Osmanlı Medresesine Eğitim Açısından Umumi Bir Bakış -2
TALEBE MÜDERRİS MÜNÂSEBETİ
Yukarıda anlattıklarımızı "TalebeMüderris" ve "Talebeîdare" kategorileri açısından incelediğimizde, aklımıza hemen şu bir kaç nokta gelmektedir.
1) Meseleye birinci olarak kategori perspektifinde baktığımızda, daha önce açıklamaya çalıştığımız gibi yardımlaşma, birlik ve beraberlik ya da iletişim; bir yerde eğitimöğretim faaliyetinin ne tür bir ilişki içinde yürütülmesi ve hangi bazda ele alınması gerektiği meselesinin, manâsını ve özünü sergilemektedir.
2) MüderrisTalebe arasında bugün "Rehberlik ve Danışmanlık" dediğimiz olayın, medreselerde var olduğunu çok belirgin bir şekilde görmekteyiz. Zira başta talebemüderris olmak üzere aradaki ilişki, bir yerde idarî mekanizmayla ilgili problemlerin çözümü, belli derecede olması gereken bu dengenin kurulması ve tedrisatın başarıya ulaşması, böyle bir yapıyı iktiza etmektedir.
3) Bunların yanında (Okul) İdareTalebe arasında gördüğümüz bu güçlü iletişim, bizi talebeden yukarıya saygısevgi ve itaat; yukarıdan talebeye karşı sevgi ve hoşgörü gibi eğitimde önemli, ahlâkî düsturların varlığına götürmektedir. Bu ahlâkî hasletlerin, bugün bütün eğitimöğretim müesseselerindeki gerekliliği, bilhassa üniversitelerde zuhur eden hadiseler karşısında, ihtiyacın ne kadar şiddetli olduğunun bir ispatıdır.
Eğitimin işleyişi, mühim bir faktör olan sınıftaki talebe sayısı ile direkt alâkalıdır. Çünkü bu sayı nisbeten de hocanın sınıf ve ders hakimiyeti, talebeyle ilgilenmesi; yani eğitimin bir yerde başarısı da buna paralel olarak değişecektir. Medreselerde bu işin önemine binaen, "talebe sayısı medresenin büyüklüğüne göre değişmekle beraber en büyük medreselerde bile bir müderrisin okuttuğu talebe sayısı 20 rakamını geçmiyordu."35 Okullarımızdaki bir sınıfta okuyan talebe sayısının kabarıklığı, üstelik bunun üniversitelerde daha doğrusu yükseköğretim kurumlarında bile mevcudiyetini düşünürsek, sınıftaki öğrenci sayısı açısından medreselerden epey geride kaldığımız ortaya çıkıyor.
Burada Osmanlı tedrisat geleneğindeki "Cer" usulünden36 bahsetmemiz lâzım. Bugün bilhassa yükseköğretim kurumlarında uygulanan "Staj" konusuyla çok büyük benzerlik gösteren bu sistemde, talebeler; hitap edilecek kitlenin, diğer zamanlara nazaran daha çok ve birlikte olduğu Recep, Şaban, Ramazan olarak bilinen "Üç aylar"da (Şûhuru Selâse) ülkenin en ücra köşelerine, medresesi, hocası bulunmayan köylerine kadar ulaşarak, oralarda halkla ilgilenir, onlara namaz kıldırır ve vaaz eder. Halkın her türlü problemlerine ve meselelerine çözüm bulmaya çalışan talebelerin bütün ihtiyaçları, hukuki bir kural olmaksızın Köy İmecesi tarafından karşılanır. Talebeye bulunduğu yöreden ayrılırken çeşitli giyecek ve yiyecek malzemesi ve paranın verilmesiyle, bir kısım ihtiyaçlarını temin etmesi sağlanır. Böylece talebenin hem tedrisat hayatı süresince halkla kaynaşması, meseleleri teşhis etmesi ve en mühim olarak da sosyalleşmesi ve halkla bütünlük içinde olması, içtimaî yapıyla rahat uyum kurma gibi önemli hususlardaki problemlerin büyük bir kısmı halledilmeye çalışılmıştır. Bu sistem aynı zamanda Yaygın Eğitimin sağlanmasında da faydalı olmuştur.
Medrese talebeleri, bir medreseyi bitirip daha üst düzeydeki bir medreseye geçerken, ortaöğretim kurumlarındaki diploma ile aynı ayarda olan "temessük"37 denen bir belge alırlar. Ortaöğretim seviyesindeki medreselere (mesela: Haşiyei Tecrid, Miftah med. vs.) vakfiyelerde özel bir şart konulmamışsa (meselâ, kimsesizler ya da yoksullar için vs.) bütün erkek çocuklar girebilirler.38 Kız çocuklarının eğitimi ise, medreseler kadar ihtimam gösterilen ve programları farklı olan Sıbyan Mekteblerinde ve İçtimaî bünyeyle karşılanmaktadır. Fatih, Ayasofya gibi medreselerde ise talebe alımı ilmiye sınıfının39 başı olan Şeyhü'lİslâm, müderrisler ve diğer yetkili kişilerin huzurunda imtihan yoluyla yapılmaktadır.40 Bu durum Fatih medresesi ayarındakilerin yükseköğretim kurumu hatta üniversiteden sonraki Yüksek Lisans ve Doktora seviyesinde kabul edilmelerinden dolayıdır, O halde bugünkü üniversiteye giriş ve Yüksek Lisans, Doktora imtihanlarına benzer sınavların mevcudiyetini görmekteyiz. Bu tür kurumlarda okuyanlar yani Danişmendler ise "İcazetname" denilen diploma alırlar. Danişmendlerin en yeteneklilerinden seçilen Muidler, yani bugünkü Doktora ve Doçent seviyesinde olan Danişmendlere müderrislerin verdikleri dersleri tekrar anlatırlar. Danişmendler de daha alt derecede okuyan Softalara ders anlatırlar. Bunun yanında Danişmendlerin İstenilen evsafta yetişmelerine hassasiyet gösterilmiştir. Meselâ bununla ilgili olarak bir padişah fermanında "....imdi âbadı kiram ve ecdâdı îzâm zamanlarında, bu babda vaz' olunan kânunı kadîme ve verilen ahkâmı şerîfeye muhalif vaz' olduğuna rızâyı şerifim olmayıp, benim dahi bu babda emri şerifim bu veçhile sadr oldu ki; talebeden biri bittemam istihkâkıyla danişmend olduktan sonra üç yıl bittemam şuğal ettiği şuhûd ve udûl ile yanlarında sabit olmayınca onların gibileri danişmendliğe kabul etmeyeler. Şöyle ki; bu emri şerifime muhalif vaz'ları sadır olursa danişmende ta'ziri beliğ olunup tarîkinden reddoluna ve kabul eden müderris dahi muateb ve ma'zûl olan her danişmende...." şeklindeki bu konudaki ihtimam ve hassasiyeti gösteren sözlerden sonra böyle danişmendlerin en aşağı dereceden başlayarak (1 yıl, 3 ay, 5 ay, 6 ay gibi daha kısa sürelerle) tedrisatını tamamlamasını ve bu emirlere muhalif davranan danişmendin şehirden sürülmesi ve müderrisin de itab ve azl olunması istenmektedir.41
Danişmendlerin ders verdikleri Softalar için de aynı durum söz konusudur. Başka bir padişah fermanında; vakfiyedeki şartlara uymayıp geceleri izinsiz sokağa çıkan softalar, ihtar edildiği halde muhalif davranırlarsa hücrelerinin ellerinden alınması42 şeklindeki ifadeler, eğitimöğretime gösterilen olağanüstü önemi göstermektedir.
IV GÜNÜMÜZÜN PROFESÖRLERİ, MÜDERRİSLERİ
Medreselerde Öğretim görevlileri olan Müderrisler, bugün üniversitelerden sonraki akademik kariyerde bulunan şahıslar seviyesindedirler. Ortaöğretimde ders verenler, bugünkü tabirleriyle en az Araştırma Görevlisi veya Doktora; yüksek öğretimdekiler ise Doçent ya da Profesör statüsünde kabul edilebilir.
Eğitimöğretimin başarıya ulaşmasında birinci derecede ehemmiyetli olan müderrisler ya da genel anlamda hocalar, bilhassa ilk dönemlerde çok büyük iltifat görmüşlerdir. Osmanlı toplumunun karakteristik özellikleri olarak ilme ve âlime saygı duymalarından müderrisler de kendilerine düşen payı almışlardır. Hem toplumda hem de devlet mekanizmasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahip olan müderrisler, içtimaî hayatta olduğu kadar siyasî ve ekonomik hayatta da imtiyaz sahibi olmuşlardır. İlmiye sınıfına mensup olan müderrislerin, hemen bütün ihtiyaçları devlet, zengin kişiler veya vakıflar tarafından karşılanmıştır. Çok yüksek olan maaşlarıyla müderrisler, ilmî çalışma ve ders verme gibi konularda da serbest bırakılmışlardır. Yani müderrisler kendi yetişme biçimlerine, mensup bulundukları okullara ve talebelerin seviyelerine dikkat ederek istedikleri kitapları ve dersleri, vakfiyeyi de göz önüne almak şartıyla okutmakta serbesttirler.
Bununla birlikte bu kadar saygıdeğer olan müderrislerin yetişmesi, medreseyi bitirip müderris olması çok kolay değildir. Bir müderris en yüksek dereceli okuldan mezun olurken imtihana tabi tutulduğu gibi, bir süre bekledikten sonra, herhangi bir medreseye atanırken de rüştünü ispat etmek zorundadır. Meselâ; Sahnı Seman müderrisliklerinden boşalan bir yer için başvuran iki müderris, ilk önce çeşitli devlet erkanının huzurunda sorulan sorulara yazılı olarak cevap vermişler, bu cevaplar incelendikten sonra tekrar kendilerine gösterilmiş ve bunu müteakip de aralarında münazara yapıldıktan sonra kazanan kişi ehil olduğunu ispatlayıp müderris olabilmiştir.43 Vakfiyelerde müderrislerin bu işe liyakatli, kapasiteli ve bilgili olmalarına dair olan şartlar oldukça sık geçmektedir.44 Bununla beraber mezun olan bir müderris, ilk kademedeki medreseden başlayarak ancak bu şekilde terfi edebilirdi.
VII MEDRESEVAKIF İLİŞKİSİ
Bu bölümde medreseleri anlamamızda bize yardımcı olması için, genel hatlarıyla, medrese vakıf ilişkisini İktisadî, idarî ve hukukî boyutta ele alacağız.
1) İKTİSADÎ DURUM: İlk başlarda da söylediğimiz gibi Osmanlı toplumunda içtimaî müesseseler padişah ve ailesi, devlet erkanı, zengin kişiler ve vakıflar vasıtasıyla yapılmaktaydı.
Medreseye (veya müesseseye) bağışlanan her türlü menkul, gayri menkul, para vs. gelirler vakıf mallarını teşkil etmektedir.45 Medresenin bütün ihtiyaçlarını (müderristen talebeye ve talebeden temizlikçisinin masrafına kadar her türlü harcamayı) karşılamayı vakıflar üstlenmişlerdir. Eğitim işinin ehemmiyetine binaen, eğitimöğretimin rantabl bir şekilde yapılabilmesi için medrese elemanlarının bütün istekleri karşılanmaya çalışılmıştır. Evliya Çelebi'nin ifadesiyle “her softanın yemeği ve yatağı ücretsiz oluktan başka odunu ve mumu da ücretsizdir; her oda için ayrı bir hizmetkâr vardır."46 İsmi bilinmeyen bir İspanyol ile Fransız Antoine Golland isimli seyyahlar, "talebelere vakıf gelirinden günde 57 akçe verildiğini ve vakıfların çok zengin olduğunu"41 belirtiyorlar.
Müderrisler için de aynı durum geçerlidir. Zamanın toplum yapısına göre en yüksek ücretleri yine vakıf gelirinden karşılanmıştır. Ayrıca yardımcıları, lojmanları, hizmetçileri ve kendilerine ait odaları vardır. Bu durumda hem talebeler, hem müderrisler hem de başka yerlerden gelen alimler buralarda kalabildiği için, bir yandan müderristalebe arasındaki iletişim güçlenirken, diğer taraftan da misafir alimlerden de istifade etme imkânı doğmaktadır. Her türlü ihtiyacın karşılanması konusunda vakfiyelerde bilhassa mevzu üzerinde durulmuştur.48
Eğitim konusunda çok çeşitli vakıfların varlığına şahid olmaktayız. Öyle ki, bazı vakfiyelerde vakfın ya da birkaç vakfın bütün gelirlerinin bazen de meselâ bir köy ya da beldenin gelirlerinin hepsinin sadece bir medreseye tahsis edildiğine sık rastlanmaktadır.49 Bazı vakfiyelerde vakfın gelirlerinin tamamının sadece medreselerdeki talebelerin yazın soğuk su ihtiyacını karşılamaya tahsis edildiğini, bir takım vakıfların da yaz aylarında talebelerin mesire yerlerine götürülerek temiz hava almaları için kurulduğu görülmektedir.5
Medreselerin iktisadî bakımdan kendi kendine yetmesi ve bunu da aşarak başka alanlara da yatırım yapabilecek seviyeye gelmesi, gelişmesi ve büyümesi, her zaman vuku bulma ihtimali olan çeşitli müdahaleleri de önlemiştir. Aynı zamanda ekonomik istikrarsızlıklardan da fazla müteessir olmamasını temin etmiştir. Medreselerin tam anlamıyla bir "Vakıf Müessesesi" olması, ayrıca devletin ekonomik yükünü de oldukça hafifletmiştir.
2) İDARÎ DURUM: Medreseler; medreseyi yaptıran kişi ya da kişilerin (Vâkıf) düzenledikleri ve bugünkü anlamda bir iç tüzük mahiyetinde olan ve bir müessesenin nasıl çalışması ve hangi kurallara göre yürütülmesi gerektiğini gösteren şartlara göre yani "Vakfiyeler"e göre yönetilirler. Bu belgede vakıf, medreseyi ne için kurduğu, hangi gelirleri tahsis ettiği ve (zamana göre) hangi derslerin okutulması gerektiğini yazar. Vakfiyedeki (zamana ve topluma göre değişebilen) şartlar istikâmetinde medrese; vâkıfın, bazı müderrislerin ve vâkıfın ailesinden bazı kişilerin katıldığı ya da bu işe tayin edilen kişilerin bulunduğu "Mütevelli" tarafından idare edilir. Bir çeşit Yönetim Kurul niteliğinde olan Mütevelli, medresede eğitimin lâyıkıyla yapılıp yapılmadığı, ihtiyaçların tesbiti gibi mevzularda vazifelidirler. Müderrislerin de bu kurulda yer alması, talebemüderris arasındaki yardımlaşma ve iletişimi sağlarken, çeşitli konularda idare ile ilgili meselelerin çıkmasına da manî olunmuştur. Bugün Amerika ve Avrupa ülkelerinde tatbik edildiği bilinen bu kurul daha üst düzeyde, servetlerin bağışlanmasıyla oluşan hukukî bir kurum olan vakıflara da bağlıdır. Vakıflar ise, Kadı ve Müftüler tarafından kontrol edilmektedir. Böylece vakıflar, idarî mekanizmada da kendilerine yetmekteydiler.
3) HUKUKİ DURUM: Medresenin hukukî durumu, en başta vakıflar hukukî bir müessese tarafından yönetilmesinden kaynaklanmaktadır.
Medreseler; ders seçimi, metodoloji zaman ayarlaması ve kitapların tesbitî gibi, konularda (vakfiyedeki kurallara uymak şartı, ancak zamanın ve ihtiyaçların durumuna göre şekillenmek koşuluyla) serbest bırakılmışlardır. Birkaç istisna dışında devletin menfî bir müdahalesi gözükmez. Medresenin ekonomik bakımdan kendisine yetmesi bu durumu yani serbestliği daha da kuvvetlendirmiştir.51 Böylece medresenin büyümesi ve gelişmesi, ilişki içinde bulunduğu unsurlarla (talebe, müderris, idare, halk, sosyokültürel hayat vs.) azamî birlik ve bütünlük içinde hareket etmesinde oldukça faydalı olmuştur. Ayrıca bir eğitim müessesesi olarak medreselere, hem devlet hem de halk tarafından ihtimam gösterilmesi, bu müesseselerin fikrî hayatta, ilmilik, içtîmaîilim ve kültürel yaşantıda olduğu kadar siyasî ve iktisadî alanlarda da ağırlığını koymasını ve söz sahibi olmasını sağlamıştır.
VIII MEDRESENİN FONKSİYONUNU KAYBETMESİ
Medresenin 1400'lü yıllardan 1800'lü yıllara kadar, bazı küçük aksaklıklar hariç, genel çizgisiyle, başta eğitim olmak üzere içtimaî, ilmî ve kültürel hayat kadar siyasî ve iktisadî sahada da bilfiil tesir icra ettiği bir gerçektir. Fakat burada cevaplanması gereken bir kaç soru var. Acaba Medrese ya da Medrese Sistemi, gayesine ulaşabildi mi? Görüldüğü kadarıyla belli bir süre daha olsa, 1600'lü yıllara kadar, gaye ve hedef seçtiği hemen her yönüyle istifade edilebilecek bilgi ve tecrübelerle teçhiz edilmiş insan modelini yetiştirmede, büyük çapta başarılı olduğu söylenebilir. Zaten bu muvaffakiyet biraz da medresenin ferd ve cemiyet bazında İcra ettiği tesirler ve kazandırdıklarıyla alâkalıdır.
Ancak bu tarihlerden sonra hem eğitimöğretim telâkkisi, gaye ve hedef, hem de metod ve sistem gibi ana mevzularda giderek irtifa kaybedildiğine şahid olmaktayız. Osmanlı ferd ve toplumunda, özellikle 16. asırdan sonra meydana gelen siyasî, kültürel, içtimaî ve biraz da ekonomik gerileme, medresenin bu mefhumlar üzerindeki azalan nüfuzunu açıkça ortaya koymaktadır.
Açıklamaya çalıştığımız kadarıyla uzun bir süre tesir sahibi olan bu müessese neden bozuldu? Bir meselede pratik ile teoriğin birlikte ve azamî uyum içinde işlemesi gerekir ki, bunu medresenin büyük ölçüde gerçekleştirdiğini biliyoruz. Ancak insan, yaratılış itibariyle hata ve kusurdan hali olmadığı için, ne kadar mükemmel bir sistem kurmaya çalışırsa çalışsın, bazı yüksek düsturlara uymadığı için mükemmel bir nizamı yakalayamıyor ve kurduğu sistem de tabiî olarak kusurlu mahiyet taşıyor.
Osmanlı medrese sisteminde de bu durum geçerlidir. En başta sistemde bazı boşluklar ya da hatalar olması, daha sonraki yıllarda bunların giderek büyümesi, kuralları uygulamadaki İstismarlar, İslâm’ı bir ideoloji ve hayat nizamı olarak benimseyen Osmanlı toplumunun 16. asırdan sonra İslâm'ın bazı esaslarım anlama ve tatbik etmedeki yanlış telâkkileri, bozulmanın en temelinde yatan sebepler. Bu bozulmadaki siyasî, içtimaî, iktisadî ve idarî sebepler ile anlayıştaki problemleri kısaca şöyle sıralayabiliriz.
1) Eğitimöğretimin ana düşüncesinin askıya alınması ve buna paralel olarak, İslâm'ın bazı prensiplerini tamamen şahıslara bağlı olmak üzere yanlış yorumlamaları ve bununla birlikte 16. asırla gelen fikrî durgunluk.
2) Öğretim, mezuniyet işlemleri, müderris yetişmesi, tayinler talebe alım ve yetiştirilmesi gibi konularda liyakatin ve ehil olmanın arka plâna alınmasıyla şahsî nüfuzun ortaya çıkması.
3) İlmin ve ilim adamlarının eskisi kadar himaye görmemesi.
4) İnsanın maddîmanevî eğitimini esas alan, çok yönlü ve küllî eğitim tarzının terkedilmesi.
5) Ülkenin 16. asırdan itibaren siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar içine girmesi, medresenin de bozulan vakıf müessesesiyle birlikte bundan menfî şekilde etkilenmesi.
6) Batı ile temasların hızlanması ve Batılılaşma ile birlikte Avrupaî eğitim kurumlarının tesis edilmesiyle medreselerin ikinci plâna itilmesi. Bu arada Batılı devletlerin ülke üzerinde oynadıkları oyunlardan medreselerinde paylarını almaları52 vs.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
35 BALTACI, Maarif Sistemimiz, s. 32; KÜRKÇÜOGLU, Fatih Sultan Mehmed II. Vakfiyesi.
36 PAKALIN, a.g.e., c.l., s. 279280; ERGİN, a.g.e, el, s. 100117.
37 "Temessük" = İhtimam ile Tutunmak, Yapışıp Sıkı Tutmak (Pakalın, 2. a.g.e., s. 453).
38 Kızların Eğitimi, Sıbyan Mektebi denilen okullarda, en az medreselerdeki kadar itina ile yapılmaktadır. Bilgi için bk; PAKALIN, a.g.e., s. 201203; AKSOY, Özgönül; Osmanlı Devri İstanbul Sıbyan Mektepleri üzerine bir inceleme, İst., 1968; BERKER, Aziz; Türkiye'de İlköğretim, Ank. 1945; Koçu, R.Ekrem; Sıbyan Mektepleri, Hayat Tarih Mecmuası, Mart 1966 c. I, sayı; 2. s. 2428.
39 "Osmanlı İlmiye Sınıfı" hk. bak; UZUNÇARŞILI, Osmanlılarda ilmiye Teşkilatı. TTK. Ank. 1988; ÖZTÜNA, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay. İst. 1983, c. 19
40 Bununla ilgili olarak, I. Abdulhamid'e ait 1195 :./1781 M tarihli vakfiyenin 111. sahifesinde şu şekilde bir kayıt geçmektedir. "...Medresede bulunan yirmi adet odanın her birinde kalan ikişer kişiden kırk talebenin herbirine günde ikişer akçe ücret verilip, bu kırk talebenin seçimi Şeyhü'lİslâm'a tevdi edilmiştir. İmtihanda hak sahibi oldukları belirlenen kırk öğrencinin ilmî yönden birbirine nisbetle birinci, ikinci ve üçüncü itibariyle kırkıncıya kadar tertib buyurdukları..." Bak: ATEŞ, İbrahim; Vakıflarda Eğitim Hizmetleri ve Vakıf Öğrenci Yurtları, v.d. s. 14, s. 41. Ank. 1982.
41 29 Şevval 983/31 Ocak 1576 tarihli ferman için bak: Ahmed Refik a.g.e, s. 5153.
42 Ahmed Refik, a.g.e., s. 51.
43 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 64.
44 Bak.; Fatih Sultan Mehmed (E) Vakfiyesi (875 :./1470 M.) s. 263, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arivişinde No: 46'da bulunmaktadır. Meselâ: "Olpadişahı lebib medarisi âliye vezaifini bu minval üzre tertib ettik ki,.... bâlayı kitabi celi serd ve tefsil olunduğu üzre seccadenişin sadr Ha'de olmaya ihtihkâkı zahir, mebâdı ve muhaddimatı akliyyat ve nakliyyatda naziri nadir, esbabı liyakatı makamı terisi cami' ulumu nafia tahsiline sarfı ömri aziz eylemiş..." Dr. İbrahim Ateş, a.g.e., s. 32.
45 Vakıflar hakkında bügi için bak: BERKÎ, Ali Himmet; Vakfılann Hukuk ve Farih Bakımından Kıymeti; V.D. İst. 1965, c. VI, s. 7 ve Prof. Dr. YEDİYILDIZ, Bahaeddin, Instıtutıon Du VAQF Au XVIII SIECLE EN TRQUTE, kültür Bak., Yay., Ank. 1990; YEDÎYILDIZ, B., "Vakıf maddesi, İ.A.; BARKAN, Ö. LÜTFİ; "Osmanlı Devletinde Hukukî Mahiyeti ve Tarihi Tekamülü, VD. Ank. 1942, c. 11, s. 135; SELÇUK, F.; Vakıflar (Başlangıçtan 18. asra kadar) V.D. İst. 1965, s. IV. s. 27.
