ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
İmam-ı Âzam, Ahmed İ. Hanbel, İmam-ı Şafi, Süfyan-ı Sevri ve diğer bütün âlimlere göre, kişinin imanı delili olmasa da sahihtir. Ancak delil aramayı terk ettiği için günahkârdır ve asidir. Bu âlimlere göre, iman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir. Terki ise haramdır.
İmam Eşari ise biraz daha ileriye gider ve der ki: “İmanın sıhhatinin şartı, imanın temel meselelerinden her bir meseleyi akli deliller ile bilmektir.” Buna göre, imanın delillerini bilmeyen kimse İmam Eşari’nin katında, mutlak olarak mümin değildir. Bu kişi her ne kadar mutlak olarak mümin olmasa da küfre zıt olan şeyin kendisinde bulunmasından dolayı kâfir de değildir. Bu kişi araştırma ve delil talep etmeyi terk ettiği için asidir. İmam Eşari şöyle devam eder: “Bu kimse diğer asiler gibidir. -Yani içki içen, kumar oynayan ve diğer haramları işleyen asiler gibidir- Onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onu affedip cennetine koyar, dilerse günahı kadar ona azap çektirir ve daha sonra cennetine sokar.”(Fıkh-ı Ekber Şerhi İmam-ı Azam)
Demek, üç mezhep imamı olan İmam-ı Âzam, İmam-ı Şafi ve Ahmed İ. Hanbel’e göre, delil talep etmek ve imani meseleleri delilleriyle bilmek vaciptir. Bilmeyen mümindir, ama delil aramayı terk ettiği için asi ve günahkârdır. Cumhurun görüşü de budur. İmam Eşari ise delili, imanın sıhhat şartı kabul etmiş ve iman hakikatlerini delilleriyle bilmeyenin mutlak mümin olmadığını söylemiştir.
O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi: Öğrenilmesi vacip olan iman hakikatlerinin delillerini öğrenmek ve delilleri öğrenmeyi terk etmekten dolayı kazanılan “asi” ve “günahkâr” sıfatından kurtulmaktır. Bu, namaz kılmak, oruç tutmak ve kurban kesmek gibi kişiye gerekli olan bir ibadettir. Farz-ı kifaye değil, kendisine farz-ı ayn olan bir ilimdir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Madem âlimlerin ittifakıyla, iman hakikatlerini delilleriyle bilmek vaciptir. Ve madem delil talep etmenin terki de haramdır. O hâlde “Delile gerek yok. Şüphemiz yok ki, delile ihtiyacımız olsun.” sözü ne kadar batıl ve ne kadar İslam’ın ruhuna muhaliftir; aklı olan herkes anlar. Delillerle uğraşmayı malayani sayanların kulakları çınlaya!
Taklidi iman nedir?
Taklidi iman: Delile ve araştırmaya dayanmayan imandır.
Bu iman sahipleri mevcudattaki Allah’a ait damgaları, delilleri ve mühürleri okuyamaz. İlahî isimlerin ve sıfatların tecellilerini göremez. Her biri Rabbani bir mektup, ilahî bir kaside ve subhani bir kitap hükmünde olan mahlukları Allah hesabına okuyamaz. Sanattan sanatkâra, nakıştan nakkaşa, eserden müessire ve delilden medlule, yani kendisine delalet edilene geçemez. Bir çiçeğe baktığında sadece zahiri güzelliğini görür, onda tecelli eden ilahî isimleri ve sıfatları tefekkür edemez. Çiçeğin, Allah’ın varlığına ve birliğine ve diğer iman hakikatlerine yaptığı şehadeti işitemez. Bu duruma düşen insan, etrafında olup bitenlere karşı gafil, kâinat kitabındaki güzelliklere karşı kör, hadiselerin hak söyleyen dillerine karşı sağırdır. Bu itibarla inancında sığ ve yetersiz; ibadetlerinde aşksız ve vecdsizdir.
Bu derecedeki iman sahibini 2 soru ile anlayabiliriz:
1. Soru: Allah’a ve diğer iman hakikatlerine inanıyor musun?
Bu soruya cevabı “Evet”tir.
2. Soru biraz daha zordur: “Niçin inanıyorsun?”
Bu soruya cevap yoktur. Zira Allah’a ve diğer iman hakikatlerine inandığı için Müslüman değildir. Bilakis Müslüman olduğu için Allah’a inanır. Anası, babası, çevresi Müslüman’dır, o da Müslüman’dır.
Taklidi iman sahipleri, huzur-i imana sahip olamadıklarından ülfet hastalığına yakalanırlar. Bu iman sahipleri haricî ve enfüsi delilleri tefekkür edemez. Bu tefekkür noksanlığı ise, onu ya gaflete atar ya da inkâra sürükler. Bu, taklidi imanın acı bir meyvesi olan ülfetin son perdesidir.
Tahkiki iman nedir?
Tahkiki iman: Bu iman sahipleri, her bir mahlukun üzerindeki ilahî sikke ve damgaları görür. Onda tecelli eden ilahî isim ve sıfatları okur. Mahlukların hâl lisanı ile yaptıkları tesbihatı işitir. O, mevcudun Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine ve diğer iman hakikatlerine yaptığı şehadeti dinler. Yani bir çiçeğe baktığında, altı iman hakikatinin delillerini çıkartır. O, çiçek ile ahiretin ve meleklerin varlığını ve diğer iman hakikatlerinin hak ve doğru olduğunu ispat eder. İman hakikatleri sadece akıllarında değildir. Kalp, ruh, sır ve diğer latifelerine de nüfuz etmiştir. Bu cihetle, sarsılmaz bir imana sahiptirler.
Demek, bu iman sahipleri her bir mevcutta Allah’ın mührünü görür, isim ve sıfatlarını okur. Bir tek çiçeğe bakar; tasvirinde Musavvir, Mücemmil, Müzeyyin, Bâri, Hakîm isimlerini okur. Rızkının mükemmelen verilmesinde Rahman, Kerim, Vehhab, Mukît, Mün’im, Rezzak, Mucib isimlerini tefekkür eder. Ona hayat verilmesinde Muhyi, programının tohumunda saklanmasında Hafiz, rengârenk boyanmasında Mülevvin, diğer çiçek arkadaşlarına benzemesinde Vâhid, Ehad, Ferd, yaratılmasında Hâlik, Mûcid, tohumu yararak çıkmasında Fâlik ve Fettah gibi isimleri görür. Her bir mevcutta bin bir esma-i İlahiyyeyi okur. Bu iman sahiplerine göre her bir mahlûk ilâhî bir kaside, Rabbani bir mektup ve subhani bir kitaptır. O kitapta bin bir esma-i İlahiyye yazılmış ve tefekkür edilmesi için bu âleme gönderilmiştir.
Taklidi imandan tam anlamıyla kurtulup tahkiki imanı bir yakalasak, kelimelerimiz bile değişecek. İmanın yansıması kelimelerimize kadar nüfuz edecek. O zaman bileceğiz ki, hiçbir zaman yağmur yağmıyor; her zaman yağdırılıyor. Güneş dönmüyor; döndürülüyor. Bir kuş, bir çiçek güzel değil; güzel yapılmış. Doymadık; doyurulduk, içmedik; içirildik, iyileşmedik; iyileştirildik… İşte bu, tevhid-i hakikinin kelimelerdeki aksidir.
Taklidi iman ile tahkiki imanın farkını Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri şöyle bir temsil ile izah eder:
Nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre, büyük bir zatın mütenevvi malları gelse, iki çeşit ile o zatın malı olduğu bilinir. Biri icmali âmiyanedir ki; bu kadar azim mal, ondan başkasının haddi değil ki sahip olabilsin. Fakat böyle adamın nazarında çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir. İkinci çeşit odur ki; her mal üstündeki yazıyı okur, her bir top üstündeki turrayı tanır, her bir ilan üstündeki mührünü bilir bir surette “Her şey o zatındır.” der.
Misaldeki çarşı, şu âlemdir ve kâinattır. Çarşıdaki çeşitli mallar ise, bu âlemdeki canlı ve cansız her bir eşyadır. Çarşıya malları gelen zat ise, Cenab-ı Hak’tır ki; hayvanlar, bitkiler ve cansızlardan hadsiz eşyayı bu âlem çarşısına göndermiştir. ‘İcmal-i âmiyane’ olarak ifade edilen taklidi iman sahibi şöyle düşünür: Bu kadar büyük kâinatı ve içindeki bu derece sanatlı eserleri Allah’tan başkasının yaratması mümkün değildir. Ancak bu kişi, her bir mahlukun üzerinde Cenab-ı Hakk’ın kendisine has mührünü ve zatına mahsus damgasını göremediği için, her an şüpheye düşebilir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf gibi hırsızlar, onun nazarında bazı malları çalabilir. Yani bazı eşyayı, Allah’tan başkasına isnad ettirebilir.
Tahkiki iman sahibi için ise böyle bir tehlike söz konusu değildir. Zira o, âlem çarşısındaki her eşyanın üzerinde olan ilahî mührü görür, Rabbani imzayı müşahade eder. Her bir mevcudu, delillerle Cenab-ı Hakk’a isnad ettiği için zerre miskal nazarında hırsızlık yapılamaz. Zira o, bir sineğin kanadında bile elli beş farklı ilahî damgayı görür. Kimin haddi vardır ki, bu damgaları silip kendi mührünü vurabilsin! Ya da o damgaların üzerine bir örtü çekebilsin!
Meselemiz, mevcutlar üzerindeki ilahî mühürleri ve Rabbani imzaları göstermek olmayıp tahkiki iman ve taklidi imanın farklarını ortaya koymak olduğundan, mühürlerin izahına girişmiyor, bahsedilen elli beş mührü öğrenmek isteyenleri Bediüzzaman Hazretleri’nin “Katre” ismindeki risalesine ve Marmara Eğitim’in görsel formatta hazırladığı “Her şey O’nu anlatıyor” isimli esmâü-l hüsna eserine havale ediyoruz.
Ama taklidi iman sahibi, en basit bir eşyaya dahi vurulan elli beş damgadan habersizdir. İlahî yazıları okuyamaz. Bu sebeple kim, o mevcuttaki yalancı ve sahte mührünü bu kişiye gösterse, onu ikna eder ve mal sahibi olarak kendisini tanıtır. Maazallah, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü hırsızlara taksim eder ve çok mevhum şerikleri kabul eder.
.
Tahkiki iman kaça ayrılır?
Tahkiki iman üçe ayrılır. Bunlar; ilme-l yakin, ayne-l yakin ve hakka-l yakin mertebeleridir.
Bu üç mertebeyi şu temsille anlayabiliriz: Bir dağın arkasında bir ateş yaksalar ve siz ateşin çıkardığı dumanı dağın üzerinde görseniz, şöyle dersiniz: “Şu duman, bir ateşin varlığına işaret etmekte ve onu ispat etmektedir. Zira ateş olmasaydı, duman olmazdı. Ve madem duman var, elbette bu dumanın sahibi olacak bir ateş dağın öbür tarafında mevcuttur. Ateşi görmemem, yokluğunu ispat etmez. Bilakis dumanın varlığı, ateşin vücudunu ispat eder.” İşte bu, ateşin varlığını ilim ile bilmek, dumandan ateşe ulaşmaktır. Bu bilmeye ilmel yakin denilir.
Eğer dağın üzerine çıksanız ve ateşi gözünüz ile görseniz, bu sefer bu ayne-l yakin bir bilmek olur. Buradaki ayn göz demektir. Yakin ise bilmek manasındadır. Ayne-l yakin dediğimizde, göz ile görerek bilmek kastedilir.
Eğer dağdan inip ateşin yanına gitseniz ve ateşin içine girip sıcaklığını hissetseniz, bu da hakka-l yakin bir bilmek olur. Artık ateşin içindesinizdir ve ateşin sıfatları sizi ihata etmiştir.
İşte tahkiki imanın da üç mertebesi vardır. İlme-l yakin mertebesinde olan, Cenab-ı Hakk’ı deliller ile bilir. Yaratılmış her bir eşya, onun için bir duman olmakta ve dumanın ateşe delaleti gibi Allah’ın varlığına delalet etmektedir. İlme-l yakin mertebesinin içinde binlerce mertebe vardır. Delilleri okuma kuvvetine göre mertebeler artar.
Ayne-l yakin mertebesine çıkan birisi ise, âlemi bir kitap gibi okur. Bin bir esma-i İlahiyyeyi keşfeder. En basit bir eşyada hatta bir otta ve sinekte bile onlarca esma-i Rabbaniyeyi görür. Yani bir çiçeği bir film gibi seyreder.
Hakka-l yakin mertebesinde ise, artık gayb perdesi açılmıştır. İman hakikatlerini deliller ile değil, bizzat görerek bilir. Halk arasında, kalp gözü açılmış diye bilinen kısım hakka-l yakin mertebesine ulaşmış kişilerdir.
Bu mertebelerle birlikte bir de ilme-l yakin mertebesinde, hakka-l yakin kuvvetini elde etmek vardır ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin beyanına göre: Risale-i Nurlar bu makamı kazandırmaktadır. Zira delilin kuvveti, göz ile görmeye gerek kalmayacak derecede ilgili iman hakikatini ispat etmektedir. Yani misalimizden yola çıkarsak, dağın üzerinde gördüğü duman küçük bir duman olmayıp, hem dağı hem de kendisini kuşatan büyük bir dumandır. Hatta ağzı ve burnundan içine çektiği ve teneffüs ettiği bir dumandır. Bu öyle bir dumandır ki, dünya toplansa bu dumanı ve işaret ettiği ateşi inkâr ettiremez. İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin beyanıyla Risale-i Nurlar, her mahlukun üstünde Cenab-ı Hakk’a mahsus onlarca mührü gösterir, marifetullaha onlarca pencere açar. Hakka-l yakin mertebesindeki bir kuvveti ihsas eder. Bir kısım halis talebelerini ise, ayne-l yakin mertebesine ulaştırır ve âlemi kitap gibi okutur. Bunlar için bir çiçeği seyretmek, bir filmi seyretmekten daha lezzetlidir.
Netice olarak meselemizi maddeler hâlinde şöyle özetleyebiliriz:
1. İman; taklidi ve tahkiki olmak üzere ikiye ayrılır
2. Taklidi iman; mahluklar üzerindeki ilahî mühür ve damgaların okunamadığı, mevcutların iman hakikatlerine yaptığı delalet ve şehadetin anlaşılamadığı bir imandır.
