 75, 121. 25 Fihi Mâfih , s. 9 26 Fihi Mâfih , s. 230 27 Fihi Mâfih , s. 183. 28 Mesnevi, I, 766. 29 Mesnevi, I, 272. 30 Mesnevi V, 2364-2367. 31Mesnevi, I, 115, 172, 632. 32 Mesnevi, I, 188-189 Süleyman ÖZBEK 46 Mevlâna ’nın eserlerinde saray hayatı ve hükümet işleri hakkında temas ettiği konulardan birisi de divân toplantılarıdır. O, divânda “birçok düzenleyici ve faydalı” kararlar alındığından34, burada alınan kararların vezirler tarafından gerekli yerlere anında yazılarak iletildiğinden35 bahseder. Sık olmamakla birlikte divâna katılamayan bazı saray görevlilerinin hizmetkârlara mal ve para vererek divânda olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştıklarını hikaye eder36 . Mevlâna bir taraftan hükümdarın cuma namazlarına giderken halkın arasına çıkmasını37 veya bayram sabahı at üzerinde şehri gezmesini38 yani hükümdarın halkla bayramlaşmasını anlatırken diğer yandan saraydaki teşrifât kâideleri ile ilgili olarak da, hükümdarın huzuruna girenlerin el ve etek öptükleri39 ve huzurda kimlerin nerede ve nasıl duracağına40 dair teşrifât kâidelerini yine hikâyemsi tarzda ele almaktadır. Mevlâna ’nın saray hayatına dair verdiği bilgilerden ele alacağımız son konu ise şehzadelerin eğitimidir. Bu konuda Mevlâna , müstakbel hükümdarların en iyi şekilde yetiştirilmeleri için devrin en seçkin ilim ve hüner sahibi kişilerinin hükümdarlar tarafından görevlendirildiğini41 ifade eder. Ordu ve askeri teşkilâta dair verilen bilgilerden genel olarak savaşlarda kullanılan silahlar hakkında bilgi verilmektedir. Bu silahlar arasında kılıç ile ok ve yay42 ilk sırayı alır. Saldırı silahlarından, hançer, süngü, mızrak, gürz43, savunma aracı olarak kalkan, zırh, miğfer44, ayrıca kuşatmalarda kullanılan kement, merdiven ve mancınık45 da Mevlâna ’nın sık sık bahis konusu ettiği savaş aletleri arasındadır. Mevlâna yine savaş esnasında pusu kurmak gibi hileye ve savaş oyunlarına başvurmanın gerekliliğine de işaret eder46 . Gerek 1243 yılında Kösedağı gerekse 1258 Sultanhanı önünde yapılan savaşlarda Selçuklu askerlerinin Moğollar karşısında firar 33 Fihi Mâfih , s. 38, 341. 34 Mesnevi, V, 4035; Fihi Mâfih , s. 160. 35 Mesnevi, I, 463; VI, 2515-2516. 36 Fihi Mâfih , s. 35. 37 Mesnevi, VI, 2465-2469. 38 Fihi Mâfih , s. 293. 39 Mesnevi, I, 1768. 40 Mesnevi, I, 3150-3153. 41 Fihi Mâfih , s. 28. 42 Mesnevi, I, 689, 1384; II, 118; Fihi Mâfih , s. 24, 324 43 Mesnevi, I, 420, 526, 689, 3318; III, 3426-3427; V, 3496; VI, 710. 44 Mesnevi, I. 3318; III, 3418; Fihi Mâfih , s. 324, 336 45 Mesnevi, I, 689; II, 348-349; V, 3840-3841; VI, 2844. 46 Mesnevi, I, 689. Sosyal Bilimler Dergisi 47 etmelerinin etkisinde kalmış olsa gerektir ki, Mevlâna sık sık, ihanet ederek savaş meydanını terk eden korkak askerlerden bahsetmekte ve onları lanetlemektedir47 . Halkla içiçe yaşayan Mevlâna ’nın XIII yüzyılda Anadolu’daki içtimâî hayata dair verdiği bilgiler de tabii olarak daha detaylıdır. Mevlâna devrinin giyim kuşamı hakkında ipuçları verirken, kadınların genellikle atlas, sof ve ipekli kumaşlardan yapılmış elbiseler giydiklerini, çarşaf giyerek yüzlerini peçeyle örttüklerini48 ifade eder. Mevlâna , kadınların erkeklere güzel görünmek amacıyla sıkça kullandıkları çeşitli makyaj malzemelerini sayar. Bu malzemeler arasında ilk sırayı alan aynanın yanında yanaklara sürülen allık ve boyalardan, gözlere çekilen sürmelerden, ve güzel kokulardan bahsedilmektedir49. Kadınların kullandığı süs eşyaları arasında inci gerdanlık, bilezik, küpe, taç ve halhal zikredilmektedir50 . Selçuklu devri Anadolu’sunda kullanılan erkek kıyafetleri arasında hırka, cübbe, şalvar, sarık, külâh ve çarıktan söz edilir51. Zenginlerin Kaftan, soğuktan rahatsız olanların kürk giydiğini52 söyleyen Mevlâna , ilim câmiasının herzaman cübbe ve sarık ile dolaştığına işaret ederek bir bakıma bunun, ilim ehlinin resmi kıyafeti olduğunu vurgular53 . XIII yüzyıl Anadolu’sunda, genellikle göçebe Türkmenler çadırlarında54 yaşarken köy ve şehirlerde yaşayan halk, taş veya kerpiçten yapılan ve içine saman karıştırılmış çamur balçıkla sıvanan evlerde otururlardı55. Mevlâna bu evlerde aydınlatma aracı olarak çıra, kandil, mum56 kulanıldığına işaret ederken, ısınma aracı olarak da ocak ve tandırdan bahseder57 . Tandırlarda odun, saman ve tezek yakarak58 pişirilen yemekler arasında genelde yufka ekmeği ile buğday ve arpa ekmeği 59 başı çekerken, Türklerin milli yemeği sayılan tutmaç60 ile et ve buğdaydan yapılan herise61 47 Mesnevi, II, 2844-2846. 48 Mesnevi, I, 2382; III, 3444; V, 363, 2233; Fihi Mâfih , s. 18. 49 Mesnevi, I, 340, 1534, 1779; II, 108, 164; VI, 1268-1270; Fihi Mâfih , s. 92, 197, 245 50 Mesnevi, I, 2912, 2937; IV, 999-1001, 1612. 51 Mesnevi, IV, 688, 887, 1747; VI, 454,461. 52 Mesnevi, I, 1956; VI, 1273-1274; Fihi Mâfih , s. 54. 53 Fihi Mâfih , s. 134. 54 Mesnevi, II, 456; IV, 1476. 55 Mesnevi II, 167, 1846; III, 478, 2886-2887; IV, 469. 56 Mesnevi, I, 1643, Fihi Mâfih , s. 40, 255. 57 Fihi Mâfih , s. 260. 58 Mesnevi IV, 240; Fihi Mâfih , s. 19. 59 Mesnevi, I, 2082; II, 2190; V, 278; Fihi Mâfih , s. 344 60 Mesnevi II, 324; IV, 2632-2636; Fihi Mâfih , s. 13. Süleyman ÖZBEK 48 adı verilen bir çorbanın adı da sıkça tekrarlanmaktadır. Ayrıca, tirit, ciğer, zerde, pirinç ve bulgur pilavı, nohut, börek, kızarmış et, kelle kebabı, işkembe çorbası gibi yemek adları zikredilmektedir62. Yemeklere çeşni katmak amacıyla soğan, sarımsak, biber ve sirkeden bahsedilmektedir63 . Yapımında hammadde olarak şeker kamışından yararlanılan şeker, tatlı yapımında kullanılmaktadır. Nitekim bu tatlılar arasında pekmez ve kadayıf, gülbeşeker ve badem helvasının sık sık adı geçmektedir64 , İçeceklerden ise başta üzüm şarabı, gül sulu şeker şerbeti, nardenk şerbeti ve ayranın adı geçmektedir65. Bu içecekleri muhafaza etmek için testi, küp, ibrik veya su tulumları kullanılmaktadır66 . Kışlık zahire ve yiyecekler zamanı gelince kullanılmak üzere kuyularda veya ambarlarda saklanmaktadır67. Ancak bu kışlık zahireyi özellikle bit, fare gibi zararlı haşarelere karşı saklamak ve muhafaza etmenin bazı zorlukları vardır68 . Evlerde bulundurulan evcil hayvanlar arasında büyükbaş deve, sığır; küçükbaş koyun ve keçi; kümes için tavuk, horoz ve kaz gibi hayvanların yanında, kedi ile evi koruması ve bekçilik yapmasının yanında avcılık için de beslenen köpek başta gelir. Yine evlerde eğlence amaçlı olmak üzere kafeslerde bülbül, papağan gibi kuşların beslendiği de anlaşılmaktadır69 . Özellikle devlet kurumlarında haberleşmede kullanılmak amacıyla posta güvercinleri yetiştirilmektedir70 . Mevlâna , halkın gerek boş zamanlarını değerlendirmek amacıyla gerekse ticaret maksadıyla yaban hayvanlarını avladıklarını da ifade etmektedir71. Avcılık konusunda, doğan kuşları ile av köpeklerinden istifade edilerek veya çeşitli tuzaklar kurularak yapılan kuş avcılığına sıkça temas edilmektedir72. Tilki, geyik, tavşan ve çakal avlanan yaban hayvanları arasındadır73. Yine olta ile balık avlanması da zikredilen hususlardandır74 . 61 Mesnevi, VI, 718-719; Fihi Mâfih , s. 96. 62 Mesnevi, I, 1672; III, 296, 4159-4162; V, 3576-3577; Fihi Mâfih , s. 25, 63, 116, 273, 300. 63 Mesnevi, I, 83, 1527; IV, 1083; Fihi Mâfih , s. 96. 64 Mesnevi, I, 445, 1494, 1600-1601; II, 1148, 2277, 2428, 3697; III, 1918, 3285. 65 Mesnevi, I, 447, 708, 1944, 1226, 2932, 66 Mesnevi, I, 773; Fihi Mâfih , s. 64, 174 67 Mesnevi, I, 377; IV, 144; Fihi Mâfih , s. 260 68 Mesnevi, I, 380, 2240; VI, 1092. 69 Mesnevi, I, 2017, 2786, 3021, 1541, 1571; II, 1914; III, 1101; Fihi Mâfih , s. 55, 134 70 Mesnevi, I, 1690; III, 4755. 71 Mesnevi, I, 365; Fihi Mâfih , s. 41. 72 Fihi Mâfih , s. 196, 210. 73 Mesnevi, I, 993. 74 Mesnevi, I, 3618; II, 2719; Fihi Mâfih , s. 182. Sosyal Bilimler Dergisi 49 Gerek saray erkanı ve gerekse halk arasında büyük itibar gören ve günümüzde oynanan polo’ya benzer bir oyun olan çevgan da Ortaçağlarda sık karşılaşılan bir eğlence şeklidir75. Mevlâna , halkın boş zamanlarını değerlendirmek amacıyla oynadığı diğer eğlencelikler arasında kadınların oya, nakış ve gergef işledikleri, erkeklerin tavla, satranç oynadıklarını kaydetmektedir76. Seyirlik oyunlar arasında yılan oynatmak, canbazlık ve sihirbazlık sayılmaktadır 77 . Çocukların oyun oynamakla zekalarının arttığını akıllandığını söyleyen Mevlâna , çocukların kendi aralarında oynadıkları oyunlardan bahsederken, kız çocukların bez bebeklerle, erkek çocukların tahta ata binerek, tahta kılıçlarla yaptıkları savaş oyunu, güreş, esnaflık oyunu, ceviz oyunlarını saymaktadır78 . Selçuklu Türkiyesi’nde aile hayatı ve gündelik hayat hakkında verilen bilgiler de gayet orjinaldır. Evlenme esnasında, gelin adayı kızın görülerek beğenilmesi, oğlan tarafının başlık parası vermesi, gelin kızlara düğün esnasında kına yakılması, makyaj yapılması, gelin alırken saçı saçılması, gelinin çeyiz getirmesi 79, gibi Orta Asya kökenli adetler zikredilmektedir. Mevlâna evlenecek çiftlerin seviye ve gelir açısından birbirine denk olması lazım geldiğini de özenle vurgulamaktadır80. Çok kadınla evlilik konusunda fazla bilgi vermeyen Mevlâna bu konuda sadece yaşlı kadınların kocalarını eve bağlamak için ister istemez ikinci bir kadınla evlendirmelerinden bahseder81 . Aile hayatı hakkında verilen bilgilerden, iyi bir gelire sahip olan ailelerin çocuklarına dadı ve sütanne tuttuğu anlaşılmaktadır82. Mevlâna karı-koca arasındaki ilişkiler konusunda da evin reisinin herzaman kadın olduğunu ifade ederken, kadınlarla görüş alışverişinde bulunulmasını ancak onların verdiği kararın tam tersini uygulamak gerektiğini tavsiye eder83 . Mevlâna halk arasında yaşayan adet ve gelenekler hakkında da önemli bilgiler aktarmaktadır. Mesela bugün dahi Anadolu’nun pek çok yöresinde hala yaşatılan ay veya güneş tutulduğu zaman teneke, tencere kapağı gibi metal eşyaları birbirine vurarak ses çıkarma adetinden bahseder84. Ateşe üzerlik tohumu serpmek85, Cenaze törenlerinde, para 75 Mesnevi, I, 1868 ; II, 313-314; Fihi Mâfih , s. 114 76 Mesnevi, I, 600, 613, 1786, 2002; II, 130, 613; III, 885. 77 Mesnevi II, 135; III, 994-998; VI, 1333. 78 Mesnevi, I, 3435-3436; II, 199, 2340, 2598; III, 2850; V, 3597-3599; VI, 2255-2256. 79 Mesnevi, I, 1435, 1687, 3449; IV, 48, 198-203, 3136; VI, 253-254, 303. 80 Mesnevi, IV, 195-197. 81 Mesnevi, VI, 675. 82 Mesnevi, I, 587; II, 1952; III, 45-48; Fihi Mâfih , s. 340 83 Mesnevi, I, , 2427, 2956. 84 Mesnevi, I, 2453-2454 Süleyman ÖZBEK 50 karşılığı ağıtçı tutulmasının yanında, ölü sahiblerinin yas tutarken başlarına toprak saçmaları, saçlarını sakallarını yolarak, elbiselerini yırtmaları, külahlarını yere çalmaları86. gibi genellikle ortasya kökenli matem törenleri hikaye eder. Bu devir Anadolu’sunda da tıpkı Orta Asya yuğ törenlerinde olduğu gibi ölünün ardından kurban kesilerek taziye için gelenlere ikram edilmektedir87. Küçük ve büyük baş hayvanlardan yapılan kurban kesilmesi işi kurban bayramı, adak ve nezir için de yapılmaktaydı88. Mevlâna bu devirde Anadolu’yu işgal altında tutan Moğollardan birisi hastalandığı zaman arkadaşlarının kötü ruhları ve azraili korkutmak için göğe ok attıklarını da kaydeder89 . Mevlâna , bu devirde halk tarafından kabul gören renkler arasında sarı, kırmızı,ve yeşili zikreder90. Bu renkler nevruz kutlamalarında da sık sık karşımıza çıkan ve Türk kültüründe Orta Asya’dan beri kabul edilen temel renklerdir. Yine O, “tuz ekmek hakkı” adı altında tamamen Türk kültürüne has bir anlayışı ve deyimi sık sık kullanmaktadır91 . Tarihin her devresinde olduğu gibi, XIII yüzyıl Anadolu’sunda da falcılık, büyücülük ve sihir rağbet gören adetlerdendir. Mevlâna sık sık büyü ve sihir yapan, fal açan kadınlardan bahsederken bir yerde de karı ve kocanın arasının açılması için büyü yapıldığını kaydeder92 . Her devirde olduğu gibi Selçuklular zamanı Anadolu’sunda da halk arasında kötü ahlak sahibi insanlar mevcuttur. Mevlâna bunlar hakkında bilgi verirken pek çok yerde elbise ve at çalan, evleri soyan hırsız ve yankesici hikayeleri anlatır93. Yine kötü huylar arasında zina, fahişelik ve oğlancılık ile az da olsa lezbiyenlik ve hayvanlar ile cinsi münasebette bulunanlara dair epey malumat vardır94 . Mevlâna ’nın yaşadığı devir için saydığı kötü ahlak sahibi kimseler arasında üzüm ve hurmadan yapılan şaraplardan içerek sarhoş olanlar ile afyon kullanan uyuşturucu müptelaları95 da önemli yer tutar. Ayrıca kandil yağına su katan dolandırıcılar ve sahte altın basan kalpazanlar da yine 85 Mesnevi II, 127 86 Mesnevi, I, 284, 664-666, 1692, 2184; II, 496; III, 2427; VI, 538. 87 Mesnevi III, 3343-3347. 88 Mesnevi III, 2141-2145. 89 Mesnevi, VI, 374. 90 Mesnevi, I, 764, 1121, II, 1099, 1600. 91 Mesnevi, I, 165; II, 226. 92 Mesnevi, I, 277; II, 1782, 3783; V, 1042-1043; VI , 411, 998; Fihi Mâfih , s. 350 93 Mesnevi, I, 1118,1252; III, 2799; Fihi Mâfih , s. 62, 88. 94 Mesnevi, I, 88, 535, 1872-1873; II, 776-778, 3155-3157; III, 1957-1958; V, 1333-1390, 2497, 2661; VI, 1732, 2995-2996. 95 Mesnevi, I, 1725 ; III, 671; Fihi Mâfih , s. 150, 251. Sosyal Bilimler Dergisi 51 Mevlâna ’nın tenkid ettiği suçlular arasındadır96. Toplumsal bir hastalık olan ve her devirde karşımıza çıkan rüşvet konusunda Mevlâna ’da şikayetçidir. O, özellikle saray görevlileri ile adliye teşkilâtının başı olan ve esas görevi adalet dağıtmak olan kadılardan pek çoğunun rüşvet aldıklarını kaydetmektedir97 . Bu devirde sık sık karşımıza çıkan dilencilik de Mevlâna tarafından hoş görülmeyen mesleklerdendir. O, bir taraftan halkın duygularını istismar ederek para toplamaya çalışan ve bunun içinde kendilerini sakat göstermeye çalışan dilencilerin en aşağı meslek grubu olduğunu ifade ederken98, diğer taraftan da gerçekten yoksul olanlara sadaka verilmesini ve hayır yapılmasını teşvik etmekteydi. Yine Mevlâna ’nın anlattıklarından bu devirde halkın yararına aşevleri, sebil gibi hayır kurumları yapan ve yoksullara sadakalar dağıtan “ ya cömertliğini göstermek için veya ad kazanmak ve sevaba girmek için” hayır yapan çok sayıda zengin hayır sahipleri mevcuttur99 . XIII. yüzyıl Anadolu’sunda tababet ilmi ve hastalıklar hakkında da Mevlâna epey malumat vermektedir. Doktorları ruhani ve bedeni hekim diye ikiye ayıran Mevlâna ’ya göre ruhani hekimler tasavvuf ehli olup, insanı inanç ve itikat yönünden tedavi eden rahatlatan insanlardı. Bedeni hekimler ise “insanı gıdalarla, meyvalarla doyuran kuvvetlendiren, tedaviyle insanları yaşatan”100 bildiğimiz günümüzdeki doktorlardır. Mevlâna ’da adı geçen hastalıkları da ikiye ayırmak lazımdır. Bunlardan ilki; kellik, sağır ve dilsizlik, körlük ve kekemelik gibi doğuştan gelen rahatsızlıklardır101. Sonradan oluşan rahatsızlıklar arasında veba, gıda zehirlenmesi, göz ve diş ağrısı, nezle, sıtma, kulunç, basur, safra, felç, titreme illeti, toprak yeme, uyuz gibi hastalıklar sayılmaktadır102 . Mevlâna ’nın “zina yüzünden etrafa veba yayılır”103 sözleriyle cinsi temas yoluyla da bazı tehlikeli hastalıkların bulaştığına işaret etmesi ve halkı ikaz etmesi dikkat çekicidir. Ayrıca O, temiz olmayan suların içilmesi, evlerdeki yiyeceklerin ve mutfak malzemesinin steril ortamının sağlanamaması sebebiyle fare, bit ve sivrisinek gibi zararlı hayvanlar, 96 Mesnevi, I, 897-898, 1643, 2149,; II, 2735. 97 Mesnevi, I, 335; II, 2753; III, 159. 98 Mesnevi, I, 2236-2238; 2318; II, 5281-5282; III, 2323, 3949-3950. 99 Mesnevi, I, 256; Fihi Mâfih , s. 161, 172. 100 Mesnevi III, 2700-2704; IV, 1794-1799. 101 Mesnevi, I, 1626, 2343-2344; Fihi Mâfih , s. 327-328, 231. 102 Mesnevi, I, 88, 1284, 1316, 1499, 3378; II, 1080, 1945-1946; III, 1236, 1697, 1702; Fihi Mâfih , s. 53, 241, 280 103 Mesnevi, I, 88. Süleyman ÖZBEK 52 böcekler ve haşerat yoluyla da çeşitli hastalıkların ortaya çıktığını söylemektedir104 . Mevlâna ’nın verdiği bilgilere göre, Selçuklu Türkiye’sinde doktorların hastalarını muayene usulleri günümüz tıbbına yakın metodlar içermektedir. Doktorlar, meşhur tıp kitaplarından okuyarak öğrendikleri105 şekilde hastalarının, idrar, gayta muayenelerini yapmakta, el, yüz ve gözlerini kontrol ederek, nabız ölçerek hastalığı teşhis etmeye çalışmaktadırlar106. Yine hastalıkların tedavisinde kopmuş damarı birbirine bağlama yara ve çıbanın neşterle deşilmesi ile pansuman gibi cerrahi müdahalelerin yanında kırık ve çıkıkların tedavisi, çürük dişlerin çekilmesi gibi yine modern tıp teknikleri uygulanmaktadır107 . Tedavide kullanılan usuller arasında ilaç kullanmak ilk sırada gelir108. Bu konuda şifalı otlardan yapılan ilaç ve merhemlerden yararlanılmaktadır. Cerrahi müdahalelerde acıyı dindirmek için afyon verilerek hastanın uyutulması109 günümüzdeki narkoz uygulamasını akla getirmektedir. Gıda zehirlenmelerinde hastanın kusturulması herzaman müracaat edilen bir yoldur. Hacamat adı verilen mevsimin belli zamanlarında kan aldırarak hasta kanın vücuttan dışarı atılması ve hastalara perhiz uygulamasından da sıkça bahsedilmektedir110. Ayrıca yaranın kangren olmaması için dağlanması da uygulanan tıbbi tedavi usulleri arasındadır111 . XIII. yüzyıl Anadolu’sunda ilmî hayat hakkında Mevlâna ’nın verdiği bilgilere bakarak şunlar söylenebilir. Halk çocuğunu okutmak bilgi sahibi yapmak amacıyla mahallelerde bulunan mekteplere göndermektedir. Çocuklar burada başta dinî ilimler olmak üzere ilk okul seviyesinde okuma ve yazma öğrenmektedir.112 Yüksek tahsil yapmak isteyenler için büyük şehirlerde bulunan medreseler hizmet vermektedir113. Mevlâna ’nın verdiği bilgilerden mahalle mektebinde hocalık yapanların maaşlarının yetersiz olduğu ve geçim sıkıntısı çektikleri anlaşılmaktadır114. Mekteplerde bir terbiye metodu olarak hocalar tarafından öğrencilere sık sık falaka cezası 104 Mesnevi, I, 2723 ; II, 1722; Fihi Mâfih , s. 73, 111. 105 Mesnevi, IV, 796. 106 Mesnevi, I, 1272; III, 2707; IV, 1794-1799; Fihi Mâfih , s. 231 107 Mesnevi, I, 1071, 1866, 3328, 3882-3884; III, 95; Fihi Mâfih , s. 241. 108 Mesnevi, III, 2754, 2915-2916. 109 Mesnevi, II, 1503; IV, 1288-1294. 110 Mesnevi, I, 1598, 1604, 1863, 2910-2911, 3591-3596; II, 948-949, 1832-1833; V, 2001- 2002; Fihi Mâfih , s. 118 111 Mesnevi, II, 2009. 112 Mesnevi III, 1322-1335, 4585-4588; IV, 2579. 113 Mesnevi, VI, 1365. 114 Mesnevi, I, 2792-2793; Fihi Mâfih , s. 181, 184. Sosyal Bilimler Dergisi 53 uygulandığını115 kaydeden Mevlâna ’nın, konuyu anlatımdaki ifadelerinden bunu hoşgördüğü anlaşılmaktadır. Bu devirde Selçuklu medreselerinde Kur’an, tefsir, fıkıh, usul, sarf, nahiv, felsefe, astronomi gibi dersler okutulmaktadır. Ayrıca reml, ilm-i nücûm gibi fal ve büyücülüğe ait bilgilerin de medrese dışında tahsilinin yapıldığı yine Mevlâna tarafından bildirilmektedir116 . Selçuklu Anadolu’sunda mektep ve medreselerin yanında tekke ve zâviyelerde de tasavvuf eğitimi verilmekteydi. Buralarda mürid-mürşid ilişkileri içerisinde tamamen manevi terbiye esas tutulmaktaydı117. Tarihte tekke ve zâviyelerin fonksiyonlarında olduğu gibi bu devirdeki tekke ve zâviyeler de fakirleri ve yolcuları ücretsiz barındırmakta ve yolcuların hayvanlarına da yem, tımar gibi gerekli hizmetleri vermekteydi118 Kendisi de bir mutasavvıf olan Mevlâna , bu tür tekke ve zaviyeleri tasvip etmekle beraber, halk tarafından kabul gören tarikat ve derviş anlayışının dışında davranışlar sergileyen dervişleri özellikle de cavlaki dervişlerini pek hoş karşılamamaktadır119 . Bu devir adliye teşkilâtı hakkında Mevlâna , mahkemeler ve mahkemelerde davalara bakan kadılar hakkında bilgi verir. Mevlâna , dünyanın adalet üzerine durduğunu120 belirtmekle beraber bunun uygulayıcısı olan kadı hakkında verdiği bilgiler genelde olumsuzdur. O, adil, doğru karar veren kadılardan bahsetmekle beraber sık sık kadıların rüşvet almasından bahsetmektedir121. Mevlâna ’nın verdiği bilgilere göre bu devir mahkemelerinde, kurulan bir vakfın vakfiyesi tasdik edilmekte, bir dükkan satışı yapılmakta, yapılan nikah kadı önünde kayda geçirilmekte ve bütün bunlar ikişer şahitle yapılmaktadır122. Halkın karşılaştıkları meselelerin hallinde müftülerden fetvâ istedikleri ve bu talebin fetvâ makâmı tarafından yerine getirildiği anlaşılmaktadır123 Mevlâna , suçlulara verilen cezalar hakkında da teferruatlı bilgi verir. O, hükümdarın suçluyu ibret-i âlem için herkesin önünde cezalandırması gerektiğini ve bununla hem, hükümdarın kudretli olduğunun anlaşılacağı hem de verilen cezanın halk üzerinde caydırıcı özellik taşıyacağı kanaatindedir124. Mevlâna ’nın yaşadığı devirde suçlulara karşı uygulanan 115 Mesnevi, V, 3006; Fihi Mâfih , s. 329. 116 Mesnevi, I, 2830-2833, 3387; III, 2527; Fihi Mâfih , s. 28, 33, 60, 178. 117 Fihi Mâfih , s. 189. 118 Mesnevi II, 156-157;514-530. 119 Mesnevi, I, 259. 120 Mesnevi, III, 2422; V, 1089-1091. 121 Mesnevi,III, 1397; Fihi Mâfih , s. 173. 122 Mesnevi, III, 4010; Fihi Mâfih , s. 53 123 Fihi Mâfih , s. 78. 124 Fihi Mâfih , s. 270. Süleyman ÖZBEK 54 cezalar arasında asmak, el ve ayak kesmek, dövmek, eşeğe ters bindirerek şehirde teşhir etmek, falakaya yatırmak, tomruğa vurmak ve zindana atmak gibi cezalar sayılmaktadır125. Bunların arasında isyan eden bir emirin suçunun hapis ve öldürülme, hırsızlık suçunun cezası el kesme, zina suçu ise yüz sopa olarak kaydedilmekte diğerlerinin hangi suç karşılığı verilmesi lazım geldiğinden bahsedilmemektedir126. Mevlâna ’nın zindana atılanların gardiyanlara ve eski mahkumlara ayak bastı parası vermeleri gerektiğini aksi akdirde sopa yiyeceklerine127 dair verdiği bilgi de orjinaldir. XIII. yüzyıl tarım ve ziraat hayatına dair bilgilere gelince; genel olarak çiftçilikten bahseden Mevlâna ’nın, kuru tarıma dair verdiği bilgiler arasında bahar mevsiminde ekimi yapılan buğday ve arpa ziraatı temel teşkil eder128. Yetişen ürün değirmenlerde un haline getirilerek129 halkın istifadesine sunulurdu. Bunların yanında pamuk ziraati yapanlar da vardı130 . Sulu tarımda yetiştirilen sebzeler arasında Salatalık, lahana, soğan, ıspanak, pırasa, tere, marul adı geçenlerdir131 . İncir, nar, armut, elma, üzüm132ise meyve olarak zikredilenlerdir. Bunlardan başka, çiçek yetiştiriciliğinden de bahsedilirken, gül, reyhan, sümbül, yasemin yetiştirilen çiçek çeşitleridir133 . Ziraatle ilgili olarak sulama kanalları ile havuz ve su bentlerinden de bahseden134 Mevlâna , köy hayatı ile ilgili olarak, bal elde etmek için arıcılık yapıldığı, ipek elde etmek içinde ipek böceği yetiştirildiğini ifade eder135 . Mevlâna XIII. yüzyılda çiftçi ve köylünün en büyük düşmanı olan tehlikeler ve tabii afetler hakkında da bilgi verir. Bunların başında sürü sahiplerinin en büyük düşmanı olan kurt gelmektedir136. sel baskınlarından ve uzun yıllar süren kıtlıklardan da bahsedilmekte137, bunların yanında ürünlerin baş düşmanı olan çekirge istilası, porsuk, fare ve köstebekler de köylüleri sıkıntıya sokan problemlerden sayılmaktadır138. Yine erezyon da çiftçinin karşılaştığı sıkıntılardandır139 . 125 Mesnevi, I, 344-345, 390; IV, 1147, 1707, 3091-3093; VI, 1508; Fihi Mâfih , s. 35, 271, 329. 126 Mesnevi, I, 653.; II, 671; III, 1677-1681, 3451. 127 Mesnevi II, 592. 128 Mesnevi, I, 1839; Fihi Mâfih , s. 105. 129 Mesnevi, I, 3089. 130 Mesnevi, I, 1595. 131 Mesnevi, I, 2409, 3739; Fihi Mâfih , s. 169. 132 Mesnevi, I, 1729, 2306, 2363; Fihi Mâfih , s. 158. 133 Mesnevi, I, 1895-1896, 2095. 134 Mesnevi, I, 564, 879. 135 Mesnevi, I, 1009-1011, 1312; Fihi Mâfih , s. 335. 136 Mesnevi II, 1900; III, 385-394. 137 Mesnevi, I, 1660, 1743, 2270; VI, 92. 138 Mesnevi, I, 857, 1292; III, 4800; IV, 97, 3581; V, 29; Fihi Mâfih , s. 170. 139 Mesnevi II, 1221. Sosyal Bilimler Dergisi 55 Mevlâna ’nın eserlerinde XIII. yüzyıla ait iktisadi ve ticari hayat gayet canlıdır. O genellikle şehirlerdeki ticaret hayatı hakkında bilgi vermekle beraber, deve kervanlarıyla140 yapılan gerek ülke içerisindeki dahili ticaret gerekse uluslararası ticaret141 hakkında epey bilgi verir. Mevlâna ’nın o dönem için adeta uluslararası bir fuar olan Yabanlu adında bir pazardan söz etmesi gayet ilgi çekicidir. Bu uluslararası Yabanlu pazarında “kusurlu, sahte ve kalp emtia bulunduğu gibi, kazanç getiren çok kıymetli mallar da bulunur. Yabanlu, tacirler için gerçekten büyük bir kazanç yeridir”142. Mevlâna ’nın eserinde zikrettiği Yabanlu Pazarı’nın yerini Prof. Dr. Faruk Sümer, Kayseri ile Pınarbaşı arasında gösterir. Ayrıca Sümer, bu uluslararası pazarın Selçuklu Türkiye’sindeki ehemmiyeti ve burada satılan mallar hakkında da detaylı bilgiler vermektedir143 . Mevlâna’ya göre özellikle uluslararası ticarette alış-verişe esas olan başlıca mal köledir. Mevlâna köle pazarlarından satın alınan “kölelerin küçük yaşta olmasına dikkat etmek gerektiğini, çünkü bir kölenin yaşı ne kadar küçük olursa kendi ailesi ve memleketi hakkında daha az şey hatırlayacağı için daha iyi hizmet edeceğini”144 ifade eder. Ticarete esas bir diğer mal ise kumaştır. Mevlâna , tüccarların gidecekleri ülke hakkında önce bir piyasa araştırması yaptıklarını ve duruma göre daha iyi ve kolay satacakları mal aldıklarını kaydeder145 . Mevlâna, ticaret yolları üzerinde tüccarların konaklama ve diğer ihtiyaçları için yapılmış kervansaraylardan da bahseder. Şehirler arası yapılan ticarette tüccarların başlıca korkusu, yollarda soyguncuların saldırısına uğrayarak ellerindeki sermayelerini kaybetmeleridir. Her ne kadar yollar üzerinde yukarıda geçtiği gibi kervansaraylar varsa da, yollar her zaman güvenli olmuyordu. Mevlâna kervanların yollarını kaybetmemeleri için yollar üzerine dikilmiş direklerden ve taşlardan bahseder146 ki, bunun bir örneğini de Moğollar devrinde Orta Asya çöllerinde görmekteyiz. Yine O, Konya ile Kayseri arasında bulunan başlıca Kaymaz, Obruk ve Sultan kervansaraylarının varlığından bahseder147 Mevlâna yaşadığı devirde genellikle tek kişilik sermaye sahiplerinin yaptığı ticaretten bahsetmekle beraber iki veya daha fazla sermayedarın katıldığı ortak ticaretinden de bahseder. Bu konuda küçük esnaftanlardan 140 Mesnevi, I, 1889 ; III, 2626; Fihi Mâfih , s. 175. 141 Mesnevi, I, 1548; IV, 2373-2375; V, 2528; VI, 387-395. 142 Mesnevi, VI, 4283-4286. 143 Faruk Sümer, “Yabanlu Pazarı”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1985 (37), s. 1-99. 144 Mesnevi II, 843-844; Fihi Mâfih , s. 109, 174. 145 Fihi Mâfih , s. 117. 146 Fihi Mâfih , s. 337, 342 147 Mesnevi, VI, 2381-2383; Fihi Mâfih , s. 62, 76. Süleyman ÖZBEK 56 örnek verdiği gibi, başta sultan olmak üzere bazı devlet ricalinin büyük tüccarlarla ticaret yaptığını kaydetmektedir148. Buna bağlı olarak Moğol devletlerinde başta hakan olamak üzere devlet ricalinin büyük tüccarlarla bazı ortaklıklar içerisine girdiği çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir149 . Şehirlerdeki küçük esnafın gerçekleştirdiği ticaret ise genellikle çarşı ve pazarlarda dükkanlarda olmaktadır. Para ile tutulan tellallar çarşı pazar gezerek malın reklamını yapar satışı için yardımcı olurlar150. Mevlâna bu ticaret erbabından bahsederken, dükkanlardaki vitrin düzenlemelerinden ve satışı yapılan malların ambalaj ve paketlenmesinden bahseder ki151, bu bir anlamda modern ticaret hayatını gözler önüne serer. Mevlâna ’nın bu küçük esnaf grubuna veresiye satış yapmamaları konusunda bir tavsiyesi önemlidir. Çünkü O’na göre “zenginliğe, veresiyeden yokluk gelir”152 . Mevlâna ’nın yaşadığı devir itibariyle eserine kaydettiği meslekler arasında insanlık tarihinin belkide ilk mesleği olan çobanlık yer almaktadır. Mevlâna Bundan başka halkın çok çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan attar, fırıncı, kasap, terzi, berber, kunduracı, eskici, çadırcı, oduncu, kuyumcu, mimar-mühendis, marangoz, hamamcı, demirci, mezarcı, derici, dalgıç ve tellal gibi çeşitli meslek erbabını zikreder.153 . Mevlâna , Selçuklu kültür hayatında önemli yeri olan ahilik ve fütüvvet teşkilatına bağlı olarak usta çırak ilişkilerine de eserinde temas etmektedir. O’na göre “usta hangi hünerde tanınmışsa, çırağı da o hünerde ilerler”154. Mevlâna ’ya göre, bir usta yanına verilen çırağın iyi bir şekilde yetişmesi için ustasının emir ve terbiyesine girmesi ve mutlak itaat etmesi gerekmektedir155 . Mevlâna kullanımda olan altın dinar, gümüş dirhem ve bakır mangır paralardan bahsederken sık sık şikayetçi olduğu bir konu vardır ki oda ayarı bozuk paradır156. Mevlâna bu konuda bir taraftan sahte para imal eden kalpazanları suçlarken bir taraftan da bunu kontrol etmeyen devleti suçlu olarak görür. 148 Mesnevi I, 1766, II, 3455. 149 Bu konuda bkz. İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara 1991, s. 130. 150 Mesnevi I, 347; III, 3041, 3100. 151 Fihi Mâfih , s. 46, 97. 152 Mesnevi I, 134; II, 650. 153 Mesnevi I, 183, 2303, 2785, 3329; II, 303-304, 657, 663, 965; III, 130-133, 1376; IV, 103- 104; Fihi Mâfih , s. 59, 70, 79, 147, 169, 195-196, 255-256, 154 Mesnevi I, 2829. 155 Mesnevi, V, 1054; Fihi Mâfih , s. 85. 156 Mesnevi I, 2234, 3530; II, 502, 2087; Fihi Mâfih , s. 17, 163. Sosyal Bilimler Dergisi 57 Ticari hayata bağlı olarak Selçuklu Türkiyesinde geçerli ve makbul olan kıymetli madenler arasında altın, gümüş, yeşim taşı, yakut ve elmas ile denizden dalgıçlar vasıtasıyla binbir zorluklarla çıkarılan inci ve mercanlar sayılmaktadır157. Söz madenlerden açılmışken tuzla madenlerinin de Mevlâna tarafından sık sık zikredildiği ve deve katarları ile Anadolu’nun her köşesinde tuz ticaretinin yapıldığı ifade edilmektedir158 . X. yüzyıldan itibaren İslam dairesine kitleler halinde giren Türkler, bu yeni dinin resim ve heykeli yasaklaması sebebiyle zamanla başta hat, ebru, tezhip olmak üzere güzel sanatlarda kendisine yeni uğraşı alanları bulmaya çalışmıştır. Ancak XIII. yüzyılda İslamın yasaklamasına rağmen gerek Selçuklu saraylarında gerekse şehir surlarında, işyerlerinde ve bazı evlerde resim ve heykel tarzı örneklerin varlığı çeşitli kaynaklar tarafından zikredilmektedir. Mevlâna da, bu konuda hayli bilgi mevcuttur. O genellikle, mahir ressamlardan, kağıt, ve hamam duvarları üstüne yapılmış enfes güzellikteki insan ve tabiat resimlerinden159, bazı kervansaraylardaki havuzların kenarında insan ve başta kuş olmak üzere çeşitli hayvan tasvirlerinden oluşan heykellerden, yine çeşitli hayvan suretleri şeklinde mumdan yapılmış küçük heykellerden bahsetmektedir160 . XIII. yüzyıl Anadolu’sunda musiki hayatı da hayli renklidir. Mevlâna bu konuda, başta saray olmak üzere halkın eğlenceye olan düşkünlüğüne işaret etmektedir. O’nun verdiği bilgilerden bu dönemde kopuz, saz, davul, zurna, tambur, tef, ney, rebap başlıca musiki aletleridir161 . Müzik eşliğinde şarkıcılar tarafından cezbeli şarkılar söylendiği, dinleyicilerin bu şarkılara coşkulu biçimde el ve ayak vurarak, parmak şıklatarak eşlik ettiği, münferit ve toplu olarak sema ve raks yapıldığı, halay çekildiği anlaşılmaktadır162. Mevlâna müzikteki nota ve durak işaretlerinin yanında musikinin 24 makamı olduğunu ve musiki icra eden sanatçıların bu 24 makamı bilmek zorunda olduklarını da söylemektedir163 . Sonuç Mevlâna eserlerini bir mutasavvıf olarak kaleme almış, ve halkı irşad amacıyla bu eserlerde dini sohbetlere yer vermiştir. Ancak bu arada O, Anadolu’nun XIII. yüzyıl siyasi, iktisadi ve kültür hayatı hakkında da pek 157 Mesnevi I, 178, 515, 1017, 1501, 1684;II, 109;III, 4286; Fihi Mâfih , s. 24, 284. 158 Mesnevi I, 2003, Fihi Mâfih , s. 93. 159 Mesnevi, I, 1020, 2766,2770,3035; II, 2537; III, 937, 1372-1373; VI, 142; Fihi Mâfih , s. 215. 160 Fihi Mâfih , s. 62, 167. 161 Mesnevi, I, 598-599, 2024;II, 1793; III, 98, 3201 ; IV, 743; Fihi Mâfih , s. 267. 162 Mesnevi I, 867, 1565, 2072, 3675; III, 4273-4274; IV, 742; V, 957; Fihi Mâfih , s. 277, 293. 163 Mesnevi I, 2194-2195, 3864; VI, 1657. Süleyman ÖZBEK 58 çok kıymetli bilgi vermekten geri kalmamıştır. Bu döneme ait yerli kaynakların azlığı göz önünde tutulacak olursa, Mevlâna ’nın verdiği bilgilerin ne kadar kıymetli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Mevlâna , her ne kadar XIII. yüzyıl Anadolu hayatını tasvir etse de, O’nun verdiği bilgilerden Anadolu’daki kültür hayatının Orta Asya ile bağlantısının gözardı edilemiyeciği, Türk tarihinin, kültürünün bir bütünlük ve devamlılık arzettiği fikrinin teyit edildiği görülmektedir.
XXXXXXX
. ANADOLU’DA SELÇUKLU DÖNEMİ YERLEŞME TİPOLOJİLERİ II: KARAHİSARLAR The Settlement Typologies in Anatolia during Seljuk Period II: Black–Castles Yrd. Doç. Dr. Koray ÖZCAN* ÖZET Bu araştırmanın amacı, Selçuklu döneminde Anadolu’da Bizans–Selçuklu ikili askeri ve siyasal denge düzeni kapsamında organize edilen Selçuklu savunma sisteminin mekânsal bileşenleri olarak Karahisar yerleşmelerinin yerleşme tipolojisinin belirlenmesi ve demografik–ekonomik çözümlemelerinin yapılmasıdır. Araştırmada, Selçuklu döneminde örgütlenen savunma sisteminin mekânsal bileşeni olarak Karahisar yerleşmelerinin, Anadolu’da devralınan Bizans savunma sistemi ve mekânsal örgütlenmeleri ile Orta Asya ve İran coğrafyasından Anadolu’ya aktarılan savunma sistemi gelenekleri kapsamında örgütlendiği öngörülmektedir. Araştırma, vakâyî–nâme ve vakfiye gibi döneme ilişkin tarihi kaynakların mimari kalıt ve arkeolojik buluntular eşliğinde irdelenmesi ve elde edilen bulguların harita ya da plânlar üzerine aktarılmasını dayanan bir yöntem kurgusu içinde ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler Anadolu, Selçuklu dönemi, savunma sistemi, Karahisarlar. ABSTRACT The aim of this paper is to determine the settlement typologies organization and estimate on the demographical–economical size of Black–castles which were organized as the spatial element of the Seljuk defensive system based on the balance of the military and political between Byzantine and Seljuk in Anatolia and also, Seljuk defensive system were organized on the inheritance of the defensive system in Roman and Byzantine period. In this paper, it is considered that Black–castles in Anatolia during Seljuk period were organized as the synthesis of the Turkish–Islamic States traditions which were transferred from Central Asia and Iran to Anatolia on Byzantine defensive system. The methodology of this paper is based on examination of historical sources such as waqfiyyes or chronicles with archaeological–architectural findings and also getting data transferred on to the plans and maps. Key Words Anatolia, Seljuk period, defensive system, settlement typologies, Black–castles. * Selçuk Üniversitesi Mühendislik–Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Plânlama Bölümü Şehircilik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. http://www.millifolklor.com 89 Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 90 http://www.millifolklor.com Bu araştırmanın amacı, Selçuklu egemenlik dönemi olarak tanımlanan 1075–1308 zaman aralığında, Bizans– Selçuklu ikili askeri ve siyasal denge düzeni kapsamında Anadolu coğrafyasında kurgulanan Selçuklu savunma sisteminin işlevsel gereksinimleri eşliğinde örgütlenen mekânsal unsurlarından biri olarak Karahisar yerleşmelerinin yerleşme tipolojisinin belirlenmesi ve demografik–ekonomik çözümlemelerinin yapılmasıdır. Araştırma, vakâyî–nâme ve vakfiye gibi Selçuklu dönemine ilişkin yazılı kaynakların, mimari ve arkeolojik buluntular eşliğinde irdelenmesi ve elde edilen bulguların harita ya da plânlar üzerine aktarılmasını dayanan bir yöntem kurgusu içinde ele alınmıştır. 2. KAVRAMSAL ÇERÇEVE Savunma Sistemi Burada “savunma sistemi” kavramı ile anlatılmak istenen, Anadolu’da Selçuklu döneminde Orta Asya ve İran Türk–İslâm devlet gelenekleri ile Bizans savunma sisteminin sentezi olarak biçimlenen savunma sisteminin, kolonizasyon ya da fetih politikaları gibi askeri faaliyetlere dayanan askerî örgütlenme düzeni ya da organizasyon yapısından çok mekânsal ve işlevsel niteliğidir. Bu yönüyle, Selçuklu dönemi Anadolu savunma sisteminin mekânsal ve işlevsel niteliğinin üç temele dayandığı söylenebilir. Birincisi, İran Türk–İslâm devlet geleneğinden miras alınan Hıristiyan devletlerle sınır olan bölgeleri Uc olarak adlandırma ve yönetme geleneği kapsamında göçebe ya da yarı–göçebe toplulukların sınır bölgelerde fetihçi unsurlar olarak iskân edilmesine dayanan kolonizasyon politikalarıdır. İkincisi, Abdalân– ı Rum, Gaziyân–ı Rum, Ahiyân–ı Rum ve Bacıyân–ı Rum gibi kolonizasyon faaliyetlerine dönük askerî ve meslekî örgütlenmelerdir. Üçüncüsü ise Anadolu’da karşılaştıkları ve devraldıkları Bizans savunma sisteminin temelini oluşturan ve Akritai olarak adlandırılan sınır güvenlik kurumlarıdır (Jansky 1950: 117– 126, Şapolyo 1972: 225–231, Kafesoğlu 1972: 147–149, Hüseynof 1981: 725–726, Köymen 1988: 1539–1545). Karahisar “Karahisar” kavramı etimolojik açıdan irdelenirse, Anadolu öncesi Orta Asya Türk kültüründe kuzey, siyah renk, ulus gibi farklı kavramları ifade etmekle birlikte güç, sarp ve yüksek anlamlarına da gelen “kara” kelimesi ile “kale” anlamındaki hisar kelimesinin birleşiminden oluşan bir coğrafi adlandırma ya da yer adı terimi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır (Caferoğlu 1968: 167, Pritsak 1977: 251–273, Kaşgarlı Mahmud 1986: 221, Eyüboğlu 1991: 376). Bu çerçevede, Selçukluların, Anadolu yerleşme ve ulaşım sisteminin stratejik bağlantı–geçiş noktalarında konumlandırılmış, Bizans egemenliğinden devralınan sarp ve erişilmesi güç kayalıklar üzerine inşa edilmiş Castron (kale–kent) yerleşmelerini, Orta Asya yer adı verme geleneklerine uygun olarak Karahisar olarak adlandırdıkları söylenebilir (Clarke 1867: clxxxi–clxxxii). Nitekim Selçuklu döneminde Karahisar yerleşmeleri, özellikle savunma açısından kolaylıklar sağlayan topografik özellikleri ile Anadolu savunma sisteminin mekânsal bir unsuru olarak değerlendirilmiş ve askerî faaliyetlere yönelik harekât üssü işlevinde merkezler olarak kullanılmıştır. Bu yönüyle, Karahisarlar işlevsel açıdan Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu’da kurulan menzil ya da derbent işlevine sahip yerleşmelere de benzetilebilir (Orhonlu 1987: 47–48, Orhonlu 1990: 9–33, Halaçoğlu 1997: 94–108). Öte yandan, Selçuklu dönemine ilişkin tarihi kayıtlar, Karahisar yerleşmelerinin fethedilmesi güç kayalık topografyalarının sunduğu savunma olanaklarına dayalı olarak, dönemin değişken Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 http://www.millifolklor.com 91 askeri koşulları içinde farklı işlevlerde kullanıldığına da işaret etmektedir. Nitekim vakâyî–nâme metinlerinden, Karahisar yerleşmelerinin kimi zaman Selçuklu yönetimine başkaldıran asilerin ya da meliklerin sığındığı veya yakalanıp denetim altında tutulduğu merkezler olarak kimi zaman da Sultan ve büyük emirlerin hazinelerini sakladıkları merkezler olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır (Şikârî 1946: 117–118, Aksarayî 2000: 102, 115, Anonim Selçuk–Nâme 1952: 65–66, Esterabadi 1990: 140). Selçuklu savunma sisteminin mekânsal ve işlevsel niteliği içinde Karahisar yerleşmeleri, Anadolu’da Bizans–Selçuklu ikili askeri ve siyasal koşullarının ortaya çıkardığı mekânsal ve işlevsel öncelik ve gereksinimler kapsamında yapılandırılan askeri organizasyon ya da faaliyet merkezleri niteliğindeki yerleşmeler olarak tanımlanabilir. Nitekim Karahisar yerleşmelerinin Anadolu coğrafyasındaki mekânsal dağılımı irdelenirse, Batıda Karahisar–ı Sahip ve Sivrihisar gibi Bizans–Selçuklu sınır bölgelerinde ya da kuzeydoğuda Karahisar–ı Kögonya gibi Trabzon Rûm Pontus İmparatorluğu sınırlarında veya güneydoğuda Karahisar–ı Yavaş gibi Kilikya Ermeni Baronluğu sınırlarında konumlandığı görülmektedir. Bu dağılım, Karahisar yerleşmelerinin Selçuklu savunma sistemi içinde askeri–stratejik işlevine işaret etmektedir (Harita 1). 3. SELÇUKLU DÖNEMİNDE KARAHİSAR YERLEŞMELERİ Karahisar–ı Sahip ya da Karahisar–ı Devle1 Bizans döneminde Akronion olarak adlandırılan kent, Anadolu’da Arap– Sasânî istilaları sürecinde Bizans savunma sisteminin mekânsal bileşeni olarak yaklaşık dokuz yüz metre yükseklikte volkanik yekpare bir kaya parçası üzerinde Castron (kale–kent) niteliğinde bir askeri karakol noktası işlevini üstlenmiştir (Ramsay 1960: 90–91). Kentin bu işlevsel niteliğini Selçuklu döneminde de sürdürdüğünü söylemek olanaklıdır. Nitekim Selçuklu fetihleri sürecinde, Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde (1220–1237) fethedilen Akronion, Bizans–Selçuklu Uc bölgesindeki askeri–stratejik konumu ile Bizans topraklarına yapılan kolonizasyon faaliyetlerinin organizasyon merkezi olarak kale–kent niteliğinde bir askeri üs işlevi üstlenmiştir. Selçuklu döneminde Karahisar–ı Devle olarak adlandırılan kentin, Selçuklu başkenti Konya’dan Bizans egemenliğindeki Ege liman kentleri Smynra (İzmir) ve Ephessus (Efes)’a uzanan Anadolu üretim–dağıtım kanalları üzerinde bir düğüm noktası olarak ekonomik işleve sahip yerleşme niteliği kazandığı da söylenebilir. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’nin İlhanlı tabiiyetine girdiği döneme (1243–1308) tarihlenen Anadolu kentlerinin bütçelerine ilişkin listelerde, kentin 25.000 dinar vergi ödediğine ilişkin kayıt (Togan 1931: 22–25), Selçuklu döneminde kentin ekonomik etkinlik düzeyini ortaya koyması bakımından önemlidir. Selçuklu döneminde kentin mekânsal yapısı irdelenirse, Alâaddin Camisi ile yönetici ya da emirlerin ikametgâhına ayrılmış saray, Kız kulesi ve hazine depoları ile kale muhafızları için konutlar, cephanelikler, erzak ambarları ve su sarnıçları gibi mekânsal ögelerin varlığı belirlenebilmektedir (Sevgen 1959: 25– 30, Gönçer 1971: 259–260, Madran 1973: 189, Eyice 1973: 303–307). Bu mekânsal ögeler, kentin mekânsal önceliklerinin, uzun süreli kuşatmalara dayanabilecek yaşamsal ve askerî gereksinimler üzerine odaklandığına işaret etmektedir (Şekil 1). Anadolu Selçuklu Devleti’nin İlhanlı tabiiyetine girdiği dönemde, Selçuklu veziri Sahip Ata Fahreddin Ali’ye Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 92 http://www.millifolklor.com (1258–1288) iktâ2 olarak verildiği anlaşılan kentin, daimi olarak belirli miktarda askeri kuvvet bulundurulan “subaşılık merkezi” işlevi kazandığı anlaşılmaktadır. Bu işlevi ile İlhanlılar tarafından yeniden yapılandırılan Anadolu siyasal–yönetsel organizasyonu içinde Uluborlu, Beyşehir, Kütahya ve Kastamonu yörelerini kapsayan idarî birimin merkezi olmuştur (Ferit–Mesud 1934: 136– 142, Ibn Bibi 1941: 278, Darkot 1979: 277–280, Kaymaz 1970: 136, Aksarayî 2000: 252, Köprülü 1931: 245, Tuğlacı 1985: 193). Karahisar–ı Devle, Sahip Ata Fahreddin Ali’ye iktâ olarak verildiği İlhanlı tabiiyet döneminde –bir süre bağımsız bir idarî birim olarak– Sahip Ataoğulları’nın merkezi olarak yönetilmesine atfen Karahisar–ı Sahip olarak anılmıştır (Sevgen 1959: 26). Karahisar–ı Kögonya ya da Şebin Karahisar3 Bizans döneminde Koloneia Theması idare merkezi olarak Kögonya (Koloneia) ya da Mavro Castron olarak adlandırıldığı anlaşılan kent, milletlerarası düzeyde dış satım ürünü olarak ekonomik öneme sahip şap madenlerinin üretim–dağıtım merkezi olmasının yanısıra Sebasteia (Sivas)–Satala (Erzincan yakını)–Theodosiopolis (Erzen–i Rûm) güzergâhında uzanan Bizans Askeri Yolu olarak tanımlanan askeri faaliyetlere yönelik ulaşım kanalı üzerindeki stratejik konumu ile ekonomik ve askerî organizasyon merkezi işlevi kazanmıştır (Ostrogorsky 1995: 235, Ramsay 1960: 58–59, 294–295). Türk fetihleri öncesinde ise ortaya çıkan savunma gereksinimleri eşliğinde yeniden örgütlenen ve thema adı verilen Bizans eyalet sistemi kapsamında Koloneia Theması adı verilen idarî birimin yönetim merkezi olmuştur (Ostrogorsky 1995: 231, Levtchenko 1964: 202–203). Türk fetihleri sürecinde ise önce Mengücekoğulları yönetimine geçen ve Mengücek meliki Muzafferüddin tarafından yönetilen Kögonya, Selçuklu sultanı I. Alâaddin Keykubad döneminde (1220– 1237) Anadolu Selçuklu topraklarına katılmıştır. Selçuklu döneminde Cerasus (Giresun) limanı yoluyla Avrupa’ya dış satımı yapılan şap madenlerinin üretim–dağıtım merkezi işlevini sürdüren Kögonya, sahip olduğu şap madenleri varlığına dayanılarak kimi zaman Şapın Karahisar kimi zaman da Bizans dönemindeki adına atfen Karahisar–ı Kögonya olarak anılmıştır (Mordtmann– Planhol 1978: 601–602, Darkot 1979: 280–282, Uzunçarşılı 1933: 287–291, Edwards 1985: 23–61, Bryer–Winfield 1985: 146–149). Selçuklu döneminde kentin mekânsal yapısına ilişkin tek kayıt, vakâyî– nâme metinlerinde kentin Selçuklular tarafından kuşatılması ve fetih sürecine ilişkindir. Bu metinlerde, “yüksek ve ulaşılması güç bir kayalık” üzerinde konumlandığı kaydedilen kentte, özellikle su sarnıçları ve erzak depolarının varlığından bahsedilmesi, kentin mekânsal önceliklerinde güvenlik ve koruma gibi askerî işlevlerin etkin olduğunu göstermesi bakımından önemlidir (Şekil 1). Nitekim Mengücekoğulları yönetimindeki kentin, uzun süren Selçuklu kuşatması sonunda fethedilememesi ve ancak yapılan anlaşma yoluyla Mengücek melikine Kırşehir yöresinin iktâ olarak verilmesi karşılığında Selçuklu egemenliğine alınabilmesi bu söylemi doğrulamaktadır (Ibn Bibi 1941: 140, Ibn Bibi 1996: 369– 371). Karahisar–ı Behramşah4 Selçuklu dönemi tarihi kaynaklarında Karahisar–ı Behramşah’a ilişkin ilk kayıt, Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde (1220–1237) Sivas–Kırşehir kervan yolu üzerindeki Karahisar–ı Behramşah ve yöresinin Mengücek meliki Nasıreddin Behramşah’a, Erzincan kentinin teslimi karşılığında iktâ ola- Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 http://www.millifolklor.com 93 rak verildiğine ilişkindir (Ibn Bibi 1996: 369–370, Ibn Bibi 1941: 140). Selçuklu vakıf–nâme kayıtlarından, Nasıreddin Behramşah’ın hüküm sürdüğü dönemde, Karahisar’da yönetim kurumu niteliğinde bir saray ile vakıf kurumu yoluyla örgütlenen cami, medrese, han, hamam, dükkânlar gibi yoğun kamusal yapı faaliyetleri gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle, Selçuklu tarihinde Nasıreddin Behramşah’a atfen Karahisar–ı Behramşah olarak anılmıştır (Esterabadi 1990: 238, Turan 1948: 65–66, Turan 1971: 617, Bittel 1967: 47–not:44, Mordtmann–Planhol 1978: 602–603, Darkot 1979: 283, Yücel 1970: 58). Selçukluların İlhanlı tabiiyet döneminde ise Anadolu kentlerinin bütçelerine ilişkin listede 11.600 dinar vergi ödediğine ilişkin kayıt (Togan 1931: 22–25), kentin Selçuklu savunma sistemi içindeki askeri–stratejik kimliğinin ötesinde alt bölgesine de hizmet veren bir alım– satım/ticaret merkezi olarak geliştiğini düşündürmektedir. Öte yandan, aynı dönemde Karahisar–ı Behramşah yöresinin zengin hayvan varlığı potansiyeline dayalı olarak Selçuklu sultanlarınca av sahası olarak kullanıldığına ilişkin kayıtlar (Yücel 1970: 147), Orta Asya ve İran Türk–İslam kültüründeki av geleneklerinin Anadolu’ya dek taşınmış ya da aktarılmış mirası olarak değerlendirilmektedir. Karahisar–ı Yavaş ya da Nevas5 Selçuklu dönemine tarihlenen kaynaklardan, Karahisar–ı Yavaş’ın, Niğde üzerinden Akdeniz kıyısında Kilikya Ermeni Baronluğu egemenliğindeki Ajazzo (Ayas) limanına ulaşan kervan yolu üzerinde, Niğde’den sonra ilk menzil olduğu kaydedilmektedir (Esterabadi 1990: 261, Aksarayi 2000: 81). Bu kayıtlarda, kentin “menzil” olarak anılması, askerî ve stratejik bir merkez olduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. İlhanlı tabiiyet döneminde ise 14.600 dinar vergi ödediğine ilişkin kayıt, kentin aynı zamanda bir ekonomik etkinlik merkezi olduğunu düşündürmektedir (Yücel 1970: 70, Turan 1971: 617, Togan 1931: 22–35). Selçuklu dönemi sonrasına tarihlenen kaynaklarda ise Karahisar–ı Yavaş’ın Karamanoğulları’na egemenliğine isyan eden Eretnaoğlu Mehmed Bey tarafından yeniden imar edilerek, sığınma yeri olarak kullanıldığı kaydedilmektedir (Şikârî 1946: 117–118). Bu kayıt, Karahisar yerleşmelerinin Selçuklu dönemi ortaya çıkan çok parçalı siyasal yapılanmalar ya da Türk Beylikleri döneminde, işlevsel niteliğinin evrimini ortaya koyması bakımından önemlidir. Karahisar–ı Demirlü6 Selçuklu dönemi vakâyî–nâmelerinden, Karahisar–ı Demirlü’nün Kayseri–Kırşehir–Ankara kervan yolu üzerinde, orduların kışlak yeri olarak kullanılan Delice yöresinde yer aldığı ve geç dönemlerde Selçuklu melikleri arasındaki saltanat mücadelelerinde hapishane işlevinde kullanıldığı anlaşılmaktadır (Aksarayi 1943: 254, Aksarayi 2000:153–154). İlhanlı tabiiyet döneminde, Anadolu’nun kentlerinin bütçelerine ilişkin listede 25.500 dinar vergi ödediğine ilişkin kayıt ve arkeolojik araştırmalarda elde edilen Selçuklu dönemine tarihlenen zengin sikke koleksiyonu, kentin askerî ve stratejik bir merkez olmasının ötesinde Anadolu’nun ekonomik açıdan da gelişmiş bir merkez olduğunu düşündürmektedir (Turan, 1971: 617, Köseoğlu 1938: 245–249, Erdmann 1955: 38–41, Aslanapa 1967: 135–142, Aslanapa 1968: 1–14). Öte yandan, Karahisar emiri olan Hüsâmeddin Timur tarafından 1266–7 yılında Hüsâmîye Medresesi’nin yaptırıldığına ilişkin vakıf–nâme kayıtları ile Mevlevi kaynaklarında, Karahi- Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 94 http://www.millifolklor.com sar–ı Demirlü’nün Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin müritlerinden Şeyh Muhammed Selmastî’nin mezarının bulunduğu bir ziyaretgâh yeri olarak anılmasına dayanılarak, kentin Selçuklu döneminde Anadolu’nun önemli dinsel etkinlik merkezlerinden biri olduğu söylenebilir (Köseoğlu 1944: 1347–1352, Eflâkî 1986: II/162). Sivrihisar ya da Seferihisar7 Bizans döneminde, İmparator Justinian I (527–565) tarafından Justinianopolis–Mokisos (Kırşehir yakını) ve Justinianopolis–Mela (İnegöl yakını) ile birlikte Anadolu’da kurulan üç kaleden biri olarak imparatora atfen Justinianopolis–Palia olarak adlandırıldığı anlaşılmaktadır. Bizans ulaşım sistemi içinde, Askeri Yol ile Posta Yolu’nun düğüm noktasında orduların güvenli konaklama gereksinimlerinin karşılanmasına dönük olarak kurulan kentin, volkanik bir kaya kütlesi üzerinde askerî ve stratejik bir merkez olarak kurulduğu söylenebilir (Ramsay 1960: 218, Darkot 1966: 727, Doğru 1997: 7–10, Özalp 1960: 7–13). Selçuklu sultanı I. Alâaddin Keykubad döneminde (1220–1237) fethedilen kentin gelişiminde, Uc olarak tanımlanan Bizans–Selçuklu sınır bölgesindeki stratejik konumu ile göçebe Türkmen grupların örgütlendiği kolonizasyon faaliyetleri etkin olmuş ve Bizans topraklarına yapılan fetihlerin organizasyon merkezi işlevi kazanmıştır. Ancak kentteki Türk–İslâm anıtsal–kamusal yapı faaliyetlerinin Selçukluların İlhanlı tabiiyet dönemine tarihlenmektedir. Bunun nedeni, kentin akın ve fetihlerle sürekli değişen Bizans–Selçuklu siyasal sınır bölgesindeki stratejik konumu ile açıklanabilir. İlhanlı tabiiyet döneminde ise kentin kale dışına yayıldığı görülmektedir. Bu süreçte, Emir Emineddin Mikail tarafından yaptırılan Türk–İslam anıtsal–kamusal hizmet yapıları işlevindeki Ulucami ile Alemşah Medresesi, kentin sur dışı mekânsal gelişimini yönlendiren temel dinamikler olmuştur (Tevhit 1929: 130–132, Otto–Dorn 1965: 161–170, Darkot 1966: 727, Cunbur 1990: 15–20, Altınsapan 1989: 21–28, Altınsapan 1990: 21–46, Crane 1993: 29–35). Selçuklu döneminde kentte, diğer Karahisar yerleşmelerine benzer olarak, sarnıçlar, yiyecek ambarları ve cephanelikler ile mahzenlerin bulunduğuna ilişkin tespitler (Tevhit 1929: 129–130), kentin Uc bölgesindeki askerî–stratejik niteliğinin mekânsal yapısı ve ögeleri üzerindeki belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Selçuklu döneminde kentin ekonomik etkinlik düzeyine ilişkin tek kayıt, İlhanlı tabiiyet döneminde 25.000 dinar vergi ödediğine ilişkindir (Togan 1931: 22–35). Bu kayıt, kentin Bizans–Selçuklu sınır bölgesinde Hıristiyan–Bizans ve Müslüman–Türk halklar arasında sosyal–ekonomik temas bölgesindeki konumu açısından karşılıklı mal ya da ürün alım–satım faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir kültürel temas merkezi işlevini üstlendiğini düşündürmektedir. Dönemin tarihi kaynakları ya da arkeolojik bulgu ve mimari yapı kalıntılarından Selçuklu dönemine tarihlendiği anlaşılan ve tarihi coğrafya kayıtlarından ya da yer adı verilerinden varlığı belirlenebilen diğer karahisar yerleşmeleri; • Karahisar–ı Sahip yöresindeki antik çağlardan beri işletilen ve Ephessus limanı üzerinden Avrupa’ya dış satımı yapılan mermer ocaklarının, üretim–dağıtım güvenliğinin sağlanmasına dayalı olarak askerî–stratejik bir yerleşme olarak kurulduğu anlaşılan ve Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan Dokimon kenti üzerinde gelişen İsce Karahisar8 (Ramsay 1960: 484–485, Gönçer 1971: 167–168, Asgari 1979: 451–456, Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 http://www.millifolklor.com 95 Bayar 2003: 48–49, 62–68, Şahin 2003: 247–253), • Antalya–Alâîyye kervan yolu üzerinde, Roma–Bizans dönemlerinde piskoposluk merkezi ve Pamphilia eyaletinin vergilerinin toplandığı ekonomik–yönetsel merkez işlevinin yanısıra, Pamphilia ovasına hâkim stratejik konumu ile Castron (kale–kent) niteliğindeki Sillyon kenti üzerinde kurulan ve Selçuklu fethi sonrasında kolonizasyon politikaları gereğince İğdir, Bayındır ve İsalû gibi çeşitli Türkmen boylarının yerleştirildiği Karahisar–ı Teke9 (Mansel 1945: 141, Yetkin 1974: 861–872, Yetkin 1976: 195–203, Tekindağ 1977: 55–56, Güçlü 1995: 681–694, Erten 1940: 90, Foss 1996: 19–23), • Selçuklu dönemi vakâyî–nâmelerinde, Kayseri–Halep arasında uzanan dönemin milletlerarası ticaret yolu üzerinde “..erişilmesi ve fethedilmesi zor, güçlü bir kale..” olarak tanımlanan ve Selçukluların İlhanlı tabiiyet döneminde 25.000 dinar vergi ödediği kaydedilen Karahisar–ı Develi10 (Togan 1931: 23, Esterabadi 1990: 36, 433, Tihranî 2001: 176), • Amasya–Kastamonu arasında uzanan kervan yolu üzerinde Kızılırmak nehrinin aşıldığı stratejik bir geçit noktasında, Hoca Ahmet Yesevi dervişlerinden Koyun Baba tarafından kurulan zaviye ile Türk–İslâm kolonizasyon merkezi olarak gelişen (İlter 1988: 535–569, Altınsapan 1989: 21–28, Şahin 1998: 161–170, Kurt 1993: 259) ve Selçukluların İlhanlı tabiiyet döneminde Selçuklu emiri Sahip Ata Fahreddin Ali’nin sürgün edildiği yer olduğuna ilişkin kayıttan (Ibn Bibi 1941: 277–278, Ibn Bibi 1996: II/174–175, Eflâkî 1986: I/42, 60), İlhanlı tabiiyet döneminde sürgün yeri ya da hapishâne olarak kullanıldığı anlaşılan Karahisar–ı Osmancık11, • Selçuklu döneminde Kuzey Uc Eyaleti yöneticisi Emir Seyfeddin Kızıl Bey tarafından yaptırılan 1259 tarihli Ulucami kitabesinden (Özalp 1960: 26, 82, İlter 1980: 35–38) Selçuklu döneminde Kuzey Uc Eyaleti olarak tanımlanan idarî birime bağlı bir askerî organizasyon merkezi olarak Bizans sınırları ötesine yapılan fetih faaliyetlerinin örgütlendiği Hamam Karahisar12 olarak sayılabilir. 5. YERLEŞME TİPOLOJİSİ: Demografik–Mekânsal Yapı Çözümlemeleri Burada döneme ilişkin özgün tarihi kaynaklar olarak tanımlanan vakâyî– nâme, menâkıb–nâme, kitabe ve vakıf–nameler kullanılarak, Karahisar yerleşmelerinin Selçuklu dönemindeki demografik büyüklükleri ve mekânsal yapıları çözümlenecektir. Bu çerçevede, Selçuklu döneminde Karahisar yerleşmelerinin demografik büyüklüklerinin, kale içi yerleşim alanlarının, Selçuklu dönemi hane büyüklüğü verileri ve ortalama Türk konut kullanım alanına ilişkin veriler eşliğinde değerlendirilmesi ile belirlenebileceği düşünülmektedir. Selçuklu döneminde Anadolu kentlerindeki konut kullanım alanının büyüklüğünün belirlenmesinde (konut+bahçe) temel ölçüt, hektarda 250 kişinin yerleşmiş olabileceği kabulüdür (Özcan 2005: 178). Bu kabulün, Karahisar yerleşmelerinin kale içi yerleşim alanlarının büyüklüğünün –hâlihazır haritaları elde edilebilen Karahisar yerleşmelerinin– harita üzerinden yapılan ölçümler ile karşılaştırılmalı değerlendirilmesi sonucu, demografik büyüklükler üzerine birtakım sonuçlara ulaşılması mümkün olabilmiştir (Tablo 1). Buna göre Karahisar yerleşmelerinin demografik büyüklüklerinin 100– 300 kişi arasında değişen büyüklüklerde olduğu, mekânsal büyüklüklerinin ise her birinin topografik koşul farklılıklarına göre 0.30–1.20 hektar arasında değişkenlik gösterdiği belirlenmiştir (Şekil 1 ve Şekil 2). Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 96 http://www.millifolklor.com Tablo 1. Karahisar yerleşmelerinin demografik–mekânsal büyüklükler Karahisar Yerleşmeleri Büyüklük ve Kapasite Demografik (kişi) Mekânsal (Ha) Karahisar–ı Sahip 200 0.80 Karahisar–ı Kögonya 300 1.20 Karahisar–ı Osmancık 100 0.40 Karahisar–ı Teke 250 1.00 İsce Karahisar 100 0.40 Sivrihisar 200 0.80 Yukarıda demografik ve mekânsal büyüklükleri çözümlenen Karahisar yerleşmelerinin mekânsal yapısı ve işlevsel kimliği üzerindeki temel etkenler ise askerî ve stratejik işlevler ile konumsal avantajlardır. Bu çerçevede, Selçuklu döneminde örgütlenmiş Anadolu yerleşme sistemi içinde Karahisar yerleşmelerinin, Selçuklu savunma sisteminin mekânsal unsurları olarak siyasal sınırların güvenlik ve denetimin sağlanmasının yanısıra dışsatım ürünü olarak ekonomik milletlerarası düzeyde potansiyele sahip maden kaynaklarının güvenli olarak işletilmesi ve pazarlanmasına yönelik işlevlere de hizmet ettiği söylenebilir. Nitekim Karahisar–ı Kögonya ve İsce Karahisar gibi stratejik öneme sahip maden kaynakları yakınında veya Karahisar–ı Sahip ve Sivrihisar gibi Bizans–Selçuklu sınır bölgelerinde ya da Karahisar–ı Teke ve Karahisar–ı Develi gibi milletlerarası ticaret yollarının askerî–stratejik açıdan önemli geçit noktalarında, kale ve surlar gibi savunma yapıları ile desteklenen savunma kolaylıkları sağlayan kayalıklar üzerinde konumlanmış kale–kentler niteliğinde olması, Karahisar yerleşmelerinin mekânsal ve işlevsel kimlikleri üzerinde belirleyici olmuştur. Bu noktada, Karahisar yerleşmelerinin, yiyecek ambarları, cephanelikler, sarnıçlar gibi zorunlu yaşamsal gereksinimler ile cami ya da mescid gibi Türk–İslâm kolonizasyon yapılarından oluşan mekânsal ögeleri, askerî işlevlerin mekânsal yapı üzerindeki etkisini ortaya koyması bakımından önemlidir. Burada dikkat çekici nokta; Selçuklu fetihleri sonunda Bizans egemenliğinden devralınan Castron (kale–kent) niteliğindeki yerleşmelerin, Karahisar olarak adlandırılarak, Selçuklu savunma sistemi kapsamında Bizans döneminde, Mavro Castron–Karahisar–ı Kögonya ya da Dokimon–İsce Karahisar veya Akronion–Karahisar–ı Sahip gibi, benzer işlevlerde kullanılmış olmasıdır. Bu tespit, yerleşmelerin siyasal ve yönetsel açıdan el değiştirse de değişmeyen askerî ve siyasal öncelikler kapsamında işlevsel kimliklerini koruduğunu göstermektedir. Ancak, Selçuklu kolonizasyon politikaları eşliğinde göçebe–yarı göçebe Türkmen gruplarının sürekli yinelenen sınır ötesi fetih ve akınları, özellikle Bizans–Selçuklu siyasal sınır bölgelerinde Türk nüfusunun yığılmasına neden olmuş ve artan nüfusun ortaya çıkardığı yerleşme talepleri, Castron (kale–kent) niteliğindeki Karahisar yerleşmelerinin mekânsal yapısını evrime zorlamıştır. Bu mekânsal evrim sürecinde, Karahisarlar Bizans dönemi Castron (kale–kent) yerleşme alanından, Selçuklu Sultan ve emirleri veya şeyh ve dervişler tarafından yapılandırılan cami ya da medrese veya zaviye gibi Türk–İslâm kolonizasyon yapıları yoluyla sur dışına yayılmıştır (Şekil 3). 6. SONUÇ Anadolu’da Selçuklu dönemi savunma sisteminin mekânsal unsurlarından biri olarak tanımlanan Karahisar yerleşmelerinin, yerleşme tipolojisini ve demografik–ekonomik büyüklüklerinin belirlemeyi amaçlayan bu araştırma sonunda, Karahisar yerleşmelerinin; Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 http://www.millifolklor.com 97 • askerî–siyasal sınır bölgelerinin gerek güvenlik ve denetiminin sağlanması gerekse sınır ötesi –özellikle Bizans İmparatorluğu ve Kilikya Ermeni Krallığı toprakları üzerine– fetih faaliyetlerinin örgütlenmesi, • Anadolu ulaşım ağının stratejik açıdan bağlantı–geçiş noktalarının denetlenmesi, • dönemin milletlerarası düzeyde dışsatım ürünü olarak ekonomik öneme sahip Şap ya da mermer gibi maden kaynaklarının üretim–dağıtım organizasyonlarının güvenlik ve denetiminin sağlanması gibi askerî–stratejik ve ekonomik işlevler üstlendiği belirlenmiştir. Araştırmada, Karahisar yerleşmelerinin, yüksek ve sarp kayalıklar üzerindeki yaklaşık 100–300 kişi kapasiteli ve 0.30–1.20 hektar arasında değişen sınırlı mekânsal yapısı içinde temel mekânsal ögelerinin sarnıç, cephanelik ve erzak ambarları gibi uzun süreli kuşatmalara dayanabilecek yaşamsal ve askerî gereksinimlerden oluştuğuna ilişkin tespitler, Karahisar yerleşmelerinin temel işlevinin askerî–stratejik faaliyetler üzerine odaklandığını göstermektedir. Ancak Selçuklu Devleti’nin İlhanlı tabiiyetine girdiği gerileme ve çöküş döneminde, Selçuklu savunma sisteminin bozulmasına dayalı olarak, kimi zaman İlhanlı yönetimine başkaldıran Türkmen grupların veya meliklerin denetim ve gözetim altında tutulduğu sürgün yeri kimi zaman da İlhanlı tabiiyetindeki Selçuklu sultanları ya da emirlerinin kişisel servetlerini sakladıkları merkezler olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. İlhanlı tabiiyet dönemi sonunda, Selçuklu Devleti’nin gerek siyasal gerekse kurumsal açıdan yıkılması ile ortaya çıkan çok parçalı siyasal yapılanmalar döneminde ise, “Türk Beylikleri” olarak tanımlanan yerel siyasal yapılanmaların örgütlendiği yerleşmeler haline gelmiştir. Osmanlı döneminde ise Anadolu’nun siyasal–askeri koşul ve önceliklerinin değişmesine dayalı olarak yeniden örgütlenen ulaşım ağı kapsamında derbend ya da menzil işlevindeki yerleşmelere dönüşmüştür. NOTLAR 1 Bugün Afyon Karahisar, il merkezi. 2 İktâ; Selçuklu döneminde, ülke topraklarının sadece toprak gelirlerini kapsayacak ve miras yoluyla devredilmesi mümkün olmayan nitelikte, fethedilen ülke meliklerine ya da yapılan askeri hizmetler karşılığında Selçuklu emir ya da beylerine belirli sürelerle bırakılmasına dayanan bir toprak kullanım sistemidir (Turan 1988: 951–959, Cahen 1986: 1088–1091). 3 Bugün Şebin Karahisar, Giresun iline bağlı ilçe merkezi. 4 Bugün Karamağara köyü, Yozgat ili Akdağmadeni ilçesine bağlı köy. 5 Bugün Karahisar köyü, Konya ili Karapınar ilçesine bağlı köy. 6 Bugün Kalehisar köyü, Çorum ili Alaca ilçesine bağlı köy. 7 Bugün Sivrihisar, Eskişehir iline bağlı ilçe merkezi. 8 Bugün İscehisar, Afyon Karahisar’a bağlı ilçe merkezi. 9 Bugün Yanköy, Antalya ili Serik ilçesine bağlı belde. 10 Bugün Yeşilhisar, Kayseri iline bağlı ilçe merkezi. 11 Bugün Osmancık, Çorum iline bağlı ilçe merkezi. 12 Bugün Hamam Karahisar, Eskişehir ili, Sivrihisar ilçesine bağlı belde. KAYNAKLAR AKSARAYİ, 1943, Anadolu Selçuki Devletleri Tarihi, M. Nuri Gençosman (çev.), Recep Ulusoğlu Yayınevi, Ankara. AKSARAYİ, 2000, Müsâmeretü’l Ahbar, Mürsel Öztürk (çev.), TTK Yayınları, Ankara. ALTINSAPAN, Erol, 1989, “Sivrihisar’da Selçuklu Eserleri”, I. Eskişehir Selçuklu Eserleri Semineri, s.21–28, Eskişehir Valiliği Yayınları, Eskişehir. ALTINSAPAN, Erol, 1990, “Sivrihisar’da Selçuklu Şehir Dokusu”, II. Eskişehir Selçuklu Eserleri Semineri, s.21–46, Eskişehir Valiliği Yayınları, Eskişehir. ANONİM SELÇUK–NÂME, 1952, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi III, Feridun Nafiz Uzluk (çev.), Uzluk Yayınları, Ankara. ASGARİ, Nuşin, 1979, “Anadolu’da Antik Mermer Ocakları”, VIII. Türk Tarih Kongresi (11–15 Ekim 1976), C.I, s.451–456, TTK Yayınları, Ankara. Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 98 http://www.millifolklor.com ASLANAPA, Oktay, 1967, “Keramiköfen und Figurliche Keramik aus Kalehisar”, Anatolica, S.I, s.135–142, Ankara. ASLANAPA, Oktay, 1968, “Kalehisar’da Bulunan Mimari Eserler”, Sanat Tarihi Yıllığı (1966– 68), S.II, s.1–14, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Enstitüsü Yayınları, İstanbul. BAYAR, Muharrem, 2003, Mermerin Tarih Yazdığı Şehir: İscehisar, İscehisar Belediyesi Yayınları, Afyon. BITTEL, Kurt, 1967, Kleinasiatische Studien, Des Deutschen Archaologischen Institutes, Verlag Adolf M. Hakkert, Amsterdam. BRYER, Anthony–WINFIELD, David, 1985, “Koloneia”, The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos, C.I, XVI, s.145–151, Dumbarton Oaks Press, Washington. CAFEROĞLU, Ahmet, 1968, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TDK Yayınları, İstanbul. CAHEN, Claude, 1986, “İktâ maddesi”, The Encyclopaedia of Islam, C.5, s.1088–1091, E. J. Brill Press, Leiden. CLARKE, Hyde, 1867, “On the Topographical Nomenclature of Turkish Asia Minor”, Anthropological Review, S.5, s.clxxix–clxxxvi, Asher Press, London. CRANE, Howard, 1993, “Notes on Saldjuq Architectural Patronage in Thirteenth Century Anatolia”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, C.XXXVI, s.1–57, Cambridge University Press, London. CUNBUR, Müjgan, 1990, “Selçuklu Kültür Tarihinde Sivrihisar”, II. Eskişehir Selçuklu Eserleri Semineri, s.15–20, Eskişehir Valiliği Yayınları, Eskişehir. DARKOT, Besim, 1966, “Sivrihisar” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.V, s.726–728, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. DARKOT, Besim, 1979, “Karahisar” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.VI, s.276–284, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. DOĞRU, Halime, 1997, XV. ve XVI. Yüzyıllarda Sivrihisar Nahiyesi, TTK Yayınları, Ankara. EDWARDS, Robert W., 1985, “The Fortress of Şebin Karahisar (Koloneia)”, XXXII. Corso Di Cultura Sull’Arte Ravennate e Bizantina (23–30 Marzo 1985), s.23–61, Universita Degli Studi Di Bologna, Ravenna. EFLÂKÎ, Ahmed, 1986, Menâkıbü’l Arifin (Ariflerin Menkıbeleri), Tahsin Yazıcı (çev.), C.I–II, Remzi Yayınları, Ankara. ERDMANN, Kurt, 1955, “Karahisar–Demirci”, Istanbuler Mitteilungen, S.6, s.33–41, Deutsches Archäologisches Institut, İstanbul. ERTEN, Süleyman Fikri, 1940, Antalya Vilayeti Tarihi, Tan Matbaacılık, İstanbul. ESTERABADİ, Aziz bin Erdeşir, 1990, Bezm–u Rezm, Mürsel Öztürk (çev.), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. EYİCE, Semavi, 1973, “La Fontaine et les Citerns Byzantines de la Citadelle D’Afyon Karahisarı”, Dumbarton Oaks Papers, S.27, s.303–307, Dumbarton Oaks Press, Washington. EYÜBOĞLU, İsmet Zeki, 1991, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, İstanbul. FERİT, M.–MESUT, M., 1934, Selçuk Veziri Sahip Ata ve Oğullarının Hayat ve Eserleri, Konya Halkevi Yayınları, İstanbul. FOSS, Clive, 1996, “The Cities of Pamphylia in the Byzantine Age”, Cities, Fortress and Villages of Byzantine Asia Minor, IV, s.1–62, Variorum Press, London. GÖNÇER, Süleyman, 1971, Afyon İli Tarihi, C.I, Karınca Yayınları, İzmir. GÜÇLÜ, Muhammed, 1995, “XX. Yüzyıl Başlarında Serik”, Türk Kültürü, S.391, s.681–694, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara. HALAÇOĞLU, Yusuf, 1997, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, TTK Yayınları, Ankara. HÜSEYNOF, Rauf, 1981, “XI.–XII. Yüzyılda Önasya’da Askeri–Feodalite Müessesesi–Uclar”, VIII. Türk Tarih Kongresi (11–15 Ekim 1976), C.II, s.725–740, TTK Yayınları, Ankara. İBN BİBİ, 1941, Anadolu Selçuki Devleti Tarihi (Farsça Muhtasar Selçuk–Nâme), M. Nuri Gençosman (çev.), Uzluk Basımevi, Ankara. İBN BİBİ, 1996, El Evamirü’l–Ala’iye Fil Umuri’l–Ala’iye (Selçuk Nâme), Mürsel Öztürk (çev.), C.I–II, TTK Yayınları, Ankara. İLTER, Fügen, 1980, “Sivrihisar Yöresi Araştırmaları”, Anadolu (Anatolia), S.XIX (1975– 1976), s.13–49, Ankara Üniversitesi DTCF Eski Önasya–Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü Yayınları, Ankara. İLTER, Fügen, 1988, “Osmanlı Ulaşım Ağında Irmak Kenarı Bir Yerleşme: Osmancık”, TTK Belleteni, C.LII, S.203, s.535–569, TTK Yayınları, Ankara. JANSKY, Herbert, 1950, “Selçuklu Sultanlarından Birinci Alâaddin Keykubad’ın Emniyet Politikası”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Zeki Velidi Togan’a Armağan, s.117–126, Maarif Yayınları, İstanbul. KAFESOĞLU, İbrahim, 1972, Selçuklu Tarihi, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, İstanbul. KAŞGARLI MAHMUD, 1986, Divan-u Lügat-İt-Türk, Besim Atalay (çev.), “Kara maddesi”, C.III, TTK Yayınları, Ankara. KAYMAZ, Nejat, 1970, Pervane Muineddin Süleyman, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara. KÖPRÜLÜ, Mehmed Fuad, 1931, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, C.1, s.165–313, İstanbul Darülfünunu Türkiyat Enstitüsü Yayınları, İstanbul. KÖSEOĞLU, Neşet, 1938, “Karahisar Temürlü’de Bir Gezi ve Toplanan Eski Paralar”, Millî Folklor, 2008, Y›l 20, Say› 77 http://www.millifolklor.com 99 Çorumlu Dergisi, S.7, s.245–249, Çorum Halkevi Yayınları, Çorum. KÖSEOĞLU, Neşet, 1944, “Yer Adlarının Önemi”, Çorumlu Dergisi, S.45, s.1347–1352, Çorum Halkevi Yayınları, Çorum. KÖYMEN, Mehmet Altay, 1988, “Selçuklu Hükümdarı Büyük Alâaddin Keykubad ve Anadolu Savunması”, TTK Belleteni, C.LII, S.205, s.1539– 1545, TTK Yayınları, Ankara. KURT, Yılmaz, 1993, “Hoca Ahmet Yesevi’nin Rum Eyaletindeki Zaviye Kurucuları Üzerindeki Etkileri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu (26–29 Mayıs 1993), s.255–270, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri. LEVTCHENKO, Mitrofan Vasilévich, 1979, Bizans, Erdoğan Berktay (çev.), Milliyet Yayınları, İstanbul. MADRAN, Emre, 1973, “Ariflerin Menkıbelerinde Geçen Yapı İsimleri Üzerine Bir Deneme”, Vakıflar Dergisi, S.X, s.175–198, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. MANSEL, Arif Müfit, 1945, “Antalya Bölgesinde (Pamfilya) 1943 Yılı Sonbaharında Yapılan Arkeoloji Gezisine Dair Kısa Rapor”, TTK Belleteni, C.IX, S.33, s.135–145, TTK Yayınları, Ankara. MORDTMANN, J. H.–PLANHOL, X. De, 1978, “Karâ Hisâr” maddesi, The Encyclopaedia of Islam, C.IV, s.578–580, E. J. Brill Press, Leiden. ORHONLU, Cengiz, 1987, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskânı, Eren Yayınları, İstanbul. ORHONLU, Cengiz, 1990, Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı, Eren Yayınları, İstanbul. OSTROGORSKY, George, 1995, Bizans Devleti Tarihi, Fikret Işıltan (çev.), TTK Yayınları, Ankara. OTTO–DORN, Katharina, 1965, “Die Ulu Dschami in Sivrihisar”, Anadolu (Anatolia), S.IX, s.161–170, Ankara Üniversitesi DTCF Eski Önasya–Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü Yayınları, Ankara. ÖZALP, Tahsin, 1960, Sivrihisar Tarihi, Tam İş Matbaası, Eskişehir. RAMSAY, William Mitchell, 1960, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, Mihri Pektaş (çev.), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. PRITSAK, Omelyan, 1977, “Kara” maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.6, s.251–273, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara. RUBEN, Walter, 1947, “Kırşehir’in Dikkatimizi Çeken Sanat Abideleri”, TTK Belleteni, C.XI, S.44, s.603–640, TTK Yayınları, Ankara. SEVGEN, Nazmi, 1959, Anadolu Kaleleri, C.I, Doğuş Limited Şirketi Yayınları, Ankara. SÜMER, Faruk, 1974, “Bozok Tarihine Dair Araştırmalar I”, Cumhuriyet’in 50. Yıldönümünü Anma Kitabı, s.309–381, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara. ŞAHİN, Salih, 1998, “Osmancık’ın (Çorum) Kuruluş ve Gelişmesini Etkileyen Faktörler”, G.Ü. Kastamonu Eğitim Fakültesi Dergisi, S.5, s.161– 170, Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Yayınları, Kastamonu. ŞAHİN, Seraceddin, 2003, “İscehisar (Docimeion) Açık Hava Müzesi Çalışmaları”, 13. Müze Çalışmaları ve Kurtarma Kazıları Sempozyumu, s.247–253, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. ŞAPOLYO, Enver Behnan, 1972, Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Güven Yayınları, Ankara. ŞİKÂRÎ, 1946, Şikârî’nin Karamanoğulları Tarihi, M. Mesud Koman (çev.), Konya Halkevi Yayınları, Konya. TEKİNDAĞ, Şehâbeddin, 1977, “Teke–Eli ve Teke–Oğulları”, İ.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, S.VII–VIII, s.55–94, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul. TEVHİT, Ahmet, 1929, “Sivrihisar Kasabası ile Pessinuntus Harabesi Hakkında Rapor”, Maarif Vekaleti Dergisi, S.17, s.129–139, İstanbul. TİHRANÎ, Ebu Bekr–i, 2001, Kitâb–ı Diyarbekriyye, Mürsel Öztürk (çev.), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. TOGAN, A. Zeki Velidî, 1931, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, C.1, s.1–42, İstanbul Darülfünunu Türkiyat Enstitüsü Yayınları, İstanbul. TUĞLACI, Pars, 1985, Osmanlı Şehirleri, Milliyet Yayınları, İstanbul. TURAN, Osman, 1948, “Selçuk Devri Vakfiyeleri–III, Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, TTK Belleteni, C.XII, C.45, s.17–145, TTK Yayınları, Ankara. TURAN, Osman, 1971, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu Yayınları, İstanbul. TURAN, Osman, 1988, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, TTK Yayınları, Ankara. TURAN, Osman, 1988a, “İktâ maddesi”, İslam Ansiklopedisi, C.5(II), s.951–959, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, 1933, “13. ve 14. Asırlarda Anadolu’da Ticaret”, Ülkü Mecmuası, C.I, S.4, s.287–291, Ankara Halkevi Yayınları, Ankara. YETKİN, Şerare, 1974, “The Turkish Monuments in Sillyon (Yanköy Hisar)”, Mansel’e Armağan, s.861–872, TTK Yayınları, Ankara. YETKİN, Şerare, 1976, “Sillyon (Yanköy Hisarı)’daki Türk Eserleri”, Vakıflar Dergisi, S.XI, s.195–203, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. YÜCEL, Yaşar, 1970, Kadı Burhâneddin Ahmed Devleti (1393–1402), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.HAREZMŞAHLAR DEVLETİ’NİN BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ VE TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ İLE OLAN İLİŞKİLERİ Ali KARACA Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans, Şubat 2021 Danışman: Dr.Öğr.Üyesi Nilay AĞIRNASLI ÖZET Harezm bölgesi Amuderya nehrinin Aral gölüne döküldüğü deltanın güneyinde uzanan coğrafyanın adıdır. Tarihin her döneminde önemli hanedanlar tarafından idare edilen bu bölge savunma açısından kolay ve ticaret açısından önemli bir bölge olarak karşımıza çıkar. Bölgenin bu özelliklerinden dolayı burayı idare eden valiler kısa zamanda bağımsız bir idareye sahip olabiliyorlardı. Ancak bu bağımsız idare bölgesel bir beylikten öteye geçememiştir. Harezm bölgesini idare eden valilere Farsça bir unvan olan “Harezmşah” denilmektedir. Harezm bölgesinde ilk defa sınırları bu bölgeyi aşan büyük bir devlet vücuda getiren hanedan Anuştekinoğulları hanedanı olmuştur. Kaynakların ortaklığına bakılarak bu hanedan Türk hanedanıdır. Ancak Türklerin hangi kolundan olduğu net olmayıp tarihçiler tarafından tartışmalıdır. Harezm bölgesi Tuğrul Bey zamanında Büyük Selçuklu Devleti topraklarına katılmıştır. Sultan Melikşah dönemine kadar bölgeyi Harezmli çeşitli yerel idareciler yönetmiştir. Sultan Melikşah, Harezm bölgesinin idaresini Taştdarı Anuştegin’e vermiştir. Bu dönemden sonra Harezm bölgesini Anuştegin’in oğulları ve daha sonra da hanedanı idare etmiştir. Sultan Sancar döneminde Harezm valisi olan Harezmşah Atsız bağımsızlık yolunda Sancar’a karşı büyük mücadeleler vermiştir ancak bu büyük sultana karşı başarılı olamamıştır.Harezmşah İl Arslan zamanında Harezmşahlar, Sultan Sancar’ın ölümü ve Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra bağımsız bir duruma gelmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti’nin tarihe karışmasından sonra onun hükmettiği coğrafyada en önemli güç olarak Harezmşahlar Devleti ortaya çıkmıştır. Harezmşahlar Devleti bu dönemden sonra Irak Selçukluları, Abbasi Halifesi, Bâtıniler, Azerbaycan Atabeyleri, Gurlular, Moğollar, Eyyübiler ve Türkiye Selçukluları ile mücadele etmişlerdir. viii Harezmşahlar Devleti kudretli ve ihtişamlı yıllarının ardından doğudan gelen Moğolsaldırıları karşısında bir varlık gösterememiş şehirleri yakılmış ve toprakları Moğollar tarafından işgal edilerek yıkılmıştır. Moğollar tarafından Harezmşahlar Devleti yıkıldıktan sonra Celaleddin Harezmşah, Moğollar ile mücadele etmiş ancak başarılı olamayarak önce Hindistan’a gitmiş daha sonra da Azerbaycan’a gelmiştir. Tebriz merkezli devletini yeniden toparlamıştır. Celaleddin, Moğollara karşı Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı Alaaddin Keykubad ile başta dostane münasebetler kursa da Ahlât’ı ele geçirmesi ile dostluk bozulmuştur. Bu olayların sonucunda Celaleddin Harezemşah’ın, Eyyübi Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti orduları karşısında Erzincan’da 1230 yılında yapılan Yassıçimen savaşını kaybetmesi ve daha sonra da hayatını kaybetmesi ile bu Türk Devleti tarihe karışmıştır. Anahtar Kelimeler:Harezm, Selçuklular, Sultan Sancar, Harezmşah Atsız ix RELATIONS OF THE HAREMZŞAHLAR STATE WITH GREAT SELJUK AND TURKEY SELJUKS STATE Ali KARACA Nevşehir Hacı Bektaş Veli University, Institute of SocıalSciences Departmen of Hıstory, Graduate, February 2021 Supervisor: Dr. Öğr. Üyesi Nilay AĞIRNASLI ABSTRACT The Khorezm region is the name of the geography located in thesouth of the Amu darya River that flows into the Aral Lake. That region was ruled by reputable dynasties in every era of history. In addition, it had importance roles in terms of trade and easy to defend. Thanks to those features, governors who ruled that area had independent administrations in a short time. But those independent administrations could not go beyond a regional principality. Governors who governed the Khorezm region was called Khwarazmshah, which was a Farsititle. The Anushtegin dynasty was the first dynasty that crossed the borders of that region and became a great state. According to sources, it was a Turk dynasty. However, it is still unknown that this dynasty belongs to which branch of Turks and it is still discussed by Historian. The Khorezm region joined the Great Seljuk state during the period of Tuğrul Bey. Until the period of Sultan Melihşah, various local administrators from Khorezm ruled the region. Sultan Melihşah gave the administration of the Khorezm region to the Taştdarı Anuştegin. After that period, firstly Anuştegin's sons afterwards his dynasty ruled the region. Khorezm governor Khwarazmshah Atsız fought against Sultan Sancar for independence but he failed against the great sultan. After the death of Sultan Sancar and the collapse of the Great Seljuk State, the Khwarazmshah became independent during the Khwarazmshah İl Aslan period. After the collapse of the Great Seljuk State, the great power Khwarazmshah ruled the Great Seljuk lands. After that Khwarazmshah dynasty struggled with Iraq Seljuks, the Abbasid Caliph, Batiniler and Azerbaijan Atabey, Gurlular, Mongols, Seljuks Ayyubids and Turkey Seljuks. After its mighty and glorious years, Kharzem Shah State could not stand strong against the Mongol attacks. Its cities were burned down and its lands were destroyed with occupation of the Mongols. After the destruction of the Kharzem Shah State, x Celaleddin Khwarazmshah fought with the Mongols but he failed. Firstly he went to India and then to Azerbaijan. He re-established his state centered in Tabriz. Celaleddin established a bond with Turkey Seljuk State Sultan’s Alaeddin Keykubad against Mongols but their bond ruined after he captured Ahlât. After that Celaleddin losed Yassıcemen battle against Ayyubi and Turkey Seljuk states in 1230 in Erzincan. After his death, Kharzem Shah State collapsed. Keywords: Kharezm, Seljuks, Sultan Sancar, Kharezmshah Atsız xi TEŞEKKÜR Harezmşahlar Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’nin bir sınır bölgesi olan Harezm’de Sultan Melikşah’ın Taştdarı Anuştegin’in soyundan gelenler tarafından kurulmuştur. Başta Büyük Selçuklu Devleti’nin bir valisi olan bu idareciler özellikle Harezmşah Atsız zamanında bağımsız olmak için büyük mücadele verseler de başaramamış ve oğlu İl Arslan zamanında bağımsız bir devlet konumuna gelmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti tarihten çekildikten sonra Harezmşahlar Devleti bu devletin topraklarında en kudretli devlet konumuna gelmiştir. Harezmşahlar Devleti’nin kurulması gibi tarihe karışması da yine Selçuklular ile olmuş, Büyük Selçuklu Devleti’nin bir uzantısı olan Türkiye Selçuklu Devleti ile yaptığı 1230 Yassıçimen savaşı ile de tarihe karışmıştır. Bu çalışmamızda Harezmşahlar Devleti’nin Büyük Selçuklu Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti ile yaşamış olduğu siyasi ilişkileri ele alınmıştır. Tarihi kaynaklar göz önüne alınarak yapmış olduğumuz bu çalışma üç ayrı bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Harezm coğrafyası ve bölgenin tarihi gelişimi ile Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması ve Harezm bölgesinin Büyük Selçuklu hâkimiyetine girmesi süreçleri anlatılmıştır. Çalışmamızın ikinci bölümünde AnuşteginHarezmşahlarıolarak da bilinen son Harezmşahlar hanedanının kurulması, Sultan Sancar ve Harezmşah Atsız mücadelesi ve Sultan Sancar’ın ölümü ile Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra bu topraklarda oluşan siyasi idareler ile Harezmşahlar Devleti’nin İl Arslan ile birlikte bağımsız devlet olması ve hâkimiyetini genişletmesi anlatılmıştır. Çalışmamızın üçüncü bölümünde Moğol saldırıları ve Harezmşahlar Devleti’nin yıkılması, Celaleddin Harezmşah’ın Moğollar ile mücadelesi ve önce Hindistan’a gitmesi daha sonra da Azerbaycan’a gelerek devletini yeniden toparlaması, Sultan Alaaddin Keykubad ile ilişkileri ve 1230 Yassı Çimen savaşı ile Harezmşahlar Devleti’nin tarihe karışması ele alınmıştır. Bu çalışmamızdaki amacımız Harezmşahlar Devleti’nin, Büyük Selçuklu Devleti ve onun uzantısı olan Türkiye Selçuklu Devleti ile olan siyasi ilişkilerinin anlaşılmasında katkıda bulunmaktır. Bu tezi hazırlama sürecinde her türlü konuda yardımını aldığım değerli hocam Nilay AĞIRNASLI’ya teşekkürü borç bilirim. xii Ayrıca Tez hazırlama sürecinde hep yanımda olan desteğini esirgemeyen değerli eşim Büşra KARACA’ya teşekkür ederim. xiii İÇİNDEKİLER BİLİMSEL ETİĞE UYGUNLUK.............................................................................. iv TEZ YAZIM KILAVUZUNA UYGUNLUK ............................................................. v KABUL VE ONAY.................................................................................................... vi ÖZET.......................................................................................................................... vii ABSTRACT................................................................................................................ ix TEŞEKKÜR................................................................................................................ xi İÇİNDEKİLER .........................................................................................................xiii KISALTMALAR VE SİMGELER............................................................................ xv GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN İDARESİNDE HAREZM BÖLGESİ 1.1. Tuğrul Bey Dönemi ve Harezm Bölgesi’nin Fethi ............................................. 16 1.2. Sultan Alp Arslan Dönemi, Harezm Bölgesi’nin İdaresi.................................... 20 1.3. Sultan Melikşah Dönemi ve Harezm’in İdaresi.................................................. 22 1.4. SultanMelikşah’ın Ölümü ve Taht Kavgaları Döneminde Harezm Bölgesi...... 23 İKİNCİ BÖLÜM HAREZMŞAHLAR DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ İLE İLİŞKİSİ 2.1. ANUŞTEKİNOĞULLARI HAREZMŞAHLARI’NIN ORTAYA ÇIKMASI VE KUDBÜDDİN MUHAMMED.................................................................................. 27 2.2. Sultan Sancar-Harezmşah Atsız Mücadelesi ...................................................... 29 2.2.1. Sultan Sancar’ın I. Harezm Seferi.................................................................... 31 2.2.2.Karahıtaylar Devleti ve 1141 Katavan Savaşı .................................................. 37 2.2.3.Harezmşah Atsız’ın Horasan’ı İstilası .............................................................. 40 2.2.4. Sultan Sancar’ın II. Harezm Seferi .................................................................. 42 2.2.5. Sultan Sancar’ın III. Harezm Seferi................................................................. 43 2.3. SULTAN SANCAR’IN ÖLÜMÜ VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN DURUMU.................................................................................................................. 47 2.4. HAREZMŞAHLAR DEVLETİ’NİN BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ TOPRAKLARINA HÂKİM OLMASI...................................................................... 53 xiv ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HAREZMŞAHLAR DEVLETİ-TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ İLİŞKİLERİ 3.1. ALAADDİN MUHAMMED HAREZMŞAH DÖNEMİ................................... 60 3.1.1. Azerbaycan Bölgesinin Harezmşahlar Devleti Hâkimiyetine alınması........... 61 3.1.2. Moğol İstilası ve Harezmşahlar Devleti’nin Yıkılması ................................... 65 3.2. ALAADDİN KEYKUBAD DÖNEMİ TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ’NE GENEL BİR BAKIŞ (1220-1237)............................................................................. 68 3.3. CELALEDDİN HAREZMŞAH VE ALAADDİN KEYKUBAD DÖNEMİ İLİŞKİLER................................................................................................................. 71 3.3.1.CelaleddinHarezmşah’ınMoğollar’la Mücadelesi ve Hindistan’a Kaçması..... 71 3.3.2.CelaleddinHarezmşah’ın Azerbaycan’a Gelmesi ve Harezmşahlar Devleti’ni Yeniden Toparlaması ................................................................................................. 74 3.3.3. CelaleddinHarezmşah ve Alaaddin Keykubad’ın Dostluk İlişkileri................ 76 3.3.4.CelaleddinHarezmşah ve Alaaddin Keykubad Arasında İlişkilerin Bozulması 80 3.3.5. 1230 Yassı Çimen Savaşı................................................................................. 82 3.3.6.CelaleddinHarezmşah’ın Ölümü ve Harezmşahlar Devleti’nin Sonu .............. 84 3.3.7.Harezm Beylerinin Türkiye Selçuklu Devleti Hizmetine Alınmaları............... 85 SONUÇ...................................................................................................................... 89 ÖZ GEÇMİŞ .............................................................................................................. 92 KAYNAKÇA............................................................................................................. 93 xv KISALTMALAR VE SİMGELER İA. : İslam Ansiklopedisi DİA. : Diyanet İslam Ansiklopedisi MEB. : Milli Eğitim İslam Ansiklopedisi TTK. : Türk Tarih Kurumu GİRİŞ Harezm Coğrafyası: Harezm olarak adlandırılan bölge Hazar denizinin doğusunda bulunan Aral gölüne dökülen Amuderya (Ceyhun) nehrinin güneye doğru uzandığı coğrafi bölgenin adıdır.1 Harezm bölgesinde yaşayan ve dillerini muhafaza eden halka da XIII. yüzyıla kadar Harezmliler denilmiştir.2 İslam coğrafyacıları Harezm bölgesinin sınırlarını, batıda Oğuz ülkesi, güneyde Horasan, doğuda Maveraünnehir ve kuzeyde Kıpçak toprakları ile çevrili bölge olarak aktarmışlardır.3 Bölge verimli tarım arazileri, kalabalık nüfusu ve transit ticaret merkezi olma özelliği ile tarihin her döneminde önemli bir yaşam merkezi olmuştur. Harezm bölgesi Mısır’da bulunan Nil deltasının rolüne benzer bir özelliğe sahiptir. Amuderya nehrinden sulanan arazide tahıl, pamuk, bağcılık ve çeşitli meyve ve sebze üreticiliği yapılmaktadır. Bu üretilen ürünlerle beraber bölgede yapılan balıkçılık ve koyun yetiştiriciliği de önemli bir geçim kaynağı olmuştur. Amuderya nehri üzerinde kayıklarla ulaşım yapılabilmekte ve bunun yanında büyük askeri nakliyatlar da yapılabilmektedir.4 Harezm bölgesi ticari ürünlerin bolluğu, nüfusun kalabalık olması ve Batı Türkistan’ın ortasında önemli bir kavşak noktası olması bakımından önemli bir ticaret merkezi konumundadır. Çin, İran, Hindistan, Sibirya, Rusya ve İskandinavya’dan getirilen ticari ürünler Harezm pazarlarında satılmaktaydı. Çeşitli bölgelerden tüccarların getirdiği ürünler vasıtasıyla Harezm pazarları hem canlı hem de ürün çeşitliliği bakımından zengin bir konumdaydı. Batı Türkistan’ın ortasında değişik kültürlerin bir araya geldiği bu önemli pazar yeri Türkler ve Moğollar’ın da dikkatinden kaçmamıştır. Türkler ve Moğollar X. yüzyılda Harezm bölgesi ile önemli ticari ilişkiler içerisine girmişlerdir. Aşağıda araştırmamız içinde de aktaracağımız gibi Harezmşahlar Devleti döneminde de bu ticari ilişkiler önemli yer 1 Abdülkerim Özaydın, Harizm, İslam Ansiklopedisi, Cilt 16, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1997, 217-220. Zeki Velidi Togan, Harizm, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, Kısım 1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1987, 240 257. İbrahim Kafesoğlu,Harezmşahlar Devleti Tarihi,Ankara: TTK, 2000, 30. 2 Togan, 240-257. 3 Özaydın, 217-220. Kafesoğlu, 30.Ebü’lFida Coğrafyası, Ramazan Şeşen (çev.), İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2017, 367. 4 Özaydın, 217-220. Togan, 240-257.Kafesoğlu, 31-32. 2 tutmaktadır. Harezmşahlar Devleti’nin büyümesinde ve ekonomik olarak gelişmesinde önemli etkisi olan bu ticari ilişkiler devletin çöküşünde de önemli bir rol oynamıştır.5 Beyhaki, Harezm bölgesi için “ Harezm adeta bir ülkedir” demektedir.6 Harezm bölgesi için Ceyhun nehri bölgenin savunulması açısından doğal bir kale görevi görmekteydi. Harezm bölgesine yapılan saldırılarda bölgenin tarım alanları için kullanılan su kanalları düşman kuvvetlerinin geçeceği yolları su altında bırakmak için açılır ve bölge bataklık haline getirilirdi. Böylece Ceyhun nehrinin suları düşmanın geçeceği yerleri bataklığa çevirerek olası istilalardan Harezm bölgesini korumaktaydı. Bölgenin savunma açısından kolay olması ve ekonomik olarak gelişmişliği bölgeyi idare eden valilerin kısa zamanda bağımsızlık kazanmalarını sağlamıştır. Bölgenin idaresinin uygun koşulları Harezm’de önemli hanedanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak ortaya çıkan bu hanedanlar bölgenin etrafının çöller ile çevrili olması nedeniyle mahalli olmaktan öteye geçememişlerdir. Harezm bölgesinin koşulları ne kadar uygun olsa da bölgede ortaya çıkan hanedanların genişlemesinin önündeki en büyük engel yine bölgenin coğrafi yapısı yani etrafının çöller ile çevrili olması olmuştur.7 Harezm bölgesinin önemli şehirlerine baktığımızda Ceyhun nehrinin sağ tarafında yer alan bölgenin eski başkenti Kas şehri ve sol tarafında yer alan yeni başkent Gürgenç ya da Cürcaniye olarak adlandırılan şehir ve Moğol istilası sonrası önem kazanarak merkez olan Hive şehri bölgenin önde gelen şehirleridir. Kas şehri bölgenin ilk başkenti olması bakımından önemlidir. Ancak Ceyhun nehrinin hemen kıyısında kurulan bu şehir zamanla nehrin taşması nedeniyle zarar görerek harap olmuş ve terk edilmiştir. Bu şehirlerin yanında bölgenin diğer bazı önemli şehirleri, Hazaresb, Dergan, Zemahşer, Cigerbend, Zerduh, Beratigin ve Git şehirleridir.8 Zeki Velidi Togan’a göre Git ve Baratigin şehirleri Oğuzlar ile Harezmliler arasında yapılan ticaretin merkeziydiler.9 5 Kafesoğlu, 32. Togan, 240-257. 6 Ebu’lFazl Muhammed b. Hüseyin-i Beyhaki, Tarih-i Beyhaki, NecatiLügal, (terc.) Hicabi Kırlangıç, (haz.), Ankara: TTK, 2019, 632. 7 Togan, 240-257. 8 Özaydın, 217-220.İbnHavkal, 10. Asırda İslam Coğrafyası,Ramazan Şeşen (terc.), İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2017, 410. 9 Togan, 240-257. 3 Harezm bölgesi yukarıda da bahsettiğimiz gibi ekonomik açıdan önemli ve savunulması bakımından diğer bölgelere göre savunması daha kolay bir bölgedir. Bu bakımdan bölgenin idarecileri kısa zamanda önemli bir güç konumuna gelmekte ve tâbi oldukları devlete isyan ederek bağımsızlık kazanabilmekteydiler. Samanoğulları, Gazneliler ve Selçuklular devirlerinde Harezm’e vali tayin edilen idareciler bölgede önemli hanedanlar kurmuşlardır. Harezm bölgesinin coğrafi yapısı ise bu hanedanların mahalli olmaktan öteye geçmesine izin vermemiştir. Bu bakımdan son Harezmşahlar da denilen Anuştekinoğulları hanedanı sınırlarını Harezm bölgesinin çok daha ötesine taşımışlar ve büyük bir devlet haline gelmeyi başarmışlardır.10 Harezmşah unvanına baktığımızda ise Farsça bir unvan olup Harezm bölgesini idare eden yöneticiler için kullanılmıştır. Bölgenin İslamlaşmasından önce kullanılan bu unvan İslamiyet döneminde de kullanılmaya devam edilmiştir.11Barthold, tarih boyunca Harezm bölgesini idare eden hanedanları dört kısma ayırmaktadır. Bunlar; 1. İslamiyet’ten önce ortaya çıkan ve 995 tarihine kadar hüküm süren Afrigoğulları hanedanı 2. Memunoğullarıhanedanı (995-1017) 3. Gazneli Sultan Mahmud’un bölgeyi 1017 tarihinde ele geçirmesi ile buraya vali tayin ettiği Altuntaş ile başlayan Altuntaş hanedanı, 4. Anuşteginoğulları (Son Harezmşahlar,1097-1230) hanedanlarıdır.12 Harezm bölgesi yukarıda da belirttiğimiz gibi tarihin her döneminde önemli hanedanların idaresinde bulunmuştur. Savunma açısından kolay ekonomik ve ticaret yönünden önemli bir yer olan bölgeyi idare eden valiler kısa zamanda bağımsızlık kazanabilmişlerdir. Ancak bölgenin etrafının çöller ile çevrili olması bu hanedanların mahalli olmaktan öteye geçememelerine neden olmuştur. Çalışmamıza konu olan Anuştekinoğulları hanedanı kurmuş oldukları Harezmşahlar Devleti’nin sınırlarını Harezm bölgesinden çok daha öteye taşıyarak bir devlet kurmayı başarmışlardır. 10Kafesoğlu, 32. 11Barthold, Harizmşahlar, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, Kısm 1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1987, 263-265. M.Fuad Köprülü, Harizmşahlar, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, Kısm 1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1987, 265-296. 12Barthold, 263-265. 4 Selçuklular: Selçuklular tarihçilerin hemfikir olduğu üzere Oğuzlar’ın, Kınık13 boyu tarafından kurulmuşlardır.14 Oğuzlar X. yüzyılda Hazar Denizi’nin doğusu ve Seyhun (Sırderya) nehri ile Aral gölü arasında bulunuyorlardı. Kınık boyu da Seyhun nehrine yakın oturmaktaydı.15 Oğuzlar burada Oğuz Yabgu Devleti adı altında Yabgu unvanı taşıyan bir idareci tarafından idare edilmekteydiler. Selçuklu ailesinin bilinen en eski atası olan ve “Demir Yaylı” unvanı taşıdığı bilinen Dukak bu devlet içerisinde önemli bir konuma sahipti. Dukak’ın ölümünden sonra Kınık boyunun başına oğlu Selçuk Bey geçti. Selçuk Bey aynı zamanda Yabgu tarafından Oğuz Yabgu Devleti içerisinde ordu komutanı anlamına gelen “sübaşı” tayin edilmiştir. Ancak Yabgu gün geçtikçe devlet içerisinde gücü ve itibarı artan Selçuk Bey’den çekinmiş ve onu iktidarı için tehlike görmeye başlamıştı. Yabgu iktidarı için tehlike gördüğü Selçuk Bey’i ortadan kaldırmayı planladı. Durumu önceden haber alan Selçuk Bey obasını da alarak 961 yılında Yabgu’nun etkisinin daha az olduğu Cend şehrine göç etti.16 Bu dönemde Türkler arasında İslam dini de hızla yayılmaktaydı. Cend şehri de İslam dünyası ile Oğuz Yabgu Devleti arasında bir sınır şehriydi. Selçuk Bey, Cend şehrinde yanında bulunan obası ile beraber Türk inanışlarına yakınlığı ve siyasi geleceğinin parlaklığı dolayısıyla İslam dinini kabul etti. Bundan sonra Selçuk Bey, Cend bölgesine yıllık vergiyi almaya gelen Yabgu’nun vergi memurlarını “Kâfirlere haraç vermeyeceğini” söyleyerek kovmuş ve Cend’de müstakil bir beylik kurmuştur. Bu olayların ardından Yabgu, Selçuk Bey üzerine kuvvetler gönderdi. Selçuk Bey, Yabgu’nun gönderdiği bu kuvvetleri yenerek bölgede kolaylıkla tutunmuştur. Selçuk Bey’in gayrimüslim Türkler ile yaptığı bu başarılı mücadeleler onun İslam dünyasında şöhretini arttırmıştır.17 Selçuk Bey’in Cend’de müstakil bir beylik kurduğu dönemde bölgede ikisi Türk, Karahanlılar ve Gazneliler Devletleri ile Samaniler Devleti18 olmak üzere üç büyük 13Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler),Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972, 369. 14Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Cilt I, Ankara: TTK, 2016, 31. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Ötüken, 2012, 54. 15Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2018, 52. Köymen, Cilt I, 31. 16İbnü’l Esir, El Kamilfi’t Tarih Tercümesi, Cilt 9, Abdülkerim Özaydın (çev.), İstanbul: Bahar Yayınları 1991, 361. Turan, 66. Köymen, Cilt I, 16-17. 17 Turan, 67-68. İbnü’l Esir, Cilt 9, 362. 18Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler –Makaleler-, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2014, 44-63. 5 devlet bulunmaktaydı. Maveraünnehir bölgesinin egemenliği için Karahanlılar ve Samaniler mücadele halindeydiler.19 Selçuk Bey bu dönemde gayrimüslim Türkler ile yaptığı başarılı mücadeleler ve emrindeki Oğuzlar ile önemli bir kuvvet konumundaydı. Bu şöhreti onun Karahanlılar Devleti karşısında etkisiz kalan Samaniler Devleti ile anlaşmasını sağladı. Samaniler devlet sınırlarını Türk akınlarından korumak ve Karahanlılar Devleti ile araya tampon bir bölge kurmak istemelerinden dolayı Selçuklu Oğuzları’na 985-986 yıllarında Buhara civarındaki Nur kasabasının çevresine yerleşme müsaadesi vermişlerdir. Selçuk Bey yaşının da ilerlemiş olduğu bu dönemde Cend şehrinde kalırken, Nur kasabası civarına büyük oğlu Arslan İsrail idaresindeki Oğuzlar yerleşmişlerdir.20 Yabgu unvanı taşımakta olan Arslan İsrail’in idaresinde bulunan Yabgulu Türkmenleri, Samaniler Devleti’ne askeri destek sağlamaktaydı.21 Karahanlılar Devleti İlig Han Nasır idaresinde 999 yılında Buhara’yı ele geçirerek Samani Devleti’ne son verdiler. İlig Han Nasır, Samani hanedanından kalan üyeleri Özkend’de hapsetmiştir.22Özkend’de hapisten kaçan Samani şehzadesi İsmail Muntasır, Samani Devleti’ni yeniden kurmak için mücadeleye başladı. İsmail, Karahanlılar Devleti’ne karşı başarılı mücadeleler vererek Buhara’yı ele geçirdi. Ancak daha sonra Karahanlılar’a karşı mücadeleleri kaybederek Buhara’yı terk etti. İsmail daha sonra 1002 tarihinde Arslan Yabgu idaresindeki Oğuzlara sığındı. Arslan Yabgu’nun desteğini sağlayan İsmail, Karahanlılar karşısında yeniden başarılı mücadeleler verdi. Karahanlı kumandanı Sübaşı Tegin idaresindeki bir orduyu yenen müttefikler bir gece baskını ile de Karahanlı Hanı İlig Han Nasır’ı 1003 yılında bozguna uğrattılar. Ertesi yıl 1004 tarihinde yine bir Karahanlı ordusunu Semerkand civarında mağlup ettiler. Bu savaşlarda ellerine bolca ganimet geçen Oğuzlar İsmail’in yanından ayrıldılar. Oğuzların yanından ayrılmasıyla Karahanlılar karşısında yalnız kalan İsmail tek başına giriştiği mücadelede başarısız oldu. Bu mücadeleler sırasında 1005 yılında ölümü ile de Samaniler Devleti tarihe karıştı. Samani Devleti’nin ortadan kalkmasının ardından hükmettiği topraklar iki devlet 19 Köymen, Cilt I, 36-37. 20İbnü’l-Esir, Cilt 9, 362. Turan, 69. 21Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara: TTK, 1995, 17. Kafesoğlu, Selçuklular, İslam Ansiklopedisi,Cilt 10, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1967, 353-416. 22İbnü’l Esir, Cilt 9, 123-124.Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler – Makaleler-, 62. 6 arasında pay edildi. Buna göre Maveraünnehir bölgesi Karahanlılar Devleti’nin Horasan bölgesinin idaresi de Gazneliler Devleti’nin hâkimiyeti altına girdi.23 Selçuk Bey yüz yaşını geçerek uzun bir ömür yaşamıştır. 1007 yılında Cend şehrinde ölmüş ve bu şehre defnedilmiştir. Selçuk Bey’in, Mikail, Arslan İsrail, Yusuf ve Musa adlarında dört oğlu vardı. Bazı kaynaklarda Yunus adı da geçmekte ve beş oğlu olduğu kaydedilmektedir. Selçuk Bey’in en büyük oğlu olan Mikail babasının sağlığında gayrimüslim Türkler ile yapılan bir savaşta şehit düşmüştür. Mikail’in oğlu olan Çağrı ve Tuğrul Bey’ler dedeleri Selçuk Bey tarafından yetiştirilmişlerdir.24 Selçuk Bey’in ölümünden sonra ailenin başına en büyük oğlu Arslan Yabgu geçti. Selçuk Bey’in ölümünün ardından Cend’de bulunan Selçuklular’ın hepsi buradan ayrılarak Buhara civarına indiler. Maveraünnehir bölgesi Samaniler Devleti’ni ortadan kaldıran Karahanlılar Devleti’nin hâkimiyetindeydi. Samaniler Devleti’nin geçmişteki müttefiki olan Selçuklular artık Karahanlılar Devleti ile karşı karşıyaydı.25 Karahanlılar, Maveraünnehir bölgesine gelen ve burada bir tehdit oluşturan Selçuklu Oğuzları’nın gücünü kırmak ve ileri gelenlerini ortadan kaldırarak itaate alma niyetindeydiler. Bu nedenle Tuğrul ve Çağrı Bey idaresindeki Selçuklular, Karahanlı İlig Han Nasır’ın saldırılarına uğradılar. Bu saldırıların ardından Selçuklular, Karahanlı hanedanından olan Buğra Han’ın yanına Talas bölgesine sığındılar. Ancak Buğra Han’ın tutumu da farklı değildi. Buğra Han yanına sığınan Selçuklu beylerine düşmanca davrandı ve Tuğrul Bey’i tutukladı. Bunun üzerine Çağrı Bey bir baskın ile Karahanlılar’ı mağlup ederek kardeşi Tuğrul Bey’i kurtarmıştır.26 Bu dönemde baskılar ve yurt sıkıntısı karşısında Tuğrul Bey çöllere çekilirken, Çağrı Bey’de 1016-1021 yılları arasında Anadolu’ya meşhur keşif akınını yapmıştır.27 Tuğrul ve Çağrı Bey’ler bu olaylarla uğraştıkları sıralarda amcaları Arslan Yabgu’da bu sıralarda 1021 yılında İlig Han Nasır Han’ın yerine büyük han olan Yusuf Kadir 23İbnü’l Esir, Cilt 9, 131-132. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,Hakkı Dursun Yıldız, (hazr.), İstanbul: Kronik Kitap, 2017, 287-288. Osman G. Özgüdenli, Selçuklular,Cilt I, İstanbul: İsam Yayınları, 2013, 52-53. Reşat Genç,Karahanlı Devlet Teşkilatı,Ankara: TTK, 2002, 12. Turan, 86. 24Kafesoğlu, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar,İstanbul: Ötüken, 2019, 237- 241. Sevim ve Merçil, 17. İbnü’l-Esir, Cilt 9, 362. 25Kafesoğlu, Selçuklular, İA,353-416. 26 Turan, 88. İbnü’l Esir, Cilt 9, 362. 27 Köymen, Cilt I, 104. Kafesoğlu, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar,196-209. 7 Han’ın büyük han olmasını tanımayan Karahanlı hanedanından Ali Tegin ile birleşerek onun Buhara’yı ele geçirmesine yardımcı olmuştur. Karahanlı Hanı Yusuf Kadir Han’ın iktidarını tanımayarak isyan eden Ali Tegin, Arslan Yabgu ile ittifak kurarak Buhara’da müstakil bir beylik kurmuştur.28 Bu durum ise Maveraünnehir’e hâkim olmak isteyen Karahanlılar ve Gazneliler için bir engeldi. Yusuf Kadir Han bu olaylar üzerine Gazneli Sultanı Mahmud ile anlaştı. Bu durumu haber alan Ali Tegin ve Arslan Yabgu karşı koyamayacaklarını anlayınca çöle çekildiler. Gazneli Sultanı Mahmud, Arslan Yabgu’ya kıymetli hediyelerle bir elçi göndererek Hint seferlerinde kendisine destek olması için yanına davet etti. Arslan Yabgu, Sultan Mahmud’un bu davetine katıldı. Yapılan eğlenceler sırasında Sultan Mahmud, Arslan Yabgu’nun kuvvetini tespit ederek devleti için olası bir tehlike olmaması için yakalatarak, 1025 yılında Hindistan’da bulunan Kalincar kalesine hapsetti.29 Arslan Yabgu, Kalincar kalesinde yedi yıllık bir esaretin ardından 1032 yılında bu kalede öldü. Arslan Yabgu’nun esir edilmesinden sonra Selçuklular’ın başına yaş olarak en büyük hanedan üyesi olan Musa Yabgu geçirildi. Ancak asıl idareciler Tuğrul ve Çağrı Bey’lerdi. Ali Tegin bu arada geri dönerek Buhara’yı ele geçirmişti, Arslan Yabgu’nun esir edilmesinin ardından kendisine yeni müttefik arayan Ali Tegin, Tuğrul ve Çağrı Bey’ler ile anlaşmaya çalışsa da Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin Ali Tegin’e güvenmemeleri nedeniyle anlaşamadılar. Ali Tegin bunun üzerine Selçuklular üzerine saldırılarda bulundu.30 Bölgedeki bu baskılar ve saldırılar karşısında Selçuklular, Gaznelilerin hâkimiyetinde olan Harezm’e göç ettiler. Bu arada 1030 yılında Gazneli Sultanı Mahmud ölmüş ve yerine oğlu Sultan Mesud Gazneliler Devleti tahtına geçmişti. Sultan Mesud babası döneminde kurulan, Karahanılar ile iyi ilişkileri devam ettirmiştir. İki devlet bu iyi ilişkiler çerçevesinde Maveraünnehir bölgesi için bir tehdit olan Selçuklular ve Ali Tegin’e karşı harekete geçtiler. Selçuklular bu olaylar üzerine Harezm’den ayrıldılar ve Maveraünnehir bölgesine geri dönerek Ali Tegin ile ittifak kurdular. Bölgede yaşanan bu gelişmeler ile siyasi olaylar yeniden şekillendi. Selçuklular tekrar Ali Tegin ile ittifak kurarak 28İbnü’l Esir, Cilt 9, 362,363. Abdurrahman İbnü’lCevzi, El-Muntazam Fi Tarihi’lÜmem’de Selçuklular, Ali Sevim (terc.) Ankara: TTK, 2014, 84. 29Genç, 15. Kafesoğlu, Selçuklular, İA, 353-416. OmelyanPrıtsak, Karahanlılar, İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul:Milli Eğitim Basımevi,1977,251-273. İbnü’l-Esir, Cilt 9, 363. İbnü’lCevzi, elMuntazam-Selçuklular, 85. 30İbnü’l-Esir, Cilt 9, 363,364. 8 Gazneliler’in Harezm valisi Altuntaş’ın idaresindeki kuvvetleri 1032 yılında Debusiye’de yenilgiye uğrattılar.31 Bu savaşta ağır yara alan Harezm valisi Altuntaş kısa zaman sonra ölmüş ve yerine Harezm valisi olan oğlu Harun, Gazneliler Devleti’ne karşı istiklal mücadelesine girmişti. Harezmşah Harun bu isyanında, Ali Tegin ve bölgede önemli bir askeri güç unsuru olan Tuğrul ve Çağrı Bey’ler ile anlaştı. Selçuklular, Harezmşah Harun’un daveti üzerine yeniden Harezm’e göç ettiler.32 Bu arada Selçuklular’ın eski düşmanı Cend Emiri Şah Melik, Gazneliler ile anlaştı. Şah Melik, Kasım 1034 tarihinde zorlu bir çöl yürüyüşü sonucunda kurban bayramı günü Selçuklular’a ani bir baskın yaparak çok ağır kayıplar verdirdi. Selçuklular’dan yedi sekiz bin kişiyi öldürerek pek çok kadın ve çocuğu da esir etmiştir. Dağılan Selçuklular, Harezmşah Harun’un da desteği ile kısa zamanda toparlandılar. Ancak Ali Tekin’in 1034 yılında ölümü ve ardından 1035 yılında Harezmşah Harun’un Gazneliler’in bir suikastı sonucu öldürülmesi neticesinde Selçuklular’ın bu müttefikliği sona erdi.33 Selçuklular bu dostunu da kaybettikten sonra Harezm’de durmayarak Horasan’a göç ettiler. Ceyhun’u geçerek Merv yolundan Nesa’ya geldiler. Daha önceden buraya gelmiş olan Türkmenler de onlara katıldı ve yeni katılımlar ile iyice kuvvetleri arttı.34 Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Gazneliler Devleti’nin Horasan valisi Suri’ye mektup göndererek kendilerine Nesa ve Ferave’nin yurt verilmesi karşılığında Gazneli Sultanı Mesud’un hizmetine girmeye hazır olduklarını bildirdiler. Sultan Mesud bu isteği reddetti. Daha sonra da Hacib Beytoğdı idaresinde iyi teçhiz edilmiş bir orduyu Selçuklular üzerine gönderdi. Selçuklular, Nesa şehri yakınlarında 29 Haziran 1035 tarihinde yapılan bu savaşta Gazne ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Savaş sonrası yapılan anlaşma neticesinde Sultan Mesud, Musa Yabgu’ya Ferave’yi, Çağrı Bey’e Dihistan’ı ve Tuğrul Bey’e de Nesa’yı yurt olarak verdi. Sultan Mesud ayrıca Selçuklu reislerine hilat, menşur, sancak gönderdi ve onlara “Dihkan” unvanı verdi.35 31 Sevim ve Merçil, 21-22. Prıtsak, 251-273. Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler –Makaleler-,114. 32İbnü’l-Esir, Cilt 9, 364.Merçil, Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler – Makaleler-,115. 33Özgüdenli, 59-60.Beyhaki, 649.İbnü’l-Esir, Cilt 9, 364. Turan, 79. 34Beyhaki, 654-655. 35Minhac-i Sirac el-Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, Erkan Göksu (terc.) Ankara: TTK, 2015, 68-69. Turan, 95. İbnü’l-Esir, Cilt 9, 364,365. Köymen, Cilt I, 225,227. 9 Selçuklular kazanılan bu zafer ile Türkmenler arasında itibarlarını arttırmışlar ve akın akın yeni katılımlar gelmeye başlamıştı. Bu yeni katılımlar ile Selçuklular yeniden akınlara ve yağmalara başladılar. Sultan Mesud, Horasan şehirlerini bu yağmalardan korumak için Sübaşı adındaki kumandanı idaresinde bir ordu sevk etti. Bu arada Selçuklu reisleri yeni katılımlar ile mevcut yurtların yetmediğini ve Merv, Serahs ve Baverd’in kendilerine verilmesini istediler. Sultan Mesud bu isteği kabul etmedi ve Sübaşı’ya Selçuklular ile savaşması için kesin emir verdi. Serahs şehri civarında Ağustos 1038 tarihinde yapılan savaşta Gazne ordusu ağır bir yenilgi aldı ve Selçuklular bu savaşı da kazandılar. Bu zafer ile Selçuklular devlet olma yolunda büyük bir adım attılar.36 Selçuklular, Türk devlet geleneği gereği bir kurultay topladılar ve izlenecek olan yolu belirleyerek ele geçirilmesi planlanan yerleri bölüşüler. Buna göre Tuğrul Bey yeni devletin hükümdarı olarak Nişabur’u, Çağrı Bey Merv’i ve Musa Yabgu’da Serahs’ı aldı. Tuğrul Bey’in anne bir kardeşi İbrahim Yınal yanında kaldı ve Tuğrul Bey tarafından öncü olarak Nişabur şehrine gönderildi. Nişabur halkı Tuğrul Bey’e itaat ettiğini bildirdi ve Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Daha sonra Tuğrul Bey, Nişabur’a geldi ve Horasan’ın bu önemli şehri Selçuklular’ın merkezi oldu.37 Gazneli Sultanı Mesud devleti için artık en büyük tehlike olan Selçuklular’ı tamamen ortadan kaldırmak için büyük bir ordu hazırladı. Sultan Mesud bizzat kendisinin idare ettiği 300 savaş fili ile destekli 50 bin kişilik ordusu ile başkent Gazne’den hareketle Belh şehrine geldi.38 Sultan Mesud’un Belh’e gelmesinin ardından Selçuklu beyleri Serahs şehrinde toplanarak yapılacak mücadelenin yöntemini belirlediler. Selçuklu beyleri iyi teçhiz edilmiş Gazne ordusu ile savaşmak yerine çöle çekilme taraftarıydılar. Ancak Çağrı Bey geri çekilmeyerek savaş kararı için bütün beyleri ikna etti. İki taraf arasında yapılan ilk çarpışmalarda Gazne ordusu üstün gelerek Selçuklu kuvvetlerini dağıttı. Bu çarpışmaların ardından nihayet asıl büyük savaş Merv yakınlarında bulunan Dandanakan kalesi yakınlarında oldu. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler idaresinde olan Selçuklu kuvvetleri, sayıca kendilerinden üstün olan Sultan Mesud idaresindeki Gazne ordusunu 24 Mayıs 1040 tarihinde kesin 36Kafesoğlu, Selçuklular, İA, 353-416. Cüzcani, 73. İbnü’l-Esir, Cilt 9, 349.350. 37 Turan, 98. Köymen, Cilt I, 264. 38İbnü’l Esir, Cilt 9, 353. 10 olarak yenilgiye uğrattı. Sultan Mesud yanında kalan az sayıdaki kuvveti ile önce Gazne’ye oradan da Hindistan’a kaçtı.39 Selçuklular kazanılan bu zaferin ardından savaş meydanında Tuğrul Bey’i tahta çıkararak “Horasan Emiri” ilan ettiler. Dandanakan zaferinin ardından Horasan bölgesi Selçuklu hâkimiyetine geçerken, Horasan’da müstakil bir Selçuklu Devleti kurulmuştur. Kazanılan zaferin ardından dönemin âdeti gereği kazanılan zafer fetihnameler ile çevre hükümdar ve idarecilere bildirildi.40 Selçuklu beyleri zaferin ardından Türk devlet anlayışı gereğince Merv şehrinde büyük bir kurultay topladılar. Kurultay da alınan önemli kararlardan biri de Abbasi Halifesi Kaim bi-Emrillah’a sadık olduklarını ve Horasan bölgesinde adaleti tesis edeceklerini bildirmek olmuştur. Kurultay da alınan diğer önemli kararlar ise ele geçirilen yerlerin idaresi ve ele geçirilecek bölgelerin hanedan üyeleri arasında paylaştırılması olmuştur. Bu paylaşıma göre Tuğrul Bey “sultan” sıfatı ile Nişabur şehrini alarak batı yönünde fetihlerle ilgilenecekti. Çağrı Bey “melik” unvanıyla Merv şehri merkez olarak Ceyhun nehri ve Gazne arası toprakların yani devletin doğusunu idare edecekti. Burada dikkat çeken olaylardan biri de Çağrı Bey yaşça büyük olmasına rağmen kardeşi Tuğrul Bey’in sultan olmasını istemiştir. Çağrı Bey idare ettiği bölgede sultan gibi bağımsız hareket etse de dış işlerinde kardeşi Tuğrul Bey’in hâkimiyetini kabul etmiştir.41 Merv kurultayında hanedanın en büyük üyesi olan Musa Yabgu’ya da Büst, Herat ve Sistan havalisinin yönetimini verildi.Çağrı Bey’in büyük oğlu Kavurt’a Kirman bölgesinin ele geçirilmesi görevi verilirken Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin anne bir kardeşleri İbrahim Yınal ve Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’a herhangi bir bölgenin idaresi verilmeyerek diğer bazı hanedan üyeleri ile beraber Tuğrul Bey’in yanında batı yönünde yapılacak fetihlerle ilgilenmeleri görevi verilmiştir. Bunların yanında diğer bazı hanedan üyelerine de bazı bölgelerin fethi görevi verildi.42 Büyük Selçuklu Devleti’nin uzantılarından ve Harezmşahlar Devleti ile siyasi ilişkileri konumuz dâhilinde olan diğer bir devlet de Türkiye Selçuklu Devleti’dir. 39Köymen, Cilt I, 336. Turan, 103. M. LongworthDames, Gazneliler, İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1978, 742-748. İbnü’l-Esir, Cilt 9, 368-369. 40 Köymen, Cilt I, 344. Turan, 106. 41 Köymen, Cilt I, 356-359. 42 Sevim ve Merçil, 26-27. Köymen, Cilt I, 364. 11 Selçuklu Devletleri arasında en uzun ömürlüsü olan Türkiye Selçuklu Devleti, Arslan Yabgu’nun torunu Süleymanşah b. Kutalmış tarafından kurulmuştur. Kutalmış’ın 1064 yılında Sultan Alp Arslan ile girdiği taht mücadelesinde hayatını kaybetmesinin ardından Mansur, Süleymanşah, Alp İlig ve Devlet adlarındaki dört oğlu tutuklanmıştır. Tutuklanan bu hanedan üyeleri hakkında Malazgirt zaferi sonrasına yani 1072 yılında Anadolu’da ortaya çıktıkları döneme kadar kaynaklarda bilgi bulunmaması onların bu zaman içerisinde tutuklu olarak kaldıklarını göstermektedir. Sultan Alp Arslan ile Bizans imparatoru Romanos Diogenes arasında yapılan 1071 Malazgirt savaşından sonra imzalanan anlaşma yeni Bizans imparatoru VII.Mıkhael tarafından tanınmamıştır. Bunun üzerine Sultan Alp Arslan beylerine Anadolu’nun fethi görevini verdi. Sultan Alp Arslan’nın bu emrinin andından Anadolu’da başlayan fetih hareketleri içerisinde Kutalmış oğulları da görülmektedir. Kutalmış oğullarının Anadolu’ya nasıl geldikleri konusu ise tartışmalıdır.43 Sultan Alp Arslan’nın Anadolu’nun fethi konusunda verdiği emrin ardından Anadolu’da başlayan fetih hareketleri içerisinde Güney Doğu Anadolu’da Birecik merkez üssü olarak Kutalmış oğulları da faaliyetlere başlamıştır. Kutalmış oğullarının Anadolu’ya nasıl geldikleri konusuna baktığımızda ise bu konuda araştırmacılar farklı yaklaşımlar ortaya koymuşlardır. İlk olarak Kutalmış oğulları Sultan Alp Arslan döneminde tutuklu kalmışlardır. Alp Arslan’nın 1072 yılında ölümünün ardından Melikşah amcası Kavurt ile girdiği taht mücadelesi sırasında Kutalmış oğulları bir yolunu bulmuş ve kaçarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Bu mücadeleler esnasında fırsatını bulup kaçmaları olasılığı yüksektir. Ancak Sultan Melikşah’ın taht mücadelesinden galip çıkmasının ardından kaçan hanedan üyelerini yeni bir tehlike olarak görmemesi ve cezalandırmaması olasılığı bu ihtimali zayıflatmaktadır.44 İkinci olarak baktığımızda ise Türk devlet töresi gereği her hanedan üyelerine bir bölgenin yönetimi verilmektedir. Zindanda bulunan Kutalmış oğulları için vezir Nizamü’l Mülk ve Abbasi halifesinin isteği doğrultusunda bu hanedan üyelerinin bu adet gereği Anadolu’ya gönderildikleridir. Ancak vezir Nizamü’l Mülk’ün bu konuda isteği olsa bile siyasi bir etkisi bulunmayan halifenin bir hanedan üyesi için 43 Salim Koca, Türkiye Selçukluları Tarihi, Ankara: Berikan Yayınevi, 2016, 58. 44Turan,Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Ötüken, 2018, 77. Koca, 59. 12 ricada bulunması Selçuklu tarihinde hiç örneği görülmemiş bir konudur. Bu istekler üzerine Sultan Melikşah’ın menşuru ile Kutalmış oğullarının Anadolu’ya gelmesi taht mücadeleleri ile uğraştığı bir dönemde Sultan Melikşah’ın hanedana mensup üyeleri bırakarak risk alması anlamına gelmektedir. Sultan Melikşah’ın tahtını tamamen sağlama almadan Kutalmış oğullarını Anadolu’ya göndermesi ihtimali zayıftır. Aksi halde bu durum tahtı için Anadolu’da yeni bir tehlike demektir.45 Üçüncü olarak baktığımızda Sultan Alp Arslan Anadolu’nun fetih emrini vermesinin ardından uzun yıllardır zindanda bulunan ve tek suçlarının taht için ayaklanan babalarının yanında olmaları olan Kutalmış oğullarının iyi hallerini görmüştür. Uzun yıllardır zindanda olan bu hanedan üyeleri Sultan Alp Arslan’ın başkenti Rey’den ayrılmasının ardından sultanın muhalifleri tarafından isyan neticesinde devleti için bir tehdit olabilirdi. Sultan Alp Arslan bu ihtimalleri de göz önüne alarak bir menşur ile Kutalmış oğullarını Anadolu’ya göndermiştir. Bu ihtimal kesin olmamakla beraber diğer ihtimallere göre yüksektir. Türk töresi gereği bir hanedan üyesinin ömür boyu zindanda kalması da doğru değildir.46 Kutalmış oğulları 1072 yılında yukarıda da bahsettiğimiz gibi Birecik merkez olarak Diyarbakır ve Urfa taraflarında ortaya çıktılar. Hanedan üyeleri olmalarının da etkisiyle bu bölgede bulunan Türkmenler hızla etraflarında toplandılar. Kutalmış oğulları etrafında özellikle Selçuklu idaresine muhalif olan Yabgulu Türkmenleri toplanarak kuvvetlerinin artmasını sağladılar.47 Bu bölgede faaliyet gösterdikleri dönemde Sultan Melikşah tarafından Suriye ve Mısır’ın fethi ile görevlendirilen Türkmen beyi Atsız’a karşı isyan eden beylerinden Şökli, hanedan üyesi olan Kutalmış oğullarına mektup yazarak Atsız yerine onlara biat edeceğini bildirmiştir. Kutalmış oğullarından Alp İlig ve Devlet, Şökli’nin davetine uymuşlardır. Ancak bu müttefikler ile Atsız arasında yapılan savaşta Atsız onları yenilgiye uğratmıştır. Atsız, isyancı Şökli’yi öldürürken hanedan üyesi olan bu iki Kutalmış oğlunu esir ederek başkent İsfahan’a Sultan Melikşah’a göndermiştir. Süleymanşah, Atsız’a yazdığı mektubunda kardeşlerini istemiş ancak Atsız onları Sultan Melikşah’a 45 Turan, Selçukular Zamanında Türkiye, 75. 46 Koca, 60. 47 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 75. 13 gönderdiğini bildirmesinin ardından bir faaliyette bulunmamıştır. Bu olayın ardından Kutalmış oğullarının ikisi saf dışı kalmıştır.48 Süleymanşah ve Mansur bu arada Halep’i almak için kuşatmışlar ancak Kuzey Suriye’de genişleme siyasetinin tehlikesini görerek kuşatmayı kaldırmışlardır. Anadolu ise bu dönemde faaliyet gösterme açısından daha müsaitti. Bizans bitmek bilmeyen iç karışıklıklar ile uğraştığı için Anadolu’yu kendi haline bırakmak zorunda kalmıştı. Anadolu’da en büyük fetih hareketlerinde bulunan Artuk Bey ise Sultan Melikşah tarafından başkente çağırılmıştı. Sultan Melikşah, Artuk Bey’i amcası Kavurt ile olan taht mücadelesinde kendisine destek olması için İsfahan’a çağırmıştı. Kavurt’un bertaraf edilmesinin ardından Artuk Bey, Ahsa ve Bahreyn Karmatileri üzerine sefer ile görevlendirildi. Artuk Bey’in Anadolu’dan ayrılmasının ardından Süleymanşah ve Mansur Anadolu’da daha rahat hareket etme fırsatı buldular.49 Süleymanşah ve Mansur ilk olarak Antakya’yı kuşatsalar da ele geçiremeyerek Anadolu içlerine yöneldiler. 1074 yılında Konya’da bulunan Gevale kalesini ele geçirerek bölgede fetihlerde bulundular. İç Anadolu bölgesinde fetihlerini tamamlayan Kutalmış oğulları Sakarya havzasına yöneldiler. 1075 yılında Bizans’ın en önemli şehirlerinden olan İznik’i fethederek yeni kurulan devletin başkenti yaptılar ve Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurdular.50 Bizans İmparatorluğu bu olaylar yaşanırken taht için isyan eden Rumeli orduları komutanı Bryennios ve Anadolu orduları komutanı Botaniates’in isyanları ile meşguldü. Kutalmış oğulları Bizans’ın iç işlerine karışmak için büyük bir fırsat yakaladılar. Botaniates tahtı ele geçirebilmek için bölgede önemli bir siyasi güç konumuna gelen Kutalmış oğullarından destek istedi. Süleymanşah ve Mansur ellerine gelen bu fırsatı iyi değerlendirerek Botaniates’in talebini kabul ettiler. Kutalmış oğullarının desteği ile Botaniates, Bizans’ın yeni imparatoru oldu. Bizans İmparatorluğu’nun tahtına yön veren Kutalmış oğulları bu destekleri ile bölgedeki siyasi varlıklarını kabul ettirmişlerdir. Bunun yanında yeni kurulan Türkiye Selçuklu Devleti’nin sınırları Üsküdar’a kadar genişlemiş ve boğazın giriş çıkışları kontrol edilir hale gelmişti.51 48 Koca, 61. 49Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 83. 50 Koca, 62. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 84. Azimi Tarihi,Ali Sevim, (çev.) Ankara: TTK, 2006,24. Kafesoğlu, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar, 283. 51 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 85. Koca, 63. 14 Süleymanşah ve Mansur birlikte hareket ettikleri dönemde yalnız Anadolu’ya değil Bizans’a da yön vermişlerdir. Ancak Kutalmış oğullarının arası liderlik mücadelesi nedeniyle bozulmuştur. Mansur yalnız Süleymanşah’a değil Sultan Melikşah’a karşı da cephe alınca Süleymanşah durumu İsfahan’a bildirmiştir. Bu haber üzerine Sultan Melikşah, Emir Porsuk’u Anadolu’ya gönderdi. Emir Porsuk yapılan mücadele sonunda 1078 yılında Mansur’u öldürdü. Ağabeyi Mansur’un Emir Porsuk tarafından ortadan kaldırılması ve Emir Porsuk’un da Anadolu’dan ayrılmasının ardından Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti’nin tek hâkimi oldu.52Süleymanşah İznik’te devletini teşkilatlandırarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu tamamladı. Süleymanşah’ın devletinin kuruluşunu tamamladığı dönemde Bizans’ta yeniden taht karışıklıkları başlamıştı. Taht mücadelesinden galip çıkan Aleksios Komnenos yeni Bizans imparatoru oldu. Süleymanşah yeni imparator Aleksios Komnenos ile 1081 yılında Dragos Çayı antlaşmasını imzaladı. Bu anlaşma ile Süleymanşah boğazlardan biraz geriye çekilse de anlaşmanın asıl önemi yeni kurulan Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk anlaşması olması ve Bizans tarafından siyasi olarak tanınması bakımından önemlidir.53 Süleymanşah, Bizans ile imzalamış olduğu anlaşmanın ardından arkasını güvene alarak Anadolu’ya yöneldi. Süleymanşah 1083 yılında Tarsus’u topraklarına kattı. Antakya şehrinin valisinin daveti üzerine Antakya’ya yöneldi. Süleymanşah şehri kuşattı ve kuşatma neticesinde Aralık 1084’de dış kale Ocak 1085 yılında da iç kale alınarak şehir ele geçirildi.54 Antakya’nın ele geçirilmesinin ardından Kuzey Suriye’ye yönelen Süleymanşah Halep’i kuşattı. Ancak Halep hâkimi kaleyi teslim etmek için Suriye Meliki Tutuş’a haber gönderdi. Melik Tutuş’un harekete geçtiği haberi üzerine Süleymanşah onu karşılamak için kuşatmayı kaldırdı. Ancak Süleymanşah 1086 yılında Suriye Meliki Tutuş ile yaptığı savaşı ve sonucunda hayatını kaybetti.55 52 Koca, 64. 53 Koca, 67. Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara: TTK, 1988,85. 54Azimi Tarihi, 29. Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara: TTK, 1983, 108-110. Koca, 70-71. 55 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 102-105.Kafesoğlu, Selçuklular, İA, 353-416. Azimi Tarihi, 30. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 135,136. Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, 122-123. Koca, 73-74. 