46 Evliya ÇELEBİ; Seyahatname, İstanbul 1314, c.l, s.313316
47 Antoine Golland; İstanbul'a Ait Günlük Hatıralar (16721673) Şerhlerle Yayınlanan = Charles Scheefer, H. cilt 51673) Tere. Nahid Sim Orik, TTK. Ank. 1987, s. 83. Türkiye'nin Dört yılı (15521556); Manvel Serran, Y. Sonstz'ın Yayınladığı El Yazmasından Tere. A. Kurutluoğlu, Tercüman Ya İst. (Tarihsiz), s. 69 ve 82'de geçen bilgiler şöyledir: "Ne Atina'da ne de tarihin kaydettiği eski kültürlerden eser yok. Okumalar için çocukları papazların ellerine veriyorlar. Bunlarda kendileri zaten bir şey bilmediklerinden zor okuma ve ikiüç gramer kaidesinden başka bir Şey öğretmiyorlar. Türklerin ise bizdeki üniversiteler gibi mektepleri vardır. Bunların vakıfları zengin, öğrencileri çoktur. Çok fazla gelirleri olduğu için her birinde günde üçbin talebe yemek yiyebilir."
48 Bu mevzuda İmam Şafiî Hazretleri'nin prensib alındığı anlaşılmaktadır. Fatih vakfiyesinde geçen ifade şöyledir: "Tetimme medreselerinin odalarından her birine de 15'er akçe tayin buyurmuş olup, bu hücrelerde kalan itidatlı talebelerin kendileri için tayin edilen maaşla, boşluğun doldurulması, ihtiyacın temini, açlığın izale edilmesi, geçim sıkıntılarının bertaraf edilmesi cihetine gidilerek; İmam Şafiî Hazretleri'nin tedrisa safhasında geçim cihetinden 'Bir tek soğanı temin etmekte vazifeli olsaydım, bir mesele öğrenmezdim' buyurdukları üzre sakin kafa ile faydalı ilimleri öğrenme ile meşgul olma şartı kılmıştır…”
51. LEKESİZ. M. Hulusi, a.s.e.. s. 26. vd; ATEŞ, İbrahim, a.g.m., s. 32
52 Bilgi için bk; UZUNÇARŞILI, İ. H.; İlmiye Teşkilâtı, s. 6771; AKYÜZ, Y. ; a.g.e., s. H892; ATAY, H.; Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, s. 131155; BALTACI, a.g.e., s. 4050 vd; BİLGE, Mustafa; İlk Osmanlı Medreseleri, İst 1984; AKDAĞ. Mustafa; Türk Halkının Dirlik ve Düzen Kavgası Ank. 1975, s. 20, 113. vd; PAKALIN, ZEKİ, a.g.e., c. II, s. 445 vd; KOÇİBEY RİSALESİ, K.T.B. Yay., Ank. 1985, Hazırlayan; Zuhuri Danışma, s. 17 vd.
.
Osmanlı Medresesine Eğitim Açısından Umumi Bir Bakış -3
IX- MEDRESENİN TOPLUMDAKİ TESİRLERİ
Osmanlı medresesi veya medrese sisteminde 1700'lü yıllardan itibaren başlayan dejenerasyon, son dönemlerinde yaptığı vazifesini aksatmakla birlikte, medresenin içtimaî hayattaki en başta ilim ve âlim anlayışı olarak aşıladığı müspet düşüncenin 1900'lere değin sürdüğünü söyleyebiliriz.
Bir önceki bölümde medreselerin bozulmasıyla ilgili saydığımız sebeplere karşı, bozulmanın su yüzüne çıktığı 17. asrın sonlarına doğru belli bir süre Osmanlı memleketinde bulunan Lord Paul Ricaut'un Osmanlı tedrisat hayatıyla alâkalı verdiği bilgiler oldukça ilginçtir. Bu müesseselerin hâlâ vazifelerini bihakkın ifâ ettiklerini ve kaliteli bir eğitim yaptıklarını söyleyen Ricaut şöyle devam ediyor: "Bana göre Türklerin talim ve terbiye sistemi, siyasetlerinin başlıca istinad noktalarından ve devletlerini ayakta tutan mühim unsurlardan biridir. Bu sistemde ne zenginlik, ne rüşvet, ne doğuştan üst sınıfa mensup olma ve ne de dalkavukluk geçerli değildir. Fazilet, ihtiyat, çalışkanlık, disiplin ve samimiyet geçerlidir. Bizzat padişah bu vasıflara dikkat ederek bir adamı terfi ettirmektedir."
Osmanlı'yı ve Osmanlı memleketini çok iyi tanıdığı belirtilen bu İngiliz diplomatın, Avrupa ve İngiltere'nin Osmanlı'dan çok geri olduğunu, Türk insanının ilme olan saygısından yazılı bir kâğıda dahi ayak basmadıkları, sokakta görürlerse alıp bir kenara koydukları şeklindeki Osmanlı'yı takdir eden sözleri, gerçekten dikkate şayandır. Onu, Türk İnsanının bu sevgi ve saygıya kaynak teşkil eden, inançlarına tercüman olan yukarıdaki ifadeleri bir yerde bizi başka bir mecraya ve platforma sürükleyerek oldukça duygulandırdı. Bunlar bir yerde, bizim medresenin bozulmasıyla ilgili söylediklerimizi de tekzib etmektedir. Ancak bu durum meselenin asla unutulmaması icab eden başka bir buudunu teşkil etmektedir.
Burada mühim bir husus belirginleşiyor ki, o da medresenin tesir gücünün çok uzun bir süre devam ettiğidir.54 Tarihçi Yılmaz Öztuna da bu durumu "ben 1940'lorda İstanbul sokaklarında birçok defa, yazılı bir kâğıdı alıp bir kenara koyan ihtiyar insanlar gördüğümü hatırlarım"55 şeklindeki ifadeleriyle tasdik ediyor. Öztuna'nın bahsettiği bu yaşlı insanlar, medresede yetiştikleri için, aldıkları eğitim ve inançları böyle bir hareket tarzına onları itiyordu. Ancak, bilhassa Tanzimat dönemiyle başlayan halk ve aydınlar arasındaki kopukluk, genel eğitim yapısının çökmeye başlamasıyla beraber; yeni yetişen nesil, bu şekilde güzel ve istenilen davranışlara itebilecek bir eğitim görmediği için, bu tür ahlâkî hasletlerden mahrumdular. Neticede, nesiller arasında kopukluk, nesiller çatışması, kimlik bunalımları ve kültür buhranlarının doğması kaçınılmaz oldu ve bugün bundan toplum olarak ne kadar bizarız! Bu husus, sadece bizim değil, hatta düşmanın da tasdikiyle böyledir.
Uzun bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalan Macarların bu mevzu ile alâkalı yaptıkları çalışmalarda bu haslet, hemen dikkatleri çekiyor ve bir yerde de bize ders veriyor. Macarlar, ülkelerinde bıraktığımız vakfiyelerin hemen tamamını büyük bir hassasiyetle bir araya getirip Macarca tercümeleriyle birlikte "Törük Deftere (Türk Defterleri)' adı altında yayınlamışlardır. Macaristan Peşte Milli Arşivi Müdürü Dr. Fekete'nin Balkanlardaki tedrisat hayatıyla alâkalı olarak, eserin mukaddimesinde yer alan şu ifadeleri mühimdir: "Türkiye'nin idaresinde mektep ile medrese olmak üzere iki tedrisat tipi bulunuyordu. Budin, Temaşvar, ihtimal ki Zigetvar ve sonraları Kanije gibi ileri Türk şehirlerinde mektepten başka yüksek tedrisat müesseseleri de bulunuyordu. Bunun adı Medrese idi.
Medreselerin tedrisi, camilerde değil hususî binalarda vuku buluyordu. Müderrisler yüksek bir tabaka teşkil ediyorlardı. Din ile muhakeme ve idarî, mülkiye adamları, tahsillerini bu medreselerde görüyorlar ve bu mesleklerde, ancak buralardan yetişen talebeler istihdam ediliyordu.
Bu defterlerden anlaşıldığına göre, Türk devleti, umumî tedrisatın ehemmiyetini Hristiyan devletlerden çok önce takdir edip, eğitim ve kültür işlerine çok daha fazla para harcıyordu."
Yukarıda ve yazımızın başından beri anlattıklarımız, medresenin toplumsal yapıdaki yerini göstermekle birlikte, mevzunun iyice aydınlanması bakımından medresenin tesirleri hakkında sadece birkaç madde sıralamak istiyoruz:
1) Ulema (ilmiye) sınıfını yetiştirmek. Bu sınıfa mensup olan kadılar, şeyhü'l-islâmlar, müderrisler, hekimbaşılar, padişah hocaları vs. şahıslar medreseden yetişir. İlmiye sınıfına ancak Fatih Medreseleri seviyesindeki medreselerden mezun olanlar girebiliyordu.
2) Bilhassa ilk dönemlerde devlet memurları da medreselerden yetiştiği için, devlet kademesine ve tabiî olarak da siyasî konjonktüre doğrudan tesiri olmuştur.
3) Müderrislerin de dâhil olduğu ilmiye sınıfı mensupları, bilhassa Ramazan ayında padişah huzurunda yaptıkları "Huzur Dersleri" ile58 de devlet kademesini dolaylı olarak etkilemişlerdir.
4) Padişahların savaşlarda; ''Ulema ile düşüp kalkan, onlara danışan devlet adamlarım Allah (cc) sever" şeklindeki hadis-i şerifi rehber alarak, şeyhü'l-islâm, bazı müderrisler ve kadılar gibi ilmiye sınıfı mensuplarını beraberlerinde götürmeleri, hem padişah için savaşta muvaffakiyet sağlanmasında birer faktör olduğu gibi toplumda da halkın hüsn-ü niyetini kazandırmış, hem de ilmiye üyelerinin devlet me-kanizmasında ve halk üzerindeki tesirlerini artırmıştır. Böyle bir yerde siyasî iktidar da kontrol altında tutulmuş oluyordu.
5) Sıbyan Mektebi hocası yetiştirmek suretiyle de, bu kişileri yetiştiren medreselerin programları farklı olduğu için60, hem eğitim sisteminin en alt derecesine kadar tesir edilmiş, hem de günümüz meslek okulları an-layışında ve seviyesinde eğitim-öğretim yapılarak bir anlamda bu meslek okullarının prototipi teşkil edilmiştir.
6) Din görevlileri olan imam, vaiz ve hatib gibi kişilerin medreselerde yetişmesi, dolaylı olarak dînî ve içtimaî hayatta da tesir icra etmiştir.
7) Birçok müderrisin derslerini açık alanda yapması, tatbik edilen Cer sistemi ile hem;
a- Yaygın eğitimin gerçekleşmesine yardımcı olunmuş;
b- Öğrenciye bir nevi staj yapma imkânı verilerek aynı zamanda para da kazanma fırsatı verilmiş.
c- Talebenin daha sonra gerek yapacağı vazife olsun gerekse halkı tanıma açısından bilgi ve tecrübe kazanması, halkla kaynaşması ve mezun olduktan sonra da toplum bünyesiyle maksimum entegre olması ile programların da buna göre düzenlenmesi gibi birçok faydalı konuyu gerçekleştirmiştir. Bu takdirde anlam bakımından ince ve önemli farklılıklar arz eden eğitim ve öğretimin maksimum gerçekleşmesi, bugün Eğitimde Program Geliştirme ve Eğitim İstatistiği Araştırma gibi ilim mevzularının vazifelerinin yerine gelmesini de mümkün kılmıştır.
8) Medreseler kurulurken cami, Darü'ş-Şifa, İmarethane, kütüphane gibi kompleks bir yapı (külliye) çerçevesinde kurulması, mimarî açıdan sağladığı ayrı bir özelliğin yanında; içtimaî ve hayatî hizmetlerin ya-pılmasına çok büyük katkıda bulunmuştur. Ayrıca çarşı ve bedestenlerin, han ve hamamların da bu komplekste bulunması, yine halkın önemli ihtiyaçlarına cevap verirken, buraların bir ticaret merkezi haline gelerek ekonomik hayatın canlanmasına, öte yandan bu tür yerler etrafında yerleşim bölgelerinin doğarak, demografik ve şehir yapısının da değişmesini müsbet yönde etkilemiştir.
X - BİR KARŞILAŞTIRMA
Yukarıda medrese ile ilgili vermeye çalıştığımız tahliller ışığında medrese eğitim-öğretim sistemi ile günümüz eğitim-öğretim modeli arasında bir ilişki kurarsak, ilk plânda şu birkaç noktayı bulmaktayız:
1) Eğitim-öğretim anlayışı, yani insan, talebeyi ele alma ve onu gerektiği gibi yetiştirme telâkkisi, gayesi ve metodu, bugünküyle tam olarak uyuşmadığı açık olmasına rağmen, günümüzdeki modem eğitimdeki temel mevzularda, medreselerdekine benzer bir kayma gözlenmektedir.
2) Programlar ve sınıf geçme gibi konularda ulaşılmaya çalışılan tutarlılık ve ahenk, yine bugün modern eğitimin de üzerinde durduğu sistemin temel taşlarım oluşturmaktadır.
3) Medreselerdeki "çok yönlü" ve "külli" olarak yapılmaya gayret edilen eğitim tarzı, bugün dünya ilim ve eğitim metodunun gündemini tutmaya başlarken. 21. asır modern eğitim modelinin de alt yapısını teşkil etmeye doğru hızla yol almaktadır.
4) Gerçekleştirilmeye çalışılan, halktan kopmama, gerektiği kadar seviye farklılıklarını azaltma, uyum ve birlik içinde hareket etme prensibi ki (bu farklılık ve tutarsızlıklar, uçurumlar Tanzimatla beraber, aydın ve halk kesimi arasında oldukça artmıştır) günümüz siyasî, içtimaî ve eğitim sisteminin üzerinde durduğu mühim noktalardan biridir.
5) Osmanlı eğitim sisteminde mevcut bulunan talebe ve hocaların, daha doğrusu eğitim-öğretim ele-manlarının "sosyal güvenlikleri" ve içtimaî düzende hak ettikleri mevkileri konusundan, maalesef bugün pek söz edilmemektedir.
6) Tedrisat müesseselerinde doğrudan iletişime dayalı olarak yapılan eğitim metodu, bugün en verimli usullerden biri olarak da tespit edilmekle birlikte, bir türlü eğitim kurumlarında yaygın hale getirilememiştir.
7) Gerek talebe ve hocalar, gerekse eğitim sisteminin muvaffakiyet elde etmesinde mühim noktalardan biri olan, bugün birçok ileri Avrupa ülkesinde tatbik edilen, bizde ise yüksek öğretim kurumlarında bile lâyıkıyla uygulanamayıp, orta-öğretimde istenilen ve beklenilen verim alınamayan "seçmeli ders ve seçmeli hoca" olayının, medrese sisteminde uygulandığını, ancak kısıtlı olduğunu görmekteyiz.
8) Medresede talebeler ve hocalar arasındaki maksimum iletişim, bugün özlemi çekilen ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen bir ilişkidir.
9) Devletin iktisadî ve idarî yükünü büyük nispette azaltan medrese yönetim biçimi, bugün Amerika ve çeşitli Avrupa ülkelerinde tatbik edilip modem bir yapı olarak görülmektedir. (Ancak bunun zamanın, mekânın, ce-miyetin ve okullar ile talebelerin durumlarına göre, iktisadî, siyası plânda çok iyi ayarlanması ve tespit edilmesi elzemdir.)
10) Danişmendlerin yani yüksek lisans ve doktor seviyesindeki talebelerin, bir alt derecedeki öğrencilere ders ver-meleri, bugün de üniversitelerde uygulanan usulün aynısıdır.
11) Belli bir zaman için dahi olsa kurulan sistemin ve metodun iyi seçilerek birlik ve iç içelik suretinde çalışması; bugün Eğitim Bilimleri olarak adlandırdığımız bilim dallarının vazifelerinin tabiî bir şekilde yerine gelmesini mümkün kılmıştır. Zaten eğitim-öğretim sistemi ile Eğitim Bilimlerinin beraber ve birbiriyle mezc olarak çalışması, eğitimin başarıya ulaşmasında elzemdir ki, bugün maalesef böyle bir yapıdan çok rahat bah-sedemeyiz.
XI - SON BİRKAÇ SÖZ
Burada üzerinde durulması gereken bir nokta var. Yazımızın en başından beri Osmanlı Medrese Eğitim Sistemi hakkında yaptığımız açıklamaların, günümüzde ya da gelecekte ideal ya da tam teşkilatlı bir eğitim-Öğretim yapısının ve sisteminin oluşturulmasında kâfi geleceğini söylemek ve inanmak (her ne kadar bazı tarafları ile modern eğitimin bazı noktalarını tutsa ve birtakım cihetlerde bugün bizden daha ileri bir seviyede olsa bile) biraz zor. Zaten eğitim-öğretim meselesi zamana, mekâna ve içtimaî yapıya göre değişme gösterecektir ve çeşitli teknik gelişmeler, değişen zihin ve fikir yapıları, çağın özellikleri, ülkenin ve dünyanın aldığı siyasî, İçtimaî ve politik görüntüyle beraber değişme de göstermek durumundadır. Ancak bazı temel kavram ve felsefelerin, metodlarının değişmediğini bilmemiz ve görmemiz de gerekmektedir.
Ancak çok uzun bir süre hem güçlü bir içtimaî düzen örneği sergileyen hem de ilim, kültür sahalarında dünyada "kriter'7 ve denge unsuru kabul edilen Osmanlı devletinin, ilmî ve içtimaî bir müessesesi olarak "medrese"nin bugün ve gelecekte ifade edeceği manâ da farklı olacaktır. Bununla birlikte; metod, anlayış, sistem ve yapı ile bir eğitim sisteminin dejenere olarak bozulması gibi konularda bazı teklifler ve prensipler arz edeceği de muhakkaktır.
Zaten bu durum içtimaî bir ilim olarak tarihin, bugünü ve geleceği şekillendirme, anlama, açıklama ve yorumlama vazifesidir. Bilhassa devlet ve toplum olarak bizim için tarihten mesajlar, prensipler ve düsturlar çıkartabilme, tahliller yapabilme ve bunu hayata tatbik edebilme; her gün ve her yönüyle hızla değişen hâdiseler karşısında, kendimizi ve dünyayı anlama ve kontrol etmede, büyük bir üstünlük ve strateji olmalıdır.
Sınırlarımız İçinde Kalan Medreselerin Vilayetlere Göre Dağılımı
Adana - Ulu Cami Med. Öğrenci Yurdu.
Afyon - Gedik Ahmet Paşa Med. Kültür Bakanlığı Müzesi Ayfon Sincanlı Boyalıköy Med. (Harikah) Halen hazine mülkiyetinde.
- Çay Taş Med. Alâaddin Camii.
Amasya - Başağa Med.
- Gökmedrese Camii.
- Sultan Bayezid Med. Kütüphane.
- Şanlar (Küçükağa) Med.
- Merzifon Mehmed Çelebi Med. Belediye.
- Suluova Yolpınar Köyü Med.
Antalya - Medrese (İmaret) Yıkık Yivli Minare külliyesinde.
- Karatay Med. Darü's-Süleha Halk Eğitimi Merkezi.
- Alanya Oba Med.
- Elmalı Ömer Paşa Med.
- Korkuteli Sinaneddin Med. Harap.
Aydın - Cihanoğlu Med. Camiye bitişik odalar halinde.
- Nasuh Paşa Med. Kısmen harap,
Balıkesir - Yıldırım Camii Med. Kur'ân Kursu.
Bitlis - Gökmeydan Med.
- Şerefiye Med.
Bursa - Yeşil Med. Türk İslâm Eserleri Müzesi.
- Şair Ahmed Paşa Med.
- Lala Şahin Paşa Med.
- İnegöl îshak Paşa Med. Kütüphane.
- İznik Süleyman Paşa Med. Halk Eğitim Merkezi Kütüphane.
Çankırı - Çivitcioğlu Med.
- Buğday Pazarı Med.
Çorum - Alaca Hüseyin Gazi Med. Harap.
- Alaca Mahmudiye Köyü K. Hisar Med. Harap.
Diyarbakır - Ulu Cami Medreseleri Yurt, diğeri harap.
- Şeyh Safa Med.
- Sarı Saltuk Med.
- Ali Paşa Med.
- Çermik Çötelizade Med.
- Hani Hatuniye Med. harap.
Edirne - H. Bayezid Med.
- Peykler Med. Talebe Yurdu.
- Saatli Med.
Erzurum - Çifte Minareli Med. Kültür Bakanlığı'na verildi.
- Yakutiye Med. Kültür Bakanlığı'na verildi.
- Caferiye Med.
- Kurşunlu Cami Med.
Eskişehir - Kurşunlu Med. Kültür Bakanlığı'na verilecek
- Seyitgazi Med. Kültür Bakanlığı.
- Sivrihisar Elmalı Med.
Gümüşhane – Bayburt Pulurferahşah Med.
Hakkâri - Meydan Med.
Hatay - Dörtyol Payas II. Selim Med.
Kur'ân Kursu.
Isparta Atabey Ertokuş Med. Kültür Bakanlığı
Kütüphanesi.
Eğridir Dündarbey Med.
İçel Tarsus Kubad Paşa Med. Kültür Bakanlığı
Müze.
İzmir Bayındır İsa-el Kevakibi Med.
Ödemiş Birgili Merhum Med.
Kastamonu - İsmail Bey Med.
Yakup Ağa Med.
Bayraklı Med. Onarım görmüş.
Urfa Ulu Cami Med. Bir kısmı ilkokul, sağlam.
Kayseri Çifte Med.
Külük Med.
Köşk Med.
Sahabiye Med. İşyeri.
Melik Gazi Med.
Hunad Med. Müze.
Hatuniye Med.
Kırşehir Nureddin Caca Med. Halen Cami.
Kocaeli Gebze Çoban Mustafa Med.
Konya Karatay Med. Müze.
Sırtçalı Med. Müze.
Akşehir Taş Med. Müze.
Beyşehir İsmail Bey Med. Harap, kısmen onarılmış
Ermenek Tol Med.
Karaman Naturiye Med. Onarımı yarım.
Kütahya Vacidiye Med. Müze.
Rüstem Paşa Med.
Manisa Hafsa Sultan Med.
Sinanbey Med. Harap.
Muradiye Med. Müze.
K. Maraş Taş Med.
Mardin Kasımiye Med.
Zinciriye Med.
Şehidiye Med.
Marufiye Med.
Muğla Fethiye Örenköyü Med. Kalıntısı
Milas Firuz Bey Med.
Nevşehir Kurşunlu Cami Med.
Gülşehir Karanezir Med. Kütüphane
Niğde Akmedrese Müze.
Aksaray Zinciriye Med. Müze.
Samsun Vezirköprü Taş Medrese Kütüphane.
Sinop Prevane Med. Müze.
Sivas Buraciye Med. Onanîmış.
Gök Med. Müze idi, tamir olacak, sadece
cephesi ayakta.
Tekirdağ Rüstem Paşa Med. İlkokul.
Tokat Gök Med. Müze.
Yağıbasan Med. Harap.
Niksar Yağıbasan Med. Harap.
Van Gevaş İzdişir Bey Med
53. RİCAUT; Türklerin Siyasî Düsturları, Tercüman Yay. (Tarihsiz) s. 46-47.
54. Bununla ilgili bir misal: "Kanunî Sultan Süleyman'ın yeğeni Gazi Hüsrev Bey'in 1537'de Bosna'da yaptırdığı medrese bugün de tedrisatını sürdürmektedir. 1970'lerde bir Müslüman Boşnak olan ve bu medresede eğitim gören Muhiddin Begiç, Yugoslavyaınn federal başkanı oldu." OKİÇ, Tayyib; (Belleten) Necati Lugal Armağan sayısı, TTK. Ank. s. 486.
55. ÖZTUNA, Y., Büyük Türkiye Tarihi, c. 10, s. 313.
56. Zikreden; ERGİN, Osman; a.g.e., c. 1, s. 1010.
57. Bilindiği gibi klasik Osmanlı Devlet görevlileri İlmiye, Mülkiye ve Askeriye olarak sınıflandırılmaktadır. Bak; AKYÜZ, Y., a.g.e..s. 83-84.
58 "Huzur Dersleri" için bk. PAKALIN, Zeki, a.g.e.. C.L, s. 860. MARDİN. EBUL'ALÂ; Huzur Dersleri, tst. 1956-1966 Hz., İ. Sungur bey. UZUNÇARŞILI, İ. H; İlmiye Teşkilatı, s. 215, 223.