3. Tahkiki iman; Her varlıkta tecelli eden isimlerin okunduğu, onların lisan-ı hâl ile yaptıkları şehadetin işitildiği ve her iman hakikatinin delilleri ile bilindiği bir imandır.
4. Tahkiki iman; ilme-l yakin, ayne-l yakin ve hakka-l yakin olmak üzere üçe ayrılır ve her kısmın da içinde yüzlerce mertebeler vardır.
Ya Rabbi, imanımızı taklitten kurtarıp tahkike ulaştır. Tahkik mertebelerinden olan ilme-l yakinden ayne-l yakine bizleri vasıl eyle ki, kitabın hükmündeki şu âlemde yazılan bin bir esma-i İlahiyyeyi okuyabilelim. Ve bizi ayne-l yakinden de hakka-l yakine ulaştır. Âmin!
.
Taklidi ve tahkiki iman arasındaki fark
Tevhid-i huzur-i tahkiki imanın bir meyvesi olup, kişinin her an kendisini Allah-u Teâlâ’nın huzurunda ve murakabesinde bilmesi, her hadisede Cenab-ı Hakk’a pencereler açması ve Allah’tan hiçbir an gafil olmamasıdır. Huzur-i imanın manasını, bu imana sahip olan bir kişi ile taklidi iman sahibi olan bir kişiyi bazı makamlarda hayalen gezdirerek daha iyi anlayabiliriz. Şöyle ki:
Huzur-i iman sahibi bir kişi ile taklidi iman sahibi bir kişi oturmuş, Karagöz ve Hacivat gölge oyununu seyrediyorlar. Taklidi iman sahibi oyuna dalmış, pürneşe ve gaflet içinde Allah’ı unutmuş bir hâlde seyrediyor.
Tevhid-i huzur-i sahibi ise şöyle düşünür: Bu perdeler muntazaman değişiyor. Hâlbuki sahnede olan karakterler hayatsız ve şuursuz şeylerdir. Hayatı ve şuuru olmayanın intizamla hareket etmesi, konuşması, ilim, irade ve kudretin tezahürünü göstermesi mümkün değildir. O hâlde değişen bu perdeler arkasında, değişmeyen bir el olmalıdır ki bu muntazam sahneler meydana gelebilsin. Bu değişmeyen el de hayat, ilim, irade, kudret ve diğer sıfatlara sahip olmalıdır. Böyle bir el olmadan, bu sahnenin intizamını izah etmek mümkün değildir. O eli görmesek de varlığını inkâr edemeyiz. Çünkü icraatı ortadadır.
Değişen perdelerden değişmeyen bir ele ulaşan tevhid-i huzur-i sahibi, oradan da kâinata uçar ve tefekkür eder ki: Bu kâinat da şu gölge oyunu gibi daima değişir ve bu değişiklik içinde muntazaman idare edilir. Hâlbuki bu kâinattaki mahluklar da şu gölge oyunundaki karakterler gibi bir kısmı cansız, bir kısmı şuursuzdur. Bu cansız ve şuursuzların kendi başlarına böyle hikmetli bir icraatı yapabilmeleri mümkün değildir. O hâlde kâinat perdesi arkasında da değişmeyen bir zat olmalıdır. Bu hikmetli icraat, O’nun varlığından başka bir şeyle izah edilemez.
Neticede, aynı oyunu seyreden taklidi iman sahibi Allah’tan gaflet içinde iken; huzur-i iman sahibi gölge oyunundaki intizamla değişen sahnelerden değişmeyen bir ele, oradan da değişen kâinata ve kâinattan da Allah’a ulaşır ve O’nun hikmetli icraatını tefekkür eder. Aynı sahnede iki farklı düşünce! Biri gaflette, diğeri ibret ve ilahî icraatı tefekkürde…
Daha sonra bu iki arkadaş gölge oyunundan ayrılarak bir lunaparka giderler. Taklidi iman sahibi burada da gafil iken, huzur-i iman sahibi yine tefekkürdedir. Çarpışan arabalara bakar ve düşünür ve Allah’a şöyle bir kapı açar: İdare farklı ellerde olunca nasılda karışıklık oluyor. Her şey birbirine çarpıyor, intizam bozuluyor. Demek intizam, ancak tek bir zatın idaresiyle olabilir. İkinci el karışsa, karıştırır. Madem kâinatta karışıklık yok, o hâlde idarede farklı eller de yok. Demek bu kâinat, intizamıyla Allah’ın varlığına ve birliğine delildir. Zira ikinci bir el olsaydı, yıldızlar şu çarpışan arabalar gibi birbirine çarpardı…
Neticede, taklidi iman sahibi olan arkadaşı yine gafletteyken o yine ibrette ve tefekkürdedir.
Daha sonra bu iki arkadaş lunaparktan çıkarak Dolmabahçe Sarayı’na girerler. İkisi de beş tonluk avizeye bakar. Taklidi iman sahibi avizede takılır, ustasını düşünür. “Ne ustaymış!” der, ustasının sanatını tebrik eder. Ama aklına Allah ve Allah’ın sanatı hiç gelmez.
Huzur-i iman sahibi ise avizeye bakar ve der ki: “Şu avize bile ustasız olamıyor. Bütün dünya toplansa, şu avizenin tesadüfen var olduğuna ve bu saraya kendi başına takıldığına bizi ikna edemez. Acaba böyle bir avize bile ustasız olamazsa, dünyamızın avizesi hükmünde olan güneş hiç ustasız, sahipsiz ve maliksiz olabilir mi?”
Yani arkadaşı avizede ve ustasında takılıp kalırken, o, avizeden başını kaldırır, dünya sarayının avizesi olan güneşe çıkar ve güneşten de Cenab-ı Hakk’a pencereler açar; O’nu düşünür, O’nu tefekkür eder, O’nun huzurunda olduğunu bilir.
Bu hayalî arkadaşlar son olarak da büyükçe bir markete girerler. Taklidi iman sahibi yine gaflet içinde… Değil sadece Allah’ı, kendisini bile unutmuş etrafı seyrederken; huzur-i iman sahibi olan arkadaşı marketteki eşyaların intizamla dizilmesine ve eşyaların mükemmelen depo edilmesine bakar ve der ki: “Şu küçücük dükkân bile, içindeki eşyaların mükemmelen dizilmesi ve depo edilmesiyle bir zata işaret ederse ve kimse icraatı göz önünde olan bu zatın varlığını inkâr edemezse, şu dünya dükkânında intizamla dizilmiş mahluklar ve depo edilmiş madenler, müdebbiri olan zata işaret etmez mi? Ve O’nu Nezzam, Müdebbir, Âlim gibi isimlerle bize tanıttırmaz mı?”
Neticede, taklidi iman sahibi yine gafletteyken o yine ibret ve tefekkürdedir.
Bu hayalî iki arkadaşı çok makamlarda gezdirmek mümkündür. İşin özü şudur: Huzur-i iman sahibi her vakit Allah ile beraber olur, O’nu tefekkür eder, her şeyde O’na pencereler açar. Daima O’nun huzurunda olduğunu hisseder ve histen de öte O’nun ilim ve murakabesinden hariç kalamayacağına hakka-l yakin inanır. Bu, büyük bir devlettir ve tahkik-i imanı kazanarak ele geçirilebilecek bir imandır.
Rabbimiz, cümlemize böyle huzur-i bir imanı nasip etsin. Âmin!
.
İmanda artma ve eksilme var mıdır?
İman, kemiyeten artmaz ve eksilmez; keyfiyeten ise artar ve eksilir.
İmanın kemiyeten artmaması ve eksilmemesi şudur:
İman edilecek hususlar olan; Allah’ın varlığı ve birliği, meleklerin varlığı, peygamberlerin varlığı, ahiretin hak olması gibi meseleler bellidir. Bunlarda artma veya eksilme söz konusu değildir. İman edilecek bu hususlara inanma bakımından, bir peygamber ile herhangi bir mümin arasında fark yoktur. İkisi de aynı şeylere iman eder. Zaten iman edilecek hususlardan birisi inkâr edildiğinde, iman dairesinden çıkılmakta ve küfre girilmektedir. Demek iman, kemiyeten artmamakta; birisi daha fazla şeye iman ederken, diğeri daha az şeye iman etmemektedir. Kemiyeten hepimizin imanı müsavidir.
İmanın keyfiyeten artıp eksilmesinin manası ise şudur: İman, kalite ve kemal bakımından artar ve eksilir. Mesela tahkiki iman, taklidi imandan yüksektir. Ayne-l yakin mertebesi ilme-l yakin mertebesinden, hakka-l yakin mertebesi de ayne-l yakin mertebesinden üsttedir. Bu tıpkı, Kâbe’yi görmeden bilen bir kimsenin, sonradan onu gördüğünde yakininin ziyadeleşmesine benzer. İman da kişinin delilleri okuması ve görmesi nispetinde ziyadeleşir ve artar.
Efendimiz (s.a.v.) imanın keyfiyet cihetiyle artıp eksilmesine şu hadis ile işaret etmiştir: “Eğer Hz. Ebubekir’in imanı ile bütün müminlerin imanı tartılmış olsaydı, Hz. Ebubekir’in imanı ağır gelirdi.” İşte bu ağırlık, imanın kemal ve keyfiyet mertebesinde olan bir ağırlıktır. Bu cihette, ümmetin tamamının imanı Hz. Ebubekir’in imanına yetişememektedir.
Demek, müminler imanın aslında ve tevhidin zatında eşittirler. Her biri aynı şeylere iman etmektedirler. Ama imanın kemal ve kalitesi birbirlerinden farklıdırlar. Zira iman görmeye benzer. Nasıl ki görenler, görmenin kuvvetli ve zayıf olması bakımından müsavi değildirler. Görenlerin kimi gece görmez, kimisi de gündüz görmez. Görenlerin bir kısmı sadece kalın hattı görür, ince hattı ise ancak gözlük ile görür. Kimi yakından daha iyi görür, kimi bunun aksine uzaktan daha iyi görür ve bunlar gibi… İmanın da keyfiyeti böyle farklı farklıdır. Bu sebeple İmam Muhammed, bir kimsenin “İmanım Cebrail’in imanı gibidir.” demesini mekruh görür. Zira imanın keyfiyeti açısından Hz. Cebrail’in imanı ile onun imanı arasında yerle gök arası kadar farklar vardır. Ancak “Ben, Cebrail’in iman ettiği şeylere iman ettim.” demesinde beis yoktur. Çünkü iman kemiyet cihetiyle müsavidir.
Yine bunun gibi, “Benim imanım, peygamberin imanı gibidir.” demesi caiz değildir. Çünkü iman nurunun, müminlerin kalplerindeki ölçüsü farklı farklıdır. İnsanlardan bir kısmı vardır ki tevhid ve iman, kalbini güneş gibi nurlandırır. Bazısının kalbini ay gibi, bazısının kalbini de parlak bir yıldız gibi nurlandırır. İnsanlardan bazısı da vardır ki tevhid, kalbini büyük bir alev gibi parlatır. Bazısını ise zayıf lamba ışığı gibi… İmanın nuru çoğaldıkça ve dereceleri ziyadeleştikçe, kuvvetine göre, şüpheleri ve şehvetleri yok eder. İtaat, takva, zühd gibi kemal sıfatların kazanılmasını sağlar.
Sözün özü: İman kemiyeten, yani iman edilecek şeylerin adedi bakımından artmaz ve eksilmez. Ancak keyfiyeten, yani imanın kemali ve kalitesi bakımından artar ve eksilir. Keyfiyet bakımından imanda binlerce mertebe vardır.
Bu bahsi burada işlememizin sebebi “Benim delile ihtiyacım yok, şüphesi olanlar delillerle uğraşır.” sözünü söyleyenlerin sözlerinin batıllığını ortaya koymak ve delilleri öğrenmeye teşvik etmek içindir.
Zira öğrendik ki, imanın keyfiyeti artmakta ve eksilmektedir. Madem imanın kemalinde bir artma ve eksilme vardır, o hâlde imanımızı kemale ulaştırmak için iman hakikatlerinin delillerini öğrenmek ve bu delilleri derinden derine tefekkür etmek zorundayız. İman, delillerin öğrenilmesi ve tefekkür edilmesi ile ziyadeleşmektedir.
• Delil bir merdivendir, öğrenilen her bir delil ile manen yükselinir.
• Delil kalbi aydınlatan bir nurdur. Öğrenilen her delil ile kalbin nuru ziyadeleşir.
• Delil bir süpürgedir, kişiyi şüphe ve evhamdan temizler.
• Delil bir kaledir, şeytanların taarruzundan insanı korur…
Demek delilleri öğrenmeye çalışmak, imanının ziyadeleşmesini isteyenler için makbul bir yoldur. Mesele sadece şüpheden kurtulmak değildir ki, “Şüphemiz yok, delile ne ihtiyacımız olsun!” sözünün bir manası olabilsin. Mesele, imanda yükselmek ve kemal bulmaktır. Bununda en birinci yolu, iman edilen şeylerin delillerini öğrenerek hakka-l yakin kuvvetinde bir ilme-l yakin makamını elde etmektir.
.
Taklidi iman tahkiki imana nasıl döner?
Taklidi imandan kurtulup tahkiki imana ulaşmanın iki yolu vardır. Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu iki yolu şöyle izah eder:
Birincisi: Tarikat ve tasavvuf yoludur ki; nefsi terbiye ve ruhu terakki ettirerek, keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu makama halk arasında, kalp gözü açılmış tabiri kullanılır.
Bu makama ulaşanlar, iman hakikatlerini göz ile görür gibi müşahede ederler. Bu yol çok nurlu ve çok feyizlidir. Fakat azami itina ve çok gayret isteyen bir yoldur. Bu yola çokları talip olur; ancak keşif ve şuhud denilen bu makama çok azı, yani ehass-ı havas denilen seçilmiş insanlar ulaşır. Bunların imanı şuhudîdir. Bizler, bu yol ile tahkike ulaşmaya çalışan kardeşlerimize Allah’tan muvaffakiyet diliyoruz.
