ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Dinimizi nereden nasıl öğrenmeliyiz?MEHMET ORUÇ
İşlenen konular:
Dinde naklin önemi; Kur’an-ı kerim, tefsirler ve meâller; İctihad,
mücdehid ve mezhepler; Fıkıh ilminin önemi ve âlimler.
Not: Bu yazı dizisi, Türkiye Gazetesi, “Hikmetler ve İbretler" köşesinde yayınlanmıştır.
Sual: Aklıma uymayan dini hükümlere uymam gerekir mi? CEVAP
Dinde aklın yani şahsi görüşlerin yeri yoktur. Dinde nakil esastır. Akla göre din olmaz. İslamiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslamiyet’te aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur.
Sual: İslam artık toplumun gereklerine göre değişmelidir. Mesela teknoloji ilerledi, Avrupa uygarlığını benimsemek ve kadınların, tesettürü bırakarak daha özgür olması gerekmez mi? CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Yapacakları değişiklikle, dini düzelteceğini sanıp dinin noksanlığını tamamladığını söyleyenler çıkıyor. Halbuki din noksan değildir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) buyuruldu. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [reform yapmaya] çalışmak, bu âyeti inkâr olur.) [m.260]
Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Kadının nasıl giyineceğini insanlar tespit edemez ki. Allah’a inanan kimse, O ne demişse ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. (Ben hepsini uygulayamıyorsam da hepsine inandım) demelidir. Yoksa, günaha alışıp da bu günah mubah olmalıydı veya (bu asırda bu da günah olur mu) demek Allah’a inanmamak olur.
Böyle söyleyenler Allah’a inanmıyorlar, inansalar böyle demezler. Allah her şeyi bilmez mi, bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslam’da reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allah’ı basit bir varlık gibi görüp bu işi iyi yapmamış demektir.
Hâşâ Allah yirminci, otuzuncu asırlarda toplumların duyacakları ihtiyaçları bilememiş mi? Toplumun ihtiyacı var diye dini değiştirmek dini yıkmak olur. Birinin çıkıp açıktan açığa, (ben İslam dinini yıkacağım) dediğini gördünüz mü hiç. Elbette demez. Niye desin ki, o zaman onu herkes tanıyacak, gerçek suratını herkes görecektir. Ama dini kuralları bozarak bu çirkin emeline ulaşmaya çalışır.
Peygamber efendimiz, (Âlimler benim vârisimdir) buyuruyor. Mezhepsizler ise, düşünce özgürlüğü diyerek Ehl-i sünnet âlimlerine saldırıp, (Âlimlere göre değil, hakka göre ölç!) diyorlar. Hakkı biz biliyoruz da, âlimler bilmiyor mu? Hakkı, âlimler bilemezse biz nasıl bileceğiz? (Elimizde temel ölçü olarak Kur'an olduğuna göre hakkı bâtıldan ayırırız) diyorlar. Peki, âlimlerin ellerinde Kur'an-ı kerim yok muydu? Onlar yanılabiliyor da mezhepsizler niye yanılmıyor? Bütün maksatları âlimler köprüsünü yıkmaktır. Bunlar, fikir anarşisi çıkartmak, hak ile bâtılı karıştırmak ve hak yol üzerindeki köprüleri yıkmak istiyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kurduğu köprüleri yıkıp, bid'at denizinde insanları boğmak istiyorlar. Fakat, âlimlerimizin kurduğu bu köprüler, bid'at ehlinin üfürmesiyle yıkılacak kadar zayıf değildir. Ama, kime ve neye hizmet ettikleri malum olmayan bu mezhepsizlere inanan zavallılara yazık oluyor. Bunu bildiği halde susanlar da vebal altındadır. Çünkü bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Bid'atler yayılıp, bu ümmetin sonra gelenleri, öncekilere lanet edince, ilim sahipleri bunu herkese bildirsin! Bildirmeyip ilmini gizleyen, Kur'an-ı kerimi gizlemiş sayılır.) [İ.Asakir]
Her Müslüman gücü nispetinde Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini yaymaya çalışarak bu vebalden kurtulmaya çalışmalıdır. Bozuk kitapların dağılmasına sebep olmak ayrıca vebaldir.
Yanlış vasıtaya binen istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris’e giden uçağa binen, Kâbe’ye varamaz. Ehl-i sünnet yolu kurtuluş ve saadetin tek vasıtasıdır.
.SORULARLA İSLAMİYET / SESLİ
Sual: Teknoloji ilerledi. İslamı artık toplumun gereklerine göre değiştirmek gerekmez mi? CEVAP İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Yapacakları değişiklikle, dini düzelteceğini sanıp dinin noksanlığını tamamladığını söyleyenler çıkıyor. Halbuki din noksan değildir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) buyuruldu. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [reform yapmaya] çalışmak, bu âyeti inkâr olur.) [m.260]
Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Allah’a inanan kimse, O ne demişse ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. (Ben hepsini uygulayamıyorsam da hepsine inandım) demelidir.
Dinde reform yapmalı diyenler, Allah’a inansalar böyle demezler. Allah her şeyi bilmez mi, bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslam’da reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allah’ı basit bir varlık gibi görüp, bu işi iyi yapmamış demektir.
Hâşâ Allah yirminci, otuzuncu asırlarda toplumların duyacakları ihtiyaçları bilememiş mi? Toplumun ihtiyacı var diye dini değiştirmek dini yıkmak olur.
Akla göre din olmaz
Sual: Aklıma uymayan dini hükümlere uymam gerekir mi? CEVAP Dinde aklın yani şahsi görüşlerin yeri yoktur. Dinde nakil esastır. Akla göre din olmaz.
İslamiyet, nakle dayanan, selim akıl dinidir. Selim akıl, yanılmayan akıldır. Birinin aklına uygun gelmeyen bir şey, selim akıl sahibi için uygun gelebilir. Akla göre din olsa, insan sayısı kadar din olur. İslamiyet’te aklın ermediği şey çoktur. Fakat, selim akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allah’a ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsaydı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilseydi, Peygamberlere lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri bulabilirdi ve Allah, hâşâ Peygamberleri boş yere göndermiş olurdu. Bunlar bilinemeyeceği için, Allahü teâlâ, her asırda, Peygamber göndermiş ve son olarak da bütün dünyaya, peygamber olarak Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Din yeni inmedi. Dinimizde eksiklik yoktur. Yeni bir şey ilave etmek veya çıkarmak dini bozmak olur. Sanki asırlardır gelen İslam âlimleri yanlış hüküm vermişler gibi, âyetler ve hadisler yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bu çok kötü bir durumdur.
Din yeni gelmiş değildir
Sual: Din yeni gelmiş gibi her gün bir mesele gündeme geliyor, sanki insana göre değişirmiş gibi, şöyle olur, böyle olmaz deniyor. Bu kargaşanın sebebi nedir? CEVAP Osmanlıyı savaşlarda yenemeyen düşmanlar, taktik değiştirdiler, Müslümanların arasına girdiler, Özel yetiştirilmiş oldukları için çabuk yükseldiler. Önemli yerleri tuttular. Bilim adamı âlim olarak çıktılar. Müctehid olarak lanse edildiler. Milleti cahil yapmak, dinlerinden uzaklaştırmak için akla hayale gelmeyecek hilelerle tahribat yaptılar. Oldukça başarı da elde ettiler. İmparatorluğu parçalayıp yıktıkları yetmiyormuş gibi hâlâ faaliyetlerine devam ediyorlar.
Bu düşmanların en önemli zararlarının başında, âlimlere itimadı sarsmak, Müslümanlarla aralarındaki bağı koparmak oldu. (Dini yalnız Kur’andan öğren) gibi içi zehir dolu yaldızlı kelimelerle insanların itikatlarını bozdular. Milleti parçaladılar. Halkı birbirine düşürdüler. Vehhabiliği kurdular. İbni Sebecileri ve diğer mezhepsizleri desteklediler, Müslümanları birbirine düşman edip, aralarını açtılar. Her gruba başkalarının sapık, hatta kâfir olduklarını aşıladılar.