59. Bu mevzu İle alâkalı bir misâl olarak; I. Mahmud (1730-1750)'un Hariciye Nazırının (Dışişleri Bakanı) Fransa elçisine söy-lediği şu sözler oldukça dikkate şayandır: "Bizim hükümetimiz, zannettiğimizden daha cumhuriyetçidir. Saint-Petersburg ve Viyana'da kararlar, kimseye hesap vermeye mecbur olmayan bir-İki kişi tarafından alınır. Oysa bizde, padişah ne kadar müstebit olursa. Şeyhü'l-İslam ve ulemânın fikri olmadan bir barış anlaşmasına karar veremez." Ahmed Refik, Osmanlı Devletinde Hoca Nüfuzu, İst., 1933. s. 14-16.
60. Sıbyan mekteplerinin programlan, Fatih döneminden başlayarak bilhassa üzerinde durulan ve çocuklara yönelik olmasına dikkat edilen bir konu olmuştur. Bu konuda 31. dipnottaki eserlere müracaat ediniz.
.
Osmanlıda İçtimaî - İktisadî Hayatın Sigortası HİSBE-MUHTESİB
Giriş
İslâm dünyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanından itibaren var olan "Hisbe", diğer ismiyle "İhtisab Müessesesi"nin Hz. Ömer zamanında tam teşkilatlı bir yapıya oturduğu bilinmektedir. İslâm içtimâi hayatında, toplumun intizam ve rahatında mühim yer tutan bu müessesenin gayesi "emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker"1 idi. Gerçekten iyilikleri emretmek ve kötülüklerden sakındırmak maksadıyla kurulan ihtisab müessesesi, İslâm dininin kaidelerine uygun hareket edilmesini sağlardı.2 "İyilikleri emreden ve kötülükleri yasaklayan" yani "Hisbe"yi yerine getiren kişilere ise "Muhtesib" adı verilmiştir.
Osmanlı Devleti'nde "hisbe" veya "ihtisab"la vazifelendirilen kişilerin, Osman Gazi döneminde pazarların kontrolü ve vergilerin toplanması gayesiyle tayin edildiği tahmin edilmektedir.3 Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılan kanunlarla, muhtesiblerin vazife ve salâhiyetleri belirtilmiştir.4
"Muhtesiblik" İçin Aranan Şartlar
"Hisbe" kendi başına komple bir iktisâdi-içtimaî sistemi ifade etmektedir. Bu sistemin başında ise "İhtisab Ağaları" vardır. "îhtisab müessesesinin başına geçip idare edecek olanların diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması icab etmekteydi. Herşeyden önce bu insanların ahlâklı, zeki, ilim sahibi olmaları gerekiyordu."5 Muhtesiblerde aranan vasıflar şu şekilde sıralanabilir:
1. Müslüman olmalı,
2. İşini Allah rızası için yapmalı,
3. Erkek olmalı,
4. Yapacağı işlere dair ilim sahibi olmalı,
5. İşini yaparken adaletli olmalı,
6. Başkasından yapmasını isteyeceği şeyleri ilk önce kendisi yapmalı,
7. İslâm'ın dinî kaidelerini en güzel biçimde yaşamalı,
8. Mesuliyetini idrak edebilecek yetişkinlikte olmalı. "Gerçekten muhtesiblik, ancak istenilen vasıflara haiz olan kişilere veriliyor, halkın zarar görmemesi için bu insanların durumu araştırılıyordu."6 Muhtesiblerin padişah tarafından tayin edilmesi,7 onlara padişah ve kadıların bir "vekili" olma mevkiini veriyordu. Genellikle sadrazamların, ihtisab ağalarını ve kadıları yanına alarak şehirlerde halkın arasında dolaşması,8 muhtesibleri hükümet nezdinde güçlendiriyor ve halkın üzerinde çok büyük bir tesir atmosferi kurmalarını sağlıyordu.
Muhtesibin Yardımcıları
İhtisab Ağalarının, vazifelerini îfa ederken "Koloğlanları" ile çeşitli mesleklerden seçilen ''Arif, Emir, Gulam, Avn ve Haberci"9 gibi isimler alan yardımcıları vardı. Bunların seçimini ise muhtesib bizzat kendisi yapıyordu. Yardımcıların vazifelerini îfâda hassasiyet göstermeleri, hareketlerinde ölçüyü kaçırmamaları gerekmekteydi. Aksi takdirde muhtesib tarafından derhal vazifelerinden alınırlardı. Bu bakımdan onlar, devamlı olarak muhtesibin kontrolü altında bulunuyorlardı. Devlet kademesi de bu husus üzerinde titizlikle durmaktaydı. Mesela 10 Mart 1779 tarihli bir fermanda, "hıyaneti görülen Koloğlanlarının vazifelerine son verildiği" kay-dedilmektedir.10
Muhtesiblerin Vazifelerini Îfâ Usûlü
Muhtesiblerin hükümet nezdindeki önemli itibarı ve halk karşısında hükümetin yanında önemli bir kişi olarak bulunmaları sebepsiz değildir. Vazifelerini yerine getirirken bazı usullere dikkat etmeli, bunları yerinde ve zamanında kullanmasını bilmeliydiler. Muhtesib; işlenen kötü işi gördükten veya bildikten sonra; şahsa ilk önce, yaptığının kötü olduğunu anlatır, bunu müteakiben bir daha yapmaması için onunla konuşur, nasihat eder ve kendisine İslâmî kaideleri hatırlatırdı. Bütün bunlara rağmen hâlâ yapmaya devam ederse, ya kendisi cezasını verir veya kadıya intikal ettirirdi. Muhtesib vazifesini yaparken, İslâm dininin içtimaî kaideleri çerçevesinde, kolaydan zora doğru bir yol takip ederdi.11
Muhtesiblerin İçtimaî-İktisadî Vazifeleri
Muhtesiblerin Osmanlı içtimaî hayatında yaptığı vazifeler oldukça geniştir. Bu yüzden 'İhtisab Müessesesi" ni veya "Muhtesiblik" i bugünkü kavramlardan biriyle açıklamak oldukça zordur. Günümüzde, Sağlık Müdürlüğü'nün, İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun, mahkemelerin (adliyenin), bir kısmı belediyelerin, bir kısmı müftülüklerin ve zabıtaların yetki ve vazife sahasına alabileceğimiz bu vazifelerin iktisâdî-içtimâî hayatla ilgili bölümünü kısaca açıklamaya çalışalım:
Esnaf ve Tüccarların Kontrolü
Muhtesiblerin Osmanlı içtimaî ve iktisadî hayatında önemli bir rolü bulunuyordu. Muhtesib, devlet-halk-esnaf (tüccar) üçlüsü arasındaki münasebetlerin düzenlenmesi ve yürütülmesinde mühim bir yere sahipti. Devlet, muhtesibi vasıtasıyla esnaf ile işçilerini kontrol ediyor ve on-ların haklarını koruyordu. Ayrıca maksat ve standartlarını devam ettirmek gayesiyle esnaf loncalarını yeterince yakından izleyebiliyordu.12 İhtisab ağasının bu işle vazifelendirdiği muhtesib, ayrıca mahallî pazarların teşkilâtlanması ile uğraşıyor ve gerektiğinde temel gıda maddelerini, esnaf ve sanatkârlar arasında paylaştırıyordu. Bunların yanında, bazı şartlardan istifade ederek, halkı sömürmeye çalışan insanları takip etmek, esnafın kullandığı ölçü aletlerini kontrol etmek ve gerektiğinde cezalandırmak, muhtesibin diğer vazifeleri arasındaydı. Böylece muhtesib, bugünkü "karaborsacılık" ve "stokçuluk" gibi çeşitli "haksız kazanç" yollarını tıkayarak, halkın ve iktisadî hayatın intizamını sağlıyordu.
"Kola Çıkma"
Muhtesib, esnafın nizam ve kanunlara uygun çalışıp çalışmadığını hem bizzat hem de em-rindeki memurları vasıtasıyla kontrol ederek hileli satışlara mani olmaya çalışırdı.13 Bu hâdiseye "Kola Çıkma" denirdi. İhtisab ağasının bazen ileri gelen devlet adamları yani 'Vezirler', 'Kadılar gibi şahıslarla, bazen de kendi başına veya yardımcılarıyla beraber yaptığı bu işi, sürekli yapmak mecburiyetinde olduğu anlaşılmaktadır. 17. asırda Osmanlı ülkesine gelen bir yabancı, muhtesibin her gün dolaştığını, esnaf içinde hile yapabileceklerin bunu bildikleri için kolay kolay herhangi bir haksızlık yapmaktan çekindiklerini, hattâ bu yüzden küçük çocukların bile aldatılma korkusu olmadan pazara rahatça gidebildiklerini yazmaktadır.14 Yani Osmanlı halkında, bırakın büyükleri, çocukların bile çarşı-pazarda al-datılma korkusu yoktu.
Narh Tesbiti
Muhtesib, Osmanlılarda, piyasada "fiyatların kontrolü ve belirlenmesi" işini de üstlenmişti. Fiyatların başıboş, halka ve ekonomiye zarar verecek şekilde seyretmesini önlemek, önemli bir mevzu idi. Evliya Çelebi, bu işin ehemmiyetine binaen İstanbul'un fethinden sonra vezir-i azamın her çarşamba şehri dolaşıp, bütün esnafın rızasını alarak satılanlara narh koyduğunu yazmaktadır.15 Fiyatların tesbiti işini bazen devlet doğrudan kendisi yaptığı gibi, tüketici veya esnaflar arasındaki çeşitli "Esnaf Birlikleri" de bu hususta söz sahibiydi. Burada çok önemli birkaç nokta belirginleşmektedir: Bugün "Kapitalist Sistem" ile bu sistemin temel taşlarından olan "serbest piyasa ekonomisi" nin doğurduğu gereksiz fiyat artışları ve fiyat dalgalanmaları "Hisbe" müessesesi sebebiyle o gün için söz konusu değildi. Bazı "şirket" ve "iş çevreleri"nin piyasadaki malları çoğaltmak veya azaltmak ve piyasaya, esnaf-tüccar ile halkın zararına olarak "kalitesiz, ucuz, farklı isimde aynı malı" sürmek gibi haksız kazanç yollarının önü alınmış ve meydana getirecekleri "arz-talep dengesizliği"'ne mani olunmuştur Bir diğer yandan, bazı kişi ve kuruluşların çok çeşitli iş sahalarında faaliyet gösterip, ülke ekonomisinin zararına hattâ devlet yönetimine karışacak derecede "çok fazla büyümeleri" ve böylece "büyük sermaye birikimleri"nin ortaya çıkması önlenmiştir. Bu yolla, küçük esnaf ve tüccara da hayat hakkı tanınmıştır. Menfaatleri istikametinde iktisadî ve içtimaî hayatta tesirli olan bu "sermaye biri-kimleri''nin "tekelleşmesi" ortadan kaldırılarak, bir diğer zaviyeden de "enflasyon" un oluşmasının önüne geçilmiştir.
Muhtesibler, İslâm içtimaî ha yatının prensipleri istikametinde, satılan malların şehre getiriliş usulünden halka arzedilişine kadar esnafla ilgileniyor ve gerektiğindi onlara yardımcı oluyordu. Muhtesiblerin vazifeleri o kadar genişlemişti ki; kayıkçı esnafının fazla; ücretle taşıma yapmamasını ve kayıklara fazla insan bindirmemesini kontrol etmek; yük taşıyan hayvanlara taşıyabilecekleri yükten fazla yüklenmemesini takip etmeğe kadar hemen her işle alâkalanırlardı. Bu konuda "İhtisab Kanunlarında" '6 "ve ayağı yaramaz bargiri (yük taşıyan beygir) işletmeyeler; at, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve hamallar ağı yük urmayalar" şeklinde geçen ifadeler oldukça ilgi çekicidir. Han ve hamamlardan tutun da şehrin temizliğini dikkat etmeye kadar bütün işler muhtesiblerin vazifesiydi. 13 Mayıs 1794 tarihli bir fermana göre ise; "İstanbul'daki ekmekçi esnafından Feyzullah Efendi, Arnavut Cafer, Kasımpaşa semtinde Ahmed adındaki şahıslar, defalarca tenbih edilmiş olmalarına rağmen iyi ve temiz ekmek çıkarmamakta ısrar ettiklerinden, başkalarına ibret olmaları için Limmi Kalesi'ne sürülmüştür:'17 Bu takdirde muhtesibler, hemen her alanda olağanüstü yetkili birer "Kontrol ve Teftiş Memuru”ydu. Bu durum, bugünkü bazı "Koruma Dernekleri" gibi teşkilâtlara nazaran, Osmanlı medeniyetinin üstünlüğünü de gözler önüne sermektedir.
İşyeri Açma İzni
Muhtesiblerin iktisadî hayattaki mühim vazifelerinden biri de, 'İşyeri Açma Ruhsatı" vermesi idi. Osmanlı hayatında önceden tesbit edilmiş bulunan esnaf gruplarının sayılarında, mecburiyet olmadıkça eksiltme veya çoğaltma yapılmazdı. "Gedik" adı verilen bu sistemde halkın ve esnafların yararı gözetilerek, bir meslekte gereğinden fazla açılan dükkân kapatılma yoluna gidilmiştir. Osmanlı toplumunda, her bir mesleğin ve esnafın kendine göre özel bir değeri olduğundan, bunların kıymetini yitirmemesi için böyle bir yola başvurulmuştur.18 Emeğe ve mesleğe saygı söz konusudur.
Herhangi bir dükkânın açılması ve istenilen vasıflarda çalışması da muhtesiblerin izniyleydi. Bu noktada muhtesibler bugünkü "Zabıtalar ve Belediyeler" olarak karşımıza çıkmaktadır. Hisbe müessesesinde vazifelerin iş bölümüyle yapılması, bugünkü "Belediyeler-Zabıtalar-Vergi Kontrol Memurları" arasında sık sık vuku bulan kopukluk ve zıtlıkları yok etmiştir. Muhtesiblerin "vergi toplama" işiyle de uğraşmaları; yine günümüzde çok rastladığımız, "hükümet krizleri"ne yol açan "vergi kaçakçılığı" ve "hayalî ihracat" gibi bir anda devlet ve millet düzenini alt üst eden skandallar önlenmiştir. Çünkü hemen her gün şehri gezen, esnaf ve tüccarın her derdiyle meşgul olan, onları çok yakından tanıyan muhtesibler, kimin ne kadar kazanacağını çok iyi bilirlerdi.
"Çocukların" Yetiştirilmesi
Muhtesiblerin vazifelerinden biri de, okumayan veya işsiz olan çocukların, esnafların yanına yerleştirilmesi ve yetiştirilmesini sağlamaktı.19 Böylelikle, hem meslek temelden ve en ince ayrıntısına kadar tatbikatlı öğreniliyor, hem de mesleğin değeri korunuyor ve küçük yaştaki ço-cukların muhafazası, bakımı ve ileride bir meslek sahibi olmaları sağlanarak işsizlik de ortadan kaldırılıyordu. İhtisab müessesesi, bir nevi bugünkü "Çocuk Esirgeme Kurumu" ile "İş ve İşçi Bulma Kurumu" nun vazifelerini de yapıyordu.
Sağlık Konusu
Muhtesibler, "hekim-hasta" münasebetlerini de düzenliyor ve kontrol ediyorlardı. Bilhassa cüzzam gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanmış insanları, hastalığın başkalarına bulaşmaması için karantinaya alıyor, şehirden dışarı çıkarıyor ve tedavi ettiriyorlardı. Doktorların faaliyetlerini gözetiyor ve yardımcı oluyorlardı. Muhtesibler, çeşitli zamanlarda halkın genel sağlık kont-rolünden geçirilmesiyle de ilgilenirlerdi.
Şehirlerin İntizamı
Muhtesibler şehir düzenlemesi ile ilgili olarak, şehiriçi yolların yapım ve tamiri, evlerin önlerine varıncaya kadar bütün sokak ve caddelerin temiz ve güzel kokulu olması, halkın sağlığını bozacak çeşitli problemlerin yok edilmesi gibi, bugünkü "Belediyeler" ile "Sağlık Bakanlığı”nın vazife alanına giren işleri de yapıyorlardı. Evlerinin önünü temiz tutmayanlar, şehri kirletenler muhtesib tarafından cezalandırılırdı.
Son Birkaç Söz
Osmanlı Devleti, "Hisbe" müessesesini kendi yorumunu katarak tatbik etmiş, bu sistem ile iktisâdi-içtimaî, hattâ idarî hayatın pek çok kademesine ulaştığı gibi, bunların fonksiyonlarını mükemmel bir şekilde icra ettirmeyi de başarmıştır.
Farklı ve geniş sahalara ulaşarak, bunlar arasında maksimum irtibatı da kurmuştur. Muhtesiblerin gerek adlî işlerden mesul 'Kadılar', gerek idareden mesul 'Beyler' ve güvenlikten mesul 'Şehir Eminleri' gibi önemli kişilerle sürekli irtibatta bulunması; toplumun intizamı için gerekli bu çok önemli birimler arasında vuku bulabilecek fikir ve hareket planındaki zıtlıklar ve kopukluklara fırsat vermemiştir. Günümüzde sık sık gündeme gelen "Devlet Bakanı-Belediye Başkanı", "Hükümet-Vali" gibi çeşitli yönetim mekanizmalarında ortaya çıkan "vazife-salâhiyet karışıklıkları ve müdahaleleri" de önlenmiştir. Böylece devlet, aslında özü "merkeziyetçi" olan bir politika ile "Mahallî İdarelere" ehemmiyet vermiştir. Bu yolla da kendisi bizzat ve direkt olarak işe karışmadan, geniş ve teferruatlı işleri çok daha kolay ve mükemmel bir şekilde "Hisbe Müessesesi-Muhtesibler" ile yaptırmıştır. Hem kendisi maddî-mânevî olarak yıpranmamış, hem de halka daha rahat ve çabuk inerek, sağlıklı bir münasebet kurmuştur. Bugün iktisâdî-içtimaî-idarî mekanizmalarda meydana gelen birçok problemi; daha önce çok geniş bir coğrafyada ustalıkla çözmeyi bilen Osmanlı Devleti'nin kurduğu ve geliştirdiği sistemlerden, günümüz şartlarına göre istifade etmek bizim için büyük bir "üstünlük" ve "güç kaynağı" olacaktır.
Dipnotlar
1) Zambaur. E. V.: 'Hisbe' Maddesi, İ. A., M. E. B. ist. 1979, c. 5, s. 540; Levy, FL: "Muhtesıb" maddesi, İ.A., M. E. B., c 8, 532; Pakalın, M. 2.; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. M.E.B. Yay., ist. 1983, c. II, s, 572; Kazıcı, Ziya; Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, Kültür-Basın-Yayın Birliği Yay., ist. 1987, s. 14-15; Kavakçı, Y. Ziya; Hisbe Teşkilâtı, Ark. 1975. s. 32.
2) Levy, agm.; Zambaur, Agm.
3) Levy, Agm. s, 533: Kazıcı, Agm, s. 32
4) Akgündüz, Doç. Dr. Ahmed, Osmanlı Kanunnameleri, c.1, s. 237: inalcık, Halil: 'Bursa 15. asır Sanayi ve Ticaret Tarihine Dair Vesikalar" Belleten XXIV/93, s. 63-64, TTK. Ank, 1960; Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Üçdal Neşriyat, İst. 1983, c. 1. s. 120 vd.
5) Levis, Bernard; İslâm ve Osmanlı Uygarlığı, Tere. Nihal Önül, İst. 1975, s. 151; Kazıcı, Age. s. 58.
6) Mantran, Robent; 15 ve 16. asırlarda İstanbul’da Sosyal Hayat, Verso Yayınları, İst. 1986, s. 31. 7] Kazıcı, age., s. 51-60.
8] Mantran, age., s. 32; Kazıcı, a.g.e., s. 51 -52.
9) Akdağ, Mustafa: Türkiye'nin iktisâdi ve içtimâi Tarihi, c. II, s. 116; Akgündüz, age., s. 234-236: Kazıcı, age, s. 44-47.
10) Mantran. age., s. 310; Kazıcı age., s. 44.
11) Kazıcı, age, s. 16; Kavakçı, age, s. 56
12) Kazıcı, age. s. 69; Güllülü, Sabahaddin, Ahi Bitlikleri, İst 1977. s. 147-149.
13) Ergin, Osman; Türk Şehirlerinde imaret Sistemi, İst. 1939. s. 39 vd; Türkiye'de Şehirciliğin Tarihi inkişafı, ist. 1936, s. 14.
14) Lewis, Raphaela: Osmanlı Türkiye'sinde Gündelik Hayat, Tere. Mefkure Poroy, İst. 1973, s. 153-155.
Not: Bu ifade, dikkat edilirse, 17. asra aittir, yani duraklama devrine. Buradaki ifadeden esnafın muhtesib korkusuyla aldatmadığı ifade edilmek istenmiştir. Bu izah tarzı bir batılı mantaliteyi yansıtır, "Aldatan bizden değildir" hadisini bilen Müslüman esnaf bilerek aldatamaz. Eğer, yazıdaki ifadeler doğruysa, o zaman da Osmanlıların niçin çöktüğü bu ifadelerde gizli demektir. (Y.Ü.)
15) Defterdar Sarı Mehmed Paşa; Devlet Adamlarına Öğütler, Neşr. Hulusi Ragıp Uğural, Ank. 1969, s. 22-27; Seyahatname, c. I, s. 120; Kütükoğlu, Mübahat, Osmanlılar'da Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, ist. 1978, s. 9-10.
16) Barkan, agm., s. 339,
17) Kazıcı, age. s. 97.
18) Ülgener, Sabri. İktisâdi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İst. 1981. s. 85; Kazıcı, age., s. 136-140.
19) Bilgin, Beyza: İslâm’da Muhtesiblik ve Eğitim Yönünden Değeri, A.Ü.İ.F. Dergisi Sayı; XIX. Ankara 1973.
MEDENİYETLERİN ÇÖKÜŞÜNDEKİ GERÇEK
İnsanoğlu, var kılındığından beri, hep topluluklar şeklinde yaşayagelmiştir. Bu, insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Belki birkaç dengesiz veya Hay b. Yakzan ve onun batılı versiyonu Robenson Crouse gibi yalnız yaşayan çıkmış olabilir; ama tarih yalnız yaşayan hiçbir insan kaydetmez.
Topluluklar halinde yaşayan insanların aralarındaki münasebetleri düzenleyen kurum ve kurallar daima var olagelmiştir. Bu kurallardan sapmalar da insanın tarihi ile yaşıttır. Bu tür vâkıalar ferdî kaldıkları sürece Ezelî Kader, o toplumu helak emri vermemiştir. Fakat, bu tür sapmalar, ferdî olmaktan çıkar, aksine toplumsal boyut kazanır veya toplumda ağırlık onların lehine bozulursa ya da kötülüklerden sakındıran insanlar olmaz veya azınlıkta kalırlarsa Kader, helâk emri vermiş ve o zaman 'âliyeha safileha' olmuş, 'toplumun üstü altına' geçmiştir (bk. Hûd, 11/82). Bunun pek çok örneğinden sadece birini, bir senaryo gibi resmedilen Hz. Lût (as)'ın kavminin başına gelen azabın anlatıldığı Hûd suresi, 69-83. âyetlerinde ibretle seyretmek mümkündür.
Yazımızda, burada kısaca temas edilen prensiplerin âyet ve hadis zaviyesinden ele alındığını, Kur'an'da zikredilen kıssaların ibretle ve ders alınmak için okunması gerektiğini, bir toplumu ayakta tutan dinamiklerin neler olduğunu, ilmî bir tesbit olarak bulacaksınız.
İnsan ve toplumlar varlıklarının gayesi olan bu sorumluluğu yerine getirmedikleri takdirde Allah (cc) tarafından en şiddetli cezaya çarptırılmaktadırlar. Kurmuş oldukları medeniyetleri de tarihin derinliklerine gömülüp gideceklerdir. Bu kâinat Hakimi'nin koymuş olduğu İlahî bir kanundur ki, biz buna "sünnetullah" diyoruz. Allah, Kur'ân'da bütün varlıklar hakkında bir "sünnetinin" bulunduğunu zikretmektedir.