İkinci yol ise: Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin birleşmesiyle, hakka-l yakin derecesinde bir ilme-l yakinin kuvvetiyle iman hakikatlerini tasdik etmektir. Yani, iman hakikatlerini âdeta göz ile görmek kuvvetinde sağlam deliller ile bilmektir. Bu yol Kur’an’ın yoludur. Sahabe ve asfiyanın caddesidir. Buna Velayet-i Kübra denilir. İşte bu ikinci yol; Risale-i Nur’un temeli, mayası, ruhu ve hakikatidir.
Evet, kim imanını göz ile görür derecesinde sağlam delillerin üzerine bina etmek ve bu sayede tahkiki imana ulaşmak isterse, Risale-i Nur külliyatını ciddi mütalaa ederek bu makama ulaşabilir. Bizler, Risale-i Nur külliyatını sizlere ısrarla tavsiye ediyor ve bu eser ile tahkiki imana ulaşmanızda Allah’tan muvaffakiyetler diliyoruz.
Akla ve araştırmaya çok önem veren genç bir arkadaş, (Şu neden farz, şu neden günah? Bunların hikmetini, sebebini bilmeden kabul etmem. Ben görmediğim Allaha, kocakarı gibi körü körüne inanmam) diyor. Dinimiz görmeden iman etmeyi bildirmiyor mu?
CEVAP: Bu genç gibi söylemek çok tehlikelidir. İlâhî emrin hikmeti anlaşılmasa da Allahın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır. İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan Hüccet-ül-İslam unvanına sahip İmam-ı Gazali hazretlerinin İhya'da ve İmam-ı Süyuti hazretlerinin Cami-us-sagîr'de bildirdiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Âhir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarılar gibi inanın.) [Deylemi] Bu hadis-i şerif kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan demek değildir. Allah ve resulünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın demektir. Cennet, Cehennem, Sırat Köprüsü ve ahiret hayatı akıl ile mantık ile ispat edilemez. Mutezile aklı almadığı için Sırat Köprüsünü, Miracı ve benzeri olayları inkâr etmiştir. Şimdi birçok Müslüman inanamayıp mürted olurken, müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hz. Ebu Bekir, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine çıkmıştır. Görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Miraca gidip geldiğine inanarak Resulullahı tasdik etmesi imanını yükseltmiştir. Güneşten daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir'in imanı, bütün insanların imanları toplamı ile tartılsa, Ebu Bekir'in imanı daha ağır gelir) buyurmuştur. Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle devamlı meşgul olmak caiz değildir. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, gayba imanı, kocakarı gibi inanmayı emretmiştir. İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur'an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) Demek ki gayba inanmak, müttekilerin vasfıdır. Resulullah ne bildirmişse doğrudur diyerek inananlar kurtulmuştur. İman, araştırarak, akıl yürüterek elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri imanı şöyle tarif etmişlerdir: İman, Muhammed aleyhisselâmın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani] Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahluklara ait bilgilerde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir. İnsan, bir yol gösterici olmadan aklı ile Allahın bildirdiği doğru yolu bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların yanlış yollara saptıkları görülür. O halde Resulullaha inanmak şarttır.
www.dinimizislam.com › Doğru iman bilgileri › İman ve İslam
Sual: (Tahkik etmed
İman etmek için araştırmak gerekir mi?
Sual: (Tahkik etmeden, körü körüne inanmak iman değildir) deniyor. İman gayba olmaz mı? CEVAP Akılla, tahkikle yani araştırmakla, iman kuvvetlenmez, hattâ aksine şüphelerin artmasına sebep olabilir. İbni Sakka isimli bir âlim, her şeyi akılla ispata kalkardı. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delille ispat ederdi. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı. Yusuf-i Hemedanî hazretleri, onun bir sorusu için, (Senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince Hristiyan oldu. 100 delille, hâşâ üç ilah olduğunu ispata kalkıştı. Bunun için, akıl tek başına ölçü olmaz. İki hadis-i şerif: (Dini aklıyla ölçen kadar, zararlı kimse yoktur.) [Taberanî]
(Ahir zamanda, kocakarı gibi inanın!) [Deylemî]
Bu hadis-i şerif, (Körü körüne inanın) demiyor. (Dinimizin bildirdiklerine, akılla ölçmeden, delil aramadan inanın) demektir. Âhiret ve Sırat Köprüsü, akılla, mantıkla ispat edilemez. Mutezile; Sırat Köprüsü ve Mirac gibi şeyleri inkâr etmiştir. Tahkik eden de, şüpheden kurtulamaz. Mesela, Sırat Köprüsü'nü akılla izah edemez ve inkâr etmek zorunda kalır; Hazret-i Ebu Bekir gibi, (O söylemişse doğrudur) diyemez. Diyebilse tahkike lüzum görmez. Onun için tahkikçi büyük tehlike içindedir.
Müşrikler, tahkikçi mantığıyla, Peygamber efendimizin miracını inkâr ederken, Hazret-i Ebu Bekir, aklı işe karıştırmadan, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine çıkmış, (Sıddık) ismiyle şereflenmiştir. Aklını atıp, Resulullah'ın bir anda Mirac'a gidip geldiğini tasdik etti, imanı Güneş gibi parladı. Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir’in imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, onun imanı daha ağır gelir) buyurdu. Bu, tahkikle değil, tasdikle olmuştur.
İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Kur’an-ı kerimde, sâlihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki: İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik olur, Resulü tasdik olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. (S. Ebediyye)
İslamcılık ve iman
Sual: İslamcılık Müslümanlık mı ve iman hakikatleri denilen şey hakiki iman mı oluyor? İnsan, aklî delillerle yazılmış bir kitabı okumakla hakiki imana kavuşabilir mi? CEVAP Muteber din kitaplarında, İslamcılık diye bir tâbir olmadığı gibi, iman hakikatleri diye bir tâbire de rastlamadık. Günümüzde genelde, Allah’ın varlığını ispat için, araştırma yapılarak, olaylar tahkik edilerek, akılla anlatılmaya çalışılan bilgilere iman hakikatleri diyorlar. İslamcılık Müslümanlık olmadığı gibi, iman hakikatleri denilen şey de, hakiki iman değildir. O kişinin öyle zannetmesinden başka şey değildir. Böyle nakli esas almayan din kitabı okumakla, Allah'ın varlığını ispata kalkışmakla hakiki imana kavuşulmaz. Tasavvufla, fena makamına kavuşmakla hakiki imana kavuşulur. İmam-ı Muhammed Ma’sum hazretleri buyurdu ki:
Tasavvuf büyüklerinde nefis de imana geldiği için, iman yok olmaktan korunmuştur. (Yâ Rabbî, senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadisi ve Nisa sûresinin, (Ey iman edenler, iman edin!)mealindeki 136. âyeti, hakiki imanı göstermektedir. Bu âyet, (Hakiki imana kavuşun) demektir. (2/61)
Senaullah-i Dehlevî hazretleri buyurdu ki: Tasavvufta fenâ makamına kavuşan, hakiki iman sahibi olduğu için muhakkak imanla ölür. Bekara sûresinin, (Allah, imanınızı zayi etmez) mealindeki 143. âyet-i kerimesi ve (Allahü teâlâ, [fenâ makamına kavuşan] kulların imanlarını geri almaz) hadis-i şerifi, hakiki imanın geri alınmayacağını göstermektedir. (İrşad-üd-tâlibin)
Hakiki iman hakkında, İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvuf, Ehl-i sünnet itikadının sağlamlaşması, şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akılla, delille, tahkikle kuvvetlendirilen iman, böyle sağlam olamaz. Ra’d sûresinin 28. âyetinde mealen,(Kalblere imanın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikirle olur)buyuruldu. (1/266)
Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda, kocakarı gibi itikad edin!) buyurarak, kocakarıgibi iman etme
Fıkıh ilminin önemi-2
En lüzumlu bilgiler Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayndır. Peygamber efendimiz, (Ahir zamanda, kocakarı gibi itikad edin!) buyurarak, kocakarı gibi iman etmeyi tavsiye etmiştir. (Deylemi)
İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan [zekat ve her türlü hayır hasenat için] harcarlar) buyuruluyor. (2/3)
İman bilgilerini anlatan derin ilme ilm-i kelam denir. Kelam ilmini, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikadı öğrenecek ve bunları akıl ve nakil ile ispat edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lazımdır. Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıl yollara kayar, sapıtıp zındık olur. (Hadika)
Âlimler buyuruyor ki İlm-i kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilm-i kelam ile uğraşmanın zararı bilinseydi, kelam ilmi ile uğraşmaktan, aslandan kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şafii) Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur) buyurulmaktadır. (Taberani)
İman kıymetlidir Cahil ve âlim herkes, kelam ilmi ile uğraşmayı bırakıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışmalı; zira fıkıh ilmi zaruri lazımdır.
Fıkıh ilmi ise, nakli esas alan doğru bir ilmihal kitabından öğrenilir. Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihale uygun yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmalıdır. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut, (Kuşların uçuşunda ilahi şuuru görüyoruz) veya (Bu iş Allah’ın aklına aykırıdır) dese, yaptığı ibadetler kıymetsiz olur ve Cehenneme gider. Çünkü küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Halbuki ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemi] Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika) Din fıkıhtan öğrenilir Bizim gibilerin, tefsirden din öğrenmesi mümkün değildir. Tefsirden abdestin farzını bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadi konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? İslam âlimleri yıllarca çalışarak, Kur'an-ı kerimden çıkardıkları hükümleri, kitaplara yazmışlardır. Bir müslüman, hangi mezhepte ise, mezhebine ait kitapları okur, dinini öğrenir. Zaten her müslümanın, bir ilmihal kitabı okumakla, dinine ait lüzumlu bütün bilgileri öğrenmesi mümkündür. Tıp kitabı okuyarak hastalıklara teşhis koymak, tedavi ve ameliyatlara girişmek milyonda bir ihtimal de olsa belki mümkün olabilir, fakat Kur'andan din öğrenmek mümkün olmaz. Her işi ehlinden öğrenmek gerekir. Fıkıh kitaplarını "Tabu" olarak gösterenler, "Dini Kur'andan, tefsirden öğrenin!" diyenler, eğer cahil değilseler, din anarşisi meydana çıkarmak için çalışan hain ve sapık kimselerdir.
23 Ara 2011 - Soru: “Ahir zamanda kocakarı imanına sığının, kocakarı gibi itikat edin. ... geldiği için hadi
.Soru:“Ahir zamanda kocakarı imanına sığının, kocakarı gibi itikat edin.” şeklinde bir hadis var mıdır? Varsa sahihlik derecesi nedir? Bununla ne kastedilmiştir? Cehalet propagandası gibi geldiği için hadisin sahih olması ihtimaline inanmakta zorlanıyorum. Bunun karşıtı olarak, dinde bilginin önemi nedir? İmanda ölçü ne olmalıdır? İnanmakta aklın payı nedir? Körü körüne teslim olarak yapılan iman mı daha hayırlıdır, yoksa sorgulayarak öğrenerek iman etmek mi? Ben, çevrem tarafından her şeyi araştırdığım için çok eleştiriliyorum. Teslimiyetçi olmadığım düşünülüyor. Sürekli bana bilginin önemsiz olduğunu asil önemli olanın sorgusuz iman etmek olduğu söyleniyor. Ölçü ne olmalıdır? Kur’an’ın bu konudaki öğretisi nedir?
Cevap:
Ulaşabildiğimiz tüm hadis kaynaklarında “îmânu’l-acûze” yani “kocakarı imanı” gibi bir tabire rastlayamadık.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde nasıl inanmamız gerektiğini beyan etmiştir. İmanımızın bizi dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak şekilde olması için Allah’ın koyduğu ölçülere uygun olması gerekir. İlgili ayetlerin biri şöyledir:
“Müminler o kimselerdir ki Allah anılınca yürekleri titrer, Allah’ın ayetleri okununca, o ayetler onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.
Namazlarını kılar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden hayra harcarlar.
Gerçek müminler işte onlardır. Onlar için Rableri katında dereceler, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” (Enfâl, 8/2-4).
İslam dininde bilginin önemini anlamak için vahyin ilk olarak “oku” emri ile başlamasının hikmetini düşünmek yeterlidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bilgili kişilerin derecesinin yüksek kıldığını beyan buyurmuştur. Bir ayet şöyledir:
“Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücâdele, 58/11).
İnsanın bilinçli olarak inanması gerekir. İmanda şüphesizlik yani kesinlik şarttır. Bilinçsiz, körü körüne inanmanın dinimizde yeri yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurât, 49 / 15).
İnanan insanın çok derin araştırmalar yapmasa da neye ve niçin inandığının farkını varması yeterlidir. Elbette iman konusunda bilgi çok önemlidir. Ancak İslam’ın genel ilkelerini kabul ettikten sonra Allah’a teslimiyet gerekir. Başka bir deyişle inanmanızı gerektiren delillere ikna olduysanız emirlerin hikmetine vakıf olmanız şart değildir. Şer’î bir emri yerine getirme konusunda “Bunun ne hikmeti var, bana ne yarar getirir?” şeklinde sorgulama yapmadan “Allah böyle emretmiş, imanım gereği yerine getirmem gerekir.” Demek gerekir İşte bu, İslam’dır. Allah şöyle buyuruyor:
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik.’ demeleridir. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır.” (Nûr, 24 /51).
“Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ama ‘Boyun eğdik.’ deyin. Henüz iman tam olarak kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.” (Hucurât, 49/14).