Bunların oyununa gelen her grup, (bizim hocamız doğru, bizim kitaplar doğru, diğerleri yanlış, sapıklık) gibi sözlerle bir başka Müslümanı beğenmiyor, kabul etmiyorlar. Onlardan önce İslamiyet yok muydu? Onların hocasından önce âlim yok muydu? Nedir bu hâlimiz? İnsan tuzağa düşebilir ama bu kadarına da ahmaklık denmez mi? Bu yanlışlık yetmezmiş gibi, bazıları çıkıp, (Namaz 3 vakittir, hayzlı iken namaz kılınır, oruç tutulur, balıktan kurban olur. Tesettür yoktur. Gayrimüslimlerle Amentü’de ittifakımız var) vs. gibi dine imana sığmayan yalanlarla milleti bozmaya, bu güzide vatanı parçalayıp bölmeye ve yıkmaya çalışıyorlar.
Din yeni çıkmış gibi; insanlara göre değişirmiş gibi, her gün dinin bir meselesi sorgulanıyor. Mesela içkili namaz kılınır mı sorusuna herkes bir şey söylüyor. Kimisi, ben onaylamıyorum, kimisi, bir sakıncası yok diyor. Hiçbirisi kitaplardaki hükmü bildirmiyor. Halbuki fıkıh kitaplarında, (Sarhoş olarak kılınan namaz sahih olmaz. Az içkili olarak kılmak mekruhtur. Sallanacak kadar sarhoş olanın abdesti de bozulur) deniyor. Bu art niyetliler, yalnız Kur’an diyerek, Kur’an-ı kerimin açıklaması olan hadis-i şeriflere gölge düşürüp, Allah’ın resulünü [elçisini] İslamiyet’in sahibini devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. İslam âlimlerini, mezhep imamlarını kabul etmiyorlar. İslamiyet bunlara mı geldi? Bu anarşi, bu fitne neyin nesi?
Dinimizde açıklanmamış ne var? Sadece imam-ı a’zam zamanında 600 binden fazla mesele açıklanmıştı. Şimdi kim neyi açıklayacak? Bir örnek vermeden yeni meselelere çözüm getirmek lazım diyorlar. Kendi anladıklarını Kur’an zannederek Kur’ana uyun diyor, ben Kur’andan söylüyorum diyor. Peki mezhep imamları, müctehidler Kur’andan ayrı mı söylüyorlar? Kimisi de, müctehidler arasındaki ictihadlardan birini aklına göre daha uygun olup onu seçiyor, “Bu Kur’anın ruhuna daha uygun” diyor. Sanki öteki müctehidlerin ictihadları Kur’andan, dinden ayrı!
Peygamber efendimiz, (Âlimler benim vârisimdir) buyuruyor. Bunlardan bazıları ise, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırıp, (Âlimlere göre değil, hakka göre ölç!) diyorlar. Hakkı biz biliyoruz da, âlimler bilmiyor mu? Hakkı, âlimler bilemezse biz nasıl bileceğiz? (Elimizde temel ölçü olarak Kur'an olduğuna göre hakkı bâtıldan ayırırız) diyorlar. Peki, âlimlerin ellerinde Kur'an-ı kerim yok muydu? Onlar yanılabiliyor da bunlar niye yanılmıyor?
Bunların sözleri delil oluyor da, mezhep imamlarının, imam-ı Gazalinin, imam-ı Rabbaninin sözü neden delil olmuyor? Bunların anladığı din oluyor da, bu büyüklerin anladığı neden din olmuyor? Onlardan öğrendiğimiz bilgilerle, onları mı sorgu suale çekeceğiz?
Din yeni gelmedi. Hem de kâmil olarak geldi. Eksik olarak gelmedi. İslamiyet saf, berrak şekildedir. Zamanla din değişmez. Kıyamete kadar aynıdır. Zamanla değişen âdetlerdir, tıp, teknik, astronomi vs. gibi fen bilgileridir. Fende değişiklik olur, dinde değişiklik olmaz.
.
İslam düşmanlarının yeni stratejisi
Son yıllarda, İslamiyete inansın inanmasın, saygısı olsun olmasın Ramazanlarda, tefsir, meal kitapları vermek adet oldu. Neden başka kitap değil de mesela, fıkıh kitabı, ilmihal kitabı değil de illa meal, tefsir bunu hiç düşündünüz mü?
Belki çokları bunun farkında değil, tiraj almak için yapıyor ama bu yapılanlar Batının, Hıristiyan dünyasının yönlendirmesidir. Nasıl mı şimdi onu izah etmkeye çalışalım:
Batı devletleri, özellikle de İngilizler, kaba kuvvetle, İslamiyeti yok etme savaşında bir yere varamayacaklarını anladılar. Bunun için, 18. Asrın başından itibaren takdik değiştirerek İslamiyeti içeriden yıkmaya karar verdiler. İçeriden yıkabilmeleri için birlik beraberliğin bozulması, parçalanma olması gerekiyordu. Bunun için de İslamiyeti asli unsunlarından uzaklıştırıp, yoruma açırak tartışmaya açtılar.
Yıllar süren araştırmalarda gördüler ki, İslamiyetteki birlik beraberliği sağlayan en başta peygamber sevgisi; Mmüslümanların Muhammed aleyhisselamı malından, canından herşeyinden daha çok sevmesi. İkincisi ise, İslamiyeti ayakta tutan, nesilden nesile bozumadan ulaştıran İslam alimleri ve mezheplerdir.
Bu tespitten sonra, Peygamber efendimizi ve onun varisi olan İslam alimlerinin gözden düşürmeye çalıştılar. “uydurma” “Kur’ana aykırı” gibi iftiralarla hadis-i şeriflere olan güveni sarstılar. Peygamber efendimizi “Postacı” olarak gördüler, tanıttılar. Kur’an-ı kerimi getirdikten sonra O’nun işi bitti dediler. Özellikle de İslam alimleri ve mezhepler konusuna ağırlık verdiler. Çünkü Peygamber sevgisini veren alimlerdi. Alimler bertaraf olunca Peygamber sevgisi de olmayacaktı. Biliyorlardı ki, Ehli sünnet alimleri ve mezhepler ortadan kalkınca İslamı koruyan kale yıkılmış olacaktı.
Bu yeni strateji uygulamak için önce, Hempher, Lawrenc gibi, müslüman kılığına soktukları ajanları kullandılar. Mesela, Hempher, Hatıratında, 1700’lü yıllarda bu vazife ile beş bin İngiliz ajanın islam ülkelerinde faaliyet gösterdiği yazmaktadır. Şimdi ise, bu ülkelerde satın aldıkları veyahut da yönlendirdikleri kimselerle bu faaliyeti sürdürmektedirler.
İşte son yıllarda ısrarla dininizi buradan öğrenin diye milletin önüne koydukları, tefsir ve meal kampanyası, Peygamber Efendimizi, alimleri ve mezhepleri saf dışı etme gayretleri bu yeni stratejinin bir parçasıdır. Alimler ve mezhepler saf dışı olunca, Kur’an-ı kerimi istedikleri gibi yorumlayıp, müslümanları parçalamak daha kolay olacaktı. Nitekim öyle oldu.
Asırlardır yapılan bu tahribatı bir nebzede olsa tamir etmek gayesiyle, bir süre Peygamberimizden ve O’nun varisi olan Ehli Sünnet Alimlerinden, mezheblerden, bunların öneminden bahsetmek istiyoruz.