İnsanı, geçmiş ümmetlerin hayatlarını tetkike teşvik eden müteaddit ayetlerin verdiği mesajlar, bu "İlahî sünnetin" anlaşılması ve gereğinin yapılmasından ibarettir. Kur'ân'da şöyle buyrulur: "... onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar? Sünnetullah'ta bir değişme bulamazsın." (Fatır, 35/44)
Kur'ân'da anlatılan tarihî hâdiselerin özünde bir "sünnetullah"ın bulunduğunu ifade eden Mazharüddin Sıddıkî de bu hususu şöyle izah eder: "Toplumların yücelişinde olduğu gibi, çöküşünde de mutlak belirleyici, 'Küllî İrade'dir. Belirli bir sürede ilerlemeler kaydedip, parlak dönemler yaşayan bir toplum, zaman içinde çözülüp çürüyebilmektedir. Kur'ân bu sürecin 'ilahi takdir' çerçevesinde cereyan ettiğini ve çürümeyi hak eder hale gelen bir toplumun Allah tarafından cezalandırıldığını belirtir. Cezanın şekli nâmütenahîdir."
Büyük büyük kavim ve medeniyetlerin çöküşünü tesadüfe verme veya determinist (materyalist) bir anlayışla izaha kalkışma yanlış ve sakîm bir anlayışın neticesidir. Zira her hâdise mutlak ve küllî irade ile insana bahşedilen cüz'î iradenin işleyişi çerçevesinde ele alınmalıdır. Kur'ân'a göre asıl sebep "sünnetullah"tır. Sünnetullah bir bakıma eşya ve hâdiselerin kaderidir. Pozitif ilimler eşyada, sosyal ilimler ise hâdiselerde bu kaderi ararlar. İşte toplum ve medeniyetlerin yerle bir olmasındaki bu ilahî kaderin sırrı şu iki ana noktada merkezileşmektedir:
1. İyiliği emredip kötülükten alıkoyan hiçbir inanan kalmadığından,
2. Veya bu vazifeyi yapan inanan kimseler hasımları karşısında mağlup olma durumuna geldiklerinde.
Kahhar-ı Zülcelal tarafından çetin bir azapla yeryüzünden silinip atılan kavim ve medeniyetlerin, bu duruma maruz bırakılmalarının altında yatan gerçek sebep işte bu iki husustur. Kur'ân bunu çok açık bir ifadeyle şu şekilde anlatır: "Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde, oranın zevk düşkünlerine (mütrefîn) Hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen helak ederiz." (İsra: 17/16)
"Peygamberleri onlara açık mucizeler getirince (sahip oldukları) (ilim) ile sevin(ip övün)düler. (Peygamberin getirdikleri bilgiye değer vermediler, onlarla alay ettiler.) Sonunda alay ettikleri şey, kendilerini kuşatıverdi."(...)
Aynı gerçek Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği Allah Rasûlü'nün kudsî beyanları içerisinde de şu şekilde ifade edilmiştir: "Nefsim elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, ya emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesini yaparsınız, ya da Allah size azabını gönderir de sonra siz dua edersiniz fakat O, duanızı kabul etmez" 1
Allah ve O'nun dininin anlatılmadığı, O'nun davasına sahip çıkılmadığı, medeniyetleri yıkıma götüren münkeratın önüne seçilmediği yerde, Allah mücerred ibadet ve duaya itibar etmiyor. Bunu İmam Ahmed'in Adiyy b. Âmire el-Kindî'den, İmam Mâlik'in, Ömer b. Abdülaziz'den naklettiği şu hadîs daha açık bir şekilde anlatmaktadır: Adiyy b. Âmire (ra) naklediyor: Muhbir-i Sadık; şöyle derken işittim: "Hiç şüphesiz Allah, hususî bir amelden dolayı umuma azab etmez. Ancak onların içinde açıktan açığa bir kötülük (münker) işleniyor ve onlar da bunu defetmeye muktedir oldukları halde ondan alıkoymuyorlarsa. İşte o zaman Allah hususî bir amelden dolayı umuma azab eder." 2
Bu mevzûdaki bir diğer hadis, mevzumuzu aydınlatıyor. Hz. Zeynep, Efendimiz'e soruyor: "İçimizde salihler varken yine de helâk olur muyuz?" Efendimiz, "fısk u fucûr yaygınlaşırsa" 3 buyuruyor.
Nitekim Beni İsrailin lanetlenmiş olmalarının sebebini anlatırken Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: İsrâiloğullarından inkâr edenlere Davud ve Meryem oğlu diliyle lânet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Çoğunun, inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün." (Mâide: 78-79-80)
Allah'a ait emir ve nehiylerin uygulanmadığı veya bu vazifeyi görüldüğü gibi yapmak isteyenlere mani olunduğu her belde mutlaka ilahî azaba maruz kalmış ve yerle bir olmuştur.
Tufan Peygamberi Nuh (as) Kur'ân'ın ifadesiyle kavmi içinde tam 9,5 asır kalarak onlara Allah'ı ve dinini anlatarak bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Fakat kavmi, onu her defasında yalanlıyor, "Mecnun" diyor, başına taş atıyor ve risalet vazifesini yapmaya mani oluyordu. Nihayet bu vazifeyi yapamaz duruma gelmiş ve Rabbine "... Rabbim ben mağlup oldum, yardımın..." diye ellerini kaldırınca, o dehşetli tufan için gök kapılarını açmış, yer de pınarlarını fışkırtmış ve zalimleri küfür ve tuğyanlarıyla birlikte silip süpürüvermişti. (Kamer: 54/9-14)
Aynı şekilde Salih (as) da Semûd kavmine karşı mağlub olmuştu. Taşkınlıklarıyla onu yalanlamışlardı. Hatta kendilerine mucize olarak gönderilen "Allah'ın devesini" öldürmek için en bahtsızları ileri atıldığında çaresizlik içinde onlara yalvarmıştı: "Ne olur Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın." Karşısındakiler alabildiğine azgın ve taşkın, Allah'ın Nebisi ise çaresiz ve güçsüzdü. Neticede deveyi öldürdüler (Şems; 91/11-14) ve öldürmekle de âdetâ azabın düğmesine dokunmuş oldular. Akıbet: "...Onu yalanladılar, deveyi kestiler. Rabb'leri de, günahları yüzünden azâbı bağlarına geçirip, orayı dümdüz elti." (Şems, 91/14) "Bu yüzden Semûd (kavmi) azgın bir vak'a ile helâk edildiler. (Hakka, 69/5) Başka bir âyette de belirtildiği gibi: "Rablerinin emrine karşı geldiler, bu yüzden onları yıldırım çarptı, kendileri de bakıp duruyorlardı." (Zariyat, 51/44)
Aynı durumu Lut (as) ve kavminde daha açık ve net bir şekilde müşahede ediyoruz. Kavmi (bilindiği üzere bu kavmin çoğu homoseksüel idi) "Allah'ın parlak delikanlılar suretindeki elçilerini almak ve onlara sarkıntılık etmek istediklerinde büyük Nebi yalvardı: (Ne olur, dokunmayın misafirlerime). İşte kızlarım, (isterseniz onları size nikahlayayım)4 onlar sizin için daha (güzel, daha) temizdir. Allah'tan korkun, misafirlerim içinde beni rezil etmeyin..." Belli ki o büyük nebî zayıf düşmüş ve Allah'ın emrini bağî ve tağî bir kavim karşısında emir ve tebliğ edemez hale gelmişti. Bunu onun şu ifadesinden çok daha iyi anlıyoruz: "Keşke sizi savacak bir gücüm olsaydı, yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim..." Gerçi o, işi daha baştan sezmiş ve elçiler kendisine misafir olmak istediklerinde "bugün gerçekten çok zor bir gün" demişti. Fakat neticede Rabbi onu yalnız bırakmamış ve azgınları günahlarıyla birlikte yerle bir etmişti: "Azab emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik, üzerine de taş yağdırdık. Çamurdan taşlaşmış, (onlara azab için) hazırlanmış, istif edilmiş Rabbin katında işaretlenmiş taşlar..." (Hûd, 11/82-83)
Eğer Taif dönüşünde kanlar içinde yatan şefkat Nebisi de "Rabbim, kuvvetim azaldı. Yardımın ne zaman?" diye ellerini açsaydı aynı akıbet onlar için de mukadderdi. Zira o daha ellerini açmadan azab meleği gelmişti ve iki dağı başlarına geçirmeye muntazır bekliyordu.
Evet! Vezüv'ün lavları altında kalan ve taşlaşan Pompei'lilerle, Endülüs'te Frederik'in kılıcı altında doğranan ve medeniyetleriyle birlikte yok olan Müslümanlar, hatta hasımları karşısında mağlub olarak yıkılıp giden muhteşem Osmanlılar, -maalesef- bu misallerin daha sonraki temsilcileridir. Zira Endülüs'de ayakta kalan en son kalıntılar ve Osmanlı'nın son devrinin mümessili Dolmabahçe, bunun böyle olduğunu gösteriyor. Her iki medeniyetten arta kalanlar, onların, kuruluş ve yükseliş esnasındaki ruh safvetlerinden oldukça uzaklaştıklarını ifade ediyor. Çünkü Kur'ân: "Onlardan (arta kalan kalıntılar, gibi) ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur" buyuruyor. (Kamer: 54/17)
Şayet bugünün, içimizdeki ve tüm dünyadaki emsali kafirleri ve ahlâksızları yerin dibine batmıyor da hâlâ yaşıyorlarsa, bu inandığı yüce davayı bayraklaştırma adına dünyanın dört bir yanında mücadele veren ve yeryüzündeki Allah'ın şahidleri rabbanilerin mevcudiyetindendir.
"... bir topluluk kendisine verilen kabiliyet ve nimetlerin yönünü değiştirip inkâr ve isyana sapmadıkça, Allah'da onlara verdiği nimeti değiştirip azaba çevirmez..." (Ra'd: 13/11)
Fakat O, imhal eder ancak ihmal etmez.
DİPNOTLAR
1) Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 483. nr. 23304, 1. Bsk. 1993/1413 Beyrut/Dımaşk.
2) A.g.e. IV, 262, nr. 17688: Mu vatta. Kelâm, 23 (II, 1991, F.A. Bâki neşri)
3) Buharî, Enbiya, 7; Müslim, Fiten, 1 Muvatta, Kelâm, 22 (11,991)
4) Müfessirler, buradaki "kızlarım" ifadesini, çoğunluk, 'O kavmin kendi hanımları şeklinde' anlamışlardır. Çünkü peygambere göre kendi kavmi, çocuktan mesabesinde kabul edilmiştir. (Bkz. ez. Zuhaylî. Tefsiru'l-Münîr, XII, 115)
.
Osmanlı Klasik Siyasi Düşüncesinde Halife - Sultan Kavramı
Osmanlılar'a kadar Hilafet kurumu, tarihsel işleyişi ve gelişimi
İslâm dünyasında Hz. Peygamber (s.a.s.) in vefatından hemen sonra ortaya çıkan halifelik, asırlarca İslâm toplumunun fikrî, idarî, sosyal ve siyasî gelişmesinde rol oynayan önemli bir müessese olmuş, 3 Mart 1924 de TBMM tarafından ilga edilinceye kadar bütün bir İslâm toplumunun gündeminde kalmaya devam etmiştir.
İlk olarak Hz. Ebu Bekir in halife seçilmesiyle başlayan halifelik müessesesi, hem dünya hem de âhiret işlerinin halk tarafından düzene sokulmasını sağlayan bir uygulamadır. Halife ise, bu uygulama işinin başındaki idarecidir. İlk halife Hz. Ebu Bekir in unvanı, Halifeâ i Resûlullah tı (Arnold 1964: 148).
Hz. Ebu Bekir i, illerin kendilerine temsilci olarak kabul ettiği Medine halkı seçmiş, onun vefat etmesinden sonra, sırayla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife olmuşlardır. Bu dört halifeye İslâm tarihinde Hülefââ î Râşidin denmektedir. Hz. Ömer i, Hz. Ebu Bekir tayin, halk kabul etmiş; Hz. Ömer ise kendi yerine geçecek halifeyi tayin işini, halkın da kabulü olan, son tahlilde 6 kişilik bir hey ete havale etmiş, halk, bu heyetin seçtiğini benimsemiştir. Bu şekilde halife olan Hz. Osman ın şehid edilmesiyle Hz. Ali, bütün Medinelilerin ve illerden gelen isyancıların tartışmasız reyini alarak hilafet makamına gelmiştir. Hz. Ali nin halifeliği, 661 tarihinde şehid edilmesiyle sona ermiş, aynı zamanda Hülefââ i Râşidin dönemi de kapanmıştır.
Hz. Ali den sonra oğlu Hasan a biat edildi, Hz. Hasan, yaptığı antlaşmayla Hilafeti Hz. Muaviye ye devretti. Hz. Muaviye, Mü minlerin Emiri unvanını almış olmakla birlikte, artık o, gerek başa geliş şekli, gerek bir takım uygulamaları, gerekse oğlu Yezid i istihlafı gibi sebeplerle, Raşid Halifeler içine dahil edilmemiştir. Hz. Resûlullah (s.a.s.), Benden sonra halifelik otuz senedir, sonra mülk ve saltanat olur diye buyurmuş, zaman ve gidişat bu hadîsin anlamına uygun düşmüştür (Ahmet Cevdet Paşa, 1981:478).
Hz. Muaviye nin halife olmasıyla beraber, yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Hz. Muaviye, oğlu Yezid için kendinden sonra halife olması hususunda Emevi ileri gelenlerinden biat almıştır. Böylece de halifelik makamı, bir sülalenin inhisarı altına girmiştir.
Emevi halifeliğine karşı özellikle Arap olmayan unsurlar tarafından büyük bir tepki ortaya çıkınca Hz. Peygamber in amcası Abbas ın soyundan gelen Ebu lâ Abbas, Horasanlı Ebu Müslim in de yardımıyla hilâfeti ele geçirdi. Böylece hilâfet makamı, 1517 de Osmanlılar a intikal edene kadar yaklaşık 750 yıl Abbasi halifeliği şeklinde devam etmiş ve bu süre içerisinde önce güçlü ve muktedir, sonra bu güç ve iktidarı kısmen, daha sonra da bütünüyle yitirip ismen devam eden bir hilafet müessesesi ortaya çıkmıştır.
Abbasi hilafeti, bu uzun sürede değişik engellerle karşılaşmış, zaman zaman siyasî hüviyetini kaybetmiş olsa da, güçlü manevi kimliğini muhafaza edebilmiştir. Bağdat taki Abbasi halifesinin Şiî Büveyhoğulları nın baskısı altına girmesi sonucu Selçuklu hükümdarı Sultan Tuğrul Bey halifeyi bu baskıdan kurtarmış ve halifeden de Rükneddin (dinin temeli) ve Kâsımâ i Emirü lâ Mü minin (halifenin ortağı) unvanlarını almıştır. Ayrıca halife, Tuğrul Bey e taç giydirerek, kılıç kuşatmıştır. Selçuklular, İslâm halifeliğini, Abbasiler ile birlikte kendi himayelerine almış ve Türklerin İslâm dünyasındaki hâkimiyetleri başlamıştır. Halife, Sultan Tuğrul Bey e gönderdiği bir mektubunda ise, yetkilerini onunla paylaştığını bildiriyordu (Turan, 1980: 280).
Bu dönemde, İslâm dünyasının batı ucunda Endülüs te Abdurrahman III de, Halife unvanını kullanmaya başlamış, kendisinden sonra gelen bütün halefleri de, bu unvanı kullanmaya devam etmişlerdir. Bağdat ve Endülüs teki halifeler Sünnî olmakla birlikte, kurucularının 909 da Mehdiye de halife unvanını takındığı Mısır Fâtımîleri, Şiîâ batınî idiler. Hanedanlarının Selâhaddin Eyyubi tarafından ortadan kaldırılmasına kadar Abbasilerin en büyük rakipleri oldular (Kazıcı 1991: 45).
Abbasi halifeleri, bilhassa Türklerin hakim konuma gelmesinden sonra siyasî nüfuzlarını büyük ölçüde kaybetmiş olmalarına rağmen, yine de teoride İslâm âleminde bilcümle salahiyet ve iktidarın kaynağı telâkki ediliyordu. Bundan dolayıdır ki, fiilen müstakil vali ve hükümdarlar, kendisinden unvan ve menşur istiyorlardı. Meselâ, Gazneli Mahmud, Samanilere biattan vazgeçince, Halife den hükümdarlığının tasdikini istemişti (Arnold 1964: 150). Abbasiler, Emevilerin müessese hâline getiremedikleri hilafet makamını hem müesseseleştirmişler, hem de üniversal bir devlet hâline getirmişlerdir (Gibb 1956: 205).
Moğol Hülagu nun 1258 de Bağdat ı işgal etmesiyle Abbasi halifeliği ortadan kalktı. Ancak 1261 de Memluk Sultanı Zahir Baybars, kendisine iltica eden bir Abbasi emirini Mısır da kabul edip alâ Mustansır lakabıyla hilafet makamına oturttuğu zaman, hilâfet şeklen kurtarılmış oldu. Halife, İslâm toplumunun başı olarak Baybars ın tanıma yeminini kabul edip, karşılığında ona İslâm ülkelerinin ve gelecekte yeni fethedilecek yerlerin kendisine ait olan fiilî hâkimiyetini devretti (Holt, 1988: 227).
Hilâfetin Osmanlılar'a geçişi
Osmanlılar, daha ilk devirlerinden itibaren hilafet konusuyla ilgilenmişler, zaman zaman halife tabirini yazışmalarında kullanmışlardır. I. Murad (1363â 1389) ın Evrenos Bey e verdiği saltanat beratında ol vilayetler Hak sübhanehû ve tealâ hazretlerinindir, ondan sonra Resûlünündür ondan sonra Allah sübhanehû ve tealâ hazretlerinin emrâ i şerifiyle Resûl aleyhisselâmdan sonra halifesinindir (Feridun Ahmet Bey, 1275/1:87) diyerek, hem halife unvanını kullanmış, hem de hâkimiyet anlayışını yansıtmıştır.
Osmanlılar, Edirne ve Filibe nin fethinden sonra I. Murad hakkında halife kelimesini ihtiva eden ihtiram tabirleri kullanmaya başlamış, gerek Osmanlı sultanları ve bu arada gerekse çağdaş Müslüman hükümdarlar hilafet iddiasında bulunmuşlar ve bu iddiaların yalnız teb aları tarafından değil, muharebe ettikleri başka memleketlerin hükümdarları tarafından da kabul edildiği görülmüştür (Arnold 1964:151). Fatih Sultan Mehmed de (1451â 1481), çağdaş kaynaklarda Halife olarak zikredilmiştir (İnalcık, 1958:70). Lütfi Paşa ise, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan, fetih ve hâkimiyet gücü olan, ayrıca adaletle emreden bir kimsenin halife olduğunu bildirir (Gibb; 1962:290).
Memlûk Sultanı Kansu Gavri nın Mercidabık ta, Abbasi Halifesi elâ Mütevekkil Alâllah ı da yanında bulundurması sebebiyle Halife Osmanlılar a esir düşmüştür. Sultan onu saygıyla karşılamış, kendisine hil at giydirmiş ve Halep e dönmesine izin vermiştir. Osmanlı ordusunun Halep e varmasından sonraki ilk Cumada (29 Ağustos 1516) elâ Utruç camiinde minberden Sultan I. Selim in halife ilan edildiği bir hutbe okunmuştur. Hatip, onun ismini şimdiye kadar kullanılan bir unvan olan Hâkimü lâ Haremeyni şâ Şerifeyn (Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerinin hâkimi) diye zikretmesi üzerine, bunu duyan Sultan ın gözleri yaşarmış ve hatibi Hadimü lâ Haremeyni şâ Şerifeyn diye okumaya davet etmiştir (Asrar, 1983:92). Asrar ın bildirdiğine göre, İstanbul da Ayasofya veya Eyüp camiinde yapılan bir törenle halifelik Yavuz Sultan Selim e devredilmiştir (Asrar 1983:92).
Osmanlılar'da Hilâfet müessesesiAlgılanış biçimi
Hilâfet, Osmanlılar a intikal ettiği zaman, Osmanlılar zaten güçlerinin zirvesinde idiler. Fatih döneminden itibaren Osmanlı Devleti nin müesseseleri oturmaya başlamış, klasik Osmanlı idare şekli iyice belirmiş durumdaydı. Dolayısıyla hilâfetin Osmanlılar a intikali, müesseselerin işleyişini ve yapısını hiç değiştirmemiş, sadece Padişah, hilafeti çağrıştırır unvanlar kullanmaya başlamıştır. Kanunî Sultan Süleyman, Mekke şerifine yazdığı cülus mektubunda, Hâdimâ i Beytillah ve lâ Harem (Mekke ve Medine hadimi) unvanını kullanmış ve kendisinin, hilafetü lâ kübra (en yüksek hilafet) makamına oturduğunu bildirmiştir (İnalcık, 1958:70).
Kanunî Sultan Süleyman dan itibaren Osmanlı padişahları için Dünya Müslümanlarının Halifesi (Halifetü lâ Müslimin) unvanı yerleşecektir. Selim den sonra Osmanlı padişahlarının hükümdarlık ve devlet telakkisi, İslâm dinine daha uygun hâle getirilmeye çalışılmıştır. Bunda Kemal Paşazâde ve Ebu sâ Suud gibi nüfuzlu şeyh ülâ islâmların büyük rolünün olduğu muhakkaktır. 1520 den sonra tahta çıkan yeni padişahlara, Hz. Peygamber e ait hırkanın korunduğu odada biat olunurdu. Hz. Peygamber (s.a.s.) in hırkası, Abbasi halifeleri tarafından hilafetin en mühim alametlerinden biri olarak en önemli merasimlerde taşınırdı. Biattan sonra padişaha, Eyüp Sultan Türbesi nde şeyhü lâ islâm veya tanınmış bir şeyh tarafından kılıç kuşatılırdı (İnalcık, 1958 a: 71â 72). Orta Asya Türk ve Moğol geleneğinde kemer, hâkimiyet ifade etmekte idi.
Akgündüz, 1517 den sonra Osmanlı padişahlarının, âSultan unvanının yanında Halife ve Halifeâ i Resûlillah unvanlarını da kullanmışlardır, der. Bu sebeple de, padişahların tayin usullerinin, halifelerin tayin usulleriyle yakından ilgili olduğunu ve veliaht tayininin, ilk dört Osmanlı halifesinden sonra başladığını, Osmanlı padişahlarının hem halife hem sultan olduklarını ve bu unvanları da kullandıklarını ekler (Akgündüz, 1990:204).
Hilafetin Osmanlılar a gelişi, Osmanlı toplumundaki gelişme sürecini fazla etkilememiş görünmektedir. Fatih ile başlayan merkezîleşme süreci Kanunî döneminde tamamlanmıştır (Ocak 1991:483). Osmanlı Devleti ve onun halifesi, dışarıda dünya Müslümanlarının en güçlü hâmisi olurken, içeride ise, zaman zaman devlete karşı kaynaşmalar başgöstermiştir (Ocak; 1991:475â 483).
Devlet ideolojisindeki yeri
Osmanlı Devleti ne hilafetin intikal ettiği sıralarda İran da Şiî Safevi Devleti de güçlenmiş bulunuyordu. Her ne kadar Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail e karşı ezici bir üstünlük kazanmışsa da, Anadolu daki aşiretlerin İran a olan sempatileri devam ediyordu (Sümer 1976:15â 42). Orta Asya yı, Afganistan ı tehdit eden İran, Sünnî Müslümanların ortak düşmanıydı. İran Devletine büyük darbeler vuran Osmanlı Devleti, Orta Asya Müslümanlarının sempatisini kazanmıştı. Çaldıran seferinden sonra Maveraünnehir uleması, Yavuz a hilafet tahtının sultanı diye hitap etmeye başlamıştı (Türköne 1994:187).
Yavuz Sultan Selim den önce başgösteren İran kaynaklı Şiîâ Safevî tehlikesi Yavuz la birlikte önemli bir darbe yemişse de, Kanuni zamanında ve daha sonra da bu tehlike devam etmiş, dolayısıyla Osmanlılar Şiîlik ve Batınî cereyanlarına karşı zaman zaman sert bir tavır içine girme mecburiyetinde kalmışlardır. 1517 de Mısır ın fethinden sonra Osmanlı hükümdarlarının halife unvanını da taşımaya başlamaları, Osmanlı ülkesinde Şiîâ Batinî cereyanların aleyhine olarak Ehlâ i Sünnet yolunun daha da kuvvetlenmesine sebep olmuştur. Bunda, İran da Şiîliğe dayalı bir devlet kurmuş olan Şah İsmail in, akidesini Türkçe manzum bir şekilde yazmak suretiyle Anadolu da bulunan Türkmen kabileleri arasında yaymak istemesi ve bunda da başarı kazanması belli bir rol oynamıştır (Yurdaydın 1962:115).