Mehmet RUZİBAKİ
Benzer soru-cevaplar için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
?Kocakarı imanı? söylemi, taklidi imanın muteber olup olmadığı sorunuyla ilgilidir.
münhasıran kocakarıyı değil de, toplumun ortalamasını muhatap alan kur?an, imanın gerçekleştirilmesi için insanların varlıklar üzerine, nimetler üzerine düşünmelerini, atalarını körü körüne taklit etmemelerini ister.
kişinin hakkında asgari bilgisi olmadığı şeyin peşine gitmemesini, aksi takdirde öte dünyada sorumlu tutulacağını söyler (17/26). kur?an, müşrik bir toplumun siyasal önderi olan firavun?un karısının, mevcut dini - kültürel ortamı yırtarak imana erişmesini mü?minlere örnek olarak verir (66/11).
kocakarı imanı söylemi, samimiyeti ve koşulsuz teslimiyeti ima eder. birincisine evet, ama ikincisi alabildiğine tehlikelidir. bilinçsiz ve bilgisiz samimiyetin dinde hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
samimiyetle dağa, taşa, ineğe, buzağıya?tapan insanlar vardır. bu nedenle kur?an, ?imanınız sizlere ne kötü şeyler emrediyor??(2/93) diye serzenişte bulunur.
tıp ve sağlık benzetmesine dönecek olursak, herkesin elbetteki doktor olması beklenemez; ancak, koruyucu hekimlikte olduğu gibi, herkesin sağlığını koruması, bunun için gerekli bilgileri öğrenmesi; hasta olduğunda sahasında uzman bir doktora gitmesi gerekir.
kaldı ki, insanın Allah ile olan ilişkisi ?akaid? ilişkisi değil; iman ilişkisidir. ilişkiye girdiğin varlığın ahlaki karakterini, kur?an?a dayanarak doğru tanımak gerekir. diğer türlü, Allah?a inandığını söylersin; fakat pratikte kontrolsüz bir güce taparsın; veya tarihten, toplumdan, doğadan ve insanlardan kaynaklanan kötülükleri götürüp Allah?a iftira edersin.
özetle, iman konusunda kur?an?ın koyduğu hedefle, kocakarı imanını muteber görme hedefini mukayese edecek olursak, ikincisi, islam toplumlarının düşüş ve çürüme dönemlerinin bir standardıdır.
kocakarı imanını savunmak, tıp bilimi ve doktorluk mesleğine rağmen kocakarı ilaçlarıyla tedavi olmayı savunmaya benzer.
kocakarı imanı eğer bir erdem ise, hindu, hırıstiyan veya müslüman kocakarıların imanı arasındaki fark nedir? kur?an, gücü oranında herkesi düşünceye dayanarak iman etmeye çağırırken;
insanları taklit ile teslimiyete çağıranlar, aslında tembelliğe çağırıyorlar demektir.
adını da, ?teslimiyet? diye iyi bir şey olarak koyuyorlar. l
.Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın hadisleri sahih midir? İlimle imanı elde etmek insana zarar verir mi? Delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız?
Sorunun Detayı
(Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) Taberani. (Ahir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarı gibi inanın!) Deylemi. Bu hadisler sahih midir? Tahkiki imanı elde etmeye çalışmak kişiye zarar verir mi? Bir kısım ehl-i sünnetten olanlar delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu savunuyor. Peygamberimizin tahkiki imanı teşvik eden hadisleri var mı? Ayrıca taklidi imandan yana olanlar, Hz. Ebu Bekir'in Sıddik ünvanı kazanmasını da misal veriyorlar. Ama oysa tasdik, kabul etmek değil doğrulamak demek değil midir? Bir kişinin doğrulaması için de doğruladığı meseleden emin olması gerekir.
Kullanıcı:
norht
| Tarih:
Per, 16/05/2013 - 10:52
Değerli kardeşimiz;
İslam dini, aklı olmayanı sorumlu tutmaz. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla, iman kesin bir bilgiye dayanmak zorundadır. Kesin bilginin olması için aklın devreye girmesi gerekir.
Tebarani’deki hadisin tashihine rastlayamadık. Şayet sahih ise, manası şöyledir: Kişi, her konuda aklını tatmin etmediği sürece İslam’ın hükümlerine boyun eğmezse bu kişi çok zarar eder. Çünkü, İman emniyeti, aklın kabul ettiği deliller doğrultusunda kesin bilgiyi istediği gibi, İslamiyet teslimiyeti, aklının almadığı hükümler konusunda tereddüt etmeden boyun eğmesini gerektirir.
İman esaslarının hepsi, kesin bilgiyle ancak tahakkuk eder. Kesin bilgi ise ancak akılla bilinebilir. Ancak, temel referans olacak kaynağı akılla kabul ettikten sonra detayların hepsinde aklı kullanmak her zaman isabetli olmayabilir. Mesela. Hz. Peygamberin peygamberliğini veya Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu aklıyla kesin olarak kabul ettikten sonra, artık Kur’an’ın her meselesini, Hz. Peygamberin her sözünü kendi aklının ölçülerine göre yorumlarsa, kabul veya reddederse, buradan kişi çok zararlı çıkar.
“Kişiyi ayakta durduran aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur”(Deylemi, 3/217; no:4629) hadisinde de bu gerçeği görmek mümkündür.
Ebu Said el-Hudri’nin rivayetine göre, peygamberimiz şöyle buyurdu: Her şeyin bir temel esası/bir dayanağı vardır; müminin dayanağı ise aklıdır. Kişi ibadetiyle değil, aklı ile değerlendirilir. (Ayette ifade ediliği üzere; “Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı mı?” şeklindeki soruya muhatap olunca) kâfir olan kimsenin -meal olarak-“Şayet biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!”(Mülk, 68/10) demesi aklın dindeki önemini göstermektedir(Deylemi, 3/333/no:4999)
Şunu belirtelim ki, bu hadisler senede bakımından şayet zayıf dahi olsalar, manalarının sahih olduğunda şüphe yoktur.
Deylemi’deki hadisin manası şöyledir: “Ahir zamanda değişik heva ve hevesler/düşünceler-inançlar ortaya çıktığında çölde yaşayanların (bedevilerin/kırsal kesimdekilerin) dinlerine uyun”(Deylemi, 1/256; no:996)
Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Kenzu’l-Ummal, 1/179 / no: 904).
Diğer bir rivayette: meal olarak “ Ahir zamanda değişik düşünceler/inançlar ortaya çıkınca, kocakarıların dinine uyun” ifadesine yer verilmiştir. Bu rivayetin de sened bakımından sahih bir kaynağı bulunamamıştır(bk. Aclunî, 2/83). Ancak ahir zamanda dindar köylü kadınların, özellikle yaşlı olanlarının sağlam inançlarına dikkat çekilmesi, anlam bakımından doğruluğunu gösteren pek çok misaller vardır.
Akıl meselesine bir daha bakalım:
İslam alimleri tarafından kabul edilen kurala göre, bir bilginin doğruluğunu kesin olarak belirleyen üç yol vardır.
1) Akıl.
2) Havass-ı selime/sağlam duyu organları.
3) Doğru haber.
Lafı fazla uzatmamak için detaylara girmeden şunu söylemeliyiz ki akıl, bu üç yolun en kuvvetli olanıdır. Çünkü, aklı olmadan doğru haberin doğru kaynağını bulamayız. Mesela, doğru haberlerin başında gelen vahyin geçekten vahiy olup olmadığını bilmek için yine akla ihtiyaç vardır. Keza, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızın algıladıkları şeylerin doğru olup olmadıklarını da ancak akıl ile idrak edebiliriz. Nitekim, bu duyu organlarımızın bazen yanıldıkları da yine aklımızla bilebiliyoruz.
Açık misaller gerekirse, gözümüzle güneşin hacminin bir avuç kadar olduğunu algılıyoruz. Ancak aklımızla öğrendiğimiz bilgilerimiz bunun doğru olmadığı bize söylüyor. Keza, tevatür yoluyla gelen doğru haberin “tevatür” kriterini tespit emek yine aklın işidir. Yani -doğruluğunun kanıtı olarak ortaya konulan “TEVATÜR” yoluyla gelen kimselerin yalan üzere birleşmelerinin mümkün olmadığı hükmü de ancak akıl ile anlaşılır.
Dünyada herhangi bir delinin çok harika işler başardığı elbette görülmemiştir. Bu da aklın önemini göstermektedir.
Kur’an’da, hakikatlerinin anlaşılması için, insanın aklını kullanarak, tefekkür ederek bir yargıya varması istenmektedir. Bu da iman ile akıl arasındaki ilişkinin boyutunu göstermektedir.
Akıl olmadan ilim olmaz, ilim olmadan kesin bilgi olmaz, kesin bilgi olmadan iman olmaz. Aşağıdaki ayetlerden akıl ile iman ilişkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz:
“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara, 2/21-22).
“Bunun üzerine dedik ki: «Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun» (Vurulunca da o diriliverdi.) İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir. Aklınızı iyice kullanasınız diye ayetlerini size gösterir.”(Bakara, 2/73)
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı”(Nisa, 4/82)
“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”(Araf, 7/179)
“ Bunlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin(akıllarının) üzerinde üst üste kilitler mi var?”(Muhammed, 47/24).
“ De ki: “Eğer Allah dileseydi ben Kur’ân’ı size okuyamazdım, hiçbir suretle de size onu bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?”(Yunus, 10/16)
“Öyleyse insan neden yaratıldığını bir düşünsün. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. Onu ilkin yaratan Allah, elbette onu diriltmeye kadirdir.”(Tariık, 86/5-8)
Hülasa:
“İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır(hadiste iman yetmiş küsur şübeden meydana geldiği bildirilmiştir. bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 103).Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. (Sözler, 749.)
Şu ifadeleri de tekrarla okumalıyız:
“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.” (Sözler, 93 )
Akla ve araştırmaya çok önem veren genç bir arkadaş, (Şu neden farz, şu neden günah? Bunların hikmetini, sebebini bilmeden kabul etmem. Ben görmediğim Allah’a, koca karı gibi körü körüne inanmam) diyor. Dinimiz görmeden iman etmeyi bildirmiyor mu?
CEVAP
Bu genç gibi söylemek çok tehlikelidir. İlâhî emrin hikmeti anlaşılmasa da Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır. İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan Hüccet-ül-İslam unvanına sahip İmam-ı Gazali hazretlerinin İhya’da ve İmam-ı Süyuti hazretlerininCami-us-sagîr’de bildirdiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Ahir zamanda değişik inançlar çıkınca, koca karılar gibi inanın.) [Deylemi]
Bu hadis-i şerif kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan demek değildir. Allah ve resulünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın demektir. Cennet, Cehennem, Sırat köprüsü ve ahiret hayatı akıl ile mantık ile ispat edilemez. Mutezile aklı almadığı için sırat köprüsünü, miracı ve benzeri olayları inkâr etmiştir. Şimdi bir çok Müslüman inanamayıp mürted olurken, müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hz. Ebu Bekir, O söylediyse doğrudur diyerek imanın zirvesine çıkmıştır.
Görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Miraca gidip geldiğine inanarak Resulullahı tasdik etmesi imanını yükseltmiştir. Güneşten daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz,(Ebu Bekrin imanı, bütün insanların imanları toplamı ile tartılsa, Ebu Bekrin imanı daha ağır gelir) buyurmuştur.
Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve hayvanların anatomisini incelemekle devamlı meşgul olmak caiz değildir. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber efendimiz, gayba imanı, kocakarı gibi inanmayı emretmiştir. İspat ile delil ile iman olmaz. İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
Demek ki gayba inanmak, müttekilerin vasfıdır. Resulullah ne bildirmişse doğrudur diyerek inananlar kurtulmuştur. İman, araştırarak, akıl yürüterek elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri imanı şöyle tarif etmişlerdir:
İman, Muhammed aleyhisselâmın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]
Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahluklara ait bilgilerde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir. İnsan, bir yol gösterici olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların yanlış yollara saptıkları görülür. O halde Resulullaha inanmak şarttır.
İmanı kuvvetli olanlar
Bir kimse imanının kuvvetli olduğunu, yani iman-ı kâmil sahibi olduğunu anlayabilir mi?
CEVAP
Haramlardan kaçan ve ibadetleri yapan kâmil iman sahibidir.
İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve “günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz” diye düşünenin imanı kuvvetli demektir. (Bezzâziyye)
Konu ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Şu üç kimsenin imanlı kemale ermiştir:
1- Hiç kimsenin kınamasından korkmadan Allah yolunda yürüyen,
2- Ameline riya karıştırmayan,
3- Dünya ve ahiretle ilgili iki işten ahirete ait olanı dünya işine tercih eden.) [İbni Asâkir]
(İmanı en kuvvetli olan mümin, güzel ahlâka sahip olanıdır.) [Taberani, Deylemi]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmamak, kuvvetli imanı gösterir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnızAllah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre düşmekten korkan imanın tadını bulur.) [Buhari]
Bir hoca, “Bazı iş yerleri, hanımı kapalı olanı işe almayız veya kapalı olduğu tespit edilirse işten atarız dedikleri için hanımlarınızın başını açmanız caiz olur, çünkü bu iman değil, temel değil bir ayrıntıdır. Ben temelle uğraşıyorum, siz ayrıntılarda kalıyorsunuz” diyor. Bir de okuyan kızlara, “Siz okuyorsunuz başınızı açmak zorunda olduğunuz için, üstelik okuyarak cihad ettiğinizden dolayı başınızı açmanız helal olur” diyor. Böyle söylemek uygun mudur?
CEVAP
Birinci hususta hanımı açmak zaruret olmaz. Çünkü hanımı kapalı olarak çalışmasına karışmayan iş yerleri de vardır. O işte çalışmak mecburiyeti yoktur. Daha ucuz olur, daha zor olur. Bir başka iş bulunabilir. Kadın hiç bir surette başını açmaya mecbur edilemez. Okumak zaruret değil ki, başı açmak zaruret olsun. Harama helal demek küfür olur. Küfre ayrıntı demenin vebali çok büyüktür.
Harama helal diyenin sadece ayrıntısı gitmez, temeli de gider, yani imanı kalmaz. Ayrıntı diyerek temeli yani imanı yok etmek ne kadar feci olur. İmanı muhafaza için ayrıntı sanılan farzları yapmak ve ayrıntı sanılan haramlardan kaçmak gerekir.
Geçmişte ve günümüzde bazı çevrelerde "KOCAKARI İMANI" hep övülmüştür. Kocakarı imanı nasıl olur bilen var mı !?! hatta bir hikaye bile anlatılır tabi hikayedeki en önemli kahraman kocakarı olduğu için diğerine o kadar önem verilmemiştir, bu diğeri bazen Gazali bazen de fahreddin Razi dir.
Günümüzde böyle kocakarılar var mı dersiniz.
benim gibi köyde imamlık yapıyorsanız birde ilahiyatçıysanız kocakarıları gözlemleme imkanına sahip olmuşsunuzdur.