15 Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı olan Kutalmışoğlu Süleymanşah’ın İznik merkezli 1075 yılında kurduğu devleti onun soyundan gelenler tarafından uzun yıllar Anadolu’da hüküm sürmüştür. Selçuklu devletleri arasında en uzun ömürlüsü olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin Anadolu’nun Türkleşmesinde şüphesiz büyük katkısı olmuştur. Süleymanşah İznik’ten ayrılmadan önce yerine vekâleten veziri Ebu’l Kasım’ı bırakmıştı. Ebu’l Kasım, Süleymanşah’ın ölümü olan 1086 yılından 1092 yılına kadar Türkiye Selçuklu Devleti’ni idare etmiştir. Süleymanşah’ın ölümünün ardından esir edilen ve İsfahan’a götürülerek hapsedilen oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan 1092 yılında Sultan Melikşah’ın ölümünün ardından kaçarak Anadolu’ya geldiler. Süleymanşah’ın büyük oğlu Kılıçarslan 1092 yılında İznik’e gelerek devleti Ebu’l Kasım’dan devraldı ve Türkiye Selçuklu hükümdarı oldu.56 I.Kılıçarslan ve ondan sonra tahta çıkan I.Mesud, II.Kılıçarslan, II.Süleymanşah, I.Gıyaseddin Keyhüsrev, I.İzzeddin Keykavus gibi sultanlar gerek Bizans ve Haçlılar gerekse Eyyubiler ve yeri geldiğinde bölgedeki Türk beylikleriyle mücadele ederek Türkiye Selçuklu Devleti hakimiyetini yaymaya ve korumaya çalıştılar. I.Alaaddin Keykubad’ın tahta geçmesiyle birlikte parlak bir dönem yaşayan Türkiye Selçuklu Devleti, yine bu dönemde yukarıda saydığımız rakiplerinin yanı sıra Harezmşahlar ile de mücadele etmek mecburiyetinde kaldı. Nitekim bu çalışmada da Büyük Selçuklu Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti’nin Harezmşahlar ile olan ilişki ve mücadeleleri izah edilmeye çalışılacaktır. 56 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 125. Koca, 89-90. BİRİNCİ BÖLÜM BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN İDARESİNDE HAREZM BÖLGESİ 1.1. Tuğrul Bey Dönemi ve Harezm Bölgesi’nin Fethi Büyük Selçuklu Devleti’nin Harezm bölgesi ile olan ilişkileri daha devlet kurulmadan önce başlamıştır. Gazneli Sultanı Mahmud, Temmuz 1017 tarihinde Memuniler hanedanına son vererek Harezm bölgesini topraklarına katmıştır. Sultan Mahmud, Memuni hanedanından kalanları Gazneliler Devleti içerisinde çeşitli kalelerde hapsetmiş ve Harezm bölgesinin idaresini güvendiği adamlarından Hacip Altuntaş’a vermiştir.57 Yukarıda da bahsettiğimiz gibi 1021 yılında Karahanlı Yusuf Kadir Han’ın büyük han olmasını tanımayarak ona isyan eden Karahanlı hanedanından olan Ali Tegin, Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu ile ittifak kurarak Buhara’da müstakil bir beylik kurmuştur. Ancak Arslan Yabgu’nunGazneli Sultanı Mahmud tarafından yakalanarak hapsedilmesinden sonra müttefikini kaybeden Karahanlı Ali Tegin, bu defa Tuğrul ve Çağrı Bey’lere elçi göndererek ittifak teklif etti. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler Ali Tegin’e güvenmedikleri için bu teklifi kabul etmediler. Bunun üzerine Selçuklular’ı birbirine düşürmek ve onları zayıflatarak daha sonra idaresi altına almak isteyen Ali Tegin, Selçuk Bey’in dördüncü oğlu Yusuf Yınal’a elçi ve hediyeler göndererek onu Yabgu ilan etmek istemiştir. Ancak Yusuf Yınal’da buna yanaşmayınca Ali Tekin, 1029 tarihinde Alp Kara Barani komutasında bir ordu göndererek Yusuf Yınal ile birlikti pek çok Selçuklu’yu öldürmüştür.58 Ali Tegin’nin bu saldırısından kurtulan Tuğrul ve Çağrı Bey’ler 1030 tarihinde karşı saldırıya geçerek başta Alp Kara Barani olmak üzere Ali Tegin’in binden fazla askerini öldürerek Yusuf Yınal’ın intikamını almışlardır. Ancak Selçuklular ardı kesilmeyen Ali Tekin’in saldırıları sonucu Gazneliler’e başvurdular. Gazneliler Devleti’nin Harezm valisi Altuntaş, kuvvetlerinden faydalanabileceği Selçuklular’a 57Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara: TTK, 1989, 37. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 296. İbnü’l Esir, Cilt 9, 208-209. Beyhaki, 646. 58Turan, 92-93. Köymen, Cilt I, 121-125. 17 yurt olarak Darhan bölgesini vermiştir. Selçuklular 1032 tarihinde Harezm bölgesine ilk defa gelerek 15 bin çadır halinde Darhan bölgesine yerleşmişlerdir.59 Sultan Mahmud’un 1030 tarihinde ölümünün ardından taht mücadelesinden galip çıkan oğlu Sultan Mesud, Gazneliler Devleti tahtına geçti.60 Sultan Mesud babasının Karahanlılar Devleti ile sürdürdüğü dostane ilişkileri devam ettirmiştir. İki devletin bu dostane ilişkileri sonucu olarak Maveraünnehir bölgesi için bir tehdit olan Selçuklular ve Ali Tegin’i bertaraf etmek için harekete geçtiler. Selçukullar, Gazneli Devleti’nde yaşanan taht değişikliğinin kendileri için olumsuz bir sonuç olduğunu anlamalarının ardından Gazneliler Devleti idaresinde olan Harezm bölgesinden ayrılarak Maveraünnehir bölgesine geri dönmüşlerdir. Ortaya çıkan bu tehlikenin ardından Ali Tegin ve Selçuklular ittifak kurmuşlardır. Bu arada Sultan Mesud, Harezm valisi Altuntaş’ı Buhara’ya Ali Tegin üzerine bir sefere görevlendirdi. Harezm valisi Altuntaş ve Ali Tegin, 1032 tarihinde Debusiye’de savaşa tutuştular ancak iki tarafta bu savatan bir netice alamadı. Bu savaşta Ali Tegin’in yanında müttefiki Selçuklular’da bulunmaktaydı. Ancak bu savaşta yaralanan Harezmşah Altuntaş fazla yaşamamış ve Harezm’e dönünce ölmüştür. Harezm valisi Altuntaş, Harezm bölgesini Gazneliler Devleti’ne sadakatle bağlı olarak idare etmiştir. Altuntaş’ın ölümünden sonra Sultan Mesud’un da onayıyla Harezm valisi Altuntaş’ın oğlu Harun olmuştur.61 Harezmşah Harun, Harezm valisi olmasından sonra babasının tam tersi bağımsızlık yolunda Gazneliler Devleti’ne karşı isyan etmiştir. İsyanın görünen nedeni olarak da Gazne sarayında rehin tutulan kardeşinin ölümü olmuştur.62 Harun bağımsızlık yolunda bu isyanında kendisine destek olması için Buhara şehrine hâkim olan Ali Tegin ile anlaştı. Harezmşah Harun daha sonra bu ittifaka Tuğrul ve Çağrı Bey’leri de dâhil etti. Harun ile anlaşan Selçuklular tekrar Harezm bölgesine göç ettilir. Ancak müttefikler harekete geçmeden önce ortaya çıkan olaylar Selçuklular’ın Harezm’de kalamayacağını ortaya koymuştur. Selçuklular, Kasım 1034 tarihinde kurban bayramı günü eski düşmanları Cend Emiri Şah Melik’in baskınına uğradılar. 59 Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, 92-93. Prıtsak, Karahanlılar, İA, 251-273. 60İbnü’l Esir, Cilt 9, 308. 61 Sevim ve Merçil, 21-22. Beyhaki, 306-326. 62 Köymen, Cilt I, 145-146. Beyhaki, 647-648. 18 Cend’den zorlu bir yürüyüşün ardından Kızılkum çölünü geçen Şah Melik, RibatıMaşe, Şurah Han ve Gavhera kanalı kıyılarında bulunan Selçuklular’a ani bir baskın yaparak 7-8 bin kişiyi öldürerek pek çok kadın çocuk ve atı da alarak Cend’e dönmüştür. Selçuklular bu büyük darbenin ardından Harezm’i terk ederek Rıbat-ı Nemek’e geldiler. Ancak Selçuklular’ın askeri desteğine ihtiyacı olan Harun, at ve silah yardımı yaparak Selçuklular’ın kısa zamanda toparlanmasını ve Harezm’e geri dönmelerini sağladı. Harezm valisi Harun’un Selçuklular ile bu ittifakı ve Şah Melik ile görüşerek ona yaptığı tehditkâr uyarının ardından Şah Melik, Selçuklular’ı takibe devam etmemiştir.63 Harezmşah Harun’un büyük zorluklarla bir araya getirdiği bu müttefikler harekete geçemeden, Ocak 1035 tarihinde Ali Tegin ölmüş ve kısa bir zaman sonra da Harun’un Gazneliler’in bir suikastı sonucu öldürülmesiyle son bulmuştur. Selçuklular yukarıda da bahsettiğimiz gibi Selçuk Bey’in Cend bölgesine gelerek müslüman olmasının ve gayrimüslim Türkler ile başarılı mücadeleler yapmasının ardından bölgede önemli bir şöhret kazanmışlardır. Kazandıkları bu başarılar ve önemli bir askeri güç olmaları onlara Samaniler Devleti ile anlaşmalarını sağlamıştır. Ancak 999 yılında Samaniler Devleti’ni ortadan kaldırarak Maveraünnehir bölgesine hâkim olan Karahanlılar Devleti, bölgede tam hâkimiyet kurmak için Selçuklu Oğuzları’nı bir tehdit olarak görmüşler ve onları etkisiz hale getirmek için Selçuklular’a saldırılarda bulunmuşlardır. Selçuklular’ın Maveraünnehir bölgesinde önemli bir askeri güce sahip olmaları onlara düşmanın yanında müttefikler de kazandırmıştır. Karahanlı hanedanından olan Ali Tegin ve Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu’nun ittifakı ve Harezmşah Harun’un isyanında kendisine destek olmaları için Ali Tegin’in yanında Tuğrul ve Çağrı Bey’ler idaresindeki Selçuklular’ı da müttefiki yapması bunu göstermektedir. Ancak Selçuklular’ın bu müttefiklikleri bölgenin iki önemli gücü olan Karahanlılar ve Gazneliler Devleti’nin anlaşması sonucu başarısız sonuçlar vermiştir. Bütün bu olayların ardından Maveraünnehir bölgesinde Karahanlılar’ın, Harezm bölgesinde de Gazneliler Devleti’ni metbu tanıyan Cend Emiri Şah Melik’in saldırılarına maruz kalan Selçuklular daha fazla mücadele 63Özgüdenli, 59-60. Kafesoğlu, Selçuklular,İA, 353-416. İbnü’l Esir, 208-209. Beyhaki, 649. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,313. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 93-94. 19 edemeyerek Gazneliler Devleti idaresindeki Horasan bölgesine inmişlerdir. Horasan’a inen Selçuklular, Merv, Serahs ve Ferava bölgelerini yurt tutmuşlardır.64 Selçuklular, Gazneliler Devleti ile yapmış oldukları Nesa, Serahs ve 1040 tarihinde kazanılan Dandanakan savaşı sonrası Horasan’da Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. Dandanakan zaferinden sonra savaş meydanında Tuğrul Bey tahta çıkarılmış ve Horasan Selçuklu hükümdarı ilan edilmiştir.65 Tuğrul Bey, yeni kurulan Büyük Selçuklu Devleti’nin sultanı olarak ilk işi kazanılan zaferi fetihnameler ile çevre bölgelerin idarecilerine bildirmek olmuştur. Türkistan Hanlarına, Ali Tegin oğullarına, Börü Tekin’e Aynüddevle’ye ve Abbasi Halifesi Kaaim Biemrillah’a mektuplar gönderilmiştir.66 Özellikle Abbasi halifesine gönderilen mektupta Gazneliler ile mücadelenin haklı sebepleri belirtilmiş ve Sünni İslam inançlarına ve halifeye bağlılıkları bildirilmiştir.67 Tuğrul Bey sultan olarak başkent Nişabur’da oturarak İran içlerine ve batı yönündeki bölgelerin fethi ile ilgilenmekteydi. Tuğrul Bey’in saltanatının ilk yıllarında eski düşmanları Cend Emiri Şah Melik, Sultan Mesud tarafından kendisine verilen Harezm üzerine 40 bin kişilik bir ordu ile yürüdü. Şah Melik Şubat 1041 tarihinde Asib ovasında kanlı bir savaştan sonra Altuntaş Harun’un yerine Harezm valisi olan kardeşi Altuntaş İsmail’i yenilgiye uğrattı. Harezm’i ele geçiren Şah Melik, başkent Gürgenç’de Harezm tahtına çıkarak bu dönemde ölümünden habersiz olduğu Sultan Mesud adına hutbe okuttu. Harezmşah İsmail, Şah Melik’in Harezm bölgesinin idaresini ele geçirmesinin ardından bölgeden kaçarak Mart 1041 tarihinde eski müttefikleri olan Selçuklular’a sığındı. Altuntuş İsmail, Merv’e gelerek Çağrı Bey’e olanları bildirdi ve yardım istedi.68 Bu dönemde Çağrı Bey, Gazneliler Devleti ile mücadele içindeydi. Şah Melik’in Harezm’i ele geçirmesi ile ortaya çıkan tehlikeyi gören Çağrı Bey derhal Altuntaş İsmail’i de yanına alarak Şah Melik’e karşı harekete geçti. Çağrı Bey’in Harezm üzerine yürüdüğü haberi üzerine Şah Melik, Harezm 64 Turan,Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti,94. Beyhaki, 652. 65 Sevim ve Merçil, 26. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 106. 66 Köymen, Cilt I, 344. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,318. Turan, Selçuklular ve Türk İslam Medeniyeti, 106. 67 Sevim ve Merçil, 27. 68 Turan, Selçuklular ve Türk İslam Medeniyeti, 110. İbnü’l Esir, Cilt 9, 385.Beyhaki, 656-657. Mirhand, Ravzatu’s-Safa, Erkan Göksu (terc.) Ankara: TTK, 2018, 75 20 bölgesini terk etmiştir. Ancak Çağrı Bey’in geri dönmesinin ardından Şah Melik de geriye dönerek tekrar Harezm bölgesine hâkim olmuştur.69 Tuğrul Bey bu arada Taberistan ve Cürcan taraflarını Selçuklu topraklarına katmıştı.70 Tuğrul Bey bu seferin ardından Harezm bölgesini ele geçirmek ve Selçuklular’ın amansız düşmanı olan Şah Melik’i ortadan kaldırmak için Çağrı Bey ile birleşerek 1043 baharında Harezm üzerine yürüdü. Şah Melik, başkent Gürgenç’de kuşatıldı ise de bir fırsatını bulup şehirden kaçmayı başarmıştır. Şah Melik’in kaçmasının ardından Harezm halkı Tuğrul Bey’e itaatini bildirmiştir. Böylece Harezm bölgesi Büyük Selçuklu Devleti’nin bir eyaleti durumuna gelmiştir. Şah Melik, Mekran taraflarında kaçarken İbrahim Yınal’ın kardeşi Ertaş tarafından yakalanarak Çağrı Bey’e teslim edilmiştir. Çağrı Bey, Selçuklular’ın bu eski amansız düşmanını hapse atmış ve Şah Melik, Selçuklu zindanlarında ölmüştür. Harezm bölgesi Tuğrul Bey döneminde Büyük Selçuklu Devleti topraklarına katılmış bölgenin idaresi yerel idareciler tarafından yapılmıştır71. 1.2. Sultan Alp Arslan Dönemi, Harezm Bölgesi’nin İdaresi Tuğrul Bey ölümünden kısa bir süre önce erkek evladı olmadığı için Çağrı Bey’in en küçük oğlu Süleyman’ı veliaht bırakarak Eylül 1063 tarihinde Rey şehrinde 70 yaşında hayatını kaybetti.72 Henüz çok küçük yaşta olan Süleyman, vezir AmidülmülkKündüri tarafından tahta çıkarıldı.73 Ancak Süleyman’ın hükümdarlığını ağabeyi olan, Çağrı Bey’in diğer oğlu Alp Arslan ve Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış tanımayarak taht için harekete geçtiler. Alp Arslan ile Kutalmış Ocak 1064 tarihinde Damegan civarında karşılaştılar. Savaşı Alp Arslan kazanırken Kutalmış bu mücadele sonunda hayatını kaybetti. Alp Arslan’ın bu zaferinin ardından taht yolu 69 Sevim ve Merçil, 27. İbnü’l Esir, Cilt 9, 385.Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,318. 70İbnü’-Esir, Cilt 9, 379. 71Cüzcani, 75. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 148-149. Mirhand, Ravzatu’s-Safa,75-76. 72 Turan, Selçuklular ve Türk İslam Medeniyeti, 147. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 41.İbnü’lCevzi, elMuntazam-Selçuklular, 87. 73 Mükrimin Halil Yınanç, Alp Arslan, İslam Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1978, 384-386. 21 ona açıldı ve zorlukla karşılaşmadan Rey şehrine girerek Ocak 1064 tarihinde Büyük Selçuklu Devleti sultanı oldu.74 Sultan Alp Arslan taht için rakiplerini ortadan kaldırdıktan sonra 1064 tarihinde Azerbaycan, Gürcistan ve Doğu Anadolu bölgelerine bir sefer düzenleyerek fetihlerde bulundu. Ağustos 1064 tarihinde Bizans’ın önemli kalelerinden biri olan Ani kalesini fetheden Sultan Alp Arslan’a Abbasi halifesi tarafından “Ebul Feth” lakabı verilmiştir.75 Sultan Alp Arslan’ın 26 Ağustos 1071 tarihinde Bizans’a karşı kazandığı Malazgirt zaferi Anadolu Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Malazgirt zaferi ve ardından Sultan Alp Arslan’ın Anadolu’nun fethi emrinin ardından Azerbaycan ve diğer Bizans sınırlarında sıkışan Türkmenler Anadolu’da kalıcı olarak fetih hareketlerine başladılar. Anadolu’da fetihler hızla ilerledi ve beyler ele geçirdikleri bölgeleri kılıç hakkı olarak sahiplendiler ve Anadolu’da beylikler kurulmaya başladı. Sultan Alp Arslan’ın beyleri tarafından, Saltuklular, Mengücükler, Danişmendliler, Sökmenliler ve Artuklular gibi beylikler kuruldu. Şüphesiz bunlar arasında Anadolu’da Malazgirt zaferinin ardından 1075 yılında Kutalmış oğulları tarafından İznik merkezli kurulan Türkiye Selçuklu Devleti en önemlileri olmuştur.76 Batı seferlerinde çok büyük başarılar elde eden Sultan Alp Arslan iki kez de devletin doğu bölgesine sefer düzenledi. Bu seferlerinden ilkinde 1065 tarihinde Üst Yurt ve Mangışlak taraflarında ticaret yollarına zarar veren ve tüccarların mallarını yağmalayarak devletin ticaretine zarar veren Kıpçaklar ve Türkmenleri cezalandırmak için yaptı. Sultan Alp Arslan önce Horasan’a oradan da Harezm’e geçti. Sultan buradan hareketle ticaret yollarına zarar veren Kıpçaklar ve Türkmenleri cezalandırdı. Sultan Alp Arslan buradan Cend şehrine giderek dedesi Selçuk Bey’in mezarını ziyaret etti. Cend hâkimi büyük hediyelerle sultanı karşıladı ve sultan onu yerinde bıraktı. Buradan tekrar Harezm’e dönen Sultan Alp Arslan, Gürgenç şehrine geldi ve harap olan şehri imar ettirerek şehirde birde cami yaptırdı. Daha sonra Harezm bölgesinin idaresini oğlu Arslan Argun’a vererek Mayıs 1066 74Merçil, Müslümün Türk Devletleri Tarihi,59.Özgüdenli, 138. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 48-49. 75Özgüdenli, 142.İbnü’l-Esir, Cilt 10, 52. Koca, 31-32. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 156. 76 Sevim ve Merçil, 72-73. Koca, 46-48. 22 tarihinde Merv’e döndü.77 Sultan Alp Arslan döneminde Harezm bölgesi idari yönden hanedan üyesi olan Arslan Argun tarafından idare edilse de bölgenin asıl idarecisi, Harezm’in ileri gelenleri tarafından ortak kararla seçilen idareciler tarafından yürütülmüştür.78 1.3. Sultan Melikşah Dönemi ve Harezm’in İdaresi Sultan Alp Arslan çıktığı Maveraünnehir seferinde 1072 yılında teslim olarak huzuruna çıkarılan Barzam kalesi komutanı Yusuf el-Harezmî tarafından hançerlendikten dört gün sonra hayatını kaybetti.79 Sultan Alp Arslan’ın ölümünün ardından veliaht olan oğlu Melikşah vezir Nizamü’l Mülk’ün de yardımı ile Kasım 1072 yılında 18 yaşında Büyük Selçuklu Devleti’nin yeni sultanı oldu.80 Sultan Melikşah dönemi devletin zirve dönemi ve en büyük sınırlara ulaşıldığı dönemdir. Sultan Melikşah’ın yirmi yıllık saltanatında devletin sınırları Çin sınırlarından Batı Anadolu’ya kadar ulaşmıştı.81 Sultan Melikşah tahta geçtikten sonra ilk iş olarak taht için harekete geçen amcası Kavurd ile mücadele ederek onu ortadan kaldırdı. Daha sonra taht değişikliğini fırsat bilerek Selçuklu topraklarına saldıran Karahanlılar ve Gazneliler’e karşı yürüyen Sultan Melikşah onları yenilgiye uğratarak bölgede yeniden hâkimiyeti tesis etti.82 Sultan Melikşah döneminde Harezm bölgesinin idaresine baktığımızda ise bu dönemde Harezm bölgesi ve Harezmşahlar Devleti’nin tarihi açısından en önemli olaylardan birisi gerçekleşmiştir. Harezm bölgesinin idaresi bu döneme kadar Horasan bölgesine bağlıydı. Ancak idari yönden Horasan bölgesine bağlı olan bölgenin yönetimi yine Harezm ileri gelenleri tarafından seçilen yerel beyler tarafından yapılmaktaydı. Sultan Melikşah Harezm bölgesinin idaresini doğrudan saray teşkilatına bağladı. Harezm bölgesinin gelirlerinin bir kısmı ile sarayın “taşdarlık” masrafları karşılanacaktı. Sultanın leğen ve ibrikçisi olan taşdarlık 77 Köymen, Cilt III, 41. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 159. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 58. 78Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,36. 79 Turan, Selçuklular ve Türk İslam Medeniyeti,190. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 78-79. İbnü’lCevzi, elMuntazam-Selçuklular, 110. 80Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul: Ötüken, 2019, 49. 81Özgüdenli, 191. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 225. 82 Erkan Göksu, Selçuklular, İstanbul: Kronik Kitap, 2019, 140. 23 makamına gelenler en güvenilir ve en sadık gulamlar arasından seçilirdi. Sultan Melikşah, Harezm bölgesinin idaresini 1077 yılında Taştdarı Anuştekin Garce’ye verdi.83 Sultan Melikşah tarafından Harezm bölgesinin idaresinin Harezmşahlar Devleti hanedanının atası olan Anuştekin’e verilmesinin ardından çalışmamıza konu olan Harezmşahlar hanedanının temelleri atılmış oldu. Ancak Anuştekin Harezm valisi olsa da saraydan ayrılmamış ve Harezm bölgesine gitmeyerek bölgeyi naipler vasıtası ile idare etmiştir. Sultan Melikşah’ın ölümünün ardından başlayan taht kavgaları döneminde Harezm bölgesinin idaresine baktığımızda Kıpçak Türklerinden Ekinci b.Koçkar’ın ele geçirdiği görülmektedir.84Sultan Melikşah döneminde Harezm bölgesinin idaresi ne kadar saray teşkilatına bağlanmış ve Anuştekin’e verilmiş olsa da daha önce ki dönemlerde olduğu gibi naipler ve yerel idarecilerce bölgenin idaresinin sürdürüldüğü görülmektedir. Harezm bölgesinin tam anlamda idaresinin Anuştekin hanedanına geçti dönem ise 1097 yılında Anuştekin’in oğlu Kudbüddin Muhammed’in Harezm valisi olduğu dönem olmuştur. 1.4. Sultan Melikşah’ın Ölümü ve Taht Kavgaları Döneminde Harezm Bölgesi Sultan Melikşah’ın yirmi yıllık saltanatı dönemi Büyük Selçuklu Devleti’nin zirve dönemidir. Sultan Melikşah Bağdat’da Kasım 1092 tarihinde çıktığı avda rahatsızlanmış ve kısa bir süre sonrada hayatını kaybetmiştir. Sultanın ölümünden bir ay önce de Büyük Selçuklu Devleti’nin en kudretli devlet adamı olan veziri Nizamü’l Mülk, Bağdat yolunda iken Bâtınilerin suikastı sonucu öldürüldü. Sultan Melikşah’ın ölümü konusu aydınlatılamamıştır. Kaynaklarda farklı rivayetler belirtilmiş ancak zehirlenerek öldürüldüğü ihtimali tarihçiler tarafından ortak görüş olarak kabul edilmeklebirlikte sultanın kimler tarafından zehirlendiği konusu aydınlatılamamıştır.85 83Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 36. 84Kafesoğlu, 36. 85Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, 207. Özgüdenli, 190. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 181. 24 Sultan Melikşah’ın ölümünün ardından Büyük Selçuklu Devleti’nde taht için büyük bir mücadele başladı. Melikşah’ın ölümünden kısa bir süre önce eşi Terken Hatun oğlu Mahmud’u veliaht tayin ettirmeyi başarmıştı. Henüz küçük yaşta olan Mahmud 1092 tarihinde Terken Hatun’un büyük gayreti ile Büyük Selçuklu Devleti sultanı ilan edildi.86Nizamü’l Mülk’ün adamları tarafından desteklenen Sultan Melikşah’ın en büyük oğlu Berkyaruk kardeşinin saltanatını tanımayarak Rey şehrinde sultanlığını ilan etti. Melikşah’ın kardeşi Suriye Meliki Tutuş’da sultanlığını ilan ederek başkent İsfahan’a yürümüştür. Diğer yandan Melikşah’ın bir diğer kardeşi Arslan Argun, Horasan’ın büyük kısmını ele geçirmiş ve sultanlığını ilan etmişti. Büyük Selçuklu Devleti içerisinde karışıklıklar artmış ve merkezi otorite kaybolmuştur. Hanedan üyeleri yönettikleri bölgelerde sultanlıklarını ilan etmişler devlet hazinesi boşaltılmış ve ordu da dağılmıştır.87 Bu taht mücadeleleri sonunda Nizamü’l Mülk’ün adamlarının da desteğini alan Melik Berkyaruk önce 1094 tarihinde Terken Hatun ve kardeşi Mahmud’u daha sonrada Şubat 1095 tarihinde amcası Tutuş’u bertaraf ederek Büyük Selçuklu Devleti sultanı oldu.88 Sultan Berkyaruk amcası Tutuş ile ittifak yapan ve Belh’de ayaklanan diğer amcası Tekiş’i de boğdurmak suretiyle ortadan kaldırmıştır. Berkyaruk kazandığı bu başarılar ile devleti büyük ölçüde toparlamıştı. Bu taht mücadeleleri devam ederken Horasan bölgesine hâkim olan ve sultanlığını ilan eden Melik Arslan Argun hala bölgeyi elinde tutmaktaydı. Sultan Berkyaruk amcası Arslan Argun’u bertaraf etmek için onun üzerine kardeşi Melik Sancar’ı gönderdi. Melik Sancar kendisine Atabeg tayin edilen Emir Kamac ile beraber Horasan’a doğru yola çıktı.89Melik Sancar, Sultan Melikşah’ın hayatta olan en küçük oğluydu. Melik Sancar 1097 tarihinde kendisine Atabeg tayin edilen Emir Kamac ile Horasan’a yaklaştığı sırada amcası Arslan Argun’un Merv’de bir kölesi tarafından öldürürlüğü haberini aldı. Sancar, Horasan’a geldikten kısa bir süre sonra arkasından Sultan Berkyaruk’da Horasan’a geldi. Sultan Berkyaruk, Horasan bölgesinin idaresini kardeşi Melik Sancar’a vererek aynı yıl Irak’a geri döndü. Böylece uzun yıllar 86 Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 226. 87Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu,211. 88Kafesoğlu, Selçuklular, İA,353-416. 89 Sevim ve Merçil, 149-150. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 221. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 227. 25 Horasan bölgesinde hüküm sürecek olan Sancar’ın 1117 tarihine kadar sürecek olan Horasan Melikliği dönemi başlamış oldu.90 Arslan Argun’un öldürülmesinin ardından ona önemli kuvvet sağlayan ve Belh ile Tirmiz kalelerini ele geçirmesinde büyük desteği olan Emir Kodan ve Emir Yaruktaş, Melik Sancar’ın Horasan’a yaklaşmasının ardından cezalandırılmaktan korkmaktaydılar. Melik Sancar ve ardından Sultan Berkyaruk, Merv şehrine geldiğinde bu iki emir sultana itaatini sundular. Sultan Berkyaruk bu emirleri cezalandırmadı ve kardeşi Muhammed Tapar ile devam eden taht mücadelelerinde kendisine destek olmalarını buyurdu. Bu dönemde Harezm bölgesinin idaresine baktığımızda yukarıda da belirttiğimiz gibi Kıpçak Türklerinden Ekinci b. Koçkar’ın idaresindeydi. Sultan Berkyaruk, Ekinci b. Koçkar’ı da taht mücadelesinde kendisine destek olması için çağırdı. Ekinci b. Koçkar 10 bin kişilik kuvvetle Sultan Berkyaruk’a destek için 1097 tarihinde Harezm’den Horasan’a indi. Ekinci b. Koçkar’ın bu gelişini öğrenen Emir Kodan ve Yaruktaş, Sultan Berkyaruk’un kendilerini cezalandırmak için gönderdiği korkusuna kapılmışlardır. Ekinci kuvvetlerinden önce üç yüz seçme adamı ile önden Merv şehrine gelmiştir. Bu durumu değerlendiren Emir Kodan ve Emir Yaruktaş topladıkları beş yüz süvari ile bir akşam eğlenmekte olan Ekinci b. Koçkar’a saldırarak onu ortadan kaldırmışlar ve kuvvetlerini dağıtmışlardır. Bu iki emir daha sonra Harezm’e giderek bölgenin idaresinin Sultan Berkyaruk tarafından kendilerine verildiğini söyleyerek Harezm bölgesinin idaresini ele geçirmişlerdir.91 Sultan Berkyaruk bu olayları öğrendiğinde Emir Üner ve Müeyyedü’lMülk’ün isyanları ile uğraşmaktaydı. Sultan derhal Emir-i Dad Habeşi b. Altuntak’ı Horasan valiliğine tayin ederek bu asileri cezalandırmasını buyurdu. Habeşi, Herat’dan hızla 15 bin kişilik kuvvet toplayarak harekete geçti. Yolda kendisine katılan kuvvetlerle Ceyhun nehrini gecen Habeşi b. Altuntak, Harezm bölgesine kaçmakta olan Emir Yaruktaş’ı yolda yakalayarak kuvvetlerini bozguna uğratmış ve Emir Yaruktaş’ı da esir etmiştir. Bu haberi öğrenen Emir Kodan’ın askerleri isyan etmiş ve hazinelerini yağmalamıştır. Emir Kodan zor da olsa Harezm’den kaçmayı başarmış ve Horasan’a 90Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 24. Sevim ve Merçil, 149-150. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 219- 221. 91Özgedenli, 212. Sevim ve Merçil, 151. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 222. 26 dönerek Melik Sancar’ın hizmetine girmiştir. Horasan işlerini yoluna koyan Emir Habeşi b. Altuntak, Harezm bölgesinde de düzeni sağlamış ve Harezm bölgesinin idaresini Sultan Melikşah’ın taştdarı Anuştekin Garce’nin oğlu Kudbüddin Muhammed’e vermiştir. Böylece çalışmamıza konu olan Harezmşahlar Devleti dönemi Kudbüddin Muhammed’in 1097 yılında Harezm’e vali tayin edilmesi ile başlamıştır.92 Sultan Berkyaruk, taht mücadeleleri ile geçen saltanatı sonunda 1104 yılında hayatını kaybetti. Sultan Berkyaruk’un ölümünün ardından Büyük Selçuklu Devleti tahtına kardeşi Muhammed Tapar geçti. Sultan Muhammed Tapar zamanında Melik Sancar, Horasan bölgesindeki hâkimiyetini kuvvetlendirdi.93 Sultan Muhammed Tapar’ın 1117 tarihinde ölümünün ardından devlet adamları tarafından oğlu Mugisüddin Mahmud tahta çıkarıldı. Ancak amcası Horasan Meliki Sancar yeğenini saltanatını tanımayarak harekete geçti. İki taraf arasında Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save savaşının ardından Sancar, Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıktı.94 92Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 37-38. Özgüdenli, 212. Aydın Taneri, Harezmşahlar,Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, 9. Togan, 240-257. Köprülü, 265-296. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 223. 93Özgüdenli, 235. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,24-25. 94Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 25. Turan, Selçuklular ve Türk İslam Medeniyeti,234. İKİNCİ BÖLÜM HAREZMŞAHLAR DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ İLE İLİŞKİSİ 2.1. ANUŞTEKİNOĞULLARI HAREZMŞAHLARI’NIN ORTAYA ÇIKMASI VE KUDBÜDDİN MUHAMMED Harezmşahlar Devleti hanedanının atası olan Anuştegin, Büyük Selçuklu Devleti komutanlarından Bilge Tekin tarafından Garcistan’lı bir köle tacirinden alınmıştır. Anuştekin, Garcistan’dan alındığı için AnuştekinGarca adı ile de kaydedilmiştir. Bilge Tekin’in kölesi olarak saraya gelen Anuştekin zamanla zekâsı ve becerisiyle devlet içinde yükselmiştir.95Anuştekin daha sonra sultanın en güvenilir köleleri arasından seçilen taştdarlık96 görevine getirilmiştir. Bilindiği gibi Sultan Melikşah’ın taştdarlığı görevine gelen Anuştekin’e 1077 yılında sultan tarafından taştdarlık makamının giderlerini karşılaması için Harezm Bölgesi’nin valiliği verilmiştir. Ancak Anuştekin, başkent İsfahan’dan ayrılmamış ve Harezm bölgesine gitmeyerek naipler vasıtası ile bölgeyi idare etmiştir.97 Harezmşahlar Devleti’nin soyu meselesine baktığımızda kaynaklarda farklı görüşler mevcuttur. F.Köprülü, Reşüdiddin’e dayanarak bu hanedanı Oğuzlar’ın Beğdili boyundan olduğunu aktarır.98 Bunun yanında Garcistan’dan köle olarak satın alınan Anuştekin’in Karluk, Halaç, Yağma, Çiğil veya Kıpçak Türklerinden de olabileceği muhtemeldir. Türk olduğu kesin olan bu hanedanın Türklerin hangi kolundan olabileceği konusu kaynaklarda tam olarak net değildir.99 95Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i CihanGüşa,Cilt II, Mürsel Öztürk, (çev.), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1988, 5.İbnü’l-Esir, Cilt 10, 223. Hamdullah Müstevfi-yiKazvini, Tarih-i Güzide, Mürsel Öztürk (çev.) Ankara: TTK, 2018,384. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 339-340. 96Merçil, Selçuklular ( Makaleler),İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2011, 208-209. 97Köprülü, 265-296.Cüveyni, Cilt II, 5.Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 340. Özaydın, KudbüddinHarizmşah, İslam Ansiklopedisi, Cilt 26, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2002, 484- 485.Kazvini, Tarih-i Güzide,384. 98 Köprülü, 265-296. 99Kafesoğlu, Harizmşahlar Devleti Tarihi, 40-41. Taneri, 15. Özaydın, KudbüddinHarizmşah, İA,484-485. 28 Sultan Berkyaruk döneminde Harezm bölgesine baktığımızda bölgenin idaresi Kıpçak Türklerinden olan Ekinci b. Koçkar’ın idaresindeydi. Sultan Berkyaruk Horasan’da taht için isyan eden amcası Arslan Argun’u bertaraf etmek için daha önce de ifade ettiğimiz gibi kardeşi Melik Sancar’ı görevlendirdi. Melik Sancar, Atabeg Emir Kamaç ile Damegan’a geldiğinde Arslan Argun’un Merv’de bir kölesi tarafından öldürüldüğü haberi geldi.100 Melik Sancar’ın ardından Horasan’a gelen Sultan Berkyaruk bölgenin idaresini kardeşi Melik Sancar’a verdi. Arslan Argun’a isyanında destek veren Emir Kodan ve Emir Yaruktaş, Sultan Berkyaruk tarafından cezalandırılmaktan korkmaktaydılar. Ancak sultan bu iki güçlü emiri cezalandırmadı ve taht kavgalarında kendisine destek olmalarını bildirdi.101 Sultan Berkyaruk taht kavgaları sırasında Emir Kodan ve Emir Yaruktaş’ın yanında Harezm bölgesinin idarecisi olan Ekinci b. Koçkar’ı da kuvvetleri ile beraber desteğe çağırmıştı. Ekinci b. Koçkar, 10 bin kişilik bir kuvvetle Sultan Berkyaruk’a destek için Harezm’den Horasan’a indi. Ekinci b. Koçkar’ın bu gelişini Sultan Berkyaruk’un kendilerini cezalandırmak için gönderdiğini düşünen Emir Kodan ve Emir Yaruktaş, 300 seçme adamı ile Merv’e önden gelen ve eğlenmekte olan Ekinci b. Koçkar’a baskın vererek onu ortadan kaldırdılar ve kuvvetlerini de dağıttılar. Daha sonra Harezm’e giderek sultan tarafından görevlendirildiklerini söyleyerek Harezm idaresine hâkim oldular.102 Bu olaylar üzerine Sultan Berkyaruk, Horasan valisi Habeşi b. Altuntak’ı asi emirleri cezalandırmakla görevlendirdi. Habeşi b. Altuntak, Emir Yaruktaş’ı yakalayarak ortadan kaldırdı. Emir Kodan ise kaçarak Melik Sancar’a sığındı ve onun hizmetine girdi.103 Habeşi b. Altuntak daha sonra 1097 yılında Harezm bölgesinin idaresini Anuştekin’in oğlu Kudbüddin Muhammed’e verdi.104Kudbüddin Muhammed’in Harezm valisi olması ile Harezmşahlar Devleti tarihteki yerini almıştır.105 Kudbüddin Muhammed bölgeyi Büyük Selçuklu Devleti adına fiilen idare eden Anuştekin hanedanının ilk üyesidir. Babasının sağlığında Merv’de çok iyi eğitim 100İbnü’l Esir, Cilt,10, 221. 101Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 37.İbnü’l Esir, Cilt 10, 222. 102İbnü’l Esir, Cilt 10, 222. Özaydın, KudbüddinHarizmşah, İA, 484-485. 103İbnü’l Esir, Cilt 10, 223. 104Cüveyni, Cilt II, 6. Kafesoğlu,Harizmşahlar Devleti Tarihi, 37-38.İbnü’l Esir, Cilt 10, 223.Barthold,Moğol İstilasına Kadar Türkistan,340. 105Kafesoğlu,Harizmşahlar Devleti Tarihi, 38. İbü’l-Esir, Cilt 10, 223. 29 görmüş siyaset ve ilim sahibi yetenekli bir devlet adamıydı. Kudbüddin Muhammed Harezmşah, Harezm bölgesinde idareciliği döneminde her zaman Büyük Selçuklu Devleti’ne sadakatle bağlı kalmıştır.106 Melik Sancar, Habeşi b. Altuntak’ın isyanının ardından Habeşi’yi ortadan kaldırdığıve Horasan bölgesine tamamen hâkim olduğu dönemde sadakatinden emin olduğu Kudbüddin Muhammed’i Harezm valiliğinde yerinde bırakmıştır. Harezmşah Muhammed otuz yıllık idaresinde (1097-1128) Harezm bölgesinde iyi bir yönetim sergilemiştir. Melik Sancar’ın 1118 tarihinde yeğeni Mahmud b. Muhammed ile yaptığı ve Büyük Selçuklu Devleti sultanı olduğu Save savaşında Sancar’ın ordusunda yer almıştır. Ayrıca Semerkand Hanı Muhammed Arslan, Sultan Sancar’ın kendisini cezalandırmak için hazırlandığı seferden sultanı vazgeçirmek için Harezmşah Kudbüddin Muhammed’den şefaatçi olmasını istemiştir. Bu durum Kudbüddin Muhammed’in Sultan Sancar katındaki itibarını göstermektedir.107 Harezmşah Muhammed, Harezm bölgesinde Ekinci b.Koçkar’ın oğlu Tuğrul b. Ekinci ile mücadele etmiş ve onu yenilgiye uğratarak bölgeden uzaklaştırmıştır. Bu mücadelesinde Sancar’dan yardım istemiş ancak yardım gelmeden Tuğrul b. Ekinci’yi bertaraf etmeyi başarmıştır. Kudbüddin Muhammed idareciği döneminde Sultan Sancar’ın sarayına Merv’e bir yıl kendisi bir yıl büyük oğlu Alaaddin Atsız’ı Harezm vergilerini ve hediyeleri sunmak için göndermiştir. Harezm’de otuz yıllık idareciliğinde iyi bir idare ortaya koyan Kudbüddin Muhammed hanedanının burada tutunması ve gelecekteki faaliyetleri için iyi bir zemin hazırlamıştır. Adına yazılan eserde, “Kudbü’d-din ve’d-dünya, Ebu’l-Feth Muınüemirü’l-mümünin” lakaplarıyla anılması onun nüfuz ve kudretini göstermektedir.108 2.2. Sultan Sancar-Harezmşah Atsız Mücadelesi Kudbüddin Muhammed Harezmşah’ın 1128 yılında ölümünün ardından oğlu Alaaddin Atsız babasının yerine geçerek Harezmşah oldu. Sultan Sancar babası Kudbüddin Muhammed’in kendisine sadakatle bağlı kalarak Harezm bölgesini idare 106Cüveyni, Cilt II, 6. Kazvini, Tarih-i Güzide, 385. 107Taneri, 16. Özaydın, KudbüddinHarizmşah, İA,484-485. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 224. 108 Köprülü, 265-296.İbnü’l-Esir, Cilt, 10, 224. Taneri, 17. 30 etmesinden dolayı Atsız’ın babasının yerine Harezmşah olmasını onayladı.109 1097 yılında doğan Atsız, bilgisi ve cesareti ile başarılı bir devlet adamı olup yazdığı Farsça şiirler ile de devlet adamlığı yanında edebi yönünün de olduğu görülmektedir.110Harezmşah Atsız, Sultan Sancar döneminde Büyük Selçuklu Devleti başkenti olan Merv’de yetişmiş ve eğitimini buruda almıştır. Gençlik yıllarından itibaren Sultan Sancar’ın yanında itibar kazanmıştır. Atsız babasının sağlığında Harezm vergilerini götürmek ve Sultan Sancar’a hediyeler sunmak için iki yılda bir Merv’e Sultan Sancar’ın huzuruna giderdi. Atsız babası Kudbüddin Muhammed ile beraber Sultan Sancar’ın 1118 yılında yeğeni Irak sultanı Mahmud’a karşı kazandığı ve Büyük Selçuklu Devleti tahtına geçtiği Save savaşında da Sultan Sancar’ın yanında yer almıştır.111Harezmşah Atsız’ın Sultan Sancar katında itibar kazandığı en önemli olay, Sultan Sancar’ın 1129-30 yılında isyan eden KarahanlıTamgaç Han üzerine yaptığı Maveraünnehir seferi sırasında Buhara yakınlarında Sultan Sancar’a bir av esnasında tertib edilen suikast girişiminden Sultan Sancar, Atsız’ın yardımı ile kurtulmuştur. Atsız’ın Sultan Sancar’ın hayatını kurtardığı bu olay onun Sultan Sancar katında büyük itibar kazanmasını sağlamıştır.112 Harezmşah Atsız’ın idaresinin ilk yılları Sultan Sancar’a karşı sadakatle geçmiştir. Atsız bu dönemde Sultan Sancar’ın 1130 yılındaki Maveraünnehir seferine, 1132 yılında yeğeni Irak Sultanı Mesud’a karşı yaptığı sefere katılmış ve Horasan ordularının sağ cenahında bulunmuştur. Bu iki savaşta büyük yararlılıklar gösteren Harezmşah Atsız için Cüveyni, “şehamet ve kahramanlıkta mümtaz ve akranlarından üstün” olarak ifade etmiştir. Harezmşah Atsız’ın, Sultan Sancar katında büyük itibar görmesi diğer devlet adamlarının onu kıskanmasına neden olmuştur. Cüveyni, bu devlet adamlarının Atsız’a karşı suikast girişiminde bulunduklarını belirtir. Usta bir devlet adamı olan Atsız durumu anlamada gecikmemiş ve bu suikast girişiminden kurtulmuştur.113 109 Köymen, Cilt II, 311. İbnü’l-Esir, Cilt 10, 224. 110Cüveyni, Cilt II, 6.Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,44. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 179. 111 Sümer, Atsız b. Muhammed, İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1991, 91-92. 112Cüveyni, Cilt II, 6. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 45. 113Cüveyni, Cilt II, 6. 31 Sultan Sancar’ın 1135 yılında isyan eden Gazneli Sultanı Behramşah üzerine yaptığı Gazne seferinde Harezmşah Atsız sultanın yanında yer alıyordu. Harezmşah Atsız bu sefer sırasında devlet adamlarının Sultan Sancar’ı kendi aleyhinde etkilediğini ve sultanın kendisine soğuk davrandığını fark etmede gecikmemiştir. Hayatından endişe eden Harezmşah Atsız, Belh şehrinde bulundukları sırada Sultan Sancar’dan izin alarak Harezm’e döndü114. Sultan Sancar, Harezmşah Atsız’ın dönmesinin ardından o artık bizden uzaklaştı, bir daha yüzünü görmeyeceğiz demiştir. Bunun üzerine Atsız’ın gitmesine neden izin verdiğini soran devlet adamlarına Sancar, onun hizmetlerinden dolayı üzerinde hakkı olduğunu ona kötü davranmanın kendi sultanlığına yakışmayacağını söylemiştir.115 Devlet adamlarının ve komutanların devletin bir eyaletinin valisi olan Atsız’ı bu kadar kıskanması ve sultanı ona karşı doldurmasına karşılık Sultan Sancar, Harezmşah Atsız aleyhine karşı sert bir tavır almamıştır. Aksine Sultan Sancar onu idaresi olan Harezm bölgesine göndererek Atsız’dan yana tavır almış ve devlet adamlarının Atsız’ın bertaraf edilmesi konusundaki girişimleri neticesiz kalmıştır.Nitekim Sultan Sancar 1138 yılındaki birinci Harezm seferine kadar Harezmşah Atsız’ı takip etmemiştir.116 2.2.1. Sultan Sancar’ın I. Harezm Seferi Harezmşah Atsız, Barthold’a göre Harezmşahlar Devleti’nin gerçek kurucusudur.117 Atsız, Harezmşahlar Devleti’nin temellerine atmış ve bu girişimlerini de devrin en büyük idarecisi olan Sultan Sancar’a karşı yaptığı mücadeleler ile yapması onun ne kadar yetenekli bir devlet adamı olduğunu göstermektedir.118 Sultan Sancar’ın izni ile Harezm’e dönen Atsız, kendisine karşı yapılanların ardından Harezm bölgesinde iç ve dış siyasette Büyük Selçuklu Devleti ve Sultan Sancar’a karşı cephe almıştır. Harezmşah Atsız, “harezmşah” unvanı taşımasına rağmen Büyük Selçuklu Devleti’nin doğu sınırında bulunan Harezm eyaletinin umumi valisidir. Yani Atsız, Karahanlılar ve Gazneliler Devleti gibi tabi devlet statüsüne sahip değildi. Babasının 114Cüveyni, Cilt II, 7. 115Köymen, Cilt II, 312. Cüveyni, Cilt II, 7. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 46. 116 Köymen, Cilt II, 313. 117Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 340. 118Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 44. 32 yerine Harezm valisi olması da daha bir hanedanın kurulduğunu göstermemektedir. Harezmşah Atsız’ın çevre Türk ülkelerine seferler yapması elçi göndermesi ve kabul etmesi de Sultan Sancar’ın emrine bağlıdır. Atsız bu faaliyetleri yaparak bir umumi vali gibi değil tabii bir devletin hükümdarı gibi hareket etmiştir. Harezmşah Atsız müstakil bir devletin temellerini atmak için çalışmış ve halka kendisini meşru bir hanedanın reisi gibi göstermiştir. Nitekim babasının Harezm’deki başarılı idaresinin halkı memnun etmesinin de yardımıyla Harezmşahlar Devleti’nin bağımsızlık yolunda en büyük faaliyetlerini yürütmüştür.119 Harezmşah Atsız, Harezm’e döndükten sonra kendi idaresinin sınırlarını genişletmekte ve gücünü arttırmaktaydı. Atsız, 1132-1133 yıllarında aşağı Seyhun boylarında bulunan Cend şehrini gayrimüslim idarecisinin elinden almıştır. Atsız’ın komşu Türk ülkelerine yaptığı seferlerin asıl amacı bol ganimetin yanında Türk bozkırındaki insan gücünden ordusunda faydalanmaktı. Bu politikası daha sonra gelen Harezmşahlar tarafından da takip edilmiştir. Takip edilen bu politika başarılı sonuçlar doğurmuş ve Kıpçaklar ile onların akrabaları olan Kanglılar, Harezmşahlar Devleti’ne tabii hale getirilmiş ve özellikle orduda hizmet etmişlerdir. Kazanılan bu taze kuvvetler Harezmşahlar Devleti’nin kuvvetlenmesi ve büyük bir güç haline gelmesinde büyük hizmet etmişlerdir.120 Harezmşah Atsız daha sonra Türkmenler tarafından önemli bir yurt olan Mangışlak121 bölgesini ele geçirdi ve karşı gelenleri kılıçtan geçirdi. Atsız’ın Cend ve Mangışlak’da yaptığı bu tahribat ve müslüman kanı akıtması Sultan Sancar’ın öfkesini üzerine çekmede gecikmedi. Sultan Sancar bu arada Abbasi veziri Nuşirevan’a yazdığı mektupta Cend şehrinin Atsız tarafından ele geçirilmesini tabilerinden birinin başarısı olarak göstermiştir. Sultan Sancar’ın gayrimüslim göçebelere karşı tahkim ettiği ve teşkilatlandırdığı İslam’ın sınır bölgeleri olan Cend ve Mangışlak’ın Harezmşah Atsız tarafından zorla ele geçirilmesi ve burada gaza eden gazileri öldürmesi sultanın öfkesine neden oldu.122 Diğer taraftan umumi bir valinin tabii devlet hükümdarı gibi hareket etmesi, tabii devletler olan Karahanlılar 119 Köymen, Cilt II, 313. 120Özgüdenli, 267. 121 Hazar Denizi’nin doğusunda bulunan ve dağlarla kaplı olan yarımadadır. Ahmet Taşağıl, Magışlak, İslam Ansiklopedisi, Cilt 27, Ankara: Türkiye Diynet Vakfı, 569-570. 122 Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 239. 33 ve Gazneliler Devletleri üzerinde yapacağı etki de isyan etme ve bağımsızlık yolunda harekete geçirebilirdi.123 Sultan Sancar isyan hareketi içinde olan valisini cezalandırmak için hazırlıklara başladı. Sancar bu seferin haklı sebeplerini belirttiği fetihnamede seferin sebeplerini sayarken en fazla Atsız’ın sınır bölgelerde izni olmadan ve haklı bir sebep yokken müslüman kanı akıtması üzerinde durmuştur. Sultan Sancar, fetihnamesinde Atsız’ı nankörlükle suçlamakta ve kendi müsaadesi ile Harezmşah olduğunu ancak isyan yoluna gittiğini ve Cend ve Mangışlak’da müslüman kanı dökmekle suçlamıştır. Yine fetihname de Atsız’ın Selçuklu memurlarını yakalatarak hapsettiği birini öldürdüğü ve memurlarının mallarını müsadere ederek türlü fenalıklar yaptığı belirtilmektedir.124 Sultan Sancar zulüm gören tebaasının hakkını korumak için metbu hükümdarlıktan doğan hakkını kullanarak hazırlıklara başladı. Diğer yandan daha önce Atsız’a karşı kıskançlık ve kin duygularını gördüğümüz devlet adamları ve komutanlar sultana daha önce onu bırakarak Harezm’e göndermesinin yanlış olduğunu ve Atsız’ın bertaraf edilmesi gerektiğini kabul ettirmişlerdir. Daha önceki nüfuz mücadelesinde Sultan Sancar, Atsız’dan yana karara varırken bu sefer devlet adamları görüşlerini sultana kabul ettirerek bu nüfuz mücadelesini kazanmışlardır. Sultan Sancar otuz yıldır hâkimiyeti altında bulunan Harezm bölgesine ilk defa sefer yapmaktaydı. Daha sonrasında ise Harezm bölgesi Sultan Sancar’ın üst üste en fazla sefer düzenlediği bölge olma özelliğini taşımıştır. Harezm bölgesi imparatorluğun doğu sınırlarını korumak için elde tutulması gereken bir bölgedir.125 Sultan Sancar, valisi olan Harezmşah Atsız’ı cezalandırmak için ordusu ile başkent Merv’den yola çıkarak Eylül 1138 yılında ordusu ile Belh şehrine geldi. Atsız, Sultan Sancar’ın yola çıktığını haber alınca savaş hazırlıklarına başladı. Harezm idarecilerinin en çok başvurduğu yolu uyguladı ve su bendlerini açarak Selçuklu ordusunun geçebileceği yerleri bataklığa çevirdi. Diğer taraftan da ordusu ile başkent Gürgenç’ten yola çıkarak daha güneyde olan Hazaresb kalesi önüne ordugâhını kurdu. Hazaresb kalesi oldukça müstahkem bir kaleydi. Harezmşah Atsız bölgenin 123 Köymen, Cilt II, 314. 124 Köymen, Cilt II, 315. Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, Seniha Sami Moralı (çev.) Gülnar Kara (hazr.), Ankara: TTK, 2020, 322. 125 Köymen, Cilt II, 317. 34 etrafına hendekler kazdırarak içlerini su ile doldurdu ve duvarlar inşa ettirdi. Diğer yandan kale surlarının etrafında çok geniş alanları sular altında bıraktı. Sultan Sancar bu arada Irak, Sistan, Horasan ve Mazenderan askerleri ile Belh’denHarezm’e yürüdü. Sultanın ordusu Ceyhun nehri kıyısını takip ederek yoluna devam ediyordu. Sultan Sancar bölgenin su verilerek bataklığa çevrilmesi nedeniyle yavaş hareket ediyordu.126 Harezmşah Atsız, Sultan Sancar’ın ordusunun sayı ve teçhizat üstünlüğünü taktik üstünlüğü ile dengeleyeceğini düşünüyordu. Sultan Sancar zorlu bir çöl yürüyüşünün ardından Hazaresb kalesi önüne geldi. Kasım 1138 tarihinde Harezm ordusu ve Selçuklu ordusu Hazaresb kalesi önünde savaşa başladılar. Atsız’ın ordusunda çok sayıda gayrimüslim Türk askeri de bulunmaktaydı. Savaşın daha başında Harezm ordusu kısa sürede dağıldı. Ordusunu toparlayamayan Atsız savaş meydanını terk etti. Harezm ordusu on bine yakın ölü ve esir verdi. Esirler arasında bulunan Atsız’ın oğlu Atlıg, Sultan Sancar’ın emri ile derhal idam edildi ve başı Maveraünnehir’e Karahanlı hükümdarına gönderildi. Oğlunun öldürülmesine çok üzülen Harezmşah Atsız bu olayın ardından Selçuklular’a karşı ilişkilerde tamiri olmayan bir yara aldı.127 Harezm ordusunun esir edilen ve dağılan askerleri sultanın emri ile affedilerek Selçuklu ordusuna alındılar. Sultan Sancar bir hafta savaş meydanında kaldı ve Atsız’ın ordusundan pek çok asker sultanın ordusuna katıldılar. Sultan Sancar bu savaşın ardından savaşta büyük yararlılık göstermiş olan ordusunun sağ cenah kumandanı Feleküd-din Ali’ye zaferi müjdeleyen bir fetihname yazarak birer nüshalarını Irak Selçukluları Devleti’ne, Bağdad’a, Irak, Fars ve Huzistan’da bulunan devlet adamlarına gönderilmesi görevini vermiştir.128 Sultan Sancar daha sonra bir direnişle karşılaşmadan Harezm bölgesinin tamamına hâkim oldu. Ancak Sultan Sancar bu zaferi yeterli görerek Harezmşah Atsız’ı takip ettirmemiştir. Sultan 126 Köymen, Cilt II, 318.Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 323. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 48. 127 Köymen, Cilt II, 318: İbnü’l-Esir, Cilt 11, 67.Özgüdenli, 268. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 240. 128 Köymen, Cilt II, 319. 35 Sancar’ın bu seferi ile Atsız’ın kurmuş olduğu teşkilat ve toparladığı ordusu yok edilmiş ancak Atsız’ın yakalanamaması seferi kesin olarak neticelendirmemiştir.129 Sultan Sancar, Harezm bölgesinin idaresini kardeşi Muhammed Tapar’ın oğlu olan yeğeni Melik Süleyman’a bırakarak Şubat 1139 tarihinde başkent Merv’e döndü. Melik Süleyman’ın yanına devrin gereği olarak vezir, atabey, hacip gibi devlet adamları tayin edildi. Ancak Harezm halkı Melik Süleyman ve Selçuklu devlet adamlarından memnun olmadı. Sultan Sancar’ın Atsız’ı yenilgiye uğratmayı başarı olarak görerek geriye dönmesi ve Atsız bertaraf edilmeden Melik Süleyman’a Harezm idaresini vermesi sağlam temellerle dayanmamaktaydı. Atsız kısa süre sonra gelerek halkında desteği ile Melik Süleyman ve maiyetini Harezm’den uzaklaştırdı. Melik Süleyman adamları ile beraber Sultan Sancar’ın yanına Merv’e döndü.130 Harezmşah Atsız, Harezm bölgesinde hâkimiyetini tekrar sağladıktan sonra 1140 tarihinde Buhara üzerine intikam seferine çıktı. Buhara şehrini ele geçiren Atsız, Sultan Sancar’a tabii olan şehrin valisi Zengi b. Ali’yi öldürdü ve şehrin surlarını yıktırdı. Atsız’ın Buhara seferi onun Hazaresb kalesi önünde aldığı yenilginin yaralarını sardığını uğradığı kayıpları telafi ettiğini ve gücünü toparladığını göstermektedir. Usta bir devlet adamı olan Atsız, Buhara saldırısının cezasız kalmayacağını biliyordu. Fakat aradan çok geçmeden Harezmşah Atsız, Sultan Sancar’a Mayıs 1141 yılında bir sadakat yemini ederek tabiiyetine girdi. Harezmşah Atsız’ın neden böyle bir sadakat yemini yaptığına bakıldığında, bu arada Sultan Sancar’ın büyük bir sefer hazırlığında olduğu görülmektedir. Sultan Sancar, Maveraünnehir bölgesini tehdit eden Karahıtaylar Devleti’ne karşı büyük bir sefer hazırlığındaydı. Atsız bu olayı görerek Sultan Sancar’ın Karahıtay seferinden önce arkasını güvene almak adına önce Harezm üzerine gelebileceği endişesine kapılarak sultanın gazabını üstüne çekmemek için Sultan Sancar’ın yüksek hâkimiyetini bir yemin metni ile kabul etmiştir. Harezmşah Atsız’ın Sultan Sancar’a yaptığı bu önemli yemin metni tam olarak günümüze kadar gelmiştir.131 Harezmşah Atsız’ın günümüze kadar gelen sevgend-name de denilen bu yemin metnine baktığımızda; 129Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 323.Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 48- 49. 130 Köymen, Cilt II, 320. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 67.Özgüdenli, 268-269. Kazvini, Tarih-i Güzide, 385 131 Köymen, Cilt II, 321.Özgüdenli, 269. Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 323-324. 36 “Herkesten daha doğru söyleyen Ulu Tanrı şöyle buyuruyor: “Ahdinizi ifa ediniz, çünkü ahd mesuliyetlidir. Tanrı ile ahitleştiğiniz zaman ahdinizi yerine getiriniz, çünkü bu zaman siz, Tanrıyı kendinize kefil yapmış oluyorsunuz.” “Ben ki, Atsız b. Mehmed’im aziz ve celil olan Tanrı’dan tevfik istiyor ve onun rahmetine sığınıyorum. İşte Tanrı’ya karşı bağlandığım bu ahde nasıl vefa ediyorsam, din ve dünyamın salahını, kendisinden bildiğim âlemin efendisi İslam Sultanına itaat etmeyi de bu cümleden addediyorum. Tanrı herkesi doğruluğa muvafakat edici ve olgunluğa götürücüdür. Ben ki Atsız b. Mehmed Harezmşah’ım aziz ve celil olan Tanrı’ya ve Resulü Muhammed’e selam üzerine olsun ahdettim ki, ben ben oldukça âlemin efendisi Sancar b. Melikşah b. Mehmed’e ömrü uzun olsun muti olayım ve emirlerine itaat edeyim. Hiçbir zaman ona itaatsizlik göstermeyeyim. Türkten ve Tacikten dost veya düşmandan, kadından, erkekten, kâfir ve müslümandan, devletinin fenalığını isteyen ve ona muhalif olanlardan hiç birisiyle dost olmayayım. Onları himaye de etmeyeyim. Velhasıl hiçbir surette onun devletinin muhalifi bulunmayayım. Ona dost olanlarla dost düşman olanlarla düşman olayım. Eğer onun muhaliflerinden bir kimse, devletinin aleyhinde bir şey yazarsa ve yanlış bir haber verir veyahut da gizli bir komplo tedbiri hazırlarsa zatıâlilerini haberdar edeyim. Bu hususta imkân dâhilinde gücümün yettiği kadar can ve gönülden çalışayım. Bu suretle devletin fena kasıtlı muhalifleri sinsin ve bende dolayısıyla ona kulluğumu göstermiş olayım. Hiçbir özür ve bahaneye tutunmayayım. Şüphe de göstermeyeyim. Âlemi ve insanları yaratan Ulu Tanrı’ya niyaz ve itaatten sonra o mutlu padişahın emirlerini yerine getirmeyi kendime farz-ı ayn sayayım. Aynı zamanda bu ahidnamede zikredilmiş olan bütün şeylere sadık olayım. Aziz ve celil, rahman, rahim ve her şeyden büyük kendinden başka hiçbir Tanrı bulunmayan her şeyi müdrik ve her şeyi helak edici olan ve hiç ölmeyen o diri Tanrı’ya bu ahidnamede zikredilen şeylere sadakat göstermek için yemin ettim: “Vallahi, Billahi, Tallahi.” “Yedi kat göğün ve yerin Tanrısı olan ve kendinden başka Tanrı olmayan o Tanrı’ya yemin ettim ki ona Sultan Sancar’a asla muhalif olmayayım. Eğer bunda ahidname de söylediğim gibi hareket etmezsem Ulu Tanrı benden bizar olur bende ondan bizar olurum. Ona Sultan Sancar’a herhangi bir şekilde muhalefet edecek olursam yaya gitmek şartıyla on defa hac etmek, on sene daimi oruç tutmak borcum olsun. Bütün 37 malımı mülkümü Mekke ve Medine fakirlerine sadaka edeyim. Aldığım ve alacağım her nikâhlı kadın benden boş düşmüş olsun. Yaptığım bu ahid tuttuğum bu niyet ve ettiğim bu yeminlerin hiçbirisine, istisna, tevil ve hile karıştırmadım. Âlemin efendisi ömrü uzun olsun Sultan Sancar’a kölelik ve itaatten başka bir şekilde diğer bir ahitte bulundumsa aziz ve celil olan Tanrı’nın Resulü Muhammed’in selam ve salât üzerine olsun söylediklerini ve bütün Peygamberlerin selam üzerlerine olsun insanlara getirmiş oldukları şeylerin hepsini inkar ederek Tanrı’nın Kur’an da bahsettiği ‘Onlar üzerlerinde Tanrı laneti olan kimselerden. Onlar için fena akıbet ve cehennem vardır’ kimselerden olayım. Aziz ve celil olan Tanrı’yı Resulü Muhammed’i selam üzerinde olsun, bütün Peygamber ve Melekleri selam üzerlerine olsun, hazır olan maruf, emin ve muteber kimseleri bu ahid ve yeminler üzerine, isteyerek, dileyerek şahit gösteriyorum.” 132 Şeklinde kaleme alınmıştır. 2.2.2.Karahıtaylar Devleti ve 1141 Katavan Savaşı Çin’in kuzeyinde Liao133 adıyla hüküm sürmekte olan Kitan Devleti’ne 1125 yılında Moğol asıllı Cürcetler tarafından son verilmiştir. Kitan ya da Kıtaylar’ın büyük kısmı Cürcetler’e tabi olarak yerlerinde kalmışlardır. Kitanlar’ın küçük bir kısmı ise son Kitan hükümdarının kardeşi Çin kaynaklarında Yeh-lü Ta-shih, İslam kaynaklarında ise Gürhan olarak kaydedilen hanedan üyesi etrafında toplanarak batıya kaçtılar. Kuzey Türkistan dağlarında bir süre göçebe olarak yaşam sürmelerinin ardından Cürcet takibinden kurtuldular.134Cüzcani, Kitanlar için “Tamgaç hükümdarına yüz çevirip İslam hudutlarını kendilerine mesken ve otlak yaptılar. Afrasiyab meliklerine bozkır ve meralar için vergi vermeyi kabul ettiler. Zamanla sayıları arttı fitne fesat çıkardılar,”135 diye aktarmaktadır. Kitanlar, İslam sınırlarına ilk geldikleri zaman Karahanlı hanedanından idarecilere vergi vererek yurt tutmuşlardır. Ancak zamanla Karahanlı idarecilerden memnun olmayan boyların Gürhan’ın etrafında toplanması ile kuvvetleri arttı. Gürhan idaresindeki Kitanlar daha sonra Uygur ve Kırgız topraklarını geçerek Tarbagatay dağlarına geldiler. Burada İmil şehrini kurdular ve 132 Köymen, 321-323. 133 W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara: TTK, 2019, 241. 134Özgüdenli, 271. 135Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri Moğol İstilasına Dair Kayıtlar, Mustafa Uyar (çev.) İstanbul: Ötüken, 2016, 42. 38 İslam kaynaklarında Karahıtay, Çin kaynaklarında Batı Liao adıyla kaydedilen devleti kurmuşlardır.136 İslam kaynaklarında Gürhan olarak ifade edilen Karahıtay hükümdarı İmil şehrinde kendisine katılan Türk boyları ile kısa zamanda kuvvetlerini arttırarak sağlam bir idare kurdu. Karahıtay Devleti’nin yapısına bakıldığında ise yönetim kesiminde bulunan Kitan idarecilerinin yanında Kitanlar küçük bir tabakadırlar. Devletin asıl yapısını ve nüfus yoğunluğunu Karahıtay devletinin kurulmasında ve kuvvetlenmesinde büyük katkısı olan yerli Türk unsurlar oluşturmaktaydı. Zamanla bu Türk unsuru ve Türk kültürü Karahıtay Devleti’nin yapısına hâkim olmuştur.137 Kara Hıtay hükümdarı Gürhan, kendisine katılan Türk boyları ile kuvvetlerini iyice artırarak sağlam bir hâkimiyet kurmuştur. İbnü’l-Esir, Karahanlı Arslan Han Muhammed’in yönetiminden memnun olmayan Türklerin oldukça kalabalık olup bunların sayısının 16 bin çadır halkı olduğu ve Karahanlı Devleti’nin doğu sınırını korumakla görevli olarak buraya yerleştirildiğini belirtir. Ancak baskıdan bunalan bu halk Karahanlı idaresinden ayrılarak Gürhan’a sığınmıştır. Karahıtay hükümdarı Gürhan kuvvetlerinin artmasının ardından 1130 yılında Doğu Karahanlı Devleti’ne ait olan ilk olarak Balasagun daha sonra Hoten ve Kaşgar şehirlerine hâkim olarak Doğu Karahanlı Devleti’ni hâkimiyeti altına almıştır. Daha sonra Beş Balıg Uygurları’nın da hâkimiyet altına alınmasıyla Karahıtay Devleti’nin sınırları oldukça genişlemiştir.138 Gürhan daha sonra Karahanlılar’dan bir sülalenin idaresinde olan Fergana bölgesini ele geçirerek, Batı Karahanlı Devleti’ni tehdit etmeye başladı. Karahıtaylar Devleti’nin bu tehdidi üzerine Sultan Sancar tarafından tahta çıkarılan Batı Karahanlı Hükümdarı II. Mahmud b. Muhammed Han harekete geçti. II. Mahmud Han, Mayıs 1137 tarihinde Hucend’de Kara Hıtaylar ile yaptığı savaşta ağır bir yenilgi alması Batı Karahanlı Devleti üzerindeki Karahıtay Devleti tehdidini iyiden iyiye arttırdı. Bu yenilgi Maveraünnehir’de büyük bir korkuya neden oldu. II. Mahmud Han, yaşanan bu olayları Sultan Sancar’a bildirerek Karlukları şikâyet etti.Sultan Sancar 136Özgüdenli, 271. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 70. 137Eberhard, 243. 138Özgüdenli, 271. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 82. 39 olası bir Maveraünnehir seferinden önce bu dönemde ardını güvene almak için Harezmşah Atsız ile mücadelesi Maveraünnehir seferini birkaç yıl geciktirmiştir.139 Sultan Sancar’ı Karahıtaylar Devleti ile karşı karşıya getiren olay Karahanlılar Devleti’nin bir iç sorunu olmuştur. Hucend yenilgisinin ardından Karahanlı Devleti’nde iç karışıklıklar baş göstermişti. 1141 yılında Karluklar, Semerkand Hanı II. Mahmud Han’a karşı ayaklandılar. Meliklik döneminden beri doğudaki gelişmeleri dikkatle takip eden Sultan Sancar olayın ciddiyetini anlayarak derhal hareket etmiştir. Bu dönemde Harezmşah Atsız’da Mayıs 1141 tarihinde Sevgendname ile sultana bağlılığını bildirdi. Sultan Sancar artık ardını güvene alarak Gazne, Gur, Mazenderan ve Sistan gibi kendine bağlı idarelerden de aldığı kuvvetler ile 100 bin kişiyi bulan ordusuyla Temmuz 1141 tarihinde Maveraünnehir’e hareket etti.140 Sultan Sancar karışıklık çıkaran Karluklar’ı cezalandırmak için harekete geçeceği zaman Karluklar’dan bir grup kaçarak Karahıtay hükümdarı Gürhan’a sığınmış ve onu Sultan Sancar’a karşı harekete geçmeye teşvik etmişlerdir. Gürhan, Maveraünnnehir işlerine karışmak için eline geçen bu fırsatı kaçırmamıştır. Gürhan, Sultan Sancar’a yazdığı mektubunda Karluklar’a dokunmamasını ve onları takibi bırakmasını istemiştir. Ancak Sultan Sancar’ın buna cevabı sert ve tehditkâr olmuştur. Sultan askerlerinin çokluğundan okçularının ustalığından bahsetmiş ve Gürhan’ı İslam’a davet etmiştir. İki ordu Eylül 1141 tarihinde Semerkand yakınlarında Katavan bozkırında karşılaşmış ve Sultan Sancar’ın ordusu Karahıtay ordusu tarafından çevrilerek ağır bir mağlubiyete uğramıştır.141İbnü’l-Esir’in aktardığı bilgilere göre bu savaşta Karahıtaylar safında canla başla savaşan Karluklar’ın savaşın sonucuna etkisi büyük olmuştur. Sultan Sancar savaş meydanını terk ederek Tirmiz şehrine kaçarken Mahmud Han’da memleketini terk etmiştir. Maveraünnehir bölgesini istila eden Karahıtaylar, Harezmşahlar Devleti Sultanı Alaaddin Muhammed’in 1211 yılında Maveraünnehir bölgesini ele geçirmesine kadar burayı ellerinde tutmuşlardır.142 139Özgüdenli, 272. 140Özgüdenli, 272. Köymen, Cilt II, 327. 141Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 324. Köymen, Cilt II, 330-331. 142İbnü’l-Esir, Cilt 11, 84.Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 241. 40 Selçuklu ordusunun Katavan savaşında kayıpları on binleri bulmakta ve ölenler arasında pek çok âlim ve din adamı da yer almaktaydı. Bunun yanında başta Sultan Sancar’ın eşi Terken Hatun ve Atabeg Emir Kamac, Ebu’l Fazl Nasr gibi daha birçok devlet adamı da esir düşmüştü. Bu esirler ancak bir yıl sonra yüklü fidyeler ile kurtarılabildiler. 1141 Katavan savaşının ardından Maveraünnehir, Karahıtay ordusu tarafından istila edildi. Ordusu dağılan ve itibarı sarsılan Sultan Sancar bir yıl başkente dönemedi. 143 2.2.3.Harezmşah Atsız’ın Horasan’ı İstilası Harezmşah Atsız’ın en kuvvetli bulunduğu dönemde Sultan Sancar’a tabiiyetini arza lüzum görmesi sultanın bu büyük hazırlığını Maveraünnehir’den önce kendi üzerine çekmemek için olabileceği muhtemeldir. İbnü’l-Esir ve bazı kaynakların aktırdığı bilgiye göre Karahıtaylar Devleti’ni, Maveraünnehir’e ve Sultan Sancar’a karşı, 1138 yılında yapılan Harezm muharebesinin ve oğlu Atlıg’ın intikamını almak isteyen Harezmşah Atsız’ın teşvik ettiği aktarılmaktadır. Ancak Karahıtaylar Harezmşah topraklarına karşı da istila hareketinde bulunmuş ve ahalisinden bir kısım insanları öldürmüştür. Bunun yanında Harezmşah Atsız hediyelerden ayrı yıllık 30 bin dinar altın vergi ödediği göz önüne alınırsa bu rivayetin asılsız olduğu görülür.144 Karahıtaylar Devleti’nin ortaya çıkması Türk-İslam tarihi açısından üzerinde durulması gereken bir konudur. Karhıtaylar Devleti, Asya içlerine doğru ilerlemekte olan İslamiyet’in burada ilerlemesini bir süre engellemiştir. Barthold’un dikkat çektiği üzere bir İslam devletini ilk olarak hükmü altına alan Ön Moğol menşeli kavimdir. Karahıtaylar’ın ardından Naymanlar ufak çapta etki yapsalar da daha sonra geriden gelen Moğollar ölçüsüz şekille İslam coğrafyasında büyük tahribat yaratmışlardır. İşte bütün bu Moğol akınlarının öncülüğünü yapanlar ise KarahıtaylarDevleti olmuştur.Maveraünnehir’de seksen sene kadar hüküm süren 143Özgüdenli, 274-275. Köymen, Cilt II, 334. 144İbnü’l-Esir, Cilt 11, 80.Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 325. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 242. Köymen, Cilt II, 338. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 50. 41 KarahıtaylarDevleti en güçlü oldukları dönemde bile Harezmşahlar Devleti’ni baskı altında tutmuş ve yıllık vergi almışlardır.145 Katavan savaşının Harezmşahlar bakımından en önemli neticesi Atsız’ın içten içe benimsemekte olduğu bağımsızlık duygusunu açığa vurması olmuştur. Sultan Sancar’a beş ay önce büyük yemin eden Atsız’ın Katavan savaşından sonra Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezi Horasan’ı istilaya girişmiştir. 1141 Ekim ayında Serahs’a yürüyen Atsız’ı şehir adına âlim Ebu Muhammed Zeyyadi karşıladı ve ikramlarda bulundu. Harezmşah Atsız vakit kaybetmeden Sultan Sancar’ın başkenti Merv’e yürüdü. Atsız’ı karşılamaya şehir halkı imam Ahmedü’l-Baherzi’yi elçi olarak gönderdiler. Atsız şehir dışında karargâh kurarak taleplerini bildirdi. Daha sonra Harezmşah Atsız şehre göndereceği adamlara karşı çıkılmaması şartıyla şehre aman vermeyi kabul etti. Ancak Harezmşah Atsız’ın Merv’in ileri gelenleri ile görüştüğü bir sırada şehirde bir hareketlilik oldu ve Atsız’ın şehre gönderdiği memurları öldürüldü ve kale kapıları kapatıldı. Merv şehri savunmaya hazırlandı ancak Harezmşah Atsız şehre zorla girerek acı bir intikam aldı. Ekim 1141 tarihinde muhalefetin lideri Şerif Ali b.İshak ve şehirden daha pek çok kişi kılıçtan geçirildi. Şehir yağmalandı ve Sultan Sancar’ın hazinesi ile saray kütüphanesi de yağmalananlar arasındaydı. Şehirde katledilenler arasında âlimler de bulunmaktaydı bunun yanında Harezmşah Atsız, Ebul Fazıl Kirmani, Ebu Mansuri’l Abbadi’l Mervezi, Bahaüddin Ebu Muhammedi’l Hiraki, gibi değerli şahsiyetleri beraberinde Harezm’in manevi itibarını arttırmak için götürmüştür.146 1142 yılının Mayıs ayında Nişabur önlerine gelen Harezmşah Atsız kendisini karşılamaya gelen fakihlerden ve zahidlerden, Merv şehrinde yaşananların yaşanmamasını istedi. İstedikleri kabul edilen Atsız, Nişabur halkına hitaben bir beyanname yayınladı. Beyannamede Sultan Sancar’ın, kendisinin ve babasının hukukunu hiçe saymak suretiyle gösterdiği nankörlüğün Sultan Sancar’ı felakete sürüklediğini bu konuda pişman olup olmadığını bilmediğini ancak bir daha Harezmşah gibi bir destek bulamayacağını bildirmiştir. Nişabur halkından şehrin 145Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 325. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 50- 51. 146İbnü’l-Esir, Cilt 11, 85. Özgüdenli, 275-276. Köymen, Cilt II, 337. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 54-55. 42 tahribine ve halkın öldürülmesine sebep olmamaları için tavsiyede bulundu. İstilasını bu şekilde haklı gösteren Atsız, Nişabur’da kan dökmedi ve çoğu sultanın adamlarından olmak üzere büyük gelir topladı. Mayıs 1142 Cuma günü hutbeyi kendi adına okuttu bunun üzerine şehirde Sultan Sancar’ın adını hutbede duymayan halk arasında bir ayaklanma olmuş ve güçlükle bastırılmıştır. Bu hutbe beş hafta kadar Harezmşah Atsız adına okunmuş ve beş haftanın sonunda Temmuz 1142 tarihindetekrar Sultan Sancar’ın adı okunmaya başlamıştır. Harezmşah Atsız Nişabur’da bulunduğu sürede kardeşi Yınal Tigin emrinde gönderdiği kuvvetleri, Beyhak ve Feryumez havalisini yağmalamıştır.147 Sultan Sancar’ın Maveraünnehir’den Tirmiz’e geliş tarihi bilinmemektedir. Atsız’ın Horasan’daki faaliyetleri esnasında sultan, Tirmiz’de bulunmakta ve yeni kuvvetler hazırlamakla meşguldü. İbnü’l-Esir’in de aktarmış olduğu bilgiye göre Sancar Tirmiz’de kuvvet toplamakla meşguldü. Ancak Karahıtay ordusunun Maveraünnehir’de bulunması Sultan Sancar’ın Harezmşah Atsız ile muharebeden çekinmesine neden olmaktaydı. Karahıtaylar, Ceyhun sahillerine kadar Maveraünnehir bölgesini işgal etmişlerdi. Sultan Sancar ordusunu yeniden toparlayarak başkent Merv ve daha sonra bütün Horasan’a hâkim oldu. Karahıtay ordusunun Maveraünnehir’de vergi memurları bırakarak çekilmesinin ardından Harezmşah Atsız’a karşı intikam seferi hazırlıklarına başladı.148 2.2.4. Sultan Sancar’ın II. Harezm Seferi Harezmşah Atsız’ın Horasan’ı istila ettiği dönemde yanında bulunan saray şairi Reşidüddin Vatvat, “Melik Atsız, ülke tahtına oturunca Selçuklu Devleti ve hanedanı son buldu”, şeklinde bir kaside yazarak Harezmşah Atsız’a sunmuştur.149Sultan Sancar, Katavan yenilgisini ve Horasan’ın Atsız tarafından yağmalanmasını üzerinden atarak ve ordusunu yeniden toparlayarak 1143 yılının Temmuz ayında Gürgenç kapısına dayandı. Atsız, Sultan Sancar’a karşı bir meydan muharebesi cesareti gösteremeyerek şehre kapanırken Selçuklu ordusu şehri mancınıklarla tahrip 147İbnü’l-Esir, Cilt 11, 85. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 242. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 56. 148İbnü’l-Esir, Cilt 11, 85. Özgüdenli, 276.Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 56. 149Kazvini, Tarih-i Güzide, 385. 43 etmekteydi. Emir Sungur komutasındaki Selçuklu kuvvetleri doğu tarafından şehre girdilerse de Harezm kuvvetleri tarafından geri püskürtüldüler. Bu arada batı tarafında emir Miskatü’l Taci komutasındaki Selçuklu birlikleri de Harezm kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldılar. Ancak bütün bu saldırılar Harezm kuvvetlerini de yorgun düşürdü. Atsız siyasi becerisini kullandı ve olası güçlü bir saldırının sonu olacağını bildiğinden Sultan Sancar’a barış için elçiler gönderdi.150 Harezmşah Atsız elçiler vasıtası ile Sultan Sancar’a hediyeler gönderdi ve aman diledi. Sultan Sancar, Atsız’ın affını kabul etti. Buna karşılık Atsız, Horasan’da ele geçirdiği ganimetleri ve Sultan Sancar’ın hazinelerini teslim edecek ve sultana bağlı olarak hizmete hazır bulunacaktı.Atsız, Merv şehrinde sultanın hazinesinden ele geçirdiği altın ve değerli taşlarla dolu sandıkları Sancar’ın mührü bozulmadan geri iade etmiştir. Sultan Sancar, Atsız’ın bu yaptıklarını yeterli görerek seferi sona erdirmiştir. Bunun sebebi de Sultan Sancar’ın Katavan yenilgisinden sonra çıktığı bu seferde henüz eski kuvvetine ulaşamamış olması muhtemeldir. Sultan, Harezm seferi ile meşgulken başka bir kuvvetin Horasan’ı istila edebilme ihtimalini de düşünmüş olabilir. Nitekim sultanın bu düşüncesini doğrulayacak olaylara baktığımızda Sultan Sancar, Harezm seferi ile meşgulken Mart 1144 tarihinde Oğuzlar, Buhara’ya inerek şehri yağma ve surlarını yıkarak tahrip etmişlerdir. Diğer taraftan Gurlular harekete geçerek Herat şehrini işgal etmişlerdi. Sultan Sancar bu olayları da göz önüne alarak Harezmşah Atsız’ın itaatini kabul ederek Harezm seferinden kesin bir netice alamadan Horasan işlerini yoluna koymak için Harezm seferine son vererek Horasan’a döndü.151 2.2.5. Sultan Sancar’ın III. Harezm Seferi Sultan Sancar, Merv’e döndükten sonra Harezmşah Atsız, itaatsizlik ve meydan okumalara devam etmiştir. Sultan Sancar, Harezmşah Atsız’ı tam olarak itaat altına almadığını ve Atsız’ın bu şekilde tutum takınmaya devam edeceğini biliyordu. Bunun için Sultan Sancar,Harezmşah Atsız’ı yola getirmek maksadıyla sarayında bulunan devrin tanınmış şairlerinden Edip Sabir’i elçi olarak Harezm’e gönderdi. 150İbnü’l-Esir, Cilt 11, 92. Özgüdenli, 277. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 57. 151İbnü’l-Esir, Cilt 11, 92. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,343. 44 Atsız, Edip Sabir’i yanında alıkoydu ve onun telkinlerini dinliyor gibi yapmaktaydı. Bu arada Atsız gizlice tuttuğu iki Bâtıni fedaisini Sultan Sancar’a suikast için Merv’e gönderdi. Bu olayları öğrenen Edip Sabir süratle durumu sultana bildirdi ve bu fedailerin eşkâllerini çizdirdi. Yaşlı bir kadının ayakkabısının altına gizlenerek gönderilen mektup sonrasında tarif edilen eşkâllerdeki iki suikastçı Merv’in kenar mahallelerinde bir meyhanede yakalandılar ve sorgularının ardından idam edildiler. Bu olaydan anlaşıldığı üzere Bâtıni fedaileri kendi amaç ve görüşleri haricinde bu dönemde siyaset adamları tarafından da kullanılmaktaydılar. Durumu öğrenen ve teşebbüsünün boşa çıktığını öğrenen Atsız, Edip Sabir tarafından sultana bilgi verildiğini öğrenince o öfke ile Edip Sabir’i Ceyhun nehrine attırmıştır.152 Sultan Sancar bu suikast girişimi ve elçisinin öldürülmesi üzerine Kasım 1147 yılında üçüncü defa Harezm üzerine yürüdü. Sultan Sancar’ın Harezm’e yaptığı bu sefer onun saltanatı boyunca bir bölgeye ve idareci üzerine en çok sefer yaptığı yer özelliği taşımaktadır. Selçuklu ordusu ilk olarak Hasaresb kalesini kuşattı. Bu kuşatma sırasında Selçuklu ordusu içinde bulunan dönemin meşhur şairlerinden Enveri, yazmış olduğu iki beyiti bir okun ucuna takarak şehre attı. “Ey şah ( Sancar ) bütün yeryüzü senindir, Devletin ve ikbalin dolayısıyla cihan senin kazancındır; Bugün bir hücumla Harazesb’i al, Yarın Harezm ve yüz Hazaresb senindir.”153 Enveri’nin bu beyitine karşılık Hazaresb kalesinde bulunan Atsız’ın saray şairi Reşüdüddin Vatvat bir beyit ile karşılık vermiş ve okun ucuna takarak şehirden dışarı atmıştır. “ Ey şah (Atsız) düşmanın Rüstem pehlivan da olsa, Senin Hazaresb’den bir eşek bile götüremez.”154 152Özgüdenli, 277.Kazvini, Tarih-i Güzide, 386. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,344. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 58. 153 Köymen, Cilt II, 347.Kazvini, Tarih-i Güzide, 386. 154Kazvini, Tarih-i Güzide, 387. Köymen, Cilt II, 347. 45 Saray şairlerinin yapmış olduğu bu edebi mücadele de savaşın tarafları hakkında fikir vermektedir. Diğer yandan bu savaş İran edebiyatı içinde meşhur olmuştur. Enveri, Sultan Sancar’a şah diye hitap ederken Reşidüddin Vatvat da Harezmşah Atsız’a şah diye hitap ederek iki lideri de eşit göstermiştir. Buradan görünüyor ki Atsız metbu bulunduğu Sultan Sancar ile kendisini eşit statüde görmektedir.155 Hazaresb kalesi iki ay süren şiddetli kuşatmanın ardından Selçuklu ordusu tarafından ele geçirdi. Sultan Sancar, Reşidüddin Vatvat’a söylemlerinden dolayı çok kızmış ve bulunması için emir vererek bulunduğunda yedi parçaya ayrılmasını istemiştir. Kaçamayacağını anlayan Reşidüddin Vatvat, Sancar’ın devlet adamlarından Müntecebüddin’den şefaatçi olmasını istemiştir. Müntecebüddin, Sultan Sancar ile yalnız kaldığı bir gün Vatvat’ın zayıf bir kuşa benzediğini ve yakalandığında yedi parçaya değil de iki parçaya ayrılmasını sultandan istemiştir. Sultan Sancar bu söze gülerek Reşidüddin Vatvat’ı affetmiştir. Bu dönemde şairlere duyulan hürmet neticesinde bu şair sultan tarafından affedilmiştir.156 Sultan Sancar, Hazaresb kalesini ele geçirdikten sonra Harezmşah Atsız’ın başkenti Gürgenç kapılarına dayandı. Atsız, sultanın ordusuna karşı mukavemet edemeyeceğinin farkındaydı. Bunun üzerine boyun eğdi ve üçüncü defa Sultan Sancar’dan af diledi. Ayrıca halk nazarında nüfuzlu Ahupuş adlı sadece ceylan eti yiyen ve ceylan derisinden elbise giyen bir dervişi Sultan Sancar’a göndererek şefaatte bulunmasını istemiştir. Atsız’ın göndermiş olduğu elçiler ve hediyelerin yanı sıra dervişin şefaatte bulunması Sultan Sancar’ı yumuşatmıştır. Buradan da görülüyor ki bu dönemde zahid ve dervişler sultanlar tarafından itibar görüyor ve söyledikleri önem taşıyordu.157 Harezmşah Atsız’ı üçüncü defa affeden Sultan Sancar halka dokunmayacağını, Atsız’ı da Ceyhun kenarına gelerek bizzat sultana sadakatini bildirmesi ve sadakat yemini etmesi şartıyla affedeceğini ilan etti. Atsız bunun üzerine 2 Haziran 1148 günü Ceyhun kenarında Sultan Sancar’ın huzuruna geldi. Ancak Atsız tabiiyet merasimini yerine getirmedi ve Sultan Sancar’ı atından inmeden başı ile 155 Köymen, Cilt II, 348.Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 58. 156 Köymen, Cilt II, 349.Kazvini, Tarih-i Güzide, 387. 157Özgüdenli, 277.Kazvini, Tarih-i Güzide, 387. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 59. 46 selamlamakla yetindi. Atsız’ın tabi bulunduğu hükümdara karşı eşit bir hükümdarmış gibi yaptığı bu hareket ve buluşma yerinden Sultan Sancar ayrılmadan ayrılması savaşın yeniden başlamasını göze alma pahasına da olsa tam anlamıyla biat etmediğini göstermektedir. Sultan Sancar ordusu ile beraber hala Harezm’de bulunduğu bu dönemde Atsız’ın yaptığı bu saygısızlığa çok kızmasına rağmen ona verdiği sözünü tuttu ve savaşı yenilemeden Harezm’den ayrıldı.158 Sultan Sancar üç defa isyan eden valisini her defasında hezimete uğratmış ancak onu affederek yerinde bırakmıştır. Sultanın bu hareketi Harezmşah Atsız’ın bu inatçılığını görüp Katavan yenilgisi sonrası Büyük Selçuklu Devleti’nin bu sınır bölgesinde böyle başarılı bir idarecinin bulunmasını istediğindin olabilir. Sultan Sancar, Horasan’a döndükten sonra Atsız’ın bu isyankâr tutumunun değişmeyeceğinin farkındaydı. Sancar, Horasan’a dönünce Atsız’a hilat ve hediyelerle bir elçi göndermiştir. Harezmşah Atsız sultanın gönderdiği bu elçi heyetine büyük hürmet göstermiş ve onları aynı şekilde büyük hediyelerle Horasan’a geri göndermiştir. Ancak Atsız, Sultan Sancar’a kendi elçi heyetini göndermemiştir. Sultan Sancar’ın bütün iyi niyetlerine karşılık iki liderin hala arasının açık olduğu anlaşılmaktadır. Sultan Sancar’ın Harezm bölgesine üst üste yaptığı seferlerde ki en önemli netice Atsız’ın her girişeceği isyan hareketinde sultanın bu hareketi bastıracağını anlamış olmasıdır.159 Müstakil bir devlet kurmak isteyen Atsız bu olaylardan sonra Büyük Selçuklu Devleti’ne ve Sultan Sancar’a karşı açıkça bir isyan hareketi içine girmemiştir. Bu tarihten sonra idaresini doğuya ve kuzeye doğru genişletme siyasetine başlamıştır. Harezmşah Atsız ilk olarak daha önce ele geçirdiği ancak Sultan Sancar ile mücadelesi sırasında elinden çıkan Cend üzerine yürüdü. Cend şehri Karahanlılar hanedanından Kemalüddin tarafından ele geçirilmişti. Atsız, Kıpçaklar’ın merkezi Sığnak şehri üzerini beraber sefer yapmak bahanesi ile Kemalüddin ile dostluk kurdu. Ancak Cend şehrine geldiğinde Kemalüddin’i yakalatarak hapse attı ve şehre hâkim oldu. Cend şehrine hâkim olan Atsız buranın idaresini büyük oğlu İl Arslan’a 158Özgüdenli, 278.Kazvini, Tarih-i Güzide, 387. Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 326. 159 Köymen, Cilt II, 351. Özgüdenli, 278. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 60. 47 verdi. Cend şehri bu dönemden sonra Harezmşahlar Devleti’nde en önemli şehirlerden biri olmuş ve veliaht şehzadenin sancağı olma özelliğini taşımıştır.160 Harezmşah Atsız’ın Cend şehrini ilk olarak ele geçirdiği dönemde Sultan Sancar bu olayı savaş sebebi saymış ve Harezm üzerine sefer düzenlemişti. Ancak ikinci defa ele geçirdiği dönemde ise sultan bu harekete ses çıkarmamıştır. Harezmşah Atsız’a baktığımızda ise Kemalüddin’e verdiği sözü tutmayarak onu zindana atmıştır. Atsız’ın Kamelüddin’e ve Sultan Sancar’a karşı verdiği sözleri tutmayarak menfaati doğrultusunda hareket etmesi bu sözlerin kıymetsiz olduğu görülmektedir. Ancak diğer taraftan Sultan Sancar, devleti ve itibarı aleyhinde bile olsa Atsız’a karşı verdiği sözlerinden dönmemiştir.161 2.3. SULTAN SANCAR’IN ÖLÜMÜ VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN DURUMU Tarihi kaynaklarda Sancar ya da Sencer olarak ifade edilen Sancar, Sultan Melikşah’ın oğludur. Sancar, 5 Kasım 1086 yılında babası Sultan Melikşah’ın Suriye seferi sırasında Sincar’da doğmuştur. Sultan Melikşah’ın ölümünün ardından hanedan üyeleri arasında taht kavgalarının olduğu sıralarda Sancar henüz altı yaşındadır. Sultan Berkyaruk tahtı ele geçirdikten sonra 1096 yılında Horasan’da isyan eden amcası Arslan Argun’a karşı üvey kardeşi Melik Sancar’ı Atabeg Emir Kamaç idaresindeki ordu ile Horasan’a gönderdi. Sancar, Damgan’a geldiğinde amcasının bir kölesi tarafından öldürüldüğü haberini almıştır.162 Bu seferin ardından Sultan Berkyaruk, Merv merkez olmak üzere Gazne sınırına kadar olan Horasan topraklarını Sancar’ın idaresine verdi. Emir Kamac’ı da ona Atabey tayin etmiştir. Ancak devam eden taht kavgaları sırasında Melik Sancar ile Sultan Berkyaruk’un arası açılmıştır. Sultan Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında devam eden taht kavgalarında Melik Sancar aynı anneden kardeşi Muhammed Tapar’ı desteklemiştir. Sultan Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında 160Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,344. 161Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 59-61. 162 Özaydın, Harizm, İA, 217-220. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 187. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 234. 48 1103 tarihinde yapılan beşinci savaş sonucu taraflar anlaşmaya varmıştır. Sancar’ın bu anlaşma sonrası Horasan ve Maveraünnehir hâkimiyetinde bir değişiklik olmamış ve Muhammed Tapar’ımetbu tanımıştır.163 Sancar uzun yıllar Merv merkezli idare ettiği Büyük Selçuklu Devleti’nin doğu sınırlarında çok önemli işler yapmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde devam eden taht kavgalarından faydalanmak ve Maveraünnehir ile Horasan’ı istila etmek isteyen Karahanlı Kadir Han’ı mağlup ve esir etmiştir. Daha sonra Kadir Han idam edilmiş ve Melik Sancar tarafından 1102 yılında Batı Karahanlı tahtına Arslan Han unvanıyla, II. Muhammed b. Süleyman Han getirilmiştir. Melik Sancar böylece Batı Karahanlı Devleti’ni Büyük Selçuklu Devleti’ne tabii kıldı. Sancar bu tabiliği evlilik yolu ile de kuvvetlendirmiştir. Diğer taraftan Gazneliler Devleti de Horasan emellerinden vazgeçmemiş ve Horasan’a akınları devam etmiştir. Ancak Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Gazneliler Devleti’nde de hanedan üyeleri arasında taht kavgaları yaşanmaktaydı. Gazneli hükümdarı Arslanşah b. III. Mesud tahtı ele geçirip kardeşlerini hapsettirmiştir. Ancak hapisten kaçan Gazneli şehzadesi Behramşah önce Kirman’a oradan da Horasan’a gelerek Melik Sancar’a sığındı ve yardım istedi.164 Melik Sancar, 1117 yılında Behramşah ile beraber Gazneli Sultanı Arslanşah üzerini hareket etti ve Şehrabad ovasında yapılan savaşı sayıca üstün olan Melik Sancar’ın ordusu kazandı. Sancar tarafından Gazneli Devleti tahtına Behramşah getirildi ve Gazneliler Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’ne tabii hale getirildi. Hutbede önce Abbasi halifesinin sonra Sultan Muhammed Tapar’ın sonra Melik Sancar’ın ve en son Behramşah’ın adının okutulması ve Gazneli Devleti’nin her yıl düzenli vergi vermesi konusunda anlaşma yapılmıştır. Bu sefer sonucunda Melik Sancar, Sultan Melikşah döneminde bile gerçekleştirilemeyen başarılar elde etmiştir.165 Sultan Muhammed Tapar, Nisan 1118 tarihinde hayatını kaybetmiş ve devlet erkânı tarafından Büyük Selçuklu Devleti tahtına 14 yaşında bulunan oğlu Mahmud 163Özgüdenli, 78. 164Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 236-237.Özaydın, Sencer, İA,Cilt 36, İstanbul: Diyanet Vakfı, 2009, 507-511. 165Özgüdenli, 236.Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 237. 49 çıkartılmıştır. Abbasi halifesi Müstazhir-Billah, Bağdat’da yeni Sultan Mahmud adına hutbe okutmuştur. Ancak Melik Sancar yeğeninin saltanatını tanımayarak Haziran 1118 tarihinde sultanlığını ilan etti. Sancar daha sonra yeğenini bertaraf etmek için Horasan ordusu ile Merv’den hareket etti. Harezmşah Atsız’da babası Kudbüddin Muhammed ile beraber Melik Sancar’ın yanında Horasan ordularında bulunuyordu. Amcasının yola çıktığı haberini alan Sultan Mahmud savaş hazırlıklarına başladı. Eylül 1119’da Save civarında yapılan savaşı Sancar kazandı. Sancar daha sonra İsfahan’a çekilen yeğeni Mahmud’u yanına çağırdı. Huzuruna gelen yeğenini bağışlayan Sancar onu yeni tahsis ettiği Irak Selçuklu Devleti tahtına oturttu. Sultan Sancar erkek evladı olmadığı için yeğeni Mahmud’u kızı ile evlendirdi ve kendisine veliaht tayin etti.166 Kasım 1119 tarihinde yapılan anlaşmaya göre Sancar “es-sultanül azam” yani büyük sultan unvanını kullanacak yeğeni Mahmud ise “es-sultanü’l muazzam” unvanı ile Irak tahtında oturacaktı. Bu olayın ardından Abbasi halifesi de Bağdat’da Sultan Sancar adına hutbe okumaya başlamıştır. Sultan Sancar diğer yeğenlerine de ülkenin çeşitli yerlerinde idareler vermiştir. Sultan Sancar zaman zaman Batı hadiseleri olarak da aktarılan Irak Selçukluları Devleti’nde yaşanan şehzadeler arasındaki taht mücadelelerine müdahalelerde bulunmuştur.167 Sultan Sancar, Büyük Selçuklu Devleti sultanı olduktan sonra devletin başkentini İsfahan’dan Merv’e taşımıştır. Sultan Sancar dönemi Büyük Selçuklu Devleti’nde ikinci imparatorluk dönemi olarak da adlandırılır. Sultan Sancar döneminde yukarda değindiğimiz gibi Gazneliler Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’ne tabi hale getirildi. Behramşah bir dönem göndermesi gereken vergiyi göndermeyerek isyan hareketi içine girince Sultan Sancar 1129 tarihinde ordusu ile Gazne’ye geldi ve Behramşah’ı tekrar itaate aldı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Karahanlılar Devleti idaresinde ortaya çıkan isyan sonrası Batı Karahanlı Hükümdarı Ahmed Han, Sultan Sancar’dan yardım istemiştir. 1130 tarihinde Maveraünnehir seferine çıkan Sultan Sancar 166İbnü’l-Esir, Cilt 10, 437-439. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 234-235. Özgüdenli, 236-237. 167Özgüdenli, 297. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 238. Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, 72. 50 bölgenin tamamını hâkimiyeti altına aldı ve Batı Karahanlı tahtına yeğeni II. Mahmud b. Muhammed’i tayin etti.168 Sultan Sancar’ı başarılı idaresi süresince en çok uğraştıran şüphesiz Harezmşah Atsız olmuştur. Ancak Sultan Sancar, idaresi döneminde en büyük darbeyi yukarıda da bahsettiğimiz gibi 1141 yılında meydana gelen Katavan savaşında, Karahıtaylar Devleti karşısında aldığı ağır mağlubiyet olmuştur. Sultan Sancar bu ağır yenilginin ardından tekrar toparlanabilmiştir. Bu dönemde Sultan Sancar’a tabii Behramşah, Gurlular ile giriştiği mücadeleyi kaybetmiş ve Gazne’yi terk etmiştir. Gazne’ye hâkim olan Gurlu hükümdarı Alaaddin Hüseyin şehirde yaptığı zulümlerden dolayı “Cihansuz” lakabı ile anılmıştır. Bu haberi alan Sultan Sancar, Gurlular üzerine 1152 yılında ordusu ile hareket etmiş yapılan savaşta Gurlular yenilmiş ve Alaaddin Hüseyin esir edilmiştir. Alaaddin Hüseyin daha sonra Sultan Sancar tarafından affedildi ve Gur topraklarının idaresi ona verildi. Bu zaferden sonra Sultan Sancar, Katavan savaşından sonra sarsılan itibarını tekrar kazanmıştır.169 Sultan Sancar’ı idaresi döneminde sarsan ikinci olayda Oğuz isyanı olmuştur. Oğuzlar, Belh valisi Kamaç’ın gönderdiği vergi tahsildarını öldürmesi sonrası Büyük Selçuklu Devleti ile Oğuzların arasını bozmuştur. Bu olaya kızan Belh valisi Emir Kamaç, Oğuzlar üzerine yürümüş ancak yenilerek oğlu ile beraber hayatını kaybetmiştir. Bu olayın ardından Sultan Sancar ordusu ile Oğuzların üzerine yürüdü. Oğuzlar, Sultan Sancar’dan af dilediler sultan da Oğuzlara acımıştır ancak bazı emirlerin karşı çıkması sonucu Sultan Sancar savaşa ikna oldu. Nisan 1153 yılında meydana gelen savaşta Sultan Sancar’ın ordusu mağlup oldu ve Sultan Sancar’da Oğuzların eline esir düştü.170 Bu olay hem Sultan Sancar’ın hem de Büyük Selçuklu Devleti’nin sonunu hazırlamıştır. Oğuzlar, Sultan Sancar’a hürmet etmişler ancak geceleri kaçmaması için demirden kafese koymuşlardır. Sultan Sancar’ın esir düşmesi sonucu boş kalan Büyük Selçuklu Devleti tahtına Aralık 1154 tarihinde vekâleten Sultan Sancar’ın 168Özgüdenli,265. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 36. 169Barthold,Moğol İstilasına Kadar Türkistan,176.İbnü’l-Esir, Cilt 11, 144-145.Vural Öntürk, Gurlular (1157-1216), İstanbul: Selenge Yayınları, 2020, 45-46 170İbnü’l-Esir Cilt 11, 156,157. Özgüdenli, 282. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 245-246. 51 yeğeni Karahanlı Hanedanından Arslan Han Muhammed’in oğlu Mahmud Han çıkarılmıştır. Oğuzların elinde üç yıl esir kalan Sultan Sancar, Nisan 1156 tarihinde Emir MüeyyedAyaba tarafından kurtarılmıştır. Sultan Sancar’ın kurtulduğunu haber alan tabii devletlerden bazıları Sultan Sancar’a tebrik mektupları yazarak emirlerine hazır olduklarını bildirdiler. Bunlar arasında Harezmşah Atsız’da bulunmaktadır.171 Sultan Sancar, devleti yeniden toparlamaya çalışsa da ordusu dağılmış, hazineleri boşaltılmış ve Horasan şehirleri de Oğuzlar tarafından istila edilmiş olduğundan bunda muvaffak olamadı. Büyük Sultan Sancar’ın ömrü de buna yetmedi ve kurtulduktan altı ay sonra, Nisan 1157 yılında vefat etti. Merv’de yaptırdığı Darü’l ahiret türbesine defnedildi. Sultan Sancar’ın ölümü ile Büyük Selçuklu Devleti de tarih sahnesinden çekilmiş oldu.172 Büyük Selçuklu Devleti’ne ikinci imparatorluk dönemini yaşatan Sultan Sancar’ın 1157 tarihinde ölümü ile bu büyük devlet tarihe karışmıştır. Çin sınırlarından Bizans’a kadar büyük bir sahaya hükmetmiş olan bu kutlu devletin ortadan kalkması ile bünyesinde mahalli idarelerin yanı sıra büyük devletler de ortaya çıkmıştır. Daha devlet siyasi olarak ortadan kalkmadan hanedan üyeleri tarafından kurulan Kirman, Irak, Suriye ve Türkiye Selçukluları bu idarelerden en önemlileridir. Bunların yanında devletin doğu da kalan topraklarında ise iki önemli güç olarak karşımıza Harezmşahlar Devleti ve Gurlular Devleti çıkmaktadır.173 Büyük Selçuklu Devleti idaresindeki topraklarda hanedan üyeleri tarafından kurulan devletlere baktığımızda Güney İran ve Kirman bölgesine hâkim olan Kirman Selçukluları Devleti idaresini devam ettirmekteydi. Kirman Selçukluları, Çağrı Bey’in oğlu ve Sultan Alparslan’ın ağabeyi olan Kavur Bey tarafından 1048 yılında kurulmuştur. Kavurt Bey’in ölümünün ardından onun soyundan gelenler bu devleti idare etmişlerdir. Sultan Sancar tarafından 1118 yılında kurulan ve idaresine yine Sultan Sancar tarafından yeğeni Mahmud b. Muhammed Tapar’ın getirildiği Irak Selçukluları Devleti, Azerbaycan ve Irak-ı Acem bölgesine hâkim olarak varlığını devam ettirmekteydi. Irak Selçukluları Devleti son Selçuklu Sultanı II.Tuğrul’un 171Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,30. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 180. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,346. 172Sevimve Merçil, 58. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 187. 173Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 246. Göksu, 220. Özaydın, Sencer, İA, 507-511. 52 Harezmşah Alaaddin Tekiş tarafından 1194 yılında ortadan kaldırılmasının ardından tarihe karışmıştır. Suriye Selçukluları Devleti, Sultan Alparslan’ın oğlu ve Sultan Melikşah’ın kardeşi Melik Tutuş tarafından 1079 yılında kurulmuştur. Daha sonra Tutuş’un ölümünün ardından Halep ve Dımaşk Selçukluları adıyla ikiye bölünerek varlığını devam ettirmiştir.174 Selçuklu hanedanın en uzun ömürlü kolu ise Türkiye Selçukluları kolu olmuştur. KutalmışoğluSüleymanşah tarafından 1075 yılında kurulan devlet 1243 Kösedağ savaşı ile İlhanlı Devleti hâkimiyetine girse de varlığını 1300’lere kadar devam ettirmiştir.175 Anadolu’ya baktığımızda sadece Türkiye Selçukluları Devleti değil onun yanında 1071 Malazgirt zaferinin ardından kurulan beylikler de varlığını devam ettirmekteydiler. Selçuklu beyleri tarafından kurulan Saltuklular, Mengücekler, Sökmenliler, Artuklular, Anadolu’da siyasi varlığını devam ettirmekteydiler.176 Azerbaycan bölgesinin idaresine baktığımızda ise İldenizliler hanedanı hüküm sürmekteydi. Irak Selçuklu Sultanı Mesud’un (1134-1152) Emirlerinden olan Atabey İldeniz ve onun ardından oğulları bu bölgeyi idare etmekteydiler. Son Atabey Özbek bölgeyi Celaleddin Harezmşah’ın 1225 yılında Azerbaycan’a gelerek hâkimiyeti ele geçirmesine kadar idare etmiştir.177 İran’ın kuzey kesimleri ve Taberistan bölgesine baktığımızda bölgenin idaresi Alamut kalesi merkez olarak Batıniler’in hâkimiyeti altındaydı. Büyük Selçuklu Devleti’nin topraklarının batı kısımları bu şekilde siyasi bir şekil alırken Sultan Sancar’ın merkezi Horasan’da ölümünün ardından karışıklıklar artarak devam etti. Oğuzlar önemli Horasan şehirlerini yağma ve tahrip ettiler. Selçuklu emirleri ve beyleri hâkimiyet sahası ele geçirerek buraları koruma ve genişletme mücadelesine giriştiler. Bu olaylar ise Horasan’da dağılan siyasi birliği iyice arttırmaktaydı.178 Oğuz beyleri her türlü birliğini kaybeden Horasan bölgesinin bu dönemdeki mutlak hâkimi konumundaydılar. Oğuz beyleri kendi başına buyruk hareket ediyorlardı. 174 Göksu, 220. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 247-256. 175Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 32. 176Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, 213. Sevim ve Merçil, 72. 177Merçil, 183. 178KıvameddinBurslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara: TTK, 85. Özaydın, Harizm, İA, 217-220. 53 Horasan’ınönemli şehirleri Belh, Nişabur ve Sultan Sancar’ın başkenti Merv, Oğuzlar tarafından yağma ve büyük tahribata uğratıldılar. Bu tahribatlar öyle büyüktü ki bu şehirler bir daha Selçuklu döneminde olduğu değerlere gelememişlerdir. Sultan Sancar’ın ölümünün ardından devlet adamları Büyük Selçuklu Devleti tahtına sultanın yeğeni Karahanlı Mahmud b. Muhammed’i çıkardılar. Ancak bu uzun sürmedi ve Mahmud Han, Sultan Sancar’ın emirlerinden Müeyyed Ayaba tarafından tahttan indirildi. Mahmud Han gözlerine mil çekilerek zindana atıldı ve orada öldü. Emir Müeyyed Ayaba, Horasan’da hâkim olduğu bölgede durumunu kuvvetlendirmek ve hâkimiyet sahasını genişletmek için faaliyetlerde bulunuyordu. Bu siyasi buhran döneminde Büyük Selçuklu Devleti’nin doğuda hâkim olduğu topraklarda iki büyük güç ortaya çıkmıştı. Bunlar Gazneliler Devleti’ne son veren ve bu devletin topraklarına hâkim olan Gurlular Devleti179 ile Harezmşahlar Devleti’dir. Harezmşahlar Devleti aşağıda da değineceğimiz gibi kısa zamanda bölgede en etkin güç konumuna geldi ve anarşiye son vererek siyasi birliği yeniden sağladı. 2.4. HAREZMŞAHLAR DEVLETİ’NİN BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ TOPRAKLARINA HÂKİM OLMASI Kudbeddin Muhammed b. Anuştekin’in 1097 yılında Harezm valisi olmasıyla Harezmşahlar Devleti kurulmuştur. Kaynakların hemfikir olduğu bu konunun yanında Barthold’a göre Kudbeddin Muhammed dönemi ne kadar devletin kuruluşu olsa da Harezmşah Atsız bağımsızlık yolunda verdiği mücadele ile devletin esas kurucusudur.180Harezmşah Atsız, Büyük Selçuklu Devleti’ne sadakatle hizmet eden babası Kudbeddin Muhammed’in aksine kendi devletini kurma yolunda mücadele vermiştir. Harezmşah Atsız bağımsızlık yolunda Harezmşahlar Devleti’nin temellerini atmaya gayret etmesi ve üstelik bunu Sultan Sancar gibi tarihinin en büyük hükümdarlarından birine karşı yapması bakımından dikkate şayandır. Ancak Harezmşah Atsız bütün gayretlerine rağmen devletinin tam bağımsız bir duruma gelmesini görememiştir. Harezmşah Atsız 1156 Temmuz ayında geçirdiği felç 179Ontürk, 13. 180Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,340. 54 sonrası hayatını kaybetmiştir.181 Atsız’ın ölümünün ardından saray şairi Reşüdiddin Vatvat şu beyiti okumuştur; “Ey Şah, Felek senin siyasetinden titriyordu; Senin önünde kulluk tabiatına giriyordu. Gönül sahibi nerededir? Baktığın zaman onca saltanatın buna mı değecekti?”182 Bitmek bilmeyen enerjisi ile Harezmşah Atsız mücadelesini hep sürdürmüş ve başarısızlıktan asla yılgınlık göstermemiştir. Atsız başarılı idaresiyle de Harezm halkı tarafından sevilen birisiydi. Hâkimiyet sahasını genişletmek için gayrimüslim Türkler ile sınır bölgesi olan Cend bölgesini fetheden Atsız buranın idaresini oğlu İl Arslan’a vermiştir. Harezmşah Atsız’ın Cend şehrinin idaresini veliaht şehzadesi İl Arslan’a vermesinin ardından bu dönemden sonra Cend şehri Harezmşahlar Devleti’nin veliaht şehzadelerinin sancak şehri konumuna gelmiştir. Ayrıca Atsız, bozkırdaki gayrimüslim göçebe Türk boylarından ordusunda faydalanmak için onları kazanma yoluna gitmiştir. Bu siyasetinde başarılı olan Atsız taze kuvvetler ile ordusunu kuvvetlendirmiştir. Atsız’ın gayrimüslim Türklerden ordusunda faydalanma siyasetini halefleri de takip etmiştir. Bu sayede Kıpçak ve onların akrabaları olan Kanglılar, Harezmşahlar ordusunda önemli yer tutmuşlardır. Devletin büyümesinde ve kuvvetlenmesinde önemli katkısı olan bu Kanglı kuvvetleri aşağıda da değineceğimiz gibi devletin çöküşünde de önemli rol oynamışlardır. Harezmşahlar Devleti ilk defa Harezm bölgesine hâkim olan idareler arasında sınırları Harezm bölgesini aşan mahalli olmaktan öte geçen ve imparatorluk seviyesinde bir devlet kurmuşlardır.183 Cend valisi olan veliaht şehzade İl Arslan, babası Alaaddin Atsız’ın ölüm haberi üzerine derhal harekete geçerek 1156 yılında başkent Gürgenç’e gelerek Harezmşahlar Devleti tahtına geçti. Harezmşah İl Arslan ilk iş olarak amcaları İnal Tekin ve Yusuf ile kardeşleri Hıtay ve Süleymanşah’ı öldürttü.184 Hanedan üyelerini ortadan kaldıran Harezmşah İl Arslan böylece taht için olabilecek olası isyanları başlamadan bitirmiştir. Sultan Sancar, İl Arslan’ın tahta çıkmasını ve “Harezmşah” 181 Özaydın, Harizm, İA, 217-220. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 179. 182Kazvini, Tarih-i Güzide, 387. 183Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,74. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,347. 184Taneri, 22. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 179. 55 olmasını bir ferman ile onaylamış ve bu olaydan kısa bir süre sonra Nisan 1157 tarihinde hayatını kaybetmiştir.185 Sultan Sancar’ın ölüm haberi Harezm’de de büyük bir üzüntüyle karşılandı. Harezmşah İl Arslan, Sultan Sancar’ın ölüm haberi üzerine başkent Gürgenç’de üç gün yas ilan etti. Sultan Sancar’ın ölümünün ardından Horasan bölgesinde en kuvvetli hükümdar olarak Harezmşah İl Arslan ortaya çıktı. Sultan Sancar’ın ölümü ile Büyük Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkmasıyla bölgede en önemli siyasi otorite olarak da Harezmşahlar Devleti karşımıza çıkmaktadır. Bu arada Sultan Sancar’ın Oğuzlara esir düşmesinin ardından tahta çıkarılan yeğeni Karahanlı Mahmud b. Muhammed Han, Sancar’ın ölümünün ardından devlet adamları tarafından tekrar Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarılmış ancak Horasan Emiri Müeyyed Ayaba tarafından tahttan indirilerek ortadan kaldırılmıştır.186 Harezmşah İl Arslan döneminde Harezmşahlar Devleti, Atsız’ın hayalini kurduğu gibi mahalli bir idare olmaktan öteye geçerek müstakil bir devlet konumuna gelmiştir. Ancak bu dönemde Karahıtaylar Devleti’ne vergi verilmeye devam etmesi devletin tam bağımsız bir konuma gelmediğinin göstergesidir. İl Arslan hükümdarlığı döneminde Horasan’da hâkimiyet mücadelesi içinde olan Oğuz beyleri ve Selçuklu emirlerini kendi çıkarları konusunda destekleyerek Horasan’da ki hâkimiyet mücadelelerine müdahalede bulunmuştur. Harezmşah İl Arslan babasının siyasetini takip ederek Cend ve Mangışlak bölgelerinde tam itaati sağlamıştır. İl Arslan, Irak Selçukluları Devleti ile dostane ilişkiler kurmuştur. Bu arada Sultan Sancar’ın emirlerinden olan ve Oğuzlar’a esir düştüğü zaman Sultan Sancar’ı kurtaran Emir Müeyyed Ayaba, Horasan’da kendisine bir hâkimiyet sahası kurmuştur. Emir Müeyyed Ayaba ele geçirdiği bölgelerde hâkimiyet kurarak Irak Selçuklu Devleti’ni metbu tanımıştır. İl Arslan, Horasan hâkimiyeti için Emir Müeyyed Ayaba ile giriştiği mücadeleler sonunda Dihistan’ı ele geçirmiştir. Bu dönemde Dihistan’ın ele geçirilmesi dışında Horasan bölgesinde büyük bir başarı sağlanamamıştır.187 Harezmşah İl Arslan döneminde Horasan bölgesi için verilen mücadelelerde büyük başarı kazanılamamasının nedenleri arasında Harezm üzerinde devam eden 185İbnü’l-Esir, Cilt 11, 179. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,347. 186Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,347. 187Kazvini, Tarih-i Güzide, 388. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 351. 56 Karahıtay Devleti’nin etkisi de göz ardı edilmemelidir. 1141 Katavan savaşının ardından Karahıtay Devleti’ne her yıl düzenli olarak vergi vermeye başlayan ve bu devletin tâbi konumuna gelen Harezmşahlar Devleti’nde İl Arslan döneminde de bu vergi tahsil işlerinin devam ettiği anlaşılmaktadır. 1172 yılında Harezmşah İl Arslan’ın Karahıtay Devleti’ne vergiyi zamanında göndermemesi üzerine bir Karahıtay ordusu harekete geçmiştir. Karahıtay ordusunun harekete geçtiği haberini alan İl Arslan derhal komutanlarından Ayyar Beg adlı bir komutanının idaresinde bir orduyu öncü olarak Karahıtay ordusunu karşılamaya gönderdi. İl Arslan asıl ordu ile arkadan yola çıktı. Karahıtay ordusu ile Ayyar Beg idaresindeki öncü Harezm ordusu Amuyye civarında karşılaştı, Harezm ordusu Karahıtay ordusu karşısında mağlup oldu. Bu arada İl Arslan ordusu ile yola çıkmasının ardından hastalanarak başkent Gürgenç’e geri döndü. Hastalıktan kurtulamayan Harezmşah İl Arslan 1172 yılında Gürgenç’te hayatını kaybetti.188 Harezmşah İl Arslan on altı yıl boyunca Harezmşahlar Devleti’ni idare etti. Bu dönemde bölgenin en kudretli hükümdarlarından bir olan İl Arslan, Horasan bölgesinde ve Selçuklu topraklarında hâkimiyet kuramamış ve Dihistan’ı ele geçirmesinin dışında büyük başarı elde edememiştir. İbrahim Kafesoğlu, İl Arslan’ın babası Atsız’dan devraldığı devleti oğlu Alaaddin Tekiş’e gelişmeye ve genişlemeye müsait siyasi zemin hazırlayarak bıraktığını aktarır.189 Harezmşah İl Arslan’ın 1172 yılında ölümünün ardından veliaht olan küçük oğlu şehzade Sultanşah, Harezmşahlar Devleti tahtına oturdu. Ancak İl Arslan’ın Cend valisi olan büyük oğlu Alaadin Tekiş kardeşinin saltanatını tanımadı ve sultanlığını ilan etti. Harezm tahtını ele geçirmek için harekete geçen Alaaddin Tekiş, Karahıtay Devleti’nden aldığı kuvvetler ile Harezm’e yürüdü. Başkent Gürgenç’te bulunan Sultanşah ağabeyine karşı koyamayacağını anlayınca Harezm bölgesini terk ederek Irak Selçuklu Devleti’ni metbu tanıyan Horasan Emiri Müeyyed Ayaba’nın yanına gitti. Kardeşinin Gürgenç’ten ayrılmasının ardından Alaaddin Tekiş hiçbir direnişle karşılaşmadan 1172 yılında Harezmşahlar Devleti tahtına geçti. 190 188Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 112. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 301. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, 352. 189Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 83. 190İbnü’l-Esir, Cilt 11, 303.Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,352. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 84. 57 Harezmşah Alaaddin Tekiş, Harezmşahlar Devleti’nin en büyük idarecilerinden birisidir. Harezmşah Tekiş dönemi Harezmşahlar Devleti’nin yükselmeye ve kudretini arttırmaya başladığı dönemdir. Tekiş, Harezmşah olmasının ardından ilk iş olarak taht için bir tehlike olan kardeşi Sultanşah’ı bertaraf etmek için harekete geçti. Bu arada Sultanşah, Emir Müeyyed Ayaba’dan sağladığı askeri destek ile Harezm tahtını geri almak için harekete geçmişti. Bu haber üzerine Harezmşah Tekiş harekete geçti. Harezmşah Tekiş ile Sultanşah’ın kuvvetleri 1174 yılında karşı karşıya geldiler. Savaş Harezmşah Tekiş’in mutlak zaferi ile sonuçlanırken Emir Müeyyed Ayaba savaş meydanında öldürüldü. Emir Müeyyed Ayaba’nın öldürülmesi Horasan bölgesinde Harezmşahlar Devleti’ne karşı önemli bir gücün ortadan kaldırılması anlamında önemlidir. Savaşın ardından Dihistan yeniden Harezmşahlar Devleti tarafından ele geçirilirken şehzade Sultanşah kaçarak Gurlular Devleti’ne sığındı. Sultanşah’ın, Gurlular Devleti’ne sığınması Horasan bölgesi hâkimiyeti için zaten mücadele halinde olan Gurlular Devleti ve Harezmşahlar Devleti’nin mücadelesine yeni bir boyut getirmiştir.191 Harezmşah Tekiş dönemi Harezmşah Devleti’nin mücadele ettiği devletlerden birisi de Karahıtaylar Devleti’dir. Harezmşah Tekiş kardeşi Sultanşah’a karşı Harezmşahlar Devleti’ne hakim olabilmek için Karahıtaylar Devleti’nden ordu desteği almış ve bu mücadelesinde de başarılı olmuştur. Karahıtaylar Devleti bu yardım karşılığında Harezmşah Tekiş’ten her yıl düzenli olarak ödenmekte olan verginin miktarının arttırılmasını istemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu dönemde Karahıtay Devleti eski kudretinden çok uzak olduğu anlaşılmaktadır. 1141 Katavan savaşından bu yana her yıl düzenli olarak Karahıtaylar Devleti’ne ödenmekte olan vergileri almaya gelen elçinin Harezmşah Tekiş’in huzurunda sarf ettiği sözler üzerine elçi öldürülmüştür. Karahıtay elçisinin öldürülmesi bu dönemde Harezmşah Devleti’in bu devlet ile savaşı göze alacak kudrette olduğunu göstermektedir. Nitekim öylede olmuş ve elçinin öldürülmesi üzerine kuvvetli bir Karahıtay ordusu Harezm üzerine yürümüştür. Harezmşah Tekiş yaptığı başarılı savunma ve her saldırıda başvurulan su bendlerini açarak yolları su altında bırakma taktiği ile bu kuvvetli Karahıtay ordusunu püskürtmeye muvaffak olmuştur.192 191Taneri, 26. İbnü’l-Esir, Cilt 11, 303. Öntürk, 62. 192İbnü’l-Esir, Cilt 11, 304. 58 Sultanşah, ağabeyi Harezmşah Tekiş’e karşı uzun yıllar verdiği mücadelelerden netice alamamıştır. Bu mücadelelerin ardından Tekiş’e biat ederek, Merv, Serahs ve Tus bölgelerinde bir emirlik kurarak ağabeyine tâbi olarak idare etmiştir. Kardeşinin bu tâbiliği Harezmşah Tekiş tarafından da olumlu karşılanmıştır. Bu tâbiliğin neticesinde Harezmşahlar Devleti’nin sınırları Horasan bölgesinde genişlemiştir.193 Harezmşah Tekiş 1187 yılında Horasan’ın önemli şehirlerinden olan Nişabur’u ele geçirdi. Harezmşah, Nişabur şehrinin idaresini oğlu Nasırüddin Melikşah’a verdi. 1193 yılında Sultanşah’ın ölümünün ardından onun idaresinde olan bölgeler Harezmşah Tekiş’in hâkimiyeti altına girdi. Tekiş, böylece Horasan bölgesinin mutlak hâkimi konumuna geldi.194 Harezmşah Tekiş, Horasan bölgesinde işleri yoluna koymasının ardından Irak-ı Acem bölgesine yöneldi. Irak Selçukluları Devleti hakimiyetinde olan Irak-ı Acem bölgesi bu dönemde son Irak Selçuklu Sultanı II.Tuğrul tarafından idare edilmekteydi. Bu arada II.Tuğrul ile Halife Nasır ve Emir Kutlug İnanç arasında mücadeleler önlenemez bir hale gelmişti. Emir Kutlug İnanç’ın daveti üzerine bölgenin hakimiyeti için fırsat yakalayan Tekiş, derhal bu davete olumlu yanıt verdi. Irak-ı Acem bölgesine gelen Harezmşah Tekiş, Irak Selçuklu Sultanı II.Tuğrul’a karşı Emir Kutlug İnanç ile birleşti. Rey civarında 1194 yılında yapılan savaşı Harezmşah Tekiş ve müttefikleri kazandı. Son Irak Selçuklu Sultanı II.Tuğrul savaş meydanında öldürüldü ve başı Bağdat’a gönderildi. Sultan II.Tuğrul’un öldürülmesinin ardından 1118 yılında Sultan Sancar tarafından kurulan Irak Selçuklu Devleti, Harezmşahlar Devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır. Irak Selçuklu Devleti’nin ortadan kaldırılmasının ardından Irak-ı Acem bölgesi Harezmşahlar Devleti topraklarına katıldı. Bu devletin ortadan kalkması ve Sultan II.Tuğrul’un öldürülmesinin ardından HarezmşahTekiş, “sultan” unvanı kullanmaya başladı.195 Sultan Tekiş, İran coğrafyasında Sultan Sancar’ın ölümünün ardından parçalanan siyasi birliği yeniden sağladı. Böylece Büyük Selçuklu Devleti’nin hükmettiği toprakların merkezi olan İran coğrafyası artık Harezmşahlar Devleti’nin hakimiyeti 193Taneri, 27. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 99. 194Kazvini, Tarih-i Güzide, 389. 195İbnü’l-Esir, Cilt 12, 92-93.Kazvini, Tarih-i Güzide, 390. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 125-126. 59 altına alındı. Irak-ı Acem bölgesinin Harezmşahlar tarafından ele geçirilmesinin ardından Irak Selçuklu Devleti sultanlarına karşı siyasi hakimiyet mücadelesi veren Halife Nasır Lidinillah bu faaliyetlerine Harezmşahlar Devleti karşısında da devam etmiştir. Sultan Tekiş’in Bağdat halifesi konusundaki düşünceleri Büyük Selçuklu Devleti sultanları gibi halifeyi siyasetten uzak tutarak sadece ruhani bir lider olarak bırakma niyetindeydi. Ancak Halife Nasır, Sultan Tekiş’in bu düşüncesini anlamada gecikmemiştir. Halife Nasır Lidinilah siyasi hakimiyet elde etme yolundaki faaliyetlerine asla son vermemiştir. Sultan Tekiş, Irak-ı Acem bölgesinde yaşanan olaylar nedeniyle ölümüne kadar bu bölgenin olayları ile uğraşmıştır.196 Harezmşahlar Devleti’nin en büyük şahsiyetlerinden olan Sultan Tekiş, dedesi Harezmşah Atsız’ın Kanglı ve Kıpçak Türklerinden ordusunda yararlanma siyasetini devam ettirmiştir. Sultan Tekiş bu siyaseti biraz daha ileriye götürerek önde gelen bir Kanglı beyinin kızı olan Terken Hatun ile evlenerek evlilik bağıyla bu ilişkileri kuvvetlendirmiştir. Sultan Tekiş babası Harezmşah İl Arslan’dan devraldığı devletin sınırlarını Horasan, İran coğrafyasının tamamı ve Irak-ı Acem bölgesini hakimiyeti altına alarak büyük bir coğrafyaya yaymıştır. 1141 Katavan savaşından bu yana Harezm üzerinde devam etmekte olan Karahıtay Devleti tehlikesi bu dönemde ortadan kaldırılmıştır. Böylece Sultan Tekiş dönemi Harezmşahlar Devleti’nin tam bağımsızlığa ulaştığı dönem olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Başarılı mücadeleler vererek Harezmşahlar Devleti’ni devraldığı konumdan çok daha ileriye taşıyan ve döneminin en kudretli devleti konumuna gelmesinde büyük mücadele veren Sultan Tekiş 1200 yılında Gürgenç’te öldü.197 196Taneri, 29.Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 131. 197İbnü’l-Esir, Cilt 12, 133.Kazvini, Tarih-i Güzide, 391. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,363. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 30-31. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HAREZMŞAHLAR DEVLETİ-TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ İLİŞKİLERİ 3.1. ALAADDİN MUHAMMED HAREZMŞAH DÖNEMİ Harezmşah Tekiş’in ölümünün ardından 1200 yılında veliaht olan oğlu Muhammed, başkent Gürgenç’te hiçbir direnişle karşılaşmadan Alaaddin lakabıyla tahta çıktı.198Alaaddin Muhammed dönemi devletin zirve dönemi ve bunun yanında Harezmşahlar Devleti’nin çöküş dönemi olması bakımından önemlidir. Sultan Muhammed hâkimiyeti eline almasının ardından ilk iş olarak Horasan bölgesi hâkimiyeti için babasının da büyük mücadele verdiği Gurlular üzerine yürüdü. Bu seferinde tam başarı sağlayabilmek için Gurlular’a karşı Karahıtaylar ile anlaştı. Harezm ordusu Sultan Muhammed’in idaresinde 1204 yılında Gurlular’ı kesin olarak mağlup etti. Gurlular’ın mağlup edilerek Horasan’dan tamamen çıkarılmalarının ardından bölgeye Harezmşahlar Devleti hâkim oldu.199 Horasan bölgesinde hâkimiyeti sağlayan Sultan Muhammed yönünü Maveraünnehir bölgesine çevirdi. Maveraünnehir bölgesi 1141 Katavan savaşından beri Karahıtay Devleti hâkimiyeti altındaydı. Harezmşahlar Devleti bu devlete 1141 yılından bu yana yıllık vergi ödemekteydi. Ancak Karahıtay Devleti artık eski kudretinden çok uzaktı. Sultan Muhammed 1207 yılında Maveraünnehir seferine çıktı. Harezm ordusu aynı yıl kendilerini karşılamaya gelen Karahıtay ordusunu mağlup ederek Buhara’ya girdi. Sultan Muhammed başarı ile neticelenen Maveraünnehir seferinin ardından “İskender-i Sani” ve “Sancar” lakaplarını aldı. Almış olduğu bu lakaplar onun cihan hâkimiyeti emelini ve Büyük Selçuklu Devleti’nin varisliğini savunduğunu göstermektedir.200 198Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,130. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 133. Harezmşahlar Devleti Tarihi, 147. 199Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, Seniha Sami Moralı (çev.) Gülnar Kara (hazr.), Ankara: TTK, 2020 347.Taneri, 33. Öntürk, 100. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 185-186. 200Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 360.Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,Ragıp Hulusi Özdem, (terc.) K.YaşarKopraman, İsmail Aka (hazr.) Ankara: TTK, 125.Taneri, 35.Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri s,132. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 212-220. 61 Sultan Muhammed’in başarılı Maveraünnehir seferinin ardından büyük darbe alan ve zaten eski gücünden çok uzak olan Karahıtay Devleti yeni bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti. Cengiz Han ile mücadelesinde yenilerek batıya kaçan Naymanlar’ın lideri Küçlük zaten zayıflamış bir duruma gelen Karahıtay Devleti’ni kolayca ele geçirdi. Sultan Muhammed Karahıtay Devleti bu konular ile meşgul durumdayken 1212 yılında Maveraünnehir bölgesinin diğer bir önemli şehri Semerkand’ı ele geçirdi. Karahıtay Devleti’nde olup bitenleri takip eden Sultan Muhammed bir süre Maveraünnehir bölgesinden ayrılmayarak devleti için doğudan gelebilecek tehlikeleri takip etti.201 Sultan Muhammed daha sonra 1215 yazında Gurlular Devleti’ni tamamen ortadan kaldırmak için Gazne üzerine yürüdü. Bu sefer ile Gurlular Devleti’ne son verilirken Sultan Muhammed, Gazne merkezli bölgenin idaresini oğlu Celaleddin’e verdi.202 Bu dönemde İslam dünyasında en kudretli hükümdar olan Sultan Muhammed’in hedeflerinden biri de Bağdat Abbasi halifesini nüfuzu altına almaktı. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul beyin 1050 ve 1055 yıllarında Bağdat’a gelerek yaptığı gibi Abbasi halifesini siyasetten uzak tutarak sadece dini vazifesinde bırakmak niyetindeydi.203 Ancak Bağdat Abbasi halifeleri Irak Selçuklu Devleti döneminde tekrar siyasi bir güç olarak hâkimiyetlerini genişletmek için mücadelelerde bulunmuşlardı. Harezmşahlar Devleti Sultan Tekiş döneminde de bu düşüncede faaliyette bulunsalar da başarı sağlayamamışlardı. Sultan Muhammed bütün gayretine rağmen halifeleri hâkimiyeti altına alamamıştır. Sultan ile halifeler arasında gidip gelen elçiler de sultanın isteklerini halifeye kabul ettirememişlerdir.204 3.1.1. Azerbaycan Bölgesinin Harezmşahlar Devleti Hâkimiyetine alınması Sultan Muhammed’in Abbasi halifesini hâkimiyeti altına alarak onu siyasetten uzaklaştırma ve sadece dini bir lider olarak bırakma girişimi neticesiz kalmıştı. Siyasi alanda etkisini arttırmak ve söz sahibi olmak isteyen Abbasi Halifesi Nasır 201Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,133. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 256. 202Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 134. Taneri, 37. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 261-262.Kazvini, Tarih-i Güzide, 394. Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 69. 203İbnü’lCevzi, El-Muntazam- Selçuklular, 19-20. Özgüdenli, 247. 204Taneri, 37. Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, 61. 62 Lidinillah kendisine karşı olan idarecileri ortadan kaldırmak için bu dönem idarecileri tarafından çok fazla başvurulan bir yol olan Bâtınileri kullanmaktaydı. Ancak halifenin Bâtınileri kullanması ve onlar ile iyi ilişkiler içinde olması Sünni âlimlerce iyi karşılanan bir durum değildi. Sultan Alaaddin’nin 1215 yılında Gazne şehrini ele geçirdiği dönemde evraklar arasında halifenin Harezmşahlar Devleti’ne karşı Gurlu hükümdarlarını kışkırttığı yönünde bulunan evrak sultanın öfkesini arttırmıştı. Sultan Muhammed ulemadan fetva alarak Abbasi halifesinin adını hutbelerden çıkardı. Sultan Muhammed daha sonra Seyyid Ala Tirmizi’yi halife ilan etti. Bu hareketleri ile Sultan Muhammed, Bağdat üzerine çıkmayı planladığı seferine meşru dayanaklar yaratmıştı.205 Harezmşahlar Devleti Sultan Muhammed döneminde büyük askeri başarılar elde ederek Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Sancar döneminde ki sınırlara ulaşmıştı. Bu dönemde ele geçirilen önemli bölgelerden birisi de hiç şüphesiz Azerbaycan bölgesiydi. Azerbaycan bölgesi uzun yıllardır Atabegler hanedanı yani İldenizliler tarafından idare edilmekteydi.206 1211 yılında Atabeg Özbek, Irak-ı Acem bölgesine hâkim olmaya çalışan Nasırüddin Mengli ile mücadele halindeydi. Irak Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde ve 1194 tarihinde ortadan kalkmasının ardından bölgedeki güçlü emirler ve idareciler arasında amansız bir hâkimiyet mücadelesi başlamıştı. Abbasi halifeleri yöneticiler arasındaki bu mücadeleleri kendi siyasi çıkarları doğrultusunda desteklemekteydi. Bu dönemde Irak-ı Acem bölgesinin idaresine hâkim olan ve halifenin müttefiki olan Aydoğmuş diğer bir emir olan Nasırüddin Mengli tarafından ortadan kaldırıldı. Aydoğmuş’u ortadan kaldırarak bölgeye hâkim olan Mengli, Rey, İsfahan ve Hemedan gibi önemli bölgeleri ele geçirebilmek için akınlar yapmaktaydı.207 Abbasi halifesi Nasır müttefiki olan Aydoğmuş’u ortadan kaldıran Mengli’yi ortadan kaldırmak için Atabeg Özbek ve Batıniler’in lideri Celaleddin Hasan ile anlaştı. Mengli ise bölgede hâkimiyetini genişletmek için Atabeg Özbek’in idaresindeki topraklara ve Batıniler’e ait bazı kalelere karşı saldırılarda bulunmaktaydı. Mengli’nin bu saldırgan tutumu kendinse karşı üçlü bir ittifak kurulmasına neden 205Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 348-370-371.Kazvini, Tarih-i Güzide, 394. 206İldenizliler hanedanı 1146-1225 yılları arasında Azerbaycan’ın büyük kısmı ile Kuzeybatı İran’ı idare etmiş olan bir Türk hanedanıdır.Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi,183.Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,106.İbnü’l-Esir, Cilt 11, 312. 207Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,199.İbnü’l-Esir, Cilt 12, 249-253. 63 oldu. Bâtıni lideri olan Celaleddin Hasan bu dönemde önemli bir adım atmış Sünni görüşleri benimseyerek halife ve Sultan Muhammed ile iyi ilişkilerde bulunmuştur.208 Müttefik kuvvetler Hemedan’a gelerek Kerec bölgesinde Mengli’yi mağlup etmiş ve onu savaş meydanında öldürerek başını halifeye göndermişlerdir. Mengli’nin ortadan kaldırılmasının ardından mücadeleden en karlı Atabeg Özbek çıkmış ve Irak-ı Acem bölgesinin önemli bir kısmına hâkim olmuştur. Atabeg Özbek bölgenin idaresini emirlerinden Seyfeddin Oglımış’a verdi. Cüveyni ve İbnü’l Esir’in verdiği bilgilere göre Oglımış daha önce Sultan Muhammed’in hizmetinde bulunmuştu. Irak-ı Acem bölgesinin hâkimi olan Oglımış tekrar Sultan Muhammed’in itibarını kazanabilmek için hutbeyi onun adında okuttu.209 Bu duruma karşı Halife Nasır ve Atabek Özbek, Sultan Muhammed’den çekindikleri için açıktan bir girişimde bulunamadılar. Ancak Oglımış, Halife ve Bâtıni liderinin anlaşması neticesinde bir suikast ile ortadan kaldırıldı.210 Irak-ı Acem bölgesinde Oglımış’ın hutbeyi Sultan Muhammed adına okutmasının ardından Harezmşahlar Devleti’nin sınırları Bagdad önlerine kadar ulaşmıştır. Sultan Muhammed halife ile arasında ki mücadelelerin yaşandığı bu dönemde bölgede hutbenin kendi adına okunmasından çok memnun kalmıştır. Ancak bu olay uzun sürmemiş ve Oglımış bir suikast sonucu ortadan kaldırılmıştır. Sultan Muhammed idarecisi Oglımış’ın öldürüldüğü haberini Semerkand’da bulunduğu sırada almış ve derhal harekete geçerek, Nesevi’ye göre 100 bin kişilik bir ordu ile Irak-ı Acem bölgesine hareket etmiştir.211 Bu arada Irak-ı Acem bölgesinin boşluğundan ve Sultan Muhammed’in uzak olmasından yararlanan Azerbaycan Atabegi Özbek kalabalık bir ordu ile Irak-ı Acem bölgesine gelerek bölgeyi ele geçirdi. Bu bölge için harekete geçen bir diğer idarece de Fars AtabegiSa’d olmuştur.212 Sultan Alaaddin Muhammed bölgeye yaklaştığında ilk olarak İsfahan yakınlarında karşılaştığı Fars Atabegi Sa'd’ın kuvvetlerini mağlup etti ve Sa’d’da esir edildi.213 Sultanın yaklaştığını haber alan Atabeg Özbek ordusu ile beraber hızla Azerbaycan’a 208Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,201. 209İbnü’l-Esir, Cilt 12, 259-260. 210İbnü’l-Esir, Cilt 12, 268.Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,386-387. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,201. 211Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi,201. 212Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,107.İbnü’l-Esir, Cilt 12, 268.Kazvini, Tarih-i Güzide, 394. Nesevi, CelalüttinHarezmşah, Necip Asım, (terc.), İstanbul: Devlet Matbaası, 1934, 16. 213İbnü’l-Esir, Cilt 12, 269. 64 hareket etti. Ancak Tebriz yakınlarında, Harezm ordusu Azerbaycan ordusuna yetişti. Atabeg Özbek yanında kalan az sayıdaki kuvvetleri ile canını zor kurtararak Azerbaycan’a ulaştı ise de ordusu onun kadar şanslı değildi. Harezm ordusu Azerbaycan ordusunun büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi ve Atabeg Özbek’in hazinesi ele geçirilirken pek çok komutanı ile veziri Rebübiddin de esir edildi.214 Ordusunu ve hazinesini kaybeden Atabeg Özbek, elçi göndererek Sultan Muhammed’in tabiiyetini kabul ettiğini bildirdi. Azerbaycan bölgesinde hutbe Sultan Alaaddin Muhammed ve dolayısı ile Harezmşahlar Devleti adına okunmaya başladı. Bu tabiiyete kanıt olarak da Kazvin kalesi Harezmşahlar Devleti’ne bırakıldı. Bu arada Atabeg Özbek’in içinde bulunduğu fırsattan yararlanan Gürcüler, Azerbaycan bölgesine saldırılarda bulunmaktaydılar. Gürcüler’in bu saldırısı sonrası Sultan Alaaddin Muhammed, Gürcü kralına yazdığı tehdit dolu mektupta Azerbaycan bölgesinin artık Harezmşahlar Devleti toprağı olduğunu bildirmiştir.215 Sultan Aladdin Muhammed, Irak-ı Acem bölgesinin idaresini oğullarından Rükneddin Gursançtı’ya verdi ve Yıgan Taysı’yı da ona Atabeg olarak görevlendirdi. İbrahim Kafesoğlu, muasır kaynaklardan aktardığı bilgilerde Sultan Alaaddin Muhammed’in Gürcistan ve Anadolu topraklarına akınlar yapmak için Tiflis’e yürüme isteğinde olduğunu bildirir. Ancak devletin doğusunda beliren tehlike ve sonrasında ortaya çıkan olaylar Sultan Muhammed’e bu düşüncesini hayata geçirme fırsatı vermemiştir. Bu olaylar sonunda Azerbaycan bölgesinin Harezmşahlar Devleti topraklarına katılmasıyla Harezmşahlar Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti sınır komşusu olmuştur. Ancak bu iki Türk devletinin siyasi ilişkileri Sultan Alaaddin Muhammed döneminde gerçekleşmemiş ve Celaleddin Harezmşah’ın Azerbaycan’a gelerek hâkim olduğu döneme kadar kaynaklarda siyasi bir ilişkiye dair bilgiye rastlanmamıştır.216 214Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,133. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 203. Nesevi, 17. 215Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,107. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 269.Kazvini, Tarih-i Güzide, 394. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 203-204. Nesevi, 18-19. 216Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,134. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 270. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 204-205. 65 3.1.2. Moğol İstilası ve Harezmşahlar Devleti’nin Yıkılması Sultan Alaaddin Muhammed’in başarılar ile geçen saltanatına en büyük darbe ve devletinin yıkılmasına sebep olan hadiseler devletinin doğu sınırında ortaya çıktı. Bu dönemde İslam dünyasının en kudretli devleti olan Harezmşahlar Devleti dışa karşı ihtişam ve kuvvetini korusa da içten içe kendisini yiyip bitirmişti. Sultan Alaaddin Muhammed ve annesi Terken Hatun ile onun nüfuzu altında bulunan devlet adamları ve komutanlar arasında büyük bir siyasi çekişme mevcuttu. Kanglı ve Kıpçak kuvvetleri yukarıda daha önce belirtmiş olduğumuz gibi Harezmşah Atsız döneminde Harezm ordusunda kullanılmaya başlanmıştı. Harezmşah Atsız’ın bu siyaseti oğlu İl Arslan döneminde de devam ettirildi. Sultan Tekiş bu siyaseti bir adım öteye taşımış ve önemli Kanglı beylerinden birinin kızı olan Terken Hatun ile evlenmişti. Terken Hatun oğlu Sultan Muhammed döneminde devlet içerisinde önemli bir nüfuz sahibiydi. Özellikle Kanglı ve Kıpçak asıllı olan devlet adamları ve komutanlar üzerinde Terken Hatun önemli nüfuza sahipti.217 Sultan Muhammed devlet içerisinde annesi Terken Hatun ile nüfuz mücadelesi içinde iken diğer yandan da devletinin doğu sınırında yaşanmakta olan siyasi olayları takip etmekteydi. Sultan Muhammed’in takip içinde olduğu bu siyasi hareketlilik sadece onun devleti için değil bütün dünya da derin izler bırakacak olan siyasi ve askeri alanda yeni bir kuvvet olan Moğol Devleti’dir. Cengiz Han tarafından bozkırdaki Moğol kabilelerinin bir araya getirilmesi ile kurulan Moğol Devleti ile Harezmşahlar Devleti ilk defa Sultan Alaaddin Muhammed’in 1215-16 yıllarında çıktığı Kıpçak seferi esnasında tesadüfen karşılaşmışlar ve Sultan Muhammed burada yapılan çarpışmada Moğollar’ın savaş kabiliyetini görmüştür.218 Sultan Muhammed, devletinin doğu sınırlarında yaşanmakta olan bu olaylardan Cengiz Han ve Moğollar hakkında bilgi edinmek için Cengiz Han’a hediyelerle bir elçi heyeti göndermiştir. Bu hareketten memnun olan Cengiz Han’da Sultan Muhammed’e bir elçi heyeti gönderdi. 1218 yılında Maveraünnehir’de Moğol elçilerini kabul eden Sultan Muhammed’e elçiler Cengiz Han’ın iki devlet arasında 217Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,390-391. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 210. 218Taneri,,40. Barthold, Orta Asya Tarihi Hakkında Dersler, 133. Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 135. Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 367. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 318-319. 66 dostluk ve ticari ilişkiler kurma niyetinde olduğunu bildirdiler. Sultan Muhammed iki devlet arasında dostluk ve ticari ilişkileri uygun bulmasının ardından anlaşmalar yapılmış oldu.219 Harezmşahlar ve Moğollar arasında yapılan bu anlaşmaların ardından ilk ticaret kervanı Moğollar tarafından 450-500 kişi kadar bir kervan ile Harezmşahlar Devleti’ne gönderildi. Moğol ticaret kervanı Harezmşahlar Devleti’nin sınır şehri Otrar’a geldiklerinde şehrin valisi Kayır Han lakaplı İnalcık tarafından casusluk gerekçesiyle tutuklanarak mallarına el konuldu. Otrar valisi İnalcık daha sonra mallarına el koyduğu Moğol kafilesinin tamamını idam etti.220 Ancak Moğol kervanından kurtulan bir kişi kaçarak yaşanılanları ve İnalcık’ın yaptıklarını Cengiz Han’a anlattı. Tüccarlarının öldürülmesine çok kızan Cengiz Han, Sultan Muhammed’e bir elçi göndererek İnalcık’ın kendisine teslim edilmesini ve tüccarlarının el konulan mallarının iadesini istedi. Ancak Sultan Muhammed, ne Terken Hatun’un yakını olan İnalcık’ı teslim etti ne de tüccarların mallarını iade etti. Cengiz Han bütün isteklerinin reddedilmesi üzerine büyük bir batı seferi için hazırlıklara başladı.221 Cengiz Han bütün bu isteklerinin reddedilmesinin ardından Harezmşahlar Devleti ile savaş hazırlıklarına başladı. Otrar şehrinde yaşanan olay yalnız Harezmşahlar Devleti’nin büyük yıkım ile ortadan kalkması ile kalmayarak İslam dünyasında uzun yıllar akacak kan ve binlerce insanın ölümü ve onlarca şehrin harap olması sonucunu ortaya çıkaracaktır.222 Cengiz Han, İrtiş nehri kenarında 1219 yılında savaş için büyük hazırlıklara başladı. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından 1220 yılı başında İslam tarihçilerinin aktardıklarına göre sayısı 200 bine yaklaşan ordusu ile harekete geçti.223 Cengiz Han ilk önce önemli komutanlarından Cebe’yi Moğollar’ın önünden kaçan ve Karahıtay Devleti’ne hâkim olan Nayman lideri Küçlük’ü yakalaması için Kaşgar’a gönderdi. Cebe, Bedahşan yakınlarında yetiştiği Küçlük’ü yakalayarak 219Taneri, 40, Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 53. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,407-410. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 233-234. 220Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 394. Alican, 60. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 316. Kazvini, Tarih-i Güzide, 395. Nesevi, 29. 221Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, 131. Alican, 60-61.Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 395.Cüzcani, 53. Kazvini, Tarih-i Güzide, 395. 222Taneri, 41 223Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 396. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 248. 67 öldürdü. Küçlük’ün öldürülmesinin ardından takip edilen Naymanlar imha edildiler ve böylece Karahıtay Devleti tarihe karışmış oldu.224 Sultan Muhammed, Karahıtay Devleti’ne hâkim olan Nayman lideri Küçlük ile yaptığı başarısız mücadelelerin ardından Küçlük’ün bu şekilde Moğollar tarafından kısa zamanda ortadan kaldırılması sonrası endişeye kapıldı. Cengiz Han’ın ordusu ile harekete geçtiği haberinin ardından Sultan Muhammed’in topladığı savaş meclisi Seyhun nehri kıyısında Moğollar’ı meydan savaşında karşılama fikri alsa da Sultan Muhammed bu fikri kabul etmemiştir. Cengiz Han’ın sahip olduğu kuvvetleri kadar hatta daha fazlasına sahip olan Sultan Alaaddin Muhammed ordusunu küçük guruplara bölerek şehirlere savunma için dağıtmıştır. Sultan Muhammed’in bu stratejisinin de nedeni Moğollar’ın surları aşamayacağını ve şehirleri kuşatmada başarısız ve yetersiz olacaklarını düşünmüş olması muhtemeldir. Ancak Moğollar surları aşma ve şehirler alma konusunda Çin seferinde tecrübe kazanmışlardı. Sultan Alaaddin Muhammed ordusunu şehirlere böldükten sonra Horasan bölgesine geçti. Sultan Muhammed’in Moğollar’a karşı meydan savaşını kabul etmemesinin nedenlerinden birisi de annesi Terken Hatun’un nüfuzu altında olan Kanglı kumandanlarına ve askerlerine güvenmemesiydi. Sultanın bu güvenmemesinin nedeni de kendisine karşı yapılan bir suikastı önceden haber alarak kurtulması olayı etkili olmuştur.225 Harezmşahlar Devleti ve şehirleri hakkında yeterli bilgi toplayan ve hazırlık yapan Cengiz Han şehirleri bir bir ele geçirerek ilerlemekteydi. İlk olarak Otrar şehri ele geçirildi ve İnalcık öldürüldü ardından şehirde büyük bir katliam yapıldı. Ordusunu parçalara ayıran Cengiz Han Maveraünnehir’de bulunan şehirleri birer birer ele geçirmekteydi. Moğollar direnen şehirlerde korkunç katliamlar yapmaktaydı. Maveraünnehir bölgesinin en önemli iki şehri Buhara ve Semerkand’da Moğollar tarafından ele geçirildi ve bu şehirlerde büyük katliamlar yapıldı. Bunların yanında Otrar, Sığnak, Barçınlıg-Kent, Cend ve Hocend gibi şehirlerinde akıbeti aynı oldu.226 Harezmşahlar Devleti toprakları Moğollar tarafından yakılırken Sultan Alaaddin Muhammed, Belh şehrinde bulunmaktaydı. Cengiz Han, Sultan Muhammed’i 224Taneri, 41.Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan,399. 225Cüzcani, Tabakat-ı Nasiri, 138. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 317. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,416. 226Taneri, 42. Cüzcani, 56-58, Alican, 70. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 345. 68 yakalaması için komutanlarından Cebe Noyan’ı görevlendirdi. Sultan Muhammed kendisini takip eden Moğollar’dan kurtulmak için Irak-ı Acem bölgesine oğlu Rükneddin Gursançtı’nın yanına doğru yola çıktı. Sultan Muhammed Hemedan civarında geldiğinde oğlu Rükneddin 30 bine yakın kuvveti ile babasını karşıladı. Ancak Sultan Muhammed ülkesinde yaşanan olaylardan dolayı moral olarak çökmüş vaziyette bulunmaktaydı.227 Bu arada Moğollar yetişerek Rey şehri civarında Devletabad yakınlarında Sultan Muhammed ve kuvvetlerini sıkıştırdılar. Sultan Muhammed’in yanında bulunan kuvvetleri Moğollar tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldı. Sultan Muhammed yanında kalan az sayıda ki kuvveti ile korkarak ve telaş içinde Mazenderan yolu üzerinden Hazar Denizi’nde bulunan Abiskun adasına geçti. Burada hastalığı iyice artan Sultan Muhammed Harezmşah 1220 yılında Abiskun adasında hayatını kaybetti.228 3.2. ALAADDİN KEYKUBAD DÖNEMİ TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ’NE GENEL BİR BAKIŞ (1220-1237) Türkiye Selçuklu Devleti’nin en kudretli sultanlarından biri olan Alaaddin Keykubad, Sultan I.Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğlu ve ağabeyi Sultan I.İzzeddin Keykavus’un halefidir. Alaaddin Keykubad babasının İstanbul’da bulunduğu dönemde ağabeyi İzzeddin ile beraber babasının yanında İstanbul’da bulunmuştur. Babası Sultan I.Gıyaseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta çıktığında Alaaddin Keykubad, melik olarak Tokat’a ağabeyi İzzeddin’de Malatya’ya gönderildiler. Alaaddin Keykubad yaklaşık altı yıl burada meliklik görevinde bulundu. Babasının ölümü üzerine ağabeyi İzzeddin Keykavus, Türkiye Selçuklu Devleti’nin yeni sultanı oldu.229 Alaaddin Keykubad bu olay üzerine kendi saltanatı için mücadeleye başladı. Bu mücadelesi için amcası Erzurum Meliki Mugiseddin Tuğrul, eski uç beylerinden Zahireddin ve Ermeni kralı Leon ile ittifak kurdu. Ancak ağabeyi Sultan I.İzzeddin 227Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 417. 228Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 138,139, Taneri, 43. Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 421. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 324-325. Kazvini, Tarih-i Güzide, 396. 229Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 347. Koca, 305. İbn Bibi, ElEvamirü’lAla’iyeFi’lUmuri’l-Ala’iye, Cilt I, Mürsel Öztürk (haz.) Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996, 133-160. 69 Keykavus’a karşı Kayseri’de giriştiği mücadeleyi kaybederek Ankara kalesine sığındı. Sultan I.İzzeddin Keykavus, Ankara kalesini alarak kardeşi Alaaddin Keykubad’ı esir etti. Sultan kardeşi Alaaddin’i öldürmek istediyse de hocası buna engel oldu ve Alaaddin Keykubad, 1212 yılında Malatya yakınlarında bulunan Masara ya da Minşar kalesine hapsedildi.230 Sultan I.İzzeddin Keykavus’un 1220 yılında ani ölümü üzerine devlet adamları taht için Erzurum Meliki Tuğrulşah, zindanda bulunan Melik Alaaddin Keykubad ve onun küçük kardeşi Koyluhisar Meliki Celaleddin Keyferudun arasında tahta kimin çıkacağını tespit için bir araya geldiler.Bunun sonucunda tahta en uygun ve en vasıflı olarak Alaaddin Keykubad’ı sultanlığa layık gördüler.231 Sultan I.Alaaddin Keykubad 1220 yılında tahta çıktığı dönemde Moğol istilası bütün İslam dünyasını yakıp yıkmaktaydı.Sultan ilk iş olarak komşusu olan Eyyubiler ile ittifak kurma yoluna gitti. Bu amaçla Melik Eşref’e elçiler gönderdi ve dostluk kuruldu. Daha sonra bu dostluk evlilik ve akrabalık yolu ile de kuvvetlendirildi. Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya gelen ilim insanları, âlim, sanatkâr, şair ve daha niceleri Sultan I.Alaaddin Keykubad tarafından büyük itibar gördüler. Sultan I.Alaaddin Keykubad, Moğol istilasına karşı Anadolu’da Sivas, Konya, Kayseri gibi şehirlerin surlarını onardı ve yeni surlar ile burçlar yaptırdı. Diğer yandan usta bir devlet adamı olan Sultan Keykubad, Moğollar ile dostane ilişkiler kurmayı daha uygun buluyordu. Dünyayı kasıp kavuran Moğollar’a karşı tedbirli olarak iyi ilişki kurmayı devletinin selameti için daha uygun görüyordu.232 Sultan I.Alaaddin Keykubad. Moğollar’a karşı tedbir alırken diğer yandan da devletinin hâkimiyetini genişletmekteydi. Bu sebeple Alaiye üzerine yürüyen sultan, Akdeniz’de önemli bir liman şehri olan bu şehri kuşattı. Alaiye kalesi hâkimi olan Kyr Vart bu kuşatmadan kurtulamayacağını anlayınca barış yolu ile kaleyi Sultan I.Alaaddin Keykubad’a teslim etti.233Alaiye şehri ele geçirildikten sonra yeniden imar edildi ve bir de tersane kurularak denizcilik alanında önemli bir adım atıldı.234 Bu dönemde denizcilik alanında yapılan diğer bir önemli olay da Türkiye Selçuklu 230Koca,306-307. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,348. İbn Bibi, Cilt I, 134-135. 231Merçil ve Sevim, 459. İbn Bibi, Cilt I, 221-222. 232Merçil ve Sevim, 459. 233 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,358. 234Merçil ve Sevim, 460. İbn Bibi, Cilt I, 262-264. 70 Devleti tarihinde ilk defa deniz aşırı sefer yapılmıştır. Karadeniz’de yapılan bu deniz aşırı sefer ile Kırım’da bulunan Suğdak ele geçirildi.235 Sultan Alaaddin Keykubad, bu dış meseleler ile uğraşırken diğer yandan devlet içerisinde beylerin gücünün hızla artmakta olduğunu görüyordu. Bu beylerin arasında Seyfeddin Ayaba, Zeyneddin Başara, Mübarizüddin Behramşah Bahahaddin Kutlucu en güçlü olanlarıydı. Bu beyler Sultan Alaaddin Keykubad’ı ortadan kaldırarak yerine kardeşi Koyluhisar Melik’i Celaleddin Keyferudun’u tahta çıkarmak için sultana karşı bir suikast tertip ettiler. Bu suikastı önceden haber alan Sultan Alaaddin Keykubad suikasttan kurtuldu. Daha sonra harekete geçen sultan kendisine muhalif bütün emirler ve beyleri ortadan kaldırdı. Yerlerine daha liyakatli ve sadık beyler ile emirler atayarak devlet içerisinde olası bir boşluğu da böylece doldurmuştur.236 Sultan I.Alaaddin Keykubad, Türkiye Selçuklu Devleti topraklarına her fırsatta saldıran ve ticaret kervanlarını yağmalayan Çukurova Ermeni Krallığı’nı cezalandırmak için 1225 yılında bu bölgeye sefer düzenledi. Denizden de desteklenen bu seferde Ermeniler’in ele geçirdiği yerler geri alındı. Ermeniler’in yıllık vergisi iki katına çıkarılarak gerektiğinde de asker gönderme şartı ile sefer başarı ile sonuçlandı.237 Sultan I.Alaaddin Keykubad bu olaylarla meşgulken Türkiye Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Diyarbakır Artuklular’ı hutbeyi Eyyübiler Devleti adına okutmaya başlamıştı. Artuklu hükümdarı bu arada Azerbaycan’a gelerek yerleşen Celaleddin Harezmşah ile de ittifak kurmuştu. Bu olaylar üzerine Diyarbakır Artuklular’ı üzerine sefere çıkan Sultan Alaaddin Keykubad karşısına çıkan bir Eyyübi ordusunu mağlup etti. Adıyaman bölgesi ve Çemişgezek bölgeleri Türkiye Selçuklu topraklarına katıldı. Sultan Alaaddin Keykubad, Erzincan’ı ele geçirerek Divriğ kolu hariç Mengücek beyliğine son verdi. Sultan Keykubad Erzincan bölgesinin idaresini oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’e verdi.238 Sultan Alaaddin Keykubad, Erzincan’ın ardından 1228 yılında Rumlar tarafından ele geçirilen Sinop, Samsun ve Ordu bölgelerini Rumlar’dan geri aldı ve Trabzon’u 235Merçil ve Sevim, 463. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 379. 236 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 361-362.İbnBibi, Cilt I, 289. 237Merçil ve Sevim, 461. 238Merçil ve Sevim, 462-463. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul:Ötüken, 2017, 81.İbnü’l-Esir, Cilt 12, 437-438. 71 kuşattı. Ancak yoğun yağmurlar ve kış şartlarının elverişsizliği yüzünden Trabzon alınamadı. Bu seferin ardından Trabzon Rum İmparatorluğu, Sultan Alaaddin Keykubad’ın yerine Celaleddin Harezmşah’ımetbu tanıdı. Rumların bu davranışının ardından Sultan Alaaddin Keykubad 1230 Yassı Çimen savaşında Celaleddin Harezmşah’ı kesin olarak mağlup etmesinin ardından Trabzon Rumları’nı tekrar sıkı olarak itaate almıştır. Sultan Alaaddin Keykubad, Anadolu’da birliği sağlama ve Moğollar’a karşı birlik olmak için bir yandan yeni yerleri topraklarına katarken bir yandan da komşu devlet liderleri ile ittifak ve dostluk kurmak çabasındaydı. Eyyubiler Devleti ile yerine göre dostluk ve mücadeleler devam ederken bu dönemde Azerbaycan’a gelerek yerleşen Celaleddin Harezmşah, Doğu Anadolu bölgesinde siyasette ettin rol almaya başlamıştı.239 3.3. CELALEDDİN HAREZMŞAH VE ALAADDİN KEYKUBAD DÖNEMİ İLİŞKİLER 3.3.1.Celaleddin Harezmşah’ınMoğollar’la Mücadelesi ve Hindistan’a Kaçması Celaleddin Harezmşah babası Sultan Aladdin Muhammed tarafından 1215 yılında Gazne merkez olarak Gur toprakları, Herat ve Sicistan bölgelerinin idaresi ile görevlendirilmişti. Ancak Sultan Muhammed oğlunu merkezde yanında tutmuş ve vekâleten bu bölgelerin idaresine Kerber Melik getirilmiştir. Kerber Melik, Celaleddin Harezmşah’ın Hindistan’a gelişine kadar bölgeyi idare etmiştir.240 Celaleddin babası tarafından sevilmekte ve taht için gerekli vasıflara sahip siyaset ve askeriye konusunda da oldukça başarılı bir şehzadeydi. Nitekim o bu başarılarını ilerleyen dönemlerde kendisini kanıtlayacaktır. Ancak Celaleddin taht için ne kadar yeterli vasıflara sahip olsa da veliahtlık seçimi konusunda Terken Hatun’un rolü büyük olmuştur. Devlet adamlarında ve komuta kademesine Kanglı ve Kıpçak asıllı beylerin getirilmesini sağlayan Terken Hatun, veliahtlık içinde Kanglı bir kadından doğan şehzade Uzlak Şah’ı veliaht tayin ettirmişti.Terken Hatun’un devlet 239Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 382-383. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 438. 240Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 142. Taneri, Celalu’d-din Harizmşah ve Zamanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1977, 18-19. Kazvini, Tarih-i Güzide, 394. 72 içerisindeki etkin durumundan dolayı şehzade Celaleddin’in babasının yerine sultan ihtimali çok düşüktü. 241 Celaleddin Harezmşah, 1220 yılında babası Sultan Aladdin Muhammed’in Abiskun adasında öldüğünde yanında bulunmaktaydı. Sultan Alaaddin Muhammed ölmeden önce devletini bu felaket durumdan en iyi idare ile kurtarabileceğini düşündüğü oğlu Celaleddin’i veliaht tayin etti.242 Daha sonra Celaleddin yanında bulunan 70 kişilik grup ile başkent Gürgeç’e hareket etti. Geçtikleri şehirlerde halk büyük coşku ve destekte bulunmakta silah, yiyecek ve at vermekteydi. Celaleddin başkente geldiğinde halka Sultan Muhammed’in ölmeden önce Celaleddin’i veliahd tayin ettiği açıklandı. Ancak bu olay üzerine diğer iki şehzade Akşah ve Uzlak Şah, Celaleddin’i ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. Durumu önceden haber alan Celaleddin başkentteki tehlikeyi görerek derhal harekete geçerek Horasan’a çekildi. Moğollar’ın yaklaşmakta olduğunu gören diğer iki şehzade Akşah ve UzlakŞah’da Horasan bölgesine hareket ettiler. Ancak iki şehzade Nişabur şehrine geldiklerinde Moğollar onlara yetişti ve yapılan mücadelenin ardından Moğollar iki şehzadeyi de öldürdüler.243 Celaleddin Harezmşah, Nişabur şehrine geldiğinde emirlere ve beylere mektuplar göndererek askerleri ile beraber kendisine katılmalarını bildirdi. Ancak Moğollar’ın Nişabur’a yaklaşması üzerine bu çağrıda istenilen başarıya ulaşılamadı. Celaleddin, Cengiz Han’ın Talekan’da bulunduğu haberini alınca Gazne’ye hareket etti. Gazne’de büyük coşku ile karşılanan Celaleddin’e bazı Gur emirleri de katıldı. Celaleddin’in ordusu Gazne’de bulunan Emin Melik’in kuvvetleri ve Gurlular’ın da katılmasıyla sayısı 60 bin kişiyi bulmaktaydı. Bu arada yaklaşmakta olan bir Moğol ordusu haberi geldi. 1220 yılında Celaleddin ordusunun ağılıklarını Parvan’da bırakarak bu Moğol ordusuna saldırdı ve onları mağlup ederek birçoğunu kılıçtan geçirdi.244 Cengiz Han mağlubiyet haberini alınca Şigi Kutugu Noyan komutasında 241Taneri, Harezmşahlar, 44. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 261-262. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan,390. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, 210. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 105. 242Taneri, Celalud-din Harizmşah ve Zamanı, 20. Nesevi, 40-41. 243Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 426-427. Taneri, Harezmşahlar, 45. Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 142.Kazvini, Tarih-i Güzide, 398. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 109- 110. Nesevi, 41-45. 244Taneri, Celalud-din Harizmşah ve Zamanı,24.Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 435-436.Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,143. Alican,82. 73 bir orduyu Celaleddin Harezmşah’ın üzerine gönderdi. İki ordu Parvan yakınlarında karşılaştı ve Celaleddin’in komuta ettiği ordusu Moğol ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattı. Savaşı kazanan Celaleddin’in eline çok sayıda ganimet geçti.245 Ancak bu zaferden istenilen sonuç alınamadı ve ganimetin bölüşülmesi konusunda çıkan sıkıntı sonrası Gurlular sayısı 30 bin kişiyi bulan kuvvetleri ile Celaleddin’in yanından ayrıldılar.246 Cengiz Han bu mağlubiyet üzerine ve Celaleddin’in ordusunun zayıfladığı haberini alınca bizzat kendisi ordusu ile Celaleddin’i takibe koyuldu. Celaleddin bu takipten kurtulmak için Hindistan’a çekilmeye başladı. Ancak Cengiz Han, Sind nehri kıyısında Celaleddin’e yetişti. Kasım 1221 yılında Sind nehri kıyısında sayıca ordusu az olan Celaleddin büyük bir direnç ve başarı gösterse de mağlup olmaktan kurtulamadı. Moğollar tarafından çembere alınan ve kurtuluşu olmadığını gören Celaleddin, annesi ve hareminin Moğollar’ın eline geçmemesi için Sind nehrine atılmasını emretti ve bu gerçekleştirildi. Daha sonra kendisi de atı ile beraber Sind nehrine atladı ve sağ olarak karşıya geçmeyi başardı.247Cüveyini’ye göre Cengiz Han bu olayı görerek cesaretinden dolayı “Böyle bir oğula sahip olan babaya ne mutlu. Su ve ateş gibi iki bela girdabından kendini kurtarıp sahile vardı. O başımıza büyük işler açacak. Onun karşısında akıllı bir insan nasıl gafil durabilir? Demiştir. 248 Celaleddin Harezmşah yanında kalan az sayıdaki adamıyla Hindistan içlerine çekildi ve kendisini takip eden Moğol ordusundan kurtuldu. CelaleddinHarezmşah, Hindistan’da kendisine katılanlar ile kuvvetlenmeye başladı. Ancak Celaleddin ne kadar başarılı mücadeleler verse de Hindistan’da tutunamadı. Bu arada Kirman bölgesinden kardeşi Gıyaseddin Pirşah’ın yanından ayrılarak Celaleddin’e katılan emirler onu Irak’a yürümesi için teşvik etmekteydiler. Bu olaylar üzerine Celaleddin, Hindistan’da hâkim olduğu bölgelerde vekil olarak Cihan Pehlivan’ı bırakarak 1224 yılında Irak’a hareket etti.249 245Ibnü’l-Esir, Cilt 12, 351.Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 112-113. 246Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 436.Taneri, Harezmşahlar,47.Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,70. Ibnü’l-Esir, Cilt 12, 352. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 113-114. Nesevi, 54-55. 247Barthold, Moğol İstilası Devrinde Türkistan, 439.Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,70. Ibnü’l-Esir, Cilt 12, 353. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 15-16. Nesevi, 55-56. 248Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, 16. 249Taneri, Celalud-din Harizmşah ve Zamanı, 32. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 120. 74 3.3.2.Celaleddin Harezmşah’ın Azerbaycan’a Gelmesi ve Harezmşahlar Devleti’ni Yeniden Toparlaması Celaleddin, kardeşi Kirman hâkimi Gıyaseddin Pirşah’ın yanından ayrılarak kendisine katılan emirlerin teşviki ve Gıyaseddin’in askerlerinin çoğunun kendisini desteklediği haberi üzerine Ocak 1225 yılında Kirman’a geldi. Daha sonra Celaleddin buradan hareketle Şiraz’a geldi. Şiraz’da Celaleddin, Fars Atabegi Sa’d b. Zengi’ye elçi gönderdi. Daha sonra yapılan dostluk anlaşması neticesinde Celaleddin, Sa’d’ın kızı ya da kız kardeşi ile evlendi. Celaleddin durumunu iyice kuvvetlendirdikten sonra İsfahan şehrine geldi. Bu arada Rey şehrinde olan diğer kardeşi Rükneddin’e ani bir baskın yapan Celaleddin kardeşini mağlup etti. Daha sonra bu baskından sağ kurtulan kardeşine elçi göndererek kendisine tabii olmasını istedi. Bunun üzerine Gıyaseddin ağabeyi Celaleddin’in yanını gelerek ona itaatini arz etti.250 Böylece Celaleddin Harezmşah veliaht tayin edildikten dört yıl sonra tahta çıkmış oldu. Sultan Celaleddin Harezmşah, mahalli idarecilere fermanlar gönderdi. Kendisine katılan emir ve beylere unvan ve iktalar verdi. Horasan, Irak-ı Acem ve Mazenderan hâkimleri itaatlerini sundular. Sultan Celaleddin böylece devlet işlerini düzene koydu.251 Celaleddin Harezmşah kısa zamanda İran bölgesinde tamamen hâkimiyet sağladı ve Azerbaycan’a yöneldi. Sultan Celaleddin ilk olarak 1225 yılında Meraga şehrine geldi ve savaşmadan şehri teslim aldı. Celaleddin Harezmşah daha sonra İldenizliler’in başkenti olan Tebriz’e yürüdü. Azerbaycan hâkimi Atabeg Özbek hutbede Celaleddin’in adını okutacağını ve sultana tabii olduğunu bildiren bir heyeti büyük hediyeler ile huzura gönderdi. Ancak sultan bu talebi kabul etmeyerek Tebriz şehrini kuşattı. Kuşatmadan kurtulamayacağını gören Atabeg Özbek canının bağışlanması ve istediği yere gidebilme şartı ile şehri teslim etti. Böylece Celaleddin Temmuz 1225 yılında Tebriz şehrine hâkim oldu. Daha sonra bu şehri yeni teşkilatlandırdığı devletine başkent yaptı. Celaleddin Harezmşah daha sonra gönderdiği kuvvetler ile Gence, Baylakan, Erdebil ve Arran bölgelerine hâkim 250Taneri,Harezmşahlar, 55. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 121-122. 251Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 143. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 381-382. Kazvini, Tarih-i Güzide, 399. 75 oldu.252 Sultan Celaleddin Harezmşah, Azerbaycan bölgesine kısa bir dönemde hâkim oldu. Sultan daha sonra Gürcüler üzerine yürüdü ve onları mağlup ederek Mart 1226 yılında Tiflis’i ele geçirdi.253 Celaleddin Harezmşah yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Harezmşahlar Devleti’nin Moğollar tarafından ortadan kaldırılması ve Sultan Alaaddin Muhammed’in Hazar denizinde bulunan Abiskun adasında ölümünün ardından Moğollar ile mücadeleye girişmiştir. Ancak başarılı mücadeleler verse de Moğollar karşısında mağlup olarak Hindistan’a çekilmiştir. Daha sonra Celaleddin Harezmşah 1225 yılında Hindistan’dan dönerek İran’a ve ardından Azerbaycan’a hâkim oldu. Celaleddin Harezmşah, İran ve Azerbaycan bölgesine hâkim olduğu dönemde bölgenin coğrafyası şu şekildeydi. Eyyubi ve Artuklu Melikleri siyasi şartlara göre yön değiştirmekte, Erzincan bölgesinde Mengücek beyi Davud Şah, Erzurum’da Türkiye Selçuklu Meliki Cihan Şah, Bağdad’da Abbasi halifesi, İran’ın kuzey kesimlerinde Batıniler, Trabzon’da Rum İmparatorluğu, Anadolu’nun iç ve batı kısmına hâkim olan Türkiye Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad ve Celaleddin Harezmşah’ın devletinin doğusunda ise onun ve devletinin amansız düşmanı Moğollar bulunmaktaydı254 Celaleddin Harezmşah’ın İran bölgesinde kısa zamanda önemli bir güç haline gelmesinde onun daha önce Moğollar ile yaptığı başarılı mücadeleleri ve İslam dünyasında bir kurtarıcı gibi görülmesi etkili olmuştur. Bunun yanında babası Sultan Muhammed tarafından Kirman bölgesinin idaresi kardeşi Gıyaseddin Pirşah’a ve Irak-ı Acem bölgesinin idaresi de diğer kardeşi Rükneddin Gursaçtı’ya verilmişti. Bu durumdan da anlaşılacağı üzere Moğol istilası Harezmşahlar Devleti’ni ortadan kaldırmış ancak hanedan üyeleri tarafından idare edilen bu bölgelere 1225 yılında hala yıkıcı olarak Moğol saldırıları gelmemişti. Celaleddin, Hindistan’da iken kendisine katılan kardeşi Rükneddin’in adamları tarafından ısrarla İran coğrafyasına davet edilmesinin ardından bu bölgeye geldi. Celaleddin ilk olarak Kirman’a gelmiş ve kardeşi Rükneddin’in kuvvetleri ona katılmıştır. Daha sonra Fars AtabegiSa’d’ın kızı ile evlenerek onun da siyasi desteğini sağlamıştır. Celaleddin son olarak kardeşi 252Taneri, Harezmşahlar, 61. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 388-389. Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 126-127. Nesevi, 69-70. 253Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri, 143. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 408-409.Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 131-132. Nesevi, 75-76. 254Taneri, Harezmşahlar, 74. 76 Gıyaseddin’i Rey yakınlarında mağlup etti ve onu da tabiyeti altına alarak bölgede Harezmşahlar Devleti’ne ait idare ve kuvvetlerin hepsine hâkim oldu. Daha sonra bölgede bulunan idarecilerin birçoğu Celaleddin’e itaatlerini sundular.255 3.3.3. Celaleddin Harezmşah ve Alaaddin Keykubad’ın Dostluk İlişkileri Celaleddin Harezmşah yukarıda da bahsettiğimiz gibi 1225 yılında Azerbaycan bölgesine hâkim olarak devletini yeniden toparladı. Bu başarılarının ardından Celaleddin bölgede önemli bir güç haline geldi. Bu dönemde Türkiye Selçuklu Devleti tabiliğinden çıkan Mardin Artuklu Meliki Mesud, Mısır Eyyübi hükümdarı Melik Kamil’i metbu tanımıştı. Bu olay üzerine 1226 yılında bölgeye sefere çıkan Alaaddin Keykubad, birleşik Eyyübi ve Artuklu ordusunu mağlup ederek Kahta, Adıyaman ve Çemişgezek kalelerini ele geçirdi. Bu seferin ardından Artuklu Meliki Mesud, Celaleddin Harezmşah ve Şam Eyyübi Meliki Muazzam ile anlaştı. Bu anlaşmaların ardından Artuklu Mesud, Meyyafakirin Eyyübi Meliki Eşref’i metbu tanıdı. Bu olayları haber alan Alaaddin Keykubad tekrar bölgeyi bir sefer düzenledi. Alaaddin Keykubad karşısına çıkan Eyyübi ordusunu mağlup etti ve ArtukluMesud’u tekrar tabiiyete aldı. Alaadin Keykubad, Mardin Artuklu hâkimi Mesud’un bu faliyetlerinin ardından aynı girişimler içinde bulunan Erzincan Mengücek idarecisi Davud Şah üzerine yürüdü. Davud Şah, Erzurum Selçuklu Meliki Cihan Şah’a Meyyafakirin hâkimi Eyyübi Meliki Eşref’e ve Celaleddin Harezmşah’a kendi idaresinin tehlikede olduğunu bildirerek yardım talep etmişti. Alaaddin Keykubad bu hareket üzerine Erzincan’a yürüdü ve bölgeyi fethederek bölgenin idaresini oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’e verdi.256 Bu olaylardan da anlaşılacağı gibi artık Celaleddin Harezmşah’ın Anadolu’da ki siyasi olaylar da rol almaya başladığı görülmektedir. Celaleddin Harezmşah bölgede artık desteğine ve hâkimiyetine ihtiyaç duyulan bir idareci konumuna gelmiştir. Usta bir devlet adamı olan Alaaddin Keykubad bu olaylardan sonra Celaleddin Harezmşah’ın Anadolu ve kendi devleti için nasıl bir tehdit olacağını fark etmiştir. Bu arada Celaleddin Harezmşah, Azerbaycan’da Meraga şehri merkezli idaresini 255Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 123. 256 Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, 81. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 416-417. 77 tesis ettikten sonra peşini bırakmayan ve yaklaşmakta olan Moğol tehlikesine karşı Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı Aladdin Keykubad ile dostane münasebetler kurmaya karar verdi. Celaleddin, bu vesile ile Alaaddin Keykubad’a Temmuz 1225 yılında bir elçi gönderdi.257 Celaleddin göndermiş olduğu mektubunda, “ Dostların sevinç ve neşesi mektuplaşmak ve elçi göndermek ile kaimdir. Bundan sonra ayrılık ve yabancılık perdesini kaldırıp dostluk ve birlik kapısını açmak lazımdır. Menfaatlerin temininde ve zararların definde beraber hareket etmezsek kiminle dost olabiliriz. Allaha şükürler olsun ki devletimizin ahvali ve memleketimizin işleri yüz bin kere hamdimucibdir,” şeklinde yazmaktadır.258 Celaleddin tarafından Alaaddin Keykubad’a elçi olarak gönderilen âlim Mucirüddin Tahir, Kayseri’de Sultan Alaaddin Keykubad tarafından kabul edildi. Elçi Mucirüddin, Aladdin Keykubad’ın elini öptü ve sultan da onu kucakladı. Sultan Aladdin Keykubad elçiden Moğollar hakkında ve Celalleddin’in Moğollar ile mücadeleleri hakkında bilgi aldı. Bu görüşmede Celaleddin Harezmşah’ın Şiraz Atabegi Sa’d’ın kızı olan eşinden olan kızı ile Alaaddin Keykubad’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev sözlendi. Sultan daha sonra elçiye büyük hediyeler verdi ve Celaleddin Harezmşah’a da 100 bin altın, 30 bin akçe, 10 köle, 10 cins at ve hilat yolladı. Alaaddin Keykubad daha sonra bu elçiye karşılık olarak Celaleddin Harezmşah’a Sipahsalar Selahaddin adında elçisini yolladı.259 Sultan Alaaddin, Celaleddin Harezmşah’ın mektubuna cevap olarak, “Muzaffer sancaklarımızın kâfirlerden intikam almak ve müslüman gönüllerini kazanmak maksadıyla hareket ettiğini öğrendik. Fakat bu dostunuzun da yaz kış dört tarafta kafirler ile cihad eylediği malumlarıdır. Horasan ve Harezm’in medar-ı iftiharı Mucirüddin Tahir geldi ve yüce sözlerini eriştirdi. Burada kaldığı birkaç gün zarfında, gönülleri yüce menkıbenizi zikrederek fethetti,” şeklinde bir mektup yazdırdı.260 257Taneri, Harezmşahlar,75. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 384. 258Taneri, Harezmşahlar,75-76. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara: TTK, 1958, 82. 259 Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, 88. 260Taneri, Harezmşahlar, 76. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, 83-84. 78 Alaaddin Keykubad’ın elçisi 1226 yılında Hoy şehrinde Celaleddin Harezmşah’ın veziri Şerefü’l Mülk tarafından kabul edildi. Aladdin Keykubad’ın elçisi Selahaddin, Şerefü’l Mülk’e sultanın her iki devletin ittifak içinde olduğunu ve çağırılması durumunda her türlü askeri desteğe hazır olduklarını bildirdi. Vezir Şerefü’l Mülk bu durumdan çok memnun olarak elçiye büyük hediyeler verdi.261 Bu dönemde 1226 yılında bazı Harezm kuvvetlerinin yağma için Ahlât civarına geldiği haberi üzerine Eyyübiler’in Ahlât valisi Hacip Ali derhal harekete geçerek bu Harezm kuvvetlerine saldırdı ve onları mağlup ederek ele geçirdikleri ganimetleri ellerinden aldı.262 Bu haber üzerine Celaleddin Harezmşah, Ekim 1226 yılında Ahlât’ı kuşattı. Ancak şehrin şiddetle direnmesi ve kış şartlarının bastırması üzerine kuşatmayı kaldırdı. Tuğtab’a gelen Celaleddin gönderdiği kuvvetler ile Erzurum civarını yağmalattı. Bu arada Celaleddin Harezmşah’a Alaaddin Keykubad’dan yeni bir elçi geldi. Alaaddin Keykubad’ın göndermiş olduğu mektubunda Celaleddin Harezmşah’ı Eyyübiler ile ittifaka davet etmektedir. Sultan Alaaddin yaklaşmakta olan Moğol tehlikesine karşı bu üç devleti ittifakla bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Alaaddin Keykubad küçük savaşları bırakarak büyük savaşa hazırlanılması gerektiğini vurgulamaktaydı.263 1228 yılında Celaleddin Harezmşah, İsfahan yakınlarında Moğollar ile yaptığı savaşı kaybetti. Ancak bu savaşın neticesinde Moğollar da büyük kayıplar verdiler. Moğollar vermiş oldukları büyük kayıplar neticesinde İran coğrafyasından ayrılarak Maveraünnehir bölgesine gittiler. Bu olayın ardından Kasım 1228 yılında Erzurum yakınlarına kadar gelen Celaleddin Harezmşah, Alaaddin Keykubad’a bir elçi gönderdi.264 Celaleddin Harezmşah elçi ile gönderdiği mektubunda, “Geçen sene Tatarlar’ı def etmek maksadıyla burudan ayrılmam gerekti. Yüce sancağımızın ortadan kalkmasını fırsat bilen muhaliflerimiz meydana çıktılar. Fakat onlar gayretlerinin semeresini alamadılar. Şimdide fırsat kollayan muhalifler, din ve memleketin korunmasını, gaza ve cihadı, halkın iyiliğini düşünmeden kendi rahatları için müslümanların perişan olmasını isterler. Fakat kötülüklerinin cezasını bulurlar. Bu bakımdan Erzincan’ı 261Taneri, Harezmşahlar, 77. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 384.Nesevi, 96-97. 262İbnü’l-Esir, Cilt 12, 413-414.Nesevi, 101. 263İbnü’l-Esir, Cilt 12, 418-419.Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 388. 264Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,136. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 428. 79 ilhak etmeniz yerindedir. Ben sizinle görüşebilmek için bu havaliye geldim, fakat avdet buyurduğunuzu öğrendim,” şeklinde hazırlatmıştır.265 Alaaddin Keykubad, Moğollar’ı dikkatle takip etmekte ve Celaleddin Harezmşah ile kurulacak açık bir ittifakta Moğollar’ı karşısına almış olacağını bilmekteydi. Moğollar konusunda daha dikkatli ve temkinli olan Sultan Alaaddin, Celaleddin’e karşı daha dikkatli adım atmaktaydı. Sultan Alaaddin diğer yandan Moğol tehdidini Anadolu’ya sokmamak için Celaleddin Harezmşah’ın Anadolu ile Moğollar arasında bir set görevi gördüğünü de biliyordu.266 Celaleddin Harezmşah’ın Moğollar’a yenilmesinin ardından Aladdin Keykubad’a göndermiş olduğu bu elçi ve mektuptan anlaşılacağı üzere iki devlet arasında kurulmak istenilen ittifakı bir an önce hayata geçirmek istemekteydi. Moğollar’ın Celaleddin Harezmşah’ın doğu sınırlarını zorlamaya başladığı bu dönemde Celaleddin Harezmşah, Erzurum Selçuklu Meliki Cihanşah’ın da teşvikiyle gözünü Anadolu’ya çevirmişti. Celaleddin bu arada Rey yakınlarında bir Moğol kuvvetini mağlup etti. Bu arada Ahlat valisi Hacip Ali, Azerbaycan’ı yağmalamış ve Şerefü’l Mülk’ün de kuvvetlerini bir baskın ile mağlup etmişti. Celaleddin, Alaaddin Keykubad’a gönderdiği yeni elçisinin Hacip Ali ve Erzurum Melik’i Cihanşah tarafından engellendiğini öğrenince harekete geçti. Celaleddin önce gönderdiği kuvvetler ile Erzurum’u yağmalattı. Daha sonra yaptıklarından dolayı Hacip Ali’yi cezalandırmak için Ahlât’ı kuşattı.267 Celaleddin Harezmşah, yukarıda da bahsetiğimiz gibi 1225 yılında Azerbaycan merkezli devletini yeniden toparlamayı başarmış ve bölgede önemli bir güç konumuna gelmişti. Moğollar’a karşı başarılı mücadeleler vermesi ve siyasi boşluktan yararlanarak İslam beldelerine saldıran Gürcüleri cezalandırması İslam âleminde Celaleddin’e karşı bir sevgi ve takdir kazandırdı. Celaleddin diğer yandan yaklaşmakta olan Moğol tehlikesine karşı o dönemde İslam dünyasında en kudretli hükümdar olan Türkiye Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad ile elçiler vasıtası ile ittifak kurmaya çalıştı. İki hükümdar arasında elçiler vasıtası ile ve Celaleddin’in kızı ile Alaaddin’in oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’in sözlenmesi akrabalık yolu ile de 265Taneri, Harezmşahlar,78. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, 84-85. 266Taneri, Harezmşahlar,79. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 390. 267Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 387. 80 ittifakı tesis etmiştir. Ancak bu ittifak çabaları iki hükümdar arasında gidip gelen elçilerden ve gönderilen hediyelerden öteye geçememiştir. Diğer yandan Celaleddin Harezmşah’ın 1229 yılında Ahlât’ı kuşatmasının ardından iki hükümdar arasında ki dostane ilişkiler de bozulmuştur.268 3.3.4.Celaleddin Harezmşah ve Alaaddin Keykubad Arasında İlişkilerin Bozulması Celaleddin Harezmşah Ağustos 1229 yılında Ahlat’ı kuşattı. Bu arada Ahlat valisi Hacip Ali öldürülmüş ve şehrin yeni valisi İzzeddin Aybeg tayin edilmişti.269Celaleddin Harezmşah şiddetli şekilde Ahlât kuşatmasına devam ettiği sırada Erzurum Meliki Cihan Şah huzuruna gelerek yer öptü ve tabi olduğunu bildirdi. Cihan Şah ayrıca savaş malzemeleri yiyecek ve mancınık desteğinde bulundu. Kuşatmanın iyice şiddetlendiği ve şehirde kıtlığın iyice arttığı sıralarda İsmail Vani adlı Ahlât’lı bir adam kendisine Azerbaycan’dan bir ikta verilmesi şartı ile yardım edeceği haberini gönderdi. Celaleddin Harezmşah yazılı olarak bu şartları kabul etti. İsmail bir gece surlardan ipler sarkıtarak Harezmliler’i şehre aldı. Kaleye giren Harezm kuvvetleri burçlara bayrakları dikti ve kapılara açarak Harezm ordusunu içeri aldı ve Ahlât, Mayıs 1230 yılında Celaleddin Harezmşah tarafından ele geçirildi.270 Ahlât şehrinin önemine baktığımızda şehir Alp Arslan döneminde 1063 yılında ele geçirilmiş ve Anadolu’ya yapılan keşif ve fetih hareketlerinde üs olara kullanılmıştır. Moğol istilasından önce Ahlât, Anadolu’nun en kalabalık şehirlerinden biriydi. Celaleddin Harezmşah’ın şehri kuşatırken yaptığı tahribat ve kuşatmanın etkisi ile şehirde açlık ve saldırılardan insanların ölmesi şehirde büyük nüfus kaybına neden olmuştur. Celaleddin Harezmşah’ın yine 1230 Yassı Çimen savaşının ardından dönüşte şehirde götürebildiği kıymetli eşyaları alması ve ardından şehri ateşe vermesi üzerine bu önemli şehir harab olmuştur. Sultan Alaaddin Keykubad daha sonra şehri imar ettirip surlarını güçlerdirse de Moğol istilası sonrası Ahlât bir daha 268Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 388. 269İbnü’l-Esir, Cilt 12, 444-445. 270Taneri, Harezmşahlar, 79. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 446-447.Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa, Cilt II, 143-144. Nesevi, 126-128. 81 eski günlerine dönememiştir. Bu dönemde İslam kültürünün önemli merkezlerinden biri olan âlim, zahid ve sanatkârların merkezi olan bu şehir Kubbetü’l İslam ünvanı taşıyordu.271 Celaleddin Harezmşah’ın Ahlât kuşatmasını Alaiye’de iken haber alan Alaaddin Keykubad, Şemseddin Altun-Aba’yı büyük hediyelerle Celaleddin’e elçi olarak yolladı. Elçi Şemseddin Altun-Aba, Celaleddin Harezmşah’ın huzurunda romatizması nedeniyle yer öpemeyeceğini bildirdi. Mazereti uygun bulundu. Elçi Altun-Aba daha sonra Alaaddin Keykubad’ın istekleri olan, Celaleddin’in Gürcüler üzerine yürümesini ve Ahlât’ı kuşatmasının doğru olmadığı ve kuşatmayı kaldırmasını tavsiye etti. Celaleddin’in İslam dünyasında zulüm yapması ve kan dökmesinin yanlış olduğu ve bunu derhal terk etmesi durumunda kendisine maddi ve askeri destek vereceğini aksi halde ona karşı cephe alacağını bildirdi. Celaleddin Harezmşah, Alaaddin Keykubad’ın bu isteklerini dikkate almadı ve elçiyi yanında alıkoydu.272Alaaddin Keykubad sözlerinin dikkate alınmaması ve elçisinin Celaleddin Harezmşah tarafından alıkoyulması üzerine Kemaleddin Kamyar’ı elçi olarak Ahlât’a gönderdi. Alaaddin Keykubad’ın elçi Kemaleddin Kamyar ile gönderdiği mektubu sert ve tehditkâr ifadelerle doluydu.273 Alaaddin Keykubad bu mektubunda, Celaleddin’e ithaf ederek, “Baban büyük bir aileden gelmiştir. O zaman sizin durumunuz memnuniyet vericiydi. Ancak babanın tasavvurlarını değiştirmesi ve kendisine zarar vermesinden sonra durum aleyhinize oldu. Ben Eyyübi ailesine yöneldim ve onları kendime yakın hissediyorum. Zira onlar nesillerden beri büyük ve mesud bir camiadır. Askerlere, reayaya ve komşularına iyilik yaparlar. Onların servetleri, memleketleri adamları ve kudretleri vardır. Senin ülken ise harabelerden ibarettir. Senin durumunu biz senden iyi biliyoruz. Benim Eyyübiler’e düşman olduğuma inanma. Kendilerini itham ettiğim ve mücadele ettiğimiz zamanlar geride kaldı. Biz tekrar anlaştık başkasına inanma. Sen de onlarla sulh yapmalı ve tekrar dostluk kurmalısın. Senin arkandaki düşmanı biliyoruz. Eyyübiler düşmanlarına karşı sana yardım edebilir. Böyle bir ittifak olursa sen kendini Gürcüler ve diğerlerinden emin hissedersin. Bu benim sana nasihatimdir. 271 Sümer, Ahlât, İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1989, 19-22.Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 388. 272Taneri, Harezmşahlar, 80. 273Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 388-389. 82 Seni yanlış yere götüren hilelere kendini kaptırma”, şeklinde ifadelerle Celaleddin’i uyarmıştır.274 Yassı Çimen savaşından kısa süre önce yazılan bu mektuba Celaleddin’in cevap verip vermediği bilinmemektedir. Daha sonra Celaleddin’in yanından ayrılan elçiler Kamyar ve Altun-Aba, Erzurum’a uğrayarak Melik Cihanşah’ı Sultan Alaaddin’in tabiliğine girmesi konusunda tavsiyede bulunmuşlardır. Melik Cihan Şah elçileri geçiştirerek buna uyacağını bildirmiştir. Ancak elçiler ayrıldıktan sonra Ahlât’a giderek Celaleddin Harezmşah’a katıldı ve onu Anadolu’ya sefer yapmaya teşvik etti. Celaleddin Harezmşah, Türkiye Selçuklu Devleti’ni kendine tabi kılarak Konya’ya da kendine tabi Melik Cihan Şah’ı tahta geçirme niyetindeydi. 275 3.3.5. 1230 Yassı Çimen Savaşı Celaleddin Harezmşah ile Alaaddin Keykubad arasında ki dostane ilişkiler mektuplaşmalar ve iki hükümdar arasında gidip gelen elçilerden öteye geçememiş ve siyasi sahada bir birlik tesis edilememiştir. Daha sonra Celaleddin Harezmşah’ın Ahlat’ı kuşatması ve 1229 yılında ele geçirmesi iki devlet arasında siyasi gerilime neden olmuştur. Alaaddin Keykubad, Celaleddin Harezmşah’a son yazdığı mektupta ahalisi müslüman olan beldelerde ve Ahlat’ta müslüman kanı dökmesinden dolayı Celalaleddin’i bu tutumundan vazgeçmesi konusunda sert ve tehditkar bir mektup ile uyarmıştır. Ancak Celaleddin, Alaaddin Keykubad’ın bu mektubuna cevap vermemiş ve uyarılırını dikkate almamıştır. Doğudan yaklaşan ve peşini bırakmayan Moğol saldırıları ve kendisine katılan Erzurum Meliki Cihanşah’ın da tahriki ile Celaleddin gözünü Anadolu’ya dikmiştir.276 Alaaddin Keykubad, Celaleddin Harezmşah’a gönderdiği elçilerin yanına dönmesi ve Harezmşah’ın mektuptaki uyarıları dikkate almadığı ve Doğu Anadolu’da zulüm yaptığı haberi üzerine harekete geçti. Sultan Alaaddin önce Eyyübi Melikleri Eşref ve Kamil’e elçi olarak Kemaleddin Kamyar’ı gönderdi. Diğer yandan Alaaddin Keykubad, Erzincan geçitlerini tutmak için 10 bin kişilik bir birliği bölgeye 274Taneri, Harezmşahlar, 81. Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, 99-100. 275Taneri, Harezmşahlar, 82. 276İbnü’l-Esir, Cilt 12, 449.Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 388. 83 gönderdi. Kemaleddin Kamyar, Şam’da Eyyübiler ile görüştü. Eyyübiler, Alaaddin Keykubad’ın Celaleddin’e karşı müttefiklik teklifini kabul ettiler. Melik Kamil, Mısır’a Haçlılar’ın saldırısı üzerine geri dönerken Melik Eşref ordusu ile kendisini Sivas’ta bekleyen Alaaddin Keykubad’a katıldı.277 Celaleddin Harezmşah bu arada Ahlât’ı ele geçirmesinin ardından kuvvetlerinin bir kısmını ikta bölgelerine geri yollamıştı. Selçuklu-Eyyübi ittifakını haber alır almaz mevcut ordusu ile onları karşılamak için harekete geçti. Bu arada Erzurum Meliki Cihan Şah da kuvvetleri ile gelerek Harput’da Celaleddin’e katıldı. Celaleddin sayısı 40 bin kişiyi bulan ordusu ile Sivas’a doğru hareket etti. Selçuklu-Eyyübi müttefik kuvvetlerinin de harekete geçmesinin ardından iki ordu Erzincan yakınlarında Yassı Çimen mevkiinde karşı karşıya geldi.278 Savaşın ilk günü Mübarüzüddin Çavlı komutasındaki Selçuklu öncü birliği Harezm kuvvetleri tarafından yok edildi. Celalleddin daha sonra yaptığı saldırı ile 3 bin kişilik Selçuklu ordusunu mağlup etti. Ertesi gün Selçuklu-Eyyübi müttefik ordusu saldırıya geçti. Celalleddin’in ordusunun da karşılık vermesi ile büyük bir çarpışma başladı. Harezm ordusu savaşın başında müttefik ordusunu geri çekilmeye zorlasa da sayıca üstün olan Selçuklu-Eyyübi ordusu toparlandı ve şiddetli saldırılarla Harezm ordusunu geri çekilmeye zorladı. Celaleddin sayıca üstün olan müttefiklere karşı savaşı kazanamayacağını anlayınca savaş alanını terk etti. Ağustos 1230 yılında Selçuklu-Eyyübi müttefik kuvvetleri Harezm ordusunu mağlup etti. Savaşın ardından Harezm ordusunun büyük kısmı Trabzon tarafına çekilirken bir kısmı nehir yataklarında uçurumlarda hayatını kaybettiler. Melik Cihan Şah yakalanarak Alaaddin Keykubad’ın yanına götürüldü. 279 Celaleddin Harezmşah savaş alanından ayrılarak Malazgirt’i kuşatmakta olan veziri Şerefü’l Mülk’e katıldı ve kuşatmayı kaldırarak Ahlât’a döndü. Ahlât’ta götürebileceği her şeyi alan Celaleddin kalan her şeyin yakılmasını emretti. Celaleddin daha sonra kalan kuvvetleri ile beraber Azerbaycan’a döndü. Celaleddin Harezmşah, siyasi hırsı nedeniyle Alaaddin Keykubad’ın yaklaşmakta olan Moğollar’a karşı mücadele için hazırladığı planları sonuçsuz bırakmıştır. İslam dünyasının bu dönemdeki en kuvvetli hükümdarları ve orduları Moğollar’a karşı 277İbnü’l-Esir, Cilt 12, 449. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 390. 278Taneri, Harezmşahlar, 82. Merçil ve Sevim, 464. 279İbnü’l-Esir, Cilt 12, 450. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 392. Nesevi, 131-132. 84 birlik olmak yerine birlerine karşı mücadele etmişlerdir. Bu durum ise en çok Moğollar’a yaramıştır.280 3.3.6.Celaleddin Harezmşah’ın Ölümü ve Harezmşahlar Devleti’nin Sonu Celaleddin Harezmşah, Moğollar ile yaptığı başarılı mücadeleler ile İslam dünyasında büyük saygı ve itibar görmüştür. Ancak Moğollar, Celalaleddin’in peşini bırakmamış ve onu hep bir tehdit olarak görmüşlerdir. Celaleddin’in Hindistan’dan döndüğü ve Azerbaycan merkezli devletini yeniden toparladığı dönemde Moğollar tekrardan onun peşine düştüler. Celaleddin’in Azerbaycan’da hüküm sürdüğü 1225 yılından ölümüne kadar ki dönemde Moğollar ile mücadelesi hep devam etti. 1228 yılında yine İsfahan yakınlarında meydana gelen savaşta Moğollar, Celaleddin’in kuvvetlerini bozguna uğrattılar. Ancak bu savaşta ağır kayıplar veren Moğol, İran coğrafyasını terk ederek Maveraünnehir bölgesine çekilmişlerdir.281 Moğollar, Yassı Çimen savaşının ardından Celaleddin’e son darbeyi vurmak için harekete geçtiler. Celaleddin yaklaşmakta olan Moğol tehlikesini haber alınca ordusunu yeniden toparlamaya başladı. Nesevi, “Sultanın memleketinin kaybına, kendisinin öleceğine ve bütün varlığının düşman eline geçeceğine ağladığını” belirtmesi Celaleddin’in ruh halini ortaya koymaktadır.282 Ancak Celaleddin hazırlıklarını bitiremedi ve Van yolu ile Diyarbakır taraflarına çekildi. Celaleddin Harezmşah, Diyarbakır şehri yakınlarında ordugâhını kurdu. Gece gelen bir Türkmen haberci Moğollar’ın yakın olduğunu bildirdi ancak Celaleddin bu sözlere itibar etmedi. Moğollar sabah olduğunda Harezm ordugâhını kuşatmışlardı. Bu olay üzerine Celaleddin Harezmşah Diyarbakır şehrine gitse de halk onu şehre sokmadı.283Celaleddin daha sonra Meyyafakirin yakınlarında bir köye sığınsa da Moğollar olduğu yeri tespit ettiler. Celaleddin Harezmşah buradan da kaçarak dağlara sığındı. Maiyetinde ki Harezmliler ise Moğollar tarafından kılıçtan 280Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 393. Taneri, Harezmşahlar,84. Nesevi, 132. 281Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, 136. İbnü’l-Esir, Cilt 12, 428. Taneri, Celalud-din Harizmşah ve Zamanı, 84. 282Taneri, Harezmşahlar, 87. Nesevi, 143-144. 283İbnü’l-Esir, Cilt 12, 457.Nesevi, 155. 85 geçirildiler.284 Son Harezmşah Sultan Celaleddin Mengübirti, tek başına Meyyafakirin dağlarına sığındığı zaman burada onu tanımayan Kürt eşkıyalar tarafından öldürüldü.285 Harezmşahlar Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkmasının ardından onun hâkim olduğu sahaları ele geçirerek tek bir siyasi otorite altında birleştirmiş ve Türk-İslam nüfuz sahasını koruyup idare etmişlerdir. Celaleddin Harezmşah’ın Moğollar ile yaptığı başarılı mücadeleler Anadolu’ya Moğol tehlikesinin daha geç dönemlerde gelmesini sağlamıştır. Ancak Alaaddin Keykubad, Celalaleddin Harezmşah’ın Moğollar karşısındaki başarılı mücadelelerinden ve tecrubesinden faydalanamamıştır. Bunun yanında Celaleddin Harezmşah’daAlaaddin Keykubad’ın Moğol tehlikesine karşı kurmaya çalıştığı ittifaka başta iyi yaklaşsa da daha sonra Erzurum Meliki Cihan Şah’ın kışkırtması ve doğu sınırlarında artan Moğol baskıları nedeniyle yönünü Anadolu’ya çevirmiştir. Celaleddin’inAhlât’ı ele geçirmesi ise hem Alaaddin Keykubad’ın Moğollar’a karşı kurmaya çalıştığı birliği hem de kendi sonunu getirmiştir. 3.3.7.Harezm Beylerinin Türkiye Selçuklu Devleti Hizmetine Alınmaları Alaaddin Keykubad, 10 Ağustos 1230 yılında kazanılan Yassı Çimen savaşının ardından Melik Eşref ile beraber Erzurum’a gitti. Şehri yazılı bir belge ile Cihan Şah ve maiyetine dokunmama şartı ile teslim aldı. Sultan Alaaddin, Moğollar ile arasında set olan Celaleddin Harezmşah’ın ortadan kalmasının ardından oluşan boşluğu Eyyübiler ile doldurmaya çalıştı. Sultan Alaaddin, Ahlât’ı Melik Eşref’e verirken Erzurum ve çevresini kendi topraklarına kattı. Yassı Çimen zaferi nedeniyle sultan buradan çevre idarecilere fetihnameler gönderdi. Daha sonra Erzurum’u imar eden sultan Erzurum’un idaresi için Mübarüziddin Çavlı’yı bırakarak Kayseri’ye döndü.286 284Taneri, Harezmşahlar, 88-89. 285Cüzcani, Tabakat-ı Nasıri,144. Taneri, Celalud-din Harizmşah ve Zamanı, 82. Kazvini, Tarih-i Güzide, 401. Nesevi, 157. 286İbnü’l-Esir, Cilt 12, 450-451. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 394-395. 86 Bu arada Celaleddin Harezmşah, Moğollar tarafından takip edilmekte ve onların önünden kaçmaktaydı. Celaleddin, Eyyübiler’e ve Alaaddin Keykubad’a yardım için haberci yollasa da kimseden yardım alamadı.287Celaleddin Harezmşah’ın Meyyafakirin dağlarında öldürülmesinin ardından Moğollar onun hâkim olduğu bölgeleri ele geçirmeye başladı. Sultan Alaaddin, Moğollar’ın faaliyetlerini dikkatle takip ekmekteydi. Bu arada Celaleddin’in ortadan kalkması sonrası Curmagun Noyan idaresindeki Moğol kuvvetleri Azerbaycan’a yerleşmiş ve Anadolu sınırlarına keşif akınlarına başlamışlardı. Alaaddin Keykubad, Celaleddin Harezmşah’ın tam tersine Moğollar’a güvenmeyerek de olsa dostane ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Moğollar da yıllarca kendilerini uğraştıran Celaleddin’i yenen Alaaddin Keykubad’ı dikkatle takip etmekteydiler.288 Sultan Alaaddin Keykubad, Moğollar ile dostluk kurarken diğer yandan Anadolu’da Moğollar’a karşı tedbirler almaktaydı. Alaaddin Keykubad yaklaşan Moğol tehlikesini sınırda karşılamak için Ahlât, Van. Malazgirt şehirlerini topraklarına kattı. Daha sonra ele geçirilen bu şehirler imar edildi ve şehir surları tamir ve tahkim edilerek bu şehirlere muhafızlar gönderdi. Bu şehirlerin yanı sıra Kayseri, Erzurum ve Sivas şehirleri tahkim edildi ve takviye kuvvetler sevk edildi. Celaleddin Harezmşah’ın ölümünün ardından başsız kalan Harezm kuvvetleri de Sultan Alaaddin tarafından kazanılmaya çalışıldı.289 Celaleddin Harezmşah’ın ölümünün ardından başsız kalan Harezm kuvvetleri Anadolu içlerine dağılarak beylerinin idaresinde yağma ve soygun yapmaktaydılar. Bu kuvvetlerden başlarda müslüman idarecilerce faydalanılmamıştır. Bunun da nedeni olarak Moğollar’ın önünden kaçan bu birliklere kucak açmanın Moğol gazabını üzerine çekmek olacağı düşünülmüş olmalıdır. Hükümdarlarının ölümünün ardından başsız kalan Harezm kuvvetleri dağınık halde idi. Ancak Ahlat ve çevresinde bu Harezm beylerinden en büyüğü olan Kayır Han bulunmaktaydı. Sultan Alaaddin, Harezm kuvvetlerinden faydalanmak için Kemaleddin Kamyar’ı elçi olarak Kayır Han’a yolladı. Başta Kayır Han olmak üzere Harezm beyleri sultanın bu davetini sevinçle kabul ederek Alaaddin Keykubad’ın buyruğuna girdiler. Sultan 287İbnü’l-Esir, Cilt 12, 454. 288Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 407-408. 289Turan, 397-398. 87 Alaaddin, Harezm beylerine ülkesinin farklı bölgelerinde iktalar verdi ve böylece sayıca 12 bin civarı olan bu kuvvetten faydalandı.290 İbn Bibi’nin aktarmış olduğu bir bilgide 4 bin Harezmli’nin 700 Moğol’a yenildiği belirtiler. Bu olayda Harezmliler’in Türkiye Selçuklu Devleti hizmetinde iken Erzurum’da meydana gelmiş ve Harezmliler’in hala Moğol korkusunda olduğunu göstermektedir.291 Sultan Alaaddin Keykubad, Türkiye Selçuklu Devleti’nin şüphesiz en büyük ve en kudretli sultanlarından biridir. Devleti idare ettiği dönemde Türkiye Selçuklu Devleti en kudretli dönemine ulaşmış ve refah dönemini yaşamıştır. Sultan Alaaddin Keykubad, Moğol tehlikesine karşı son olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hâkimiyetini tamamen kabul ettirmek için Eyyübiler üzerine yürümeye karar verdi. Sultan Alaaddin ordusunu Kayser’i yakınlarında Meşhed ovasında toplamaya başladığı sırada burada verdiği bir ziyafette yediği av etinden zehirlenerek hayatını kaybetti.292 Sultan Alaaddin Keykubad’ın ölümünün ardından Türkiye Selçuklu Devleti tahtına geçen oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde vezir Sadeddin Köpek devlet idaresinde ipleri eline almıştı. Sadeddin Köpek, Harezm beyi Kayır Han’ın Harezm kuvvetleri üzerindeki etkisini görmekteydi. Kayır Han’ı bertaraf etmek isteyen Sadeddin Köpek, Sultan II. GıyaseddinKeyhüsrev’e Kayır Han’ın tutuklanmasını ve onun tutuklanmasının ardından hiçbir Harezm beyinin devlete karşı gelemeyeceğini belirtmiştir. Bunun üzerine tutuklanan Kayır Han, Kayseri de hapsedildi ve burada Temmuz 1237 yılında öldü. Kayır Han’ın ölümünün ardından Harezmliler, Türkiye Selçuklu Devleti hizmetinden ayrılarak Urfa taraflarına doğru gittiler. Harezmliler geçtikleri bölgeleri yağmalayarak Türkiye Selçuklu Devleti’ni sıkıntılı duruma düşürdüler.293 Harezmliler, Türkiye Selçuklu Devleti’ne verdikleri zararın ardından Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye taraflarına giderek bu bölgelerde yerleştiler. Burada yerel idarecilere zaman zaman paralı asker olarak hizmet verdiler. Sultan II. GıyaseddinKeyhüsrev döneminde Sadettin Köpek’in bertaraf edilmesinden sonra tekrar devlet hizmetine alınma girişi olsa da bu girişim başarısız olmuştur. 290Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 398-399. 291Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 399. İbn Bibi, Cilt I, 432-433. 292Merçil ve Sevim, 466. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 409. 293Merçil ve Sevim, 469. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 427-428. İbn Bibi, Cilt II, 23. 88 Harezmliler en son Hıms’da yapılan savaşın ardından liderleri Berke Han öldürülmüş ve askeri güç olmaktan çıkmışlardır. Askeri güç olmaktan çıkan Harezmliler Suriye ve Anadolu’ya dağılmışlar bazıları da Moğollar’a katılmıştır. Anadolu’da Harezmliler’in bağlı bulunduğu boy olan Kanglı ve Kıpçak boylarının izleri ve Huruzmlu ya da Horzumlu adları ile çeşitli bölgelerde varlıklarını uzun yıllar Anadolu coğrafyasında sürdürmüşlerdir.294 294İbn Bibi, Cilt II, 39-43. 89 SONUÇ Harezmşahlar hanedanı Büyük Selçuklu Devleti’nin bir eyalet valiliği olan idarelerini Harezm bölgesinin ekonomik, ticari ve askeri alanda sağlamış olduğu gelişmeye müsait zemini başarılı bir şekilde kullanmışlardır. 1097 yılında Kudbüddin Muhammed’in Harezm valisi olarak bölgeye atandığı ve hanedanın kuruluşu kabul edilen döneme baktığımızda Büyük Selçuklu Devleti’nde hanedan içinde taht kavgalarının olduğu görülmektedir. Bu taht kavgaları yaşanırken Harezm bölgesine vali tayin edilen Kudbüddin Muhammed’in Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı kalarak bölgedeki başarılı idaresi hanedanın bölgede kalıcı olarak tutunmasını sağlamıştır. Harezmşah Atsız ise babasının aksine Büyük Selçuklu Devleti’ne başlarda sadakatle hizmet etse de daha sonra müstakil bir devlet olma yönünde Sultan Sancar’a karşı büyük bir mücadeleye girmiştir. Sultan Sancar ile Harezmşah Atsız arasında yapılan üç savaşta da Atsız yenilen taraf olmaktan kurtulamamıştır. Sultan Sancar’ın bu asi valisini neden ortadan kaldırmadığına baktığımızda ise özellikle 1141 Katavan yenilgisinin ardından Maveraünnehir bölgesine hakim olan Karahıtaylar Devleti’ne karşı ve kuzeyden gelebilecek gayrimüslim Türk akınlarına karşı Büyük Selçuklu Devleti’nin doğu sınırında böyle mücadeleci bir idarecinin olmasını istemesinden kaynaklandığı ihtimali yüksektir. Harezmşah Atsız, Sultan Sancar’ı idareciliği boyunca en çok uğraştıran devlet adamı olmuştur. Atsız idaresi döneminde Sultan Sancar’ın bir valisi gibi değil tabi bir devletin hükümdarı gibi hareketlerde bulunmuştur. Komşu idarecilere elçi gönderme ve kabul etme ile idaresini Sultan Sancar’ın emri olmadan genişletmesi onun bağımsız bir devletin hükümdarı gibi hareket ettiğini gösterir. Sultan Sancar valisinin isyan hareketi dolayısıyla bölgeye yaptığı seferler ile onu cezalandırmıştır Sultan Sancar’ın metbu devlet idarecisi gibi hareket eden isyancı valisini cezalandırması metbu devlet olan Karahanlılar ve Gazneliler Devletleri üzerinde yaratacağı etkisi bakımından önemlidir. 1157 yılında Sultan Sancar’ın ölümünün ardından Büyük Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesi bölgede dengeleri değiştirmiştir. Büyük Selçuklu Devleti’nin doğu sınırlarında en büyük güç olarak Harezmşahlar ortaya çıkmıştır. Bu dönemden sonra bağımsız bir duruma gelen Harezmşahlar, Büyük Selçuklu Devleti mirasına sahip çıkarak kısa zamanda Horasan ve İran coğrafyasına hakim olmuşlardır. 90 Harezmşahlar 1194 yılında HarezmşahTekiş tarafından Irak Selçuklu Devleti’ne son verilmesinin ardından “sultan” unvanını kullanmaya başlamışlardır. Sultan Alaaddin Muhammed’in “Sancar” lakabı kullanması da Harezmşahlar Devleti’nin Büyük Selçuklu Devleti’nin varisliğini savunduklarını göstermektedir. Harezmşahlar Devleti, Büyük Selçuklu Devleti gibi Abbasi halifesini etkileri altına alarak dünyevi işlerden uzak tutmak istemişler ancak bu politikalarında başarı sağlayamamışlardır. Harezmşahlar Devleti başarılı idarelerini Moğollar karşısında gösterememişler ve Moğol istilası sonucunda ortadan kalkmışlardır. Alaaddin Muhammed Harezmşah ordusu içinde güvenmediği Kanglı birlikleri yüzünden Moğollar’a karşı bir meydan savaşını göze alamamıştır. Sultan Muhammed’in ölümünün ardından oğlu Celeleddin, Moğollar’a karşı başarılı mücadeleler vererek İslam dünyası için bir umut olmuştur. Celaleddin yapmış olduğu mücadelelerin ardından önce Hindistan’a çekilmiş ve daha sonra 1225 yılında İran’a dönerek Azerbaycan bölgesinde devletini toparlamayı başarmıştır. Celaleddin bu dönemde İslam dünyasında en önemli idareci olan Sultan Alaaddin Keykubad ile dostane münasebetler kurmuştur. Ancak bu iyi ilişkiler iki hükümdar arasında gidip gelen elçiler ve mektuplardan öteye geçememiştir. Sultan Alaaddin Keykubad yaklaşmakta olan Moğol tehlikesine karşı Eyyubiler ve Celaleddin ile bir ittifak yapma ve Moğollar’a karşı birlikte hareket etme niyetindeydi. Ancak CelaleddinHarezmşah’ın bu dönemde Kubbet’ülİslam denilen Ahlat’ı ele geçirmesi ve tahrip etmesi Alaaddin Keykubad’ın kurma niyetinde olduğu üçlü ittifakı tahrip etmiştir. Bu olayın ardından Moğollar’a karşı birleşmesi gereken dönemin en kuvvetli İslam orduları bir birlerine düşmüşlerdir. Bunun neticesinde birleşen Selçuklu-Eyyubi ordusu 1230 yılında Yassı Çimen savaşında Celaleddin’in kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bu savaşın ardından kısa bir zaman sonra Celaleddin Harezmşah’ın ölümü neticesinde Harezmşahlar Devleti tarihe karışmıştır. Büyük bir komutan olan Celaleddin Harezmşah’ın şanssızlığı Cengiz Han ve Alaaddin Keykubad arasında sıkışmış olmasıdır. Alaaddin Keykubad ise Celaleddin Harezmşah’ın Moğollar ile olan tecrübesinden yeterince faydalanamamıştır. Diğer taraftan Celaleddin Harezmşah’ın dostane ilişkiler sürerken gözünü birden Anadolu’ya dikmesinde doğudan gelen Moğol baskılarından kaynaklandığı muhtemeldir. 1141 Katavan savaşının ardından Büyük Selçuklu Devleti ile 91 Karahıtaylar Devleti arasında bir set görevi gören Harezmşahlar Devleti daha sonra da Türkiye Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında bir set görevi görmesi bakımından önemlidir. Harezmşahlar Devleti’nin ortadan kalkmasının ardından Anadolu, Moğol istilası ile karşı karşıya kalmıştır. 92 ÖZ GEÇMİŞ Ali KARACA Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı Aydıncık, 07.07.1994 0531 258 7816 Ali33karaca50@gmail.com EĞİTİM Derece Kurum Mezuniyet Tarihi Lisans Nevşehir Hacıbektaş Veli Üniversitesi 2017 93 KAYNAKÇA Abdurrahman İbnü’l-Cevzi (2014) El-Muntazam fi Tarihi’l-Ümem’de Selçuklular, terc. Ali Sevim (TTK, Ankara). Ahmed bin Mahmud (1977) Selçuk-Name Cilt I, haz. Erdoğan Merçil (Kervan Kitapçılık, İstanbul) Ahmed bin Mahmud (1977) Selçuk-Name Cilt II, haz. Erdoğan Merçil (Kervan Kitapçılık, İstanbul). Akkoca İ (2010) Sultan I.Alaaddin Keykubad Zamanında Türkiye SelçukluHarezmşahlar Devleti İlişkileri. Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı, Ankara. Alaaddin Ata Melik Cüveyni (1988) Tarih-i Cihan Güşa Cilt 1 çev. Mürsel Öztürk (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara). Alaaddin Ata Melik Cüveyni (1988) Tarih-i Cihan Güşa Cilt 2 çev. Mürsel Öztürk (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara). Alican M (2016) Tarihin Kara Yazısı Moğollar (Timaş Yayınları, İstanbul). AnnaKommena (1996) Alexıad çev. Bilge Umar (İnkılâp Yayınları, İstanbul) Apak A (2017) Ana Hatlarıyla İslam Tarihi (Abbasiler Dönemi) Cilt 4 (Ensar Neşriyat, İstanbul). Barthold V.V (2017) Moğol İstilasına Kadar Türkistan haz. Hakkı Dursun Yıldız (Kronik Kitap, İstanbul). Barthold V.V (2019) Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler terc. Ragıp Hulusi Özdem haz. K.YaşarKopraman ve İsmail Aka (TTK, Ankara). Barthold V.V (2020) Moğol İstilası Devrinde Türkistan terc. Seniha Sami Moralı haz. Gülnar Kara (TTK, Ankara). Barthold W (1977) Karahıtaylar, İA (Cilt 6) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 273- 276 94 Barthold W (1987) Harizmşahlar, İA (Cilt 5, Kısım 1) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 263-265 Bedirhan Y (2000) Selçuklular ve Kafkasya (Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya). Bedirhan Y (2012) Ortaçağ Tarihi (Nobel Kitap, Ankara). Bezer G.Ö (2011) Terken İA (Cilt 40) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 509. Bezer G.Ö (2020) İldenizliler İA (Cilt 22) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 82-84. Burslan K (2016) Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi (TTK, Ankara). Çalışkan E (2017) Harizmşahlar ve Gurlular Arasındaki Siyasi İlişkiler. Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Kocaeli. Çetin O (1998) Horasan İA (Cilt 18) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 234-241. Dames M.L (1978) Gazneliler, İA (Cilt 4) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 742-748 Eberhard W (2019) Çin Tarihi (TTK, Ankara). Ebu’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin-i Beyhaki (2019) Tarih-i Beyhakiterc. Necati Lügal haz. Hicabi Kırlangıç (TTK, Ankara). Ebü’l-Fida Coğrafyası (2017) çev. Ramazan Şeşen (Yeditepe Yayınevi, İstanbul) Ebülgazi Bahadır Han (Şecere-i Tarakime) Türklerin Soy Kütüğü haz. Muharrem Ergin (Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser, Kervan Kitapçılık Yayınevi) Genç R (2002) Karahanlı Devlet Teşkilatı (TTK, Ankara). Göksu E (2011) Tabakat-ı Nasıri Selçuklular (Taşhan Kitap, Tokat) Grousset R (2011) Stepler İmparatorluğu (Attilla, Cengiz Han, Timur) (TTK, Ankara) Gürbüz M (2011) TekişAlaaddin İA (Cilt 40) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 364- 365. 95 Hamdullah Müstevfi-yiKazvini (2018) Tarih-i Güzide çev. Mürsel Öztürk (TTK, Ankara). İbn Bibi (1996) El Evamirü’l-Ala’iyeFi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Name) Cilt 2 haz. Mürsel Öztürk (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara). İbn Bibi (1996) El Evamirü’l-Ala’iyeFi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Name) Cilt 1 haz. Mürsel Öztürk (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara). İbnFadlan (2013) Seyahatname çev. Ramazan Şeşen (Yeditepe Yayınevi, İstanbul). İbnHavkal (2017) 10. Asırda İslam Coğrafyası terc. Ramazan Şeşen (Yeditepe Yayınevi, İstanbul) İbnü’l-Esir (1991) El KamilFi’t Tarih Tercümesi Cilt 9 çev. Abdülkerim Özaydın (Bahar Yayınları, İstanbul). İbnü’l-Esir (1991) El KamilFi’t Tarih Tercümesi Cilt 10 çev. Abdülkerim Özaydın. (Bahar Yayınlar, İstanbul). İbnü’l-Esir (1991) El KamilFi’t Tarih Tercümesi Cilt 11 çev. Abdülkerim Özaydın. (Bahar Yayınları, İstanbul). İbnü’l-Esir (1987) El KamilFi’t Tarih Tercümesi Cilt 12 çev. Abdülkerim ÖZAYDIN ve Ahmet Ağırakça (Bahar Yayınları, İstanbul). İslam Kaynaklarına göre Malazgirt Savaşı (1971) Faruk Sümer, Ali Sevim (çev.) (TTK, Ankara) Kafesoğlu İ (1967) Selçuklular, İA (Cilt 10) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 353- 416. Kafesoğlu İ (1989) Alp Arslan İA (Cilt 2) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 526-530. Kafesoğlu İ (1992) Selçuklu Tarihi (Milli Eğitim Basımevi, İstanbul). Kafesoğlu İ (2000) Harezmşahlar Devleti Tarihi (TTK, Ankara). Kafesoğlu İ (2014) Umumi Türk Tarihi Hakkında Tespitler, Görüşler, Mülahazalar (Ötüken, İstanbul) 96 Kafesoğlu İ (2019) Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar (Ötüken, İstanbul). Kafesoğlu İ (2019) Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu (Ötüken, İstanbul). Kamal Al-Din İbn Al-Adim (2011) Bugyat At-Talab fi Tarih Halab, yay. Ali Sevim (TTK, Ankara). Kaya Ö (2017) Selahaddin Sonrası Dönemde Anadolu’da Eyyubiler (Yeditepe Yayınevi, İstanbul) Keçiş M (2009) Trabzon Rum İmparatorluğu ve Türkler 1204-1404. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı, Ankara. Kıldıroğlu M (2013) Kırgızlar ve Kıpçaklar (TTK, Ankara). Koca S (2005) Selçuklularda Ordu ve Askeri Kültür (Berikan Yayınevi, Anakara) Koca S (2011) Selçuklu Devri Türk Tarihinin Temel Meseleleri (Berikan Yayınevi, Ankara). Koca S (2016) Türkiye Selçukluları Tarihi (Berikan Yayınevi, Ankara). Koca S (2017) Anadolu Türk Beylikleri Tarihi (Berikan Yayınevi, Ankara). Konukçu E (1996) Gazne İA (Cilt 13) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 479-480. Köprülü M.F (1987) Harizmşahlar, İA (Cilt 5, Kısım 1) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 265-296. Köymen M.A (1976) Tuğrul Bey ve Zamanı (Milli Eğitim Basımevi, İstanbul). Köymen M.A (1988) Tuğrul Bey İA (Cilt 12, Kısım 2) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 25-41. Köymen M.A (1993) Selçuklu Devri Türk Tarihi (TTK, Ankara). Köymen M.A (2016) Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi Cilt I (TTK, Ankara). 97 Köymen M.A (2016) Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi Cilt III (TTK, Ankara). Köymen M.A (2017) Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi Cilt II (TTK, Ankara). Köymen M.A, (2020) Büyük Alaeddin Keykubad ve Zamanı (Kronik Kitap, İstanbul). Merçil E (1975) Fars AtabegleriSalgurlular (TTK, Ankara). Merçil E (1989) Gazneliler Devleti Tarihi (TTK, Ankara). Merçil E (2003) Mahmud-ı Gaznevi İA (Cilt 27) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 362-365. Merçil E (2011) Selçuklular (Makaleler) (Bilge Kültür Sanat, İstanbul) Merçil E (2011) Taştdar İA (Cilt 40) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 161-162. Merçil E (2014) Afganistan ve Hindistan’da Bir Türk Devleti Gazneliler –Makaleler- (İstanbul, Bilge Kültür Sanat) Merçil E (2014) Alp Arslan ve Malazgirt (İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Yayınları, İstanbul) Merçil E (2018) Müslüman Türk Devletleri Tarihi (Bilge Kültür Sanat, İstanbul) Mevdudi (1971) Selçuklular Tarihi Cilt I çev. Ali Genceli (Hilal Yayınları, Ankara). Minhac-i Sirac el-Cüzcani (2015) Tabakat-ı Nasıri (Gazneliler, Selçuklular, Atabeglikler, Harezmşahlar) terc. Erkan Göksu (TTK, Ankara). Minhac-i Sirac el-Cüzcani (2016) Tabakat-ı Nasıri (Moğol İstilasına Dair Kayıtlar) çev. Mustafa Uyar (Ötüken, İstanbul). Mirhand (2018) Ravzatu’s-Safa (Tabaka-i Selçukiyye) terc. Erkan Göksu (TTK, Ankara) Nesevi (1934) CelalüttinHarezemşah, terc.Necip Asım (İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul). Nizamü’l-Mülk (2013) Siyaset-Name haz. Mehmet Altay Köymen (TTK, Ankara) 98 Öntürk V (2020) Gurlular (1157-1216) (Selenge Yayınları, İstanbul) Özaydın A (1991) Arslan b. Selçuk İA (Cilt 3) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 402- 403. Özaydın A (1992)) Berkyaruk İA (Cilt 5) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 514-516 Özaydın A (1993) Cend İA (Cilt 7) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 359-360 Özaydın A (1996) Gürhan İA (Cilt 14) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 323 Özaydın A (1997) Harizm İA (Cilt 16) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 402-403 Özaydın A (2002) KutbüddinHarizmşah İA (Cilt 26) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 484-485. Özaydın A (2005) Muhammed b. Tekiş İA (Cilt 30) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 581-583. Özaydın A (2009) Selçuk Bey İA (Cilt 36) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 364- 365. Özaydın A (2009) Sencer İA (Cilt 36) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 507-511. Özgüdenli O. G (2013) Selçuklular Cilt I, (İsam Yayınevi, İstanbul). Özgüdenli O.G (2003) Maveraünnehir İA (Cilt 28) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 177-180. Özgüdenli O.G (2004) Merv İA (Cilt 29) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 223-225. Özgüdenli O.G (2005) Moğollar İA (Cilt 30) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 225- 229. Özgüdenli O.G (2007) Nişabur İA (Cilt 33) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 149- 151. Özgüdenli O.G ve Salman H (2013) Yabgu İA (Cilt 43) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 170-171. 99 Özkuzugüdenli O. G (1994) Sultan Sencer ve Kara-Hitaylar –Katavan Savaşı-. Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul Piyadeoğlu C (2008) Büyük Selçuklular Döneminde Horasan (1040-1157). Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, İstanbul. Piyadeoğlu C (2011) Selçuklular’ın Kuruluş Hikâyesi Çağrı Bey (Timaş Yayınevi, İstanbul) Prıtsak O (1977) Karahanlılar, İA (Cilt 6) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 251-273 Reşidü’d-din Fazlullah (2018) Selçuklular Cami’ü’t-Tevarih (Zikr-i Tarih-i Al-i Selçuk) terc. Erkan Göksu ve H.Hüseyin Güneş (Bilge Kültür Sanat, İstanbul) Salman H (2001) Karluklar İA (Cilt 24) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 509-510. Sayan Y (2009) Serahs İA (Cilt 36) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 539-542. Sevim A (1993) Çağrı Bey İA (Cilt Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 183-186. Sevim A (2000) Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi (TTK, Ankara) Sevim A (2006) Azimi Tarihi Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler (TTK, Ankara) Sevim A ve Merçil E (1995) Selçuklu Devletleri Tarihi (TTK, Ankara) Sümer F (1972) Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları (Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara) Sümer F (1989) Ahlât İA (Cilt 2) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 19-23 Sümer F (1991) Arslan Argun İA (Cilt 3) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 399-400 Sümer F (1991) Atsız b. Muhammed İA (Cilt 4) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 91- 92. Sümer F (1998) Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri (TTK, Ankara) Sümer F (2002) Keykubad I İA (Cilt 25) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 358-359. 100 Sümer F (2006) Müeyyed Ay-Aba İA (Cilt 31) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 479- 480. Sümer F (2012) Tuğrul Bey İA (Cilt 41) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 344-346. Şahin B.Y (2008) Anadolu Selçuklu Devleti ile Harezmşahlar Devleti Münasebetleri. Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı, Konya. Şapolyo E.B (1972) Selçuklu İmparatorluğu Tarihi (Güven Matbaası, Ankara). Şeşen R (1992) Buhara İA (Cilt 6) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 363-367. Şeşen R (1995) Eyyübiler İA (Cilt 12) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 31-33. Şeşen R (2017) İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri (Bilge Kültür Sanat, İstanbul) TaneriA (1993) CelaleddinHarezmşah İA (Cilt 7) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 248-250. TaneriA (1996) Gürgenç İA (Cilt 14) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 321-323. TaneriA (1997) Harizmşahlar İA (Cilt 16) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 228- 231. Taneri A (1977) Celalu’d-din Harizmşah ve Zamanı (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara) Taneri A (1993) Harezmşahlar Tarihi (Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara) Taşağıl A (2001) Karahıtaylar İA (Cilt 24) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 415-416 Taşağıl A (2003) Mangışlak İA (Cilt 27) Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara: 569-570. Taşağıl A (2007) Özbek İA (Cilt 34) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 106-107. Tellioğlu İ (2009) XI-XIII. Yüzyıllarda Türk-Gürcü İlişkileri (Sarander Yayınları, Trabzon). Temir A (2019) Moğolların Gizli Tarihi (TTK, Ankara). 101 Togan Z. V (1981) Umumi Türk Tarihine Giriş (Enderun Kitapevi, İstanbul). Togan Z. V (1985) Tarihte Usul (Enderun Kitapevi, İstanbul). Togan Z.V (1987) Harizm, İA (Cilt 5, Kısım 1) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul: 240-257. Turan O (1958) Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar (TTK, Ankara) Turan O (1980) Selçuklular ve İslamiyet (Nakışlar Yayınevi, İstanbul). Turan O (2012) Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti (Ötüken, İstanbul). Turan O (2016) Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi (Ötüken, İstanbul). Turan O (2017) Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi (Ötüken, İstanbul). Turan O (2018) Selçuklular Zamanında Türkiye (Ötüken, İstanbul). Uluçay Ç (2013) İlk Müslüman Türk Devletleri (Ötüken, İstanbul). Urfalı MateosVekayi-Namesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (2019) çev. HrantD.Andreasyan (TTK, Ankara). Usta A (2009) Samaniler İA (Cilt 36) Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul: 64-68. Usta A (2013) Türklerin İslamlaşma Serüveni Samaniler (Yeditepe Yayınevi, İstanbul). Uzunçarşılı İ. H (2015) Osmanlı Tarihi Cilt I, (TTK, Ankara). Üremiş A (2005) Türkiye Selçuklularının Doğu Anadolu Politikası (Babil Yayıncılık, Ankara). Vladımırcov B.Y (1950) Cengiz Han çev. Hasan Ali Ediz (Milli Eğitim Basımevi, İstanbul). Yalçın E.S ve Gedikli Ş (2005) Prof. Dr. İsmail Aka Makaleler Cilt 1 (Berikan Kitapevi, Ankara). Yalçın E.S ve Gedikli Ş (2005) Prof. Dr. İsmail Aka Makaleler Cilt 2 (Berikan Kitapevi, Ankara)
XXXXXXXXXXXAnadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti (XII. Yüzyılın Başından XIII. Yüzyılın Sonuna Dek) A Contribution to Anatolian-Turkish Urban History: The Anatolian Seljuk City (From the Beginning of the 12th Century to the End of the 13th Century) Koray ÖZCAN,1 Zekiye YENEN2 Bu araştırmanın amacı, Anadolu’da Selçuklu döneminde örgütlenmiş yerleşme sisteminin ve ulaşım ağı içindeki mekânsal ve işlevsel rollerinin Anadolu Selçuklu kentlerinin morfolojik karakteristikleri üzerinde etkili olup olmadığının tartışılmasıdır. Araştırmada “Anadolu Selçuklu kenti” kavramıyla (Müslüman) Selçuklu ile (Hıristiyan) Bizans kültürleri arasındaki sosyal, kültürel ve ekonomik karşılıklı etkileşim sürecinin Anadolu coğrafyasındaki mekânsal ortaklığı sözkonusu edilmektedir. Araştırma, Selçuklu dönemine ilişkin özgün tarihi kaynakların, arkeolojik-mimari kalıtlar eşliğinde irdelenmesi ve elde edilen bulguların harita ve planlar üzerinden mekânsal çözümlemelere dönük değerlendirilmesine dayanan bir yöntem kurgusu içinde ele alınmıştır. Araştırma sonunda, Bizans egemenliğinden devralınan yerleşim mirası üzerinde gelişen Anadolu Selçuklu kentlerinin, mekânsal örgütlenme düzeni üzerinde Anadolu öncesi Türk yerleşim pratiklerinin etkili olduğu belirlenmiştir. Bu tespit eşliğinde, Anadolu Selçuklu kentleri, mekânsal ve işlevsel kimlik farklılıkları açısından, “kale kent”, “açık kent” ve “dış odaklı büyüme” modelleri olmak üzere üç farklı kategori altında sınıflandırılmıştır. Anahtar sözcükler: Anadolu; kent modelleri; Selçuklu; Anadolu Selçuklu kenti. Anatolian Seljuk cities reflect the morphological characteristics in terms of their spatial and functional roles in the urban network and transportation system set up in Anatolia. Within this scope of definition, (the meaning of) the concept of “the Anatolian Seljuk city” is conceived as the result of the impact of the social, cultural and economic symbiosis between Christian-Byzantine and Muslim-Seljuk on spatial organization in Anatolia. In order to establish the Anatolian Seljuk city, in terms of research sources and its methodology, it is considered that the use of original historical and manuscript sources and their spatial dimension should be used. Within this framework, the spatial organization and morphologies of Anatolian Seljuk cities are defined using maps based on manuscript sources and archaeological or architectural ruins. As a result, Anatolian Seljuk cities developed based on Byzantine urban heritage, and also organized spatially under the impact of pre-Anatolian Turkish urban culture. In this regard, three categories were defined, namely “fortified city”, “open city” and “external focused city” models, according to their distinguishing spatial and functional characteristics. Key words: Anatolia; urban models; Seljuk; the Anatolian Seljuk city. MAKALE / ARTICLE m garonjournal.com CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 55 MEGARON 2010;5(2):55-66 * Bu makale 1. yazarın, 2. yazar danışmanlığında Selçuk Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü’nde gerçekleştirdiği “Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yerleşme Sistemi ve Kent Modelleri” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 1 Selçuk Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Konya, Türkiye; 2 Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul, Türkiye * This paper reveals some of the findings of 1st author’s PhD. research titled as “Urban Network and Urban Models in Anatolia During Seljuk Period” at Selcuk University, Institute of Natural and Applied Sciences, supervised by 2nd author. 1 Department of City and Regional Planning, Selcuk University Faculty of Engineering and Architecture, Konya, Turkey; 2 Department of Urban and Regional Planning, Yıldız Technical University Faculty of Architecture, Istanbul, Turkey Başvuru tarihi: 5 Eylül 2009 (Article arrival date: September 5, 2009) - Kabul tarihi: 5 Eylül 2010 (Accepted for publication: September 5, 2010) İletişim (Correspondence): Dr. Koray Özcan. e-posta (e-mail): kozcan@selcuk.edu.tr, yenen@yildiz.edu.tr © 2010 Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi - © 2010 Yıldız Technical University, Faculty of Architecture Giriş “....vasat bir doktora tezi, kemiklerin bir mezardan diğerine taşınmasından başka bir şey değildir...”. Frank. J. DOBIE Bakış Açısı ve Varsayımlar Bu araştırma, yukarıdaki alıntı temel ilke edinilerek, Selçuklu döneminde Anadolu Türk yerleşim sürecine ilişkin oldukça kısıtlı sayılabilecek yazılı ve görsel malzeme ile mimari kalıt ve arkeolojik bulguların, ortaya konan bir dizi varsayımlar eşliğinde ayrıntıda irdelenmesi üzerine odaklanan tez çalışmasının sonuçlarına dayanmaktadır. Bu yönüyle çalışmanın amacı, Anadolu’nun erken dönem Türk yerleşim süreci olarak tanımlanan Anadolu Selçuklu dönemi Türk kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimliklerinin tanımlanmasıdır. Anadolu Selçuklu egemenlik dönemi (1075-1308), Türklerin Orta Asya ve İran’dan Anadolu’ya uzanan yaklaşık iki yüzyıllık göç hareketi sonucunda, Doğu Roma/ Bizans egemenliğindeki Anadolu kent coğrafyasına eklemlenme süreci olarak tanımlanabilir. Bu eklemlenme sürecinde; Orta Asya, İran Türk-İslam ve Anadolu coğrafyaları arasında kültürel bir sentez/birliktelik oluşturulmuştur. Bu birliktelik, Doğu Roma/Bizans egemenliğinden devralınan kırsal ve kentsel yerleşmeler yığınından oluşan Anadolu kent coğrafyasının, Selçukluların uyguladığı askeri ve ekonomik temellere dayanan sistemli kolonizasyon politikaları ile Bizans-Selçuklu ikili siyasal-yönetimsel egemenlik düzeninin gerektirdiği öncelikler kapsamında gerek mekânsal gerekse işlevsel açıdan yeniden örgütlenmesi biçiminde olmuştur. Zaman ve mekân boyutunda Anadolu’nun her yönüyle çok bilinmeyenli bir dönemini ele alan bu araştırma, Anadolu’da Selçuklu dönemi kentlerini belirli ve tanımlı bir yerleşme sistemi ve ulaşım ağı organizasyonunun mekânsal bileşenleri olarak değerlendirmektedir. Başka bir ifadeyle, Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimliklerinin, yerleşme sistemi ve ulaşım ağı içindeki konumsal nitelikleri kapsamında biçimlendiği öngörülmektedir. Bu nitelikler, Anadolu’nun özgün coğrafi altyapısı üzerinde dönemin sosyal-ekonomik ilişkiler ağı ile askeri-siyasal koşullarına dayanmaktadır. Bu bakış açısı kapsamında, üç varsayım ortaya konmuştur: Birinci varsayım, bölgesel kent tarihi yaklaşımı temelinde Anadolu Selçuklu kentlerinin bütüncül bir kentler sistemi ve ulaşım ağı kurgusunun mekânsal ve işlevsel bileşenleri olduğudur. Başka bir ifadeyle, Selçuklu döneminde Anadolu coğrafyasında örgütlenmiş kentler sistemi ve ulaşım ağının Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal ve işlevsel kurgusu üzerinde etkin olduğu ve hiyerarşik bir düzen gösterdiğidir. İkinci varsayım, Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal ve işlevsel kurgusunun “çağdaş olma” boyutunda Ortaçağ Batı ve İslam kent kültürleri ile benzerlik gösterdiğidir. Üçüncü varsayım ise Anadolu Selçuklu kentlerinin, Türklerin Orta Asya ve İran coğrafyasından Anadolu’ya uzanan yaklaşık iki yüzyıl süren göç hareketi sürecinde, Anadolu’ya taşıdıkları-aktardıkları göçebe yaşam kültürü ve yerleşik yaşam geleneklerinin, Anadolu’da devraldıkları Doğu Roma-Bizans yerleşim kültürü mirası üzerinde uyarlanmış ya da birleştirilmiş ortak mekânsal ürünleri olduğudur. Hedeflenen Katkı ve Önem Bu araştırma, Anadolu’nun erken Türk kentleşme süreci olarak tanımlanabilecek Selçuklu dönemi Anadolu kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimlik çözümlemeleri üzerine odaklanmaktadır. Bu yönüyle, Anadolu-Türk kent tarihi üzerine hazırlanacak araştırmalara kuramsal temeller ve yöntem kurgusu düzeyinde katkı koymasının yanısıra geleceğe dönük planlama çalışmalarına kentler sistemi ve yerleşmeler kademelenmesi düzeyinde tarihsel ve mekânsal arka plana dayalı geçmişe dönük değerlendirmeler yapabilme olanağı açısından katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Araştırma, başlangıcı 70’li yıllara tarihlenen mekânsal tarih araştırmalarından bugüne dek uzanan süreçte vakâyî-name ya da vakıf-name/mülk-nâme veya ahid-nameler gibi Selçuklu dönemine ilişkin yeni ve özgün tarihi kaynakların yayınlanması ve arkeolojik araştırmalarda elde edilen yeni bulgular eşliğinde Selçuklu dönemi kentleri üzerine bugüne dek bilinen oldukça kısıtlı ve tartışmalı bilgilerin, sistem yaklaşımına dayanan bir yöntem izlencesi eşliğinde yeniden gözden geçirilmesi-güncellenmesi ve yeniden tanımlanması açısından önem taşımaktadır. Zaman-Mekân Belirleme ve Kapsam Sınırlandırması Araştırmada, XII. yüzyıl başından XIII. yüzyıl sonuna dek uzanan zaman aralığında, dönemin değişken askeri, siyasal ve yönetimsel koşulları ile sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler ağının değişen/dönüşen şartlarının biçimlendirdiği Anadolu Selçuklu Devleti’nin gerek siyasal ve yönetimsel gerekse sosyal, kültürel ve ekono56 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 Özcan ve Yenen, Anadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 57 mik örgütlenme düzeni açısından egemen olduğu süreç tanımlanmaktadır. Bu çerçevede, Anadolu Selçuklu siyasal-yönetimsel egemenlik alanı olarak tanımlanan coğrafya; • Batıda; Uc olarak tanımlanan Makri (Fethiye) Körfezi ve Dalaman Çayı-Denizli-KütahyaKastamonu-Sinop hattı boyunca uzanan Bizans İmparatorluğu sınırları, • Güneyde; Kilikya Ermeni Krallığı sınırlarına dek uzanan Antalya-Silifke hattı sahil bölgeleri, • Kuzeyde; Trabzon Rum İmparatorluğu sınırlarına dek uzanan Sinop-Ordu hattı sahil bölgeleri, • Doğuda; Arap/İran-İslâm kültür ve medeniyeti egemenlik alanları dışında kalan ElbistanMalatya-Erzincan-Erzurum hattından, Çoruh vadisine dek uzanan bölgeyle sınırlanmaktadır (Şekil 1). Araştırmanın kapsam sınırlandırması; Anadolu Selçuklu kentlerinin Türk-İslâm ve Bizans-Hıristiyan kültürlerinin mekânsal birlikteliğine dayandığı öngörüsü üzerine odaklanmıştır. Bu açıdan, Arap-İslâm kültür ve medeniyeti etkileşim bölgesinde yer alan Mardin, Diyarbakır, Adıyaman ve Urfa kentlerinden oluşan ve Selçuklu döneminde Güneydoğu Eyaleti olarak tanımlanan bölge, araştırmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. Yöntem Kurgusu Araştırma, Anadolu’da Selçuklu dönemi yerleşim sürecine ilişkin vakâyi-name, menâkıb-name ve vakıfname gibi dönemin özgün tarihi kaynakları niteliğindeki yazılı malzemenin, mimari kalıt ve arkeolojik araştırma bulgularından oluşan görsel malzemeler eşliğinde ayrıntıda irdelenmesi, elde edilen bulguların sistem yaklaşımı temelinde üretilen bir dizi varsayımlar eşliğinde harita ya da planlar kullanılarak mekân boyutunda değerlendirilmesine dayanan bir yöntem kurgusu içinde ele alınmıştır. Bu değerlendirme sürecinde, kuramsal altyapının oluşturulması ve Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimliklerinin biçimlendirdiği kentsel modellerin tanımlanabilmesi açısından eş zamanlı olma niteliği ile “İslam Kenti” ve “Ortaçağ Batı Kenti” üzerine araştırmalar Anadolu Selçuklu kentleri ile karşılaştırılmalı irdelenmiştir. Diğer taraftan, Anadolu’da örgütlenen belirli ve tanımlı bir yerleşme sistemi ve kademelenmesinin bileşenleri olduğu öngörüsünden hareketle, kentler dizgesinin mekânsal ve işlevsel kuruluşunu yönlendiren temel dinamikler tarihsel kaynaklar eşliğinde araştırılmıştır. Bu dinamiklerin içeriği ve öncelikleri, Selçukluların Orta Asya ve İran Türk-İslam devlet geleneklerinden gelen yerleşim politikalarına dayanmaktadır. Dolayısıyla, Selçuklu kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimlikleri Selçuklu yerleşim politikalarına ilişkin yazılı ve görsel malzemeler kullanılarak üretilen kent modelleri üzerinden tartışılmıştır. Şekil 1. Anadolu Selçuklu egemenlik bölgesi, kentler sistemi ve ulaşım ağı. Selçuklu Yerleşim Politikaları “…Sultanların görevi, yeraltı suyolları ve kanallar açmak, büyük akarsular üzerinde köprüler yapmak, toprakların verimini arttırmak için çareler aramak, hisarlar, yeni şehirler kurmaktır…”. NİZAMÜ’L MÜLK Siyaset-name, 29. Kırsal-Kentsel Yaşamın Canlandırılması Selçukluların, Bizans egemenliğinden devraldıkları Anadolu coğrafyasının Arap-Sasânî ve takiben Türk fetihleri sürecinde kesintiye uğrayan kentsel ve kırsal yaşamını canlandırmak amacıyla sosyal-ekonomik ve askeri-siyasal olmak üzere iki temele dayanan sistemli bir yerleşim politikası izlediği söylenebilir. Bu politikaların ilki, Anadolu’nun bölgelerarası geçiş noktası niteliğindeki coğrafi konum avantajının, bölgelerarası ticaret olanaklarının geliştirilmesine yönelik olarak yeniden yapılandırılarak, kervansaray-köprüler gibi vakıf kurumu yoluyla örgütlenen anıtsal-kamusal hizmet yapı faaliyetleri eşliğinde ticaret faaliyetlerine uygun mekânsal altyapının (üretim-dağıtım/ulaşım sistemi) kurulmasıdır. Bu çerçevede, Selçuklu sultanları başkent Konya odak olmak üzere Anadolu’yu doğu-batı ve kuzey-güney yönünde kateden milletlerarası ticaret yolları boyunca kervansaray ve köprüler ağı ile desteklenen bir üretim-dağıtım sistemi örgütlemişlerdir.[1] Arkeolojik araştırma bulguları; Selçuklu egemenliğindeki Anadolu coğrafyasında büyük bir kısmı XIII. yüzyılın ilk kırk yılında inşa edilen yaklaşık 120 kervansarayın varlığına işaret etmektedir.[2] Selçuklu kervansaraylarının mekânsal dağılımı irdelendiğinde, başkent Konya’dan doğuya doğru yönelen Aksaray-KayseriSivas hattı üzerinde yoğunluk kazandığı anlaşılmaktadır. Bu tespit, Selçuklu döneminde Anadolu’nun ekonomik etkinlikler açısından odak niteliği taşımış merkezlerine vurgu yapması bakımından önemlidir. İkinci politika; Anadolu’nun Arap-Sasânî ve takiben Türk fetihleri sürecinde tahrip edilen kırsal ve kentsel yerleşmeleri ile kesintiye uğratılan tarımsal üretim ve zanaat-ticaret faaliyetlerinin yeniden canlandırılmasıdır. Bu kapsamda, Selçuklu sultanlarının, Orta Asya ve İran Türk-İslam devlet geleneklerine dayanan bir yerleşim politikası izlediklerini söylemek olanaklıdır. Nitekim Selçuklular, Orta Asya ve İran coğrafyasından Anadolu’ya yönelen göçebe-yarı göçebe ve yerleşik Türk gruplarından oluşan nüfus kitlesinin yanısıra Anadolu’nun yerli Hıristiyan halklarını da toprak-çiftlik, tarımsal araç-gereç gibi çeşitli vergi muafiyetleri ve teşvik ya da destek verilmesi yoluyla Anadolu’nun kırsal ve kentsel alanlarında yerleştirmişlerdir.[3] Tarihsel kayıtlar, Selçuklu sultanlarının tarımsal üretimin canlandırılmasına yönelik izledikleri iskânyerleştirme politikalarının içeriği ve önceliklerini göstermesi açısından oldukça aydınlatıcıdır: Selçuklu vakâyi-name kayıtları,[4] Selçuklu sultanlarının, özellikle fethedilen ve yeniden iskân edilen kentsel ve kırsal yerleşmelerde, Türklerin yanısıra yerli Hıristiyan halkları da din ve etnik köken farkı gözetmesizin iskân ettiğini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, vakayî-name kayıtları, Bizans egemenliğinden devralınan Aksaray, Sinop, Antalya ve Alâîyye kentlerinde kilise, şapel vb. Hıristiyan kurumlarının cami ya da mescid gibi İslamî kurumlara dönüştürüldüğüne işaret etmektedir. Bu tespitler, Selçuklu yerleşim politikalarının öncelikli mekânsal bildirgesinin sosyal-ekonomik temellere dayandığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Anadolu Selçuklu Kentlerinin Örgütlenmesi İşlevsel Örgütlenme “…Bazı sanatlar, bazı şehirlere mahsustur…”. İBN HALDUN Mukaddime II, 886. Anadolu Selçuklu kentlerinin işlevsel kimliklerini, Anadolu’nun coğrafi koşullarının biçimlendirdiği mekânsal altyapı üzerinde, Selçuklu ve Bizans askeri ve siyasal koşullarının ve bölgelerarası ticaret potansiyellerine dayanan ekonomik ilişkiler ağının belirlediği öngörülmektedir. Başka bir ifadeyle, Selçukluların Anadolu yerleşme sistemi ve ulaşım ağı içinde konum açısından yaşam verdikleri ya da canlandırdıkları kentlerin nitelikleri kapsamında askeri-stratejik, yönetimsel-siyasal ve ekonomik etkinlik merkezleri olarak farklı işlevlerde uzmanlaşma gösterdiği düşünülmektedir. Bu işlevsel uzmanlaşma ya da işlevsel farklılıklara dayanan kentlerarası kademelenmenin bileşenleri; Selçuklu savunma sisteminden yönetim mekanizmasına, üretim-dağıtım organizasyonlarından kültürel-dinsel örgütlenmelere ve ekonomik faaliyetlere dek çeşitlenmektedir. Anadolu Selçuklu kentlerinin, bu bileşenler kapsamında (konum temel ölçüt olmak üzere) farklı işlevlerde uzmanlaşma gösterdiği belirlenmiştir (Şekil 2). Siyasal ve Yönetimsel Merkezler ya da Meliklik Merkezleri Selçuklu döneminde Anadolu topraklarının, Orta 58 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 Özcan ve Yenen, Anadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 59 Asya ve İran Türk-İslam devlet geleneklerindeki ülüş sistemine benzer olarak hanedan üyeleri arasında alt yönetim merkezlerine ayrıldığı söylenebilir. Nitekim Selçuklu vakâyî-name metinleri irdelenirse, siyasal açıdan başkent Konya yönetimine tâbi olmakla birlikte özerk ya da muhtar bir yönetim sistemine sahip birtakım Selçuklu idari birim ya da meliklik merkezlerinin varlığı belirlenebilmektedir. Bu tespitler, Selçuklu döneminde birtakım kentlerin yönetimsel merkez işlevi üstlendiğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu merkezler arasında; Aksaray, Amasya, Ankara Elbistan, Ereğli, Kayseri Koyulhisar, Malatya, Niğde, Sivas, Tokat ve Uluborlu sayılabilir.[5] Askeri ve Stratejik Organizasyon Merkezleri Subaşılık merkezleri Selçuklu dönemi anıtsal yapı kitabeleri -Konya, Alâîyye ve Sinop kaleleri yapım/tamir kitabeleri gibikentlerin işlevsel kimliği açısından önemli ipuçları sunmaktadır. Bu kitabelerde geçen, fetih ve fetih sonrasında imar faaliyetleri ile kale inşa faaliyetlerine katılan Selçuklu emirlerinin subaşı (ilbay) veya sahip (vülât) gibi askeri kimlikler ile Selçuklu döneminde Anadolu kentlerine verilen unvanlardan, Selçuklu döneminde askeri-stratejik merkez işlevi üstlenmiş birtakım yerleşmelerin varlığını belirlemek mümkündür. Selçuklu döneminde Anadolu kentlerine verilen unvanlardan, Kayseri-Dârü’l feth (fetih yeri, Aksaray-Dârü’z zafer (zafer üssü, Ankara-Dârü’l hısn (müstâhkem yer), Niğde-Dârü’l pehlevânniye (pehlivanlar yeri), Alâîyye-Dârü’l eman (emin yer), Tunguzlu ve Antalya-Dâru’s sagr (Uc yeri) gibi, belirli sayıda daimi askeri güç bulundurulan ve Subaşılık merkezleri olarak adlandırılan yerleşmelerin varlığı belirlenebilmektedir.[6] Derbend veya menziller Selçuklu dönemi vakâyî-nâme kayıtlarında, Akça Derbend, Yunus Derbendi ve Göksu Derbendi ya da Irmaksu Menzili, Zincirli Menzili, Gedük Menzili ve Obruk Menzili veya Kılıç Aslan Ribâtı (Kervansarayı), Pervane Ribâtı ve Kesikköprü Ribâtı gibi toponomi verilerinin varlığı, Selçuklu dönemi Anadolu üretim-dağıtım sistemi kapsamında konaklama işlevinin yanısıra savunma sistemine de hizmet eden birtakım yerleşmelerin varolduğuna işaret etmektedir.[7] Karahisarlar Selçukluların Anadolu’da dönemin askeri ve siyasal koşullarına dayalı olarak; Anadolu yerleşme ve ulaşım sisteminin stratejik bağlantı-geçiş noktalarında, sarp ve erişilmesi güç kayalıklar üzerine inşa edilmiş Roma-Bizans döneminden devralınan castron (kale kentler) niteliğindeki yerleşmeleri, Türk toponomi geleneği kapsamında Karahisar olarak adlandırdıkları ve Anadolu savunma sisteminin mekânsal unsuru olarak askeri ve stratejik açıdan harekât üssü işlevi yüklenmiş merkezler olarak kullandıkları belirlenmiştir. Bu yerleşmeler arasında İsce Karahisar, Karahisar-ı Teke, Karahisar-ı Develi, Karahisar-ı Osmancık, Hamam KaraŞekil 2. Anadolu Selçuklu kentleri, işlevsel örgütlenme. hisar, Karahisar-ı Demirlü, Karahisar-ı Yavaş ya da Nevas, Karahisar-ı Behramşah, Karahisar-ı Kögonya (Şapın Karahisar) ve Karahisar-ı Sahip (Karahisar-ı Devle) sayılabilir. Üretim-Dağıtım ya da Aktarma Merkezleri Pazar ya da panayır yerleşmeleri Selçuklu egemenliğindeki Anadolu coğrafyasında, milletlerarası ticarete ve ulaşım teknolojisine bağlı olarak deniz ya da akarsu veya dağ silsileleri gibi coğrafi eşik ya da siyasal sınır noktalarında, genellikle kentsel yerleşmelerden uzak geniş kırsal alanlarda, hayvansaltarımsal ürünler ve el sanatları ürünlerinin mübadele edildiği pazar ya da panayırlar kurulmaya başlanmıştır. Pazar ve panayırların, coğrafi konum avantajları, doğal kaynak varlığı, geniş kırsal artbölge ya da ulaşım olanaklarına dayalı olarak örgütlendiği söylenebilir. Bu nitelikleri ile başlangıçta mevsimlik/geçici yerleşmeler niteliğindeki pazar ve panayırlar, süreç içinde bölgelerarası ya da bölgesel ölçekteki ticaret potansiyellerine dayalı olarak, düğüm ve aktarma merkezlerine dönüşmüştür. Selçuklu dönemine ilişkin vakâyî-name, menâkıbname ve vakıf-name gibi tarihsel kayıtlar irdelenirse; Selçuklu egemenliğindeki Anadolu coğrafyasında Yabanlu Panayırı, Ziyaret Pazarı, Yılgûn (Ilgın) Pazarı, Âzîne (Ezine) Pazarı, Alâmeddîn-i Bazârî (Alâmeddin Pazarı, Pınar Pazarı ve Koçhisar (Dunaysar) Pazarı gibi pazar ya da panayır yerleşmelerinin varlığını belirlemek mümkündür. Madencilik merkezleri ve liman kentleri Dönemin siyasal bağımsızlık ve güç simgesi olmasının ötesinde, Selçuklular ekonomik mübadele aracı olarak da önem taşıyan gümüş ya da özellikle dokuma sanayiinde boya maddesi olarak kullanılan stratejik değere sahip şap gibi maden kaynaklarını, teknolojik olanaklar düzeyinde bölgelerarası ticaret taleplerinin karşılanmasına yönelik olarak işletmişlerdir. Bu tür ekonomiye sahip yerleşmeleri madencilik merkezleri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu yerleşmeler arasında Gümüşhacıköy, Gümüş, Bayburt, Gümüşhâne (Eski Gümüşhâne, Gümüşsaray, Madenpazar, Sarız ve Sarıkavak yerleşmeleri sayılabilir.[8] Selçuklu döneminde özellikle Akdeniz ve Karadeniz kıyılarındaki liman kentlerinin ise askeri-stratejik işlevlerin yanısıra Anadolu’nun sahip olduğu doğal kaynakların-hammaddelerin dış satım ya da dış alım merkezleri olarak işlevlendirildiğini söylemek mümkündür. Nitekim tarihi kayıtlar, Akdeniz kıyısındaki Antalya ve Alâîyye ile Karadeniz kıyısındaki Sinop limanlarının askeri-siyasal boyutta Kuzey ve Güney Sahil Eyaletleri merkezi olarak deniz aşırı fetihler için askeri deniz üssü işlevini üstlendiğine işaret etmektedir. Bu kentlerin, aynı zamanda, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüccarların yerleşmesiyle bölgelerarası mübadele merkezleri ve Selçuklular tarafından inşa edilen dâr-us-sınâa (tersane) ve artbölgelerindeki zengin orman varlığına dayalı olarak orman ürünleri dış satımı ve askeri-ticaret amaçlı gemi üretim merkezleri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.[9] Kültürel ve Siyasal Yapılanma Merkezleri Dinsel etkinlik merkezleri Selçuklu döneminde şeyh ya da derviş gibi dini kimlikli kişiliklerin örgütlediği tekke-zaviyeler kurulması yoluyla gerçekleşen Türk-İslam kolonizasyon faaliyetleri, Türklerin Anadolu’da tarımsal üretim faaliyetlerine katılmasının yanısıra göçebe Türkmen grupların yerleşik düzene geçmesi ve kırsal yerleşmelerin kurulması ve gelişmesi açısından oldukça önemlidir. Bu açıdan Şeyh ya da dervişlerin yaşamlarına ilişkin menâkıbname kayıtları -ihtiyatla kullanılmak kaydıyla- oldukça ayrıntılı mekânsal çözümlemelere olanak sağlamaktadır.[10] Bu kayıtlardan, Selçuklu döneminde Orta Asya ve İran yöresinden Anadolu’ya gelen şeyh ve dervişlerin, Hacı Bektaş Veli ve Sulucakarahöyük ya da Seyyid Harun Veli ve Seydî-Şehri örneklerinde olduğu gibi Anadolu-Türk kentlerinin mekânsal kuruluş-gelişim sürecindeki dinamik rolü ile Anadolu yerleşim politikaları üzerindeki etkileri belirlenebilmektedir.[11] Nitekim bu yerleşmeler, Türk-İslam kolonizasyon sürecinde Anadolu’nun dinsel etkinlik-propaganda merkezleri işlevini üstlenmiştir. Ahilik merkezleri Anadolu’da mesleki dayanışma örgütü niteliğindeki Ahilik kurumunun kurucusu Ahi Evran’ın yerleştiği Kırşehir, Kızılırmak Vadisi’nde önemli bir Ahilik merkezi olarak üretim-zanaat faaliyetlerinde uzmanlaşmış, ticaret-zanaat merkezi işlevi kazanmıştır.[12] Kırıkkale yakınındaki Ahili, Eskişehir yakınındaki Ahiler ve Ahişıh ile Ankara yakınındaki Ahiboz, Ahi Mesud ve Ahi Mamak gibi yerleşmelere ilişkin toponomi verilerinden Anadolu’da Ahiler tarafından kurulan ya da yeniden iskân edilen Ahilik merkezlerinin varolduğu anlaşılmaktadır.[13] Tarımsal Üretim Merkezleri Kırsal yerleşmeler ya da köyler Selçukluların, Anadolu öncesi Türk-İslâm devlet geleneği mirası kapsamında; Büyük Selçuklu Devleti ve60 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 61 Özcan ve Yenen, Anadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti ziri Nizamü’l Mülk tarafından göçebe ve yarı göçebe Türkmen topluluklarının siyasal sınır boylarında aşiretler ve boylar halinde yaylak ve kışlak alanları vermek yoluyla iskân edilmesi politikasını, Anadolu’nun Türkİslâm kolonizasyon sürecine aktardıkları söylenebilir.[14] Anadolu kırsal yerleşmeleri üzerine yapılan arkeoloji-etnoloji ve toponomi araştırmaları; ArapSasânî istilaları ya da Türk fetih dönemleri sürecinde harap olmuş ya da terkedilmiş kırsal yerleşmelerin, Selçukluların göçebe karakterli Türkmen gruplarının yerleştirilmesine dayanan yerleşim politikaları çerçevesinde, yeniden iskân edildiğini düşündürmektedir.[15] Nitekim Anadolu’da Viranşehir ya da Ören gibi yer adları ile Bozok, Üçok, Bayat, Kınık, Kayı, Yürük, Akkoyunlu, Menteşe, Çepni, Bayındır ve Döğer gibi Türk aşiret ve boy adlarına izafe edilen kırsal yerleşme adlarının varlığı, Selçuklu döneminde yeni kırsal yerleşmelerin kurulduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. Mekânsal Örgütlenme “…Tacirlerin ve iğdişlerin evleri, zanaat erbabının evlerinden, emirlerin sarayları, tacirlerin, Sultan ve meliklerin köşkleri ve takları hepsinden yüzlerce derece yüksek ve büyüktür…” MEVLANA CELALEDDİN Ariflerin menkıbeleri, I, 100. Mekânsal Karakter/Kentsel Modeller Selçuklu kent modellerini, Orta Asya Türk ve İran Türk-İslâm yerleşik/yarı-yerleşik yaşam kültürü kökeninden gelen Selçukluların, XII.-XIII. yüzyıllarda Anadolu coğrafyasında devraldıkları Hıristiyan-Bizans kent kültürü mirası üzerinde Anadolu’nun kendine özgü coğrafi koşullarında kurguladıkları, Türk-İslâm yönü hakim, özgün kentsel mekân organizasyonları olarak değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan, Selçuklu kentleri mekânsal örgütlenme düzeni ya da dinamikleri açısından eş zamanlıçağdaş olma boyutunda, “Sanayi Öncesi Kenti”, “Ortaçağ Batı Kenti” ve “İslâm Kenti” gibi mekânsal gelişme modelleri ile karşılaştırılırsa; sosyal, kültürel ve ekonomik işlevlerin mekânsal örgütlenme düzeni üzerindeki belirleyici etkileri açısından benzerlikler görülebilir. Sözkonusu kent modellerinde; insan-hayvan gücüne dayalı üretim-dağıtım sistemi ve kentsel mekân ya da cami veya kilise gibi dinsel yapıların kentlerin sosyal, kültürel ve ekonomik merkezini biçimlendirmesi, loncalar halinde örgütlenen kentsel üretim eylemlerinin mekânsal uzmanlaşma göstermesi, kentsel mekânların dini ya da etnik köken faklılıklarına dayalı olarak mescid odaklı alt toplumsal ünitelerden oluşan mekânsal yapılanmalar veya mahalleler halinde örgütlenmesi, güvenlik unsurlarına dayalı olarak kale, sur ve hendek gibi savunma yapılarının kentsel mekânları biçimlendirmesi olgularının Selçuklu kentleri ile benzerlik göstermektedir.[16] Bu noktada, Selçuklu dönemine ilişkin kaynaklarda mahalle mescidlerine imam atanması hususundaki kayıtlar, İslâm kent modellerinde olduğu gibi, Selçuklu döneminde de kentsel alt kademe birimler olarak kent nüfusunun mahalleler halinde örgütlendiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.[17] Selçuklu dönemi Anadolu Türk kentleri, çağdaşı “Batı Kenti” ya da “Ortaçağ Avrupa Kenti” veya “Sanayi Öncesi Kenti” üzerine üretilmiş “açık kent” ve “kapalı kent” olarak tanımlanan kent modelleri açısından değerlendirilirse, Selçuklu döneminde Anadolu kentlerinin fiziksel olarak daha çok surlarla çevrili “kapalı kent” olarak tanımlanan mekânsal gelişme modeline benzer bir mekânsal kurguya sahip olduğunu söylemek mümkündür.[18] Alâaddin Keykubad ile İzzeddin Keykavus arasında Kayseri ve daha sonra Ankara’da geçen taht mücadelesine ilişkin olarak vakayi-name metinlerinde geçen mekânsal tasvirler, sözkonusu kentlerin tamamen surlar içinde olduğuna ve kent dışında hiçbir yapılaşmanın bulunmadığına işaret etmektedir.[19] Yine Sultan Alâaddin Keykubad döneminde (1220-1237) merkezi yönetim mekanizmasının kurulması ve bölgelerarası ticaretin gelişmesine dayalı olarak hızlı büyüme gösteren ve sur dışına taştığı anlaşılan Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan kentlerinin yeni yerleşik alanlarının -yeniden- surlarla çevrilmesine dayanan imar faaliyetlerine ilişkin kayıtlar, Selçuklu döneminde kentlerin surlar içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.[20] Ancak burada gözardı edilmemesi gereken nokta, sözkonusu dönemde Moğol istilası tehdidinin ortaya çıkardığı yeni askeri-siyasal koşulların, mekânsal yansımalar açısından, kentsel mekân organizasyonları üzerinde etkili olduğudur. Öte yandan, arkeolojik bulgular ve mimari kalıtlar; Selçuklu döneminde sur dışı yapılanma odakları niteliğindeki anıtsal-kamusal hizmet yapıları (külliyeler) inşa faaliyetlerinin -Konya Sahip Ata Külliyesi (1283), Kayseri Huand Hatun (1238) ve Hacı Kılıç (1249) külliyeleri, Ankara’da ulucami işlevindeki Arslanhane Camisi (1280-1290), Çankırı’da Cemaleddin Ferruh Dârü’ş Şifâsı (1235) ve Ankara’da Kızıl Bey Camisi (XIII. yy. ortası) gibi- XIII. yüzyıl sonuna tarihlendiğini göstermektedir.[21] Bu tespitlerden, Selçuklu döneminde kentlerin dönemin özgün siyasal-askeri koşullarında bütünüyle surlarla çevrili kentler olduğu ve kentsel gelişmenin sur dışına yayılması olgusunun ancak bölgelerarası ticaretin doruk noktasına ulaştığı XIII. yüzyıl ortalarında başladığı söylenebilir. Özetlenirse, Anadolu’nun Türk-İslâm kolonizasyon sürecinde, XIII. yüzyıldan başlayarak organize edilen merkezi yönetim mekanizması ve bölgelerarası ticaret potansiyelinin yarattığı sosyal-ekonomik gelişmelere dayalı olarak evrimleşen kentler, süreç içinde sahip oldukları işlevsel potansiyel ve dinamikler etkisinde kapalı kent modelinden surlar dışında, tamamen dağınık biçimde yapılanan erken dönem külliyeleri olarak tanımlanabilecek medrese-cami odakları ile açık kent modeline doğru evrimleşme göstermiştir. Selçuklu kentlerinin mekânsal kurgusu, vakıf kurumu kapsamında yapılandırılan cami-medrese ya da cami-medrese-türbe kompozisyonlarından oluşan Türk-İslam anıtsal-kamusal hizmet yapıları eşliğinde örgütlenmiştir. Başka bir ifadeyle, Selçuklu kentlerinin mekânsal örgütlenme düzenini biçimlendiren/yönlendiren ana gelişme odakları, Selçuklu Sultan, emirleri ya da hatunları tarafından finanse edilerek, vakıf olarak yapılandırılan Türk-İslam anıtsal-kamusal hizmet yapı faaliyetleridir. Bu yapı faaliyetleri, fethedilen kentlerdeki kilise, şapel ya da bazilika gibi Hıristiyan-Bizans kurumlarının, cami ve mescid gibi Türk-İslam kurumlarına dönüştürülmesi biçimindedir. Bu pratik yapılaşma yöntemi; dönemin askeri-siyasal değişken koşullarında uzun dönemli program ve kapsamlı bir inşa faaliyetine ayrılacak yeterli zaman olmamasına dayandırılabilir. Edinilen bilgilendirmelerden; Anadolu Selçuklu kentlerinin “kale kent”, “açık kent” ve “dış odaklı büyüme” modelleri olmak üzere temelde üç farklı gelişme biçimi gösterdiği belirlenmiştir: Kale kentler, siyasal-yönetimsel merkezler ile askeri organizasyon merkezi niteliğindeki kale yerleşmeleri ve askeri-stratejik işleve sahip liman kentleridir. Kale kentler, konumsal ve işlevsel kimliklerin tanımladığı mekânsal gelişme biçimleri ya da karakteristikleri açısından iki alt kategoride değerlendirilmiştir. A tipi kale kent modeli, dönemin üretim-dağıtım ve savunma-güvenlik sistem ve teknolojileri ile sosyal, kültürel ve ekonomik yapılanmaları kapsamında örgütlenmiş siyasal-yönetimsel merkezler için geçerlidir. Demografik boyutta ise ortaçağ/sanayi öncesi kentleri için tanımlanmış 10.000 nüfus sınırını aşabilmişlerdir. Bu kentler temelde surlarla çevrili olmakla birlikte kent surları içinde yeterli mekân bulamayan ekonomik faaliyet ya da tekke ve zaviyeler gibi dini kolonizasyon yapıları ya da Sultan veya diğer devlet görevlilerince vakıf kurumu kapsamında örgütlenen anıtsal-kamusal yapı faaliyetleri ile gerçekleştirilen cami-medrese gibi erken dönem külliyeleri öncülüğünde sur dışına yayılan kentler olarak tanımlanabilecek, kısmen deforme olmuş “eklemli kale-kent” modeli olarak nitelenebilir. Bu model Konya, Kayseri ve Erzen-i Rum gibi kentler için geçerlidir (Şekil 3). B tipi kale kent modeli, Anadolu’nun siyasal ve yönetimsel koşullarında idare merkezi ve askeri harekât üssü işlevindeki Kastamonu ve Niğde ya da bölgelerarası ticaret potansiyeli kapsamında örgütlenmiş üretim-dağıtım ve yerleşme sisteminin dışa açılan aktarma-dağıtım merkezi ve askeri üs işlevindeki, tamamen sur içinde gelişme/büyüme gösteren Antalya, Alâiyye ve Sinop gibi kıyı yerleşmeleri ile siyasalyönetimsel işlevinin yanısıra ulaşım sisteminin odak noktasında konumlanmış bölgelerarası mübadele merkezi niteliğindeki Sivas ve Anadolu’da örgütlenmiş Selçuklu savunma sisteminin mekânsal bileşenleri olan sınırlı sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetlere sahip olmakla birlikte, temelde bölgesel askeri faaliyet ve organizasyon merkezleri işlevi ile yüksek kayalıklar üzerinde konumlanmış kale-kent niteliğindeki Karahisar-ı Sahip, Karahisar-ı Kögonya, Osmancık Karahisarı gibi hisar yerleşmeleri için geçerlidir (Şekil 4). Açık kentler, Anadolu’da Selçuklu üretim-dağıtım sisteminin coğrafi eşiklerin aşıldığı geçiş bölgelerinde, kırsal artbölgelere hizmet veren üretim-dağıtım merkezleri niteliğindeki yerleşmeler ile mevsimlik pazar ya da panayır yerleşmeleridir. Açık kent modeli ekonomik etkinlik düzeyi ve mekânsal-konumsal karakteristikler açısından iki alt kategoride ele alınmıştır. Buna göre, Doğu Roma/Bizans egemenliğinden devralınan, topografik koşullar ve mekânsal boyut açısından fiziki gelişme olanakları sınırlı olan kale-kent (castron) niteliğindeki yerleşmeler A tipi açık kent modeli ya da “çok odaklı gelişme modeli” olarak tanımlanmıştır. Bu model, Amasya ve Tokat gibi, Anadolu’da örgütlenen Selçuklu ulaşım ve yerleşme sisteminin yarattığı yeni sosyal-ekonomik dinamikler etkisinde anıtsal-kamusal hizmet yapı faaliyetlerinin kale-kent surları dışındaki yerleşilebilir alanlarda konumlanmasıyla sur dışı alanlarda gelişme gösteren kentler için geçerlidir (Şekil 5). B tipi açık kentler ise bölgelerarası ticaret faaliyetlerine dayanan Selçuklu üretim-dağıtım sisteminin aktarma-bağlantı ya da coğrafi geçiş noktalarında, yerli-yabancı tüccarlara dönemin ulaşım-iletişim 62 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 Özcan ve Yenen, Anadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 63 Şekil 3. Kale kent, A tipi. Konya Şekil 4. Kale kent, B tipi. Sivas Şekil 5. Açık kent, A tipi. Tokat Şekil 6. Açık kent, B tipi. Şekil 7. Dış odaklı büyüme. Gösterim Kırşehir Kütahya 64 CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 teknolojisi ve siyasal koşullarında güvenli konaklamahizmet (lojistik destek) olanağı sağlayan kervansaray yapıları odak olmak üzere gelişen yerleşmeler olarak tanımlanmıştır. Ziyaret Pazarı, Yabanlu Pazarı, Yılgun Pazarı gibi pazar yerleşmeleri ile Ahi örgütlenmeleri kapsamında ticaret/zanâat faaliyetlerine dayalı olarak gelişen Kırşehir gibi Ahilik merkezleri için “B tipi açık kent modeli” geçerlidir (Şekil 6). Dış odaklı büyüme modeli, Anadolu’nun BizansSelçuklu ikili siyasal yapısının mekânsal yansıması olarak Uc bölgeleri olarak tanımlanan savunma ya da güvenlik unsurlarının kentsel mekân organizasyonları üzerinde egemen olduğu karşılıklı kültürel, ekonomik ve askeri temas bölgelerinde, Türk-İslâm kolonizasyon ve yerleşimini teşvik amacıyla sur dışı yapılanma odakları niteliğindeki tekke ve zaviye ya da cami ve mescid gibi İslâmî anıtsal-kamusal hizmet yapı faaliyetleri eşliğinde mekânsal gelişme gösteren Ankara, Çankırı, Kütahya ve Tunguzlu gibi Uc kentleri için geçerlidir (Şekil 7). Dolayısıyla, Bizans yerleşim mirası üzerinde gelişen ya da Türk-İslâm yerleşim kültürü etkisinde yeni kurulan, Anadolu Selçuklu kentlerinin; Selçuklu dönemi Anadolu üretim-dağıtım sistemi içindeki konumsal nitelikleri ile ekonomik ve siyasal-askeri ilişkilere dayanan işlevsel kimlikleri açısından mekânsal/fiziksel farklılıklar gösterebilen modellerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Sonuç Araştırmanın Anadolu Selçuklu kentleri olarak tanımlanan erken dönem Anadolu-Türk kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimlik çözümlemeleri üzerine odaklanan bu kısmı sonunda elde edilen bulgular üç başlık altında özetlenebilir. Birincisi, Anadolu Selçuklu kentlerinin belirli ve tanımlı bir kentler sistemi ve ulaşım ağının mekânsal bileşenleri olarak, Anadolu coğrafyasının özgün mekânsal altyapısı üzerinde dönemin askeri ve siyasal koşulları ile ekonomik potansiyellerine dayalı olarak örgütlendiğidir. Bu örgütlenme düzeni kapsamında Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal karakteristik ve işlevsel kimlikler düzeyinde hiyerarşik açıdan farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıklar, aynı zamanda kentlerarası işlevsel kademelenmenin varlığına da işaret etmektedir. Bu kademelenmeyi tanımlayan/belirleyen unsur ise Anadolu Selçuklu kentlerinin yerleşme sistemi ve ulaşım ağı içindeki konuma bağlı nitelikleridir. İkincisi, Anadolu Selçuklu kentlerinin yerleşme sistemi ve ulaşım ağı içindeki konumsal niteliklerine dayanan işlevsel kimliklerinin kentlerin mekânsal karakteristikleri üzerinde belirleyici olduğudur. Daha açık bir Kentsel model Kale kent A Tipi A Tipi B Tipi B Tipi Dış odaklı büyüme Dış odaklı büyüme Açık kent Konumsal nitelik İşlevsel kimlik Mekansal karakteristik İç bölgeler, üretim-dağıtım sistemi odak-bağlantı noktaları Yönetimsel ve siyasal merkezler Kent kapıları yakınında inşa edilen külliyeler eşliğinde kısmen sur dışında gelişme Kent surları ötesinde inşa edilen Külliyeler odak olmak üzere tamamen sur dışı gelişme Ticaret merkezi işlevine ek olarak kale işlevi de üstlenen kervansaray ya da han gibi hizmet yapıları odak olmak üzere sursuz gelişme Sur dışında inşa edilen Türk-İslam kolonizasyon yapıları odak olmak üzere gelişme Tamamen surla çevrili Kırsal alanlara hizmet veren bölgesel üretim-dağıtım merkezleri Bölgesel yıllık-mevsimlik pazar ya da panayır yerleşmeleri Göçebe Türkmen grupların sınır ötesi operasyonlar için örgütlendiği Türkİslam kolonizasyon merkezleri Ticaret merkezleri ve deniz aşırı askeri operasyon-üs merkezleri Askeri organizasyon merkezleri Kıyı bölgeleri ya da kıyı kentleri Askeri ve stratejik bölgeler Üretim-dağıtım sisteminin coğrafi eşiklerin aşıldığı geçiş bölgeleri Anadolo Selçuklu-Bizans siyasal sınırları, Uc bölgeleri Tablo 1. Kent modelleri matrisi ifadeyle, Anadolu Selçuklu kentlerinin üstlendiği işlevsel kimlikler, kentlerin mekânsal kurgusu ya da fiziki gelişme biçimleri üzerinde etkili olmuştur. Bu biçimlenme süreci, Anadolu öncesi Orta Asya Türk ve İran Türkİslam yerleşim kültürü deneyimlerinin, Anadolu’da devralınan Doğu Roma/Bizans kentlerinin mekânsal kurgusu üzerinde birleştirilmesi biçiminde gerçekleşmiştir. Üçüncüsü ise, Anadolu Selçuklu kentlerinin “kale kent”, “açık kent” ve “dış odaklı büyüme” modelleri olmak üzere temelde üç farklı yerleşim modeli gösterdiğidir (Tablo 1). Bu yerleşim modellerinin “Sanayi Öncesi Kenti”, “Ortaçağ Batı Kenti” ve “İslâm Kenti” gibi eş zamanlı kent modelleri ile benzerlikler gösterdiği belirlenmiştir. Bu benzerlikler, Anadolu Selçuklu kentlerinin mekânsal gelişme biçimi ya da yerleşim modelleri üzerinde döneme özgü sosyal, kültürel ve ekonomik işlevlerin ortak etkilerine dayanmaktadır. Bu noktada, Anadolu’nun özgün coğrafi koşullarının tanımladığı konuma dayalı nitelikler, Anadolu Selçuklu yerleşim modellerini, eş zamanlı kent modellerinden mekânsal karakteristik ve işlevsel kimlik açısından farklılaştıran ve Anadolu’ya özgü kılan temel değişken olarak ortaya çıkmaktadır. Teşekkür Bu araştırmanın dayanağı olan “Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yerleşme Sistemi ve Kent Modelleri” başlıklı doktora tezimin yürütücülüğünü üstlenmesinin ötesinde, bilgi birikimi ve deneyimi ile zihnimdeki bilim insanı kavramının yeniden anlamlanmasına ve akademik kimliğimin biçimlenmesine katkı koyan, akademik yaşantım boyunca daima “bilimsel yol gösterici” olarak kabul edeceğim Sayın Prof. Dr. Zekiye YENEN (YTÜ) teşekkürle anılır. Kaynaklar 1. Erdmann, K., (1961), Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts, Katalog-Text, Verlag, Berlin. Turan, O. (1946). Selçuk Kervansarayları, TTK Belleteni X/39 471-496. Rogers, JM. (1976). Waqs and Patronage in the Seljuk Anatolia; The Epigraphic Evidence, Anatolian Studies XXVI, 69-103. Rogers, JM. (1978). Royal Caravansarays and Royal Inscriptions in Seljuk Anatolia, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Albert Louis Gabriel Özel Sayısı, 397-431. 2. Özergin, M.K., (1959), Anadolu Selçukluları Çağında Anadolu Yolları, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 3. Cahen, C., (2001), The Formation of Turkey; The Seljukid Sultanate of Rum: Eleventh to Fourteenth Century, London. 4. Anonim Selçuk-name, (1952), Anadolu Selçukluları Tarihi, Uzluk Basımevi, Ankara. Süryani Michael (Tarihsiz). Süryani Patrick Mikhail Vakayinamesi (1042-1195), Basılmamış Tercüme, TTK Kütüphanesi, no: 44, II, Ankara. 5. Müneccimbaşı, Ahmed bin Lütfullah (1935), Müneccimbaşıya göre: Anadolu Selçukileri, Türkiye Yayınları, İstanbul. Müneccimbaşı, Ahmed bin Lütfullah (2001). Camiü’d-Düvel-Selçuklular Tarihi; Anadolu Selçukluları ve Beylikler, II, Akademi Yayınları, İzmir. Ibn Bibi (1996). El Evamirü’l-Ala’iye Fil Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Nâme), I-II, TTK Yayınları, Ankara. Ibn Bibi (1941). Anadolu Selçuki Devleti Tarihi (Farsça Muhtasar Selçuk-Nâme), Uzluk Basımevi, Ankara. Aksarayî (1943). Anadolu Selçuki Devletleri Tarihi, Recep Ulusoğlu Yayınevi, Ankara. Aksarayî (2000). Müsâmeretü’l Ahbar, TTK Yayınları, Ankara. Cenâbî (2000) Cenâbi’ye Göre Anadolu Selçukluları, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 36, 213-259. 6. Ülkütaşır, M.Ş., (1949), Sinop’ta Selçukiler Zamanına Ait Tarihi Eserler, Türk Tarih, Arkeologya ve Etnografya Dergisi V,112-151. Erzi, AS. (1950). Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar, TTK Belleteni XIV(53), 85-100. Artuk, İ. ve Artuk, C. (1986). Ortaçağ’da Bazı Anadolu Şehirlerine Verilen Unvanlar, Türk Kültürü Araştırmaları XXIV(2), 65- 69. Artuk, İ. ve Artuk, C. (2003). Bazı İslâm Şehirlerinde Hangi Devletler Sikke Kesmiş ve Bu Şehirlere Ne Gibi İsimler Verilmiş, TTK Belleteni LXVII(249), 421-446. 7. Ibn Bibi, (1996), El Evamirü’l-Ala’iye Fil Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Nâme). Ibn Bibi (1941). Anadolu Selçuki Devleti Tarihi (Farsça Muhtasar Selçuk-Nâme). Aksarayî (1943). Anadolu Selçuki Devletleri Tarihi, Recep Ulusoğlu Yayınevi, Ankara. Aksarayî (2000). Müsâmeretü’l Ahbar, TTK Yayınları, Ankara. Anonim Selçuk-name (1952). Anadolu Selçukluları Tarihi, Uzluk Basımevi, Ankara. Abü’l Farac, G. (1945). Abü’l Farac Tarihi, I-II, TTK Yayınları, Ankara. Al-Melik Al-Zâhir (1941). Baybars Tarihi, II, TTK Yayınları, İstanbul. 8. Erkiletlioğlu, H., Güler, O., (1996), Türkiye Selçuklu Sultanları ve Sikkeleri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri. 9. Uzunçarşılı, İ.H., (1933), 13. ve 14. Asırlarda Anadolu’da Ticaret, Ülkü Mecmuası I(4), 287-291. Aslanapa, O. (1974). Türk Denizciliği ve Selçuklu Tersaneleri, Türk Kültürü 146, 69-77. Heyd, W. (1975). Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, I, TTK Yayınları, Ankara. 10.Abdülkerim bin Şeyh Musa, (1991), Makâlât-ı Seyyid Harun Veli, TTK Yayınları, Ankara. Hasluck, WF. (1970). Christianity and Islam under the Sultans, II, Octagon Books Press, New York. Âşıkpaşaoğlu (1970). Aşıkpaşaoğlu Tarihi (Tevârih-i Al-i Osman), 1001 Temel Eser, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara. 11.Wolper, E.S., (2003), Cities and Saints; Sufism and the Transformation of Urban Space in Medieval Anatolia, Pennsylvania University Press, Pennsylvania. Blair, SS. (1990). Sufi Saints and Shrine Architecture in the Early Fourteenth Century, Muqarnas, 7, 35-49. 12.Bayram, M., (1991), Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Konya. Çağatay, N. (1997). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK Yayınları, Ankara. 13.Anonim, (1946), Türkiye’de Meskûn Yerler Kılavuzu, I, TC. İçişleri Bakanlığı Yayınları, Ankara. Özcan ve Yenen, Anadolu-Türk Kent Tarihine Katkı: Anadolu Selçuklu Kenti CİLT VOL. 5 - SAYI NO. 2 65 14.Shaw, S.J., (1985), History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; Empire of the Gazis, The Rise and Decline of the Ottoman Empire: 1280-1808, I, Cambridge University Press, London. 15.Yinanç, M.H., (1944), Türkiye Tarihi Selçuklular Devri I, Anadolu’nun Fethi, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Orkun, HN. (1935). Anadolu’da Oğuz Boyları, Ülkü Mecmuası 5(27), 189-199. Vryonis, S. (1981). Nomadization and Islamization in Asia Minor, Byzantina kai Metabuzantina; Studies on Byzantium, Seljuks and Ottomans, II (IV), 42-71, Undena Publications, Malibu. Tunçdilek, N. (1980). Türkiye’de Kır Yerleşmesinin Gelişimi ve Tarihsel Evrimi, İ.Ü. Coğrafya Enstitüsü Dergisi 23, 1-25. 16.Sjoberg, G., (1965), The Preindustrial City; Past and Present, The Free Press, New York. Morris, AEJ. (1979). History of Urban Form; Before the Industrial Revolutions, George Godwin Limited Press, London. Weber, M. (2000). Batı Şehri, Şehir ve Cemiyet, 131-166, İz Yayınları, İstanbul. Von Grunebaum, GE. (1961). The Structure of the Muslim Town, Essays in the Nature and Growth of a Cultural Tradition, 141-158, Routledge and Kegan Paul Limited, London. Lapidus, IM. (1967). Muslim Cities in The Later Middle Ages, Harvard University Press, Cambridge. 17.Turan, O., (1988), Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, TTK Yayınları, Ankara. 18.Braudel, F., (2004), Maddi Uygarlık; Gündelik Hayatın Yapıları, İmge Yayınları, Ankara. 19.Ibn Bibi, (1996), El Evamirü’l-Ala’iye Fil Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Nâme). Ibn Bibi (1941). Anadolu Selçuki Devleti Tarihi (Farsça Muhtasar Selçuk-Nâme). Müneccimbaşı, Ahmed bin Lütfullah (1935). Müneccimbaşıya göre: Anadolu Selçukileri. Müneccimbaşı, Ahmed bin Lütfullah (2001). Camiü’d-Düvel-Selçuklular Tarihi; Anadolu Selçukluları ve Beylikler. 20.Ibn Bibi, (1996), El Evamirü’l-Ala’iye Fil Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Nâme). Ibn Bibi (1941). Anadolu Selçuki Devleti Tarihi (Farsça Muhtasar Selçuk-Nâme). 21.Crane, H., (1993), Notes on Saldjuq Architectural Patronage in Thirteenth Century Anatolia, Journal of the Economic and Social History of the Or
XANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GENEL TÜRK TARİHİ ANABİLİM DALI TÜRKİYE SELÇUKLULARI MUTFAĞI Yüksek Lisans Tezi Eralp ERDOĞAN Ankara-2010 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GENEL TÜRK TARİHİ ANABİLİM DALI TÜRKİYE SELÇUKLULARI MUTFAĞI Yüksek Lisans Tezi Eralp ERDOĞAN Tez Danışmanı Prof. Dr. Eşref BUHARALI Ankara-2010 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ GENEL TÜRK TARİHİ ANABİLİM DALI TARİH BİLİM DALI TÜRKİYE SELÇUKLULARI MUTFAĞI YÜKSEK LİSANS TEZİ Tez Danışmanı : Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası .................................................................... ........................................ .................................................................... ........................................ .................................................................... ........................................ .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... Tez Sınavı Tarihi .................................. I ÖNSÖZ Bu araĢtırmada, Türk tarihi içinde önemli bir yer tutan Türkiye Selçukluları Devletinin mutfağı konu edilmiĢtir. Orta Asya‟dan Anadolu‟ya uzanan bir kültür evrimleĢmesinin sonucu olarak ortaya çıkan Selçuklu Mutfağı, olabildiğince çok esere baĢvurularak oluĢturulmaya çalıĢılmıĢtır. Özellikle edebi eserler, vakfiyeler ve seyahatnamelerin kayıtlarından faydalanılarak yapılan bu çalıĢmanın, kültür tarihinde bir boĢluğu dolduracağına inanıyorum. Türkiye Selçukluları Mutfağı adlı tezimin hazırlanmasında baĢta danıĢmanım Prof. Dr. EĢref BUHARALI‟ ya, yardımlarını esirgemeyen Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU, Prof. Dr. Üçler BULDUK, Dr. Tülay YÜREKLĠ, sayın Demet KILINÇSOY ve sayın Dilay Letafet OK‟ a teĢekkür ederim. Ayrıca konu seçiminde ve çalıĢmalarım sırasında bana kütüphanesini açarak kaynak temininde bulunan eski danıĢmanım rahmetli Prof. Dr. Feda ġamil ARIK‟a minnet borçluyum. Eralp ERDOĞAN ANKARA-2010 II İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ.........................................................................................................................I İÇİNDEKİLER .........................................................................................................II GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLULARININ KULLANDIKLARI MUTFAK ALETLERİ ...................................................................................................................................... 7 1. Bıçak ................................................................................................................ 9 2. Çatal ............................................................................................................... 10 3. KaĢık .............................................................................................................. 11 4. Kepçe.............................................................................................................. 12 5. Sini-Tepsi....................................................................................................... 13 6. Kase................................................................................................................ 13 7. Tas.................................................................................................................. 15 8. Tencere – Kazan............................................................................................. 16 9. Havan ............................................................................................................. 17 10. Güveç ......................................................................................................... 17 11. Testi – Küp................................................................................................. 18 12. Sürahi ......................................................................................................... 19 13. Ġbrik............................................................................................................ 19 14. MaĢrapa ...................................................................................................... 19 III 15. Sağrak – Kadeh – Susak............................................................................. 20 16. Tabak.......................................................................................................... 21 17. Elek ve Kalbur............................................................................................ 22 İKİNCİ BÖLÜM KULLANILAN BESİN MADDELERİ.................................................................. 23 A. TAHILLAR .................................................................................................. 23 1. Buğday ................................................................................................... 23 2. Arpa........................................................................................................ 25 3. Çavdar .................................................................................................... 26 4. Pirinç ...................................................................................................... 27 5. Mısır....................................................................................................... 28 B. BAKLAGİLLER.......................................................................................... 28 1. Fasulye - Börülce ................................................................................... 28 2. Mercimek ............................................................................................... 29 3. Nohut...................................................................................................... 30 C. SEBZELER................................................................................................... 31 1. Pırasa...................................................................................................... 31 2. Soğan...................................................................................................... 31 3. Sarımsak................................................................................................. 32 4. Ispanak ................................................................................................... 33 5. Patlıcan................................................................................................... 33 6. Havuç ..................................................................................................... 34 IV 7. ġalgam.................................................................................................... 35 8. Hıyar....................................................................................................... 35 9. Kabak ..................................................................................................... 36 10. Tere ........................................................................................................ 37 11. Turp........................................................................................................ 37 D. MEYVELER................................................................................................. 38 1. Ayva ....................................................................................................... 40 2. Nar.......................................................................................................... 40 3. Elma ....................................................................................................... 42 4. Armut ..................................................................................................... 42 5. ġeftali ..................................................................................................... 43 6. Üzüm...................................................................................................... 44 7. Dut.......................................................................................................... 48 8. Kayısı ..................................................................................................... 49 9. Ġncir ........................................................................................................ 49 10. Kavun ..................................................................................................... 50 11. Karpuz .................................................................................................... 51 12. Keçiboynuzu .......................................................................................... 52 13. Kestane................................................................................................... 53 14. Ceviz ...................................................................................................... 53 15. Badem .................................................................................................... 54 16. Fındık ..................................................................................................... 55 17. Fıstık....................................................................................................... 56 18. Turunçgiller............................................................................................ 57 V 19. Hurma..................................................................................................... 58 E. BAHARATLAR ........................................................................................... 58 1. Safran ..................................................................................................... 58 2. Kimyon................................................................................................... 59 3. Susam..................................................................................................... 60 4. ġeker....................................................................................................... 60 5. Tuz.......................................................................................................... 62 F. HAYVANSAL BESİNLER ......................................................................... 64 1. Yoğurt .................................................................................................... 64 2. Peynir ..................................................................................................... 64 3. Tereyağı.................................................................................................. 65 G. UNLU MAMULLER ............................................................................... 65 1. Ekmek .................................................................................................... 65 2. Diğer Ürünler ......................................................................................... 67 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLULARINDA YEMEKLER............................................... 68 1. Tutmaç............................................................................................................ 68 2. Herise ............................................................................................................. 71 3. Kalye .............................................................................................................. 72 4. Borani............................................................................................................. 73 5. Tirit................................................................................................................. 75 6. Pilav ............................................................................................................... 76 VI 7. Çorbalar.......................................................................................................... 77 8. Kebaplar......................................................................................................... 79 9. Yahni.............................................................................................................. 81 10. Kelle-Paça .................................................................................................. 82 11. Hotab.......................................................................................................... 83 12. Bulamaç...................................................................................................... 83 13. Pastırma...................................................................................................... 84 14. Balık ........................................................................................................... 84 15. Av Yemekleri............................................................................................. 86 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TATLILAR............................................................................................................... 88 1. GülbeĢeker...................................................................................................... 88 2. ĠĢlenmiĢ ġekerler............................................................................................ 88 3. Helva .............................................................................................................. 90 4. Pekmez ........................................................................................................... 91 5. Bal .................................................................................................................. 92 6. Paluze ............................................................................................................. 94 BEŞİNCİ BÖLÜM İÇECEKLER............................................................................................................ 95 1. ġarap............................................................................................................... 95 VII 2. Boza................................................................................................................ 97 3. ġerbet.............................................................................................................. 99 4. Ayran............................................................................................................ 100 5. HoĢaf ............................................................................................................ 101 ALTINCI BÖLÜM MUTFAK ELEMANLARI ................................................................................... 102 1. Sâki............................................................................................................... 102 2. Emîr-i ÇaĢnigir............................................................................................. 103 3. Havâyic Sâlâr ( Hansalar) ............................................................................ 104 4. ġarabdar........................................................................................................ 105 5. Emîr-i Meclis ............................................................................................... 105 SONUÇ.................................................................................................................... 107 TEZ ÖZETİ............................................................................................................ 109 ABSTRACT............................................................................................................ 110 KAYNAKÇA .......................................................................................................... 111 1 GİRİŞ Mutfak kelimesi, köken olarak Arapça “matbah” dan bozulmadır. Kelime anlamı, “et piĢirilen yer” olmakla birlikte kullanımı eski Mezopotamya‟ya kadar çıkan, bütün Ġslam dünyasında kullanılan bir kelimedir. 1 Türkler, Eski Uygur döneminden bu yana mutfak yerine aĢlık, aĢevi, aĢtamı (aĢdamı), aĢocağı gibi kelimeleri kullanmıĢlardır. Mutfak söylemi, Türkçe‟ye oldukça geç çağlarda girmiĢtir. Nitekim Dede Korkut Kitabındaki, “ Kara Mutbak dikilen de ocak kalmış” sözünde bile mutfak sözünün, garip bir Ģekilde TürkçeleĢtiği görülmektedir. 2 Mutfak uygarlığın bir göstergesidir. Ġlk çağlardan itibaren tüm uygarlıklar yaĢadıkları coğrafi bölgenin iklim Ģartlarına göre ve toprağın yapısına göre yemekler geliĢtirmiĢlerdir. Göçlerin, savaĢların etkisi ve ticaret yollarının açılması toplumların birbirleriyle etkileĢimine katkıda bulunarak, birbirlerini sanat, edebiyat, bilim ve mutfak alanlarında etkilemelerine aracılık etmiĢtir. Böylece, uygarlıklar çeĢitli kültürlerin karıĢmasından kendilerine özgü mutfak kültürlerini oluĢturmuĢlardır.3 Mutfak eğilimleri ve geleneklerinin göç yolu batıdan doğuya olmaktan çok, doğudan batıya bir güzergah izlemiĢtir. 14. yy‟ dan çok önceleri Hindistan‟dan gelen patlıcan ve karpuzlar, çeĢitli lezzetli meyveler (bunlar arasında sevilla portakal ve 1 Günay KUT, “Türklerde Yeme-Ġçme Geleneği ve Kaynakları”, Eskimeyen Tatlar, Haz. Semahat Arsel, Ġstanbul 1999, s. 41 2 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, c.3, s.39 ; Orhan ġaik, GÖKYAY, Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı Yayınevi, Ġstanbul 2007, s. 43,115 3 Sıdıka BULDUK-Suna BAYKAN, “Türk Mutfağından Bir Yemek (KeĢkek)”, 5. Milletlerarası Yemek Kongresi, Ankara 1994, s. 49 2 mandalinleri, Ģeftali ve ayva sayılabilir), ıspanak, unutmamamız gereken Çin ya da Hindistan kökenli buğday, pirinç ve baĢka birçok mal doğudaki bölgelerden yola çıkıp Ġran üzerinden Akdeniz‟e ulaĢıyordu. 4 Yiyeceklerin bir yerden diğerine aktarılması ve benimsenmesinde gözlenen yoğunluk ve özellikler bir yandan da, çokça ve büyük ölçüde siyasal yapılanmalara bağlıdır. Beslenme ve yemek piĢirmede geçerli yaygın biçem ve gelenekleri siyasetin etkilediği açıkça görülmektedir. Belirli mutfak göreneklerinin geçiĢmesi bir tarihçi için, belirli bir bölgede toplum katları arasında siyasi gücün dağılımının göstergesi bile olabilir.5 Türkler dahil oldukları çeĢitli uygarlık aĢamalarında çeĢitli yemekler yapmıĢlardır. Her uygarlık aĢaması Türklerin bugünkü yemek yeme alıĢkanlıklarına etki etmiĢtir. Türkler bu Ģekilde Orta Asya‟dan bugüne kadar zengin bir yemek kültürü oluĢturmuĢtur. 6 Ayrıca Türk Mutfağı, Türk tarihi ile birlikte geliĢme göstererek sosyal düzeni simgelemiĢtir. Yani ev mutfağı olduğu kadar bir dönem ve topluluk mutfağı olarak da geliĢmiĢtir. Türklerin sosyal yaĢantısında, özellikle 4 Bert, FRAGNER, “Kafkaslardan Dünyanın Damına: Bir Mutfak Serüveni”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Editörler: SAMĠ Zubaida- Richard Tapper, Tarih Vakfı Yurt yayınları:104, s. 55 5 Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Editörler: SAMĠ Zubaida- Richard Tapper, Tarih Vakfı Yurt yayınları:104, s. 9 6 Esra, TEBARDAR-Bendegül, ARAS- Nimet, BARI, “Konya Yöresi Yemeklerinin Özellikleri ve Besin Değerlerinin Ġncelenmesi Üzerine Bir AraĢtırma”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Ankara 1998, s. 145 3 kıĢlalarda, tekke ve dergahlarda, loncalarda ve medreselerde yenen toplu yemekler, bu mutfağın özelliklerinin oluĢmasında önemli bir yere sahipti.7 Eski Türklerin yaĢamı da diğer topluluklardaki gibi hayvancılığa ve tarıma bağlıydı. Tarım Ģartlarının Orta Asya‟da, uygunsuz bir hale gelmesi, Ģartları daha iyi olan batı ve güneye göç etmelerine neden olmuĢtu. Gittikleri bölgelerde doğal yetiĢen hayvan ve bitkilerden yararlandıkları gibi, bunlardan yöre Ģartlarına uygun olanları yetiĢtirmiĢler ve yetiĢtirdiklerini basit tekniklerle iĢlemiĢlerdir.8 Türklerin Orta Asya‟da konar göçer bir yaĢam sürerken oluĢturdukları yemek kültürü hakkında - özellikle sebze yemekleri- fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bilgi sahibi olabildiğimiz tariflerin çoğunun etli yemeklere ait olması bize hayvancılığın önemini gösterir. Tercih edilen etlerin de erkek hayvanların etleri olduğunu Dede Korkut Destanındaki Ģu ziyafet bölümlerinden anlıyoruz: “ Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden kalk, alaca çadırını yeryüzüne diktir, attan aygır, deveden buğra(erkek deve), koyundan koç kes, Ġç Oğuz‟un DıĢ Oğuz‟un beylerini baĢına topla, aç görürsen doyur, çıplak görürsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığdır, göl gibi kımız sağdır, 7 Sevinç, YÜCECAN, “Türklerde Beslenme Kültürü”, Milli Kültür Ansiklopedisi, Sayı 87, Ağustos 1991, syf, 44 8 AyĢe, BAYSAL- Türkan, MERDOL- Nevin, TAġÇI- Sevil, BAġOĞLU- Handan, SACIR Handan, Türk Mutfağından Örnekler, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s.1 4 büyük ziyafetler ver, dilek dile, olur ki ağzı dualının hayır duası ile tanrı bize topaç gibi (oğlan) verir.”9 Kaynaklardan anlaĢıldığına göre devenin hörgüç kısmı pahalı ve lüks bir etti. KoĢum hayvanı olan sığır, özellikle öküz, iyileĢemeyecek kadar yaralandığında kesilirdi.10 Et ihtiyacının büyük bir kısmı da Ģüphesiz av hayvanlarından sağlanıyordu. Av‟ a verilen önemi, Ünlü Türk veziri Tonyukuk‟un, Ģu sözlerinden de anlayabiliriz. Tonyukuk, “ geyik yiyerek, tavĢan yiyerek hüküm sürüyorduk. Halkın gırtlağı doluydu” diyor. Bu sözlerde dikkat çekici olan öğe, av hayvanlarının Türklerde o zamanlarda daha yaygın olan koyun ve bir ölçüde de dana etinden daha önemli sayılması ve sürü hayvanları yerine av hayvanlarının anılmıĢ olmasıdır.11 Yine Dede Korkut Kitabın‟ da av ile ilgili Ģenlikler, sürek avı, ilk av ve av yemekleri çok sık rastlanan motiflerdir.12 YerleĢik yaĢam ve Ġslamiyet‟e geçiĢin de Ģekillendirdiği Türk mutfağı batıya doğru göçlerle geliĢerek artık Anadolu kültürüyle kaynaĢmaya hazırdır. Türklerde gelenekten gelen et yeme alıĢkanlığı, Anadolu‟ya geliĢleriyle birlikte çok köklü bir değiĢime uğradı. Verimli Anadolu topraklarında çok çeĢitli sebze, meyve ve 9 Deniz, GÜRSOY, Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz, Oğlak Yayınları, 2004, s. 82 ; Orhan ġaik GÖKYAY, a.g.e., s. 27 10 Deniz, GÜRSOY, a.g.e., s, 83 11 Tuğrul, ġAVKAY, Osmanlı Mutfağı, ġekerbank Yayınları, s. 13 12 KABAKLI, Ahmet, “Dede Korkut Kitabın‟da Yemekler ve Yemekle Ġlgili Bazı Töreler”, İkinci Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi Halıcı, Eylül 1988, s. 188 5 baklagiller yetiĢtirilmekteydi. Bu yetiĢen ürünler Türk mutfağında yerini almaya baĢlarken et gündelik yaĢamda daha az kullanılmaya baĢlandı. Buna rağmen, mönünün ana maddesini oluĢturan et, yemeğin besin değerini artırmak ve lezzet katmak amacıyla tencereye katılıyordu. Böylece etin yerini sebzelerin baĢrolde olduğu sulu yemekler aldı. Ancak törenler ve buna bağlı Ģölenlerde sunulan çok lezzetli et yemekleri Türk mutfak dünyasında önemini korumuĢtur.13 Orta Anadolu‟da genel bir yıkımdan söz eden Birinci Haçlı Seferi‟nin kronikleri, XIII. Yüzyılda Anadolu‟yu ziyaret etmiĢ olan bazı seyyahların verdiği bilgilerle çeliĢmektedir. Seyyahlar, yaĢadıkları çağın ölçülerine göre büyük bir refahtan bahseder. Selçuklular döneminde, Anadolu‟nun büyük ölçüde eski bolluğa kavuĢtuğu açıktır. 14 Bu refahtan elbette ki mutfak da nasibini almıĢtı. Türk boyları, Çin mutfağını da alarak Orta Asya‟dan Anadolu‟ya gelmiĢler ve zengin mutfak kültürlerini Anadolu‟ya taĢımıĢlardır. Göç yolları üzerinde bulunan toplumların mutfak kültürüyle mutfaklarını zenginleĢtirmiĢlerdir. Asya‟nın tarihsel birikimiyle oluĢan Türk mutfak ve yemek töreleri yüzyıllar boyunca Anadolu‟da ve Rumeli‟de zenginleĢerek geliĢmiĢ ve ünlenmiĢtir. Türklerin yeni coğrafyaları olan Anadolu, bütün mal varlıklarını Türklere sunmuĢtur. Anadolu ikliminde yetiĢen çok çeĢitli sebzeler ve meyveler mutfak kültürünü zenginleĢtirmiĢtir. Türkiye coğrafyasında görülen farklı iklim tiplerinin yöre mutfaklarında farklılıklara yol açmasına rağmen 13 Tuğrul, ġAVKAY, Osmanlı Mutfağı, s. 11 14 Claude, CAHEN, Osmanlılardan Önce Anadolu, Çev. Erol Üyepazacı, Ġstanbul 2002. s. 112 6 özünde aynıdır ve ortak özellikler görülür.15 Orta Asya‟dan farklı olarak sadece meyve ve sebzeler değil, sayısız balık ve deniz ürünleriyle karĢılaĢılması da Türk mutfağını etkileyerek derin bir değiĢime uğramasını sağlamıĢtır. 16 Türk mutfağı çok yönlü bir geliĢim süreci izleyerek günümüzde 2500 yemek türü ile dünyanın en zengin mutfaklarından birisi olmuĢtur ve bunu etkileĢimde olduğu tüm topluluklara borçludur. Biz Ģimdi bu tarihsel sürecin bir bölümünü oluĢturan Türkiye Selçukluları Mutfağını inceleyeceğiz. 15 Erman, ARTUN, “Adana Mutfak Kültürü ve Adana Yemeklerinden Örnekler”, Yemek Kitabı (Tarih-Halkbilimi-Edebiyat), Kitabevi Yayınevi, s. 319 16 Tuğrul, ġAVKAY, , “Gündelik Hayatta Yemek ve Ġçmek Üzerine”, Hünkar Beğendi, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 23 7 BİRİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLULARININ KULLANDIKLARI MUTFAK ALETLERİ Selçukluların Anadolu‟yu yurt edinmeye baĢlamadan önce geldikleri coğrafyada ileri düzeyde madencilik faaliyetleriyle uğraĢtıkları bilinmektedir. Selçuklular, Anadolu‟ya yerleĢtikten sonra bir yandan faal durumda olan maden ocaklarını iĢletmiĢler, diğer yandan da yeni ocaklar bulma arayıĢına girmiĢlerdir. XI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu‟yu yurt edinmeye baĢlayan Selçukluların, değerli madenlerden yapılan bazı araç ve gereçleri kullandıklarını görüyoruz. Mutfaklarda kullanılmak üzere yapılan bu madeni eĢyaların isimlerine kaynaklardan rastlayabiliyoruz. Kaynaklar, Türkiye Selçukluları zamanında basta bakır, gümüĢ, demir ve boraks madeni olmak üzere birçok madenin isletildiğinden, bu madenlerden üretilen eĢyaların da ihraç edildiğinden söz etmektedir. 17 Türkiye Selçuklularında madeni eĢya üretim merkezi Artuklu bölgesiydi. Yaratıcı okul olarak da Musul okulu gösterilir ve Konya‟nın da ikinci bir merkez olduğu belirtilir. 18 Siirt-Madenköy, Kastamonu-Küre, MuĢ, Bitlis, Erzincan, Maden (Ergani), Murgul, Erzurum ve Tokat ise dönemin önde gelen bakır isletme 17 Fahrettin, TIZLAK, “ Osmanlılardan Önce Türklerde Madencilik”, Türkler, C. VII, Ankara 2002, s. 410. 18 Doğan, KUBAN, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Ġstanbul 2002, s. 398. 8 merkezleridir.19 Ġbn Batuta da, Erzincan‟daki bakır madeninden bahsediyor ve burada kap kacak, Ģamdanlar imal edildiğini anlatıyor.20 Topraktan yapılan eĢyalara gelince, çanak çömlek gibi Ģeylerin yapımcısı kaynaklarda Hazzaf olarak zikredilir. Selçuklu devrindeki varlığına Divan-ı Kamil‟ de rastlamaktayız. Ayrıca baĢka bir eserde Konya‟da mevcut bir “çömlekçi karhanesi” den bahsedilmektedir. 21 Bu meslek sahipleri; ayaklarıyla hareket ettirdikleri bir tahta tekerleğin önüne oturur, her türlü eĢyaya biçim verirlerdi. Bunların arkasında fırınları vardı. Ancak yakacak pahalı olduğundan çömlekçilerin çoğu tezek yakarlardı. Bu meslek sahipleri kırılmıĢ veya çatlamıĢ porselenleri onarma iĢinde de ustaydılar.22 Yapılan çömlekler, çömlekçi dükkanında satılıyordu. Sevakıb-ı Menakıb‟da geçen, “ Çömlekçi dükkanının sahibi yaĢlı adam, padiĢaha; Bu yolda geçen askerlerine emret, benim bardaklarımı istediğim fiyata alsın dedi.”23 cümlesi, çömlekçi dükkanında bardak da satıldığını göstermektedir. Kubad Abad Küçük Saray kazılarında pek çok geometrik ve bitkisel motifler iĢlenen seramik kap parçaları bulunması bize seramik sanatının da geliĢtiğini gösterir. Türkiye Selçukluları seramik sanatında Yakındoğu‟nun diğer geleneksel 19 Emine, KARPUZ, “ Anadolu Mutfaklarında Kullanılan Bakır Kaplar ve Osmanlı Dönemi Örnekleri”, Türkler, C. XII, Ankara 2002, s. 426. 20 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, TTK Yayınları, Ankara 2000, s. 185 21 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 77-78 22 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 78 (658. dipnot) 23 Sevâkıb-ı Menâkıb, Haz. Bekir ġAHĠN, Rumi Yayınları, Konya 2006, s. 68 9 yöntemleriyle üretim yapmıĢlardır. 24 Tek renk ile sırlanmıĢ seramik kaplar, Anadolu Selçuklu devrinde bol olarak kullanılmıĢtır. 25 Aynı zamanda, camcılık mesleğinin varlığını tespit ettiğimiz26 Türkiye Selçuklularında, camdan yapılan mutfak aletlerine rastlıyoruz. Kimi eserlerde renkli camlar kullanıldığı anlaĢılmaktadır. 1978 yılında yapılan Samsat kazılarında mavi, yeĢil çeĢitli büyük ĢiĢeler ve emaye ve altın süslü lüks ince cam kadeh fragmanları dikkat çeker. Özellikle alttan doğru daralan ağzı daha geniĢ kadehlerin yaygın olduğu anlaĢılmaktadır.27 Bu genel bilgilerden sonra Ģimdi bazı mutfak eĢyalarına göz atalım 1. Bıçak Bıçak hiç Ģüphe yok ki Ģimdi olduğu gibi, eskiden de mutfakta yemek piĢirenler için en baĢta gelen aletlerden biriydi. Bazı eserlerde bıçak günümüzde ki gibi yazılmıĢ olsa da KaĢgarlı “Bıçgu (biçek)” olarak kayda geçmiĢtir. 28 Türkler mutfakta çeĢitli bıçaklar kullanmaktaydı. Mutfak bıçakları, sebze veya meyve soyan 24 Rüçhan, ARIK, Kubad Abad ( Selçuklu Saray ve Çinileri), Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul 2000, s.167 25 Gönül, ÖNEY, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, Ankara, 1988, s. 108 26 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 72 27 Gönül, ÖNEY, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, s.139 28 KAġGARLI, Mahmut, Divanü Lûgat-it-Türk, Çev. Besim ATALAY, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2006, c. II, s. 69 10 eğri bıçaklardan geliĢerek, et kesen, kemik kıran satırlara kadar uzuyor ve büyüyorlardı. Mesela, et ve hamur kesilen, satıra benzer büyük bıçağa “Kınğrak” denilirken,29 aĢçıların kullandığı bıçağa “salçı biçek” denilmektedir. 30 Ġbn Batuta “Türkçe bıçağın “sikkin” manasında olup, bıçakçı bunun mensubudur.” demektedir.31 Türkiye Selçukluları kaynaklarında bıçakcı “Sekkak” olarak geçiyor. Sultan I. Alaeddin Keykubad‟ın bıçakcılık da usta olduğu bilinirken, kaynaklar Sivas‟ta ve KırĢehir‟de bir bıçakçılar çarĢısı olduğunu göstermektedir.32 2. Çatal Kaynaklarda zikri geçmemesine rağmen, Selçukluların Anadolu‟ya gelmeden önce çatalla tanıĢtıkları söylenebilir zira yemek yerken çatal kullanma alıĢkanlığı, Türkler‟de daha Orta Asya dönemine kadar geri gitmektedir ve et yemeklerine özgüdür. B. Ögel bunu Ģöyle anlatır: “ Et Türklerde yaygın olarak „küçük et bıçakları‟ ve „çatal‟ ile yenilirdi”. 33 29 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 382 30 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 442 31 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 81 32 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 80 33 Tuğrul, ġAVKAY, Osmanlı Mutfağı, s. 19 ; Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 226 11 3. Kaşık KaĢgarlı‟nın “ kuruk kaĢuk ağızka yaramas, kuruğ söz kulakka yakıĢmas”34 diyerek pekiĢtirdiği kaĢığın, mutfak kültürü içinde çok önemli bir yeri vardır. Güney Asya kültür çevrelerinde yemek, daha çok el ile yenilirken Türklerde, durum biraz daha farklıydı. KaĢık hakkındaki bilgilere en eski yazılı Türk kitaplarında bile rastlayabiliyoruz. 35 Anadolu‟da ilk Türk kaĢık örnekleri Selçuklularla ortaya çıkmaktadır. 36 Karaman‟dan Konya‟ya gelen Talebe-i ulum‟ un ilk kaĢık sanatçıları olduğu ve bunların yaptıkları kaĢıkları satarak geçim sağladıkları söylenmektedir. Daha sonra kaĢık sanatı medreseye gelenlerle yerli halktan Molla, Ġmam ve Hatiplere geçmiĢtir.37 Türkiye Selçukluları devri Konyası‟nda loncalar elinde bir kaĢıkçı esnafı doğmuĢ ve kaĢıkçılık sanatı çok geliĢmiĢtir.38 Zamanımızda, Selçuklu devrine ait herhangi bir tahta kaĢık örneği yoktur. Fakat yazılı metinler bu sanatın Konya‟da 34 KaĢgarlı, a.g.e. c. I, s. 383 35 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 207 36 Naci, EREN, Kaşık ve Kaşıkçılık, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Ġstanbul 1984, s. 4 37 Hüsnü, ZÜBER, Türk Süsleme Sanatı, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1971, s. 137 38 Mehmet, ÖNDER, Mevlana Şehri Konya (Tarihi Kılavuz), Güven Matbaası, Ankara 1971, s. 422 12 yaygın olduğunu göstermektedir. Bu metinler sayesinde kaĢıkçılığın Konya‟da yaygın olduğunu ve ayrı bir kaĢıkçı çarĢısı bulunduğunu öğreniyoruz. 39 Ayrıca Ġbn Batuta, Anadolu‟daki bir seyahati esnasında sofraya altın ve gümüĢ kaĢıklardan baĢka tahta kaĢıkların da koyulduğunu aktarmıĢ ve “Altın ve gümüĢ eĢyayı, dini kurallar gereği kullanmaktan sakınan kimseler çini kaseleri ve tahta kaĢıkları kullanıyorlardı.” demiĢtir.40 4. Kepçe KaĢgarlı kepçe için çömçe41 ve kamıç 42 kelimelerini kullanmıĢtır. Ancak görüyoruz ki Türkler zamanla kepçe Ģeklinde geliĢtirdikleri kefçe sözünü, Orta Asya‟ da iken komĢuları olan Soğd ve Tacik kültürlerinden çok erken çağlarda almıĢlardır. Eski Ġran dillerinden geldiği anlaĢılan kepçe daha sonraları kafçe Ģeklinde söylenegelmiĢtir.43 Türkiye Selçuklularındaki varlığını Mevlana‟nın, “..ne vakte kadar kazan çevresinde dolaĢıp duracağım; kepçe değilim ya”44 dizelerinden anlayabiliyoruz. 39 Mehmet, ÖNDER, “Konya‟da KaĢık Sanatı Dünü-Bugünü”, 4.Ulusal El Sanatları Sempozyumu, 21-24 Kasım, Ġzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, s.187 40 Ġbn BATTÛTA, İbn Battûta Seyahatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2005, s. 291 41 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 417 42 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 359 43 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 220-221 44 Mevlâna Celâleddîn-i Rumi, Dîvân-ı Kebîr, Terc. Abdulbaki GÖLPINARLI, Remzi Kitabevi, Ġstanbul, c. I, s.123 13 5. Sini-Tepsi Divan-ı Lügatit Türk‟ de “Tewsi” 45 olarak geçen tepsi, genel olarak içinde yemek piĢen ya da servis yapılan orta ya da büyük boy kalaylı bakır için kullanılan bir terimdir. Bakır tepsilerin büyük olanlarına sini adı verilmektedir. Sini üstüne yerleĢtirilen yemek sahanlarıyla aynı anda birçok kiĢinin yerde oturarak yemek yiyebildiği, daire gövdeli, ince kenarlı, büyük servis sunma ve taĢıma kabıdır. 46 Eflaki “ (Kocası Kâbe‟ye gitmiĢ olan bir kadın) Ģekerli helvayla dolu büyük bir siniyi de müritler yesin diye Mevlana hazretlerine gönderdi” diyerek Türkiye Selçuklularındaki varlığı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamıĢtır.47 Ayrıca Harran kazısında ortaya çıkarılan bir Selçuklu sini örneği, tek bir levhanın dövülmesiyle yapılmıĢ olup, ağız kenarı dıĢa doğru geniĢletilerek oluĢturulmuĢtur. Sininin ortasında etrafı tığ ve zencirek motifleriyle çevrili bir madalyon yer almaktadır. 48 6. Kase Ġçki, ayran, su gibi sıvıların içildiği çanak, kase, kadeh gibi kaplara Türkler „ayak‟ demekteydi. Ayak sözü ilk önce Uygur yazılarında görülmektedir. Ayak sözcüğünü sadece dıĢ tesirlerden ve batıdan uzak olan Türkler kullanıyorlardı. 45 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 423 46Emine, KARPUZ, “ Anadolu Mutfaklarında Kullanılan Bakır Kaplar ve Osmanlı Dönemi Örnekleri”, Türkler, C. XII, Ankara 2002, s. 430 47 Ahmet, EFLAKĠ, , Ariflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin YAZICI, Ġstanbul 2006, s. 180 48 Muharrem, ÇEKEN, Anadolu Selçuklu Dönemi Maden Sanatı , (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1998, s. 117 14 Oğuzlar ise çok erken çağlarda Batı ile münasebet kurdukları için öz Türkçe ayak sözünü unutmuĢlardı.49 Buna rağmen Anadolu‟da ayak sözcüğü “Tas, maĢrapa; kadeh; bardak” gibi anlamlarda halen kullanılmaktadır.50 Ġnsanların yemeklerini içine koyduğu kase, Türkiye Selçukluları devrinde de kullanılmaktaydı. Menakıb‟ül Arifin ve Fihi Mafih‟ den seçme Ģu cümleler bize Selçuklu döneminde çini, bakır ve altından kaseler kullanıldığını göstermektedir. “ … biraz ekĢimsi hoĢaf yapıp bir çini kase içine koymalarını emretti.” 51 “ Mevlana‟yı sınavdan geçirip ne yapacağını görmek için altın bir kase içine altın dolu bir keseyi yerleĢtirdiler.”52 “(çeyiz için) sini, tepsi, kazan, bakır ve çini kaseler, havanlar, Ģamdanlardan oluĢan tam bir mutfak takımı hazırlandı” 53 “Topraktan bazen saray bazen kase ve testi yapıyoruz”54 ÇeĢitli Anadolu müzelerinde sergilenen, Türkiye Selçukluları dönemine ait, özellikle kase ve tabak parçalarından anlaĢılıyor ki tek renk sırlı firuze, yeĢil, sarı- 49 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 162 50 Derleme Sözlügü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi 1993, c. I, s. 1027 51 Eflaki, a.g.e., s. 261 52 Eflaki, a.g.e., s. 195 53 Eflaki, a.g.e., s., 546 54 Mevlâna Celâleddîn-i Rumi, Fîhi mâ fih, Çev. Meliha Ülker TARIKAHYA, Maarif Basımevi, Ġstanbul 1954, s. 327 15 kahverengi seramikler kullanılmıĢtır.55 Kubad Abad kazılarında bulunmuĢ, sarımsı, pembe hamurlu, kazıma tekniği ile iĢlenen sarı-kahverengi sırlı çukur kase, günümüze ulaĢan nadir kaplardan biridir. 56 Türkiye Selçukluları devrinde kasenin içine hoĢaf, yemek, yoğurt, ayran, Ģerbet, tirit, herise, meyve gibi yiyeceklerin konulduğunu görüyoruz. Kase yapımıyla uğraĢan kiĢilere Kase-ger denilmekteydi. Mevlana‟nın eserlerinde bu meslek sahipleri ile ilgili bahisler geçmektedir. “ Hiçbir kaseci yoktur ki, kaseyi ancak kase olmak için yapsın da içine yemek koymak için yapmasın”. “… Her testi kıranın önünde ne vaktedek kasecilik yapacaksın”. 57 7. Tas Divanı Kebir‟ de geçen “cennet Ģarabını altın taslarla içsem…”58 ve “ ..aynı tastan yemek yiyor.”59 cümleleri ile tasın hem içki hem de yemek kabı olarak kullanıldığını görüyoruz. Ancak buradaki yemek tası ile kase‟ nin kastedildiği düĢünülebilir. Öte yandan Siirt‟ de iyi bakır aletler ve eĢi bulunmayan taslar yapılmakta olup, bunlar o dönemde meĢhurdu.60 55 Gönül, ÖNEY, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, s.108 56 Kubad Abad, s.167 57 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 79-80 58 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 266 59 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 12 60 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 185 16 8. Tencere – Kazan Eski Türklerin kazan ile tencereyi birbirinden ayırt etmeden aynı anlamda kullandıkları biliniyor. Her ikisinde de, yemek piĢtikten sonra, aralarında bir ayrılık kalmıyordu. Eski Uygur Türklerinde „esis, esiç, isiç, isiç‟ olarak kullanılan bu kelimeler, geniĢ olarak hem tencere hem de kazan anlamına geliyordu. 61 Bakır tencere Çodhın eşiç 62 olarak adlandırılıyordu. Türkiye Selçukluları devri kaynaklarında tencere ile kazanın ayrı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Celaleddin Karatay‟ın yaptırmıĢ olduğu kervansarayda alınacak mutfak eĢyaları arasında beĢ küçük tencere‟nin yanı sıra iki büyük kazan da vardır.63 Mesnevide geçen “ kalaylı tencerenin beyazlığı üstünde o kara is, fena bir Ģekilde kendini gösterir.” 64 cümlesi bize tencerelerin kalaylandığını göstermektedir. Zira Türkiye Selçuklularında kalay mesleğini icra eden kiĢiler olduğunu görüyoruz ve kaynaklarda kalaycı kelimesi Ruger-Ruyger olarak yer almaktadır.65 61 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 239 62 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 409 63 Osman, TURAN, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III (Celaleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri)”, Belleten, C. XII/45, Ankara 1948, s. 56-57 64 Mevlâna Celâleddîn-i Rumi, Mesnevi, Terc.ġefik CAN, Ötüken Yayınları, 1997, c.1-2, s. 513 65 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 184 17 9. Havan Türkiye Selçukluları madeni eserlerinin arasında, büyük çoğunluğu Diyarbakır‟da ele geçmiĢ tunç havanlar mevcuttur. Müzelerde sergilenen birçok havanın üzerinde yazılan metinlerde yapım yeri ve tarihiyle ilgili bilgilere rastlanılmamaktadır. Daha çok baharat veya ilaç dövmek için kullanıldıkları tahmin edilen havanlar, XI. yüzyıl sonu ile XIII. yüzyıl sonu arasında tarihlendirilmektedir. Selçuklu havanlarının bazıları silindir biçiminde, bazıları sekiz veya on kenarlı olup, kalın duvarlı, ağır, masif eserlerdir. Ayrıca üzerleri çeĢitli kabartma rozetler veya hayvan figürleriyle süslenmiĢ olan Selçuklu havanlarından büyük bir kısmının iki yanında kulplar bulunmaktadır. 66 Bunun yanı sıra edebi eserlerde de adı geçen havan Mevlana‟nın bir Ģiirinde Ģöyle geçmektedir: “..biz havan eliyle havan gibi hem ikiyiz hem bir.” 67 10. Güveç KaĢgarlının eserinde Toy eşiç 68 diye adlandırılan ve Besim Atalay‟ın topraktan tencere olarak tercüme ettiği bu kabın güveç kabı olduğu tahmin edilebilir. 66 Gönül, ÖNEY, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, s. 173 67 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 123 68 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 142 18 Selçuklulardaki varlığı hakkında bilgiye Mevlana‟nın eserindeki Ģu cümleden ulaĢıyoruz: “ gah güveç çömleği gibi kaynar dururuz…” 69 11. Testi – Küp Testi genellikle Ģarap ve su koymak için kullanılırken, hacmi testiye göre daha büyük olan küpün Ģarap yapımı için kullanıldığı görülüyor. “Üzüm Ģarap olmak isterse bir zaman küpte kalıp kaynaması, köpürmesi gerek.”70 Ayrıca testilere kar da konur. Bunları satın olmak için gelen müĢterilerde onların çatlak olup olmadığını kontrol için ellerini vurarak seslerini dinlerler. KıĢın kardan da testiler yapılır; ama su konmak için kullanılmaz.71 Kaynaklarda testi mesleğini icra eden kiĢiler için “Kuze-ger”, “Fahhar” ve “Sebu-ger” ifadeleri geçiyor. Testicilerin nasıl çalıĢtığı konusunda fazla bir bilgiye sahip değiliz. Testiler kilden yapılmaktaydı ve renkli olanları da bulunmaktaydı. 72 Mevlana‟nın anlattığı bir hikayede yaĢlı bir testi satıcısı zikrediliyor. Bu testicinin Ģehrin çıkıĢ kapılarından birinde bir testici dükkanı bulunuyordu. Bu hikayede bir testinin fiyatı bir dinar olarak geçmektedir. 73 69 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 302 70 Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 152 71 Nuri, ġĠMġEKLER, “Mesneviye Göre Konyada YaĢam (Milletler-Meslekler)”, III. Uluslararası Mevlana Kongresi, 5-6 mayıs 2003, Konya, Türkiye, s.191 72 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 78 73 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 79 19 12. Sürahi Ġçine sıvı konulan diğer bir mutfak eĢyası da sürahiydi. Kubad Abad Küçük Saray kazılarında bulunan bazı cam parçalarının birleĢtirilmesiyle ortaya çıkan sürahi74 , Türkiye Selçukluları Devrine ait bir sürahi örneği olarak karĢımıza çıkmaktadır. 13. İbrik Ġbrik, kaynaklardan anlaĢıldığına göre içine genellikle Ģarap koyulan bir kaptı. Ġbn Bibi‟nin, “ Ay yüzlü gılmanlar iri gözlü huriler gibi halis Ģarap testilerini ve ibriklerini kadehlere döktüler.”75 bahsi bize ibriğin, sürahi ve testiyle aynı iĢlevi gördüğünü gösterebilir. 14. Maşrapa Ġçine su, ayran ve baĢka içkiler konularak içilen bu kap, Selçuknamede bâdiye ve memzuç meşrebeleri diye geçiyor. Bu aletin kulplu, düz üstüvani, dibi yarım kürevi, ağzına doğru konik birçok çeĢitleri bulunmaktadır. 76 74 Kubad Abad, s. 182 75 Ġbn Bibi, c. I, s. 181 76 M. Zeki, ORAL, “Selçuk Devri Yemekleri II”, Türk Etnografya Dergisi, Sayı 2, 1957, s. 34 20 15. Sağrak – Kadeh – Susak Sağrak Orta Asya‟da geliĢmiĢ ve Anadolu‟ya gelmiĢ bir deyiĢ idi. KaĢgarlı sağrak „ı “Sürahi, kendisiyle bir Ģey içilen kap kâse. Su savda dahi gelmiĢtir: “Sawın sagrakka tegir = sözle sürahiye eriĢilir” 77 diye açıklamıĢtır. Selçuklu kaynaklarında birçok yerde kadeh ve sağrak lafı geçmektedir. Tahminimizce sürahiden çok kadeh ile aynı iĢlevi görmektedir. Ancak sağrak daha çok ağaçtan ve topraktan yapılırken, kadeh, camdan ve metalden yapılmaktaydı ve sağrak kadehe göre daha büyüktü. Osmanlı devri müellifi Mütercim Asım Efendi sağrağı Ģöyle tarif etmekteydi: “ Essahire, saksıdan yapılır. Bu çeĢit kabın adıdır. MaĢraba Ģeklindedir. Tapu-sağrağı denilen büyük kadeh budur.”78 ġu cümleler sağrağın büyüklüğü ile ilgili ipucu verebilir. “Ayıkların inadına o koca sağrağı sun da…” 79 “ Saki on batmanlık sağrağı sun, düĢünceyi-kaygıyı bırak, bir iĢ var ki yapılması gerek.”80 Türklerin daha çok ”ayak” sözcüğünü kullandığı kadehin, renkli olarak da yapıldığını görebiliyoruz. “ Lal renkli kadehte aĢıklığı buldum…”81 77 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 471 78 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 194 79 Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 79 80 Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 288 81 Dîvân-ı Kebîr, c. IV, s. 25 21 Günümüzde susak seklinde kullanılan kelime, Divan-ı Lügatit Türk‟ de Susgak olarak kayda geçirilmiĢtir. Susak, su kabağından yapılmıĢ veya ağaçtan oyulmuĢ maĢrapa demektir.82 Sonuç olarak bu üç nesnenin farklı Ģekillerde ve farklı maddelerden yapıldığını ancak iĢlevlerinin aynı olduğunu anlayabiliyoruz. 16. Tabak Sadberk Hanım Müzesinde sergilenen Selçuklu devri tunç tabakları bize dönem hakkında bazı bilgiler vermektedir.83 Aynı zamanda Ġbn bibi, bir saray ziyafetinde kullanılan iĢlemeli altın ve gümüĢ tabakların Ģahaneliğinden bahsediyor.84 Metal tabakların yanı sıra cam tabaklara da rastlıyoruz. Kubad Abad Büyük saray‟da yapılan kazıda cam buluntuları arasında, bir iki ufak kırık dıĢında tamamı ele geçmiĢ olan büyük tabak, kazıların en önemli parçasıydı. Emaye olarak bezenmiĢ, yazılarla da donatılmıĢ bulunan eser Anadolu‟da ele geçen tek örnek olması bakımından büyük önem taĢımaktadır. Yazıt okunduğunda I. Alaaddin Keykubad‟ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev‟in anılmakta ve övülmekte olduğu görülmüĢtür. Böylece bulunan cam tabağın II. Keyhüsrev tarafından yapıldığı ortaya çıkmaktadır.85 82 TDK Türkçe Sözlük, c. II, s. 1349 83 Muharrem, ÇEKEN, a.g.e.,130-131-132-133 84 Ġbn Bibi, el-Evâmilü'l-alâiyye fi'l-umûri'l-alaiyye (Selçuknâme), Terc. Mürsel ÖZTÜRK, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, c. I, s. 456 85 Kubad Abad, s. 251 22 Kaynaklarda tabak yapımı ile uğraĢan kiĢilerin bahsi çok az geçer. Eflaki bir Ģiirinde Ģöyle söylemektedir: “Sen Tanrı‟nın yakınlığından, tabak yapanın tabaktan uzak olmadığını anlıyorsun.” 86 17. Elek ve Kalbur Elek ve Kalbur, aynı iĢlevi gören ancak farklı amaçlarla kullanılan mutfak aletleridir. Kalburun deliği daha iri ve seyrek olduğu için tahıl ya da iri taneli maddeleri elemek için kullanılmaktadır. Elek ise Divan-ı Kebirde, “ Dünya bir elektir, bizse ona konmuĢ unuz sanki; elekten geçtinmi arısın.”87 geçtiği gibi, daha çok un elemek için kullanılmaktaydı. 86 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 81 87 Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 362 23 İKİNCİ BÖLÜM KULLANILAN BESİN MADDELERİ A. TAHILLAR 1. Buğday Eskiden beri “Buğday” bütün Türk kavimleri tarafından, buğday adı ile anılıyordu. Buğday kelimesi, eski Anadolu, Mısır ve Kıpçak Türk kültür çevrelerinde ve Orta Asya‟da, HarzemĢahlar‟dan Çağatay kültürüne kadar uzanan çağlarda, hiç değiĢmeden günümüze kadar gelmiĢtir. 88 Anadolu‟nun, hem Bizans döneminde89 hem de Selçuklu döneminde önemli bir tahıl yetiĢtirme alanı olduğunu görüyoruz. Kaynakların birçok yerinde adı geçen buğdayın Selçuklu döneminde en çok yetiĢtirilen tahıllardan biri olduğu anlaĢılıyor. Öyle ki iç ihtiyaç karĢılanıp dıĢarıya bile satılıyordu. Özellikle buğdayın batı ülkelerine, kıtlık zamanlarında ise Suriye‟ye satıldığı görülmekle90 birlikte ihtiyaç 88 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 161 89 Tamara Talbot, RĠCE, Bizans’ta Günlük Yaşam, Terc. Bilgi ALTINOK, Ġstanbul, s. 180. 90 Faruk, SÜMER, Yabanlu Pazarı (Selçuklular devrinde Milletler-arası Büyük Bir Fuar), Türk Dünyası AraĢtırmaları Vakfı Yayını, Ġstanbul 1985, s. 8 24 halinde Bizans‟tan tahıl alındığı da bilinmektedir.91 Vakıf kayıtlarından anlaĢılıyor ki Sivas içinde Bahae‟d-din Ezferdat mahallesinde, buğday pazarı, 92 Konya içinde buğday çarĢısı bulunmaktadır. 93 Mesnevi‟de, “Buğdayı toprağın altına atarlar ama, o topraktan baĢaklar devĢirirler. Sonra o buğdayı değirmende öğüttüler de değeri arttı. Cana can katan ekmek oldu. Ekmek haline gelen o buğdayı daha sonra, ağızda diĢler arasında çiğnerler, ezerler.” 94 Ģeklinde bahsedilen buğday, Ģimdi olduğu gibi, Selçuklular zamanında da baĢaklarındaki taneler sertleĢmeden önce alevle ütülmekte ve sonrasında dövülerek yenmekteydi. Bununla beraber, olgun buğday da özellikle kıĢ aylarında ateĢte kızartılarak tüketiliyordu. 95 el-Ömeri, “Germiyan ilinde ortalama fiyatlara gelince, bir mudd buğday, on beĢ dirhemdir. Arpada böyledir, yahut bundan biraz az fiyat eder”96 diyerek dönemin buğday fiyatları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Ayrıca Geyhatu‟ nun Moğolların umumî valisi olarak sekiz yıl Anadolu‟da bulunduğu sırada, Konya‟dan 91 Mustafa, AKDAĞ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I (1243-1453), BarıĢ Kitabevi, Ankara 1999, s. 26 92 Sadi, BAYRAM- Ahmet Hamdi, KARABACAK, “Sahib Âta Fahrü‟d-dîn Ali‟nin Konya, Ġmaret ve Sivas Gökmedrese Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, 13, Ankara 1981, s. 35,56. 93 Turan, “Celaleddîn Karatay Vakıfları”, s. 141. 94 Mesnevi, c. 1-2, s. 202 95 Yücecan, a.g.e., s. 44 96 El-Ömerî, Mesalikü’l-ebsar, Türkçe terc. YaĢar YÜCEL, Anadolu Beylikleri Hakkında AraĢtırmalar I, TTK, Ankara 1991, s. 194. 25 Ilgın‟a gitmek isterken, Ilgın yöresinde bir çiftçinin buğday ektiğine ve tohum saçtığına Ģahit olmuĢtu. Bunu gören Geyhatu atından inerek çiftçiden aldığı tohumları tarlaya saçmaya baĢlamıĢ ve bunu yaparken de Türkçe olarak: “yükü beĢ akçaya, yükü beĢ akçaya” demiĢti. Yani bununla, bir eĢek yükü buğdayın beĢ akçaya satıldığını ifade etmek istemiĢti.97 Önemli bir besin kaynağı olan buğday kimi zaman maaĢ olarak verilmekteydi. Sivas DarüĢĢifası vakfiyesinde, hastanenin bütün giderlerini karĢılamak için vakfedilen bağıĢların ve hastanenin düzenli bir Ģekilde çalıĢmasını sağlayan mütevelliye yılda 4000 dirhem ile 1000 müdd buğday maaĢ olarak verilmekteydi.98 2. Arpa Arpa ile buğday insanoğlunun yetiĢtirdiği ilk tahıl çeĢitleridir. Arpanın buğdaydan daha eski olduğu sanılır. 99 Arpanın daha çok hayvan yemi olarak kullanıldığı tahmin edilebilir ancak muhtemelen buğdayın az olduğu dönemlerde arpa unundan ve yapılan ekmeklerden faydalanılmıĢtır. Zira Arpa ekmeği Türkler‟ de yoksulluğun bir sembolüydü. 100 Eflaki‟nin “Derler ki hücrede bir ibrik su ve birkaç 97 Erdoğan, MERÇİL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 50 98 Cevdet, MUALLĠM, "Sivas DarüĢĢifası Vakfiyesi ve Tercümesi", Vakıflar Dergisi, I (1938), s.37 99 Burhan, OĞUZ, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri (c.1 Beslenme Teknikleri), Ġstanbul matbaası, Ġstanbul 1972, s. 316 100 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 146 26 arpa ekmeğinden baĢka bir Ģey yoktu”101 diye bahsettiği arpa ekmeğinin, nefsi köreltmek için girilen çile‟de katık olarak kullanıldığı anlaĢılıyor. Bu da bize arpanın pek itibar görmediğini düĢündürebilir. Yunus Emre‟nin de nefis ve arpa ile ilgili Ģöyle bir dörtlüğü vardır: “Dünyadan gönlini çeke eli arpa eke Unına yarı kül kata güneĢte kurutmak gerek Acab anı niçe nefsi yiye dilerse yiyleye Kaçan kim iftar eyleye üç günde bir itmek gerek” 102 3. Çavdar Hububat arasında önem bakımından üçüncü sırayı alan çavdar sözünün aslı Farsçadır. Bu sözün Türkler arasında yayılıp geliĢmesi X. Yüzyılda veya daha önce, Türklerin batıya doğru kaymaları çağında, olması muhtemeldir.103 Çavdarın Selçuklu çağında üretilen tahıllardan biri olduğu anlaĢılıyor. Vilâyet-nâme‟ de hasatı yapılan hububatlar arasında çavdar da gösterilmektedir.104 Aynı eserde çavdar ekmeğinin de bahsi geçmektedir.105 101 Eflaki, s. 123 102 Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, Haz. Mustafa TaĢçı, Ankara 1997, c.II, s. 201 103 Bahaeddin, ÖGEL,Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 172 104 Vilâyet-nâme (Menakıb-ı Hünker Hacı BektaĢ-ı Veli), Haz. Abdulbaki Gölpınarlı, Ġstanbul 1958, s. 34 105 Vilâyet-nâme, s. 23-24. 27 4. Pirinç Türklerin pirinci tanıtmak için baĢlangıçta, Hint veya Ġran kökenli sözler kullandıklarını görüyoruz. Pirinç yerine, tutturgan gibi, ek ve kök bakımından Türkçe olan kelimeler kullanmıĢlardır. Bugün kullandığımız pirinç veya birinç sözlerinin ise, Türkler arasında çok geç çağlarda, ancak XIV. Yüzyılda görülmeye baĢlandığı anlaĢılıyor. 106 Selçuklu döneminde pirinç üretimi yapılan yerlerden birinin ġarköy olduğu belirtilmiĢtir. el-Ömeri Germiyan ilinden bahsederken “.. bir de ġarköy Ģehri vardır. Burada pirinçten baĢka bir Ģey yetiĢmez”107 demiĢtir. Pirinç diyince aklımıza gelen pirinç pilavının o dönemde de yapıldığından Ģüphe yoktur. Sipehsalar, “O aziz kiĢi onlara kaz ve pirinç pilavı hazırladı”108 demektedir. Pirinçten pilav haricinde çorbada yapıldığını görüyoruz. Kütahya‟dan Germiyan Beyi Yakup Bey imaretinde pirinç çorbası çıktığından bahsedilir.109 Aynı zamanda bazı kimselerin bal ile birlikte pirinç yemesi de ilginç bir bilgidir. “ Bazı 106 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 210 107 Mesalikü’l-ebsar, s. 193 108 Sipehsâlâr, Ferîdûn bin Ahmed-i, Mevlânâ ve Etrafındakiler, Risale, Türkçe terc. Tahsin Yazıcı, Ġstanbul 1997, s. 101 109 Süheyl, ÜNVER, “Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılarda Yemek Usulleri ve Vakitleri”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 4 28 kimseler vardır ki balı tek baĢına yemeyip, ancak zerd-birinç, helva ve daha baĢka yemeklere karıĢtırmak suretiyle yiyebilirler.”110 Konya‟da bir pirinççiler çarĢısı olduğunu görüyoruz. Sipehsalar, “ġemseddin-i Tebrizi, Konya‟ya kadar geldi. Konya‟ya geldiği vakit, gece idi. Pirinç furuĢan (pirinççiler) hanına indi”111 demektedir. 5. Mısır Kaynaklarda zikri geçen tahıllardan biri de mısırdır. Mevlana‟nın “ġiirim mısır ekmeğine benzer; gece, gelir geçerse yiyemezsin. Tazeyken yemeye bak; üstüne toz konmadan ye onu” 112 cümlesi bize Türkiye Selçukluları döneminde mısırın bilindiğini ve mısırdan ekmek yapıldığını gösterebilir. B. BAKLAGİLLER 1. Fasulye - Börülce Fasulye Türklerin eskiden beri bildiği bir bakliyattı. Öyle anlaĢılıyor ki Türkler fasulye, bezelye, bakla gibi bitkilerin hepsini birden, burçak veya böğrülce olarak adlandırıyorlardı. Ancak batıya doğru yayılmalarıyla birlikte bilgi ve dünya 110 Fîhi mâ fih, s.290 111 Sipehsâlâr, s.124 112 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s. 134 29 görüĢleri de geniĢlemiĢti ve Beylikler çağından itibaren Anadolu‟da artık burçağın yerini, böğrülce sözü almıĢtı. 113 Fasulye ve börülce Türkiye Selçuklularının yetiĢtirdiği ürünler arasında yer almıĢtır. Özellikle Divan-ı kebirde bolca kullanılan bu ürünler Mevlana‟nın Ģiirlerini süslemiĢtir: “Sütün fasulyenin içinde eriyip mahvoluĢu gibi sende Ģekere gark ol, eri, geç kendinden.”114 “O alem değirmene benzer, Ģu alem harmana, burada buğday mısın, fasulyemi?”115 “ sus öküz açlığına tutulup da on kiĢinin yiyeceği börülceyle üzümü yiyen kiĢi, zaten bu ruh Ģaraplarını içemez.”116 2. Mercimek Mercimek de Türkler tarafından eskiden beri tanınmaktaydı. Türklerin baĢlangıçta mercimeğe yasımuk veya yesimuk dedikleri görülüyor. Mercimek sözünü batıya doğru kaydıkça daha çok benimsediler ve bunu geliĢtirdiler.117 113 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 261 114 Dîvân-ı Kebîr, c. III, s.7 115 Dîvân-ı Kebîr,, c.I, s. 11 116 Dîvân-ı Kebîr,, c.I, s. 69 117 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 263 30 Selçuklular Anadolu‟ya gelmeden önce Bizansın, Anadolu‟nun batısında, sarı mercimek yetiĢtirdiği bilinmektedir.118 Selçuklular döneminde de ziraatı yapılan mercimek, bazen fareler tarafından zarara uğratılıyordu.119 Eflaki, “Yine Sutan Veled buyurdu ki: bir gün iki fakih babamı ziyarete gelmiĢler ve hediye olarak da bir parça mercimek getirmiĢlerdi”120 demiĢtir. Öyle anlaĢılıyor ki mercimek hediye götürülecek kadar önemli bir bakliyattı. 3. Nohut Türkiye Selçuklularının yetiĢtirdiği diğer bakliyat da nohuttur. Mevlana, “ Ģu tencerede kaynayan nohut ateĢin tesiriyle, nasıl yukarı doğru sıçramaya baĢlar, kaynarken daima yukarı çıkar, feryat eder; yüzlerce coĢkunluklar gösterir. „Neden beni ateĢe attın, kaynatıyorsun, beni satın aldın, niçin bu hallere koyuyorsun?‟ der. Nohutu kaynatan kadın da, kepçeyle vurup derki: „ġimdi iyice kayna, sıçrayıp ateĢten kaçmaya kalkma. Seni kaynatıyorsam, nefretten değil, tat kazanasın diye kaynatıyorum. Gıda haline gelmen, cana karıĢman içindir, bu imtihan seni sevmediğimden değildir. Bahçede sular içmiĢtin, yeĢil ve taze haline gelmiĢtin, o su içiĢ bu ateĢe düĢmen içindi…‟ Ey, nohut. Belalara düĢ, piĢde sende ne varlık kalsın ne nefis. O toprak ve su bahçesinden ayrıldıysan ağza lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin. Gıda oldun, kuvvet oldun, düĢünce oldun…” sözleriyle, nohutu 118 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat (IX.-X. Yüzyıl), (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi) Elazığ, 2006, s. 58 119 Dîvân-ı Kebîr,, c. III, s. 119 120 Eflaki, s. 270 31 kullanarak, yiyeceğin insanla nasıl yüceldiğini anlatmaya çalıĢmıĢtır. 121 Ayrıca, Divan-ı Kebir‟de122 nohudun kavrulmasıyla yapılan leblebinin kaydına rastlıyoruz. C. SEBZELER 1. Pırasa Mevlana‟ nın beyitlerinde adı geçen sebzelerden biri pırasadır. “ Ben ovada, her yerde ta bele kadar boy atmıĢ gürbüz baĢaklar görmekteyim. BaĢaklar seher yeliyle dalgalanmada.. Ova pırasayla dopdolu”123 cümlesinden pırasanın ovalarda yetiĢtirildiği, “ .. a pırasadan kokmuĢ herif ”124 cümlesinden de pek itibar görmediği anlaĢılabilir. 2. Soğan Ġdrar attırıcı, müshil, kan Ģekerini düĢürücü, hazmettirici, yara iyileĢtirici, kalp kuvvetlendirici gibi birçok etkileri olan soğan,125 baĢlangıçtan beri, Türklerin 121 Mesnevi, c.1-2, s. 163 ; ÇELEBĠ, Celaleddin, “Uluslararası Yemek Kongresi”, I. Milletlarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Türkiye, 25-30 Eylül 1986, s. 70 122 Dîvân-ı Kebîr, c. III, s. 25 123 Müjgan, CUNBUR, “Mevlânâ‟nın Mesnevî‟sinde ve Dîvân-ı Kebîr‟inde Yemekler”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 77 124 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 332 125Mebrure, DEĞER, Diyarbakır Yöresi Yemeklerinde Tıbbi Bitkiler, 2. Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi Halıcı, Eylül 1988. s. 118 32 sevdiği bir bitki olarak yerini alıyordu. KaĢgarlı Mahmud‟un, eserinin birçok yerinde soğan çeĢitlerine yer vermesi de sevildiğini gösterebilir. 126 Türkiye Selçuklu dönemi soğan çeĢitleri hakkında pek bilgiye rastlamasak da kaynaklar127 soğan ziraatının yapıldığını göstermektedir. 3. Sarımsak KaĢgarlı‟nın eserine baktığımızda sarımsak sözcüğünün XI. yüzyılda “sarmusak” veya “samursak” olarak, Ģimdikine yakın bir Ģekilde, yazılıp söylendiğini görüyoruz. 128 Kaynaklardan anlaĢıldığına göre Türkiye Selçuklularında, sarımsak bol tüketilen ve sevilen bir bitkiydi. Eflaki Mevlana‟nın sarımsağı çok sevdiğini ve iftarda çiğ sarımsak taneleri yediğini nakletmiĢtir. Ulu Arif Çelebi‟nin annesi Kirake hatun rivayet etti ki, Mevlana Celaleddin‟in bir aya yakın yemek yemediğini gördüm. Ben yeni gelin olmuĢtum. Muallimim de Mevlana hz. idi. Bir gün bana sordu: “ Fatma hanım evinizde yoğurt var mı? Ben de vardır amma son derece ekĢidir diye cevap verdim. Getir dedi. Büyük bir kaseye koyup getirdim. Mevlana, yirmi beĢ sarımsak döv içine dök de lezzetli olsun dedi. Mevlana bu yoğurdun içine çokça sarımsak koyup yedi” 129 126 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 249 127 Dîvân-ı Kebîr, c. II, s. 74, Mesnevi, c. 3-4, s. 459, Dîvân-ı Kebîr,, c.III, s. 462 128 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 527 129 Eflaki, s. 359 ; Feyzi, HALICI, “Mevlânâ‟nın eserlerinde Yemek ve Mutfak Ġmajı, I. Milletlarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Türkiye 25-30 Eylül 1986, s. 117 33 4. Ispanak Türklerin ıspanakla ne zaman tanıĢtığına cevap bulmak güçtür.130 Ancak Selçukluların, Anadolu‟da ıspanağı kullandığını ve farklı biçimlerde piĢirdiğini Mevlana‟nın Ģu beyitlerinden görebiliyoruz: “ ben senin elinde ıspanak gibiyim, istersen beni ekĢili piĢir, istersen tatlılı ”131. “beni ıspanak say da istersen ekĢi piĢir, istersen tatlı.”132 5. Patlıcan Divan-ı Lügatit Türk‟ de “bütüge” 133 olarak geçen patlıcan öyle anlaĢılıyorki o dönemde çok fazla tüketilen bir sebze değildi. Sadece bir yerde bahsinin geçmesi pek önem verilmediğini gösterebilir. Patlıcan hakkındaki en yaygın görüĢ bütün dünyaya Hindistan‟dan yayıldığıdır. Patlıcanın, gerek yetiĢtirilmesi, gerekse tüketimi göz önüne alındığında bir Akdeniz sebzesi olduğu görülür.134 Bundan dolayı Türklerin Anadolu‟ya gelmelerinden sonra patlıcan Türk mutfağında daha yaygın kullanılmıĢtır. Patlıcanın 130 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 270 131 Mesnevi, c.1-2, s. 163 132 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 123 133 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 447 134 Çiğdem Öztürkçine ERDURAN - Ömer Faruk ġERĠFOGLU, “Anadolu‟da Patlıcan Kültürü ve Yemekleri”, Yemek Kitabı (Tarih-Halkbilim-Edebiyat), Kitabevi Yayınları, Ġstanbul 2002, s. 261, 262 34 Selçuklu devrinde sarımsak ve sirkeyle yenildiğini Mevlana Ģöyle dile getiriyor: “ patlıcanın eĢi dostu nedir?; ya sirke, ya sarımsak”135 6. Havuç Aslı Farsça olan havuç sözüne, Türkler Orta Asya‟da iken sarıg turma derlerdi. KaĢgarlı‟nın verdiği bilgiye göre Oğuzlar XI. yüzyılda havuca keşür diyorlardı. KeĢür sözünün Osmanlı kitaplarında da geniĢ olarak kullanılması gösteriyor ki Oğuzlar ile Batı Türkleri batıya doğru kaydıkça, sarıg turma deyiĢi unutulmuĢdu. 136 Hem Anadoluda önceden tarımının yapılması137 hemde Türklerin zaten tanıdığı bir sebze olması dolayısıyla, havucun Selçuklular döneminde bolca yetiĢtirildiği düĢünülebilir. Edebi eserlerde de zaman zaman adı geçen havuç, Eflâkî‟nin eserinde Ģu Ģekilde bahsedilmiĢtir: “Kiramana Hatun Sultan Veled‟in süt annesi idi. Garip kerametlerle Ģöhret bulmuĢtu. Mevlânâ hazretleri, Veled ve Alaaddin‟i dini ilimleri tahsil etmek üzere ġam‟a gönderdi ve bunun üzerine de uzun bir müddet seçtiği sıralarda bir gün Kiramana Hatun yalnız oturmuĢ havuç ve Ģalgam temizliyordu.” 138 135 Dîvân-ı Kebîr, c. III, s. 459 ; Müjgan, CUNBUR, a.g.m., s,76 136 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 243 137 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat, s. 59 138 Eflaki, s. 608 35 7. Şalgam KaĢgarlının çamgur yada çagmur 139 olarak kayda geçtiği Ģalgamın Selçuklularda, turĢusunun yapıldığı ve faydalı bir sebze olarak görüldüğü anlaĢılıyor. Eflaki, “ Derler ki seyyid hazretleri turĢu arzu ettiğinde „ Ģalgam turĢusu faydalıdır ve turĢuların da en iyisidir. ġalgamı çiğ yemek göze aydınlık verir‟ derdi.”140 demiĢtir. TurĢusunun yanı sıra piĢirilerek de tüketiliyordu. “ altından bir tencereyle Ģalgam piĢirirsen yazık olmaz mı?”141 8. Hıyar Arap – Fars kültürünün Türklere kazandırmıĢ olduğu sözlerden biri de “Hıyar” kelimesidir. Hıyar kelimesi Anadolu beyliklerinden beri, Türkçe olarak yazılmıĢ Anadolu kaynaklarının hepsinde bu Ģekilde anılmıĢtır.142 Selçuklu devri Anadolusunda sıklıkla yetiĢtirilmesi muhtemel olan hıyarın ziraatı hakkında bilgiyi Eflaki‟den bulabiliyoruz: “ …ben de yavaĢça dıĢarı çıktım, bostana girdim. Bir de baktım ki bir fidandan dört zarif hıyar var. Derhal secdeye kapandım, dördünü kesip Çelebi hazretlerine getirdim. Orada bulunan ulu kiĢiler baĢ koyup hayrette kaldılar. Çelebi hazretleri: „Bu kadar küçük hıyar değil, o tohuma kaçmıĢ sarı hıyarları getir; 139 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 457 140 Eflaki, s. 108 141 Fîhi mâ fih, s. 22 142 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 231 36 çünkü onun tohumları bana lazımdır‟. Tekrar dıĢarı çıktım. Bostanda ocaklarda iki büyük tohumlu hıyar buldum.” 143 9. Kabak Selçukluların Anadoluya gelmeden önce tanıdıkları bir sebze de kabaktır. Zira kabak ziraatının daha XI. yüzyılda yapıldığı ve Türklerin, o çağda kabak tarlası için kabaklık terimini kullandığı biliniyor.144 Anadoluya geldikten sonra da çeĢitli türlerde kabak yetiĢtirilmiĢtir. Mevlana‟nın Ģu beyti, bize bu türlerden biri olan asma kabağının yetiĢtirildiğini gösterebilir: ”Böylesine bir topluluğa kabak geldi çattı da ipe tırmandı; nerden gördü, nerden bildi, nerden öğrendi bunu? O, çıkıp giden, uzayıp ağan ipi verenden bildi, ondan öğrendi” 145 Kabağın kimi zaman raks ve sema sırasında kullanıldığını görüyoruz. “ … fakat Ģurası gariptir ki sizin müritler boĢ kabaklarla raks ediyor, bizim dostlarsa dolu kabakla sema yapıyor.”146 Ayrıca Ģarap için oyulup kadeh olarak da kullanıldığı anlaĢılıyor. “ …ardımdan kadeh geliyor, Ģarap kabağı geliyor.”147 143 Eflaki, s. 661 144 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 220 145 Dîvân-ı Kebîr, IV, s. 73. 146 Eflaki, s. 669 147 Dîvân-ı Kebîr, c. V, s.45 37 10. Tere Kaynaklarda zikri geçen ve Selçuklu Anadolusunda yetiĢtirildiğini düĢündüğümüz diğer bir sebze de teredir. “Bahar gelince fındıkla haĢhaĢ ovaya geldi, nane ile tere ırmak kıyısına”148 beyiti bize terenin sulak yerlerde yetiĢtirildiğini gösteriyor. Bu günde kullandığımız “tereciye tere satmak” deyimine Mevlana‟nın eserlerinde rastlayabiliyoruz.149 Ayrıca Mevlana “ o boĢ yere konuĢmalar, bir tere yaprağına bile değmez.” diyerek bir Ģeyin kıymetsizliğini anlatmak için tereyi kullanmıĢtır.150 Tere satıcılığı Selçuklularda görülen bir meslekti. Kaynaklarda bu mesleğin ismi geçmesine rağmen, iĢlerini nasıl yaptıklarına dair fazla bilgi yoktur. Ġnsanların sebze ihtiyaçlarını karĢılamak için bostan yaptıkları tahmin edilebilir. 151 11. Turp Türklerin Anadoluya gelmeden önce turpu tanıması152 ve Bizans‟ın eskiden beri Anadoluda turp tarımı yapması153 turpun, Selçuklular tarafından da yetiĢtirildiği konusunda bize bilgi verebilir. Mevlana‟nın eserlerinde az bahsi geçen turpun 148 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.53 149 Dîvân-ı Kebîr, c. IV, s.12, Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 345 150 Mesnevi, c. 5-6, s. 94 151 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 70 152 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 245-246 153 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat, s. 59 38 dükkanlarda satıldığını görüyoruz, Mevlana,“ birisi dükkandan bir turp aĢırırsa ve buna „Allah‟ın takdiridir‟ derse, sende onun baĢına iki üç yumruk vur ve „ Bu da Allah‟ın takdiridir.‟ de” 154 diye kayda geçmiĢtir. D. MEYVELER Meyve ve bağcılığın Selçuklu Ģehir hayatında önemli bir yeri vardır. 155 el Ömeri Anadoluda hemen hemen her meyvenin yetiĢtiğini kaydetmiĢ ve “ … deniz kıyılarında az miktarda yetiĢen narenciyelerden bir kısmı müstesna ekĢi portakal ve limon gibilerine rastlanmaz.”156 demiĢtir. Ġbn-i Batuta Amasya‟yı meyvelik ve ağaçlık bir Ģehir olarak tarif ederken, 157 Ġbn Bibi sofraya gelen meyveleri Ģöyle betimliyordu: “Kutsal bahçenin ariflerinin ahlakının kokusundan can burnuna koku getiren, tadılması insana gençlik günlerinin rahatını veren meyveleri hazır ettiler”158 Meyve ziraatı Anadoluda kimileri için geçim kaynağıydı. Sultan I. Ġzzeddin Keykavus, Tel-baĢer kalesini kuĢatıp çevredeki ağaçları kestirince kale halkı “Bizim geçim kaynağımız bu ağaçların meyvesidir. Rum askerleri geçim kaynağımızı kahır baltalarıyla kurutunca çoluk çocuğumuzun nafakasını nereden temin edeceğiz.” 159 154 Mesnevi, c. 5-6, s. 248 155 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I (1243-1453), s. 25 156 Mesalikü’l-ebsar, s. 183 157 Ġbn Battuta, s.286 158 Ġbn Bibi, c.I, s. 65 159 Ġbn Bibi, c.I, s. 206 39 diyerek aman dilemiĢtir. Meyve satanların mive-furuş160 olarak adlandırıldığı Selçuklu Anadolusunda meyve ticareti, meyvesi bol olan yerlere bile yapılıyordu. el Ömeri, Birgi memleketinden bahsederken “ Meyveleri boldur. Hem denizden ve baĢka illerden gelir hem de verimli topraklarında bol miktarda yetiĢir”161 demiĢtir. Hamdullâh Mustevfî de, ayrıntıya girmeden meyve ithali konusuna değinmekte ve Isfahân‟dan Hindistan ve Anadolu‟ya meyve götürüldüğünü bildirmektedir. 162 Üretilen meyveler günümüzdeki gibi kurutularak saklanıyordu. Ġbn Batuta, “Köylerden birinde, rehberin kız kardeĢinin evine indiğimiz vakit, getirilen yemeği, kuru erik, elma, kayısı, Ģeftali gibi yemiĢlerle beraber suda yumuĢatıp yediğini söyleyelim!”163 diye kayıt düĢmüĢtür. Ayrıca meyve ağaçlarının aĢılandığı bilgisine de kaynaklarda rastlayabiliyoruz. “KarĢısına öyle bir yer çıktı ki eğer cennetin bekçisi görse, orayı cennetten ayırt edemez, oradaki meyve ağaçlarını alıp aĢılamak için cennet bahçesine götürürdü”164 160 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 57 161 Mesalikü’l-ebsar, s. 202 162 Emine, UYUMAZ, “XI-XIV. Yüzyıllarda Anadolu‟da YetiĢen Meyveler”, Meyve Kitabı, Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Dilek Herkmen, Kitabevi, Ġstanbul 2006, s. 502 163 Ġbn Battuta, s. 302 164 Ġbn Bibi, c.I, s. 362 40 1. Ayva Türkler Orta Asya‟ da ayvayı biliyorlardı.165 Divan-ı Lügatit Türk‟te awya 166 olarak geçen ayva sözü, Batı Türkleri arasında yayılmıĢtı.167 Kaynaklarda ayvanın Serûc ve AkĢehir civarında yetiĢtiğine dair bilgiler yer almaktadır. Claude Cahen, Ġbn Said‟den aldığı bilgilere dayanarak AkĢehir‟in ayvalarının çok üstün olduğunu belirtir.168 Mevlana da eserlerinde ayvadan söz etmektedir. “ eğer sen, yüz tane elma, yüz tane de ayvayı sararak bir yere toplar, sonra bunların hepsini sıkar, sularını çıkarırsan yüz sayısı kalmaz, hepsi bir olur.”169. “ yanaklarındaki ayva tüyleri, sana amberler verir.170 2. Nar Türkler Orta Asya‟da kullandıkları nar kelimesini Anadolu‟ya getirerek burada da kullanmaya devam etmiĢlerdi. 171 Mesalikü‟l-ebsar‟ da nar meyvesi ile ilgili geniĢ bilgilere rastlıyoruz. el Ömeri Denizli‟den bahsederken “ Burada meyvelerden en çok çeĢitli renklerde nar vardır. Bin nar bir dirheme satılır, hepside çekirdeksizdir. Bu narlar pek çok, pek ucuz ve yemesi de pek tatlıdır. Suyu sıkılır 165 AyĢe, BAYSAL, Beslenme Kültürümüz, Kültür Bakanlıgı Yay. No: 1230, Ankara 1990, s. 1 166 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 114 167 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 283 168 E. Uyumaz , a.g.m., s. 492 169 Mesnevi, c. 1-2, s. 46 170 Dîvân-ı Kebîr, c. II, s. 81 171 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 316 41 ondan bir pekmez yapılır ki bal ile yan yana konulsa birbirlerine pek benzediklerinden hangisinin pekmez ve bal olduğu ayırt edilemez.”172 demiĢtir. Ayrıca nardan Ģarap yapıldığını Ģu Ģekilde kayda geçmiĢtir: ” Bunlardan (narlardan) bir türlü Ģarap yapılıyor ki, üzüm Ģarabından daha ziyade sarhoĢluk verir ve daha ziyade hurma Ģarabına benzer. Üzüm Ģarabı bu memleketin ahalisinin yanlarında pek çok olmakla beraber ahali en çok bu nar Ģarabını kullanır.”173 Ayrıca Siirt, Serûç, Mardin, Kilikya, Bursa ve Ġznik‟te de nar yetiĢtiğini anlıyoruz. Kaynaklar bu narların güzelliğinden ve bolluğundan bahsetmektedir. 174 Ġbn Battuta, Bursa‟dan Ġznik‟e giderken yolda Gürle köyünden geçtiklerini ve bu köyün çıkıĢında tatlı ve ekĢi nar ağaçlarının sıralı olduğunu belirtmektedir.175 Mevlana da ekĢi ve tatlı narlardan bahseder. “ Mizacının kötülüğü yüzünden tatlı nardan hoĢlanmaz, kaçar canı ekĢi nar ister fakat mayhoĢ nar yemesi daha iyidir onun.”176 . Nar alacaklara da Ģu Ģekilde nasihatte bulunmuĢtur: “ Nar alacak isen, gülen, çatlamıĢ nar al ki, o gülüĢ, sana içindeki danelerden bahsetsin”177 172 Mesalikü’l-ebsar, s. 195 173 Mesalikü’l-ebsar, s. 195 174 E. Uyumaz , a.g.m., s. 496 175 E. Uyumaz , a.g.m., s., 497 176 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 69 177 Mesnevi, c. 1-2, s. 61 42 3. Elma Elma Türklerin çok eskiden beri tanıdıkları bir meyvedir. KaĢgarlı Mahmud‟un verdiği bilgilere göre, Batı Türkleri ile Oğuzlar elmaya, alma178 , doğudaki Türkler ise, almıla179 diyorlardı. Fakat zaman geçtikçe Türklerin hepsi elmaya, alma demeye baĢlamıĢlardır. 180 Ahlat, Erzincan, AkĢehir ve Ġstanbul‟da elma yetiĢtirildiğini anlıyoruz. Kaynaklar özellikle AkĢehir‟in elmasının tatlı ve renkli olduğundan bahsetmektedir. 181 Eflaki, eserinin bir yerinde, kırmızı ve beyaz elmaların getirtilip elmalar ile havuzun doldurulduğundan bahseder.182 Mevlana Anadoluda yetiĢen elmaları Ģöyle övmektedir: “Bahçeye gir de elma devĢir Ģimdi. Hem de o elmaları devĢir ki Rum ülkesinden kestiler mi, güzelim kokusu, ta Çin, Maçin ülkesine dek yayılır. Gel de elma harmanına gir, lâ‟l renkli elmaları döĢek edin, yastık yap” 183 4. Armut Kaynaklar Ġstanbul, Serûc, Erzincan, AkĢehir, Kilikya bölgesinde armut yetiĢtiğini göstermektedir. Ayrıca bir Bizans kaynağı olan Niketas Khoniates de, 178 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 130 179 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 138 180 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 281 181 E. Uyumaz , a.g.m., s. 495 182 Eflaki, s. 383 183 Dîvân-ı Kebîr, c.VI, s. 255 43 Bizans Ġmparatoru I. Manuel Komnenos‟un (1143-1180) Miryokepolon SavaĢı‟nın (1176) ardından bir ahlat (armut) ağacının gölgesinde yorgunluğunu atmaya çalıĢtığının bilgisi yer almaktadır. Adı geçen savaĢın yapıldığı yer konusunda farklı görüĢler olsa da EskiĢehir, Kütahya ve Denizli civarında bu meyvenin yetiĢtiğini söyleyebiliriz. 184 Ġbn bibi, Hoca Noyan‟ın zehirli bir armut ile öldürüldüğünü nakleder. “ Naib Emir Nizameddin HurĢid, bir armudu soyarak, bıçağın ucuyla Aksaray‟ın Alaiye Kervansarayında ordunun yenilmesine sebep olan Hoca Noyan‟a uzattı. Hoca Noyan, onu yeyince sırtına bir ağrı yapıĢtı ve hemen hayatını kaybetti. Onun üzerine Nizameddin‟i, Hoca Noyan‟ı armutla zehirlemekle suçlayarak çarmıha gerdiler.” 185 Mesnevide ise dağ armutlarına değinilir. “ … derviĢin bulunduğu dağda ağaçlar vardı, meyveler vardı; sayısız dağ armutları vardı.”186 5. Şeftali Türkler, Orta Asya‟da oturan Soğd ve Taciklerin etkisinde kalarak, Ģeftali sözünü kullanmaya baĢlamıĢlardı. Bundan önce Ģeftaliyi erik ve kayısı gibi bir meyve olarak görmüĢler ve Ģeftaliye tülüg erük, yani “tüylü erik” demiĢlerdi. 187 184 E. Uyumaz , a.g.m., s. 492-493 185 Ġbn Bibi, c. II, s. 150 186 Mesnevi, 3-4. cilt, s. 142 187 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 318 44 Mevlana‟nın, “ Ģeftali dalı gibi ter ü taze olasın”188 diyerek değindiği Ģeftali, kaynakların verdiği bilgiye göre AkĢehir, EskiĢehir civarı ve Mudurnu-Kastamonu arasında yetiĢiyordu. Meselâ, Niketas Khoniates‟in Historia‟sında geçen Ģu bilgi: “Bizans Ġmparatoru Manuel‟in Dorylaion yakınlarında yemeğe oturmaya hazırlandığı sırada bıçağı ile bir Ģeftaliyi soyarken Türkler‟in baskına geldikleri haberi kendisine ulaĢmıĢtı” bize EskiĢehir civarındaki Dorylaion‟da Ģeftalinin yetiĢtiğini göstermektedir.189 Ayrıca Divan- Kebir‟ de geçen “ Larende‟den Ģeftali geliyor.” 190 sözü Larende‟nin de Ģeftali üretim yerlerinden biri olduğunu gösterebilir. 6. Üzüm Bağcılık ve Türkçe bir söz olan üzüm, Türklerin erken çağlardan beri tanıdıkları bir kültür idi.191 Anadolu‟da da eski ve yerli bir bağcılık kültürü olmasından dolayı Türklerin Anadolu‟ya gelmesinden sonra üretilen üzüm çeĢitlerinin sayısı daha da çoğalmıĢtı. 192 Anadolu‟da Bizans, yaygın bir bağcılık faaliyeti içerisindeydi. Çünkü bağ oluĢturmak için zirai sermayeye ihtiyaç yoktu. Basit bir bel ile, küçük bir arazi parçası, kolaylıkla verimli hale getirilebiliyordu. 188 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 204 189 E. Uyumaz , a.g.m., s. 498 190 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 170 191 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 325 192 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 329 45 Dahası, bağlardan elde edilen üzüm de ekonomik olarak oldukça kârlı bir üründü. Bundan dolayı fakir bir köylü bile küçük bir bağa sahip olabiliyordu.193 Üzümün, Anadolu‟nun hemen hemen her yerinde yetiĢtirildiğini görüyoruz. Ġbn Batuta, “ oradaki (Ġznik) bekar üzümünün benzerini baĢka yerde görmedim. Kocaman ve çok tatlı. Rengi açık kabuğu ince. Bir üzüm tanesinin tek çekirdeği var” 194 diyerek Ġznik‟te yetiĢtirilen üzümlerden övgüyle bahsederken, Ġbn Bibi Amasya üzümlerinin diğer Rum memleketlerine göre daha tercih edilebilir olduğunu kayıt etmiĢtir. “Celaleddin Varkani, dirayetiyle yönettiği Amasya vilayetinden, görünüĢünün güzelliği ve tadının hoĢluğuyla diğer bütün Rum memleketlerinin üzümlerine tercih edilen birkaç yük üzümü padiĢahın Ģarabhanesine gönderirdi.” 195 193 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat, s. 43. Ayrıca, Bizans‟ta üzüm yetiĢtirmede kullanılan yöntemler, eskiden beri devam eden geleneksel yöntemlerdi. Asma fidanları ekilmeden önce, toprağın tamamı kazılırdı. Fakat bu pek yaygın görünmemektedir. Bunun yerine bir dizi kanal kazılıyor ve asmalar bunun içine ekiliyordu. Bu yöntem ötekine nazaran daha ucuz ve daha kolaydı. Ekimden sonra dikkatli bir Ģekilde gübreleme yapılıyordu. Çünkü fazla gübre köklere zarar verebilirdi. Asmalar genelde yazın ekilirdi, fakat çok kuru iklime sahip yerlerde sonbahara kadar beklemek daha iyiydi. Nemli bölgelerde genelde evlerin yakınındaki ağaçlara bitiĢik olarak ekilirdi. Bazen de asmayı desteklemek için yanına meyve fidanları dikilirdi. Asmalar, geliĢiminin farklı dönemlerinde dikkatli bakım gerektiriyordu. Budama, çapalama, asmaları birer çubukla destekleme veya dallarını bağlama yapılması gereken zaruri isler arasındaydı. Bunlar içinde en önemlisi, asmanın dallarını desteklemekti. Bu is, asma dallarını yakındaki bir ağacın dallarına bağlamak veya dolamak seklinde yapılıyordu. Fakat daha yaygın kullanılan yöntem, dalları alttan bir sırıkla desteklemekti. Ucu çatallı, ağaçtan yapılmıĢ basit bir değnek bu is için yeterliydi. Bizans Devletinde Ziraat, s. 55 194 Ġbn Battuta, s. 298 195 Ġbn Bibi, c.II, s. 108 46 Hamdullah Müstevfi de, Aksaray, Konya, Malatya, Sincar ve Nusaybin‟de üzüm yetiĢtirildiğini belirtmiĢti. 196 Üzüm çeĢidinin bol olduğunu bildiğimiz Anadolu‟da siyah üzümün kaydına rastlıyoruz: “ Üzüm koruğuna baksana, siyah bir üzüm olmak için ne kadar zaman koĢtu.”197 . Nasır-ı Hüsrev, “ErmanuĢ üzümü” denilen bir üzümden bahsederken Erzen Ģehrinde bulunduğunu ve bu üzümün Farslıların azer ayında iki yüz batmana satıldığını bildirmektedir. 198 Ġbn Bibi199 Niğde‟de üzüm bağları olduğunu, I. Alâeddîn Keykubad ile I. Ġzzeddîn Keykavus arasındaki taht mücadelesi sırasında Alâeddîn‟e destek veren Zahireddîn Ġli‟nin, Kayseri kuĢatmasından çekilince Niğde‟ye sığınması olayıyla yazıya geçirir. Zahireddîn Ġli, Ġzzeddîn‟ in Ģehri muhasara edip bahçelere, üzüm bağlarına zarar vermesi durumunda zararın karĢılanacağını garanti etmiĢtir. Yine Konya‟dan bahsederken “büyük nüfuslu ve zenginlikle donanmıĢ, uzunluğu ve geniĢliği arasında bir günlük yol olan, her tarafı üzüm bağları ve meyve ağaçları dikilmiĢ bir Ģehir” olduğunu belirtmektedir.200 ġarap ve pekmez yapımı için üzümün suyu çıkarılıyordu. Eflaki, “ Bir gün arkadaĢlarla birlikte bağlara gezmeye gitmiĢtik. Sonbaharın baĢlarında idi. Bağlarda üzümler sona ermiĢti. Pekmez kaynatıyorlardı.”201 demiĢtir. Üzümün sıkılması iĢini 196 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 59 197 Fîhi mâ fih, s. 325 198 E. Uyumaz , a.g.m., s. 498 199 Ġbn Bibi, c. I, s. 139 200 E. Uyumaz , a.g.m., s. 498 201 Eflaki, s. 624 47 kaynaklarda Assar olarak geçen kiĢiler yapmaktaydı. Bu iĢin yapıldığı yere ma‟sara denilmekteydi.202 Üzüm sıkmak için Bizans‟taki gibi taĢtan sıkıĢtırma makineler203 mi kullanılıyordu bilmiyoruz ancak kaynaklar, teknenin içinde ayakla ezilerek sıkıldığını gösteriyor: “ senin için üzüm sıkanların aralarına katılmıĢım, aĢk teknesine binmiĢim; üzümleri ezeyim diye durmadan ayak vurmadayım…bir kadeh Ģıra al, iç de anla ki ben üzüm sıkmadayım”204 .Yine benzer bir cümle de Ģöyledir: “ AĢk sarhoĢ değilse, yahut Ģaraba tapmıyorsa ne diye bağa girer, ne diye üzüm ezer… ayakları altında boyuna üzüm eziyor.”205 Üzümün kurutularak tüketildiğini de kaynaklarda sıkça görüyoruz. Ġbn Bibi, “Harput melikinin kaleye fazla zahire koymaması yüzünden kalede mahsur kalan büyük küçük herkes, yiyecek kıtlığından ve erzak yokluğundan sıkıntıya düĢtü. Kuru üzüm yemekten bıkarak solucan gibi toprak yalamaya baĢladılar.”206 diye bilgi vermektedir. Mevlana‟nın bir beytinden çocukların kuru üzümü çok sevdiği anlaĢılıyor: “Çocukların düĢünceleri, ya dadı olur, yahut süt. Ya kuru üzüm isterler, ya ceviz, yahut bağıra bağıra ağlarlar”207 . Kilikya bölgesinde bol yetiĢen üzümden yapılan Ģarap ve kuru üzümün ihraç edildiğine dair de bilgilerimiz mevcuttur. 208 202 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 41 203 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat, s. 46 204 Dîvân-ı Kebîr, c. II,, s. 101 205 Dîvân-ı Kebîr, c. II,, s. 41 206 Ġbn Bibi, c.I, s. 441 207 Mesnevi, c.5-6, s. 111 208 E. Uyumaz , a.g.m., s. 501 48 Üzümün sadece meyvesinden değil çubuklarından da faydalanıldığı anlaĢılıyor. BalyalanmıĢ üzüm çubukları yakıcı madde olarak kullanılıyordu. Ġbn Bibi, Amid kuĢatmasını Ģöyle anlatmıĢtır: “…( Emir Mübarizeddin) her birinin bir kucak üzüm çubuğuyla kalenin giriĢ kapısına giderek üzüm çubuğunu oraya yığmalarını, ondan sonra kapı yanıp iĢler yoluna girinceye kadar neft atanların ve mancınıkların neft atmalarını buyurdu. Ertesi gün sipahiler, balyalanmıĢ üzüm çubuklarını kalenin kapısına çekmeye baĢladılar. Yakarıdan harekete geçirilen ok, sapan ve taĢ atan aletlere aldırıĢ etmediler. Kapının önü üzüm çubuğuyla dolunca iĢinin ehli, eli çabuk, korkusuz neft atıcıları Nemrut ateĢi yakıp, üzüm çubuğunun dumanını göklere çıkardılar. Kapı yanıp demirleri yere döküldü.”209 7. Dut Dut ağacı yalnızca bir meyve olarak değil; “ipek böceği yetiĢtirme” iĢinde de, büyük bir değer taĢıyordu.210 IX-X. yüzyıldaki dut yetiĢtiriciliği Ġstanbul, Bursa ve Ġznik gibi tekstil sanayisi geliĢmiĢ Ģehirlerin ihtiyacını karĢılayacak kadar geniĢti.211 Nasır-ı Hüsrev, Menbic‟de Ģehrin mahallelerine ipek böceği yetiĢtirmek için dut ağaçları ekildiğinden söz eder. el-Ömeri‟nin eserinde geçen “Balıkesir memleketinde bol miktarda ipek ve ladin çıkar” cümlesi bize tıpkı Menbic‟de olduğu Balıkesir‟de de dut yetiĢtirildiğini düĢündürebilir. 212 209 Ġbn Bibi, c. II, s. 46 210 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 289 211 Öner, TOLAN, Bizans Devletinde Ziraat, s. 61 212 E. Uyumaz , a.g.m., s. 495 49 8. Kayısı Türkiye Selçukluları döneminde özellikle Konya bölgesinde yetiĢtirilen ve Kamaruddin adını taĢıyıp ġam kayısılarına tercih edilen kayısılar çok lezzetli oldukları için Mısır, Suriye ve Irak‟a satılıyordu.213 Ġbn Batuta, “ (Antalya‟nın) kamaruddin adı verilen bir çeĢit kayısısı çok nefistir” 214 der ve ekler: “ (Konya‟da da) daha önce bahsettiğimiz kamaruddin adlı meyve yetiĢtirilir, Mısır ve Suriye‟ye ihraç edilir” 215 . Eflaki de kayısı hoĢafından bahsederken Ģöyle der: “ …hamamın ardından kerem sahibi dostlarla birlikte yemek üzere büyük bir kase kayısı ıslatmıĢlardı…. Bu sırada gözüm hoĢaf kasesine iliĢti. Nihayet nefsim aklımı yendi, bir kayısı tanesini ağzıma attım.”216 Erzincan ve Kilikya‟da da kayısı yetiĢtirildiği bilinmektedir. 217 9. İncir Türklerin Ġncir sözü ile meyvesini Anadolu‟ya gelmeden önce öğrendikleri biliniyor. Buna rağmen Türklerde yerli ve eski bir incir kültürünün varlığını düĢünmek yersizdir.218 Kaynaklarda, Türkiye Selçuklularının incir yetiĢtirdiğine dair bilgiler mevcuttur. Sincar, Siirt, Sinop, muhtemelen Antalya-Isparta yolu üzerinde ve 213 Yabanlu Pazarı, s. 7 214 Ġbn Battuta, s. 275 215 Ġbn Battuta, s. 282 216 Eflaki, s. 682 217 E. Uyumaz , a.g.m., s. 497 218 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 304 50 Konya bağlarında incirin yetiĢtiği biliniyor. 219 Eflaki, “ vallahi bir dostum vardı. Onun müsaadesi olmaksızın bir sepet incir toplayıp Mevlana hazretlerine getirdim. Fakat niyetim, bahçıvanı gördüğümde topladığım incirin fiyatını vermekti. Mevlânâ hazretleri velayet nuru ile bunu anladı ve bu sepetten yemedi. ĠĢte incirin kemiği bu idi. Bu defa ol dostun bağına geldim, ondan iyi incir alıp fiyatını ödedim ve helallik istedim. O da kabul etti. ĠĢte bu incirden Mevlana yedi ve iltifatlarda bulundu.” 220 diyerek Konya‟daki incir bağlarından haberdar olmamızı sağlıyor. Ġbn Batuta da Sinop‟ta çoğunlukla incir ve üzüm yetiĢtiğinden bahsediyor.221 Kaynaklarda incir satıcılarına rastlıyoruz. Mevlana‟nın, “ KardeĢ incir satsana, incir satmaktan daha iyi ne iĢ olabilir?” bahsinden incir satan meslek sahibinden haberdar oluyoruz. 222 10. Kavun Kagun223 kökünden gelen kavun sözü, Türkçedir. Türkler kavunu, çok eski çağlardan beri tanıyordu.224 Mustafa Kafalı‟ ya göre225 , Anadolu‟da yurt tutmak ve vatan kurmak arzusuyla, Türkistan‟dan göçerek yeni vatanlarına giren Türkler‟in 219 E. Uyumaz , a.g.m., s. 496 220 Eflaki, s. 385 221 Ġbn Battuta, s. 307 222 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 55 ; Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.28 223 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 410 224 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 228 225 KAFALI, Mustafa, “Anadolu‟nun Fethi ve TürkleĢmesi”, Töre Dergisi, VI/40, (1974), s. 34. 51 beraberlerinde getirdikleri zirai ürünlerden biri de kavundu. Kaynaklarda kavunun Anadolu‟da yetiĢtiği yerler konusunda çok fazla bilgiye yer verilmemiĢtir. Ancak Ahmet Eflaki‟nin verdiği Ģu bilgi: “Mevlana ġemseddin zaman zaman kendi müritlerinden ve aĢıklarından kavun isterdi” kavunun Konya ve civarında yetiĢtiğini gösterebilir. 226 Ayrıca Mevlana‟ya göre kavun gibi eĢsiz meyveler yiğit aklı baĢında kiĢilerce yenmeliydi. 227 11. Karpuz Anayurdu Güney Afrika olan karpuz önce Mısıra geldi ve Mısır‟dan dünyaya yayıldı.228 Türkler Anadolu‟ya gelmeden önce Orta Asya‟da karpuz deyimi ve ekimini geliĢtirmiĢlerdi. 229 Kaynaklarda çok az zikri geçen ve Mevlana‟nın, “kavun, karpuz çekirdeklerini ekmek bir a‟razdır.” diyerek değindiği karpuzun, sabah kahvaltılarında da yenildiği görülüyor. 230 Kaynaklardan, Niksar ve Mardin‟de karpuz üretimi yapıldığı anlaĢılıyor. Ayrıca karpuzun yanı-sıra ebucehil karpuzu diye bir karpuzdan bahsedilmektedir, fakat bu kabakgillerden, elma büyüklüğündeki meyvesi 226 E. Uyumaz , a.g.m., s. 497 227 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 69 228 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 222 229 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 225 230 Niksarlı Ahi Pehlivan‟ın Darü‟s- Sulehası‟nda sabah kahvaltısı için karpuz, üzüm ve benzeri meyveler satın alınıyordu. Bkz. Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 59 ; E. Uyumaz , a.g.m., s.496 52 çok acı olan bir bitkidir. 231 Mevlana da, “ Ebucehil karpuzu eken, Ģeker kamıĢı biçemez.”232 diyerek acılığı hakkında bilgi vermektedir. 12. Keçiboynuzu Kaynaklarda azda olsa bahsi geçen meyvelerden biri de keçiboynuzu‟dur. Keçiboynuzu Mesnevi‟de Ģu Ģekilde hikaye ediliyor: “ Hz. Süleyman bir köĢede baĢak Ģeklinde yeni bir bitkinin çıkmıĢ olduğunu gördü. O ot görülmemiĢ, yemyeĢil, ter ü taze bir ot idi. YeĢilliği göz kamaĢtırıyordu. O ot hemen Süleyman‟a selam verdi. O da selamını almakla beraber onun güzelliğine ĢaĢtı kaldı. Süleyman dilsiz, dudaksız; „ söyle bakalım senin adın nedir?‟ diye sordu. Ot da; „ Ey cihan padiĢahı!‟ dedi. „ Benim adım keçiboynuzu‟dur.‟ dedi. Süleyman: „ Senin ne hassan var‟ diye sordu. „ Ben nerede bitersem orası yıkılır, gider.‟ diye cevap verdi. „ Benim asıl adım Harrup‟ dur. Bittiğim yer‟ de harap yerdir. Ben Ģu balçık aleminin yıkıcısıyım.” 233 Keçiboynuzunun tek özelliği, yetiĢtiği yeri harap etmesi olduğu hikaye edilirken pek sevilmediği anlaĢılıyor. Zira Mevlana diğer beyitlerinde kötü Ģeyleri keçiboynuzuna benzetmiĢtir. “ eğrilik kötü huy senin keçiboynuzundur… kötü huylu bir arkadaĢ onun keçiboynuzudur. Yani gönlün harap olmasına neden olur. “234 231 E. Uyumaz , a.g.m., s. 496 232 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s. 429 233 Mesnevi, c.3-4, s. 476 234 Mesnevi, c.3-4, s. 476 53 13. Kestane Kaynaklarda Kastamonu, Ġznik ve Kilikya bölgesinde kestane olduğu anlaĢılıyor. 235 Ġbn Batuta, kestanenin Ġznik‟te gayet bol ve ucuz olduğundan bahsediyor ve “ onlar kestaneyi „n‟ harfiyle telaffuz ediyorlar diyor.236 Ayrıca Kastamonu‟daki kestanelerden de bahsederken yine ucuzluğuna vurgu yapıyordu, “ (Kastamonu‟da) bir dirhemlik kestane ile ceviz aldık mı hepimiz yesek de artıyordu.”237 Ögel, bazı kitaplarda kestane sözcüğünün Rumca‟dan alındığı gibi bilgilerin bulunduğunu ancak bu kanının yanlıĢ olabileceğini düĢünmektedir.238 14. Ceviz Ceviz, Selçuklu Türkiyesi‟nde bolca tüketiliyordu. Kaynaklarda Karadeniz özellikle Kastamonu, Birgi, Kilikya ve Malatya da ceviz yetiĢtirildiğine dair kayıtlar mevcuttur. 239 Ġbn Batuta, Ġznik‟te cevize “k” harfiyle “koz” denildiğini kaydetmiĢtir.240 Koz, Türkler arasına muhtemelen Orta Asya‟nın eski yerlileri olan 235 E. Uyumaz , a.g.m., s. 497 236 Ġbn Battuta, s. 298 237 Ġbn Battuta, s. 304 238 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 306-308 239 E. Uyumaz , a.g.m., s. 494 240 Ġbn Battuta, s. 298 54 “Soğd ve Tacik kültürleri” yolu ile gelmiĢti. Ceviz sözünün ise dilimize, sonradan Türklere Arap-Fars kültürleri ile girdiği biliniyor. 241 Kaynaklarda cevizlerin değirmenlerde un haline getirildiği242 ve cevizin yağının çıkarıldığı243 anlaĢılıyor. Helvalara da katılan ceviz244 , çocuklar tarafından çok sevilmekteydi. 245 15. Badem Badem, kaynaklarda sıkça zikredilen meyvelerden birisidir. Ġbn Batuta, Antalya‟nın bademinden bahsederken Ģöyle der: “ bademi lezzetli olduğu için kurutulur, Mısır‟a gönderilir, nadir ve pahalı kuruyemiĢlerden biri olarak saygın yerini bulur”246 . Bunun dıĢında bademin, Kilikya ve Karadeniz bölgesinde de yetiĢtiği bilinmektedir.247 Ayrıca Ġbn Bibi‟nin, “Kögonya meliki, sınırsız ve benzersiz zahirelere, denizler gibi dalgalanan derin su sarnıçlarına; kırk depoya; dağlar gibi üst üste yığılmıĢ üç ev dolusu yağ, bal, badem, Ģeker, tuz ve oduna (sahipti)” kaydı bize Kögonyada da badem yetiĢtiğini gösterebilir. 248 241 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 288 242 Mesnevi, c. 5-6, s. 375 243 Fîhi mâ fih, s. 123 244 Dîvân-ı Kebîr c.IV, s. 147 245 Mesnevi, c. 5-6, s. 111 246 Ġbn Battuta, s. 275 247 E. Uyumaz , a.g.m., s. 493 248 Ġbn Bibi, c.I, s. 370; E. Uyumaz , a.g.m., s. 493 55 Öyle anlaĢılıyor ki bademin kullanım alanı çok geniĢti. Zira bademden ezme, helva ve Ģeker yapılıyordu. Bu konuda kaynaklarda geçen kayıtlar Ģöyledir: “kim hürmet ederse hürmet görür, Ģeker getirende badem helvası yer”249. “Mevlana yine bir dostun düğününde bulunmuĢtu. „badem Ģekeri yok mudur? Getirsinler!‟ diye bağırdı biri” 250. “O imansız vezir, adeta, badem ezmesi içine, sarımsak saklar gibi hile ile din nasihatçılığı yapıyordu.”251 Kayıtlarda, yağının çıkarıldığı anlaĢılan bademin252, Ģarap ile birlikte meze olarak da yendiği görülüyor: “Arı-duru Ģarap geldi, ardından da meze olarak badem geldi, bal geldi, Ģeker geldi.”253 Ayrıca nazarı kovmak için bir araç görevi de üstlendiği anlaĢılıyor, ““Yan yakıl a badem, cana karĢı adeta üzerlik tohumusun, çörek otusun; kem göze karĢı kıymasın sen”254 16. Fındık Fındık eski çağlardan beri bilinen bir meyveydi. Anadolu‟ya geldiklerinde, bugün kullandığımız fındık sözüyle tanıĢan Türkler255, XI. yüzyılda fındığa kosık256 249 Mesnevi, c.1-2, s. 108 250 Eflaki, s. 403 251 Mesnevi, c. 1-2, s. 35 252 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 107 253 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.273 254 Dîvân-ı Kebîr, c.VI, s. 369. 255 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 295 256 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 382 56 diyorlardı. Osmanlı dönemi ve günümüzde özellikle Karadeniz bölgesinde bol miktarda yetiĢen fındığın 900-1200 yılları arasında Bizans halkı tarafından tüketildiği bilinmektedir.257 Mevlana, “Fındıkla haĢhaĢ ovaya geldi, naneyle tere ırmak kıyısına.”258 diyerek fındığın ovalarda da yetiĢtirildiğini göstermektedir. 17. Fıstık Fıstık, kaynaklarda Anadolu‟nun meĢhur meyveleri arasında yer almaktadır.259 Türkiye Selçukluları döneminde de yetiĢtirildiği anlaĢılan fıstık, Mevlana‟nın eserinde Ģöyle geçmektedir: “cevizin, fındığın, fıstığın, bademin bile içleri olgunlaĢınca kabukları inceliverir.”260 Ġbn Bibi güzelleri tasvir ederken fıstık ve fındık gibi meyveleri kullanmıĢtır. Bu benzetmelerden Ģamfıstığının da bahsi geçmektedir, “Bazende güzeller fındık büyüklüğünde ağızlarını Ģamfıstığının dili kadar açıyorlar, bazen bademe benzeyen dillerinin ağızlarına çekiyorlar”261. Yine bu tarz bir benzetmeye de Eflaki‟de rastlıyoruz, “ fıstığa benzeyen dudakları hemencecik güldürürsün.”262 257 E. Uyumaz , a.g.m., s. 495 258 Dîvân-ı Kebîr, c.V, syf:53 259 C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, s. 54; E. Uyumaz , a.g.m., s. 495 260 Mesnevi, c.3-4, s. 110 261 Ġbn Bibi, c.I, s. 236 262 Dîvân-ı Kebîr, c.I, syf:383 57 18. Turunçgiller Sultan I. Alaeddin Keykubad Kayseri‟den Kubadiye‟ye giderken, Ġbn Bibi‟nin gözlemleri arasında narenciye ağaçlarının meyve verdiği de vardı.263 Ayrıca II. Gıyaseddin zamanında Ermeniler üzerine düzenlenen seferde Türkiye Selçuklu askerlerinin civardaki nar ve narenciye ağaçlarını, ekinleri kestiğinden de bahseder.264 Tüm bunlar Türkiye Selçuklularının turunçgil tarımı da yaptıklarının bir göstergesidir. el Ömeri, Anadolu‟da “ … deniz kıyılarında az miktarda yetiĢen narenciyelerden bir kısmı müstesna ekĢi portakal ve limon gibilerine rastlanmaz.”265 demiĢti ancak limonun Kilikya bölgesi ile Antalya ve Birgi‟de yetiĢtiğine dair kayıtların olduğu biliniyor. 266 Ġbn Batuta da, Birgi hakkında bilgi verirken, “Limon suyundan yapılmıĢ, içine büyük tatlı parçaları atılmıĢ bir tür Ģerbetle dolu altın ve gümüĢ taslar getirildi.”267 demiĢti. Limonun yanı sıra Kilikya bölgesi ve Antalya‟da portakal yetiĢtiğine dair kayıtlar vardır. 268 Ayrıca Mevlana, “…ama suratını da ekĢitti. SıkılmıĢ turunç gibi dudaklarını sarkıttı.”269 beyitiyle turunçtan bahsetmektedir. 263 Ġbn Bibi, c.I, s. 373 264 Ġbn Bibi, c.I, s. 86; E. Uyumaz , a.g.m., s. 504 265 Mesalikü’l-ebsar, s. 183 266 E. Uyumaz , a.g.m., s. 497 267 Ġbn Battuta, s. 291 268 E. Uyumaz , a.g.m., s. 498 269 Mesnevi, c. 5-6, s. 22 58 19. Hurma Hurma günümüzdeki gibi XI-XIV. Yüzyıllarda da Anadolu‟da yetiĢmeyen yada çok az yetiĢen bir meyveydi. Selçuklu devrinde az da olsa Kilikya bölgesinde yetiĢtiğine dair kayıtlar mevcuttur.270 Mevlana‟nın eserlerinde sıkça adı geçen hurmanın271 Ģarabı da yapılıyordu.272 E. BAHARATLAR 1. Safran Anavatanının Anadolu olması muhtemel safran, yerel ekonomi için önemli bir kaynak olmuĢtu.273 Yakındoğu ticareti için yeni bir öğe olan Türkiye Selçuklu Devleti‟nin, üretip dıĢarıya sattığı birçok maddenin yanında safran da vardı.274 Ġbn Batuta, Keynuk(Göynük)‟ten bahsederken, “ Bu kasabanın çevresinde ne meyvelik ne de bağ var! Safrandan baĢka bir Ģey üretilmiyor. Ġhtiyar kadın da bizi safran almaya gelen tüccarlardan sanarak epeyce safran getirdi yanımıza.” demiĢtir. Ticari değer taĢıdığı anlaĢılan safran, daha çok bazı yemeklere tat ve koku vermesi için 270 E. Uyumaz , a.g.m., s. 495 271 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 101, 164 ; Mesnevi, c. 1-2, s. 145 ; Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 173 272 Eflaki, 471 273 Andrew, DALBY, Tehlikeli Tatlar ( Tarih Boyunca Baharat), Çev. Nazlı PĠġKĠN, Ġstanbul 2004, s.224 274 Claude, CAHEN, “XIII. Yüzyılın BaĢlarında Anadolu‟da Ticaret”, Cogito (Selçuklular Özel Sayısı), XXIX, Çev. Aykut DERMAN, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2001, S. 132. 59 kullanılıyordu. Sahib Ata vakfiyesinde, “Bayramlarda safranlı zerde pilav yapılacak”275 kaydı yer almaktadır. Babür hükümdarı Cihangirin resmi anıları bize safranın nasıl hasat edildiğini betimlemesi açısından önem taĢıyabilir: “ Safran çiğdemi çiçekleri açtığında kraliçe, Ģehirden ayrılıp safranın KeĢmirde yetiĢtiği tek yer olan Pampur‟a gitti. Tarlaların hepsi göz alabildiğine çiçekle kaplıydı. Sapı yere doğru eğilen çiçeğin mor menekĢe renkli taç yaprakları ve bunların içinde üç iplik tepeciği vardır. Bu iplikçikler saf safrandır. Çiçekleri tartıp üreticilere vermek adettir. Üreticiler, çiçekleri evlerine götürüp safranı çiçekten ayırırlar ve yaklaĢık olarak çiçeğin ağırlığının dörtte biri olan saf safranı görevliye teslim edince, karĢılığında para yerine, aynı miktarda tuz alırlar”276 2. Kimyon Anavatanı doğu Akdeniz ve Ortadoğu olan kimyon,277 Türkiye Selçuklularının kullanmıĢ olduğu baharatlar arasındaydı. Mevlana, bir iĢi yapmanın beyhude olduğunu anlatmak için “Kirman‟a kimyon götürmek” deyimini kullanıyordu. Çünkü kimyonun en iyisi ve kalitelisi Kirman‟da yetiĢmekteydi. “ Ne diye Ģu kimyonu almıĢımda Kirman‟a götürüyorum”278 275 Sadi, BAYRAM -Ahmet Hamdi, KARABACAK, “Sahib Âta Vakfiyeleri”, s. 56. 276 Andrew, DALBY, Tehlikeli Tatlar, s.224 277 A.g.e., s.206 278 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 12 ; Mesnevi, c. 1-2, s. 110, 60 3. Susam Kaynaklardan anladığımıza göre susam, özellikle yağı için yetiĢtiriliyordu. XI. yüzyılda Oğuzların susam‟a “yag ügüri”279 yani “yağlık tane veya tohum” demesi de muhtemelen bu yüzdendi. Mevlana‟nın, “O değirmen beygirinin, su çektiğinden, yahut susamdan yağ çıkardığından haberi bile yoktu”280 bahsinden, susam yağının değirmenlerde çıkarıldığı anlaĢılıyor. Çıkarılan yağın da kimi zaman aydınlatma amacıyla kullanıldığı anlaĢılmaktadır. Mevlana, “ EĢek bütün susamları yerse kandil için nerden yağ çıkaracağız”281 diye sormaktadır. Ayrıca Anadolu‟da yetiĢtirilen susam yabancı memleketlere ihraç edilmekteydi. 282 4. Şeker Botanikçiler, Ģeker kamıĢının insan eliyle yetiĢtirilmiĢ bir tür olduğunu ve doğal atasının, büyük olasılıkla Çin‟in güneyine ait olan S. Sinense olabileceğini söylemektedirler. 283 ġeker kamıĢı ziraatının Akdeniz memleketlerine yayılması Ġslamiyet‟le ve Arap hakimiyetiyle birlikte olmuĢtur. Nil vadisindeki ziraat sahalarında, Ģeker kamıĢı yetiĢtiriciliği süratle artmıĢtır.284 Türkiye Selçukluları 279 KaĢgarlı, a.g.e., c.I, s. 54 ; Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, s. 240 280 Mesnevi, c. 5-6, s. 497 281 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s. 153 282 UZUNÇARġILI, Ġsmail Hakkı, "XIII. ve XIV. Asırlarda Anadolu'da Ticaret", Ülkü Halkevi Mecmuası, c.I, Sayı 4, Mayis 1933, s. 289 283 Andrew, DALBY, Tehlikeli Tatlar, s.39 284 Süha GÖNEY, Sıcak Bölgelerde Ziraat Hayatı, Ġstanbul 1986, s. 136-137. 61 kaynaklarında adına rastladığımız Ģeker kamıĢı, bize Anadolu‟da üretiminin yapıldığını düĢündürtse de, geniĢ ölçüde Ģeker kamıĢı imal edildiği ve bundan yine çok miktarda Ģeker yapıldığı hakkında bilgi yoktur.285 Mısır, ġam ve Irak‟tan gelen Ģeker o zaman için lüks bir gıda maddesiydi. Yüksek ve zengin tabaka tarafından tüketilen Ģekeri halk bal, pekmez ve meyvelerden alıyordu.286 Mevlana Ģiirlerinde açıkça Ģekerin Anadolu‟ya büyük kervanlarla Mısır‟dan geldiğini belirtiyor.287 Ögel‟e göre Ģeker ticareti kamıĢ olarak değil; kaynatılmıĢ, eritilmiĢ, arıtılmıĢ ve kurutulmuĢ olarak yapılıyordu.288 Ancak Mevlana‟nın “Bir Ģeker alıcısı, Mısır‟dan kervan geldi diye haber verdi. Yüz deve, hepsinde Ģeker kamıĢı yüklü; Ya Rabbi ne güzel armağan”289 dizeleri Mısır‟dan gelen kervanda Ģeker kamıĢının yüklü olduğunu gösterir. Kervanlarla getirtilen Ģekerin depolandığı ambarların olduğu bilgisine rastlıyoruz.290 Toptan Ģeker satıĢının yapıldığı hanlar veya çarĢıların olabileceği konusunda kayıtlar mevcuttur. Bir rivayete göre ġemseddin Tebrizi, Anadolu‟ya 285 Yabanlu Pazarı, s. 9 286 Osman, TURAN, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Turan NeĢriyat Yurdu. Ġstanbul 1971, s. 290 287 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 63 288 Bahaeddin, ÖGEL, “Türklerde Tatlı AnlayıĢı ve ġeker”, Geleneksel Türk Tatlıları Sempozyumu Bildirileri (17-18 Aralık 1983 Ġstanbul), Ankara 1984, s. 17 289 Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 357. 290 Mevlânâ, Mevlânâ’nın Rubaileri, Terc. Nuri GENÇOSMAN, Ġstanbul 1997, s. 72. 62 geldiği zaman, ġekerciler Hanı (Han-ı ġeker-furuĢan)‟ na inmiĢti. Yine Tebriz‟den gelen bir tacirin de aynı handa konakladığı biliniyor. 291 ġekerleri, dükkanlarda satan şeker-furuş‟ lar vardı.292 Mevlana, “ (Attar‟a)293 Ģeker istemeye gittiğin vakit çuvalına bakarlar. Ona göre bir veya iki kile ölçerler.”294 diyerek Ģeker satıĢı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. 5. Tuz Kaynaklarda insanların önemli ihtiyaç maddelerinden biri olan tuz ve elde edildiği tuzla hakkında bilgilere rastlamamıza rağmen bunu satan veya tuzladan elde etmek için uğraĢanlar ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip değiliz. 295 Bazı güvenilir kaynaklar, Selçuklu devri Anadolusunda sekiz adet tuzlanın olduğunu belirtir. 296 Mevlana, “Mutfağımıza bir benlikten, bizlikten kurtulmuĢ er geldi, tuzladan bir avuç tuz alacak da atacak bize, tatlı-tuzlu bir hale getirecek bizi ”297 ve “Pastırma gibi 291 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 64 292 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 63 293 Attarların Türkiye Selçukluları devrinde nasıl çalıĢtıkları hususunda kaynaklarda bilgi bulmak mümkündür. Attarın bir dükkanı vardır. Burası ne istersen elde edebileceğin ve alıĢveriĢ için her Ģeyin var olduğu bir yerdir. Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 42 294 Fîhi mâ fih, s.44 295 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 70 296 Yabanlu Pazarı, s. 7 297 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s.240 63 senin tuzlana giden kiĢinin bedeninde nasıl olurda et kalır.” 298 diyerek tuzlalara değiniyor. Rahatoğlu vakfiyesinin vakıfları arasında Çarkı, Tuzlacık ile Bingöl tuzlalarının adı geçiyor. Ayrıca tuzun alınıp satıldığı yere tuz pazarı denildiği ve Konya‟da böyle bir pazarın olduğu biliniyor. 299 Tuz pazarları özellikle hayvan besleyiciler için önemliydi.300 Tuzun, sadece yemeklere tat vermek için kullanılmadığı anlaĢılıyor. Aynı zamanda alkolün etkisini bitirmek için Ģaraba da katılıyordu. Halife Nasıreddinillah canlandırmıĢ olduğu Fütüvvet teĢkilâtının içine dahil ettiği I. Ġzzeddin Keykavus‟un teĢkilâta giriĢ törenini gerçekleĢtirmek üzere dönemin önemli bilginlerinden ġihabeddin Ebu Hafs Ömer el-Sühreverdi (1145–1234)‟yi Konya‟ya gönderdi. Bu törende adet olduğu üzere Keykavus‟a fütüvvet elbisesi giydirildi, ayetler okunarak sembolik bir kadehten içine tuz katılarak içki olmaktan çıkarıldığına inanılan Ģarap içirildi.301 298 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 405 299 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 71 300 Tuncer, BAYKARA, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Ġzmir 1990, s. 37 301 Salim, KOCA, Sultan I. İzzeddin Keykavus (1211–1220), TTK, Ankara 1997, s. 65 64 F. HAYVANSAL BESİNLER 1. Yoğurt Türklerden dünyaya yayılmıĢ bir yiyecek olan yoğurt, konar göçer yaĢamın ortaya çıkardığı bir üründür.302 Türkiye Selçukluları devrinde de yapılan yoğurt, bazen içine sarımsak katılarak yeniyordu. Eflaki, eserinde bunu Ģu Ģekilde hikaye etmiĢti: “ Bir gün Mevlana bana „Fatma hanım evimizde yoğurt var mı?‟ diye sordu. „Evet var, fakat son derece ekĢidir.‟ Dedim. Buyurdu, onu büyük bir kaseye doldurup önüne koydum. „yirmi baĢ sarımsak döv, içine dök de lezzetli olsun‟ dedi. Mevlana bu yoğurdun içine çokça sarımsak koyup yedi.”303 Yoğurt ile ilgili bir bilgiye de Divan- Kebir‟ de rastlıyoruz. Eserde geçen, “Bakkalın bile yoğurdu ekĢi olduğu halde gönlü müĢteridedir.”304 cümlesi yoğurdun bakkallarda satıldığını gösterebilir. 2. Peynir Türkler maya kullanarak sütten peynir yapıyorlardı ve yapılan taze peynire “ uzıtma” diyorlardı.305 Yapılan peynir çeĢitleri hakkındaki bilgilere KaĢgarlının 302 Mahmut, TEZCAN, “ Türklerde Yemek Yeme AlıĢkanlıkları ve Buna ĠliĢkin DavranıĢ Kalıpları”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 118 303 Eflaki, s. 359 304 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 214 305 Mehmet Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, D.T.C.F yayınları, Ankara 1983, s. 457 65 eserinde rastlamaktayız ancak Türkiye Selçuklu devri kaynakları bize bu yönde bilgi sunmamaktadır. Edebi eserlerde peynir lafı sadece ismen geçmektedir.306 3. Tereyağı Türkler, kıymetli bir yiyecek maddesi olan tereyağına sağ yağ demekteydiler.307 Kaynaklarda çok fazla zikri geçmeyen tereyağının yapımından Mevlana Ģu Ģekilde bahsetmektedir: “ aklını baĢına al da, o ayranı bilgi ile el ile değiĢtirerek çalkala da içinde gizlemiĢ olduğu yağı çıkarsın ”308. Yapılan tereyağı yine Mevlana‟nın, “ bu kula akĢam yemeğinde sızırılmıĢ tereyağı versin”309 cümlesinden anladığımıza göre akĢam yemeklerinde yeniyordu. G. UNLU MAMULLER 1. Ekmek KaĢgarlı‟da “etmek”310 olarak geçen ekmek, Ģimdiki gibi tandır, fırın ve ya ocakta piĢirilmekteydi.311 Özellikle edebi eserlerde bu yönde çok kayda rastlıyoruz. Eflaki, Mevlana‟nın bir gün bir fırına girdiğini ve fırıncıların fırını kızdırdıklarından 306 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 288 ; Eflaki, s. 145 307 Mehmet Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, s.458 308 Mesnevi, c. 3-4, s. 600 309 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s. 178 310 KaĢgarlı, a.g.e. c. I, s. 102 311 Mehmet Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, s.472 66 bahsetmiĢti.312 Mevlana ise “ cihan bir tandır, orda renk renk ekmekler var; fakat ekmekçiyi gören ne yapsın tandırı, neylesin ekmeği? ”313 diyerek tandır ekmeğinden bahsetmiĢti. Ġbn Batuta‟ nın verdiği bilgilere göre Türkmenler haftada bir gün, öteki günlere yetecek kadar ekmek piĢirirdi. Ekmek yapıldığı gün kendilerine sıcak ekmekler ve güzel yemeklerle bir sofra hazırlandığını nakletmiĢtir.314 Eflaki‟nin, “ ekmekçinin tandırı, ne kadar sıcak olursa, o kadar çok ekmek alır. Soğuk olunca ekmek almaz ”315 bahsinden de anladığımıza göre Türkiye Selçuklularında var olan mesleklerden biri de ekmekçilikti. E. Merçil‟in naklettiğine göre fırıncılar çalıĢırken, bedenin üst kısmı çıplak olup, beyaz ve dar paçalı bir pantolon giymekteydiler. Unu hamur haline getirmek için bir hamur kabı kullanılırdı ve ekmekler yuvarlak veya uzun pide Ģeklinde yapılırdı.316 Metinlerde buğday,317 arpa,318 kepek,319 yufka,320 lavaĢ, mısır321 ve çavdar322 ekmeğinin adı geçmektedir.323 312 Eflaki, s. 429 313 Dîvân-ı Kebîr, c. III, s. 219 314 Ġbn Battuta, s. 273 315 Eflaki, s. 264 316 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 51 317 Mesnevi, c.1-2, s. 202 318 Sipehsâlâr, s.46 319 Sipehsâlâr, s.46 320 Mesnevi, c.1-2, s. 427 ; Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 321 321 Dîvân-ı Kebîr, c. V, s. 219 322 Vilâyet-nâme, s. 23-24 323 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 52-53 67 2. Diğer Ürünler Selçuklular döneminde unlu mamul olarak, ekmekten baĢka çörek, simit ve börek yapıldığını görüyoruz. Simit324 ve börek325 sadece ismen geçerken çörek hakkında bazı bilgilere rastlayabiliyoruz. Mevlana, çöreklerin deve ve arslan Ģeklinde yapıldığını ve çocukların bunları çok sevdiğini nakletmiĢtir.326 324 Eflaki, s. 362 325 Dîvân-ı Kebîr, c. I, s. 379 326 Mesnevi, c.5-6, s. 664 68 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE SELÇUKLULARINDA YEMEKLER Selçukluların Anadolu‟ya gelmesiyle birlikte Orta Asya‟daki Türk yemekleri adını Anadolu yemeklerine bırakmıĢ ve Selçuklulara has bir mutfak kültürü ortaya çıkmıĢtır. Selçuklular devrinin simgesi olan et, un, yağ, diğer besin maddeleri ile karıĢtırılıp unutulmaz lezzette yemekler geliĢtirilmiĢtir. O devirde yapılan birçok yemeğin değiĢmeden günümüze kadar geldiğini görüyoruz. 327 1. Tutmaç Bir çorba türü olan Tutmaç günümüzde halen yapılımaktadır. KaĢgarlı‟ya göre tutmaç Türklerin mitolojik yemeğiydi.328 KaĢgarlı bu yemeği Ģöyle anlatmıĢtır: “Türklerin tanınmıĢ bir yemeği. Bu yemek Zülkarneyn‟in yaptığı azıklardandır; Ģöyle yapılmıĢtır: Zülkarneyn karanlıktan çıktıktan sonra azıkları azalmıĢ; Zülkarneyn‟e açlıktan yakınmıĢlar, ona „bizi aç tutma‟ demek olan „bizni tutma aç‟ diyerek „yolumuzu aç, biz yurtlarımıza gidelim‟ gibi sözler söylemiĢler. Zülkarneyn, bilginlerle konuĢmuĢ, bu yemeği çıkarmıĢlar; iĢbu yemek, bedeni kuvvetlendirir, yüze kırmızılık verir, kolaylıkla sindirilmez. Tutmaç, yendikten sonra suyundan da içilir. Türkler bu yemeği gördükten sonra tutmaç demiĢler. Aslı „tutma aç‟tır. Ġki elif 327 “Konya Yöresi Yemeklerinin Özellikleri ve Besin Değerlerinin Ġncelenmesi Üzerine Bir AraĢtırma”, s. 145 328 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c.II, s. 401 69 birden atılmıĢtır; „kendini acıktırma, böylece yemek yaparak ye‟ demektir.” 329 KaĢgarlı, Tutmaç‟ın, “tutma aç” „tan türediğini belirtir ancak Hasan Eren, “-maç” ekinin aç tutmakla birleĢtirilemeyeceğini ve “–maç” ekinin “–ma” ekiyle “aĢ” sözünden oluĢmuĢ birleĢik bir ek olduğunu söyler.330 Türkiye Selçuklu Devri kaynaklarında en sık zikri geçen yemeklerden biri olan tutmaç, Ġbn Bibi‟ de bir tutuklama olayı ile geçiyor. Hatıroğlu ġeref‟in, Emir Taceddin Hüseyin‟i tutmaç yeme bahanesiyle eve davet ettiğini Ģöyle nakleder: “ Dün akĢam içtiğimiz Ģaraptan baĢım ağrıyor. Ben kulunuzun evinde iki sahan tutmaç var. Eğer siz efendimiz ondan yemek için kendinize zahmet verir de baĢ ağrısını giderirseniz, bu kadim kulunuzu sevindirirsiniz.”331 Tutmaç‟ın ana malzemesini buğday unu ve et teĢkil ediyordu.332 Mesnevide de bu yönde kayıtlar mevcuttur. Mevlana, “ kadıncağız, un eleyerek çocuklarına tutmaç piĢirmeye çalıĢırken, o cinsi güzel doğanı gördü”333 diye kaydetmiĢtir. Türkçe sözlükte, dört köse kesilmiĢ küçük hamur parçalarından yapılan yoğurtlu çorba seklinde açıklanan tutmaç,334 Ģöyle yapılıyordu: 329 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 452 330 Hasan EREN, “Türk Yemek Adlarında Kullanılan Bir Ek”, İkinci Milletlerarası Yemek Kongresi, 3-10 Eylül 1988, Düz. Feyzi Halıcı, Güven Matbaası, Ankara 1989, s. 482 331 Ġbn Bibi, c. II, s. 173 332 Mehmet Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, D.T.C.F yayınları, Ankara 1983, s. 476 333 Mesnevi, c. 1-2, s. 284 334 TDK Türkçe Sözlük, c. II, s. 1497 70 Undan hazırlanan hamur, yufka biçiminde fakat biraz kalınca açılır, sac üzerinde hafifçe piĢirildikten sonra üçgen veya baklava dilimi Ģeklinde kesilir, hasıl olan parçalar sıcak suda haĢlanır, piĢirilmiĢ yeĢil mercimek ile karıĢtırılır ve içine sarımsaklı yoğurt katılır, bu iĢler yapıldıktan sonra içine kıyma bulunan kızarmıĢ yağ dökülür. Onun üzerine de yeĢil veya kuru nane ekilir.335 Mevlana‟nın, “Ona, hamurdan yapılmıĢ tutmaç verir. „ eğer hamurdan hoĢlanmadıysan bari bunu iç!‟ diyerek tutmaçın suyunu verir.”336 bahsinden de anlayacağımız üzere tutmaç sulu bir yemekti ve suyu içilebilirdi. PiĢen tutmaç‟ın süzülmesi iĢi KaĢgarlı‟nın eserinde çokça geçmektedir. Süzme, dallarda örülmüĢ kepçe gibi özel bir aletle, çavlı ile oluyordu. Ayrıca süzme iĢine erkeklerde yardım etmekteydi.337 Tutmaç kaĢıkla değil “ĢiĢ” denilen bir çeĢit çatalla yeniliyordu.338 335 Faruk, SÜMER, Oğuzlar, Ana Yayınları, Ġstanbul 1972, s. 47 ; Alp Arslan ve Zamanı, s. 477 ; Aydın TANERĠ, Mevlâna Ailesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985, s. 637 336 Mesnevi, 3-4. cilt, s. 571 337 M. Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, s. 478 ; M. Altay, KÖYMEN, “Selçuklular Zamanında Beslenme Sistemi”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 40 tutmaç için ayrıca bknz; Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 246 ; Fîhi mâ fih, s. 11 338 ReĢat, GENÇ, “XI. Yüzyılda Türk Mutfağı”, ”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara, s. 57 71 2. Herise Herise, Selçuklular devrinde ve bu devir Konya‟sında çok tanınan bir yemek çeĢidiydi. Eflaki, “bir çocuğun elinde bir kase herise ile geçtiğini gördüm”339 diye herise‟den bahsederken, Mevlana bu yemek için, “ Çocuğun canı herise istedi adet olduğu üzere „herise istiyorum‟ dedi.”340 demiĢtir. Herise Ģu Ģekilde hazırlanırdı: “ yumuĢak beyaz buğday taĢ dibeklerde dövülerek kabukları soyulur, ayıklanır. Böylece hazırlanan buğday kurutularak kıĢ hazırlıkları arasında saklanır. Buna heriselik(keşkeklik) derler. Bahar ve kıĢ günlerinde bu döğülmüĢ buğday kafi miktarda tuz biber ile hazırlanarak bir buçuk misli kadar su içinde kaynatılırken, ayrı bir tencere de iyi haĢlanmıĢ, yarı piĢmiĢ et, bir tavuk veya hindi kaynayan buğdayın içine bırakılır ve beraberce piĢirilir. PiĢtikten sonra et içinden çıkarılarak kemikleri ayrılır. Tel tel didilir. PiĢmiĢ buğdayla beraber kuvvet ve dikkatle karıĢtırılır, ezilir, halledilir. Muhallebiye yakın bir kıvama geldikten sonra tabaklara konur. Üzerinde eritilmiĢ sade yağ dökülerek yenir.”341 Herise yemeğini yapıp satan kiĢilere herras adı verilirken, satıldığı yer de kaynaklarda “Dükkan-ı Herras” olarak geçmektedir.342 Konya‟da bugün keĢkek olarak bilinen herise, Selçuklulardan sonra yıllar boyu, Anadolu‟nun sevilen bir yemeği olarak Ģöhretini sürdürmüĢtür. Karacaoğlan bir koĢmasında: 339 Eflaki, s. 620 340 Fîhi mâ fih, s. 256 341 Mehmet, YUSUFOĞLU, “Selçuklu Devri Yemeklerinden Herise ve Tutmaç”, Anıt Dergisi, sayı 16, Nisan 1950, s. 10 342 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 55 72 “Sütlü ile tek herise olaydı, Tavuk kızartması sahne dolaydı” diyerek, heriseye özlemini belirtmektedir.343 3. Kalye Günümüzde kabak, patlıcan ve kıyma ile yapılan bir çeĢit sebze yemeği olan kalye, Kamus-u Turki‟ de, “ yağda kavrulduktan sonra etsiz piĢirilmiĢ sebze. (örneğin) Patlıcan kalyesi ” diye geçer.344 Kaynaklarda adı geçen ve Türkiye Selçukluluları‟nda yapılan bir yemek olarak karĢımıza çıkan kalye, o çağda ciğerle yapılmıĢ olsa gerek ki Divan-ı Kebir‟de “ buram buram tüten, burcu burcu aĢk kokan ciğer kanlarından lütfet de gönül ehline bir kalye ihsan et” diyor.345 Ayrıca Mevlana, “ O tenceredeki kalyanın kokusunu almıyorlarsa Ģu tabiat köpekleri sağda solda neyi kokluyorlar ki.”346 diye kalye‟den bahsederken, diğer bir beyitinde kalyenin güzel koktuğunu belirtiyor, “Kalyadan, boraniden güzel bir koku geliyor burnuma.”347 Asırlar sonra, Edirne Mevlevi Dergahı ġeyhi Ali EĢref Dede Efendi, yazdığı bir yemek risalesinde kabak kalyesini Ģu Ģekilde tarif etmekteydi: 343 Mehmet, ÖNDER, Geleneksel Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 10-11 Eylül 1982, Konya, s. 251, 344 ġemseddin SAMĠ, Kamus-u Turki, Çağrı yayınları, Ġstanbul 2001, s. 1082 345 Müjgan, CUNBUR, a.g.m., s. 76 346 Dîvân-ı Kebîr, c.3, s. 174 347 Dîvân-ı Kebîr, c.IVs. 120 73 “Kadar-ı kilâfiye (yeteri kadar) semiz koyun etinden doğrayup kıyalar ve nısfı(yarısı) kadar soğanı ince kıyup ve kadar-ı kilâfiye meshük büber ( dövülmüĢ toz biber) ve dar-ı çinî ve tuz ile eti ve soğanı cümlesin karıĢtırup sonra taze dolma kabağının içine izâle ve kabuğunu iyice soyup ve kabağı münasip vechile doğrayup yıkayalar ve bir münasib tencereye kabağın kökleri var ise dizüp bâ‟dehu (sonra) birkat kabak ve bir kat mahlût (karıĢmıĢ) etten vaz‟ ile (koyup) tamam doldukta astardan süzülmüĢ koruk suyuyla bir mikdar sade su vaz‟ ve kabakların üzeri örtülünce bâ‟dehu kapayup kor üstünde tabha karib olunca (piĢmeye yaklaĢınca) üzüm vakti ise nısıf kıyye (650 gr) üzüm suyu, değil ise iki kaĢık asel (bal) ya Ģeker ya pekmez ilka oluna (konula). Ve bir baĢ sarımsak cüz‟î su ile dövüp ve süzüp ol suyu dahi ilka ve bir miktar kuru na‟na (nane) dahi ilka (koyup) mehren olunca (kararınca piĢince) piĢtikte sahana vaz‟ ve tekrar na‟na üzerine vaz‟ ile ekl oluna (yenile).”348 4. Borani Suda haĢlanıp yağda kavrularak hazırlanan sebze yemeklerine borani derler. Kamus-u Turki‟ de, Halife Me‟mun‟ un eĢi Boran‟ın, Me‟mun ile evlenirken çeyiz olarak meĢhur incili yeĢil halı getirdiğini ve bu halının pirinçle karıĢık ıspanak yemeğinin rengine benzediği için o yemeğe borani denilmeye baĢlandığı yazılır. 349 348 Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Haz. Feyzi HALICI, Ankara 1992, s. 59 349 Kamus-u Turki, s. 308 ; M. Zeki, ORAL, “Selçuk Devri Yemekleri II”, Türk Etnografya Dergisi, Sayı 2, 1957, s. 30 74 Mevlana‟nın, “Bir kerem sahibinin lezzetli yemeklere iĢtahı varsa, bu iĢtah gerçekse bir butla borani aĢı ağır gelmez ona”350 diyerek bahsettiği boraninin günümüzdeki tarifi Ģöyledir: Malzeme: Bir kilo ıspanak, bir su bardağı zeytinyağı, bir avuç pirinç ve iki baĢ soğan, iki su bardağı su, 200 gr yoğurt. YapılıĢı: Ispanaklar ayıklandıktan sonra, yıkanır, haĢlanır, süzülür. Tencerede ince doğranmıĢ soğanlar pembeleĢince içine ıspanaklar, suyu iyice sıkılarak ilave edilir. Kısa bir süre birlikte kavrulduktan sonra iki su bardağı su konur, içine pirinçler de atılır ve suyunu çekene kadar kaynatılır. Ġndirilir ve soğumaya bırakılır. Üzerine yoğurt dökülerek soğuk yenir.351 Ancak Ġbn Batuta, seyahatleri sırasında tadına baktığı borani‟den farklı bir Ģekilde bahseder ve borani‟nin hamurdan yapıldığını söyler: “ Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Bazı vakitlerde borani (burhani) denilen hamur iĢini yerler. Bu yemek, küçük küçük kesilmiĢ hamur parçalarıdır aslında. Bunlar, ortalarından birer delik açılarak tencereye oturtulur. PiĢirildikten sonra üzerine yoğurt dökülüp içilir.”352 350 Dîvân-ı Kebîr, c.III, s. 340 351 Deniz GÜRSOY, a.g.e., s. 93 352 Ġbn Battuta, s. 313 75 5. Tirit Tirid sözünün kökü, Arapça serid deyimine dayanır. Ancak bu sözün, Arap ve Fars kültüründe epey değiĢikliklere uğradıktan sonra, Orta Asya‟ya yayıldığı biliniyor. 353 Tirit aslında et suyuna doğranmıĢ ekmek aĢına denilse de, yoğurta, ayrana, süte, Ģerbete, çorbaya v.s doğranan ekmeğe de denilmekteydi.354 Eflaki‟de geçen kayıtlar bunu doğrulamaktadır: “On onbeĢ günde bir, bir parça kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar onu yerdi.”355 . “Benden yoğurdu istedi ve alıp yoğurdun içine bayat küf tutmuĢ ekmekleri doğradı. Sonra o kasedeki tiriti tamamen yedi.”356 . “Yedi günde bir yarım ekmeği baĢ suyuna tirit yapıp yerdi. Bir gün aĢçıbaĢı onun bu adetini sezer gibi oldu. O gün tirit suyuna bir parça yağ ekledi. Bu yüzden de Ģems bir daha koyun baĢı satan dükkanların önünden geçmedi.”357 Ancak Ġbn Batuta‟nın kaydından anlıyoruz ki tirit, sadece içine ekmek katılan sulu aĢlara denilmiyor, aynı zamanda katı bir yiyecek olarak da adlandırılıyordu. Ġbn Batuta, Eğridir sultanın yanında gördüklerini naklederken Ģöyle diyordu: “Küçük 353 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 401 354 A. Süheyl, ÜNVER, Fatih Devri Yemekleri, Kemal Matbaası, Ġstanbul 1952, 43 355 Eflaki, s. 125 356 Eflaki, s. 335 357 Eflaki, s. 480 76 tabaklara konulmuĢ Ģeker ve yağla ezilmiĢ, mercimekten yapılma “serid” (tirit) ilk servisti. Onlar, „uğurlu olur‟ diyerek oruçlarını tiritle açarlar. Bu iftarlığın Peygamberimiz -Allah‟ın selamı ve rahmeti onu kuĢatsın- tarafından diğer yemeklere tercih edildiğini ileri sürerek Ģöyle diyorlar: „Biz onun güzel âdetine uyarak yemeğe tiritle baĢlıyoruz‟”358 . 6. Pilav Pilav Türk mutfağında daima çok önemli yer tutmuĢtur. Selçuklu Devri Konyası‟nda bulgur pilavının yanında sade, biberli, havuçlu, etli pirinç pilavlarının da mutfaklarda yer aldığını görüyoruz.359 Bu yöndeki kayıtlardan birini Eflaki vermektedir. Eflaki, “Muineddin Pervane‟nin damadı kıymetli Sadr-ı „Ali Mecdeddini Atabek bir gün Mevlana‟nın medresesinde çile çıkarabilmek için ricada bulundu. Mevlana ona izin verdi. O da medresenin bir hücresinde halvete girdi. Bir kaç gün sonra açlık ona galebe etti; çünkü Mecdeddin naz ve rahat içinde yaĢamaya alıĢmıĢtı. Yanında kendisinin bir dert ortağı ve sırdaĢı vardı… Bir gece hücrelerinden çıkıp dostlarından birinin evine gidip ona açlıklarını anlattılar. O da bunlar için yağlı bir ördek ve biberli bir pilav hazırladı… Sabah Mevlana hazretleri adetleri veçhile hücrenin kapısına gelerek mübarek parmaklarını kapıya koyduktan sonra kokladı ve; „tuhaf Ģey! Bu hücreden ördek ve pirinç kokusu geliyor, riyazet kokusu gelmiyor‟ 358 Ġbn Battuta, s. 278 359 Mehmet, ÖNDER, Geleneksel Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 10-11 Eylül 1982 Konya, s. 252 77 dedi.” 360 diye zikretmiĢtir. Yine, “Bahaeddin-i Bahri, Mevlana‟ya yemek hazırlamayı düĢünür. Hizmetçi, „Ģimdi yemek yedik ve kapları yıkamak için tencereye sıcak su koydum‟ der. Mevlana, „hizmetçi tencereyi getirsin‟ dedi. Sonra sahan ve kaseyi istedi, kendi eliyle tencereden kaseye biraz koydu. Bu koyduğunun kızartılmıĢ etli pilav olduğunu gördüm.” 361 kaydından etli pilav yapıldığını anlıyoruz. Öyle anlaĢılıyor ki pilav, günümüzdeki gibi, kalabalığa hazırlanan yemeklerin vazgeçilmez bir unsuruydu. Vilayet-name‟de, “O gün, Sadreddin'in (Sadreddin-i Konevi) tekkesinde topluluk vardı, pilavlar zerdeler piĢmiĢ, türlü türlü yemekler hazırlanmıĢtı. Konya'da ne kadar yoksul varsa oraya toplanmıĢtı”362 denilirken, Sahib Ata vakfiyesinde, “Bayramlarda safranlı zerde pilav yapılacak”363 kaydı yer almaktadır. 7. Çorbalar Yaz kıĢ, her öğün sıcak ya da soğuk olarak içilen, sulu bir yiyecek çeĢidi olan çorbaya Türkler genel olarak “bün” veya “mün” demekteydiler.364 Çorba sözü 360 Eflaki, s. 286 ; Sipehsâlâr, s.101 361 Eflaki, s. 295 362 Vilâyet-nâme, s. 27. 363 Sadi, BAYRAM, Ahmet Hamdi, KARABACAK, “Sahib Âta Vakfiyeleri”, s. 56. 364 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 340 78 Farsça‟dan Türkçe‟ye girmiĢtir. 365 Farsça “Ģurba”dan gelme olup tuzlu madde demek olan şur ile aĢ karĢılığı ba‟nın birleĢmesinden oluĢmuĢtur.366 Türkiye Selçukluları döneminde çeĢitli çorbalar yapıldığına tanık oluyoruz. Bunlardan biri mercimek çorbasıydı. Mevlana, “Ben „Allaha Ģükür derim.‟ Sonra; „ne yemek yedin?‟ diye sorarım, o da; „ġerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim.‟ der.” 367 diyerek mercimek çorbasından bahsederken, yine aynı eserinde bulgur çorbasına değinir: “Bir avuç bulgur çorbası ile karınlarını doyuran derviĢler…” 368 Eskiden beri Türklerin iĢkembeyi bildikleri ve iĢkembeden yörgemeç369 adlı bir yemek yaptıklarını biliyor olsak da iĢkembe çorbası yapıp yapmadıkları hakkında bir bilgiye sahip değiliz.370 Ancak Selçuklular döneminde iĢkembe çorbasının bilindiği ve yapıldığı anlaĢılıyor: “Mesela bir adam misafirinin canı iĢkembe çorbası çektiği için…, bir iĢkembeyi almıĢ karıĢtırıp duruyor.”371 365 Günay KUT, “Türk Mutfağında Çorba ÇeĢitleri”, II. Milletlerarası Yemek Kongresi Bildirileri, haz. Feyzi Halıcı, Konya Kültür ve Turizm Vakfı Yayınları, Güven Matbaası, Ankara 1989, s.213 366 Mine, ARLI, “Türk Mutfağı Genel Bir BakıĢ”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim 1 Kasım 1981), Ankara 1982,, s. 21 ; Burhan Oğuz, a.g.e., s. 669 367 Mesnevi, c. 1-2, s. 219 368 Mesnevi, c. 5-6, s. 628 369 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 55 370 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 343 371 Fîhi mâ fih, s.111 79 Kaynaklarda adı geçen ve Orta Asya‟dan beri bilindiği anlaĢılan tarhana çorbası, diğer bir çorba çeĢitidir. Türkler muhtemelen tarhana sözünü Orta Asya‟da iken komĢularından almıĢtı. 372 ÇeĢitli maddelerden yapılan ve kıĢlık azıklar olarak nitelendirilen tarhananın anlamı çok geniĢtir. Türkiye Selçuklularında da muhtemelen içine çeĢitli maddeler katılarak, farklı tarhanalar yapılıyordu. Yapılan tarhanaların en önemli kullanım alanı Ģüphesiz çorbalardı. Divan-ı Kebir‟ geçen “Mademki Ģu dünyadan geçip can meyhanesine gitmiyorsun; Ģarap yerine tatsıztuzsuz tarhana çorbası içedur.” 