Osmanlı Devleti, İran ile olan mücadelelerinde Şiî İran a karşı Sünnî İslâm ı savunurken her ne kadar halifelik etkili olmuşsa da, diplomaside hilâfetin çok daha açık ifade edilmeye başladığı tarih, 1774 yılıdır. Osmanlı padişahı, kaybettiği Kırım da halife olarak tanınıyordu. Akşin e göre bu, devlet için zararlı olmuş, Rusya ya dinî müdahâle için açık kapı bırakmışsa da, Rusya nın ve diğer Batı ülkelerinin eskiden beri siyasetlerinde dinin çok önemli bir rol oynadığı, Haçlı seferlerinin daha asırlarca önce düzenlendiği dikkate alındığında, Osmanlı Padişahı nın mukabil bir tavır içine girdiğini söylemek çok daha gerçekçi olacaktır (Akşin 1974: 138).
Asrar, Osmanlı sultanlarının Yavuz dan itibaren 18. yüzyıla kadar hilafeti diplomaside açık biçimde niçin kullanmadıklarını şöyle açıklar. Osmanlılar, kazandıkları büyük şöhret ve şeref itibarıyla hilafetin asıl ve haklı iddiacısı olduklarını ispat etmişlerdi. Ayrıca elâ Mütevekkil in vefatından sonra halefleri hilâfetten feragat ettiler. Ve böylece bu boşluğu doldurmak, Osmanlılar a düşmüştür. Fakat hilafet unvanı, o zamana kadar bütün özelliklerini kaybetmiş ve sadece sözde kalmış bir unvandan ibaretti. Osmanlılar ın kudreti böyle boş bir unvana muhtaç değildi (Asrar 1972:55). Buna ilâve olarak şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı Devleti zaten, dünya Müslümanlarının hâmisi ve İslâm ın merkez gücü olarak kabûl ediliyordu ve ayrıca bir diplomasi aracı olarak hilâfeti kullanmaya gerek duyulmuyordu. Yani meselenin tabiî bir yanı vardı.
18. asırdan itibaren Osmanlılar mutad Abbasi hilafet telakkisini canlandırmaya başlamışlardır. Osmanlı padişahı bütün Müslümanlar ın tek meşru halifesi olarak gösterilmeye başlanmıştır. 18. asırda İran ile yapılan anlaşmalarda bu temayül kendini açıkça gösterir (İnalcık 1964:494). Köprülü ye göre, büyük garp devletleri ile Osmanlı padişahları arasındaki muahedelerde, padişahın, terkettiği memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde halife sıfatıyla ruhani bir hakkı bulunduğu 1774 tarihli Küçük Kaynarca muahedesinde kabul edilmiş, yani padişaha bütün Müslümanlar üzerinde â Katolikler için papaya tanınmış olan haklar gibiâ bir hak tanınmıştır (Barthold 1973:141). Küçük Kaynarca anlaşmasından beri Hıristiyan Avrupa, halifenin, tıpkı papanın Katoliklerin dini reisi olduğu gibi, Osmanlı sultanının tebası olsun olmasın bütün Müslümanların ruhani reisi olduğu telâkkisi içine girmiştir. Daha doğrusu, bu vakıa, siyasi sahada tesirini göstermeye başlamış, bilhassa, II. Abdülhamit, halife sıfatıyla haiz bulunduğu mevkiye ehemmiyet vermiş, saltanatının başında ilan edilen Kanunâ i Esasi de bu cihet tespit edilerek zatâ ı hazretâ i padişah hasbe lâ hilafe dinâ i İslâmın hamisi (Kanunâ i Esasi, madde 4) kaydı konulmuştur (Arnold 1964:152). 1876 anayasasında, devletin dininin İslâm olduğu ve padişahın adının hutbelerde anılacağı kaydı vardı (Akgün, 1983:22).
Osmanlı Devleti nde hilafetin en aktif biçimde kullanılması II. Abdülhamid dönemindedir. Batılı devletler tarafından Müslüman unsurların Osmanlı aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye başlandığı ve devletin bunlara başka yollardan yeterli karşılık verme imkânının kalmadığı zamanlardır ki, hilâfet politikası Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından birisi hâline gelmiştir. Özellikle 19. yüzyılın, bir taraftan Rusya nın, diğer taraftan Avrupalı devletlerin sömürgecilik ve istila mücadelelerine girdiği bir çağ olduğu düşünüldüğünde (Güngör; 1987:158â 159), böyle bir müessesenin Osmanlı Devleti adına nasıl bir güç ve Müslümanlar nezdinde dayanışma kaynağı teşkil edeceği anlaşılabilir.
Nitekim Osmanlı Devleti, Avrupa ve Rusya yayılmacılığına karşı hilâfet temelinde Panislamizm ile mukabeleye çalışmıştır. Esasında Panislâmizm teriminin ana kaynağı, Fransızâ İngilizâ Rus diplomatik yazışmalarıdır. Panislâmizm in gelişmesinde içeride ve dışarıda meydana gelen olaylar etkili olmuştur. İçeride Osmanlı Devleti nin Kafkas ve Balkanlar da harpler kaybetmesi üzerine yoğun bir göç dalgası başlamış, bunun üzerine ekonomik sıkıntılar da eklenince bu fikirler ortaya çıkmıştır. Dünya Müslümanları açısından ise Rusya nın Orta Doğu da, İngiltere nin de Uzak Doğu da giriştiği sömürge faaliyetleri panislâmizm fikrini kuvvetlendirmiştir. Osmanlı Devleti nin ekonomideki zaafına rağmen siyasî istiklâlini kaybetmemiş, milletlerarası münasebetlerde hareket serbestisi ile siyasî teşebbüs hürriyetini korumuş tek müslüman ülke olması, dışarıda büyük ilgiyle takip edilmiş, dahası, Sultan Abdülaziz zamanında Sumatra, Java, Komere adaları sultanın halife sıfatını da kullanarak, ona uzun mektuplar yazmış, ortak cephe teklifinde bulunmuşlardır (Karpat 1987:26â 27).
Fransa nın Kuzey Afrika daki Osmanlı topraklarına saldırması, Cezayir den sonra diğer taraflara da göz dikmesi, Rusya nın Orta Asya daki Müslüman hanlıkları işgal etmesi, İngiltere ve Hollanda nın yoğun bir sömürgeleştirme faaliyeti içerisine girmesi sebebiyle gelişen olaylar, Abdülhamid in, hem kendi devletini koruma, hem de dünya Müslümanlarının durumlarıyla ilgilenme teşebbüs ve faaliyetleri, Rusya, İngiltere ve Fransa nın, bunu Panislâmizm olarak nitelemesine yol açmıştır.
.
16. Asırda Osmanlıların İslam Devletlerine Ateşli Silah ve Teknoloji Yardımı
Osmanlılarda Ateşli Silahlar Sanayii
Osmanlılar XIV. asırda Avrupa'da kullanılmaya başlanan ateşli silahları kısa sürede tanıyarak kendi ülkelerine transfer ettiler. Osmanlılar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), ateşli silahlarda ve bilhassa topçulukta, dönemin en ileri teknolojisine sahip oldular.1 Osmanlı topçularının ileri derecedeki balistik bilgisi, ortadan ayrılabilen iki parça toplar, kuşatma ve sahra topları, havan topları, dört beş metre uzunluğunda, yüz kilodan ağır gülleler fırlatabilen ve yirmi tona yakın ağırlığı olan çok büyük çaplı toplar, zamanın tekniğine ve bilgisine oranla fevkâlâde sayılabilecek harika savaş araçlarıydı.2 Osmanlılar, başta İstanbul'daki Tophane' Âmire'de olmak üzere, belli başlı merkezlerde büyük çaplarda toplar dökerken, bir yandan da top götürmenin mümkün olmadığı yerlere, bakır ve tunç gibi top yapım malzemesini götürerek top döktüler. Osmanlıların uyguladığı bu sistem, Osmanlıların silah sanayiinde Avrupa'dan ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Nitekim Fransa'nın, 1493 yılındaki İtalya Seferi'nde, engebeli arazi yüzünden toplarını nakletmede büyük güçlüklerle karşılaştığını ve harekâtın geciktiğini3, oysa Sultan II. Murad'ın bundan 43 sene Önce Akça-hisar Muhasarası'nda, Fatih'in İse, on beş sene önce İşkodra Muhasarası'nda toplarını kale önünde dökerek bu meselenin üstesinden kolayca gelindiğini görmekteyiz. Osmanlı topçuluğunun kısa zamanda bu derecede gelişmesinde başta padişahların (özellikle Fatih'in hem kendisinin bizzat ilgilenmesi ve hem de bu işle uğraşan kişileri yüksek ücretle himaye etmesi) ateşli silahların savaşlardaki önemini ve belirleyici gücünü oldukça erken dönemde kavramalarının büyük payı bulunmaktadır. Diğer taraftan Osmanlıların bu hususta mâlî sıkıntılarının olmaması da, önemli faktörlerdendir. İlk dönem padişahlarının, devleti genişletme çabalarıyla geçen mücadelelerinde savaşmak zorunda oldukları Avrupa ve Balkanlar'daki mahallî senyörlerin ve hanedanların sığındığı kaleleri yıkmak ve ele geçirmek için daima muhasara harbi yapmak durumunda kalmaları sebebiyle, muhasara topları Fatih'in saltanatının sonuna kadar geçen zamanda, büyük önem kazanmış ve gelişme göstermiştir. Zaten, yükselme döneminde olan Osmanlılar, Hıristiyan milletlerin daima tazyik ve meydan okumaları karşısında silahlarını mütemadiyen geliştirmek, yenilemek ve düşmanın silahlarıyla dengelemek zorundaydılar. Ayrıca Osmanlıların Balkanlar'da ve kısmen de Anadolu'daki oldukça zengin maden yataklarına erken dönemlerde sahip olmaları ve bunun yanında iyi bir hazineye mâlik bulunmaları büyük bir avantaj idi. Sultanların bu imkânları zorlamaları, müspet yönde kanalize ederek iyi değerlendirmeleri, bu silahların kısa zamanda etkili bir şekilde Osmanlı ordusunda yer almasını sağlamıştır.4
1430'lu yıllarda, Osmanlı ordusunda büyük çaplarda topların olduğuna dair kayıtlar, çok sayıda yetenekli top ustalarının bulunduğunu da göstermektedir. Zira Osmanlılar, ateşli silahların kullanımında Hıristiyan top yapım ustalarını kendi askerî örgütleri ile bütünleştirirken, kendi askerlerini de5 aynı hizmetler için yetiştirmeye itina göstermişlerdir.6 Meselâ, Türk asıllı topçu ustaları Haydar, İsmail, Muslihuddin ve Saruca gibi isimler buna dair ilk örneklerdir. Collado isimli bir İspanyol topçusu, 1592 yılında yazdığı eserinde Osmanlı topunun orantısız ve kusurlu olduğunu söylemekte, fakat yüksek kaliteli madenden yapıldığını belirterek övmektedir. Osmanlı topunun ilk dönemlerdeki üstünlüğü emsallerine nisbetle kalitesinin pek farklı olmamasına rağmen neticeye çabuk ulaşmak için ebatlarının büyüklüğündeydi. Halen Londra Kulesi Müzesi'nde bulunan 1464 yılında yapılmış ortadan ayrılabilen iki parçalı Osmanlı topunun kimyasal analizi, eritme ameliyesinin kusurlu olmasına rağmen, iyi bronzdan dökülmüş olduğunu göstermektedir.7 Yine İstanbul'daki Askerî Müze ve Kültür Sitesi'nde bulunan Kanunî Sultan Süleyman dönemine ait bir tunç topun kimyasal analizi aynı şekilde sonuç vermiştir.8
Osmanlıların, erken devirlerden İtibaren Avrupa'dan ateşli silahları aktarmada gösterdikleri istekli tavra, diğer İslâm devletlerinde rastlanılmamaktadır. Meselâ, Osmanlıların XV. yüzyılın başlarından itibaren kullanmaya başladığı tüfek, Memlûklarda 1489 tarihinden sonra, İran'da ise Uzun Hasan (öl. 1478) zamanındadır.9 Diğer yandan ateşli silahları Osmanlılardan önce tanıyan ve Avrupa devletleriyle eskiden beri temasta olan Memlûk Devleti, Portekiz saldırılarına karşı Osmanlılardan 1511 yılında, bir miktar ateşli silah yardımı almıştır. Ancak daha sonra Osmanlılarla karşı karşıya kalınca da Rodos hâkiminden barut ve tüfenk, "Frengistan'dan da yarar topçular ve tüfekçiler getirtmişlerdir."
Silah Yardımı
Osmanlılar, bir taraftan sahip oldukları silah teknolojisini geliştirmek için çalışırken, diğer taraftan da, bu silahların kendileriyle dinî veya ırkî bağı bulunan çeşitli Asya ve Afrika ülkelerine yayılmasında köprü rolü oynadılar.11 Bu rol, Osmanlıların diğer İslâm ülkelerine genellikle belli miktarda topçu, tüfekçi ve ateşli silah uzmanları ile top ve tüfek yardımı yapmak şeklinde olmuştur.12 Osmanlı tehlikesi karşısında bu devletlerden bazılarının Avrupa'dan silah almak zorunda kalmaları da dolaylı bir roldür. Şah Abbas dönemindeki İran dışında kalan Doğu ülkeleri, etkili olarak ateşli silahlarla mücehhez bir ordu kuramamışlardır. Osmanlıların ateşli silahları taşıdıkları ülkeler arasında ilk olarak Türkistan Hanları, Kırım Hanları, Hindistan,13 Sumatra'da Açe Sultanlığı ve Habeşistan'da Sultan Ahmed Gran'ın Devleti ile Afrika'da Bornu Devleti gelmektedir. İkinci grupta ise, İran'da Akkoyunlu ve Safeviler, Mısır'da Memlûklar sayılabilir.14
Bazı Avrupa ülkelerinin yanında Osmanlılarla da ilişkisi olan bu devletlere Osmanlılar siyasî ve dinî ilişkilerine göre personel, silah, barut ve demir gibi malzeme satarak veya hibe ederek ateşli silahlar konusundaki İmtiyazlı konumlarından istifade ile Asya, Afrika ve Orta Doğu'daki etkinliklerini artırma politikası takip etmişlerdir. Harici ülkelere yapılan bu yardımların yanında kendi ülkesi içinde uçlarda bulunan beylerbeylerine de gerektiğinde savaş malzemesi veya top-tüfek yapıcısı ustalar yine İstanbul'dan gönderilmekteydi.15
Osmanlıların verdiği ateşli silahların, özellikle Orta Asya'da Türk Devletleri'nin16 iç savaşlarında Osmanlıların desteklediği taraf açısından çok önemli rol oynadığı, Habeşistan ve Açe'de de Portekiz ve Hollanda gibi gayr-i müslim sömürgeci devletlerle savaşan İslâm devletlerinin muvaffakiyetinde ciddî ölçüde tesirli olduğu görülmüştür. Tabiatıyla bütün bu yardımlar hilafet merkezini elinde tutan Osmanlıların, söz konusu devletler nezdindeki itibarını artırmış ve saygınlık kazandırmıştır. Memlûklara silah yardımı yapılması da henüz bozulmamış olan ilişkiler öncesinde onları Hristiyan Portekizlilere karşı savaşlarında destekleme gayesi gütmekteydi.
Diğer Milletlerin Durumu
İslâm dünyasında ateşli silahların kullanımında özel bir yeri olan Memlûklar ile İranlılar, Avrupa devletlerinden silah almakta ve her ikisi de Osmanlılar gibi bu silahların yapımı için Avrupalı usta, teknisyen ve mühendisler kullanmaktaydılar.18 Ancak, bu silahları kendi milletlerinden teknisyen ve mühendislere de öğreterek geliştirmeyi sağlamada Osmanlılar kadar başarılı olamadıklarından, mücadelelerde Osmanlılara karşı kaybettiler. Osmanlı Devleti ise, ateşli silahların ilk olarak geliştiği Orta Avrupa ve Balkanlara yakın olmanın ve hatta buraları oldukça erken zamanlarda fethetmenin ve diğer yandan bölgedeki madenlere sahip olmanın avantajını çok iyi bir şekilde değerlendirmiş ve neticesini almıştır.
1509'da Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Portekizliler ile Kızıldeniz'de savaşmak için gerekli donanma malzemesini ve ateşli silahı Osmanlı Devleti'nden istemiştir. Osmanlı Devleti de, 1511 yılında, 400 top, 40 kantar barut ve bir miktar bakırdan oluşan bir yardım yaparak Memlûkları Hıristiyan Portekizlilere karşı desteklemiştir. Bu yardımlar arasında gemi yapım malzemesi yanında asker ve arkebüzler de bulunmaktaydı.19 Diğer taraftan İslâm dünyasında ateşli silahların kullanımında önemli bir yeri olan Memlûklar, Kansu Gavri devrinde bir reform teşebbüsünde bulunmuşlarsa da Ridaniye'de, Osmanlılar karşısında mağlup olmaktan kurtulamamışlardır.20
Osmanlılar, Habeşistan'daki Müslüman lider Sultan Ahmed Gran'a 1527 ve 1542 yıllarında bölgedeki Hıristiyan lider ve onun destekçisi Portekizlilerle savaşmak üzere birçok ateşli silah ve top yardımı yapmıştır.21 Sumatra'da Osmanlı sultanı adına hutbe okuyan Açe Sultanı'na da, Hollandalılar ve Portekizlilerle savaşması için gönderilen yardım gemileri İstanbul'dan yola çıkmış, ancak Yemen isyanı sebebiyle bu yardım yerine ulaşamamıştır. Bunun yerine Osmanlılar, bir grup top yapıcısını Açe'ye göndermişlerdir. Bu top ustaları, burada 200 kadar bronz top dökerek Mallaka'da Açe Sultanı'nın Portekizlilerle savaşında muvaffakiyetini sağlamışlardır.22
Hindistan'da Osmanlı topçularının ayrı bir yeri ve önemi vardı. Sultan Bahadur Şah'ın emrinde çalışan Selman Bey'in yeğeni Mustafa Bayram, Rumî Han ve kölesi Hoca Sefer Selman da Hüdavend Han ünvanlarını almışlar ve bu bölgede oldukça büyük bir üne kavuşmuşlardır. Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Hind Şahı'nın isteği üzerine oraya giden İstanbullu Hüseyin Han'ın dökmüş olduğu Malik-i Maidan adlı 42 ton ağırlığındaki bronz top, 1685 yılına kadar kullanılmıştır.23
İran Safevileri ise Osmanlı akınlarına karşı koyabilmek için 1548 yılında Portekizlilerle bir antlaşma yaparak onlardan ateşli silahlar satın aldı. Daha önace de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Venediklilerden top ve ateşli silah ile birlikte bunları kullanacak kişileri kendi ordusuna dahil ettiyse24 de, 1473 yılında Fatih ile yaptığı Tercan Savaşı'nı, Osmanlı silahlarının üstünlüğü sebebiyle kaybetti. Yine 1514'teki Çaldıran Savaşı'nda her iki tarafın güçleri eşit olmasına rağmen, üstün silah gücü sayesinde Osmanlı ordusu galip gelen taraf oldu. Bu neticelerden sonra 1528 yılında Safevi Sultanı Şah Tahmasb, İngiltere'den silah ve malzeme getirmeye başlarken, bir taraftan da Rumlu Tüfenkçiler denilen, tamamı Osmanlı Türkleri'nden oluşan ve tüfenk kullanan bir grup kurdu.25
Osmanlıların askerî yardım gönderdiği diğer bir Müslüman devlet, Afrika ülkesi olan Bornu Devleti'dir. En parlak dönemini May İdris Elevma (1571-1603) döneminde yaşayan ve gücünü İslâm'ın çevreye yayılması için kullanan bu devlet lideri, 1576 yılında III. Murad'a bir elçi göndererek itaat bildirdi ve Osmanlı Devleti'nden askerî ve teknik yardım istedi. Trablusgarb Beylerbeyliği vasıtasıyla yapılan yardımda birçok tüfek ve tüfekçi gönderilmiştir. Elevma, bu yardım sayesinde, çakmaklı tüfeklerle donatılmış bir ordu kurmuştur.26
Baştan beri verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi Osmanlılar, İstanbul'un fethini müteakip çok sayıda ateşli silahlarla mücehhez bir ordu kurarak dünya devletleri arasında ciddi ve caydırıcı bir güç halini almaya başlamışlardır. Bu gücü onlara sağlayan faktörlerden birisi olan ateşli silahlardaki üstünlükleri sayesinde batıdaki ve doğudaki düşmanlarına karşı pek çok mücadelede muvaffak oldular. Onyedinci asrın ortalarına kadar hiçbir İslâm ülkesi ateşli silah teknolojisinde Osmanlıların gücüne erişememişti. Avrupa devletlerinin ise Osmanlıları yakalamaları ancak bu asrın başlarında gerçekleşebilmiştir. Çağın savaş teknolojisini çok iyi takip eden ve bunu en iyi şekilde kullanan Osmanlılar, bu teknolojinin Müslümanların dünyanın dört bir yanında muvaffak olmaları adına kullanılmasında elinden gelen yardımı esirgememiştir. Bir taraftan kendisi Avrupalı düşmanları ile çarpışırken, bir taraftan da, Afrika'dan Sumatra'ya, oradan Asya'nın ve Hindistan'ın ortalarına kadar hakimiyetleri dışındaki çok büyük bir coğrafyaya ateşli silah ve asker yardımı yaparak Müslüman devletleri gayr-i müslim düşmanları karşısında desteklemiştir. Dünya'nın üçte birine fiilen hakim olan Osmanlılar diğer üçte birinde de, kendilerine sevgi ile bağlanan ülkeler sayesinde söz sahibi olmuşlardır.