İyiliklerin kaynağı Resulullah Efendimizdir
Bütün nimetlerin, iyiliklerin, huzurun kaynağı, Resulullah efendimizdir. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, nîmetleri, o kadar çoktur ki, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşce yaşamaları, âhirette de, sonsuz Saadete, bitmez, tükenmez nîmetlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberi Muhammed aleyhisselama bildirmiştir. Onu vasa yapmıştır.
Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, bildirilen bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Bu, faydalı bir ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir.
Şimdi, dinle ilgisi olmayan bazı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, rahat, huzur içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, İslamiyete uygun olarak çalıştıkları içindir. Müslüman olduklarını söyliyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Peygamberimizin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Sadece dünyada değil ahırette de sonsuz saadete kavuşabilmek için , önce iman etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lâzımdır.
İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmanını yıkmadıkça, müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Bunun için genç nesilleri, bilgisiz, dinsiz bırakarak, onları mânevi cebheden vurmağı hedef edindiler.
Osmanlıların son zamanlarında, kötülükleri hüner şeklinde, îmansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dîni, îmanı olanlara softa, gerici denildi. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları müslümanlara, islâm büyüklerine atıf ve isnâd ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlatları babalarından soğutmaya uğraştılar.
Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, temiz yazılarını lekelemeye, olayları ve vesikaları değiştirmeye kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, îmandan ayırmaya, islâmiyeti ve müslümanları yok etmeye çalıştılar.
Ecdadımızın sevgisini genç kalblere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin kemâlâtından, ululuğundan mahrum ve habersiz bırakmak için, kalblere, ruhlara ve vicdânlara hücûm ettiler. İslâmiyetten uzaklaştıkca, Resûlullahın yolundan ayrıldıkca, ahlâk bozuldu. Ecdadımızın başarılarını gösteremez olduk. Başarısızlıklar, gerilemeye, gerilemeler de Osmanlıyı yıkıma götürdü.
Allahü teâlâyı seviyorsanız bana tâbi olunuz!
Cenâb-ı Hak, Resulü Muhammed aleyhisselama tâbi olunmasını, Ona uyulmasını çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dinine uymaktır.
Ona tâbi olmak, yâni Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola “Dîn-i islâm” denir. Ona uymak için, önce îman etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaya çalışmalıdır
Îman etmek, Ona tâbi olmaya başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete dâvet için gönderdi ve Sebe' sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim ! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum” buyurdu.
Böyle olduğunu kitabının çok yerinde bildirmiştir. İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim ! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever” buyuruldu.
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikce, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede “Elbette muhakkak böyledir” buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerimelerinde meâlen, “Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. Îman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık” buyurmaktadır.
Dünyalık için dinlerini verenleri hali
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, kendi anladığı veya sapık kimselerin anladığı gibi değil “Ehl-i sünnet” âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îman etmektir. Çünkü, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'an-ı kerimden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, “Ehl-i sünnet” âlimleridir.
Dört mezhepte ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere “Ehl-i sünnet” âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit,tir.
Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî diyor ki, “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zat bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi”.
Her bid'at sahibi, dört mezhebi bırakıp Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânaları açık olmayan îtikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mâna çıkardığı için, hak yoldan ayrılmıştır. Hâlbuki, Peygamberimiz buyurdu ki, “Kur'an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mâna çıkaran kâfirdir”. Bunun için , namazdan, îmandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.
Dinlerini bu şekilde dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, “Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmanlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti” olan onaltıncı âyet-i kerimesi gönderildi.
Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız “Ehl-i sünnet” âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sahibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bunun için Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her mâna, makbûl ve mûteber değildir. Sadece Ehli sünnet alimlerinin bildirdikleri doğrudur.
Resulullah efendimizin yolunda olmak için
Resulullah efendimizin yolunda olmlak için, Ehl-i sünnet âlimlerine tabii olmak lazımdır. O büyük ve dindâr insanların bildirdikleri îtikattan, îmandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azâbdan kurtulmaları imkânsızdır.
Böyle olduğu akıl ile, Kur'an-ı kerim ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimali yoktur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların, söyleyenlerin hepsi, din hırsızıdır.
Bu kitapları okuyanların îmanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, îmanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz.
Bu tür sapık kimselerin peşinde gidenler, nefsine düşkün, nasipsiz kimselerdir. Ehli sünnet alimlerinin bildirdikleri nefislerine ağır gelir. Nasipli temiz kimseler de Ehli sünnet alimlerinin kitaplarından, lezzet, tad alırlar. Herkesin, cibilliyetinde, aslında ne varsa o ortaya çıkar.
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.
Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir.
Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cemiıyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhırette rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini peygamberi Muhemmed aleyhisselema bildirdi.
Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyetin girmediği bir yer kalmamıştır.
Âhırette azâblardan kurtulmak için
Âhırette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Mûsâ aleyhisselam Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmayı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir.
Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı Îcap eder.
Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez.
Kur'an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmaya çalışan kitapları okumamalıdır.
Allahü teâlânın feyzleri, nîmetleri, ihsânları, yâni iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir.
Fark, bunları kabûlde, alabilmekte ve bazılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen: “Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar”buyurulmuştur.
Nakil bilgileri akıl ile anlaşılamaz
Bozuk fırkaların, bozuk mezheplerin ortaya çıkmalarının esas sebebi “Peygamberliği” anlıyamamalarıdır. Peygamberlik makamını nakil yolu ile değil akıl ile anlamaya çalışmalarıdır.
Halbuki, akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur.
Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı âhıret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır.
Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir mi'yârdır, bir âlettir.
Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur.
Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler.
Ahıret hallerini akıl ile anlamak mümkün değildir. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı.
İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, filozof un , tâm olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin sözlerinden üstün tutulur?
Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sahiplerini hurmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hata bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir?
Bundan daha büyük bedbahtlık ve zavallılık olabilir mi? Tâm akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Böyle bir iddiâya, kimse inanır mı?
Değil sıradan bir insan, bugün Avrupa’da en akıllı tanınan kimselerin, kendi aralarında, en akıllıları olarak, seçtikleri millet vekilleri, bütün akılları ile, bütün ilimleri ile, başbaşa vererek, yaptıkları kanûnları, az zaman sonra, yine kendileri beğenmeyip değiştiriyor.
Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değiştirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur'an-ı kerimi ve Resûlullahın hadis-i şerifleri, yâni mübârek sözleridir.
Resule itaat, Allaha itaat
Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını, ahirette de sonsuz saadete kavuşmalarını istemektedir. Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzur, saadet yolunu göstermiştir. Saadete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lazım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki tekliflere uymayı emretmiştir.
Allahü teâlâ kullarının dinlerini, Muhammed aleyhisselamı göndermekle tamamladı. İslâm dininde olanlardan razı olacağını bildirdi. Muhammed aleyhisselamdan sonra hiç peygamber gelmeyeceğini Kur’an-ı kerimde bildirdi.
Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çaresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli tabiplere kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın eremeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felaketlerden kurtulabilmeleri için, Allahü teâlâ da gönderdiği peygamberi Muhammed aleyhisselama tâbi olmalarını diledi.
Muhammed aleyhisselamı, peygamberlerinin en üstünü, en merhametlisi yaptı. Onun milletini, en adil ümmet eyledi. Onun dinini, hepsinden olgun eyledi. Onun hâlinde aşırılık ve noksanlık olmadığını ve derecesinin üstünlüğünü ve bütün mahlukların peygamberi olduğunu kitabında ayetlerle bildirdi.
Birliğini ve hiçbir şeye benzemediğini anlatmak için ve kullarının bilgilerinin ve işlerinin düzenlenmesi ve hasta kalblerinin tedavisi için, Onu, kullarına son peygamber olarak gönderdi. Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedavi etmek için, ezelde merhamet ederek, peygamberler göndermeyi dilemiştir.