Kocakarının genelde dinle diyanetle pek alakası yoktur, bütün mesaisini hayvanalara, tarlaya yani geçime vermiştir. Bir lokma aşım kaygısız başımdır yani hayatı, ağzından Alllah düşmez, Allah büyüktür, allah kerimdir, allah ne derse o olur gibi kamyon arkası yazıları hayat şiarıdır ama nasıl bu yazılar sadece kamyonun arkasında kalıp sürücüye sirayet etmiyorsa kocakarımızda da bu laflar ağızdan öteye pek geçmez. Kocakarımız emsalleri çoktan hacı olduğu için biraz da kıskançlığından hacca gitmeyi çok ister. Mevlütlere özel bir önem verir, ona göre en önemli namaz teravih, en güzel kitap mevlit ve en güzel hoca bağıran hocadır. rızkın Allahtan geldiğini hep söyler ama işten güçten pek namaza vakit bulamaz, katı bir kadercidir iki lafından biri allah dilersedir, kendisi bir hata yapınca allah öyle buyurmuş lafı sığınağıdır.
Eee böyle kocakarımızın imanı tabii ki takdire şayandır, Tanrıyla pek işi olmadığı için onu sorgulama ihtiyacı da duymaz.
Peki ya böyle olmayan tanrıyla sürekli işi olanlar, onlar tabi ki tanrıyı sorgulama ihtiyacı duyarlar...
(devam edecek)
Şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.
Şüphenin imanı giderdiği varsayılır. Öyle değil. Şüphe imandandır. İki açıdan bu böyle: Öncelikle; şüphe tam bir red hâli değildir. Bir ara bölgedir. Şüphedeki kişi, ne tam olarak inanmıştır ne de tam olarak reddetmiştir. Kesin reddin olmadığı yerde ise iman zayıflığından söz edilebilir belki ama imansızlıktan söz edilemez. Kişi ancak şüpheyi bırakıp, kesin kani olmuş biçimde reddederse ancak o zaman imansız sayılır. Şüphede olan, hâlâ iman dairesi içindedir yani. Sınırda bile olsa.
Öte yandan şüphe; hakikate götüren bir yöntem olarak; imandandır. Keza Hz. İbrahim, doğumundan itibaren aile ve çevresinden aldığı bilgi, eğitim ve diğer her türlü etkilerden şüphe edip, düşmeseydi mutlak hakikatin peşine; bugün, bizim bildiğimiz; hani o; Allah’ın “Selam olsun İbrahim’e” (Saffat 109) dediği İbrahim olabilir miydi dersiniz?!
İman, çoğunlukla; kişinin kendisine öğretilenleri sorgulamadan kabul etmesi olarak algılanır. Allaha şükrolsun; çoğumuz Müslüman ailelerin Müslüman çocukları olarak doğduk. İçine doğduğumuz bu din, bizim olağan halimizdi zaten. Başka türlüsünü hiç yaşamadık. Hiç sorgulamadık. Sorgulamayız. Sorgulanmasını da tepkiyle karşılarız. Sorgulayanın da imanından şüphe ederiz. Ama anadan doğma bir Hıristiyan yahut Musevi veya Ateist, ‘aynı bizim gibi’ kendisine; doğumundan itibaren öğretilegelen ve iman etmesi beklenen kabulleri, şüpheyle karşılayıp; sorgulaya sorgulaya hakikate ulaştığında ve İslam’la şereflendiğinde; nasıl da seviniriz. Bu bizim çelişkimizdir. Seviniyor olmamız; işin büyüklüğünü takdir edebilecek çapta oluşumuzdan kaynaklanmamaktadır çünkü. Hazıra konmanın coşkusudur bu. Yolda giderken yerde hazır para buluşumuza verdiğimiz tepkiden daha nitelikli değildir.
İşte putperest ailesi tarafından Hz. İbrahim’den beklenen de buydu.
Hani bir menkıbe anlatılır: Şehrin birine, Allah’ın varlığına dair bin delil getiren bir âlim gelmiş de ahali akın akın onu ziyarete gidiyormuş. Bu ziyaretçilerden biri, yolda; kendi halinde, işine gücüne bakan bir kocakarı görmüş de onun bu umursamaz haline sitem ederek demiş ki: “Şehrimize; Allah’ın varlığına dair bin delil getiren böyle bir zat gelmiş de sen hâlâ umursamadan günlük işlerin peşinde koşturup duruyorsun ha öyle mi?!” Kocakarı şöyle cevap vermiş: “Ben Allah’tan bir kere bile şüphe etmedim ki varlığına bin delil arayayım!” Yaygın, hoş ve çok tekrarlanan bir hikâyedir bu. Örnek hatta delil olarak kullanıldığı sık görülür. İmanın kaviliğine dair her kalbin özlediği bir hali anlatır zira. Ben de severim. Ancak bir o kadar da yanlış anlaşılan bir hikâyedir. Çünkü bu öyküde insanlar hep; örnek almaları gereken: “bir kere imana ulaştıktan sonra onda sabit ve ‘samimi’ olma kısmına değil de araştırmadan, sorgulamadan, tahkik etmeden inanma” kısmına önem verirler. Takılıp kalırlar. Oysa bu durum: “Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ama ‘Boyun eğdik.’ deyin.(Çünkü) Henüz iman tam olarak kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat: 14) halinden başkası değildir.
İnsan; din adına kendine her söz söyleyen, herkesin, her söylediğini, kocakarı imanı şeklinde; araştırmadan, sorgulamadan, şeksiz şüphesiz kabul etse; din diye nelere inanmak zorunda kalır kim bilir. Çünkü evet; Allah ve Resulü’nün her sözü mutlak haktır. Lakin beride kalanların yaptığı her izah, onların sözlerinden “kendi” anladıklarından ibarettir. En azından bu tefsir, yorum ve izahların doğruluk ve yerindeliğinin sorgulanması gerekir. Yoksa Yaşar Nuri Öztürk de din adına konuştuğunu iddia ediyor Zekariya Beyaz Hoca da Müslüm Gündüz de. Ne yani şimdi biz; sırf onlar din adına konuştuklarını söylüyorlar diye her sözlerine iman mı edeceğiz. Yahut bu ve benzeri kişilere önyargılı etiketler yapıştırıp yani bu kişileri reddi iman addedip, her sözlerini yalanlayacak mıyız? Her ikisine de hayır! Araştırıp, soruşturup, tahkik edecek; söylenenlerin hak olduğuna kanaat getirirsek iman, getirmezsek reddedeceğiz. İşte böyle durumlarda şüphe; kalbimizi iman hırsızlarına karşı koruyan bir alarm niteliğindedir.
Hûlasa şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.
Şüphelenmeye benim burada yazdıklarımdan başlayabilirsiniz mesela…
“Şer’î yani İslâmî hükümlerin isbâtında Kitap (Kur’ân-ı Kerim) ve sünnet[1] muteber olduğu gibi, müctehidlerin kıyâsı[2] ve ümmetin icmâı[3] da geçerlidir. Bu anlatılan dört delilden başkası ile aslâ ahkâm isbat edilemez. Ne ilham[4]haramı ve helâli isbât edebilir, ne de bâtın erbâbının keşf[5]i farzı ve sünneti anlatabilir.
“Velâyet-i hâssa[6] erbâbı bile, müctehidlere uymakta, avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham, başkaları üzerine bu hususta onlara bir meziyet getiremeyeceği gibi, onları tebaiyyet bağından (yani müctehidlere uymak zarûret ve lüzûmundan) da kurtaramaz. Zünnûn, Bestâmî, Cüneyd, Şiblî(k. esrârahüm) müctehidleri taklitte, avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Hâlid vd. ile müsâvidirler.
“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede[7] ehlidir; aynı zamanda, tecellî[8] ve zuhûrât[9] erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a’zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün[10] dışındadır.
“İlham onlara mahsustur, kelâm onlarla beraberdir. O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan vâsıtasız olarak alırlar. Bir müctehid, kendi görüş ve ictihâdına nasıl tâbi ise, bunlar da ma’rifette ve vecdlerde (Hak’tan gelen ilim, keşif ve tecellîlerde) kendi ilhamlarına ve firâsetlerine tâbi olmaktadırlar....
“Zâhirî âlimler, dünya işlerindeki gaybe dâir haberleri peygamberelere(aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât)tahsis ederler, onlara mahsustur derler. Bu haberlere-bilgilere, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki böyle bir mânâ, verâset hükmüne aykırıdır... Dîn-i metînle alâkası olan pek çok ilim ve sahih ma’rifetleri de kaldırıp atmaktır. [Binâenaleyh Peygamber’in (s.a.v.) zâhir ve bâtınına tam ve kâmil mânâda vâris olan âlimler, ârifler ve evliyâullahın dahi bu bilgilerden verâset yoluyla nasipleri vardır, onlardan haberdârdırlar.]
“Evet, şer’î hükümler edille-i erbaa’ya yani Kitap, sünnet, kıyas ve icma’dan ibaret olan dört ana delile bağlıdır; onlarda ilhâmın yeri yoktur.Lâkin şer’î hükümlerin (zâhirinin) ötesinde de pek çok dinî işler (bâtınî hükümler) vardır ve buradaki beşinci asıl (Rasûlüllah Efendimizin vârisi olan hakikat âlimlerine ait) ilhamdır.... Âlemin inkırâzına (tamamen yok olup bitmesine yani kıyamete) kadar da bu asıl kalacaktır.
... “İlhâm, dinin gizli kalan kemâlâtını (mükemmeliyetini, tam ve kusursuz oluşunu) ortaya koymaktadır. Yoksa dinde fazladan bir kemâlât isbat etmemektedir.
... “İlham öyle sırları, incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez, kavrayamaz. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.”[11]
DİPNOTLAR
[1] Sünnet, Peygamber Efendimizin sözleri, davranış ve takrirleri yani tasvipleridir.
[2] Kıyâs, bilinen iki şeyden birinin nassla yani âyet veya hadisle sâbit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı müctehidin, diğerinde de ictihad ile ortaya koymasıdır.
[3] İcma‘, Peygamberimiz’in vefâtından sonra, herhangi bir asırda İslâm müctehidlerinin, amelî bir meselenin hükmü üzerinde ittifak etmeleridir.
[4] İlham, bildirmek, haber vermektir. Akâid ilminde, belli bilgi vâsıtalarına başvurmadan insanın kalbine Allah tarafından indirilen mânâ diye târif edilir. Ehl-i Sünnet inancına göre ilham, bilgi edinme yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Tasavvuf lisânında ise ilham, feyz yoluyla kalbe gelen mânâ; kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı amel etmeye götüren ilimdir. İlhamın kaynağı ya Allah Teâlâ veya melektir.
[5] Keşf; gizli bir şeyi bulma, açığa çıkarma, sezme, tahmin etme mânâlarına gelir. Tasavvufta ise kalb gözüyle görmek, Allah tarafından gelen ilhamla idrâk etmek, his ve akılla idrâk edilemeyen şeyleri gönül gözüyle görüp kavramak, müşâhede etmektir. Bir sırrın veya hâlin Allah tarafından kulun kalbine açılması veya gösterilmesi sonucu ortaya çıkan bu ilme, keşif veya mükâşefe denir.
[6] Velâyet-i hâssa; çok husûsi bir velâyet, tâbir câizse çok özel bir dostluk. Bu mânâda sadece Allah Teâlâ’nın mustafâ-müctebâ (süzülmüş ve seçkin) kulları onun velîleri, dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici iki vasıfları vardır: İlhâma mazhar olurlar ve kerâmet sahibidirler.
[7] Müşâhede lûgatte; görme, perdenin açılması ve seyr etme gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hakk’ın gönüllerde hâzır olmasıdır. Kısaca, mânâ âleminde görülen ve bu âlemle ilgisi bulunan ulvî ve rûhî hallere müşâhede denilir.
[8] Tecellî; âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek demektir. Tasvvufta, görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Her İlâhî ismin, tecellî ettiği yere ve yöne göre çeşit çeşit şekilleri vardır.
[9] Zuhûrât, açığa çıkma, meydana gelme mânâlarında kullanılan zuhûr kelimesinin cem‘isidir. Tasavvufta zuhûrat, müşâhede yoluyla maddeden mücerred olarak görülüp seyr edilen Hakk’ın nûrlarıdır.
[10] Âfak, ufuk kelimesinin cem‘îsidir, ufuklar demek. Maddî âlem, dünya, yani insanı kuşatan dış âlem mânâsında kullanılır. Mânâ ve gönül âlemine ise, enfüs tâbir edilir. Nitekim Kur’an’da, “İnsanlara, âfâkta ve enfüste (hâriçte ve bedenlerinde, objektif ve sübjektif olarak) âyetleremizi göstereceğiz...” (Fussılet sûresi, 53) buyurulmuştur. Âyet-i kerime, mutasavvıfların âlem-i kebîr ve âlem-i sağîr yani büyük ve küçük âlem dedikleri bu iki âlemi ifade etmektedir.
Televizyon haberleri, Covid-19’un Avrupa macerasından bahsediyordu. İngiltere’de şu kadar vaka, şu kadar ölü, İtalya şöyle, İspanya böyle… O an annem, bana döndü ve aynen:
“Bunları da Allah yaratmadı mı?”
Diye bir soru sordu. Hiçbir kinaye, hiçbir ironi taşımayan, manası söylendiği şekliyle dümdüz olan bu sual karşısında bir an dondum. Bana, kocakarı bilgisiyle Allah ve Resulü’nü, abdesti, namazı, Kuran’ı öğreten kadının, tevhidi ve imanı ilgilendiren bu basit bilgiden bile mahrum olduğu düşüncesi bir anda, beni sendeletmişti… Bu sebeple kendimi:
“Allah, her şeyi yarattı anne… Güneşi, ayı, gezegenleri, kâinatı…”
Gibi bir izahatın içinde buldum… Ama annemin:
“Onu bilim… Diyim ki; bunları da Allah yarattıysa, niye bunlar Müslüman olmiler, bunu anlamim…”
Deyişiyle utandım, belli etmedim ama başımı devekuşları gibi gömecek yer aradım. O an aklıma, “Sahih mi, değil mi?” tartışmasına duçar olmuş, bazılarınca da bazı velilere atfedilmiş bir Hadis meali geldi:
“Sizlere kocakarıların dinini tavsiye ederim!”