373 kaydı tarhana çorbasının yapıldığını göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca, yapılan çorbalara sirke katılarak tat verildiği anlaĢılıyor. Eflaki, “Sirkeli çorbaya elini uzatmadığı için Mesih‟in elinden dünya dermanı buldu.” 374 diye nakletmiĢtir. 8. Kebaplar Türklerde etin yeri Ģüphesiz çok önemlidir. Bunda hayvancılığın yüzyıllar boyunca temel ekonomik uğraĢ olması önemli bir rol oynamaktaydı. Türkler Orta Asya‟dan Anadolu‟ya geçtikten sonra da, hayvancılık temel ekonomik uğraĢlardan biri olmayı sürdürdü. Kebap kültürü, göçebelik biçimindeki ekonomik yapının bir gereği olarak geliĢtirilmiĢtir. Türklerin uzun yıllar konar göçer biçimindeki göçebe 372 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 349 373 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 429 374 Eflaki, s.561 80 yaĢayıĢları ve hayvancılıkla geçinmeleri kebap kültürünün yaygınlaĢmasına yol açmıĢtır.375 Etle yapılan yemekler arasında kebap, Türk yemek kültürü içerisinde önemli bir yere sahiptir. Kebap sözcüğünün tam olarak hangi kökenden geldiği bilinmiyorsa da Türkçe olmadığı kesindir. Araplar bunun Farsça, Ġranlılar ise Arapça olduğunu söylemektedir.376 Türkiye Selçukluları dönemi kaynaklarında özellikle ĢiĢ kebabın lafı geçmektedir. ġiĢ, Türk mutfağının vazgeçilmez bir aletiydi. Eski Türkler kebap etmek için eti ĢiĢe, “delerek takma” iĢine tevmek derlerdi. Türkler bu ĢiĢleri, bir çeĢit yemek veya et çatalı olarak da kullanıyorlardı.377 Ancak biz, Selçuklu devrinde böyle bir kayda rastlayamadık. ġiĢler sadece kebap için kullanılıyordu. Kebap ĢiĢiyle ilgili bilgilere Divan-ı Kebir‟de rastlıyoruz: “Kebap olsan aĢk, kebap ĢiĢi olur, seni evireçevire yakar-yandırırlar.”378 . “Onun kebap ĢiĢinden, onun Ģarap kadehinden…”379 375 Mahmut, TEZCAN, Türk Yemek Antropolojisi Yazıları, TC.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 23 376 Tuğrul, ġAVKAY, Osmanlı Mutfağı, s. 65 377 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 397 ; KaĢgarlı, tutmaç‟ın ĢiĢle yenildiğini belirtir. KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 125, KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 331, KaĢgarlı, a.g.e., c. II, s. 282 378 Dîvân-ı Kebîr, c.III, s. 159 379 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s.232 81 Yine Mevlana‟nın, “ġeyh „buna kelle kebabı lazım getiriniz‟ dedi.”380 ve “PiĢmiĢ kebap olmuĢ kelle gibi sırıtıyorsun da gülüyorum gülüyorum diyorsun.” 381 bahsinden kelle kebabının da yapıldığını öğreniyoruz. Ciğer ve kuĢlar da kebap edilmekteydi. Sultan Alaaddin Keykubat, ÇaĢnigir Nasreddin Ali‟nin önüne koyduğu kebap edilmiĢ bir kuĢu yedikten sonra zehirlenmiĢti.382 Türkiye Selçuklularında kebapçılık mesleğini icra eden kiĢiler vardı. Ayrıca kaynaklarda, KırĢehir Ermeniler Pazarında bulunan bir kebap evinin varlığından bahsedilmektedir.383 9. Yahni Farsça bir kelime olan yahni, terbiyeli et manasına gelir. Koyun ve sığır etleri münasip parçalara bölündükten sonra yıkanır. Hafifçe kızartılır, tuzu, soğanı ve baĢkaca biber ve baharatı konduktan sonra etleri piĢinceye kadar kaynatılır. Et parçalarının arasına sarımsak, soğan, nohut ve baĢka Ģeyler konulmak suretiyle piĢirilirse sarımsaklı, soğanlı, nohutlu yahni gibi isimler alır.384 380 Fîhi mâ fih, s.60 381 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s.155 382 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 66 383 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 65 384 M. Zeki ORAL“Selçuk Devri Yemekleri II”, s. 31 82 Ġbn Bibi, Tatvan yakınlarında Moğol Hanı Kır Han‟ın sofrasına yahni ve buğrahaniden ibaret yemekler getirildiğini nakleder.385 Mevlana da keçi etinden yahni yapıldığını Ģu sözlerle ifade eder: “ġu keçiden de, aziz padiĢahımızın öğle yemeği için yahni yapılır.”386 10. Kelle-Paça Kökeni Farsça olan paça sözünün Türkçemize ne zaman girdiği hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak Türklerin, eskiden beri paça yaptıklarını biliyoruz.387 Selçuklu Devri Türkiyesi‟nde kelle-paçacılığı meslek edinmiĢ kiĢilerin varlığına rastlıyoruz. Kaynaklarda revvâs ve ser-pez olarak geçen kelle-paçacılar, mesleklerini kendi dükkanlarında (dükkân-ı revvâsi) icra ederlerdi. 388 Mevlana, “(ġems) yedi günde bir yarım ekmeği baĢ suyuna tirit yapıp yerdi. Bir gün aĢçıbaĢı onun bu adetini sezer gibi oldu. O gün tirit suyuna bir parça yağ ekledi. Bu yüzden de ġems bir daha koyun baĢı satan dükkanların önünden geçmedi.” 389 diyerek dükkân-ı revvâsi den bahsediyor. Eflaki de eserinde bu dükkanlara değinerek “PiĢmiĢ baĢ satanların dükkanlarında olduğu gibi sayısız baĢlarla yürekler, önünde onun; o 385 Ġbn Bibi, c.I, s. 429 386 Mesnevi, c.1-2, s. 195 387 Bahaeddin, ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. IV, s. 377 388 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 60 389 Eflaki, 480 83 baĢların içinde bir baĢ buldum ben.”390 demiĢtir. Mevlana ise kelle-paça‟yı sevmediğini Ģu dizelerle ortaya koymaktadır: “Ben baĢ yemem; ağırdır baĢ; paça da yemem, kemikten ibarettir o.”391 11. Hotab Türkiye Selçukluları Devrinde yapılan diğer bir yemek de hotab‟ dır. Hotab‟ın içine neler koyulduğuna ya da nasıl yapıldığına dair bilgilere rastlayamadık. Ancak Eflakinin naklettiği bir hikayeden anladığımıza göre katı bir yiyecekti ve satın alınabiliyordu. Eflaki, “Mevlana hazretleri bir gün bana „iki diremlik iyi hotab al getir buyurdu.‟ O zamanlar bir sini hotabı bir dirheme veriyorlardı. Derhal hotabı aldım, o da benim elimden aldı mendile koyup gitti.”392 demiĢtir. 12. Bulamaç Kaynaklar, bulamaç yemeğinden de bahsetmektedir ki yapılıĢı günümüzde yapılana benzer olmalıdır.393 Mevlana‟nın, “Senin için bir bulamaç piĢirmiĢim… Bulamacı yiyince sarımsak gibi dövdü ezdi beni” 394 diyerek değindiği bulamaç, 390 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 25 391 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.233 392 Eflaki, s. 317 393 Müjgan, CUNBUR, a.g.m., s,77 394 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s. 452 84 Kamus-u Turki‟ de, “Un, Ģeker ve yağ ile piĢirilir bir nev‟ yemek”395 olarak tanımlanmaktadır. 13. Pastırma Pastırma göçebeliğin gereği olarak ortaya çıkmıĢ Türk yiyeceklerinden biridir ve kurutulmuĢ et demektir. Türkler bugün olduğu gibi Selçuklu devrinde de etten pastırma yapmasını biliyordu.396 KaĢgarlı pastırmaya “yazok et” denildiğini belirtmiĢ ve kelimenin anlamını Ģu Ģekilde açıklamıĢtır: “Güz vakti bir takım baharatla hazırlanarak kurutulan etti; öylece bırakılır, ilkbaharda yenir. Bu, „yaz ok ye‟ sözünden alınmıĢtır, „baharda ye‟ demektir; çünkü ilkbaharda hayvanlar zayıflar. Pastırması bulunan kimse böylece ilkbaharda iyi et yer.” 397 14. Balık Türkler Anadolu‟ya geldiklerinde Orta Asya‟dan farklı olarak sayısız balık ve deniz ürünüyle tanıĢmıĢtır.398 Kaynaklar sayesinde, Türkiye Selçukluları döneminde balıkçıların varlığından ve balık tutmak için hangi aletleri kullandıklarından haberdar olabiliyoruz. Bu aletlerden biri “olta” idi. Mevlana, “ Balıkçılar, balığı bir defada sudan çekip çıkarmazlar. Oltanın çengeli balığın boğazına girince onu birazcık 395 Kamus-u Turki, s. 319 396 M. Altay, KÖYMEN, Selçuklular Zamanında Beslenme Sistemi, s. 41 ; Dîvân-ı Kebîr c.IV, s. 405 ; Eflaki, s. 286 397 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 16 398 Tuğrul, ġAVKAY, Osmanlı Mutfağı, s. 20 85 çekerler ve sonra bırakırlar, tekrar çekerler. Bunu balığın kanının akıp bitkin bir hale gelmesi, kuvvetini kaybetmesi ve zayıflaması için yaparlar.”399 ile olta balıkçılığından bahseder. Balık tutmak için kullanılan diğer bir alet de “ağ” idi. Bunun da kayıtlarına Mesnevi‟de rastlıyoruz: “Balıkçılar, ağ getirmek için koĢtular”400. “Balıkçılar ağ attılar; balık ağ içinde kaldı. Böylece ahmaklık, onu ateĢin içine attı. AteĢ üstünde, bir tavanın içinde ahmaklığı yüzünden yanmaya, kızarmaya mecbur oldu”401 . Balıkçılık kimileri için geçim kaynağıydı. Eflaki, Mevlana‟nın halifesi ġeyh Selahaddin‟in anne ve babasından bahsederken, Konya civarında bir göl kenarında bulunan Kamile köyünden olduklarını ve bu gölde balık avlayarak geçindiklerini nakleder.402 Sahib Ata‟nın AkĢehir‟de yaptırdığı vakfiyede balık pazarının adı geçmektedir. Ayrıca Van Gölü‟nde Tırrih ( bugün Ġnci Kefali) denilen bir balık avlanmakta ve tuzlandıktan sonra ihraç edilmekteydi. 403 Tutulan balıklar genelde kızartılarak yeniyordu. Ġbn Bibi, I. Alâeddîn Keykubad‟ın ġam seferi öncesi verdiği ziyafeti anlatırken, “ Öyle bir sofraki… mavi göğün balığı(balık burcu), orada kızaran balıkları kıskanmaktan her an baĢını bulutların arasına gömüyordu.” demiĢtir. Mevlana‟nın, “Pazarda, çarĢıda tavadaki 399 Fîhi mâ fih, s.175 400 Mesnevi, c.3-4, s. 542 401 Mesnevi, c.3-4, s. 544 402 Eflaki, s. 532 403 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 146 86 balığa benziyorum, tavada o yana, bu yana döne döne kavruluyorum.” 404 kaydından, çarĢı ve pazarda da balık kızartması yapıldığını çıkarıyoruz. Buda bize günümüzdeki gibi balık ekmek kültürünün varlığını gösterebilir. Yine bu cümleden ve Aksarayi‟nin, “Balık gibi tavaya aĢık oldu”405 deyiminden balıkların tavada kızartıldığını anlıyoruz. 15. Av Yemekleri Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Selçuklularda da av en önemli etkinliklerden biridir. Osman Turan‟ın Ġbni Bibi‟den naklettiğine göre Ġbni Bibi‟nin Selçuknamesinde sultanların av tutkusu anlatılır ve yılda iki kez genel av eğlenceleri düzenlendiği bildirilir. “Avdan dönüĢ av etlerinden hazırlanmıĢ büyük ziyafetlerle sona erer içki raks musiki bu ziyafetlerin revnakını artırırdı. Yemeklerde av eti eksik olmazdı. Saraylarda av etinin rağbeti dolayısıyla hükümete mensup olmayan avcılarda yetiĢerek av hayvanı ticaretiyle meĢgul olurlardı.”406 Konar göçer yaĢamdan beri devam eden av merasim ve eğlenceleri, av etleri tedariki Selçuklularda önemli bir yer iĢgal ettiği için daima bu islere bakan bir makam ve bu makamda bir emir bulunurdu. Alaeddin Keykubad zamanında 404 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 106 405 AKSARAYĠ, Kerîmüddîn Mahmud-i, Müsameretü’l-Ahbâr, Türkçe terc. Mürsel ÖZTÜRK, Ankara 2000, s.165 406 Osman, TURAN, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, TTK Basımevi, Ankara 1988, s.28 87 Sadeddin Köpek, III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Kılavuzoglu emir-i Ģikar idi.407 BaĢlıca av hayvanları ceylan408 , geyik, kaz, ördek, keklik, tavĢan409 ve diğerleriydi. Avcı kuĢ olarak doğan, Ģahin, sungur gibi orta büyüklükte hayvanlar kullanılırdı.410 Ġbn Bibi, keklik eti ile ilgili Melikül Umera Seyfeddin Ayaba hakkında Ģöyle bir hikayenin anlatıldığını söyler: “ġiddetli bir soğuğun, dondurucu bir kıĢın hüküm sürdüğü , zemherinin Ģiddetinden ve dondurucu soğuktan ateĢ küresinin (güneĢ) nefesinin tıkandığı bir sırada sofrasında kızarmıĢ kekliğin eksik olduğunu görünce hemen buyruğu üzerine sofra sorumlusunu (han-salar) hazır ettiler. O, ona hiç duymadığı ağır sözler söyledi. O zaman sofra sorumlusu „Ģiddetli soğuktan buzun fazlalığından avcılar ava çıkamadılar‟ cevabını verince derhal Ģehri arayıp keklik bulsunlar. Eğer bundan sonra sofrada keklik görmezsem, o cahil baĢına ne geleceğini sen düĢün diye çıkıĢtı.”411 407 Osman, TURAN, a.g.e., s.28 408 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s. 16 409 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.245 410 Kubad Abad, s. 69 411 Ġbn Bibi, c.I, s. 222 88 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TATLILAR 1. Gülbeşeker Tatlı çeĢitlerinden biri olan “Gülbeşeker”, gülün, özellikle okka gülü adı verilen güzel kokulu kırmızı gülün yaprakları bal ve limonla ezilerek yapılırdı. Toz Ģekerle yoğrulup limon sıkılarak hazırlandığı da olurdu. Bu tatlı aynı zamanda gül reçeli ve gül Ģurubu yapılmak üzere uzun süre durabilen bir konsantre olarak kullanılırdı.412 Mevlana birçok beyitinde gülbeĢeker‟e değinmiĢtir: “Ey gül bahçesinden kaçıp da Ģekerle karıĢan gül, gül bahçesinden nasıl oldu da ayrıldın”413 . “Gül gibi, gülbeĢekerle karıĢmıĢ, fakat görünüĢte, acılar çeken, acılıklar tadan yüzbinlerce tadı seyret”414 . “onunla gülbeĢeker gibi kaynaĢmıĢım”415. “O gülbeĢekere tamah ettim de mahsustan hasta oldum”416 . 2. İşlenmiş Şekerler Mısır‟dan iĢlenmemiĢ Ģeker (Ģeker kamıĢı) ithal edilmesi, akide, badem Ģekeri ve parmak gibi uzun bir Ģekilde Ģeker yapılması Anadolu‟da Ģeker imalatının ve 412 Müjgan, CUNBUR, a.g.m., s.78 413 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 13. 414 Mesnevi, c.1-2, s. 161 415 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 325 416 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 72. 89 imalathanelerinin mevcut olduğunu göstermektedir.417 Kaynaklarda Şeker-riz olarak geçen Ģeker imalatçılarının418 , ürettikleri Ģekerlerin isimlerine rastlayabiliyoruz. Bunlardan biri kelle Ģekeriydi. Kelle şekeri, eskiden rafine kristal Ģekerin pres edilmesiyle elde edilen dibi yuvarlak, tepesi sivri büyük parçaya verilen isimdi. BaĢ büyüklüğünde olduğu için bu ad verilmiĢtir. ġeker kamıĢı, özel kaplarda piĢirildikten sonra konik kalıplara dökülürdü. Kaplarda hazırlanırken içine onda bir nisbetince halis taze süt konur, öyle piĢirilirdi. Çok sert olan bu Ģeker, kolayca kırılmaz küçük balta ile kenarından parçalanıp koparılırdı. Günümüzde pek üretilmemektedir.419 Mevlana eserinin bir yerinde, kelle Ģekerini kesip kıracak bir aleti olmayan satıcının müĢteriyi beklettiğinden bahseder.420 Adı geçen diğer bir Ģeker “Akide şekeri” idi. “Akida” kelimesi Arapça‟da “Kaynatılarak koyu Ģurup haline gelen bal veya Ģeker” anlamını da kazanmıĢtı. Mevlana, “Akideyi bu çeĢit, tatlı yapın; bu ağdadan böyle ĢekerleĢtim ben”421 diyerek akide Ģekerinden bahsetmektedir. 417 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 65 418 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 63 419 Büyük Larousse, c.13, s. 6601 420 Mesnevi, c.3-4, s. 429 421 Dîvân-ı Kebîr, c.VI, s. 233. 90 3. Helva Helva kaynaklarda en çok bahsi geçen tatlıdır. Selçuklu devrinde de helvanın nasıl bir malzemeyle yapıldığını öğrenmek mümkün görünüyor. Helva; Ģeker, yağ, fıstık, belki de Ģeker veya pekmez ile yapılıyordu.422 Mevlana cevizli423 ve bademli424 helvalardan söz etmektedir. Ayrıca, Celaleddin Karatayın yaptırmıĢ olduğu kervansarayda her cuma akĢamı bal helvası yapılıp bütün yolculara dağıtılması Ģart kılınmaktaydı.425 Aynı Ģekilde Niksarlı Ahi Pehlivan Zaviyesinde de her cuma gecesi bal helvası yapılır idi. 426 Helva, Eflakinin, “Adam bir tencere içerisinde ev helvası piĢiriyor”427 bahsindeki gibi evde piĢirilmesinin yanı sıra dükkanlarda da piĢirilip satılıyordu. Helva yapıp satan kiĢilere helva-ger denilmekteydi.428 AnlaĢıldığına göre yapılan helvalar sadece dükkanlarda değil, tepsi içinde seyyar olarak da satılıyordu. Mesnevi‟de, tepsi içinde helva satmaya çalıĢan bir çocuğun hikayesi anlatılmaktadır.429 Ġbn-i Batuta‟da da bu yönde bir kayıt mevcuttur. Ġbn Batuta, 422 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 54 423 Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 147 424 Mesnevi, c.1-2, s. 108 425 Turan, “Celaleddîn Karatay Vakıfları”, s 56-57 426 Bahattin, YEDĠYILDIZ, “Niksarlı Ahi Pehlivân‟ın Dârü‟s-sülehası”, Türk Tarih ve Kültüründe Tokat Sempozyumu (2-6 Temmuz 1986), Ankara 1987, s. 288 427 Eflaki, s. 244 428 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 54 429 Mesnevi, c.1-2, s. 288 91 Mevlana‟nın hikayesini naklederken, “Bir gün tekkeye baĢında helva tepsisiyle biri gelir. Tepsideki helva dilim dilim kesilmiĢ olup her parça bir kuruĢa satılmaktadır”430 der. Eflakinin, Eğer cennetteki kızarmıĢ et ve helva ümidi olmasaydı, ġu bir mukallid mestin rükû için sırtı eğilir miydi? 431 dizeleri helvanın ne kadar çok sevildiğini ortaya koyarken, Mesnevide geçen, “Onlara sıcak ekmekle bir sahan bal helvası sundu.”432 bahsi, yapılan helvaların ekmek ile de yenildiğini gösteriyor. 4. Pekmez Doğu Türkistan KaĢgar yöresinde Ģeker kamıĢının yetiĢtirildiği bilinmekle birlikte kamıĢtan elde edilen Ģekerin Anadolu‟ya Selçuklular döneminde Mısır‟dan getirildiği sanılmaktadır. ġekerden önce Türk tatlılarının tatlandırıcı öğelerini bal ve pekmez oluĢturuyordu.433 Ancak Ģekerin Türkiye Selçukluları döneminde var olması onun tüm halk tarafından kullanılıyor olabileceği anlamına gelmiyordu. Lüks bir gıda 430 Ġbn Battuta, s. 282 431 Eflaki, s. 330 432 Mesnevi, c. 5-6, s. 509 433 AyĢe, BAYSAL, “Türk Mutfağında Pekmez ve Ürünleri”, V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Maddi Kültür Seksiyon Bildirileri, Türk Hava Kurumu Basımevi Ġsletmesi, Ankara 1997, s. 118. 92 olması yüzünden, yüksek ve zengin tabaka dıĢındaki halk tatlandırıcı olarak pekmez ya da bal kullanmaya devam etmiĢti. 434 Pekmez‟in genellikle üzümden yapıldığına dair kaynaklarda bir çok bilgi vardır. Eflaki eserinin bir yerinde üzüm hasadının sona erdiğini ve pekmez kaynatıldığından bahseder.435 Ancak üzümün yanı sıra dut pekmezi436 ve nar pekmezinden de bahsedilmektedir. el-Ömeri, Denizli ilinde ucuz ve tatlı narların varlığından bahseder ve “nar suyu sıkılır ve ondan bir pekmez yapılır ki bal ile yan yana konulsa birbirinden ayırt edilemez” 437 diye nakleder. 5. Bal Bal, Türklerin Orta Asya‟dan beri aĢina olduğu bir besindi. Kaynaklardan anlaĢıldığına göre Türkiye Selçukluları döneminde üretilip satılmaktaydı. el Ömeri Anadolunun balını, “ Kar gibi beyaz Ģeker gibi tatlı, ne çok yakıcı tatlı ne de az tatlıdır. Hakiki bal tatlılığı lezzeti ve tadındadır. Gerçekten, yenecek bal buralarda bulunur” 438 diye tarif ederken fiyatının da çok ucuz olduğunu belirtir.439 Nasır-ı Husrev de “Bitlis Ģehrine vardım. Oradan bal aldık. Bize sattıkları hesaba göre yüz batmanı bir dinara satılıyordu. Bu Ģehirde adam vardır ki dediler, bir yılda üç yüz, 434 Osman, TURAN, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s. 290 435 Eflaki, s. 624 436 Vilâyet-nâme, s. 95. 437 Mesalikü‟l-ebsar, s. 195 438 Mesalikü’l-ebsar, s. 183 439 Mesalikü’l-ebsar, s. 194 93 dört yüz tulum balı olur”440 diyerek dönemin bal fiyatları hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. ġekerin olmadığı yerde bal ve pekmezin kullanıldığını daha önce söylemiĢtik. Zira Baba Ġlyas-ı Horasani‟nin müritleri, yiyecekleri yemeklere Ģeker bulunmadığı zaman bal karıĢtırmaktaydılar.441 Yine Mevlana‟nın, “ Yoksa sen balla piĢirilmiĢ ağdalı tatlılara sinek mi kesildin”442 bahsi de bize balın Ģeker yerine kullanıldığını gösterebilir. Gelen misafire bal çıkarıldığını nakleden Mevlana bunu Hazreti Ali‟nin üç yüce adetinden birine bağlıyor ve “damaklarının tatlılaĢıp benim hakkımda dua etmeleri için fakir misafirlere süzülmüĢ bal ikram ediyorum. Belki bununla ölümün acılığı da benim damağımda tatlılaĢır” 443 diyor. Bal üretimi genellikle kovanlar aracılığıyla yapılıyordu. Eflaki‟nin naklettiğine göre, Hüsameddin Çelebi bahçıvanına, “Filan kovandan taze bal çıkarıp getir” diye emretti. Bahçıvan kovanı açtı birkaç petek beyaz bal çıkarıp huzura getirdi. Çelebi yine “bal getir” diye emretti. Aynı kovandan beĢ altı paket bal daha getirdi. O “yine getir” diye buyurdu. Bunun üzerine bahçıvan “bu sondur” dedi. 444 440 Nâsır-ı Husrev, Sefernâme, Çev. Abdulvahab Tarzî, Ġstanbul 1985, s. 10 441 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 45 442 Dîvân-ı Kebîr, c.3, s.109 443 Eflaki, s. 233 444 Eflaki, s. 561 94 6. Paluze Paluze, yüzyıllarca Ģairlere ilham vermiĢ bir tatlıdır. Mevlana Divan-ı Kebir‟de Ģöyle diyor: Öyle tatlar var sende, öylesine tatlısın ki, Yağlıya-ballıya boĢ vermiĢsin Kendi yağında kavrul, kendi balınla tatlan, Zaten paluzesin, tattan, lezzetten ibaretsin sen.445 Günümüzde “pelte” olarak bilinen paluze, yapılıĢı çok yaygın, geçmiĢi çok eski, geleneksel bir Türk tatlısıdır. Kelimenin kökeni Farsçadır. Farsça “pâlûde” den gelmektedir.446 Kamus-u Turki‟ de, “niĢasta ve Ģekerle yapılıp soğuk yenen pelte” 447 olarak geçen paluze Türkiye Selçukluları devri kaynaklarında bir tatlı türü olarak yerini almaktadır. 448 445 Marry IĢın, PRISCILLA, Gülbeşeker (Türk Tatlıları Tarihi), Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2008, s.204 ; Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s. 124 446 Hayrettin, ĠVGĠN, "Geleneksel Bir Türk Tatlısı: Pelte", Yemek Kitabı (Tarih-HalkbilimiEdebiyat), Haz. M. Sabri KOZ, Kitabevi Yayınevi, s. 955 447 Kamus-u Turki, s. 347 448 Dîvân-ı Kebîr, c.III, s.371 ; Dîvân-ı Kebîr, c.IV, s.124 ; Mesnevi, c. 5-6, s. 120, 167 95 BEŞİNCİ BÖLÜM İÇECEKLER 1. Şarap ġarap eskiden beri Türk içki kültüründe yer alan bir içkiydi ve Türkler Ģaraba süçik449 , bor450 gibi adlar vermekteydiler. Ancak Türkler, kendi milli içecekleri olan kımız‟ı Ģaraba göre daha çok tüketmekteydiler. GörünüĢe göre, Ġslamiyetin alkollü içkileri yasak etmesine rağmen, Türkler, Ġslam medeniyeti çevresine girdikten sonra kımız‟ın yerini yavaĢ yavaĢ Ģarap almıĢtı. 451 Bunun altında yatan sebep belkide Ravendi‟nin yaptığı helal Ģarap tarifinde gizliydi. Ravendi, “Üzüm sıkılarak, elde edilen üzüm suyu, üçte ikisinden azı gidecek kadar kaynatılırsa helal olur… yüz batman üzüm Ģırası getirildi. Ona iki yüz batman su ilave edildi ve kaynatılarak üçte ikisi yakıldı, tabahhur ettirildi. Bu Ģıra bırakıldı, iki üç günde tahammur etti; çok hoĢ kokulu, faydalı, sarhoĢluk ve neĢe veren bir Ģarap oldu. (Ģehrin bilgilileri bunun helal olduğuna icazet verdiler.)” 452 bahsiyle helal Ģarabın nasıl yapıldığını bize gösteriyor. Ancak bu sadece helal olan Ģarabın tüketildiği anlamına gelmiyordu. Zira I. Ġzzeddin Keykavus‟un, Fütüvvet teĢkilâtının içine dahil edildiği bir törende Keykavus‟a fütüvvet elbisesi giydirildi, ayetler okunarak sembolik bir kadehten içine tuz 449 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 408 ve c. I, s. 363 450 KaĢgarlı, a.g.e., c. III, s. 121 451 M. Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, s. 483 452 RAVENDĠ, Râhat-üs Sudûr ve Âyet-üs Sürûr, Çev. Ahmed ATEġ,TTK, Ankara 1999, c.II, s.389 96 katılarak içki olmaktan çıkarıldığına inanılan Ģarap içirildi.453 Bu olay bize Ģarabın helal kurallara dayanarak üretilmediğini gösterebilir. Zira öyle olsaydı tekrar bir seremoniye gerek kalmazdı. Selçuklular Anadolu‟ya geldiği zaman, çok daha kaliteli ve güzel Ģaraplarla tanıĢtıklarına Ģüphe yoktur. Çünkü üzümden yapılan Ģarap, eski Anadolu‟nun kökten ve temel ürünlerinden biriydi454 ve dünyanın en güzel Ģarap üzüm bağları Anadolu‟da bulunmaktaydı.455 Mevlana‟nın eserlerinde Ģarabın nasıl yapıldığı nerelerde saklandığı ve nasıl ikram edildiği hakkında detaylı bilgilere rastlamak mümkündür. ġarap yapmak için önce üzümün suyu sıkılırdı: “Gâh avucunda sıkarsın beni, gâh ayağının altında ezersin; evet hakkın var, sıkılmamıĢ ezilmemiĢ üzüm Ģarap olmaz ki”456. Sıkılan üzüm Ģarap haline gelsin diye küplere konulmaktaydı: “Üzüm Ģarap olmak isterse bir zaman küpte kalıp kaynaması, köpürmesi gerek”457. Hazır hale gelen Ģarapların “bazısı tortuludur, bazısı ise inci gibi saf ve berraktır. Saf veya katkılı olan Ģarap; her ikisi de sarhoĢluk verir.” 458 Üzüm dıĢında menekĢe ve nar Ģaraplarının da yapıldığı 453 Salim, KOCA, Sultan I. İzzeddin Keykavus, s. 65 454 Ahmet, ÜNAL, Anadolu’nun En Eski Yemekleri : Hititler ve Çağdışı Toplumlarda Mutfak Kültürü, Homer Kitabevi, Ġstanbul 2007, s. 165 455 Orhan, KUTBAY, “Türk Mutfağının GeliĢimi”, I. Milletlerarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, 25-30 Eylül 1986, s. 193 456 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 319 457 Dîvân-ı Kebîr c.I, s. 152 458 Mesnevi, c.3-4, s. 575 97 görülüyor: “ Mahmurluğu, sersemliği ölüm Ģarabından bil; bırak menekĢe Ģarabını, vazgeç nar Ģarabından”459 Kaynaklarda, erguvani460 , lal461, kızıl462 , yakut renkli463 gibi adlandırmalarla geçen Ģarap; tas464, kadeh465, Ģarap kabağı466 , sağrak467 gibi aletlerden içilirken kırba468 , tulum469, testi470 ve küp471‟ te muhafaza edilmekteydi. 2. Boza Boza ülkemizde darı, arpa, buğday gibi tahılların ekĢileĢtirmesiyle yapılan, tatlı veya mayhoĢ bir içkidir. Boza sözünün kökenini tam olarak bilmiyoruz. Bu 459 Mesnevi, c.3-4, s. 187 460 Ġbn Bibi, c.I, s. 66 461 Ġbn Bibi, c.I, s. 301 462 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s.52 463 Mevlânâ’nın Rubaileri, s. 175. 464 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 266 465 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 269 466 Dîvân-ı Kebîr, c.V, s.45 467 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s.216 468 Dîvân-ı Kebîr, c.II, s.296 469 Eflaki, s. 486 470 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 156 471 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s. 324 98 sözün Farsça‟dan gelmiĢ olduğu ileri sürülmüĢse de sonradan, Farsça boza sözcüğünün Türkçe‟den alındığı anlaĢılmıĢtır.472 Ġbn Batuta bir seyahati sırasında, Türklerin kendisine sunduğu içkiyi merak ettiğini ve “Bu nedir?” diye sorduğunda “ Dühn suyudur.” cevabını verdiklerini nakleder ve devam eder: “ Onun söylediğinden hiçbir Ģey anlamamıĢtım. Tattığımda ekĢilik hissettiğim için hemen bıraktım. Yemekten çıktığım zaman bunun ne olduğunu araĢtırdım anlattılar: „ Dûkî tanelerinden yapılan bir nebizdir bu. Onlar Hanefi mezhebindendir ve nebiz onlar nezdinde helaldir.‟ Buralılar dûkî‟ den yapılmıĢ bu nebize “Bûza” adını veriyorlar.”473 Türklerin en fazla sevdiği içki olduğu anlaĢılan boza‟yı,474 Ġbn Batuta bu Ģekilde tarif etmekteydi. KaĢgarlının eserinde geçen bekni475 ve buxum476 sözcükleri boza anlamına geliyordu. Halen günümüzde sevilerek içilen boza‟nın Türkiye Selçukluları devrinde olmaması imkansızdı. Bu devir kaynaklarında da rastladığımız boza testi‟de muhafaza ediliyordu.477 472 Hasan, EREN, “Eski Türk Ġçkileri”, IV. Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi HALICI, Türkiye 3-6 Eylül 1992, s. 107 473 Ġbn Battuta, s. 314 474 M. Altay, KÖYMEN, Alp Arslan ve Zamanı II, s.480 475 KaĢgarlı, a.g.e., c. I, s. 434 476 KaĢgarlı, a.g.e.,. c. I, s. 485 477 Sipehsâlâr, s. 75 99 3. Şerbet Kaynaklarda Türkiye Selçukluları devrinde yapılan Ģerbet isimlerine rastlayabiliyoruz. Bunlardan biri bal ve sirke ile yapılan “sirkencebin”478 idi. Sirkencebin denilen Ģerbet hem susuzluğu gidermek hem de hastalıklarda ilaç yerine kullanılan bir Ģerbettir.479 ġerbetlerin içine Ģeker, bulunmadığı zaman ise bal katılmaktaydı. Eflaki‟nin, “Bütün Konya‟da aradılar, otuz zembil has nebetĢekerinden fazla bulamadılar. Birkaç sepet nebetĢekeri daha kattılar. Çünkü o tarihte herkes emniyet içinde olup toplantıların, semâların ve Ģenliklerin çokluğundan hiçbir nimet Konya halkına ve civar yerlerine yetmiyordu. Kalktı sultanın karısı olan Tokatlı Gumac Hatun‟un yanına gidip durumu anlattım. Gumac Hatun on zembil nebetĢekeri daha verdi. Ben öyle bir toplantının ihtiyacını bu kadar Ģeker Ģerbetinin nasıl karĢılayacağını düĢünüyordum. Sonra ayak takımı için bal Ģerbeti yapmalarını düĢündüm. Bunun üzerine bütün Ģekerleri Karatay medresesinin havuzuna doldurarak birkaç büyük küp Ģerbet daha yaptım ve sulu olmasın diye sultanın Ģarapçısına gönderdim.” 480 bahsinden anladığımıza göre Ģeker lüks bir tatlı olarak görülüyor ve üst düzeydekilere Ģerbet yapımı için kullanılıyordu. Bal Ģerbeti ise onun tabiriyle “ayak takımı” için kullanılmaktaydı. 478 Mesnevi, c. 1-2, s. 234 479 Müjgan, CUNBUR, a.g.m, s. 83 480 Eflaki, s. 188 100 Bal Ģerbetinin yanı sıra gülsuyu Ģerbeti481, lütûf Ģerbeti, Tanrı Ģerbeti ve nardenk Ģerbeti de kaynaklarda geçmektedir.482 Ġbn Batuta483 da limon suyundan yapılmıĢ ve içine büyük tatlı parçaları atılmıĢ bir tür Ģerbetten bahsetmektedir. Türkiye Selçukluları döneminde Ģerbetçilik mesleğini icra eden kiĢiler vardı. ġerbetçi, mesleğini sokaklarda da icra etmekte, Ģerbeti satarken bağırmakta ve müĢterilerine servisi bardakta yapmaktadır. ġerbetçilerin dükkanları da vardı ve burada Ģuruplar, limonlu bal Ģerbeti, Ģıra, ayran, buzlu su, niĢasta ve baldan yapılan kar Ģerbeti satılırdı.484 4. Ayran Geleneksel bir Türk meĢrubatı olan ayran Selçuklu devri kaynaklarında da geçmektedir. Mesnevide ayran ve yağ münasebeti sıkça değinilen konular arasındadır.485 Z. Oral‟a göre Selçuklu devrinde ayran Ģöyle yapılmaktaydı: “ Yoğurda bir miktar su ilave edildikten sonra yayıkta biĢekle dövülerek yahut (nehre) denilen üstüvane veya büyük testi Ģeklinde özel olarak hazırlanmıĢ toprak küplerde veya derilerde çalkalanarak yağı ayrılıp alındıktan sonra kalan beyaz sulu kısma ayran derler.”486 481 Mesnevi, c.3-4, s. 58 482 Müjgan, CUNBUR, a.g.m, s.83 483 Ġbn Battuta, s. 291 484 Erdoğan, MERÇĠL, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, s. 53 485 Müjgan, CUNBUR, a.g.m., s. 83 486 M. Zeki, ORAL, “Selçuk Devri Yemekleri II”, s. 32 101 5. Hoşaf Meyvelerin kurutularak saklandığından daha önce bahsetmiĢtik. Kurutulan bu meyvelerden yapılan hoĢaf, Selçuklu devri kaynaklarında adı geçen bir meĢrubattır. Eflaki kayısı hoĢafından bahsederken Ģöyle der: “ hamamın ardından kerem sahibi dostlarla birlikte yemek üzere büyük bir kase kayısı ıslatmıĢlardı… Bu sırada gözüm hoĢaf kasesine iliĢti. Nihayet nefsim aklımı yendi, bir kayısı tanesini ağzıma attım.”487 . Yine Eflakinin, “ Adamlarına biraz ekĢimsi hoĢaf yapıp bir çini kase içine koymalarını emretti”488 bahsi hoĢafın kaselerde servis edildiğini göstermektedir. 487 Eflaki, s. 682 488 Eflaki, s. 261 102 ALTINCI BÖLÜM MUTFAK ELEMANLARI 1. Sâki Eğlence meclislerinde hükümdara ve davetlilere Ģarap sunan kölelere sâki denilmekteydi.489 Kaynaklar genellikle sâkilerin güzelliklerine vurgu yapmıĢlardır. Ġbn Bibi, “Yarabbi! Ben, dolunayın ıĢığını aldığı o sâkileri nasıl anlatayım. Öyle güzellerki, onları gören zahid bile olsa, hemen kutsamaya kalkar. Zöhre yıldızı onların kadehlerindeki kabarcıklar gibi dans eder. Bazen aĢka gelip o kadehi ağzında tutar. Onların dudaklarına meze niyetine öpücük konduranlar, onun karĢılığı olarak tuz, fıstık ve Ģeker alırlar.”490 diyerek ve eserinin birçok yerinde peri yüzlü, 491 huri gibi492, ay yüzlü493, gümüĢ tenli494 Ģeklinde benzetmelerle sakilerin güzelliğinden dem vururken, aynı zamanda sakilerin giydiği elbiseler hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlıyordu: “Ayın, güzelliklerini kıskanmaktan kendini gizlediği, MüĢteri(yıldız)‟nin kokularının ateĢinden yanıp tutuĢtuğu altın 489 Ġsmail Hakkı, UZUNÇARġILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK, Ankara 1988, s. 35 490 Ġbn Bibi, c.I, s. 237 491 Ġbn Bibi, c.I, s. 76 492 Ġbn Bibi, c.I, s. 256 493 Ġbn Bibi, c.I, s. 181 494 Ġbn Bibi, c.I, s. 198 103 külahlı ve gümüĢ bilekli sâkiler, erguvan renkli Ģarabı, barbudi ve hüsrevani Ģarkıyı dinleyenlere sundular.”495 Benzer tabirlere Divan-ı Kebir‟ de de rastlamaktayız. Mevlana, sâkilerden “Güzel, ferkâd yıldızı gibi parlak, selvi gibi yüce, usül boylu, Ģeker dudaklı, ay parçası sâki, kadehi doldurdu.”496 diye bahsetmektedir. 2. Emîr-i Çaşnigir Bu İşler bittikten sonra Darü‟s-selâm sofrası gibi bir sofrayı, Mir-i hân (han-salar) bir defa daha cihan padişahının önünde kurardı. O zaman Çaşnigir huzura girer, geleneğe göre huzurda yerini alırdı. Ünlü kimselerin yaptıkları duadan sonra padişaha yiyecek gönderirdi. 497 Ġbn Bibi‟nin bu Ģekilde bahsettiği ÇaĢnigirlik, Selçuklu sarayında Haciblik ve Üstadüddarlık‟tan sonra gelmekteydi. Görevi hükümdarın sofracılığı olup ümeradan olan ve bunların amirine de Emîr-i ÇaĢnigir denilirdi.498 Emîr-i ÇaĢnigir‟in baĢlıca vazifesi, sultanın sofrasına getirilen yemekleri, sultan yemeden önce tatmak suretiyle onun zehirlenmesini önlemekti. Bundan baĢka, maiyetindeki görevlilerle hükümdarın sofrasını hazırlamak ve sofrada hizmet görmek vazifesi de 495 Ġbn Bibi, c.I, s. 456 496 Dîvân-ı Kebîr, c.I, s.214 497 Ġbn Bibi, c.I, s. 324 498 UzunçarĢılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 81 104 ona aittir.499 Zehirlemelerin önüne geçebilmek için, ÇaĢnigirler‟in güvenilir kiĢilerden seçilmesine dikkat edilirdi. Buna rağmen Türkiye Selçuklu Tarihinde zehirlenme ile ilgili çarpıcı bir örneğe rastlıyoruz. II. Gıyaseddin Keyhüsrev, kendisini veliaht yapmayan babası Sultan I. Alaeddin Keybkubad‟ı ÇaĢnigir Nasreddin Ali‟yi kandırarak, Kayseri‟de zehirlemiĢtir.500 3. Havâyic Sâlâr ( Hansalar) Selçuklu Sarayının aĢçısı olup yemekler bunun nezareti altında piĢirilmekteydi. Havayichane denilen saray mutfağında emrindeki uĢaklarla birlikte çalıĢırdı.501 Gerekli mutfak malzemelerini sağlamak da hansalar‟ın göreviydi.502 AnlaĢıldığına göre erzak alımı hergün yapılmaktaydı ve erzak alımına giden uĢaklar baĢında sepet taĢırlardı.503 499 Aydın, TANERĠ, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ġstanbul 2003, s.60 500 TURAN Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken NeĢriyat, Ġstanbul 2004, s. 413 ; UZUNÇARġILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal,, s. 81 ; Ġbn Bibi, c.I, s. 456 501 UZUNÇARġILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 85 502 Ali SEVĠM-Erdoğan MERÇĠL, Selçuklu Devletleri Tarihi (Siyaset, Teşkilat ve Kültür), TTK, 1995, s. 507 503 Ġbn Bibi, c.II, s. 138 105 4. Şarabdar ġarabdar, saraydaki “ġarabhane-i Sultan” veya sadece “ġarabhane” denilen ve hükümdara ait meĢrubatı korumakla yükümlü daire veya kiler hademelerinin amiriydi. ġarabdar‟a Ģarabsalar da denilmekteydi. 504 Sultanın misafirlerine sunulan Ģarap ve Ģerbetlerin kalitesini denetlerdi.505 Zöhre yüzlü506 olarak nitelendirilen ġarabdarlar‟ın, sorumlu oldukları Ģaraphaneye memleketin en güzel üzümleri gönderiliyor ve gönderilen üzümler orda Ģarap haline getiriliyordu. 507 5. Emîr-i Meclis Hükümdarın bezm denilen meclis tertibatına bakan bu görevli, Türkiye Selçukluları, Memlükler ve Ġslamiyeti kabulden sonra Ġlhanlılarda görülmüĢtür. 508 Ġbn Bibi509 eğlence meclisi (bezmgah)‟nin Ģarap ve kadeh için değil, insan için dinlenme yeri olduğunu belirterek, Emîr-i Meclis‟in hazırladığı bir sofrayı Ģöyle tarif etmekteydi: “Emîr-i Meclis izin isteyerek Ġbrahim Aleyhisselam‟ın zengin ziyafet sofralarının gözü üzerine düĢse, oradaki yiyecek ve içecek bolluğuna bakarak kıskançlıktan çatlayacağı bir sofra hazırladı. Sofrayı Ġhvan-ı Safa‟nın 504 UZUNÇARġILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 84 505 Aydın, TANERĠ, a.g.e., s.,60 506 Ġbn Bibi, c.I, s. 456 507 Ġbn Bibi, c.II, s. 108 508 UZUNÇARġILI, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 84 509 Ġbn Bibi, c.I, s. 270 106 tabiatının tadında hoĢ ve nefis meyvelerle süsledi. Lal renkli içeceklerle donanmıĢ, cennet bahçesinin huzurunu veren o sofraya her türlü meze koydular.” 510 Ġbn Bibi, meclislerde Ģarap sunan sakiler haricinde çengi çalıp bülbül gibi Ģakıyan insanlardan511 ve gazel okuyucularından bahsediyor ve onları Ģöyle betimliyordu: “Sakilerin ellerinde kalpleri kanla dolu kadehler olduğu halde edeplerini kaybetmeden mecliste bulunanlara hizmet Ģartlarını yerine getirmek için el pençe divan durduğu; nağmelerin güzelliğinden, saz tellerinden çıkan sesin hoĢluğundan ve sanatlarının üstünlüğünden sert taĢların zerre gibi dağılıp havada dans ettiği; usta çalgıcıların döktürdükleri seslerden can bülbüllerinin ötmeye, gökteki yıldızların duydukları hazdan coĢmaya baĢladığı; gazel okuyucularının okuyuĢ tarzından diğer gazel okuyucuların Hicaz yolunu tuttukları; sahalarında dünyanın seçkinlerinden olan Ģarkıcıların Muhammed (sav) ahlaklı ve Mahmud (Gazneli) tarikatlı sultan‟ın huzurunda sıra oldukları bir meclis düzenlediler.”512 Çalınan müzik aletleri arasında organon, 513 ud,514 saz, 515 barbut,516 rebab, 517 ney ve def518 vardı. Çalgıcıların oturacak yerleri belliydi519 ve bazen çalgıdan sonra kalkıp sema yaparlardı.520 510 Ġbn Bibi, c.I, s. 229 511 Ġbn Bibi, c.I, s. 229 512 Ġbn Bibi, c.I, s. 455 513 Ġbn Bibi, c.I, s. 381 514 Ġbn Bibi, c.I, s. 76 515 Ġbn Bibi, c.I, s. 391 516 Ġbn Bibi, c.I, s. 229 517 Ġbn Bibi, c.I, s. 229 518 Ġbn Bibi, c.I, s. 236 519 Ġbn Bibi, c.I, s. 257 520 Ġbn Bibi, c.I, s. 285 107 SONUÇ Bugün dünyanın üç büyük mutfağından biri olarak nitelendirilen Türk Mutfağı, bunu yemek kültüründeki derin birikime borçludur. Mutfak kültürünün zenginleĢmesi Ģüphesiz yeni kültürlerle alıĢveriĢin sonucu olarak ortaya çıkmıĢtır. Bunda Orta Asya‟dan batıya doğru olan göçlerin katkısı büyüktür. Türkler, konar göçer yaĢam tarzından dolayı kendilerine özgü bir mutfak kültürü yaratmıĢlardır. Ġktisadi faaliyet olarak hayvancılığın ön planda olması, bunun yanı sıra avcılığın da Türklerde önemli bir yer teĢkil etmesi, günlük yaĢamda et ve diğer hayvansal ürünlerin önemli bir yer tutmasını sağlamaktaydı. Sebze yemekleri hakkında ise, Türklerin Orta Asya‟dayken birçok sebzeyi tanımalarına rağmen, pek bilgi yoktur. Sebzelerin yemeklerde daha çok kullanılması Anadolu‟ya geldikten sonra olmuĢtur. Selçuklular, Orta Asya kültüründen gelen ağırlıklı et yemeklerini, Anadolu‟nun bereketli topraklarında yetiĢen ürünlerin yanı sıra etkileĢimde oldukları diğer toplulukların mutfağından aldıkları ile geliĢtirerek günümüz mutfağının oluĢmasına katkıda bulunmuĢtur. Kaynaklarda rastladığımız Türkiye Selçuklularına ait yemeklerin çok fazla değiĢikliğe uğramadan günümüze kadar geldiği görülmektedir. Kaynaklarda geçen kısıtlı bilgilerin yanı sıra müzelerde sergilenen Türkiye Selçukluları devri eserlerine bakarak mutfak aletlerinin neye benzediği ve hangi maddeden yapıldığına dair bazı fikirler elde edebildik. Buna göre aletlerin 108 birçoğunun yapısı korunarak halen Anadolu‟nun bazı köylerinde kullanıldığı görülüyor. 109 TEZ ÖZETİ Ġlk çağlardan itibaren var olan tüm uygarlıklar, yaĢadıkları topraklarda, iklim Ģartlarına ve yaĢayıĢ biçimlerine göre beslenme tarzlarını oluĢturmuĢlardır ve böylece mutfak kültürlerini oluĢturmuĢlardır. YerleĢik yaĢama geçiĢ ve Ġslamiyet‟in kabulüyle birlikte değiĢim gösteren Türk mutfağı, Selçukluların Anadolu‟ya gelmesiyle birlikte daha zengin bir hal almıĢtır. AraĢtırmada olabildiğince Türkiye Selçukluları mutfak kültüründen ve Selçuklulara ait yemeklerden ve yemeklerin yapılıĢından bahsedilmiĢtir. Ayrıca Selçuklulara ait içecek ve tatlılarda bu araĢtırmanın konularındadır. Selçuklu mutfağında çeĢitli araç-gereçler kullanılmıĢtır. Ġlk baĢlarda ihtiyaca yönelik olarak ortaya çıkan bu yemek araç- gereçleri zamanla değiĢerek daha önemli bir hal almıĢtır. Türkiye Selçuklu mutfağında kullanılan aletlerin ne amaçla kullanıldığı ve hangi aletlerin mutfaklarında yer aldığı araĢtırılmıĢtır. Saray mutfağındaki idari yapılanmadan dolayı mutfağın önemli bir yapıya sahip olduğu sonucuna varmaktayız. Çünkü Selçuklu mutfağında çeĢitli görevliler yer almaktadır. Bu görevlilerin ne iĢ yaptıkları ve nerelerde görev aldıkları da tezimizin içeriğinde yer almaktadır. 110 ABSTRACT All the civilizations existing from the early ages have developed their diet styles and also their cuisine in the regions they lived according to their climate and lifestyles. With settled life and the acception of Islam, Turkish Cuisine made a big change and with the arrival of Seljuks to the Anatolia, it grew rich. In this survey, it is mostly mentioned about Turkish Seljuks's cuisine, dishes and the cooking styles of the dishes. Additionally beverages and the desserts are the parts of this survey. Variety of tools were used in Seljuk Kitchen. At the beginning, those were invented for needs but then they played more important roles.Also the functions and the types of the tools used in Turkish Seljuk Kitchen were investigated. It is concluded that because of the governmental configuration in Palace, cuisine was important concept. Because as it is mentioned in the thesis where and how, there were different kind of workers in Seljuk Kitchen. 111 KAYNAKÇA AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I (1243-1453), BarıĢ Kitabevi, Ankara 1999 AKSARAYĠ, Kerîmüddîn Mahmud-i, Müsameretü’l-Ahbâr, Türkçe terc. Mürsel ÖZTÜRK, Ankara 2000. Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Haz. Feyzi HALICI, Ankara 1992. ARIK, Rüçhan, Kubad Abad ( Selçuklu Saray ve Çinileri), Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ġstanbul-2000. ARLI, Mine, “Türk Mutfağı Genel Bir BakıĢ”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, S.19-33 ARTUN, Erman, “Adana Mutfak Kültürü ve Adana Yemeklerinden Örnekler”, Yemek Kitabı (Tarih-Halkbilimi-Edebiyat), Kitabevi Yayınevi. BAYKARA, Tuncer, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Ġzmir 1990. BAYRAM, Sadi - KARABACAK, Ahmet Hamdi, “Sahib Âta Fahrü‟d-dîn Ali‟nin Konya, Ġmaret ve Sivas Gökmedrese Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, 13, Ankara 1981. 112 BAYSAL, AyĢe, Beslenme Kültürümüz, Kültür Bakanlığı Yayınları No: 1230, Ankara 1990. BAYSAL, AyĢe, “Türk Mutfağında Pekmez ve Ürünleri”, V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Maddi Kültür Seksiyon Bildirileri, Türk Hava Kurumu Basımevi Ġsletmesi, Ankara 1997, S. 118-124. BAYSAL, AyĢe – MERDOL, Türkan – TAġÇI, Nevin – BAġOĞLU, Sevil – SACIR, Handan, Türk Mutfağından Örnekler, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000. BULDUK, Sıdıka - BAYKAN, Suna, “Türk Mutfağından Bir Yemek (KeĢkek)”, 5. Milletlerarası Yemek Kongresi, Ankara 1994, S. 49-51 Büyük Larousse (Sözlük ve Ansiklopedi), Milliyet, Ġstanbul. CAHEN, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, Çev. Erol Üyepazacı, Ġstanbul 2002. CAHEN, Claude, “XIII. Yüzyılın BaĢlarında Anadolu‟da Ticaret”, Cogito (Selçuklular Özel Sayısı), XXIX, Çev. Aykut DERMAN, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2001, S. 132-143. 113 CUNBUR, Müjgan, “Mevlânâ‟nın Mesnevî‟sinde ve Dîvân-ı Kebîr‟inde Yemekler”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 69-85. ÇEKEN, Muharrem, Anadolu Selçuklu Dönemi Maden Sanatı , (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1998. ÇELEBĠ, Celaleddin, “Uluslararası Yemek Kongresi”, I. Milletlarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Türkiye, 25-30 Eylül 1986. DALBY, Andrew, Tehlikeli Tatlar ( Tarih Boyunca Baharat), Çev. Nazlı PĠġKĠN, Ġstanbul 2004. DEĞER, Mebrure, Diyarbakır Yöresi Yemeklerinde Tıbbi Bitkiler, 2. Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi HALICI, Eylül 1988. Derleme Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi 1993. EREN, Hasan, “Türk Yemek Adlarında Kullanılan Bir Ek”, İkinci Milletlerarası Yemek Kongresi, 3-10 Eylül 1988, Düz. Feyzi Halıcı, Güven Matbaası, Ankara 1989. 114 EREN, Hasan, “Eski Türk Ġçkileri”, IV. Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi HALICI, Türkiye 3-6 Eylül 1992. EREN, Naci, Kaşık ve Kaşıkçılık, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Ġstanbul 1984. EFLAKĠ, Ahmet, Ariflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin YAZICI, Ġstanbul 2006. El-Ömerî, Mesalikü’l-ebsar, Türkçe terc. YaĢar YÜCEL, Anadolu Beylikleri Hakkında AraĢtırmalar I, TTK, Ankara 1991 ERDURAN Çiğdem Öztürkçine - SERĠFOGLU Ömer Faruk, “Anadolu‟da Patlıcan Kültürü ve Yemekleri”, Yemek Kitabı (Tarih-Halkbilim-Edebiyat), Kitabevi Yayınları, Ġstanbul 2002. FRAGNER, Bert, “Kafkaslardan Dünyanın Damına: Bir Mutfak Serüveni”, Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Editörler: SAMĠ Zubaida- Richard Tapper, Tarih Vakfı Yurt yayınları:104 GENÇ, ReĢat, “XI. Yüzyılda Türk Mutfağı”, ”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara. GÖKYAY, Orhan ġaik, Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı Yayınevi, Ġstanbul 2007. 115 GÖNEY, Süha, Sıcak Bölgelerde Ziraat Hayatı, Ġstanbul 1986. GÜRSOY, Deniz, Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz, Oğlak Yayınları, 2004. HALICI, Feyzi, “Mevlânâ‟nın eserlerinde Yemek ve Mutfak Ġmajı”, I. Milletlarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Türkiye 25-30 Eylül 1986, S. 114-118. ĠBN BATTÛTA TANCĠ, İbn Battûta Seyahatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2005. ĠBN BĠBĠ, el-Evâmilü'l-alâiyye fi'l-umûri'l-alaiyye (Selçuknâme), Terc. Mürsel ÖZTÜRK, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996. ĠVGĠN, Hayrettin, "Geleneksel Bir Türk Tatlısı: Pelte", Yemek Kitabı (TarihHalkbilimi-Edebiyat), Kitabevi Yayınevi. KABAKLI, Ahmet, “Dede Korkut Kitabın‟da Yemekler ve Yemekle Ġlgili Bazı Töreler”, İkinci Milletlerarası Yemek Kongresi, Düz. Feyzi Halıcı, Eylül 1988. KAFALI, Mustafa, “Anadolu‟nun Fethi ve TürkleĢmesi”, Töre Dergisi, VI/40, (1974), S. 28-37. 116 KARPUZ, Emine, “ Anadolu Mutfaklarında Kullanılan Bakır Kaplar ve Osmanlı Dönemi Örnekleri”, Türkler, C. XII, Ankara 2002. KAġGARLI, Mahmut, Divanü Lûgat-it-Türk, Çev. Besim ATALAY, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2006. KOCA, Salim, Sultan I. İzzeddin Keykavus (1211–1220), TTK, Ankara 1997 KÖYMEN, Mehmet Altay, Alp Arslan ve Zamanı II, D.T.C.F yayınları, Ankara 1983 KÖYMEN, Mehmet Altay, “Selçuklular Zamanında Beslenme Sistemi”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, s. 35-45. KUBAN, Doğan, Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, Ġstanbul 2002. KUT, Günay, “Türklerde Yeme-Ġçme Geleneği ve Kaynakları”, Eskimeyen Tatlar, Haz. Semahat Arsel, Ġstanbul 1999. KUT, Günay, “Türk Mutfağında Çorba ÇeĢitleri”, II. Milletlerarası Yemek Kongresi Bildirileri, Haz. Feyzi Halıcı, Konya Kültür ve Turizm Vakfı Yayınları, Güven Matbaası, Ankara 1989. 117 KUTBAY, Orhan, “Türk Mutfağının GeliĢimi”, I. Milletlarası Yemek Kongresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, 25-30 Eylül 1986, S. 191-194 MERÇĠL, Erdoğan, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, TTK Yayınları, Ankara 2000. MEVLANA Celâleddîn-i Rumi, Mesnevi, Terc.ġefik CAN, Ötüken Yayınları, 1997. MEVLANA Celâleddîn-i Rumi, Dîvân-ı Kebîr, Terc. Abdulbaki GÖLPINARLI, Remzi Kitabevi, Ġstanbul. MEVLANA Celâleddîn-i Rumi, Mevlânâ’nın Rubaileri, Terc. Nuri GENÇOSMAN, Ġstanbul 1997. MEVLANA Celâleddîn-i Rumi, Fîhi mâ fih, Çev. Meliha Ülker TARIKAHYA, Maarif Basımevi, Ġstanbul 1954. MUALLĠM, Cevdet, "Sivas DarüĢĢifası Vakfiyesi ve Tercümesi", Vakıflar Dergisi, I (1938), S.35-38. Muhammed b.Ali b.Süleyman er- RAVENDĠ, Râhat-üs Sudûr ve Âyet-üs Sürûr, Çev. Ahmed ATEġ, TTK, Ankara 1999, C. II Nâsır-ı Husrev, Sefernâme, Çev. Abdulvahab Tarzî, Ġstanbul 1985. 118 OĞUZ, Burhan, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri (C.1 Beslenme Teknikleri), Ġstanbul matbaası, Ġstanbul 1972. ORAL, M. Zeki, “Selçuk Devri Yemekleri II”, Türk Etnografya Dergisi, Sayı 2, 1957. Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Editörler: SAMĠ Zubaida- Richard Tapper, Tarih Vakfı Yurt yayınları:104 ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, c. II, III, IV, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000. ÖGEL, Bahaeddin, “Türklerde Tatlı AnlayıĢı ve ġeker”, Geleneksel Türk Tatlıları Sempozyumu Bildirileri (17-18 Aralık 1983 Ġstanbul), Ankara 1984 , S.17-20 ÖNDER, Mehmet, Mevlana Şehri Konya (Tarihi Kılavuz), Güven Matbaası, Ankara 1971. ÖNDER, Mehmet, Geleneksel Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 10-11 Eylül 1982, Konya. ÖNDER, Mehmet, “Konya‟da KaĢık Sanatı Dünü-Bugünü”, 4.Ulusal El Sanatları Sempozyumu, 21-24 Kasım, Ġzmir Dokuz Eylül Üniversitesi. 119 ÖNEY, Gönül, Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1988. PRISCILLA, Marry IĢın, Gülbeşeker (Türk Tatlıları Tarihi), Yapı Kredi Yayınları, Ġstanbul 2008. RĠCE, Tamara Talbot, Bizas’ta Günlük Yaşam, Terc. Bilgi ALTINOK, Ġstanbul. Sevâkıb-ı Menâkıb, Haz. Bekir ġahin, Rumi Yayınları, Konya 2006. SEVĠM, Ali - MERÇĠL Erdoğan, Selçuklu Devletleri Tarihi (Siyaset, Teşkilat ve Kültür), TTK, 1995. SĠPEHSALAR, Ferîdûn bin Ahmed-i, Mevlânâ ve Etrafındakiler, Risale, Türkçe terc. Tahsin Yazıcı, Ġstanbul 1997. SÜMER, Faruk, Yabanlu Pazarı, Selçuklular devrinde Milletler-arası Büyük Bir Fuar, Türk Dünyası AraĢtırmaları Vakfı Yayını, Ġstanbul 1985. SÜMER, Faruk, Oğuzlar, Ana Yayınları, Ġstanbul 1972. ġAVKAY, Tuğrul, Osmanlı Mutfağı, ġekerbank Yayınları. 120 ġAVKAY, Tuğrul, “Gündelik Hayatta Yemek ve Ġçmek Üzerine”, Hünkar Beğendi, T.C Kültür Bakanlığı Yayınları. SAMĠ, ġemseddin, Kamus-u Turki, Çağrı Yayınları, Ġstanbul 2001. ġĠMġEKLER, Nuri, “Mesneviye Göre Konyada YaĢam (Milletler-Meslekler)”, III. Uluslararası Mevlana Kongresi, 5-6 mayıs 2003, Konya, Türkiye TANERĠ, Aydın, Mevlâna Ailesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985. TANERĠ, Aydın, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ġstanbul 2003. TEBARDAR, Esra, ARAS, Bendegül, BARI, Nimet, “Konya Yöresi Yemeklerinin Özellikleri ve Besin Değerlerinin Ġncelenmesi Üzerine Bir AraĢtırma”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Ankara 1998. TEZCAN, Mahmut, Türk Yemek Antropolojisi Yazıları, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları:2515, Ankara 2000. 121 TEZCAN, Mahmut, “ Türklerde Yemek Yeme AlıĢkanlıkları ve Buna ĠliĢkin DavranıĢ Kalıpları”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (31 Ekim-1 Kasım 1981), Ankara 1982, TIZLAK, Fahrettin, “ Osmanlılardan Önce Türklerde Madencilik”, Türkler, C. VII, Ankara 2002. TOLAN, Öner, Bizans Devletinde Ziraat (IX.-X. Yüzyıl), (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, BasılmamıĢ Yüksek Lisans Tezi) Elazığ, 2006 TURAN, Osman, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III (Celaleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri)”, Belleten, C. XII/45, Ankara 1948. TURAN Osman, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, TTK Basımevi, Ankara 1988. TURAN Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken NeĢriyat, Ġstanbul 2004. TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Turan NeĢriyat Yurdu, Ġstanbul 1971. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basım Evi, Ankara 1988. 122 UYUMAZ, Emine, XI-XIV. Yüzyıllarda Anadolu‟da YetiĢen Meyveler”, Meyve Kitabı, Editörler: Emine Gürsoy Naskali, Dilek Herkmen, Kitabevi, Ġstanbul 2006, s.491-504 UZUNÇARġILI, Ġsmail Hakkı, "XIII. ve XIV. Asırlarda Anadolu'da Ticaret", Ülkü Halkevi Mecmuası, C.l, Sayı 4, Mayis 1933. UZUNÇARġILI, Ġsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK, Ankara 1988. ÜNAL, Ahmet, Anadolu’nun En Eski Yemekleri: Hititler ve Çağdışı Toplumlarda Mutfak Kültürü, Homer Kitabevi, Ġstanbul 2007. ÜNVER, A. Süheyl, Fatih Devri Yemekleri, Kemal Matbaası, Ġstanbul 1952. ÜNVER, A. Süheyl, “Sel
.XXXXXXXX
XXXXAnadolu Selçuklu Devleti Döneminde Dil ve Edebiyat Tongue and Literature in the Period of Anatolian Seljuk State 96 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ şekilde aksettirmişlerdir (Turan 1998: 282)1 . Anadolu’ya gelen bu Oğuz kitleleri, dâru’l-cihâd saydıkları Anadolu’yu Türkleştirmek ve müslümanlaştırmak için dinden aldıkları güçle savaşmışlar (Mazıoğlu 1972: 297), Anadolu’nun derinliklerine kadar ilerleyerek, kendileri ile beraber, Türk dilini, kültürünü, örf ve idaresini de götürmüşlerdir. Bütün Anadolu Türklerin eline geçtikten sonra, Türk boyları ve halkları, eski Orta Asya bozkır geleneklerinden ayrılarak yeni yerleşik hayat prensiplerine yaklaşmak durumunda kalmışlardır (Caferoğlu 1972: 3-4). Türkmen de denilen bu Oğuzların bir kısmı yeni yurtlarında şehirlerde yerleşmişler, çoğu ise Anadolu’nun ıssız topraklarında yeni köyler kurmuşlar, ya da göçebe hayatını sürdürmüşlerdir (Mazıoğlu 1972: 297). Bu çalışmada, artık bir Türk yurdu hâline gelen Anadolu’daki dil, edebiyat ve kültürel faaliyetler hakkında bilgi verilecektir. Şiir ve Toplum Anadolu halkı özellikle şiirin ahengi ile veznin ritmik tekrarının insan ruhunda oluşturduğu etkiden dolayı, şiire karşı bir temayül sergilemiş, hatta kendisine aktarılacak her bilginin manzum olarak verilmesini istemiştir. Tabii ki bunda, şiirin öğrenmeye sağladığı katkı ve kolaylığın bilincine vararak öneminin farkına varılması ve bundan yararlanma yoluna gidilmesi de etken olmuş olabilir. Şiiri seven ve ona sempati ile bakan halkın isteğiyle şiir, Anadolu’da uygun bir ortamla buluşmuştur. Şâirler bulmuş oldukları bu müsait ortamı en iyi şekilde kullanarak, şiirin Anadolu’da oluşması, gelişmesi ve yerleşmesi noktasında hummalı bir gayret içine girmişlerdir. Hatta şiirle ilgisi olmayanlar da, Mevlânâ gibi, şiir söylemeye meyil etmişler, duygularını ve düşüncelerini şiirle ifade etme yoluna gitmişlerdir. Şâirler, şiiri bir yandan toplumu, özellikle halkı eğitme, aydınlatma ve bilgilendirmenin bir vasıtası olarak kullanırken, diğer yandan belli bir bilgi birikimine sahip 1 Bir anonim Bizans kroniği: kara ve deniz sanki bütün dünya kafir barbarlar (Türkler) tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Onlar şarkın (Anadolu’nun) bütün köylerini, evleri ve kliseleriyle birlikte, yağma ve istila ettiler ifadesiyle durumu açıkça, ancak hissî olarak tasvir eder. Başka bir kronik Türklerin Anadolu’ya, eskisinden farklı olarak, artık bir yağmacı değil işgal ettikleri bölgelerin hakiki sahibi olarak sıfatıyla girdiklerini belirterek daha isabetli bir görüşü temsil eder (Turan 1998: 282). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 97 olup ‘hakikati’ ‘hakikatin diliyle’ öğrenenlerin estetik duygularına cevap veren bir araç olarak görmüşlerdir. Böylece toplumun her kesimine hitap eden ve onların ihtiyaçlarına cevap veren şiirler kaleme alınmıştır. Özellikle doğum yeri olan Belh insanının daha çok nesire temayül ettiğini ve şâirliğe dolayısıyla şiire çok önem vermediğini belirten Mevlânâ’nın, eğer orada kalsaydı, büyük ihtimalle kendisinin de o bölge insanının yolunda gideceğini, yani ders takrir eden, vaaz veren birisi olarak kalacağını, fakat Anadolu’ya geldiğinde buranın insanlarının arzusu doğrultusunda sahip olduğu hakikatleri vezinli bir şekilde yani şiirle ifade etmeye meylettiğini gösteren şu sözleri, Anadolu halkının bu durumunu göstermesi bakımdan önemlidir: “Benim bir mizacım var, kimsenin benden incinmesini istemem. Yanıma gelen dostlar benden mütemadiyen şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde, ben nerde. Vallahi ben şiirden usanmışım, benim indimde şiirden aşağı bir şey yok. Benim şiir söylemem, misafir arzu ediyor diye ev sahibinin onları memnun etmek için işkembeyi eliyle yıkayıp temizlenmesine benzer. Çünkü misafirin canı işkembe çorbası istiyor. İnsan bir memlekette hangi mal revaçta ise, bayağı bir şey bile olsa, onu alıp satmalıdır. Bizim memleketimizde şâirlik kadar ayıp bir iş yoktu. Eğer memleketimde kalsaydım, ben de oranın âdetlerine uyar; vaaz etmek, ders okutmak ve kitap yazmakla uğraşırdım. Ama Allah böyle istedi, ben ne yapabilirim? Benim yaptığım, bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen, canı şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesine benzer.” (Kılıç 2007: 69) Şiir ve Sultanlar Sultanlar, isimlerinin baki kalabilmesi için şâirler tarafından söylenilen şiirlerin en önemli vasıtalardan biri olduğuna inandıkları için, Anadolu Selçukluları’nda da aynen Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu saraylarında olduğu gibi, şâire büyük önem verildiği görülmektedir. Nitekim iki önemli kaynak eserden Çehâr Makâle (Semerkandî 1368: 62-63) ve Râhatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr’da (Râvendî 1999: I/61) zikredilen bilgiler ile Balasagunlu Yûsuf tarafından 1069/1070 yılında yazılan ve Türkçenin en önemli eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig’in başlarında yer 98 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ alan Buğra Han övgüsündeki bölüm (Arat 1979: 28) ve Ögdülmiş’in Odgırmış’a şâirlerle münasebet hakkında söylediği fikirler (Arat 1988: 318) bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Fahreddîn Behrâmşâh’ın Nizâmî-i Gencevî’ye Mahzenü’l-esrâr’ına karşılık verdiği hediyelerden sonra, yanındakilere söylediği şu sözler, bu düşüncenin Anadolu’da da devam ettiğini göstermektedir: “Eğer şiir başarılı olursa, hazineler ve defineler bağışlarım. Çünkü bu manzum kitapla benim adım bu fani dünyada ölümsüz olarak kalacak. Bu fani dünyada ve geçici âlemde unutulmadan kalmak ve ismin ebedî olarak anılması, çok büyük bir itibar ve ulaşılması zor bir başarıdır.” (İbn Bîbî 1996: I/92). Behramşah’ın şu ifadeleri de bunu destekler mahiyettedir: “Eğer Firdevsî bu kitabını (Şeh-nâme) yazmasaydı, o devrin padişahlarını, taç sahiplerini, ünlü pehlivanlarını kim hatırlayacaktı? Adlarını kim ağzına alacaktı?” (İbn Bîbî 1996: I/93). Şiirin Dili Türkler Anadolu’ya gelip yerleşmeden önce, Anadolu’da Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Franklar, Yakubiler vs. yaşamaktaydı (Ocak 2006: 443; 2006a: 253). Türklerin Anadolu’ya gelmesi ve yerleşmesi iki safhada gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi, Malazgirt Savaşının akabinde Türkler kitleler halinde Anadolu’ya akın etmişler ve yerleşmişlerdir. Bunlar içerisinde göçebelerin yanında, daha Orta Asya’da iken yerleşik hayata geçerek şehirlerde yaşayan Müslüman Türkler de bulunmaktaydı. Bunlar, Anadolu’daki şehirlere yerleşmişler ve oralarda mesleklerini icra etmeye devam etmişlerdir. Daha bu dönemlerde bile bu Müslüman Türkler yerli Hristiyan nüfusa oranla Anadolu’da büyük bir çoğunluğa ulaşmışlardır. İkinci safha ise, Moğol istilasının başlamasıyla birlikte, Mâverâünnehr, Hârezm, Âzerbaycan ve Errân mıntıkalarından oluşan yoğun göçlerin oluşturduğu dönemdir. I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd devirlerine rastlayan bu dönemde de, pek çok şehirli Türk, göçebe Türk nüfusla birlikte Anadolu’ya gelmiştir (Ocak 2006: 447). Özellikle Türkler Anadolu’da yeni kasaba ve şehirler kurdukları gibi, eski Bizans şehirlerini kendilerine uygun hale de getirmişlerdir (Baykara 2006: 291). Türklerle birlikte İranlıların da Anadolu’ya geldikleri görülmektedir. Daha çok tüccar, ilim adamı, şeyh ve müritlerden oluşan İranlılar, ekseriyetle şehirlere yerleşmişlerdir (Bayram 2001: 63). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 99 Bu manzara Anadolu’nun dolayısıyla Anadolu Selçuklu Devleti’nin hem karışık kültürlerden oluştuğunu hem de çok dilli bir ortam sunduğunu göstermektedir. Nitekim İbn Bîbî, Anadolu’da halkın beş dil konuştuğunu belirtir (1996: I/97). Osman Turan'a göre bu diller Türkçe, Farsça, Rumca, Ermenice ve Süryanicedir (Turan 2006: 471). Ancak İbn Bîbî’nin bir başka yerde Anadolu’nun dilinin Arapça ve Farsça olduğunu kaydetmesi (1996: I/141) Arapçanın da dil olarak Anadolu’da kullanıldığını göstermektedir. Bilindiği gibi Büyük Selçuklu Devleti’nde resmî dil olarak Arapça ve Farsça kullanılırken, medreselerde eğitim Arapça ile gerçekleştirilmiştir. Bütün münevverler hem Arapça hem de Farsça bilgisine sahiptiler. Büyük Selçuklu Devleti’nin bir kolu olan Anadolu Selçuklu Devleti’nde de doğal olarak bilim dili Arapça, resmî belge dili önce Arapça, daha sonra Farsça olmuştur. Ancak bürokraside birçok Fars dilli memurun bulunması, Önasya’da hissedilmeye başlanan Moğol baskısı yüzünden bir çok Fars dilli münevverin Anadolu’ya göç etmesiyle Farsçanın itibarı artmıştır (Develi 2006: 42-44). Hatta büyük merkezlerde yüksek tabakanın edebî dili olduğu gibi, Türkçenin yanında bir derece konuşma dili hüviyeti de kazanmıştır (Turan 2006: 471). XIII. asırda kaleme alınan bazı eserlerin “sebeb-i te’lîf (yazılış sebebi)” bölümlerinde ‘halkın Fars diline olan meyli’nden dolayı Farsça kaleme alındığı belirtilmiştir. Hayati Develi’nin de belirttiği gibi, söz konusu halktan kasıt, idarî ve entelektüel zümreler olmalıdır (Develi 2006: 44). Çünkü kırsal alanda yaşayan halk Türkçe konuşuyordu, dolayısıyla kendisine hitap eden eserin de Türkçe olmasını istiyordu. Nitekim Yunus Emre bu halka Türkçe ile hitap edecektir. Mevlânâ (Turan 2006: 471) ve oğlu Sultan Veled (Mansuroğlu 1950: 217 [dipnot 6]) Rumca bazı şiirler kaleme almışlardır. Anadolu Selçukluları zamanında, aynen Büyük Selçuklular döneminde olduğu gibi yukarıda zikredilen dillerden Farsça hem resmî belge dili hem de edebî dil olarak kullanıldığı için telif edilen eserlerin büyük bir kısmının Farsça olduğu dikkat çekmektedir. Mikail Bayram, yaptığı kütüphane taramaları neticesinde, Anadolu Selçukluları zamanında, 230 küsur eser telif edildiğini, bunlardan 20 tanesinin müellifinin meçhul olduğunu, geriye kalan eserlerin 80 müellif tarafından yazıldığını belirttikten sonra, bu eserlerden 145’inin Farsça, 68’inin Arapça, 15’inin 100 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Türkçe olarak kaleme alındığını, birkaç eserin de Süryanice ve Ermenice olduğunu söylemektedir (Bayram 2004: 107). Bu manzara Anadolu Selçuklu Devleti’nin hem karışık kültürlerden oluştuğunu hem de çok dilli bir ortam sunduğunu göstermektedir. Bu da her topluma kendi diliyle hitap eden çeşitli eserlerin yazılmasına sebep olduğu gibi, çok dilli şiirlerin (mülemma) yazılmasına da zemin hazırlamıştır. Elimizdeki verilere göre Anadolu Selçuklu Devleti döneminde şiirin dili başta Farsça olmak üzere Türkçe ve Arapça olmuştur. Nadiren Rumca ile de şiirler söylenilmiştir. İlmî ve Kültürel Durum Anadolu’da gerek Dânişmendliler gerekse Anadolu Selçukluları döneminde ilmî ve edebî faaliyetler önce saray muhitinde başlamış, arkasından bu faaliyetler II. Kılıç Arslan’ın oğullarının valilikleri döneminde şehirlerdeki şehzade muhitlerine de sirayet etmiştir. Özellikle sükun ve asayişin iyice sağlanmasıyla Anadolu’da hummalı bir içtimaî ve fikrî hareket kendini göstermiştir. Anadolu’daki ilk ilmî faaliyetlerin 1071-1178 yılları arasında Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Malatya ve civarlarında hüküm süren Dânişmendliler döneminde ve onların hüküm sürdüğü bölgelerde başladığı görülmektedir. Bu devletin kurucusu olan Melik Ahmed Gazi, Selçuklu ailesinin muallimi olan Dânişmend Ali Taylu'nun oğlu olup babası gibi bilge bir kişi olduğu için Dânişmend Gazi diye anılmakla birlikte, kurduğu devlete de Dânişmendiye denmiştir. Melik Ahmed Gazi, bir yandan yeni fetihlerle uğraşırken bir yandan da fethettiği bölgelerde yoğun bir kültürel faaliyette bulunarak ilmî çalışmalara zemin hazırlamıştır. Nitekim bugünkü bilgilerimize göre Anadolu'da telif edilen en eski eser olup Melik Ahmed Gazi'ye sunulan Keşfu'l-akabe'de: "O yüce zatı iltizam edenler çoğunlukla fâzıl ve filozoflardır. Dünyanın her yanından bilgin kişiler (ehl-i ukûl) o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması miktarınca itibar görüp, o hazretin cömertlik denizinden paylarını aldılar" şeklinde yer alan kayıt, Malazgirt Zaferi'nden kısa zaman sonra Dânişmendliler ülkesinde ilmî çalışmaların başladığını ve Melik Ahmed Gazi'nin birçok ilim ve fikir adamını himaye ederek çalışmalarına imkan sağladığını göstermektedir. Ayrıca Melik Ahmed Gazi'yi sahib-kıran diye zikreden Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 101 Keşfu’l-akabe müellifi İbnü'l-Kemal, hem onun Rum, Ermen ve Şam (Suriye)'da gerçekleştirdiği fetihlerini dile getirmiş hem de bu yerlerde geniş bir kültürel faaliyet içerisinde bulunduğunu, "Rum, Ermeni, Şam memleketleri o sahib-kıranın varlığının feyzi ile İslâm nuruyla bezendi" şeklinde ifade etmiştir. Dânişmendliler devleti emirlerinden Kastamonu fatihi, Emir Karatekin'in İbn Makula'nın el-İkmâl adlı eserini okuduğuna dair bir kaydın bulunması da, bu dönemde ilmî faaliyetlerin varlığını göstermektedir. Anadolu'da yer alan medreselerin en eskilerinin XII. asrın ilk yarısında ve Dânişmendliler zamanında Niksar, Tokat, Sivas ve Kayseri'de yapılması bu açıdan dikkat çeken diğer bir noktadır (Bayram 2003: 2-3). Dânişmendliler, özellikle Tokat, Sivas, Amasya ve Çorum bölgelerinde daha yoğun bir kültürel faaliyet içinde bulunmuşlar ve buralara devletlerinin kültürel politikasını yerleştirmişlerdir. Böylece bu yöreler çok erken tarihlerde belli bir kültürel karakter kazandığı gibi, gösterilen bu yoğun millî ve dinî diyebileceğimiz faaliyetler neticesinde, buraların çok erken sayılacak tarihlerde Türkleşmesi ve İslâmlaşmasını da gerçekleştirmişlerdir. Gazilik mefkuresine, Türk kültürüne ve Türkmencilik ülküsüne büyük önem veren Dânişmendliler, bunu yerleştirmeye ve yaymaya da çalışmışlardır. Nitekim Melik Ahmed Gazi ve beraberlerindekilerin kahramanlıklarının anlatıldığı Dânişmend-nâme (Akkaya 1954) bu kültürel anlayışın mahsulü olduğu gibi Dede Korkut Hikayeleri (Ergin 1989) de XIV. asırda yine bu yörede, Amasya’da derlenmiştir. Yine Anadolu’da ilk Türkçe eser yazma geleneği Amasya’da başlamıştır. Moğol iktidarına ve özellikle Pervâne Muînüddîn Süleymân’ın ağır baskılarına rağmen Dânişmend İli, bu millî karakterini ve kültürel hüviyetini uzun süre muhafaza etmiştir (Bayram 2003: 3-6). Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilmesinden önce Süryanîlerin elinde bulunan ve önemli bir kültür merkezi olan Malatya, Dânişmendliler döneminde de bu özelliğini muhafaza etmiştir. Malatya’nın Türklerin Anadolu’yu fethetmesinden sonra da, Kuzey Mezopotamya ve Suriye’den Anadolu’ya açılan ticaret yolu üzerinde bulunmasının etkisiyle daha erken sayılabilecek bir tarihte önemli bir ilim merkezi hâline geldiği görülmektedir. Özellikle Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Malatyalı Muhammed Gazi, Şeyh İzzeddin Ebu’l- 102 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ kasım-ı Hammuî, Şeyh Ebu Tâhir Ahmed-i İsfahanî, Muhammed b. Ebu Bekr-i Tebrizî gibi İran asıllı kişiler Malatya’ya gelip yerleşerek burada faaliyet göstermişlerdir. Böylece burada İran kültürü ile Süryanî kültürü yeniden buluşmuş ve Sasanîler devrindeki ilmî ve fikrî hareket yeniden oluşmaya başlamıştır. İran millî kültürünün yeniden canlandırılmaya çalışıldığı Malatya, Selçuklular zamanında şehzadelerin eğitim gördükleri bir merkez hâline gelmiştir. Gıyaseddin I. Keyhüsrev ve oğlu İzzeddin I. Keykâvus burada eğitim gören sultanlardandır. Bu Selçuklu sultanlarının eski İran şahlarının adlarını kullanmalarında Türk cihan hakimiyeti ülküsünün yanında Malatya ve çevresindeki İran kültürünün de etkisi bulunmaktadır. Ayrıca burada eğitim gören sultanların çok iyi Farsça bildikleri de müşahede edilmektedir. Türk kültürünü ülkelerinde yaymaya ve yerleştirmeye çalışan Dânişmendlilerin, 50 yıl yönetimlerinde kalan Malatya’nın kültürel yapısını değiştirememeleri dikkat çekmektedir (Bayram 2003: 7-8). Selçuklular zamanında, sultanlar muallimi diye anılan Malatyalı Şeyh Mecdüddîn İshak’ın da etkisiyle Malatya’da, İslâmî ilimler alanında yoğun bir faaliyet göze çarpmaktadır (bak. Bayram 2003: 9-10). Tokat ve Malatya’nın Dânişmendliler zamanında iki önemli ilim ve fikir merkezi hâline gelmesi, Selçuklular döneminde bu iki şehrin şehzadelerin eğitim ve tahsil yeri olmasında etkili olmuştur. Selçuklular döneminde bu iki zihniyet kendi şehirlerinde yetişen şehzadeyi iktidara getirme gayreti içerisine girmiş ve bu yönde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu dönem ümerası da, ya bu iki zihniyetten birine mensup ya da birini tercih etme durumunda kalmışlardır. Genellikle bu mücadelede Malatya’nın iktidarlar üzerindeki ilmî, kültürel ve siyasî ağırlığının daha etkili ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Tokat ve civarında Türk kültürüne ve Türkmencilik ülküsüne büyük önem verilirken, Malatya’da İran unsuru ağırlıkta idi. İbnü’l-esîr, İranlı meşhur İşrakî filozof Şihâbeddîn-i Sühreverdî el-Maktûl (587/1237) olduğu anlaşılan bir filozofun, Rükneddîn Süleymanşâh’ın Tokat emiri olduğu sıralarda Tokat’a gittiğini ve Tokatlı bir bilgin (fakih) tarafından Süleymanşah’ın huzurunda tartaklandığı için Tokat’ı terk etmek zorunda kaldığını bildirmesi, İranî zihniyet ile Türk düşüncesinin çatışma durumunda olduğunun göstergesidir. Hatta Türkmen sufî Evhadüddîn-i Kirmânî (635/1237), Malatya’da kendisine hizmet edeceği bir yer tahsis edilmediği için ora- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 103 dan kırgın olarak ve bir daha dönmemek üzere ayrılmıştır. Yine Evhadüddîn-i Kirmânî ile Mevlânâ’nın hocası Şems-i Tebrizî arasındaki ihtilâf, Mevlânâ ve çevresi ile Ahi Evren Şeyh Nasireddin Mahmûd ve çevresi arasındaki ilmî, fikrî ve siyasî mücadeleler de bu iki kültürel çevre arasındaki ihtilaflarının uzantısıdır (Bayram 2003: 12-13). I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, oğullarından I. İzzeddîn Keykâvus’u Malatya’ya, I. Alâaddîn Keykubâd ’i ise Tokat’a tahsil ve eğitim için göndermiştir. I. Alâaddîn Keykubâd, sultanlığı döneminde Anadolu'da Türkmencilik mefkuresini hakim kılmaya çalışmış, yüksek memurluklara Türk asıllı kimseleri atamıştır. Hatta bu dönemde Türkmen şeyhler, ilim ve fikir adamları himaye edilmiş, Ahi teşkilatı bütün Anadolu'ya yayılmış, şehirlerde belediye hizmetleri Ahilere gördürülmüştür. Alâaddîn Keykubâd, büyük oğlu II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in zihniyet bakımından kendisine muhalif olan Malatya'daki çevrelerle irtibatını ve yakınlığını, İranî zihniyete yatkınlığını fark ettiğinden dolayı, daha sağlığında küçük oğlu İzzeddîn Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmiştir. Nitekim İran unsuruna dayanan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in iktidara gelişinin ilk yıllarından itibaren Türkmenlere karşı olumsuz bir siyasî tutum içerisine girdiği görülmektedir. Hatta saltanatının ilk yılında (635/1237) Eğridir'de yaptırdığı kervansarayın kitabesinde kendisi için söylenen “Türkmen (Havariç) ve Bagileri dağıtıp yok eden" sözü dikkat çekmektedir. Gıyâseddîn Keyhüsrev'in tahta çıkmasında gösterdiği yararlılıklardan dolayı atabek olan Sadüddîn Köpek, Türkmen ve Ahileri devlet kademelerinden uzaklaştırarak İran asıllı kişileri yüksek mevkilere getirme gayreti içerisine girdi. Türkmen ve Ahiler Gıyâseddîn Keyhüsrev'e ve onu iktidara getirenlere karşı ayaklanınca, iktidarına muhalif olan güçleri yok etme temayülü gösteren sultan atabeyi olan Sadüddîn Köpek vasıtasıyla Türkmen yanlısı ileri gelen devlet adamlarını teker teker öldürttü veya saf dışı etti. II. Gıyaseddîn Keyhüsrev, kendisini bir suikast ile öldürüp Selçuklu tahtını ele geçirme niyetinde olan Sadüddîn Köpek tehlikesini bertaraf ettikten sonra, yeniden iktidarına karşı olan Türkmen çevrelerle mücadeleye koyuldu. Birçok Türkmen fikir adamlarını katletti veya tutuklattı (Bayram 2003: 15-17). Babailer İsyanı 1339’da pek çok siyasî, ekonomik ve dinî etkenin bir araya gelmesiyle, öncülüğünü Baba İlyas ve halifesi Baba İshak’ın yap- 104 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ tığı, göçebe ve yarı göçebe Türkmenlerin Anadolu Selçuklu yönetimine karşı giriştiği harekettir (bak. Ocak 1996a: 35-51, 142-51). Amasya ve Tokat bölgesinde organize edilen ve devletin temelini sarsan Babaîler isyanının en önemli neticesi, Anadolu’nun Moğol istilasına maruz kalmasına zemin hazırlaması olmuştur. Nihayetinde Türk tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan Kösedağ yenilgisi alınmıştır. Moğol istilâsından sonra, Türkmen ve Ahilerin mücadeleleri, Moğol emperyalizmine ve Moğollarla işbirliği içerisinde bulunan güçlere yönelmiş ve bu hareket bütün Anadolu'ya yayılmıştır. II. Gıyaseddin'in ölümünden sonra Anadolu Selçukluları’nın tanınmış devlet adamlarından Celâleddin Karatay (Tanyeri 1993), bu köklü rekabeti ve siyasî ihtilâfı bertaraf etse de, ölümünden sonra Türkmen çevrelerin desteklediği II. İzzeddîn Keykâvus ile İranlı unsurların desteklediği IV. Rükneddîn Kılıç Arslan arasında taht mücadelesi başlamıştır. Moğolların Anadolu'yu işgalinden sonra İranî zihniyeti temsil eden fikir adamları ve ümeranın Moğol yanlısı bir politika izlemelerinden dolayı İranlı yöneticilerden yana oldukları dikkat çekmektedir. Nitekim Moğolların desteği ile kardeşi II. İzzeddîn Keykâvus'u yenen IV. Rükneddîn Kılıç Arslan 1261 tarihinde Selçuklu tahtına geçti. Onun döneminde ülkenin yönetimi kendisini iktidara getiren Pervâne Muîniddîn Süleymân, Vezir Tâceddîn Mu’tez ve Sâhib Fahreddîn Ali'nin elindeydi. Bunlar sultanın fermanını da alarak Anadolu'da Türkmenlerin elinde bulunan medrese, tekke, işyeri gibi müesseseleri gasp ettikleri gibi birçok yörede Türkmenleri katliama tabi tutmuşlardır. XIV. asrın sonlarına kadar devam eden bu uygulama neticesinde Türkmenler kitleler hâlinde uç bölgelere ve Suriye'ye göç etmişlerdir (Bayram 2003: 18-19). XII. asrın sonlarında Sultan II. Kılıç Arslan, Danişmendliler devletini ortadan kaldırarak Danişmendlilerin başkenti Tokat ve çevresini oğlu Rükneddin Süleymanşah’a verdi. Burada eğitim gören Rükneddin Süleymanşah da Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi gibi ilim sever, fazıl ve filozof bir kişiydi. Mutaassıp bir Şafiî olan İbnü’l-Esîr onun hakkında: “Ancak onun itikadının bozuk olduğu, felsefî inançlar taşıdığı, bu inançta olanların ona sığındığı, ondan yardım ve himaye gördükleri nakledilir. Fakat o akıllı idi. Halkın tepkisinden çekindiği için bu inanç ve itikadını açığa vurmazdı” demektedir. Daha sonra Anadolu Selçuklu tahtına oturan Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 105 Süleymanşah, Tokat ve çevresinde Dânişmendoğlu Melik Ahmed Gazi’nin başlattığı ilmî ve fikrî geleneği devam ettirmiştir. Yine İbnü’lEsîr, çeşitli mezheplere mensup ilim adamlarının onun huzurunda münakaşa ettiklerini kaydetmektedir (Bayram 2004: 123-24). İbn Bîbî ise görüşlerini aklına uygun ve tabiatına yakın bulduğu Şihâbeddin-i Sühreverdî’nin Pertev-nâme isimli eserini onun adına yazdığını bildirmektedir (I/44). Ancak Moğol istilâsı ile birlikte hem Tokat hem de Malatya’nın ilmî ve fikrî bakımdan sahip oldukları bu özelliklerini kaybederken, dönemin ünlü bazı filozoflarının, müderrislerinin ve âlimlerinin toplanmaya başladığı Anadolu Selçukluları’nın başkenti Konya’da bu açıdan bir canlanma olduğu dikkat çekmektedir. Nitekim bu dönemde kelâm ve mantığa dair Metâli’u’l-envâr ve Konya medreselerinde okuttuğu Beyânü’l-hak ve Kitâbu’l-menâhic adlı eserleriyle Kadı Sirâceddin-i Urmevî, mantık ve felsefe ile ilgili çalışmalarıyla Kadı İzzeddin-i Urmevî ve Şeyh Sadreddin-i Konevî ile zahir ve batın ilimlerinde zirveye ulaşan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Konya’da bulunan önemli simaları oluşturmaktaydı (Ay 1998: 83). Kayseri, Sivas, Amasya, Erzincan, Niğde, Kırşehir, Kütahya, Aksaray, Ankara, Kastamonu bu dönemde gelişme göstermiş diğer önemli kültür merkezleri olup her biri devlet ve hükümet merkezi olan Konya kadar gelişmişti (Köymen 1976: 363; Sümer 1963: 221). Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu takip eden ilk 150 yıl (yaklaşık 616/1220’ye kadar) ve Danişmendliler döneminde Anadolu’da telif edilen eserlerin hemen hepsinin tıp, astronomi, matematik, felsefe gibi aklî ve tabiî ilimlere dair olduğu, âlimlerin de bu yönde faaliyet gösterdikleri görülmektedir.2 Anadolu’da görülen bu felsefe ve tabiî bilimlere yönelişin en önemli sebebi, ilk dönem Selçuklu Sultanları ile Danişmendli devlet adamlarının Mu’tezile3 eğilimli olmalarıdır. Selçuklu 2 Bu dönemlerde Anadolu’ya gelip Kayseri’ye yerleşen Ömer b. Muhammed b. Ali es-Sâvî: “Diyâr-ı Rûm’a geldim. Herkesin ilm-i Nücûm (astronomi) ile uğraşmakta olduğunu, dinî ilimlerden bihaber olduklarını gördüm.” diyerek bu gerçeği ifade etmiş ve dinî ilimlere olan ihtiyacı karşılamak amacıyla eserini yazdığını bildirmiştir (Bayram 2003: 59-60). 3 Bilindiği gibi Mu’tezile mezhebi, İslâm’ın doğuşundan bir asır sonra ortaya çıkan, İslâm dinini akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dinî ve felsefî bir harekettir. 106 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ hanedanına mensup kişiler ile bunlara yakınlığı olanlar arasında Mu’tezile eğilimli kişiler ile şehzadeler bulunmaktaydı. Gerek Eş’arî mezhebine mensup olan İbnü’l-Esîr’in4 Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleymanşah’ın babası Kutalmış için, gerekse İbnü’l-Kemal’in5 astronomiye dair olan Keşfu’l-akabe isimli eserinin önsözünde Danişmend sultanı Melik Ahmed Gazi için söylediği sözler, bunu göstermektedir. Bu akliyeci geleneğin XIII ve XIV. asırlarda da Tokat ve çevresinde devam ettiğini İbnü’s-Serrâc’ın 715/1315’te Kahta’da yazdığı Teşvîku’l-ervâh ve’l-kulûb isimli eserinden öğrenmekteyiz6 (Bayram 2003: 59-62). İbnü’l-adîm, Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan'ın felsefî konulara ilgi duyduğunu ve bu konudaki ilmî tartışmalara katıldığını bildirmektedir. Suriye atabegi Nureddin Mahmud ise onu geniş anlayışı, Zaten Mu’tezile’yi diğer mezheplerden ayıran en önemli özellik nakli yani Kur’ân ve Hadisi akla tatbik etmeleridir. Bundan dolayı bu mezhep mensuplarına İslâm dünyası rasyonalistleri (akliyecileri) denilmektedir. Bunlar üzerinde özellikle o dönemlerde İslâm âleminde yayılan Yunan felsefesinin büyük tesir görülmektedir. Abbasîler bir dönem Mu’tezile’yi resmî mezhep olarak kabul ettiler. Bu mezhep mensupları yüksek memurluklara tayin edilerek itibar görmüşlerdir. Ancak IV./X. asırda Eş’arî ve Maturidî mezheplerinin devlet tarafından desteklenmesi ve tasavvufî düşüncenin halk hareketi hâline dönüşerek rağbet kazanması sonucu Mu’tezile mezhebi geri plana itildi. Hatta Mu’tezile mezhebine mensup olanların halkı hor görmeleri ve kendi inançlarından olmayanları baskı altına almalarından dolayı sıkı bir takibata uğradılar (Bayram 2003: 60; Gölpınarlı 1979: 197-200). 4 Eş’arî mezhebine mensup olan İbnü’l-Esîr, şu sözleriyle Kutalmış’ın astronomi ve felsefe bilmesini tuhaf karşıladığını, bu felsefî bilgilerin özellikle onun dinî inancında yer tutmasını hoş karşılamadığını dillendirmiştir (Bayram 2003: 61): “Şaşılacak şeydir ki, Kutalmış, Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dinî inançlarında pürüz meydana getirdi.” 5 Aynen eniştesi Kutalmış gibi felsefe geleneğinden gelen ve bundan dolayı kendisine “Danişmend” de denilen Melik Ahmed Gazi hakkında İbnü’l-Kemâl şöyle demektedir (Bayram 2003: 61-62): “Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünyanın dört bir yanından akliyeciler (ehl-i ukûl) o yüce zata yöneldiler ve her biri sahip oldukları ilimlerini yaymaları ve ilimlerini uyguladıkları ölçüde o Hazretin cömertlik denizinden pay almaktalar.” 6 İbnü’s-Serrâc, Tokat ve çevresindeki alimlerin akla ve mantığa uymayan şeyleri kabul etmediklerini, bundan dolayı da dinî-tasavvufî düşünce ile evliya kerametlerini inkar ettiklerini belirterek bu yöre halkını eleştirmektedir (Bayram 2003: 62). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 107 hür düşünceye ve felsefeye olan temayülü sebebiyle zındıklıkla suçlamıştır (Turan 2002: 231-32). İşte hem Danişmendliler hem de Anadolu Selçukluları’nda bu felsefî ve ilmî geleneğin devam ettiği dönemlerde daha çok aklî ve tabiî ilimlere dair eserlerin yazıldığı dikkat çekmektedir. Bu dönemde yani I. Alaaddin Keykubâd'ın cülûsuna kadar olan zamanda (616/1220) yazılan eserlerin en belirgin özelliklerinden biri ekseriyetle yerli olması (Ateş 1945: 133-34), bir diğeri de felsefe ile tabiî bilimlere ait eserlerin dinî ve tasavvufî eserlere nazaran daha çok olmasıdır. Nitekim Anadolu’da telif edilen ilk eser olan Keşfu’l-akabe (bak. Anadolu’da Yazılan İlk Eser), astronomi ve felsefeye dairdir. Şihâbeddîn-i Sühreverdî’nin Berkyaruk namına yazdığı Pertev-nâme’si de felsefeye aittir. Tiflisli Ebü’l-fazl Hüseyin Hubeyş b. İbrâhîm ibn-i Mehmed’in Arapçadan Farsçaya tercüme ettiği Usûlü’l-melâhim isimli fal kitabı, II. Kılıç Arslan adına yazdığı Kâmilü’t-ta’bîr isimli rüya tabirnamesi ile astronomi ile ilgili olan Beyânu’n-nücûm isimli eserleri de gaybî ilimlere aittir. Tıbba dair ise Sıhhatü’l-ebdân ile II. Kılıç Arslan'ın oğullarından Sivas valisi Kutbeddîn Melikşah adına yazdığı Kifâyetü’t-tıb isimli eserleri vardır. Ayrıca Lügat ve emsile konusunda Kânûnu’l-edeb isminde bir eser daha kaleme almıştır. Bu eserlerin daha çok geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmek için yazılmış oldukları dikkat çekmektedir. Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Farsça ve Arapça bir çok eser kaleme almıştır. Arapça eserler içersinde en önemlileri, İşrâkî felsefesinin tam bir dönemini ihtiva eden Hikmetü’l-işrâk, felsefe ve ilâhiyat ile ilgili etTelvîhât ile tamamen tasavvufî olan Heyâkilü’n-nûr (Sühreverdî 1988)’dur. Sühreverdî, felsefî konuları remiz ve işaretler yoluyla açıklayan Farsça mensur bazı eserler de kaleme almıştır. Âvâz-i Per-i Cibrîl, Kayseri’de telif edilen Bûstânu’l-kulûb, Erzincan veya Tokat’ta yazılıp Nasireddin Berkyaruk’a takdim ettiği Pertev-nâme, Risâle-i Lügat-i Mûrân, Risâle-i Sefîr-i Sîmurg, Mûnisu’l-uşşâk, Rûzî bâ Cemâ’at-i Sûfiyân, Risâle-i Akl-ı Sorh bunlardandır. Bu eserlerin üslûbunun çok akıcı ve sade oluşu dikkat çekmektedir. Temsilî olan eserlerin ekseriyeti hikâyeler şeklinde olup soru ve cevap ile birlikte ve basit bir tarzda yazılmıştır. Bunda hitap ettiği kesimin göz önünde bulundurulmuş olması etken olmuştur 108 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ (Safâ 2002: 149). Sühreverdî, Arapça, özellikle de tasavvufî mahiyette yazdığı eserlerle bu dönemde dikkat çeken müelliflerdendir. Bu dönemde Muhammed b. Gazî-i Malatyavî tarafından yazılan ve Marzubân-nâme’nin Farsçaya ilk tercümesi olan Ravzatü’l-ukûl, edebî mahiyette bir eser olmakla dikkat çekmektedir. Türü içerisinde oldukça başarılı bir şekilde yazılmış olan eser, Nasrullah b. Muhammed b. Hamîd’in Kelîle ve Dimne’si ve Zahîreddîn Kâtib-i Semerkandî’nin Sinbâd-nâme’si ile mukayese edildiğinde, onlardan hiç de geri olmadığı görülür. Ayrıca Marzubân-nâme’nin ilk tercümesi olması bakımından da önemlidir. Yine onun Berîdü’s-sa’âde’si üslûbunun güzelliği ve hikâyecilikteki başarısını göstermektedir. Ravzatü’l-menâzır li’l-meliki’n-nâsır, Kemaleddin Ebu Bekr b. Sâ’idü’r-râdî tarafından Farsça olarak Nasireddin Berkyaruk namına yazılmıştır. Yirmi babdan oluşan eser, kelâma dairdir (Uzunçarşılı 1948: 292). Bu dönemde, Râvendî’nin 599/1203’te başlayıp 603/1206 yılında tamamlayarak Gıyaseddin Keyhüsrev’e ithaf ettiği, Büyük Selçuklular ile İsfahan Selçukluları’ndan bahseden Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr adlı tarihî eseri de (Râvendî 1333, 1999) dikkat çekmektedir. Fars nesrinin en güzel örneklerinden biri olan eser, hem sahip olduğu selaset hem de bir çok tarihî ve sosyal olaydan bahsetmesinden dolayı, Moğol saldırısından önce, VII/XIII. asrın en muteber kitaplarından sayılmaktadır. I. Alâaddin Keykubâd'ın cülûsundan (616/1220) sonraki dönemde, Anadolu Selçukluları zamanındaki bu fikrî ve ilmî gelişme Moğol istilâsının etkisiyle, özellikle de Moğollar’ın 640/1243 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra, tedricen zayıflarken, dinî-tasavvufî düşünce ön plana çıkıp gelişmeye başlamıştır. Çünkü XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve sufî, Moğol istilâsından kaçarak huzur ve refahın mekanı olarak gördükleri Anadolu’ya gelmişler ve burada gösterdikleri faaliyetler neticesinde de, Anadolu’daki fikrî denge tasavvuf lehine bir ilerleme göstermiştir. Bunda Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasî baskı ile gerçekleştirdiği acımasız katliamlar neticesinde, çaresizliğe ve umutsuzluğa düşen Anadolu halkı için umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağbetin artması da etkili olmuştur. Böylece hızlı bir şekilde mistikleşmeye doğru giden Anadolu halkının pozi- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 109 tif ilimlere karşı olan ilgisi azalmaya başlamıştır. Ayrıca Moğolların Anadolu’da gerçekleştirdikleri bu katliam ve zulümlerden dolayı birçok münevver, kültürlü ve bilge kişiler ya öldürülmüş ya da Anadolu’yu terk etmişlerdir. Bu da doğal olarak Anadolu’daki ilmî faaliyetleri olumsuz yönde etkilemiştir (Bayram 2004: 134). Bu durum da doğal olarak dinî ve tasavvufî mahiyette eserlerin sayısının artmasına sebep olmuştur. Ayrıca burada insanları dinî yönden eğitme ve terbiye etme düşüncesinin de olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu devrede Anadolu’da ekseriyetle Farsça olmak üzere Farsça, Arapça ve Türkçe yazılan dinî-tasavvufî-ahlâkî mensur eserlerin sayısında gözle görünür bir artış vardır. Nitekim Farsça olarak kaleme alınan Bahâeddîn Veled’in Ma’ârif (Furûzanfer 1352), Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-i Tirmizî’nin Ma’ârif (Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî 1972, 1995), Şems-i Tebrizî’nin Makâlât (Şems-i Tebrizî 1349, 1974-1975), Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh (Haşim 1333; Furûzanfer 1369; Gölpınarlı 1959; Anbarcıoğlu 1990; Konuk 1994) ve Mecâlis-i Seb‘a (Tevfîk 1365; Gölpınarlı 1965); Sultan Veled’in Ma’ârif (Anbarcıoğlu 1991); Baba İlyâs-ı Horasanî’nin Cihâd-nâme (Bayram 2004: 67-72), Necmeddîn-i Dâye’nin Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-me’âd (Riyâhî 1352) ve Sirâcu’lkulûb, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye (Hacı Bektaş Velî 2004), Sa’îdüddîn-i Ferganî’nin Menâhicü’l-‘ibâd ile’l-me’âd (Ateş 1945: 114) ve Şerh-i Kasîde-i Tâ’iye-i İbn-i Fâriz (Ateş 1945: 115-16), Fahreddîn-i Irâkî’nin Lema’ât (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 381-416; Fahrüddin Irâkî 1988) ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 417-32), Sadreddîn-i Konevî’nin Tabsıratü’l-mübtedî ve Tezkiretü’l-müntehî (Ateş 1945: 113-14), Ahi Evren’in Metâli’ü’l-îmân (Bayram 1996), Tabsıratu’l-mübtedî ve Tezkiretü’lmüntehî, Mürşidü’l-kifâye, Yezdân-şinaht, Menâhic-i Seyfî ve Âgâz u Encâm’ı, Arapça olarak yazılan İbn Arabî’nin el-Fütûhatü’l-mekkiyye (İbn Arabî 1405; Alpay 1986; Kılıç 1996), Fusûsü’l-hikem ve Husûsü’l-kilem (Konuk 1990), Fazl (Fezâ’il) Şehâdet el-Tevhîd ve vasf Tevhîd el-Mûkınî, Kitâb Hutbe fî-Keyfiyet Tertîb el-Âlem ve Şeklih, Kitâb Hilyet el-Abdâl, Tâc el-Terâcim fîİşârât el-İlm ve Letâ’if el-fehm, Kitâb el-Şevâhid, Kitâb el-Celâle ve Huve Kelimât Allah (Ateş 1952: 81-84), Sadreddîn-i Konevî’nin Nusus, Fükûk, Risâletü’l-vücûd, Miftâhu’l-gayb, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât (Hacı Bektaş Velî 1996), Yûsuf b. Ebî Said Ahmed-i Sicistânî’nin Münyetü’l- 110 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ müftî ve Gunyetü’l-fukahâ (Özel 1990: 64)’sı ile Türkçe telif edilen Hacı Bektaş-ı Velî’nin Şerh-i Besmele (Hacı Bektaş-ı Velî 1989)’si bunlardandır. Sipehsâlâr diye meşhur Ferûdûn b. Ahmed’in Mevlânâ hakkında kaleme aldığı Risâle-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-i Hazret-i Hudâvendigâr (Sipehsâlâr 1325, 1331, 1977) isimli Farsça bir menkabesi vardır. Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd-ı Hatîb, Farsça Fustâtü’l-adâle fî-Kavâidi’s-saltana (Riyâhî 1995: 126-28), Ahmed b. Sâd b. Mehdî-i Erzincanî ise, I. Alâaddîn Keykubâd adına Arapça Kitâbü’l-letâifü’l-alâiyye fi’l-fezâili’s-seniyye (Uzunçarşılı 1948: 299) isminde bir siyasetname kaleme almıştır. İnşa sanatı hakkında Hasan b. Abdü’l-mü’min-i Hoyî’nin Gunyetü’lkâtib ve Münyetü’t-tâlib (Erzi 1963), Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il (Erzi 1963a), Nüzhetü’l-küttâb ve Tuhfetü’l-elbâb, Kavâ’idü’r-resâ’il ve Ferâ’idü’l-fezâ’il (Terbiyet 1314: 113; Riyâhî 1995: 128-29), Emîr Bedreddîn Yahyâ’nın ise Münşe’ât-ı Bedreddin Yahyâ (Riyâhî 1995: 135-36) isimli eserleri dikkat çekmektedir. Mevlânâ’nın mektupları, Mektûbât (Mevlânâ 1335, 1937; Subhânî 1371; Gölpınarlı 1963), Ebu Bekir b. Zekî-i Konevî’ninkiler ise Ravzatü’l-küttâb (Ateş 1945:120-22) başlığı altında bir araya getirilmiştir. Bu dönemde mantık ve hikmet alanında da eser verilmiştir. Mahmûd b. Ebî Bekr b. Ahmed-i Urmevî’nin Letâ’ifü’l-hikme (Yûsufî 1351) ve Metâli’u’l-envâr (Riyâhî 1995: 132-35; Terbiyet 1314: 180) isimli eserleri bunlardandır. Muhammed b. el-Hüseyn el-Mu’înî de Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırmak için yazdığı Beşâirü’n-nezâ’ir (Ateş 1945: 112-13) isimli bir sözlük hazırlamıştır. Nasireddin-i Sicistânî, gizli ilimlere dair Dakâyiku’l-hakâyık’ı (Riyâhî 1995: 137), İbn Bîbî de Anadolu Selçukluları tarihi olan El Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçukname]’yi kaleme almıştır (İbn Bîbî 1996). Bu dönemde tabiî ilimlere ait bazı eserler de verilmeye devam edilmiştir. Şiir ve Şâirler Bugünkü bilgilere göre I. Alâaddîn Keykubâd'ın cülûsuna kadar olan zamanda (616/1220) yetişen şâir sayısının azlığı dikkat çekmektedir. Bunda devletin kuruluş aşamasında olması ve istikrarın tam oluşmaması etken olmuştur. Bu şâirlerin Farsça, Arapça ve Türkçe olarak söyledikleri bazı şiirleri günümüze kadar gelmiştir. Bu şiirlerin mesnevî, Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 111 kaside ve rubaî formunda söylendikleri görülmektedir. Ancak bu nazım şekilleri içerisinde rubaînin belirli bir ağırlığının olduğu dikkat çekmektedir. Tiflisî’nin 2, II. Rükneddîn Süleymânşâh ile I. İzzeddîn Keykâvus'un bir rubaîsi vardır. Ancak bir yandan Bizans’a karşı mücadele ederken diğer taraftan çevresinde bir edebî muhit oluşturan Ankara Meliki Muhyiddîn Mes’ûd adına Ebu Hanîfe Abdülkerîm bin Ebûbekr tarafından tertip edilen El-İhtiyârât min-Mecma’i’r-rubâ’iyyât adlı mecmuanın bize ulaşan birkaç sayfasından Münteceb oğlu Bedî’-i Engüriyeî’nin 4, Muhyevî-i Engüriyeî’nin 6, Hekim Mahmûd-ı Engüriyeî’nin 1 rubaîsi ile karşılaşıyoruz. Ayrıca Anadolu’da yaşayıp şiir söyledikleri zannedilen Ali Unsâbâdî, Fahrî, İmâm Ali Hayşem ve Seyyid Eşref isimli şâirlerin de birer rubaîleri kayıtlıdır. Yine bu dönemde I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in gurbete çıktığı sırada Rum ülkesinden Şam diyarına giden Şeyh Mecdüddîn İshak’ı Konya’ya davet etmek için yazdığı manzum mektup dikkat çekmektedir. Nasireddîn Berkyaruk’un İran efsanesine dayanan Hür-zâd ile Peri-nejâd hikâyesini son derece güzel, akıcı, sanatlı ve mükemmel bir şekilde Farsça olarak nazmettiği mesnevîsi ile bir rubaîsi bulunmaktadır. Yine bugün için kayıp olan Nizâmeddîn Ahmed-i Erzincanî, mesnevî formunda söylediği bir şehnâmesi vardır. Şihâbeddîn-i Sühreverdî, tasavvufî mahiyette Arapça şiirler kaleme aldığı gibi, İbn Sînâ’nın Arapça olarak kaleme aldığı Kasîde-i Rûhiye’sine de bir nazire yazmıştır. Râvendî ise Gıyâseddîn Keyhüsrev’i övmek için yazmış olduğu bir kasidesi bulunmaktadır. Bu durum bize 616/1220 tarihine kadar Anadolu’nun özellikle kültür ve sanat alanında ne seviyede olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Hatta El-İhtiyârât minMecma’i’r-rubâ’iyyât adlı mecmuanın fihristinden o dönemde yazıldığı anlaşılan kasideler, bize kadar ulaşmış olsa idi hem o dönemde yetişen daha çok şâiri tanımış olacaktık, hem de o dönem edebiyatı hakkında daha sağlıklı bilgiye sahip olacaktık. Bu dönemin Türk dili ve edebiyatı açısından en önemli hususiyeti, Anadolu’da Türkçe olarak yazılan ilk manzum ve mensur eserlerin bu devre ait olmasıdır. Ayrıca bu eserlerin Türkmencilik ruhunun hakim olduğu, yoğun bir şekilde Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslâmlaştırılması için millî ve dinî diyebileceğimiz faaliyetlerin sergilendiği Danişmendlilerin kurulduğu coğrafyada yazılması da dikkat çeken diğer bir noktadır. Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser tıp alanında iken, 112 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ ilk Türkçe şiirin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde özellikle büyük merkezlerinde gezerek orada bulunan halkı irşad etme mücadelesi veren Evhadiye tarikatının kurucusu Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî tarafından söylenmesi de önemlidir. Bu durumun Anadolu’da yaşayan Türklere hem yaşadıkları bu dünyada kendilerinin maddî ihtiyaçlarına cevap verecek bilgileri hem dinî vecibelerini tam ve doğru olarak yerine getirebilmeleri ve dinî hayatlarını tanzim edebilmeleri için dini, hem de gönül dünyalarını ihya ve mamur etmeler için de tasavvufu öğretme ihtiyacından kaynaklandığı görülmektedir. Ortaya konulan eserlerin dilini, hitap edilen kesimin belirlemesinden dolayı, artık Türk halkına kendi dilleriyle seslenilmeye başlanılmış ve Anadolu’da Türkçe ile söylenilen bir edebiyatın oluşmasına zemin hazırlanmıştır. İşte bu düşünceden hareketle verilmeye başlanan eserler, Anadolu coğrafyasında Türk dilinin mükemmel bir ilim ve edebî dil olma yolculuğunun başlangıcını teşkil etmiştir. I. Alâaddîn Keykubâd'ın cülûsundan (616/1220) sonraki dönemde, Anadolu Selçukluları zamanındaki bu fikrî ve ilmî gelişme Moğol istilâsının etkisiyle, özellikle de Moğollar’ın 640/1243 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra, tedricen zayıflarken, dinî-tasavvufî düşünce ön plana çıkıp gelişmeye başlamıştır. Çünkü XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve sufî, Moğol istilâsından kaçarak huzur ve refahın mekanı olarak gördükleri Anadolu’ya gelmişler ve burada gösterdikleri faaliyetler neticesinde de, Anadolu’daki fikrî denge tasavvuf lehine bir ilerleme göstermiştir. Bunda Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasî baskı ile gerçekleştirdiği acımasız katliamlar neticesinde, çaresizliğe ve umutsuzluğa düşen Anadolu halkı için umut ve huzur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağbetin artması da etkili olmuştur. Böylece hızlı bir şekilde mistikleşmeye doğru giden Anadolu halkının pozitif ilimlere karşı olan ilgisi azalmaya başlamıştır. Ayrıca Moğolların Anadolu’da gerçekleştirdikleri bu katliam ve zulümlerden dolayı birçok münevver, kültürlü ve bilge kişiler ya öldürülmüş ya da Anadolu’yu terk etmişlerdir. Bu da doğal olarak Anadolu’daki ilmî faaliyetleri olumsuz yönde etkilemiştir (Bayram 2004: 134). Bu durum da özellikle dinî ve tasavvufî mahiyette eserlerin sayısının artmasına sebep olmuştur. Ancak Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 113 burada tabii ki, insanları dinî yönden eğitme ve terbiye etme düşüncesinin olduğunu da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu dönemde gerek yetişen şâir sayısında gerekse ortaya konulan şiir sayısında olan artış da dikkat çekmektedir. Bunda şiire ve şâire sempati ile bakan ve onları destekleyen sultanlar ile devlet adamlarının da önemli etkisi olmuştur. Özellikle I. Alâaddin Keykubâd döneminde oluşan huzur ve refahın etkisiyle Anadolu’nun şâirler ve sanatkârlar için bir cazibe merkezi hâline gelmesi buna katkı sağlamıştır. Bu dönemde yazılan şiirlerin de ilk dönemde olduğu gibi ekseriyetle Farsça söylendiği dikkat çekmektedir. Bunda Orta Asya'da Türkler arasında hiçbir komplekse girmeden dönemin kültür ve medeniyet dili olan Farsça ile yazma âdetinin de etkili olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Ancak Türkçe şiirlerdeki hem artış hem de söyleyişteki mükemmeliyet gözlerden kaçmamaktadır. Arapça şiirlerin söylenilmesine de devam edilmiştir. Bu dönemde yazılan şiirler mesnevî, kaside, gazel ve rubaî formunda karşımıza çıkmaktadır. Farsça mesnevîler içerisinde, şüphesiz en çok takdir ve hayranlık uyandıranı Mevlânâ’nın 6 ciltlik Mesnevî-i Ma’nevî’sidir. Sultân Veled’in İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme ile son mesnevîsi olan İntihâ-nâme, Kadı Burhâneddîn-i Anevî’nin Enîsü’l-kulûb, Kâni-i Tûsî’nin Selçuklu Şeh-nâmesi ile Kelile ve Dimne Tercümesi, Nâsırî’nin Fütüvvet-nâme, Nasireddîn-i Sicistânî’nin Mûnisü’l-avârif ile Fahreddin-i Irâkî’nin Uşşâk-nâme’si bu dönemde kaleme alınan diğer mesnevîlerdir. Bu dönemin dikkat çeken noktalarından biri de Farsça, Arapça ve Türkçe divanların tertip edilmesidir. Bunlar içersinde en dikkati çeken Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’idir. Sultan Veled, Seyf-i Fergânî ve Fahreddîn-i Irâkî Farsça divanı olan diğer şâirlerdir. İbn-i Arabî’nin ise Arapça bir divanı bulunmaktadır. Rubaî de geçen asırda olduğu gibi rağbet gören nazım şekillerindendir. Mevlânâ, Sultan Veled, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Fahreddîn-i Irâkî bu dönemde rubaî söyleyen şâirlerin önde gelenlerindendir. Bu dönemde de geçen dönemde olduğu gibi Türkçe eserler verilmeye devam edilmiştir. Nitekim bu zamanda yaşayan Mevlânâ, Sultan Veled, Nâsırî ve Dehhânî’nin bazı Türkçe şiirlerinin olduğu bilinmektedir. XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen, 114 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Türkçe bir Dîvân tertip edip Risâletü’n-nushiyye (Tatçı 1990) adında bir mesnevî kaleme alan Yunus Emre’nin bu şâirler içerisinde müstesna bir yeri vardır. Şiir ve Tasavvuf Sûfî şâirler, günlük dilin sığ ve dar imkânları yanında aktarmak istedikleri yüce mânâya şiirsel dilin daha fazla imkân sağladığını görerek tercihen şiire yönelmişlerdir (Kılıç 2007: 70). Filibeli Ahmed Hilmî’nin de belirttiği gibi İran’da zuhur eden mutasavvıfların hemen hepsi şâirdir ve bunlar tasavvufî fikirlerini daha çok şiirle ifade etmişlerdir (Kılıç 2007: 34). Bu durumun Anadolu’da da yansımasının hemen hemen aynı olduğu görülmektedir. Nitekim İhsan Fazlıoğlu’nun Anadolu’da da “irfan”ın şiirle hayat bulduğunu belirten şu sözleri bu mânâda dikkat çekmektedir (2006: 420): “İrfanî bilginin Varlık’la dolayımsız yani önceden tayin edilmeyen bir dille ilişki kurması gerektiğini benimseyen, ancak sunumunda nazarî bir dil kullanan irfan-i nazarî okulun tersine hem Varlık’la alâkalı bilginin elde ediminde hem de sunumunda nazarî yöntemi reddeden tasavvufî yaklaşımlar, Yunan düşünce hayatındaki şâir ile filozof kavgasını hatırlatırcasına, şiir dilini benimsediler. Çünkü onlara göre burhanî bilgide matlub (yani kıyasın sonucu) hedef iken irfanî bilgide mahbûb (yani arzu edilen ya da Tanrı) hedeftir. Bu kabul açısından burhanî bilgide matlub tahsil edilir; irfanî bilgide ise mahbuba vüsul esastır. Visalde ise ana tavır, ön-deyisiz yani herhangi kategorik bir dili benimsememek, başka bir deyişle çıkış noktası olarak almamaktır. Özellikle Mevlânâ Celâleddîn’de, daha sonra Yunus Emre’de göreceğimiz bu tavır özünde Varlık’ın yani Hakikat’in sırrını (cevherini) bilmeyi esas alan bütüncül bir dünya görüşü ve dünya tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus irfan-ı nazarî’nin kurucu isimlerinden Konevî’nin babası Şeyh Mecdüddin İshak’ın, İzzeddîn Keykâvus (1211-1220) devrinde irfanî bilgiyi şiir diliyle ifade etmesidir. Bu nokta irfanî bilginin ifadesindeki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu topraklarında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu’da Varlık’la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişkindi”. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 115 Türkler Gibb’in de ifade ettiği gibi tamamen işlenmiş ve organize edilmiş bir şekilde buldukları İran’ın tasavvufî-felsefî sistemî ile şiir sisteminin her ikisini de alıp hiçbir komplekse girmeden kullanmışlardır (Kılıç 2007: 33). Özellikle de Yûnus Emre tarafından bu dönemde adeta bir Türk tasavvuf ve ıstılah dili kurulmuş ve bunun mükemmel örnekleri verilmiştir (Tatçı 1990: I/67). Sultanlar ve Ödüller Anadolu Selçuklu sultanlarının yazdıkları şiirleriyle isimlerini bu fani âlemde baki kılan şâirlere verdiği bol ödül ve bahşişler çeşitli kaynaklarda zikredilmektedir. Meselâ, İzzeddin Keyhüsrev, Hüsameddîn Sâlâr’ın kızı tarafından kendisi için yazılarak Musul’dan gönderilen kasideye karşılık 7200 dinar göndermiştir. Ayrıca kasideyi getiren postacıya da hil’at, binek hayvanı ve iki bin dinar verilmiştir (İbn Bîbî 1996: I/142-7; geniş bilgi için bak. Kartal 2006: 495). Sultanlar, bazen güzel bir şiirinden dolayı bazı şâirlere ya sarayda çeşitli görevler vermişler ya da derecelerini yükseltmişlerdir. Sultan I. Keykâvus, Sahib Şemseddin Muhammed-i İsfahânî’nin söylediği bir rubaî hoşuna gidince, onun mutfak sorumluluğu görevine (eşrâf-ı matbah), has kâtiplik (inşâ-yı hâs) görevini de eklemiştir (İbn Bîbî 1996: I/221). Şemseddin Tabas, Nizameddin Ahmed-i Erzincanî’nin yazdığı bir kasideye, İzzeddin Keykâvus övgüsünde bir cevap yazınca, Sultan ona Rum memleketlerinin emîr-i arizlik ve inşa makamını (mertebe-i mansıb-ı inşâ-yi emîr-i arizi-yi memâlik-i Rûm) vermiştir (İbn Bîbî 1996: I/149; Köprülü 1986: 209). Şâirler ve Unvanlar Şâire ilgi ve itibarın bir tezahürü olan melikü’ş-şu’arâ unvanının Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu saraylarında bulunan bazı şâirler için kullanıldığı gibi (Kartal 2001: 57) Anadolu Selçuklu sarayında bulunan kimi şâirlere de verildiği görülmektedir. Takrîru’l-menâsib’de yer alan bir menşur bunu doğrulamaktadır. Nitekim Muhiddîn Ebu’l-fezâ’il’in melikü’ş-şu’arâlığa tayinine dair olan bu menşurda, onun baba ve dedeleri zamanından beri saltanata mülâzemet ettiği ve bu vazifeye getirildiği, her defa sultanın meclisinde musahiplere fesahat ve belâgatını 116 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ göstermesi, şiirleriyle gönüllere ferahlık vermesi, mübarek günlerde ve bayram merasimlerinde tebrik şartlarını takdimden sonra, güzel şiirler ve zarif sözlerle lâtif tabiatlı ve hassas kalpli olanlara tenezzüh bahşetmesi ve her şiirin sonunda devletin devamı için dua ibareleri koyması bildirilmektedir (Turan 1988: 57-58). Bu menşurda yer alan ibareler, aynı zamanda melikü’ş-şu’arâ’nın bizzat padişahın emriyle tayin edildiğini, görevlerinin ne olduğunu ve kendilerinden neler beklendiğini ortaya koyması bakımından da önemlidir. Anadolu Selçuklularında Muhiddîn’den başka Hüsâmeddîn (Turan 1988: 157-58), Nizâmeddîn Ahmed-i Erzincanî (İbn Bîbî 1996: I/147, 418) ve Bahâeddîn Kâni’î (Ahmet Eflâkî 1989: I/354) de bu makamda bulunan şâirlerdendir. Anadolu’da Yazılan İlk Şiir Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da ilk şiir söyleyen kişi Kemâleddîn Hubeyş bin İbrâhîm-i Tiflisî’dir. Tiflisî, Anadolu’ya gelerek II. Kılıç Arslan’ın yakınları arasına girmiş, onun Malatya’da tertip ettiği dinî ve ilmî toplantılara katılmış ve muhtemelen 579/1183’te ölmüştür. Felsefe (hikmet), heyet ve nücum gibi ilimlerde maharet sahibi olan Tiflisî’nin Farsça iki şiiri günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan orta dereceli bir şâir olduğu anlaşılan Tiflisî’nin Nüzhetü’l-mecâlis’te geçen bir rubaîsini Muhammed Emin Riyahî zikretmektedir (Riyâhî 1995: 55-57): Senin yüzünde kendi yüzümü görmek mümkün. Kemiğin içinden iliğini görmek mümkün. Karanlıkta seni görmek o kadar kolay ki, hatta lutfundan dolayı bedeninde canını görmek mümkün. Anadolu’da Yazılan İlk Eser Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da telif edilen ilk eser, Malazgirt Zaferi’nden 30 sene kadar sonra, Dânişmendoğulları’nın Kayseri Dizdarı olan İbnü’l-Kemâl İlyâs b. Ahmed’in Kayseri’de yazdığı ve Dânişmendoğulları Devleti’nin kurucusu Gümüş-Tigin Ahmed Gazi’ye sunduğu Keşfü’l-akabe (Bayram 1981) adlı astronomiye dair Farsça eserdir. Eserin mukaddimesinden anlaşıldığına göre asıl konusu felsefe yani hikmettir. Ancak müellif bazı metafizik düşünce ve görüşlerini astronomik gerçeklermiş gibi göstermek amacıyla, konuya giriş mahiyetinde coğrafî ve astronomik bilgiler de vermiştir. Dört makaleden oluşan Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 117 eserin birinci makalesi, madde âleminin (âlem-i süflî) şekli ve yer kürenin hareketsiz olduğunun ve dört ana unsurun (toprak, hava, su, ateş) varlıklarının ispatı hakkında olup 13 fasıldır. İkinci makale, cennet ve cehennemin şekillerinin belirlenmesine dair olup iki fasıldır. Üçüncü makale, nefs-i nâtıkanın (insan ruhunun) mahiyeti, dördüncü makale ise nefs-i nâtıkanın saadet ve şekaveti hakkındadır. Özellikle bu eserde dünyanın yuvarlak olduğu hakkında ortaya konulan delillerin mükemmelliği, ay ve güneş tutulmasının şekillerle izahı, kuzey ve güney kutuplara gidildikçe gece ve gündüz farkının büyüdüğü, kutuplarda ise altı ay gece ve altı ay gündüz olup soğukluğun da en şiddetli olduğu, dünyanın çevre uzunluğu, yüzölçümü ve 1 derecelik meridyen arasındaki mesafe için verilen rakamların bugünkü ölçülere uygunluğu, dünyadaki iklim kuşakları ve kuşaklarda bulunan belde ve kavimler gibi bir çok konularda yer alan bilgiler insanı hayran bırakacak tarzdadır. O dönemde Anadolu’daki astronomi ilminin kendi çağlarına göre yüksek bir düşünce seviyesinde bulunduğunu gösteren bu eser, her şeyden önce Türklerin Anadolu’da ilim ile uğraşıp eser yazma geleneğinin VI./XIII. asrın ikinci yarısından itibaren değil (Köprülü 1986: 208), bilakis bu asrın başlarından itibaren başladığını göstermesi bakımından önemlidir. Eserin dikkat çeken taraflarından biri de, Hz. Muhammed’in mi’rac olayının astronomik izahının yapılmaya çalışılmasıdır. Nitekim bazı metafizik meseleleri astronomik gerçekler olarak telakki eden İbnü’l-Kemâl, eserinin ikinci makalesinde, dünyayı tamamen kuşatan hava tabakasının yedi tabakadan oluşan bir ateş tabakası (ateş seması) ile çevrildiğini, bunun da Hz. Peygamber’in haber verdiği cehennem olduğunu, yine Hz. Peygamber’in haber verdiği cennetin de cehennem semasını çepeçevre kuşatan ve sekiz tabakadan meydana gelen sema (cennet seması) olduğunu ileri sürer. Eserinin üçüncü makalesinde insan ruhunun mahiyetini incelerken, dördüncü makalede bedenden ayrıldıktan sonra kalıcı olan ruhların şekaveti (cehennemde kalışları) ve saadeti (cennete yükselişleri) anlatmıştır. Bir nevi Hz. Peygamber’in mi’rac hadisesinin astronomik izahının yapılması gayretinden doğan bu tarz düşünüş ve anlayış, İslâm dünyasında hem bir seyr-i sülûk-i ruhanî, hem de edebî bir motif olmuştur. İşte İslâm dünyasında edebî bir motif olan bu tarz ve düşünceyi ilk defa başarılı bir şekilde Ebu’l-alâ el-Ma’arrî (449/1057), Risâletü’lgufrân isimli eserinde işlemiştir. Ebu’l-alâ el-Ma’arrî’den yaklaşık 45-50 118 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ sene sonra, İbnü’l-Kemâl’in de aynı konunun astronomik izahını yapmaya çalıştığı dikkat çekmektedir. Daha sonra İbnü’l-arabî (638/1242) elFutûhâtu’l-mekkiyye’de kendisi için ileri sürdüğü mi’rac olayında bu seyri sülûk-i rûhânî motifini işlemiştir. Avrupa’da da inikası görülen bu edebî tarz, İtalyan şâir Dante’nin (721/1321) İlahi Komedya’sına örnek olmuştur. Anadolu’da da bu konunun astronomik bir izahının yapılmış olması hem İslâm dünyası hem de Anadolu’nun kültür tarihi için bir yenilik olarak görülmektedir (bak. Bayram 1981: 16-22). Şâir Sultanlar Şiire sempatiyle yaklaşıp şâirleri destekleyen Anadolu Selçuklu sultanları arasında şiir söyleyenler de vardı. Bu sultanlarından II. Rükneddîn Süleymân, Kayseri emiri Kutbeddîn Melikşâh’ın kardeşi olup I. Keyhüsrev’in ilk sultanlık dönemine son vermiş ve 588/1192’de onu Konya’dan çıkartarak tahta kendisi geçmiştir. 600/1203 yılına, yani Rükneddîn’in son saltanat yılına kadar direnen ve o yıl yenilip öldürülen Muhyiddîn Mes’ûd Şâh dışında diğer kardeşleri ona itaat etmiştir (Riyâhî 1995: 64). İşrakiye felsefesini benimseyen Rükneddîn Süleymân, bu düşüncesini herhangi bir dedikoduya sebebiyet vermemek için gizli tutmuştur. Hatta bir gün, kendi fikrinde olan bir filozofla görüşürken yanlarına fakih denilen din âlimlerinden biri gelmiş, musahabe esnasında âlim ile filozof münakaşaya başlamışlar. Cevap vermekte aciz kalan âlim, hiddetlenerek Rükneddîn’in huzurunda filozofu tokatlayıp ağır sözler söyledikten sonra, çıkıp gitmiş. Bu davranış karşısında sultanın sessiz kalmasından dolayı müteessir olan filozof: “Senin huzurunda bana böyle muamele olunuyor da onu menetmiyorsun” deyince, sultan: “Ben bir şey söylesem ikimizi de tepelerdi, senin fikrinin intişarı da mümkün olmazdı” sözleriyle karşılık vermiştir. İşte bu münazara tarzı Sultan Rükneddîn’in fikir hürriyetine hürmetini, serbest münakaşaya verdiği önemi ve soğukkanlılığı ile itidalini göstermektedir (Uzunçarşılı 1948: 292-93). İbn Bîbî, kendisi de şâir olan Rükneddîn’in edebiyat hamiliği ve bilgisi hakkında şunları söyler: Yine cömertliği ve iyiliği yüzünden dünyanın ileri gelen âlimleri, fâzılları, şâirleri ve sanatkârları onun sarayına koşup, sanatlarının inceliklerini onun yüce görüşüne arz ederler ondan çok miktarda bağış Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 119 alırlardı. Elbiseye, paraya ve şöhrete kavuşurlardı. Sultan, her birinin nazım ve nesir nakdini, engin bilgisinin ve parlak zekasının terazisinde ölçüp tartar, mükemmeli eksikten, doğruyu yanlıştan, sağlamı çürükten, kabayı inceden, iyiyi kötüden ayırt eder, şiirleri aruz ve kâfiye açısından ustalıkla değerlendirirdi (I/79-80). Şâirlere bu kadar değer veren ve onları himayesine alan sultanın kendisi de Farsça şiir söylemiştir. Onun sadece kardeşi Kayseri Meliki Kutbeddîn Melikşâh ile kavgalı olduğu sırada onun için söylediği bir rubaîsi bugün elimizde olup tercümesi şu şekildedir (İbn Bîbî 1996: I/78): Ey kutup, felek gibi senden baş çekmem seni bir nokta gibi daireye çekmeyince. Başının kasesinden perçemini çekmezsem, vücudumun derileri omzumdan çıksın. Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Gıyâseddîn Keyhüsrev de bu dönemde Farsça şiir söyleyen şâirlerdendir. II. Kılıç Arslan'ın küçük oğlu olup hayatı ve saltanatı olaylar ve maceralarla geçmiş, biri 588- 597/1192-1201 diğeri 601-607/1204-1210 tarihleri arasında olmak üzere iki kez sultanlık yapmıştır. Anadili Türkçeden başka Farsça, Rumca ve Latince de bildiği söylenen (Uzunçarşılı 1948: 294) Sultan Keyhüsrev, ataları gibi bilginleri ve şâirleri himaye edip onlara taltif ve ihsanlarda bulunmuştur. Râvendî, 603/1206 tarihinde tamamladığı Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr isimli Büyük Selçuklular ile İsfahan Selçukluları’ndan bahseden önemli tarih kitabını ona ithaf etmiş ve mukaddimesinde sultanı öven bir kasideye de yer vermiştir (1999: 27-28). Keyhüsrev gurbete çıktığı sırada Rum ülkesinden Şam diyarına giden Şeyh Mecdüddîn İshak’ı Konya’ya davet etmek için yazdığı manzum mektuptan bazı beyitler, İbn Bîbî tarihinde yer alarak günümüze ulaşmıştır (1996: I/111- 13). Sultan şâirlerden olan İzzeddîn Keykâvus, Gıyâseddîn Keyhüsrev’in büyük oğlu ve Anadolu Selçukluları’nın büyük sultanlarından biridir. Zamanında kültür faaliyetleri yükselmeğe başlamış, ilim ve sanat mensupları himaye görmüş, cülûsunu kaside ile tebrik eden şâirler ihsanlara boğulmuştur. Nitekim Hüsâmeddîn Sâlâr’ın kızı tarafından kendisinin cülûsu hakkında yazılıp Musul’dan gönderilen 72 beyitlik kasidenin (Riyâhî 1369: 50-6) her beytine 1000 kırmızı dinar 120 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ vermesi (İbn Bîbî 1996: I/142-7) onun şiir sevgisine ve şâirleri korumasına örnektir. Ayrıca Kadı Burhâneddîn-i Anevî, Enîsü’l-kulûb isimli Farsça manzum eserini ona ithaf etmiştir. İzzeddîn Keykâvus, Ankara kalesi haricinde evvelce Namazgâh denilen ve şimdi yerinde Etnografya müzesi bulunan mahalde güzel bir medrese ile dârü’ş-şifâ ismiyle Sivas’ta bir hastane de yaptırmıştır (Uzunçarşılı 1948: 296). Şiir ve edebiyatla da uğraşan İzzeddîn Keykâvus, Kayseri’de kardeşi Keykubâd’ın muhasarası sırasında yazmış olduğu güzel bir Farsça rubaîsini, önce kendi tarafında olduğu halde kardeşi tarafına geçen Zahîreddîn İli Pervâne’ye göndermiştir. Ölümünden önce söylediği rivayet edilen Farsça hikmet-âmîz ve güzel bir kıt’ası da Sivas dârü'ş-şifâsındaki bir taşa yazılarak ve İbn Bîbî tarafından da tarihine derç edilerek (1996: I/216-17) bize kadar gelmiştir.7 İbn Bîbî, İzzeddin Keykâvus’un üslûbu ve belâgatının son derece başarılı olduğunu, nazım ve nesirde kelime ve deyim kullanışının övgüye değer bir ustalıkta bulunduğunu, nükte ve mana zenginliğinde ise ödül alabilecek seviyeye sahip olduğunu kaydetmiştir (1996: I/149). Sultan şâirlerden olan I. Alâaddîn Keykubâd, Gıyâseddîn Keyhüsrev’in oğlu, İzzeddîn Keykâvus’un kardeşi ve halefi olup, Anadolu Selçuklu sultanlarının en büyüklerindendir. İzzeddîn Keykâvus’un ölümü üzerine, devlet büyüklerinin Alâaddîn Keykubâd’ı tahta çıkarmasıyla, Anadolu Selçuklu devletinde büyük bir gelişme meydana gelmiştir. Siyasî, idarî ve askerî yönlerden parlak bir devrin yaşandığı, iktisadî refahın arttığı ülkede, büyük bir imar faaliyetine girişilmiş, millî birliğin kurulmasına çalışılmıştır. Zamanı, Selçuklu devletinin en kudretli ve mesut devrini teşkil eder. Moğol istilâsı üzerine yakın şarka göç etmek zorunda kalan birçok âlim, mutasavvıf, şâir ve edip Anadolu’ya yerleşerek, burada ilmî ve edebî faaliyetlerin artmasına sebep olmuştur. Ayrıca o tarihe kadar umumî İslâm kültürü çerçevesi içinde mühim bir 7 İbn Bîbî tarafından zikredilen ve Yazıcıoğlu tarafından Türkçeye nazmen çevrilen bu şiir şu şekildedir (Turan 2002: 320): Mâ cihân-râ guzâştîm u şodîm Bu cihânı kim terk edüp gittik Renc ber-dil nigâştîm u şodîm Rencini dilde berk edüp gittik Pes ez-în nevbet şumâst ki mâ Şemden sonra nevbet erdi size Nevbet-i hîş dâştîm u şodîm Nitekim evvel ermiş idi bize Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 121 konumu olmayan Anadolu, önem kazanmaya başlamıştır. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddîn Veled ile vahdet-i vücûd felsefesinin önderi olan İbn-i Arabî onun zamanında Anadolu’ya gelmiş; Şeyh Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Necmeddîn-i Dâye, Burhaneddîn Muhakkik-i Tirmizî gibi büyük mutasavvıflar da onun döneminde büyük bir saygı ve hürmete mazhar olmuşlardır (Uzunçarşılı 1948: 296). Keykubâd bilgisi, cesareti, şiir, edebiyat ve sanatı himayesi bakımından kendi hanedanındaki fertler arasında özel bir yere sahiptir. Şâirleri ve sanatkârları himaye etmiş, onlara ilgi ve iltifatta bulunmuştur. Nitekim Necmeddîn-i Râzî, Mirsâdu’l-ibâd isimli eserini kendisine hediye etme maksadıyla yanına gelince, ona aşırı derecede ilgi ve iltifatta bulunmuş; eserinin her harfi karşılığında ödemede bulunarak onu büyük bir servete kavuşturmuştur. Satranç ve tavlayı iyi oynayan, iyi ok ve cirit atan Alâaddîn Keykubâd, mimarlıkta, kuyumculukta, bıçak yapmada, ressamlıkta ve dericilikte de büyük bilgi ve maharete sahipti (İbn Bîbî 1996: I/247). Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Rumca bilen, ayrıca son ikisini konuşan (Turan 2002: 391) Alâaddîn Keykubâd, eski sultanlardan bahseden kitapları okumayı çok severdi. Nitekim İbn Bîbî, Büyük Gazneli sultanı Mahmûd bin Sebüktegin ile Kâbûs-nâme’nin de müellifi olan İran’ın Âl-i Ziyâr hükümdarlarından Kâbûs bin Veşmgîr’e hayranlık duyup onları dilinden düşürmeyen ve kendisine örnek alan Alâaddîn Keykubâd’ın sürekli olarak Gazâlî’nin Kîmyâ-yı Sa’âdet’i ile Nizâmü’lmülk’ün Siyerü’l-mülûk (Siyâset-nâme)’unu okuduğunu da kaydetmektedir (1996: I/246). Müzisyenlerin semaını dinlerken musikî kitaplarından, vezin, kafiye, usul gibi konulardan bahseden sultan, bazen zengin tabiatından, berrak ve saf kalbinden süzülen ve şahane incilere benzeyen rubaîler de söylemiştir. İbn Bîbî’nin eserine aldığı (1996: I/246) ancak, Ömer Hayyâm’a ait olarak tanınan bir rubaîsi (Riyâhî 1995: 71) günümüze kadar gelmiş olup tercümesi şu şekildedir: Ayıkken akıl üzerine dayanırım. Sarhoş olunca akıl benden kaçar. Şarap iç! Çünkü sarhoşluk ve ayıklık arasındaki vakit, hayatın ta kendisidir. 122 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Bu sultanlar şiir yazmalarının yanında yazılan şiirleri eleştirip Arapça ve Farsça yazılan eserlerin üslûbu hakkında düşüncelerini ifade etme bilgi ve yeteneğine de sahiptiler. Nitekim İbn Bîbî, Sultan Rükneddîn Süleymânşâh’ın şâirlerin ve nâsirlerin eserlerini engin bilgisinin ve parlak zekasının terazisinde ölçüp tarttığını, mükemmeli eksikten, doğruyu yanlıştan, sağlamı çürükten, kabayı inceden, iyiyi kötüden ayırt ettikten sonra, şiirleri aruz ve kafiye açısından ustalıkla değerlendirdiğini belirtir (1996: I/79-80). İzzeddîn Keykâvus’un edebiyatçıların risaleleri ile şâirlerin kasidelerine yaptığı tenkitler ve eleştirilerin de dikkat çekici mahiyette olduğunu kaydeder (1996: I/149). Şâir Şehzâdeler Anadolu Selçuklu şehzadelerinin de sanata, ilme ve edebiyata önem verip şiir söyledikleri görülmektedir. Bu dönem şehzade şâirlerinden olan Nasîreddîn Berkyaruk’u, babası 584/1188 yılında ülkesini taksim ederken Koyluhisar ve Niksar hâkimi olarak atamıştır. Felsefeye meraklı olan Nasîreddîn Berkyaruk, Sühreverdî’nin görüşlerini aklına uygun tabiatına yakın bulduğu için, kendisine rehber edinip bazı düşüncelerini ona dayandırmış ve o konularda araştırma yaparak ilerleme kaydetmiştir. Ayrıca Sühreverdî’nin kendi adına yazdığı Pertev-nâme’yi okuyup inceleyen Berkyaruk, onda yer alan bütün sembol ve incelikleri öğrenmiştir (İbn Bîbî 1996: I/44). Bundan dolayı Şehâbeddîn-i Sühreverdî, felsefede Berkyaruk’un üstadı sayılmaktadır. İlme önem verip şâirleri ödüllendiren Nasireddîn Berkyaruk, Hürzâd ile Perî-nejâd hikâyesini son derece güzel, akıcı, sanatlı ve mükemmel bir şekilde Farsça olarak nazmetmiştir. İbn Bîbî tarafından belâgat örneği ve sanat mucizesi olarak nitelendirilen bu eserin sadece baş kısmı, İbn Bîbî’nin tarihinde yer alarak günümüze kadar gelmiştir (1996: I/41-44). II. Kılıç Arslan'ın oğullarından Muhyiddîn Mes’ûd Şâh’ın sanata ve sanatçıya gösterdiği sempatiden dolayı, Ankara meliki iken etrafında bir takım şâirler toplanarak edebî bir muhit teşekkül etmiştir. Süleymaniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi Nu. 238’de kayıtlı bir mecmua içerisinde bulunan ve Muhyiddîn Mes’ûd Şâh adına Ebû Hanîfe Abdülkerîm bin Ebûbekr tarafından 588/1192 yılından önce tertip edilen El-İhtiyârât minMecma’i’r-rubâ’iyyât adlı bir mecmuanın bize kadar ulaşan birkaç sayfa- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 123 sıyla fihristinden, 588/1192’den önce yaşayan bazı şâirlerden haberdar olmaktayız. Bunlardan üçünün neseplerine göre Ankaralı oldukları tahmin edilmektedir. Söylenilen rubaîlerin başında ne hakkında olduklarının belirtilmesi de dikkat çekmektedir. Münteceboğlu Bedî’-i Engüriyeî’nin demirci (âhenger), hacamatçı (reg-zen), Habeş ismi ve Hıristiyan çocuğu (tersâ-beçe) hakkında söylenmiş 4; Muhyevî-i Engüriyeî’nin Melik Muhyiddîn, çamaşırcı çocuk [gâzur-puser] (iki adet), saraç (sarrâc), Muhammed ve Ömer adı hakkında söylenmiş 6 ve Hekîm Mahmûd-ı Engüriyeî’nin nalbant (na’l-bend) hakkında söylenmiş bir rubaîsi vardır. Bunların dışında Anadolu’da yaşayıp şiir söyledikleri tahmin edilen Ali Unsâbâdî, Fahrî, İmâm Alî Hayşem ve Seyyid Eşref isimli şâirlerin de birer rubaîleri kayıtlıdır (Ateş 1945: 107-9). Şâir Devlet Adamları Anadolu Selçuklu devlet adamları arasında da şiir söyleyenler bulunmaktaydı. Ebu’l-feth Rükneddîn Süleymânşâh’ın kâtipliğini yaptıktan sonra, vezir olan Muhammed bin Gâzî-i Malatyavî de bu dönem şâirlerinden ve devlet adamlarındandır. Rükneddîn Süleymânşâh döneminden önce İspehbûd Merzbân b. Rüstem’in Merzbân-nâme’sini Taberî dilinden ağdalı bir dille tercüme ve tahrir etmeye başlayan Malatyavî, Rükneddîn Süleymânşâh’ın hizmetine girince, onun da teşvikiyle tercümesini Ravzatu’l-ukûl (Düzen 1978) adı altında 598/1201 yılında tamamlayıp Rükneddîn Süleymânşâh’a takdim etmiş ve sultanın teveccühünü kazanmıştır. Fakat devlet işlerinde başarı gösteremediğinden dolayı bu görevden ayrılmıştır. Ravzatu’l-ukûl’un mukaddimesinden Malatyavî’nin bugün mevcut olmayan Mürşidü’l-küttâb adlı bir kitabı ile divan yazışmaları ve dostlarına yazdığı mektuplardan oluşan bir inşa mecmuasının da olduğu anlaşılmaktadır. Malatyavî, Ravzatu’l-ukûl’dan dokuz yıl sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hadislerinden seçtiği kırk hadisi anlatan, ayrıca sahabenin sözlerinden ve diğer hikmetli sözlerden de bahseden Berîdü’s-sa’âde’yi I. Keyhüsrev adına kaleme almıştır. Bu eserin mukaddimesinden Malatyavî’nin I. Keyhüsrev’in hocası olduğu da anlaşılmaktadır. Müellifin her ne kadar burada bahsedilen eserleri mensur ise de, bugün elimizde bulunmayan yazışma örnekleri ve dostlarına yazdığı mektuplarda bazı şiirlerinin olduğu tahmin edilmektedir (Riyâhî 1369: 62, 1995: 75-76; Ateş 1945: 104-6). 