Peygamberlerin, bu vazifelerini yapabilmeleri için, itaat etmeyenleri korkutmaları, itaat edenlere müjde bildirmeleri lazımdır. Ahirette, birinciler için azap, ikinciler için sevap bulunduğunu haber vermeleri lazımdır. Çünkü insan, kendine tatlı gelen şeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için, doğru yoldan sapar, günah işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanları kötülük yapmaktan korumak, dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlamak için, peygamberlerin gönderilmesi lazımdır.
Gemi pusulasız yol alabilir mi?
İlâhi kitapla beraber peygamber gönderilmeseydi, mesela, Muhammed aleyhisselam gönderilmeseydi, Kur’an-ı kerimi anlamamız, emir ve yasaklarını tatbik etmemiz mümkün olmazdı. Peygamberimizin İlâhi kitabı açıklama görevi de vardı. Bunun için sadece, onu postacı gibi görmek Ona hakaret olur, ayrıca ayet-i kerimelere de ters olur. Çünkü pek çok ayet-i kerimede, Peygamber efendimize Kur’an-ı kerimi açıklaması emredilmektedir.
Peygamberlerin, İlâhi kitapları insanlara açıklamadıkça, dinin emrini tam olarak anlamak, yapmak mümkün değildir. Allahü teâlâ peygamberine, kitabını açıklama görevi vermiştir. Şu ayet-i kerimeler bunu açıkça göstermektedir:
“İndirdiğimiz hükümleri onlara iyice açıklasın diye, biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.”
“Sana da Kur’anı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki, düşünüp anlasınlar.”
Mesela namaz vakitleri ve rekat adetleri, namazda neyin nasıl okunacağı, zekât verilmesi gerekli olan ve olmayan mallar, zekâta ait nisap miktarı gibi birçok mesele hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Çünkü Kur’an-ı kerimdeki, “Namazı kılın”, “Zekâtı verin” şeklinde kapalı olarak yer alan ayetlerden maksadın ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Ancak Peygamberimizin açıklamasıyla anlamak mümkün olur. Hz. Peygamberi devre dışı bırakıp, sadece Kur’an-ı kerimi esas almak dini yıkmakla eş anlamlıdır.
Çünkü, Resule itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyandır. Allahü teâlâya itaatin, Resulüne itaatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ suresinin, “Allahü teâlânın yolu ile, Resulünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir” mealindeki yüzkırkdokuzuncu ayeti, bu ayrımı yapanların müslümanlıkla ilgilerinin olmadığını açıkça bildiriyor.
Peygamberimizin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler.
“De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun!”
Muhammed aleyhisselamın bütün sözleri ve bütün hareketleri, insanların olgunlaşmalarına rehberlik etmekte, imanlarının ve işlerinin doğru ve faydalı olmalarını sağlamakta ve kalblerindeki hastalıkların tedavisine ve kötü ahlâklarının giderilmesine ışık tutmaktadır. Peygamberlik de, bu demektir. Peygamberleri sadece semavî kitabı tebliğ eden, getiren sıradan bir insan olduğunu zannetmek, peygamberlik makamının ne olduğunu bilmemektir veya dini yıkmak için sinsi bir oyundur.
Kur’an-ı kerimi, insanların anlaması için, peygamberimizin açıklamakla görevlendirildiğini bildiren birçok ayet-i kerime vardır. Çünkü, herşey Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmemiştir. Bütün hükümleri, herkesin anlayabileceği tarzda açık-seçik olsaydı, Hz. Peygamber tarafından insanlara açıklanması emri abesle iştigal olurdu. Allahın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden berîdir. Ayetler herkesin anlayabileceği şekilde açık olsaydı, hâşâ Allahü teâlânın, açıkla emri lüzumsuz olurdu.
Peygamberimiz bu görevini yaparken, Kur’an-ı kerimin dışında gelen vahiylere göre de yapıyordu. Böyle olmasaydı. Kur’an-ı kerimi açıklamak gibi bir görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur’an-ı kerime ilişkin, Kur’an dışında ve fakat yine Kur’an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip, açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecekti?
Kur’anın Kur’anla açıklanması, onun anlaşılması için yeterli olsaydı, ayrıca Hz. Peygambere, onu “açıklama” emrinin verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın, herkes Kur’anı rahatça okuyup anlayabilirdi.
Hz. Peygamberin bildirdiklerine itaat ve Onun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi, bizzat yüce Allahın emridir. “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur”, “De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” ayetleri, bunu açık olarak bildirmektidir.
Peygamberimizin açıklamalarını, hadis-i şerifleri dikkate almayıp, Kur’an-ı kerimdeki bilgilerin hepsini akla, mantığa uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, peygamberlik makamına inanmamış olur. Böyle, İslâmiyeti akıl ile, felsefe ile, demagoji ile izaha ve inandırmaya çalışan kitaplardan, şahıslardan uzak durmalıdır.
Arapça bilen anlayabilseydi...
Peygamberlerin görevi kendisine gönderilen İlahi kitabı ümmetine, açıklamak, izah etmektir. Burada muhatap Peygamberlerdir. Bunun için Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır.
Allahü teâlâ, insanların dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde olmaları için, yalnız kitap göndermekle kalmayıp, peygamberler de gönderdi. İnsanların, kendi akılları ile, mantıkları ile dünya ve ahiret huzurunu bulmaları mümkün değildir.
İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilselerdi, bulabilselerdi, Allahü teâlâ, hâşâ, peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir.
Muhammed aleyhisselam olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi okuyup, dünya ve ahiret saadetini buradan çıkarmamız mümkün olmazdı. Çünkü, Kur’an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır.
Gönderdiği kitabı açıklamak için, eğer peygambere lüzum olmasaydı, Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimi gönderir, “İndirdiğim kitapta, hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için, ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin” buyururdu. Bu durumda, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına gerek kalmazdı.
Allahü teâlâ böyle yapmayıp da, Kitabını, peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre, Onu başka bir kısım meziyetlerle donatması, Kur’anın dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri de Ona vermiş olması da gerekir. Aksi hâlde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı, anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için, insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar?
Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Peygambersiz anlamak mümkün değil
İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı.
Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Değil aklın erişemeyeceği şeylerde, kendi günlük işlerinde bile, hiç yanılmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir iddiaya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemeyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimi ve Resulullahın hadis-i şerifleri, yani mübarek sözleridir.
Hadis-i şerifler, rastgele insan sözü değildir ve vahiy ile bildirilmiş sözlerdir. Kur’an-ı kerimin açıklamasıdır. Bu açıklamalar olmasaydı, bizim Kur’an-ı kerimi tam olarak anlamamız mümkün olmazdı. Çünkü, arapça bilmekle Kur’an-ı kerim anlaşılamaz. Anlaşılabilseydi, açıklamaya, peygambere lüzum kalmazdı. Bununla ilgili örnekler çoktur.
Mesela, cuma ile ilgili ayette, sadece, “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında, Allahı anmaya koşun...” buyurulmaktadır. Eğer Peygamber efendimiz bildirmeseydi, bu ayette zikredilen “Namaz”ın, “Cuma namazı” olduğunu nereden bilecektik?
Hangi Kur’an ayetine dayanılarak, bu namazın beş vakit namazdan herhangi biri değil de, “Cuma namazı” olduğunu ve farzının da iki rekat olduğunu bilecektik? Yine Kur’an-ı kerimin herhangi bir yerinde “hutbe”den kesinlikle söz edilmediğine göre, farz olan hutbenin okunacağını nasıl bilecektik?
Peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir.
Ahirette azaplardan kurtulmak, sonsuz saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sadık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden fazla peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Hz. Musa, Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. Hz. İsa’nın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu.