Rivayetin başka bir vechi de şöyleydi:
“Ahir zamanda görüşlerin ayrıldığını gördüğünüzde, vaha (ehli)nin ve kadınların dinine uyun!”
Ahir zamandaydık, belki onun da ahirinde ve gaipler âleminin teftiş ve zapt işinden azade bir risksizlik alanında “kocakarı”, fikir ve iman sultanlığına göz koymayan, böyle bir sultanlıktan mahrum kalışına karşılık, bu sultanlık yolundaki tehlikelerden sakıt bulunan, sultanlık ile perişanlık arası bir vasatta da, İslam’ın tebliğ ve telkinine tam teslim olmuşluk manası tüttüren kimseydi ki; işte bu kimsedeki bu mana, gökte kartal olmak mecali olmayan kalabalık kitleye, kartal olacağım diye perişan da olmasınlar diye, vasatın iman güvercinliği olarak teklif ediliyor…
Ve ben, kafasını sokacak kum arayan devekuşu halimle o an annemde, bu iman güvercinliğini gördüm… Utandım, utandım, utandım…
Ve koca koca kitaplar okuyan nicesini, koca koca kadınlar karşısında icabı mucibince acze düşüren Allah’a, hamd ettim…
●
İlme danışan ve ona dönüşen, iman… İmana danışan ve ona dönüşen, ilim… İman ve ilmin, aslolan iki sahih vechi, bunlar… Kocakarının imanı, bu ikisi arasındaki bir emniyet arsasında…
İlimle dalaşan ve onunla dövüşen, iman… İmanla dalaşan ve onunla dövüşen, ilim… İman ve ilmin, ilki ham yobaza, ikincisi net kâfire taalluk eden bu vecihleri, sahte ve öldürücü…
Kocakarı imanı ise, bu ikisi arasında bir yerlerde değil… Öyle zannedip hücum edenler, hayallerle sunî cedeller içine girmek yerine, gerçeğe tabiî ve sade bir iman ve ilimle bağlı dursalar, iyi ederler…
Tıpkı, mümine kocakarılar gibi…
●
Kocakarı imanına ceket iliklerken, ilime bigânelik tavrına da dirsek vurmak…
Yoksa Allah’ın koyduğu ölçüye kim riayetsizlik edebilir?
İşte ayet meali:
“Allah’tan layığı veçhile ancak âlim olanlar haşyet duyarlar.” (Fatır-28)
Mümine kocakarı, imanın, marifet, tasdik, ikrar ve amel isimli dört boyutundan da, çapınca ve mütevazî tavrıyla hissedar… Koca koca kitapların yutucu devi nice adamı, mümine kocakarının yırtık bir seccade başında aldığı tekbire arz etseler, ortaya, kulakları sarkık gerçek cüceler serpilir…
Bu da, koca koca kitaplar yutmuş gerçek devlerin olmadığı manasına gelmez… Mümine Kocakarı, mümin ve mümine âlim ve arifin zirvesinde durduğu ilim ve iman dağının, eteklerindeki prototipidir… Bu dağda ya işte, kıymeti de buradan…
Ve bu sebeple, nice zırvalığa mahal nice dağın zirvesine yerleşmiş kitap kurtlarından da, kıymetli…
Ahir zamanda kocakarı imanını sığınak gösteren mana da zaten:
“Zırvalıklarda zirveleşmenin zirve yapacağı bir devrede, iman ve ilimde zirve olamıyorsanız, mümine kocakarıların iman diyalektiğine uyun ve kurtulun!”
Demekte… Bu kadar basit…
Öyleyken niye bu kadar toz kaldırılır ki?
●
Çünkü en başından beri, akıl ile kalp, ilim ile iman arasına aşılmaz mesafeler koyanlar vardır… Oysa Kuran, akıl ile kalp, ilim ile iman arasına mesafe koymaz, onları fail ile fiil, alet ile amel şeklinde yekvücut kılar:
“…kendisiyle akledebilecek bir kalpleri olsaydı…” (Hac-46)
Olsaydı, en başından beri mesafeler de olmazdı… Ama olacak… İmtihan sırrı…
●
Gökleri gözlerken oluşan ürperme tavrı, göklerden haber getiren Resul’ün Şeriatine tam riayet tavrıyla birleşir ve çizgi çizgi “Mümine Kocakarı”yı tersim eder…
Akıl tasası yok, iman keyfi var…
Yoksa hurafe çanağı kocakarıyı tersim eden fırça, göklerden ve Göklerden Haber Getiren’in (SAV) ölçülerinden de, nasipsiz…
Akıl tasası yok, iman keyfi de yok…
●
İmanın keyfi olması için, imanın hakikati de olmalı… Bu manada kimse “Kocakarı İmanı” ile Hristiyanlığın “Kömürcünün İmanı”nı biribirine karıştırmasın…
Martin Luther’in kaydettiği Kömürcünü İmanı, bir köprü başında, Hristiyan bir teolog ile bir kömür işçisi arasında geçen konuşmadan damıtılır…
Hristiyan teolog başlar söze:
-Neye inanıyorsun?
-Kilise’nin inandığına…
-Ya Kilise neye inanıyor?
-Benim inandığıma…
Aradan zaman geçer, Hristiyan teolog ölüm döşeğine düşer, Şeytan vesveseyle etrafında dolanır ve o:
-Kömürcünün inandığına inanıyorum!
Demeyen yakasını Şeytan’dan kurtaramaz…
Martin Luther’in, Kömürcü İmanı’nı örnek gösterdiği sanılmasın, O, diğer Hristiyanlara çatmak için bu hikâyeyi anlatmaktadır ve işte tam burada Kömürcü İmanı’ndan Tanrı’ya sığınır ve ekler:
“Eğer bu imanda kaldılarsa, Kömürcü de, Teolog da, cehennem çukurundalar…”
Kendisi de muhakkak cehennem çukurunda olan Martin Luther, usulde doğru ama esasta yanlış bir bütünün, onunla usulde ayrışmış ve esasında bir kalmış bir protestocusu ve ateşte… Kömürcü ve teolog ile beraber…
Mümine imanıyla Kocakarı ise, usulde sendelemiş de olsa, esasta kanatlanmış haliyle, mutlaka ve mukadder cennette…
Zaten imkân olsaydı da, Kocakarı İmanı’na, “Kömürcünün İmanı’na benziyorsun!” denilebilseydi, beti benzi atardı…
●
Kömürcünün İmanı mevzuunda Martin Luther’in elinden, Hristiyanlık aklının en büyük ismi Aquinalı Thomas bile kurtulamaz… Zira bir menkıbe de ona dair anlatılır. Ölüm döşeğindeyken Şeytan O’na gelir ve O da yakasını, göğsündeki İncil’i gösterip:
“Bu kitabın dediğine inanıyorum!”
Demedikçe kurtaramaz…
Oysa İncil’in dediği, Pavlusûn dediğidir, Pavlus’un dediği de, imanî ve tarihî bir ispat tutanağıyla ortadadır ki; Şeytan’ın dediğidir!
Yani Martin Luther onunla, Şeytanî usulde ayrılır yoksa esastaki birlikleri de, Şeytanîdir…
Hristiyanlığa birkaç asır Aristo ile nefes aldıran ve bu uğurda on üç milyon kelimelik bir külliyat oluşturan Aquinalı Thomas, ölmeden bir sene evvel yazmayı bırakır, “Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum!” der, kendisine yazması için ısrar edilince de, son sözünü:
-Hayır! Çünkü yazdığım her şey bana çöp gibi görünmekte!
Diye söyler… Son sözünün “gibisi” fazladır, yazdıkları, hakikat nispetince çöptür… Aslında hakikate matuf olmayınca Martin Luther’in dedikleri de, Aquinalı Thomas’ın yazdıkları da, Kömürcü’nün teslim oldukları da, çöptür…
“Mümine Kocakarı”nın imanıysa, dünyanın bir teoloji çöplüğü olduğu bir hengâmda, bir selamet limanıdır…
İslam’ın dağdağalı denizlerde ve transatlantiklere fink attıran amiralleri, ideal insan tipimizin ufkunda bulunadursun, ahir zamanın dünyası, dünyanın bir teoloji çöplüğüne döndüğü mekân ve zamandır ve “Mümine Kocakarı Limanı” böyle mekân ve zamanlarda, hakikaten sığınılınca kurtulunan bir selamet limanıdır…
●
Katolik Kilise’sinin “örtük iman” diyerek övdüğü “Kömürcünün İmanı”, Martin Luther’e göre yerilesi bir “kör iman”dır…
Ve kendi içlerindeki bir kıyas vahidinde haklı olansa bize göre, Katolik Kilisesi… Zira “kaçınılmaz cehalet” kavramıyla herkesin her şeyi bilemeyeceğini, dolayısıyla bir bilenin bilgisine tabiiyetle imanın gerçekleşmiş olacağını söylerler.
Bilimi, imanın karşısında, onu yalanlamak için doğrulmuş bir yılan gibi konumlayanların olduğu bir bağlamda, bu denilen elbette doğru…
Hani imansız bilimci, imansız bilimin kabul ettiği her şeyi, bilerek, tek tek müşahede ederek mi onaylamaktadır?
Ateist bir fizikçiye inanan ateist bir nalbur, kara delikleri, çekim kanununu, atomun parçalanmasını detayıyla bilmek bir yana, kabasıyla da bilmez ama ateist fizikçi için de “Ne diyorsa, vardır bir bildiği ve doğrudur!” der…
İman bahsinde, niye böyle olmasın?
Buraya kadar doğru ama Hristiyanların iç kıyas vahidlerinde “kaçınılmaz cahillere” tanınan bu hak, batıl ile hakikat arasında kurulamaz ve Teslis etrafında esastan “kaçık” ve usulden “cahil” olan Hristiyanlar ve Hristiyanlık için:
Denilebilir ki, ki diyorlar, neye göre hak ve neye batıl? Kömürcünün İmanı’nı, Kocakarı’nın İmanı’ndan nasıl ayırabilirsin, usulde ikisi de, aklı ermediğine inanmayı işaret ediyor ikisi de, esasta da seninki sana kak, onunki de ona?
Deriz ki; meydan okuyoruz işte! Ve her meydan okuyuşun, işi icrada gösteren bir safhası vardır. Güreşçi, başka bir güreşçiye meydan okur ve kuvvetin hakikatini, er meydanındaki boğuşma belirler…
Bizim de bu meydan okuyuşumuzun er meydanı; ahiret yurdunda her şeyin belirişi olacak… Kocakarı’dan, Koca Sıddık-ı Ekber’e kadar bütün müminler, mahşer günü Peygamberler Peygamberi’nin (SAV) sancağı altında toplanınca, neyin hak ve neyin batıl olduğu da görülmüş olacak…
Bu manada bizde Kocakarının İmanı, Büyük bir Velinin “Kurtuluş gemisinde ol da, isterse paspas olarak ol!” deyişine uygun olarak, ahir zamanın çalkantılı deniz anlarında kurtuluş gemisinde olmayı, onlardaysa Kömürcünün İmanı, şöyle bir deyişin bahtına denk düşer:
“Batacak ve batıracak gemideysen, ha köşkünde kaptan, ha güvertede tahtakurususun! Her türlü batacaksın!”
Yani; “Beyninle anlamasan da inan!” denmiş de, “Kalbinde hiç duymadan inan!” da denmemiş…
Mümine Kocakarı, bahtının imanı, hakikate taalluk etmiş bir iman bahtlısıdır!
●
İttiba, taklid, riayet… Amma emir ve delil, Hakk’a muvafık ve mutabık olacak ve fıtratın yüzüne tükürmeyecek… Yoksa Kömürcünün İmanı, Cahiliye’nin atalarında ısrar eden cühelasında da var idi:
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde, ‘Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız!’ dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa!” (Bakara-170)
Ayet meali:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygambere gelin!’ dendiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter!’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler olsa da mı?” (Maide-104)
Ayet meali:
“Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır…” (Tevbe-31)
Doğru imanı, en basit bir ifadeyle sunan, ayet meali:
“ ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘Allah’tır!’ diye de cevap ver; sonra de ki: ‘Öyle ise O’nu bırakıp da kendilerine bile fayda sağlayacak veya zararı savacak güce sahip olmayan koruyucu putlar mı edindiniz?’, ‘Hiç körle gören bir olur mu; yahut karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?’ diye de sor. ‘Yoksa Allah’ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu iki yaratma arasındaki benzerlikten dolayı mı şaşırdılar?’ De ki: ‘Her şeyi yaratan Allah’tır. O birdir, karşı konulamaz güce sahiptir…’ “ (Rad-16)
İbrahim Peygamber’in reddettiği batıl taklit ve Mümine Kocakarı’nın, aşk ile takip ettiği İnsanlık Fahri (SAV) üzerinden, taklit ettiği İbrahim Peygamber…
Ayet meali:
“O, babasına ve kavmine, ‘Şu kendilerine tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ diye sormuştu. Onlar da ‘Atalarımızı bunlara tapar bulduk!’ diye cevap vermişlerdi. İbrahim, ‘Doğrusu siz de atalarınız da açık bir sapkınlık içindesiniz!’ dedi…” (Enbiya-52/54)
Kâfirin âlimini, iman dairesinin dışında tutan ve müminin cahilini, iman dairesi içine sokan şey ne ise, işte o, Kocakarı İmanı’na havî ve Kocakarı İmanı da, onda mündemiç…
●
Batı’da Kömürcünün İmanı’nı, bizde Kocakarı İmanı’nı “Tu kaka!” ve “Çok Yaşa!” diye zıt kutuplar arasında tartışıp dururlar… İkisine de öz yurtlarında burun kıvıranlarla, dirsek vuranlar var yani…
Biz bu tartışma ringini, Kömürcünün İmanı ile Kocakarının İmanı arasında kursak, Kömürcü, Kocakarı karşısında haşamat olur, kaybeder…
Çünkü; Kömürcünün anlamadan inandığı şey, Kocakarının anlamadan inandığı şey karşısında haşamattır ve kaybetmiştir…
Bunu anladıktan sonra, gerisini anlasanız ne olur, anlamasanız ne olur…
●
İmam Gazalî Hazretleri, “Kocakarının İmanı” demez de “Avamın İmanı” der… İHYA’sında, imanın üç çeşit olduğunu söyler; Avam’ın imanı, kelâmcının imanı ve ariflerin imanı… Avamın imanı, güvendikleri kimselerin verdikleri haberlere dayandığını ve bu tarafıyla Yahudi ve Hristiyanların imanlarıyla benzer olduğunu ve bu tür bir imanda yanılma ihtimalini bulunduğunu kaydeder. İHYA’nın başka bir yerinde, delilsiz, taklit ve telkin yoluyla iman anlamına gelen Avamın İmanı için “kalbe atılan düğüm” benzetmesi yapar. Bu düğüm, bazen zayıflar ve gevşer, bazen de kuvvetlenir ve sıkılır… Su nasıl ağacı besler, büyütür, ameller de bu düğümüm kuvvetlendirip sağlamlaştırır. Burada da bu tür bir imanın, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesini mümkün görür… Bu sebeple Avamın imanı cedelden ve kelâmdan uzak tutulmalıdır. Bu yönüyle isterse kişi Müslüman ve isterse Hristiyan olsun, fark görmez…
Amma…
Belli ki; buradaki Avam’ın İmanı, mukarreb ve sıdıkların imanı olan ve müşahade ile marifet ile gerçekleşen “Ariflerin İmanına” nispetli bir kıymet hükmünü ifade eder. Zira “EL-İKTİSAT” eserinde İmam Gazalî Hazretleri, mesele imanın şiddeti ve dayanıklılığı olunca Avamın İmanını, kelamcının imanından sağlam gösterir:
“Avamın imanı, sebat yönünden koca dağlar gibidir ve onu yerinden hiçbir şey oynatamaz! Kelamcı ise inancını cedel üzerine kurmuştur ve akidesi, rüzgârın önünde sağa sola savrulan ip gibidir!”