Dipnotlar:
1- İtalyan top teknisyeni Riminili Robertus Valturius'un topçuluğa dair yazdığı eseri De remilitari'yi Fatih'e hediye etmesi Fatih'in topçuluğa olan ilgisinin Batılılar tarafından da bilinmekte olduğunu göstermektedir (A. Adıvar, Osmanlı Türkleri'nde İlim, İstanbul, 1982, s. 40). Adıvar ayrıca Floransalı Francesco Berlinghieri'nin coğrafyaya dair eserinde, Fatih'in ilme dair ilgisi ve koruyuculuğu İtalya'da bilindiğinden yazarların eserlerini kendi büyüklerinden önce Fatih'e göndermek arzusunda olduklarını belirtir (Adıvar, s. 36-37). 2- V. Parry, "Barut", Encyclopedia of Islam (New Edition), (EI2) s.1062. 3-Asım Bıyık, Ateşli Silahtarın Osmanlılara Girişi ve Yayılışı, Basılmamış bitirme tezi, İstanbul, 1979, s.9. 4- D. Ayalon, Gunpowder and Firearms in the Mamlûk Kingdom, London, 1956, s .97-107.5- Meselâ, 1431 yılında Arnavutluk'ta Topçu İsmail adlı birinden bahsedilmesi topları kullananlarla imal edenlerin ayrımının Osmanlılarda çok erken başladığına ve kendi topçularının bulunduğuna işaret etmektedir (Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid, nşr. H. İnalcık, Ankara, 1987, s.105-106). 6- D. Petroviç. "Fire-armsi in the Balkana on the Eve of and After Ottoman Conquuests Of The Fourteenth and Fifteenth Conturies", War, Tecnology and Society in the Middle East, ed. V. J. Parry an M. E. Yapp, London, 1975, s.193. 7- Parry, "Barud", s. 1061. 8- Askeri Müze'de envanter nosu 11 olan bu topun analizine göre topta; % 96.43 oranında bakır ile % 3.57 oranında kalay bulunmuştur. Topun üzerinde "amel-i Mehmed bin Abdullah sene 942" yazısı bulunmakta ve ayrıca bir de kitabe yer almaktadır. 9- V. J. Parry,"İslâm'da Harb Sanatı", Tarih Dergisi, 28-29, İstanbul, 1975, s. 203. 10- D. Ayalon, Gunpovvder and fire-arms in the Mamluk Kingdom, s, 138; Feridun Bey, Mecmua-i Münşeat, İstanbul, 1275, c.II, s.468. 11- Meselâ, Osmanlıların, Doğu Anadolu ve Irak bölgelerindeki tesiri, bacaluşka, darbzen ve tabanca gibi, Türkçe'de kullanılan kelimelerin Hindistan'ın Moğol ordularında kabul edilmiş olmasında da görülebilir (Parry, Harb Sanatı, s. 204). 12-Hindistan ve Sumatra gibi çok uzak ülkelere sadece topçu ustalar gönderilerek orada top yapmaları sağlanmıştır. (Mahmut H. Şakiroğlu, "Barut", DİA, c.III, s.93). 13- Osmanlı Devleti'nden Hindistan'a giden topçu ustalarının, çeşitli Hind devletlerine hizmet edip yüksek rütbelere kadar çıktıkları bilinmektedir (Parry, Harb Sanatı, s. 204). 14- Salih Özbaran, "XVI. Yüzyılda Asya'da ve Afrika'da Ateşli Silahların ve Askerî Teknolojinin Yayılmasında Osmanlıların Rolü", Askerî Tarih Bülteni, c.27, (1989), s.37-42. 15- Gerektiğinde Mısır'da yeni top dökebilmek için Asitane'den dökücüler istenmektedir. (Ramazan 984 tarihli Mısır Beylerbeğine yazılan bir hüküm için bkz. BA, Mühimme Defteri, 29, T/l) Mısır'ın muhafazasında bulunan askerlere lazım olan tüfekler de Mısır'da imal edilmeyip Asitane'den gönderilirdi. (Asitane'den Mısır'a giden tüfek gemilerinin muhafazasına dair Rodos Beyi'ne gönderilen hüküm için bkz. BA, Mühimme Defteri, 7, 771 / 2105, Rabiü'l-evvel 976) Daha geniş bilgi için bkz. Seyyid Muhammed es- Seyyid Mahmud, XVI. Asırda Mısır Eyaleti, İstanbul, 1990, s.195. 16- 29 Rebiü'l-âhir 990 (24 Mayıs 1582) tarihinde Özbek Hanı'nın isteği üzerine bir üstad top dökücüsünün gönderilmesine dair bir ruûs kaydı için bk. Başbakanlık Arşivi, Kâmil Kepeci, Ruûs Defteri, nr. 239, s.368.17-İnalcık, "The Diffusion of Fire-arms", War, Tecnology and Society in the Middle East, cd. V. J. Parry and M. E. Yapp, London ,1975, s. 29.18 -M. H. Şakiroğlu, Barut, DİA, V, 93. 19-İnalcık, The Diffusion, s. 202-3. 20- Mahmut H. Şakiroğlu, "Barut", DİA, c.III, s.93. Yavuz'un Mısır Seferi'nde Tomambay'a karşı galip gelmesinde her ne kadar Osmanlı toplarının önemli bir yeri olsa da asıl sebep, Ridaniye'de Osmanlı askerinin hiç beklenmeyen bir taraftan hücum etmesi ve Mısırlıların ellerinde bulunan 200 kadar topun sadece birisini ateşleyebilmeleridir. Osmanlılarda sadece bir defa toplarını ateşleyebilmişler ve her taraf duman olduğu için fazla atış yapamamışlardır. (Müneccimbaşı Ahmed Dede, Müneccimbaşı Tarihi, terc. İ. Erünsal, İstanbul tarihsiz, c.II, s.484-485; Selahattîn Tansel, Yavuz Sultan Setim, İstanbul 1969, s.166-167) 21- İnalcık, The Diffusion, s.203-4. 22- İnalcık, The Diffusion, s.204-6. 23-14 metre uzunluğundaki bu topun kimyasal analizine göre alaşımları şu şekildedir % 80.43 bakır, % 19.57 kalay (M. K. Zaman, Mughal Artillery, Delhi 1983, s. 40). 24- Mahmut H. Şakiroğlu, "Barut", DİA, cilt, s.93. 25- İnalcık, The Diffusion, s. 206-7; Parry, Harb Sanatı, s. 206. 26- J. Spencer Trimingham, A History of İslâm in West Africa, Oxford, 1962, s.122; Pierre Bertaux, Afrika: Von der Vorgeschichte bis zu den Staaten der Gegenwart, Fischer VVeltgeschichte, Band 32, Frankfurt am Main 1966, s.80; Davut Dursun, "Bornu", DİA, c.VI, s. 294; Bu yardım Trablusgarb eyaleti tarafından gönderilmiştir.
.
15. Asrın En Büyük Astronomu ULUĞ BEY VE ZÎCİ
1394 yılında Güney Azerbaycan'ın Sultaniye şehrinde doğan ve asıl adı Muhammed Turagay olan ve Uluğ Bey diye meşhur olan Mugisüddin Mirzâ, Aksak Timur'un torunu ve M. Şahruh Mirza ile Gevher Şad'ın oğludur. Aslen Türk olan Uluğ Bey çocukluğunu babasının yanında geçirdi. Çok iyi bir saray eğitiminden geçtikten sonra, 1407'li yıllarda Horasan, Mâzenderan, Türkistan ve Maveraünnehr'i içine alan bölgenin hükümdarı oldu. Semerkand'a yerleştikten sonra burayı İslâm medeniyetinin merkezi yaptı. 1447 senesinde de babası Şahruh'un vefatıyla yerine hükümdar oldu. Ancak üç seneye yakın bir hükümdarlıktan sonra, elli beş yaşında iken oğlu Abdüllatif tarafından öldürüldü (1449).
Hükümdar Uluğ Bey, 11 yaşında Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş ve yedi türlü kıraate göre okumada ihtisas kazanmış bir din âlimi idi. O, aynı zamanda tarih, şiir ve sanata meraklı olduğundan bu işlerle uğraşanları himaye ve teşvik etmiştir. Büyük bir kitapsever olan Uluğ Bey, geometri ve matematiğin en zor meselelerini çözen bir riyaziyeci, fakat hepsinin üstünde bir "astronomi âlimi" dir. Hatta batılı bilim adamları onu "15. yüzyılın en büyük astronomu" olarak kabul ederler. Daha çocuk denilecek kadar küçük bir yaşta Meraga Rasathanesi'nin harabelerini gezmesi, astronomiye karşı duyduğu ilginin çok erken başladığını göstermektedir. Eğitimi esnasında bu sahada yazılmış birçok kitabı okudu ve astronominin temel meselelerine vakıf oldu. Gıyaseddin Cemşid'in ifadesine göre Uluğ Bey'in zihnî hesaptaki mahareti ve istisnaî hafıza kuvveti çok yüksek idi. Astronomi sahasında yazılmış en eski kitap olan Batlamyus (85-165)'un Almagest adlı eserinin ve Meraga Rasathanesinde yapılan zîc'in (yıldız kataloğu, almanak) hatalı olduğunu görerek düzeltmek istedi. Bunun için Semerkand'ın kuzeyinde bulunan Kühek tepesi üzerine 1420-21 senesinde çok büyük ve mükemmel bir rasathane inşa ettirdi. İslâm dünyasının birçok yerinden ünlü matematikçi ve astronomları da Semerkand'a davet etti. Bunların başında Bursa'dan giden Kadızade Rumî (1337-1430), Gıyaseddin Cemşit el-Kâşî (ö. 1429) gelmektedir. Daha sonra ise Uluğ Bey'in fer-zend-i ercümend'im diye iltifat ettiği Ali Kuşçu (ö. 1474) bu çalışmalara dahil olmuştur. Uluğ Bey Semerkand Rasathanesi'nde yüz kadar seçkin ilim adamı ile birlikte çalışarak, daha Önce kurulan rasathanelerde kullanılan aletleri imal ettirdi ve bunların yanında yeni ve çok mükemmel bazı gözlem aletleri de îcad etti. Uluğ Bey ve arkadaşları bu rasathanede 30 sene sürekli çalışarak Zîc Cedid-i Sultanî-Zîc-i Gürganî adıyla bilinen meşhur zîci hazırladılar. Uluğ Bey devlet işleri yanında, diğer ilim adamları ile birlikte uzun yıllar eserin hazırlanması için bizzat rasatlar yapmıştır. Eserde 1022 yıldızın adı ve konumu tesbit edilmiştir. Bu zîcten önce İslâm dünyasında Nasiruddin Tûsî (1201-1274)'nin Zîc-i İlhanî'si kullanırdı. Ancak bu yeni zîc ile Tûsi'nin zîci kullanılmaz olmuştur. 841/1437 yılında tamamlandığı tahmin edilen zîc, Kur'ân-ı Kerîm'in, Furkan Sûresi'nin, "Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed"e Furkanı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah yüceler yücesidir" mealindeki ilk âyetleri ile başlamaktadır. Daha sonra ise Uluğ Bey'in yazdığı, kendisini bu zîci yazmaya sevk eden amiller ve arkadaşları hakkındaki bir önsöz bulunmaktadır. Dört bölümden oluşan zîcin diğer bölümlerde ise şu konular bulunmaktadır: 1. Farklı takvimler ve tarihleri, 2. Zaman hakkında yorum ve zaman bilgisi, trigonometrik fonksiyonlar, ekliptikel ve ekvatoryal koordinatlar, enlem ve boylam tayini, 3. Güneş, gezegenler ve yıldızların hareketleri ve seyri, tutulmalar ve astronomiye ait bazı bilgiler, 4. Sabit yıldızların mevkileri ve durumları ve astroloji. Bu bölümde astroloji çok geniş bir biçimde ele alınmıştır.
Uluğ Bey Zîci, İslâm dünyasında on altıncı, batıda ise onyedinci yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başladı. Batıda kurulan ilk rasathaneler ve astronomlar uzun zaman bu zîcten istifade etmişlerdir. Hatta teleskopun rasat için kullanılmaya başlanmasına kadar en dakik eser olarak kullanılmaktaydı. Farsça kaleme alındığı tahmin edilen eser muhtemelen Osmanlılar vasıtasıyla batıya intikal etmiştir. Zira Avrupa'da da çok meşhur olan bu eser, çeşitli dillere tercüme edilmiş ve defalarca basılmıştır. İslâm dünyasında, hususiyle Osmanlılarda bu esere birçok şerh yazılmıştır*. Avrupa'da özellikle astronomlar ve denizciler bu zîce çok büyük önem vermişlerdir. Avrupa'da meşhur olan bu cetvellere ilk dikkati Oxford'ta profesör olan John Greaves (1642-1648) çekmiş ve 1648'de kendisi tarafından kısmen Oxford'ta basılmıştır. İki sene sonra (1650) Londra'da birinci bölüm olan kronoloji kısmı yayınlandı. İki sene sonra tercümelere olan ilgiden dolayı eser ikinci baskısını yaptı. Thomas Hyde 1665 yılında eseri Latince'ye tercüme etmiştir. G. Sharpe ise bu tercümeyi daha sonra tekrar gözden geçirmiştir. Eserin tamamı A. Sedillot tarafından iki cilt halinde Fransızca olarak 1847-1853 yılında tercüme edildi. Eser en son olarak Edward Ball Knobel tarafından İngiltere'deki bütün yazmaları gözden geçirilerek Farsça ve Arapça bir lügat ile birlikte Cataloque of Stars adıyla Washington'da 1917 senesinde neşredildi.
Uluğ Bey, Nasiruddin Tûsî'nin eserlerine ve talebesi Ali Kuşçu'nun müşahedelerine dayanarak bir de umumi dünya haritası hazırlamıştır. Ali' Kuşçu Uluğ Bey'in emriyle Çin'e gitmiş ve orada tul (boylam) dairesi üzerinde bir derecenin tekabül ettiği uzunluğu ve dünya küresinin büyüklüğü üzerinde çalışmalar yapmıştır.
Osmanlı Devleti müneccimbaşılan 1800 senesine kadar bütün takvim ve imsakiye hesaplarında Uluğ Bey Zîci'ni kullanmışlardır. Ancak bu tarihte Fransız Astronom Jack Dominic Cassini'nin, Uluğ Bey Zîci'nin hatalarını tashih ederek yaptığı zîc önce Arapça'ya daha sonra da Türkçe'ye tercüme edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Uluğ Bey Zîci'ndeki bazı küçük hesap hataları zamanla, Güneş ve Ay tutulmalarında bir-iki saate kadar varan hatalara sebep olduğundan dolayı terkedilmiştir. Esasen Uluğ Bey Zîci'ndeki bazı hatalar Osmanlılarda ilk olarak Müneccimbaşı Takiyüddin Raşid (ö. 1585) tarafından farkedilerek düzeltilmek istenmiş ancak İstanbul'da açılan ilk rasathanenin bazı siyasî sebepler neticesinde yıkılmasıyla bu iş tamamlanamamıştır. Dolayısıyla Uluğ Bey Zîci'nin tashihi uzun yıllar sonra Cassini tarafından yapılmıştır. Cassini Zîci'nin Osmanlılara gelmesiyle her ne kadar bu zîc kullanılmaya başlanmışsa da Uluğ Bey Zîci tamamen terkedilmemiş ve bazı müneccimler tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.
Uluğ Bey, yaşadığı asır itibariyle eski astronomi bilgisinin ve modem astronomi bilgisinin sahibi olarak bu iki bilgiyi şahsında meczetmiş; eski astronominin son, modern astronominin de ilk temsilcilerinden birisi olmuştur. Batı bilim dünyası onu yaşadığı yüzyılın en büyük astronomu, rasathanesini de o dönemin dünya harikası olarak nitelendirmektedir. Hatta Amerika Uluslararası Astronomi Derneği Ay kraterlerinden birisine Uluğ Bey adını vermiştir. Zîc'i Fransızca tercümesiyle yayınlayan Sedillot, onun için "Modern bilim ve araştırma fetihlerine en parlak katkıda bulunan üniversal dehâ" demektedir. Asya tarihi ve coğrafyası uzmanı Fransız elçi Fernant Grenand, Uluğ Bey'i şu kısa cümle ile tarif etmektedir. "Ruh ve zekâ bakımından şayan-ı dikkat bir insandı, usta bir şâir, bir din adamı, yüksek bir matematikçi idi." Onun zamanımızdan 550 sene önce yaptığı rasatlar halen bazı astronomi çalışmalarına ışık tutmaktadır. O günün şartlarına bulduğu değerler bugünkü değerlerden çok farklı değildi. Mesela, 1°lik yayın sinüs değerini (X = sin. 1°=0.0174520406437283571) bugünkü değerle aynı bulmuştur. Diğer taraftan bazı gezegenlerin boylam açılarının hesabında ise bir iki saniye hata etmiştir. Bu konuda Uluğ Bey'in bulduğu değerler ile gerçek değerler arasındaki fark şu şekildedir:
Uluğ Bey ekvator ve ekliptik arasındaki açıyı 32 saniye farkla 23° 30' 17" bulmuştur. Semerkant'ın enlemi ise 39° 37' 23" bulunarak sadece 1 '24" eksik tesbit edilmiştir.
Uluğ Bey'in bu eseri bu gün dahi bazı araştırmalarda kullanılmaktadır. Meselâ en son Rus araştırmacı Shcheglov 1977 senesinde kıtaların kaymasını incelemek için Uluğ Bey'in rasathanesinde, Uluğ Bey Zîci'ndeki bilgiler ile modern bilgileri karşılaştırarak gözlemler yapmıştır. Ayrıca Kandilli Rasathanesi'nde Fatin Gökmen Hoca ve oğlu tarafından yakın zamanlara kadar kameri aybaşlarının hesaplanmasında da Uluğ Bey Zîci kullanılmaktaydı.
KAYNAKLAR
Abdülmüteal es-Sa'di, el-Müceddidun fi'l-İslâm min Karni'l-Evvel ila er-Rabi aşer, s. 338-340.
Adıvar. A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. Baskı, İstanbul 1982. s.62.
Arat, Reşit R., Babürnâme-Babür'un Hatıratı, İstanbul 1986,1, 71-72,77-78
Bammat, Haydar, İslâmiyet'in Manevî ve Kültürel Değerleri, terc. B. Dülger, Ankara 1963, s. 120, 137.
Barthold, VVilhelm, Uluğ Beğ ve Zamanı, çev, i. Aka, Ankara 1990, s.167-175,
Bilhan, Saffet, Orta Asya Bilgin Türk Hükümdarlar Devletinde Eğitim-Bilim-Sanat. Ankara 1988, s. 44-55.
Bouvat, L. "Uluğ Bey", İslâm Ansiklopedisi, XIII, 27-29;
Bregel, Yuh, "Ulugh-Beg", Seph R. Strayer, Dictionary of the Middle Ages, New York 1989, XII, 257-259.
Brockelmann, Carl, Geschıchte Der Arabischen Litteratur, Leiden1937, II, 275-276; aynı müellif, GAL, Suppliment, II/298.
Devletşah, Devletşah Tezkiresi, çev. N. Lugal. İstanbul 1977, IV/430-433.
Karı-Nıazov. T.N.. "Ulugh Beg", Dictionary of Scientific Biography, New York 1981, VII, 535-537.
Kaşkey, A. Y.K., Tarihü'l-Edebi'l-Coğrafi el-Arab, terc. S.O.Haşim, Moskova 1957,1,116.
Köprülü, O. F., "Uluğ Bey", İA, XIII, 29;
Krisciunas, Kevin, "The Legacy of Ulugh Beg". AACAR Bulletin V/1, p.3-6, 1992, Amherst-Massachusetts.
Nasr, Seyyed Hossein, Islamic Science, Harvard 1976, p. 105.
Salih Zeki, Asâr-ı Bâkiye, İstanbul 1329, 1, 190-195.
Sarton, George Introduction to the History of Science, New York 1975, III (v. II), p. 1120.
Sayılı, Aydın, The Observatory in İslam, second edition, Ankara 1988, p. 260-289.
Sayılı, A., Uluğ Bey ve Semerkand'daki İlim Faaliyeti Hakkında Gıyasüddin-i Kâşî'nin Mektubu, 3. baskı, Ankara 1991, s. 76-92.
Sedillot, Des Tables Astonomiques d' Olouğ-Beg, Paris 1833, s. XXVI,
Şemseddin Sami, Kamus-u Alam, İstanbul, 1316, II, 1023.
Takvim-i Vekayi, 6 Receb 1248, (29 Kasım 1832), nr. 46, s. 3.
*) (Bu şerhlerin en meşhurları Ali Kuşçu'nun Şerh-i Zic-i Cedid adlı şerhi ile oğlu Mirim Çelebinin Düsturu'l-Amel ve Tashihi'l-Cedvel (F) adlı şerhi ve Bircendi'nin Şerh-i Zîc-i Cedid-i Sultam adlı şerhlerdir.)
.
Fatih Sultan Mehmed Devri Ateşli Silah Teknolojisi
On dördüncü asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanan ateşli silahlar, ancak yüzyılın sonlarından itibaren etkili bir savaş aracı olmuştur. Keyfiyetleri tam olarak tesbit edilemese bile kaynaklara göre ateşli silahlar Osmanlılarda Sultan I. Murad devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bunların esas olarak yaygınlık kazanması on beşinci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren olmuştur. Kısa zamanda bu silahların önemini kavrayan Osmanlılar, zamanla artan bir hızla bu silahlara ve bunların üretildiği imalathanelere sahip olmaya başladılar. Başlarda ithal edilen ve kısmen savaşlarda ele geçirilen silahlarla etkili olmaya çalışan Osmanlılar, zamanla kendi ateşli silah teknolojilerini geliştirmişler ve yerli imalathâneler de açmışlardır. Sultan II. Murad döneminde artan üretim ve teknolojik faaliyetin Fatih Sultan Mehmed in saltanatının ilk yıllarında daha da ileri bir seviyeye ulaştığı görülür. Bu çalışmada ateşli silah teknolojisinde önemli bir dönüm noktası sayılan Fatih Sultan Mehmed devri ateşli silah teknolojisi incelenecektir.
Edirne deki Top Döküm Çalışmaları
Osmanlıların on beşinci yüzyılın başlarından itibaren savaş alanlarında ve sabit dökümhanelerde top ve ateşli silah yaptıkları bilinmektedir. Bilinen en eski sabit tophane Edirne de Sultan II. Murad tarafından inşa edilmiştir. Bundan önce de Balkanlardaki bazı kalelerin fethinde, kale çevresinde seyyar top dökümhaneleri kurulmuştur. Edirne deki tophanenin ne zaman kurulduğu tam olarak belli değildir. Ancak Fatih Sultan Mehmed in tahta geçmesinden itibaren burada yoğun bir şekilde top dökümüne başlanmıştır. Tahta geçmesinden itibaren bütün planlarını İstanbul un fethine göre yapan Fatih Sultan Mehmed, burada irili ufaklı pek çok top döktürmüştür. Buradaki çalışmalar Saruca Usta adlı topçubaşıyla Mimar Muslihiddin tarafından organize edilmiş ve Fatih Sultan Mehmed tarafından da sürekli kontrol altında tutulmuştur. Çalışmaları bizzat takip eden Fatih Sultan Mehmed, bazı top ebatlarının tespitine bizzat katılmıştır.
İstanbul un fethi için çalışmaların yoğunlaştığı 1452 yılı yaz aylarında istediği ücreti alamadığı için Bizans İmparatorluğu nun hizmetinden ayrılarak Fatih Sultan Mehmed in hizmetine gelen Macar asılı top döküm ustası Urban, diğer Türk asıllı top döküm ustalarının yanında Edirne deki top döküm faaliyetlerine iştirak etmiş ve biri burada diğeri de muhasara meydanında olmak üzere iki tane büyük çaplı topun dökümünü gerçekleştirmiştir. Fetihten sonra da Osmanlıların hizmetine devam eden Urban ın çalışmalarının çok sınırlı olduğu ve Osmanlıların muhasara esnasında sahip oldukları yüz elli-iki yüz kadar topun sadece ikisinin dökümünü gerçekleştirdiği, gerek Türk gerekse Bizans kaynakları tarafından açık bir şekilde ifade edilmektedir.
İstanbul un Fethi ve Topun Etkisi
İstanbul un bin yıllık surlarının büyük çaplı toplar tarafından uzun süre dövülerek fethedilmesiyle topun tarihte ilk defa çok etkili bir silah olduğu bütün dünya tarafından anlaşılmıştır. Muhasara esnasında meydana gelen önemli bir gelişme ise daha önceden de bilinen ancak fonksiyonel bir şekilde kullanılamayan havan topunun geliştirilmesidir. Havan topu, muhasaranın devam ettiği günlerde Haliç te bulunan gemilerin vurulması maksadıyla Fatih Sultan Mehmed tarafından yeniden dizayn edilmiş ve topçu ustaları tarafından dökülerek maksada uygun olarak ilk defa kullanılmıştır. Bir kısım tarihçilerin ileri sürdüğü gibi burada havan topunun icadı söz konusu olmayıp ilk defa fonksiyonel bir tarzda kullanımı esastır. Öte yandan kuşatmada ilk kez kullanılan büyük çaplı muhasara topları da surların yıkılmasında etkili olmuş ve burada denenen büyük çaplı toplar yine Fatih Sultan Mehmed döneminde daha da geliştirilerek başka muhasaralarda kullanılmıştır. İstanbul un muhasarası esnasında kendisi tarafından tasarlanan havan topunun ve diğer topların teknik çizim ve tasarıları bizzat kendisi tarafından yapılmıştır.
Tophâne-i Amire ve Top Döküm Teknolojisi
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul un fethinden sonra ateşli silah üretimine önem vermiş ve bugünkü Tophâne semtinde bir top dökümhanesi inşa ettirmiştir. Yerli top döküm ustaları yanında az sayıda gayr-i müslim top dökümcüsünün de çalıştığı bu tophâne o zamana kadar dünyada inşa edilen en büyük top dökümhanesi olmuştur. Tophâne-i Âmire nin Fatih Sultan Mehmed dönemindeki faaliyetleri ve çalışmaları hakkında pek fazla bir bilgi bulunmamakla birlikte büyük çaplı topların döküldüğü ve önemli çalışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim, bu topların bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.
Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanlıların çok sayıda top imal ettikleri ve bu yüzden çok sayıda topa malik oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim daha 1456 yılında yapılan Belgrad muhasarasında düşmana terkedilmek zorunda kalınan topların sayısının iki yüz olduğu kaynaklar tarafından ifade edilmektedir. Diğer yandan düşmanın eline geçen toplar arasında bulunan ve daha sonra Macar kralının sarayına götürülerek sergilenen toplar halkın ilgi odağı haline gelmiştir. Gerek yerli gerekse yabancı kaynakların ifade ettiğine göre, Fatih Sultan Mehmed in toplarının fevkalâde güzelliği ve büyüklüğü Avrupa da büyük heyecan uyandırmış ve insanlar bu topu görebilmek için muhtelif ülkelerden gelmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki bu topun ünü bütün Avrupa ya yayılmıştır.