Kurtuluş Peygamberlere tabi olmakta
Her ümmet, peygamberine tâbi olmakla kurtuldular. Allahü teâlâ, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri, zararlılarından, peygamberleri aracılığı ile ayırt etti. Eğer bu şerefli peygamberler gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlayamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramaya ulaşamazdı.
Peygamberlerin haber verdikleri; Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra dirilmek olduğu, cennette sonsuz nimetler, iyilikler ve cehennemde azaplar bulunduğu ve İslâmiyetin bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz.
Yunan felsefecileri ve diğer felsefeciler, “Akıl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar” dediler. Aklın herşeye ereceğini, sınırsız olduğunu sandılar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkıştılar. Hâlbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini nasıl doğru olarak anlasın. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir.
Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine peygamberler lazımdır. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Bunlar İlâhî kitaplardan da tam olarak öğrenilemez. Öğrenilen bilgiler eksik kalır. Mesela, Peygamber efendimiz bildirmeseydi, açıklamasaydı, Kur’an-ı kerimi okuyup, Allahü teâlânın emrettiği şekilde ibadet etmemiz mümkün olmazdı.
Kur’an-ı kerimde, “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allahtan korkanlar üzerine bir borçtur” buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet şart kılındığı hâlde, yüce Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis-i şerif şudur: “Bilin ki, Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur.”
Keza Kur’an-ı kerimde, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman...” buyurularak, namaza kalkıldığı zaman, abdest alınması emir buyurulmuş. Eğer Hz. Peygamber açıklamasaydı, buradan her namaz için ayrı abdest almanın lazım olduğu anlaşılırdı. Ancak Hz. Peygamber vasıtasıyla bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin bir tek abdest ile beş vakit namazı kıldığı sabittir.
“Hadisi bırak, Kur'andan söyle" derler
Zamanımızda "Bize Kur'an yeter. Peygamberin sözleri, mezheplere, fıkıh kitaplarına ihtiyaç yok. " diyenler çoğalmaya başladı. Bunlar Kur'ana da inanmıyorlar aslında. Böyle bozuk görüşlü kimselerin çıkacağını Peygamber efendimiz, bir mucize olarak bildiriyor. Buyuruyor ki: “Resulün haram kılması, Allahın haram kılması gibidir.” (Tirmizî)
“Yakında "Kur'anın dışında uyulacak bir şey tanımam" diyenler çıkacaktır.” (Ebu Dâvud). “Bir zaman gelir, beni yalanlıyan çıkar. Şöyle ki, bir hadis söylenince "Resulullah böyle şey söylemez. Hadisi bırak, Kur'andan söyle" der.” (Ebu Yala)
Kur'an-ı kerimde, Peygamber efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderildiği ve Allahın büyük lütfu olduğu bildirilmekte, ona iman ve itaat gerektiği defalarca tekrar edilmektedir. Kur'an-ı kerime uyanın, Onun Resulüne de uyması gerekir. Resulüne uymazsa, Kur'an-ı kerime de uymamış olur.Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
“Resulüm, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allahın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizliyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idi.”
“Andolsun içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, merhametlidir.”
“Ey Resulüm, Rabbin sana (Ahırette çeşitli nimetler ve şefaat izni) verecek, sen de hoşnut, razı olacaksın” mealindeki Duha suresi 5. ayet-i kerimesi inince, Resulullah efendimiz, “Ümmetimden bir kişi Cehennemde kalsa razı olmam” buyurdu.
Her müslümanın, bu büyük nimet olan Resulullahın kıymetini bilip onun yolundan gitmesi, onun yolunda malını, canını feda etmesi gerekir. Çünkü ayet-i kerimede, “Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür.” (Ahzab 6)
Resulullaha iman farzdır Allahü teâlâ, iman edilmesinde de, kendisine itaatte de, Resulünün adını kendisiyle birlikte bildirmiştir. Resulünün adı kelime-i şehadette Allahın adı ile birlikte yer almıştır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
“Allaha ve ümmi Peygamber olan Resulüne iman edin!” “Allaha ve Resulüne itaat edin!”
“Bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir”
Resulullah efendimizin görevi Kur’an-ı kerimi tebliğ etmekle bitmemiştir. Ümmetinin nasıl bir yol takip edeceklerini bizzat göstermiştir. Peygamber efendimizin doğru yolu gösterdiği, onun bildirdiklerine güvenmek gerektiği Kur'an-ı kerimde açıkça beyan edilmektedir:
“Elbette sen onları sırat-ı müstekime (doğru yola) çağırıyorsun.” (Müminun 73)
“Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (Nur 54)
“Onun bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm 4)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi, saymamızı, ona salât etmemizi emrediyor:
“Allah ve melekleri, Resule salât ediyor, [onun şerefini gözetiyor ve şanını yüceltiyor ey iman edenler, siz de salât edin!” (Ahzab 56)
“Ey iman edenler, Allah ve Resulünün önüne geçmeyin. Allahtan korkun, seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin, birbirinizle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurat 1, 2)
Resulüne iman ve itaat olmadan Allaha iman ve itaat olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, kendine itaati, bir çok ayette, Resulü ile birlikte zikretmiştir. Mesela buyuruyor ki:
“Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.” (Nisa 80)
“Resul, size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!” (Haşr 7)
“De ki, Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!" (A.İmran 31)
“De ki, Allaha ve Peygambere itaat edin! Eğer (Peygambere uymayıp) yüz çevirirlerse, (kâfir olurlar) Elbette Allah kâfirleri sevmez.” (A.İmran 32)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize itaati emrettiği gibi, ona muhalefeti, isyanı da yasaklamıştır:
“Kim Allaha ve Resulüne isyan eder ve hududullahı aşarsa Allah onu, temelli kalacağı Cehenneme sokar.” (Nisa 14) [Hududullah, Allahın emir ve yasakları]
“Doğru yol belli olduktan sonra, Peygambere karşı geleni ve müminlerin yolundan başka bir yola uyanı, o yolda bırakır ve cehenneme sokarız.” (Nisa 115)
“Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere [dinin emirlerine] davet edince, Allaha ve Resulüne icabet edin!” (Enfal 24)
“Allaha ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)
Gerçek muhatap Resulullahtır
Bir insan sanki Kur’an-ı kerim kendisine inmişcesine okuyup mana veremez. Verdiği mana gerçeği yansıtmaz. Çünkü, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimize inmiştir. Muhatabı odur. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimin açıklamasını suâl ederlerdi. Açıklamayı gerektirmiyen ayetler hariç, her ayetin açıklamasını bilen yalnız odur. Resulullah efendimizin bildirdiğinden başka türlü açıklamak yanlış olmakla kalmaz, Allaha ve Resulüne iftira olur. Hiç bir kimse, Peygamber efendimizden daha iyi bildiğini söyliyemez. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki:
“Size kitabı, hikmeti etiren ve bilmedikerinizi öğereten bir Peygamber gönderdik.” (Bekara 151) Demek ki, Peygamber efendimiz, Kitabın [Kur'an-ı kerimin] dışında, bir de hikmet getirmiştir.