124 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd dönemi kâtiplerinden olan Nizâmeddîn Ahmed-i Erzincanî de bu dönemde Farsça şiir söyleyen devlet adamlarındandır. Bir ara I. Alâaddîn Keykubâd'ın gazabına uğramış, fakat daha sonra onun Celâleddîn Harezmşâh karşısında aldığı zaferleri anlatan bir Fetih-nâme yazınca tekrar gözüne girip dîvân-ı tuğrâ reisliğine getirilmiştir. Bir dönem I. İzzeddîn Keykâvus'un sarayına da giren Erzincanî, önce sultana münşi, sonra emîr-i ârız-ı Rûm olmuştur. İbn Bîbî’nin “Sadrazam (sadr-ı kebîr)”, “söz meliki (melikü’lkelâm)” ve “saadet kaynağı (umdetü’s-saâde)” gibi lakaplarla anıp övdüğü (1996: I/147) Nizâmeddîn Ahmed hakkında söylediği: “...Efendilerin efendisi, bilgi ve fazilet ülkesinin, ağaçların çiçekleri kadar parlak ve zarif ifadelerin sahibi Firdevsi-yi Tûsî’den –Allâh onu cennetinin en güzel yerine getirsin ve suçlarını bağışlasınsonra kahramanlık destanında daha üstünü bulunmayan, Deri dilinin inci kutusunu ondan daha iyi düzenleyenin bulunmadığı Vezir Mahmûd’un oğlu lakabıyla meşhur olan Emîr-i arız Nizâmeddîn Ahmed...” (1996: I/220). sözlerinden, Erzincanî’nin inşa sanatındaki maharetinin yanında şehname yazdığı da anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Bîbî Muhtasarı’nda geçen “Mesnevî inşasında ikinci Firdevsî’ydi” ibaresi de bunu göstermektedir (Riyâhî 1995: 76). Erzincanî’nin I. Keykâvus'u öven ve Şemseddîn-i Tabes’in kasidesine nazire olarak söylediği kaside (İbn Bîbî 1996: I/147- 48), sual – cevap rubaîsi (1996: I/220) ile Erzincan’ın fethini müteakip I. Alâaddîn Keykubâd'ın topraklarını çocukları arasında paylaştırdığında, konuyla ilgili olarak sultanın eğlence meclisinde söylediği bir rubaî (1996: I/368) İbn Bîbî tarihinde kayıtlı olup tercümesi şu şekildedir: İskender’in geleneğini yerleştirip imparatorluk ayinini kanunlaştırınca bir güneşe (yani doğan çocuğa) şahlık sancağı verdin. Şam (hem karanlık ve hem de Şam Eyyubîleri) için sabah aydınlığı açtın. Mecduddîn Ebîbekr de bu dönem şâirlerindendir. İbn Bîbî, I. İzzeddîn Keykâvus'un 617/1220 Şevvalinde vefatından bahsederken, yeni sultanın seçimi hakkında devlet erkanının danıştığı kişilerden biri olarak Mecduddîn Ebîbekr’i de anarak: “Dünya fâzıllarının seçkini, devrin âkillerinin önde geleni...Sahib Mecduddîn Ebîbekr; güzel hatta ve hızlı yazıda, uygun deyimler Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 125 kullanmada, sözün açıklığında, belâgatın inceliklerinde, nazmın sağlamlığında, nesrin akıcılığında, beyan ilminin ayrıntılarını ve mânâ ilminin gerçeklerini bilmede, sayılması çok uzun sürecek olan fesahatin bütün dallarına hâkim olmada engin bir deniz, parlak bir hilâl, ışık saçan bir güneş, aydınlık bir ay, zamanın önde geleni, devrinin seçkini....yazışma metni usulünde (şîve-i inşâ-yı teressül) ve şiir söylemede ünü yerleri ve gökleri tutmuş...” der ve onun meşhur rubaîlerinden bir örnek verir (1996: I/219-20). İbn Bîbî’nin ondan sâhib adıyla söz etmesi ve Deylemlilerin vezirleriyle kıyaslamasından onun Selçukluların veziri olduğu ve aynı zamanda rubaîlerinin de çok meşhur olduğu anlaşılmaktadır (Riyâhî 1369: 65-66, 1995: 79). II. Keykâvus'un veziri olan Şemseddîn Muhammed-i Isfahanî, bilgin ve şâirliğinin yanında şâir ve edipleri himaye eden bir kişiydi. Cüveynî-i Sâhib-divân’la karıştırılan Muhammed-i Isfahanî’nin çoluk çocuğu ve akrabası yoktu (Riyâhî 1995: 80). I. İzzeddîn Keykâvus'un mutfak sorumluluğu (eşrâf-ı matbah) görevinde bulunan Isfahanî, sultanın meclisinde söylediği bir rubaî dolayısıyla, has kâtiplik (inşâ-yı hâs) görevine getirilmiş, daha sonra vezirliğe kadar yükselmiştir (İbn Bîbî 1996: I/221). Dönemin önemli âlimlerinden olan ve Âlim-zâde diye tanınan Taceddîn-i Tebrizî ile çeşitli konularda münazara eden Isfahanî, Hoca Veliyüddîn Ali’den hüsn-i hat dersleri almıştır. Hatta tertip ettiği meclislerde civar ülkelerden gelen âlimlerle Farsça ve Arapça eserler üzerine konuşulmakta, çeşitli makamlarda musikî dinlenmekte, bazı ilim dallarında özellikle de tarihî konular ile mizah ve lügaz alanlarında müzakereler yapılmaktaydı (İbn Bîbî 1996: II/106-7). Eflâkî, Isfahanî’nin Kayseri’nin hâkimi olduğu dönemlerde Mevlânâ’nın mürşidi olan Seyyid Burhaneddîn’in mürit ve dostlarından olduğunu kaydetmektedir (Ahmet Eflâkî 1989: I/61). Muhammed-i Isfahanî, II. Keykâvus'un veziri olduğu zaman, o devir vaizlerinden olan Amasya kadısı Melikü’l-kelâm Celaleddîn-i Verkânî, ona 17 beyitlik bir kaside yazarak mektubuyla birlikte birkaç yük de üzüm gönderdi. Isfahanî ise, vâiz Verkânî’nin gönderdiği birkaç yük üzüm ve kasideye teşekkür olarak edibâne bir mektup ve bir kaside göndermiştir (İbn Bîbî 1996: II/108-16). Selçukluların Moğollara yenil- 126 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ mesinden sonra, zindana düşen Muhammed-i Isfahanî, gördüğü birçok işkenceden sonra öldürülmüştür. Kaşan’a bağlı Cuşkan’dan olan Celâleddîn-i Verkânî de bu dönemin önemli şâirlerindendir. O dönemin vaizlerinden olan Verkânî, aynı zamanda Amasya’da kadılık görevinde de bulunmaktaydı. Takiyüddîn-i Kâşî’nin tertip ettiği Hülâsatü’l-eş’âr isimli mecmuanın ikinci cildinin birinci rüknünde onun bazı kaside, kıt’a ve rubaîlerine rastlanmaktadır (Riyâhî 1995: 81). Yukarıda belirttiğimiz gibi, Celâleddîn-i Verkânî, Muhammed-i Isfahanî, II. Keykâvus'un veziri olduğu zaman, ona 17 beyitlik bir kaside yazarak mektubuyla birlikte birkaç yük de üzüm göndermiş, o da Verkânî’nin gönderdiği birkaç yük üzüm ve kasideye teşekkür olarak edîbâne bir mektup ve bir kaside yollamıştır (İbn Bîbî 1996: II/108- 16). Bu dönem şâirlerinden Emîr Kemâleddîn-i Kâmyâr, Keykubâd hükümetinin ileri gelenlerindendir. Felsefeye meraklı olan emir, Sühreverdî’nin öğrencilerinden olup, onun Arapça söylediği felsefî bir şiirine nazire söylemiştir (İbn Bîbî 1996: II/33). İbn Bîbî, tarihinde onun ilmî makamı ile askerî ve siyasî faaliyetlerinden ayrıntılı olarak bahsetmiştir (I/289-90, 386-88, 421-27, 443-58). Nüzhetü’l-mecâlis’te Farsça iki rubaîsi nakledilmektedir (Riyâhî 1369: 72-3, 1995: 83). Selçuklu devlet ricalinden ve II. Keykâvus dönemi Rum Pervanesi olan Nizâmeddîn Hurşîd de bu devir şâirlerindendir. Aksarayî, yetenekli bir kalem sahibi olan Nizâmeddîn Hurşîd’in güzel ibareleri ve isabetli görüşleri olduğunu belirtir (Riyâhî 1995: 114). 655/1257 tarihinde Rükneddîn’in cülûsundan sonra da pervanelik görevini sürdüren Nizâmeddîn Hurşîd, Aksaray’ın Alâiye Kervansarayı’nda ordunun yenilmesine sebep olan Hoca Noyan’ı kabuğu soyulmuş bir armutla zehirlemekle suçlanarak öldürülmüştür. Ölmeden önce duygulu tabiatından ve ince düşüncesinden doğup durumunu tasvir eden bir beyit İbn Bîbî’nin tarihinde yer alarak bugüne kadar gelmiştir (İbn Bîbî 1996: II/150). I. İzzeddîn Keykâvus’un saray debirlerinden olan melikü’l-küttâb Şemseddîn Hamza b. Müeyyed-i Tuğraî’nin İbn Bîbî’nin tarihinde bir rubaîsi yer almaktadır (I/220). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 127 Melikü’ş-şu’arâ Unvanlı Şâirler Melikü’ş-şuarâ Emir Bahâeddîn Ahmed bin Mahmûd Kâni-i Tûsî de, Anadolu’da Farsça şiir söyleyen şâirlerdendir. VI/XII. asrın sonlarında Tûs’ta doğan Tûsî, Moğol istilası sırasında Horasan’dan çıkıp deniz yoluyla Hindistan’a kaçmıştır. Oradan Aden, Mekke ve Bağdat üzerinden Anadolu’ya gelen Tûsî, 618/1221’de Konya’ya giderek I. Alâaddîn Keykubâd’a intisap etmiştir. Onun ölümünden sonrada II. Gıyâseddîn Keyhüsrev ve İzzeddîn Keykâvus’a intisap eden Tûsî, tam kırk sene bu üç padişahın hizmetinde bulunmuş, onların medihleriyle meşgul olmuş ve Selçuklu hanedanı hakkında otuz ciltlik muazzam bir Selçuklu Şâhnâmesi nazmetmiştir. Selçuklu Şâhnâmesi’nde eski İran tarihinden, peygamber kıssalarından, İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinden uzun uzun bahsedildiği ve nihayet Gazneliler ve Büyük Selçuklular’dan sonra, Anadolu Selçukluları hakkında çok geniş ve etraflı bilgi verdiği sanılmaktadır (Köprülü 1943: 393-95). Mürsel Öztürk, İbn Bîbî’nin eserinde şâirleri anılmadan nakledilen bir çok şiir olduğunu, bunların başında Kânî-i Tûsî’nin şiirleri geldiğini belirtir. Yine Tûsî’nin Selçuk-nâme isimli eserinin, İbn Bîbî’nin en önemli kaynağı olduğunu belirttikten sonra, bu konuda Zebîhullâh Safâ’nın şunları söylediğini nakletmiştir (İbn Bîbî 1996: I/7-8): Bütün araştırmalar Kânî’nin Selçuknâme’sini kaybolmuş eserler arasında sayarlar. Fakat bu eserin önemli bir kısmının İbn Bîbî adıyla tanınmış olan Nasıreddîn Hüseyin Muhammed b. Alî’nin yazdığı Selçuknâme de denilen el-Evâmirü’l-Alâ’iyye’nin I. Gıyâseddin Keyhüsrev ve Alaaddin Keykubad ile ilgili bölümleri, tamamen Kânî’nin Selçuknâme’sinden alınmıştır. Tûsî, ayrıca II. İzzeddîn Keykâvus adına 658/1260 tarihinde manzum bir Kelîle ve Dimne (Kâni’-i Tûsî 1358) de yazmıştır. Padişahlarda bulunması gereken hasletler ve faziletler hakkında söylenmiş uzun bir mukaddime ile başlayan eserin tertibi Nasrullah’ın Kelîle ve Dimne’siyle aynîlik göstermektedir (Ateş 1945: 112). Yaklaşık 4500 beyit olan eserin tek nüshası British Museum (nr. 7766)’da bulunmaktadır. Eflâkî’nin ifadelerine göre, Tûsî, Mevlânâ’ya karşı büyük bir hürmet beslemiş, öldüğü zaman ise ona rubaî tarzında bir mersiye söylemiştir (Ahmet Eflâkî 1989: I/16). 128 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Anadolu Selçukluları dönemi melikü’ş-şuarasından olan Hüsâmeddîn’in varlığından Sa’deddîn Mes’ûd ile karşılıklı mektuplaşmalarından haberdar olmaktayız. Sa’deddîn Mes’ûd, ona yazdığı mektupların ilkinde kendisiyle görüşmek arzusunda olduğunu, bu maksatla “sahil dağlarına muvassalat” ettiğini, müthiş fırtına ve sellerin yolları kapaması üzerine geri döndüğü için hasret ve firakının arttığını edebî bir dille anlatmıştır. Hüsameddîn’in buna cevabı uzun bir kaside ile başlamakta ve kaydedilen bir tarihî hadise ile mektubunun zamanını da belirtmektedir. Gerçekten de aynı arzu ve dostluk hislerini dile getiren şâir, Mu’îniddîn Pervâne’nin Sinop’a hücumundan önce Merzubânnâme’nin şerhi olan, bu kaside ve mektuptan başka birkaç name daha yazdığını, ancak gönderecek kişi bulamadığı için onları da buna ilâve ederek gönderdiğini belirtmektedir. Gerek Hüsameddîn’e ve onun oğlu Emir Nasrullah’a yazılan mektupların gerekse Hüsameddîn’in ona verdiği cevapların tamamıyla edebî manzum ve mensur parçalardan ve dostane hisleri ifadeden ibaret olduğu görülmektedir (Turan 1988: 157- 58). Tek Kadın Şâir Erguvan Hatun, bu dönemde kadın olmasından dolayı dikkati çeken şâirlerdendir. Kocası Cemâleddîn’e yazmış olduğu mektubuna eklediği şiirinde, bir kadın şâirin duyduğu hasret ve iştiyakı dile getirmiştir. Bu mektup Anadolu Selçuklu döneminde bir kadın şâirin varlığını, yüksek zümrenin hususî hayatını ve özellikle karı-koca münasebetlerini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Kocası Cemâleddîn’in Erguvan Hatun’a yazdığı mektuba dört beyitlik bir şiirle başlaması, kendisinin de şâir olduğunu göstermektedir (Turan 1988: 168-71). İrfanî Şiirin Temsilcileri Bu devrin hiç şüphesiz en önemli sufî şâiri Mevlânâ’dır. Yûnus Emre, Sultan Veled ve Evhadüddîn-i Kirmâni de sufî şâirlerdendir (bak. Türk Edebiyatının İlk Temsilcileri). Bu dönemin mutasavvıf şâirlerinden olan Fahreddin-i Irâkî, Hamedan yakınlarındaki Kumcan kasabasında doğmuştur. Ciddi bir tahsilden sonra 627/1299 sıralarında, serseri sûfîlerden oluşan bir Kalenderler zümresine katılarak, Hindistan’a git- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 129 miş ve burada tanınmış şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ Multânî’nin (ö. 666/1276) müridi ve damadı olmuştur. Bu evliliğinden Kebüriddîn İsmail isminde bir oğlu oldu. Uzun bir müddet Hindistan’da kaldıktan sonra, hacca gitmiş, oradan Anadolu’ya gelerek büyük sûfî Sadreddîn-i Konevî (ö. 672/1273)’nin Fusûs dersine, yani İbn-i Arâbî’nin bu addaki eserini açıklamak için verdiği derslere devam etmiştir. Bu derslerden aldığı ilham ile aşk hakkında en tanınmış eserlerden biri olan Lema’ât’ını (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 381-416, Fahrüddîn İrâkî 1988) yazmıştır. Anadolu Selçukluları veziri Muînüddîn Pervâne ona Tokat’ta bir tekke yaptırdıysa da galiba Moğol istilasından sonraki Anadolu’nun karışık durumundan dolayı burada kalmayarak Mısır’a gitmiş, oradan geldiği Şam şehrinde 688/ 1289’da vefat ederek Sâlihiye’de tanınmış sûfî Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî’nin türbesi yakınına defnedilmiştir (Ateş 1968: 160). Irâkî’nin Farsça olarak kaleme aldığı manzum ve mensur eserleri bir külliyât halinde toplanarak neşredilmiştir (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373). Külliyât’ta kaside (39-86), gazel (87-250), terci-bend (251-78), terkib-bend (279-91), kıt’a (292-295) ve rubaîlerden (359-80) oluşan bir divanı bulunmaktadır. Fahreddîn-i Irâkî’nin Deh-fasl diye de anılan Uşşâk-nâme (Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî 1373: 297-357) isminde bir mesnevîsi de vardır. İrâkî, Vezir Şemseddîn-i Cüveynî’ye ithaf ettiği eserinde, aşkla ilgili düşüncelerini bazen konuyla ilgili hikâyeler anlatarak açıklamıştır. Anadolu’da yaşayan ve tam adı Seyfeddîn Ebu’l-mahâmid Muhammed-i Ferganî olan Seyf-i Ferganî, şiirlerinden ve Üniversite Kt. FY 171’de kayıtlı olan divanının sonunda bulunan kayıtta yer alan “imam, âlim, zâhid, seyyidü’l-meşâyih ve’l-muhakkıkîn” gibi sıfatlardan anlaşıldığı gibi büyük bir sufî şâirdir. Şiirlerinde Seyf veya Seyf-i Fergânî’yi mahlas gibi kullanan ve nisbesinden Ferganalı olduğu anlaşılan şâir, Moğol istilâsı üzerine memleketini terk ederek önce Tebrize, oradan da Anadolu’ya gelmiş ve Konya Aksaray’ına yerleşmiştir. Seyf-i Fergânî, “Anadolu’nun göz yaşı” denilebilecek bir şiirinde, Gazan Han (694/1295-703/1304)’a ülkenin durumunu anlatırken başka bir şiirinin başlığında da 705/1305-6 tarihini zikretmiştir. Şâirin bu tarihten sonra çok yaşamadığı tahmin edilmektedir. Seyf-i Fergânî’nin genel olarak 130 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ dinî ve tasavvufî şiirlerini içine alan ve çok yüksek bir seciye ve ruha delâlet eden kaside, kıt’a ve gazel şeklindeki şiirlerinden oluşan bir divanı (Seyf-i Fergânî 1364) vardır (Ateş 1959, 1968: 207-9). Şiirlerinde XIII. asır Anadolu’sunun sosyal ve siyasî yapısını da yansıtan şâir, aynı zamanda içtimaî ve siyasî hicivler de kaleme almıştır (Çiftçi 2002: 269-74). Diğer Şâirler Anadolu Selçukluları döneminde yukarıda zikrettiğimiz şâirlerin dışında başka şâirler de bulunmakta olup şunlardır: Bu dönemin aynı zamanda önemli münşilerinden olan Râvendî’nin asıl adı Necmeddîn Ebûbekr Muhammed b. Alî b. Süleymân-i Râvendî olup Kâşân vilayetine bağlı Râvend kasabasında doğmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeden Râvendî, yoksulluk ve kıtlık nedeniyle 570/1174-1175 yılında ailesiyle beraber, Isfahan’daki dayısı Tâceddîn Ahmed-i Râvendî’nin yanına yerleşmiş ve dayısı tarafından yetiştirilmiştir. Fazıl, bilgin, şâir, yazar ve sanatkâr olan Râvendî, Irak Selçuklularının son padişahı Tuğrul bin Arslan’ın 590/1194 yılında öldürülmesinden sonra Anadolu’ya gelerek Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Gıyâseddîn Keyhüsrev ve Kılıç Arslan’ın hizmetinde bulundu. 599/1203’te telifine başladığı Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr adlı eserini (Râvendî 1333, 1999) 603/1206 yılında tamamlayarak Gıyâseddîn Keyhüsrev’e ithaf etti. Bu eser, Fars nesrinin en güzel örneklerinden biridir. Hem sahip olduğu selaset hem de bir çok tarihî ve sosyal olaydan bahsetmesinden dolayı, Moğol saldırısından önce, VII/XIII. asrın en muteber kitaplarından sayılmaktadır. Râvendî, Farsça şiir de söylemiştir. Ancak onun şiirdeki gücü nesirdeki gibi başarılı değildir. Râvendî’nin Gıyâseddîn Keyhüsrev’i övmek için yazmış olduğu bir kasidesi, eserinin mukaddimesinde yer almaktadır. Ayrıca eserinde bahsettiği Selçuklu sultanlarıyla ilgili her bölümün sonunda söylemiş olduğu bir şiire de yer vermiştir. Bu dönem şâirlerinden Kadı Burhaneddîn-i Anevî, Türk asıllı bir kumandanın oğlu olup ilk çocukluk ve gençlik yıllarını Ani’de geçirdi. Farsçanın yanında diğer milletlerin dilleri ile Hristiyan ve Musevîlerin dinî inançları hakkında bilgi edindi. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi dinî ilimlerin yanında tıp ve astronomiyle de uğraştı. Ahlatşahlar’dan muhte- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 131 melen Seyfeddîn Bektemür tarafından Abbasî halifesi Nâsır Li-Dinillah’a elçi olarak Bağdat’a da gönderilen Anevî, Mahmûd isminde bir vaizin telkiniyle Tebriz’de yazmaya başladığı Enîsü’l-kulûb adlı eserini 608/1212 tarihinde Konya’da tamamlayarak sultan I. İzzeddîn Keykâvus’a takdim etti. Kisâ’î ve Taberî gibi tarihçilerin eserlerinden faydalanılarak aruzun feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılan eser, 28.000 beyit olup ekseriyeti peygamberler kıssasına ayrılmıştır. Bu kıssaların yanında Hz. Peygamber’in miracı, savaşları ve mucizeleri, Hulefâ-yı Râşidîn, Emevîler ve Abbasîler devrinde meydana gelen bazı hadiseler ve halifeler hakkında da bilgi verilmiştir. Aslında dinî-ahlâkî mahiyette bir eser olan ve yedi bölümden meydana gelen Enîsü’l-kulûb, Anadolu Selçukluları tarihinin en eski yerli kaynaklarındandır. Bu eserin en dikkate değer yanı, Abbasî halifelerinden söz ettiği kısımda Sünnî geleneğe uyarak X-XII. asır İslâm dünyasının çeşitli vakaları arasında özellikle Gazneli Mahmûd’un Hindistan’daki fetihlerine ve Selçuklulara önem vermesidir. O, Gazneli Mahmûd’un zaferleri arasında sadece Sumenat fethinden bahsetmiş ve ona ait bir menkabe nakletmiştir. Gazneli Mahmûd’u Hindistan’ı fetheden bir İslâm kahramanı olarak telakki eden Anî, onun Türklüğünden hiç bahsetmezken İslâm tarihinde ilk Türk hegemonyası devri olarak Selçuklular dönemini göstermiştir. Müellif, I. İzzeddîn Keykâvus ile Nâsır Li-Dinillah arasındaki münasebetlerden bahsettikten sonra, sultana yaptığı öğütlerin yer aldığı hâtime kısmı ile eserini tamamlamıştır. İhtiva ettiği bazı bilgilerin dışında tarihî kaynak olarak fazla bir değeri olmayan Enîsü’l-kulûb, VI/XII. asırda Anadolu’da yer alan fikrî ve edebî hareketleri, belli bir sınıfın manevî eğilimlerini ve hayat görüşünü yansıtması bakımından özellikle kültür tarihi açısından öneme sahiptir (Davud İbrâhimî 1995: 242-43; Köprülü 1943: 459-70). Bilinen tek nüshası Süleymaniye Ktp. Ayasofya, Nu. 2984’te kayıtlı bulunan Enîsü’l-kulûb’un Kadır Billah’tan Nâsır Li-Dinillah’a kadar gelen Abbasî halifelerine ayrılan ve Gazneliler ile Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları dönemine ait bölümleri, özet hâlindeki Türkçe tercümesiyle birlikte Köprülü tarafından yayımlanmıştır (1943: 470-85, 497- 519). Bu dönem âlim, şâir ve tabiplerinden olan Sa’deddîn Mes’ûd’un yazmış olduğu tamamıyla hususî mahiyette mektupları ihtiva eden 132 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ önemli bir münşeat mecmuası vardır. Bu mektuplar, kendisi ve Selçuklu ricali hakkında olduğu gibi özellikle devrin edebî, kültürel ve içtimaî tarihi bakımından da önemlidir. Sa’deddîn Mes’ûd’un divan ehlinden olan İmâdeddîn isimli birisine yazmış olduğu iki mektupta Sinop şehrinin güzel bir tavsifi olan ve o dönemin içtimaî ve edebî hayatı bakımından önemli olan şiirlere yer vermiştir (Turan 1988: 156-57, 159-62). VI./XII. yüzyıl ile VII./XIII. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin edilen Tâceddîn-i Hâletî’nin, Nüzhetü’l-mecâlis’te üç rubaîsi kayıtlıdır (Riyâhî 1369: 72, 1995: 82-3). Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî’nin halifelerinden olan Şeyh Şemseddîn Ömer b. Ahmed-i Tiflisî’nin şeyhi Evhadüddin övgüsünde söylenmiş bazı Farsça rubaîleri vardır (Bayram 1993: 98; Kanar 1999: 16). Yine Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî’nin halifelerinden olan Kerîmüddîn-i Nîşâburî’nin Evhadüddîn’in hem övgüsü hem de ölümü üzerine söylenmiş rubaîleri bulunmaktadır (Bayram 1993: 100; Kanar 1999: 16). Ebu Bekir bin Zekî-i Konevî (Riyâhî 1995: 136-37; Ateş 1945: 120-22), İbn Bîbî (İbn Bîbî 1996), Mühezzeb-i Kayserî (Riyâhî 1995: 93-6), Nâsireddîn Sicistanî-i Sivasî (Riyâhî 1995: 137), Necmeddîn-i Râzî (Miftâh 1374: 65-6), Sadruddîn-i Konevî (Sadeddin Nüzhet vd. 1926: 89-93), Sirâceddîn-i Urmevî (Deyhîm 1367: I/335-7; Riyâhî 1995: 132-35) bu dönemin diğer şâirleridir. Arapça Şiir Anadolu Selçukluları döneminde Arapça şiirler de kaleme alınmıştır. XII. asırda yaşayan ve I. Sultan Kılıç Arslan zamanında Anadolu’ya gelen İran’ın büyük mutasavvıflarından olan Şihâbeddîn-i Sühreverdî’nin tasavvufî mahiyette Arapça şiirleri bulunmaktadır. Ayrıca İbn Sînâ’nın Arapça olarak kaleme aldığı Kasîde-i Rûhiye’sine de bir nazire yazmıştır (Van den Bergh 1997, Sühreverdî 1988: IV-V). İbn Arabî’nin çeşitli mensur eserlerinde bulunan Arapça şiirleri, tasavvufî mahiyette söyledikleriyle birlikte bir divanda toplanmıştır. Ayrıca Divan’ın sonunda muvaşşahat tarzında söylenmiş şiirlere de yer verilmiştir (Ateş 1945: 53-54; 1997: 545). Sultan Veled ve Evhadüddîn-i Kirmanî’nin de Arapça şiirleri bulunmaktadır. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 133 Türkçe: Edebî ve Resmî Dile Doğru Anadolu’ya gelip yerleşen Türklerin çoğunluğunu Oğuz Türkleri oluşturduğu için, Anadolu’da oluşan Türkçenin esasını Oğuz Türkçesi teşkil etmiştir. Anadolu’ya göç eden ve Anodolu Selçuklu Devleti’ni kuran Türklerin, edebî gelenekten yoksun göçebe Oğuz boylarına dayanması sebebiyle; bunların beraberinde getirdikleri dil, bir yazı dilini besleyecek özellikleri taşımamaktaydı. Ayrıca bunlar Kaşgarlı Mahmud’un Hakaniye Türkçesi dediği Orta Asya edebî dilini de bilmiyorlardı. Bundan dolayı, Anadolu’da Türkçeye dayalı bir yazı dilini kurmaya çalışan Türkler, uzun yıllar Arapça ve Farsçanın desteğini almak zorunda kalmışlardır (Korkmaz 1995: 274). Buna karşılık, Anadolu’nun fethi ve Müslümanlaştırılması için savaşan alp-erenlerin ve gazilerin gösterdikleri gayretlerle Anadolu, daha XII. yüzyılda Türklerin dinî-menkabevi destan edebiyatı geleneklerini sürdürdükleri uygun bir ortam hâline gelir. Bizanslılara karşı savaşmış Müslüman bir Arap kahramanı olduğu ileri sürülen Battal Gazi (Ocak 1992) etrafında meydana getirilen Battal-name (Köksal 2003) Anadolu’nun fethi sırasında Türk gazilerini gayrete getirmek, gönüllerindeki cihat ruhunu artırmak için yazılmıştır. Yine bu devirde, Danişment Ahmet Gazi’nin (Özaydın 1993a) kahramanlıklarının menkabe ile karışık olarak anlatıldığı Danişmend-name (Akkaya 1954; Mélikoff 1960) de Anadolu’da aynı düşünceyle bu devirde oluşturulmuş bir destandır. Battalname’nin metni daha XIII. yüzyılda tespit edildiği gibi, 643/1245’te II. İzzeddin Keykâvus'un emriyle Münşi-i Sultani Melik İbn Ula’nın Danişmend-name’yi “essah-ı rivayat üzre tasnif” ettiği bilinmekte ise de, bu metin şu an için kayıptır. Daha sonra II. Murad'ın emriyle Tokat dizdarı Arif Ali Danişmend-name’yi manzum ve mensur olarak yeniden kaleme almıştır. Bu durum millî geleneklerine çok bağlı olan Oğuzların yani Türkmenlerin, Orta Asya'da yaratmış oldukları destan geleneğini Anadolu’da da sürdürdüklerini göstermektedir. Fetih sırasında orduda savaşan, savaş sonrasında köy köy, diyar diyar dolaşarak destanlar ve şiirler okuyan, halk hikâyeleri anlatan ozanların yarattığı sözlü edebiyat geleneği ürünlerinin Anadolu’nun ilk devirlerinde halkın bedii ihtiyacını karşıladığı anlaşılmaktadır (Mazıoğlu 1972: 297-98). 134 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Türk asıllı şâirler, özellikle Türk dilli şâirlerin oluşumu ve gelişiminde etkili olduğu ve bedii zevklerini yansıttıkları İran edebiyatı estetiğinin mahsulü olan klasik şiire Gazneli ve Selçuklu dönemlerinde olduğu gibi Anadolu’da da kendi dilleri yerine Farsça ile vücut vermişlerdir. Bu şiirde Türkçeye geçiş azdan aza küçük denemelerle olmuştur. Mülemmalar ve Farsça mısralar arasındaki Türkçe kelimeler bu geçişin hem ilk basamakları hem de ilk habercisi görünümündedir (Akün 1994: 393). Özelikle bu duruma Anadolu Selçuklu Devleti’nin karışık kültürlerden oluşması ve çok dilli bir ortam sunması da uygun bir zemin hazırlamıştır. Bu da her topluma kendi diliyle hitap eden çeşitli eserlerin yazılmasına sebep olduğu gibi, çok dilli şiirlerin (mülemma) yazılmasına da zemin hazırlamıştır. Çünkü bu tip toplumlarda her dilin kendine has farklı işlevleri vardır ve her biri belirli bir amaç ve durum için kullanılır. İşte çok dilli şiirler de bu durumun işlevsel bir yansımasını sergilerler (Johanson 1993: 29). Hatta bu tip davranışın özellikle zengin bir Halk edebiyatı geleneğine sahip olan Oğuz Türkçesinin aruz vezniyle söylenilen edebî metinlerde de kullanılmasıyla edebî olarak etkin bir hâle gelmesine yardımcı olduğu görülmektedir. Yani bu mülemma şiirler edebî açıdan fazla işlenmemiş olan Oğuz Türkçesinin işlenmiş olan dillerin özellikle de Farsça ve Arapçanın çatısı altında talim imkânı elde ettiği söylenebilir. Nitekim Köprülü’nün değerlendirmesiyle Horasan ve Maveraünnehir şâirlerinin oldukça etkin bir dönemde aruzla şiir yazmaya Türkçe-Farsça mülemmalarla başladıkları (Johanson 1993: 34-35) gibi Anadolu’da da aynı durumla karşılaşmaktayız. Tabii ki burada Johanson’un ifade ettiği gibi, bu dönemde modern tarzda dil ve millet bütünleştirilmediği için son dönemlerdeki millî dile sadakat veya dil milliyetçiliğinin olmadığı da hatırlanmalıdır. Ayrıca Orta Çağ Avrupa edebiyatında olduğu gibi dil tercihi sanatçıların milliyetine göre değil, edebî türe göre belirlenmekteydi (1993: 28). Anadolu’da Türkçeye geçişin önemli sebeplerinden biri de İhsan Fazlıoğlu’nun ilk defa dikkat çektiği gibi muhatap olarak alınan halkın kendisine takdim edilen dili anlamasıdır (bak. 2003). Anadolu’da da yoğun bir Türk halkı bulunduğundan dolayı, doğal olarak o insanlara kendi diliyle hitap etme ihtiyacı doğmuştur. Ayrıca Anadolu’da Türk diliyle yazılı bir edebiyata varışta gözden kaçırılmaması gereken hususlardan biri de, hiç şüphesiz bölgede gittikçe kuvvet kazanmaya başlayan Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 135 tasavvuf cereyanıdır. XIII. asrın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya gelen birçok büyük sufînin tesiriyle I. Alâaddîn Keykubâd devrinden başlayarak tasavvufî düşünce hız kazanmıştır. Diğer taraftan yine aynı sebeplerle bu defa Orta Asya ve özellikle Horasan sahasından Türkmen şeyh ve dervişleri de bu çağda akın akın Anadolu’ya gelmişleridir. Büyük merkezlerde Farsça bilen şehir halkına aynı dille hitap eden eserler yanında, tasavvuf fikriyatını geniş halk tabakalarına yaymak şevki ve arzusuyla yazılan dinî ve tasavvufî eserlerde Oğuz Türkçesi edebiyat ve yazı dili hüviyetiyle kendini göstermeye başlamıştır. Böylece XIII. asrın ilk yarısı içinde, doğrudan doğruya Farsça bilmeyen bir kitleyi irşad gayesi güden Türkçe dinî-tasavvufî bir edebiyatın doğuşuna şahit olunmaktadır (Akün 1994: 393). Bu dinî-tasavvuf edebiyatının bugün için bilinen ilk temsilcileri Sultan Veled ve Yunus Emre’dir. Yine Selçuklular döneminde yetişmiş olan Hoca Dehhânî ise, Anadolu’da din dışı şiirin bilinen ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir. XIII. asırda, I. Alâaddîn Keykubâd (616/1219-634/1236) zamanında yaşayan Dehhânî’nin şiirleri (İlaydın 1974), nazım tekniğinde ve üslubunda görülen kusurlarına karşılık, dönemine göre gelişmiş bir dile sahip olması, Anadolu’da Türkçe şiirin geçmişinin XIII. asırdan daha gerilere gittiğini düşündürmektedir. Ancak elimizde yazılı veriler bulunmadığı için kesin bir yargıya varmak güçtür. Aynı durum Orta Asya’da da mevcuttur. XI. asra kadar yüksek bir edebiyat ve kültür dili meydana getiren ve aynı asırda Kutadgu Bilig gibi büyük bir eser ortaya koyan Türklerin, edebî alanda birdenbire gerilemesi beklenemez. Ayrıca İslâm medeniyeti dairesine girilmiş olan bu dönemde, en azından İslâm dinini öğretmek için birçok eserin yazılmış olması gerekir. Bu karanlık devrin sebebi Canpolat’a göre Moğol istilasıdır. XII. asrın sonları ile XIII. asrın başlarında yazıldığı tahmin edilen ve bugüne kadar gelmiş olan pek az eserin istinsah tarihlerinin XIV. yüzyıla ve daha sonrasına ait olması da bunu açık bir şekilde göstermektedir (1989: 165-66). Bugün için aşağıda zikredilen ve Türk dilinin ilk temsilcileri olan şâirlere ait elimizde bulunan metinlerden başka Eski Anadolu Türkçesi özelliklerini taşımakla beraber dil bakımından karışık bir durum gösteren eserler de mevcuttur. Bu durumun en önemli sebebi, özellikle XII. 136 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ asrın sonu ile XIII. asrın başlarında Türkistan'dan Anadolu'ya siyasi ve iktisadi baskılar ile ticari amaçlarla akın akın gelen din adamları, sufiler ve şeyhlerin Anadolu halkı için Oğuz Türkçesi ile kaleme aldıkları eserlerine, kendi anadilleri olan Orta Asya Türkçesinin hususiyetlerini bilerek veya bilmeyerek katmalarıdır (Kut 2004: 320). Bunlardan birisi, Ali adlı bir şâirin 630/1232’de, 8’li hece vezni ve dörtlüklerle yazmış olduğu Yusuf u Züleyha (Ertaylan 1960; Hace Alî-i Harezmî 1376) hikâyesi; diğeri ise 703/1303’te Şeyh Ali b. Muhammed tarafından istinsah edilen ve dilinden XIII. asırda yazıldığı tahmin edilen Behcetü’l-Hada’ik fiMev’izeti’l-Hala’ik (Ertaylan 1949; Buluç 1955, 1956, 1988; Canpolat 1989) adlı dinî-ahlaki eserdir. Dil bakımından karışık bir durum arz eden bu eserlerin nerede yazıldıkları bilinmemekle beraber, Selçuklular devri Oğuz Türkçesiyle kaleme alındıkları söylenmektedir. Bu eserlerin dilindeki karışıklığın sebebi, Anadolu’ya Oğuz boyları ile birlikte sayıları az da olsa Orta Asya’dan başka Türk boylarının da gelmeleri ve Oğuz Türklerinin yazı dili olarak göçlerle bağlarını devam ettirdikleri Doğu Türkçesini kullanmış olmaları gösterilmektedir (Mazıoğlu 1972: 301). XIV. asırda yaşayan Şeyyad Hamza (Mansuroğlu 1946) ve Kadı Burhaneddin’in de Doğu Türkçesiyle karışık şiir yazmaları bu durumu doğrulamaktadır. Anadolu Selçukluları devrinde Anadolu’da yazıldığı halde bugün elimizde bulunmayan Türkçe eserler de vardır. Bunlar, Gülşehrî’nin Mantıku’t-Tayr’ında “Bir kişi bu dâsitânı eylemiş / İlle lafzın key çepürdük söylemiş // Eski bizden hûriye ton eylemiş / Bir keçeden aya pîlven eylemiş // Veznçün lafzuñ gidermiş harfini / Artuk eksik söylemiş söz sarfını” (1957: 51) mısralarıyla haber verdiği ve acemice yazıldığını söylediği manzum Şeyh San’an Kıssası ile Şeyyad İsa’nın Salsal-name isimli eseridir. Fuad Köprülü’nün XIII. asırda yazıldığını söylediği Salsal-name, bir kahramanlık hikâyesi olup, Salsal adlı bir devin Hz. Ali ile savaşını ve yenilip yok olmasını anlatır. Bu hikâye, sonraki yüzyıllarda da çeşitli şâirler tarafından yazılmıştır (1986: 253). Bu dönemde, Karamanoğlu Mehmet Beğ, Anadolu Selçuklularının son zamanlarına doğru, memleketteki karışık durumdan faydalanarak Konya’yı Alâaddîn Keykubâd’dan alıp devlet idaresini vezir sıfatıyla ele aldıktan sonra, 15 Mayıs 1277’de (H. 10 Zilhicce 675) "Bugünden sonra hiç Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 137 kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak" (İbn Bibi 1996: II/209) şeklindeki kararını bütün şehre ilan ettirip “defterleri dahı Türkçe yazalar” (Korkmaz 1995: 428) buyruğunu verir. Bu buyruktan sonra Anadolu’da VI. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar ayrı ayrı bölgelerde tek bir kol hâlinde ilerleyen eski Türk yazı dilinden ayrılıp yepyeni karakterde müstakil bir yazı dilinin kuruluşu sağlanmış (Korkmaz 1995: 424), Türkçe ilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve Farsça karşısında geçerlik kazanmaya başlamış ve resmi dil olmuştur. Böylece takriben XI. asırdan itibaren Şuubiye hareketi dolayısıyla hakimiyetini kısmen Farsça ile paylaşan Arapça; XIII. özellikle de XIV. yüzyıllarda başlamak üzere Türkçe ile paylaşmak zorunda kalmıştır (Sayılı 1964: 47). Türkler, Anadolu’da Türkçenin sadece konuşma dili olarak kalmayıp bir kültür ve medeniyet dili olmasının temellerini de yine bu dönemde atmışlardır. Anadolu’da Yazılan İlk Türkçe Şiir Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da yazılan ilk Türkçe şiir, Evhadüddîn-i Kirmânî tarafından kaleme alınmıştır (bak. Türk Edebiyatının İlk Temsilcileri). Anadolu’da Yazılan İlk Türkçe Eser Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser meselesi üzerinde ilk defa Fuad Köprülü durmuştur. Köprülü, Ahmed Fakîh’in Çerh-nâme isimli kasidesini, Anadolu'da yazılan ilk Türkçe eser olarak kabul etmiştir (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1926a). Ancak son yapılan araştırmalar bu eserin 1350’den sonra kaleme alındığını göstermektedir (Tezcan 1994; Şentürk vd. 2007: 148-50). Bu sebeple, eldeki bilgilere göre Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser, Hekim Bereket tarafından kaleme alınmış, tıp ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî olmalıdır (Bayram 2004: 10-11). Bu eseri, Şehabeddin Tekindağ geniş olarak tanıtmış (1971: 134-39)’tır. Hekim Bereket eserinin mukaddimesinde bildirdiğine göre, bu eseri Lubâbü’nNuhab adıyla Arapça olarak yazmış, daha sonra bunu Tuhfe-i Mubârizî adıyla Farsçaya tercüme edip Amasya emiri Halifet Alp Gazi’ye sunmuştur. Hekim Bereket, onun tıp ilmi için faydalı olacak bu eseri beğendiğini, ancak Türkçe olarak kaleme alınsaydı değerinin daha da artaca- 138 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ ğını ifade ettiğini, bundan dolayı da bir süre sonra Türkçeye çevirdiğini belirtir (Tekindağ 1971: 134-36). Yine Hekim Bereket’in bu ifadelerinden bu dönemde Türkçe eserlerin çok nadir olarak mevcut olduğu, Halifet Alp Gazi’nin de Türkçe eserler yazılmasını teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Büyük ihtimalle, bu teşvik neticesinde Hekim Bereket Hulâsa der-İlm-i Tıb adıyla yine Türkçe bir başka eser yazarak yine Emir Halifet Gazi’ye takdim etmiştir. Yine aynı cilt içersinde müellifi bilinmeyen Tabiat-name isimli Türkçe bir mesnevî bulunmaktadır. Bu mesnevînin Hekim Bereket’in diğer iki eseri gibi tıbba dair ve bir cilt içinde bulunması, dilinin ise çok eski olmasından dolayı Hekim Bereket’e ait olduğu sanılmaktadır (Bayram 2004: 110). Mahmud Mes’ud Koman, Tuhfe-i Mübârizî'nin hattıyla, eserin kapağında kayıtlı notun hattının farklı oluşuna dikkat çekerek, Tuhfe-i Mübârizî’nin mukaddimesinin ve dil hususiyetlerinin Aydınoğlu Mehmet Bey adına tercüme edilen Kısas-ı Enbiyâ ve Tezkiretü’l-Evliyâ’daki mukaddimelere ve dil hususiyetlerine benzediğini ifade ederek: “...namına kitap ithaf olunan bu büyük ve nüfuzlu emirin Aydınoğlu Mübarizü’d-dîn Mehmed Bey olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz” demektedir (1955: 701; Derin 1987: 5-6). Bu eserin ithaf edildiği şahıs, 1225 (Tekindağ 1971: 138) veya 1232 (Bayram 2004: 111) yılında şehit edilen Amasya Emiri Halîfet Alp Gazi ise, eserin XIII. asrın ilk yarısında; eğer bu şahıs 1330 yılında ölen (Koman 1955: 703) Aydınoğlu Mehmet Bey ise, eserin XIV. asrın ilk yarısında tercüme edildiği söylenebilir. Ancak, Hekim Bereket’i Türkçe eserler yazmaya teşvik eden Emir Mübârüziddin Halifet Gazi, tanınan ve bilinen bir kişi olup Sultan I. İzzeddin Keykâvus'un 610/1214 yılındaki Sinop fethine katılmış, Kuzey sahilleri komutanı olmuş, I. Alaaddin Keykubad zamanında Amasya valiliği yapmış, bu sultanın Gürcistan’a sevk ettiği orduda da bulunmuş ve bu seferde iken 629/1232 tarihinde şehit düşmüştür. Halifet Gazi 606/1209’da Amasya’da bir medrese yaptırmıştır. Hekim Bereket’in 622/1225 tarihli bir vakfiyesi (Yınanç 1982) bulunan bu medresede müderrislik yaptığı tahmin edilmektedir. Ayrıca Koman’ın dikkat çektiği ve Tuhfe-i Mübarizî'nin kapak kısmında yer alan kayıttan Halifet Gazi’nin babasının adının Tolı, dedesinin ise Terken Şah olduğu anlaşılmaktadır (Bayram 2004: 110-11). Bunların her ikisinin de adı Danişmend-name’nin kahramanları arasında geçmektedir (Turan 2002: 131). Bu da Halifet Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 139 Gazi’nin, Amasya emiri Melikü’l-ümerâ Mubârizu’d-devle ve’d-dîn Halifet Alp Gazi olduğu ihtimalini artırmaktadır. Ayrıca Türkmencilik hareketi ile Türk kültürünün himaye edilip desteklendiği yer olan Amasya’da, Türkçe eser yazma geleneğinin de başlamış olabileceğini göz önünde bulundurmak da gerekir. Görülüyor ki, eldeki yazılı metinlere göre Anadolu’da Türkçe eser verme geleneği XIII. asrın başlarında başlamıştır. Mustafa Canpolat’ın, Behcetü’l-Hada’ik’ın Anadolu’da muhtemelen XII. asrın sonları ya da XIII. asrın başlarında yazılmış olması gerçeğe en yakın ihtimaldir görüşü de (1989: 165-75) bunu desteklemektedir. Bu da, bazı kaynaklarda ifade edilen (İz 1995: II/XXVIII), Anadolu’daki ilk Türkçe eserlerin XIII. asrın ortalarına doğru verilmeye başlandığı görüşünün doğru olmadığını göstermektedir. Türk Edebiyatının İlk Temsilcileri Anadolu’daki Türk edebiyatının, Anadolu Selçuklularının son dönemlerinde (XIII. Yüzyıl) yaşayan ilk temsilcileri, bazı Türkçe şiirleri/eserleri olduğu bilinen Evhadüddîn-i Kirmânî, Yûnus Emre, Dehhânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Veled ve Nâsırî’dir. Aynı döneme ait gösterilen Şeyyâd Hamza ve Ahmed Fakîh'in, son yapılan araştırmalar neticesinde XIV. asırda yaşadığı tespit edilmiştir. Bugün hâlâ Yûnus Emre ve Dehhânî’nin de yaşadığı dönemle ilgili farklı iddialar ileri sürülmektedir. Evhadüddîn-i Kirmânî Anadolu’da en eski Türkçe şiir söyleyen şâir olan Evhadüddîn-i Kirmânî’nin İran’ın Kirman bölgesinde 559/1164’te doğduğu tahmin edilmektedir. Türk olduğu sanılan Evhadüddîn’in asıl adı Hâmid, lakabı Evhadüddîn’dir. Şiirlerinde ‘Evhad’ mahlasını kullanmıştır. Tahsilini Bağdat’ta tamamladıktan sonra, önce ‘muîd (asistan)’ daha sonra ‘müderris (profesör)’ olarak Hankâhiye medresesinde çalışmaya başlamıştır. Ancak tasavvufa meyleden Kirmânî, medrese ile hankahlar arasındaki eğitim farkını görmüş ve Kutbuddîn-i Ebherî’nin halifesi Rukneddîn-i Sucasî’ye (608/1211) intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Seyyah bir sufi olarak tanınan ve Evhadiyye tarikatının kurucusu olan Kirmânî, 140 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ İran, Azarbaycan Kafkasya, Anadolu, Irak, Suriye, Mısır ve Hicaz’ın birçok köy ve kasabalarında bulunmuştur. Gittiği her yerde devlet adamı ve sultanlardan hürmet gören Kirmânî, muhtemelen 1204 yılında Anadolu’ya gelmiş ve ertesi yıl Konya’da bulunan Muhyiddin ibnü’lArabî ile görüşmüştür. Bu arada Malatya, Sivas ve Konya’ya gittiyse de genellikle Kayseri’de ikamet etmiştir. Fütüvvet teşkilatının Anadolu’daki şeyhlerinin lideri olarak halife tarafından gönderilen ve uzun bir süre “Şeyhu’ş-şuyûhi’r-Rûm” unvanını taşıyan Kirmânî, Kayseri’de evlenmiş ve Fatıma isminde bir kızı olmuştur. Mikâil Bayram’ın tespitlerine göre, Fatıma adındaki bu kız, Bâcıyân-ı Rûm adındaki kadınlara özgü olan sivil örgütün lideri Fatıma Hatun’dur. Kirmânî, Riyâzu’l-ârifîn’e göre Bağdat’ta 635/1238 tarihinde vefat etmiştir (bak. Bayram 1996; Kanar 1999). Mehmet Kanar, Evhadüddîn-i Kirmânî’nin 2202 tane rubaîsini tespit etmiştir (bak. Kanar 1999). Bunlardan 1153’ü Farsça, 16’sı Arapça, 33’ü ise Arapça-Farsça mülemmadır. Bu rubaîlerdeki konuların işlenişine, mazmunlara, kelime seçimlerine ve edebî sanatların kullanımlarına bakıldığında, Kirmanî’nin ilmî yönü ağır basan, akılcı Hayâm ile Fahrüddîn-i Irâkî, Senâ’î ve Mevlânâ gibi ilâhî coşku ve heyecan dolu şâirler arasında bocalayan, vazgeçemediği şahidbazlık dolayısıyla her taraftan gelen baskılara karşı koymaya çalışan, istisnai rubaîler dışında zaman zaman zevksiz ve sıkıcı sanat gösterisi yapmaya çalışan, taklitten kurtulamamış ve şiire kendi damgasını vuramayan bir şâir olduğu görülmektedir. Rubaîlerde vahdet-i vücûd, şahidbazlık, kadın, ilahî aşk, şeriat, sema, tarikat adabı, kader, ibadet, dünya ve ahiret hayatı, ictimaî durum ve ilim gibi konular işlenmiştir (Kanar 1999: 21-29). Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Ayasofya, nr. 2910) bulunan bir mecmuanın baş tarafında Evhadüddin’in bazı nasihatleri, bir mev’izası, biri Halife Müstansır-Billah’a olmak üzere birkaç mektubu bulunmaktadır (Bayram 2005: 90). Bugünkü bilgilerimize göre, Anadolu’da yazıldığı tespit edilen ve elimizde bulunan Türkçe en eski şiir, XIII. asrın sonlarında Gelibolulu Muhyiddîn tarafından Farsçadan tercüme edilen Tercüme-i Menâkıb-ı Şeyh Evhadüddin-i Kirmanî (Mercan 1989) adlı eserde yer alan ve Kirmanî'ye ait olan Farsça-Türkçe mülemma gazeldir. Bugün “olısar” Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 141 redifli olan bu mülemma gazelin sadece ilk beyti tespit edilmiş olup Türkçe menkabede şu şekilde geçmektedir: Me-râ ezeddür mescid der-i hammâr olısar8 Seccâde neyem lâyık me-râ zünnâr olısar” (terc. Meyhane olduğu zaman mescit bana zıttır. Zünnâr olduğunda ise seccade bana gerekmez.) Yine aynı eserde yer alan, “Hazret-i Şeyh gûyendelere işâret eyledi, hûb âvâzile Hazret-i Şeyhün bu gazeline ser-âgâz eylediler” ifadelerinden, bu gazelin Şeyh Evhaduddîn’in müritleri tarafından hep bir ağızdan terennüm edildiği de anlaşılmaktadır (Bayram 2005: 209). Muhammed-i Kazvînî’nin Mecâlisü’n-nefâ’is Tercümesi’ndeki kaydından (Alî Şîr Nevâî 1323: 318; Kartal 2000: 34), Kirmânî’nin şiirlerinin XVI. asırda bile Anadolu’da meşhur olduğu anlaşılmaktadır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Bu dönemde Anadolu’da dinî ve tasavvufî mahiyette eserler kaleme alan müelliflerin başında hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gelmektedir. Asıl adı tezkire yazarlarının ittifakı ile Muhammed, lakabı Celâleddîn olan, bugün Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinde 604/1207 tarihinde doğan Mevlâna, uzun bir seyahatten sonra, Konya’ya gelip yerleşmiş ve uzun müddet burada oturduktan sonra, aynı şehirde 672/1273’te ölmüştür (Mevlânâ’nın hayatı hakkında geniş bilgi için bak. Gölpınarlı 1985a; Furûzanfer 1990; Can 2003). Necmeddîni Kübrâ’nın tarikatına dolayısıyla Horasan tasavvuf mektebine mensup olan babası Sultânu’l-ulemâ Bahâeddîn Veled ile, daha çocuk yaştayken Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya gelen Mevlânâ, Şam ve Halep gibi dönemin önemli kültür merkezlerinde sağlam bir tahsil görmüş, şer’î ilimlerde, özellikle fıkıh alanında ihtisas sahibi olmuş, bir taraftan babasından tasavvuf terbiyesi alırken, diğer yandan da ilmî seviyesini yükseltmiştir. Onun bu yetişme tarzının, kendi tasavvuf anlayışını 8 Bu beyit İsmail Hakkı Mercan tarafından hazırlanan yüksek lisans tezinde yanlış ve Farsça olarak şu şekilde okunmuştur (Mercan 1990: 133): Me-râ ezar der mescid der semâ evlîter / Seccâde nîm lâyık me-râ ez nâr evlîter. 142 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ oluştururken hiç şüphesiz büyük tesiri olmuş, Sünnî İslâm anlayışına genelde sağlam bir tarzda sadık kalan bir tasavvufî sistem geliştirmiştir (Ocak 2006b: 433). Kendinden önceki pek çok meşreptaşı gibi mistik cezbesini, ilahî aşkını ve tasavvufî düşüncelerini terennüm için şiiri bir araç olarak kullanan (Ocak 2007: 17) Mevlânâ, yazmış olduğu eserlerle hem Osmanlı hem de doğu zihniyet dünyasına ve edebiyatına tesir eden önemli bir sufîdir. O’nun tasavvufî anlayışını ve düşüncelerini ortaya koyan Mesnevî-i Me’nevî, Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâ Fîh, Rubâiyyât gibi eserleri, Farsça yazılmış olmalarına rağmen, sanıldığının aksine, o devirde sadece yüksek tabakalara mahsus kalmamış, Türkmen çevrelerine de geniş ölçüde nüfuz etmiştir. Nitekim Mevlânâ’nın o dönemin bir başka ünlü sufîsi Hacı Bektaş-ı Velî ile yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Hatta Anadolu’da Türkçenin müdafiliğini yapan XIV. asrın ünlü Türkmen mutasavvıfı Âşık Paşa, Garîb-nâme adlı eserinde Mevlânâ’dan çok istifade etmiş ve onu takdirle anmıştır. Mevlânâ’dan açıkça etkilendiğini söyleyen ve ondan büyük bir hayranlıkla söz eden diğer bir Türkmen şeyhi de Yûnus Emre’dir (Ocak 2006b: 433). Mevlânâ’nın eserlerinden Mesnevî yahut tam adıyla Mesnevî-i Ma‘nevî (Mevlânâ Calâleddîn-i Rumî 1993; Mevlânâ 1370, 1925-, 1988; Gölpınarlı 1981-), Mevlâna’nın en çok okunan ve hayranlık uyandıran 6 ciltlik eseri olup, 25.634 beyitten oluşmaktadır. Mesnevî nazım şekliyle yazıldığı için bu adı almıştır. Bugün de mesnevî denildiği zaman akla hemen bu eser gelmektedir. Mevlânâ, tasavvufî sırları ve tarikat adap ve erkanını açıklayan bir eser yazmayı düşünmüş ve ilk 18 beytini yazmıştır. Daha sonra Hüsameddin Çelebi’nin, kendisinden Senâ’î’nin Hadîka’sı ya da Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı vezninde, irfan sırlarını, tarikat usullerini açıklayan bir eser nazmetmesini teşvik ve arzu etmesi üzerine de Mesnevî-i Ma‘nevî’yi yazmaya başlamıştır. Yazmış olduğu bu 18 beyitten sonraki kısımlar Mevlânâ’nın her yerde, her vesile ile Hüsameddin Çelebi’ye yazdırması suretiyle vücuda gelmiştir. Birinci cilt 657-660/1259- 1263 yılları arasında tamamlanmış, uzunca bir aradan sonra 662/1264 tarihinde ikinci cilt yazılmaya başlanmış ve hiç ara verilmeden bütün eser Mevlânâ’nın ölümüne (672/1273 tarihine) yakın bir zamanda tamamlanmıştır (Ateş 1968: 113-14; Furûzanfer 1990: 145-48, 211-12). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 143 Bu hacimli eser, akıcı bir üslûba sahip olmasına karşılık, dil nazım tekniği bakımından güçlü değildir. Bundan dolayı da sonraki müstensihler bazı üslûp, özellikle de vezin aksaklıklarını düzeltmişlerdir (Ritter 1997: 57). Hiç şüphesiz bunda doğrudan doğruya bir edebî kaygıyla kaleme alınmaması etkili olmuştur. Çünkü kendinisini toplumu aydınlatmakla görevli sayan bir öğretmen gibi gören Mevlânâ’nın asıl derdi, şiir söylemek değil, bilakis mesajını topluma ulaştırmaktır. Bundan dolayı da şiirin kurallarını zorlamaktan hiç çekinmemiştir (Kırlangıç 2007: 222). Mevlânâ didaktik bir eser olan Mesnevî’de, belirli bir plana göre hareket etmemiştir. Herhangi bir münasebetle bir hikâyeyi anlatırken, çok kuvvetli olan tedai kabiliyetiyle başka bir hikâyeyi hatırlamış; o hikâye, kendisini dinî, insanî konulara sürüklemiş, derken bir başka hikâyeyi, bir başka olayı hatırlayıp onu anlatmaya başlamıştır. Bu şekilde devam ederken tekrar ilk hikâyeye dönüp onu bitirmiştir (Gölpınarlı 1981-: I/IX). Belki bundan dolayı Mesnevî, “hikâye içinde hikâye” olarak nitelendirilmiştir (Kırlangıç 2007: 221). Onun bu üslûbu, aynı zamanda eseri okuyanları meraklandırıcı ve sürükleyici bir etki de oluşturmuştur. İçerisinde birçok tasavvufî, dinî ve ahlâkî terim ve kavramlara yer verilip anlamlarının açıklandığı Mesnevî’de anlatılan hikâyelerin bir çoğunun, o devir Anadolu’sunun sosyal, siyasî ve kültürel hadiseleriyle ilgili olduğu da görülmektedir. Mevlânâ, bu hikâyeleri çok ustaca seçmiş ve görüşlerini, hem şâirlik dehasıyla anlatmış hem de muhaliflerini hicvetmekten çekinmemiştir (Bayram 2001b: 21-40). Özellikle Mesnevî, Türk illerinde en çok saygı gören, en fazla okunan ve en geniş ölçüde şerh edilen, seçmeler yapılan, anlaşılması güç beyitleri için yorumlar düzenlenen, yorumları kuvvetlendirmek için kendisinden hikâye, temsil ve beyitler aktarılan, hatta okuyucular tarafından daha iyi ve kolay anlaşılabilmesi için çeşitli sözlükler hazırlanan bir eserdir. Nitekim bütün bu konularda birçok eserin kaleme alındığı görülmektedir (bak. Çelebioğlu 1978; Öztekin 1998; Kartal 1999: 181-243; Kunt 1996). Ayrıca muhteva olarak içerisinde barındırdığı fikirlerden dolayı da, Türk edebiyatının oluşmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Dîvân-ı Kebîr (Mevlânâ 1345, Mevlânâ Celâleddin 1992), onun gazel ve bir kaç da değişik şekildeki şiir ve rubaîlerini ihtiva eden bir diğer 144 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ büyük eseridir. Ancak rubaîleri ekseriyetle ayrı bir eser hâlinde toplanmıştır (Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî 1312, Gölpınarlı 1964, Gençosman 1988, Can 1990, 1991). Mevlânâ, gazellerinin çoğunun sonunda kendi adını veya mahlasını söyleyeceği yerde, şâirlerin usulleri hilafına Şems, Şems-i Tebrizî isimlerini mahlas olarak kullandığı için, bu dîvâna Dîvânı Şems veya Dîvân-ı Şems-i Tebrizî adı verilmiştir. Çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr de denilen eser, yukarıda belirttiğimiz gibi şiirlerde Şems ve Şems-i Tebrizî mahlasları kullanıldığından Külliyât-ı Şems ve Külliyât-ı Şems-i Tebrizî isimleriyle de bilinmektedir. Mevlânâ şiirlerinde mahlas olarak sıkça kullandığı Şems ve Şems-i Tebrizî isimlerinin yanında Hâmûş kelimesi ile Selahaddîn-i Zerkûb ve Hüsameddîn Çelebi’nin isimlerini de mahlas olarak kullanmıştır. Ancak bu mahlasların çoğunun hitap mahiyetinde olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Mevlânâ’nın Şems ile olan ilgisinden haberi olmayan kimseler, Şems’in Farsça yazılmış gazelleri olduğunu, bu çok değerli beyitleri onun yazdığını sanmışlardır. Halbuki Şems şâir olarak tanınmamaktadır. Mevlânâ’nın çeşitli yer ve zamanlarda özellikle sema sırasında duygularını irticalen dile getirdiği şiirler, kâtib-i esrâr ismi verilen özel kâtipler tarafından anında kaydedilmiş ve söylendikleri aruz bahirlerine göre tertip edilmişlerdir. Böylece aruz vezninin yirmi bir farklı bahrinde söylenmiş ve her bahri, ayrı bir dîvânçe teşkil eden büyük bir dîvân meydana gelmiţtir. Dîvân’da yer alan şiirler, şiir söyleme veya yazma endişesi içinde olmadan söylenmiştir. Mevlânâ, günlük olaylardan etkilenerek çoğu kere vecd içinde sema ederken hissettiklerini vezin ve kâfiye potası içersinde söylemeye başlamıştır (Yazıcı 1994: 432). Nitekim Ritter, Dîvân’ın hakiki şevk ve heyecanın en saf ifadesi olmak ve edebî örneklere uyularak meydana getirilmesinden ziyade, his ve şahsî sergüzeştlerin yansıması oluşundan dolayı önemli olduğunu ifade etmiştir (1993: 56-57). Cezbe ve coşku içinde kendinden geçmiş bir âşığın dudaklarından dökülen manzumelerden oluşan bir eser olan Dîvân-ı Kebîr, ağırlıklı olarak gazel formunda söylenmiş şiirlerden meydana gelmektedir. Tasavvufî şiir geleneğinde bir zirve olan bu gazeller, aynı zamanda gazel nazım şeklinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Kullanılan imgeler Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 145 bakımından güçlü şiirler içeren bu eser, özgünlük bakımından da dikkat çekmektedir. Özellikle Mevlânâ bu gazellerinde, Farsça gazel geleneğinin bir takipçisi olarak, klasik şiirde tekrarlanagelen sembol ve imgeleri tekrarlamakla yetinmemiş, bu imgeleri daha zengin çağrışımlarla kullanmış, hatta daha gönce kullanılmamış imgeler bulup söylemiştir. Burada dikkati çeken, Mevlânâ’nın bu özgünlüğü sergilerken şiir adına özel bir çaba sergilemeyip yaşadığı hâli dile getirmekten öte bir şey yapmamasıdır. İşte bu kendiliğinden oluş, onun şiirine ayrı bir güç ve çekicilik kazandırmıştır (Kırlangıç 2007: 222). Mevlânâ’nın Dîvân’ındaki şiirleriyle Mesnevî arasında üslûp, ifade, heyecan bakımından hiç mi hiç fark yoktur. Mesnevî’yi didaktik bir eser kabul edip Mevlânâ’nın asıl lirik şiirlerinin Dîvân’da mevcut olduğunu söyleyenler de vardır. Mesnevî, didaktik bir eser olmakla birlikte, bünyesinde yer yer lirizmin en kudretli ifadesini taşır. Dîvân’daki şiirlerin bir çoğu da didakdiktir, fakat Mevlânâ, inancında o kadar özlüdür ki inandırmak için söylediği sözlerde de lirizm ve didaktizmi âdeta bünyesinde yoğurur ve yok eder. Dîvân’daki bir çok gazellerde Mesnevî hikâyelerini özetleyen Mevlânâ, Mesnevî’deki bahislerin birçoğuna yine Dîvân’da yer vermiţtir. Dîvân ve Mesnevî, hem uslûp, hem ifade, hem edâ, hem konu bakımından aslında aynı olup bu iki eser arasında sadece tarz ve vezin farkı vardır (Gölpınarlı 1992: I/X). Arap ve İran Edebiyatı’na hakkıyla vâkıf olan Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde Farsça ve Arapça gazellerin yanında, Rumca ve Arapça mülemmalar da mevcuttur. Mülemmaların toplam sayısı 64’tür. Arapça gazelleri ise 91 adettir (Alp 1997: 5). Ayrıca Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde ve Dîvân’ında yer alan beyitlerde birçok Türkçe kelimeye rastlanıldığı gibi (M. Şerefeddin 1934: 111-155), Dîvân’da zaman zaman Türkçe ve Türkçe-Farsça karışık beyitler de bulunmaktadır9 (M. Şerefeddin 1934: 156-167; Mansuroğlu 1988). Bu şiirlerde Türkçe, başlı başına bir manzume çapına çıkamasa da, beyit seviyesine yükselen dağınık ifadeler 9 M. Şerefeddin, Mevlânâ’ya ait olduğunu söylediği 17 tane Türkçe ve Türkçe-Farsça manzume neşretmiştir (1934: 156-67). Mecdut Mansuroğlu ise, M. Şerefeddin’in Mevlânâ’ya dil, sanat, eda ve konu bakımından uzak düşen bazı Türkçe beyitleri de Mevlânâ’nın olarak tanıttığını ileri sürmüş ve bunlardan sadece 10’unun Mevlânâ’nın olabileceğini ileri sürmüştür (1988: 208). 146 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ hâlinde kendini göstermektedir (Akün 1994 : 393). Bunların Farsça şiirlerle çok az ortak noktalarının olduğu görülmektedir. Ekseriyetinin dünyevî eğlence ile ilgili olduğu izlenimi veren bu Türkçe şiirlerde, Mevlânâ’nın özel hayatına ait kullanımlar da vardır. Bazen bu şiirlerde, Ân yekî Turkî ki âyed gûyedem “Hey geymü sen?” (Bana her gelen Türk “hey iyi misin?” der) mısraında olduğu gibi Türkçe unsurların alelâde bir ifadenin aktarımıyla sınırlı olduğu da görülmektedir. Bunun yanında neşeli bir tarzda aşkın ve şarabın zevkinden bahseden şiirler de vardır. Muhteva olarak dünyevî görülen bu şiirlerde, çeşitli deyimlere de yer verilmiştir. Rûzî nişest hâhem yalguz sinün katunda / Hem sen çagır içer sen hem men kobuz çalar men (Bir gün senin yanında yalnız oturmak istiyorum; sen şarap içersin ben de kopuz çalarım) beytinde olduğu gibi. Bazı şiirlerde ise ya bir “Türk”e hitap edilmekte ya da bir “Türk”ten bahsedilmektedir. Meselâ Turk-i mâh-çehre (ay yüzlü Türk), Merâ yârist Turk-i ceng-cûyî (Kavgacı bir Türk dostum vardır), Resîd Turkem (Türküm geldi) gibi. Mecdut Mansuroğlu bu şiirlerden ikisinin Türkler arasında dinî ve tasavvufî fikirleri yaymak amacıyla yazıldığını söylemektedir (Johanson 1993: 29-31). Vasfi Mahir Kocatürk’ün de dikkat çektiği gibi, Mevlânâ’nın mülemma şeklinde söylenmiş şiirlerinde bulunan bazı mısraları vardır ki, ifade, ruh, ritim ve duygu yönünden, kendisinden önce bir benzeri görülmediği gibi, ondan sonra da yaklaşık bir asır yani Nesîmî’ye kadar benzerlerine rastlanmamaktadır. Özellikle, Mâhest nemî-dânem hurşîd ruhet yâ ne Bu ayruluk odına nice cigerüm yane matlalı mülemmaındaki Türkçe mısralar, kendi eserindeki İran şiirinin yüksek örneklerinden olan diğer mısralardan aşağı kalmayacak gerçek şiir edası taşımaktadır. Bunlardan: Mecnûn bigi vâveylî oldum gene dîvâne Fitnelü elâ gözler çün uyhudan uyane mısraları, zaman itibariyle olduğu gibi ruh itibariyle de, XVI. asırda Bâkî’nin temsil ettiği Türk Klasik şiirinin sanki ilk pırıltılarındandır (1970: 101). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 147 Mevlânâ’nın Türkçe şiirlerinden biri şu şekildedir (Mansuroğlu 1988: 214-15): Eger geydür karındaş yoksa yavuz Uzun yolda saña budur kulavuz Çopanı berk dut kurtlar öküşdür İşit binden kara kuzum kara kuz Eger Tat sen eger Rûm sen eger Türk Zebân-i bî-zebânân-râ biyâmûz10 Mevlânâ’nın Farsça-Türkçe mülemma bir gazelinin bazı beyitleri ise şöyledir (Cengiz 1985: 8-9): Dânî ki min zi-’âlem yalguz seni sever min Eger der berem neyâyî ender-gamet öler min Men yâr-i bâ-vefâyem ber-men cefâ kılur sen Ger to zi-men ne-porsî min hod seni sorar min Rûzî nişeste hâhem yalguz sinün katunda Hem min çakır içermin hem min teyiş biler min Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet numûd u goftâ Ez-men diger ne-porsîd min söyledüm yazar min11 Mevlânâ gerek yaşadığı kültürel ortam gerekse içirisinde bulunduğu hâlet-i rûhiye ve vecd gereği eserlerini Farsça söylemiştir. Çünkü gönlünde bulunan o kabına sığmaz aşk coşkunluğunu ancak gelişmiş ve işlenmiş bir dil olan Farsça ile terennüm edebilirdi. Nitekim o Doğu Türkçesini biliyordu. Oğuz Türkçesini ise 10 1. Eğer, kardeş, iyi de, kötü de olsa, uzun yolda sana kılavuz budur. 2. Çobanı sıkı tut, kurtlar çoktur; işit benden kara esmerim, kara esmer. 3. Eğer Acemsen, Eğer Rumsan (ve) eğer Türksen (de), dilsizlerin dilini öğren (Mansuroğlu 1988: 214-15). 11 1. Bilirsin ki ben (bu) âlemde yalnız seni severim, eğer yanıma gelmezsen senin gamınla ölürüm. 2. Ben vefalı âşığım (sen ise) bana cefa ediyorsun. Şayet sen beni (arayıp) sormazsan, ben kendim seni (arayıp) sorarım. 3. Bir gün senin yanında tek başıma oturmak isterim. Hem ben şarap içerim; hem de şarkı-türkü bilirim. 4. Tebrizli Şems gibi bir ay kayboldu ve dedi: Beni artık sormayın; ben söyledim, ben yazarım. 148 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Anadolu’da öğrenmişti. Oysa Oğuz Türkçesi, ‘edebî dil’ hüviyetini henüz o dönemde kazanamamıştı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi, içlerinde bulunduğu ve belli bir noktada muhatabı olan Türk halkına karşı da bigane kalmayıp ya mülemma şeklinde ya da beyte yayılmış şekilde Türkçe şiirler söylemekten de kendini alamamıştır. Edebî açıdan önemli olmayan bu şiirlerin, Johanson’un da belirttiği gibi, “yerel” bir konuşma biçiminin bir yazı dili olarak gelişmesine katkı sağladığı da yadsınamaz bir gerçektir (Demir 2007: 307). Mevlânâ’nın bu manzum eserlerinin dışında Fîhi Mâ Fih, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât isimli Farsça mensur eserleri de bulunmaktadır. Sultan Veled Bu dönemin önemli şâirlerinden olan Sultan Veled, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin büyük oğlu olup 623/1226 yılında bugün Karaman olarak bilinen Larende’de doğmuştur. İlk öğrenimini babasından alan Sultan Veled, erken yaşlarda babası ile birlikte dönemin ileri gelen âlimlerinin de bulunduğu çeşitli toplantılara katılmış ve katıldığı bu toplantılardan istifade etmiştir. Sadık bir mürit gibi babasına ve Şems-i Tebrîzî’ye hizmet etmiş; ilk kayboluşunda Şam’a giderek (1246) Şems-i Tebrîzî’yi geri getirmiştir. Şems-i Tebrîzî’nin ölümünden sonra (1247) aynı saygıyı babasının halifeleri Selâhaddîn-i Zerkûb’a ve Hüsameddîn Çelebi’ye de göstermiş, babasının ölümü üzerine (1273) onun yerine geçmesi istenmişse de kabul etmemiş, bilakis Çelebi’ye tabi olmuştur. Hüsameddin Çelebi ölünce (1284) ısrarlara karşı koyamamış, postnişinliği kabul etmiş, ancak gerçek halifenin Kerimüddîn Bektemür olduğunu belirtmekten geri kalmadığı gibi, Bektemür’ün ölümüne kadar da (1291) ona gereken saygıyı göstermiştir. Sultân Veled post-nişin olduktan sonra babasının yolunu örgütlemeye çalışmıştır. Mevlevilik onun zamanında örgütlü bir tarikat haline gelmiş, gerek yapıtları, gerekse dört bir yana gönderdiği dervişleri ve halifeleriyle mevleviliğin yayılmasını sağlamıştır. Sultân Veled, 86 yaşında olduğu halde 712/1312 tarihinde vefat etmiştir. Şiirlerinde Anadolu halkını aydınlatmak ve Mevlânâ’nın görüşlerini yayıp açıklamak ile büyüklüğünü telkin maksadını güden Sultan Veled, arada Türkçe şiirler söylemişse de eserlerinin büyük bir çoğunluğunu Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 149 Farsça yazmıştır. Türkçe şiirleri Anadolu Türkçesinin eski örneklerinden sayılır. Tasavvuf esaslarını öğretme mahiyetinde olan Türkçe şiirlerinde aruz veznini ve daha ziyade mesnevî nazım şeklini kullanmıştır. Sultan Veled’in bu Türkçe şiirleri Gibb’in söylediği gibi Osmanlı Devleti’nin tesis edildiği sıralarda Batı Asya Türkçesine örnek teşkil etmesi bakımından ilginçtir. Bu şiirlerde kullanılan Türkçe kelimelerin ekseriyeti bugün unutulmuş, bir kısmı muhtemelen Osmanlı Türkçesinde hiç kullanılmamış, geri kalanı da belki hâlâ bazı ağızlarda varlığını sürdürmektedir. Didaktik mahiyette olup sade ve yumuşak bir üslûba sahip olan bu şiirlerde, özellikle amacından dolayı edebî bir zerafet yoktur. Ancak Türk tarzı ölçüye uygun olup kafiyeler oldukça isabetli oluşturulmuştur (Gibb 1999: 106). Sultan Veled’in şiirlerindeki Türkçe, Mevlânâ’nınkiler gibi dağınık mısra, beyit ve mülemmalardan ibaret kalmayıp sayısı 14’ü bulan gazelin başından sonuna kadar yer alabilecek bir duruma gelmiştir. Sultan Veled bununla da yetinmeyerek İbtidâ-nâme’sinin 76 beytiyle, Rebâbnâme’sinin 162 beyitlik bir bölümünü de Anadolu Türkçesiyle meydana getirmiştir. Gerek 10.000 beyitlik İbtidâ-nâme’sinde gerekse 8.124 beyitlik Rebâb-nâme’sinde Türkçeye hakim olamadığını bildiren sözlerinde onun aruzlu ifadede nasıl zorlandığı, bundan dolayı her ikisinde ara yerde yaptığı bu Türkçe çıkışlardan sonra söyleyeceklerini daha rahat anlatabilmek için tekrar Farsçaya döndüğü dikkat çekmektedir (Akün 1994: 393). Sultan Veled’in özellikle Türkçe gazellerinde, Türk halk edebiyatında oldukça fazla kullanılan ve yer alan aliterasyonun varlığı dikkat çekmektedir. Şâir, bu usülü kullanmakla kendi şiirlerini hiç şüphesiz Türk halk şiirine yaklaştırmış, böylece halkın kendi şiirlerini kolayca benimsemelerine zemin hazırlamıştır. Bu da hiç şüphesiz Sultan Veled’in ortaçağ Anadolu’sunda meşhur olmasına vesile olmuştur (Fomkin 1994: 137-41). Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinin esasını, Fomkin’in tespit ettiği gibi eski çağlardan gelen Türk şiir geleneği ile onun kendi estetik tasavvurları oluşturmuştur (bak. Fomkin 1994). Sultan Veled’in söylemiş olduğu bu Türkçe şiirler, daha sonra geleceklerin bir nevi öncülüğünü yapmıştır (Akün 1994: 393). Nitekim aşa- 150 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ ğıdaki beyitlerde yer alan ve klasik şâirlerin ortak kullanımı olan mazmunlar ve kavramlar sanki bunun delili gibidir: Senün yüzün güneşdür yoksa aydur Cânum aldı gözün daki ne eydür Temâşâ çün berü gel kim göresin Nite gözüm yaşı ırmak u çaydur Ne okdur bu ne ok kim degdi senden Benüm boyum sünüydi şimdi yaydur Kaşlarun yâdur gözün oklar atar Gönglüm ol oklarıçun oldı âmâç Ol ne kaşdur ol ne gözdür cân alur Ol ne boydur ol ne yüzdür ol ne saç Sultan Veled’in Dîvân’ı ve mesnevîlerinde yer alan Türkçe manzumeleri (Sultan Veled 1341; Mansuroğlu 1958) ile Arapça şiirleri (Değirmençay 1997) yayımlanmıştır. Sultan Veled’in tamamı Farsça olan eserleri şunlardır: Sultân Veled’in Dîvân (Uzluk 1941)’ı, kaside, gazel, kıt’a, terci-bend, terkib-bend, musammat ve rubaîlerden oluşmaktadır. Rubaîler (Uzluk 1941: 559-616; Değirmençay 1996a) ise ayrı bir cüz halinde bulunmaktadır. Dîvân’da, Farsça 826 gazel, 32 kaside, 9 kıt’a, 10 terci-bend ve terkibbend, 23 musammat, 454 rubaî yanında Türkçe ve Arapça şiirler ile Rumca beyitler de vardır. Bunlar, 62 beyitte 8 Arapça manzume ve 3 rubaînin yanında, Farsça bir gazel içinde 3 beyit, ayrıca bir de FarsçaArapça mülemma şiir; 123 beyitte, 14 Türkçe manzume ve Farsça-Türkçe 13 beyitlik mülemma bir gazel; 21 Rumca beyit ile Farsça-Türkçe, FarsçaArapça ve Farsça-Rumca bir arada mülemma şiirlerdir (Değirmençay 1996: 52). Dîvân’daki gazellerin çoğu, Mevlânâ’nın gazellerine nazire olarak yazılmıştır. Büyük bir edebî değeri olmayan bu eser, devrinin muhtelif devlet ricali için yazılmış olan ve çok defa beyitlerinin ilk harflerinin sıralanmasından, hakkında yazılmış olduğu şahsın adı çıkan manzumeleri sebebiyle tarih tetkikleri bakımından mühimdir (Yazıcı 1997: 30). Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 151 Övgü ve mersiye mahiyetinde olanlar müstesna, bütün gazeller tasavvufî ve didaktik bir mahiyettedir. Bu gazellerin ve rubaîlerin en büyük özellikleri ifadenin hepsinde açık ve sâde oluşudur. Sultân Veled’in ilk mesnevîsi olan İbtidâ-nâme (Sultan Veled 1315, 1976), Mevlânâ’nın hayatı ve Mevlânâ âşıklarının ilk inançlarını gösteren en eski ve doğru kaynak olması bakımından oldukça önemlidir. 1291 tarihinde yazılan mesnevîde 76 Türkçe, 180 Arapça ve 23 Rumca beyit de bulunmaktadır. Sultan Veled, mesnevîsinin başında Mevlânâ’nın, Mesnevî’sinde geçmiş erenlerin kıssalarını zikrettiğini, onların kerametlerini ve makamlarını açıkladığını; onların kıssalarını anlatmaktan maksadının kendi kerametlerini ve makamlarını belirtmek olduğunu; kendisiyle dost ve gönüldaş olan Seyyid Burhaneddîn Muhakkık-ı Tirmizî, Tebrizli Şemseddin Muhammed, Konyalı Şeyh Selahaddin Feridun, Konyalı Çelebi Hüsameddin’in hâlleri ile kendi hâllerini, anlattığı hikâyelerle zikrettiğini belirttikten sonra, bazı kimselerin durumun doğruluğunu anlayacak, söylenen maksadı kavrayacak anlayış ve seziş kabiliyeti bulunmadığı için Mesnevî’de bildirilen kendisi ve kendisiyle gönülleri bir olan musahiplerinin ahvalinin okuyanlara ve dinleyenlere malum olsun, şüpheleri ortadan kalksın diye etraflıca anlattığını belirtir (Sultan Veled 1976: 1-2). Rebâb-nâme (bak. Değirmençay 1996) 1301’de nesir ve nazım olarak kaleme almıştır. 8124 beyit olan mesnevîde 162 Türkçe, 36 Arapça ve 22 tane de Rumca beyit vardır. Sultan Veled, Rebâb-nâme’de, öğütlerden, Hakk’ın sırlarından yani Kur’ân ayetlerinden ve tarikatın gereği olan hususlardan bahsetmiştir. Bu bahisler içerisinde birçok âyet ve hadis iktibaslarında bulunulmuş ve mânâları geniş açıklamalarla ifade edilmiştir. Türkçe ve Arapça beyitlerde de aynı hususlar söylenmiş olup nispeten Türkçe beyitlerde, Arapça beyitlere oranla biraz daha fazla konu işlenmiş; ayrıca Mevlânâ’nın övgüsüne de yer verilmiştir. Sultan Veled’in üçüncü ve son mesnevîsi İntihâ-nâme’dir. Eser, baştan sona Farsça olup diğer eserlerinde olduğu gibi Türkçe, Arapça ve Rumca beyitler yoktur (Değirmençay 1996: 54-55). İntihâ-nâme’de, tarikatın gereği olan şeylerle, vaaz ve nasihatlerin anlatılması yanında, Mevlevîlikle ilgili olarak Mevlânâ’nın Şems’e bağlanmadan önceki du- 152 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ rumu, yaşantısı ve diğer özellikleri ile Şems’e bağlanması ve Şems’in, daha önce hiç sema yapmamış olan Mevlânâ’yı semaa başlatması; semaın, bütün müritler tarafından yapılması ve sema ile ilgili birtakım kısa anlatımlar da vardır (Değirmençay 1996a: 24). Sultan Veled’in Maârif isminde Farsça mensur ve tasavvufî bir eseri dahi vardır. Nâsırî Bu dönem şâirlerinden olan Nâsırî’nin de bazı Türkçe şiirleriyle karşılaşmaktayız. Sivaslı olup Sultan Veled dervişlerinden Rükneddin el-Urmevî el-Konevî’nin oğlu olan Nâsırî, tarikat hakkında manzum bir kitap olmadığını görmüş ve Fütüvvetnâme (Gölpınarlı 1952: 181-203) isimli mesnevîsini 679/1280 tarihinde Farsça olarak yazmıştır. Aruzun "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla kaleme alınan ve 882 beyit olan mesnevîsini, Ahi Muhammed’e ithaf etmiştir (Ateş 1945: 118). Nâsırî’nin manzum mensur karışık olarak kaleme aldığı İşrâkât adında bir eseri daha vardır. Burada yer alan bazı hikâyeler Anadolu’da geçtiği için o dönem Anadolu’suna dair bazı bilgiler vermektedir. Ayrıca şâirin, Mesnevî ve Garîb-nâme’de de geçen “üzüm hikâyesi”ni anlatırken Türkçe iki beyte, başka bir latifesinde ise bir mısraa yer vermesi, onun Farsçanın yanında Türkçe şiirler de söylediğini göstermektedir (Köprülü 1943: 446). Yûnus Emre Yaşadığı dönem konusunda farklı görüşler olan, XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen, ilk Türkçe Dîvânı tertip eden, Risâletü’n-Nushiyye adında bir mesnevî kaleme alan Yûnus Emre’nin Türk edebiyatında müstesna bir yeri vardır. Türkçeyi çok iyi bir şekilde kullanan Yunus Emre, Oğuz Türkçesine dayalı Anadolu Türkçesinin müstakil bir yazı dili olarak kuruluşunda önemli bir rol oynamıştır (Korkmaz 1995: 363). Halkın konuşma dilini en canlı bir şekilde kullanmış, Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında son derece önemli hizmette bulunmuştur (Timurtaş 1997: 236). Yunus’un eserlerinde kullandığı dil sade, canlı bir konuşma diline yaslanmakla birlikte O, halk tarafından anlaşılan Arapça ve Farsça keli- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 153 meleri kullanmaktan da çekinmemiştir. Bu onun şöhretinin geniş halk kitlelerine yayılmasını sağlamıştır. Yunus Emre’nin Divan’ında (Tatçı 1990; Timurtaş 1989) yer alan gazellerinin konusu, hemen hemen tamamen din ve tasavvuf etrafında odaklanmaktadır. O, Orta Asya’da Ahmed-i Yesevî ve dervişlerinin hikmetleriyle başlayan çığırı, Anadolu’da devam ettirmiştir. Ancak bu devam, taklidî mahiyette olmamıştır. Çünkü Yunus hikmet geleneğini kendi kabiliyetiyle yoğurarak en üst düzeye çıkaran ve kendisinden sonra bir Yunus mektebinin oluşmasını sağlayan orijinal bir şâirdir (Tatçı 1990: I/71-72). Yunus, Orta Asya Türk tasavvuf geleneği ile tasavvuf felsefesini birleştirmiş yani Ahmed-i Yesevî ile İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini kendisinde bir araya getirmiş bir şahsiyettir (Yakıt 2002: 17). Bir şiirinde Mevlânâ Hüdâ-vendgâr bize nazar kılalı / Onun görklü nazarı gönlümüz aynası [oldu] diyerek Mevlânâ’nın manevî nazarı altında olduğunu belirten Yunus Emre, bazı yazarlara göre “Mesnevî’yi ve Dîvân-ı Kebîr’i okumuş, onlardan bir çok mazmûnları, kendince tasarruf etmiş, Mevlânâ’nın tesiri altında kalmış, hatta onun insanî görüşünü Türkçede dile getirmiş bir şâirdir.” Bazılarına göre de “Daha önce İbn Arabî ve Mevlânâ’da vahdet-i vücûd ve buna bağlı olarak diğer tasavvufî mefhumlar, en geniş ve apaçık ifadesini bulmuştu. Fakat Türkçede ilk defa Yunus bu mefhumları ‘üryan’ kılıyordu.” Yine onun Türk edebiyatındaki yeri ve tesirleri üzerinde geniş bir çalışma yapan Köprülü’nün ifadesiyle “O, Muhyiddin-i Arabî ve şakirtleriyle Celaleddin-i Rumî’nin yaydığı geniş ve serbest telakkîleri tamamıyla kendine maletmiş, rûhen mutasavvıf, büyük ve çok samimî ve sanatkâr bir şahsiyetti” (Kılıç 2007: 79-80). Yunus Emre’nin "Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi / Bostan ıssı kakıyup dir ne yirsün kozumı" matlaıyla başlayan şiiri, diğer şiirlerinin aksine tamamen sembolik olarak kaleme alınmıştır. Seyr ü sülûka giren dervişlerin karşılaştıkları güçlüklerin sembolik olarak anlatıldığı bu şiire, bazı mutasavvıflar tarafından şerhler yazılmıştır (Pekolcay vd. 1991; Yakıt 2002; Tatcı 2005). Yunus Emre’nin 707/1307 tarihinde kaleme aldığı Risâletü’n-nushiye (Tatçı 1990; Günay vd. 2004) isimli mesnevîsi, aruzun "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla yazılan manzum bir girişle başlar. Kısa bir mensur bölümden sonra, mefâîlün mefâîlün feûlün vezniyle yazılan mesnevînin asıl bölümleri gelmektedir. 600 beyitten oluşan mesnevînin giriş man- 154 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ zumesinde Hz. “Âdem’in yaratılışı” ve “Anâsır-ı Erbaa (toprak, su, hava, ateş)” açıklandıktan sonra, mensur kısımda akıl, iman ve ilim makamları ele alınmıştır. Daha sonra “ruh ve akıl”, “kibir ve kanaat”, “buşu ve gazap”, “sabır”, “buhl ve haset” ile “gıybet ve bühtan” konuları sırasıyla şerh edilmiştir. Risâletü’n-nushiye’de tasavvufî ahlâk, ya da seyr ü sülûk denilen manevî yolculuk, insanın iç mücadelesi, kendini bilme ve bulma gayreti, bir toplum düzeninden hareketle daha doğrusu Anadolu Selçuklu Türk askerî teşkilatından ve sair sosyal hayatından mehazlar alınarak anlatılmıştır. Ele alınan mücerret dünya anlayışı, müşahhas örneklerle, hikâye diliyle ve nasihatçi bir anlayışla işlenmiştir (Tatçı 1990: III/1-18). Eserin diğer bir özelliği de İslâmiyetle birlikte Türk ruhunda meydana gelen değişikliği yansıtmasıdır. Nitekim eserde, dışa dönük, savaşçı, maddî kuvvete dayalı alp tipi'nin yerini; içe dönük, manevî olanın peşine giden veli tipi almıştır. Yunus bu eserinde adeta eski Türk akıncısını atından indirerek elinden kılıcını ve okunu almış ve onu kendi içinde sefere davet etmiştir (Günay vd. 2004: 92). Risâletü'nnushiyye, her ne kadar muhteva ve kurgu yönünden başarılı olsa da, nazım tekniği; yani işlenişi bakımından zayıf bir eserdir. Eserin türünün ilk örneklerinden biri olması ve Yunus'un mizacına uymamasından dolayı Yunus, mesnevîsinde ele aldığı konu itibariyle ön plana çıkmıştır. Nitekim Yunus Emre, mesnevîsinden ziyade divanındaki gazel ve ilahîleriyle şöhret bulmuş ve bir Yunus mektebinin doğmasına sebep olmuştur (Günay vd. 2004: 97-98). Dehhânî Bu dönemde yazmış olduğu Türkçe şiirlerle dikkati çeken şâirlerden biri de Dehhânî’dir. Dehhânî’nin hayatı hakkında bilgilerimiz çok sınırlıdır. Bugün için elimizde bulunan tek kasidesinden bildiğimiz, Horasan’dan Anadolu’ya geldiği ve sultandan tekrar oraya dönmek istediğidir. Dehhânî’yi ilim âlemine tanıtan M. Fuad Köprülü’nün tespitlerine göre şâir, III. Alâaddîn Keykubâd devrinde (1298-1302) Anadolu’ya gelmiş ve bu sultana intisap etmiştir. Onun sarayında bulunan Dehhânî, eğlence ve işret meclislerine de katılmıştır. Ayrıca bu sultanın isteği üzerine yirmi bin beyitlik Farsça bir Şeh-nâme kaleme almıştır (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1926; Köprülü 1986: 271, 337). Köprülü’den sonra Mecdut Mansuroğlu (1947: 4-5) ve Vasfi Mahir Kocatürk (1970: 170) de Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 155 Dehhânî’nin III. Alâaddîn Keykubâd zamanında yaşadığını belirtmişlerdir. Devriyle ilgili bazı hususiyetleri bünyesinde barındıran söz konusu kasidesinde yer alan bazı telmihleri, Hikmet İlaydın farklı şekilde yorumlayarak onun I. Alâaddîn Keykubâd zamanında (1220-1237) yaşamış olabileceğini ileri sürmüştür (1974). Çetin Derdiyok da “Tematik Bir Bakış”la değerlendirdiği kasidesinde bu sultanın büyük ihtimalle I. Alâaddîn Keykubad olduğu sonucuna varmıştır (1994). Ömer Faruk Akün ise, bir manzumesindeki ipuçlarından hareket ederek onun 1361 tarihinde daha hayatta olduğu ve Anadolu’dan henüz ayrılmadığına dikkat çekmiştir (1994: 393). Günay Kut ise, Karaman Beyi Alâaddîn Ali (ö. 1398) zamanında yaşadığını belirtmektedir (2004: 354). Ancak Dehhânî'nin bilinen tek kasidesi, Mecmû’atü'n-nezâ'ir'e göre Ahmedî'nin şiirine (Canpolat 1982: 26-28), Câmi'u'n-nezâ’ir'e göre ise Şeyyâd Hamza'nın şiirine (vr. 434b) yazılan nazireler arasında gösterilmektedir. Bu da, nazire derleyicilerinin bu konuda yeterli dikkat göstermediklerini, dolayısıyla Dehhânî'nin XIV. asırda yaşadığına dair sonuçlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini göstermektedir. Dehhânî'nin döneminin bazı hususiyetlerini bünyesinde barındıran kasidesindeki görüşler ve dönemin sultanı hakkında söylediği düşüncüler ise, onun Sultan I. Alâaddîn Keykubâd döneminde yaşadığını düşündürmektedir. Çünkü Horasan yöresinden Anadolu'ya olan sanatkar ve alim akımının, bu sultan döneminde oluşan huzur ve istikrardan dolayı yoğunlaştığı bilinmektedir (Kartal 2007: 473). XV. asırda Ömer b. Mezîd’in Mecmû’atü’n-nezâ’ir’i (Canpolat 1982: 26-28, 32-33, 42, 54-55, 133-34) ile XVI. asırda Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-nezâ’ir’i gibi önemli nazire mecmualarında şiirlerinin bulunması, Şeyhoğlu Mustafâ’nın Kenzü’l-küberâ’sında kendisinden bir şiir seçilmesi (Yavuz 1991: 144) ve Hatîboğlu’nun Hacı Bektaş-ı Velî’nin makalelerini tercüme ettiği Bahrü’l-hakâyık isimli eserinde adının bazı ünlü Türk şâirlerle anılması (Ertaylan 1960: 111 [metin]), Dehhânî’nin hem şöhretinin hem de etkisinin sonraki asırlarda devam ettiğini göstermektedir. Fuad Köprülü, Dehhânî’yi Anadolu’da “lâ-dinî klasik şiirin başlangıcı” olarak gösterir. Döneminde hemen bütün şâirlerin dinî-tasavvufî konulara yönelmesine karşılık Dehhânî’nin şiirleri bahar, gül, işret mec- 156 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ lisleri gibi dünya zevklerini; hasret, arzu, heves, içli şikâyetler hâlinde dünyevî aşkın çeşitli tezahürlerini, hayatın geçiciliğini, bundan dolayı içinde bulunulan zamanı hakkıyla yaşamak gerektiğini yer yer şuh bir eda ile aksettirmiştir. Bunda Horasan'dan Anadolu'ya gelmeden önce büyük bir ihtimalle yine sarayda bulunması ve saray kültürünü yakinen bilmesi de etkili olmuştur. Çünkü o dönemlerde Orta Asya coğrafyasında hüküm süren Türk hanedanlarının gerek saraylarında gerekse saray etrafında vücut bulan edebiyata bakıldığı zaman, muhteva yönünden bu tarzda olduğu dikkat çekmektedir (Kartal 2007: 473). Daha çok maddî hayatı dillendiren ve şekil mükemmeliyetini temsil eden din dışı klasik şiirimizin en başında yer alan Dehhâni’nin şiirleri, dil bakımından, Mevlânâ ve Sultan Veled’inkilere nazaran daha mütekâmildir. Renkli ve oldukça ilhamlı bir ruha sahip olan şâir, şiirlerini şekil güzelliği ile de süsleyerek mısralarında üstün bir ahenk oluşturmayı başarmıştır. Şiirleri arasında XIV. ve XV. asır klasik şiir edasını müjdeleyen güzel beyitler bulunmaktadır. Klasik İran şiirinde kalıplaşan ve klasik edebiyatımızda da kullanılan temsilî kelime ve mazmunları Türk şiirine ilk girdirenlerden biri olarak dikkat çekmektedir. Onunla birlikte, Türk edebiyatında muayyen bir estetik anlayışı, fikir ve sanat malzemesi, telmih sahaları ve şekil örnekleri olan klasik şiir başlamış olmaktadır. Dehhânî, maddî duygulu ve şekilci bir sanatkâr sıfatıyla, kendisinden sonra gelen XIV. asır şâirlerine, özellikle de Ahmedî’ye tabii bir tekamülle bağlanmaktadır. XV. asra kadar büyük şâirler arasında sayılan Dehhânî, bilhassa Ahmed Paşa’dan sonra, hem şiir dilinin hem de zevkin tekâmülüyle gölgede kalmış ve unutulmuştur (Kocatürk 1970: 109). Dehhânî’nin bugüne kadar ele geçen şiirleri bir kaside ile altı gazelden ibaret olup toplam 79 beyittir. Biri özel kitaplığındaki bir mecmuada, diğeri Eğridirli Hacı Kemal’in Câmi’u’n-nezâ’ir adlı nazireler mecmuasında bulunan iki gazeliyle kasidesinin bazı parçaları ilk defa Fuad Köprülü tarafından yayımlanmış (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1926), bunlara daha sonra Ömer bin Mezîd’in Mecmû’atü’n-nezâ’ir’inde bulunan dört gazel daha ilâve edilmiştir (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1928). Mecdut Mansuroğlu, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki bir nazireler mecmuasında yer alan üç gazeli, son beyitlerindeki “dehânı” keli- Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 157 mesinin “Dehhânî” mahlasının vezin gereği değiştirilmiş şekli olabileceği düşüncesiyle Dehhânî’nin şiirleri arasına katmıştır (1942: 101-4). Ancak daha sonra bunun isabetsizliği Köprülü tarafından ortaya konmasına (1943: 396 [dipnot 1]) rağmen, Mecdut Mansuroğlu bu üç gazeli Dehhânî’nin diğer şiirleriyle birlikte ayrıca neşretmiştir (1947). Bu üç gazelden birinin Hikmet İlaydın’ın “tahmin” kayd-ı ihtiyatıyla ifade ettiği, M. Fatih Köksal'ın ise doğruluğunu teyid ettiği gibi XV. asır şâirlerinden Resmî’ye, diğer ikisinin ise XVI. asır âlim ve şâirlerinden Kemalpaşazâde’ye ait olduğu tespit edilmiştir (İlaydın 1978; Köksal 2005). Hoca Dehhânî’ye ait olduğu bilinen bütün şiirler bazı filolojik düzeltmeler, bir indeks-sözlük ve orijinal nüshasının fotokopisiyle birlikte Hikmet İlaydın tarafından yayımlanmıştır (1978). Günay Kut, Dehhânî'nin bu yedi şiirine bir şiir daha ilâve etmiştir (Kut 1988). Dehhânî’nin, Firdevsî’nin Şeh-nâme’si biçiminde bir şeh-nâme yazması için Sultan Alâaddîn Keykubâd’dan emir aldığı XIV. asır Anadolu şâirlerinden Yarcânî’nin Karaman Oğulları Şâh-nâmesi’nde kayıtlıdır. Dehhânî, bu emir üzerine 20.000 beyitlik Farsça bir Şelçuklu Şâh-nâme’si yazmıştır. Fakat ne yazık ki bu eser bugün ortada yoktur. KAYNAKÇA Ahmet Eflâkî (1989), Âriflerin Menkıbeleri I-II, (Çev.: Tahsin Yazıcı), İstanbul: MEB Yay. Akkaya, Şükrü (1954), Kitâb-ı Melik Dânişmend Gazi: Eine Türkische Historischer Heldenroman aus der Mitte des 13. Jahrhunderts, Ankara. Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı„ mad., DİA, 9: 389-427. Alî Şîr Nevâî (1323), Mecâlisü’n-nefâis, Der-Tezkire-i Şu‘arâ-i Karn-i Nohum Hicrî, Te’lîf: Mîr Nizâmuddîn Alî Şîr Nevâ’î, (Be-Sa‘y u İhtimâm-i Alî Asgar Hikmet), Tehrân. Alp, Faruk (1997), Dîvân-ı Kebîr Nüshaları [Tavsif - Mukayese - İndeks], Konya: Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi. Alpay, Selahattin (1986), Fütûhât-ı Mekkiyye, İstanbul: Şakir Hoca Kitabevi. Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (1990), Mevlânâ, Fîhi Mâfih, İstanbul: MEB Yay. Anbarcıoğlu, Meliha (1991), Sultan Veled, Maârif, İstanbul: MEB Yay. Arat, Reşid Rahmeti (1979), Kutadgu Bilig I, Tıpkıçekimle Yapılmış İkinci Baskı, Ankara: TDK Yay. 158 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Arat, Reşid Rahmeti (1988) Yusuf Has Hâcib Kutadgu Bilig, (Çeviri), Ankara: TTK Yay. Ateş, Ahmed (1945), “Hicrî VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, Cüz: II: 94-135. Ateş, Ahmed (1952), “Konya Kütüphanelerinde Bulunan Yazmalar”, Türk Tarih Kurumu Belleten, 61: 49-130. Ateş, Ahmed (1959), “Anadolu’nun Unutulmuş Bir Şâiri: Sayf al-Dîn Muhammed al-Fargânî”, Belleten, XXIII: 415-25. Ateş, Ahmed (1968), İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler I [Üniversite ve Nuruosmaniye Kütüphaneleri], İstanbul: Millî Eğitim Basımevi. Ateş, Ahmed (1997), “Muhyi-d-din Arabî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 8: 533- 55. Baykara, Tuncer (2006), “Türkiye Selçuklularında Şehir/Kent ve Şehirliler/Kentliler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 275-291. Bayram, Mikâil (1981), Anadolu’da Telif Edilen İlk Eser: Keşfu’l-akabe, İbnu’lKemal İlyas b. Ahmed, Konya. Bayram, Mikâil (1993), Şeyh Evhadü’d-dîn Hâmid el-Kirmânî ve Evhadiyye Tarikatı, Konya. Bayram, Mikâil (1994), Fatma Bacı ve Bacıyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları Teşkilâtı), Konya. Bayram, Mikâil (1996), Ahi Evren (Şeyh Nasîrü’d-din Mahmud Al-Hoyi) İmânın Boyutları (Metâli’ü’l-îmân), [Konya]. Bayram, Mikâil (2001), “Anadolu Selçukluları’nda Devlet Yapısının Şekillenmesi”, Cogito, 21, s. 61-72. Bayram, Mikâil (2001a), Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstanbul. Bayram, Mikâil (2001b), Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstanbul. Bayram, Mikâil (2003), Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya: Kömen Yay. Bayram, Mikâil (2004), Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Konya: Kömen Yay. Bayram, Mikâil (2005), Şeyh Evhadü’d-dîn Hâmid el-Kirmânî ve Menâkıb-nâmesi, İstanbul: Kardelen Yay. Buluç, Sadettin (1955), “Eski Bir Türk Dili Yadigârı Behcetü’l-hadâ’ık fîMev’ızeti’l-halâ’ik”, TDED, 6: 119-31. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 159 Buluç, Sadettin (1956), “Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’den Örnekler”, TDED, 7/ 1-2: 16-37. Buluç, Sadettin (1988), “Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’ten Derlenmiş Koşuklar”, TDAY– Belleten 1963: 161-201. Caferoğlu, A. (1972), “İlk Anadolu Vatan Kültürü Kurucuları”, Türkiyat Mecmuası, XVII 1972: 1-12. Can, Şefik (1990), Hz. Mevlânâ’ın Rubaileri I, İstanbul: KB Yay. Can, Şefik (1991), Hz. Mevlânâ’ın Rubaileri II, İstanbul: KB Yay. Can, Şefik (2003), Mevlânâ, Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, İstanbul: Ötüken. Canpolat, Mustafa (1982), ‘Ömer bin Mezîd Mecmû’atü’n-nezâ’ir, Ankara: TDK Yay. Canpolat, Mustafa (1989), “Behcetü’l-hadâ’ık’ın Dili Üzerine”, TDAY – Belleten 1967: 165-75. Çelebioğlu, Âmil (1978), “XIII - XV (ilk yarısı). Yüzyıl Mesnevilerinde Mevlânâ Tesiri”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, (Hzr. Feyzi Halıcı), Ankara: 99-133. Çiftçi, Hasan (2002), Klâsik Fars Edebiyatında Hiciv ve Sosyal Eleştiri, Ankara: KB Yay. Dâvud İbrâhimî (1995), “Enîsü’l-kulûb” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 11: 242-43. Değirmençay, Veyis (1996), Sultan Veled ve Rebabnâme, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Erzurum [Basılmamış Doktora Tezi]. Değirmençay, Veyis (1996a), Sultan Veled Rubailer, Erzurum: AÜFEF Yay. Değirmençay, Veyis (1997), Sultan Veled’in Arapça Şiirleri, Erzurum: AÜFEF Yay. Değirmençay, Veyis (1997a), “İntihânâme Mesnevisinde Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Anlatımlar”, Yedi İklim, 11/84: 53-8. Demir, Nurettin (2007), “Batı Türk Yazı Dilinin Oluşumu”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 302-11 Derin, Adnan (1987), Tuhfe-i Mübârizî [Metin-Gramer Notları-Sözlük], Ankara: Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi. Develi, Hayati (2006), Osmanlı’nın Dili, İstanbul: 3F Yayınevi. Deyhîm, Muhammed (1367) Tezkire-i Şu’arâ-yi Âzerbaycan –Târîh-i Zindegî ve Âsâr-, Du Cild, Tebrîz. 160 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Düzen, İbrahim (1978), Muhammed b. Gazi al-Malatyavî ve Eseri Ravzat alUkul, II Cilt, Erzurum [Basılmamış Doçentlik Tezi]. Ertaylan, İsmail Hikmet (1949), “h. VII. (m. XIII) Asra Ait Çok Değerli Bir Türk Dili Yâdigârı: Behcetü’l-hadâ’ık fî Mev’ızeti’l-halâ’ik”, TDED, III: 275-7. Ertaylan, İsmail Hikmet (1960), Hatiboğlu, Bahrü’l-hakâyık, İstanbul: İÜEF Yay. Erzi, Adnan (1963), Gunyetü’l-kâtib ve Münyetü’t-tâlib, Ankara. Erzi, Adnan (1963a), Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il, Ankara. Fahrüddin Irâkî (1988), Lemâat [Parıltılar], (çev.: Saffet Yetkin): MEGSB Yay. Fazlıoğlu, İhsan (2006), “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 413-428. Fomkin, , M. S. (1994), “Sultan Veled (1226-1312)’in Şiir Sanatı ve Türk Şiir Geleneği”, TDAY-Belleten 1991, Ankara: 137-48. Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1347), Menâkıbnâme-i Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî, Tehrân. Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1352), Bahâeddîn Veled, Ma’ârif I-II, Tehrân. Furûzanfer, Bediu’z-zaman (1369), Kitâb-i Fîhi Mâfîh ez-Guftâri Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed Meşhûr bâ-Mevlevî, Çâp-i Şeşom, Tehrân. Furûzanfer, B. (1990), Mevlânâ Celaleddin, (Çeviren: Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul: MEB Yay. Gençosman, M. Nuri (1988), Mevlânâ’nın Rubaileri I-II [Tam Metin], İstanbul: MEGSB Yay. Gölpınarlı, Abdülbaki (1945), Mevlânâ, Seçme Rubailer, İstanbul: MEB Yay. Gölpınarlı, Abdülbaki (1952), “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, XI: 1-354. Gölpınarlı, Abdülbâki (1959), Mevlânâ Celâleddin, Fîhi Mâ Fîh, İstanbul: Remzi Kitabevi. Gölpınarlı, Abdülbâki (1963), Mevlânâ Celaleddin Rûmî Mektuplar, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri. Gölpınarlı, Abdulbâki (1963a), Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul: İnkılâp ve Aka. Gölpınarlı, Abdülbâki (1964), Rubâiler, İstanbul: Remzi Kitabevi. Gölpınarlı, Abdülbâki (1965), Mecâlis-i Seb’a [Yedi Meclis], Konya: Konya Turizm Derneği Yay. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 161 Gölpınarlı, Abdülbâki (1976), Sultan Veled, İbtidâ-nâme, Ankara: Konya Turizm Derneği Yay. Gölpınarlı, Abdülbâki (1979), Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul: Der Yay. Gölpınarlı, Abdülbâki (1981-1983-1984), Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, I.-II. Cilt, III.- IV. Cilt, V.-VI. Cilt: İstanbul: İnkılâp ve Aka. Gölpınarlı, Abdülbâki (1983), Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul: İnkılâp ve Aka. Gölpınarlı, Abdülbaki (1985), M. Celâleddin Rumî, Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlis-i Seba’dan Seçmeler, Ankara: KTB Yay. Gölpınarlı, Abdülbâki (1985a), Mevlânâ Celâleddin, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Gölpınarlı, Abdülbâki (1992), Yunus Emre ve Tasavvuf, 2. Baskı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Gölpınarlı, Abdülbâki (1992a), Alevî-Bektaşî Nefesleri, 2. Baskı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Gülşehrî (1957), Mantıku’t-tayr [Tıpkı Basım], (Önsözü Yazan: Agâh Sırrı Levend), Ankara: TDK Yay. Günay Umay, Osman Horata (2004), Risâletü'n-nushiyye, Ankara: Akçağ Yay. Hâce Alî-i Hârezmî (1376), Yûsuf u Züleyhâ (Türkî), (Mukaddime: M. Kerîmî), Zengân. Hacı Bektaş-ı Velî (1959), Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin Vasiyetnâmesi, Kitâbü’l-fevâ’id, (nşr. İ.Ö.), İstanbul. Hacı Bektaş-ı Velî (1989), Şerh-i Besmele, (Hzr.: Rüştü Şardağ), Ankara. Hacı Bektaş Velî (1996), Makâlât, (Prof. Dr. Esad Coşan’ın Tenkidli Basımından Sadeleştiren: Hüseyin Özbay), Ankara: KB Yay. Hacı Bektaş Velî (2004), Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, (Çev.: Davut Duman), Ankara. Haşim, Muhammed Mîrzâ (1333), Kitâb-i Fîhi Mâ Fih, Tehrân. İbn Arabî (1405), el-Fütûhatü’l-mekkiyye, (tas. Osman Yahya-İbrahim Medkûr), Cilt: I-XIV, Kahire. İbn Bibi [El-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi] (1996), El Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-name], (Çev.: Mürsel Öztürk), II Cilt, Ankara: KB Yay. İlaydın, Hikmet (1974), “Anadolu’da Klasik Türk Şiirinin Başlangıcı”, Türk Dili, XXX/ 274-279: 765-74. 162 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ İlaydın, Hikmet (1978), “Dehhânî’nin Şiirleri”, Ömer Asım Aksoy Armağanı, Ankara: TDK Yay.: 136-76. İz, Fahir (1995), Eski Türk Edebiyatında Nazm, I-II, Ankara: Akçağ Yay. Johanson, Lars (1993), “Rûmî and the Birth of Turkish Poetry”, Journal of Turkology, 1/1: 23-37. Kanar, Mehmet (1999), Rubaîler, Evhadüddîn-i Kirmânî, İstanbul: İnsan Yay. Kâni’-i Tûsî (1358), Kelîle ve Dimne-i Manzûm, (be-Tashîh: Magali Tudova), Bunyâd-i Ferheng-i Îrân. Kartal, Ahmet (1999), Osmanlı Medeniyetini Besleyen Kültür Merkezleri (XI. Asırdan XVI. Asrın Sonuna Kadar Türk Edebiyatı ve Fars Edebiyatının Münasebetleri), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara [Basılmamış Doktora Tezi]. Kartal, Ahmet (2000), “Ali Şîr Nevâî'nin Mecâlisü'n-nefâis İsimli Tezkiresi ve XVI. Asırda Yapılan Farsça İki Tercümesi”, Bilig, 13: 21-65. Kartal, Ahmet (2001), “Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu Saraylarındaki Edebî Faaliyetler Üzerine Düşünceler”, Bilig, 17: 55-70. Kartal, Ahmet (2001a), “Türk Yazı Dilinin Gelişme Çağları”, Türk YurduTürkçeye Saygı Özel Sayısı, 162-163: 221-49. Kartal, Ahmet (2002), “Anadolu’da Farsça Şiir Söyleyen Şairler (XI-XVI. Asırlar)” Türkler, 7: 682-695. Kartal, Ahmet (2006), “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Şiir ve Şâirler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 493-519. Kartal, Ahmet (2007), “Anadolu’da Türk Edebiyatının Öncüleri”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 465-80. Kartal, Ahmet (2007a), “Tarihî, Sosyo-Kültürel Bağlam”, Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 439-64. Kılıç, Erol (1996), “el-Fütûhatü’l-mekkiyye” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 13: 251-58. Kılıç, Mahmut Erol (2007), Sûfî ve Şiir, İstanbul: İnsan Yay. Kırlangıç, Hicabi (2007), “Mevlânâ’nın Şiir Anlayışı”, Mevlânâ, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 219-25. Kocatürk, Vasfi Mahir (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara. Koman, Mahmud Mes’ud (1955), “Tuhfe-i Mübârizî [Lübâbü’n-nuhab tercümesi], İ.Ü. Tıp Fakültesi Mecmuası, 18/3. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 163 Konuk, A. Avni (1990), Fusûsü’l-hikem Tercümesi ve Şerhi, Cilt: I-III, (Hzr.: M. Tahralı-S. Eraydın), İstanbul. Konuk, Ahmed Avni (1994), Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, (Yayına Hazırlayan: Selçuk Eraydın), İstanbul: İz Yay. Korkmaz, Zeynep (1995), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, Birinci Cilt, Ankara: TDK Yay. Köksal, Hasan (2003), Battal Gazi Destanı, Ankara: Akçağ Yay. Köksal, M. Fatih (2005), “Yanıltıcı Mahlaslar veya İbn-i Kemâl’in Ettikleri”, Türk Edebiyatı, Şubat/376. Köprülü, M. Fuad (1943), “Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, TTK Belleten, VII/27: 379-522. Köprülü, M. Fuad (1986), Türk Edebiyatı Tarihi, 4. Basım, İstanbul: Ötüken. Köprülü, M. Fuad (2003), Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 3. Baskı, Ankara: Akçağ Yay. Köprülü, M. Fuad (2003a), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 9. Baskı, Ankara: Akçağ Yay. Köprülüzâde Mehmed Fuad (1926), “Selçukiler Devrinde Anadolu Ţâirleri: Hoca Dehhânî”, Hayat, 1/1: 4-5. Köprülüzâde Mehmed Fuad (1926a), “Selçukîler Devrinde Anadolu Şâirleri II: Ahmed Fakîh”, Türk Yurdu, IV/26: 286-95. Köprülüzâde Mehmed Fuad (1928), “Selçukiler Devri Edebiyatı Hakkında Bazı Notlar”, Hayat, IV/102: 488. Kunt, İbrahim (1996), Mesnevî Sözlükleri ve ‘Abdullatîf b. ‘Abdullâh’ın Letâifu’llugat’ı, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Fars Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı, Konya [Basılmamış Yüksek Lisans Tezi]. Kut, Günay (1988), “Yazmalar Arasında II”, Osmanlı Araştırmaları, VII-VIII: 181-95. Kut, Günay (2004), "Erken Dönem Nazım (XIII-XIV. Yüzyıl)", Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, Ankara: AKM Yay.: 304-564. Mansuroğlu, Mecdut (1942), “Anadolu Metinleri XIII. Asır II: Dehani” Türkiyat Mecmuası, VII-VIII: 101-104. Mansuroğlu, Mecdut (1947), Anadolu Türkçesi (XIII. Asır) Dehhani ve Manzumeleri, İstanbul: İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Mezunları Cemiyeti Yay. Mansuroğlu, Mecdut (1950), “Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Başlama ve Gelişmesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 4, İstanbul, s. 215-229. 164 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Mansuroğlu, Mecdut (1958), Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, İstanbul: İÜEF Yay. Mansuroğlu, Mecdut (1988), “Mevlânâ Celâleddin Rumî’de Türkçe Beyit ve İbareler”, TDAY-Belleten 1954: 207-20. Mazıoğlu, Hasibe (1972), “Selçuklular Devrinde Anadolu’da Türk Edebiyatının Başlaması ve Türkçe Yazan Şairler”, Malazgirt Armağanı, Ankara: TTK Yay.: 297-316. Mélikoff, Irène (1960), La Geste de Melik Dânişmend: Etude Crituque du Dâniţmendnâme, Tome I: Introduction et Traduction, Paris; Tome II: Edition Critique, Paris. Mercan, İsmail Hakkı (1989), Menâkıb-nâme-i Şeyh Evhadeddîn Kirmânî, Kayseri: Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi. Mevlânâ (1335), Mektûbât-i Mevlânâ Celâle’d-dîn-i Rûmî, Önsöz ve Ekler: Yûsuf Cemşîd Purgulâm Huseyn Emîn, Tehrân. Mevlânâ, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed-i Mevlevi-yi Rûmî (1345), Kulliyât-i Dîvân-i Şems-i Tebrîzî [beinzimâm: Seyri der-Dîvân-i Şems be-kalem-i Alî Deştî - Şerh-i Hâl-i Mevlevî bekalem-i Bedîuzzamân Furûzanfer], Çâp-i sevvum, Tehrân. Mevlânâ (1370), Mesnevi-yi Ma‘nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muhammed bin el-Huseyn el-Belhî erRûmî, (Hzr. Reynold A. Nicholson), Çâp-i Heftum, Si Cild, Tehrân. Mevlânâ (1925-1940), Mesnevi-yi Ma‘nevî, Te’lîf: Celâleddîn Muhammed bin Muhammed bin el-Huseyn el-Belhî sümme er-Rûmî, (Hzr. Reynold A. Nicholson), Heşt Cild, Leiden. Mevlânâ (1937), Mevlânânın Mektupları, Mukaddime: Veled İzbudak, Önsöz: Nafiz Uzluk, Düzelten: Ahmed Remzi Akyürek, İstanbul. Mevlânâ (1988), Mesnevî, (Çev.: Veled İzbudak, Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı), 6 cilt, İstanbul: MEB Yay. Mevlânâ Celâleddin (1992), Dîvân-ı Kebîr, (Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı), 7 Cilt, KB Yay. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1312), Rübâ’iyyât, İstanbul: Ahter Matbaası. Mevlânâ Calâleddîn-i Rûmî (1993), MESNEVÎ (Faksimile Basım), Ankara: KB Yay. Miftâh, İlhâme – Velî Vehhâb (1374), Nigâhî be-Revend-i Nufûz ve Gosteriş-i Zebân ve Edeb-i Fârsî der- Turkiye, Tehrân. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 165 M. Şerefeddin (1934), “Mevlânâ’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”, Türkiyat Mecmuası, IV: 111-68. Ocak, Ahmet Yaşar (1992), “Battâl Gazi (ö. 122/740 [?])”, mad. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5: 204-5 Ocak, Ahmet Yaşar (2006), “Türkiye Selçukluları ve İslâm (Genel Bakış)”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 443-457. Ocak, Ahmet Yaşar (2006a), “XIII.-XIV. Yüzyıllarda Anadolu Şehirlerinde Dini-Soayal Hayat (Selçuklulardan Osmanlılara Genel Bir Bakış)”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 249-263. Ocak, Ahmet Yaşar (2006b), “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Tasavvuf”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, c. I, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 429-39. Ocak, Ahmet Yaşar (2007), “Mevlana Önce Kendi Zaman ve Zemininin İnsanıdır Yahut Mevlana’yı Doğru Anlamak Üzerine”, Mevlana, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.: 15-37. Özaydın, Abdülkerim (1993), “Dânişmendliler” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 8: 469-74. Özaydın, Abdülkerim (1993a), “Dânişmend Gazi (ö. 477/1085[?])” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, 8: Özel, Ahmet (1990), Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Öztekin, Nezahat (1978), Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki Hikâyelerin XII – XV. Yüzyıl Andolu Mesnevilerine Etkisi, İzmir. Pekolcay, Necla-Emine Sevim (1991), Yunus Emre Şerhleri, Ankara: KB Yay. Râvendî, Necmüddîn Ebûbekr Muhammed bin Alî (1333), Râhatu’s-sudûr (be-Tashîh: Muhammed İkbâl), Tehrân [Ofset ez-Çâp-i 1921 Leiden]. Râvendî, Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî (1999), Râhat-üs-sudûr ve Âyet-üs-sürûr [Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti], 2 cilt, (Muhammed İkbal’in 1921’de G.M.S., H’de bastırdığı Farsça metinden Türkçeye çeviren AHMED ATEŞ), 2. Baskı, Ankara: TTK Yay. Ritter, H. (1997), “Celâleddîn Rûmî” mad., İslâm Ansiklopedisi, 3: 53-59. Riyâhî, Muhammed Emîn (1352), Mukaddime ber-Mirsâdü’l-ibâd-i Necm-i Râzî, Bungah-i Tercume ve Neşr-i Kitâb, Tehrân. 166 ● DİVAN EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Riyâhî, Muhammed Emîn (1369), Zebân u Edeb-i Fârisî der-Kalem-rov-i Osmânî, Çâp-i Evvel, Tehrân. Riyâhî, Muhammed Emîn (1995), Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı, (Türkçesi: Mehmet Kanar), İstanbul: İnsan Yay. Sadeddin Nüzhet – Mehmed Ferîd (1926), Konya Vilâyeti Halkiyyât ve Harsiyyâtı, Konya: Vilâyet Matbaası. Safâ, Zebîhullah (2002), İran Edebiyatı Tarihi, (Çev.: Hasan Almaz), Cilt I, Ankara: Nüsha Yay. Semerkandî, Ahmed Nizâmî Arûzi-yi Semerkandî (1368), Çehâr Makâle, (beSa’y u İhtimâm u Tashîh-i Allâme Muhammed Kazvînî), Tehrân. Seyf-i Fergânî (1364), Dîvân-ı Seyf-i Fergânî, (nşr. Zebîhullah Safâ), Çâp-i Devvom, Tehrân. Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-i Tirmizî (1972), Ma’ârif, (Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı), Ankara. Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-i Tirmizî (1995), Ma’ârif, (Terc.: Ali Rıza Karabulut), Ankara. Sipehsâlâr, Feridûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr (1325), Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddîn-i Mevlevî, (nşr.: Sa’îd-i Nefîsî), Tehrân. Sipehsâlâr (1331), Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî, (terc.: Avni Konuk), İstanbul. Sipehsâlâr (1977), Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev.: Tahsin Yazıcı), İstanbul. Subhânî, Tevfîk H. (1371), Mektûbât, Tehrân. Sultan Veled, Behâe’d-dîn Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed bin Huseyn-i Belhî (1315), Veled-nâme [Mesnevi-yi Veledî], (Bâ-Tashîh u Mukaddimei Celâl-i Humâî), Tehrân. Sultan Veled (1341), Dîvân-ı Türkî-i Sultân Veled, (Câmi’î ve Muhaşşîsi: Kastamonu Meb’ûsu Veled Çelebi, Musahhihi: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul. Sultan Veled (1976), İbtidâ-nâme, (nşr. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara: Konya Turizm Derneği Yay. Sühreverdî (1988), Nur Heykelleri, (Çev.: Saffet Yetkin), İstanbul: MEGSB Yay. Şems-i Tebrîzî (1369), Makâlât, (nşr.: Ahmed-i Hoş-nuvîs), Tehrân. Şems-i Tebrîzî (1974-1975), Konuşmalar “Makâlât”, 2 Cilt, (Çev.: M. Nuri Gençosman), İstanbul. Anadolu Selçuklu Devletinde Dil ve Edebiyat ● 167 Şentürk, Ahmet Atillâ-Ahmet Kartal (2007), Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yay. Şeyh Fahruddîn İbrâhîm-i Hemedânî (1373), Külliyât-i Dîvân [Kasâyid, Gazeliyyât, Terci‘iyyât, Terkîbât, Mukatte‘ât, Musellesât, ‘Uşşâk-nâme yâ Deh-nâme, Rubâ‘iyyât, Leme‘ât ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî], (Mukaddime-i Sa‘îd-i Nefîsî), Tehrân. Tatçı, Mustafa (1990), Yunus Emre Divanı I [İnceleme], II [Tenkitli Metin], III [Risâletü’n-nushiyye – Tenkitli Metin], Ankara: KB Yay. Tatcı, Mustafa (2005), Yûnus Emre Külliyâtı: V Yûnus Emre Şerhleri, İstanbul: MEB Yay. Tekindağ, M. C. Şehabeddin (1971), “İzzet Koyunoğlu Kütüphânesinde Bulunan Türkçe Yazmalar Üzerinde Çalışmalar I”, TM, XVI: 133-62. Terbiyet, Muhammed Ali (1314), Dânişmendân-i Âzerbaycan, Çâp-i Evvel, Tehrân. Tevfîk, H. Subhânî (1365), Mecâlis-i Seb‘a, Tehrân. Tezcan, Semih (1994), “Anadolu Türk Yazınının Başlangıç Bir Yazar ve Çarhnâme’nin Tarihlendirilmesi Üzerine”, Türk Dilleri Araştırmaları, 4: 75- 88. Timurtaş, Faruk K. (1989), Yunus Emre Divânı, Ankara: KB Yay. Timurtaş, Faruk K. (1990), Tarih İçinde Türk Edebiyatı, İkinci Baskı, İstanbul: Boğaziçi Yay. Timurtaş, Faruk K. (1997), Makaleler [Dil ve Edebiyat İncelemeleri], (Hzr. Mustafa Özkan), Ankara: TDK Yay. Turan, Osman (1988), Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar (Metin, Tercüme ve Araştırmalar), İkinci Baskı, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Yay. Turan, Osman (1993), “Keyhusrev I ( ? – 1211)” mad., İslâm Ansiklopedisi, 6: 613-20. Turan, Osman (1993a), “
XXXXXXX
.ANADOLU SELÇUKLU Devlet Teşkilatı ve Toplum Hayatı Erdi BATUR E. Vali Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi, Anadolu Selçuklu Devletinde hükümdar, devletin ve ordunun başı idi. 59 İDARECİNİN SESİ / EYLÜL / EKİM dan bitip tükenmez iç buhranların yarattığı huzursuzluklar sebebiyle çeşitli ırklardan oluşan yerli halk (Ermeni, Süryani vb.) Süleyman Şah yönetimini benimsediler. Ayrıca büyük arazi sahipleri hizmetinde çalışan tutsak köylüler, uygulanan miri toprak rejimi sayesinde Selçuklu yönetiminde hürriyetlerini elde edip, toprak sahibi oldular. A. DEVLET TEŞKİLATI Askeri bir devlet olan Anadolu Selçuklu Devlet teşkilatı, Türk devletlerinde görülen, hükümet (merkez) ve saray teşkilatı olmak üzere iki bölüme ayrılırdı. Hükümdar; Büyük Selçuklu Devletinde olduğu gibi Sultan unvanı kullandılar. Türk töresi gereğince hükümdarlık, babadan oğul veya kardeşlere geçer, hükümdar ailesinin büyük çocuğu (oğul), babasından sonra tahta otururdu. Bununla beraber çeşitli sebeplerle sultanlar, daha hayatta iken, ailenin küçük çocuğunu veliaht olarak ilan ettiğinde, buna karşı çıkan ailenin diğer şehzadeleri, saltanat mücadelesine girerlerdi. Şehzadeler, küçük yaşlarda devrin bilim adamları yanında iyi bir eğitim görürler, daha sonra da ülkenin belli başlı şehir veya bölgelerinde, bir Atabek gözetimi altında, Melik unvanı ile devlet yönetiminde yetiştirilip deney sahibi olurlardı. Böylece şehzadeler, hem kültür, hem de devlet yönetiminde iyi bir şekilde yetişmiş olarak tahta geçmeye hazır hale gelmiş olurlardı. Veliaht olan veya ileri gelen devlet erkânının karar ve onayları ile hükümdarlığı kesinleşen şehzade, saltanat tahtına çıkmadan önce, töre icabınca, ölen hükümdarın cesedi gösterilir, daha sonra vezir ve ileri gelen devlet erkânı başına taç giydirerek şehzadeyi tahta oturturdu. Buna “cülus” denirdi. Ardından biat, diğer ifadeyle hükümdar olarak kabul töreni yapılırdı. Böylece, artık sultan olan şehzade, babasının ve atalarının kabirlerini ziyaret eder, fakirlere sadaka verir ve şerefine para dağıtırdı. Yeni hükümdar yas simgesi olarak özel beyaz giysi olarak maşlah giyerdi. Saltanat makamına oturan yeni sultan başta vezir olmak üzere, sivil ve askeri yüksek makamlarda bulunan devlet adamlarına özel giysiler (hil’at) giydirir, onlara hazırlattığı fermanla ya makamlarında bırakır ya da başka yeni rütbe veya dirlikler (ıkta) vererek ödüllendirirdi. Yeni sultan, adına hutbe okutup, para bastırırdı. Bütün hükümlüler affedilir, hapishaneden salıverilirdi. Eğer yeni sultan başkente dışardan gelirse, kendisine pişkes adı verilen altın ve gümüş paralar takdim edilirdi. Hükümdarlık Simgeleri Anadolu Selçuklu Devleti’nde hükümdarlık alameti (simgesi) olarak, unvan ve lakaplar, paralar (sikke), tuğra, çetir, sancak, otağ ve yüzük görülür. Ayrıca Abbasi halifeleri de kendilerine bazı unvanlar verirlerdi. Ebulfeth (fetih babası) gibi. Ayrıca değerli armağanlar gönderirlerdi. Hükümdarlık simgesinden birisi de “nevbet” denilen sultan sarayının kapısında günde beş kez çalınan bir tür bando idi. 1. SARAY TEŞKİLATI Büyük Selçuklu Devleti saray teşkilatının aynısıdır. Görev yapan hizmetliler arasında köle ve tutsak alınan kimseler de vardı. Bu kimselere sarayda iyi eğitim verilerek Türkleştirilirdi. Bunlar arasından yetişip devletin yüksek makamlarına yükselmiş kimseler oluyordu. Hükümet işlerinden ayrı tutulan saray işlerindeki görevliler, doğrudan sultanın şahsına bağlı olarak hizmet yaparlardı. Bu görevliler ihtiyaca göre Fotoğraf Kaynak: https://seyler.eksisozluk.com/anadolu-selcuklu-tarihinin-en-gizemli-ve-enilginc-turkmen-beyi-coterinus Askeri bir devlet olan Anadolu Selçuklu Devlet teşkilatı, Türk devletlerinde görülen, hükümet (merkez) ve saray teşkilatı olmak üzere iki bölüme ayrılırdı. 60 TARİHTEN SAYFALAR belirlenirdi. Bu görevler hizmetlere göre şöyle sınırlanır: • Büyük Hacib (Hacibülhüccab); sultan ile hükümet arasındaki ilişkiler düzenler, • Üstaddar; sarayın harcamalarını yönetir, • Emiri Çaşnigir; sarayın yemek işlerine bakar, • Emiri Candar; saray muhafız komutanı, • Emiri Silah (silahdar); törenlerde sultanın silahını taşır ve silahhane muhafız amiridir. • Emiri Meclis; sultan meclisinin (bezm) amiridir, • Emiri Şikâr; av işlerini düzenler sultanla ile birlikte ava gider, • Emiri Âlem; sultanın bayrak ve sancağını taşır ve onları koruyan görevlilerin amiridir, • Emiri Ahur; sultanın atları ile ilgili hizmetlere bakar, • Emiri Devat; vezirlik simgelerini muhafaza eder, • Emiri Mahfil; cuma günleri sultanın huzurunda teşrifat işlerini düzenler ve hükümdara dua eder, • Camedar; sultanın giysileri ile ilgilenir, • Şarabdar; içki ve şerbetleri hazırlar, • Taştdar (taşti, ibrikdar); yemekten önce ve sonra, abdest alırken ibrik ve leğen getirir, eline su döker, • Havayicsalar; saray aşçısıdır. Yemekler onun denetim ve gözetiminde pişirilir, • Çavuş (serhenk, durbaş); sultan alayının önünde gider ve yol açarlar. Sultan’ın buyruklarını ilgililere bildirir, halkın şikâyetlerini tespit ederek sultana bildirirlerdi. 2. MERKEZ (HÜKÜMET) TEŞKİLATI Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi, Anadolu Selçuklu Devletinde hükümdar, devletin ve ordunun başı idi. Devlet işlerini (askeri, mali, hukuki vb.) divanlar vardı. Bunlar; Büyük Divan, İstifa Divanı, İnşa (Tuğra) Divanı, İşraf Divanı ve Arz Divanı’ndan oluşmaktaydı. Büyük Divan: Divanı Ali veya Divanı Saltanat da denilen divanda, bütün devlet işleri görüşülerek karara bağlanırdı. Sultan ve çoğunlukla vezirin başkanlık ettiği Büyük Divan başkentte bulunurdu. Vezirden sonra en yüksek devlet görevlisi, yokluğunda sultanın yerine bakan Niyabet-i Saltanat Makamıydı. Ayrıca, Devatdar, divan toplantılarında, vezirlik simgesi olan diviti vezirin masasına koyar ve bütün yazışma evrakını düzenleyip muhafaza ederdi. Sofa adı verilen müzakere salonunda kurulan divana vezir gelip oturur, iki yanında münşi denilen divan kâtip ve tercümanlar yer alır ve toplantıda, Naib, Atabek, İnşa ve Tuğra, Arız, İşraf, İstifa divanlarının başkanları ile Pervane hazır bulunurdu. Divana gelen bütün sorunlar için, yapılan müzakere sonunda kesin kararlar alınırdı. Tercüman ise yabancı ülke hükümdarlarına gönderilecek yazıları ilgili dile çevirerek hazırlar ve gerektiği hallerde tercümanlık yapardı. Bilahare, bir önceki toplantıda alınan kararlar Kabız-ı Divan adı verilen memur tarafından vezire getirilir, varsa gerekli düzeltmeler yapılıp onaylandıktan sonra Divan toplantısı sona ermiş olurdu. Büyük Divan Defterlerine, devlete alınan bütün kararlar işlenirdi. Bu kayıtlar önce Arapça sonra Farsça yazılırdı. Diğer Divanlar: İkinci derecede olan divanlar, Niyabeti Saltanat, Pervane; İstifa, Tuğra (inşa), Arız ve İşraf Divanlarından oluşur. Bu divanları başkanları, Büyük Divanın üyeleridir. Niyabeti Saltanat Divanı: Yüksek makam sahibi ve kendisine son derece güvenilen devlet adamları ya da kumandanlar atanırdı. Bunlara Naib adı verilirdi. Naib, sultanın başkentte bulunmadığı zamanlarda ona ait devlet işlerine bakardı. Naiblik sembolü altın bir kılıç idi. İstifa Divanı: Devletin bütün mali işleri; gelir, gider, vergi koyma, tahsil etme gibi benzer işlere bakardı. Bu Fotoğraf Kaynak: https://www.dunyabulteni.net/tarihte-bugun/anadolu-selcuklu-devleti-nintarihteki-akisini-degistiren-h504130.html 61 İDARECİNİN SESİ / EYLÜL / EKİM divan başkanına Müstevfi ya da Sahibi Divan İstifa adı verilirdi. Pervanecilik: Büyük Divan’da bulunup arazi defterinde yer alan has ve dirliklerle (ıkta) ilgili kararları düzenleyen daire başkanlığıdır. Bu daire başkanlığına Pervaneci, hazırlanan berat ve menşurlara Pervane adı verilirdi. Arz Divanı: Ordunun maaşı, birliklerin her türlü teçhizat ve defter kayıtlarını kontrol edip denetlerdi. Tuğra (İnşa) Divanı: Devletin iç ve dış bütün yazışmalarını hazırlar, başkanına Tuğrai adı verilirdi. Başkan Arap ve Fars dillerini iyi bilen, iyi yetişmiş bilgin ve edipler arasından atanırdı. İşraf Divanı (Sayıştay): Askeri ve adliye dışında, devletin mali ve yönetim işlerini kontrol ve denetim eder ve gerekli gördüğü yerlere müfettiş gönderirdi. Bu divanın başkanına Müşrifi Mülk, Müşrifi Memalik ya da Sahibi Divanı İşrafı Memalik adı verilirdi. ASKERİ TEŞKİLAT Büyük Selçuklu askeri teşkilatına büyük benzerlik gösterir. Ordunun esası Hassa (Gulam), Türkmen, dirlik (ıkta) sahiplerinin ve tabi devlet kuvvetleriyle çeşitli ırk ve milletlere ait (İslam, Rum, Gürcü, Ermeni) ücretli askerlerden oluşurdu. Başkomutanı Emirül-üÜmera ya da Beylerbeyi, kumandanlar ise Sipehsalar (Subaşı ya da Serleşker) adlarını taşırdı. Hassa birlikleri, sultanların özel askerleridir. Genellikle atlı olan bu kuvvetlerin bir bölümü yaya idi. Çeşitli ırk ve uluslara mensup olan çocuklar Gulamhane denilen yetiştirme okullarında özel bir eğitimle yetişmiş olarak orduya katılırdı. Bunlar arasından değerli kumandan ve devlet adamları yetişmiş oluyordu. Devletin esas kuvvetini oluşturan dirlik (ıkta) sahiplerinin kuvvetleri tamamen Türklerden oluşurdu. Bunlarda en küçük birlik 50 kişi olup, bir komutanın emrinde bulunurdu. Bunların kumandanı olan Ssubaşılar, önemli konumda olan il merkezlerinde bulunurdu. Bulundukları il ve bölgelerde güvenliği sağlar, savaş halinde ilçe, nahiye ve köylerde bulunan dirlik kuvvetlerine kumanda ederlerdi. Subaşılar, Sipehsalar ile Serleşkerlere bağlı idiler. Ülkenin uç bölgelerinde devlet hizmetinde savaşa hazır bir durumda Türkmen kuvvetleri vardı. Bu kuvvetler Selçuklu ordusuna bağlı olarak, kendi beylerinin komutasında savaşlara katılırdı. Anadolu Selçuklu Devletine tabi olan beylikler vasallık statülerine göre yıllık vergi öder, savaş halinde ve gerektiği durumlarda askeri birlik gönderirlerdi. Sayısı 100.000’e kadar çıkabilen Anadolu Selçuklu Devleti ordusu, devrin en güçlü kuvvetlerinden birin oluştururdu. ADLİYE TEŞKİLATI Anadolu Selçuklu adliye teşkilatı, ortaçağ Türk-İslam devletlerinde yürürlükte olan şer’i ve örfi yargı sistemine sahipti. Şer’i yargı sisteminde davalara, sultan veya vezirler tarafından atanan kadılar bakardı. Başkadı(Kadilküdat), ülkedeki bütün kadıları kontrol edip denetlerdi. Kararlar, Hanefi mezhebi esaslarına (fıkıh) göre verilirdi. Kadılar; evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına baktıkları gibi kimsesizlerin vasiliği, noter işleri, dini tesis ve vakıfların yönetimi ve bunlara ait vakfiyelerin düzenlenmesi gibi görevler de yapardı. Kadıların verdiği kararlar kesindi. Bunların herhangi bir şekilde isabetsizliği tespit edildiği takdirde sultana başvurabilirdi. Örfi Yargı; huzur ve düzeni bozmak suretiyle yasaları çiğneyen kimseleri, Emiri Dad (Dad Beyi) muhakeme eder ve gerekleri cezaları verirdi. Emir Dad, adalet bakanı görevini Fotoğraf Kaynak: https://seyler.eksisozluk.com/anadolu-selcuklu-tarihinin-en-gizemli-ve-enilginc-turkmen-beyi-coterinus Devletin esas kuvvetini oluşturan dirlik (ıkta) sahiplerinin kuvvetleri tamamen Türklerden oluşurdu. 62 TARİHTEN SAYFALAR yapardı. Askeri davaları da Kadıasker (Kadileşker) denilen ordu kadıları bakardı. B.TOPLUM HAYATI TOPRAK: Büyük Selçuklu Devletinde olduğu gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nde toprak, Has (miri), Dirlik (ıkta), Mülk ve Vakıf olmak üzere dörde ayrılmıştı. Has Arazi; sadece hükümdarın şahsına tahsis edilen topraklardır. Bunlardan elde edilen gelirler sultana aittir. Sultan, özel mülk durumunda olmayan toprakları da istediği gibi kullanabilirdi. Dirlik (ıkta) Araziler; hizmet karşılığında asker ve sivil devlet adamlarına bir beratla tahsis edilirdi. Kendilerine tahsis edilen bu topraklar, görevde kaldığı sürece sahip olurdu. Hükümdar değişikliği olduğu takdirde, daha önce ıkta edilmiş olan bu araziler beratla yenilenir, değiştirilir ya da tamamen kaldırılabilirdi. Asker olanlara tahsis edilen arazilerin kullanımı ve gelirleri, hizmeti sürdürmeleri şartıyla babadan oğula geçebilirdi. Mülk Araziler; devlete ait bazı araziler, devlet adamlarına başarılı hizmetleri nedeniyle tahsis edilirdi. Bu tür arazilere sahip olanlar, toprak üzerinde her türlü yetkiye, satmahibe- vakfetmeye sahipti. Bu topraklar, onların elinden alınmadığı gibi, ölünce çocuklarına miras olarak kalmaktaydı. Vakıf Araziler; devlete ait (miri) arazi ile mülk araziden bazı topraklar bilimsel ve sosyal nitelikteki kurumlara tahsis edilir ve gelirleri, düzenlenen vakfiye yönetmeliğindeki şartlar uyarınca, gerekli yerlere sarf edilirdi. Devlet adamlarından birçoğu, kendilerine mülk sistemi ile tahsis edilmiş olan arazi gelirlerini vakıf haline getirmişler ve sosyal nitelikli vakıflar yapmışlardır. Bugün hala varlığını koruyan ve sosyal hizmetlerde bulunmakta olan böyle vakıflar görülmektedir. HALK: Anadolu Selçuklu ülkesinde halk, şehirli ve köylü olmak üzere iki yerleşim düzeni vardı. Bunların çoğunluğu Türklerden oluşurdu. Süreç içerisinde Rum, Ermeni, Süryani kökenli halk azınlıkta kalmıştı. Şehirlerde oturan halk toplulukları devlet memurları, ayan (ileri gelenler), bilim adamları ve ahiler (fütüvvet) olmak üzere dört gruba ayrılırdı. Ayan grubunda, hükümetteki halk temsilcileri ve tacirler bulunurdu. Ahiler ise çeşitli esnaf gruplarına kuyumcu, fırıncı, ayakkabıcı, demirci gibi esnaf olan kimselerden oluşurdu. Bugün hala yurdun bazı yörelerinde rastlanan bu teşkilat ekonomik bir meslek kuruluşu idi. Türkmenlerden oluşan köylüler, yerleşik ve göçebe olarak ikiye ayrılmıştı. Göçebe olanlar çoğunlukla hayvancılık yaparlardı. Yaşamlarında boy ve oymak teşkilatı mevcuttu. Yerleşik köylüler ise çiftçilikle uğraşırlardı. Yerleşik köylerin başında köy kethüdası (ağa, muhtar) vardı. Anadolu’nun fethi sırasında Müslüman olmayan köylüler, devletin uyguladığı miri toprak rejimi sebebiyle devletçe koruma altına alınmıştı. Bu sebeple onlar, her bakımdan mutlu ve hür yaşam sürdükleri için bir daha Bizans topraklarına göç etmediler. Hatta onların Bizans köylerinde yaşayan soydaşları da mülklerini bırakıp Selçuklu ülkesine göç ettiler. KAYNAKÇA 1. Türkiye Tarihi, Prof.Dr. Yaşar Yücel - Prof.Dr. Ali Sevim Cilt-1 2. Harikalar Ansiklopesi 3. Meydan Larousse, Cilt 1 sh 484 4. Halk Eğitim Bülteni, 26 Ağustos 1971 Özel Sayısı
X
CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ İlk bölümde Orta Asya mimarisinin bazı unsurlarının Anadolu’yu etkilediğinden söz etmiştik. Bu etkileşim İran üzerinden Erzurum-Sivas hattından Anadolu’nun batısına doğru yayılır. (Bir de Güney-doğu Anadolu’da Diyarbakır-Gaziantep yöresinde Suriye üzerinden gelen Zengî mimarisinin etkilerine rastlanır.) Anadolu’da ortaya çıkan Türk mimarisi farklı karakteristik özellikler geliştirmiştir. Bunların en önemlisi kuşkusuz mukarnastır. Mukarnas özellikle kapı ve mihrap üst boşluklarını doldurmak üzere tromptan geliştirilmiş bir mimari elemandır. Erzurum Ulu Camii ve Yakutiye Medresesi gibi yapılarda kubbe içinin tamamı mukarnas dolgu olarak yapılmıştır. Erzurum Ulu Camii- Kubbe içi Orta Asya mimarisindeki bazı unsurlar Anadolu Selçuklu döneminde de devam eder. Anıtsal nitelikli taç kapılar, işlevsel olmayan minareler gibi mimari elemanlara Anadolu Selçuklu mimarisinde de rastlanır. Yukarıda da söz edildiği üzere taç kapılar Selçuklu mimarisinin en karakteristik özelliğidir. Yapıdan daha yüksektirler. Taş bloklar halinde inşa edildikten sonra üzerindeki süslemeler yapılır. Bu nedenle ustaların hata yapma şansları yoktur. Diyebiliriz ki Selçuklu yapılarında en iyi planlanan unsur taç kapılardır. Taç kapıların eni ile yüksekliği arasında 2/3 gibi bir altın oran bulunur. Taş işçiliğinin en abartılı örneğini Divriği Ulu Cami ve Medresesi’nin taç kapılarında görebiliriz. Buralardaki taş işçiliği adeta oyma değil yapıştırma izlenimi verecek derecede zengindir. (Bu nedenle yapı UNESCO tarafından insanlığın ortak kültür mirası listesine Türkiye’den ilk giren eser olmuştur.) CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Divriği-Ulu Cami Taç kapısı Erzurum Çifte Minareli Medrese Erzurum Çifte Minareli Medrese gibi daha başka yapılarda da işlevi olmayan minarelere rastlanır. Sivas Gök Medrese ve Çifte Minare’de en muhteşem düzeyine ulaşan bu minareler dekoratif olmaktan ileri gitmez. Selçuklu yapılarında süslü ön cephelere karşın genellikle süslemesiz ve düz iç mekan eğilimi vardır. Sivas İzzettin Keykavus Şifaiyesi’nde Sultanın türbesinin ön cephesi gibi istisna olan iç mekan süslerine rastlanır. Sivas- İzzettin Keykavus Şifaiyesi-Türbe ön cephe Konya-Karatay kubbe içi Keykavus Şifaiyesi iç mekanında üstü sırlanmış tuğla tekniği kullanılmıştır. Tercih edilen renkler turkuaz, patlıcan moru gibi Selçuklu çinilerinde ağırlıklı olarak kullanılan renklerdir. Konya Karatay Medresesi’nin kubbe içi tamamen çini kaplanmış olup geçmeleriyle bir gökyüzü atmosferi oluşturmaktadır. Selçuklu camileri düz ve oransal olarak devasa sayılmayacak insani boyutlardadır. Bu durum Selçuklu sultanlığının azamet iddiasında olmayan niteliğinin mimariye yansıması olarak düşünülebilir. Selçuklu camiinde genellikle kubbe yoktur. Olanlarda ise merkezi kubbe tarzında olmayıp CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ mihrabın üst kısmında yer alan küçük ölçekli bir yapıdadır. Malatya Ulu Cami, Kayseri Hunat (Huand Hatun) Cami bunun güzel örnekleridir. Bazı yapılarda bu mihrap üzerindeki kubbe yuvarlak değil de sivri külah şeklinde olabilir. Örneğin Divriği Ulu Cami mihrap üstü kubbesi böyle sivri külah kubbe tarzında yapılmıştır. Bu sivri külah kubbeler daha çok Selçuklu kümbetinden esinlenmiş gibi durmaktadırlar. Divriği-Ulu Camii içi Sivas Ulu Camii içi Konya Alaattin Camii içi Merkezi kubbe olmadığından tavan genellikle çok sayıda sütun tarafından taşınır. Bu halleriyle Selçuklu camilerinin iç mekanları sütun denizi gibidir. Divriği gibi çok süslü iç mekanlara rastladığımız gibi, Sivrihisar ve Afyon Ulu Camilerinde olduğu gibi sütunları ağaçtan yapılmış camiler de görülür. Ağaç sütunların yüzyıllar boyu dayanabilmeleri için bu sütunlar sedir ağacından yapılırlar. Sözün burasında ulu cami mimarisinden de söz etmek gerekmektedir. Bir gelenek olarak Cuma namazı bir kentte sadece bir camide kılındığından kentlerde Ulu Cami, Cuma Mescidi, Cuma Camii, Cami-i Kabir gibi isimlerle bir merkezi cami bulunurdu. Selçuklular devrinde bu cami tipi sadece kentin en büyük camii olmakla kalmayıp aynı zamanda bir mimari tarzını ifade etmekteydi. Cami kıbleye cepheli bir dikdörtgen şeklinde idi. Mihrap ile aynı hizadaki girişten mihraba doğru bir hol uzanırdı. Eğer mihrap üstü kubbe varsa bu kubbenin sonunda mihrabın üzerinde bulunurdu. Yanlarda ise bu orta hole dik olacak şekilde üç ayrı hol bulunurdu. Bu holler duvarlar değil sütunlar ile birbirinden ayrılırdı. Bu Ulu Cami modelinin Anadolu’daki ilk örneği Sultan Melikşah tarafından kiliseden camiye çevrilerek eklentilerle büyük bir yapılar topluluğu haline getirilen Diyarbakır Ulu Camii’dir. Son örnek ise İzmir Selçuk’ta bir beylikler devri yapısı olan Aydınoğlu İsa Bey Camii’dir. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Giriş Kapısı Ulu Cami mimari tipi Kayseri-Hacı Kılıç Camii Divriği Ulu Camii Selçuklu mimarisinde kubbe işçiliği gibi minare işçiliği de henüz gelişme aşamasındadır ve belli bir şekil kalıbına oturmamıştır. Örneğin Osmanlılarda minare sadece camilerde bulunur tek minare ise caminin arka sağında, çift ise arka sağ ve solunda bulunur. Selçuklularda minare medreselerde de bulunabilir. Ön cephede, kapının üstünde yanında, her yerde bulunabilir. Henüz bina ile orantılı bir ölçüye sahip olmadığı gibi, şerefe kapısı da her minarede kıbleye bakmaz. Selçuklu medreseleri de camilerden aşağı kalmayan hatta daha ustalıklı mimarileriyle göz dolduran yapılardır. İster kapalı avlulu ve nisbeten daha küçük boyutlu olsun ister açık avlulu ve daha büyük boyutlu olsunlar Selçuklu medreselerinin ön cepheleri ve taç kapı işçilikleri muhteşemdir. İlk örnekler olan Tokat ve Niksar’daki Yağıbasan medreseleri her ne kadar moloz taştan yapılar ise de medrese mimarisi kısa zamanda Kayseri’deki Gevher Nesibe Külliyesi ile olgunlaşmaya başlamıştır. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Kayseri Gevher Nesibe Tıp Külliyesi Konya İnce Minareli Medrese Tokat Yağıbasan Medresesi Tokat Niksar Yağıbasan Medresesi CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Sözün burasında şunu belirtelim ki Türklerin Anadolu’yu bir vatan olarak benimsemeleri 1176 Myryakefalon Savaşından sonra gerçekleşti denilir. Bunun en önemli kanıtı büyük ölçekli kültür yapılarının ancak bu tarihten sonra yapılmaya başlanmasıdır. 1176’dan önce yapılan büyük ölçekli binalar yukarıda sözü edilen Yağıbasan Medreseleridir. Onlarda da mimari ustalık eseri görülmez. XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu mimarisinin altın çağıdır. Bugüne kadar ulaşan ve hemen hepsi bulundukları yerin simgesi haline gelen yapılar bu yüzyıldan kalmadır. Açık avlulu medrese tipinin en muhteşem örnekleri Erzurum Çifte Minare, Sivas Çifte Minare, Sivas Gök Medrese, Kayseri Sahibiye ve Gevher Nesibe Medreseleri, Tokat Çukur Medrese gibi yapılar hep bu asra aittir. Sivas Çifte Minareli Medrese Bu yapılar hem ön cephe düzenleri hem de iç mekanlarının ihtişamı bakımından son derecede önemli sembol yapılardır. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Erzurum Çifte Minareli Medrese Sivas Gök Medrese Kapalı avlulu medreseler de kendi ölçülerinde oldukça iddialı yapılar olarak tasarlanmışlardır. Erzurum Yakutiye, Konya İnce Minareli ve Karatay Medreseleri, Kırşehir Cacabey, Afyon Çay Medresesi gibi yapılar önemli kapalı avlulu medrese örnekleridir. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Erzurum Yakutiye Medresesi ve kümbeti Konya Karatay Medresesi Kırşehir Cacabey Medresesi Konya İnce Minareli Medrese Selçuklu dönemi mimari denilince üzerinde durulması gereken bir başka yapı türü de kümbetlerdir. Selçuklular döneminde henüz standart bir türbe mimarisi oluşmamıştır. En yaygın olarak kabul edebileceğimiz mimari unsur kümbet olarak adlandırılır. Kümbet tek başına ayrı olarak inşa edilebildiği gibi, her hangi bir yapıya bitişik olarak da yapılabilmektedir. Bağımsız kümbet yapılarının en tanınmış örneği Kayseri Döner Kümbet’tir. Erzurum’daki Üç kümbetler, Erzincan-Tercan’daki Mama Hatun Türbesi, Amasya Torumtay Türbesi bu türün en bilinen örneklerindendir. Kümbetler genellikle iki katlı olarak yapılırlar. Hazire denilen mezar alt katın zemininde yer alır. Üst kat ise sohbet ve ibadete uygun şekilde yapılmış boş bir mekandır. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Erzurum Üç Kümbetler Kayseri-Döner Kümbet Tercan- Mama Hatun Türbesi Amasya- Torumtay Kümbeti Türbe olarak kabul edilecek mekanlar bakımından Selçuklu devri çeşitlilik arzeder. Bağımsız kümbetler dışında belli binalara bitişik yapılan türbe odalarına da sıklıkla rastlanır. Erzurum Yakutiye ve Çifte Minareli Medrese, Kayseri Gevher Nesibe, Kayseri Hunat, Sivas Keykavus Şifaiyesi, Divriği Ulu Cami, Konya Alaattin Camii Sultanlar Türbesi gibi yapılara bitişik olarak yapılmış kümbetler karşımıza çıkar. Eskişehir Battalgazi Ümmühan Hatun Türbesi açık ön cephesiyle bir istisna oluşturur. Külliye tarzındaki kümbet yapılarının en ünlüsü kuşkusuz Konya Mevlana Türbesidir. Pek çok mezarın yer aldığı büyük bir hazire mekanı içinde, kümbetin altına rastlayan yerde Mevlana, babası ile birlikte yatmaktadır. CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Konya-Mevlana Türbesi Konya-Mevlana Türbesi içi Türbe konusundaki diğer bir gelenek de binaların içindeki türbe odalarıdır. Cami, medrese, mescit gibi yapıların banileri bina içinde kendilerine bir türbe odası ayırırlar, ölümlerinden sonra da buraya gömülürlerdi. Bu tip türbelerde ayrı bir mimari özellik yoktur. Konya –Karatay, Konya-Sahip Ata, Sivas Buruciye, Kırşehir Cacabey bu türbe tipinin tanınmış örnekleridir. Kırşehir Cacabey Türbesi Konya Sahip Ata Fahreddin Ali Türbesi CEZMİ KARASU- TÜRK SANATI TARİHİ NOTLARI-ANADOLU SELÇUKLU MİMARİSİ Selçuklu kervansarayları en büyük planlı yapılar olarak karşımıza çıkarlar. Birisi insanların barınması için açık avlulu diğeri hayvanların barınması için kapalı olan iç içe iki mekandan oluşurlar. Taç kapıları yine esaslı taş işçiliği ile inşa edilmiştir. Genellikle kırsal kesimde bulunurlar. Bazılarının ortasında sohbet ve ibadet amaçlı olarak köşk mescit bulunur.