Seyyar Top Dökümü
Fatih Sultan Mehmed, dönemindeki savaşlarda mahalli senyörlerin ve hanedanların sığındığı kaleleri yıkmak ve almak mecburiyetinde kaldığı için, saltanatı süresince pek çok muhasara savaşı yapmak zorunda kalmıştır. Bundan dolayı onun döneminde topçuluk, bilhassa muhasara topçuluğu önemli bir gelişme kaydetmiş ve dağlık arazilerde bulunan kalelerin muhasara edilebilmeleri için tarihte eşi görülmeyen bir şekilde seyyar top dökümü metodu na müracaat edilmiştir. Edirne ve İstanbul da tophâne olmasına rağmen, top götürmenin müşkül olduğu bölgelerde kısa sürede seyyar top dökümhâneleri kurulmakta ve top dökümü yapılmaktaydı. Tarihçiler, Fatih in istediği yerde top döktürdüğünü ve büyüklükleri yüzünden topları taşıyamadığı zaman, istediği yere taşıyabilmek için hemen parçalatıp yeniden döktürdüğünü nakletmektedirler. Seyyar top dökümhaneleri ilk defa 1422 yılında, yani Sultan II. Murad döneminde ortaya çıkmış ve daha sonra artarak devam etmiştir.
Rumeli ve Balkan fütuhatı politikası çerçevesinde, bölgeye akınlar yapmak ve buradaki kaleleri almak için sık sık muhasara savaşları yapmak zorunda kalan Fatih Sultan Mehmed in Balkanlardaki engebeli arazi üzerinde bulunan kaleleri muhasara etmesi yüzünden, özellikle büyük çaplı muhasara toplarının onun zamanında ciddi bir gelişme gösterdiği görülür. Nitekim, daha önce babasının (1449) ve komutanlarından Süleyman Paşa nın (1474) muhasara ettiği ancak fethedemediği İşkodra Kalesi nin 1478 yılında yapılan son muhasarasında kalenin etrafındaki tepelere top dökümhaneleri kurulmuş, bakır ve kalay gibi maddeler bölgeye taşınarak oluşturulan seyyar dökümhanelerde çok büyük çaplarda on bir adet top dökülmüştür. Dökülen toplar arasında bulunan ve 13 kantar (702 kg.) ağırlığında taş gülle atan bir büyük muhasara topu, Osmanlı ateşli silah teknolojisinin geldiği yüksek konumu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu topun, topçuluk tarihinde şimdiye kadar görülen en büyük top olduğu Hammer gibi ciddî Avrupalı tarihçiler tarafından ifade edilmektedir. Bu muazzam topa âMuhammed ismi verilmiş ve bütün masrafları, Fatih in eşi Mükerreme Hatun tarafından karşılanmıştır. Bu muhasarada dökülen diğer topların attığı gülle ağırlıkları da 3 kantardan 11 kantara kadar değişiklik göstermektedir.
Fatih Sultan Mehmed döneminde topların pek çoğu tunçtan yapılmıştır. Oldukça pahalı bir malzeme olan bakır ve kalayın karışımıyla elde edilen bronz toplar tabiatıyla çok masraflı olmaktaydı. Ancak Osmanlılar bakırı Kastamonu da bulunan Candaraoğullarından, kalayı da Venedikli tüccarlar vasıtasıyla ucuza temin etmekteydiler. Oysa aynı dönemde Avrupa da toplar ucuz olduğu için genellikle demirden yapılırdı. İslâm dünyasında, kalayın fazla bulunmaması sebebiyle her türlü metal silahlar tunç yerine bakır-çinko karışımından elde edilen pirinçten yapılırken, Osmanlılar ticari yollarla kalay elde edebildikleri için silahlarını kalay-bakır karışımından oluşan tunçtan yapmışlardır.
Fatih Sultan Mehmed in Ateşli Silahlara İlgisi
Fatih Sultan Mehmed in ateşli silahlara olan ilgisinin oldukça genç yaşlarında iken başladığı zikredilecek olan hadiselerden anlaşılmaktadır. Nitekim, onun birinci saltanatından sonra ikinci defa tahta geçen ve Kosova da (1448) düşman ordusunu bozguna uğratan babası Sultan II. Murad savaştan sonra ganimet olarak ele geçen ateşli silahları kendisine getiren Şahin Paşa ya: Güzel tedbir eyledin ki, Padişah a (II. Mehmed) armağan gerektir, zira biz bu gazâya oğlum padişahın niyyetine eylemiş idik. İmdi âna biraz hedâyâ gerektir ki, ânın gönlü şâd ola diyerek onun bu ilgisine dikkat çekmiştir.
Fatih Sultan Mehmed in ateşli silahlara olan ilgisi Avrupa devletleri tarafından da bilinmekteydi. Nitekim, bu konuda Avrupa da yazılan ilk eser olan Venedikli Robertis Valturius in (1413-1484) De re militari si (Verona 1472) basıldıktan hemen sonra Rimini lordu S. Padolfo Malatesta (1417-1468) tarafından Fatih Sultan Mehmed e hediye edilmiştir (Eserin nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Hazine nr. 2699). Eserin Fatih Sultan Mehmed e gönderilmesi ve ithaf edilmesi, Fatih in ateşli silahlara ve askeri teknolojiye verdiği değerin, yabancılarca da bilindiğini açıkça göstermektedir.
Bu Dönemde Yapılan Topların Özellikleri
Fâtih Sultan Mehmed dönemi topçuluk açısından bir dönem olarak görülmektedir. Bu durum, öncelikle padişahın topçuluğa verdiği değer ve top dökücü ustalarını iyi bir şekilde istihdam etmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu dönemde yerli ve yabancı çok sayıda top ustasıyla teknisyeni onun hizmetine girmiş, bu sayede top dökümünde ve kullanılmasında ciddî gelişmeler sağlanmıştır. Özellikle metallerin ergitilmesinde Osmanlıların geliştirdiği sistem, dökümcülük açısından yeni bir gelişme olarak meydana çıkmıştır. Bu yeni teknolojinin, kısa bir süre içinde Avrupa ya taşındığı ve bu transferde, Fâtih Sultan Mehmed in hizmetinde bulunmuş yabancı bir ustanın vasıta olduğunu meşhur araştırmacı Joseph Needham ifade etmektedir. Needham, Fâtih in hizmetinden ayrıldıktan sonra onbeşinci yüzyılın sonlarında Frankfurt a dönen Nuremberg li Jörg adlı bir top dökücüsünün, metal ve ateşi birbirine temas ettirmeksizin metal ergiten bir ocak yaptığını ve bu tekniği İstanbul da dolayısıyla Tophâne-i Âmire de öğrendiğini belirtmektedir. Bu şekilde metal ergiten fırınların Kritovulos un ifadelerinde de bulunduğu göz önüne alındığında, Osmanlıların İstanbul un fethinden önce de bu tekniği kullanmakta oldukları anlaşılmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, döküm teknolojisiyle mekanik çekiç alanında, onaltıncı yüzyılın sonuna kadar süren Osmanlı üstünlüğünün temelleri onbeşinci yüzyılın başlarına kadar gitmektedir.
Fatih Sultan Mehmed devrinde Osmanlı tunç top dökümcülüğü ciddi bir gelişme dönemi yaşamıştır. Bir taraftan iki parçadan oluşan büyük tunç muhasara topları ilk defa bu dönemde yapılırken, bir taraftan da çok uzun ve ağır muhasara topları dökülmüştür. Bu dönemde yapılan büyük toplar daha sonra parçalanarak küçük toplar halinde yeniden dökülmüştür. Meselâ, Fatih Sultan Mehmed in İskenderiyye muhasarası (1478) için döktürdüğü 11 adet büyük çaplı muhasara toplarından birisi, yaklaşık yüz sene sonra, 978 (1570) yılında çok büyük olduğu için parçalanmış ve bu toptan üç tane 18, 16, 14 vukiyye çaplarında üç yeni top dökülmüştür. Daha önce muhasarada kullanılmak üzere yapılan bu top, muhtemelen meydan savaşlarında kullanılmak üzere yeniden dökülmüştür.
Günümüze Ulaşan Toplar
Fatih Sulan Mehmed devrinde yapılan topların pek çoğunun büyük çaplı muhasara topları olduğu daha önce ifade edilmişti. Daha sonraki yüzyıllarda muhasara savaşları yerlerini büyük ölçüde meydan savaşlarına bırakmış ve bu sebeple muhasara toplarının önemi azalmıştır. Ayrıca barut sarfiyatı çok olan ve hantallığı sebebiyle taşınması büyük sıkıntılara sebebiyet veren bu toplar, daha sonraki yüzyıllarda parçalanmış ve daha küçük toplar yapılmak üzere eritilmiştir. Bu sebeple bu dönemden günümüze çok az sayıda top ulaşmıştır. Yapılan çalışmalara göre Fatih Sultan Mehmed devrinden bu güne ulaşan topların sayısının altı olduğu görülür. Bunların birisi iki parçalı bir top olup aşağıda bahsedileceği gibi yurt dışındadır. Kalan beş toptan dördü hemen hemen bir birinin aynıdır. Son bir top ise Askeri Müze bahçesinde olup günümüze ulaşan Osmanlı topları arasında en dikkat çekenlerinden birisidir. O dönemden günümüze ulaşan toplar şunlardır.
Bir Teknoloji Harikası: İki Parçadan Oluşan Vidalı Muhasara Topu
Bu top Londra daki Tower of London Müzesi nde sergilenmekte olup iki parçalıdır. Üzerinde bulunan kitabeye göre, Receb 868 (Mart 1464) yılında Ali adlı bir top döküm ustası tarafından dökülen bu top halen müzenin dış bahçesinde sergilenmektedir. 1807 yılında Çanakkale Boğazı nı geçmeye çalışan İngiliz Sir John Ducks Worth un kumandasındaki donanmaya ait altı gemiyi batıran ve bu esnada Kilidbahir kalesinde bulunan bu topun elde edilmesi için İngilizler Osmanlı Devleti yle uzun bir mücadeleye girişmişlerdir. Kırım Savaşı (1856) vesilesiyle Çanakkale ye gelen İngiliz General J. H. Lefroy, bu topun alınabilmesi maksadıyla giriştiği diplomatik faaliyetlerin sonuçsuz kalması üzerine sonunda bu top için Bab-ı Âli ye 1600 sterlin teklif etmiştir. Ancak bu teklif de kabul edilmemiştir. Lefroy, bunun üzerine İstanbul daki elçi Mr. Kalvert i araya sokarak topu alma mücadelesini sürdürmüştür. Top, Lefroy un uzun ve maceralı mücadelesinden sonra nihayet Sultan Abdülaziz in Avrupa seyahatinden bir sene sonra, 1868 yılında İngiltere ye hediye olarak gönderilmek üzere Çanakkale den alınmış ve Londra ya götürülerek müzeye konulmuştur. Altmış senelik bir mücadeleden sonra birden bire İngilizlere verilen bu topun alınması maksadıyla, Kraliçe Queen Victoria nın Sultan Abdülaziz e bizzat teklifte bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Ffoulkes, Avrupa nın bu en önemli topunun elde edilebilmesi için böyle bir teklifin yapıldığını ifade eder.
Topun üzerinde üç ayrı satırda yazılmış bir kitâbe yer almaktadır. Ortasından ikiye ayrılan bu top, iki parçadan oluşmakta ve gülle yoluyla barut haznesi ayrı ayrı parçalardan oluşmaktadır. Kullanılacağı yere ayrı ayrı parçalar halinde taşınan bu top, daha sonra vidalanarak kullanılırdı. Osmanlıların bu tür iki parçalı topları onaltıncı asırda da döktükleri daha önce belirtilmişti. Topun dış yüzeyinde takviye çemberleri bulunmaktadır. Bazı çemberler geniş olup, stilize edilmiş yaprak motifleriyle süslenmiştir. Barut haznesi üzerinde üç, namlu üzerinde ise beş adet ince takviye çemberi bulunmaktadır. Her iki parçanın hem başında hem de sonunda küp şeklinde manevra boşlukları yer almaktadır. Topun üzerinde muylu ve taşıma halkası bulunmadığı gibi kundak dişi de yoktur. 18 ton ağırlığındaki bu topun toplam uzunluğu 523 cm., çapı ise 63,5 cm. dir. Namlu kısmının uzunluğu 315 cm., barut haznesinin ise vida kısmı hariç 208 cm. dir. Barut haznesinin çapı ise 24,8 cm. dir. Topun içindeki kalay miktarı % 10,2, bakır miktarı ise % 89,8 oranındadır. Çağına göre fevkalâde bir silah sayılan iki parçalı topların, hiç bir zaman Avrupa da yapılamadığı bilinmektedir.
Diğer Toplar
İstanbul da çap ve uzunluk ölçüleri bir birine yakın olan dört top bulunmaktadır. Bunların birisi Askeri Müze de ikisi Rumeli Hisarı önünde, birisi de Eyüb Semti ndedir. Birbirine yapı olarak çok benzeyen ve tunçtan imal edilmiş olan topların üzerinde her hangi bir yazı ve tarih bulunmamasına rağmen, yapılarının özelliklerinden Fatih Sultan Mehmed döneminde yapıldıkları anlaşılmaktadır. Toplar muhtemel olarak bir sefer esnasında, alelacele ve seri olarak dökülmüştür. Bu sebeple pek fazla sanat özelliği taşımazlar. Topların üzerinde derin bir şekilde kazınmış nişan çizgileri bulunmaktadır. Topların bu hususiyetleri itibariyle, ilk nişangâhlı toplar olduğu kabul edilebilir.
Askeri Müze bahçesinde bulunan topun ağırlığı 15 ton, çapı 63 cm., boyu 424 cm. dir. Top tek parça halinde dökülmüştür. Gülle ağırlığı 285 kg. olan bu topun, beş kantar taş gülle atan bir şayka olduğu anlaşılır. Rumeli Hisarı önünde bulunan toplardan birisinin çapı 68 cm., boyu ise 427 cm; diğerinin çapı 66 cm., 423 cm. dir. Eyüp te bulunan topun çapı ise 74 cm., boyu 432 cm olup tam ortasında süslü bir kemer bulunur.
Süslü Top
Askerî Müze bahçesinde bulunan ve Fatih Sultan Mehmed dönemine ait olduğu anlaşılan bir diğer top ise, dış yüzey üzeri rölyefli çok güzel figürlerle süslü olup, büyük bir itinayla dökülmüştür. Onbeşinci asır toplarına göre, Londra daki toptan sonra en dikkat çekici top bu olmalıdır. Bu topun üzerinde yapıldığı dönemi belirten herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Namlu ucu çevresinde bir çember halinde tam olarak okunamayan bir yazı vardır. Ustasının ismi ve diğer topların üzerinde bulunan teknik bilgiler yoktur. 11 ton ağırlığındaki bu topun gülle ağırlığı 218 kg. olup, 4 kantar taş gülle atan şayka topu olduğu anlaşılmaktadır. Namlu ucunun her iki tarafında iki adet demirden yapılmış taşıma halkası, arka tarafında da yine iki tarafında tunç manevra dişleri bulunmaktadır. Fatih dönemi toplarının pek çoğunda da olduğu gibi top, içten ve dıştan iki kademelidir. Topun çevresi hayli yoğun bir şekilde geometrik ve bitki motifleriyle zenginleştirilmiştir. Üzerinde 20 tane çember halinde süslemeler vardır. Bu süsleme çemberlerinin motiflerinin 18 i birbirinden farklıdır. Top, askerî tarih yanında, sanat tarihi açısından da büyük bir önem arzetmektedir.
Falya deliği, topun arka tarafından 30 cm. daha içeride olup deliğinin olduğu yerde çok güzel bir çiçek motifi bulunmaktadır. Çiçeğin ortası falya deliği olacak şekilde dizayn edilmiştir ve neredeyse hiç yıpranmamıştır. Bu kısmın dikkatli bir şekilde incelenmesi sonucunda, topun az kullanılmış olduğu kanaatine varılabilir ki bu da, 1456 yılında Belgrad seferinde kullanılan ve daha sonra orada bırakılan bir topun bu top olduğuna işaret edebilir. Daha önce de zikredildiği gibi, Fatih Sultan Mehmed in Belgrad seferi muvaffakiyetsizlikle sonuçlanmış ve aralarında çok kıymetli bir kaç topun da bulunduğu iki yüz top orada terkedilmiştir. Bu toplardan iki tanesi, Macar Krallarının Budin de bulunan sarayının önüne getirilerek halka teşhir edilmek üzere konulmuştur. Uzun bir süre burada kalan toplar, Kanuni Sultan Süleyman ın 1526 yılındaki Mohaç savaşından sonra Budin şehrinin alınmasıyla tekrar ele geçirilmiş ve İstanbul a getirilmiştir.
Netice
Yukarıda anlatılan noktalardan hareketle, Fatih Sultan Mehmed devrinin Osmanlı ateşli silah teknolojisi açısından oldukça mühim yer tuttuğunu ifade edebiliriz. Ateşli silah teknolojisinin hızla gelişmesi yanında bunları kullanacak grupların süratle teşkilatlandırılması ve öte yandan Tophane adı verilen top imalâthanelerinin açılması gibi faaliyetler, bu dönemin dikkate değer özellikleridir. Bütün bu gelişmelerin ötesinde Osmanlı Devleti ni bir Devlet-i Âliye olarak teşkilatlandıran Fatih Sultan Mehmed in şahsiyetini görmemek ve takdir etmemek elbette mümkün değildir. Bu dönemde ateşli silâhlar konusunda ortaya çıkan gelişmelerin genel olarak Askerî teknoloji başlığı altında incelenerek geniş bir şekilde değerlendirilmesiyle ortaya yeni ve orijinal bilgilerin çıkacağı muhakkaktır.
Kaynaklar
Adıvar, Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim (nşr. A. Kazancıgil-S. Tekeli), İstanbul 1982.
Agoston, Gabor Ottoman Artillery and European Technology in the Fifteenth and Seventeenth Centruies , Acta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaria (AOASH), XLII/1-2 (Budapest 1994).
Aydüz, Salim Osmanlı Devleti nde Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi, doktora tezi, İÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998.
Ayverdi, E. H., Fatih Devrinde İstanbul Mahalleleri , Vakıflar Dergisi, 4 (1958.
Babinger, F. Mehmed the Conqueror and His Time (trc. R. Manheim, ed. W. C. Hickman), Princeton 1978.
Dirimtekin, Feridun Belgrad ın İki Muhasarası , İED, İstanbul 1956, c: 2.
Ergin, Osman N. (haz), Fatih İmareti Vakfiyesi İstanbul 1945.
Ffoulkes, The âDardanelles Gun at the Tower , The Antiquaries Journal, 25 (Aralık 1929).
Hammer, J. Von, Devlet-i Osmaniye Tarihi (trc. Mehmed Ata), İstanbul 1332.
İnalcık, Halil, David Ayalon un Gunpowder and Firearms in the Mamluk Kingdom adlı eserinin tanıtım yazısı , TTK Belleten, 83 (1957).
İnalcık, Halilâ Oğuz, M. (haz:), Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân Ankara 1978.
Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman X. Defter (haz. Ş. Severcan), Ankara 1996.
Kennard, A. N. Gunfounding and Gunfounders A Directory of Cannon Founders from Earliest Times to 1800, London 1986.
Kissling, H. J., Baljemez , Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft, 101 (1951).
Konyalı, H., Fatih in Topları ve Askerî Müze .
Lefroy, J. H., The Great Cannon of Muhammad II (A.D. 1464) , The Archaeological Journal, 25 (1868).
Murphy, Rhoads, Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askerî Uygulamalardaki Rolü , Osmanlılar ve Batı Teknolojisi Yeni Araştırmalar Yeni Görüşler, İstanbul 1992.
Needham, J., The Development of Iron and Steel Technology in China, London 1958.
Parker, Geoffrey The Military Revolution Military Innovation and the Rise of the West 1500-1800, Cambridge 1996.
Vasiliev, A. Jörg of Nuremberg, A Writer Contemporary with the Fall of Constantinople (1453) , Byzantion 10 (1935).
Yıldız, Netice, İngiliz-Osmanlı Sanat Eseri Alış-Verişi.
.
Osmanlı Devletin'de Bilim ve Teknoloji Muhafazası
Osmanlı Devleti'ni bir uç beyliğinden cihan devletine taşıyan en önemli hususlardan birisi, hiç şüphesiz savaşlarda ve akınlarda uyguladıkları kendilerine özgü taktik ve stratejilerdir. Gerek muhasaralarda gerekse meydan savaşlarında uygulanan ve sadece Türkler tarafından bilinen bu taktik uygulamaların yanında, kullanılan silâh ve mühimmatın da önemli bir rolü bulunmaktaydı (Köprülü 1986, 130 vd.). Osmanlılarda olduğu gibi diğer devletlerde de mevcut bilim ve teknolojinin, özellikle savaşlarda kullanılabilen malzeme ve bilgilerin rakip devletlerin eline geçmemesi hususuna titizlikle riayet edilirdi. Bizans Devleti'nin elinde bulunan Grejuva ateşi ya da Rum ateşi denilen, denizde dahi yanabilen bir silâhın muhtevası büyük bir gizlilikle hazırlanmakta olduğundan, hiçbir devlet tarafından bilinmiyor ve savaşlarda onlara büyük bir üstünlük sağlıyordu. (Barbaro 1953, 45)
Devletlerin varlıklarını uzun süre devam ettirebilmeleri ve rakiplerine karşı üstünlüklerini sürdürebilmeleri, ellerinde bulundurdukları üstünlüklerini iyi muhafaza etmelerine bağlı bulunmaktaydı. Bununla birlikte, her devlet, etrafındaki gelişmelere ve yeniliklere karşı duyarlı hareket etmekte ve elden geldiğince bunları takip etmeye çalışmaktaydı. Bu husus bir yönü itibariyle bilim ve teknolojinin casuslar vasıtasıyla ele geçirilme mücadelesini ortaya çıkarırken, bir yandan da yeni gelişmelerin başka ülkelere 'transferi' olarak algılanmaktadır. Her iki halde de mesele casusluktan ziyade bilim ve teknoloji transferi olarak ele alınmalıdır. Yer yer casusluk faaliyetlerine rastlanılmaktaysa da, burada ele alınacak konu, esas olarak karşı tarafın elinde bulunan teknolojik farklılıkların ve üstünlüklerin çeşitli yollar kullanılarak transfer edilmesidir. Bu husus, bugünkü modern anlamda patent alıp bunu pazarlama gibi yasal bir metotla olmayınca, tabiatıyla casuslar vasıtasıyla ve gizlice gerçekleştirilmeye çalışılmaktaydı. Şunu da ifade etmek lâzım ki, 18'inci yüzyılın sonlarına kadar hem Avrupa'da hem de Osmanlı dünyasında bilimsel ve teknolojik gelişmelerin çok yavaş olduğunu ve devletlerin birbirlerine büyük ölçüde üstünlük sağlayacak bir teknolojik farklılığın ve üstünlüğün olduğunu ifade etmek pek fazla mümkün değildir. Bu açıdan, devletlerin birbirlerini teknoloji ve bilim açısından tecessüs etmeleri sık gözlenen bir durum olarak ortaya çıkmamaktadır.