Kur'an-ı kerimde her bilgi vardır. Ancak açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. Bir ayet-i kerime meali: “Onun sözleri vahydir.” (Necm 4)
Hz.Cebrail, Peygamber efendimize gelip 5 vakit namazın her şeyine bizzat tatbiki olarak öğretmiştir. Peygamber efendimiz de “Namazı benim kıldığım gibi kılınız” buyurmuştur. (Buharî)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimi açıklama yetkisi verdiği gibi, Kur'anda açık olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir:
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymadan tam manasıyla kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
“Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih etme, seçme hakkı yoktur.” (Ahzab 36)
“O Peygamber ki, iyiliği emredip kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.” (Araf 157)
“Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahtan [Kur'an-ı kerimden] ve Resulünden [Sünnet-i seniyyeden] anlayın!” (Nisa 59)
Peygamber Efendimizin emirleri ile Allahü teâlânın emirleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü, ayet-i kerimede “ Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.” (Nisa 80) buyuruldu. Peygamber efendimiz de aynı mealde buyuruyor ki: “Bana itaat eden, Allaha itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allaha isyan etmiş olur.” (Buharî)
Şu hâlde doğru olarak Allahın dinine uymak için Resulüne uymak gerekir. Resulullahın sünneti yani hadis-i şerifler olmasaydı, namazın kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Kur'andan kendi anladığımıza değil, Peygamber efendimizin Kur'an-ı kerimden anlayıp bize bildirdiklerine uymamız şarttır. Nitekim Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki: “Peygamberin emrettiğini alın, yasak ettiğinden kaçının!” (Haşr 7)
Kur'an-ı kerimi Peygamber efendimizden sonra en iyi anlayanlar, Eshab-ı kiram ve diğer âlimlerdir. Hadis-i şerifte de , “Bana uyan Cennete girer, isyan eden giremez.” (Buharî )
O hâlde, Allahın dinine uymak için, âlimlerin sözbirliği halinde bildirdikleri hükümlere uymak gerekir. Zaten Allahü teâlâ da bilmediklerimizi âlimlere sormamızı emrediyor. (Nahl 43)
Hadis-i şerite buyuruldu ki: “Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'an ve onun bir misli daha verilmiştir. "Yalnız Kur'andaki helalı helal, haramı haram kabul edin" diyecek bazı kimseler çıkacaktır. İyi bilin ki, Resulullahın haram kıldığı şeyler de Allahın haram kıldığı gibidir.” (Tirmizî, Darimi)
Mesela, kendiliğinden ölmüş hayvanın etini yemek haramdır. Çünkü Kur'an-ı kerimde (Meyte ve kan size haram kılındı) buyuruldu. (Maide 3). Meyte, dinin emrine uyulmadan öldürülen veya kendi kendine ölen, yani leş olan hayvandır.
Eğer bu ayet-i kerimeyi Peygamber efendimiz açıklamasaydı, kendi kendine ölen her hayvanı yemek haram olduğu gibi, balığı da yemek haram olarak anlaşılırdı. Peygamber efendimiz, “Denizin suyu temizdir, meytesi helaldir” buyurarak deniz meytelerinin helal olduğunu bildirmiştir. Meyte ve kandan istisna olarak yenenleri de Peygamber efendimiz bildirip, “Size iki meyte ve iki kan helal kılındı. İki meyte balıkla çekirgedir, iki kan ise, karaciğerle dalaktır” buyurmuştur. (İbni Mace, Ebu Dâvud)
Resulullah efendimiz bunları açıklamasaydı bu ve buna benzer kapalı hükümler nasıl bilinecekti?
Resulullaha iman nasıl olacak?
Müslüman olabilmek için Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tastîk ve itikât etmek, inanmak şarttır.
Böyle inanmayıp ta, Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimâd tam olmaz. İtimâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz.
İnanılması lâzım şey için, tecribî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile ispat edemeyince, inanmaz veya şübheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. O hâlde:
Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimâd ve itikâd etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şübhe etmek küfürdür. Çünkü, Resûle inanmamak veyâ itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancı Peygamber olamaz.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneş olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabâhat bulmağa hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan istifade etmemiz için, Peygamberleri, islâmiyet ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı.
Dünyada da, âhırette de râhat ve mesûd yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Rahata, saadete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır.
İslam akıl dini mi?
Sesli dinle
00:00
-02:49
- Kimi hocalar da "İslam akıl dinidir." diyorlar... Ne demek bu? Sanırım akılcı bunlar...
…
Eskiden bir adam tanımıştım... Kariyer sahibi bir bilim insanıydı... Dini reddetmiyordu, fakat kendine özgü bir din anlayışı geliştirmişti...
Hocaların gibi bu adam da “İslam akıl dinidir.” diyor, aklına uyanı kabul ediyor, uymayanı reddediyordu...
“Belagat, muhataba göre hitaptır.” diye düşünerek onu daha iyi anlamak istedim... Niçin böyle düşündüğünü sordum, anlattı... Sonuna kadar sabırla dinledim...
“Bilmem farkında mısın, sen Mutezile adlı bir ekolün temel tezini savunuyorsun.” dedim.
“Mutezile mi? Kimdir o? Tanımam etmem.” dedi.
Kısaca anlattım... “Nakil yerine aklı egemen kılan sapkın bir ekoldür, akılcıdır... Felsefedeki rasyonalizm akımına benzer.” dedim.
“Haksız da sayılmazlar... İslam için akıl o kadar önemli ki, akıldan yoksun olanlar sorumlu tutulmuyor... İslam akıl dini değil mi yani?” dedi.
“Hem evet, hem hayır.” dedim...
“Hayır, çünkü İslam vahiy dinidir, vahye dayanır... Evet, çünkü Kur’an ne söylemişse akla uygundur, fakat akıl kendi başına ona yetişemez, vahyin aydınlatıcı nuruna muhtaçtır...”
“Bu sözün hangi anlamda kullanıldığı son derecede önemli... ‘İslam akıl dinidir.’ sözü ‘aklın buldukları dinin verileri olabilir’ manasına kullanılırsa, yanlış...”
“Üstelik akıl yok, akıllar vardır... Her akıl da başka şeyler bulabilir, nitekim buluyor...”
“Kendi aklıyla bulduğunu sarsılmaz gerçek sanmak zihinsel bir sapmadır...”
“Bir alettir akıl, anlamaya yarar... İmanın yeri başka... İnsanın kalbidir imanın mahalli... Aklın verilerini kullanır kuşkusuz, ama onunla sınırlı değildir...”
“Kalbin kendi sezgileri vardır... Bazen birden kavrar gerçeği... İnsan, aklıyla bilir, ölçer, tartar, muhakeme eder, kalbiyle de inanır ya da inanmaz...”
“Aynı bilgileri alan iki insandan biri iman ederken öteki inanmayabiliyor..
.
İslam dini mantık dini midir?
Bu ifade iki manada kullanılmış olabilir.
Birincisi:İslam dininin hükümleri, prensipleri insan fıtratına uygun, insan aklının kabul edebileceği şekildedir. Bu tespit doğrudur. İslam’da çok az bir kısmı “taabbudî” olup teslimiyeti gerektiren prensipler dışında, bütün hükümler “makulu'l-mâna” olup akıl ve mantık açısından anlaşılabilir durumdadır.
İslam’da emir ve yasakların erginlik çağına gelmiş, aklı başında olan insanlar için söz konusu olması, aklı olmayan kimselere herhangi bir sorumluluğun yüklenmemesi de İslam’ın akla önem verdiğini, akla hitap ettiğini ve bu açıdan “bir mantık dini” olduğunu göstermektedir.
Örneğin, İslam’da zekât kurumu, zenginlerin fakirlerin yardımına koşması, paylaşma kültürünün gelişmesi, sınıfsal çatışmayı körükleyen ve katmanlar arasındaki kin ve nefreti arttıran adaletsizlikleri ortadan kaldıran, zengin-fakir çatışmasını sevgi-saygı ve barışa çeviren, sosyal hayatın dengelerini sağlayan bir müessesedir. Zekâtın bu fonksiyonu kolaylıkla anlaşılabilen çok makul ve mantıklıdır.
Yine, İslam dinine girmenin ilk şartı Allah’a ve resulüne iman etmektir. İmanın yeri kalptir. Kalp ise, ulvî hisler, ilhamlar, hadsler yanında aklı da içine alan bir genişliktedir. Aklı olmayanın iman etmekle mükellef tutulmaması bunun açık göstergesidir.