X
BÜYÜK SELÇUKLULAR DEVRİNDE BİR ADALET İSTEME ÂDETİ VE ŞİKÂYET BİLDİRME TARZI OLARAK DİLEKÇE ARZ ETMEK Submitting a Petition as a Tradition of Demanding Justice and a Way of Application for Complaint in the Great Seljuqs Period Sinan TARİFÇİ Gazi Türkiyat, Bahar 2021/28: 129-144, DOI: 10.34189/gtd.28.009 Öz: Büyük Selçuklu sultanları devletin temel varoluş sebebi olan adaleti yerine getirmek ve böylece devlet ve toplum düzeninin istikrarını sağlamak için halkın şikâyetleriyle bizzat ilgilenmişlerdir. En yüksek hâkim sıfatıyla sultanlar ve yetki devrettikleri devlet görevlileri halkın şikâyetlerini almak için muhtelif uygulamalar icra etmişlerdir. Halktan kimseler de haklarını aramak ve şikâyetlerini doğrudan doğruya sultan başta olmak üzere iktidar sahiplerine arz edebilmek için birtakım âdetler tatbik etmişlerdir. Büyük Selçuklular devrinde bir adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak dilekçe arz etmek yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönemde gerek dîvân-i mezâlim oturumunda ve gerekse mahkeme dışında herhangi bir zamanda bireysel veya toplu bir şekilde dilekçe arz etmek suretiyle şikâyetleri sultan ve temsilcileri katına ulaştırmak mümkündü. Bu çalışmada Büyük Selçuklular devrinde dîvân-i mezâlimde hükümdarın istek ve iradesine ilişkin olarak, mezâlim dışında ise şikâyetçilerin kendiliklerinden teşebbüslerine ilişkin olarak tezahür eden dilekçe arzı üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken konu tarihî, edebî ve diplomatik kaynaklara istinaden ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Büyük Selçuklular, sultan, adalet, şikâyet, dîvân-i mezâlim, dilekçe Abstract: The Great Seljuqs sultans personally dealt with the complaints of the people in order to administer justice, which is the main reason for the existence of the state, and thus to ensure the stability of the state and social order. As the highest judge, the sultans and the state officials to whom they transferred their power carried out various practices to get the complaints of the people. People also practiced some traditions to seek their rights and submit their complaints directly to the highranking officials, especially the sultan. In the Great Seljuqs period, submitting a petition as a tradition of demanding justice and a way of application for complaint was widely practiced. In this period, it was possible to get the complaints to the sultan and his representatives by submitting a petition individually or collectively in sitting of the diwan-i mazalim or outside of the court at any time. In this study, it is going to be examined submitting a petition that appeared in relation to the edict of the ruler in the diwan-i mazalim and attempts of the complainants itself outside of the court in the Great Seljuqs period. By doing this, the subject will be discussed with reference to historical, literary and diplomatic sources. Keywords: Great Seljuqs, sultan, justice, complaint, diwan-i mazalim, petition GİRİŞ Selçuklular devrinde kaleme alınan siyasetnâmeler ve hukukî, felsefî, tasavvufî, ahlakî, edebî eserler gibi çok farklı kategorilerden kaynaklar ile Selçuklu Arş. Gör. Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Ankara / TÜRKİYE. sinantar@hotmail.com, orcid.org/0000-0002-9218-6193, Gönderim tarihi: 16.04.2021 / Kabul tarihi: 05.06.2021 130 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 diplomatikasına ait vesikalar zamanın şartları içerisinde ideal devlet ve hükümdar tipi çizmiştir. Bu çerçevede hükümdarın iktidarının korunması, devlet ve toplum nizamında refah ve istikrarın sağlanmasındaki temel prensip adalet olarak telakki edilmiştir. Adalet kavramı, halkın şikâyetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesiyle yakından ilişkili olmuştur. En yüksek otorite ve adaletin son başvuru yeri olan hükümdarın doğrudan doğruya halkın şikâyetlerini dinlemesi onun temel görevlerindendi; bu tutum ve davranışı halk nezdinde makbul sayılırdı. Hükümdar halkın şikâyetlerini almak için muhtelif âdetleri ne kadar çok tekrarlarsa, o derece adil sayılırdı (İnalcık 2017c: 63). Halka adil davranma ve onları zulümden koruma görevini gerçekleştirebilmek için çeşitli uygulamalar olmuştur. Bu uygulamalar temelde yönetimin başında bulunanlara yapılan şikâyetleri değerlendirme ve haksızlığı önleme şeklinde gerçekleşmiştir. Zulmü ortadan kaldırmaya yönelik ortaya çıkan bu uygulamaların bir kısmı kurumsallaşmış olup, bir kısmı da kişilere, dönemlere bağlı kalmıştır (Tuğluca 2020: 23-24). Zulme uğrayan erkek, kadın yetişkin ve çocuk halktan kimselerin haklarını aramak ve şikâyetlerini doğrudan hükümdar başta olmak üzere yargı mercilerine arz edebilmek için onların geçiş güzergâhında beklediklerinden sıklıkla söz edilmiştir. Böylece iktidar sahiplerine yaklaşabilenler bazen de onların eteğine veya dizginine yapışarak seslerini daha etkili duyurma ve hak arama çabası içerisinde olmuşlardır. Kadim Orta Doğu siyasî geleneğinde bir kanun koyucu ve adalet dağıtıcısı olarak algılanan hükümdara adaleti yerine getirmesi için dilekçe arz etmek de bir adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak yaygın bir uygulamaydı. Hükümdarın yargısal işlevleri onun meşruiyetini sembolize ediyordu ve bu gelenekler Orta Çağ Orta Doğu’sunda da oldukça canlı bir şekilde sürdürülüyordu. Halk, adalet arayışı başta olmak üzere, yöneticilerine hemen hemen her hususta dilekçe vermiştir (Lev 2020: 202). Bu, en azından teorik olarak, iktidarın temel varoluş nedeni olan adaleti hâkim kılmanın önemli bir yoluydu (Stern 1966: 237). Dilekçe arz etmek idare edilenlerin bir davranışı olarak tarihin her devrinde görülmüştür. Siyasî bir teşekkül içerisinde yaşayan insanlar, bu nizamın idareciler kadrosuna ve çoğunlukla devlet başkanına çeşitli şekillerde başvurmuşlardır. Şikâyet yollu müracaatlar bazen adlî bir dava şeklinde ortaya çıkmış ve neticeye bağlanmış, bazen de böyle bir yola başvurmadan ileri sürülmüş şikâyet hakkında muamele yapılmıştır (Armağan 1972: 1). En tabii bir hak olarak görülüp idareciler ile idare edilenler arasındaki münasebetin başlangıcı kadar eski olarak yorumlanan dilekçe hakkı (Armağan 1972: 2), İslâmiyet öncesi Türklerde ve İslâm devletlerinde mutat bir şekilde kullanılmıştır1 . Büyük Selçuklular devrinde de şikâyet hakkı çerçevesinde bir adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak dilekçe arz etmek yaygın bir şekilde 1 Dilekçe hakkının tarihî gelişimi hakkında genel bir bilgi için mesela bkz. Aykanat, 2019: 56-64. Artan kaynak çeşitliliğine paralel olarak genişleyen tarihî malzemenin verdiği imkânla Mısır-Suriye sahasında Memlükler, Eyyûbîler ve Fâtımîler devirlerine ait birtakım dilekçe örneklerine istinaden dilekçe hususunda müstakil araştırmalar yapılmıştır. Mesela bkz. Stern 1962, Stern, 1964, Stern 1966, Richards, 1973, Khan, 1990. B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 131 icra edilmiştir. Bu devirde her tabakadan kişilerin herhangi bir konu hakkındaki şikâyet veya isteklerine dair bireysel veya toplu olarak hükümdar başta olmak üzere yargısal-cezaî yetki ve sorumluluğu haiz makamlara müracaat etme hakları vardı. Dönem kaynaklarında dilekçe umumiyetle “kısse”, “mahzar”, “rik’a” kavramlarıyla; dilekçe arz etmek de “kısse dâden”, “kısse arze kerden”, “kısse ber dâşten” tabirleriyle ifade edilmiştir. Türkiye Selçukluları devrine ait bazı inşâ eserlerinde bu kavramların tanımlarına rastlamak mümkün olmaktadır. Selçuklu Türkiye’sinde Muhammed b. Abdü’l-Hâlik el-Meyhenî tarafından 12. yüzyılın son çeyreğinde telif edilen Destûr-i Debîrî’de (elMeyhenî 1962: 30) kısse, halkın, sultan ve valiye bir durumu veya bir haceti (hâlî û hâcetî) arz etmek (arze kerden) için gönderdiği yazı (nevişte) olarak tarif edilmiştir. 13. yüzyılın ikinci yarısında yine Selçuklu Türkiye’sinde yaşayan Hasan b. Abdü’lMü’min el-Hoyî, Rüsûmü’r-Resâil ve Nücûmü’l-Fezâil adlı eserinin (el-Hoyî 1963: 25) kâtiplik terimlerini belirttiği bir faslında ise kısseyi, halkın, padişaha ve hâkimlere gönderdiği yazı (nevişte); mahzarı da şehir ve vilayet ileri gelenlerinin, muteber kimselerinin ve kethüdalarının bir kimseye teşekkür ve bir kimseden şikâyet tarzında (beresm-i şokr û şikâyet) yazarak padişahın dergâhına gönderdikleri yazı (mektûb) olarak tanımlamıştır. Bu itibarla mahzar, resmî makamlara şikâyet, talep, teşekkür vs. hususlar için sunulan çok imzalı arzuhâldir (bkz. İpşirli 2003, ayrıca bkz. İpşirli 1991). Osman Turan (1988: 182), mahzar tabirinin karşılığı olarak arznâme, şikâyetnâme ve rapor kelimelerini göstermiştir. Bu devir inşâ kitaplarında dilekçe manasında olmak üzere kısse ve mahzar tabirlerinin tanımlarına rastlamakla birlikte, yine bu eserlerde bu türlerin örnekleri de dercedilmiştir. Mesela Rüsûmü’r-Resâil ve Nücûmü’l-Fezâil’in dördüncü ve son faslında, “bir iki mahzar (yek do mahzar)” üst başlığı altında, teşekkür (mahzar beresm-i şokr) ve şikâyet mahiyetinde (mahzar beresm-i şikâyet) kaleme alınan mahzar örnekleri nakledilmiştir. Bunların şikâyet üslubunda yazılmış olanı, inşâ mecmualarında mutat olduğu üzere ismi hıfzedilen bir şehir ve vilayetin ileri gelenleri, muteber kimseleri, salih kimseleri, dîvân ashabı ve halkı tarafından hükümdara gönderilmiştir. Bunlar yine ismi hıfzedilen bölgenin idarecisi emîrin göreve geldiği günden beri sürekli taleplerine, müsaderelerine, mevcut olmayıp yeni ihdas ettiği kaidelere artık tahammül edemedikleri, bu suretle halktan pek çok kimsenin vatanlarını terk ederek etrafa dağıldıklarından bahisle, bu durumun düzeltilmesi ve emîrin zulmüne bir son verilmesi hususunda arz ve şikâyette bulunmuşlardır (el-Hoyî 1963: 42-43). Destûr-i Debîrî’de ise mahzar kelimesinin çoğulu olup dilekçeler manasındaki “mehâzir2” başlığı altında çeşitli konularda kaleme alınmış dört mahzar örneğine yer verilmiştir. Bunlar; “birisinin iyiliği hakkında mahzar (mahzar der selâh-i kesî)”, “şerli bir fesat hakkında mahzar (mahzar der fesâd-i şerîr)”, “bir reise teşekkür hakkında mahzar (mahzar der şokr ez reîsî)”, “validen şikâyet hakkında mahzar 2 Yalnız dilekçe değil taahhütnâme, şehâdetnâme, akidnâme, vasiyetnâme niteliğindeki mektup ve vesikalar da mehâzir türünü oluşturur. 132 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 (mahzar der şikâyet-i âmil)” olarak gösterilmiştir. Şikâyet şeklindeki son mahzar, filan yerin valiliğine tayin edilen hâce-yi filan olarak anılan valiyle alakalıdır. Mahzarda yazılanlara göre bu vali şefkat ve merhameti terk ederek zulme yönelmiş, idarî ananelerin ve şeriatın yolundan sapmış, adamları da Müslümanların mallarına ve gelir kaynaklarına el uzatmıştır. Hal böyle olunca hükümdardan valinin zulmünü ortadan kaldırması ve halkın zayıflarını onun merhametsizliğinden kurtarması talep edilmiştir (el-Meyhenî 1962: 119-120). Yine Destûr-i Debîrî’de “her manada yazı (rika’ der her ma’nâ)” üst başlığı altında, çeşitli mahiyetteki vesikalar arasında bu defa “kısse” adı altında bir dilekçeye de yer verilmiştir. Bu dilekçenin konusu filan köyde mukim bulunan ve atalarından kalan bir kısım tarlaya sahip olan topluluğun, geçmiş hükümdarların inayetine mazhar olup bazı imtiyazlar elde eden ataları gibi, mesela birtakım vergilerden muafiyetleri şeklindeki uygulamaların eskisi gibi uygulanmaya devam edilmesi, bu kapsamda âmillere ve devlet memurlarına gerekli talimatların verilmesi talebidir (el-Meyhenî 1962: 105-106). Diplomatik açıdan sultâniyat, ihvâniyat veya mehâzir türlerinden olsun vesikalarda çarpıcı bir sürekliliğin olduğu malumdur. Her ne kadar zamanla bazı unsurlar kullanılmaz hale gelip yeni unsurlar ortaya çıktıysa da bazı araştırmacılar, Arapça dilekçeler özelinde Orta Çağlarda kaleme alınan dilekçelerin dil, üslup, kalıp, klişe ve rükünler bakımından benzerlikler içerdiğini haklı olarak söylemişlerdir. Bu cümleden olarak Geoffrey Khan (1990: , bir dilekçenin yapısını şöyle gösterir: Besmele, hitap, muhataba hitaben başlama duası, arz ve beyan, dilek ve istek, sena, muhataba hitaben bitirme duası. Yukarıda bahsedilen Türkiye Selçukluları zamanından günümüze intikal eden Farsça dilekçe örneklerinde de hemen hemen aynı biçim görülmektedir. Muasırlarının ve haleflerinin devlet idaresinde ve toplum yaşamında derin tesirler yaratan ve bu hususlarda pek çok unsurun nüvesini teşkil eden Büyük Selçuklular devrinde de aynı halin vaki olduğu söylenebilir. Büyük Selçuklular devrinde bir adalet isteme âdeti ve şikâyeti bildirme tarzı olarak dilekçe arz etmek farklı türlerde kendisini göstermiştir. Gerek kabul merasimi tertip edilen gün mezâlim dîvânı oturumunda ve gerekse mahkeme dışında herhangi bir zamanda birey olarak yahut toplu halde dilekçe arz etmek suretiyle şikâyetleri sultan başta olmak üzere, iktidar mensuplarına ulaştırmak mümkündü. Bu itibarla dilekçe arz etmek ilk durumda hükümdarın istek ve iradesine ilişkin olarak, ikinci durumda ise şikâyetçilerin kendiliklerinden teşebbüslerine ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece dilekçe arzı iki yönlü tezahür ediyor ve işliyordu. DÎVÂN-İ MEZÂLİME MÜRACAAT VE BİR ÂDETİN İCRASI: DÎVÂN-İ MEZÂLİME DİLEKÇE ARZ ETMEK İdarî-hukukî bir müessese olarak dîvân-i mezâlim dünyevî otorite ve iktidar sahibi hükümdarın ya da onun yetkilendirdiği görevlilerin, şer’î mahkemelerin yetki ve B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 133 sorumluluğu dışında kalan, karara bağlamakta veya uygulamakta güçlük çektiği ceza ve hukuk davalarına bakmak, bunları karara bağlamak veya uygulamak, bilhassa idareyle ilgili şikâyetleri dinlemek üzere teşkil ve başkanlık ettiği yüksek mahkemeye delalet etmektedir. Büyük Selçuklu veziri Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme’sinin üçüncü faslını oluşturan “Zamanın padişahının mezâlime oturması ve iyi hayat sürmesine dair” adlı fasılda, dîvân-i mezâlim konusunu müstakil olarak ele almıştır. Nizâmü’l-Mülk’e göre; hükümdar için haftada iki gün (der hefte do rûz) mezâlime oturmaktan (bemezâlim nişîned), haklıyı haksızdan ayırmaktan, raiyyetin sözünü kendi kulağı ile aracısız olarak bizzat dinlemekten başka çare yoktur. Yine vezir (1976: 14 Farsça metin, 2017: 71), dünyanın efendisinin mazlumları ve adalet isteyenleri (mutezellimân û dâdhâhân) haftanın iki günü huzuruna çağırıp onları dinlediği haberinin ülkenin dört bir tarafına yayıldığında, zalimlerin korkup zulmü terk edeceklerini, cezalandırılma korkusuyla kimsenin zulme, el uzatmaya kalkışamayacağını beyan etmiştir. Nizâmü’l-Mülk, hükümdarlar için yaptığı bu nasihatle, tebaasının şikâyetleriyle bizzat ilgilenen erişilebilir bir ideal hükümdar tipi çizmiştir. Adalet teşkilâtının başı, en büyük yargıç ve en yüksek dünyevî hâkim sıfatıyla Büyük Selçuklu sultanları daha devletin teşekkül zamanlarından itibaren devletin bu en yüksek dünyevî mahkemesine bizzat başkanlık etmişler; burada halkın şikâyetlerini dinleyip davalarına bakarak adaletin tecellisine çalışmışlardır. Bazı yerli ve yabancı araştırmacılar, bütün siyasî ve idarî yapının hükümdarın şahsî egemenliği altında olan devlet sisteminde, baş yargıç olarak sultanın aslî görevi olarak adaleti temin etme anlayışı ile halkın toplumsal refah ve iyilik arayışında hükümdara/devlete doğrudan erişim arayışının bir seri kuruma vücut verdiğini, bunların başında da bizzat hükümdarın başkanlık ettiği dîvân-i mezâlim geldiğini belirtmişlerdir (İnalcık 2017a: 96, İnalcık 2017b: 19-20, Lev 2020: 202, Darling 2002: 3-4). Dîvân-i mezâlim, sultan ile halk arasında kurulan ilişkinin zemini olmuş ve reâyâ, bu dîvân vasıtasıyla doğrudan doğruya sultan ile iletişime geçerek sorunlarını yönetim katına iletebilmiştir (Ersan vd. 2017: 190). Dîvân-i mezâlim müessesesinin ilk gelişme devresinde şikâyetlerin yapılması ve incelenip kararın verilmesi sözlü olarak gerçekleştirilirdi. Ancak, kurumun giderek gelişme göstermesiyle birlikte, yazılı usul hâkimiyet kazanmıştır (Akyüz 2002: 218, Mez 2014: 270). Orta zamanlarda mezâlimde dava açmanın ilk adımı, ayrıntılı olarak hazırlanmış bir dilekçe arz etmekti. Teoride, halka açık kabul merasimlerinde teşkil edilen mezâlim mahkemesine dilekçeyle şahsen başvuru yapılırdı (Nielsen 1991: 934, Berkel 2014: 239-240). Diğer bir deyişle, dilekçe arz etmek mezâlime müracaatın mutat bir uygulamasıydı3 . Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme’de, bu âdetin icrasını ihtiva eden hikâyeler nakletmiştir. Sâsânîler dönemine ait bir hikâyeye göre, Erdeşîr-i Bâbekân’dan Yezdicerd zamanına kadar İran hükümdarlarının bir âdeti vardı. 3 Dîvân-i mezâlimin görev, yetki ve sorumluluk sahasına giren hususların birçoğunu kapsadığı üzere, mezâlim hâkimi tabii re’sen de harekete geçerek, tahkikat başlatıp meseleyi çözümleyebilirdi. 134 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 Mihrigân ve Nevrûz günü padişah kabul merasimi tertip ederdi (bâr dâdî). Bu toplantılarda kimseye engel olunmazdı. Birkaç gün önce tellal çıkartılır ve filan gün herkesin hazır olması, işini gücünü ayarlaması, dilekçe (kısse) yazması ilân edilirdi. O gün gelince padişah insanların dilekçesini (kısse-yi merdomân) alır, hepsini önüne koyar, tek tek okurdu (Nizâmü’l-Mülk 1976: 42-44 Farsça metin, Nizâmü’l-Mülk 2017: 102-104). Vezir eserinde (1976: 29 Farsça metin, 2017: 88) başka bir hikâyede ise, padişahın adalet tevzii için tellal çıkarmak suretiyle şikâyetçi olanları saraya davet ettiğinde bölge, şehir ve eyaletten sayılamayacak kadar çok şikâyetçinin saraya geldiğinden bahsetmiştir. Böylece, çoğu zaman yeri ve zamanı belirli olan mezâlim mahkemesinin teşkil edileceği bâr-i âmmdan halkın haberdar edilmesi için şehre tellal çıkarıldığı; ilanı duyan zulüm görenlerin yine çoğu zaman saray olan mekânda belirlenen vakitte hazır bulundukları anlaşılmaktadır. Sultan Melikşah’ın çağdaşı olan âlim, şair ve filozof Ömer Hayyâm da Nevrûznâme adlı eserinde Tâhirîler zamanına ilişkin bir rivayetten söz eder. Buna göre; Abdullah b. Tâhir bir gün ordu komutanlarından birini tutuklamıştı. Bu hususta kendisine söz söyleyenlerden hoşnut olmuyordu. Durum öyle bir dereceye ulaşmıştı ki herkes ondan ümidi kesmişti. Bu komutanın Fasîhe adlı bir cariyesi vardı. Bir dilekçe yazdı (kısseî neveşt) ve Abdullah b. Tâhir’in mezâlime oturduğu (bemezâlim nişest) gün cariye yüzünü kapatarak onun huzuruna gitti. Dilekçeyi vererek (kısse bedâd) efendisi için af istemiş ve bunun üzerine Abdullah b. Tâhir de komutanın serbest bırakılması emrini vermiştir (Hayyâm 1312/1933: 73-74). Nizâmü’l-Mülk’ün ve Ömer Hayyâm’ın nakillerine göre, dilekçe mezâlim mahkemesinin teşkil edildiği günden önce hazırlanır, o gün geldiği zaman da hükümdara arz edilirdi. Büyük Selçuklular ve Hârezmşahlar dönemlerinde de dîvân-i mezâlimde sultana dilekçe arz etme âdeti tedavülde idi (Muavvaz 2535/1977: 19). Nitekim Nizâmü’l-Mülk (1976: 14 Farsça metin, 2017: 71), Selçuklu sultanının mezâlime oturmasına dair kaleme aldığı fasılda, sultanın adalet tevdi ettiği bu zamanda, raiyyetin daha mühim olan birkaç dilekçeyi arz etmelerinden (kısse arze kerdend), sultanın da bu dilekçelerin her biri hakkında yazılı bir kararnâme (der her yekî misâlî) sadır etmesinden bahsetmiştir. Yine Nizâmü’l-Mülk’ün naklettiğine göre (1976: 263 Farsça metin, 2017: 353) halktan dilek, istek ve şikâyetlerini saray katına bildirenlere bir cevap ve kararnâme (misâl) veriliyordu. Vezir Nizâmü’l-Mülk’ün çeşitli vesilelerle nakledilen iki farklı yerdeki ifadelerine istinaden, hükümdarın, gerek mezâlim oturumunda ve gerekse mezâlim dışında kendisine arz edilen şikâyet dilekçelerine cevabı ve hükmü “misâl” denilen yazılı bir kararnâme sadır etmek suretiyle bildirdiği anlaşılmaktadır. Sultan başta olmak üzere mezâlim dîvânı başkanları kabul merasimi tertip edip mahkeme teşkil ettikleri zaman yüksek bir mevkide otururlardı. Şikâyetçiler de şikâyet konularının yazılı olduğu dilekçelerini ya ellerinde ya da bir sopanın ucuna bağlayarak yukarı kaldırmak suretiyle mahkeme başkanının dikkatini çekerlerdi (Heyderî 1395/2016: 66). Mahkeme başkanı da ya bizzat kendisi bunları alır ya da veziri başta olmak üzere maiyetindeki bir yetkiliye bunları toplamasını buyururdu. B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 135 Nitekim Nizâmü’l-Mülk’ün, Abbâsî halifesi Me’mûn dönemine ait olmak üzere naklettiği bir hikâyeye göre, halife, bir gün sarayında mezâlim mahkemesi teşkil etmişti. Kendisine bir dilekçe verdiler (kısse ber dâştend). Me’mûn dilekçeyi (kısse) veziri Fazl b. Sehl’e vererek, dilekçe sahibinin dileğini derhal yerine getirmesini emretmiştir (Nizâmü’l-Mülk 1976: 141 Farsça metin, Nizâmü’l-Mülk 2017: 212). Hükümdarın başkanlık ettiği mezâlim mahkemesinde şikâyetçilerin dilekçelerini toplayıp sultana takdim etmekle görevli olmak üzere, Hârezmşahlar zamanında kıssadâr, Memlükler zamanında ise devâdâr adı verilen bir memurun bu iş için görevlendirildiği anlaşılıyor (Akyüz 2002: 217, Stern 1966: 251-252). Ayrıca Abbâsîlerde halifeye verilen dilekçeleri takip etmekle görevli bir dîvânü’r-rik’a vardı (Abdü’l-Azîz ed-Dûrî 1994: 379). Mahkeme başkanının ya bizzat ya da birini görevlendirmek suretiyle kendisine arz edilen dilekçeleri toplayıp okumasından başka, bazen de dilekçeler, tabiî sultanın izni ve işaretiyle, sahipleri tarafından huzurda şifahen okunurdu (mesela bkz. Heyderi vd. 1395/2016: 71-72, Yarahmedî 1395/2016: 71-72). Nitekim hükümdarların tertip ettikleri kabul merasiminde şikâyetçilerin dilekçelerini huzurda okumalarından bahsedilir (Heyderi vd. 1395/2016: 73, Yarahmedî 1395/2016: 73). Siyâsetnâme’nin “Mazlumları dinleyip onlara cevap vermek, adalet dağıtmak” isimli ellinci faslında Nizâmü’l-Mülk (1976: 263 Farsça metin, 2017: 353) şu ifadeleri kullanmıştır: “Sarayın önünde her zaman şikâyetçilerden (mutezellimân) oluşan bir kalabalık bulunur. Dilekçelerinin (kısse) cevabını almış olsalar da oradan ayrılmazlar. Saraya gelen yabancı biri veya bir elçi feryatları, kargaşayı görünce, sarayda büyük haksızlıkların yapıldığını sanır. Bu kapının halka kapalı tutulması gerekir. Bütün istekler için şehirde veya bir bölgede bir yer belirlenir. Reâyâ oraya gelir, yazacaklarını yazar. Saraydan beş kişi belirlenen yere gelir; şikâyetleri dinler, cevabı ve kararnâmeyi (misâl) verir, dilekçeleri alarak geri dönerler. Böylelikle yersiz kargaşaya, gürültüye meydan verilmez.” Christian Lange, Selçuklu vezirinin bu ifadelerini, aslında sarayın önünde üşüşen halk kalabalığından vezirin pek hoşlanmadığı, bu durumun yönetici zümre nazarında da pek hoş görülmediği şeklinde yorumlar. Öte yandan, bu ifadeden aslında İsfahân’da Selçuklu sultanlarının saray kapılarında kalabalıkların bulunduğu ve onların hükümdarlarına doğrudan ulaşım umudu taşıdığı sonucu da çıkarılabilir (Lange 2008: 41). Bu arada, Siyâsetnâme’de (1976: 34 Farsça metin, 2017: 93) nakledilen başka bir hikâyede de mazlumların saraya üşüşüp feryat etmeleri üzerine hükümdarın mezâlim mahkemesi teşkil ettiğinden söz edilmiştir. Bâr-i âmm olarak anılan ve tahta çıkma, bayramlar, taziye, muayyen bir işi müzakere etme, bir hususu karara bağlama gibi vesilelerle yapılan kabuller ile vassal hükümdarları veya yabancı elçileri kabul vs. için gerçekleştirilen kabul merasimi, adalet tevzi etmek üzere dîvân-i mezâlim teşkili için de tertip ediliyordu (Köymen 2011: 103). Dîvân-i mezâlimde diğer kabullerde olduğu gibi, sultanın hükümdarlık 136 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 elbisesi, Abbâsî halifesinin hil’atı, tac, taht, çetr, bayrak gibi hâkimiyet sembolleri ile teçhiz edilmiş olduğu ve ilgili saray ve devlet teşkilâtı mensuplarının hazır bulundukları muhakkaktır. Zaten gerek saray içi ve gerekse saray dışı resmî ve hususî hayatında göz önünde tutulan esas, hükümdarın mümkün olduğu kadar ihtişam içinde görünmesini temin etmektir (Köymen 2011: 106, 111). Zira mezâlim aynı zamanda sultan ve halkı arasındaki ilişkinin ana hattıydı (Lambton 1968: 227); bu minvalde bir yandan en yüksek yargıç olarak sultanın siyasî iktidarını simgeleyen bir anane, diğer yandan ise talepleri yerine getirildiğinde halkı bir beklenti, bağımlılık ve minnettarlık ağı içinde yöneticilerine bağlayan siyasî bir mekanizmaydı (Lev 2020: 205, Sidkî 1388/2009: 50, Yûsefîfer vd. 1395/2016: 267). Bir 11. yüzyıl kaynağı (1383/2004: 172), hükümdarın teşkil ettiği mezâlim meclisini, şöhretin ve haşmetin tastamam olduğu pek muazzam bir gün (rûzî-yi seht-i bozorg) olarak nitelemiştir. Muhtelif türden kaynaklar, Selçuklu sultanlarının, teşkil ettikleri mezâlim oturumunu, bütün azametleriyle taht üzerinde idare ettiklerini belirtmişlerdir. Mesela Sultan Alp Arslan’ın kabul gününde, taht üzerinde çok heybetli ve azametli görüldüğü nakledilmiştir (er-Râvendî 1999: 115). Sultan Alp Arslan’ın kabul günündeki heybetinden başka mesela Mu’izzî (1362/1983: 227), yine kabul gününde Sultan Melikşah’ın heybetinin şahları secde ettirdiğini söyler. Kabul merasimi tertip edilip dîvân-i mezâlim teşkil edildiğinde sultanın hâkimiyet sembolleri ile teçhiz edilmiş olduğu ve saray ve hükûmet memurlarının mecliste hazır bulundukları durumda, sultanın korku ve saygı uyandıran görünüşü, ululuğu ve görkemini ifade etmek üzere, kaynaklarda bilhassa heybet kavramı üzerinde durulmuştur. Heybet, liderlik ve saygınlığın sebebi olarak, “ümit ve saygıyla karışık korku” şeklinde tanımlanmıştır (etTûsî 2016: 92). el-Mâverdî (2003: 129-130), halkın ancak “ümit ve korku” neticesinde hükümdarına itaat edip boyun eğeceğini belirtmiştir. Korku ve saygı duygusunun, bir adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak dilekçe arz etmenin sosyokültürel arka planında yer alan unsurlardan birisi olduğu düşünülebilir. Şöyle ki, dîvân-i mezâlimde yüce hükümdarın/devletin yargılayıcı ve cezalandırıcı gücünü gösteren heybete maruz kalıp onun sebep olduğu korku ve saygı haline bürünen şahısların, huzurda şikâyetini arz ederken dilinin tutulması, heyecandan ve ağlayıp sızlamaktan halini anlatmaya takatinin kalmaması ihtimaline karşılık sultanın kendilerinin arzuhâlini okuyabilmesi için uyguladıkları âdetlerden birisi dilekçe arz etmekti. Büyük Selçuklular devrinde dilekçe, belirli formüller çerçevesinde bir kâğıt üzerine resmî bir belge olarak hazırlanmasının yanında, aynı işlevi gördüğü halde bir gelenek halinde farklı şekillerde de tertip ediliyordu. Mesela, adalet isteyen şahıs kâğıttan bir gömlek/elbise giyer, Kur’an’dan bir ayet veya kendi dilek ve şikâyetlerini onun üzerine yazardı. Müşteki üzerinde yazılar bulunan kâğıttan gömleği/elbiseyi giyerek ya saraya gider, mezâlime katılır ya da hükümdarın kendisini görebilmesi için onun geçiş güzergâhında beklerdi (Yarahmedî 1395/2016: 90-99, Heyderî vd. 1397/2018: 80- 81, Merendî 1385/2006: 35-41). Böylece kâğıttan gömlek/elbise giymek (pîrehen/câme ez kâgez pûşîden) de bir zulüm görme nişanesi, adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak tebarüz etmektedir. Şair Cemâlü’d-Dîn-i İsfahânî, Dîvânı’ndaki (1320/1941: B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 137 225) bir beytinde, zulüm görenlerin hükümdarın kapısında kâğıttan elbise giymek suretiyle beklediklerinden bahsetmiştir. Hâkânî-yi Şirvânî (1382/2003: 500) de zulüm görüp adalet arayanların kâğıttan gömlek giydiğini söyler. Yine Hâkânî (1382/2003: 546, 557) birkaç beytinde kalem ile kâğıttan gömleği birlikte anarak, kâğıttan gömlek/elbise üzerine arzuhâli yazmayı ima etmiştir. Bu gelenek hususunda kaynaklara ilginç hadiseler yansımıştır. İttifakla belirtildiğine göre, Fâtımî halifesi Hâkim-Biemrillâh (996-1021) sert mizaçlı, merhametsiz ve zalim bir kimseydi. Onun âdetlerinden biri tahtına oturduğu zaman yapılan haksızlıkların ona anlatılması, onun da bunları inkâr etmesiydi. Bazen de ona içinde küfür ve hakaret yazılı olan dilekçeler verirlerdi. Bir gün kâğıttan bir kadın yapıp ona çarşaf giydirerek, eline de mühürlü bir dilekçe koyarak onu, Hâkim’in geçeceği yolun üzerine yerleştirmişlerdi. Dilekçe Hâkim’in eline geçip içindeki kendi hakkında yazılmış küfür ve hakaretleri, kendisinin ve memurlarının yaptıkları kötülükleri birer birer okuyunca Fâtımî halifesi büyük bir öfkeye kapılmıştı. Derhal kadını yanına getirmelerini buyurunca adamları kâğıttan bir kuklayla karşılaştılar. Buna daha da sinirlenen Hâkim öfkesini yatıştırmak için Kahire’de yakıp yıkma ve öldürme hareketine girişmiştir (el-Cüveynî 2013: 536-537). Hadise her ne kadar Mısır sahasında Fâtımî ülkesinde vuku bulmuşsa da hemen hemen Selçukluların bidayetine tekabül eden bir döneme rast gelmesinden dolayı, uygulanagelen bir âdeti göstermesi bakımından önemlidir. DÎVÂN-İ MEZÂLİM DIŞINDA DİLEKÇE ARZI Bir şikâyet başvurusu aracı olarak dilekçe, yalnız kabul merasimi tertip edilip mezâlim mahkemesi kurulduğu gün huzurda değil, dîvân-i mezâlim dışında da arz edilebiliyordu. İmkânı ve biraz da şansı olanlar doğrudan hükümdara dilekçe arz edebildikleri gibi, şikâyetçiler, -hükümdara ulaştırılsın ya da ulaştırılmasın- hâcibler veya emîrler vasıtasıyla da şikâyet dilekçelerini (kısse-yi tezellum) (Ahsîketî 1337/1958: 371) arz edebiliyorlardı. Nizâmü’l-Mülk’ün Siyâsetnâme’sinde nakledilen Sâsânîler dönemine ait bir hikâyeye göre, ordu komutanından zulüm gören yaşlı bir kadın durumunun düzeltilmesi için komutana çeşitli defalar müracaat ettiyse de netice alamamıştı. Yaşlı kadın komutanın yolunun üstünde beklemiş, daha sonra meseleyi hükümdara iletmeleri için çok defa hâciblere müracaat etmiş, ancak hâcibler durumu hükümdara arz edeceklerini söylemelerine rağmen bunu yerine getirmemişlerdir. Kadın umudunu yitirdiği anda bizzat padişahtan yardım istemeye karar vermişti. Sarayın civarına geldiği gün tesadüfen Enûşirvân’ın ava çıkacağı güne tekabül etmişti. Yaşlı kadın padişahın nerede avlanacağını öğrenip, o avlağa gitmişti. Kadın, Enûşirvân’ın askerlerinden ayrılıp yalnız kaldığı bir anda ortaya çıkarak padişahın yanına koşmuş ve dilekçe arz etmişti (kısse ber dâşt). Yaşlı kadın, padişaha, “Ey padişah! Şu zayıf yaşlı kadının hakkını ver. Dilekçemi (kısse) oku!” diye seslenmiştir. 138 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 Enûşirvân onu görünce hemen durmuş; dilekçesini almış ve okumuş; onun bütün sözlerini dinlemiştir. Sonuçta, Enûşirvân yaşlı kadının hakkını vermiş, komutanı cezalandırmıştır (Nizâmü’l-Mülk 1976: 33-40 Farsça metin, Nizâmü’l-Mülk 2017: 92- 100). Yine Siyâsetnâme’de Gazneliler dönemine ilişkin olan diğer bir hikâyede ise yüklü miktardaki parasını kadıya emanet eden ancak kadının bir hile ve tehditle bu paralara el koyması üzerine kadıyı, geçiş güzergâhında bekleyip Sultan Mahmûd’a bir dilekçe (kısse) vermek suretiyle şikâyet eden bir adamdan söz edilmiştir. Sultan Mahmûd hadiseyle yakından ilgilenmiş ve yaptığı tahkikatla kadının hilesini ortaya çıkarmıştı. Bunun üzerine kadı, perişan bir vaziyette sultanın huzuruna getirilmiş ve kadının el koyduğu parayı adama geri vermesi sağlanmıştır. Bundan sonra hikâyede, ertesi gün Sultan Mahmûd’un mezâlim mahkemesi kurduğundan (mezâlim kerd) bahsedilmiştir. O, devlet büyüklerinin önünde kadının hıyanetini anlatmış, sonra da kadıyı getirterek onu, sarayın (dergâh) kulesine baş aşağı astırmıştır. Devlet büyükleri kadının yaşlı ve âlim bir zat olduğundan dolayı şefaatçi olmuşlardı. Bunun üzerine kadının canı 50 bin dinar karşılığında bağışlanmış ve ona bir daha kadılık vazifesi verilmemiştir (Nizâmü’l-Mülk 1976: 86-90 Farsça metin, Nizâmü’l-Mülk 2017: 151- 156). Ferîdü’d-Dîn Attâr (1359/1980: 252), bir gazelinde mübalağa yaparak sultana her gün yüz dilekçe (sed kısse) göndermekten bahseder. Büyük Selçuklulara muasır bir dönemde Fâtımîlerde, Halife Müstansır-Billâh (1036-1094) zamanında günlük sekiz yüz dilekçe arzından söz edilmektedir (Aykanat 2019: 64). Hâkânî-yi Şirvânî (1382/2003: 409) bir şiirinde şikâyeti siyah bir hatla yazarak göğün sarayına göndermekten bahsetmek suretiyle kaleme alınan şikâyetlerle yeryüzünde ilgilenenin olmadığını ima edip tenkitte bulunur. Esîrü’d-Dîn Ahsîketî (1337/1958: 371) de dilekçe arz edip bir yanıt beklemekten bahseder. Diğer yandan Sultan Sencer’in saray şairlerinden Abdü’l-Vâsi-yi Cebelî ise şikâyetlerin her zaman sultana ulaştığından memnuniyet duyar (Heyderî vd. 1396/2017: 71, Yarahmedî 1395/2016: 74). Hususiyetle vezir gibi üst mevkideki devlet memurlarını şikâyet maksadıyla bazen de sultanın uğrayacağı ve dikkatini celbedip dilekçeyi görebileceği bir yere dilekçe bırakılıyordu. Örneğin; bazı kaynaklara göre zorla mal alıp, yeni vergiler koyduğu, bazılarına göre ise haksız kazanç elde ettiği ve kölelere zulmettiği gerekçesiyle şikâyetçiler, Nizâmü’l-Mülk’ü, kaleme aldıkları bir dilekçeyi Sultan Alp Arslan’ın namaz kıldığı yere bırakmak suretiyle şikâyet etmişlerdi. Dilekçeyi görüp okuyan sultan, Nizâmü’l-Mülk’ü çağırarak ona şunları söylemiştir: “Şu dilekçeyi al ve oku! Eğer şikâyetçiler bu yazdıklarında haklıysalar, ahlâkını güzelleştirip durumunu düzelt; yok eğer yalan söylüyorlarsa bu suçlarını bağışla ve iftiradan vazgeçmeleri için dîvânda bir görev vererek onları meşgul et (el-Hüseynî 1999: 21, İbnü’l-Adîm 1989: 22, İbn Kesîr 1995, 228, İbnü’l-Esîr 1987: 79-80)!” Öte yandan, Sultan Muhammed Tapar’ın da halkın şikâyetleriyle yakından ilgilendiği ve kendisine arz edilen her dilekçeyi sonuna kadar okuyup adalet, doğruluk ve insafla muamele edilmesini emrettiği aktarılmıştır (Özaydın 1990: 153). Dilekçe arzı bazen de bir manipülasyon aracı olarak kullanılmıştır. Şöyle ki, Sencer’in henüz Horasan meliki olduğu bir dönemde, B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 139 1103/1104 tarihinde, Sencer ile Emîr Bozkuş’a birbirlerinin aleyhine olmak üzere iki ayrı dilekçe bırakılmıştı. Sencer devlet ricalini toplayarak bu yazıları onlara gösterdi. Onlar bu yazıların Vezir Ebû’l-Feth Ali b. Hüseyin Mucîrü’d-Dîn’in kâtibine ait olduğunu tespit etmişlerdi. Bunun üzerine Sencer, emîrlerin tavassutuyla vezirini öldürmeyip, ama görevinden azlederek onu Gazne’ye sürmüşse de kâtibin ölüm emrini vermiştir (İbnü’l-Esîr 1987: 306, İbn Kesîr 1995: 317). Büyük Selçuklular devrinde dilekçe arz etmek suretiyle şikâyet hakkının suistimal edilerek hayalî kişi veya kişiler adına yahut da isimsiz olarak düzenlenen asılsız şikâyetlerin beyan edilmesi muhtemeldir. Sadece sultan değil, vezirler de dilekçe kabul ederdi. Selçukluların tarih sahnesine çıkışını idrak eden Gazneliler döneminin ünlü şairi Menûçehrî-yi Dâmgânî, vezirin faaliyet ve meşguliyetini şunlar bilir: Hazine ihsan etmek, mücevher saçmak, şarap içmek, hoş nağme dinlemek, kabul merasimi tertip etmek (bâr dâden), dilekçe almak (kısse sitânden), ferman isdar etmek, tedbir almak (Heyderî vd. 1396/2017: 75, Yarahmedî 1395/2016: 72). Müştekilerin vezirin bulunduğu saraya gelip şikâyetlerini arz edebilme yolunun açık olduğu anlaşılmakla beraber, onlar, vezire doğrudan ya da hâcibleri vasıtasıyla dolaylı olarak bir dilekçe de iletebiliyorlardı. Bir derviş bir gün Nizâmü’l-Mülk’ün hizmetkârlarından birine, vezire ulaştırması için bir dilekçe (rik’a) vermişti (Hândmîr 2535/1977: 164, İbnü’l-Adîm 1989: 46). Kaynaklar bir kadının, Nizâmü’l-Mülk’e iletmesi için bir hâcibine bir dilekçe verdiği, hâcibin o dilekçeyi vezire ulaştırmadığı, Nizâmü’l-Mülk’ün de hâcibi azarlayıp, görevinden uzaklaştırdığına dair bir hikâyeyi çeşitli vesilelerle nakletmişlerdir. Buna göre; bir gün fakir ve güçsüz bir kadın gelip, kendisi ile Vezir Nizâmü’l-Mülk arasında vasıta olması üzere, vezire ulaştırması için bir hâcibinin eline bir dilekçe vermiştir. Hâcib o dilekçeyi aldığı halde Nizâmü’l-Mülk’e ulaştırmamıştı. Nizâmü’l-Mülk durumdan haberdar olunca hâcibi, “Senin hizmetin bana gelemeyen yaşlıların ve güçsüz kadınların işlerini görmek ve dilekçelerini bana ulaştırmaktır. Bu işi görmedikten sonra sen neye yararsın!” şeklinde azarlayıp, görevinden uzaklaştırmıştır (Ahmed b. Mahmûd 2011: 124-125, İbnü’l-Esîr 1987: 83, Sıbt İbnü’l-Cevzî 2011: 190). Kadılık makamına da dilekçeyle (rik’a) müracaat etmek mümkündü. Davacı ve davalı taraflar, kendilerinin ve babalarının isimlerinin yazılı bulunduğu dilekçelerle başvururlar, kâtib de mahkeme oturumundan önce bunları kabul ederdi. Kadı duruma göre günde takriben elli dilekçeyi neticelendirirdi (Mez 2014: 264). Kaynaklarda eteğe yapışmak, dizgine yapışmak gibi sultan başta olmak üzere yargı mercilerine halini doğrudan beyan edebilme âdet ve yollarının icrasında böyle hadiselerin pek kaydedilmemesinin yanında, dilekçe arz ederken gerçekleştirilen suikastlardan bahsedilmiştir. Diğer bir deyişle, dilekçe arz etmek daha ziyade Bâtınî fedailer için bir suikast aracı olmuştur. Öyle ki Bâtınîler kendilerini yardıma muhtaç bir kimse olarak gösterip kurbanına yaklaşarak, dilekçe arz etmek suretiyle onu meşgul edip dikkatini dağıtarak suikastı gerçekleştirdi. Nitekim Nizâmü’l-Mülk başta 140 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 olmak üzere, birçok üst düzey Selçuklu idarecisi, elinde bir dilekçe ile mazlum kisvesine bürünen bir Bâtınî suikastçı tarafından katledilmiştir. Nizâmü’l-Mülk’ün ölümü bu şekilde kendisine yaklaşan bir Bâtınî’nin, vezirin dilekçeyi (rik’a) okumakla meşgul olduğu bir andaki hançer darbesiyle gerçekleşmişti (1092) (Hândmîr 2535/1977: 166). Vezir Fahrü’l-Mülk b. Nizâmü’l-Mülk de babasıyla aynı kaderi paylaşmıştır. O, evinden çıktığında mazlum kılığında bir şahıs önünü kesip feryat etmiş, Fahrü’l-Mülk de ona acıyarak derdini sormuştu. Bu sırada aslında bir Bâtınî suikastçı olan şahıs ona bir dilekçe uzatmış, Fahrü’l-Mülk dilekçeyi tetkik ederken suikastçı tarafından hançerlenmek suretiyle hayatını kaybetmiştir (1106) (İbnü’l-Esîr 1987: 336, İbn Kesîr 1995: 323). Sultan Muhammed Tapar’ın Merâga emîri Ahmedîl b. İbrâhim b. Vehsûdân er-Revvâdî de büyük vezir ve oğluyla aynı akıbete kurban gitmişti. Emîr, Bağdat’a vasıl olmuş ve sultanın meclisine iştirak etmişti. Bu sırada, ağlayıp sızlayarak elinde zulüm ve kötülükten şikâyeti kapsayan bir dilekçe bulunan bir adam gelmiş ve dilekçesini sultana ulaştırmasını emîrden istemişti. Bunun üzerine Ahmedîl elini uzatıp dilekçeyi alacağı sırada suikastçı, yanında hazır bulundurduğu bir hançerle onu hançerlemiştir (1116) (İbnü’l-Adîm 1989: 101). SONUÇ Adil hükümdar tasavvuru ile adalet telakkisi idare edilenlerin şikâyetlerini doğrudan doğruya idarecilerine iletebilmesi ve böylece onların da hakkı ve adaleti sağlamasıyla münasebettar olmuştur. Ulaşılabilir adil bir ideal hükümdar imgesine sahip olan Büyük Selçuklu sultanları pratik olarak da halkın şikâyetleriyle bizzat ilgilenmiştir. Onlar adalet arayışı içerisinde olan halkın şikâyetlerini almak için çeşitli uygulamalar icra etmiştir. Her tabakadan insan da muhtelif konulardaki şikâyet veya isteklerini sultanlara arz edebilmek için birtakım âdetler tatbik etmiştir. Büyük Selçuklular devrinde bir adalet isteme âdeti ve şikâyet bildirme tarzı olarak dilekçe arzı yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Bu devirde dilekçe hakkı erken dönemlerden itibaren kullanılmıştır. Diplomatik açıdan dilekçe belirli klişeler çerçevesinde kaleme alınmıştır. Dilekçe bireysel yahut da toplu olarak dîvân-i mezâlimde hükümdarın istek ve iradesine ilişkin olarak arz edilebildiği gibi, mezâlim dışında şikâyetçilerin kendiliklerinden teşebbüslerine ilişkin olarak da takdim edilebilmiştir. Gerek mezâlim mahkemesinde ve gerekse mezâlim dışında arz edilen dilekçelere cevaben hüküm yazılı bir kararnâmeyle bildirilmiştir. Dilekçe bizzat hükümdardan başlayarak vezir dâhil üst düzey devlet adamlarına ve taşrada kadılarla birlikte muhtemelen diğer mahallî memurlara kadar yetkili her mevkie sunulabiliyordu. Devletin en yüksek mahkemesi olan dîvân-i mezâlime hem bir müracaat, hem de bir âdetin icrası olarak mezâlime dilekçe arzı mutat şekilde uygulanmıştır. Zulmü engelleyip adaleti gerçekleştirmek amacıyla dîvân-i mezâlim teşkili için bir kabul merasimi tertip edilirdi. Diğer kabullerde olduğu gibi, dîvân-i mezâlimde de hükümdar bir şevket ve azamet timsali mesabesinde bulunmaktaydı. Hükümdarın etkili görünüşü ve B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 141 gösterişliliği, hazırunda heybet tesmiye edilen ümit ve saygıyla karışık korku uyandırıyordu. Böyle bir vaziyet içinde kalan kimselerin huzurda şikâyetini beyan ederken dilinin tutulması, heyecandan ve feryat figan etmekten konuşmaya dermanının kalmaması ihtimaline karşın sultanın kendilerinin arzuhâlini okuyabilmesi için uygulanan bir âdet olarak dilekçe arzına konu olan mesele belirli kaideler çerçevesinde bir kâğıt üzerine bir resmî evrak mahiyetinde kaleme alınmasının yanında, müştekinin giydiği bir kâğıttan gömlek/elbise üzerine de yazılırdı. Dilekçe yalnız dîvân-i mezâlim oturumunda değil, mezâlim dışında herhangi bir zamanda da arz edilebilmiştir. Doğrudan hükümdara dilekçe arz edilebildiği gibi, hâcibler veya emîrler vasıtasıyla da dilekçelerin hükümdara ulaştırılması talep edilebilmiştir. Hükümdara bir kişi veya gruba asılsız isnatta bulunan imzasız dilekçeler de iletiliyordu. Hükümdar bunlarda da ilgilenmiş, tahkikat başlatarak dilekçe sahibini veya sahiplerini bulmaya çalışmıştır. Bu dilekçelerin art niyetle hazırlanıp ulaştırıldığı anlaşılırsa da failler hükümdar tarafından cezalandırılmıştır. İdareciyle yakından temas kurulmak suretiyle yapılan dilekçe arzı Bâtınîler için bir suikast aracı ve imkânı olmuştur. Onlar kendilerini mağdur bir kimse olarak göstererek sundukları dilekçeyi okuyup değerlendirmekle meşgul olan idarecileri dikkatlerinin dağınık olduğu bu savunmasız anlarında katletmişlerdir. KAYNAKÇA AHMED B. MAHMÛD (2011), Selçuknâme, (haz. Erdoğan Merçil), İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları. AHSÎKETÎ, Esîrü’d-Dîn (1337/1958), Dîvân, (nşr. Rüknü’d-Dîn Humâyûn-i Ferrûh), Tahran: Ketâbfurûşî-yi Rûdekî. AKYÜZ, Vecdi (2002), “Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân-ı Mezâlim Kurumu”, (ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Türkler, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, c. V, 210-234. ARMAĞAN, Servet (1972), Dilekçe Hakkı ve 1961 Anayasası, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları. ATTÂR, Ferîdü’d-Dîn (1359/1980), Dîvân, (nşr. M. Dervîş), Tahran: Sâzmân-i Çâp û İntişârât-i Câvîdân. AYKANAT, Mehmet (2019), Osmanlı Hukukunda Dilekçe Hakkı, Ankara: Adalet Yayınevi. BERKEL, M. V. (2014), “Abbasid ‘Mazalim’ between Theory and Practice”, Bulletin d'Études Orientales, vol. LXIII, 229-242. BEYHAKÎ, Ebû’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin (1383/2004), Târîh-i Beyhakî, (nşr. Ali Ekber Feyyâz, haz. Muhammed Cafer Yâhakkî), Meşhed: İntişârât-i Dânişgâh-i Firdevsî-yi Meşhed. DARLİNG, L. T. (2002), “‘Do Justice, Do Justice, for That is Paradise’: Middle Eastern Advice for Indian Muslim Rulers”, Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, vol. XXII, No. 1-2, 3-19. ED-DÛRÎ, Abdü’l-Azîz (1994), “Divan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, c. IX, 377-381. 142 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 EL-CÜVEYNÎ, Alâü’d-Dîn Atâ Melik (2013), Târîh-i Cihângüşâ, (çev. Mürsel Öztürk), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. EL-HOYÎ, Hasan b. Abdü’l-Mü’min (1963), Gunyetü’l-Kâtib ve Münyetü’t-Tâlib, Rüsûmü’r-Resâil ve Nücûmü’l-Fezâil, (nşr. Adnan Sadık Erzi), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. EL-HÜSEYNÎ, Ebû’l-Hasan Sadrü’d-Dîn Ali b. Nâsır (1999), Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, (çev. Necati Lügal). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. EL-MÂVERDÎ, Ebû’l-Hasan (2003), Teshîlü’n-Nazar ve Ta’cîlü’z-Zafer fî Ahlâki’l-Melik ve Siyâseti’lMülk (Devlet Yönetimi), (çev. M. A. Kara), İstanbul: İlke Yayıncılık. EL-MEYHENÎ, Muhammed b. Abdü’l-Hâlik (1962), Destûr-i Debîrî, (nşr. Adnan Sadık Erzi), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. ER-RÂVENDÎ, Muhammed b. Ali (1999), Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Sürûr (Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti), (çev. Ahmet Ateş), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, c. I. ERSAN, Mehmet-ALİCAN, Mustafa (2017), Sorularla Selçuklu Tarihi -Selçukluları Yeniden Keşfetmek-, İstanbul: Timaş Yayınları. ET-TÛSÎ, Nasîrü’d-Dîn (2016), Ahlâk-i Nâsırî, (çev. A. Gafarov, Z. Şükürov), İstanbul: Litera Yayıncılık. HÂNDMÎR, Gıyâsü’d-Dîn b. Hâce Hümâmü’d-Dîn Muhammed (2535/1977), Dustûrü’l-Vuzerâ, (nşr. Saîd-i Nefîsî), Tahran: İntişârât-i İkbâl. HAYYÂM, Ömer (1312/1933), Nevrûznâme, (nşr. Müctebâ Mînovî), Tahran: Ketâbhâne-yi Kâve. HEYDERÎ, Ali-CELÎLİYÂN, Muhammed Rıza Hasanî-YARAHMEDÎ, Meryem (1397/2018, Zemistân), “Tecellî-yi Âyîn-i Dâdhâhî der Edeb-i Fârsî”, Mecelle-yi Şi’r-pijûhî-yi (Bûstân-ı Edeb) Dânişgâh-i Şîrâz, sâl-i dehom, şomâre-yi çehârom, 69-88. HEYDERÎ, Ali-YARAHMEDÎ, Meryem-CELÎLİYÂN, Muhammed Rıza Hasanî-NÛRÎ, Ali (1396/2017, Tâbistân), “Tecellî-yi Âyîn-i ‘Kısse Ber Dâşten’ der Edebiyyât-i Fârsî”, Metn-pijûhî-yi Edebî, sâl-i bîst û yek, şomâre-yi heftâd û do, 71. İBN KESÎR, Ebû’l-Fidâ İmâdü’d-Dîn İsmâîl b. Şihâbü’d-Dîn Ömer (1995), el-Bidâye ve’n-Nihâye (Büyük İslâm Tarihi), (çev. M. Keskin), İstanbul: Çağrı Yayınları, c. XII. İBNÜ’L-ADÎM, Ebû’l-Kâsım Kemâlü’d-Dîn Ömer (1989), Bugyetü’t-Taleb fî Tarihi Haleb (Biyografilerle Selçuklu Tarihi), (çev. Ali Sevim), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. İBNÜ’L-ESÎR, Ebû’l-Hasan İzzü’d-Dîn Ali b. Muhammed (1987), el-Kâmil fi’t-Tarih (İslâm Tarihi), (çev. A. Özaydın, red. M. Tulum), İstanbul: Bahar Yayınları, c. X. İNALCIK, Halil (2017a), “Adâletnâmeler”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet, İstanbul: Kronik Kitap, 95-234. İNALCIK, Halil (2017b), “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet, İstanbul: Kronik Kitap, 11-30. İNALCIK, Halil (2017c), “Şikâyet Hakkı: ‘Arz-i Hâl ve ‘Arz-i Mahzar’lar”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Adalet, İstanbul: Kronik Kitap, 63-91. İPŞİRLİ, Mehmet (1991), “Arzuhal”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, c. III, 447-448. İPŞİRLİ, Mehmet (2003), “Mahzar”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, c. XXVII, 398-401. B ü y ü k S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e B i r A d a l e t İ s t e m e  d e t i v e Ş i k â y e t B i l d i r m e T a r z ı … | 143 İSFAHÂNÎ, Cemâlü’d-Dîn (1320/1941), Dîvân, (nşr. Vahîd-i Destgirdî), Tahran: Çâphâne-yi Ermeğân. KHAN, Geoffrey (1990), “A Petition to the Fatimid Caliph al-Amir”, The Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, No. 1, 44-54. KHAN, Geoffrey (1990), “The Historical Development of the Structure of Medieval Arabic Petitions”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, vol. 53, No. 1, 8-30. KÖYMEN, Mehmet Altay (2011), Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi –Alp Arslan ve Zamanı-, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, c. III. LAMBTON, A. K. S. (1968), “Internal Structure of the Saljuq Empire”, (ed. J. A. Boyle), The Cambridge History of Iran. vol. V: The Saljuq and Mongol Periods, Cambridge: Cambridge University Press, 203-282. LANGE, Christian (2008), Justice, Punishment and the Medieval Muslim Imagination, Cambridge: Cambridge University Press. LEV, Yaacov (2020), The Administration of Justice in Medieval Egypt: From the 7th to the 12th Century, Edinburgh: Edinburgh University Press. MERENDÎ, Dâryûş Zergerî (1385/2006, Tâbistân), “Dâdhâhî be Şîve-yi Kâgezîn Câme”, Feslnâmeyi Edebiyyât-i Fârsî, Dânişgâh-i Âzâd-i İslâmî-yi Hoy, şomâre-yi şeş, 35-45. MEZ, Adam (2014), Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti –İslâm’ın Rönesansı-, (çev. S. Şaban), İstanbul: İnsan Yayınları. MU’İZZÎ (1362/1983), Dîvân, (nşr. Nâser Heyyerî), Tahran: Neşr-i Merzbân. MUAVVAZ, Ahmed (2535/1977), “Dâdresî der Ahd-i Selcûkiyân ve Hârezmşâhân”, Berresîhâ-yi Târîhî, sâl-i yâzdehom, şomâre-yi do, 13-36. NIELSEN, J. S. (1991), “Mazalim”, (eds. C. E. Bosworth, E. van Donzel, W. P. Heinrichs, Ch. Pellat), The Encyclopaedia of Islam. New Edition, Leiden: E. J. Brill, vol. VI, 933-935. NİZÂMÜ’L-MÜLK, Ebû Ali Hasan (1976), Siyâsetnâme, (nşr. Mehmet Altay Köymen), c. I: Farsça metin, Ankara: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları. NİZÂMÜ’L-MÜLK, Ebû Ali Hasan (2017), Siyâsetnâme, (çev. Mehmet Kanar), İstanbul: Say Yayınları. ÖZAYDIN, Abdülkerim (1990), Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. RICHARDS, D. S. (1973), “A Fatimid Petition and ‘Small Decree’ From Sinai”, Israel Oriental Studies, III, 140158. SIBT İBNÜ’L-CEVZÎ (2011), Mir’atü’z-Zamân fî Târîhi’l-Âyân’da Selçuklular, (çev. Ali Sevim), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. SİDKÎ, Nâsir (1388/2009, Pâyîz), “Berresî-yi Sâhtâr û Mâhiyyet-i Nizâm-i Hukûkî-yi Devlet-i Selcûkî”, Pijûheşhâ-yi Târîhî (İlmî û Pijûheşî), dovre-yi cedîd, şomâre-yi se, 41-54. STERN, S. M. (1962), “Three Petitions of the Fatimid Period”, Oriens, vol. XV, 172-209. STERN, S. M. (1964), “Petitions from the Ayyubid Period”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, vol. XXVII, No. 1, 1-32. 144 | T a r i f ç i / G a z i T ü r k i y a t , B a h a r 2 0 2 1 / 2 8 : 1 2 9 - 1 4 4 STERN, S. M. (1966), “Petitions from the Mamluk Period (Notes on the Mamluk Documents from Sinai)”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, vol. XXIX, No. 2, 233-276. ŞİRVÂNÎ, Hâkânî (1382/2003), Dîvân, (nşr. Ziyâüddîn-i Seccâdî), Tahran: İntişârât-i Zevvâr. TUĞLUCA, Murat (2020), Osmanlı Devlet-Toplum İlişkisinde Şikâyet Mekanizması ve İşleyiş Biçimi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. TURAN, Osman, (1988), Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. YARAHMEDÎ, Meryem (1395/2016), Tecellî-yi Âyîn-i Dâdhâhî der Edebiyyât-i Fârsî tâ Âğâz-i Meşrûte, Risâle-yi Doktora, Dânişgâh-i Loristân. YÛSEFÎFER, Şehrâm-CELÎLİYÂN, Âzer-HUSREVBEYGÎ, Hûşeng-REZEVÎ, Seyyid Ebû’l-Fazl (1395/2016, Pâyîz-Zemistân), “Bâzşenâsî-yi Târîhî-yi Dîvân-i Mezâlim der Dovre-yi Miyâne û Kârkerd-i Siyâsî-yi Ân der Dovre-yi Selcûkiyân-i Bozorg”, Mecelle-yi Pijûheşhâ-yi Târîhî-yi İrân û İslâm, şomâre-yi nûzdeh, 261-273.