Bu “Avam”dan, “Kocakarı”ya geçelim biz…
Avam, eğer müçtehitlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen ve ihtilaf kabul etmez mevzulara iman edenler kalabalığıysa, Mümine Kocakarı, bu kalabalığın başköşesinde oturan ve iman yeisi gütmez yüreğiyle, iman keyfinde olan yaşlı kadındır…
Böyleyken onu, bir kaldırım taşı kadar cansız, gamsız, mevzisiz, edersiz bilenler çıkar ve “Kocakarı İmanına Yaslanmak” eyleminde “Cehalete yaslanmak” vakıası ararlar.
Oysa Mümine Kocakarı, Avam’ın başköşesinde, Şeriate dair üzerinde icma bulunan her şeye iman edecek, Allah’ı cisim ve benzeri hususlardan tenzih edecek (takdis), Allah Resulü’nün haberini verdiği her şeyi doğrulayacak (tastik), anlamaya kudretinin olmadığı meselelerde aczini itiraf edecek, müteşabih ayetlerin manası etrafında akıl sörfüne girişmeyip sükût edecek ve bütün müşkül meselelerde iş ehline ittiba edecek, edecek ki; işte o zaman Mümine Kocakarı mevkiine kurulacak…
Yaaa işte…
Ahir zamanda kocakarıların imanına tabi olun denilirken, anlaşılsın, hurafe yatağı izbesinde nuska karalayıp kurşun döken dişi kakmalı kadınlar değil, seccadesi başında titreyen ve kendisini sıkıp püresini çıkarsanız ve bu püreyi de yalnız iki kelime ile hecelemek durumunda kalsanız, iki kelimesi Allah ve Resulü olacak, yüzü nurlu kadınlar, kast edilmekte…
Ne diyelim daha; İmam Gazalî Hazretleri Kelâm’ın zirvesindeydi ve hocası İmâmu’l-Harameyn Cüveynî ölürken, böyle kadınları kasıtla şöyle demişti:
“Nişabur’daki kocakarıların dini üzere ölüyorum!”
●
“Kocakarı İmanı, ideal iman!” diyen mi var? Kocakarı İmanı’ndaki asaleti tespit edense, var…
Postacı bir erden, Genelkurmay Başkanı’na kadar, hiyerarşi ve kıymet, rütbe rütbe ama erde de, paşada da aynı ordunun etiketi var… Erler, savaşan ana kalabalık ve paşalar, savaşı sevk ve idare eden, seyrek sınıf… Paşalar olmayınca erler dağılır ve erler olmayınca paşalar, boşta kalır… Arifin İmanı ile Kocakarının İmanı arasında, M….D’in Ordusu’nda saf tutmak yönünden, böyle bir nispet ilişkisi…
“Ahir zamanda görüşlerin ayrıldığını gördüğünüzde, vaha (ehli)nin ve kadınların dinine uyun!”
Bizim, Arifler imanına doğru gidene dur diyenimiz yok ama onların, Kocakarılar imanında durana, kış diyenleri var…
●
Annemin, Covid-19 vesilesiyle ve Avrupalıları kasıtla “Bunları da Allah yaratmadı mı?” deyişinden sadece birkaç gün geçmişti… Televizyon ekranında Yeşil Kubbe var idi ve bu defa şöyle bir laf etti:
“Bu insanlar, nasıl öyle dayanıp da hücum etmiyorlar oraya?”
Hadiselerin akışı içinde bizde normalleşmiş nice şey, Mümine Kocakarı’da bir aşk meselesiydi. Gene sendelemiştim… Bu sebeple geciktim… Cevap vermem için kâfi miktarda bekledikten sonra da annem, cevabı kendince verdi:
“Demek; Allah sabır veri… Yoksa duvarları yıkar, üstlerini başlarını parçalarlar, orada kimse de zapt edemez onları…”
Allah Resulü’nün, kabrine bile sevginin böyle türünü hangi kitap yazar, hangi yüksekokul öğretirdi ki?
Aklıma, bizzat yaşayanının anlattığı bir hadise geldi…
Yaşlı bir kocakarı, kendilerini Yeşil Kubbe yakınına kadar getiren otobüsten iniyor ama o an sırtı Yeşil Kubbe’ye dönük olduğundan göremiyor. Bana hadiseyi anlatan kişiye de bu yüzden:
Diye cevap alınca da, arkasına dönüyor, salâvat getirerek yere doğru çöküyor ve heyecandan oracıkta can veriyor…
Heyecan ki; Allah Resulü’nü hiç görmeden seven ve Kabr-i Şerif’ini görünce de artık dünyada yaşanmaya değer bir yan görmeyen, bir Kocakarı’nın heyecanı…
30 Temmuz 2023 Pazar
Dinlerin, bir dinin içindeki farklı mezhep, meşrep ve ekollerin birbirlerini eleştirmesi son derece doğaldır, gereklidir. Bu tartışmalar, eleştiriler insanlığın ortak mirası medeniyete, medeniyetlere katkı sunar. Özellikle İslam ümmeti içinde tebarüz eden farklı mezhep, meşrep ve ekollerin tartışması, birbirlerine en sert eleştiriler yöneltmesi her birinin kendisini her açıdan gözden geçirmesine yol açmış, ana metinden (Kur'an ve sünnetten) ve gelenekten fütursuzca uzaklaşmalarına engel olmuştur. Git gide ortak ilkeler etrafında buluşmalarına imkân sağlamıştır. Sünniler ile Şiîler, Fıkıhçılar ile Tasavvufçular, kelamcılar ile felsefeciler arasında bildiğimiz tartışmaların bu grupları, bir takım marjinal zümrelerin dışında, bir şekilde dinin ana aksinden uzaklaşmasını engelleyici bir etki bıraktığını, İslam tarihine az çok aşina olan herkes tanıklık eder. Çünkü ekollerin hiçbirinin amacı karşı tarafın temellerini yıkıp onu ana çatı dinin dışına itmek değildi. Her biri ötekini dinin içinde tutma, dinden beslenen geleneğin çerçevesinde kalmasını sağlama gayretini güdüyordu.
Bugün farklı bir durumla karşı karşıyayız. Bugünkü tartışmaların tarafları geleneksel mezhep, meşrep ve ekolleri çağrıştıran kavramları kullanmalarına rağmen, hemen hemen hiçbiri ötekisini dinin içinde tutma, gelenek çerçevesinde kalmasını sağlama gayretini gütmüyor. Her biri ötekisini dinin dışında gösterme ve dinden beslenen geleneğini yıkma gayreti içindedir. Farklı olan, yıkıcı olan, öldürücü olan budur. Bu bağlamda karşısında durduğumuz şey bu tür tartışmaların olması değil, bu tartışmaların, diğer bir ifadeyle bu saldırıların İslamî geleneklere ölümcül darbeler indiriyor olmasıdır.
Çünkü İslam'ın şekillendirdiği gelenekler, geleneksel kurumlar ümmetin kurtuluş tohumlarını sinelerinde taşımaktadırlar.
Medresede okuyanlar bilir, perşembeyi cumaya bağlayan geceler iple çekilirdi. Cuma günü tatil olduğu için talebeler o gece bir takım eğlenceler tertip ederlerdi. Köylüler de o gece Camiyi hıncahınç doldururlardı. Bir gün resmen bir piyes sahnelediler. Hayali bir ülkede, tek parti iktidara geliyor.İlk işi milletin dinini, diyanetini, hukukunu, kıyafetini, elifbasını, okkasını, miskalini, zerresini... değiştirmek oluyor. Millet şaşkın. Kızanlar, bağırıp çağıranlar, itiraz edenler, umudu kırıldığı için bunalıma girenler darağaçlarında sallandırılırken olup bitenleri kenarda izleyen bir nine (bir erkeğe kadın kıyafeti giydirmişlerdi) yedi sekiz yaşlarındaki torununun elinden tutup evinin bir köşesinde ona elifba-Kur'an öğretmeye başlıyor. Birden evi devriyeler basıyor. Nine kelepçelenip götürülürken göğsünün üstünde elbisesine sardığı elifbasını sıkı sıkıya tutan torununun ağlamaklı gözlerinde geleceğin kurtuluşunu görüp gülümsüyordu. Çocuk, hayali ülkenin hayli hayali tek parti mektebinde okuyor ve günün sonunda ninesinin köyüne muhteşem bir dönüş yapıyordu.
Medrese talebeleri, köy camiinde sahneledikleri derme çatma piyesle zor zamanlarda sığınılacak kurtuluş limanının kocakarıların sarsılmaz bir imanla bağlı oldukları tevhid inancının kalıplaştırdığı gelenek olduğunu ustaca anlatmışlardı.
Sonraki yıllarda birçok İslam âliminin uzun yıllar üst düzey ilimlerle uğraşıp çığır açan onlarca eser verdikten sonra "kocakarıların imanı" diye son nefeslerini verdiklerini okuduğumda ilk etapta bir anlam verememiş, yadırgamıştım. Sen kalk onca ilim yap, ciltler dolusu kitap yaz, en sonunda kocakarıların hurafesine (!) demir at, olacak şey mi?! diye içimden geçirmiştim. Daha doğrusu bu gibi sözleri koca âlimlere yakıştıramadığım için pek inanmamıştım. Neden sonra bizim köyün medresesinde oynanan bu piyesi hatırlamış ve söz konusu âlimlerin aslında bize bir mesaj verdiklerini anlamıştım.
Gün gelir, ümmetin bütün beyinleri işgal edilmiş, bütün akılları devşirilmiş, bütün ilimleri itibardan düşürülmüş, bütün zihinlerine girilmiş, bir unvan uğruna gâvurluğa teşne bütün âlimleri satın alınmış, bütün müktesebatı çarpıtılmış, bütün kurumları pay mal edilmiş, oğulları uyduruk savaşlarla birbirine kırdırılmış, kızları hayatta bırakılarak hayâsızlaştırılmış olabilir. Siz de çocuklarınızın geleceği için endişeye düşmüş olabilirsiniz. O zaman kurtuluş sahiline ulaştıracak vasıta "kocakarıların imanı"nda çelik iradesini bulan "Nuh'un gemisi" misali gelenektir. Çocuklarınızı bindirin geleneğin sırtına, onları icabında düşmanınızın sarayında yetiştirip size geri getirir demek istiyorlarmış meğer.
Muhteşem Nizamiye Medresesi geleneğinin devamı niteliğindeki bizim köyün medresesinin talebeleri, âlimlerin mesajını doğru anlamışlar dedim kendi kendime.
Hatırlarsanız bir önceki yazımızda Kur'an'dan ve hadisten örneklerle gelenek ile su arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş, ikisinin insan hayatı açısından aynı öneme sahip olduklarını vurgulamış ve geleneğin dinî metinlerde de "su" ile sembolize edildiğini söylemeye çalışmıştık.
Nitekim hayali ülkedeki hayli hayali tek parti yönetiminin nefes aldırmaz baskıları yüzünden izbelerde elifbasını-Kur'an'ını öğrenen çocuğun hikâyesinin ve ilim dağlarını aşıp "kocakarıların imanı" limanına demir atan âlimlerin ilham kaynağını buldum: Firavun'un kasıp kavurduğu, özellikle İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf peygamberlerden miras kalan tevhid inancının gelenekleşen kalıplarına sıkı sıkıya sarılan İsrailoğulları'na cehennem azabı yaşatılan zamanın Mısır'ında bir "Kocakarı", Musa'nın annesinin Kur'an'da anlatılan hikâyesi.
Doğacak her erkek çocuğunu öldürmeye, kız çocuklarını ise hayatta bırakıp hayâsızlaştırmaya, böylece tevhidi geleneğe inatla sarılan İsrailoğulları'nın kökünü kurutmaya ant içmiş Firavun'dan, henüz doğmuş çocuğunu kurtarmak için çareler arayan Musa'nın annesinin yüreğine bir ilham damlası konuveriyor: Çocuğunu suya (geleneğe) bırak. O sana geri gelecektir... Musa'nın annesi, onu geleneğin (suyun) akışına bırakıveriyor. Nitekim Firavun'un sarayında anne-kızın himayesinde tevhidi gelenekle beslenen Musa, günün sonunda annesine geri dönüyor. Musa'yı ve kavmini kurtaran gelenek (su), Firavun ve ordularını da boğuyor.