Kur’an-ı Kerim’in üslubu baştan sona hakikatleri akla kabul ettirmek için gereken aklî, mantıkî delillerle doludur. Allah’ın birliği, Hz. Muhammed (asv)’in hak peygamber olduğu, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu, ölümden sonra dirilmenin varlığı anlatılırken hep aklî delillere, mantıkî misallere yer verilmiştir.
Aslında herhangi bir emir veya yasak insan aklını tatmin etmiyorsa, orada adil bir imtihandan da söz edilemez. İlköğretim öğrencisini üniversite veya doktora çalışmalarında geçerli olan bilim dallarına ait sorulara muhatap tutarsanız zulmetmiş olursunuz. Bu sebepledir ki, Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir.
İkincisi:“İslam dini mantık dinidir.”demekle, kendi aklını, kendi mantığını esas alan kimsenin kastettiği düşüncedir. Bu tespit yanlıştır. Bu kimseye göre “Madem aklın yolu birdir”, öyleyse onun aklının almadığı şeyler doğru değildir. O halde, İslam adına ne varsa, kendi aklına aykırı olan her şey yanlıştır. Çünkü, İslam akıl dinidir. Aklın almadığı şeyler dinde de yoktur.
Bu gibi, insanların aklı “akıl” kavramını anlamaktan da âcizdir. Çünkü akıl, kendi başına -dış etkenlerden uzak olarak- her şeyi kavrayamaz; bilakis akıl eğitildiği bilgiler, fikirler doğrultusunda konuları kavramaya çalışır. Gerekli eğitimi almamış bir kimsenin aklı ne kadar yüksek olursa olsun, ondan akılca çok daha geride olan bir mühendisin, bir doktorun, bir müftünün yaptığı işi kavrayamaması, yapamaması, becerememesi, bu gerçeğin açık delilidir.
Burada söylenmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Bazı kimselerin akıl erdiremediği bir meselenin “mantıkî olmadığını” söylemeleri doğru değildir. Bir çoğumuz, fizik, kimya, astronomi, matematikle ilgili bir çok meseleyi bilmiyoruz, aklımız ermiyor. Fakat, hiç kimse bazı insanların aklı ermez diye bu ilimlerin aklî, mantıkî olmadığını iddia etmez. Çünkü, akıl kendi başına her şeyi keşfedecek güçte değildir. Böyle olsaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Her işin uzmanlık alanı vardır. Başkasının akıl erdiremediği ilgili alanın meselelerine uzmanlar kolaylıkla akıl erdirebilirler. Bunun gibi, bazı kimselerin İslam’ın, Kur’an’ın hakikatlerine aklı erdirememeleri o hakikatlerin aklî, mantıkî olmadığını göstermez.
Diğer bir nokta da şudur: İslam’da “taabbüdî” olarak anılan ve zahiren akıl ile anlaşılamayan bazı meselelerin varlığı, kulluğun test edilmesine yöneliktir. İman esasları ilmîdir, aklîdir. İslam esaslarının az bir kısım meseleleri ise aklı tatmin etmek için değil, teslimiyeti test etmek için vardır. İman esasları kabul edildikten sonra aklın kolay koloy kavrayamadığı bazı hususlar da olmalıdır ki, insanın sadece aklına mı yoksa iman ettiği Kur’an’a mı teslim olduğu ortaya çıksın.
Özetle, “Madem Kur’an Allah’ın kelamıdır, öyleyse -aklım almazsa bile- söylediği her şey doğrudur.” diyen imtihanı kazanır. “Kur’an’daki şöyle bir meseleyi aklım almaz.” deyip tereddüt gösteren kimse ise imtihanı kaybeder. Çünkü, bu ikinci şahıs imanında samimî değildir veya çok cahildir.
Mesela, sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Ancak, domuz eti ve içki neden haram kılınmıştır v.s. gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir.
.
Hz. Ali, eğer din akıl ile olsaydı... demiş mi?
Soran : kadiryuksel
Tarih: 17.01.2021 - 20:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Hazreti Ali böyle demiş mi?
"Eğer din (akıl) ve reyle olsaydı, mestin üstünü değil de altını meshetmek daha uygun olurdu. Halbuki ben Rasûlullah'ı (salat ve selam olsun) mestlerinin üzerine meshederken gördüm.”
- Böyle bir hadis var mıdır, varsa nasıl anlamak gerekir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Mestlerin altı yere dokunduğu halde üstü meshedilir. Bunda kolaylık vardır, zira Allah kullarına zorluk değil kolaylık diler. Nitekim bir ayet meali şöyledir:
Hz. Ali'den (r.a.) dini hükümlerin, kişilerin mantığına göre olup olmayacağıyla ilgili birtakım şeyler sorulmuştu. O da şu cevabı vermiştir:
"Eğer din kişilerin mantığına göre olsaydı, buna ruhsat verilseydi, ben, mestlerin üstüne değil altına meshederdim. Ama Resûlüllah (asm) Efendimiz giydiği mestlerin üzerini meshetmiştir, biz kişisel mantığımıza değil, Resûlüllah'a (asm) uyarız ve ona uymakla emrolunmuşuzdur."(Ebu Davud, Tahare 63, h.no: 162)
Din, boyun eğmek, itaat etmek ve kulluk manalarına geldiği gibi, hesap ve ceza manalarına da gelir.
Dini bir terim olarak dadin, Allah Teala'nın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği hükümler bütünüdür. Buna göre dinin kaynağı akıl değil, vahiydir. Burada vurgulanmak istenen konu işte budur.
Bilindiği gibi akıl, sadece aklın prensipleri sahasına giren meseleleri çözmekte söz sahibidir. Halbuki din aklın sınırını aşan hikmetler sahasıyla da ilgilidir. Şu gördüğümüz tabiat aleminin ötesinde kalan alemler de dinin sahası içine girdiğinden, akıl dinî hükümlerdeki hikmetleri her zaman kavrayamayabilir.
Örneğin, suyun bulunmadığı hallerde toprakla teyemmüm etmenin abdest ve gusül yerine geçmesini akıl kavrayamaz.
Akıl gözüyle bakıldığı zaman, temizlik için ellerin ve yüzün tozlara sürüldüğü görülünce akıl buna şaşar. Halbuki Allah'ın kullardan istediği, emirleri karşısında kulun aczini bilip, Allah'ın yegâne ibadete layık kadir-i mutlak olduğu inancıyla kulluğunu tozlara, topraklara bulanmak pahasına da olsa ispat etmesidir.
İmam Ebu Hanife Hazretleri bu gerçeği şu veciz sözleriyle dile getirmiştir:
"Eğer din, akıl ve kişiye özel görüşle olsaydı, guslün meniden değil, idrardan dolayı lazım geldiğine hükmederdim. Çünkü gerçekte idrar meniden daha pistir. Yine miras taksiminde kadının iki, erkeğin ise bir olmasını emrederdim. Halbuki Kur'an-ı Kerim ve sahih hadisler bunun böyle olmadığını kesinlikle ifade ediyorlar."
Şurasını da ifade edelim ki, kamil akıl yeterli şartlar içerisinde aslında dini emirlere ters düşmez. Aklın, dinin bazı emirlerini kavrayamayarak ona ters düşmesi ya şahıstan şahsa farklılık gösteren akıldaki noksanlıktan ileri gelir yahut da aklın içinde bulunduğu imkanların yetersiz olmasından ileri gelir.
Zirve bir noktadan etrafını gözetleyen bir kimsenin varacağı bir hükümle, o zirvenin eteklerinden gözlem yapan adamın varacağı hüküm elbette farklı olacaktır. Allah Teala ise, İslam dini ile bütün insanlığı düşünce ve fikir ufkunun en son zirvesine çıkarmıştır.
Akıl, fikir ve hakikat adına, bu zirve noktadan ayrılarak uzaklaşanlar, uzaklaştıkları oranda dağın doruğundan eteklerine doğru alçalma kaydedeceklerdir.