X
SELÇUKLULARIN SELEFLERİNE GÖRE MEDENİYET TARİHİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ OCAK, Ahmet* TÜRKİYE/ТУРЦИЯ ÖZET Türkler İslâm medeniyetine önceleri bireysel planda katkıda bulunurken, sonraları devlet olarak da İslâm’ı kabul edince dâhil oldukları bu medeniyetin önemli aktörlerinden biri hâline gelmişlerdir. Karahanlılarla başlayan bu süreç arkadan gelen diğer devletlerle devam etmiştir. Halifelerle ilişkiler Karahanlılar ve Gazneliler için mahallî bir karakter arz ederken, Selçuklular tüm İslâm dünyasını ilgilendiren gelişmelere imza atmışlardır. Halifeyi Şiî tasallutundan kurtararak eski saygınlığını iade etmiş, aynı zamanda Sünnî İslâm dünyasının siyasi liderliğini de üstlenmişlerdir. Selçuklular, İslâm düşünce tarihinde önem arz eden medreselerin kurumsallaşması gibi işleri başararak Karahanlı ve Gaznelilere göre daha ön plana çıkmışlardır. Açılan Nizâmiye Medreseleri ile eğitim ve düşünce alanında önemli gelişmeler sağlamışlardır. Bu medreselerin müderrisleri Cüveynî ve Gazâlî gibi hocalarla kelam sahasında yeni açılımlar sağlanarak İslâm düşünce tarihine hizmet edilmiştir. Aynı şekilde Kuşeyrî ve Gazâlî tesiriyle tasavvufta yeni şekillenmeler yaşanmıştır. Bu şekilde İslâm medeniyetinin önemli bir aktörü olan Selçuklular, ona karşı yöneltilen Bâtınîlik ve Haçlı seferleri gibi tehlikelere karşı, bu medeniyetin lideri olarak onu korumasını da bilmişlerdir. Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Gazneliler, Şiîlik, Sünnîlik, Gazâlî. ABSTRACT Turks, who have initially made personal contributions to the Islamic civilization, have become one of the most important players of this civilization after accepting Islam as a state religion. This process, which has started by Karahanlis, has continued by other emerging states afterwards. They got along well with the Caliphs and accepted their authorities. While this practice points out to a local characteristic for Karahanlis and Gaznelis, Seljuks not only have contacted with the Caliph but also saved him from Shiat hegemony, helped him to regain his former prestige and assumed the political leadership of Sunni Islamic world. Selchuks have become more prominent than Karahanlis and Gaznelis by accomplishing the institutionalization of medreses which have played important * Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Böl. 14280 BOLU/ TÜRKİYE. e-posta: ocak_a@hotmail.com 2194 roles in the history of Islamic thought. They have enabled important developments to take place in the fields of education and thought by the opening of Nizamiye Medereses. Lecturers of these medreses by the help of the hodjas(teachers) such as Cüveynî and Gazâlî have served to the Islamic thought by offering new perspectives in the fields of Kalam. Similarly, restructuring happened in the Islamic Sufism under the influence of Kuşeyrî and Gazâlî. Selchuks, who were the important intellectual actors of Islamic civilization, have managed to save this civilization in this way as its leader against the threats directed to it such as Batinis and Christian holy wars. Key Words: Seljuks, Gaznelis, Shiat, Sunnîs, Gazâlî. --- Medeniyetler, o medeniyeti meydana getiren insan topluluklarının inançları, idealleri ve kâinatı algılamalarına göre şekillenirken, ortaya konan medeniyet ürünleri de onu meydana getiren toplulukların dünya görüşleri doğrultusunda biçimlenir. Dolayısıyla bir medeniyet onu kuranların düşünce dünyalarını yansıtmanın yanında, evreni ve eşyayı nasıl algıladıklarını da gösterir. Braudel’in ifadesiyle medeniyet, “biriken ve miras bırakılan irfan” olarak kabul edilirse, başka milletler yanında, Türk milletinin de insanlık tarihi açısından önemli bir birikimin oluşmasında ve gelecek nesillere bırakılmasında büyük rol oynadığı görülecektir. Türkler İslâm medeniyetine dâhil olduktan sonra, bu medeniyetin değerlerini tüketen değil, onu özümseyerek yeni açılımlar sağlayan; inşasında ve inkişâfında etkin rol oynayan bir konuma gelmişlerdir. Bu yeni medeniyetin algılamalarını kabul etmenin yanında, ona yeni bir yön ve hız kazandırmışlardır. Önceleri münferit olarak İslâm bilim ve düşünce tarihinde rol üstlenen Türklerin Fârâbî, Ebu’l-Leys es-Semerkandî, İmâm Buharî ve İmâm Mâtûrîdî gibi önemli şahsiyetlerle dâhil oldukları medeniyetin yükselmesine hizmet ettikleri bilinmektedir.1 Fakat bunların hepsi bireysel planda olup, henüz devlet çapında ve kurumsallaşma düzeyinde bir hizmetten söz edilemez. Türklerin gerçek manada İslâm medeniyetine hizmetleri devlet düzeyinde İslâm’ı kabul edip, müesseseler oluşturmasından sonra olacaktır. Tebliğimizde Selçukluların kendilerinden önce kurulan Karahanlı ve Gaznelilerle mukayeseli olarak medeniyet tarihindeki yeri gösterilmeye çalışılacaktır. Bu işlem dört ana başlık altında incelenecektir. 1. Halifeyle İlişkiler ve Siyasi Liderlik Türkler İslâm medeniyetine dâhil olduktan sonra, Müslümanlar açısından önem arz eden bir tarafıyla siyasi diğer tarafıyla manevî liderlik hüviyetinde olan 1 Alparslan Açıkgenç, “İlk Müslüman Türklerde Düşünce ve Bilim”, Türkler V, Ankara 2002, s. 626 vd. 2195 halifelik kurumuyla karşılaştılar. Bu, Türkler açısından yeni bir husus olmakla beraber Müslüman dünyanın önemli bir gerçeği olup, özellikle sultanlar açısından Meşruiyet kaynaklarından biri durumundaydı. Halifenin sultanı tanıması ve ona uygun lakaplar vermesi yanında, sultanın da hâkim olduğu topraklarda halife adına hutbe okutması adettendi. Bu sebepten olsa gerek Sünnî inanca sahip olan Türk sultanlarının da Sünnî halifelerle iyi ilişkiler kurma zarureti ortaya çıkacaktır. Halifeyle ilk defa temasa geçen ve devrin hâkimiyet anlayışı gereği bastırdığı sikkelerde halifenin adını yazan kişi Karahanlı hükümdarı İlig Han’dır (ö. 1013). 2 Karahanlıların halife ile olan ilişkileri onun büyüklüğünü tanımak ve bağlılıklarını bildirmekten öteye geçmemişti. Fakat gerçek anlamda Abbasî halifesiyle ilişkiler geliştiren kişi Gazneli Mahmud’dur. Sultan Mahmud, 998’de tahta geçtikten sonra Karahanlılara karşı nüfuz mücâdelesini kazanmış ve sultanlığının meşruiyeti için Bağdât halifesinden kendisine uygun unvanlar verilmesini istemişti. Sultan Mahmud’un defalarca isteğine rağmen, Horasan bölgesinde hâkimiyetini gerçekleştirip Abbâsî Halifesi Kâdir Billah (991-11031) adına hutbe okutmaya başlamasına kadar halife bu isteği kabul etmemişti. Bölgenin önceki hâkimleri olan Sâmânîler, Sünnî halifeyi tanımadıkları için Abbâsîler adına okutulan hutbeyi de kesmişlerdi. Sultan Mahmud’un halife adına hutbe okutması, O’nu son derecede memnun etmiş ve Sultan’a “Yemînu’d-Devle ve Emînu’l-Mille” lakaplarını vermiştir.3 Saltanatındaki meşruiyet meselesini çözüme kavuşturan Sultan Mahmud, memnuniyetini göstermek maksadıyla; “İslâm dinine yardım etmek ve Allah’ın düşmanları mülhitleri söküp atmak için her sene Hindistan’a sefer yapmayı vaad” edecek4 ve bu bölgede “İslâm’ın muzaffer olması için” büyük gayret sarf edecektir.5 Dikkat edilirse, Karahanlılar ve Gaznelilerin halifeyle olan ilişkileri, kendi meşruiyetlerini pekiştirmenin yanında, halifenin manevî gücünden istifadeye yönelik gayretlerdir. Her iki devletin sultanları da bölgesel çıkarlar anlamında halife ile ilişki kurmuş ve halifenin manevî gücünden istifade cihetine gitmişlerdir. Henüz İslâm dünyasının tümünü ilgilendiren bir gelişmeden söz edilemez. Bu sürede Abbasîlerin azalan iktidar gücüyle beraber halifelik kurumunun otoritesi de azalıyordu. Özellikle Bağdât’a hâkim olan Şiî Büveyhîler’le birlikte halife 2 Reşat Genç, “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi VI, İstanbul 1987, s. 145. 3 İbn Hallikân, Ebu’l-Abbâs Şemseddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefâyâtu’l-A’yân ve Ebnâu Ebnâi’z-Zamân V, (tah. İhsân Abbâs), Beyrut 1397/1977, s. 175-176: Ebu’n-Nasr Muhammed b. Abdulcebbâr el-Utbî, Tarihu’l-Yemînî (tah. İhsan Zûnûn es-Sâmirî), Beyrut 1424/2004, s. 311: İbrahim Kafesoğlu, “Mahmud Gaznevî”, İA VII, s. 175. 4 İbn Hallikân V, s. 178: Şemseddîn Ebû Abdullah ez-Zehebî, el-İber fî Haberi men Ğaber II, (tah. M. S. Zağlûn), Beyrut 1405/1985, s. 245. 5 İbn Kesîr, İsmail b. Ömer İmâduddîn Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye XII, Kâhire 1413/1992, s. 33. 2196 onların kuklası durumuna düşmüş,6 Abbâsîlerin azalan gücüyle birlikte ülkenin her tarafında sayıları yirmiyi aşan ve “Tevâif-i mülûk” denen mahallî Hükûmetler ortaya çıkmıştı.7 Siyasi birliğin ortadan kalkmasıyla birlikte nüfuz mücâdelesi de başlamış, ülkenin her yerinde istikrarsızlık hâkim duruma gelmişti. Abbâsî halifeliği bu durumda iken tarih sahnesine çıkan Selçuklular halife ile temasa geçerek onun ismini hutbelerde okutup tanınma taleplerini belirttiler. 8 Halife de Şiî Büveyhîlerin baskılarından bunaldığı için Selçukluların Bağdât’a gelerek kendisini bu baskıdan kurtarması maksadıyla Tuğrul Bey’i Bağdât’a davet etti.9 1055 tarihinde Bağdât’a gelen Tuğrul Bey, Şiî Büveyhîler devletine son verdiği gibi halifeye de eski saygınlığını iade etti. Halife tarafından “Rüknü’dDîn-Dinin temeli”, ikinci gelişinde de “Melikü’l-Meşrık ve’l-Mağrib- Doğunun ve Batının sultanı” ve “Kasîmu Emîru’l-Müminîn- Halifenin ortağı” gibi unvanlar verilen Tuğrul Bey,10 yeni topraklar kazanmanın yanında Sünnî İslâm dünyasının liderliğini de ele geçirmiş oldu. Hilâfet kurumuyla uyum içinde çalışan Selçuklular Sünnî halifenin nüfuzunun artması için gayret gösterdiler. Alp Arslan döneminde ilk defa Hicaz bölgesinde Sünnî halife ve Selçuklu sultanı adına hutbe okutularak Şiî hutbeleri kesildi. 11 Sultan Melikşah döneminde önce Hicaz,12 arkasından Yemen bölgesi Türk hâkimiyeti altına alınarak Şiî hâkimiyeti bitirilip Sünnî hâkimiyeti gerçekleştirildi.13 Böylece Yemen’den Kafkaslara, Çin seddinden İstanbul boğazına kadar olan geniş topraklarda Selçukluların hâkimiyeti gerçekleşmiş oldu. Selçuklularla birlikte İslâm dünyası ve halife açısından reddedilemeyen yeni bir güç ortaya çıkmıştı. O döneme kadar kışlanın ve câminin başkanı durumunda olan halifenin elinde artık sadece manevî gücü kalmıştı. Nitekim Tuğrul Bey’e verilen (halifenin ortağı) unvanıyla Halife artık onun siyasi gücünü kabullenirken, 6 H. Dursun Yıldız, “Abbâsîler”, DİA I, s. 35. 7 M. Şemdettin Günaltay, “Selçuklular Horasana İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Dinî Durumu”, Belleten VII/25, s. 63 vd. ; İbrahim Kafesoğlu, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Rolü”, V. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara 1960, s. 270. 8 el-Bundârî, el-Feth b. Ali b. Muhammed, Zübdetü’n-Nusra ve Nuhbetu’l-Usra (Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), (Terc.: K. Burslan), İstanbul 1943, s. 5. 9 İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, el-Muntazam fî Tarihi’l-Umemi ve’l-Mülûk XVI, (tah. Muhammed A. el-Atâ- Mustafa A. Atâ ), Beyrut 1412/ 1992, s. 85: İbnu’lEsîr IX, s. 609. 10 İbnu’l-Esîr IX, s. 633: İbnu’l-Cevzî XVI, s. 19: ez-Zehebî, el-İber II, s. 293: Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk - İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 88. 11 İbnu’l-Esîr X, s. 61: İbn Kesîr XII, s. 109: es-Suyûtî, Celâluddîn Ebu’l-Fazl Abdurrahman, Tarihu’l-Hulefa, Mısır 1371/ 1952, s. 421. 12 İbnu’l-Kalânisî, Ebû Ye’lâ Hamza b. Esed et-Temîmî, Tarihu Dımeşk, (tah. Süheyl Zekkâr), Dımeşk 1403/1983, s. 200. 13 İbnu’l-Esîr X, s. 203 vd. 2197 (Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı) unvanıyla da Türklerdeki fetih anânesinin tescil edilmesi yanında Abbâsî halifesini tanımayan bölgelerin fetih yetkisinin de sultana verildiği görülmektedir.14 Bu bir noktada siyasi gücü elinde bulunduran sultanın yaptığı ve yapacağı işlerin meşru görüleceğinin de tescilidir. Dönemin âlimlerince de İslâmî bir hüviyet kazandırılan “sultan” mefhumu, Selçuklularla yeni bir anlam kazanmış, cihanşümul bir imparatorluk unvanı kadar ihtişamlı bir durum ifade eder hâle gelmiştir. 15 Bununla da yetinmeyen Selçuklular, halifenin yanında kendi konumlarını yükselten ifadeler kullanmaya başlamışlardır. Nitekim Tuğrul Bey, 454(1062) tarihinde Kadilkudât’a yazdığı mektupta kendinden “Yamînu Halifet-i’llahi Emîr-i’l-Müminîn-Allah’ın halifesi Emîrü’-l Müminîn’in sağ eli, gücü, kuvveti) şeklinde bahsetmektedir.16 Bu şekliyle Selçuklular, idarelerine kutsal bir nitelik kazandırmaktan da çekinmediler. Çünkü doğrudan “Halifetullah- Allah’ın halifesi” unvanı, önceki halifeler tarafından kullanılmamıştı. İlk İslâm halifesi Hz. Ebûbekir bile “Halifetu Rasulillah-Allah’ın eçlisinin halifesi” unvanını kullanmıştı. Hz. Ebûbekir’in bile kullanmadığı bu unvanı kullanan Selçukluların kendilerini nasıl gördüklerinin anlamak mümkündür. Selçuklular görünüşte halifeyi yüceltirken aslında halifenin varlığını borçlu olduğu kendi idarelerini güçlendirdiklerini gayet iyi biliyorlardı. Selçuklular şekilde halife adına, fakat gerçekte kimseyle paylaşmadan, İslâm adına iktidarı ellerinde tutmaya devam ettiler.17 Halifelik sembolik bir şekle dönüştü. Bağdât, Selçuklular için Rey, Merv ve İsfahan gibi diğer başkentlerin yanında âdeta ikinci ve “ruhanî” bir başkent olarak varlığını devam ettirdi. 18 Selçukluların gücü sayesinde İslâm dünyasında toprak bütünlüğü yanında manevî birlik de gerçekleştirilmiş oldu.19 Bu durum Selçuklulara has olup, seleflerinin asla ulaşamadığı bir noktadır. 2. Müesseselerin Teşekkülü Müesseselerden kastedilen hususu bilimin ve düşüncenin yeşermesinde merkez konumunda olan medreselerin teşekkülüdür. İslâm dünyasında ilk medreselerin X. yüzyılda açılmaya başlandığı bilinmektedir. Oluşan bu gelenek Karahanlılar döneminde devam ettirildiği gibi, Gazneliler döneminde de bizzat Sultan Mahmud tarafından medreseler inşa ettirilmiştir. 20 Bu dönemde İbn 14 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Terc.: Y. Moran), İstanbul 1994, s. 41 vd. 15 B. Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, (Terc.: Fatih Taşar), İstanbul 1992, s. 81. 16 “Doğu’nun ve Batı’nın meliki, İslâm’ı ihya eden, İmâmın vekili, Halifetullah olan Emîru’lMüminîn’in sağ eli (kuvveti) olan Şâhinşâh-ı Muazzam. Bkz.: İbnu’l-Cevzî XVI, s. 72. 17 Norman İtzkowitz, Osmanlı İmparatorluğu ve İslâmî Gelenek, (Terc.: İsmet Özel), İstanbul 1989, s. 22. 18 Ahmed Çelebi, Mevsuatu’t-Tarihi’l-İslâmî VIII, Kâhire 1983, s. 99. 19 Hüseyin G. Yurdaydın, İslâm Tarihi Desleri, Ankara 1982, s. 75. 20 Hanefi Palabıyık, “Gazneliler’de İlmî Faaliyetler”, Hindistan Türk Tarihi Aaraştırmaları Dergisi I/1 (Ocak-Haziran 2001), s. 58 vd. 2198 Furek Medresi, Beyhakiyye Medresesi, Sa’diyye Medresesi, Ebû Said İsmail elEsterabâdî Medresi ve Ebû İshâk el-İsferâyinî Medresesi gibi önemli medreseler açılarak ilmin hizmetine sunulmuştur.21 Fakat bu medreseler mahallî özellik arz eden ve programları başta bulunan şahıslar tarafından belirlenen kuruluşlar olup, resmî bir hüviyete sahip değillerdi.22 O bakımdan henüz bir kurumsallaşmadan söz edilemez. Devlet destekli ve kurumsal özellik taşıyan medreseler ilk defa Şiîler tarafından Mısır’da açılacaktır. Önce “el-Ezher Câmii” yapılarak Şiî propagandaları için merkezî hâline getirilmiş,23 arkasından “Daru’l-Hikme” açılarak Şiîliğin hizmetine sunulmuştur.24 Ezher Medresesi’nden yetiştirdikleri Şiî propagandacı “dâî”ler vasıtası ile propaganda faaliyetlerini yürüten Fâtımîler, Sünnî İslâm düşüncesini yok etmeyi hedeflemekteydiler. Binlerce propagandacıyla, gerçek halifenin Fâtımî halifesi olduğu, Abbâsî halifesi ve onu destekleyen Selçukluların idaresinin gayri meşru olduğu propagandası yapılmakta, insanların zihinleri karıştırılarak Selçuklu idaresine karşı kışkırtılmaktaydı.25 Bu faaliyetlerinde kısmen başarılı olan Fâtımîler, devreye “Bâtınîler” gibi yeni bir unsuru da sokarak ikna edemedikleri insanları katlederek korku ve terör yoluyla amaçlarına ulaşmayı hedeflemişlerdi.26 Fâtımîlerin bu faaliyetlerini engellemek isteyen Selçuklular, fikre karşı fikirle mücâdele etme gereğini görerek medreseler açmaya başladılar. Alp Arslan döneminde ilki Nisabur,27 ikincisi 1066’da Bağdât’ta28 açılan Nizâmiye Medresesi ile Selçuklular önemli bir hamle gücü kazanmışlardır. İmparatorluğun Merv, İsfahan, Musul ve Belh gibi önemli şehirlerinde bu medreselerin şubelerini açan Selçuklular,29 devrin önde gelen âlimleri İmâmu’l-Harameyn Cüveynî, Ebû İshak 21 Es-Subkî, Tâceddîn Ebû Nasr Abdulvahhâb b. Ali b. Abdulkâfî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ IV, (tah. A. M. el-Hulv- M. M. et-Tenâhî), Mısır 1964-1976, s. 314: O. Turan, Selçuklular Tarihi. .., s. 332. 22 O. Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Merkezleri”, Türk Kültürü III/1-2 (Ekim1963), s. 34. 23 El-Makrızî, Takiyyüddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed, Kitâbu’l-Mevâizi ve’l-İtibâr bi Zikri’l-Hıtatı ve’l-Âsâr II, Beyrut, ts., s. 273: Bkz.: H. İ. Hasan, Tarihu’d-Devleti’l-Fâtımiyye, Kahire, s. 378 vd. Adam Mez, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti, (Terc.: Salih Şaban), İstanbul 2000, s. 85, K. Vollers, “Ezher”, İA IV, s. 433. 24 El-Makrızî, el-Hıtat II, s. 342: H. İ. Hasan, age, s. 435: S. Eyice, “Mescid”, İA VIII, s. 49. 25 Robert Mantran, İslâm’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar), (Terc.: İ. Kayaoğlu), Ankara 1981, s. 143. 26 M. Şemsettin Günaltay, “Anarşist Dervişler Çetesi (Haşşaşin)”, Hurâfetten Hakîkate, (nşr. A. Gökbel), İstanbul 1997, s. 161. 27 el-Kazvînî, Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmûd, Asâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, Beyrut, (tsz), s. 412. 28 İbn Hallikân III, s. 234. 29 Es-Subkî IV, s. 313: Daha geniş bilgi için bkz.: Ahmet Ocak, Nizâmiye Medreseleri, Malatya 1993 (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). 2199 eş-Şîrazî ve İmâm Gazâlî gibi şahsiyetleri buralara müderris olarak atayıp, devlet olarak gerekli desteği vermişlerdir. Böylece Şiîlik ve onun yayılmacı emellerine karşı koyacak, Sünnî düşünceyi yeniden ihya edecek müesseseler teşekkül ettirilmiştir. Bu medreseler zengin vakıflarla desteklenerek hoca ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanır hâle gelmiştir. Günümüz şartlarıyla mukayese yapılırsa çok ileri sayılabilecek imkânların hoca ve öğrencilere tanındığını görmek mümkündür. Öğrenci başına günlük dört rıtl (yaklaşık 3. 250 gr.) ekmek30 ve et ihtiyacı için aylık bir koyun tahsis edilmiş, 31 öğrencilerin istedikleri hocadan ders alabilme gibi bir imkân tanınarak daha iyi yetişmeleri temin edilmiştir.32 Eğitim hayatı bakımından belki de en önemli hususlardan biri bugünkü asistanlık müessesesinin ilk şekli olan “muîd”lik kurumunun da Nizâmiyelerde ortaya çıkmış olmasıdır. 33 Nizâmiye Medreselerine tayin edilen müderrislerin önemli bir kısmı “sadece Selçuklu devrinde değil, bütün İslâm devri dikkate alındığı zaman otorite sayılabilecek kişilerdir.” Bu anlamda yedi dil bilen müderrislerin yanında,34 365 hocadan ders alan ve Nizâmiye Medresesinde müderrislik yapan hocalara kadar değişik âlimleri görmek mümkündür.35 Eğitimin kaliteli olması ve değişik hocalardan istifade maksadıyla başka şehirlerde bulunan sahasında uzman hocalar davet edilerek Nizâmiye Medresesi’nde ders vermeleri sağlanmıştır. Bu uygulama bugün modern üniversitelerde uygulanan “misafir öğretim üyesi” uygulamasının da ilk defa Nizâmiyelerde uygulanan şeklidir.36 Müderrislere ilk defa maaş bağlama işlemi de yine Nizâmiye Medreselerinde gerçekleştirilmiştir.37 Devlet bütünlüğünü esas alan ve seviyeli eğitimiyle Sünnî inancın yeniden güçlenmesini temin eden Nizâmiye Medreseleri sadece fizikî planda değil, ders programlarıyla da kendilerinden sonraki medreselere model olmuşlardır. Halife Mustansır, Selahaddin Eyyûbî ve Nureddin Zengî aynı yoldan yürüyerek Sünnî medreseler açmışlar ve Sünnî düşüncenin gelişmesine çalışmışlardır.38 30 Sıbt İbnu’l-Cevzî, Şemseddîn Ebu’l-Müzaffer Yusuf b. Kızoğlu, Miratu’z-Zemân fî Tarihi’lÂyan, (nşr. A. Sevim), Ankara 1968, age, s. 135; 31 el-Kazvînî, age, s. 602. 32 es-Subkî VII, s. 93: İbn Kadı Şuhbe, Takiyyüddîn Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed ed-Dımeşkî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyye II, (tah. Abdulalim Han), Haydarabad 1979, s. 85 vd. 33 A. Çelebi, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, (Terc.: A. Yardım), İstanbul 1976, s. 257. 34 M. A. Köymen, Alp Arslan ve Zamanı II, Ankara 1983, s. 392. 35 Ebu’l-Kâsım el-Huzelî (öl. 1072) böyle bir âlimdir. Bkz.: M. Sâlim Muhaysin, Mucemu Huffâzi’lKur’an Abre’t-Tarîh II, Beyrut 1412/1992, s. 338 vd. 36 M. A. Köymen, age, s. 411: Ömer b. Ahmed el-Hatıbî (es-Subkî VII, s. 239 vd. ) ve Atîk b. Abdillah el-Bekrî (öl. 1083) (İbnu’n-Naccâr XVI; s. 209) gibi âlimler bunun örnekleridir. 37 M. Dağ-H. R. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 204. 38 A. Çelebi, age, s. 112: M. Dağ-H. R. Öymen, age, s. 126: P. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi II, (Terc.: S. Tuğ), İstanbul 1980, s. 633: R. Şeşen, Selâhaddîn Devrinde Eyyûbiler Devleti, İstanbul 1983, s. 255. 2200 Nizâmiyelerin ders programları tüm İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlıların meşhur Sahn-ı Seman Medreseleri’nde de devam etmiştir.39 Osmanlı eğitim kurumlarında bunların izlerini görmek mümkündür.40 Nizâmiyeler ders programları, hoca ve öğrencilere tanınan imkânlar ve belirli bir merkezde derslerin yapılmasıyla önceki medreselerden ayrılır. Bu sebepten “yeryüzünün ilk üniversitesi” olarak kabul edilir. 41 Bazı araştırmacılar ilk üniversite olarak 1000 yılında kurulan Bologna Okulu’nu kabul ederlerse de burası merkezileşmiş bir hukuk okulu olup, hususi teşebbüs ürünüdür. 42 Görüleceği üzere Selçuklular, seleflerinde olmayan bir hususu gerçekleştirerek bilim ve düşünce için merkez vazifesi gören medreseyi kurumsallaştırarak, bundan sonraki dönemler için de örnek olmuşlardır. Bu husus Osmanlılar dâhil tüm İslâm dünyası için geçerli olmanın yanında Batı üniversitelerinde de benzer etkiye sahiptir. Avrupa üniversitelerinde de İslâm’la alakalı dersler yerine Hristiyanlıkla ilgili derslerin konması ve derslerin işlenişinin Nizâmiyelere benzer şekilde icra edilmesiyle Nizâmiyeler model olarak alınmışlardır.43 Batı üniversitelerinin ilki XII. asrın ilk çeyreğinde kurulan Paris Üniversitesi’dir. Onu takip eden Oxford ve Köln Üniversiteleri de yine Müslümanların medreselerinin müfredat ve muhteviyatını taklit etmişlerdir.44 Bu abartılı bir görüş olarak kabul edilmemeli. Zira hastahane gibi kurumları da Batılıların Selçuklulardan aldıkları bilinen bir gerçektir. 45 3. Bilim ve Düşünce Alanındaki Gelişmeler Türklerden İslâm medeniyetine dâhil olan ilk devlet Karahanlılar olduğu için yeni girdikleri medeniyetin değerleriyle en fazla uyum çabası içinde olan da bu devlet olmuştur. Bu anlamda Karahanlıların dinî ve kültürel sahada önemli başarılara imza attıklarına şahit olunmaktadır. Karahanlılar, yeni kabul ettikleri din ile ilgili temel İslâmî bilimlerde önemli şahsiyetler yetiştirmenin yanında, belki de o dinin uygulamasına yönelik ilgi ve tecessüsten olsa gerek ki, fıkıh sahasında çok büyük şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Bu kendi sosyal ve hukukî müesseselerini yeni dinin icaplarına uygun hâle getirme çabası olup, o dönemde 300 tane birinci sınıf hukukçu yetiştirilmiş ve 350’den fazla eser kaleme alınmıştır. Bu alanda, 39 İ. Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972, s. 176: H. R. Öymen, agm, s. 41. 40 Nizâmiyeler kendinden sonraki medreselere tesirleri için bkz.: Ahmet Ocak, “Osmanlı Medreselerinde Eşarî Geleneğinin Oluşmasında Selçuklu Medreselerinin Tesirleri”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri III/II, Ankara 1999, s. 765 vd. 41 İ. Kafesoğlu, age, s. 176. 42 Kazım Sarıkavak, “Toledo, Bologna ve Pedua Okullarının Düşünce Tarihindeki Yeri”, Akademik Araştırmalar Dergisi I/3 (Kış 1996), s. 127 vd. ; İ. Kafesoğlu, agm, s. 275. 43 P. Hitti II, s. 630 vd. 44 İ. Kafesoğlu, agm, s. 275 vd. 45 O. Turan, Selçuklular Tarihi..., s. 435: Arslan Terzioğlu, “Yerli ve Yabancı Kaynaklar Işığında Selçuklu Hastahaneleri ve Tebabetinin Avrupa’ya Tesirleri”, Türkler V, Ankara 2002, s. 734 vd. 2201 sonraki dönemlerde yapılanlar âdeta Karahanlılar döneminde yapılanların tekrarı mahiyetinde olmuştur.46 Karahanlılar döneminde Semerkand, Buhara, Fârâb ve Kaşgar gibi şehirler birer ilim ve kültür merkezi hâline geldi. 47 Bu merkezlerde yetişen âlimler dinî sahada önemli eserler vermenin yanında kendi dil ve kültürlerinden asla taviz vermemişler, Türk dili ve edebiyatını ayakta tutan, onu Arap ve Fars kültürüne karşı koruyan çalışmalar yapmışlardır. Kaşgarlı Mahmud eseriyle İskenderiye Filoloji mektebi metodunda Türk dili ve grameri geleneğini kurarken, Yusuf Has Hacib de Türk nazım edebiyatı mektebinin yaratıcısı olmuştur.48 Aynı yoldan yürüyen Edip Ahmed Yüknekî ve Ahmed Yesevî Türk dilinin ve zevkinin birer temsilcisi olarak eserlerini kaleme almışlardır. Bu gayretler ortak bir inanç ve kimlik oluşmasını sağladığı gibi, onları yeni dâhil oldukları medeniyet içerisinde başkalarını taklit etme veya silik bir unsur olarak kalma yerine, kendi değerlerini üreten ve İslâm medeniyetinin diğer aktörleriyle yarışan önemli bir konuma getirmiştir. Gazneliler döneminde ise ilim ve ilim adamlarına ayrı bir değer verilmiştir. Sâmanoğulları topraklarını ele geçiren Sultan Mahmud, bu toprakların önceki hâkimlerinin yolunu izleyerek ilim adamlarının hâmiliğini yapmıştır. Muhteşem sarayı âdeta şâirler ve âlimler için bir akademi görevi görmüştür.49 Gazneliler dönemi, el-Utbî, Gerdizî ve Beyhakî gibi önemli tarihçilerin yanında din, matematik ve astronomî alanlarında eser veren ünlü âlim Ebû Reyhan el-Bîrûnî ve “Şehnâme” müellifi Firdevsî gibi şâirlerin eserlerini verdikleri bir devirdir.50 Pek çok din bilgini Gaznelilerin sağladığı destek sayesinde eser verme ve ilim yayma imkânına kavuşmuştur. Bu faaliyetlerde biraz da Gaznelilerin ilmin ve âlimlerin hâmiliğini yaparak, onlar sayesinde kendi şöhretlerini artırma kaygısının olduğu muhakkaktır. 51 Karahanlılar döneminde daha çok dil ve hukuk çalışmaları önem kazanmış, “Mâverâünnehr hukukçuları” diye âdeta yeni bir ekol oluşmuştur. Gazneliler dönemindeki çalışmalar ise münferit olmaktan öteye gidememiş, devlet desteği ve koruyuculuğunda öne çıkan âlimler görülmüştür. Oysa Selçuklular dönemine gelindiğinde bu faaliyetlerin âdeta ekolleştiği ve belirli bir çizgide gelişerek devam ettiği görülecektir. 46 Y. Z. Kavakçı, XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mâver Al-Nehr İslâm Hukukçuları, Ankara 1977, s. 3. 47 A. Dilaçar, Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara 1988, s. 18-21. 48 Ahmet Caferoğlu, “Karahanlılar Devri Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı II, Ankara 1992, s, 58. 49 Ph. Hitti, age III, s. 732. 50 Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi VI, İstanbul 1987, s. 298: W. Barthold- M. F. Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1977, s. 48 vd. 51 Mahmud’un Hârezmşah emirine ultimatom gibi bir mektup göndererek sarayındaki âlimleri kendi yanına göndermesini istemesi bunun işaretidir. Bkz.: H. Palabıyık, agm, s. 62. 2202 Selçuklular döneminde özellikle İmâmu’l-Harameyn Cüveynî ve İmam Gazâlî bu işin başını çekmişlerdir. Bakillânî’niden sonra Eşarî kelâmında en etkili kişi olan Cüveynî âdeta Eş’arî kelâmını yeniden inşa etmenin yanı sıra,52 kelâmcılığıyla birlikte sınırlı da olsa kelâmın kapılarını felsefeye açmıştır.53 O, bu çalışmalarıyla kelâmının gelişmesini temin ederken, öğrencisi Gazâlî’nin fikir sisteminin temellerini de atmıştır. Cüveynî, yetiştirdiği öğrenciler vasıtasıyla etkisini uzun süre devam ettirdiği gibi, İslâm âleminde önemli kelâmcıların yetişmesine de zemin hazırlamıştır. Bunlardan birisi olan Ebu’l-Kâsım el-Ensârî, Selçuklular döneminin ünlü kelâmcısı Şehristânî’nin hocası olduğu gibi,54 Cüveynî’nin bir başka öğrencisi olan Ömer Ziyâuddîn de meşhur kelâmcı Fahreddîn Râzî’nin hocasıdır.55 Eş’arî kelâmının nihai zaferi ise Gazâlî ile temin edilmiş olduğu gibi, daha sonra gelen Fahreddîn Râzî (öl. 1209) ve benzeri âlimlerin de aynı yolda yürümeleri sağlanmıştır.56 Gazâlî düşüncelerinde felsefî metotlara başvurmuş, fikirleriyle sadece İslâm dünyasında değil Batı dünyasında da etkili olmuştur.57 Cüveynî’nin öğrencisinden sonra Gazâlî’nin öğrencilerinden Muhammed b. Yahya’nın öğrencisi Mecdüddîn el-Cîlî’den de kelam dersleri alan Râzî,58 Cüveynî ve Gazâlî metotlarını birleştirerek kelâmı iyice aklîleştirmiş ve ona yeni ufuklar açmıştır. Dolayısıyla felsefeyi kelâm ile birleştirerek felsefi kelâm dönemini başlatmıştır.59 Razî’nin görüşleri öğrencisi Sirâceddîn Urmevî (ö. 1284) vasıtasıyla Anadolu’ya taşınmıştır.60 Orhan Gâzi döneminde İznik’te açılan ilk Osmanlı medresesinin müderrisleri Alâeddîn Esved ve Davud-i Kayserî de Râzî mektebinin Anadolu’daki temsilcileridir.61Dolayısıyla Selçuklu düşünce sisteminin devamı mahiyetindedirler. Benzer bir hususu tasavvuf düşüncesinde de görmek mümkündür. Bağdat’tan sonra Nisabur önemli bir tasavvuf okulu hâline gelmişti. Burada yetişen mutasavvıflar dinî emirlere sıkı sıkıya bağlı bir anlayış geliştirerek, Kitap ve sünnete aykırı görüşleri reddetmişlerdir. Buhâra’lı Türk âlimi Ebû Bekir Kelâbâzî 52 Montgomery Watt, İslâmî Tetkikler İslâm Felsefesi ve Kelâmı, (Terc.: S. Ateş), Ankara 1968, s. 105. 53 Abdulazîm ed-Dîb, “Cüveynî”, DİA VIII, İstanbul 1993, s. 142. 54 İzmirli İsmail Hakkı, “İmâmu’l-Harameyn Ebu’l-Meâlî b. el-Cüveynî”, DFİFM IX (1927), s. 3. 55 İ. İsmail Hakkı, agm, s. 3: Süleyman Uludağ, Fahrettin Râzî, Ankara 1991, s. 2. 56 Kasım Kufralı, “Gazzâlî”, İA IV, s. 751. 57 Raymond Martini, Saint Thomas ve Ockham’lı William gibi Batılı filozoflar Gazâlî’den etkilenenlerdendir. Bkz.: H. Z. Ülken, age, s. 124: O’Leary, age, s. 173. Ph. Hitti, Arap Tarihinin Mimarları, (Terc.: Ali Zengin), İstanbul 1995, s. 184 vd. 58 İ. Hallikân IV, s. 250 vd. 59 Yusuf, Ş. Yavuz, “Eş’ariyye”, DİA. XI, s. 449. 60 S. Uludağ, age, s. 36. 61 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri I (1299-1915), (nşr. A. F. Yavuz-İ. Özcan), İstanbul 1975, s. 291: İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 76. 2203 (öl. 990) “Kitâbu’t-Ta’arruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf” adlı eserini kaleme alarak tasavvuf ile Sünnî akîde arsındaki uçurumu kapamayı amaçlamıştır.62 Kelâbâzî’den sonra Ebû Nasr es-Serrâc, “El-Luma” adlı eserini yazarak yanlış yolda olan sûfileri reddetmiştir. Onun öğrencisi es-Sülemî yoluyla el-Kuşeyrî, Ebû Ali Fâremedî ve Gazâlî aynı yolu devam ettirmişlerdir.63 Selçuklular dönemimim ünlü mutasavvıfı Kuşeyrî, meşhur “er-Risâle” adlı eserini yazarak tasavvufu şeriata yaklaştırmış, tasavvufun dinle ahenkli ve uyumlu bir izahını yapmıştır. Bu anlayış Kuşeyrî’nin öğrencisi aynı zamanda Gazâlî’nin fıkıhta ve tasavvufta üstadı Ebû Ali el-Fâramedî (öl. 1084) ile devam etmiştir. ElFâramedi, Kuşeyrî ile Gazâlî’yi birbirine bağlayan köprü olmuştur. 64 Gazâlî,“Sünnî İslâm inancına yeniden hayatiyet kazandırmış, İslâm düşüncesine canlılık vermiştir. Tasavvufu, Kur’an ve Hadîsler ışığında açıklayarak bu ilmin İslâm ilimleri arasında mütâlaa edilmesine sebep olmuştur.”65 Gazâlî, şeriat-tarikat çekişmesine de bir çözüm getirmiş, medrese-tekke uzlaşmasını temin etmiştir.66 Bu hâliyle Kuşeyrî, tasavvufla şeriatı barıştırmak için tasavvufu şeriata yaklaştırmış, Gazâlî ise şeriatı tasavvufa yaklaştırmak suretiyle aynı neticeye ulaşmıştır. Bu çalışmalar, tasavvufu, Sünnî çevreler gözünde şüpheli ve mahzurlu olmaktan çıkarmış, yayılmasına imkân hazırlamıştır.67 Aynı dönemde Gazne’de yetişen büyük sûfîlerden Ebû Hasan Ali b. Osman el-Hucvirî (öl. 1072) de Kuşeyrî’nin yolunu izleyerek, sahte sûfîleri ve şeriata aykırı davranışları şiddetle reddetmiştir. Kuşeyrî gibi şeri emirlere titizlikle bağlı ve onunla uzlaşan bir çizgi izlemiştir.68 Fakat gerek yaşadığı coğrafyanın sosyo-kültürel yapısından gerekse görüşlerini devam ettirecek şahısların bulunmamasından olmalı ki, Hucvirî’nin tesiri Selçuklu dönemi mutasavvıfları kadar etkili olmamıştır. Gazâlî’nin yarattığı anlayışın ondan sonraki dönemlerde, özellikle de Osmanlı toplumunda ne kadar tesirli olduğu bilinen bir husustur. Fatih Sultan Mehmet döneminde Hocazâde ile Aladin Tusî’nin Gazâlî’nin “Tehâfütü’l-Felâsife”si üzerine yazdıkları “tehafüt”ler meşhurdur.69 Gazâlî’nin kelamcılığı kadar, tasavvuf 62 A. J. Arberry, “Kelâbâzî”, İA VI, s. 538. 63 Abdulmecîd Bedevî, Et-Tarihu’s-Siyâsî ve’l-Fikrî, Cidde 1403/1983, s. 63, 68. 64 Zehebî, el-İber II, s. 337. 65 H. Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1986, s. 91. 66 M. Ş. Günaltay, “Selçuklular Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Dini Durumu”, Belleten VII/25, (1943), s. 94: F. Köprülü, Türk Edebiyatİnda İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976, s. 16. 67 Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, (Terc.: Süleyman Uludağ), İstanbul 1978, s. 17. 68 S. Uludağ, “Hucvîrî”, DİA XVIII, s. 458 vd. ; M. Hidayet Hosain, “Dâtâ Genç Bahş Lâhûrî”, İA III, s. 493. 69 Mehmet Aydın, “Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları”, Türk Dünyası El Kitabı II, Ankara 1992, s. 481 vd. 2204 konusundaki görüşleri de belirleyici olmuştur. Nitekim tarihimizde değişik dönemlerde ortaya çıkan medrese-tekke (şeriat-tarikat) çekişmesinin yine kendi tarihimiz ve tecrübemizden verilen bir cevabı olarak Selçuklular dönemindeki bu gelişmeler önemlidir. 4. İslâm’ı Müdâfaa Gayreti Türkler İslâm’ı ilk kabul ettikleri dönemden itibaren büyük çoğunlukla onun Sünnî yorumunu benimsedikleri için bu görüşü korumak ve ona muarız fikirlerle mücâdele etmek Karahanlılardan itibaren devam ede gelen bir devlet politikası olmuştu. Bir taraftan kendi soydaşları bile olsa gayrimüslim kitlelerle İslâm adına savaşıp, cihat yaparken, diğer taraftan Şiîliğe ve onun Bâtınîlik, Karmatîlik gibi kollarına karşı mücâdele etmişlerdir. Karahanlılar döneminde Kaşgar ve Balasagun yöresinde oturup, İslâm topraklarına taarruz eden gayrimüslim Türklerle70 mücâdele bunun tipik örneğidir. Gazneliler dönemi de bu hususta yoğun faaliyetlerin olduğu bir dönemdir. Gazneli Mahmud’un Hindistan’a yaptığı seferlerle Müslümanların bu ülke üzerindeki hâkimiyeti gerçekleşmiş,71 İslâm’ın bölgede yayılmasıyla birlikte o güne kadar Arap ve Türk toplulukların dini olan İslâm gerçek anlamda evrensel bir mahiyet kazanmıştı.72 Şiîlik konusunda da çok sert tedbirler alan Sultan Mahmud, Ahsa ve Bahreyn’den sonra Hindistan’ın Multan bölgesinde yerleşerek73 fikirlerini yaymaya çalışan Karmatîler üzerine de 1006 ve 1010 yıllarında iki sefer düzenleyerek onları bu bölgeden temizlemiştir.74 Aynı şekilde 1026 yılında Rey’i ele geçirdiğinde burada bulunan Bâtınîlere karşı da temizlik hareketinde bulunmuştur.75 Böylece Sünnî İslâm’a muarız hareketlerin yayılmasına müsaade edilmemiştir. Önceki dönemlerde sınırlı bir şekilde yapılan mücâdele Selçuklular döneminde daha da geniş kapsamlı olarak yapılacaktır. Selçuklular, ilk kuruluş günlerinden itibaren devletin temel iki hedefini belirlemişlerdi. Bunlardan birincisi İslâm dünyasının iç meselesi olan ve Sünnî düşünceye karşı olumsuz tavırlar sergileyen Şiî Fâtımîler devletini ortadan kaldırmak, ikincisi ise dış mesele olan Hristiyan 70 Benzer şekilde bazı gayri müslim Türkler 1046 yılında Balasagun hükümdarı Arslan Han’la anlaşmak durumunda kalmışlardı. Bkz.: İbnu’l-Esîr IX, s. 502, 535. 71 H. İ. Hasan, İslâm Tarihi III, (Terc.: İ. Yiğit), İstanbul (tsz. ), s. 471. 72 Bertold Spuler, “Bozkır Halkının Gelişi”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti I, (Terc.: H. Aktaş), İstanbul 1988, s. 155 vd. 73 T. W. Haig, “Multan, İA VIII, s. 578. 74 Abdulkaahir Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), (Terc. E. R. Fığlalı), İstanbul 1979, s. 267: Mahmud’un Şiîler hakkındaki uygulamaları için bkz.: Ahmet Ocak, “Karmatîlik ve Hindistan’a Yayılması Karşısında Gazneliler”, Hindistan Türk Tarihi Araştırmaları Dergisi I/1 (Ocak-Haziran 2001), s. 33-45. 75 İbnu’l-Esîr IX, s. 372. 2205 Bizans’ı tesirsiz hâlegetirmekti.76 Âdeta devletin resmî politikası hâline gelen bu görüş bütün sultanlar tarafından aksatılmadan yürütülmüştür. İlk hedef Şiî Fâtımîler olduğu hâlde, coğrafi uzaklıktan dolayı öncelikli olarak onların güdümünde olan Büveyhîler Devleti’ni ortadan kaldırmakla işe başlandı. Fâtımîlerin dışardan yaptığı müdahaleyi Selçukluların için taşıyan Bâtınîler ise devlet açısından olumsuz durum sergilemekteydi. Selçuklular bunlarla askerî anlamda ciddi mücadele yürüteceklerdir. Bu amaçla Sultan Melikşah döneminde Bâtınîler üzerine kuvvet sevk edilerek faaliyetleri engellenmeye çalışılmış,77 sonraki dönemlerde de bu mücâdele hız kesmeden devam etmiştir.78 Bâtınîler, bir taraftan da Selçuklu idaresinden gayrimemnun insanları ele geçirerek taarruz ağırlıklı bir ihtilal akîdesi geliştiriyor,79 diğer taraftan dâîler vasıtasıyla şehir ve kasabalardan Selçukluların idaresinden hoşlanmayan insanları toplayıp, bunların gayri memnun hallerinden istifade ile devlete karşı kullanıyorlardı.80 Bu amaç için insanları öldürmek, hac kafilelerine saldırarak mallarını yağmalamak81 ve kendileri gibi düşünmeyen insanları öldürüp kuyulara atmaktan çekinmiyorlardı.82 Bu işte devlet görevlisi veya sıradan vatandaş olmak fark etmemiş, kendileri için engel gördükleri herkesi katletmişlerdir. 83 Bâtınîlerle bir taraftan askerî güçleriyle mücadele eden Selçuklular, diğer taraftan açmış oldukları medreselerden yetiştirdikleri insanlar sayesinde bu hareketi geri püskürtmüşlerdir. Bu medreselerden yetişen şahıslar İslâm âleminde ortak bir kültürün ve düşüncenin doğmasına da imkân hazırlamışlardır. Öyle ki, değişik bölgelerden gelen insanlar bu medreselerde okuyarak, Ehlisünnet düşüncesini öğrenip, sonra da kendi memleketlerine dönüp bu düşünceyi yaymışlardır.84 76 Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi I, (Terc.: E. A. W. Budge-Ö. R. Doğrul), Ankara 1987, s. 306: Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Terc.: Y. Moran), İstanbul 1994, s. 44: A. Muhammed Hasaneyn, Selâçıka İran ve’l-Irak, Kâhire 1380/1970, s. 59. 77 İbn Kesîr XII, s. 171 vd. ; Alaadin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa III, (Terc.: Mürsel Öztürk), Ankara 1988, s. 120: M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1989, s. 213. 78 En ciddi mücadeleti veren Sultan Muhammed Tapar olmuştur. Bkz.: İbn Tağriberdî V, s. 190: Nuveyrî XXVI, s. 361 vd; Râvendî I, s. 53 vd. 79 B. Lewis, “İsmaililer”, İA V/II, s. 1122. 80 Robert Mantran, İslâmın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar), (Terc.: İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981, s. 143. 81 Zehebî, el-İber III, s. 16 82 İbnu’l-Cevzî XVII, s. 63: İbnu’l-Esîr X, s. 314. Bâtınîlerin katliamları ve işledikleri cinayetler için bkz.: Ahmet Ocak, “Bir Terör örgütü Olarak Bâtınîlik ve Selçuklu Ülkesindeki Faaliyetleri”, Dinî Araştırmalar Dergisi (Din ve Terör Özel Sayısı), VII/20, (Eylül-Aralık), s. 163-178. 83 1048 senesi Ramazan ayında Hemedan’da katledilen emîr Aksungur ve 1096 senesinde katledilen Selçukluların ilk Bağdât şahnesi emîr Porsuk bunlardandır. Bkz.: İbnu’l-Esîr IX, s. 552: İbnu’lVerdî II, s. 14. 84 Bu şahıslar ve geldikleri ülkeler hakkında bkz.: Ahmet Ocak, Nizâmiye Medreseleri, (yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Malatya 1999) s. 204 vd. 2206 Böylece halk idarecilere gönülden bağlanmış ve yönetenler ile yönetilenler arasında “Sünnîlik düşüncesi” ortak payda hâline gelmiştir.85 Türkistan’ın içlerinden Nil deltasına kadar uzanan geniş topraklarda ülke bütünlüğünün yanı sıra, mânevî birlik de bu müesseseler sayesinde temin edilmiştir.86 Bu çalışmaların sonucunda Fâtımîlerin planları engellenerek Sünnî düşüncenin yeniden ihyası temin edilmiştir. Türkistan içlerinden İspanya’ya varana kadar değişik yerlerden gelen insanların Selçuklu medreselerinde okuyarak ortak kültür ve inanç etrafında birleşmesi de bunun en belirgin göstergesidir. Selçukluların ikinci hedefi ise Hristiyanlığın temsilcisi olan Bizans’ı tesirsiz hâle getirmekti. Bu maksatla Tuğrul Bey döneminde Bizans sıkıştırılarak, Kızılırmak Havzası’na kadar olan bölgelerdeki Bizans kaleleri tahrip edilmiş ve sonraki akınlara zemin hazırlanmıştır.87 Asıl hesaplaşma ise Malazgirt’te yaşanmıştır. Malazgirt’te Bizans’ın yenilgiye uğratılmasıyla birlikte Anadolu kapıları Türklere açıldığı gibi, o güne kadar Hristiyanlığın temsilcisi olarak Müslümanlarla savaşan ve İslâm’ı yok etmeyi amaçlayan güç de durdurulmuş oldu. Bu sebepten dolayı Malazgirt zaferi sahabelerin kazandığı Yermük ve Kadisiye gibi zaferlere denk tutulmuş ve eşi benzeri olmayan bir zafer olarak kabul edilmiştir. 88 Bu savaş, sadece Selçukluların savaşı değil, tüm İslâm âleminin savaşı idi.89 Asırlardır iki medeniyetin temsilcileri arasında yaşanan mücâdelede Arapların asla başaramadığını Türkler başararak Bizans’ı yenilgiye uğratmış ve fethettikleri toprakları vatan yapmışlardır.90 Dünyada devir açan savaşlardan biri olan Malazgirt’le91 birlikte Hristiyan dünyanın Müslümanlar üzerindeki baskısı kalktığı gibi, İslâm toprakları üzerindeki emellerine de son verilmiştir.92 Önceleri cihat sahası olarak görülen Anadolu vatan yapılırken, Balkanlara doğru yeni fetih alanlarının yönü de gösterilmiştir.93 Büyük Bizans’ı tekrar kurabileceğini düşünen Doğu Roma’nın hayalleri ebediyen ortadan kalktığı gibi,94 Malazgirt’le birlikte Bizans, dünya politikasında aktif rol oynayan bir aktör olmaktan da 85 H. Emîn, age, s. 224. 86 H. G. Yurdaydın, age, s. 75. 87 M. A. Köymen, age, s. 254 vd. 88 İbnu’l-Cevzî XVI, s. 128: Seyyid Ahmed b. Zeynî Dehlân, el-Futuhâtu’l- İslâmiyye I, Kâhire (tsz. ), s. 342. 89 C. Cahen, “İslâm Kaynaklarına göre Malazgirt Savaşı”, (Terc.: Zeynep Kerman), T. M. XVII, (1972), s. 93. 90 H. Ahmed Mahmud- A. İbrahim eş-Şerif, Alemu’l-İslâm fi’l-Asri’l-Abbâsî, Kâhire (tsz. ), s. 556. 91 Muhammed Hamidullah, “Tarihî Tasvirlere Göre Malazgirt Meydan Muhârebesinin Plânı”, T. E. D. II, Ekim 1971), s. 111. 92 M. M. Hammâde, age, s. 292. 93 Mustafa Kafalı, “Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi”, Tarih İçinde Harput, Elazığ 1992, s. 25. 94 Selahattin Tansel, “Malazgirt Savaşı Hakkında”, Malazgirt Zaferi ve Alp Arslan, İstanbul 1971, s. 26. 2207 çıkmıştır.95 Türkler eliyle “İslâm’ın manevî teceddüt devresi” gerçekleştiği gibi,96 yine onlar sayesinde İslâm dünyasının siyasi ve kültürel ilerleyişi yüzyıllar boyu devam etmiştir. Türkler eliyle Müslümanların bu yükselişi hız kesmeden ve ara vermeden ikinci Viyana kuşatmasına kadar devam edecektir. İslâm dünyasının bu ilerleyişinde Selçukluların rolü çok büyüktür. 1683’ten sonra Türkler gücünü kaybettiği içindir ki, durum tersine dönecek, İslâm dünyası toprak kaybedip gerilemeye, Hristiyan dünyası ise ilerlemeye başlayacaktır. Selçukluların Hristiyan dünyasıyla hesaplaşması sadece bundan ibaret değildir. Hristiyanlar kendi aralarındaki uzun çekişmelerden sonra 1054 tarihinde “Katolik” Roma Kilisesi ve “Ortodoks” Bizans Kilisesi olarak aralarındaki çekişmelere son verip nüfuz alanlarını bölüşmüşlerdi.97 Bu olay Malazgirt’ten on yedi sene önce olmuştu. Katolikler, aralarında görüş farkı olmasına rağmen Ortodoks dindaşlarını Müslüman tehlikesi önünde bir kalkan gibi görmekteydiler. Malazgirt zaferi ile Bizans yenilip, Ortodoks kalkanı parçalanınca, Katolik dünyası telaşa kapıldı. İlerleyen Müslüman gücün kendilerine de ulaşabileceği ve Ortodoksların başına gelenlerin Katoliklerin başına da gelebileceğini düşünmeye başladılar. O dönemde Avrupa’daki feodal yapının sonucunda oluşan aşsız ve işsiz insan kitlelerinin Avrupa topraklarından uzaklaştırılması gibi iç sebepler de devreye girince, İslâm dünyasına yönelik “Haçlı seferleri” başlatma gereği duyulmuştur.98 Dinî gerekçelerle ortaya çıkan ve insanlık tarihi açısından büyük değişmelere sebep olan Haçlı seferlerinin temel gayesi Türkleri geri püskürtmek ve Ortodoks emniyet kuşağını yeniden oluşturmaktı. Haçlı sürülerine karşı İslâm dünyasını koruma görevi yine Türkler tarafından üstlenilerek gelen yıkıcı darbeler göğüslenmiştir. Haçlı seferleriyle İslâm ülkelerine gelen Hristiyanlar, Müslümanlardan öğrendikleriyle Avrupa medeniyetinin tesisinde de büyük rol oynamışlardır.99 Nitekim bu durumu J. Sauvagert: Selçuklu devri tarihinin, Yakın Şark tarihinin ve İslâm dünyasının anlaşılması için bir anahtar olduğunu, Emevîler devri müstesna hiçbir devrin bu kadar ehemmiyet arz etmediğini ve Haçlılar dolayısıyla Avrupa tarihinin de hesaba katılması gerektiğini söylerken, meselenin ne denli önem arz ettiğine dikkat çekmektedir. Haçlı seferleri ile birlikte, o zamana kadar Müslümanlarla çok sınırlı ilişkiler içinde olan Hristiyanlar, yavaş yavaş ticarî ve fikrî ilişkiler içine girmişler, bunun sonucunda da, Müslümanlardan aldıkları medeniyet mahsulleriyle Avrupa medeniyetinin gelişmesine zemin hazırlamışlardır.100 95 İ. Kafesoğlu, age, s. 271. 96 László Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971, s. 164. 97 Jean Sauvaget, İslâm Dünyası Kısa Kronoloji, (Terc.: S. K. Yetkin - F. R. Unat), Ankara 1963, s. 35, Francis Dvornik, Konsiller Tarihi İznik’ten II. Vatikan’a, (Terc.: Mehmet Aydın), Ankara 1990, s. 34. 98 A. M. el-Abbâdî, age, s. 187 vd; H. Mahmûd - A. eş-Şerîf, age, s. 587 vd. 99 Selahattin Tansel, “Malazgirt Savaşı Hakkında”, Malazgirt Zaferi ve Alp Arslan, İstanbul 1971, s. 25. 100 O. Turan, Selçuklular..., s. 322-323: İ. Kafesoğlu, “Malazgirt”, İA VII, s. 247. 2208 SONUÇ Türkler İslâm’ı kabul etmekle kalmamış bu medeniyetin önemli bir üyesi olarak hem gelişmesinde hem de ona karşı yönelen tehlikelerin bertaraf edilmesinde önemli rol oynamışlardır. Bu işte seleflerine göre Selçukluların payı daha büyüktür. Selçuklular, İslâm dünyasının siyasi liderliğini tam anlamıyla üstlendiklerinden dolayı gerek İslâm medeniyetinin yeniden ihya ve inşasında, gerekse İslâm dünyasının problemlerinin çözümünde önceki devirlere nispetle daha büyük bir önceliğe sahiptirler. Bu işleri yaparken bunu tabii bir görev olarak kabul etmiş ve devletin bütün imkânlarını kullanarak ellerinden geleni yapmışlardır. Meydana getirilen medeniyet değerlerini devletlerinin yaşaması ve devam etmesi için bir araç olarak kullanan değil, devletlerini ve onun gücünü bu medeniyet ürünlerinin korunması ve yüceltilmesinde görevli addeden bir anlayışla İslâm dünyasının liderliğini yürütmüşlerdir. Sadece üretilen değerleri kullanmamış, yeni değerlerin üretilmesi ve bunların sentezlenerek dâhil oldukları medeniyetin yükselmesinde etkin rol oynamışlardır. Kendi medeniyetleri yanında Batı medeniyetinin yeni değerler kazanması da onlar sayesinde mümkün olmuştur
X
.TÜRKİYE SELÇUKLULARI DEVRİNDE ANADOLU’NUN TİCARET ŞEHİRLERİ Yaşar BEDİRHAN Özet Bu çalışmanın amacı, Türkiye Selçuklu Devleti`nin hüküm sürdüğü dönemlerde, devlete bağlı şehirlerin ticaret açısından incelenmesidir. Türkiye Selçuklu sultanları ticaretin ülkenin iktisadî hayatında ne derece önemli rol oynadıklarını idrak ettikleri için hem iç hem de dış ticaretin gelişmesi için gereken ortamı hazırlamış, yollarda emniyeti, şehirlerde ve pazar yerlerinde asayiş ve huzuru sağlamışlardır. Başlangıçta mübadele yoluyla yapılan ticarî faaliyetlerde zamanla para kullanılmaya başlanmıştır. Şehir dışında kurulan pazarlar yerleşik hayat sürenlerle, köylüler ve göçebeler arasında ticaret mallarının karşılıklı olarak mübadele edildiği yerlerdi. Şehirlerin gelişmesiyle çarşılar, pazarlar ve hanlar iç ticaretin canlandığı yerler oldu. Hem yerli hem de yabancı tüccarlar buralarda alışveriş yapıyorlardı. Pazarlardan alınan vergiden başka şehre getirilen ve dışarı çıkarılan her çeşit eşyadan vergi alınıyordu. İlhanlılar zamanında tanga adı verilen bu vergi şahneler tarafından tahsil edilirdi. 12. yüzyılın sonlarında Anadolu'nun huzur ve asayişin hâkim olduğu bir ülke haline gelmesi, Alaiyye ve Sinop'un fethi Anadolu'daki transit ticaretin canlılık kazanmasına zemin hazırlamıştı. Mısır'dan gemilerle Antalya ve Alaiyye'ye getirilen mallar, Konya, Ankara, Sinop ya da Bağdat-Halep-Malatya-Sivas-Amasya üzerinden Samsun ve Sinop limanlarına ulaştırılıyordu. Ayas-Samsun güzergâhı da transit ticaretinde oldukça önemliydi. 1240'ta baslayan Babaî isyanıyla 1243'te bozgunla sonuçlanan Kösedağ Savaşı Anadolu'daki ticarî hayata büyük bir darbe indirdi. Kayseri ve Malatya gibi şehirlere yerleşmiş olan çok sayıda tüccar bu huzursuzluklar ve karışıklıklar yüzünden Suriye'ye kaçtı. Yrd. Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. E-mail: caturalp@hotmail.com Yaşar Bedirhan [26] Türkiye Selçuklu Döneminde Anadolu`da ticaretin büyük bir gelişim göstermiştir. Bu dönemde Doğu-Batı ve Kuzey-Güney olmak üzere iki önemli ticaret güzergahında ciddi gelişmeler kaydedilmiştir. Sonuç olarak, bu güzergahlarda bulunan Konya, Sinop, Ankara, Samsun, Kayseri, Sivas, Antalya ve Alaiye şehirlerinde ciddi bir ekonomik canlılık meydana gelmiştir. Anahtar kelimeler: Ticaret, Türkiye, Selçuklu, Ticaret Yolları, Ticaret Şehirleri Commercial Cities of Turkey During the Domination of Selçuk Empire Abstract The aim of this paper is an analysis of the commercial relations between different Turkish cities during the domination of Seljuk empire. The Turkish sultans that ruled during the domination of Selcuk empire realised the important role played by domestic and foreign trade in the economy of the country and arranged special trade places, ensuring the safety of the commercial routes and public order in the markets of the cities. In the beginning, commercial activity was an exchange of goods. Money began to be used later. The commercial exchanges took place outside cities, in special markets, between the villagers with sedentary life and nomadic population. As cities developed, their central areas, markets and inns became living places characterized by intense commercial exchanges. Over time, foreign traders started to come here for commerce. Besides the taxes collected from markets, there were paid taxes on all the goods entering or leaving the town. During the Ilhans’ time, these taxes called ‘tanga’ were collected by șahne (tax collectors). During the 12th century, Anadolu region was a peaceful region, paving the way to the final victory of transit trade. The goods were delivered from Egypt to Antalya, Alai, Ankara, Sinop or were transported on the route Bağdat-Halep-Malatya-SivasAmasya to Samson and Sinop harbours. Ayas-Samsun route was quite important for transit trade. Kosedag war that started with Baba İlyas’ rebellion in 1240 and ended in 1243, was a heavy blow for trade in Anadolu region. Because of the disorder and confusion generated by this war, traders established in Kaysei and Malatya fled to Syria. The Anatolian trade underwent a great development during Selcuk imperial domination in Turkey. During Selcuk domination, there was registered a significant progress of trade on two commercial routes, namely from East to West and from North to South.As a result, the cities (Konya, Sinop, Ankara, Samsun, Kayseri, Sivas, Antalya and Alaiye) situated along this axis knew great economic prosperity. Key words: trade, Turkey, Selcuk, commercial routes, commercial cities. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [27] Giriş “Sınırları içinde yaşayan insanları soy ve din farkı gözetmeksizin, bütünüyle refah içinde yaşatmak, Türk devletinin başlıca vazifesidir.”1 Bu temel prensibe Türkiye Selçukluları da sadık kalmışlardır. Türkiye Selçuklu Devleti sultanları; siyasi, harsi, ilmi ve dini politikaları yanında, ticari konularda da sistemli bir siyaset takip etmişlerdir. Ticaret yapanlara, ticaretle geçimlerini temin edenlere; “tacir” (çoğulu tüccar, tüccarân), bazargân, bâzergân, ehl-i bazâr, hâce”, ticaret yapılan yerlere; sûk, bâzâr, çarşı” denilmektedir. Türkiye Selçuklularında XII. yüzyıldan itibaren “hoca, hâce veya hâcegi” tabirleri sahip, efendi, okumuş kişi vb. anlamları yanında; ticaretle uğraşan ve zanaatla meşgul olanlar için de kullanılırdı. Nitekim “hâce-i bâzâr” tabiri ile esnaf, tüccar, hal-ü mal sahibi kişiler kastedilirdi. Şehir divanlarında görevli olan büyük tacirlere “hâcegân” denirdi.2 Türk fetihlerinin ilk dönemlerinde meydana gelen savaşlar sonucunda çıkan genel kargaşanın geçici olarak ticaret olanaklarını kısıtladığını söyleyebiliriz. Ancak XIII. Yüzyılın başındaki olayları, özellikle Latinlerin İstanbul’u ele geçirmesi yüzünden İstanbul pazarlarının karışmasını göz önüne alırsak, tam aksi bir durumla karşılaşırız. Bir taraftan tam gerçekleşmese de İslam dünyası ile bütünleşme, diğer taraftan bir Selçuklu sarayının ve ülke içinde önemli merkezlerin kurulması sonucu Türk fetihleri ticaretin gelişmesine yol açmıştır.3Alesio Bombaci’ye göre, Selçuklu ülkesinde esas iktisadi faaliyet ticaret üzerinde yoğunlaşmıştı. XII. yüzyıl sonlarında sultanlar, emirler, zenginler ülkede milletlerarası ticaretin gelişmesine büyük çaba harcıyorlar ve Chonae’deki Aziz Mihail Fuarına katılıyordu. 1332’de ölen Teodora Lamenti, Anadolu’ya ilişkin ağıtlarında burayı zorunlu ihtiyaç mallarından hatta lüks maddelerden hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülke diye nitelemiştir.4 1 M. Altay Köymen, “Selçukluların Kendilerine Mahsus İktisadi Vaziyetleri Var Mıydı ?”, Milli Kültür, Ankara 1979, C. I, Sayı, XII, s. 66. 2 Muhammed Hüseyin b. Halef et-Tebrizî, Burhan-ı Kat’ı, (çev. Mütercim âsım Efendi, Haz. Mürsel Öztürk- Derya Örs), Türk Dil Kurumu Yayınları Ankara 2000, s. 53- M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, C. I. s. 63- Erdoğan Merçil, Türkiye Selçuklularında Meslekler, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 2000, s. 24-25, 147, 174. 3 Cahen, age. s. 119-120. 4 Şerafettin Turan, Türkiye –İtalya İlişkileri I. (Selçuklulardan Bizans’ın Sona Erişine), İstanbul 1990, s.96- M.Said Polat, Moğol İstilasına Kadar Türkiye Selçuklularında İctimai ve İktisadi Yaşar Bedirhan [28] XIII. yüzyıl Selçuklu Türkiye’sinin sahip olduğu iktisadi zenginlik hakkında Hıristiyan kaynakları hayranlık ve kıskançlıkla bir masal aleminden bahseder gibidirler. Bu zenginliğe ulaşmada Selçuklu Devleti sultanları ve idarecilerinin uyguladıkları bilinçli politikaların en önemli etkenlerden biri olduğu malumdur. Konya Konya, Türkiye Selçuklu Devleti payitahtı olması hasebiyle Türkiye’nin önemli ve büyük şehirlerinden biriydi ve nüfusu 45-50 veya 60 bin civarında idi.5 Konya, toprakları sulak ve bereketli, başta buğday ve kayısı olmak üzere pek çok ürün yetiştirilmekte olduğu bir şehir olarak vasıflandırılmıştır.6 Konya’da ticaretle meşgul olan pek çok tüccar bulunmaktaydı.7 Bunların bir kısmı Türk iken; bir kısmı da Hıristiyan, Yahudi, Arap, Acem ve Rum kökenliydi.8 Nitekim Konya’da “Yahudi Mahallesi” adıyla anılan bir semt dahi bulunmakta idi.9 İtibar ve durumları bakımından önde gelen bir grup tacir Celaleddin Ferîdun ile dostluk kurmuş ve sonra Mevlâna’ya mürit olmuşlardı.10 Diğer taraftan bir tacir, inci ve yakut elde etmek için Kiş ve Bahreyn gibi yerlere yolculuk ettikten sonra Konya’ya gelmişti.11 Konya’daki tacirler, sahip oldukları mal ve mülkleri ile diğer insanlardan kolayca ayırt edilir ve emirlerle kıyaslanırlardı. Bu durum veciz bir biçimde şöyle açıklanmıştır; “… Konya şehrine bak, kaç bin emirin, büyüğün ve ileri gelenin köşkü ve sarayı vardır. Tacirlerin ve iğdişlerin evleri, zanaatkâr erbabının evlerinden, emirlerin Hayat, (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi”, İstanbul 1997, s. 170. 5 İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, C. XII, s. 83, Marco Polo, The Travels of Marco Polo, Newyork 1930, (İng. Çev. Manuel Komroff), s. 24, W. Heyd, Yakındoğu Ticaret Tarihi, (çev. E. Ziya Karal), TTK. Yayınları, Ankara 2000, s. 332. 6 M. Bayram, “Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’nın Yeniden Kurulması ve Gelişmesi”, Prof.Dr. İsmail Aka Armağanı, İzmir 1999, s. 18, The Deeds of The Franks and The Other Pilgrims to Jeruselam, London 1962, s. 23, İbn Batuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fi Garaibi’l-Emsar ve Acaibi’l-Efsar, İstanbul 1333-1335, s. 200, Tuncer Baykara, Selçuklular Devrinde Konya, Konya 1998,s. 124-128. 7 Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri; Mevlana ve Etrafındakiler, (çev. T. Yazıcı), İstanbul 1986, C. I, s. 375. 8 Eflâki, age, C.II, s. 47-48, 57- Bayram, agm, s.20. 9 Eflaki, age, C. II, s. 64. 10 Osman Turan, “Selçuklu Vakfiyeleri I, Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, Ankara 1947, C. XI, s. 216, Eflaki, age. C. I, s. 266. 11 Eflaki, age. C. I, s. 278. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [29] sarayları tacirlerin, sultan ve meliklerin köşkleri ve takları bunların hepsinden yüzlerce derece yüksek ve büyüktür”.12 Konya’da, Attarlar Pazarı, Buğday Pazarı, Zergerler Pazarı- burada altın işlenirdi, Selahaddin Zerkûb’un (öl. 1258) sanatı kuyumculuktu- Odun Pazarı, Allâme Pazarı, Yeni Pazar, Eski Pazar, Cami Pazarı, Bezciler Pazarı (bedesten), Bit Pazarı gibi adlarla anılan pazarlar yanında; “Konya Pazarı” diye bilinen ve şehrin adıyla maruf olmuş bir Pazar da vardı. Burada tilki postunun dahi satıldığı bilinmektedir. Bunların yanında kasaplar, kavaflar, külahçılar, pamukçular, şekerciler- şekerciler (şeker fürusan) hanı vardı ki, Şems-i Tebrizî (öl. 1247) Konya’ya geldiğinde bu hana inmişti – vb. esnaf ve sanatkârların faaliyet gösterdikleri hanlar, çarşılar ve bugünkü manada sanayii siteleri bulunmaktaydı.13 Karamanoğulları’ndan Zeynü’l-Hac ve Bunsuz, Muine’d-Din Süleyman Pervâne (öl. 2 Ağustos 1277) tarafından esir alındıklarında, Konya pazarında gezdirilmişler ve halkın hakaretlerine maruz bırakılmışlardı.14 Konya’daki pazarlardan biri de at pazarı idi. Şehrin doğusunda bulunan bu pazarın yanındaki kapıya at pazarı kapısı denilirdi. Bu kapı, Alaeddin Siyavuş (öl. 30 Mayıs 1230), Cimri hadisesi vuku bulduğunda (1277) yakıldı ve Karamanoğulları yakılan bu kapıdan şehre girdiler.15 Konya pek çok yabancı tacirin ticaret yaptığı bir şehirdi. Rubruk 4 Nisan 1255 tarihinde, Konya’da bir çok Frank gördüğünü, Akka’dan gelmiş olan Cenovalı bir tacir, Nicolauc de Santasino ve ortağı Venedikli Bonifatius de Molendino ile tanıştığını anlatır. Sadece bu ikisinin Türkiye’deki şap ticaretini tekellerine aldıklarını 12 Eflaki, age. C. I, s. 208. 13 Turan, agm, s. 201, 204, 220- Feridun bin Ahmed Sipahsalar, Menakıb-ı Hazret-i Hüdavendigar, (Tercüme-i Risale-i Sipehsalar), İstanbul 1331, (çev. Midhat Bahri Hüsami), s. 94- Eflaki, age. C. I, s. 131, 271, 282, C. II, s.62- Sadi Bayram- A. Hamdi Karabacak, “ Sahip Feridü’d-Din Ali’nin Konya, İmaret ve Sivas Gökmedrese Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1981, Sayı XIII, s. 38-40- Tahsin Yazıcı, “Tebrizî”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C. XII/II, s. 101- Baykara, age. s. 44, Erdoğan Merçil, Türkiye Selçuklularında Meslekler, TTK. Yayınları, Ankara 2000, s. 159- Yusuf Küçükdağ, Konya Mevlanâ Dergahı ve Türbe Hamamına Dair İki Mevlevi Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara 1994, Sayı XXIII, s. 79-81. 14 Kerimü’d-Din Mahmud Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbar ve Müsâyeretü’l-ahyar, (çev. Mürsel Öztürk), TTK. Yayınları, Ankara 2000, s. 54- Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 520. 15 İbn Bibi el-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi, el-Evâmirü’l-Alâi’ye fi’lUmuru’l-Alâi’ye, (çev. M. Öztürk), Ankara 1996, C. II, s. 205 – İzzeddin İbn Şeddad, Baypars Tarihi, (çev. M.Ş. Yaltkaya), İstanbul 1941, C. II, s. 90, Friedrich Sarre, Konya Köşkü, TTK Yayınları, (çev. Şehabeddin Uzluk), Ankara 1989, s. 97-98- G. Le Strange, The Land of The Eastern Caliphate, London 1966, s. 149. Yaşar Bedirhan [30] bildirmektedir. Nitekim Sultanın (II. İzzeddin Keykavus 1246- 1249 müstakil 1249- 1262 müşterek) sadece bu iki tacir vasıtasıyla şap satabildiğini, bu yüzden de şap fiyatının çok artarak; 15 Bizantiner (besant) olan bir parça şapın 50 Bizantinere kadar çıktığını anlatmaktadır.16 Konya`da Anadolu Selçuklu Döneminde ticaretin güvenli olması, Bulgar, Kıpçak ve Rus tüccarları Konya`ya çekmiştir. 1255 yılında Konya`ya gelen seyyah Rubruck, Konya`da Venedik ve Cenevizli tüccarların bulunduğunu yazmıştır. Dahası, bu dönemlerde Konya`da Venediklilere ait bir konsolosluğun bulunduğu belirtilmektedir.17 Kuzey Afrikalı (Magripli) tacirlerin de Konya’ya gelerek yerleştiklerini ve ticaret yaptıkları bilinmektedir. Bunun en önemli delillerinden biri Alaeddin tepesinin güneydoğusundaki, şimdiki merkez kütüphanesinin yanında bulunan, “Magribe Mescidi”nin (şimdiki adı Abdülmümin Mescididir) kapısının üstünde yer alan kitabesidir. Bu kitabeye göre “MAGRİBE Mescidi” Kuzey Afrikalı tüccarların ibadet etmeleri için tahsis edilmiştir. Bilindiği gibi Kuzey Afrikalı (Magripli) Müslümanlar Maliki mezhebinde idiler. Mescit, III. Gıyaseddin Keyhüsrev (1266-1284) zamanında, 1275 yılında yenilenmiştir. O dönemde, mezkûr mescidin yakınında “Amedek Hânikâhı” vardı. Bu hânikâhtan geriye kalan ve Magripli tüccarlara ait kitaplar, bugün Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.18 Konya’da şehir içinde ve şehrin dış kısmında, tacirlere hizmet veren hanlardan (funduk) bazıları ise şunlardı; Altun-Aba’nın iki hanı, Derme Hatun Hanı, Bedreddin Yalman Hanı, Hâce Hasanü’s-Sultâni Hanı, Karatay Hanı, Nizamiye Hanı, Vezir Ziyaeddin Hanı, Sahip İsfehâni Hanı, Şekerciler (Şeker Füruşân) Hanı ve Pirinççiler Hanı.19 16 Wilhelm Von Rubruk, Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), (çev. Ergin Ayan), İstanbul2001, s. 140- Heyd, age. s. 333, Cı Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (çev. Yıldız Moran), İstanbul 1994, s. 299. 17 Tülay Öcal, “Konya Şehrinin Selçuklulardan Günümüze Ticaret Fonksiyonu”, Tübar, Sayı: 19 (Bahar 2006), s. 407 18 Mikail Bayram, “Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’da Dini ve Fikri Hareketler”, Dünden Bugüne Konya’nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya 1999 (Ayrı Basım9 s. 51- İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Konya 1994, s.281-284- Mehmet Önder, Mevlânâ Şehri Konya, (Tarihi Kılavuz), Ankara 1971, s. 131-134. 19 Turan, agm. s. 204 - Eflaki, age. C. I, s. 131, 281- Baykara, age. s. 49-50. İsmet Kayaoğlu, Selçuklular Döneminde Konya`da Ticari Hayat (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/769/9762.pdf), s. 114 Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [31] Sivas Sivas, II. Kılıç Arslan (1155-1192) zamanında Danişmendliler’den (1071-1178) alınmıştır.20 Sivas, Kayseri gibi Selçuklu sultanlarının Konya’nın yanında ikinci bir başkentleri durumundaydı. Türkiye’nin ortasında, doğu-batı, kuzey-güney istikametindeki birleştiği bir merkez olan Sivas, kısa sürede canlı bir ticarete ve yüksek ekonomik seviyeye kavuşmuştur. Mısır, Şam, Irak ve elCezireli tüccarlar; kürk, köle, cariye gibi ticareti yapılan emtiaları almak için Halep, Elbistan, Kayseri yoluyla Sivas’a gelirler, oradan da Sinop, Samsun ve Trabzon limanlarından gemilerle Karadeniz’e açılarak Rusya ve Kırım’a (Kıpçak diyarına) giderlerdi. Bu dönemde, Kıpçak ve Kafkas kökenli köle ve cariyeler Sivas üzerinden Mısır’a satılırdı. Hatta Memluk Devleti’nin ordusu bu kölelerden kurulmuştu. Meşhur Memluk Sultanı Baybars, Sivas’tan alınmış bir köle idi.21 1205 yılında Trabzon Rumları, Sinop ve Samsun yolunu kestikleri için, Rus ve Kıpçak şehirleri ile yapılan kara ve deniz ticareti durma noktasına geldiğinden güneyli tüccarlar Sivas’ta toplanmışlardır. Sözü edilen tacirler ve halk çok büyük zarara uğramışlardır. Tarihi kayıtların verdiği bilgilere göre tüccarlar arasında sermayesini koruyabilenler bahtiyar sayılmışlardır.22 Bunun üzerine Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1205-1211) Rumlar üzerine bir sefer yaparak söz konusu ticaret yolunu açmıştır.23 Antalya’dan gelen kervanlar Konya ve Kayseri üzerinden Sivas’a gelirler, buradan Erzincan-Erzurum yoluyla Tebriz’e varırlardı. XIII. asırda Sivas, birçok milletten tüccarların yerleştikleri ve koloniler kurdukları bir şehir halini aldı. Cenevizler burada bir konsolosluk kurmuşlar, şehirdeki hanlarda (funduk) ticari hayatta önemli yerleri vardı. Tüccarlar ve yolcular bu hanlarda konaklar, mallarını buralarda depolarlardı. İbn Said Kayseri ile Sivas arasında 24 tane hanın bulunduğunu belirtir.24 Şehir içinde de Kâmileddin Mansur Hanı, sahip 20 Mükrimin Halil Yinanç, “Danişmendliler”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C.III, s. 468- 479- Turan, age. s. 204-205. 21 Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Sivas Şehri”, A.Ü. DTCF Dergisi, C. IX/4, s.447-457, Ankara 1951- Zeki Atçeken- Yaşar Bedirhan, Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, 2. Baskı Konya 2014, s. 109. 22 İbnü’l-Esir, age. C. XII, s. 201- Heyd, age. s. 328- M. Said Polat, “Selçuklu Türkiyesi’nde Ticaret”, Türkler, Ankara 2002, C. VII, s. 375-385. 23 Turan, age. s. 302-306. 24 Ebu’l-Abbas Şihabüddin Ahmed b. Ali Kalkaşendî, Subhu’l-Aşa fi Sınâati’l- inşâ, Berut 1987, C. V, s. 332- Turan, agm, s. 120. Yaşar Bedirhan [32] ata Hanı, Semmâni Hanı, Necmeddin Candar Hanı, Eski Han, Nizameddin Hanı, Taceddin Hanı, Zahireddin İli Hanı gibi hanlar bulunurdu.25 1274 yılında Cenevizli noter Federico di Piazzalunga, Pauli Calatazi’nin hanında iki ticari kontrat düzenlemişti. Bunlar da başka yerlerden Sivas’a gelen Cenevizli bir kısım tüccarın adı geçer. 1280’de Kemaleddin Hanında yapılan iki noter senedinde, malların Samsun ya da Sinop’ta kadırgalara yükleneceği, ücretlerin Sivas ve ya Tebriz’de ödeneceğinden söz edilir. Pegolotti’nin verdiği bilgilere göre Ayas yolundan Sivas’a girişte, 1 akçe; şehirde malı depolamak için, 7 akçe; Tebriz’e gitmek için çıkışta 1 akçe ödenmekteydi. Aynı müellif Sivas’ta kullanılan ölçüler ve paralarla Ayas ve Famagosta’da yürürlükte olan değerleri karşılaştırmalı olarak göstermiştir.26 Sivas’ta ticaret yapan bir kısım Yahudi tacir de vardı. Bunlar kendilerine ayrılmış bir mahallede oturuyorlardı. Sahibata Fahreddin Ali’nin (öl. 1288) ölümünden altı yıl önce düzenlenen Sahibiye vakfiyesinde Sivas’ta bir Bulgarlı medresesi olduğu yazılıdır. Volga diyarından ticaret için gelen Bulgar Türkleri de Sivas’a yerleşmişlerdi. Bu vakfiyede 1280 yılında Sivas’ta bulunan; 6 han, 2 Pazar, 12 çarşı ve 1 kürkçü dükkânından bahsedilmektedir. Sivas çarşı ve pazarları, genellikle ticareti yapılan mallara göre isim alıyordu. “Odun pazarı, koyun pazarı, buğday pazarı, bakkallar çarşısı, bezciler çarşısı, sevvâkin çarşısı, sultan çarşısı, bıçakçılar çarşısı…”27 gibi. Sivas Darü’ş-Şifası vakfiyesinde de Sivas’ta bulunan 61 bezzaz, 8terzi, 9 tane de ayakkabıcı dükkânından bahsedilir.28 Çağdaş seyyahları ifadesine göre, Sivas ahalisi ticaret ehli insanlardı. Nüfusu ise 100 bin civarında idi.29 Buranın yünü çok meşhur ve büyük ölçüde, 25 Turan, agm. s. 120- Şerafettin Turan, Türkiye –İtalya İlişkileri I, (Selçuklular’dan Bizans’ın Sona Erişine), İstanbul 1990, s.122- Bayram-Karabacak, agm. s. 35, 54,55,58,59. 26 Francesso Balcucci Pegolotti, La Pratica Della Mercatura, (yay. Allan Evans) Newyork 1970, s.28 – Osman Turan, “Selçuklu Kervansarayları”, Belleten C. X, Sayı, 39, Ankara 1946, s. 486- Ş. Turan, age. s. 114-115- Sezgin Güçlüay, “Selçuklular Döneminde Ortadoğu’da Ticaret (XIXIII. Yüzyıllar), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elazığ 1999, s. 141-143. 27 Turan, “Selçuklular Zamanında Sivas Şehri”, s. 121- Sadi Kucur, Sivas, Tokat ve Amasya’da Selçuklu ve Beylikler Devri Vakıfları (Vakfiyelere Göre), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1993, s. 26-27, 29,48- Merçil, age. s. 14, 33- Bayram-Karabacak, agm. s. 34-35, 37, 54-55, 56-59. 28 Mükrimin Halil Yinanç, “Sivas Abideleri ve Vakıfları I”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1991, Sayı, XXII, s. 26. 29 Zekeriya b. Muhammed b. Mahmud Kazvini, Asaru’l-Bilad, (nşr. Dar Sader), Beyrut Tarihsiz, s. 537- Besim Darkot, “Sivas”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C. X, s.571. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [33] başta İran olmak üzere birçok doğu ülkelerine satılmakta idi. Bol miktarda tahıl üretilmekte, iklimi sert olmasına rağmen pamuk dahi yetiştirilmekte idi. Böylelikle Sivas şehri önemli ve büyük bir şehir özelliği taşımakta idi. Sokakları geniş ve çarşıları oldukça kalabalıktı.30 Hamdullah Müstevfi (1281- 1350) 1336 yılı bütçe hesaplarına göre Konya ve Sivas’ın vergilerini 1.384.886 dinar olarak kaydetmiştir.31 Bu yıllarda Sivas’ın Konya’ya göre daha zengin olduğu göz önünde tutulursa, 700 bin ila 1 milyon dinar arasındaki payın Sivas’tan alındığı söylenebilir.32 Diğer şehirlerde olduğu gibi, Sivas şehrinde de ticaretle uğraşan kişiler çeşitli çarşıların oluşmasını sağlamışlardır. Sivas`ta kurulan çarşıların bazıları şunlardır: Bakkallar, Terziler, Atarlar, Kasaplar, Demirciler, Aşçılar, Bezzarlar, İplikçiler, Üsküfçüler.33 Buğday Pazarı, Koyun Pazarı, Şevakin Çarşısı, Çırpıcılar Çarşısı.34 Ayrıca şehirde Kemaleddin Han, Eski Kapan, Büyük Han, Zahireddin İli, Kamileddin Mansur, Nizameddin Hurşid, Taceddin Mahmud ve Necmeddin Candar isimleriyle hanlar bulunmaktadır.35 30 Marco Polo, Geziler Kitabı (çev. Ömer Güngören), İstanbul1985, s. 19-20- Hamdullah Müstevfi Kazvini, The Geographical Part of The Nuzhat al-Qulûb, (yay. G. Le Strange) Leyden 1915, s. 94- İbn Batuta, age. s. 326- Turan, agm. s. 121. 31 Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyubi ve Devleti, İstanbul 1987, s. 240-242. 32 Turan, agm. s. 126- Abdulkadir Yuvalı, “İlhanlıların Doğu Anadolu Politikası ve Doğu Anadolu Şehirlerinin Vergi Potansiyeli”, XI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara 1994, C. II,s. 597. 33 Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I (Selçuklulardan Bizans'ın Sona Erişine), İstanbul, 1990, s. 451 34 http://www.sivaskulturenvanteri.com/sivas/sivas-sehrinin-tarihsel-gelisimi/ Yaşar Bedirhan [34] Kayseri Marco Polo, İbn Batuta (öl. 1368 veya 1377)36, Hamdullah Müstevfi (1281-1350)ve bazı Haçlı müelliflerinin izlenimlerine göre Kayseri, Türkiye’nin en büyük, zengin ve görkemli şehirlerinden birisi idi.37 Kayseri’nin fethi Danişmendoğulları (1071-1178) tarafından gerçekleştirilmişti. Kayseri, hem Danişmendoğulları ve hem de Selçuklu idaresinde önemli bir ilim, sanat, kültür ve ticaret merkezi haline gelmişti. Çünkü Kayseri, Konya ve Sivas şehirleri gibi Selçuklu sultanlarına başkentlik yapmıştı.38 Selçuklu hâkimiyeti altındaki Kayseri’nin ana ticaret yollarının kavşağında olması bu şehri önemli bir ticaret merkezi haline getirmiştir. Selçuklu Türkiye’sinde uluslararası öneme sahip olan ve hemen hemen bütün ülkelerden ticaret için gelen tüccarların buluştuğu meşhur Yabanlu Pazarı Kayseri yakınlarındaki Pazar-Ören’de kurulmuştu. Devrin eserlerinde bu Pazar ile ilgili izlenimler bulunmaktadır.39 Milletlerarası ününden dolayı, bugün dahi İran’ın birçok yerinde kurulmuş olan pazarlar için “Kayseriye” denilmektedir. Yabanlu Pazarının Kayseri’ye yakın olmasından dolayı Ahi ve Bacı Teşkilatı ilk olarak Kayseri’de kurulmuştur. Ahi Evren Şeyh Nasireddin Mahmud (öl. 1261) 1205 yılında Kayseri’ye yerleşmiş ve burada bir debbağ atölyesi kurmuştur. Zamanla bu bölgede bir debbağlar mahallesi oluşmuştur. Ahi Evren Şeyh Nasireddin Mahmud sultanların da desteği ile “Ahi ve Bacı Teşkilatını” kurarak örgütlemiştir. Söz konusu teşkilatlarca, Kayseri’de kurulan sanayii sitesinde, bir dericiler (debbağ) çarşısı, bunun bitişiğinde de “Külâh-duzlar Çarşısı” atölyeleri 35 Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I (Selçuklulardan Bizans'ın Sona Erişine), İstanbul, 1990, s. 451 36 1332’de Türkiye’de bulunmuştur. Şeşen, age. s. 255-257. 37 Gesta Francorvm Et Alıorvm Hıerosolımıtanorvm, (ing. Çev. Rosalin Hild), The Deeds Of The Franks and The Other Pilgrims to Jerusalem, London 1962, s.25- Komroff, age, s. 24- İbn Batuta, age. s. 325- Hamdullah Müstevfi, age. s. 98- Heyd, age. s. 332- Strange, age. s. 146- Osman eravşar, Seyahatnamelerde Kayseri, (Kayseri Ticaret Odası Yayınları), Kayseri 2000, s. 47-49. 38 Halil Edhem, age. s. 27 39 Faruk Sümer, Yabanlu Pazarı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1985,s.20- 22. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [35] ile sanayii tipi üretime başlanmıştır. Kayseri’de üretilen mallar milletlerarası bir fuar olan Yabanlu Pazarı’nda satışa sunulurdu.40 Kayseri Kalesini I. Alaeddin Keykubad’ın (1220-1237) yaptırdığını, şehrin yakınındaki Erciyes Dağı’nda her zaman kar bulunduğunu anlatan Hamdullah Müstevfi (1281-1350) burasının yıllık vergi gelirlerini 140 bin dinar olarak kaydetmektedir.41 Antalya Antalya, Türkiye’nin Akdeniz kıyısında olması ve elverişli bir limanın bulunması hasebiyle Avrupalı, Mısırlı, Kuzey Afrikalı vb. tüccarların Selçuklu Türkiye’sine girişte kullandıkları en önemli kapılardan biri idi. Antalya’da; Venediklilerin yanı sıra Pisalıların, Provenslerin, Cenovalıların, Marsilyalıların, Montpellier ve Latinlerin 1236-1237’lerde ticaret yaptıkları görülmüştür.42 Antalya’da yerleşik olarak yaşayan ve ticaret yapan Hıristiyan ve Yahudi ahalinin kendilerine ait mahalleleri bulunmaktaydı.43 İbn Batuta (öl. 1368 veya 1377), Antalya’yı gördüğü zaman (1332-1333), Hıristiyan tacirlerin oturduğu mahalle “Mina” adı ile anılıyordu, etrafı surlarla çevrili idi, geceleri ve Cuma vakitleri kapıları kapatılıyordu. Şehirde oturan Rumların ve Yahudilerin de mahalleleri ayrı ayrı idi. Pazarların kurulduğu yerler Türk mahallelerinde idi. Antalya’da batılı tacirler yanında, Arap ve Yunan kökenli tacirler de ticaret yaparlardı. Şehirde pek çok bağ ve bahçe bulunur, çeşitli meyveler yetiştirilirdi. Özellikle “Kamereddin” nam kayısı kurutularak Mısır’a ihraç edilirdi. Bundan başka yine Mısır ve İstanbul gibi yerlere kereste, zamk ve reçine satılırdı. Mısır donanması büyük oranda buradan giden kereste ile inşa edilmekteydi.44 40 İbn Bibi, age. C. II. S. 73- Fahrettin Coşkuner, Menakıb-ı Şeyh Evhadü’d-Din Hamid elKirmani, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1994, s. 126-127- Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 82-84, 152-156- Mikail Bayram, Tasavvufi Düşüncenin Esasları (Ahi Evren), Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara 1995, s. 29-37- Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Konya 1994, s. 38-41, 50-54- Mikail Bayram, “Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) Hakkında Bazı Yeni Kaynaklar”, X. Türk tarih Kongresi Bildirileri (Ankara 22-26 Eylül 1986), Ankara 1991, s. 967-973- Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkasya, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 187. 41 Hamdullah Müstevfi, age. s. 98- Strange, age. s. 146- Z. Velidi Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul 1931, C. I. s. 23. 42 Heyd, age. s. 334- Turan, age, s. 124-125- Güçlüay, agm. s. 369. 43 İbn Bibi, age, C. I, s. 162- Cahen, age. s. 147-148. 44 Mevlana, Fihi Mafih, s. 91- İbn Batuta, age. C. I, s. 311-314- Ebu’l-Abbas Şihabüddin Ahmed b. Ali Kalkaşendi, Suhbu’l-âşa fi sınaati’l- inşâ, Beyrut1987, C. V, s. 335- Heyd, age. s. 611- Yaşar Bedirhan [36] Pegolotti, Antalya’da yürürlükte olan ölçü ve tartılarla ilgili listeler düzenleyerek Avrupalı tacirlerin istifadesine sunmuştur.45 Erzurum Bu şehir Moğol istilasına uğramadan önce gayet büyük, zengin ve güzeldi. Ayrıca geniş bir alana; verimli, hayvan yetiştirmeye müsait otlaklara sahipti. Bahçeleri çok ve sulaktı.46 Erzurum, İran ve Türkistan’dan gelerek; Erzincan, Sivas, Kayseri, Konya gibi şehirlere, Akdeniz ve Karadeniz limanlarına ulaşan büyük kervan yolu üzerinde kurulmuştu. Bu yüzden Erzurum önemli bir ticaret merkezi olmuştur. XIV. yüzyılın ilk yarısından itibaren Ayas-Tebriz yolu hayli işlek olmalı ki Pegolotti, bu güzergâhtaki vergi dairelerini, kervansarayları, ılıca ve köprüleri, buralarda ödenen ücret ve vergilerin miktarını eserine kaydetmiştir. O’na göre Ayas yönünden Erzurum’a girişte bir yük ticari eşya için 9 akçe, Erzurum2dan Tebriz’e çıkışta yine bir yük ticari eşya için, 1 akçe vergi verilmekteydi.47 Erzurum şehrine komşu ülkelerin hemen her yerinden ticaret yapmak amacıyla tüccar gelmekte ve hatta bunlardan birçoğu şehre yerleşmek suretiyle ticaret yapmıştır. Nitekim Şemseddin Ömer Kazvinî, İranlı bir tüccar olup Erzurum’a gelip yerleşmiş, dükkânında birçok mal ve kumaş bulunmakta ve hatta Türkistan’a kadar ticaret için seferler yapmakta idi. İranlı tüccarın elinde bulunan inciler, kıymetli taşlarla bezenmiş kakma işleri Moğolların Anadolu’yu istilası sırasında Moğol Hanına takdim etmişti. Kazvinî, Moğol Hanı Ögedey’in (1227-1241)48 elçisi olarak 1236 yılında, bir yarlığ ile I. Alâeddin Keykubad’a (1220-1237) gelmiştir.49 612- G. Le Strange, The Lands of The Eastern Caliphate, London 1966,s.151- V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, (çev. Azer Yaran), Ankara 1988, s.222, Paul Wittek, Menteşe Beyliği 13-15. Asırda Küçük Asya Tarihine Ait Tetkik, (çev. Ş. Gökyay), TTK. Yayınları, Ankara 1944, s. 2. 45 Francesco Balducci Pegolotti, La Pratica Della Mercatura, (yayınlayan,. Allan Evans), New York 1970, s. 57-58, 92, 370 46 Marco Polo, age. s. 25- Aknerli Grigor, Moğol Tarihi (çev. Hırand Andreasyan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1954, s. 15- İbn Batuta, age. s.204. 47 Pegolotti, age. s. 28-29- Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1993, s. 33-34. 48 Bertold Spuler, iran Moğolları (çev. Cemal Köprülü), TTK. Yayınları, Ankara 1987, s. 44-48. 49 İbn Bibi, age. C. I, s. 448-450- Müneccimbaşı, age. C. II, s. 77- Turan, age. s. 31-33- Faruk Sümer, “Keykubad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara 2002, C. XXV. S. 358-359. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [37] Erzurum ve çevresi sahip olduğu geniş meralar sayesinde bugün de olduğu gibi bol miktarda hayvan üretiminin ve ihracının yapıldığı bir yerdi. Türkiye Selçuklularının yurt dışına özellikle İran ve Suriye’ye ve Irak’a mebzul kasaplık hayvan ihracının buralardan yapıldığı bilinmektedir. 1226 yılında Erzurum’dan Tebriz’e giden bir kervana mensup bir tacir, bir defasında 20 bin baş koyun sevk etmişti. Ancak, bu koyunların tüccarların elinden gasp edildiğini kaynaklar aktarmaktadır.50 İbn Batuta (öl. 1368 veya 1377), Ak-Koyunlu ve Kara-Koyunlu Türkmenlerinin mücadelelerini kastederek; iki taife arasındaki savaşlardan Erzurum’un harabe haline geldiğini belirtmiştir.51 Bu yıkımın sonucunda şehrin vergi gelirleri çok azalmış, 1340 yılında 22 bin dinara kadar düşmüştür.52 Erzincan Selçuklu devri Türkiye’sinin büyük şehirlerinden biri olan Erzincan; Akdeniz, Karadeniz, İran, Kafkaslar ve Avrupa gibi yerler arasındaki ticaret yapan Türk, ermeni, Arap ve Avrupalı tacirlerin buluştukları ve sefer için hazırlık yaptıkları bir şehirdi. Bu şehir büyük kervan yollarının üzerinde olduğundan önemli bir ticari merkez durumundaydı. Bundan dolayı Erzincan’ın nüfusu kalabalık, çarşıları muntazamdı. XIV. yüz yılın ilk yarısında, Ayas’tan (Yumurtalık) Tebriz’e kadarki kervan yolunu takip ve tarif eden Pegolotti, Erzincan’a girişte her yük için 5 akçe, şehir içinde yine her yük için 9 akçe vergi verildiğini; Erzincan’dan Tebriz’e çıkışta da koruma ve vergi masrafı olarak her yük için 3 akçe verilmekte olduğunu belirtmiştir.53 Erzincan’da el sanatları ve dokuma endüstrisi çok gelişmişti. Şehre nispet edilen ve “buharin, bukasi” (bombazin-bochassini- bucherema) denilen nefis pamuklu ve yünlü kumaşlar dokunurdu. Şehri özellikle bu kumaşlarla tanınır ve 50 İbnü’l-Esir age. C. XII. S. 424- el-Omari, Mesaliku’l-Ebsâr, (nşr. Fr. Taeschner), Leibzig 1929, s. 20- Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 363- Seyidaga M. Onullahi, XIII. XVII. Asılarda Tebriz Şeherinin Tarihi (Sosyal İktisadi Tarih), Azerbaycan SSR. İlimler Akademisi Tarih Enstitüsü, Bakı 1982, s. 51. 51 İbn Batuta, age. s. 204. 52 Hamdullah Müstevfi Kazvinî, Tarih-i Güzide, (ing. Çev. G. Browne), Leiden 1913, s. 95- Zeki Velidi Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul 1931, C. I, s. 22- Abdulkadir Yuvalı, “İlhanlıların Doğu Anadolu Politikası ve Doğu Anadolu Şehirlerinin Vergi Potansiyeli”, XI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara 1994, C. II, s. 598. 53 Pegolotti, age. s. 28. Yaşar Bedirhan [38] bilinirdi.54 Mezkûr kumaşların büyük bir ihraç değeri vardı. Başta İtalyan şehirleri olmak üzere Avrupa’nın birçok şehirlerinde satılırdı. Nitekim Pegolotti, XIV. Yüzyılın ilk yarısında “Bucherema d’arzinga chi vende denari 3 per pezza.” diyerek bir parça buharinin Pisa’da üç dinara satıldığını belirtmiştir.55 İbn Batuta da aynı şekilde “buharin” denilen kumaştan bahsetmektedir.56 Ayrıca buraya bağlı olan Şarki-Karahisar (Şebinkarahisar)’dan şap çıkarılmakta ve İtalya’da inkişafa başlayan dokuma sanayi için de ihraç edilmekte idi.57 Yine buralarda çıkarılan bakır madeninden elde edilen bakırlarla kap, kacak, şamdan gibi araçlar yapılırdı. El sanatları çok geliştiği için dünyanın en güzel kitap ciltleri de burada imal edilirdi. Ayrıca burada tahıl, meyve ve pamuk gibi mahsullerin oldukça çok yetiştirildiği kaynaklar tarafından haber verilmektedir.58 Erzincan’a pek çok ecnebi tacir yerleşmiştir. Bunlardan, Latinler için bir kilise ile Cordelier rahiplerine ait bir manastır bulunuyordu. Erzincan, zaman zaman tabi afetler ve savaşlar sonucu tahrip olmakla birlikte, İlhanlılar (1256- 1353) devrinde yeniden canlılık kazanmıştır. Nitekim Hamdullah Müstevfi (1281-1350), şehirde bol miktarda tahıl, pamuk ve üzüm yetiştiğini, yıllık vergi gelirinin 330 bin dinar olduğunu kaydetmektedir.59 İlhanlı veziri ve meşhur tarihçi Reşideddin Fazlullah (1248-1318)’a göre Erzincan, güzelliği ile cennetten bir parça idi, kumaş ve meyve üretimi boldu. İlhanlı başkentine her yıl 200 top kemha, 10 bin arşın kadife, 10 bin arşın iskarlat kumaşın yanı sıra, 800 men elma, 200 men kayısı ve 600 men armut gönderiyordu.60 Aksaray II. Kılıç Arslan (1155-1192) tarafından, özellikle bir ticaret merkezi olarak tasarlanıp, 1155’te kurulan Aksaray’da, bir kale ile kervansaraylar yapılmış, pazarlar kurulmuştur. Mezkûr sultan, buraya Azerbaycan’dan; tacir, 54 Marco Polo, age. s. 25- Pegolotti, age. s. 28- Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993, s. 116. 55 Pegolotti, age. s. 208. 56 İbn Batuta, age. s. 204. 57 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, s. 363. 58 Strange, age. s. 118- Turan, Doğu Anadolu… s. 72. 59 Hamdullah Müstevfi, age. s. 94-95- ayrıca bak. Strange, age. s. 118- Togan, agm. s. 22- Ş. Turan, age. s. 116- Yuvalı, agm. s. 597. 60 Zeki Velidi Togan, “Reşideddin’in Mektuplarında Anadolu’nun İktisadi ve Medeni Hayatına Ait Kayıtlar”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul1953, C. XV, No: 1-4, s. 42. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [39] ilim ve sanat erbabı, çiftçi vb. insanları iskân etmiştir. Ankara, Kayseri ve Konya gibi şehirleri Toros geçitlerine ve birbirine bağlayan önemli ticari yollar üzerinde olmasından dolayı şehir, kısa sürede gelişmiştir.61 Selçuklular devrindeki Aksaray; Türkiye’nin en güzel, kanallarla sulanan bağ, bahçe ve topraklarına sahip şehirlerinden biri olarak nitelendirilmiştir. Bu şehrin en meşhur ihraç ürünü olarak, koyunyününden imal edilen ve beldeye nispet edilen halı ve kilimlerden söz edilmektedir. Söz konusu halıların ticaret ve ihraç değerleri o kadar fazlaydı ki; Şam, Mısır, Irak, Hindistan, Çin ve Türk ülkelerine satılırdı.62 Aksaray’da başta tahıl ve üzüm olmak üzere pek çok ürün yetiştirilirdi. Hamdullah Müstevfi şehrin yıllık vergi gelirinin 1340’larda 51bin dinar olduğunu kaydetmiştir.63 Ahlat İbn Hurdadbih, Ahlat’ın (Hilat) Şimşat, Erciş, Kalikala ve Bacuneys (?) ile birlikte ayrı bir bölge teşkil ettiklerini yazar.64 El-Mukaddesi, Ahlat’ın düzlük bir yerde kurulduğunu, kalenin topraktan olduğunu ve camiin de çarşılarının ortasında bulunduğunu kaydeder.65 X. yüzyıl coğrafyacıları arasında, şehrin adını Ahlat şeklinde yazan tek müellif de yine el-Mukaddesi’dir. el- Istahri ve ondan faydalanan İbn Havkal’a gelince, onlar Bargiri, Ahlat, Malazgirt, Bitlis, Kalikila ve Meyyafarikin şehirleri arasında fazlaca bir büyüklük farkı olmasa da Ahlat’ın diğer şehirlerden daha fazla gelişmiş olduğunu ve bunların merkezinde yer aldığını söylemektedir.66 Yalnız İbn Havkal’ın eserinde XII. yüzyıla ait olduğu anlaşılan ilavede asıl Ahlat’ın dışında onun iki katı büyüklüğünde meskûn ve mamur bir yerin bulunduğu kaydedildikten sonra ahalisinin zengin ve müreffeh olduğu, çarşılarının geniş caddeler üzerinde bulunduğu ve alış veriş yerlerinin oldukça 61 Anonim Selçukname, Anadolu Selçukluları Tarihi III, (çev. F. Nafiz Uzluk), TTK. Yayınları, Ankara 1952, s. 25- Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 233-235- Osman Turan, Selçuklular Hakkında Resmi Vesikalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014, s. 121- Osman Turan, “Kılıçarslan II”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C. 6, s. 70- M. Zeki oral, “Aksaray’ın Tarihi Önemi ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, (Vakıflar GenelMüdürlüğü yayınları) Ankara 1962, Sayı V, s. 223- Cl. Huart- Besim Darkot, “Aksaray”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997,C. I,s.274- İlhan Şahin, “Aksaray”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1989, C. II, s. 291. 62 İbn Batuta, age. s. 202. 63 Hamdullah Müstevfi, age. s. 95- Ayrıca bak. Strange, age. s. 149-150- Togan, agm. s. 23. 64 Kitabü’l-Mesalik ve’l-Memalik, s. 122, 123. 228, 246. 65 Ahsenü’t-Tekasim, (Yay. M. J. De Geoje), Leyden 1906, s. 374, 377. 66 İbn Hurdadbih, Kitabü’l-Mesalik Ve’l-Memalik, s. 188. Yaşar Bedirhan [40] büyük olduğu, başka ülkelerden tacirlerin gelip gittikleri haber verilmektedir.67 İbn Havkal’ın eserindeki bu haberlerin Selçuklular devrine ait bilgiler olduğunu belirtmek yerinde olur sanırız. Bu haberlere göre Ahlat şehri de diğer Selçuklu şehirlerinde olduğu gibi büyük bir gelişme göstermiştir. XII. ve XIII. yüzyıllardaki diğer müellifler de Ahlat’taki bu medeni gelişmeyi doğrulayan bilgiler vermektedirler. Hatta bu müelliflerden biri Ahlat ve bölgesindeki ticari gelirlerin Mısır’ın gelirine denk sayıldığını kaydederek Ahlat ve bölgesinin inanılmayacak derecede muazzam bir inkişafa mazhar olduğunu ifade eder.68 Malazgirt savaşından çok daha önce Selçukluların idaresi altına giren Ahlat’ta mahalli Mervanoğulları idaresi hüküm sürmekteydi. Ebu’l-Fida’nın mahalli bir kaynağa dayanarak verdiği bilgilere göre Ahlat Mervanoğulları’nın idaresinde iken onların zulmünden bıkmış ve usanmış olan halk h. 493 (1099 /1100) yılında dirayet ve aynı zamanda adaletini duydukları Türk emirlerinden Sökmen el- Kutbi’yi çağırıp şehri ona teslim etmişler, bunun üzerine Mervanoğulları da Ahlatı terk etmişlerdir.69 Böylece Ahlat, XII. yüzyılın başlarından itibaren Selçuklu Devletine bağlı olarak Ahlatşahlar’ın eline geçmiş ve tarihinin altın devrini, diğer bir deyişle en mutlu zamanını Ahlatşahların payitahtı olduktan sonra yaşamıştır.70 Bu şehir özellikle Ahlat-şahlar (1100-1207)devrinde çok mühim bir ilim, kültür ve ticaret şehri olarak teberrüz etmiştir. Yoğun şekilde yürütülen imar faaliyetleri arasında 300 hayvanı alabilecek büyüklükte ahırları bulunan kervansarayların inşa edildiği bilinmektedir. Yakut el-Hamevi, Ahlat’ın Van Gölü havzasının merkezi ve çok mamur bir belde olduğunu belirtmiştir. Bu dönemin Ahlatlı tacirleri gayet zengin ve müreffeh bir hayat sürmekte idiler. Söz konusu tacirler an Gölünde ve Karadeniz’de ticari gemilere sahip olmuşlardır. Nitekim 113 yılında, Ahlatlıların gemilerinin Karadeniz’de battığı, bir grup insanın öldüğü bilinmektedir. Selçuklu devri Ahlat şehrinin, suları tatlı, meyvesi boldur. Ahalisi eğlenceye düşkün, tüccarı zengindir.71 Mezkûr şehre pek çok tacir gelir-giderdi. Hatta Tebriz, horasan ve Cürcan’dan bile buraya tacirler gelmiştir. Bu durum, Ahlat’ın doğu-batı 67 İbn Havkal, Kitabu Suretü’l-Arz, II. (Yay. J. H. Kramers), Leyden 1939, s. 344 vd. 68 Sümer, Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, s. 54 vd. 69 el- Muhtasar Fi Ahbari’l-Beşer, II, İstanbul 1286, s. 223. 70 Faruk Sümer, “Ahlat ve Ahlatşahlar” Belleten, C. L. Sy. 197, s. 447 – 494. 71 Ahmed b. Yusuf b. Ali b. İbnü’l-Ezrak el- Farikî, Tarih-u Meyyafârikin ve Âmid, İstanbul 1990, s. 60. Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkasya, Nobel Yayınları, Ankara 2014, s. 317- 318. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [41] arasında mühim bir mübadele merkezi olmasını sağlamıştır. İktisadi kalkınma ilim, sanat, kültür ve edebiyat gibi alanlardaki faaliyetleri de yükselmiştir. Yakut ve Zekeriya Kazvini gibi XIII. Yüzyıl müelliflerinden olan İbn Said, “Ahlat tüccarlarının zengin ve halkının eğlenceye düşkün olduğunu” haber verir.72 Ahlat’ın gelişmesinde, her yerde ve her zaman olduğu gibi, ticaretin oldukça önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir. Gerçekten de İslam coğrafyacıları bununla ilgili olarak daha başka değişik rivayetlere de yer vermişlerdir. Mesela bir kayda göre, “h. 501 (1112 – 1113) yılında Ahlatlılar’a ait büyük bir ticaret gemisinin Konstantiniyye Denizinde (Karadeniz olmalı) battığı ve gemide bulunan Ahlatlılardan bir topluluğun boğulduğu” 73 rivayeti Ahlatlıların ticarete ne kadar büyük bir ehemmiyet verdiklerini açıkça gösterir. Coğrafyacıların eserlerinde Ahlata birçok tüccarın gelip gittiğini ve ticari faaliyetlerin oldukça yoğun olduğunu görüyoruz. Mesela Cürcan, Horasan ve Tebriz gibi birçok memleketlerden Ahlat’a tacirlerin geldiği bilinmektedir. Selçuklular devrinde özellikle siyasi istikrarın ve ticari faaliyetlerin çok gelişmiş olması ilim, sanat ve kültürün de ilerlemesine yol açmıştır. Bilhassa hâl tercümesine dair kitaplarda XII. ve XIII. Yüzyılda yaşamış Ahlatlı ilim ve din adamlarına sık sık rast gelinir. Ahlat ilim, kültür ve din adamlarıyla; zahid, mutasavvıf ve sanatkârlarıyla meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı şehre “Kubbetü’l – İslam” denilirdi. O dönemde muhtelif şehirlerde inşa edilen pek çok eserin Ahlatlı mimarlar tarafından yapılmış olması da buranın nasıl bir medeniyet merkezi olduğunu gösterir. Selçuklular ve onlara bağlı Ahlatşahlar; ilim, din, sanat ve tarikat adamlarını himaye ederek ilmin ve kültürün gelişmesine hizmet etmişlerdir. Ahlatlı meşhur sanatkâr ve âlimlerden bazıları şunlardır: Hacı el- Ahlatî, Mufaddal el-Ahlatî, Hurremşah el-Ahlati (mimar), Fahreddin el-Ahlati (astronomi bilgini), Ebu Ali el-Ahlati (filozof), İbrahim b. Abdullah, Hüseyin el-Ahlatî (kimyager), Safiyyüddin Ebu’l- Berekât, Abdü’sSelam b. Abdurrahman, Ali b. Muhammed, Şeyh Mümin ed-Darir, Yahya b. Ahmed, Muhammed b. Melikdâd, Muhammed b. Ali, Ali b. Ömer (âlim). 74 Selçuklular devrinden itibaren bir medeniyet ve kültür merkezi olan Ahlat, aynı zamanda esnaf ve sanatkâr birlikleri Ahiliğin de ilk teşkilatlandığı 72 Sümer, agm. s. 454. 73 O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 90, Sümer, s. 455. 74 Abdülkerim Özaydın, “Ahlatşahlar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. VIII, s. 206- 209. Yaşar Bedirhan [42] yerlerden birisidir. Bu teşkilat daha sonra Anadolu şehirlerinde olduğu gibi Ahlat’ın siyasi tarihinde önemli rol oynuyor ve bu münasebetle, hücuma uğradığı zaman şehrin müdafaasına da katılıyorlardı. Hatta İbnü’l-Esir’e göre Ahlat’ın hâkimiyeti onların elinde idi. Bu müellife göre, idaresinden hoşnut olmadıkları hükümdarları öldürürler yerlerine başkalarını geçirirlerdi. 75 Hamdullah MüstevfiAhlat’ın yıllık vergi tutarının 51.500 dinar olduğunu kaydetmiştir.76 Mardin Pamuklarıyla ünlü olan bu şehirde iyi pamuk yetiştirilmekteydi. Pamuklu ve yünlü kumaşlar birçok ülkeye ihraç edildiği için şehir bu özelliği ile bilinmektedir. Mardin halkının çoğu tüccar ve sanatkâr idi77. Mardin hemen yakınındaki Koçhisar (Duneyser, Kızıltepe) milletler arası bir pazar yeri olarak canlanmıştır. Buraya Türkiye içerisinden, Suriye’den, el-Cezire bölgesinden tüccarlar gelerek alış-veriş yaparlardı. Bu canlılık dolayısıyla birçok han, hamam, cami gibi binalar yapılmış, çevre memleketlerden insanlar gelerek yerleşmişlerdir. Mardin Artukluları (1108- 1409) devrindeki Mardin, büyük sarayların, hanların, medreselerin, camilerin inşa edildiği, bahçelerle, havuzlarla süslendiği, çok güzel bir şehir olduğu anlatılmaktadır. Koçhisar’dan çevreye doğru işlek ticaret yolları yayılmakta idi. Bu yollarda gidip gelen ticaret kafilelerine birçok defa baskınlar olurdu. Nitekim Moğollar, 1252 yılında Anadolu’dan Bağdat’a gitmekte olan büyük bir kervanı basmışlar, insanları öldürerek mallarını gasp etmişlerdir. Yine 600 yük Mısır şekeri götüren başka bir kervanı da basarak 60 bin dinar altına el koymuşlardır. 1317 yılında da Mardin’den Şam’a doğru giden bir kervan kafilesi de yine Moğollar tarafından basılmıştır.78 Ünlü seyyah İbn Batuta, Mardin’i dağ eteğine kurulmuş büyük bir şehir ve İslam şehirlerinin en güzel şehirlerinden biri olarak tasvir eder. Çarşıları şirindir, orada “mer’iz” adıyla bilinen yün kumaşlar üretilmektedir. 79 75 İbnü’l-Esir, age. C. XII, s. 231-232. Turan , age. s. 123, Sümer, age. s. 54 vd. Özaydın, age. s. 207. 76 Hamdullah Müstevfi, age. s. 100. 77 Marco Polo, a.ge. s. 26. 78 Strange, age. 96- Turan, age. 107-110. 79 İbn Batuta, age. s. 162. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [43] Hamdullah Müstevfi, Mardin’de pamuk, tahıl ve meyve üretildiğini yıllık vergi gelirinin 236.200 dinar olduğunu nakletmiştir.80 Malatya Bizans-Abbasi mücadeleleri sırasında Müslümanların önemli bir üssü olan Malatya, Türklerin fethinden önce Süryanilerin elindeydi ve önemli bir Süryani kültür merkeziydi. Danişmend Melik Ahmed Gazi’nin (öl. 1105) Malatya’yı fethinden (18 Eylül 1101) sonra Müslimlerle Gayrimüslimlerin birlikte yaşadıkları bir ticaret, ilim, fikir ve kültür şehri olmuştur.81 Özellikle Süryaniler ile Türkler arasındaki dostane münasebetler dikkati çekmektedir. Türkiye Selçuklu Devleti Kösedağ Savaşında (1243) İlhanlılara (1256-1353) yenildiğinde Malatya sakini olan Türkler ve Hıristiyanlar şehri kargaşa ve idaresizlikten kurtarmak, metropolit Mar Dionysius’un yönetiminde birlik ve dayanışma içinde yaşamak için birbirlerine sadakat yemini etmişlerdir.82 Malatya’nın Kuzey Mezopotamya ve Suriye2den, Anadolu’ya ulaşan yollar üzerinde bulunuşu, buranın canlı bir ticarete kavuşmasına yaramıştır. Malatya meralarının çokluğu dönemin müverrihlerinin dikkatini çekmiştir. Malatya’da bol miktarda tahıl, pamuk ve meyve yetiştirilerek komşu ülkelere ihraç edilirdi.83 Ancak 1241 Babailer İsyanı ve 1243 Kösedağ mağlubiyeti Türkiye Selçuklu Devleti’nin sarsılmasına sebep olmuş, bu olaylardan sonra Doğu Anadolu şehirleri gibi Malatya da her alanda gerilemeye başlamıştır.84 Bütün bu olumsuzluklara rağmen 1315’li yıllarda Malatya Türkiye’nin önemli bir sanayi ve ticaret şehriydi ve burada 12 bin veya 19 bin kumaş dokunan tezgâh bulunuyordu. Mezkûr tarihte Memluk askerleri şehri yağmalayarak pek çok insanı esir etmişler ve bol miktarda halı, kumaş ve vazo gibi kıymetli eşyayı almışlardır.85 80 Strange, age. s.96- Togan, agm. s. 27- Turan, age. s. 210- Yuvalı, agm. s. 598-599. 81 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 141-142- Mikail Bayram, “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Bazı Yöreler Arasındaki Farklı Kültürel Yapılanma ve Siyasi Boyutlar”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya 1994, Sayı I, s. 83- Mikail Bayram, “Selçuklular Zamanında Malatya’da İlmi ve Fikri Faaliyetler”, I. II. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri, Konya 1993, s. 119. 82 Ebu’l-Ferec Gregory (Bar Hebraeus), Ebu’l-Ferec Tarihi, (çev. Ö. Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 1950, C. II, s. 543- Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 235. 83 Strange, age. s. 120. 84 Bayram, agm. s. 85. 85 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 641. Yaşar Bedirhan [44] Sonuç Anadolu Selçuklu Devleti, Türk tarihinde yer alan önemli devletlerden biridir. Dahası, Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu`da asırlarca süren etkiler bırakan faaliyetler gerçekleştirmiştir. Yapılan kervansaraylar, hanlar, hamamlar, camiler, köprüler ve benzeri yapılar asırlar boyu kullanılmıştır. Günümüzde dahi Anadolu`nun çeşitli yerlerinde Anadolu Selçuklu Devleti`nin eserleri bulunmaktadır. Mimari eserlerin aynında, Anadolu Selçuklu Devleti önemli sistemleri de Anadolu`ya kazandırmıştır. Fethedilen şehirlere ilim adamların yerleştirilmesi ve ahilik teşkilatı gibi uygulamalar asırlar boyu Anadolu`nun şeklini belirlemiştir. Günümüzde hala Anadolu`da Anadolu Selçuklu Devleti`nin etkilerinin görüldüğü iddia edilebilir. Ticari algımızın ve sosyal algımızın Anadolu Selçuklu Devleti tarafından oluşturulan kriterlere benzer nitelikler taşıdığı ileri sürülebilir. Anadolu Selçuklu Devleti`nin en önemli özelliklerinden biri de ticarete büyük bir önem vermiş olmasıdır. Tüccarlara vergi indirimlerinin uygulanması, zengin tüccarların belirli bölgelere yerleştirilmesi, ahilik teşkilatının kurulması, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney olmak üzere iki önemli ticaret güzergahının oluşturulması ve ticaret yollarının korunması gibi faaliyetler ülkede ticaretin hızla gelişmesini sağlamıştır. Bu durumun bir sonucu olarak, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde şehirlerde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Özellikle Doğu-Batı ve KuzeyGüney güzergahlarında bulunan şehirlerde ciddi bir ticari gelişim ortaya çıkmıştır. Bu şehirlerdeki gelişim şu şekilde özetlenebilir: Bu şehirlerden olan Konya, Devletin başkenti olması ve ticaret yollarının kesişim noktasında bulunması nedeniyle ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Zira şehre çeşitli devletlerden tüccarlar yerleşmiş ve hatta konsolosluk dahi kurulmuştur. Sinop, Alanya ve Antalya`dan gelen ve Anadolu, da Kuzey-Güney güzergahını kullanan kervanların ulaştığı nokta olmuştur. Zira buraya gelen mallar Karadeniz`e açılmakta ve hem Asya`ya, Hem de Kırım`a ulaşmıştır. Bu durum şehrin önemli bir ticaret şehri olmasını sağlamıştır. Anadolu Selçuklu Döneminde Ankara`nın önemli bir ticaret alanı olduğu bilinmektedir. Özellikle ticari güzergâhlarda bulunması ve Bizans ile kolay ulaşım imkânına sahip olması, şehrin ticari hayatını canlandırmıştır. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [45] Samsun, Anadolu Selçuklu Dönemindeki önemli limanlardan biri konumunda olmuştur ve Karadeniz`e açılan bir kapı niteliğinde olmuştur. Antalya ve Alanya`dan başlayan ticaret kervanlarının önemli bir bölümü Samsun`a gelmiş ve oradan Karadeniz`e açılmıştır. Kayseri, sahip olduğu özellikler nedeniyle Anadolu Selçuklu Döneminde ticari gücünü geliştirmiştir. Özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, Ahi Evren ve eşinin ahilik teşkilatını ilk uyguladığı yerin Kayseri olarak görülmesidir. Sivas Anadolu Selçuklu Döneminde ticaret açısından en büyük şehirlerden biri olmuştur. Çeşitli kaynaklarda Sivas`ın o dönemde dünyanın ticaret merkezlerinden bir olduğu belirtilmektedir. Antalya Anadolu Selçuklu Döneminde ticari açıdan iki önemli göreve sahip olmuştur. Birincisi, Antalya bir liman kenti olarak büyük bir gelişim göstermiştir. İkincisi, Antalya, Devlet tarafından sunulan teşviklerle beraber tüccarlar tarafından çok cazip bir yer haline gelmiştir. Alanya`nın fethedilmesi ile beraber şehirde hem liman ticareti hem de kereste ticareti yoğun bir biçimde görülmüştür. Dahası bazı dönemlerde yönetim merkezi olarak kullanılmıştır. KAYNAKÇA Ahmed b. Yusuf b. Ali b. İbnü’l-Ezrak el- Farikî, Tarih-u Meyyafârikin ve Âmid, İstanbul 1990. Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri; Mevlana ve Etrafındakiler, (çev. T. Yazıcı), İstanbul 1986, C. I. Ahsenü’t-Tekasim, (Yay. M. J. De Geoje), Leyden 1906. Aknerli Grigor, Moğol Tarihi (çev. Hırand Andreasyan), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1954. Anonim Selçukname, Anadolu Selçukluları Tarihi III, (çev. F. Nafiz Uzluk), TTK. Yayınları, Ankara 1952. ATÇEKEN, Zeki- BEDİRHAN, Yaşar, Selçuklu Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, 2. Baskı Konya 2014. BAYKARA, Tuncer , Selçuklular Devrinde Konya, Konya 1998. BAYRAM, Mikail , “Selçuklular Zamanında Malatya’da İlmi ve Fikri Faaliyetler”, II. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri, Konya 1993. Yaşar Bedirhan [46] BAYRAM, Mikail , Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991. BAYRAM, Mikail , Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Konya 1994. BAYRAM, Mikail , Tasavvufi Düşüncenin Esasları (Ahi Evren), Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara 1995. BAYRAM, Mikail, “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Bazı Yöreler Arasındaki Farklı Kültürel Yapılanma ve Siyasi Boyutlar”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya 1994, Sayı I. BAYRAM, Mikail, “Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’da Dini ve Fikri Hareketler”, Dünden Bugüne Konya’nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya 1999 (Ayrı Basım). BAYRAM, Mikail, “Anadolu Selçukluları Zamanında Konya’nın Yeniden Kurulması ve Gelişmesi”, Prof.Dr. İsmail Aka Armağanı, İzmir 1999. BAYRAM, Mikail, “Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) Hakkında Bazı Yeni Kaynaklar”, X. Türk tarih Kongresi Bildirileri (Ankara 22-26 Eylül 1986), Ankara 1991. BAYRAM, Sadi- Karabacak, A. Hamdi, “ Sahip Feridü’d-Din Ali’nin Konya, İmaret ve Sivas Gökmedrese Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1981, Sayı XIII. BEDİRHAN,, Yaşar , Selçuklular ve Kafkasya, Nobel Yayınları, Ankara 2014. CAHEN Cl., Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (çev. Yıldız Moran), İstanbul 1994. COŞKUNER, Fahrettin , Menakıb-ı Şeyh Evhadü’d-Din Hamid elKirmani, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1994. DARKOT, Besim , “Aksaray”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997,C. I. DARKOT, Besim , “Sivas”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C. X. DORDLEVSKİ, V. , Anadolu Selçuklu Devleti, (çev. Azer Yaran), Ankara 1988. Ebu’l-Abbas Şihabüddin Ahmed b. Ali Kalkaşendî, Subhu’l-Aşa fi Sınâati’l- İnşâ, C. V, Berut 1987. Ebu’l-Ferec Gregory (Bar Hebraeus), Ebu’l-Ferec Tarihi, (çev. Ö. Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 1950, C. II. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [47] Ebu'l-Fidâ, İsmail b. Ali b. Muhammed, el- Muhtasar Fi Ahbari’lBeşer, II, İstanbul 1286. el-Omari, Mesaliku’l-Ebsâr, (nşr. Fr. Taeschner), Leibzig 1929. ERAVŞAR, Osman, Seyahatnamelerde Kayseri, (Kayseri Ticaret Odası Yayınları), Kayseri 2000. Feridun Bin Ahmed Sipahsalar, Menakıb-ı Hazret-i Hüdavendigar, (Tercüme-i Risale-i Sipehsalar), İstanbul 1331, (çev. Midhat Bahri Hüsami). Gesta Francorvm Et Alıorvm Hıerosolımıtanorvm, (ing. Çev. Rosalin Hild), The Deeds Of The Franks and The Other Pilgrims to Jerusalem, London 1962. GÜÇLÜAY, Sezgin , Selçuklular Döneminde Ortadoğu’da Ticaret (XI-XIII. Yüzyıllar), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elazığ 1999. HEYD, W. Yakındoğu Ticaret Tarihi, (çev. E. Ziya Karal), TTK. Yayınları, Ankara 2000. İbn Batuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fi Garaibi’l-Emsar ve Acaibi’l-Efsar, İstanbul 1333-1335. İbn Bibi el-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi, elEvâmirü’l-Alâi’ye fi’l-Umuru’l-Alâi’ye, C. II, (çev. M. Öztürk), Ankara 1996. İbn Havkal, Kitabu Suretü’l-Arz, II. (Yay. J. H. Kramers), Leyden 1939. İbn Hurdadbin, el-Mesalik ve’l-Memalik, (Tah. E. Brill), Lieden 1989, Beyrut Tarihsiz. İbnü’l-Esri, el-Kâmil fi’t-Tarih, (Çev. A. Özaydın), C. 7, İstanbul 1987. İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Konya 1994. İzzeddin İbn Şeddad, Baypars Tarihi, (çev. M.Ş. Yaltkaya), İstanbul 1941, C. II. KAZVİNİ , Hamdullah Müstevfi , The Geographical Part of The Nuzhat al-Qulûb, (yay. G. Le Strange) Leyden 1915. KAZVİNİ , Hamdullah Müstevfi, Tarih-i Güzide, (ing. Çev. G. Browne), Leiden 1913. KAZVİNİ, Zekeriya b. Muhammed b. Mahmud Asaru’l-Bilad, (nşr. Dar Sader), Beyrut Tarihsiz. Kerimü’d-Din Mahmud Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbar ve Müsâyeretü’l-ahyar, (çev. Mürsel Öztürk), TTK. Yayınları, Ankara 2000. Yaşar Bedirhan [48] KÖYMEN, M. Altay , “Selçukluların Kendilerine Mahsus İktisadi Vaziyetleri Var Mıydı ?”, Milli Kültür, Ankara 1979, C. I, Sayı, XII. KUCUR, Sadi, Sivas, Tokat ve Amasya’da Selçuklu ve Beylikler Devri Vakıfları (Vakfiyelere Göre), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1993. KÜÇÜKDAĞ, Yusuf , “Konya Mevlanâ Dergahı ve Türbe Hamamına Dair İki Mevlevi Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara 1994, Sayı XXIII. MERÇİL, Erdoğan , Türkiye Selçuklularında Meslekler, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 2000. Muhammed Hüseyin b. Halef et-Tebrizî, Burhan-ı Kat’ı, (çev. Mütercim Âsım Efendi, Haz. Mürsel Öztürk- Derya Örs), Türk Dil Kurumu Yayınları Ankara 2000. ONULLAHİ, Seyidaga M. , XIII. XVII. Asılarda Tebriz Şeherinin Tarihi (Sosyal İktisadi Tarih), Azerbaycan SSR. İlimler Akademisi Tarih Enstitüsü, Bakı 1982. ORAL, M. Zeki , “Aksaray’ın Tarihi Önemi ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, (Vakıflar GenelMüdürlüğü yayınları) Ankara 1962, Sayı V. ÖNDER, Mehmet , Mevlânâ Şehri Konya, (Tarihi Kılavuz), Ankara 1971. ÖZAYDIN, Abdülkerim, “Ahlatşahlar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. VIII. PAKALIN, M. Zeki , Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. I, İstanbul 1993. PEGOLOTTİ, Francesso Balcucci , La Pratica Della Mercatura, (yay. Allan Evans) Newyork 1970. POLAT, M. Said , Moğol İstilasına Kadar Türkiye Selçuklularında İctimai ve İktisadi Hayat, (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi”, İstanbul 1997. POLAT, M. Said, “Selçuklu Türkiyesi’nde Ticaret”, Türkler, C. VII, Ankara 2002. POLO, Marco , Geziler Kitabı (çev. Ömer Güngören), İstanbul 1985. POLO, Marco, The Travels of Marco Polo, Newyork 1930, (İng. Çev. Manuel Komroff). RUBRUK, Wilhelm Von , Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253- 1255), (çev. Ergin Ayan), İstanbul 2001. Türkiye Selçukluları Devrinde Anadolu’nun Ticaret Şehirleri [49] SARRE, Friedrich , Konya Köşkü, TTK Yayınları, (çev. Şehabeddin Uzluk), Ankara 1989. SPULER, Bertold , İran Moğolları (çev. Cemal Köprülü), TTK. Yayınları, Ankara 1987. STRANGE, G. Le , The Lands of The Eastern Caliphate, London 1966. SÜMER, Faruk , “Ahlat ve Ahlatşahlar” Belleten, C. L. Sy. 197. SÜMER, Faruk , “Keykubad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. XXV, SÜMER,Faruk , Yabanlu Pazarı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1985. ŞAHİN, İlhan , “Aksaray”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. II , İstanbul 1989. ŞEŞEN, Ramazan , Selahaddin Eyyubi ve Devleti, İstanbul 1987. The Deeds of The Franks and The Other Pilgrims to Jeruselam, London 1962. TOGAN, Z. Velidi , “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, C. I, İstanbul 1931. TOGAN, Zeki Velidi , “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, C. I. İstanbul 1931. TOGAN, Zeki Velidi , “Reşideddin’in Mektuplarında Anadolu’nun İktisadi ve Medeni Hayatına Ait Kayıtlar”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C. XV, No: 1-4. İstanbul1953. TURAN, Osman , “Selçuklu Kervansarayları”, Belleten C. X, Sayı, 39, Ankara 1946. TURAN, Osman , “Selçuklular Zamanında Sivas Şehri”, A.Ü. DTCF Dergisi, C. IX/4, Ankara 1951 TURAN, Osman , Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993. TURAN, Osman , Selçuklular Hakkında Resmi Vesikalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014. TURAN, Osman , Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1993. TURAN, Osman , Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993. Yaşar Bedirhan [50] TURAN, Osman, “Kılıçarslan II”, İslam Ansiklopedisi, C. 6. Eskişehir 1997. TURAN, Osman, “Selçuklu Vakfiyeleri I, Şemseddin Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, Ankara 1947, C. XI. TURAN, Şerafettin , Türkiye –İtalya İlişkileri I, (Selçuklular’dan Bizans’ın Sona Erişine), İstanbul 1990. WİTTEK, Paul , Menteşe Beyliği 13-15. Asırda Küçük Asya Tarihine Ait Tetkik, (çev. Ş. Gökyay), TTK. Yayınları, Ankara 1944. YAZICI, Tahsin , “Tebrizî”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C. XII/II. YİNANÇ, Mükrimin Halil , “Danişmendliler”, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, C.III. YİNANÇ, Mükrimin Halil , “Sivas Abideleri ve Vakıfları I”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1991, Sayı, XXII. YUVALI, Abdulkadir , “İlhanlıların Doğu Anadolu Politikası ve Doğu Anadolu Şehirlerinin Vergi Potansiyeli”, XI. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. II , Ankara 1994.
.Anadolu’da Selçuklu Dönemi İdare Sisteminin Mekânsal Örgütlenmeleri: Selçuklu İdarî Birim Organizasyonları (ve Evrimi) Dr. Koray ÖZCAN* Özet: Bu araştırma, Türklerin Anadolu yerleşim zincirine katıldığı Selçuklu egemenlik döneminde, Anadolu coğrafyasında örgütlenen Selçuklu dönemi idare sisteminin mekânsal-işlevsel unsuru olarak Selçuklu idarî birim organizasyonlarını tanımlamayı amaçlamaktadır. Araştırmanın varsayımı, Selçuklu idare sisteminin mekânsal örgütlenmeleri olarak, idarî birim organizasyonlarının tarihsel kökenlerinin Orta Asya ve İran Türk-İslâm devlet gelenekleri ile Anadolu’da devralınan Bizans idare coğrafyası mirasına dayandığı ve Anadolu’nun coğrafi koşulları ile dönemin askeri-siyasal-yönetsel içsel-dışsal dinamikleri kapsamında biçimlendiğidir. Araştırmada Selçuklu idare sisteminin mekânsal bileşenleri olarak idarî birimlerin belirlenmesinde, vakâyinâme, menâkıb-nâme, vakfiye, temlik-nâme, ahid-nâme gibi özgün tarihi kayıtların irdelenmesi ve elde edilen bulguların haritalar üzerine aktarılmasına dayanan bir metodoloji izlenmiştir. Anahtar Kelimeler: Anadolu, Selçuklu dönemi, idare sistemi, idarî birim organizasyonları. 1. Giriş Bu araştırma, Türklerin Anadolu yerleşim zincirine katıldığı Selçuklu egemenlik döneminde, Anadolu coğrafyasında örgütlenen Selçuklu dönemi idare sisteminin mekânsal-işlevsel unsuru olarak Selçuklu idarî birim organizasyonlarını tanımlamayı amaçlamaktadır. Anadolu Selçuklu kent kültür ve medeniyeti üzerine yapılmış araştırmalar değerlendirilirse; Selçukluların savunma sistemleri, üretim-dağıtım sistemleri, dinsel örgütlenmeler ya da İslâmî alt felsefeler, kent ya da eyalet yönetimi/yöneticileri ve kurumları ve toprak kullanımı ve idare sistemi gibi kent kültür ve medeniyet kurumlarının, Orta Asya ya da İran Türk-İslâm Devletleri’nden alınarak, Türklerin Anadolu’da karşılaştıkları ve karşılıklı sosyal, kül- * Selçuk Üniversitesi Müh.-Mim. Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Selçuklu /Konya korayzcan@yahoo.com bilig, Kış / 2006, sayı 36 202 türel, ekonomik ya da hukuksal ilişkiler kurdukları Bizans kültür ve medeniyetine adapte ettikleri söylenebilir (Özcan 2005: 50-52). Bu noktada, Anadolu’da Selçuklu dönemi Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel arka plânı üzerine bir değerlendirme yapılırsa, Türklerin; göçebe ve yerleşik yaşama dair tüm kültürleri ile birlikte; IX. yüzyılda başlayan ve yaklaşık iki yüzyıl süren Orta Asya’dan Anadolu’ya göç hareketi sürecinde, karşılaştıkları birtakım farklı millet ve kültürlerle temasları neticesinde, Orta Asya kent yaşamına ait kültürlerinin, Mavera-ün-nehir, Horasan ve Irak-ı Acem yörelerinde yayılmış İran-İslâm kültürü ile sentezleyerek Anadolu’da karşılaştıkları Yunan-Roma kültür ve medeniyetlerinin karşılıklı etkileşiminin ortak ürünü olarak; İslâm dünyasında görülmeyen bir anlayışa sahip yeni ve özgün bir idare sistemi kurdukları düşünülmektedir. Dolayısıyla araştırmanın varsayımı, Selçuklu idare sisteminin mekânsal örgütlenmeleri olarak tanımlanan idarî birim organizasyonlarının, Orta Asya Türk ve İran Türk-İslâm coğrafyasından Anadolu’ya taşınan ya da aktarılan devlet gelenekleri ile Anadolu’da devralınan Bizans idare coğrafyası mirası üzerinde örgütlendiği ve Anadolu’nun özgün coğrafi koşullarının ve dönemin askeri-siyasal-yönetsel içsel-dışsal dinamiklerinin Selçuklu idarî birimlerinin mekânsal-işlevsel kurgusu üzerinde etkin olduğudur. Araştırmanın zaman dizgisi, Selçuklu idare birim organizasyonlarının dönemin askeri-siyasal koşulları ve sosyal-kültürel yapılanmaları gibi içsel ve dışşal etkenlere dayalı olarak değişim-dönüşüm süreci kapsamında dört alt zaman diliminde ele alınmıştır. Araştırmada, vakâyinâme, menâkıb-nâme, vakfiye, temlik-nâme, ahid-nâme gibi dönemin özgün tarihi kayıtlarının Selçuklu idarî birim organizasyonlarının mekânsal-işlevsel niteliklerinin belirlenmesine dönük olarak irdelenmesi ve elde edilen bulguların haritalar üzerine aktarılmasına dayanan bir metodoloji izlenmiştir. 2. Tarihsel-Mekânsal Arka Plân Burada araştırmanın varsayımlarına dönük olarak, Selçuklu dönemi idarî birim organizasyonlarının tarihsel arka plânı açısından mekânsal-işlevsel kurgusu üzerinde etkin olduğu öngörülen unsurlar olarak; Orta Asya Türk ve İran Türk-İslâm devlet gelenekleri ile Anadolu’da Bizans idare coğrafyası ve Anadolu’nun tarihi coğrafyasına ilişkin biri dizi açıklamalar yapılacaktır. Bu çerçevede, Selçukluların Anadolu coğrafyasına taşıdıkları öngörülen Orta Asya ve İran Türk-İslâm devlet gelenekleri mirası idarî birim organizasyonları açısından irdelenirse, Hun Devleti dönemine tarihlenen ülke topraklarının hanedan üyeleri arasında askeri nitelikli yirmi dört idarî birime ayrıldığına ya da Uygur hanedanı döneminde Beş Şehirli Vilayet gibi idarî birimlerin varlı- Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 203 ğına ilişkin kayıtlar, Orta Asya Türk idarî birim organizasyonlarının erken dönemlere dek uzandığını ortaya koymaktadır (Mori 1978: 221-222, Genç 1997: 25, Kaşgarlı Mahmud 1998-1999: I/111-113). Bu kapsamda, Orta Asya ve İran Türk-İslâm coğrafyası idarî birim organizasyonlarının mekânsal-işlevsel çerçevesi tanımlanırsa; ülke topraklarının her biri Hakan soyundan gelen ilig veya beg ya da İslâmî dönemde melik adı verilen prensler tarafından muhtar statüde ya da yerel yöneticilerden seçilen öge veya su-başı ya da İslâmî dönemde vülât ya da vezir adı verilen umumî valiler veya askeri nitelikli uc valileri tarafından doğrudan Hakanlara tâbi olarak idare edilen idarî birimlere ayrıldığı anlaşılmaktadır (Le Strange tarihsiz: 113-130, Togan 1964: 21-64, Barthold 1975: 245-273, Ögel 1955: 339- 340, Ögel 2001: 63-64, Köymen 1964: 331-332, Donuk 1988:19-20, 54- 55, Sevim-Merçil 1995: 51). Orta Asya ve İran Türk-İslâm egemenlik coğrafyası idarî birim organizasyonları toprak kullanım politikaları kapsamında değerlendirilirse, ülke topraklarının ülüş sistemi adı verilen Hakan soyundan gelen melikler arasında paylaştırılmasına ve yarı-yerleşik ya da göçebe topluluklara İslâmî iktâ sistemi kapsamında, özellikle uc olarak tanımlanan Hıristiyan devletlere komşu sınır bölgelerinde, yaylak-kışlaklar verilmesi yoluyla yerleştirilmesine dayanan bir idare sistemi örgütledikleri görülmektedir (Togan 1981: 210-212, Hüseynof 1981: 725-726, Cahen 1955-1956: 348-358, Köymen 1964: 331-332, Uzunçarşılı 1998: 113-119, Köprülü 1931: 165-313, Ortaylı 2000:155-166, Turan 1948: 549-571, Cahen 2001: 100-111, Ülken 1973: 1-62, Ateş 1982: 83-86, Doğan 1998: 64-72). Anadolu’da Selçuklu egemenliği öncesinde örgütlenmiş Bizans idarî birim organizasyonları irdelenirse, Bizans idare coğrafyasının Roma dönemi Anadolu idarî birim organizasyonları mirası üzerinde, Anadolu topraklarından vergi ve gerektiğinde asker toplanmasına dayalı olarak strategos askeri nitelikli valiler tarafından yönetilen thema sistemi kapsamında örgütlendiği söylenebilir. Ancak XI. yüzyılda başlayan Selçuklu fetihlerinin ortaya çıkardığı askeri-siyasal gereksinimlere dayalı olarak yeniden örgütlenen thema sistemi kapsamında, İslâm ülkelerine komşu askeri-siyasal sınır bölgelerinde askeri yükümlülükler karşılığında toprak verme ve vergi muafiyeti getirme gibi teşviklerle asker köylülerin iskân edilmesi ile oluşturulan sınır güvenlik kurumları işlevindeki akritai ile dağlık geçit bölgelerinin güvenlik-denetiminin sağlanmasını amaçlayan kleisura adı verilen askeri yapılanmalardan oluşan bir idarî organizasyon kurulmuştur (Köprülü 1931: 165-313, Ramsay 1960, Stewig 1970: 92, Honigmann 1970: 40-91, Levtchenko 1975: 161-163, 202-203, 336-337, Ostrogorsky 1995: 89-92, Ortaylı 2000: 32-34). bilig, Kış / 2006, sayı 36 204 Buradan hareketle, Anadolu’da Bizans dönemi idare coğrafyasının mekânsal-işlevsel kurgusu üzerinde Roma dönemi idarî birim organizasyonları mirası ile dönemin askeri-siyasal dinamiklerinin ve ekonomik koşullarının etkin olduğu söylenebilir. Ancak burada gözardı edilmemesi gereken husus, dağ kitleleri, vadi zincirleri ve kıyı alanları olmak üzere birbirinden bağımsız birimlerden oluşan Anadolu’nun kendine özgü coğrafi koşullarının; yukarıda açıklanan Bizans döneminin idarî birim organizasyonlarını biçimlendirdiği gibi Selçuklu idare sisteminin mekânsal altyapısını oluşturan idarî birimlerin de potansiyel etki-yetki sınırlarını da biçimlendirdiğidir (Harita 1, Harita 2, Harita 3). Nitekim Bizans döneminde Anatolikon Theması adı altında askerî-idarî birim olarak örgütlenmiş yüksek dağ silsileleriyle çevrilmiş Orta Anadolu platosunun, Selçuklu döneminde Anadolu Eyaleti olarak ya da Ereğli, Ermenek, Larende, Mut, Gülnar ve Silifke yörelerini kapsayan Isauria ya da Cilicia Tracheia/Dağlık Kilikya Theması topraklarının Selçuklu döneminde Kamerüddin İli adı altında örgütlendiğine ilişkin kayıtlar, Anadolu’nun değişmeyen özgün coğrafi koşullarının idarî birim organizasyonları kurgusu üzerinde etkinliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir (Ibn Bibi 1941: 43, Ibn Bibi 1996: II/202, Anonim Selçuk-Nâme 1952: 41, Müneccimbaşı 2001: 49, Kaymaz 1970: 99, Akdağ 1995: 69, Turan 1988: 164-165, Darkot 1961: 35-46, Darkot 1966: 31-41). 3. Selçuklu İdari Birim Organizasyonları Kurgusu Yukarıda açıklanan tarihsel arka plân kapsamında Selçuklu idarî birim organizasyonları idare sistemi açısından değerlendirilirse; ancak XIII. yüzyıldan itibaren kurumsallaşma ve örgütlenme sürecini tamamlayabilen Selçukluların, diğer ortaçağ devletlerinden ya da Danişmendliler gibi Anadolu-Türk feodal devletlerinden farklı olarak, Anadolu’da devraldıkları askeri nitelikli thema adı verilen idarî birim organizasyonlarına dayanan Bizans idarî coğrafyası alt yapısı üzerinde, Orta Asya-Türk ve İran-İslâm devlet geleneklerinden gelen ülke topraklarının hanedan üyeleri arasında paylaşımına dayanan ülüş sistemi ve İslâmî iktâ sisteminin sentezi niteliğinde bir idare sistemi kurdukları söylenebilir (Köprülü 1331: 193-232; Tönük 1945: 52, Turan 1948: 549-574, Turan 1988a: 951-959, Pehlivanoğlu 1959: 45, Sencer 1969: 18- 25, Ülken 1973: 1-62, Ashtor 1976: 213-214, Tezel 1977: 3-30, Cahen 1955-1956: 348-358, Cahen 1986: 1088-1091, Cahen 1994: 176-190, Cahen 2001: 100-111, Yazıcıoğlu 1983: 72-95, Uzunçarşılı 1988: 113-117, Merçil 1997: 175-176, Ortaylı 2000: 155-166, Yerasimos 2000: 122). Bu idare sisteminin yansımaları olarak, Selçuklu egemenlik coğrafyasının doğrudan Sultan veya Divan Dairesi’ne/merkezi idareye bağlı olarak melikler veya subaşı adı verilen askeri ya da şahne adı verilen ve genellikle Ahilerden seçilen sivil valiler tarafından yönetilen idarî birimleri; idare merkezi niteliğin- Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 205 de bir kentin bulunduğu vilayet ya da eyaletler ve tâbi kasabalar, beldeler, kaleler ya da karahisarlar ve köylerden oluşan tüm mülkiyet ve iktâ hakları dahil olmak üzere, özerk ya da federal idarî birimlerden oluştuğu anlaşılmaktadır (Ibn Bibi 1996: I/59, 426, Köprülü 1331: 193-232, Price 1956: 32-33, Sümer 1962: 221, Kaymaz 1964: 114, Turan 1970: 254, Ashtor 1976: 213- 214, Togan 1981: 211; Baykara 1985: 49-60, Baykara 2000: 177-185, Gordlevski 1988: 249-269, Cahen 1994: 235-242, Cahen 2001: 112-122, Akdağ 1995: 48-49, Ortaylı 2000: 166). Selçuklu idarî birim organizasyonları idare biçimi ve mekanizması açısından “tabiîyet” ve “bağımsızlık” olarak iki farklı dönemde değerlendirilebilir. Buna göre; II. Kılıç Aslan dönemine dek (1155-1196) Anadolu Selçuklu sultanlarının kendi adlarına para bastırmamaları Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi bir devlet olduklarını düşündürdüğü gibi, I. Alâaddin Keykubad dönemine dek (1220-1237) Selçuklu meliklerinin hemen hepsinin bir egemenlik işareti olarak kendi adlarına para ya da sikke bastırdıkları, hutbe okuttukları, devlet işleri ve ikâmetgâh için saray ya da devlethâneler yaptırdıklarına ilişkin kayıtlara dayanılarak, Selçuklu idarî birimlerinde meliklerin tamamen özerk ya da muhtar statüde bir idare mekanizması kurdukları söylenebilir (Hinrichs 1991: 31-34, Artuk 1960: 221, Sağlam 1960: 203, Koca 1994: 149-161, Koca 1995: 62-63, Taneri 1966: 142-144, Köymen 1988a: 1359-1373, Oral 1953: 501-502). Ancak II. Kılıç Aslan’dan sonra aralıkla iki kez sultan olan I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1196; 1205-1211), II. Kılıç Aslan dönemine tarihlenen özerk ya da muhtariyet statülü meliklik uygulamasının yarattığı siyasal belirsizlik ve karışıklıklara dayalı olarak, büyük oğul İzzeddin Keykavus’u Malatya ve Harput, ortanca oğul Alâaddin Keykubad’ı Tokat ile birlikte tüm Danişmend-İli’ne melik olarak atamakla birlikte* , meliklerin yetkilerini sınırlandırılmış ve meliklere bulundukları vilayetlerde sadece Sultan adına idare yetkisi verilerek, kendi adlarına hutbe okutmaları ya da sikke bastırmaları veya komşu devletlerle savaş/barış yapmaları gibi yetkileri kaldırılmıştır (Artuk 1980: 266, Cahen 1955-1956: 354, Kaymaz 1964: 131-132). Aynı çerçevede; idarî birimlerdeki subaşı ya da şahne adı verilen yöneticilere de görevlerinin kapsamı ve önemi ne olursa olsun, hiçbir zaman uzun sürelerle aynı idarî birim yönetiminde bırakılmamış ve sahip oldukları iktâları da hiçbir şekilde miras da dahil olmak üzere, ailelerine devretme hakkı verilmemiştir. * Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev çocuk yaştaki küçük oğul Keyferidun’a meliklik vermemiş ve Alâaddin Keykubad emrine bıraktığı Danişmend İli’ne tâbi Koyulhisar kentine göndermiştir (Turan 1971: 293-294). bilig, Kış / 2006, sayı 36 206 I. Alâaddin Keykubad’ın Selçuklu tahtına çıkmasından sonra ise meliklik sistemi ya da mülk veya gelirleri kapsayan büyük ve uzun süreli iktâlar verilmesi biçiminde örgütlenen idarî birim uygulaması, tamamen kaldırılmış ve tüm idarî birimler doğrudan merkeze bağlı eş statülü otonomiler haline getirilirken, fethedilen ülke meliklerine ya da askeri hizmetler karşılığı devlet yöneticilerine verilen iktâlar biçimindeki idarî birimler de zaman-mekân kapsamında sürekli değiştirilmiştir (Kaymaz 1964: 91-156, Cahen 1994: 232-244, Cahen 2001: 146-156, Uyumaz 2001: 121-130). Nitekim dönemin vakayinâmelerinde Akşehir yöresinin önce Alâiyye kalesinin teslimi karşılığında Kyr Fard’a/1221, sonra Erzincan’ın teslimi karşılığında Mengücek sultanı Davud Şah’a/1225 iktâ olarak verilmesi gibi kayıtlardan (Ibn Bibi 1941: 57, 137, Ibn Bibi 1996: I/266, 367, Müneccimbaşı 2001: 61, 69-70), Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde yeniden organize edilen idare sistemi ve idarî birim organizasyonlarının zaman/mekân kapsamındaki değişimi izlenebilmektedir. Dolayısıyla Selçuklu egemenliğindeki idarî birimler; Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde Selçukluların İlhanlı egemenliğine girdiği döneme dek - askeri ve stratejik öneme sahip Uc bölgeleri idaresinin Türkmen ailelerine verilmesi dışında - doğrudan Sultan’a ya da merkezi idareye tâbi olarak yönetilmiştir. 4. Selçuklu İdari Birim Organizasyonlarının Evrimi Araştırma kapsamında Selçuklu idare sisteminin mekânsal bileşeni olarak tanımlanan idarî birim organizasyonlarının, Anadolu’nun Bizans-Selçuklu değişken mekânsal ve askeri-siyasal atmosferinde içsel ve dışsal etkenlere dayalı olarak evriminin; • Sistemin kuruluşu: ilk kuruluş ve varolma mücadelesi, • Sisteminin gelişmesi: siyasal birlik ve örgütlenme, • Sistemin kurumsallaşması: yükselme ve merkezileşme, • Sistemin çözülmesi: gerileme ve çöküş olmak üzere başlıca dört dönemde irdelenmesi öngörülmüştür. 4.1. Sistemin Kuruluş Dönemi: İlk Kuruluş ve Varolma Mücadelesi (1075-1155) Anadolu’da Selçukluların varolma mücadeleleri içinde geçen bu dönemde idarî birim organizasyonlarına ilişkin tek kayıt (Urfalı Mateos 1962: 312-313, Khoniates 1995: 79-80, Ibn Bibi 1996: I/13, Kinnamos 2001: 145, Kesik 2003: 114-115); Sultan I. İzzeddin Mesud’un Selçuklu egemenliğindeki Anadolu topraklarını 1155 yılında Konya ve Aksaray büyük oğul II. Kılıç Aslan’a, Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 207 Ankara, Çankırı ve Kastamonu küçük oğul Şehinşah’a, Amasya ve Niksar yöresi damad Emir Nizameddin Yağıbasan’a, Kayseri ve Sivas Danişmendli soyundan Emir Nasıreddin’e ve Malatya’yı Emir Nasıreddin’in kardeşine olmak üzere merkezi idareye tabi beş idarî birim ya da bölgeye ayırmış olduğudur (Harita 4). Anadolu’da Selçuklu idare sistemi kapsamında, Selçuklu hanedan üyeleri yönetiminde örgütlendiği anlaşılan idarî birimler, Bizans egemenliğinden devralınan idarî coğrafya kapsamında değerlendirilirse; • Ankara merkezli Çankırı-Kastamonu yörelerini kapsayan ve Bizans sınırlarına dek uzanan Kuzey Uc idarî bölgesi sınırlarının BukelleraionPaphlagonia themaları, • Konya merkezli Konya-Aksaray yörelerini kapsayan Anadolu ya da Rûm idarî birimi sınırlarının Anatolikon Theması, • Amasya merkez olmak üzere Yeşilırmak havzasını kapsayan ve TrabzonSamsun-Sinop Rum İmparatorluğu sınırındaki kuzeydoğu Anadolu Uc idarî birimi sınırlarının Armeniakon Theması, • Kayseri ve Sivas yörelerini kapsayan Danişmend İli idarî birim sınırlarının Kharsianon-Sebasteia themaları ve Malatya ve Maraş bölgelerini kapsayan Kilikya Ermeni Krallığı ile sınır oluşturan güney Anadolu Uc idarî birimi sınırlarının Melitene Theması gibi Bizans dönemi idarî birim sınırlarını karşıladığı görülmektedir (Harita 1 ve Harita 3). Bu tespitler, Selçuklu idare sistemi ve idarî birimlerinin mekânsal-işlevsel örgütlenmesinde, Orta Asya Türk hakan geleneğine dayanan ülüş sistemi ve Anadolu’da devralınan Bizans idare coğrafyasının etkisini göstermesi bakımından dikkat çekici olarak değerlendirilmektedir. 4.2. Sistemin Gelişmesi: Siyasal Birlik ve Örgütlenme Dönemi (1155-1220) Sultan I. İzzeddin Mesud sonrasında başlayan bu döneme dair Ilgın yakınlarında bulunan bir kitabeden (Artuk 1960: 219-220), Sultan II. Kılıç Aslan’ın Orta Asya-Türk Hakan geleneğine uygun olarak 1180-1 yılında Selçuklu ülkesini onbir oğlu arasında özerk statülü idarî birimlere ayrıldığı anlaşılmaktadır. Bu noktada, Selçuklu dönemi vakâyî-nâmelerine dayanılarak Selçuklu idarî birimlerinin mekânsal çerçevesi ya da etki-yetki alanları tanımlanırsa (Müneccimbaşı 1935: 20; Müneccimbaşı 2001: 25-27, Ibn Bibi 1941: 24, Ibn Bibi 1996: I/41, Aksarayî 1943: 127, Aksarayî 2000: 23, Cenâbî 2000: 242); 1180-1 yılında Sultan II. Kılıç Aslan’ın ülkesini; Tokat’ı Rükneddin Süleymanşah, Ankara’yı Muhiddin Mesud, Malatya’yı Muizeddin Kayserşah, bilig, Kış / 2006, sayı 36 208 Elbistan’ı Mugiseddin Tuğrulşah, Kayseri’yi Nureddin Sultanşah, Sivas ve Aksaray’ı Kutbeddin Melikşah, Amasya’yı Nizameddin Argunşah, Niksar ve Koyulhisar’ı Nasreddin Berkyarukşah, Ereğli’yi Sencerşah, Niğde’yi Aslanşah ve Uluborlu’yu Gıyaseddin Keyhüsrev idaresinde olmak ve her bir oğul siyasal boyutta başkent Konya yönetimine tâbi olmak üzere, özerk ya da muhtar bir idare sistemi içinde hüküm sürdükleri onbir eyalet ya da meliklik merkezine ayırdığı anlaşılmaktadır (Harita 5). Burada, Sultan II. Kılıç Aslan’ın Selçuklu topraklarını oğulları arasında özerk statülü idarî birimlere ayırması, Orta Asya Türk Hakan geleneğindeki ülüş sistemi geleneğinin Anadolu’ya taşınmış mirası olarak dikkat çekicidir. Sultan II. Kılıç Aslan döneminde idarî birim organizasyonlarına dair askeristratejik-siyasal boyutta en önemli gelişme; Sultan II. Kılıç Aslan’ın savunma ve güvenlik politikalarının dayalı olarak Uc eyaletleri yönetiminin geniş yetkilerle hanedan üyesi melikler emrine bırakmasıdır. Buna göre, SelçukluBizans Uc bölgesi Uluborlu merkez olmak üzere melik Gıyaseddin Keyhüsrev ve Kilikya Ermeni Krallığı ile Antakya Haçlı Latin Prensliği sınırındaki Uc eyaleti de Niğde merkez olmak üzere melik Arslanşah yönetiminde örgütlenmesidir (Müneccimbaşı 1935: 20, Müneccimbaşı 2001: 25-27, Ibn Bibi 1941: 24, Ibn Bibi 1996: I/41, Aksarayî 1943: 127, Aksarayî 2000: 23, Neşrî 1987: 32-33, Cenâbî 2000: 242). Sultan II. Kılıç Aslan sonrasında idarî birim organizasyonlarına ilişkin kayıt ise 1192-1196 ve 1205-1211 olmak üzere aralıkla iki defa tahta çıkan Sultan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ikinci saltanat dönemine tarihlenmektedir. Bu dönemde Selçuklu egemenliğindeki Anadolu toprakları dönemin farklı kültürelpolitik-dinsel yapılanma merkezleri kapsamında; melik İzzeddin Keykâvus Malatya merkezli ve melik Alâaddin Keykubad Tokat merkezli olmak üzere sultanın iki oğlu arasında sadece sultan adına idare yetkisine sahip idare bölgelere ayrılırken, Tunguzlu, Honaz ve Menderes vadisini kapsayan Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu Bizans-Selçuk Uc bölgeleri de Sultan Gıyâseddin Keyhüsrev’in Hıristiyan-Bizans hanedanından gelen kayınpederi Manuel Mavrozomes’e bırakılmıştır (Müneccimbaşı 1935: 26-27, Müneccimbaşı 2001: 36-41, Ibn Bibi 1941: 43, Ibn Bibi 1996: I/110, Turan 1971: 281, Bayram 1987: 30-36, Bayram 1994: 79-92, Bayram 2001: 66). Burada idare sistemi ve idarî birimler açısından dikkat çekici iki nokta; Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in potansiyel saltanat adayları olan iki oğlu İzzeddin Keykavus ve Alâaddin Keykubad’ı meliklik bölgeleri olarak Selçuklu Anadolu’sunun İran-İslâm kültürü ve Orta Asya Türk gelenekleri etkisinde biçimlenen iki farklı dini ve politik odak noktasını oluşturan Malatya ve Tokat kentlerine göndermiş olması ve Selçuklu tarihinde - istisnâî olarak - askeristratejik öneme sahip Tunguzlu-Honaz ve Uluborlu yörelerini kapsayan Bi- Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 209 zans-Selçuklu Uc bölgeleri idaresinin dönemin siyasal-ekonomik politikaları gereğince ilk kez hanedana mensup melikler ya da bir Türkmen ailesi yerine Bizans soyundan bir melike bırakılmasıdır (Harita 6). Yukarıda açıklanan Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in idarî tasarrufları, sözkonusu dönemde Selçuklu idare sistemi ve idarî birim organizasyonları üzerinde Anadolu’nun farklı dini/etnik yapılanmalarının ve askeri-stratejik koşullarının etkili olduğunu düşündürmektedir. Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra Malatya meliki İzzeddin Keykavus ile Tokat meliki I. Alâaddin Keykubad arasında başlayan siyasal otorite ya da saltanat mücadelesi sonunda I. İzzeddin Keykavus’un Selçuklu sultanı olmasıyla başlayan süreçte, Ortaçağ İslâm devletlerinde sahil bölgelerini sugûr/uc olarak adlandırma ve askeri valiler emrinde yönetme geleneğine uygun olarak (Udovitch 1977: 144-145), Akdeniz kıyısında Antalya, Karadeniz kıyısında Sinop merkez olmak üzere subaşı ya da geç dönemlerde emirü’s sevâhil ya da melikü’l sevâhil adı verilen emir ya da beylerin yönetiminde “Sahil Bölgeleri Emirlikleri” adı altında iki idarî birim kurulmuştur (Müneccimbaşı 1935: 30-32, Müneccimbaşı 2001: 42-46, Ibn Bibi 1996: I/134-161, Ibn Bibi 1941: 49-57, Köprülü 1931: 206-207, Uzunçarşılı 1988: 120, Koca 1997: 29-38). Bu noktada, Selçuklu döneminde örgütlenen “Sahil Bölgeleri Emirlikleri”, idarî birim sınırları ve idare biçimi açısından, Bizans egemenliğinden devralınan idare coğrafyası kapsamında irdelenirse, Bizans döneminde Attaleia (Antalya) merkezli olarak örgütlenen deniz themaları idarî birim sınırları ve örgütlenme biçimi ile benzerlikler göstermesi (Ostrogorsky 1995: 122-123, 177), Bizans idare coğrafyasının Selçuklu idarî coğrafyasının yapılanması üzerindeki etkilerini göstermesi bakımından dikkat çekici olarak değerlendirilmektedir. 4.3. Sistemin Kurumsallaşması: Yükselme ve Merkezileşme Dönemi (1220-1237) I. Alâaddin Keykubad saltanatını kapsayan bu dönemde, Anadolu’da dağılmış Mengücek-Oğulları, Artuk-Oğulları ve Saltuk-Oğulları gibi Türk feodaliteleri egemenlik altına alınarak, Erzincan Melikliği, Artuk İli ve Saltuk İli adı altında idarî birimler örgütlenirken, idare sistemi ve idarî birimlerin yönetimi konularında radikal değişiklikler yapıldığı anlaşılmaktadır (Harita 3). Nitekim Sultan I. Alâaddin Keykubad, II. Kılıç Aslan döneminde ülke topraklarının İran Türk-İslâm devlet geleneğinden gelen büyük iktâlar halinde tamamen özerk statüde hüküm süren melikliklere paylaştırılması uygulamasının Anadolu’da çok parçalı bir idare sistemini ortaya çıkarması ve melikler arasında başlayan egemenlik ve saltanat mücadelelerinin Selçuklu Devleti’ni bilig, Kış / 2006, sayı 36 210 siyasal bölünme tehdidi ile karşı karşıya getirmesi gibi geçmişin kötü deneyimlerini dikkate alarak, ülke içinde merkezi idare otorite ve egemenliğinin kurulmasına yönelik olarak idare sistemini ve idarî birimleri yeniden organize etmiştir (Kaymaz 1970: 30, Köymen 1988: 1542-1543, Köprülü 1984: 188). Bu kapsamda; Sultan I. Alâaddin Keykubad oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i melik olarak atadığı Erzincan, Kemah ve Şebinkarahisar yörelerini kapsayan Erzincan Melikliği dışında, ülke topraklarının muhtar statüde meliklik ya da büyük iktâlar halinde dağıtılması biçiminde örgütlenmiş idarî birim uygulamasını kaldırmıştır (Turan 1988: 8, Kaymaz 1967: 23-27, Köymen 1988: 1540-1545, Jansky 1950: 117-126). Buna göre, Selçuklu ülkesinde belli askeri görevler ve hizmetler karşılığı ya da siyasal-askeri politika ve stratejiler gerekliliğince hanedan veya önemli devlet görevlileri ya da fethedilen ülke meliklerine tamamen ulusal stratejiler kapsamında kısa sürelerle, belirli miktarda asker beslemek koşulu ve toprak gelirlerini kapsamak üzere askeri nitelikli iktâlar niteliğindeki idarî birimlerden oluşan bir idare sistemi kurmuştur. Dönemin vakâyî-nâmelerinden; Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde Alâiyye fethi sonrasında kaleyi teslim etmeyi kabul eden Bizans tekfuru Kyr Fard’a Akşehir eyaleti ile 5 köyün mülkiyetinin bağışlandığı/1221, Erzincan eyaletinin teslim edilmesine karşılık Akşehir ve Ab-ı Germ eyaletlerinin Mengücekli sultanı Alâaddin Davudşah’a iktâ olarak verildiği/1225, emirlerden Kemaleddin Kâmyar’a Kars yöresinin iktâ edildiği, Yassı Çimen savaşında Selçuklulara yardım eden Eyyübî Meliki Eşref ve kardeşine vergiden muaf olarak Aksaray ve Eyüphisar eyaletlerinin verildiği ve yine aynı savaşta büyük yararlılık gösteren Kayı boyundan Ertuğrul Gazi’ye Bizans sınırındaki Karacadağ yörelerinin yaylak/kışlak olarak verildiği, Moğol istilasından kaçarak Sultana sığınan Harezm emirlerinden Kayır Han’a Erzincan, Bereke Han’a Amasya, Emir Güçlü Sengüm’e Lârende ve Emir Yılanlı Boğa’ya Niğde gibi askerî-stratejik öneme sahip Uc bölgelerinin iktâ edildiği anlaşılmaktadır (Ibn Bibi 1941: 57, 109, 137, 161, 173, Ibn Bibi 1996: I/266, 290, 367, 413, 433, 434, Müneccimbaşı 2001: 61, 74). Bu dönemde idarî birim organizasyonları açısından dikkat çekici gelişme; Akdeniz sahillerindeki Sultan I. İzzeddin Keykavus döneminde örgütlenen Güney Sahilleri Komutanlığı’nın, Kalonoros (Alâiyye), Alara, Magfa (Manavgat), Andusanc (?), Anamorium (Anamur), Aydos (?), Şebeh (?), Senkine (?), Yengibe (?), Seleukeia (Silifke) bölgelerini kapsayan Roma ve Bizans dönemi Isaura Theması topraklarının subaşı Mübarezeddin Ertokuş yönetiminde Kamerüddin İli adı altında idarî birim olarak yeniden örgütlenmesidir (Ibn Bibi, 1941: 131, Ibn Bibi, 1996: I/354, Simbat, 1946: 80-81, Tekindağ, 1949: 29-34, Müneccimbaşı, 2001: 68, Uyumaz, 2003: 30-34). Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 211 Bir başka dikkat çekici gelişme ise Orta Asya Türk hakan geleneği mirası kapsamında, Makri/Fethiye-Tunguzlu-Honaz-Karahisar-ı Sahip-KütahyaEskişehir-Ankara-Çankırı-Kastamonu-Sinop hattı boyunca uzanan ve sürekli yinelenen karşılıklı akın/fetihlere dayalı olarak siyasal-yönetsel değişkenlik gösteren Bizans-Selçuklu sınır bölgelerinin Sağ Kol ve Sol Kol olmak üzere iki ana bölge halinde örgütlenerek, Emir Seyfeddin Kızıl Bey yönetiminde Ankara merkezli Güney Uc İdarî Birimi ve Emir Hüsameddin Çoban Bey Kastamonu merkezli Kuzey Uc İdarî Birimi olmak üzere askeri-siyasal işlevde iki idarî birime ayrılmasıdır (Ibn Bibi 1941: 57-58, Ibn Bibi 1996: I/159, 237, Köprülü 1931: 192-193, Kaymaz 1964: 126, Kaymaz 1970: 98-106, Akdağ 1985: 80-90, Turan 1995: 59, Turan 1989: 1-6). Aynı dönemde Memlûklar-Selçuklular arasında sıklıkla el değiştiren, sosyalkültürel ve siyasal-yönetsel yapılanmalar açısından Arap-İslâm kültürünün etkin olduğu Amid/Diyarbakır merkez olmak üzere Kâhta, Çemişgezek, Hısnı Mansur/Adıyaman, Urfa, Mardin, Meyyâfârikûn/Silvan kentlerini kapsayan güneydoğu Anadolu bölgesinin “Amid İdarî Birimi” kurulmuştur (Ibn Bibi 1941: 110-111, Ibn Bibi 1996: I/292, Akdağ 1995: 69). 4.4. Sistemin Çözülmesi: Gerileme ve Çöküş Dönemi (1237-1277) Bu dönem Orta Asya geleneksel yaşam biçimini koruyan/sürdüren Türkmenlerin muhalefetine rağmen İran-İslâm kültürü etkisindeki II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta çıkmasıyla başlayan ve Selçuklu idaresi-Türkmen aşiretleri arasında Babaî İsyanı ile tırmanan gerginlikler, Ahi-Mevlevi çekişmeleri gibi sosyal-ekonomik-dinsel köken farklılıklarına dayanan çekişmelerin yarattığı toplumsal-siyasal karışıklıklar, devlet yönetimindeki etkili emirler arasındaki saltanat ve mevki mücadeleleri ve Moğollara karşı kaybedilen Kösedağ Savaşı ile Selçukluların İlhanlı egemenliğine girmesi ile sonuçlanan süreci kapsamaktadır. Bu süreç sonunda,.Selçuklu egemenliğindeki Anadolu toprakları 1259 yılında İlhanlılar tarafından idarî-malî koşullara dayalı olarak Selçuklu sultanları II. İzzeddin Keykavus ve IV. Rükneddin Kılıç Aslan yönetiminde olmak üzere İlhanlı tabiiyeti altında iki alt ana bölgeye ayrılmıştır (Harita 7). Buna göre, Kayseri sınırından Antalya’ya dek uzanan bölge başkent Konya olmak üzere II. İzzeddin Keykavus, Sivas’tan Sinop-Samsun kıyılarına dek uzanan bölge ise başkent Tokat olmak üzere Rükneddin Kılıç Aslan yönetimine bırakılmıştır (Ebü’l Ferec-Ibnü’l İbrî 1941: 39, Aksarayî 1943: 151-152, Aksarayî 2000: 46, Yuvalı 1994: 584-585, Yuvalı 1994a: 102-103, Akdağ 1995: 93). Bu dönemde idare sisteminin evrimi açısından dikkat çekici gelişme; Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde göçebe/yerleşik ve Bizans-Selçuklu ikili sosyal-kültürel-ekonomik-siyasal dengeler gözetilerek organize edilmiş idare bilig, Kış / 2006, sayı 36 212 mekanizması ve idarî birim organizasyonlarının çözülmesi ve Sultan I. Alâaddin Keykubad döneminde kaldırılmış olan büyük topraklar verilmesi biçimindeki iktâ uygulaması, temlik-nâme ya da mülk-nâme adı altında bağış ya da satış yoluyla köy, kasaba, kent, hatta bir idarî bölgeyi tüm mülk ve gelirlerini kapsayacak nitelikte melik, vezir ya da emirlere verilmesi biçiminde yeniden getirilmiş olmasıdır (Oral 1955: 385-394, Sahillioğlu 1969: 57-65, Turan 1950: 157-165, Turan 1948: 563-566, Turan 1988: 32-33, Rogers 1976: 86). Bunun sonucu olarak, Selçuklu idarî birim organizasyonlarının çözüldüğü ve özellikle Bizans-Selçuklu sınır bölgelerinde kurulmuş Uc eyaletleri başta olmak üzere Selçuklu idarî birimlerinin bağımsız yönetsel-siyasal yapılanmalar haline geldiği söylenebilir. Nitekim bir kısım Selçuklu idarî birimleri İlhanlılara tabi şahne adı verilen askeri valilerin idaresine bırakılırken, bir kısmı da Selçuklu vezir ya da emirleri gibi etkin devlet görevlilerinin tamamen kendi inisiyatifleri ile elde ettikleri büyük iktâlardan oluşan bağımsız alt siyasalyönetsel bölgelere dönüşmüştür (Abu Bakr Ibn Al-Zakî 1972: 41-42, Aksarayî 1943: 162, Aksarayî 2000: 56, 95, Cahen 1955-56: 356, Aknerli Grigor 1954: 15-17, Cahen 1994: 296-306, Cahen 2001: 227-233). Burada neden-sonuç ilişkileri kapsamında Selçuklu idare sisteminin değişim/dönüşüm sürecinin idarî birimler üzerindeki etkileri açısından dikkat çekici gelişme; Anadolu’da yaygınlaşan büyük iktâlara dayalı idarî birimlerin sonraki dönemde, özellikle Uc olarak tanımlanan Bizans-Selçuklu sınır bölgelerinde ortaya çıkan Türk beyliklerinin potansiyel egemenlik bölgeleri haline gelmesi ve Anadolu’da çok parçalı siyasal yapının kurulmasına bağlı olarak Selçuklu idare sisteminin parçalanması ve birbirinden kopuk alt idare sistemleri kurulması olarak değerlendirilmektedir (Harita . Önce Memlûk sultanı Baybars’ın, sonra İlhanlı sultanlarının yönetime el koyması ve 1277 yılında İlhanlı egemenliğine karşı başlayan Türkmen isyanları gibi siyasal gelişmelere dayalı olarak, iktâ ve mirî toprak sistemi gibi Selçuklu toprak sistemleri kaldırılmış, Anadolu’da tüm kurumsal yapılarıyla tamamen İlhanlı toprak kullanım ve vergi-bütçe düzenlerinin egemen olduğu ve İlhanlıların atadığı valilerce idare edilen bir idare sistemi kurulmuştur (Wittek 1931: 161-164, Togan 1931: 1-42, Yaltkaya 1939: 7-16, Kunter 1942: 431-456, Aksarayî 1943: 180-199, Aksarayî 2000: 77-89, Ibn Bibi 1996: II/179-210, Hinz 1949: 771-792, Anonim Selçuk-Nâme 1952: 35-40, Turan 1948: 554- 558, Turan 1952: 254, Turan 1995: 96-98, Togan 1953-1954: 33-49, Spuler 1957: 386-389, Ülken 1973: 47, Yuvalı 1994: 584-585, Yuvalı 1994a: 101-114, 155-156). Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 213 5. Sonuç Buraya kadar mekânsal-işlevsel kuruluşu ve tarihsel süreçte içsel ve dışsal dinamiklere dayalı olarak evrimi açıklanan Selçuklu idarî birim organizasyonlarının işlevsel açıdan Orta Asya ve İran Türk-İslâm devlet geleneklerinin Anadolu coğrafyasına taşınan yansımaları olarak, Anadolu’da devralınan Bizans idare coğrafyası mirası üzerinde örgütlendiği anlaşılmaktadır. Burada mekânsal altyapı açısından temel belirleyici, Anadolu coğrafyasının değişmeyen özgün koşulları olarak değerlendirilmektedir. Buradan hareketle, Anadolu’da Selçuklu dönemi idarî birim organizasyonları, Orta Asya Türk, İran Türk-İslâm ve Bizans idarî birim organizasyonları açısından değerlendirilirse; Selçuklu döneminde Anadolu topraklarının Bizans ile sınır oluşturan askeri-stratejik öneme sahip Uc bölgeleri dışında, her biri mülkiyet hakları ve geliri tamamen kendilerine ait olmak üzere askeri ve sivil teşkilatlara sahip, kendi adlarına para bastıran, kitabeler yazdıran ve komşu devletlerle serbestçe askeri ve siyasal ilişkiler kuran Sultan çocukları, kardeşleri hatta amcaları gibi hanedan üyelerinden oluşan melikler ve askeri ya da sivil valiler emrinde veya denetiminde idarî birimlere ayrıldığına ve Selçuklu idarî birimlerinin Bizans dönemi idarî birim sınırlarını karşıladığına ilişkin tespitler, Selçuklu idare sistemi ve idarî birim organizasyonlarının Orta Asya ve İran Türk-İslâm idare sistemi ile Bizans egemenliğinden devralınan idare coğrafyası mirası üzerinde örgütlendiğini göstermektedir. Bizans-Selçuklu askeri-siyasal sınır bölgeleri ve dış tehditlere açık sahil bölgeleri ise, Orta Asya Türk ve İran Türk-İslâm devlet geleneklerine dayanan Hıristiyan devletlere komşu sınır bölgelerini Uc olarak adlandırma ve her bir Uc bölgesini geniş yetkilerle bir Türkmen ailesinin denetimine verilmesi yoluyla yönetme geleneğine uygun olarak, Bizans-Selçuklu sınır bölgeleri Kuzey ve Güney Uc İdarî Birimleri olmak üzere iki bölgeye ayrılırken, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarındaki sahil bölgeleri de Kuzey ve Güney Sahil Komutanlıkları ya da Emirlikleri adı altında idarî birimler olarak örgütlenmiştir. Bu noktada; Bizans döneminde Anadolu’nun askeri-siyasal sınır bölgelerinde örgütlenen akritai adı verilen idarî birim organizasyonları ya da Akdeniz kıyılarında örgütlenen deniz themalarının varlığı, Selçuklu döneminde askerisiyasal sınır bölgelerinde örgütlenen Uc bölgeleri ya da Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında örgütlenen Kuzey Sahilleri Komutanlığı ve Güney Sahilleri Komutanlığı gibi idarî birimler ile karşılaştırılırsa, Bizans idarî birim organizasyonlarını biçimlendiren askeri-siyasal dinamiklerin, Selçuklu idarî birim organizasyonları üzerinde de etkin olduğunu düşündürmektedir. Ancak burada idarî birimlerin mekânsal kurgusu açısından unutulmaması gereken nokta, Anadolu’nun tarihi topografyasının değişmeyen koşullarının idarî birim birimlerin potansiyel sınırları ve etki alanları üzerinde belirleyici olduğudur. bilig, Kış / 2006, sayı 36 214 Anadolu’da Selçuklu döneminde örgütlenen idare sisteminin mekânsal yansımaları olarak Selçuklu idarî birimleri yönetim biçimi farklılıklarına göre irdelenirse; • Doğrudan merkezi idareye ya da Sultan’a bağlı subaşı ya da şâhne adı verilen askeri veya sivil valiler yönetimindeki idarî birimler, • Selçuklu sultanları tarafından fethedilen ya da egemenlik altına alınan komşu ülke yöneticilerine ya da askeri hizmetler karşılığında ve sadece mülk gelirlerini kapsayan nitelikte sahip ya da emir veya bey gibi yüksek devlet yöneticilerine verilen geniş iktâlar biçimindeki idarî birimler, • Selçuklu hanedan üyeleri ya da akrabalarının yönetimine bırakılmış, kuruluş dönemlerinde özerk ya da muhtar statüde yönetilmekle birlikte, sonraki dönemlerde doğrudan Sultana bağlı olarak yönetildiği anlaşılan Selçuklu melikleri emrindeki idarî birimler, • Askeri-siyasal-stratejik koşullara dayalı olarak örgütlenmiş beylerbeyi ya da melikü’l ümera adı verilen askeri komutanlar emrinde doğrudan merkeze bağlı olarak yönetilen Uc bölgeleri olmak üzere yönetsel farklılıklar gösterdiği anlaşılmaktadır. Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve varolma mücadelesi döneminde geniş ve büyük iktâlara dayanan meliklik sisteminin, Selçuklu Devleti’nin en geniş sınırlarına ulaştığı ve merkezi idare kurumlarının yapılanma sürecini tamamladığı yükselme ve merkezileşme olarak tanımlanan I. Alâaddin Keykubad dönemi sonunda, Moğol istilası tehdidi gibi askeri-siyasal koşullara dayalı olarak kaldırıldığı ve idarî birimlerin doğrudan merkezi idare ya da Sultan’ın Divan Dairesi’ne bağlandığı görülmektedir. Bu süreci takiben Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemi ile başlayan gerileme ve çöküş döneminde, farklı dinsel/etnik unsurlardan oluşan Selçuklu toplum yapısındaki çatışmalar ve çekişmeler gibi içsel faktörler ile Selçuklu Devleti’nin İlhanlı egemenliğine girmesi ile Selçuklu idare sisteminin kaldırılması ve İlhanlı idarî kurumlarının egemen olması gibi dışşal faktörlere dayalı olarak Selçuklu idarî birim organizasyonları İlhanlı yönetimine tabi feodal yapılanmalara dönüşmüştür. Özcan, Anadolu’da Selç. Dön. İdare Sist. Mekân. Örg.: Selç. İdarî Birim Organ. (ve Evrimi) 215 Kaynakça ABU BAKR IBN AL-ZÂKİ (1972), Ravzât al Kuttâb ve Hadikât al-Albâb, Ali Sevim (çev.), TTK Yayınları, Ankara. AKDAĞ, Mustafa (1995), Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt:I, Cem Yayınları, İstanbul. AKSARAYİ (1943), Anadolu Selçuki Devletleri Tarihi, M. Nuri Gençosman (çev.), Recep Ulusoğlu Yayınevi, Ankara. AKSARAYİ (2000), Müsâmeretü’l Ahba
X
X
.
.
|
Bugün 78 ziyaretçi (204 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|