Savaş Zamanlarında Elçilerin Durumu
Diğer taraftan, her iki tarafın da savaş durumunda ve özellikle öncesinde askerî hazırlıkları gözlemledikleri ve ne tür hazırlıklar yaptıklarını öğrenmek için büyük gayret sarf ettikleri bilinmektedir. Bu, tamamen ne tür bir hazırlık yapıldığını öğrenmek maksadından başka bir şey değildir. Ancak bu maksatla yapılan casusluk faaliyetlerinin zaman zaman teknoloji hırsızlığına sebebiyet vermesi de tabiatıyla mümkündür. Bundan dolayı, devletler özellikle savaş öncesi ve esnasında yabancıların ülkede bulunmalarına izin vermezler ve casusluk faaliyetlerine karşı çok daha dikkatli davranırlardı. Hattâ, savaşın olmadığı bir esnada gelen elçiler, devletin elçilerin geldiği ülkeye aniden savaş açması durumunda hapse atılırlar ve savaşın bitmesine kadar burada bekletilirlerdi. (İpşirli, 3â15)
Askerî Bilgi ve Malzemelerin Muhaafazası
Ateşli silâhlar ve bunlara müteallik metaller ile barut ve güherçile gibi malzemeler, pahalı ve aynı zamanda az bulunan stratejik mühimmâttan olmaları sebebiyle, tarih boyunca devletler arasında alınıp satılması yasak (memnû emtia) arasında zikredilmiştir. Askerî mühimmât sayılan bu malzemeleri elinde bulunduran devletler, güçlerini idâme ve muhâfaza edebilmek için, bunların düşman eline geçmesini engellemek istemişlerdir. Ayrıca maddî kazancı ne olursa olsun, bu malzemelerin ticaret yoluyla veya kaçak yollarla düşman eline geçmemesi için sıkı tedbirler almışlardır. Bu durum ilk olarak Papalığın, Avrupa devletlerinin Müslümanlara silâh ve benzeri malzemeleri satmalarını yasaklamasıyla resmî bir politika hâline gelmiştir. İlk defa 1301 yılında, Dubovnik Cumhuriyeti'ne konulan bir yasak ile Levant'a silâh ve benzeri malzemelerin satışı yasaklanmıştır (Petroviç 1975, 176). Avrupa devletlerinin başta Osmanlılar olmak üzere İslâm devletlerine karşı takındıkları bu tutum, Osmanlıların güçlenmesiyle tersine dönmüştür. Osmanlı kanunlarına göre 'memnu emtia' kapsamına giren ve memleket dışına çıkarılması yasak malzemeler arasında hububat, pamuk, barut, at, silâh, deri, gön, balmumu, sanayi hammaddeleri ilk sırayı almaktaydı (Arıkan 1991, 279â306). Verilen bilgilerde, askerî malzeme ve silâhlar üzerinde durulmamıştır. Bununla birlikte, Müste'min tüccar olarak adlandırılan yabancı tüccarlar, zikredilen malzemeler haricinde her türlü malı memleket dışına çıkarabilirlerdi. Bunun yanında İngiltere ve Fransa gibi devletler, ahidnâmelere zaman zaman bu malların da ihracını yapabileceklerine dair maddeler koydurabiliyorlardı. (Kütükoğlu, 538)
Tersâneâi Âmire ve Tophâneâi Âmire'deki Faaliyetlerin Gizlenmesi
Osmanlı Devletâi Aliyye'sinin en büyük gemi yapım merkezi olan ve Yavuz Sultan Selim döneminde kurulan Haliç tersanesinin duvarları hayli yüksek bir tarzda inşa edilmiştir. Bunun sebebi, tersanede inşa edilen gemilerin durumlarının dışarıdan gözlenmemesidir. Öte yandan, Yavuz Sultan Selim Rodos seferi için inşa edilmekte olan gemilerin tamamen bitmeden deryaya indirilmemeleri hususunda kesin emirler vermiş ve bu hususta dikkatli davranılmasını tenbihlemiştir. Ancak bir gün Eyüp Camii'ne giderken bir kalyonun henüz tamamlanmadan denize indirildiğini görünce bütün idarecileri azarlamış ve derhal Cafer Ağa'nın idamını istemiştir. Ancak araya giren sadrazamının ricasıyla Kaptan Paşa'nın hayatı kurtarılabilmiştir.
Bu uygulama, gerek yapılan gemilerin durumlarının düşman tarafından bilinmemesi, gerekse eldeki teknolojinin yabancıların eline geçmesini engelleme maksadına matuftu. Zira İstanbul'da bulunan başta Venedik balyosları olmak üzere diğer yabancı elçiler, zaman zaman Haliçte kayıkla gezinti yapma bahanesiyle tersanedeki faaliyetleri gözlemlemekte idiler. Elde ettikleri bilgileri derhal adamları vasıtasıyla Avrupa ülkelerine ulaştırarak, Osmanlı'nın deniz gücüne karşı tedbir almalarını sağlamaya çalışırlardı.
Sokullu Mehmed Paşa, İnebahtı'da Osmanlı donanmasının yakılması üzerine, yeni bir donanma inşası için Haliç'te büyük bir faaliyet başlatmıştı. Bu arada, tersanenin deniz tarafına da büyük bir set yaptırmış ve gemilerin deryadan da görülmesini engellemiştir. Bunun üzerine Venedik balyosu, gemileri denizden göremediği için yeni yapılan seti padişaha şikâyet etmiştir.
Venedik elçileri ve tüccarları İstanbul'daki ve diğer şehirlerdeki tüm askerî faaliyetleri Avrupa ülkelerine haber vermekteydiler. Tabii Venedik'e ve Avrupa ülkelerine giden Türk tüccar, elçi ve seyyahlar da, gerektiğinde aynı işi Osmanlı tarafı için yapmaktaydılar.
Osmanlıların sefer hazırlığında olduğu zamanlarda Avrupalı casusların en büyük hedefleri iki noktada temerküz etmekteydi: birincisi ve en mühimmi âeğer bilinmiyorsaâ seferin ne tarafa yapılacağı, diğeri de ne kadar büyük bir güç ile bu seferin gerçekleştirileceği.
Ele Geçirilen Silâhların ve Gemilerin İncelenmesi
Osmanlılar, savaşlarda ya da çeşitli vesilelerle ele geçirdikleri farklı türden silâhları ve gemileri incelerler ve gerekli gördükleri durumda aynen ya da kendilerine uygun bir tarzda yeniden yapmaya gayret ederlerdi. 14'üncü yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa ülkelerinde görülmeye başlayan ateşli silâhlar karşısında Osmanlılar, diğer bazı İslâm ülkeleri gibi olumsuz bir tavır takınma yerine büyük bir istekle bu yeni tarz etkili silâhları elde etme ve kendi ordularında kullanma yönünde çaba sarf etmişlerdir. 14'üncü yüzyılın başlarından itibaren de Balkanlar'da ve Doğu Avrupa'da ele geçirdikleri ateşli silâh imalâthanelerin faaliyetlerini, burada çalışan usta ve işçileriyle birlikte aynen devam ettirmişler ve kendi orduları için burada silâh ve barut üretimini sağlamışlardır. İstanbul'un fethinden sonra da bugünkü Tophâne semtine büyük bir top döküm merkezi inşa etmişler ve zamanla burayı geliştirerek, büyük çaplarda topların dökümünü gerçekleştirmişlerdir. Bir yandan da burada esir alınan ya da Avrupa'dan kendi isteğiyle ya da çeşitli sebeplerle gelen kimseleri çalıştırarak yeni teknolojileri öğrenmeye çalışmışlardır. Evliya Çelebi, bunu ifade sadedinde, Kanuni Sultan Süleyman döneminde buranın büyük bir kale tarzında dökümhâne olduğunu ve kâfiristandan yarar ustaların getirtilerek çalıştırıldığını söylemektedir. Osmanlılar, buradaki faaliyetlere büyük önem vermekteydiler. Burada kullanılan tekniklerin devletin bütün top döküm merkezlerinde aynı şekilde uygulanabilmesi için, burada top döküm ustaları yetiştirmekte ve top dökülecek merkezlere buradan göndermekteydiler.
Osmanlılar, Tophâneâi Âmire'de uygulanan teknolojinin en iyi şekilde muhafazası hususuna da çok ciddi bir şekilde dikkat etmekteydiler. Meselâ, Sir Paul Rycaut'un naklettiği bir hadiseye göre, 17'nci yüzyılda, İstanbul Boğazı'na demir atmış bir İngiliz gemisinin topçularından birisinin başına şu olay gelmiştir: Geminin topçusu karada dolaşırken, Tophâneâi Âmire'nin önünde bulunan eski toplardan bazılarının çaplarını ölçmeye başlamış ve bunu gören askerler tarafından "casus" olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. Hapse atılan topçu İstanbul'daki İngiliz elçisinin araya girmesiyle yapılan görüşmeler sonucunda serbest bırakılabilmiştir. (Rycaut 1668, 201)
Ateşli silâhlar konusunda Avrupa'daki farklı gelişmeleri çok iyi takip eden Osmanlılar, savaşlarda ele geçirdikleri değişik topları hemen İstanbul'a getirterek top ustalarına incelettirirler ve gerek görürse benzerlerini yapmaya çalışırlardı. Meselâ, Budin'i fetheden Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı İbrahim Paşa, buradaki kral sarayının önünde bulduğu iki büyük topu ve üç değişik heykeli hemen İstanbul'a göndererek at meydanında sergiletmiştir. Toplar, daha sonra Tophâne'ye gönderilerek topçu ustaları tarafından incelenmeye alınmışlardır. Savaş alanlarında ele geçirilen farklı top ve tüfeklerin incelenerek aynısının yapılmaya çalışılması hemen hemen her zaman rastlanılan bir olaydı. Nitekim, Osmanlılar, 17'nci yüzyılın başlarında Avusturya ile yaptıkları uzun savaşlarda ilk defa karşılaştıkları ve deri top adını verdikleri bir topu hemen İstanbul'a bildirmişler ve bunun aynen yapılması hususunda çalışmalara başlamışlardır. Yine 17'nci asırda Şam'da ele geçirilen bir topun değişik bir yapıda olduğu bildirilerek, incelenmek üzere hemen İstanbul'a gönderilmesi istenilmiştir. (Aydüz 1998)
Ateşli silâhlarda olduğu gibi, gemiler konusunda da aynı yaklaşım tarzını görmekteyiz. Meselâ, Barbaros Hayreddin Paşa aynı zamanda bir gemi mühendisi olduğundan, düşmandan özellikle Venediklilerden ele geçen gemileri incelemeye aldığı, kendi gemileriyle karşılaştırarak faydalı ve üstün gördüğü yanlarını yeni yapılan gemilerde uyguladığı ve bu sayede çok üstün bir gemi tarzı olan Osmanlı kadırgasını meydana getirdiği bilinmektedir. Barbaros'un pek çok gemiyi inceleyerek inşa ettiği Osmanlı kadırgası, 150 sene kullanılmıştır. Gerek yelkenleri gerekse küreklerinin sayısı, oturaklarının âdeti, kürekçilerin konumları ve diğer pek çok yönden üstün olan bu gemiler, tamamen Barbaros'un yönlendirmesiyle inşa edilmişlerdir. Öte yandan, Tophâne'de olduğu gibi tersanede de Avrupalı ve özellikle Venedikli gemi yapım ustaları çalıştırılmaktaydı. Bunların bir kısmı esir olarak çalıştırılırken, bir kısmı da ücret karşılığı davet usûlüyle getirtilmekteydi. Savaş zamanları Osmanlı Devleti'yle büyük bir dostluk içinde gözüken Venedik devletinden özellikle pek çok gemi ustası ve mühendisinin Osmanlı hizmetinde çalışmış olduğu bilinmektedir.
Eğinli Kadı Numan Efendi
1739 yılında Tuna boyunda yapılan OsmanlıâAvusturya sınır düzeltme görüşmelerinde Osmanlı tarafının sınır tayinini yapmak üzere bölgeye gönderdiği Mimar Muhammed Efendi'nin "Kat'â ben misâha bilmem, ancak bina mimarlığı bilürüm" demesi karşısında Osmanlı tarafı güç durumda kalmıştır. Buraya vazifeli olarak giden Eğinli Kadı Numan Efendi, başarılı ve ilginç bir istihbarat çalışmasıyla ortaya çıkan güç durumu düzeltmiştir. Osmanlı heyeti görüşmeler yapmak üzere Avusturyalıların yanına gidip gelirken ya da onların çalışmalarını uzaktan dürbün vasıtasıyla gözetleyerek onların âletlerini, tabla adı verilen yer ölçme tekniklerini öğrenir. Avusturyalılar, Osmanlıların bu ilmi öğrenmelerine tahammül edemezler ve kendi mühendislerini, ellerindeki bilgileri satmakla itham ederler. Kadı Numan Efendi, bu durumu şu şekilde değerlendirir.
"... Bu amel, geometri ilminden istihrac, istinbat ve istintac edilmiştir. Geometrinin bizde yazılı kitapları, delilli şekilleri vardır. İngiltere'de bu ameli ben icad ettim diye iddiâ eden hakîm râhip, bu ameli, Kurtuba memleketi istilâsında Hıristiyan milletlerin ellerine geçen geometri kitaplarından almıştır. Bu çeşit ilmin amelleriyle bizde usûlü ve çeşitleri vardır. Başmühendisiniz gelsin, onunla geometriye dâir konuşup görüşelim. Geometri bildiğimizi ve fen gereği üzere sizin bazı âletlerinizde yanlış bulduğumuzu öğrenip şüpheniz kalmaz. Sizin mühendislerin ettikleri amel, sırf resim ve harita yapmak için icad edilmiştir. Bizim Devletâi Aliyye ve diyarlarımızda resme ve haritaya amel ve itibar olmamakla bu tür ameller bizlerde metruk kalmıştır. Yoksa bizlerde aslı yok değildir." (İzgi 1997, 1:110 vd.)
Aslında Kadı Numan Efendi, zor durumda kalındığından durumu kurtarmak için böyle söyleme gereğini duymuş bile olsa, bu sözlerde yine de Hıristiyanların fen ilimlerini önceden Müslümanlardan aldığı düşüncesinin izleri vardır. Hıristiyan milletler, bu ameli Kurtuba istilâsında ellerine geçirdikleri geometri kitaplarından almıştır. Numan Efendi'nin buradaki, "Bizim Devletâi Aliyye ve diyarlarımızda resme ve haritaya amel ve itibar olmamakla bu tür ameller bizlerde metruk kalmıştır. Yoksa bizlerde aslı yok değildir." sözü de ilgi çekicidir.
Diğer yandan, Osmanlı topraklarında yaşayıp da Avrupa'daki çalışmalardan habersiz olarak aynı türden icatlara ve gelişmelere beraber ulaşan âlimler vardır. Meselâ, 1570'li yıllarda İstanbul'da Takiyüddin Râsıd tarafından kurulan rasathanede kullanılan âletler ve gözlem malzemeleri, daha önce İslâm rasathanelerinde kullanılanlardan çok daha mükemmel ve yeni icat edilmiş türden araçlardı. Aynı yıllarda Avrupa'da da Hven adasında Tycho Brahe tarafından kurulan ve daha sonra Keplerin kanunlarını kurmak üzere sonuçlarını kullanacağı rasathanenin âletleri de buradaki âletlerle benzerlik arz etmekteydi. (Aydüz 1994, 110â180)
1609'da ilk defa teleskop kullanan Galileo (ö. 1642) ile çağdaşı Yemenli bir âlim olan İbnü'lâ'Anz da (ö. 1053/1644), Yemen'in Sa'da şehrinden Rebi şehrini gösteren bir dürbün yapmıştır. (İzgi 1997, a.y.)
Osmanlı Devleti'ne Gelen Seyyahlar
Osmanlı Devleti'ne seyahat maksadıyla gelen Avrupalı seyyahların bir kısmının maksadı, seyahat etmek yerine, ait oldukları devlet adına istihbarat toplamak ve topladıkları bilgileri ülkelerinin hizmetine sunmaktı. Seyahatleri boyunca topladıkları bilgileri ülkelerine döndükten sonra kitap hâline getirip neşreden bu seyyahların pek çoğunun seyahatnamesi diğer Avrupa devletleri tarafından da kullanılmaktaydı. Osmanlı topraklarında pek çok konuya dikkat eden bu seyyahların eserlerinde klasik Osmanlı kaynaklarında rastlanmayan son derece önemli, faydalı ve ilginç bilgilere ve detaylara rastlamak bile mümkündür. Meselâ, 17'nci yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye'de bulunmuş olan Wheler adındaki bir İngiliz seyyâhının istihbârâtına göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün büyük şehirlerinde geometri ve diğer fen bilimlerinde ders veren hocalara rastlanmaktaydı (Sayılı, 431â432). Ayrıca, bu eserlerde bulunan bilgilerle Osmanlı halkının ve devletinin günlük hayatı ve mekânları hakkında da hayli kıymetli bilgileri bulmak mümkün olmaktadır.
Esirlerin Teknoloji Transferindeki Rolleri
Osmanlı Devleti, tarihinin erken dönemlerinden beri iç içe yaşamak durumunda bulunduğu gayrâi Müslim milletler ile her türlü ilmî ve teknolojik ilişkileri, daha çok kendi faydasına göre tanzim ederek geliştirmiş, askerî ve sivil bir kısım işlerde, Avrupalı Hıristiyanları ve Yahudileri çalıştırmıştır (Murphy 1992, 7â19). Bu hususta, Osmanlıların onları dinlerini değiştirmeye zorlamayan taassuptan uzak siyasetlerinin büyük bir rolünün olduğu bir gerçektir. Nitekim, Macar asıllı bir topçu ustası Urban'ın, 1452 yazında, Bizans'tan kaçarak Fatih Sultan Mehmet'in yanına geldiği ve onun hizmetine girdiği bilinmektedir. Urban, Osmanlıların diğer top dökücü ustaları ile birlikte, bir tanesi Rumeli Hisarı'na konulan diğeri de Edirne'de hazırlanılıp İstanbul fethinde kullanılan iki büyük topun dökümünde çalışmıştı. (Nicol 1993, 382) Şu kadar ki, kaynaklarda adı Orban, Orbain veya Urbani olarak geçen, daha çok Macar olarak zikredilmekle birlikte Alman veya Ulah olduğu da söylenen bu dökümcü ustası (H. J. Kissling, "Baljemez" Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesellschaft, 101 [1951], s. 335), bazı kaynaklara göre alelade bir dökümcü olup balistik hesaplarından hiç anlamamaktaydı. Nitekim Urban, Babil'in surlarını yıkabilecek bir top yapabileceğini, ancak güllenin ne kadar uzağa gideceğini hesaplayamayacağını belirttiğinden, topların bütün balistik hesaplarını Fatih bizzat kendisi yapmıştır. (Mehmed Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, I, s. 208â209)
Fatih Sultan Mehmet'in top döküm ustaları arasında bulunan ve adları tesbit edilebilen iki döküm ustası daha bulunmaktadır. Bunlardan birisi Nuremberg'li Jörg, diğeri de Frankfurt'lu Georg'tur. 1460 yılında Osmanlıların eline esir düşen Nuremberg'li Jörg, ailesiyle birlikte yüksek bir maaşla hizmete alınmış ve Süleyman Paşa adlı bir komutanın emrine verilmiştir. (Petroviç, 184; Yerasimos 1991, 111) Aslen Alman olan Jörg, 1463 yılında Bosna'da Bobovats kalesinin muhasarası esnasında kale önünde 5 metre uzunluğunda ve 2 ayak (yaklaşık 60 cm.) çapında büyük bir top dökmüştür. Ancak bu büyük top muhasaranın kaldırılması üzerine orada terk edilmiştir. Jörg, 1480 yılına kadar hizmet ettikten sonra, Fatih tarafından İskenderiye'ye Mısır'ın fethi için ön araştırma yapmak üzere gönderilmiştir. Ancak Jörg, buradan kaçarak önce Roma'ya gitmiş ve Papa IV. Sixtus'un hizmetine girmiştir. Jörg, bir süre burada çalıştıktan sonra Frankfurt'a dönmüş ve orada top dökümü çalışmalarını sürdürmüştür (Needham 1964, 22). Jörg, Frankfurt'ta top döküm çalışmalarına devam etmiş ve İstanbul'da iken öğrendiği ve henüz Avrupa'da bilinmeyen ve yeni bir metot olan ateşi metale temas ettirmeden ergitme metodunu buraya taşımıştır. Jörg'ün Geschicht von der Türckey adlı bir kitabı da bulunmaktadır. Eser ilk defa 1482â3 yılları civarında Almanya'da Memmingen'de basılmış olup, 1456â1480 yılları arasındaki olayları anlatmaktadır. (Vasiliev, 1935, 205â209)
Fatih döneminde Osmanlı hizmetine giren bir diğer Alman top ustası, Jörg'ün hemşehrisi olan Maester George ise, Rodos adasında yaşamakta iken Fatih Sultan Mehmet'in hizmetine girmiştir. George, 1480 Mayıs ayında yapılan Rodos kuşatmasında Osmanlı ordusunda bulunmuştur. Muhasara esnasında birtakım faydaları görülen George, kuşatma devam ederken, Hıristiyan olduğunu ve Osmanlı ordusu hakkında bütün bilgileri vereceğini vadederek düşman tarafına geçmiştir. Rivayete göre George, Rodos Saint John şövalyeleri için 16 büyük top dökmüştür. Ancak kendisinin casus olduğu anlaşılınca, işkenceye tabi tutulmuş ve idam edilmiştir (Cengiz 1993, 42â45).
Her üç yabancı topçu ustasının da Tophâneâi Âmire'de hizmet edip etmediği belli değilse de, çalışmış olabilecekleri düşünülebilir. Tophâneâi Âmire'de yabancı ustaların çalıştırıldığına dair bazı kayıtlar bulunmaktadır. Nitekim Bernard Lewis, Osmanlı top dökümcülerinin bir kısmının muhtedi, bir kısmının da ihtida etmemiş Avrupalı maceracılar olduğunu belirtir. (The Muslim Discovery of Europe, s. 223)
Netice
Tarih boyunca devletlerin varlıklarını muhafaza etme ve sürdürme konusunda ellerinde bulundurdukları bilimsel ve teknolojik gücün rakip devletlerin eline geçmemesi için sıkı bir politika uyguladıkları bir gerçektir. Devletler, zaman zaman ellerinde bulunan teknolojiyi, bazen de ticarî ve askerî malzemeleri koruma altına almışlar ve düşmanların eline geçmemesine özen göstermişlerdir. Ancak bazı malzemelerin yasaklanması onların değerlenmesine ve tüccarlar için iyi bir kâr vesilesi olmasına sebep olmuş ve bu da, bahsedilen malzemelerin yüksek fiyatlarla gayrâi resmî yollarla el değiştirmesi sonucunu getirmiştir. Öbür yandan, Osmanlılar döneminde teknolojik açıdan önemli faaliyetlerin yürütüldüğü Tophane ve Tersane gibi yerlerde uygulanan teknolojiler de sıkı bir şekilde muhafaza altına alınmaya çalışılmış ve buralardaki çalışmalar elden geldiğince gizlenmiştir. Osmanlı Devleti, uzun yıllar elinde bulundurduğu teknolojiyi muhafaza etmiş, bununla kalmayıp, kendi dışındaki yeni gelişmelere de daima açık olmuş ve bu gelişmelerin ürettiği teknolojiyi ülkesine transferi için iyi bir politika takip etmiştir. Ancak, alınan bütün tedbirlere rağmen, sahip bulunduğu imkân ve teknolojinin zaman zaman dışarı çıkmasına da mani olamamıştır.
Kaynaklarb>
Arıkan, Zeki, "Osmanlı İmparatorluğu'nda İhracı Yasak Mallar (Memnu Meta)", Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu'na Armağan, İstanbul 1991, s. 279â306.
Aydüz, Salim, Osmanlı Devleti'nde Tophâneâi Âmire'nin Faaliyetleri ve Top Döküm Teknolojisi (XIVâXVI. Yüzyıl), Basılmamış Doktora Tezi, 1998, İÜ Edebiyat Fakültesi.
Osmanlı Devleti'nde Müneccimbaşılık ve Müneccimbaşılar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1994, İÜ Edebiyat Fakültesi.
Barbaro, Nicolo, Kostantiniye Muhasarası Ruznâmesi (trc. Ş. T. Diler), İstanbul 1953.
Cengiz, Ali, "Fatih'in Top Döküm Ustası Georgius", Askeri Tarih Bülteni, 34 (1993).
İpşirli, Mehmet, "Elçi", Diyanet İslam Ansiklopedisi, Din, XI, s. 3â15.
İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997.
Köprülü, M. Fuat, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, İstanbul 1986.
Kütükoğlu, Mübahat S., "Ahidnâme", DİA, c. 1.
Murphy, Rhoads, "Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askerî Uygulamalardaki Rolü", Osmanlılar ve Batı Teknolojisi Yeni Araştırmalar Yeni Görüşler (ed. E. İhsanoğlu), İstanbul 1992.
Needham, Joseph, The Development of Iron and Steel Technology in China, Londra 1964.
Nicol, Donald M., The Last Centuries of Byzantium 1261â1453, Cambridge 1993.
Petrovic, D., "Fireâarms in the Balkans on the eve of and after the Ottoman Conquests of the Fourteenth and Fifteenth Centuries", War, Technology and Society in the Middle East (ed. V. J. ParryâM. E. Yapp), London 1975.
Rycaut, P., The Present State of Ottoman Empire, London 1668.
Sayılı, Aydın, "Üçüncü Murad'ın Mücessem Küresi", Belleten, XXII, 431â432: (Harold Bowen, British Contributions to Turkish Studies, 1945, s. 19'dan nakl).
Vasiliev, "Jörg of Nuremberg, A Writer Contemporary with the Fall of Constantinople (1453)", Byzantion 10 (1935).
Yerasimos, S., Les Voyageurs Dans L'Empire Ottoman, Ankara 1991.