İşte vahyin ışığından ayrılarak akıl ve fikir adına ayrı bir yol tutanların durumu budur.
Bu konuda şu hadis-i şerifi de hatırdan çıkarmamak gerekir:
"Ey ashabım, sizden sonra yaşayacak olanlar pek çok fikir ayrılıklarına şahit olacaklardır. Size benim yolumu ve halifelerimin yolunu tutmanızı tavsiye ederim. Din adına uydurulmuş (şahsi ve indî görüşe dayanan) bidat işlerden sakının. Çünkü sonradan (din adına) uydurulmuş her yenilik bir bidattir. Her bidat de delalete sürükleyicidir." (Ebu Davud, Sünnet 5)
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde bu gerçeği veciz bir ifadeyle ne kadar güzel açıklamıştır:
"...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr, 59/7)
Delil; bir işi, bir hâli gösteren, irşad eden, yol gösteren, kendisiyle irşad yapılan şey demektir. Bir İslâm hukuku terimi olarak delil; üzerinde iyice düşünerek, haber cinsinden istenilene ulaşmayı mümkün kılan şeydir. Haber cinsinden istenilen şey ise "şer'î hüküm" adını alır. Bazı bilginler delilin, kesin bir şekilde şer'î hükme ulaştırıcı nitelikte olmasını şart koşarlar. Bu bilginlere göre, şer'î hükme zannî bir şekilde ulaştırıyorsa bu delil değil, "emâre" sayılır. Ancak çoğunluğun görüşüne göre, delil kesin olsun zannî (ihtimalli) bulunsun, kendisinden şer'î amelî (pratiğe ait) hükmün çıkarıldığı şeydir (el-Âmidî el-İhkâm fi Usûlil-Ahkâm, Mısır 1914, III, 11; el-Cürcânî, el-Tarifât, "Delil" mad.).
İslâm'da ibadet, muâmele ve cezâ hukuku ile ilgili amelî meseleleri ve akîde konularını hükme bağlamada kaynak teşkil eden delillere "Şer'î delil" denir. Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas, İstihsan, Mesalih-i Mürsele gibi.
Deliller nakle ve re'ye (akla) dayanışına göre naklî ve aklî deliller olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî deliller, Kitap ve Sünnet'ten ibarettir. Ancak icmâ, sahâbe görüşü ve bizden önceki şeriatlar da teşrî kaynağı olarak naklî delil sayılır. Bunların naklî delil olması, hiçbir kimsenin görüş ve düşüncesinin payı bulunmadan şâriin maksadını orijinal şekliyle aktarmasından dolayıdır.
Aklî deliller ise, görüş ve düşünceye dayanan, temelde kıyastan ibaret olan delillerdir.
İstihsan, maslahat (kamu yararı) ve istishab ve kıyâs'a dayanır. Aklî deliller, Allah ve Resulünden nakledilmiş bir duruma değil, görüşe ve düşünceye dayandığından bu ismi almışlardır.
Bu iki çeşit delil birbirine bağlı ve muhtaçtır. Çünkü Allah ve Resulünden nakledilen bir delili kullanırken, aklın devreye girmesi ve düşünme mutlaka gereklidir. Yine, re'y, görüş ve akıl yürütme temelde nakle dayanmadıkça geçerli olmaz. Çünkü tek başına aklın, hükümlerin teşrîinde bir yeri yoktur (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, III, 41).
Tüme varım yoluyla hükümlerin kendilerinden elde edildikleri delillerin dört olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kur'an, Sünnet, İcmâ, Kıyas. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu bu dört delilin, delil gösterilebileceğinde birleşmişlerdir. Temelde Sünnet de delil olma bakımından Kur'an-ı Kerîme dayandığı için, bütün naklî ve aklî delillerin aslı Allah'ın Kitabıdır. Bu yüzden çözüm bekleyen bir mesele ortaya çıktığı zaman, önce Kur'an'a bakılır. Kur'an'da bir hüküm bulunmazsa Sünnette, Sünnette de bulunmazsa, icmâ'ya başvurulur. Bununla da mesele halledilemezse Kur'an ve hadîste bulunan bir hükme kıyas yaparak bir çözüme varılmaya çalışılır.
Ayette şöyle buyurulur:" Ey iman edenler Allaha itaat edin, Peygambere ve sizden olan Ulul-emr'e itaat edin. Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- bunu Allah'a ve Peygamber'e döndürün. Bu en iyi ve güzel yorumdur" (en-Nisâ, 4/59). Burada, "Allah'a ve Peygamber'e itaat et" demek, "Kitap ve Sünnete uy" demektir. Müslümanlara kendilerinden olan yöneticilere itaatı emretmek, müctehidlerin birleştiği hükme uymaya emirdir. Çünkü onlar, müslümanların teşrî işini yürüten kimselerdir. Tartışmalı konuları Allah ve Resulüne döndürmek âyet, hadis ve icmâ'nın olmadığı yerde kıyasa uyulmasını gerektirir. Çünkü kıyas, hakkında nass olan ortak nitelikli başka bir meseleyi çözüme bağlamaktır.
İslâmî problemleri çözmede delillerin bu sıraya göre kullanılması gereği Muaz İbn Cebel hadisinde belirtilir. Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel'i (Ö. 18/639). Yemen'e gönderirken aralarında şu konuşma geçmiştir: Hz. Peygamber; "Sana hüküm vermen için başvurulduğunda nasıl hüküm vereceksin? diye sormuş, Muaz; Allah'ın Kitab'ı ile, diye cevap vermiştir. Hz. Peygamber; Allahın Kitabında bulamazsan, buyurunca, Muaz: Resulünün Sünneti ile, demiştir. Hz. Peygamber; Sünnette de bir çözüm bulamazsan, buyurunca, Muaz; Re'yimle ictihad ederim, cevabını vermiştir. Allah'ın elçisi elini O'nun göğsüne koymuş ve şöyle buyurmuştur: Allah'a hamdolsun, Allah'ın elçisinin elçisini, Allah'ın elçisinin razı olacağı şeye muvaffak kıldı" (Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, el-Ahkâm, 3; Şafii, el-Ümm, VII, 273).
Mihsanoğlu Meymun'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Hasımlar Hz. Ebû Bekir (r.a)'a geldikleri zaman, Allah'ın kitabını incelerdi. Aralarındakine hükmedecek bir şey bulursa onunla hükmeder, Kitapta bir şey yoksa bu mesele hakkında Allah'ın elçisinden bir sünnet biliyorsa, onunla hükmederdi. Onda da aradığını bulamazsa Ashâb-ı kiramın önde gelenlerini toplar, onlarla istişare ederdi. Bir konuda görüş birliği (icmâ) olursa onunla hükmederdi. Ömer (r.a) de böyle yapardı" (İbnül-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, I, 51; Abdülkerîm Zeydân, el-Vecîz. İstanbul 1979, s. 122-123).
Hz. Ömer Kûfe'deki kadısı Şurayh'a şöyle demiştir: "Allah'ın Kitabı ile hükmet. Onda hüküm bulamazsan, Allah Resulünün sünneti ile hükmet. Onda da aradığını bulamazsan, doğru yol üzerindeki imamların görüşlerinden sana doğruluğu açık olanla hükmet. Yine aradığını bulamazsan ictihad et. İlim, istikamet ve salâh sahibi kişilerle istişarede bulun". Abdullah b. Mes'ud (r.a)'da bunun benzerini söylüyordu (İbnül Kayyım, a.g.e., I, 52, 171).
Bu duruma göre naklî delillerin, İslâmî problemleri çözmede öncelik niteliği vardır. Önce naklî delillere bakılır. Bunlarda açık bir hüküm bulunmazsa aklî delillere göre problem çözümlenir.