Kıssanın yer aldığı Kasas suresinin sonlarında İbrahimî geleneğin takipçisi Peygamberimize yönelik olarak yer alan (bütün umutların tükendiği günün Mekke'sinden ayrılarak hicret geleneğinin akışına kendisini bırakması tavsiyesi niteliğindeki) "Kur'an'ı sana indiren Allah, elbette seni dönülecek yere tekrar gönderecektir" hitabı, bugünkü gibi dışarıdan gâvurlar, içeriden gâvurluğa hevesli bir kısım hocalar tarafından kuşatıldığımız, cendereye alındığımız, düzmece savaşlarla oğullarımızın öldürüldüğü, kızlarımızın hayatta bırakılarak hayâsızlaştırıldığı umut kırıcı koşullarda, Musa'nın annesi gibi neslimizi geleneğin akışına bırakmamız durumunda tekrar ihtişamlı günlerimize döndürüleceğimize, bizi içimizden devşirdikleri gâvurluğa hevesli evlatlarımızın eliyle boğmaya ant içmiş düşmanlarımızın ise günün sonunda boğulacağına dair bir mesaj niteliğindedir.
Bugün Tiranlar nezdinde itibar görmek için geleneğin böğrüne böğrüne vuran bir kısım hocaların bilmesi gereken hakikat şudur: Hiçbir Firavun'un gücü tevhidin şekillendirdiği gelenek kalıplarına sarılan "kocakarıların imanı"nı yenmeye yetmez. Eninde sonunda "kocakarıların imanı"na yenilecek olan Tiranların nezdinde itibar aramaya değmez.
Aşk olsun size yeşil sarıklı ulu medreseliler! O zaman niçin bunu anlatmadınız bana! En azından geleceğin kurtarıcısı Musa'yı sarıp sarmalayarak sinesinde saklayan geleneği kurutmaya azmetmiş, bir tenekeden unvan uğruna gâvurluğa heveslenen bir kısım hocaları bu kadar geç tanımazdım. Aşk olsun!
.
Kocakarı İmanı
Kelamın zirvesine çıkmış Gazâli’nin hocası İmâmu’l-Harameyn Cüveynî’nin “Nişabur’daki kocakarıların dini üzere ölüyorum” dediğinide unutmayalm”Kocakarı imanı”nın sırrı, Rûm, 56. âyette yatar: “Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar da dediler ki…”(Kocakarıdaki gibi saf) imana dayanmayan ilim, Şeytan misalinde olduğu gibi, insanı helake götürür.Taklidî imanı (iman) küçümseyerek tahkikî iman (ilim) arayışının nihaî sonu, ilim ile imanı birlikte kayb etmektir (Rûm, 30/56.) Prof.Dr.Bedri Gencer Hoca
.
SORU:
“Ahir zamanda kocakarı imanına sığının, kocakarı gibi itikat edin.” şeklinde bir hadis var mıdır? Varsa sahihlik derecesi nedir? Bununla ne kastedilmiştir? Cehalet propagandası gibi geldiği için hadisin sahih olması ihtimaline inanmakta zorlanıyorum. Bunun karşıtı olarak, dinde bilginin önemi nedir? İmanda ölçü ne olmalıdır? İnanmakta aklın payı nedir? Körü körüne teslim olarak yapılan iman mı daha hayırlıdır, yoksa sorgulayarak öğrenerek iman etmek mi? Ben, çevrem tarafından her şeyi araştırdığım için çok eleştiriliyorum. Teslimiyetçi olmadığım düşünülüyor. Sürekli bana bilginin önemsiz olduğunu, asıl önemli olanın sorgusuz iman etmek olduğu söyleniyor. Ölçü ne olmalıdır? Kur’an’ın bu konudaki öğretisi nedir?
Tarih: 23 Aralık 2011
CEVAP:
Ulaşabildiğimiz tüm hadis kaynaklarında “îmânu’l-acûze” yani “kocakarı imanı” gibi bir tabire rastlayamadık.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde nasıl inanmamız gerektiğini beyan etmiştir. İmanımızın bizi dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak şekilde olması için Allah’ın koyduğu ölçülere uygun olması gerekir. İlgili ayetlerin biri şöyledir:
“Müminler o kimselerdir ki Allah anılınca yürekleri titrer, Allah’ın ayetleri okununca, o ayetler onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.
Namazlarını kılar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden hayra harcarlar.
Gerçek müminler işte onlardır. Onlar için Rableri katında dereceler, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” (Enfâl, 8/2-4).
İslam dininde bilginin önemini anlamak için vahyin ilk olarak “oku” emri ile başlamasının hikmetini düşünmek yeterlidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bilgili kişilerin derecesinin yüksek kıldığını beyan buyurmuştur. Bir ayet şöyledir:
“Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücâdele, 58/11).
İnsanın bilinçli olarak inanması gerekir. İmanda şüphesizlik yani kesinlik şarttır. Bilinçsiz, körü körüne inanmanın dinimizde yeri yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurât, 49 / 15).
İnanan insanın çok derin araştırmalar yapmasa da neye ve niçin inandığının farkını varması yeterlidir. Elbette iman konusunda bilgi çok önemlidir. Ancak İslam’ın genel ilkelerini kabul ettikten sonra Allah’a teslimiyet gerekir. Başka bir deyişle inanmanızı gerektiren delillere ikna olduysanız emirlerin hikmetine vakıf olmanız şart değildir. Şer’î bir emri yerine getirme konusunda “Bunun ne hikmeti var, bana ne yarar getirir?” şeklinde sorgulama yapmadan “Allah böyle emretmiş, imanım gereği yerine getirmem gerekir.” Demek gerekir İşte bu, İslam’dır. Allah şöyle buyuruyor:
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik.’ demeleridir. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır.” (Nûr, 24 /51).
“Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ama ‘Boyun eğdik.’ deyin. Henüz iman tam olarak kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.” (Hucurât, 49/14).
Mehmet RUZİBAKİ
Benzer soru-cevaplar için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
Bâyezid-i Bistamî'nin Bağdad yolculuğunda sırasında evinin önünü süpüren bir ihtiyar kadından aldığı cevap onu epey şaşırtmış ve “İşte kavi iman budur” dedirtmiştir.
Yolcuğu pek sevmeyen Bâyezid-i Bistamî, Bağdad’a gitmeye karar verir. Müridlerini de yanına alarak, doğum ve aynı zamanda ikamet yeri olan Bistâm’dan Bağdad’a hareket eder. Uzun süren bir yolculuktan sonra Bağdad’ın kenar mahallelerine ulaşır.
Bâyezid-i Bistamî, yol yorgunu müridleri ile Bağdad’ın merkezine erişmeye uğraşırken, ihtiyar bir kadın da telaşla evinin önünü süpürmektedir.
“Ey kadın, sen beni tanımıyor olmalısın ki, beni ve müridlerimi toza boğasın.”
Süpürmeye ara veren kadın, süpürgesinin sapına yaslanarak, ona şu soruyla cevap verir: “Ey yabancı, hele sen kimsin?” ÖNE ÇIKAN VİDEO
Loaded: 52.70%
Remaining Time -1:27
Kadının aymazlığı karşısında biraz sinirlenen Bâyezid-i Bistamî:
“Ben, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını yüz delille ispat etmiş bir sûfîyim.”
İstifini hiç bozmayan kadın, Bâyezid-i Bistamî’nin bu çıkışmasına, boştaki kolu ile bir daire çizerek şu karşılığı verir:
“Hele senin iman direğin çürükmüş ki, onu sağlamlaştırmışsın. Benim imanımdan yana kuşkum yok ki, senin emeğine itibar edeyim.”
İhtiyar kadının bu sözü karşısında sarsılan Bâyezid-i Bistamî, müridlerine dönerek, şöyle dermiş: “İşte kavi iman budur.”
Kocakarı imanı dediğimiz iman budur; tedkike, tahkike, güçlendirmeye, artırılmaya ihtiyacı olmayan bir iman!İmanettiysen bu kocakarı gibi iman edecek, yaşarken de kendinin ve dünyanın hallerini bu iman üzere müdrik olacaksın.
Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın, hadisleri sahih midir?
Soran : norht
Tarih: 16.05.2013 - 10:52 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bu hadisler sahih midir?
- Tahkiki imanı elde etmeye çalışmak kişiye zarar verir mi?
- Peygamberimizin tahkiki imanı teşvik eden hadisleri var mı?
- Bir kısım Ehl-i sünnetten olanlar, delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu savunuyor. Ayrıca taklidi imandan yana olanlar, Hz. Ebu Bekir'in Sıddik ünvanı kazanmasını da misal veriyorlar. Ama oysa tasdik, kabul etmek değil doğrulamak demek değil midir? Bir kişinin doğrulaması için de doğruladığı meseleden emin olması gerekir.
- İlimle imanı elde etmek insana zarar verir mi?
- Delil bilmeden iman etmenin daha doğru olduğunu söyleyenlere nasıl yaklaşmalıyız?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İslam dini, aklı olmayanı sorumlu tutmaz. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla, iman kesin bir bilgiye dayanmak zorundadır. Kesin bilginin olması için aklın devreye girmesi gerekir.
Tebarani’deki hadisin tashihine rastlayamadık. Şayet sahih ise, manası şöyledir:
Kişi, her konuda aklını tatmin etmediği sürece, İslam’ın hükümlerine boyun eğmezse bu kişi çok zarar eder. Çünkü, iman emniyeti, aklın kabul ettiği deliller doğrultusunda kesin bilgiyi istediği gibi, İslamiyet teslimiyeti, aklının almadığı hükümler konusunda tereddüt etmeden boyun eğmesini gerektirir.
İman esaslarının hepsi, kesin bilgiyle ancak tahakkuk eder. Kesin bilgi ise ancak akılla bilinebilir. Ancak, temel referans olacak kaynağı akılla kabul ettikten sonra, detayların hepsinde aklı kullanmak her zaman isabetli olmayabilir. Mesela. Hz. Peygamber (asm)'in peygamberliğini veya Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu aklıyla kesin olarak kabul ettikten sonra, artık Kur’an’ın her meselesini, Hz. Peygamber'in her sözünü kendi aklının ölçülerine göre yorumlarsa, kabul veya reddederse, buradan kişi çok zararlı çıkar.
“Kişiyi ayakta durduran aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.”(Deylemi, 3/217; no:4629)
hadisinde de bu gerçeği görmek mümkündür.
Ebu Said el-Hudri’nin rivayetine göre, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Her şeyin bir temel esası / bir dayanağı vardır; müminin dayanağı ise aklıdır. Kişi ibadetiyle değil, aklı ile değerlendirilir. (Ayette ifade ediliği üzere; “Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı mı?” şeklindeki soruya muhatap olunca) kâfir olan kimsenin -meal olarak- “Şayet biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!”(Mülk, 68/10) demesi, aklın dindeki önemini göstermektedir(Deylemi, 3/333/no:4999).
Şunu belirtelim ki, bu hadisler sened bakımından şayet zayıf dahi olsalar, manalarının sahih olduğunda şüphe yoktur.
Deylemi’deki hadisin manası şöyledir:
“Ahir zamanda değişik heva ve hevesler / düşünceler-inançlar ortaya çıktığında çölde yaşayanların (bedevilerin / kırsal kesimdekilerin) dinlerine uyun.”(Deylemi, 1/256; no:996)
Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Kenzu’l-Ummal, 1/179, no: 904).
Diğer bir rivayette: meal olarak “Ahir zamanda değişik düşünceler / inançlar ortaya çıkınca, kocakarıların dinine uyun.” ifadesine yer verilmiştir. Bu rivayetin de sened bakımından sahih bir kaynağı bulunamamıştır(bk. Aclunî, 2/83).
Ancak ahir zamanda dindar köylü kadınların, özellikle yaşlı olanlarının sağlam inançlarına dikkat çekilmesi, anlam bakımından doğruluğunu gösteren pek çok misaller vardır.
Akıl meselesine bir daha bakalım:
İslam alimleri tarafından kabul edilen kurala göre, bir bilginin doğruluğunu kesin olarak belirleyen üç yol vardır.
1) Akıl. 2) Havass-ı selime / sağlam duyu organları. 3) Doğru haber.
Lafı fazla uzatmamak için detaylara girmeden şunu söylemeliyiz ki akıl, bu üç yolun en kuvvetli olanıdır. Çünkü, aklı olmadan doğru haberin doğru kaynağını bulamayız. Mesela, doğru haberlerin başında gelen vahyin geçekten vahiy olup olmadığını bilmek için yine akla ihtiyaç vardır. Keza, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızın algıladıkları şeylerin doğru olup olmadıklarını da ancak akıl ile idrak edebiliriz. Nitekim, bu duyu organlarımızın bazen yanıldıkları da yine aklımızla bilebiliyoruz.
Açık misaller gerekirse, gözümüzle güneşin hacminin bir avuç kadar olduğunu algılıyoruz. Ancak aklımızla öğrendiğimiz bilgilerimiz bunun doğru olmadığı bize söylüyor. Keza, tevatür yoluyla gelen doğru haberin “tevatür” kriterini tespit emek yine aklın işidir. Yani -doğruluğunun kanıtı olarak ortaya konulan “TEVATÜR” yoluyla gelen kimselerin, yalan üzere birleşmelerinin mümkün olmadığı hükmü de ancak akıl ile anlaşılır.
Dünyada herhangi bir delinin çok harika işler başardığı elbette görülmemiştir. Bu da aklın önemini göstermektedir.
Kur’an’da, hakikatlerinin anlaşılması için, insanın aklını kullanarak, tefekkür ederek bir yargıya varması istenmektedir. Bu da iman ile akıl arasındaki ilişkinin boyutunu göstermektedir.
Akıl olmadan ilim olmaz, ilim olmadan kesin bilgi olmaz, kesin bilgi olmadan iman olmaz. Aşağıdaki ayetlerden akıl ile iman ilişkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz:
“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara, 2/21-22).
“Bunun üzerine dedik ki: «Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun.» (Vurulunca da o diriliverdi.) İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir. Aklınızı iyice kullanasınız diye ayetlerini size gösterir.”(Bakara, 2/73)
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.”(Nisa, 4/82)
“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki, onların kalpleri vardır, ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”(A'raf, 7/179)
“Bunlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin (akıllarının) üzerinde üst üste kilitler mi var?”(Muhammed, 47/24).
“De ki: Eğer Allah dileseydi ben Kur’ân’ı size okuyamazdım, hiçbir suretle de size onu bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?”(Yunus, 10/16)
“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Onu ilkin yaratan Allah, elbette onu diriltmeye kadirdir.”(Tarık, 86/5-8)